Karl Marks adına biri çıkar “Das Kapital”, komünizmaya yeniden hayat verecek şekilde şerh eder, Hristiyanlığı nazara alarak da “din afyondur” derse, Das Kapital çok satan kitaplar listesine girer, komünizma da en popüler ideolocya olur mu?
Birkaç “tarihi vakıa”, olacağını iddia etse de, küresel güçler “mühür bizde, olamaz” derler. Ne var ki onların, komünizma adına verdiği hüküm bir gün kendileri için de söz konusu olacak; küfür şafağında bir gökkuşağı gibi gördükleri idelocyaları kaybolacak. Çünkü anlık zuhûrlar ya da sahte kurtarıcı, sahte peygamber ve sahte veliler bir defalıktır. Saman alevi gibi bir anda insanlık için umut olur, gençleri sokağa döker, tufan gibi bütün şehirleri kuşatır, hayatın sevap ve günahını dosyalar; düşeni kaldırır, kırığı sarar, yaraya merhem olur gibi görünür. İdeolocya rüşveti, talanı, fuhşu önleyemeyince bir daha indirilmemek üzere arşive kaldırılır. Dünya siyaset ve tefekkür tarihinin ideolojiler ve rejimler mezarlığı olması ya da düşen rejimlerin sadece birkaç vefalı oğul tarafından yıldan yıla anılması rafa kaldırılanların aynı zamanda yüreklerden de silindiğinin ispatıdır. Çöken her ideolocya geride günahlar ve mutsuz yığınlar bırakır. Varılmayan ufuklar, sönen umutlar, istismar edilen idealler…
Bir Putu Kırarken, Diğerini Dikmek
“Her yeni eskiyi mahkum eder” kaidesi gereği Karl Marks’ın çapına ulaşan her cins kafada yeninin hâkimiyeti, şehveti uyanır ve her ideolog kendi Das Kapitalini yazar. Onun üzerinden kitleleri kışkırtır; bir putu indirirken, bir başkasını diker. Bu yüzden uygarlıklar tarihi aynı zamanda kırılan ve dikilen putların tarihidir. Tahterevallinin iki ucu gibi, bir put düşerken diğeri yükselir.
Kapitalizma Putu da Sekerât Halinde
Artık Batı’nın sokaklarında eski ihtişamından eser yok. Kapitalizma putu sekerât halinde ölümü bekliyor. Batılılar, yaşadığımız bu iktisâdî ve ruhi kriz ya uygarlığımızın sonu olacak ya da kıtamız dışında büyük bir savaş çıkarıp, muhariplere silah satarak ekonomik dengeyi kuracağız diyorlar. Ya ölecekler ya da yaşamaları için başkalarını öldürecekler. Vahyin terbiyesinden mahrum bir uygarlığın hayat kriterleri canavarlarınkiyle ayniyet arz ediyor.
Şehvetine ve aklına pranga vurduğu için kiliseyi gömen Kapitalizma’nın, eğer hayatta kalma projesi gerçekleşmezse defnedilmek için geri sayım devam edecek. Bir farkla ki kiliseyi modern hayat çökertmişti, Kapitalizma ise kendi putunu kendi kırıyor.
Allah’a secde etmenin manasından mahrum olduğundan dolayı kendisi için yaratılan kıymetli herşeye ya da onların ihtişamına secde eden Batı, girdiği ölüm yolunda ürettiği tanrısıyla birlikte ölecek.
Kilise çökerken, Kapitalizma umut olmuştu. Şimdi ise umutlarının, yerine bir halef bırakmadan intihar edecek olmasına ağlıyor Kilise’nin çocukları. Ortada kalan milyonlar kime sığınacak?!
Kriz Döneminde İslâm
İslâm, her kriz döneminde yaşanan sarsıntıları alimlerin irşadıyla aştı. Köklerine çekilerek yenilendi Müslümanlar. Öz suyuyla yeniden hayata döndü. Yürekler, evler, şehirler ve sokaklar için can oldu bu öz suyu. Müslümanlar arasında dolaşan, onlar gibi sarık takan fakat akşamdan sabaha kadar hadis uydurup onları pazarlayan zındıkların “kültürler atlası” haline getirdiği Küfe şehrinde seksen üç bin problemi çözen Ebû Hanife’ye İmam-ı Azam; Felsefî, Batinî, Fatimî ve sapık sufilerin İslâm’ın etrafındaki kuşatmalarını yaran Gazzâlî’ye Huccetü’l İslâm; Tanrısal Dinin yüreklerden imanı silmeye çalıştığı Hind Coğrafyasında insanları İslâm’la yeniden telif eden Ahmed Faruk Serhindi’ye “İmam-ı Rabbânî” dendi.
Batı Başkentlerinde Yeniden Gazzâlî
Müslüman Gençler, Batı’nın başkentlerinden birinde hem kendileri, hem de aynı havayı soludukları insanlar için bir umut olsun, imanla inkarın hesaplaşmasında yol göstersin diye “Gazzâlî’yi” konuşmayı teklif etti. Gazzâlî’yi tanıdıktan sonra değişecek yeni hayatın istikâmetine itiraz etmesinler diye çoğu konferansa babasını da getirdi. Çünkü Gazzâlî olmak, Allah’ın rızasına ulaşmak için gerektiğinde herşeyi terk etmek demekti.
Gazzâlî hâla bütün ihtişamıyla “istikâmet üzere” hem aklın, hem de ruhun kapısının nasıl açılacağı, onlardaki sırlara nasıl varılacağını göstermekte. Bu yüzden Vatikan kaldırımlarında dolaşan ateşin zekalı papaz adayları da gizli gizli onu okumakta. Kilise de arayıp da bulamadıkları irfanı onlara Gazzâlî bahşetmişti. Kim bilir kaç kilise şakirdi onunla Müslüman olup engizisyona sevk edilmişti.
Bir zamanlar Batı’da kitapları en az “Kitab-ı Mukaddes” kadar okunan yün eğiren dervişin oğlu Gazzâlî, asırlar sonra yine okunuyor. Bir farkla ki bu defa onu Kant değil, Alman ve Fransız üniversitelerinde Kant okuyan Müslümanlar okuyor.
Künyesi Ebû Hâmid… Adı Muhammed b. Muhammed b. Muhammed el-Gazzâlî… Babası yün eğirmekten vakit buldukça ulemâ meclislerinde kurulan irfan halkalarına devam eder, aşkla halkaya çöker, derin bir dikkatle ulu hocaları dinlerdi. Onların ihlasla İslâm’ı anlatmalarına gıpta eder, “Beni de vâiz ve fakihler kadrosuna al da İslâm’a hizmet edeyim Ya Rabbi!” diye niyazda bulunurdu.
Muhammed b. Muhammed alim olamayacağını anlayınca, dualarını şu şekilde değiştirdi: “Ya Rabbi! Bana vâiz ve fakih çocuklar ver de onlar İslâm’a hizmet etsin.” O bir oğul istedi, Allah Teâlâ muhlis dualarına iki oğulla icabet etti: Muhammed ve Ahmed… Muhammed b. Muhammed dünyalıklarını iki oğlun adanmışlığı için vasıta olarak kullandı. Erken yaşta kendine dünya’dan sefer emri gelince bir taraftan henüz tahsilin başında istikbal vaadeden iki yavrusuna, diğer taraftan ise ahiret haline baktı, ayakları birbirine dolandı. Tam bir metanet içerisinde bir derviş arkadaşına bütün mallarını şöyle diyerek vasiyet etti: “Okuma yazmayı bilmemek içimde büyük bir ukde olarak kaldı. Ben İslâm’a ilimle hizmette muvaffak olamadım. Yapamadığımı oğullarım yapsın istiyorum. Malımın tamamını son kuruşuna kadar oğullarımın tahsili için harca.” Derviş emaneti son kuruşuna kadar harcayıp tüketince iki kardeşe; “Ben fakir bir adamım, malım yok ki size bakayım. Sizin için en doğru tercih bir medreseye intisap etmektir. Medresede ümmet size bakar” der ve onlara gurbet’in yol’unu gösterir.
Berlindeki Gazzâlî meclisinde, “Ebû Hâmid’in babasının hikayesini dinleyen babaların yüzlerinde derin bir ürperti ve haya hali zahir oldu. Gazzâlî’nin babası karşısında utandılar, ‘Ah adanmış hayatlar; biz dünyada çer çöp; Gazzâlî ise hem itibar, hem de ecir kazandı’ dediler. Gazzâlî Tus’tan Cürcan’a gider. Cürcan dönüşü yolunu kesen eşkıya taifesi herşeyini alır. Reisten, “Aldıklarınız arasında tahsil hayatım boyunca elde ettiğim ilmi hasılamın kayıtlarını ihtiva eden defterler var. Onları geri verseniz” deyince, eşkıya başı: “Sen nasıl ilim iddiasında bulunuyorsun ki defterlerini kaybetmen durumunda bütün bildiklerin zail olacak” der. Gazzâlî o anı kıymetlendirirken şöyle der: “Hâzâ reculun entakahullah/Bu Allah’ın konuşturduğu bir adam.” Döner defterlerinde neler varsa hepsini ezberler. Bu hal onu ayaklı bir kütüphane yapar ve eserlerin terkip ve telifinde büyük bir adım olur.
Gazzâlî, hafızasına aldığı metinlerle meselelere muhafız olabilmek için “hafız” da oldu. Bütün müktesebatı flaş belleğe yüklenen eserlere ulaşabilmekten ibaret olan akademisyenlerin, ulemâ kabul edildiği bir ortamda Gazzâlî’yi anlamak elbette güç olacaktır. Onun için Gazzâlî pek çok yerde ilahiyat dışında daha muteberdir. Onu okuyanlar her fasılda Gazzâlî’nin ufkunda dev adımlar atabileceklerini keşfederler.
