|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Kendini bitirdi!
12 Haziran 2019
CHP’nin İstanbul Büyükşehir adayı Ekrem İmamoğlu’nu düne kadar kimse tanımıyordu. İstanbul’un Beylikdüzü Belediye Başkanlığı’na hasbelkader getirilmişti. Hasbelkader dememizin sebebi, İmamoğlu önce başka partilerin kapısını çaldı, yüz bulamayınca CHP’de karar kıldı.
Beylikdüzü ilçesinde gayet başarısız bir belediyecilik sergiledi. Zira bizzat kendisi de müteahhitti ve diğer müteahhitlerle el ele vererek, bu güzide beldeyi de betonlaştırarak çığırından çıkardı.
Beylikdüzü’nde ikamet eden birisi olarak söylüyorum: İstanbul’daki belediyecilik tamamen inşaat rantına dayalıdır ve bu ranttan en büyük nasibini alan ilçelerin başında Beylikdüzü gelmektedir.
Zaten E-5’ten geçen herkes, yolun iki tarafındaki ilçelerin (Beylikdüzü-Esenyurt) nasıl betonlaştırıldığını, doğru dürüst yolu ve altyapısı bulunmayan beldenin dikey mimariyle nasıl yaşanılmaz hale geldiğini görüyor ve sebep olanlara lanet ve beddua etmeden yapamıyor.
Hangi akla hizmettir bilinmez; Beylikdüzü’nü perişan eden bu kişi mükâfatlandırılarak İstanbul Büyükşehir’e aday yapıldı.
Meğerse aranan kanmış. Tıpkı Ekmeleddin İhsanoğlu ve Abdullah Gül gibi, sağdan bulunup Erdoğan’a karşı kullanılmak üzere kurgulanan kişiymiş.
İç ve dış çevreler derhal algı operasyonlarına girişti, malum kişi parlatıldıkça parlatıldı. Bunca algıya, belli ki kendi de dayanamadı ve “Ben neymişim!” diyerek havalara girdi.
Kuzu postuna bürünerek üstlendiği rolünü fazla sürdüremedi; zira şöhreti her bünye kaldıramazdı.
Nitekim kaldıramadı da... Çekirge bir sıçradı, iki sıçradı sonunda yakayı ele verdi.
Bir yandan musakka olgusu oluştururken, diğer yandan özel uçaklarla seyahat edip, hakkı olmayan VIP’i kullanmayı zorlaması ve buna mani olmak isteyen devletin valisine ‘it’ demesi tılsımı bozdu.
Eden kendine eder ve her kaptan içindeki sızar. İmamoğlu’nun kabından da içindeki sızıyor.
Hem de bizzat kendini helak edercesine!
Daha sonra basın toplantısı yaparak söylediği, “Vali bize tuzak kurdu, bizden özür dilemelidir!” sözü ise, pişkinliğine tüy dikmiştir. Küfreden kendisi, özür dilemeyi bekleyen de!
Ya Birinci Dünya Savaşı hiç yaşanmamış olsaydı? Strateji oyunu tarihi senaryoları simüle ediyor
Halbuki sen, halka, halkın oyuna talipsin; hakkın olmayan VIP’i zorlamanın manası var mı? Hem VIP’te halk ne arasın?
Pontus ifadesini kullanan Yunan gazetecinin üzerine gideceğine, bu ifadeye neden cevap vermiyorsun diyenleri, “Bana ve hatta daha ileri giderek Trabzonlulara Pontus dediler!” diye algı oluşturmaya yeltendin. Pişkinliğin bu kadarına pes doğrusu!
Bu konuda madem bu kadar hassastın; CHP Tekirdağ milletvekili Özcan Aygün Trabzonlulara resmen ve alenen ve üstelik televizyon ekranlarında ve tüm dünyanın gözleri önünde Pontus derken neden sustun?
Halkı aptal sanmayın, halk her şeyin farkında. Adayları adım adım izliyor, değerlendiriyor ve tüm hareketlerini not ediyor!
Onca kamuflaja rağmen, kısa sürede takke düşmüş ve kel görünmüştür. Bundan böyle İmamoğlu ağzıyla kuş tutsa halka yaranamaz.
Ne diyelim; kendi düşen ağlamaz!
.
Kutuplaşma
22 Mayıs 2019
Ayrışmalara, ötekileştir-melere doyamadığımız şu zamanda, sıklıkla kullandığımız bir kavram ‘kutuplaşma’.
Malum, bizim ülkemiz bir imparatorluk bakiyesi; bundan dolayı da farklı din, dil, ırk ve mezheplere sahip insanların yaşadığı netameli bir coğrafya. Dolayısıyla, bu toplumu oluşturan bireylerden ‘tek tip’ olmalarını beklemek, istemek, dayatmak gerçeğe uygun olmamakla birlikte eşyanın tabiatına da aykırıdır.
Aslında eşit paydada payların çeşitliliği, olması gereken bir zenginliktir ve tüm toplumsal yapıların kaçınılmaz gerçeğidir.
Lakin ta Cumhuriyet’in başından beri, bizde, toplumu tek tipleştirmek üzerine beyhude çabalar sarf eden bir güruh hep oldu. Kendilerine göre de böyle olmak zorundaydılar zira bunlar, çatışma ortamından beslenip serpiliyorlar.
Bu kafa dün olduğu gibi bugün de kendi doğrularını ve değerlerini tepeden dikte etmeyi maharet bilir. Empatiden, anlayış ve başkalarına tahammülden fersah fersah uzak olan bu denli toplum mühendisleri başımızın en büyük belasıdır.
Hemen her kesim,
sınıf, karşı tarafı suçlayıp linç ederek, kendisinin barış ve toplumsal bütünlükten yana olduğunu dile getiriyor. Oysaki bu tavır, kutuplaşmayı tırmandırıp ‘öteki’ kavramını güçlendiriyor.
Durkheim, toplumu birbirlerine bağımlı parçalar olarak görür. Toplumun varlığını sürdürebilmesi ve gelişmesi, bu parçalar arasındaki iş birliğine ve koordinasyona bağlıdır. Bundan dolayıdır ki sosyal ve siyasal alanda ortak genel değerler konusunda çatışmak yerine uzlaşmak zorundayız.
Demokrasinin gereği de budur. Ama galiba bizler henüz demokrasinin alfabesindeyiz. Zira ne demokrasi kültürünü özümseyip benimsedik, ne kendimizden olmayana bir saygımız var, ne ötekinin hakkını gözetiyoruz ve hatta tartışmayı bile doğru dürüst yapamıyoruz.
Yunan gazetesi İstanbul Büyükşehir Belediye başkan adayı Ekrem İmamoğlu için başlık atmış ve “İstanbul’u Yunan kazandı” demiş.
AK Partili Esenler Belediye Başkanı Tevfik Göksu da: “Bu arkadaş nereli? CHP’nin adayı nereli? Nasıl oldu da Yunan medyasının bu sözüne karşı bir ses çıkmadı?” diye sordu.
Tevfik Göksu’nun bu sözü, “Trabzonlulara Yunan diyen başkan derhal görevden alınmalıdır!” şeklinde çarpıtılıp algı oluşturuldu. Şu hale
bakar mısınız?
Halbuki CHP’li milletvekili İlhami Aygün, daha dün şu rezil sözü ettiğinde kimseden ses seda çıkmamıştı: “Diyanet İşleri Başkanı gidiyor Atatürk’e laf atan fesli Mısıroğlu’nu ziyaret ediyor. Mısıroğlu nereli dersiniz? Trabzonlu. Kurtuluş Savaşı zamanında Trabzon kimlerin elindeydi? Pontus Rum Devleti’nin.”
Cehalet ve kin tüten bu pespayeliğin neresini düzeltirsiniz?
AA muhabiri Bayburt’taki dağ yollarının fotoğrafını çekerken uçurumdan yuvarlanıyor; kişi hakkında sosyal medyada ağza alınmayacak laflar ediliyor. Neymiş efendim; seçim akşamı AA sabaha karşı yayını kesmişmiş de.
Velev ki AA hata bile yapmış olsa, bu garip muhabirin suçu ne?
Bunca kin ve nefreti o küçücük kalplerine nasıl sığdırabiliyorlar?
Biz ne ara böyle olduk?
.
Ayrık otları!
29 Nisan 2019
Tıpkı tarihimiz gibi, demokrasi serencamımız da ihanetlerle doludur. Malum, demokrasinin olmazsa olmazı siyasi partilerdir. Siyasi partiler de genel olarak; ideolojik partiler ve kitle partileri olarak ikiye ayrılır.
Demokrasiye geçmeye karar verdiğimiz 1946 yılında; mevcut olan CHP’ye, yine kendi içinden alternatif bir parti (DP) doğdu. İşte bizim demokrasimiz bu iki ana damar üzerinden bugünlere geldi.
Daha doğrusu, gelmeye çalıştı. Zira geçen bu 70-80 sene esnasında her on yılda bir yapılan askeri darbelerle demokrasimiz doğrandı; kuşa çevrildi.
Kamil manada demokratik bir gelenekten gelmiyorduk ve demokrasinin çilesini çekmemiş, onun için her hangibir bedel ödememiştik.
Çok partili demokratik sistem bize dışarıdan dikte edildi ve dışarısının arzusu istikametinde yapılandırıldı (vesayet). Bu çarpık durum 1960 darbesi sonucu yapılan anayasa ile kurumsallaştırıldı. Artık iş, askerin, rejim için tehlike görmesine kalmıştı (35. Madde).
Her kafası estiğinde, bu tehlikeyi görüp darbe yaptı.
Dış güdümlü mahut askeri vesayet( gerçekte ise, dışarısının NATO), seçilmişlerin başları üzerinde Demokles’in kılıcı misali her daim sallandırıldı.
Her on yılda bir tu-kaka edilen siyasetin gelişmesi, kurumsallaşması ve topluma yayılması ve toplumca sindirilmesi önlendi. Öyle ki, aklı başında aileler, çocuklarına siyasete girmemeleri yönünde telkinde bulundu.
Böylece siyaset çığırından çıkarılmış, siyasetçiye ülkeyi idare etmek yerine idare-i maslahatçılık yapması kalmıştır.
Bize bu denli telkinde bulunan batı, biz dahil hiçbir İslam ülkesinin gerçek manada demokratik-leşmesini istemez. Onların istediği; rejimleri ne olursa olsun, ülkelerin kendilerine uydu olarak bağlı kalmalarıdır.
Bizim gibi; ille de demokrasi olacaksa, vesayet odaklı yani yine kendi güdümlerinde olması şarttır.
Görüldüğü gibi, Türkiye, gerçek bir demokrasi mücadelesi verecekse, bunu, hem içeride hem de dışarıya karşı vermesi gerekir.
Daha açık ifadesiyle tam bağımsız olup kendi kararlarını kendisinin vermesi gerekir.
Bunun için de ekonomik yönden güçlü olması, savunmasını yapabilmesi ve hepsinden önemlisi, yerli ve milli bir siyasi iradeye sahip olması gerekir.
Türkiye ne zaman kendi ayakları üzerinde doğrulmak isterse, içimize yerleştirdikleri ayrık otları devreye girer. Ahtapot misali hem içimizden hem de dışımızdan bizi sarmalayıp kuşatırlar.
Tehditlerine maruz kaldığımız, içerideki ve dışarıdaki terör örgütlerine ve bunların arkalarındaki güçlere (devletler) bakın; ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır.
Ve yine bakınız; yeniden bağımsızlık savaşı veren Türkiye, hala devletin içine sızmış ve dışarıdan her türlü tehdidi yapmakta olan ayrık otlarını ayıklamakla uğraşıyor. (FETÖ vb.)
Yılmadan, bıkmadan, usanmadan mücadeleye devam!
Zira ya devlet başa, ya kuzgun leşe!
.
Denetimin böylesi!
26 Nisan 2019
Ekrem İmamoğlu şaşırtmaya devam ediyor. Seçim kampanyasında da şaşırtmıştı; zira CHP’nin alışılagelen, karalayıcı, inkâr edici ve yıkıcı dilini kullanmaktan özellikle kaçınmıştı. Her söz ve davranışıyla adeta muhafazakâr demokrat (tipik AK partili) profili çizmişti.
Bunda da son derece başarılı oldu ve karşı kesimlerden umulmadık oylar aldı.
Lakin seçimlere şaibe karışması iddialarına karşı tutumu ve daha önemlisi, bu haliyle bile oyların birbirine çok yakın çıkması ve kendisinin bir tık önde ilan edilmesi durumunda sergilediği tavırlar da çok şaşırtıcı olmuştur.
Bu demektir ki Ekrem İmamoğlu başkan olsa da, olmasa da şaşırtmaya devam edecek!
Seçildiği takdirde işinin zorluğunu kendisi de biliyor; zira kendisini seçen çok değişik yapılara diyet borcu var! Bakınız, bunlardan bir tanesi için dillendirdiği, “Demirtaş’ın çizgisini beğeniyorum!” tarzındaki çıkışıdır.
Oysa çizgisini beğendiği Demirtaş, “Abdullah Öcalan’ın heykelini dikeceğiz” diyen kişidir.
YSK daha kesin kararını vermeden Büyükşehir Belediye’sinin veri tabanını kopyalatmaya girişmesi ise akla FETÖ’nün ‘Kozmik Oda’ baskınını getirdi!
Üstelik bunu kurum dışından, güvenlik soruşturulmaları yapılmamış kişilere yaptırması şüpheleri büsbütün artırdı. Bunca resmi veya özel, yerli ve uluslararası denetim kuruluşları varken, ülkemizin güvenliğini de ilgilendiren verilerini ne idüğü belirsiz kişilere kopyalatmak hangi akla hizmettir?
Veriler zaten yerli yerinde duruyor ve korunuyor. İdari mahkemenin yürütmeyi durdurmasına rağmen, tebligat henüz ulaşmadı diyerek kopyalamaya devam etmek, tedirginlikten öte, son derece rahatsız edici ve şüpheleri artırıcı bir durumdur.
Belediyeler zaten Sayıştay denetimindedir; ayrıca her belediyenin teftiş kurulu vardır. Kimse size denetim yapmayın demiyor ve hatta bu iş için resmi kurumları da kullanmayabilirsiniz. Ama her işin bir yolu yordamı vardır.
Kim bu üç kişi? Hiçbir resmi sıfatı ve görevi olmayan bu kişilere devletin en mahrem bilgileri nasıl verilebilir? Bu durum, devlet deneyimsizliği yani acemilikle açıklanabilir mi?
Kullanılan dille, yapılmaya çalışılan icraatlar taban tabana zıttır ve durum, akla, vaktiyle CHP’nin iktidara geldiğinde devlet dairelerindeki pervasız davranışlarını getirdi.
Bakanlıklarda ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarındaki en alt görevliden en üst görevliye kadar her kademedeki devlet memurlarını kollarından tuttukları gibi odalarından dışarı atarlar ve bütün bu kepazelikleri kahramanlık olarak sergilerlerdi.
Daha sonra çıkarılan kanunlarla memurlar güvence altına alındı ve her gelen iktidarın elinde oyuncak olmaktan kurtuldular.
Ama öyle anlaşılıyor ki, ‘bedel ödemek’ işinden birileri epeyce bedel ödeyecek!
Dileriz devlet aklı galip gelir ve taçlanan başlar akıllanır!
.
S-400
22 Nisan 2019
Türkiye gibi çok kritik bir bölgede bulunan ülkenin hava savunma sistemine sahip olması zorunludur. Aksi halde, şimdiye kadar yaptığımız ve bundan böyle de yapacağımız yüz milyarlarca dolarlık yatırımlarımızın en ufak bir güvenliği olmaz.
Evet; Türkiye bir NATO ülkesi ama şimdiye dek, NATO’nun her türlü külfetine katlandı. Bunun yanında NATO’nun nimetlerinden istifade etmek şöyle dursun, en gerekli zamanlarda bile ya yüz üstü bırakıldı, ya da düşmanca (yanlış okumadınız) tavır gördü.NATO üyesi olan Türkiye onlarca senedir terörle boğuşuyor; NATO ülkesi olarak müttefik bildiğimiz ülkeler, bizimle savaşan terör örgütlerinin safında yer aldılar ve halen de almaya devam ediyorlar.
Terör örgütü mensupları (FETÖ-PKK) NATO ülkelerinde cirit atıyor; elebaşları, yine bu ülkelerde el üstünde tutulup, korunaklı malikânelerde yaşatılıyor.
15 Temmuzdaki darbe girişiminden sonra, NATO’da görevli subaylarımız, ülkelerine dönmedikleri gibi, dost ve müttefik (!) bildiğimiz NATO ülkelerine iltica ettiler.
Son olarak; Brüksel İddianame Odası, aralarında PKK’nın üst düzey yetkililerinin de olduğu 30’dan fazla kişi ve kurumun terörle mücadele kanunları çerçevesinde yargılanamayacağına hükmetti.
Türkiye, kendi hava sahasını savunmak için, ABD’den Patriot Füze Sistemini satın almak istedi. Tam 17 ay sonra cevap verdiler ve verdikleri cevapta da netlik yok.
Ortaklaşa yapım yok, yazılımı vermek yok; peki ne var?
Türkiye, Rusya’dan S-400 Füze Sistemini almaya kalkışınca; tehdit var!
Patriotları vermeyeceklerinin yanında; Türkiye ile ortaklaşa yürütülen (Türkiye 800 milyon dolar yatırdı) F-35’leri de göndermeyeceklerini çeşitli ağızlardan açıklıyorlar.
Hatta bir kısım ABD yetkilileri daha da ileri giderek, Türkiye’nin NATO’dan çıkarılmasını talep etti. Neymiş efendim; Türkiye NATO karşıtı bir ülkeden silah alıyormuş!
Aynı silahın S-300 modelini, aynı NATO üyesi Yunanistan yıllar önce aldı; neden ses çıkarmadınız?
Yahu! Bırakın ötesini berisini! Türkiye’nin savaş halinde olduğu terör örgütlerine (YPG-PYD) hava savunma sistemi veren ABD’nin Türkiye’ye hangi gözle baktığı belli değil mi?
Benim düşmanıma parasız verdiğini bana paramla vermiyor!
Böyle dost ve müttefiklik düşman başına!
Belli ki, ABD, Türkiye’yi uydusu konumundaki Güney Amerika ülkeleriyle karıştırıyor.
Oysaki, Türkiye’nin ne tarihi, ne coğrafyası ne kültürü buna imkân vermez. Vermediği içindir ki, yedi düvele karşı Kurtuluş Savaşı’nı yapmıştır.
Nitekim şu anda içeride ve dışarıda verilmekte olan savaş da, tipik bir kendine geliş ve kurtuluş mücadelesidir.
Bu mücadelede kimseye boyun eğme durumunda değildir; kendisine gerekli silah ve mühimmatı istediği ülkeden temin etme hakkına sahiptir.