Gazzâlî Neysabur’a gidip orada ma’kulat alanındaki ilimlerin en büyük isimlerinden olan Cüveynî’nin medresesine intisap eder. Ölünceye kadar Hocası’nın yanında kalır. Bu dönemde, Cüveynî gibi başka büyük alimler var fakat Şeriat’la tasavvufu İslâm ölçeğinde terkip edip tehlikeleri izale edecek derinlikten mahrumlar.
Ehl-i Sünnet’in İlim Karargâhı: Nizamiye
Şeriat’la Tasavvuf’un, menkulâtla bozulan muvazenesini tesis etmek için Bilge devlet adamı Nizâmülmülk devre’ye girer; ilmin “sırat-ı mustakîm” merkezli yeniden yapılanmasıyla bizzat alakadar olur. Şiiler tarafından Mısır’da açılan Ezher’e karşı Nizamiye Medreselerini kurarak kriz döneminin kurtarıcı metinlerini yazacak alimleri burada yetiştirmeyi hedefler. Ehl-i Sünnet’i çökertmek için kurulan ittifakın saldırılarını püskürtecek ilim ordusunu bu karargâh eğitir, bu karargâh idare eder.
Nizamülmülk Gazzâlî’yi keşfedince önünü sonuna kadar açar. Artık o Nizamiye’nin içinde tek başına Nizamiye çapında ilmi bir kudrete malik Ehli Sünnet’in en büyük medresesinin yaşta en küçük ilimde ise en büyük hocasıdır. Bütün öğrenciler tarafından tek başına bütün kuşatmaları yaracak bir ilme sahip bir Allâme olarak görülür.
Ne var ki iki yıl sonra derin bir düşünce krizine yakalanır Gazzâlî. Herşeyi sorgular. Ağzına aldığını yutamaz, suyu içemez hale gelir. Halçaresi için on yıl devam edecek bir yolculuğa çıkar. Şam-ı Şerîf’ten Kudüs’e geçer, oradan Hicâz’a yönelir. Tek başına çağının sorunlarını çözecek ilmi ve fikri derinliğe sahip olan Gazzâlî sorunlar yumağına dönen kalbine yenik düşünce, akıl, alem, ruh, var oluş gibi derin mevzulara dair sadra şifa cevaplara ulaşabilmek için bizzat Allah Rasûlü’nün huzuruna çıkar. Medine’ye gider. Bu halden ancak ona teslim olarak kurtulabileceğini idrak etmenin heyecanıyla, (belki de) Sudanlı’nın yakarışına benzer ifadeler dökülür dudaklarından:
Nasıl ki bağrı yanar gün kızınca sahranın
Benim de ruhumu yaktıkça yaktı hicranın.
Büyük akıllar diz çökünce onları ancak peygamberler ayağa kaldırabilir. Bu yüzden Gazzâlî de, Allah Rasûlü’ne sığındı. Ona kayıtsız şartsız bağlandıktan sonra “İhyâ’yı” yazdı, kendi yüreği gibi insanlığın yüreğini de ihyâ etti. Zamana yenilmeyen bu eseriyle, zamanın öldüremediği nesiller yetiştirdi. Ulemâ bezminde onu okumayan “Ahyâdan/Gerçek anlamda dirilerden” kabul edilmedi.
Gazzâlî, Hac’dan dönünce sevenlerinden ısrarla ders okutmaya dönmesi yönünde davetler aldı. Bir ara sadece “İhyâ” okuttu. Cümleler yazılış gayesi çerçevesinde satırlardan sadırlara iltica etti; “En pak yol mutasavvıfların yolu” dedi. “Eskiden makam için, kazanmak için, şimdi ise Allah yolunda harcamak için okuyoruz” dedi.
Felsefeye duracağı yeri Gazzâlî gösterdi. “Makâsıdu’l-Felâsife” ile filozofların kodlarını çözdü, anlaşılmamaktan kaynaklanan yalancı itibarlarına son verdi. Mevzuları ulemânın anlayacağı bir dile aktardı. “Tehâfütü’l-Felâsife” de mevzuları en hassas şeri ölçülere arz ederek değerlendirdi. Filozofları üç meselede tekfir etti, on sekiz mevzuda ise Ehl-i Bidat olduklarını söyledi. Felsefe, Gazzâlî’den aldığı ağır darbelerle geri çekilmek zorunda kaldı. Medresenin yolu açıldı. Akıldan korkulmayacağını, aklı bilgi üretme vasıtası olarak ilk defa peygamberlerin kullandığını, Hz. İbrahim kıssasıyla Kur’an’dan anlattı.[1] Usûl kitabı “el-Mustesfâ’ya” mantık ilmine dair geniş malumat vererek başladı.
Bu dönemde siyasî tehlikelerin en büyüğü Fâtımiler ve onların ifsada ilmi bir kimlik kazandırmak için kurdukları Ezher’in faaliyetleriydi.
Fâtımiler medreseleri kapattı, kadıları görevden aldı, ulemâ’yı hapsetti. Dayatmalarına rağmen Teravih kıldıran bir imamı şehit etti. İslâm şehirlerinde onları tenkit eden ulemâyı haşhaşilere katlettirdi. Nizamülmülk’ü de oğlu Fahrülmülk’ü de onlar şehit etti. Başbakan düzeyinde iki cinayet işlediler. Bir anda Ehl-i Sünnet coğrafyada, korku imparatorluğu kuruldu. Alimlerin yanı sıra adı Ömer diye, Ebû Bekir diye çocuklar da öldürüldü. Ulemânın korkudan sükût orucuna büründüğü bir zamanda Gazzâlî Batınilere karşı beş tane reddiye kaleme alarak onların belini kırdı. O, bu haliyle “ölümü düğün gecesi kabul edeni hangi güç sindirebilir ki?” diyordu. Ahiretle kendisini tehdit edenlere sistemlerini parçalayacak kurucu eserler yazarak cevap verdi. Gazzâlî ölüm korkusuna yenilmediği gibi ölümüyle de zamana yenilmedi. Vefatının üzerinden asırlar geçti fakat; ders halkasının başında o var gibi kitapları okunmaya devam ediyor. Ölüm tehdidinden ürkmeyen İmam Râzî de, Gazzâlî’nin sekerata soktuğu Batıniliği bir daha çıkmamak üzere düşünce makberine defnetti. İlim dünyası da, siyaset dünyası da onun ilmi hamleleriyle nefes aldı.
İhsan Yolunu Hurafelerden Arındırdı
Ulemânın medreseye çekilmesiyle tekke de, ilim/irfan mecrasından sapmıştı. İhsan üzerine ibtina eden tasavvuf, sapık; Gazzâlî ise gerçek İslâm yolu dediği sufi hayatın önündeki bütün şeri manileri kaldırdı. “Eshâbu’l-Akvâl” dediği satıh üstü kopyacıların yanlış yolda olduğunu “Erbâbu’l-Ahvâl’in” yanında yer alarak gösterdi. Ulemâyı İslâm’ı zevk boyutuyla da yaşamaya davet etti. İhyâ’dan sonra yazılan eserler hem yürekleri, hem de tekkeleri Şeriat’a muhalefet masiyetinden temizledi.
Gazzâlî, durduğu yer bütün herkes tarafından görülsün diye hayatını şekillere aktardı. Ahir ömründe Tus’da bir medrese ve tekke bina ederek ikisinin bir aradanasıl yaşayacağını ve yaşaması gerektiğini gösterdi.
Haçlı seferleri onun zamanında başladı. Çok cepheli bir meydan muharebesinde ağır ruhi darbeler yiyen ümmet, Haçlı saldırılarına karşı Kudüs’e muhafız olamadı. Kudüs düştü. Batı Anadolu’nun, Şam’ın, Kudüs’ün kanını emdi, derisini yüzdü haçlı haydutlar. Ne var ki ulemâ müteessir olmaktan başka pek bir şey yap(a)madı. Sürekli akan Müslüman kanı durdurulamadı. Gazzâlî eserleriyle Kudus’ü fethedecek nesilleri yetiştirdi. Selahaddin Eyyûbî’nin elinde onun kitapları vardı.
Namsız nişansız dervişin iki oğlu da alim oldu. Ahmed hattı müdafa yaptı. Muhammed Gazzâlî ise Âlem-i İslâm’ı nazara alarak sathı müdafada bulundu. Tekke, medrese, cemiyet onunla ihyâ oldu. İhyâ’yı yazdı, çağının tanıkları gibi gelecek nesilleri de ihyâ etti. Elli dört yaşında Rabbine irtihal ettiğinde “İhyâ” ders halkalarında birkaç defa hatmedilmişti. Zamanla bütün şehirlere yayıldı. İlim talebeleri akın akın ona koştu. Kitaplarının etrafında halkalar kuruldu. Onun öğrencileri korkusuz alimler olarak şehirlere güven aşıladı. İslâm yeniden çizgi çizgi, desen desen sokaklarda, çarşılarda, medreselerde inkişaf etti. Ayet ve hadisler sanatçı ruhları tahrik etti, “hakikat” taşa, mermere aksetti.
“İslâm’a karşı İslâm” geliştiren kaba softa, Ebû Hanife’yi sorguladığı gibi Gazzâlî’yi de ağır bir dille tenkit etti. Ebu’l-Hasan adında biri kitabını toplatıp yakmak istedi. Ne ki yakacağı gece rüyasında yanında Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Gazzâlî de olduğu halde Allah Rasûlü’nü görür: “Gazzâlî, Ebu’l-Hasan içeri girince bundan müştekiyim İhyâ’yı yakacak ya Rasûlallah!” der. Allah Rasûlü eseri baştan sona inceledikten sonra Ebu’l-Hasan’ı tecziye eder. Ebu’l-Hasan, beş sopa yiyince, Hz. Ebû Bekir devreye girer ve “Ya Rasûlallah! Bu da İhyâ’yı Şeriat’ı korumak için yakmak istemişti” deyince Efendimiz Ebu’l-Hasan’ı affeder. Ebu’l-Hasan uyanınca tövbe eder, İhyâ okutmaya başlar. O da Gazzâlî’nin öğrenci kadrosuna katılır. Fakat ölene kadar sopaların acısını hisseder.