Türkiye artık bölgesel güçtür ve asla parmak sallayıp hizaya getirilebilecek bir ülke değildir.
.
Haydut devletler!
17 Nisan 2019
Düne kadar devletler saman altından su yürütürlerdi. İki kutuplu dünyada kendini şirin ve vazgeçilmez, muhatabını kötü ve çekilmez göstermek asıldı.
Soğuk Savaş dönemi baştan sona propagandalarla geçti. Enformasyon kanallarını, medyayı ve sinemayı elinde bulunduran ABD’nin yalanlarına tüm dünya kandı.
Zira kendisini demokrasi ve insan hakları savunucusu olarak takdim ediyordu.
Buna göre, ABD özgürlükler ülkesiydi; onun iyi dediği iyi, kötü dediği kötüydü. Bu cümleden olarak, ‘haydut devletler’ listesi yapıp ilan ediyor ve bunları dünyadan tecrit etmeyi başarıyordu.
Sömüremediği ülkeleri hedef tahtasına koyuyor; biz de o ülkeleri demokrasi ve insan haklarından yoksun, zorba yönetimler olarak tanımlıyorduk.
Sömürebildiği onca zorba yönetimleri ise, ne o gösteriyor ve ne de biz görebiliyorduk!
Sovyetler’in yıkılışından sonra, dünya tek kutuplu kaldı. Tek başına bu kalış, ABD’yi önce pervasızlaştırdı, daha sonraları ise, küstahlaştırdı.
Bizde yapılan onca darbenin arkasında ABD vardı ama ağaca baktırılmaktan ormanı görememiştik! Görenlerimizi de yine ABD’nin marifetiyle tu kaka ediyorduk.
Trump, ABD’yi adeta haydutların kralı olarak göstermek, malumu ilam etmek için geldi. İsrail’in yaptığı devlet terörünü alenen desteklemekle kalmadı; Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıdı ve şimdi de İsrail’in işgali altındaki Golan Tepeleri’nin İsrail’in toprağı olarak ilan etti.
ABD’nin kurduğu uluslararası anlaşmalardan çekildiğini duyurdu.
Belli ki Trump dünyanın çivisini çıkarmak için gelmişti!
Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan tek taraflı olarak çekilerek, dünyayı nükleer savaş tehdidiyle karşı karşıya bıraktı.
İran’ın legal olan ‘Devrim Muhafızları’ askerlerini terör örgütü olarak ilan etti; buna karşılık İran da tüm ABD ordusunu terör örgütü saydığını duyurdu.
ABD, ya benimlesiniz ya da karşımdasınız diyerek tüm dünyaya meydan okuyor.
Artık ya dünya aklını başına alacak ya da ABD akıllanacak.
Dünyanın akıllanması demek, Sayın Erdoğan’ın da işaret ettiği gibi, ‘5’ten büyük’ olduğunu idrak edip gereğini yapması demek.
Burada, her devlete, kendini sağlama alma görevi düşüyor; zira bu gidişle yarın sıranın kendilerine gelmeyeceğinin garantisini kimse veremez.
ABD’nin akıllanması ise, haddini bilmesidir!
ABD’nin içinden birileri bu haddi bildirirse, dünya rahat bir nefes alır. Aksi halde, yani bu haddi dünya ABD’ye bildirmeye kalkarsa, işte o vakit kıyamet kopar!
.
Herkes için hukuk
12 Nisan 2019
Yargıya bakış açımız, demokrasiyi ne denli hazmettiğimizin tipik göstergesidir.
CHP Genel Başkanı’nın YSK’nın vereceği kararına yaklaşımı hakikaten endişe vericidir. Karar Türkiye’yi ya aydınlığa ya da kaosa çıkaracak ne demektir? Yani yüksek mahkeme kendi lehlerine karar verirse, Türkiye aydınlığa çıkacak, aksi halde kaosa sürüklenecek.
Peh! Peh! Peh!
Biz bu kafanın cemaziyülevvelini biliriz; nitekim kendi partileri kazanınca yaşasın demokrasi; kaybedince de, cahil cühelanın seçtiklerinden ne olur ki anlayışı hâkimdir.
Bakınız Artvin ilinin Yusufeli gibi küçücük bir ilçesinin seçim sonuçları itirazlar yüzünden ancak on gün sonra karara bağlanabildi ve seçimlerin 2 Haziran’da yenilenmesine hükmedildi.
İstanbul gibi on milyon oyun sayıldığı büyük bir kentte de birbirine yakın sonuçlar söz konusudur ve bundan da önemlisi, bilerek veya bilmeyerek yapıldığı öne sürülen fahiş hataların (!) varlığı iddia edilmektedir.
İtirazlar da seçim sürecine dâhildir. Bunlar, sırasıyla, ilçe ve il seçim kurullarıyla YSK’ya yapılabiliyor. Her bir itirazın ve değerlendirilip karar verilmesinin belirli süreleri var.
Durup dururken de itiraz yapılamıyor; her bir itirazın müdellel (delilli, mesnetli) olması gerekir. Tüm bu itirazlar, her bir siyasi parti için haktır; bir lütuf değildir.
Demokratik hakkını kullandı diye de kimse kınanamaz; bilakis, bu hakkı kullanma dığında seçmene, seçmenin kararına saygısızlık yapılmış olur.
Verilen oylara her siyasi partinin sahip çıkması, kendilerinin namus borcudur.
Seçim süreci bitmeden, yani YSK kararını vermeden mazbata peşine düşmek, hafiflikten öte, had bilmezliktir. Zira mazbata yerinde duruyor, kimsenin alıp bir yere götürdüğü yok.
Burada YSK Başkanı Sadi Güven’in yaklaşımı (yargıya intikal etmiş konu hakkında hiç konuşmaması) takdire şayandır. Siyasi parti temsilcileri, ileri sürdükleri iddiaları ve bunlara karşı tezleri dillendirebilir ama mahkeme kararına yönelik, şu veya bu şekildeki bir değerlendirmede bulunamazlar.
Bulunurlarsa suç işlemiş olurlar.
Vaktiyle (2007 yılında) Meclis’in açılabilmesi için 367 garabetini Anayasa Mahkemesi’ne götüren aynı zihniyet; verilecek karar hakkında da ileri geri konuşmuş ve lehte çıkarsa ne âlâ, aksi halde kaos olur denilmişti.
O gün o lafı eden, CHP’nin o günkü genel başkanı Deniz Baykal, aba altından sopayı kime ya da kimlere göstermek istemişti?
Yeter artık!
Sadece Berlin’de hâkimler olmasın; Türkiye’de de hâkimler olsun!
Bunun da asgari şartı; herkesin hukuka saygılı olması ve hukukun kestiği parmağın acımadığının bilinmesidir.
.
Postmodern faşistler!
27 Şubat 2019
Bin yıl sürecek denilen 28 Şubat postmodern faşist darbesinin üzerinden 22 sene geçti.
Zorbalığı beş yıl bile sürmese de, diğer darbeler gibi, bu da toplumda derin travmatik izler bıraktı. Halkın bir kısmını ötekileştirdi ve bunları devletiyle karşı karşıya getirdi.
Ne kendileri rahat ettiler ve ne de topluma huzur verdiler.
Bütün darbelere ve onları yapanlara dikkat edin; Atatürkçü olduklarını söylerler ve darbeleri de onun adına yaptıklarını ilan ederler. Halbuki Atatürk, Meclis’in üstünde güç tanımazdı; bunlar ise, Meclis’i işlevsiz kılarak, kendileri yönetmeye kalkışırdı. Ne menem Atatürkçülükse...
Genç bir bayan akademisyenden aldığım e-mail’i aynen aktarıyorum:
“İlkokuldaydım. Televizyonun ana haber bülteninde heyecanlı bir sunucu, baskınla (!) yakalanan sakallı bir adamı sürekli teşhir ediyor. Konuk ettiği, iki gözü iki çeşme, sözde mağdur olmuş bir bayan ise hıçkırıklara boğularak ağlıyordu.
Söz birliği etmişçesine tüm televizyon kanalları ‘irtica’ yaygaralarıyla yeri göğü inletiyordu.
Anlı şanlı sunucuların irtica diye ekranlara getirdikleri manzaralar ise, lisede namaz kılan çocuklar, üniversite diploma törenlerine katılan başörtülü kızlar, İmam Hatip Lisesi’nde Kuran-ı Kerim dersindeki başörtülü kız çocukları...
Kısaca, Cumhuriyeti ve laikliği tehdit unsuru olarak, benim, annemin ve bizim gibi milyonlarca insanın başörtüsü gösteriliyordu.
Öğretmenim başörtülü bir kadındı. Yasak sonucu, önceleri sadece derste başını açmaya başladı; daha sonra aynı yasak okulun dış kapısına taşındı. Öğretmenimiz istifa edip görevinden ayrıldı.
Üniversiteye geldim; kampüse giren belediye otobüsündeydim. Ana kapıdan geçerken otobüs durduruldu, güvenlik görevlisi geldi ve başımı açmam gerektiğini söyledi. Aksi halde giremezsin dedi. Suçumun ne olduğunu sordum; başörtümle güvenliği tehdit ettiğimi söyledi.
İrkildim ve kendimi canlı bomba sandım. Başımı açıp içeri girdim; okulun güvenliği sağlanmıştı!
Güvenlik görevlileri ve otobüs şoförleri, her müdahalede biraz daha mahcup bir edayla, kendilerinin ailelerinin de başörtülü olduğunu dile getirip, emir kulu olduklarını söylüyorlardı.
Mezun oldum. Başörtüsü yasağı yalnızca kamu kuruluşlarında yoktu. İş için başvurduğumuz özel kuruluşların yetkilileri de başörtülü bayan çalıştıramayacaklarını, bazen kibarca, bazen de pervasızca dile getiriyorlardı.
Siz vebalı olmasanız da, muhataplarınızın söz ve davranışları size vebalı olduğunuzu hissettiriyordu.
Peki, ben ne yapmıştım? Benden neden rahatsız oluyorlardı? Ben niçin böylesine bir tehdit unsuru olarak addediliyorum? Bu sorulara hiçbir zaman doğru dürüst bir cevap bulamadım.
Koca koca adamlar, modern-özgürlükçü kadınlar yıllarca başörtüsü yasağını tartışıp durdular. Usanmadılar, uslanmadılar, utanmadılar...
Üniversitelerde ikna odaları kurup, faşistlikte rakip tanımadılar.
Gelinen bugünde, tüm bu kepazeliklere son verildi. Postmodern faşistlerden hiçbirisi pişman olmadı ve özür dilemedi.
Demek ki konu başörtüsü değildi; Müslümanca inançtı. İnançla savaştı.
Ancak bilmiyorlardı ki inançla savaşılamazdı.
.
Laiklik nedir? Ne değildir?
20 Şubat 2019
Biz Türkler, Doğulu bir kavim olmamıza rağmen, tarih boyu hep Batı’ya doğru yürümüş ve Batı’yı kendimize yurt edinmişiz.
Buharlı makinenin keşfiyle birlikte, Batı, maddeyi hükmü altına alarak güç elde etti. Elde ettiği bu gücü de sömürü aracı olarak kullandı ve zenginliğine zenginlik kattı.
Bu zenginliğine rağmen, Batı, kendi içindeki değişim ve dönüşümü uzun süreli savaşlar yaparak, çok kan dökerek ve çok ağır bedeller ödeyerek gerçekleştirdi.
Tüm bu zorlamaların sonucunda, Batı, asırlar boyu boyunduruğunda inim inim inlediği kilisenin hegemonyasından kurtuldu.
Kilise baskısından kurtulan Batılı toplumlarda laikliğin uygulanması zor olmadı. Çünkü Hıristiyanlığın dünyaya ait, dünya nizamına ait bir söylemi yoktu. Bu yüzden olsa gerektir ki laiklik, usuletle ve suhuletle (kolaylıkla) uygulanabilmiştir.
Avrupa’da en katı laiklik Fransa’da vardır; orada bile okullar kiliseye bağlıdır. Dolayısıyla, Avrupa’da kimsenin dinine, inancına, dini ritüellerine ve dinsel hayatına karışılmamıştır.
Kısaca, laiklik, orada dindarlar üzerinde bir baskı ve hatta zulüm aracı olarak kullanılmamıştır.
Biz de ise bütün bunların tersi oldu; laiklik gibi uygulamalar toplumumuza tepeden dayatılıp giydirildi ve bundan da önemlisi, bunlar birer zulüm aracı olarak kullanılarak toplum ayrıştırıldı.
Malum, milletler dilleriyle anılır. Cumhuriyet öncesi dönemde, asırlar boyunca Osmanlı Türkçesini kullandık. (Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan çeşitli unsurlar kendi dillerini kullanırlardı; ancak devletin dili Osmanlı Türkçesi idi.)
Bu dilin alfabesi de Arap elifbasıydı. Cumhuriyetle birlikte Latin alfabesine geçtik; dolayısıyla geçmişle bağımızı kopardık. Neden biliyor musunuz? Çünkü Osmanlı Türkçesini de yasakladık; Osmanlı Türkçesi ile yazılmış milyonlarca kitabı okuyamadığımız gibi, Osmanlı Türkçesi ile yeni kitap basımına da müsaade etmedik.
Bu yapıp ettiklerimizle bugün geldiğimiz noktaya bakın; gençliğimiz, (üniversite) İstiklal Marşı şairimizin (M. Akif Ersoy) ve yakın dönem edebiyatçı-larımızın (Yahya Kemal, Necip Fazıl, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Falih Rıfkı, Refik Halit Karay, Ömer Seyfettin, vd.) dilini anlayamıyor.
Bırakın daha ötesini, Atatürk’ün söylem ve söylevlerini anlayamıyor.
Özal’ın gününe kadar bu ülkede fikir ve ifade hürriyeti ile din ve inanç hürriyeti yoktu. Vardı diyen yalan söylüyor. 141, 142. ve 163. maddeler kaldırıldı da millet bir nefes aldı.
O maddeler yüzünden, sağcısı, solcusu ne kadar fikir üreten veya fikrini ifade eden aydın varsa hapsi boyluyordu. Üç beş dindar kişi bir araya gelip kitap okuduklarında, yakalanıp, tarikatçı muamelesi görüyor ve laikliğe aykırı davrandı diyerek, irticai faaliyetten dolayı bunlar da hapsi boyluyordu.
İslam dini, kendi müntesiplerinin (Müslüman) hayatını ana rahmine düştüğü andan, doğup-büyüyüp-yaşayıp-ölünceye kadar kuşattığından, birey bazında kişinin laikliği düşünülemez.
Müslümanların yaşadığı bir devlet laik olur, nitekim oldu. Ama inanç veya inançsızlık yönünden devlet bireye bir şey dayatamaz ve bireyin de bu şekildeki hayatına müdahale edemez.
Maksat laiklikse, Batı’da uygulanan şekli budur. Ama bizde maksat üzüm yemek olmayıp, bağcıyı dövmek olduğundan, devlet, dindar vatandaşını laiklik sopasıyla dövmüştür.
Bir başörtüsü yüzünden çekilmeyen zulüm kalmadı.
Neden sonra, bu yönde adımlar atıldı ve nihayet, eğitimde ve kamuda başörtüsü serbest kılındı.
Ama görüyorsunuz, ABD ordusunda bile başörtülüleri laikliğe sığdıran mahut zihniyet, Türk ordusu içindeki başörtülüleri pekâlâ laiklik karşıtı eylem olarak görüp değerlendirebiliyor.
Bu denli köhnemiş bir mütalaayı veren savcı, zaman tünelinde kalarak, belli ki eskiyi hortlatmak istiyor! Neyse ki Danıştay’ın 2. Dairesi, savcının görüşünü dikkate almayarak, davanın reddine karar verdi.
.
Yol ayrımı!
13 Şubat 2019
Demokrasimizin üzerinden 70 küsur sene geçmesine rağmen, birey ve devlet bazında gerçek demokrat olamadık. Bunun da başlıca sebebi, demokrasinin, bize dışarıdan zorla telkin edilmesi ve telkin edici zorbaların iplerimizi ellerine almaları ve kukla oynatır gibi bizi oynatmalarıdır.
Çok kritik bir coğrafyada bulunmamızdan dolayı bize biçtikleri rol, ‘uydu devlet’ modelidir.
Evet... 1946’dan bu günlere, bu anlayışla yani, sürünerek geldik.
Önümüze konulan sandığın hakkını hemen her seferinde verdik ama iktidar diye seçtiklerimiz hiçbir zaman muktedir olmadılar, olamadılar. İktidar yapılmadılar.
İngiltere veya ABD bizi işgal edip, başımıza bir genel vali tayin etseydi; bu yaptıklarının yüzde birini yapamazlardı. Nitekim birinci büyük savaştan sonra, işgal ettikleri yurdumuzda bunu denemek istediler.
Karşılarında; ‘Ya istiklal ya ölüm!’ diye yola çıkılan Kurtuluş Savaşı’nı ve onun destansı ordularını (kahraman kumandan ve kahraman askerlerini) buldular.
Zaferle sonuçlanan savaşın bitiminde, eskinin külleri üzerine yeni bir devlet kuruldu.
Eskisini yıkanlar, iki ana sebepten ötürü yıktılar. Birincisi maddi idi; başta petrol olmak üzere, yer altı ve yer üstü kaynaklarını Türklerin elinden almak. İkincisi ise, maneviydi; Türklerin elindeki kutsal kitabı (Kuran-ı Kerim) almak, Türklerin başındaki halifeliği ortadan kaldırmaktı.
Eski devletimizi yıkıp, tüm emellerine kavuşmalarına rağmen, yeni kurulana da hep kuşkuyla baktılar. Bunlar yeniden güçlenip, eski kuvvet ve kudretlerini elde ederler mi diye, sürekli endişe ettiler. Sürekli kontrol altında bulundurmak istediler.
Bundan dolayı da yeni devletimizin kodlarını ele geçirmek için akla hayale gelmedik yol ve yöntemleri denediler.
Başımıza genel valilerini atamak yerine, bu kez, içimizdeki beyinsizleri devşirme yoluna gittiler.
Oyunun ikinci perdesi demokrasi telkiniyle başladı, NATO ve uluslararası mali kurum ve kuruluşlarla (IMF, Dünya Bankası, derecelendirme kurumları, vb.) devam etti.
Ülkeyi kalkındırmak ve kendi ayakları üzerinde tutmak isteyen siyasetçiler darağaçlarını boyladılar. Sürekli olarak darbelere muhatap kılınıp istiskal edildiler.
Sürünerek gelebildiğimiz 2014 yılında bir de ne görelim? Ülkemiz tüm kurum ve kuruluşlarıyla FETÖ’ye teslim edilmiş! Birçoğumuz daha olayın vahametin kavramadan, mahut örgüt, altın vuruşunu yaptı (2016). 15 Temmuz’da, aşağılık bir darbe girişimiyle kardeşi kardeşe kırdırmak istediler.