İmam-ı Gazzâlî İslâm Medeniyetinin Yunan aklı, Batınî sapması ve mistik hareketlerle karşılaşması sürecinde yaşanan sorunları çözmesi için gönderilen ilahi bir armağandı. İslâmî düşünce, asıl kaynağı ile irtibatına zarar vermeden uygarlıklarla nasıl bir irtibat içerisinde hesaplaşacağını ondan öğrendi. Felsefeyi kendi silahlarıyla vurdu. Entellektüel tehlikeyi ebad-ı selasesiyle tanıdıktan sonra, onu tanımadığını ilan etti. İslâm’ın ferde hitap eden Şeriat ve tasavvuf cephesini, en hassas İslâmî ölçülerle yeniden aslına göre terkip etti. Tasavvufla felsefenin iki ayrı dünyaya aidiyetini, birinin gündüzü, diğerinin ise geceyi temsil ettiğini ve bu yüzden aynı karede olamayacaklarını söyledi. İslâm’ı asıl mecrasına çevirdi. İlmi ve fikri zemindeki sapmaları halkın damarlarına karışmadan önledi. Zihinleri arındırdı.
İbn Arabî onun bir bütün olarak anıtlaştırdığı Şeriat-Tasavvuf ehramını yeniden okudu. Hakikati idrakte çok derinlere inince, sidre-i müntehaya keşifle ulaşma noktasında önemli mesafeler kat etti. Ne var ki gördüğü hakikati kelama dökerken zorlandı ya da muhatapları onu anlamada problem yaşadı. İmam-ı Gazzâlî’nin kaideleştirdiği şekilde tasavvufun en güzel anlatımını İmam-ı Rabbânî yaptı. Yaşanan ve yaşanacak mutlak hakikati açık bir lisanla anlattı.
Sokakta, üniversitede, fabrikada “sadece İslâm” diyen Müslüman gençler Gazzâlî devrine benzer bir kuşatılmışlığın içinde olduklarını babalarından daha iyi hissettiklerinden diriliş mücadelesini Gazzâlî ile yürütmek istiyorlar. Projenin mimarı Gazzâlî olursa Kant da öğrenci olur, Hristiyanların zeki gençleri de tekrar İslâmî metinler okur. Siz Gadamer okuyun! Batının başkentlerinde müslüman gençler Gazzâlî’yi yeniden keşfediyor.
[1] En’âm: 74-8.
.
İslam’ın Gelecek Tasavvurunun İnşası
İki asırdır İslam coğrafyasında âlim ve mütefekkirler nezdinde en fazla heyecan uyandıran konu, “Nasıl olmalıyız?” sorusudur. Müstağrib bu soruyu medenî birikimimiz ve tarihi tecrübemizin reddedilmesi için bir fırsat telakki ederken, müstakim mümin ise tekrar İslamî bünyeye dönebilmenin vasıtası olarak görür. Malum soruya cevap sadedinde, farklı usuller üzerine ibtinâ eden pek çok hareket ortaya çıkmıştır. Sahih İslamî tasavvurla farklı şekillerde irtibatı olan ve tarihi süreç içerisinde kısmi değişikliklerle sürekli var olan bu hareketleri “redd-i kadim”, “gelenekçilik/taklitçilik” ve “keşf-i kadim” olarak tasnif edebiliriz.
- Redd-i Kadim
Redd-i kadimin merkezinde akıl vardır. Ona göre akıl, mücerret olarak güzeli ve çirkini tespit etme istidadına sahiptir. Reddi kadimciler, hükümlerin kaynağı olarak kabul ettikleri aklı, bir fiilin sıfatına ve ondan doğan fayda ve zarara bakarak hüküm vermede yetkili görürler. Bunu yaparken de aklın bir peygamberin rehberliğine muhtaç olmadığını düşünürler. Aklın güzel gördüğünün Allah Teâlâ katında da güzel, çirkin addettiğin O’nun katında da çirkin olduğunu savunan bu anlayış esasında Cenâb-ı Hakk’ın ne söylediğinden ziyade, kendilerinin nassı nasıl anlamaları gerektiği ile meşguldür.[1] İlk olarak Mutezile tarafından temsil edilen redd-i kadimin esas ameliyesi “vaz-ı’ cedit”tir. Bu ise en hafif ifadeyle vahyi ideolojik okumaya mahkûm edip murâd-ı ilahiyi murâd-ı beşere tabi kılmaktır.
Redd-i kadim, İslam coğrafyasında hicri II. asrın başlarında aklın öncülüğünde korunmuş bölgeler inşa etti. Bu bölgelerdeki felsefi oluşumları harekete geçirip vahiy karşısında kaybettiği mevzileri geri alabilmek için yoğun bir mücadele içerisine girdi. Bu çerçevede Abbasi Halifesi Me’mun’un, Bağdat’ta kurduğu Beytü’l-Hikme (832) yaptığı çevirilerle felsefi oluşumlara malzeme temin etti. Tercüme faaliyetlerinin hazırladığı ortam Meşşâi felsefesinin doğmasına zemin hazırladı. Bir anda İslam coğrafyasında Aristoteles ve Eflatun’un âzâd kabul etmez “fikir köleleri” oluştu. Mazrufu olduğu gibi muhafaza edilen Yunan felsefesi hikmet zarfı içerisinde güçlü şakirtler yetiştirdi. İslam’da ilk filozof olarak bilinen el-Kindî (v. 873) bir yönüyle Mu’tezilî kelamcı diğer yönüyle de felsefe şakirdi olarak vaz-ı’ ceditte bulundu. İç bünyede faaliyet gösteren kelamî mektepler de aklın yeni konumundan ziyadesiyle etkilendi.
Aklın vahiyle giriştiği iktidar kavgasında Fârâbî (v. 950) ve İbn Sina (v. 1037) felsefi metinleri esas alarak istidlalde bulundu.[2] Tercüme eserler o derece saygınlık kazandı ki, felsefî metin hafızları oluştu. Nitekim Aristoteles’e ait bir metni 50 defa okuyan Farabi metnin kenarına “ve ene muhtâcün ila muâvedetihî/tekrar okuma ihtiyacı hissediyorum.” notunu düşmüştür. Benzer tekrarlar İbn Sina için de rivayet edilmektedir.
Meşşâilerin entelektüel donanımları ve mefâhim merkezli bir yazı dili kullanmaları hem anlaşılmazlıklarını hem de buna bağlı olarak itibarlarını artırdı. Zamanla vaz-ı ceditçilere uyan elit bir mukallit topluluk oluştu. Onlar da hocalarından aldıkları her meseleyi, reddettikleri İslamî bir hakikatin yerine koydular. Aklın büyük kurmaylarını taklit süreci, taraftarlarını sürekli artırdı. Bu durum İmam Gazzalî’nin (rahimehullah) “Mekâsidü’l-l-Felâsife” adlı eserinde Meşşâilerin neler söylediklerini anlaşılır bir dile aktarıp şifrelerini çözmesi, ardından da “Tehâfütü’l-Felâsife”yi yazıp üç meselede ümmetin tamamına muhalefet ederek küfre girdiklerini, on yedi meselede de bidat işlediklerini belirtmesine kadar devam etti.[3]
Ümmetin ilmî birikimi ve tarihi tecrübesini “modası geçmiş bir dünya görüşü” olarak gören muasır redd-i kadim ise Meşşâiler’de kısmen görülen terkip ve tahlilden uzak, mahzâ taklit ve reddediş içerisindedir. Nitekim Batı medeniyetine ait disiplinlerin temel ilkelerini alıp olduğu gibi İslamî ilimler üzerine tatbik etmiştir. Tabii olarak bu süreç beraberinde türâs-ı İslam’ın rükünlerini reddedişi getirmiştir. Fıkıh usûlünün Kur’an ve Sünnet-i belli kaideler çerçevesinde anlamayı icbar etmesi ve bütün yorumlar için meşruiyet belirleyen bir kıstas olması onu, öncelikle reddedilmesi gereken disiplinler arasına dâhil etmiştir. Zira usûl kitapları ictihâdın nasıl yapılacağını belirttiği gibi bir ictihadın hangi şartları taşıması durumunda meşru addedileceğini de ifade etmektedir. Bu durum modernitenin buyurgan aklını rahatsız etti ve kendi düşüncesine meşruiyet alanı temin edebilmek için bir taraftan usûlü tenkit etti diğer taraftan da tarihselciliği ve hermenotiği alıp fıkıh usulünün yerine bina etti. Yeni anlam bilim esas alınarak dinin sabiteleri yeniden yorumlandı ve böylece pek çok harama helal fetvası verildi.
Muasır redd-i kadim, İslam coğrafyasını kuşatan sorunların medreselerde okutulan muhalled eserlerden ve onlardan hareketle oluşan kabullerden neşet ettiğini iddia etmiş ve bu iddiaya bağlı olarak ders sistemini bütünüyle değiştirmiştir. Bu değişimin en kapsamlı yaşandığı müessese olan ilahiyat fakülteleri, bir asra yaklaşan mazisiyle bir öğrenciye Arapça’nın ve ona bağlı olarak temel İslami ilimlerin nasıl öğretilemeyeceğini göstermesi bakımından ayrıca bir önemi haizdir. Redd-i kadim, ümmetin siyaseten ve iktisaden en zor zamanları yaşadığı son yüz elli yılda kendisini İslam coğrafyasının buyurgan zihniyeti olarak görmesine rağmen, başarısızlığı planlayan ve uygulayan konumunda olan zihniyetine değil de, şu kadar zamandır okutulmayan muhalled eserlere mal etme gayreti içerisindedir. Bu yanlış tespitten dolayıdır ki redd-i kadimin doğru olarak ilan ettiği her yeni, bir yanlışın üzerine ibtina etmekte ve çözüm üretmek yerine çözümsüzlükler getirmektedir.