Başarabilselerdi Türkiye bugünün Suriye’si olurdu.
Yol ayrımına gelen Türkiye, radikal kararlar aldı, idari sistemini değiştirerek başkanlık modeline geçti. Böylece daha etkin ve daha süratli kararlar alabilecek, bir yandan terörle mücadele ederken, diğer yandan yeniden kuruluşunu süratle tamamlayacak.
Artık kim ne derse desin, ne yaparsa yapsın; ya olacak, ya olacak!
Başka yolu yok!
Yok böyle siyaset!
21 Aralık 2018
Türk siyasetinin en büyük açmazı, kapı gibi güvenilir bir ana muhalefetinin olmamasıdır. Öyle ya; iktidarın yegâne alternatifi odur. Bir bakıma, böyle bir ana muhalefet olmadığı içindir ki vesayet odaklarına gün doğmuş ve demokrasiden ümit keserek darbe yapmayı maharet bilmişlerdir.
Vesayet odaklarının, ana muhalefetten iktidar umutları olsaydı, seçim dönemini bekler ve darbe gibi bir kepazeliğin öncüsü olmazlardı. Nitekim 60 ihtilalini yapanlar, muhalefet liderini başbakanlığa getirmekle kalmamış, kendisine bağlılıklarını şu meşum (uğursuz) cümleyle dile getirmişlerdi: “Paşam, emirleriniz bize Peygamber buyruğudur.”
Toplumsal olarak diğer bir şanssızlığımız da, ortanın solu diyerek yola çıkan ana muhalefetimiz, solu da kendine benzetmiş ve dünyada emsali bulunmayan, ne idüğü belirsiz bir yapıya bürünmüştür.
Halkçı geçinip emekten yana olduklarını iddia etmelerine karşın, fildişi kulelerde oturup, viski yudumlayarak, halkla alay etmeyi ve kafalarındaki cinlikleri halka dayatmayı solculuk bilmişlerdir.
FETÖ’nün borazanlığında gemi azıya almış, evlere şenlik bir muhalefet anlayışımız var. Bakınız, ana muhalefetin lideri olacak kişi, ülkenin seçilmiş başbakanı hakkında uyduruk (montaj) ses kasetlerini (FETÖ imalatı) Meclis’in çatısı altında, parti grubuna ve tüm Türkiye’ye yayınladı.
Araştırmadan, etmeden, bilmeden (bilmiyoruz, belki de bilerek!) eline tutuşturulan o kasetleri yayınlamak ve onlara dayanarak başbakanı ‘başçalan’ diye yaftalamak, siyaset kitabının neresinde yazıyor? Dünyanın hiçbir yerinde böyle bir siyaset yok!
Atılan onca iftira ve yapılan hakaretler mahkeme kararlarıyla tespit ve tescilli, zira ödenen tazminatlar ortada. Ama hiçbir şey olmamış gibi aynı tezvirat gırla gidiyor.
Aynı adam, dün de Almanya’ya gittiğinde Türkiye’yi jurnallemiş ve Türkiye’de can güvenliğinin olmadığını söyleyerek turist olarak seyahat edilmemesini salık vermişti.
Bugün de aynı yere gittiğinde, Türkiye ve Türk düşmanlarıyla görüştü ve Türkiye’yi karaladı.
Bu ne menem bir muhalefettir ki hep bir ağızdan, bir Saray edebiyatıdır tutturmuş gidiyorlar. Ayol! Bu Saray denilen mekân, Türkiye’nin temsil mekânı olup milletin malı mıdır, yoksa Sayın Erdoğan’ın şahsi mülkiyeti midir?
Ayıptır, ayıp!
Bakınız, İstanbul’daki vilayet binasını Osmanlı yaptı ama şimdi orayı Cumhuriyet’in valisi makam olarak kullanıyor. Osmanlı’nın esamisi ve hatta gelip geçen onca validen hiçbirisinin esamisi okunuyor mu?
Demek ki neymiş? Şahıslar geçici, mekânlar ve devlet devamlıdır.
Orası, milletin parasıyla yapılan, milletin temsil makamından başka bir şey olmayıp, şahıs planında kimsenin mülkü değildir. Hele hele orada temsilci ve geçici olarak bulunanların hiç değildir.
Hangi mahkeme kadıya mülk kalmıştır?
Sayın Erdoğan bugün var, yarın yok. Gidince, ağzınızda pelesenk ettiğiniz ‘Saray’ı beraberinde mi götürecek?
O Saray denilerek karalanmak istenen yerden 82 milyonluk Türkiye idare ediliyor. Bin bir odası var diyerek, ağızlardan salya akıtmanın manası var mı? Zira onlar yatak odaları değil, hepsi çalışma odası yani ofis. Bu millete hizmet üreten mekânlar; bin değil, beş bin olmadığına dertlenin asıl.
Muhalefet dediğin, iktidara karşı yeni ve çok daha cazip politikalar üretir, projeler yapar, teklifler sunar. Bizdeki gibi ‘işkembe’ siyaseti yapmaz!
Bilinmelidir ki siyasetçinin yaptığı küfür ve hakareti millet üzerine alınıyor, zira onları kendisi seçiyor.
Millet de küfür ve hakaretin karşılığını sandıkta veriyor, başka ne yapsın?
Hâlâ akıllanmayacak mısınız?
Solculuğa da, solculara da, muhalefete de yazık ettiniz!
Bu kafayla, tek başarınız olan, sittin senedir iktidar olamamaktan da ibret almıyorsanız, biz daha ne diyelim?
.
Adaylar ve ittifaklar
30 Kasım 2018
Belediye başkanlığı makamı çok özveri isteyen, meşakkatli ve aynı oranda da kutsal bir görevdir. Zira halkın efendisi, halka hizmet edendir.
Yerel makamlar halkla iç içe olduğundan, bu yöneticiler, yapıp ettikleriyle, tavır ve davranışlarıyla her an halkın gözleri önündedirler. Bundan dolayı da temsil ettikleri partilerinin barometreleridirler.
En kötü yönetici, kibirli olup yanına yaklaşılamayan kişidir; o, bu haliyle derhal halkın nefretini kazanır ve artık ne yapsa beyhudedir (boş).
Demokrasi tarihimiz boyunca halkımız, seçip makama getirdikleriyle pek müşerref olamadı. Zira seçildikten sonra halktan koptular ve makam kapıları halka duvar oldu.
Halka sürekli tepeden baktılar; halkı, halkın ihtiyaçlarını dinleyip tespit etmek ve gereğini yapmak yerine, fildişi kulelerinde ‘vur patlasın-çal oynasın’la zaman öldürdüler.
Belediyelerin kapılarını halka açan ve halka dönük politikalar üreten ilk parti Refah Partisi olmuştur. Özellikle, çöp dağlarının sıralandığı, halkının susuzluk ve havasızlıktan kırıldığı İstanbul şehrinde sergilenen belediye hizmetleri, mahut partiyi merkezi yönetimin iktidarına taşımıştır.
Halk, kendisine yapılan hizmetleri bire bir görüp, tercihini o yönde kullanmıştır. Hizmet yerine burnu havada gezen, halktan kopuk ve hizmetten yoksun başkanları da ‘istenmeyenler’ olarak değerlendirmiş ve sandıklara gömmüştür.
Sayın Erdoğan buna ‘gönül belediyeciliği’ diyor ki, doğrudur. Halkın gönlünde taht kurmayan başkanlar, yalnız kendi seçilemeyişleriyle kalmıyor, partilerine de zarar veriyorlar.
Yerel seçimlerin kendine mahsus şartları vardır; seçim kazanmak isteyen partilerin bunları dikkate alıp özen göstermesi gerekir. Ben yaptım oldu mantığı, yerel seçimler için tek kelimeyle mantıksızlıktır ve halkla alay etmektir.
Bundan dolayıdır ki halkın nabzını tutmak ve sağlıklı anketler yapmak ve tarafsız kanaat önderlerinin gözlemlerine değer vermek çok önemlidir.
Parti teşkilatını kale almayan, teşkilata rağmen seçim kazanırım diyen zihniyet iflasa mahkûmdur. Seçimi kazanmak isteyen partiler, halkın tercihleri doğrultusunda, teşkilatla tecrübeyi ve dinamizmi harmanlayarak aday belirlemek zorundadır.
Zira tüm siyasi partilerin son genel seçimlerdeki oy oranları gerçeği, gerçeğin ta kendisini haykırdı ve herkesin aklını başına devşirmesine neden oldu!
Büyükşehirler dâhil birçok şehrin belediye başkanları, kendi seçimi değil diye veya sevmediği adaylar var diye genel seçimlerde çalışmadı ve partilerinin oy kaybetmesine neden oldular.
Büyükşehir belediye başkanı olup, kendi partisinden olan ilçe belediye başkanlıklarını ziyaret etmeyen başkanların varlığı biliniyor ve bunlar, bir bir not edildi!
Yapılan anketler de yerel seçimlerin, yalnız başına ‘lidere endeksli’ olarak ve hatta tek bir partinin kazanamayacağını gösterdi. Bundan dolayı da ittifak şart oldu.
Nitekim CHP de MHP dışındaki muhalefet partileriyle ittifak yapmak zorunda kaldı.
Beri tarafta da Sayın Bahçeli, Cumhur İttifakı’nın gereğini yaptı ve sürpriz bir kararla üç büyük şehirde aday çıkarmayıp AK Parti’nin adaylarını destekleyeceklerini açıkladı. Sıra AK Parti’de; o da gerekeni yapmalı ve MHP’nin güçlü olduğu illerde MHP’li adayları desteklemelidir.