- Gelenekçilik
Gelenekçilik, belli bir yolu takip etmek, belli bir çerçevede hareket etmek ya da toplumda yaygınlık kazanan şeylerin sonraki kuşaklar tarafından devam ettirilmesi, şeklinde tarif edilen “gelenek”in anlaşılmadan sahiplenilmesidir. Gelenekçilik, kadimi anlamadan da olsa takip etmeyi ve korumayı amaçlar.
Gelenekçilik “kadimi” hayatın içine dâhil ederek, ondan hareketle ona bağlı yeni çözümler üretecek iradeden ve istidattan mahrumdur. Fıkıh kitaplarında yer alan tasavvurları olduğu gibi aktarıp muhalled eserlerin adeta anlaşılmamasını intâc eder. Kudemâ tarafından sorun çözmek için telif edilen “Mutûn-u mübâreke” onun nazarında ibare çözme aracıdır.
Yakın döneme kadar büyük “ifade” hocaları çıkaran muhalled ders usûlü gelenekçilerin elinde terkip ve tahlil cehdinden mahrum ibare hocaları yetiştirmektedir. Hayatın içerisinde sorunlara çözüm üreten fakihlerin yerinde “fıkhu’l-evrâk” ile meşgul olan fıkıh tarihçileri vardır. Bu durum muhalled eserlere şüpheyle bakılması gerektiğini belirten Muhammed Reşid Rıza gibi yenilikçilere malzeme vermiş ve “Muhâverâtü’l-Muslih ve’l-Mukallid” gibi en uç örneklerin (hatta hayali tasavvurların) yer aldığı eserlerin telifine zemin hazırlamıştır.
Bizde gelenekçilik Cumhuriyet ile başlamıştır. Bunun arka planında ise Devlet-i Âliyye ile birlikte medreselerin ilga edilmesi, akabinde de âlimlerin icbârî olarak tedrisattan men edilmeleri ya da çeşitli yollarla etkisiz hale getirilmeleri vardır. Baskılara rağmen ders okutmaya devam edenler ise milletin acil hoca ihtiyacını dikkate alarak müfredatı ihtisar edip uygulamış, İmam Kevserî’nin (rahimehullah) ifadesiyle yıkılan ilim sarayının enkazından gecekondular kurmuşlardır. Gerçekte acil olarak ihtiyaç gidermeye matuf olan bu durum zamanla asli hal olarak addedilmiştir. Tehlikenin kısmen kalktığı zamanlarda da bu hal devam ettirilmiştir. Hadisenin bu boyutunu göremeyenler gelenekçiliğin Osmanlı medreselerin genlerinde olduğunu dolayısıyla bugüne dünden tevarüs ettiğini iddia etmektedir. Hakikatte ise medrese, büyük ihanete uğramadan hemen önce Ali Haydar Efendi, İmam Kevserî, Ahmed Naim gibi büyük ilim adamları yetiştirmiştir. Nitekim Osmanlı’nın son dönem ilim hayatının en önemli tanıklarından olan Mustafa Sabrî Efendi medreseyi Ezher’le mukayese eder ve kendisinin de görev aldığı Fatih Medresesi’nin ahir ömründe dahi Ezher’den üstün bir konumda olduğunu söyler.[4] O halde sorun medresede değil yanlış tahlilde bulunan ve bu yüzden sürekli hata yapan anlayıştadır.
Halin bu noktaya gelmesinin müessirleri arasında yer alan Cemal Gürsel merhum Ali Fuat Başgil’e ilim adamı yetişmemesinden şikâyet edince, merhum, Gürsel’e cevap verirken gelenekçiliğin başlamasının asıl sebebini de sarahaten belirtir: “Paşam, mühendis ve mimar teknik üniversiteden; hukukçu ve doktor, hukuk ve tıp fakültelerinden yetiştiği gibi, din adamı da dini tahsil müesseselerinden yetişir. Biz de ise bu müesseseler senelerce evvel kapatılmış, yerlerine yenileri de açılmamış ve din öğretimi yasak edilmiştir. Bu vaziyette beklediğimiz bilgili din adamı nereden yetişirdi? … Son devirde kurulan bir medresetü’l-mutahassisîn vardı ki; bugün benzerini kuramayız. Çünkü bugün burada okutacak hoca bulamayız.”[5]
İlmi bünyemizde gelenekçi damarın oluşmasının biri özde buyurgan ve dayatmacı olan harici, diğeri ise kadimi koruyabilmek için bir refleks olarak gelişen dâhili amili vardır. İkinci şekliyle gelenekçilik iyi niyete dayalı bir ameliye olduğundan masumdur. Kendisini yenilikçi ve sorun çözücü olarak tanıtan hakikatte ise Batı aklını taklit eden çağdaş gelenekçilik ise çeşitli hileler ihtiva eden harici argümanlara ve şüphelere dayanmaktadır. İkinci boyutu temsil eden ve asıl meselenin ibare çözmek olduğunu zanneden gelenekçilik İslam ümmeti içerisinde küçük bir gruba tekabül ederken, Batıya ait anlam bilimini olduğu gibi alıp Kur’an’a ve sünnete uygulayan çağdaş gelenekçilik ya da taklitçilik önemli bir yekûnu temsil etmektedir. Gelenekçilik müessir çözümler üretememe dışında bir mahzur taşımazken, çağdaş gelenekçilik akide ve amel cephesinde önemli sapmalar içermektedir. Ayrıca taklitçilikteki gelenek bağlılığı kronik bir hal almıştır. Nitekim içerisinden Farabi ve İbn Sina gibi önemli isimler çıkaran Meşşâilik (yürüyenler), hareketin adına varıncaya kadar (peripatisme) Yunan felsefesini taklit etmiştir.[6] Aynı durum Fazlurrahman, Hasan Hanefi ve Nasr Hamid Ebû Zeyd gibi tarihselciler için de geçerlidir.[7]
- Keşf-i Kadîm
Hz. Âdem’e kadar uzan kadim vahyi remz eder. Ona ulaşmak, ulaşınca da sabit kalabilmek ancak beşerî bir yöneliş ve Rahmanî bir irade ile mümkün olur. Kur’an-ı Kerim’in kadimi keşfetme talimatına göre mümin önce, “Bizi doğru yola, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet”[8] diye niyazda bulunur, gökler de bu yakarışa, “Allah size hükümlerini açıklamak ve size sizden öncekilerin yollarını göstermek ve tövbelerinizi kabul etmek ister.”[9]diyerek karşılık verir. Buna göre keşf-i kadim “öncekilerin” yani peygamberlerin, salih insanların yolunda yürümek, ferdi ve ictimâî var oluşu ya da toplumsal mutabakat zeminini onların mirasında aramaktır.
Keşf-i kadîmde failler ve hadiseler değişir fakat sorunların çözümü için başvurulan usul ve müracaat edilen kaynak değer hep aynı kalır. Bu yüzden ulemanın hallettiği her müşkil mesele, sonuçları itibariyle tarihtekiyle ayniyet arz eder.
Farklı dönemlerde telif edilen eserler arasında ifade ve gaye birlikteliği olması ulemanın aynı usûl kaidelerini kullanmasının tabii bir sonucudur. Bu, iddia edildiği gibi taklidin değil eserlerin rasgelelikten uzak olduğunun göstergesidir.
Âlim metinleri öğrenci ile kendisi arasında ilmin anlaşılarak aktarılmasına yarayan bir bağ olarak görür ve o bağı asıl kabul ederek şerhleri onun çevresinde örgüleştirir. Gelenekçilikteki “fıkhu’l-evrak”ın yerinde keşf-i kadimde “fıkhu’l-vakî” vardır.
Keşf-i kadimde esas olan sürekliliktir. Bu da şerh, haşiye, talik gibi tamamlayıcı ve izah edici çalışmalarla ya da müstakil teliflerle mümkün olur. Mesela Hidâye ya da Beydâvî gibi medrese müfredatında yer alan üst düzey fıkıh ve tefsir metinleri üzerine her dönemde çok sayıda şerh ve haşiye yazılarak muhalled metinlerin güncel sorunlara çözüm üretmeleri temin edilmiştir. Böylece metin, kendi kaide ve gayeleri çerçevesinde muasır sorunlara cevap veren bir eser olma konumunu muhafaza eder. Bu açıdan bakıldığında bazı haşiyeler müstakil telif gibidir. İbn Abidin’in “Dürrü’l-Muhtâr” üzerine yazdığı “Reddü’l-Muhtâr” adlı haşiyesi o asırda fıkhın ilgi alanına giren hemen her konuda çözümler ihtiva etmektedir.
Mevcut şerh ya da metin çalışmaları yazıldığı dönemin şartları göz önünde tutularak okunduğunda yukarıdaki ifadenin doğruluğu kati bir şekilde anlaşılacaktır. Nitekim İmam Gazzâli, Fahreddîn Râzî, İmam Rabbanî (rahimehumullah) gibi âlimlerin şöhret ve itibarının arkasında dönemlerinin sorunlarına cevap mahiyetindeki eserleri vardır. İnsaf sahibi her araştırmacı farklı İslami disiplinlere ait eserleri bugünden düne ya da dünden bugüne doğru incelediğinde bunu açıkça görecektir.
Muhalled eserler iddia edildiği gibi tekelci değil çoğulcu, dışlayan değil kucaklayan bir yapıya sahiptir. Onların müellifleri, “icmayı hüccet, ihtilafı ise rahmet” olarak addetmişlerdir. Her bir ihtilafın ümmet için bir genişlik, bir rahatlık olduğunu söylemişlerdir. Nitekim Süfyân-ı Sevrî’ye ait şu ifade ulemaya isnat edilen her olumsuz kanaati nefyedecek mahiyettedir: “İhtilaf edilen bir hususta birisinin düşüncene ve kabulüne aykırı davrandığını görsen -doğru olabileceğini dikkate alarak- onu bundan vazgeçirme!”[10]
Muhalled eserler ancak müelliflerini var eden unsurlar ve onların düşünce dünyasını şekillendirilen amiller dikkate alınarak anlaşılabilir. Binaenaleyh Kur’an-ı Kerim’e abdestsiz tutmanın gereklilik olduğunu savunan bir anlayış, abdestsiz yere basmayı edebe aykırı gören ya da kapısında “ilimden önce edebi öğren” yazan bir medresedeki öğrenci hakkında isabetli yorumlar yapamaz. Yani cümle kapısından, sınıfta oturma düzenine kadar üniversiteden farklı olan medrese, birkaç akademisyenin yaptığı üç-beş araştırma ile anlaşılacak kadar basit değildir. Ya da medrese, sütunları seyredilerek keşfedilen bir yapı olmanın çok ötesinde manaları hamildir. Ayrıca bu tür araştırmalar tanınmayan bir dünyaya yöneltilen soruların cevaplarını ihtiva ettiğinden güvenilir de değildir. Ne var ki muhalled sistemi değerlendiren makale ya da tebliğlerin önemli bir bölümü, güvenilirliği tartışma konusu olan bu tür verilere dayanmaktadır.
Muhalled eserlerin “sıra kitapları” olarak
müfredata dâhil edilmesi, İslamî tasavvurun yeniden inşasının ilk şartıdır. Müfredatı mevcut haliyle koruyup, öğrenciyi onların tercümelerini okumaya teşvik etmek de fayda sağlamayacaktır. Zira ders kitabı olarak telif edilen bu eserlerin önemli bir bölümü ancak bir hocayla anlaşılabilir. Çünkü bunlar telif edilirken öğrencinin metinde yazılandan daha çok şey bilmesi gerektiği göz önünde tutulmuştur. Bu yüzden öğrenci, her biri takip edilen ders sisteminin belli merhalesine tekâbül eden bu metinleri okurken hocadan müstağni olamayacağını anlar. O merhaleler de ancak bir hocanın nezaretinde kat edilebilir. Mesela üst düzey furu’ kitabı olan İmam Merğinanî’nin Hidâye’sini okuyacak bir öğrencinin önceden sarf nahiv başta olmak üzere, fıkıh usûlü, fetva usûlü, mekâsidü’ş-şerîa ve orta düzey furu’ metinlerini okuması gerekir.
Ulemanın yazmadığı, yapmadığı ve kastetmediği ile mahkûm edildiği günümüzde bütün eğrileri doğru hale getirecek bir başlangıç noktası vardır ki o da şudur: Vahiy semadan gelir, fıkıh ise yeryüzünde oluşur. Fıkıh, vahiy kıstasıyla fertten cemiyete, evden sokağa bütün bir hayatın sorunlarını çözmeye talip olmaktır. Bunu da fakih yapar. Bu yüzden Allah Teâlâ’ya ya da Rasülullah Efendimiz’e fakih denemez.[11] Müctehid sahâbilerden günümüze kadar vahyi idrak edip hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandahlevî, Mustafa Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) ve muhterem Mehmet Savaş gibi ulu hocaların telakkileri bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve keşf-i kadimin yolu açılmış olacaktır. Tarih bunun örnekleriyle doludur. Devlet-i Âliyye’nin ahir ömründe kaleme alınan Mecelle sorunların mahza keşf-i kadimle çözülebileceğinin en müşahhas misalidir. Nitekim Fransız Medeni Kanunu’nun aynen alınıp tercüme edilmesini savunan Âli ve Kabûlî Paşalara karşı keşf-i kadimi savunan Ahmet Cevdet ve Şirvanizade Rüştü Paşalar hukuki müşkilâtın tek bir mezhebin usûl ve furûu esas alınarak çözülebileceğini söylemiş ve bunu da bütün engellemelere rağmen başarmışlardır.
Ayrıca münsif her ilim adamı muhalled eserlerin ve onların okutulmasına dayalı sistemin vazgeçilmez olduğunu söz ya da uygulamalarıyla itiraf etmektedirler. Nitekim Suriye uleması Devlet-i Âliyye’nin siyaseten sona ermesine ve devletlerinin ona karşı olmasına rağmen Osmanlı’nın inşa ettiği eğitim sistemini uygulamaya devam etmiştir. Selefîliğin mutedil kanadını temsil eden Şüayb Arnavut da bir söyleşisinde Osmanlı medreselerinde tatbik edilen keşf-i kadim merkezli usûle göre yetiştiğini iftiharla anlatmaktadır.[12]
[12] Süleyman Haraş, el-Hivâr mea’ Fadîleti’ş-Şeyh Şüayb el-Arnavud,http://www.alssunnah.com/main/articles.aspx?article_no=2313&menu_id=1677, 27.05.11
.
Ehli Sünnet
Hayatın İslam’a Göre Tayin Edilmesi Bağlamında Ehl-i Sünnet Tasavvurunun Yeniden İnşası
İslam coğrafyası yaklaşık iki asırdır akidede, ilimde, fikirde sürekli yeni sorunlar üreten bir kriz ikliminde kalmaya mecbur edilmiştir. Siyasi, ictimaî ve iktisadi buhranlara da kaynaklık eden bu iklim, İslam ümmetini metin ve şerh kitaplarını tarihî vesikalar niyetine okuyup tercüme eden gelenekçilerle, Batı’nın buyurgan aklının etkisinde kadimi reddeden modernistler arasında çare aramaya mahkûm etmiştir. İki zıt kutbun, “reddiye” zarfında yürüttükleri “karşılıklı itham savaşları” krizi her geçen gün daha da derinleştirmektedir.
İslam ümmeti, tarihi süreç içerisinde günümüzdekine benzer krizler yaşamış fakat bunlar ulemanın ilmî birikimimizi ve tarihi tecrübemizi dikkate alarak yaptığı inşa faaliyetleriyle kısa zamanda aşılmıştır. Farklı medeniyetlerle “tedahül” neticesinde ortaya çıkan zihniyet kirliliğini, vahiy ortamında önce izale sonra ise asla uygun bir surette imar etmek olarak cereyan eden inşa, kriz dönemlerinde Ebû Hanife, İmam Gazzalî, İmam Rabbanî, Halid Bağdadî (rahimehumullah) gibi büyük ruhlu âlimlerin delaletiyle “ne, niçin, nasıl anlaşılırsa muradı ilahiye muvafık olur?” sorularına cevap üretmiştir. Tabiûn kuşağından günümüze kadar farklı dönemlerde ve coğrafyalarda yaşayan münşî âlimlerin ortak özelliği krizi, vahiy ortamında kalarak yönetip-çözmeleridir. Bu durumun kavramsal ve kurumsal karşılığı olan “Ehl-i Sünnet”, tarihin bu en derin krizini aşabilmenin de yegâne yoludur.
Ehl-i Sünnet’in yeniden inşası üzerinde isti’mali fikirde bulunabilmek için önce onun ne olduğunu, Müslümanların neden kendilerini “Sünnî” ya da “Ehl-i Sünnet” kavramlarıyla tanımladıklarını, Ehl-i Sünnet’in hangi alanlarda temsil imkânı bulduğunu, sosyal bir olgunun ürünü mü, yoksa İslam’ın yekün ifadesi mi olduğunu anlamak gerekir.[1]
Bazı çağdaş araştırmacılar, Ehl-i Sünnet’in siyasî ve ictimaî gelişmelerin ürünü olduğunu, “bu durumu” algılayacak donanımdan uzak olan ulemanın ise onu İslam’ın yekün ifadesi olarak görme yanılgısına düştüğünü savunmaktadır.[2]
Oryantalizm ise, İslam coğrafyasındaki büyük çoğunluğun Ehl-i Sünnet aidiyetini, İslam öncesi Arapların kültürleriyle münasebeti çerçevesinde tanımlamış ve bu çerçevede Sünneti, kendi varlık alanından koparıp -Kur’an-ı Kerim’in hakikati anlayamamanın gerekçesi olarak zikrettiği- atalar geleneğiyle ilişkilendirmiştir. Nitekim Montgomery Watt, göçebe Arapların hayatta karşılaştıkları zorlukları atalarının izinden giderek aşma anlamında kullandıkları “sünnet” kelimesinin, İslam toplumunda Hz. Peygamber’in Sünnetini takip etme şeklinde tezahür ettiğini söylemiştir.[3]
Bu kurgu bazı müslümanları da etkilemiş ve İslamî nasslarda karşılığı “istikamet” olarak yer alan “Sünnete ittiba” tam aksi bir içerikte yorumlanmıştır. Bu noktada muasır bir araştırmacı şunları söylemektedir: “Arapların yaşantıları ve kültürlerinde önceden var olan, geçmişten gelenlere bağlılık anlamındaki sünnet telakkisi, dogmatik zihniyetin temsilcisi olan ulema tarafından Kitap, Sünnet, Sahabe ve Tabiûna ittiba şeklinde anlaşılmıştır.”[4]
Ehl-i Sünnet’i dogmaların mecmuası olarak gören modernistler, son iki asırda yaşanan tüm krizlerin faturasını ona kesmiştir. Bu yüzden İslam Ümmetine önerdikleri gelecek tasavvurunun özünde Ehl-i Sünnet’ten kopuş vardır. Nitekim Hasan Hanefî’nin bu çerçevede kaleme aldığı eserlerin bir kısmının adı şu şekildedir: “mine’l-Akide ila’s-Sevra” (Akideden Devrime); “mine’n-Nassı ila’l-Vakı’” (Nastan Gerçeğe); mine’l-Fenâ ile’l-Bekâ (Yokoluştan Varoluşa); mine’n-Nakl-i ile’l-İbda’ (Nakilcilikten Yaratıcılığa). Buna göre, akideyi, nassı, yokoluşu ve nakilciliği Ehl-i Sünnet; devrimi, gerçeği, varoluşu ve yaratıcılığı modernizm temsil etmektedir.