Zira ittifakın gereği, jeste karşı jesttir.
.
Türkiye yol ayrımında!
28 Kasım 2018
Malum, demokrasi hayatımızda parlamenter sistemi işletemedik. Sistem, sürekli kaos ve istikrarsızlığa neden olan koalisyonlar ve daha da vahimi, her on yılda bir darbe üretti.
Dünyadaki diğer parlamenter sistemler darbe üretmiyor da Türkiye’deki sistem neden üretiyor biliyor musunuz? Bizimkisi gerçek manada sistemsizlik de ondan.
Bizdeki ne menem demokratik parlamenter sistemse, halkın seçip başına geçirdiği başbakanı ve bakanlarını asıp, adına da “demokrasi bayramı” demeyi maharet bilmiş.
Halkın liderinin katledilmesi ve kahir ekseriyetinin kan ağlaması, “bayram” olarak ilan ediliyor.
Darağacında sallandırılanlar, gerçekte ne başbakan ve ne de bakanlarıydı; halkın kendisiydi ve halkın yarınlara ait umutlarıydı. Zira bundan böyle gelecek başbakanların makam odaları darağaçlarının gölgesinde kurulacaktı!
Bu halin tipik örneğini, uzun yıllar başbakanlık koltuğunda oturan Süleyman Demirel’in şahsında ve herkesi şaşırtan savrulmuş icraatlarında görmekteyiz.
O Süleyman Demirel ki kâh kömürden elmasa, kâh elmastan kömüre dönüşerek, kendi tabiriyle rodeoculuk oynadı. Huysuz atın üzerinde durmak için çok zorlandı ve çok kez düştü, düşürüldü.
Onca acı tecrübelerden sonra Türkiye, sırtındaki deli gömleğini yırtıp Başkanlık sistemine geçti. Bu sistemde, Cumhurbaşkanlığı ve genel seçimlerinden sonra, ilk defa yerel seçimler yapılacak. Bu seçimler de kazasız belasız atlatılınca, Türkiye, 4-5 yıl sakin ve istikrarlı yönetimlere kavuşmuş olacak.
Daha da önemlisi, bu süre içerisinde, Başkanlık sistemi kuvveden fiile çıkmış olacak. Yani beklentiler gerçekleştirilmiş olacak.
Bundan dolayıdır ki Türkiye kelimenin tam anlamıyla yol ayrımındadır.
Zira içimizde ve dışımızda birileri bu sistemi çalıştırmamak ve Türkiye’nin yeniden kaotik ortama sürüklenmesini istemektedir. Bunlar sistemin çalışmaması ve tıkanması için her yolu deniyorlar, denemeye devam edecekler.
Onlar da biliyor ki sistem kökleşip yerleşince, çanlarına ot tıkanacak ve sürekli arzu ettikleri kötü emelleri bir daha gerçekleşmeyecektir.
Oynanmak istenen oyunları ve açık söyleyelim, yapılmak istenen envaiçeşit darbeleri gören ve Türkiye’nin beka sorununa işaret eden yegâne siyasetçi Sayın Devlet Bahçeli olmuştur.
Başkanlık sistemi de onun eseridir; bu sistemin kökleşip yerleşmesi için çalışan, çırpınan, özveride bulunan ve milletten takdir toplayan da kendisidir.
Hiçbir ön şart öne sürmeksizin İstanbul, Ankara ve İzmir’de aday çıkarmayacaklarını ve AK Parti’nin adaylarını destekleyeceklerini söylemesi, onun devlet adamlığı kumaşına sahip olduğunu gösterir.
Bu şekildeki hareket, önce vatanım, sonra partim ve en sonra ben diyen vatanseverlik göstergesidir. Kendi söylemiyle, üstünü bir daha çizerek belirtmeliyiz ki “Vatan elden çıktıktan sonra, bütün belediye başkanlarını kazansak bile, bu ne ifade eder?”
Not: AK Parti’nin Cumhur İttifakı’na yaklaşımı ve adayları cuma yazısında
.
Yine bürokrasi!
17 Ekim 2018
Ta İttihat ve Terakki’den, ondan bire bir tevarüs eden CHP’nin tek partili yönetimlerinde devlet, hükümet ve bürokrasi iç içeydi. Yani bir ilin CHP’li il başkanı ile belediye başkanı ve valisi aynı kişiydi.
Uzun müddet süren tek partili sistem, bürokrasiyi A’dan Z’ye kendinden yapmıştı. Bundan dolayıdır ki eskiler CHP’ye memur partisi derlerdi. Çok partili hayata geçince de CHP’nin karşısında yer alan (CHP’nin içinden çıkmış olmasına rağmen) DP’ye de köylü partisi denilirdi.
Nasıl denilmesin ki? CHP’nin iktidarında şekerin kilosu memura on kuruştan verilirken, vatandaşa beş liradan satılıyordu. Böyle bir memur rakip partiyi hazmedebilir mi?
Bürokrasi kelimesi de Fransızca kökenli olup, ‘büro’ (daire-memurlar) ve ‘krasi’ (güç-iktidar) kelimelerinin bileşiminden oluşur ve büroların iktidarı anlamına gelir.
Bu güç (bürokrasi), yönetim erkiyle (devlet-hükümet) de birleşince, ortaya bizdeki gibi, halkına zulmeden, halkına rağmen iş gören (görmemek için bin bir dereden su getirten) devlet anlayışı çıktı.
1950 seçimleriyle halk, CHP’yi iktidardan uzaklaştırdı ama bürokrasi olduğu yerde kaldı. İşte bu bürokrasi, CHP’nin dışında gelen tüm iktidarları düşman belledi ve onlara ayak diredi.
Bürokrasi, kendi partisini seçmeyen halktan adeta intikam aldı.
Böylece devletle milletin arası açıldı. Bu durumu fırsat bilen odaklar, devletine düşman olan halktan, her çeşit terör örgütüne militan bulmakta zorlanmadı.
Bütün bu olumsuzluklara ilaveten, gelen iktidarları ‘iğdiş’ etmek üzere ‘vesayet anayasaları’ yapılınca, devletinin karşısındaki halk, dokuz kocalı Hürmüz’e döndü.
Vesayet rejimini ortadan kaldırmak için yoğun gayretler sarf edildi. MHP’nin tarihe geçen desteğiyle Başkanlık sistemine geçilerek, devletin tepe yönetimindeki vesayet ortadan kaldırıldı.
Yasama (TBMM) ve Yürütme (Hükümet) istedikleri kadar kanun çıkarsın veya KHK ve yönetmelikler çıkarsın, bunları halka tatbik edecek (uygulayacak) bürokratlardır.
Bürokratlar eskinin alışkanlıklarıyla, hem hükümete ve hem de halka ayak diremeye devam ediyorlar. Daha doğrusu, zihniyetlerinin gereğini yapıyorlar.
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan, kamu hizmetlerinde bürokrasinin azaltılmasına ilişkin bir genelge yayımladı. Resmi Gazete’de yayımlanan genelgede: “Milletimize hizmetlerin süratli ve en iyi şekilde sunulması, devlet ve millet bütünleşmesini zedeleyen davranışlardan kaçınılması gerekmektedir. Bu itibarla, kamu kurum ve kuruluşlarına yapılan tüm başvurularda, talebin sonuçlandırılması, başka bir idari makamın görev alanında kalsa dahi başvurular anında incelenerek takip edilecek, talebin ilk başvuru yerinde neticelendirilmesine özen gösterilecek, başvuru sahibine yapılan işlemler hakkında gecikmeksizin nihai ve kesin bilgi verilecek” denilmektedir.
Kırk yıllık Yani, olur mu Kani; ne dersiniz?
Hidayete ererse olur değil mi; o da zihniyet değişmesinden başkası değildir.
Asıl mesele budur, bu da ‘atomu parçalamaktan zordur!’
.
Muhalefet nereye? -1-
6 Ağustos 2018
Başından beri söylüyoruz; Türk siyasetinde asıl sorun muhalefette. Zira ana muhalefeti temsil eden parti, bir türlü iktidara alternatif olamamaktadır.
Onca muhalefet partilerinin onca yenilgilerden sonra da ders çıkaramadıklarını ve gerekli önlemleri alamadıklarını ibretle izliyoruz.
İşin bundan da vahimi, muhalefet partileri daha kendi içlerindeki düzeni kurabilmiş değiller.
Kendi tabirleriyle ‘içten yanmalı motor’ görüntüsündeler ama sözü edilen motorlarda bir itme gücü var; bunlar da o da yok. Sadece kendilerini yakıp bitiriyorlar.
Muhalefet partisi olup da yeni sistemi okuyabilen ve kendisini ‘doğru’ yerde konumlandırabilen yegane parti MHP’dir. Çünkü yeni sistem yüzde 50 artı 1’i şart koşuyor.
Buna göre konumlanıp; iktidar yahut muhalefet bloğunda yer alma zorunluluğu var. Artık eskisi gibi; küçük olsun benim olsun anlayışıyla siyasetçilik oyunu oynamanın manası kalmadı.
Örneğin: Başkan (tek parti veya ittifak) yüzde 52 ile seçilmişse; alternatifi (rakibi) olan adayın da (tek başına ya da ittifak) yüzde 48 bandında olması gerekir.
CHP, 24 Haziran seçimleri öncesinde şark kurnazlığı yaparak birkaç tavşanın peşine birden düştü; umulanın aksine hiç birisini yakalayamadı.
Partinin lideri Cumhurbaşkanlığına aday olmayıp başkasını çıkardı; bu da başına bela oldu. Halbuki böyle yapmakla, adaylık yarışında ondan kurtulmayı umuyordu.
Tam tersi oldu; Kılıçdaroğlu, istifa etmeyip liderlikte direnince parti, ortasından ikiye bölünmüş oldu. Karşılıklı iki taraf, vuruşarak yerel seçimlere gidiliyor.
Kavganın temelinde ‘ben’ var; halbuki nice ‘ben’ler geldi; ne kavga bitti ve ne de istenilen sonuca gidilebildi.
Diğer muhalefet partilerinin de CHP’den aşağı kalır tarafları yok. Benzemezlerin zoraki birlikteliği pazara kadarmış.
İYİ Parti’deki liderlik konusu; bir şöyle bir böyle demelerin ardından Sayın Akşener ikna edildi! Akşener zaten liderdi; asıl merak edilen; Akşener’in, parti içindeki benzemezleri ne şekilde ikna edip bir arada tutup tutamayacağı sorunu idi.
Daha doğrusu parti içindeki CHP’lilerle MHP’lilerin doku uyuşmazlıklarının nasıl giderileceğiydi.
İşte bu uyuşmazlığın giderilip giderilememesi veya nasıl giderilmesi; İYİ Parti’nin ömrünü, ‘bugün mü, yarın mı’ şeklinde belirleyecektir.
Hiç kimse; ilk seçimde alınan 5 milyon oya güvenip de gelecek hesabı yapmasın; zira o, bir proje idi ve tutmadı. 5 milyon oy ise, geldiği gibi gider!
Nereye gider diye sormayın, elbette ki geldikleri yere gider.
Gelinen ve gidilen yerlerde de, eskisi gibi fazla alternatif olmayacak; ya muhalefet, ya da iktidar bloğu var artık.
Zira yeni sistemde ‘küsurat(arta kalan parça) partileri tabela olarak kalmaya mahkumdur.
Dikkat ederseniz; muhalefet partilerini daha içlerini düzene sokamadılar; halbuki asıl işleri dışarıda, halkla..
Malum; seçimler delegenin oyuyla değil halkın oyuyla kazanılıp kaybediliyor.
.Bizdeki muhalefet partilerinin en büyük açmazı, içlerinde yapısal problemlerle enerjilerini tüketmeleridir.
Örneğin: CHP, demokrasiye geçtiğimiz günden beri sürekli seçim kaybediyor. Yetmiş yıla yaklaşan bir zaman diliminde, halkın oylarıyla iktidara gelememiş bir partiden söz ediyoruz.
Onca lider değişimine karşın, problem devam ettiğine göre; çareyi yine lider değişiminde aramanın manası var mı?
Ha Kılıçdaroğlu olmuş, ha İnce olmuş ne fark eder?
Doğrusu; Sayın Kılıçdaroğlu, bir, bilemediniz iki seçim kaybedince istifa etmeliydi. İstifa etmeyip direnmesi, hem partiyi ve hem de kendisini yıprattı ve elan da yıpratmaya devam ediyor.
CHP’deki delege savaşı, belli ki mahkemeye gidecek.
Mahkemeli veya mahkemesiz; partinin bu haliyle ortadan ikiye bölünmüşlüğü hayra alamet değil.
Parti merkezinin delege imzalarını yetersiz görüp Kurultaya gitmemesi; parti içindeki sorunu giderek büyütür ve partiyi bölünmenin eşiğini getirir.
Parti içindeki sıkışan gazı almanın yegane yolu Kurultaydır. Kimse, mahalli seçimleri bahane edip Kurultaydan kaçamaz. Sakıncası olsaydı, diğer partiler Kongrelerini toplamazdı.
Kurultaylar, parti yöneticilerine güvenin tazelendiği yerlerdir. Çekişme halinde olan, birbirlerini suçlayıp duranların ne kendilerine ve ne de muhataplarına güvenleri vardır.
Böylesine güven telkin etmeyen kişilere halk nasıl güvenip oy verecek?
CHP’nin asıl derdi, liderden ziyade, zihniyet meselesidir. Halka rağmen politika üretmeyi maharet sayıyorlar. Kendileri itiraf ediyor; iktidarın halk için, halkın menfaatine ürettiği politikalara bile karşı gelmeyi muhalefetin gereği biliyorlar.
Partinin köklerinden gelen ve parti genel sekreteri iken İnönü gibi tarihi bir şahsiyeti, liderlikten istifa ettirip genel başkan olan Bülent Ecevit bile, CHP’nin kodlarını değiştirememiştir. Çareyi ise, başka parti kurmakta bulmuş; zihniyet değişikliğine gittiği yeni partisiyle iktidar olabilmişti(DSP).
Zihniyet değişikliği derken; Ecevit, yalnızca dine ve dindara saygılı olacaklarını parti programına yazıp, dillendirerek iktidar olabilmişti.
Burada bir kısım okuyucularımız; CHP zaten dine ve dindarlara saygılı değil mi diye sorabilir.
CHP’nin dine ve dindara saygılı olmasını bir kenara koyun; CHP’nin kodlarında dine ve dindara karşı oluşun yanında, illa ki, din ve dindar olunacaksa; o da İslamiyet’in anlattığı şekilde değil, kendilerinin halka zorla dayattıkları bir din ve dindarlık anlayışı olmalıdır.
Zira CHP’nin tek başına iktidar olduğu yıllarda, okullarda okutulan tarih dersi kitaplarında (Din dersi zaten kaldırılmıştı); Kur’an-ı kerim ayetlerinin (vahyin) Allah tarafından indirilmediği ve haşa Hz. Muhammed’in bunları söylediği yazılıdır.
Yine bu cümleden olarak; CHP’nin içinde, kendilerince sözde en dindarları olan Şemsettin Günaltay ( Başbakan), Kur’an-ı kerimin ayetlerinin Mekki ve Medeni olduğunu, bunlardan yalnızca Mekki (Mekke’de nazil olan ayetler) olanlarını dikkate alınabileceğini, Medeni (Medine’de nazil olan ayetler) olanların ise, kale alınmaması gerektiğini söylemişti.
Görüldüğü üzere; kendisine din dayatan CHP’ye bu halk, neden ve nasıl oy verecekti?
Vermedi ve sittin senedir de vermiyor!
CHP, bu yanlıştan süratle dönmeli ve halktan özür dilemelidir
.Demokrasimizi, ta kurulduğu günden günümüze değin vesayet altında tuttuğumuzdan olacak, kâmil manada bir siyasi partiler kanunu çıkarıp yürürlüğe koyamadık.
İktidarda olsun, muhalefette olsun, herhangi bir partinin veya parti mensubu olan bir milletvekilinin Siyasi Partiler Kanunu’nu değiştirelim diye bir teklifi neden olmadı ve olmuyor?
Siyasi parti liderleri ve etraflarındaki kişiler (parti yönetimleri, genel merkezler), bir şekilde işgal ettikleri bu makamlardan öylesine memnun ve mutludurlar ki bu denli antidemokratik kanunu değiştirmeyi akıllarının ucundan geçirmedikleri gibi, ondan daha beter bir tüzük çıkarmayı ve onunla idare etmeyi yeğlerler.
Böylece, siyasi parti genel başkanları ve parti merkezleri kraldan daha fazla yetkiyle donanırlar.
Mevcut kanun ve parti tüzüklerine göre, parti liderleri isterlerse (istemem derken bile yan cebime koy derler!) tüm teşkilatı (milletvekilleri, delegeler, il-ilçe ve genel merkez örgütleri) tek sesli hale getirip, kendilerine bağlı ‘kurşun asker’ haline getirebilir.
Vesayet oluşumu yalnızca devlet yönetimimizde yok; siyasi partilerimizde bunun daniskası var.
Herhangi bir il ya da ilçe örgütü, liderin veya genel merkezin aleyhinde en ufak bir serzenişte bulunsun, anında kapıya konulurlar. Örgüt halindeyseler, derhal iptal edilip yenisi belirlenir.
Seçimle işbaşına gelen il ya da ilçe örgüt mensupları, parti liderinin veya parti yönetiminin istediği kişilerden oluşmamışsa, o kongreler yok sayılıp, önce atamayla belirlenir ve daha sonra yine seçim yapılır. İstenilen kişiler iş başına getirilinceye kadar bu seçimler (kongreler) yenilenir.
Kısaca, hiçbir siyasi partide aykırı seslere tahammül edilmez.
İşte bu yüzden, delege sayısının beşte bir oyuyla (225 kişi) kurultay toplama imkânı varken, parti tüzüklerinde yapılan değişikliklerle seçimli kurultay için, salt çoğunluk kararı getirilmiştir.
Salt çoğunluğu bulsanız bile, kurultayı toplamamak için kırk dereden nasıl su getirildiğini hepimiz görüyoruz.
İşte bu yüzden, partinin önünde açlık grevine gitmekten ve parti önüne koltuk atmaktan başka çare görülemiyor!
Bu mudur demokrasi?
İçin için kaynayan muhalefet partileri her geçen gün kan kaybediyor. Hakkını teslim edelim; Muharrem İnce doğru söylüyor: “Kurultay bir gün bile geciktirilmeksizin yapılmalıdır.”
Sayın Kılıçdaroğlu kendi delegesine güvenemiyorsa, bu halk kendisine ve partisine nasıl güvenecek?