Merkez meselesini Ehl-i Sünnet’in teşkil edeceği bu makalede, önce mevzunun kavramsal tahlili yapılacak, ardından çağdaş bir müşkil olarak modernitenin mustagriblerin İslam algısına etkisi incelenecektir. Son alarak da akideden amelî boyuta kadar hayatın her şubesinde “Ehl-i Sünnet’in topyekün inşası nasıl olmalıdır?” sorusuna cevap aranacaktır.
I. TARİHİ SÜREÇ
Ehl-i Sünnet’in[5] kavram olarak ortaya çıkması ile alakalı esasta iki farklı görüş vardır. İslam ulemasının benimsediği birinci görüşe göre kavram, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’e aittir. Ehl-i Sünnet’in sosyo-politik ortamın ürünü olduğunu iddia eden oryantalistlere ve onlarla fikir birlikteliği içerisinde olan müslüman araştırmacılara göre ise, “sunî” kelimesi ilk olarak hicri dördüncü asırda ya da daha sonraki bir zamanda kullanılmıştır.[6]
Konu ile alakalı rivayet ve değerlendirmeler birinci görüşü teyit etmektedir. Zira Allah Resulü “Fırka-i Naciye (kurtulan fırka)”den bahsettiği bir hadisinde, kendisine yöneltilen soru üzerine kurtulanların, “cemaat”,[7] bir başkasında ise, “kendisi ve ashabının benimsediği yolda”[8] sebat gösterenler olduğunu ifade etmiştir.[9] Buna göre “kurtulan”, zarurat-ı diniyye kapsamında değerlendirilen esasları kabul ederek Sahabe ve sevâd-ı azamın yolu üzerinde olandır.[10] Sahabe de kavramı aynı çerçevede kullanmıştır. Nitekim İbn Abbas (radiyallahu anh); “Nice yüzlerin ağardığı, nice yüzlerin de karardığı kıyamet gününü düşün.”[11] mealinde ki ayeti tefsir ederken, yüzleri ağaranların, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” olacağını belirtmiştir.[12] Tabiûnden el-Hasanu’l-Basrî (v. 110), Eyyüb es-Sehtiyanî (v. 131), etbau’t-tabiînden de Süfyân es-Sevrî (v. 161)[13] başta olmak üzere pek çok âlim Ehl-i Sünnet kavramını aynı anlam çerçevesinde kullanmıştır.
Yukarıdaki ifadeler Ehl-i Sünnet’in Eş’arî ya da Maturidî tarafından kurulan bir mezheb olduğu yönündeki iddiaları da reddetmektedir. Müctehit İmamların da “münşi” olmadıkları sadece mevcudu tedvin ve beyan ettikleri gerçeğini ifade noktasında İbn Teymiyye şunları söylemektedir: “Ehl-i Sünnet, Ebû Hanife, Malik, Şafiî ve Ahmed b. Hanbel yaratılmadan çok önce var olan mezhebin adıdır.”[14]
Dış unsurların etkisiyle Hz. Osman devrinden itibaren kendini gösteren “fitne”, kısa zamanda Haricilik, Şia ve Mutezile gibi isimlerle kurumsal bir hüviyet kazanınca[15] büyük kopuşun ardından geride, ümmet yapısı içerisinde kalan bütünü kayıtlarla ifade etme ihtiyacı ortaya çıktı. Sünnetin bid’atin, cemaatin de bölünmenin karşıtı olması, Ehl-i Sünnet’in İslam’ın rükünlerini koruyan, ana bünyesine dahil olmayan unsurları da dışarıda bırakan bir kavram olarak iştihar (şöhret bulması) etmesine zemin hazırladı. Yani Sünnet ve cemaat kavramları İslam’ın ne olduğunu beyan etmenin yanında, İslam içerisinde farklı temayüllerle temayüz eden Harici, Şiî, Rafizî ve Kaderî gibi siyasi ve akidevî kopuş ve oluşların da hangi hususlarda inhiraf içerisinde olduklarını tespit etti.
İlerleyen yıllarda fitne ve bid’at, akidevî ve ictimâî anlamda bir karışıklığı ve karşıtlığı anlatırken; Sünnet Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi inanıp yaşamayı, cemaat ise ayrılmadan bütün içerisinde kalmayı ifade etti. Sünnet ve cemaatin; bid’at ve fitneyle tam bir zıddıyet içerisinde olması tarih boyu devam etti ve hâdise literatüre “Ehl-i Sünnet” ve “Ehl-i Bid’at” mezhepler olarak geçti. Modernist Müslümanlar tarafından, ötekileştirme olarak algılanıp eleştirilen bu tasnif, insanların hangi ölçüleri esas almaları durumunda müstakim olabileceklerini, nerede, niçin yer almaları gerektiğini belirlemelerine katkı sağladı.
Yukarıdaki ifadelerin bir hulasası olarak Ehl-i Sünnet’i, Kur’an-ı Kerim ve Sünnet bütünlüğü içerisinde şekillenen, Sahabe tarafından da yaşanarak temessül eden “müesses İslam” olarak tarif etmek mümkündür. Nitekim müçtehit imamların kelam ve fıkıh meclislerindeki inşaî beyanlarından Ehl-i Sünnet’in İslam içinde bir bölünme olmadığı, bilakis hayatı Kur’an ve Sünnet’e göre tayin etmek olduğu anlaşılmaktadır. Bu durum, Ehl-i Sünnet’in vaz-ı cedide karşı devam-ı hal için yapılan keşf-i kadim olduğu yönündeki tezi desteklemektedir.
Bu anlamda “Ehl-i Sünnet”, fırkalar mahşerine dönen İslam coğrafyasında hangi esaslar dahilinde Müslümanca var olunabileceğinin adresi olmuştur. Bu yüzden o, İslam içerisinde yeni bir oluşumun adı değil, İslam’a nisbet edilen inanış sistemleri içerisinde ya da “alternatif İslamlar” arasında Allah’ın indirdiği dinin kendisidir. Bu durumda Ehl-i Sünnet’i sosyo-politik şartların ürünü olarak göstermek mevcudu gerçeğe aykırı bir şekilde tanımlamak olur.
Akideden Ameli Hayata Ehl-i Sünnet
Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in dini tebliğ ettiği ilk dönemdeki İslam algısı etrafında oluşturulan akidevî riskler, Ehl-i Sünnet kavramının iştihar döneminde de benzer yoğunlukta olmuştur. Müşrik kültür havzalarında üretilen ideolojilerin ihtiva ettiği tehlikeler müstakim âlimlerin Allah Resulü’nün ve Ashabının[16] sahih tevhit tasavvurunu esas alarak geliştirdikleri risk analizi yöntemleriyle tasfiye edilmiştir. Bu yüzden Ehl-i Sünnet kavramı ilk olarak akide alanında iştihar etmiş, zamanla Hanefîlik, Malikîlik, Şafiîlik, Hanbelîlik gibi amelî mezhepleri de içine alarak, “fırâk-ı dalle/sapık hareketler”e karşı “vahyedilen İslam”ın müesses hali olmuştur. Bu müesses hal neticesinde Kur’an’ı murad-ı ilahiye göre anlama faailiyeti tefsir, Sünnet’i muhafaza ve rivayet etmek hadis, tafsılî delillerden ameli şer’î hükümleri bulup çıkarmak fıkıh, imanın mahiyetine dair kabuller ve düşünceler de kelam başlıkları altında teşekkül etmiştir. Zamanla ilim merkezleri kurumsal kimlik kazandı ve İslami disiplinler kökleşti. Ulema halkla nass, devletle nass, harici siyasetle nass arasında nasstan hareketle çözüm ve çareler üretti. Ehl-i Sünnet ilmi disiplinlerle, fıkha, tefsire, kelama, fikre, sanata, mimariye, şiire ve nesire dönüşerek hayatın her şubesinde muşahhas bir hal aldı.
Ehl-i Sünnet, belli bir zümrenin adı olmaktan ziyade İslam’ın yekun ifadesi olduğuna,[17] bunun da fıkıh, tefsir, kelam, hadis, edebiyat, mimari gibi temel İslami disiplinlerde ve ictimaî hayatta farklı temsil alanları oluşturduğuna göre akidede ya da tefsirde “Ehl-i Sünnet’e göre…. “ diye başlayan bir ifade “İslam’a göre….” şeklinde başlayan bir ibareyle ayniyet arz etmektedir. Zira bu şekilde başlayan her hüküm Kur’an ve Sünnet’ten neşet eden, Sahabe tarafından uygulanma imkânı bulan bir rüknün arzıdır. Ehl-i Sünnet’e göre diye başlayan ifadeler aslında “münzel dine göre…” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu durumu yanıltıcı bir beyan olarak görmek[18] ya bir algı yanılması ya da şuur kaybıdır.
Ehl-i Sünnet’in İttifak Noktaları
Ehl-i Sünnet’e mensup müctehitlerin, asılda aynı olmakla beraber ictihadi hususlarda farklı mutalalara sahip olmalarını onun standart bir öğretisinin olmadığına gerekçe yapmak[19] ya iradî bir yönlendirmeden ya da âdem-i vukufiyetten kaynaklanmaktadır.
Ehl-i Sünnet ulemasının Kur’an ve Sünnet çerçevesinde belirlediği esaslar, neyin “tekfir” mevzuu olacağı ya da olmayacağını beyan ederek ümmet arasındaki “temel ihtilaf alanlarını” ortadan kaldırmıştır. Abdulkâhir el-Bağdâdî, kimin “Sünnî” addedileceğini belirtme sadedinde bu esasları şu şekilde hulasa etmektedir: “Âlemin hadis olduğunu, onu yaratanın birliğini, kadim oluşunu, sıfatlarını, adaletini, hikmetini, hiçbir şeye benzemediğini kabul eden; Allah Resulü (sallalalhu aleyhi ve sellem)’in nübüvvetine, onun evrensel olduğuna, şeriatının ebediliğine, getirdiği her esasın hakikat olduğuna, Kur’an-ı Kerîm’in şer’î hükümlere kaynaklık ettiğine, Kabe’nin namaz için kıble olduğuna inanan ve bu inanca -kişiyi küfre sürükleyecek- bidat karıştırmayan mümine Sünnî denir.”[20]
Ehl-i Sünnet – Sünnet İlişkisi
Şia, Mutezile, Havaric gibi Ehl-i Sünnet dışı mezheblerin Sünnet’e tabi olma noktasında Ehl-i Sünnet’ten farklı olmadıklarını, dolayısıyla Sünnet’e bağlılık iddiasının Ehl-i Sünnet’le sınırlandırılmasının doğru olmadığını söylemek[21] pek çok yanıltıcı bilgiler ihtiva etmektedir. Zira söz konusu fırkalardan günümüzde en etkin olanı Şia, hadisleri Sahabe üzerinden reddetmiş pek çok Sahabeyi de tekfir ederek onların rivayetlerine itibar etmemiştir. Aynı durum Mutezile’yi teşkil eden isimler için de söz konusudur. Nitekim direkt olarak hadisleri reddedemeyen Mutezile en fazla hadis rivayet eden sahabeleri yalancılıkla itham etmiştir.[22]
Ehl-i Sünnet’in Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem)’in Sünnetini takip eden büyük çoğunluk olduğu gerçeğini yanıltıcı bulan kimi araştırmacılar arasında bazı hadisçilerin de yer alması düşündürücüdür.[23]
II. MODERN MÜŞKİL
Ortaya çıkan ya da çıkacak olan sorunları Kur’an ve Sünnet’i esas alarak çözen, böylece de “sahih İslam”ın sürekliliğini temin eden Ehl-i Sünnet, ana bünyeyi muhafaza ederek sürekli bir var oluşu hedefler, hayatı, Kur’an ve Sünnet’e göre tayin eder. Bu yüzden İslam’ın ne olduğunu ya da ne olmadığını anlayabilmek için ulemanın İslam kelimesine düştüğü “Sünnet” ve “Cemaat” kayıtları her dönemde olduğu gibi günümüzde de hayati bir önemi haizdir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurları tasfiye etmeyi, inşanın hareket noktası olarak kabul eder. Bu yüzden onun önerdiği var oluşla modernitenin benimsediği sentez esasta birbirinden farklıdır. Birincisi İslam ümmetinin medeni birikimi ve tarihi tecrübesi içerisinde inşayı/var oluşu önerirken, ikincisi tedahülü tavsiye eder.
İnşa ve tedahül Hz. Ali (radiyallahu anh) döneminden itibaren devam eden iki esas ameliyedir. Dolayısıyla mevzunun vuzuha kavuşması için inşa gibi, “fırak-ı dalle”nin ameliyesi olan tedahülün de günümüzde neye karşılık geldiğini ve bu karşılığın nasıl oluştuğunu bilmek gerekir.
Kökleri itibariyle Batı’ya ait olan ya da Batı’da kurgulanıp İslam coğrafyasına uyarlanan modernizm, tedahülün muasır versiyonudur. Batı’ya ait bir kurgunun İslam’a uyarlanması, mevcut krizleri çözüp inşaî ruhu uyandırma yerine ilmî ve fikri enkazlara yeni harabeler eklemiştir. Batı, kurgusunu İslam coğrafyasına uyarlarken İslam’ı iman, ahlak ve ibadet esaslarından mürekkeb bir din olarak tanımlamış; Müslümanların siyasî, iktisadî ve ictimaî hususlardaki eserlerini ilgili alanların müzelerinde ya da kütüphanelerinde sergilenecek tarihî unsurlar olarak göstermiştir.
Batılılar, Mısır gibi İslam ülkelerinde uyguladıkları eğitim sistemi vasıtasıyla -büyük çoğunluk tarafından- İslam’ın sadece belli ibadet, zikir ve ahlak nazariyelerinden ibaret bir din, Kur’an-ı Kerîm’in de teberrük için okunan bir kitap olarak algılanmasını başarmışlardır. Nitekim modern dönem İslam tasavvurlarından dinin hukuk, siyaset, edebiyat, sanat gibi siyasi ve sinaî boyutları hazfedilmiştir. Böylece yegane iktisat, siyaset, eğitim nazariyelerinin mimarlarının Batılılar olduğu, bu yüzden müslüman alimlerin onları taklit etmekten başka çareleri olmadığı hissi uyandırılmıştır. Okullarda İslam’ın ana mevzuları yerine -müsteşriklerin uydurduğu iftiralara dayalı- şüpheler esas konular olarak okutulmuştur. Dünyaya, medeniyeti Romalıların, insan haklarını Fransız devrimcilerin, demokrasiyi de İngiliz halkının hediye ettiği, buna mukabil, İslam’ın “kadını erkeğin yarısı gören, ona yalnızca ev ortamında bir yaşam vaat eden, zekât ve öşürle insanların bir kısmının gelirini diğerlerine dağıtan, hırsızın elini kesen” bir sistem önerdiği, bununla da günümüz dünya sistemleri içerisinde yer almasının imkânsız olduğu telkin edilmiştir. İslam Medeniyeti’ni kendi varlık ortamında öğrenme imkânı bulamayan modernist müslümanlar Batı’nın toplumsal kölelik sistemini sürekli kılabilmek için, kendi sistemini mutlak doğru kabul ederek geliştirdiği mücadele tarzını ıslahat reçetesi olarak benimsemiştir. Sonuçta göremeyen, düşünemeyen, doğruları ancak Batı’nın değer yargıları üzerinden belirleyen, İslam adına sadece tartışılan ya da Batıların eleştiri için gündemde tuttuğu konuları bilen bir nesil oluşmuştur.
İslam medeniyetine karşı güven krizi yaşayan bazı müslüman araştırmacılarda Batı’nın kıstaslarını esas alarak İslam’ı okuma iştiyakı oluşmuştur. Bu çerçevede yakın tarihte, Batı düşüncesini eskinin tam aksi istikamette kurgulayan Descartes (1650), Spinoza (1677), Kant (1804) ve Hegel (1831) gibi hür olduğunu zannettikleri isimler aramışlardır. Batı’nın her yaptığını doğru kabul etmekten ya da bir şeyin doğru olabilmesi için Batı ile ayniyet arz etmesi gerektiği inancından kaynaklanan bu arayış, müslüman modernisti meselenin esas problemini görmekten mahrum bırakmıştır. Bu yüzden modernist, Mustafa Sabri Efendi, İmam Kevserî, Yusuf ed-Dicvî gibi âlimleri varlık alanlarının tam aksi istikametinde yani kriz üretme merkezinde görür ve onlardan istifade edemez. Onun nazarında Keşmirî’nin söyledikleri lisans düzeyindeki bir oryantalistin ifadeleri kadar önem arz etmez. Bu yüzden Arap olmayan ilahiyatçılar Batı dillerini öğrenebilmek için yoğun gayret sarf etmektedirler.[24]
Batı intelijansiyası, düşünceyi kilisenin baskısından kurtarabilmek için farklı modeller inşa etmek zorundaydı. Zira mevcut dini yapı, ıslah kabul etmediğinden sorunları ancak onu reddederek azaltmış olacaktı. Fakat İslam sahih bir din olduğundan tarihi süreçte yaşanan krizler yeniden ona dönmek suretiyle aşılabilmiştir. Nitekim Ehl-i Sünnet’e mensup büyük münşiler kriz ortamlarında, -yaşadıkları zamanı da dikkate alarak- Kur’an ve Sünnet’i yeniden okumuşlardır. Bu yüzden hale çare arayan Hegel eskiyi reddeder, Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi ise kadimi yeniden okur. Hadisenin bu boyutundan mahrum bir araştırmacı, Hegel’in kayıtlı olduğu düşünce kulübünde Şeyhulislam’ı bulamayınca o ve emsalinin tefekkürünü inkâr eder. Bizdeki redd-i kadimin özünde bu nev’i bir aramadan kaynaklanan yanılgı vardır.
Müstakim ilim adamları mutlak doğruların yalnız Kur’an’a ve Sünnet’e ait olduğuna inandıklarından entellektüel birikimlerini de onları anlamaya adamışlar ve neticede bağımsız düşünürler olmaktan ziyade vahiy ortamında vahye bağlı mütefekkirler olmayı tercih etmişlerdir. Bu tercihi imanlarının bir gereği olarak yapmışlardır. Bu yüzden onları esasta birbirinden farklı şeyler söyleyenler olarak düşünmek var oluşlarına aykırıdır.
Batı düşüncesini İslam coğrafyası şartlarında tercüme edip yeniden üretme ödevini üstlenen modernistler bu ameliyeleriyle şunu da telkin etmektedirler: Her şeyin en doğrusu Batı’ya aittir. Dolayısıyla ona entegre olmak tercih edilecek tek yoldur.
Modernistlerin telkini neticesinde mustagribler arasında üç ayrı algı oluşmuştur. Birinci algının sahipleri bütünüyle dini reddetmiştir. İkincisi İslam’ı, Batı’nın tayin ettiği anlama disiplini çerçevesinde iman, ibadet ve ahlaktan müteşekkil bir din olarak algılamış,aklı esas alarak dini yenilenmeyi savunmuştur. Dini devletten ya da devleti dinden ayırmıştır. Üçüncüsü ise İslam’ı bir bütün olarak kabul etmiş fakat Batı’nın tenkitine maruz kalan recm, el kesme cezası, başörtüsü gibi hususları farklı yöntemlerle reddetme yoluna gitmiştir.
Ehl-i Sünnet, dış unsurların tedahülü ile yaşanan ayrışma karşısında hayatı İslam’a göre tayin etme ödevini modernite karşısında da yaptı. Fakat oryantalist propagandanın etkisiyle varlık alanı, ya sınırlandı ya da yokluğa mahkûm edildi. Ana başlıkta üç, alt başlıklarda ise pek çok fırkaya ayrılan modern dönemdeki parçalanma Hz. Ali (radiyallahu anh) sonrası başlayan kırılmayla benzerlik arz etmektedir. Bu durumda, vahiy ortamında kalarak akideden ameli alana kadar hayatı İslam’a göre yeniden tayin etme zorunluluğu hâsıl olmuştur.
III. YENİDEN İNŞA
Bugün bütün İslam ülkelerinde, eğitim sistemleri, yönetim biçimleri, siyasi oluşumlar, iktisadi kurumlar, sanatsal aktiviteler, giyim tarzları, tüketim kriterleri esasta Batı’ya aittir. Ehl-i Sünnet, hayatın her şubesinde müessir olma refleksine ve kriz dönemlerinde yeniden İslam’a dönüşün tecrübesine sahip olması hasebiyle bugün yeniden okunmalıdır. Bunun ilk adımı “tevhid”in muhtevasını tahlil etmek olmalıdır.
Ehl-i Sünnet varlığını iki rükün üzerine bina eder: “Lailahe illelah Muhammed Resulüllah.” Müslüman birinciyle bütün ilahları reddeder, ulûhiyeti, rububiyeti, iradeyi, hâkimiyeti sadece Allah Teâlâ’ya tahsis eder. Bu şekilde iman eden bir müminin hayatında vahiyden korunmuş bölgeler olmaz. O, akidede, amelde, ahlakta, siyasi duruşta, yaşayışta topyekun müslümandır ve İslam, hayatının her şubesinde müessirdir.
Ehl-i Sünnet amelden mücerret bir iman nazariyesi değildir. Bu yüzden müslüman kimliğinin oluşması sürecinde akideyi ibadet ve fiilî var oluş takip eder. Yani o, ne tek başına akidevî bir nazireye ne de sadece ibadetler mecmuasıdır. Eğer bir mümin akidede ve ibadette müslümanca davranıyor, siyasi ve ictimaî hak ve sorumluluklarında ihtiyari olarak modern zihniyeti benimsiyorsa fiilî olarak İslam’ın varlığına dahil olmamış kabul edilir. Bu nev’î insanlar modern toplum içerisinde varlıklarını sürdüren nazariyât müslümanlarıdır. Hayatları gibi duygularını da modern toplumun iniş ve çıkışlarına göre belirlerler. Mesela faizi bir realite olarak gören ve bu doğrultuda ticari işlemler yapan müslümanın sevincine ve hüznüne faizdeki iniş ve çıkışlar tesir eder. Dolayısıyla nazariyât müslümanı kapitalist ya da sosyalist sistemi savunacak, onun için sevinecek ve üzülecektir. Entelektüel birikimini, tecrübesini hep onun daha iyi olması için harcayacaktır. Böyle bir inanış, parçacı olduğu gibi İslam toplum yapısının oluşmasını da geciktirecektir.
Allah Resulü’nün İslam’ın cahilliye kültürü ile sentezini reddetmesi gibi, Ehl-i Sünnet de modern zihniyetle tedahüle karşı çıkar.
Ehl-i Sünnet vatanda, ırkta, renkte ve dilde birlikteliğe karşı, akide ve amelde vahdeti önerir. Her toplumu, farklı renk, ırk, dil ve kültürleri içerisinde Müslüman olarak yeniden var eder. Ona, adı ümmet olan yeni bir kimlik verir. Kesrette vahdeti gerçekleştirir.
Ehl-i Sünnet, insanı, şehvet gibi hayvanlarla ortak olan hususiyeti yerine iman ve ahlak gibi sadece ona has olan özellikleriyle yüceltir.
Ehl-i Sünnet’in modern değerlerle iç içe olmayı reddetmesi, onların varlığını dikkate almaması şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu gün bir medresede sanayi devrimi öncesi zamanlarda yazılan “muhalled” eserleri, dünyadaki değişimi görmeden okumak, Ehl-i Sünnet’in değil onu temsil makamında olduğunu zanneden insanların zafiyetidir.[25] Aslında bu durum dolaylı olarak modernizme hizmet etmektedir. Zira böyle bir din modern zamanda yaşayan bir insan için müesses bir nizam olmaktan ziyade tarihi değere sahip bir mefhum olarak algılanacaktır. İki asırdır pek çok yerde medreselerin ibare okuma ve tercüme etme merkezleri olarak faaliyet göstermesi aslında modernizmin planlayıcılarının da hedeflediği bir durumdur. İman, ibadet ve ahlak konularını ihtiva eden “ilmihal” literatürünün imamların da “başvuru kitabı” haline dönüştürülmesi bu planın bir parçasıdır. Bununla İslam’ın, kul ile Allah arasında bir alana hapsedildiği dolayısıyla siyasi, ictimaî ve iktisadî boyutlarının olmadığı ezberletilmektedir. Gerçekte ise Ehl-i Sünnet, fıkıh disipliniyle vahiy kıstasını esas alır ve fertten cemiyete, evden devlete bütün bir hayatın sorunlarını çözmeye talip olur. Bunu da her dönemde metin, şerh, haşiye, talik başlıkları altında eser telif eden fakihlerle pratik çözümlere dönüştürür. Müctehid sahabelerden günümüze kadar vahyi idrak edip hayata tatbik etme ameliyesi bu şekilde tahakkuk etmiştir. Leknevî, Keşmîrî, Kandehlevî, Mustafa Sabri Efendi, Kevserî (rahimehumullah) gibi ulu hocaların telakkileri de bu minvaldedir. Yani ders halkalarını ve telif edilecek eserleri, Nusûs-i İslâmiyyeyi ve mütûn-u mübârekeyi müesses kaideler çerçevesinde anlayacak ve bu güne aktaracak bir yapıda yeniden inşa etmek kaçınılmazdır. Bunun başarılmasıyla redd-i kadim ve gelenekçilik, târihî birer vâkıa haline dönüşecek ve Ehl-i Sünnet müessir olacaktır.
Sonuç olarak, Ehl-i Sünnet, akideyle başlayan, tefekkür ve amelle bir bütüne dönüşen bir var oluştur. Akidede, fıkıhta, düşüncede, sanatta, edebiyatta, siyasette, iktisatta,… hasılı cemiyetin her şubesinde İslam’ın hayatı tayin etmesidir. Bu tayin ediş ne ideoloji, ne yeni bir mezheb, ne de meşreptir. Sadece İslam’ı her zaman ve mekânda hayatı yönetebilecek şekilde yeniden okumaktır. Bu anlamda Ehl-i Sünnet, Keşmirî ve Kevserî’de ilim, Necip Fazıl’da fikir, Ali Haydar Efendi’de zühd, II. Abdulhamid’te siyaset, İmam Şamil’de cihad, Hasan el Benna’da aksiyon olarak tezahür eder.
Dipnotlar
[1]- Bu sorular farklı kültür havzalarında neş u nemâ bulan zihniyetler tarafından birbirine tam aksi içerikte anlaşılma riskine sahiptir.
[2]- Mehmet Evkuran, Sünni Paradigmayı Anlamak, Ankara Okulu, Ankara, 2005, 99.
[3]- W. Montgomery Watt, Modern Dünyada İslam Vahyi, ter. Mehmet S. Aydın, Hülbe Yay., Ankara, 1982, 56-57.
[4]- Kısmi tasarruf yapılarak alınmıştır. Sönmez Kutlu, “İslam Düşüncesinde Tarihsel Din Söylemleri Olgusu”, İslâmiyât Dergisi, IV, Ankara, 2001, sy., 4, 27-28.
[5]- Bk. Ebû İshak İbrahim b. Musa eş-Şatıbî, el-İ’tisâm, Beyrut, 1997. II, 509.
[6]- W. Montgomery Watt ve Zeki Necib Mahmud’un değerlendirmeleri için bk. Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, 358; Dâru’n-Nedveti’l-Alimiyye, el-Mavsûatü’l-Müyessere fî’l-Edyân-i ve’l-Mezâhib, Riyad, 1424, II, 979.
[7]- İbn Mâce, Fiten 17.
[8]- Tirmzî, Îman 18.
[9]- eş-Şatıbî, a.g.e., II, 458-538; Kevserî, a.g.m., 5-7.
[10]- Muhammed Zahid Kevserî, “İftiraku’l-Ümme ala’l-Fırak”, (İsferâyinî’nin et-Tabsîr-u fi’d-Din adlı kitabının mukaddimesi), Kahire, ty. 6.
[11]- Âl-i İmran (3): 106.
[12]- Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubî, el-Camiu’ li-Ahkâmi’l-Kur’an, Beyrut, 2000, IV, 107.
[13]- Celalüddin es-Suyûtî, Miftâhu’l-Cenne fî’l-İhticâci bi’s-Sünne, Mısır, ty., 46; Ebû’l-Ferec İbnu’l-Cevzî, Telbîs-u İblîs, İskenderiyye, ty., 9- 10.
[14]- İbn Teymiyye, Minhâcu’s-Sünneti’n-Nebeviyye, Dâru’l-Hadis, Kahire, 2004, II, 266.
[15]- Muhammed Abdurrahman el-Mubârekfurî, Tuhfetü’l-Ehvezî, Kahire, 2001, VII, 54; Kevserî, a.g.m., 4.
[16]- Bakara (2): 137.
[17]- Fazlurrahman