Kılıçdaroğlu, MYK üyelerini değiştirerek kurultayın önünü şimdilik kesmiş oldu. Halbuki partiye yenilgiyi tattıran eski MYK üyelerini de kendisi belirlemişti.
Şu halde değişmesi gereken, belirleyen mi, belirlenenler mi?
Muharrem İnce ve arkadaşlarının bu oldubittiye ‘tıpış tıpış’ evet diyeceklerini hiç sanmıyoruz.
Kılıçdaroğlu’nun şahsi koltuk hırsı, Cumhuriyet’in bu en köklü partisini ‘kayyum’a doğru sürüklüyor!
.
CHP’de sular durulmaz!
6 Temmuz 2018
CHP’nin asıl problemi, kronik muhalefet olması ve asla iktidar ümidi vermemesidir.
Partinin sürekli muhalefette kalması ve parti yönetiminin bu hali kanıksayıp kabullenmesi anlaşılır gibi değildir. Ve bu hal gerçek CHP’lileri çileden çıkarmaktadır.
Türkiye’mizin de en büyük şanssızlığı, ülkemizde gerçek bir sol partinin bulunmayışı ve CHP gibi halktan kopuk sözde seçkinci bir partinin solcu olarak piyasaya çıkmasıdır.
Zavallı solcular seneler senesi CHP’nin sözde solculuğuyla boşuna avundular.
CHP’nin bu denli jakoben ve kendi içinde hizipçi anlayışına, ömrünü bu partiye veren Bülent Ecevit bile yaranamamış ve partisinden ayrılarak ayrı bir siyasi parti kurmuştur.
İsminde halk kelimesinin yer alması bir siyasi partiyi halkçı göstermez. Halkçı olabilmek için halkı tanımak, halkın değerlerini paylaşmak ve halkla bütünleşmek gerekir.
Solculuğun ve halkçılığın olmazsa olmazı, halka, halkın değerlerine saygılı olmaktır.
Gençler hatırlamaz ama yaşlılar çok iyi bilir; eskiden CHP’ye memur partisi denirdi. Yani devletten geçinen bürokratların partisi. Bunlar halka tepeden bakar, halkı insan yerine koymaz, halkın üç kuruşluk işini görmek için on kuruşluk canını alır, halkı kapısında süründürmekten zevk alır, bunun için de bugün git yarın gel demeyi diline pelesenk ederler.
Daha eskilerde ise, şekerin kıtlığında memura kilosu on kuruşa verilen şeker, halka kilosu beş liradan dayatılmıştır. Oysaki kendisine beş liraya dayatılan o halk, delikli kuruşa, meteliğe kursun sıkıyordu.
Yine kendine dayatılan 5 lira yol vergisini ödeyeme-diğinden, bu halk, aylarca taş ocaklarında çalışmaya mecbur ve mahkûm edilmiştir.
Yine eskiler çok iyi bileceklerdir; CHP, milli bayramlarımızı halktan kopuk olarak, balolarda kutlardı. Redingotlu, papyonlu, fötr şapkalı bu kişileri, kasketli, başı açık, serpuşlu, vb. geniş halk kesimi tiyatro seyreder gibi uzaktan, hayret ve ibretle izlerdi.
Daha sonra anladılar ki bu tip baloları, müstevlilerin (işgal güçlerinin) genel valileri halka rağmen ve halka gözdağı vermek için yapıyor ve halkta aksi tesir yapıyor, bundan vaz geçtiler!
Solcu ezilenden, garip gurabadan, fakir fukaradan yana olur; onların hakkını hukukunu savunur. Bizde ise, daha çok tuzu kurular ve halktan, halkın değerlerinden ayrı yaşayanlar solcu geçiniyor.
Halkın nabzını kısmen de olsa ancak Bülent Ecevit tutabilmiş ve ilk defe işçinin, varoşlardaki garip gurabanın oyunu alabilmişti.
Şimdi iş tam tersine döndü; varoşlardan AK Parti oy alırken, Kadıköy, Beşiktaş, Bakırköy, şişli gibi tuzu kuru semtlerden CHP oy alıyor.
Mahut semtlerden alınan bu oylar sosyolojik izaha muhtaçtır.
CHP şunu çok iyi bilmelidir ki iktidara giden yol bir avuç azınlığın cebinden (zenginlik) değil, geniş halk yığınlarının kalbinden geçmektedir.
İşte asıl bu kalbe giden yol yordam bulunmalıdır.
Aksi halde, daha çok kendi aranızda yarışır, kongre üzerine kongreler yapar ve lider değiştirirsiniz ama!..
.
Ağzı olan konuşuyor!
4 Temmuz 2018
Türkiye’miz müthiş bir demokrasi sınavından geçti. Milletimiz bu sınavı yüzünün akıyla verdi.
Yenilen pehlivan güreşe doymaz diyeceğiz ama bizdeki öyle de değil. Yenilgiyi galibiyet gibi sunan, yalnızca bize özgü anlayış ve hatta bir geleneğimiz var. Mahut geleneği İttihat Terakki’den tevarüs ettik.
İttihat Terakki paşaları, düşman karşısında emsali görülmedik hezimetlerini milletten gizler; zafer kazanmış gibi görkemli törenlerle başkente (İstanbul) girmeyi maharet bilirlerdi.
Duayen meslektaşlarımızdan Rauf Tamer’in ironiyle vurguladığı gibi, hem diktatör ve hem de seçimin kaybedeni... Bari seçimlerin hakkını verin ve diktatör(!) kazandı deyin ki lafınızın bir tarafından tutulabilsin! İşin tuhafına bakın ki yüz kızarmadan edilebilen bu lafın dinleyeni ve hatta alkışlayanı olan bir ülkede yaşıyoruz.
AK Parti’yi, bir önceki seçimlerde aldığı oylarla kıyaslayıp (49-42) seçimlerin mağlubu ilan ediyorlar. Kime yenilmiş, hangi rakibi yüzde 42’nin üzerinde bir oy alabilmiş? Böyle bir parti yok; kendisine en yakın partiyle arasında 20 puanlık, açık ara fark var.
Muhalefet, dokuz seçimdir üst üste kaybedip bunun muhasebesini yapacağına, iktidarın ezici çoğunlukla değil de çoğunlukla yenmesinden medet umuyor.
Ayrıca Cumhurbaşkanlığı için verilen oyları ittifak içinde değerlendirip, yüzde 52.6 ile seçilene bir lafınız olmuyor, olamıyor ama aynı ittifakın Meclis’teki yüzde 53.7 (344 milletvekili) görmezden geliniyor. Tek başına AK Parti’nin aldığı oy küçümseniyor. Burada da en yakın partiyle arasında 20 puan fark var.
Değerlendirme neye göre? AK Parti’nin bir önceki seçimlerde aldığı oya göre. AK Parti AK Parti’yle mi yarışıyor ki böyle bir yaklaşım tarzı sergileniyor?
Bu tabloda, muhalefetin kendi derdine yanmaktan gayri çaresi yoktur; bunun yanında AK Parti’ye kendi içinden söylenecek laf çoktur!
Dışarıdan gazel okuyanlar olarak bizler, dost acı söyler kabilinden düşüncelerimizi samimiyetle dile getirelim: Yandaşları ve karşıtları bir tarafa bırakarak, siyaseti yansız ve objektif değerlendirmeleriyle öne çıkan Rauf Tamer’in, kitaplık çaptaki bir tespitine yer vermek zorundayım.
"Tayyip Erdoğan tek adam mı, tek başına mı?!"
Sayın Erdoğan’ın şahsının aldığı oyla, partisinin aldığı oy kıyaslandığında, çalışkanlıkta ve başarıda liderin ne denli yalnız bırakıldığı ve tüm bu başarıları neredeyse tek başına elde ettiği ve partiyi de bizzat peşinden sürüklediği apaçık ortadadır.
Mesleğimiz icabı konuştuğumuz onlarca, yüzlerce kişi, AK Partili oldukları halde, belediyelerden (!) ve milletvekillerinden ve teşkilattan dolayı MHP’ye oy verdiklerini ama reisten şaşmadıklarını ifade ettiler.
Sayın Erdoğan "Gerekli mesajı aldık" dedi. Ne diyelim; bir musibet bin nasihatten yeğdir.
.
Takke düştü, kel göründü!
29 Haziran 2018
Türkiye, demokrasi tarihinin en önemli seçimini yüzde 88 gibi yüksek bir katılımla ve yüzünün akıyla geride bıraktı.
Birinciye “kuruluş”, ikinciye “demokrasiye geçiş”, bu üçüncüye ise “demokrasi-milli irade” deyip, cumhuriyeti üç evrede değerlendirebiliriz.
Daha ilk günden Meclis’in duvarına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek yola çıktık ama milletin egemenliğinin önüne sayısız şartlar ve engeller koymayı maharet bildik.
Bunu da vesayet anayasaları ve vesayet odakları marifetiyle gerçekleştirdik.
Demokrasilerde baş tacı yapılması gereken milleti öylesine aşağıladık ve öylesine adam yerine koymadık ki bizzat cumhuriyeti bile demokrasi diye ona yutturmaya çalıştık!
24 Haziran seçimleriyle millet, kendi adına (milli irade) taze bir başlangıç yaptı. Bu güne kadar hep amatör ligde oynatıldı. 24 Haziran’da ilk defa milli oldu.
Önüne konulan sandıkla, bizzat (doğrudan) hem cumhurbaşkanını ve o cumhurbaşkanının başkanlık edeceği hükümeti (yürütme erkini) belirledi. Artık ne koalisyon hükümetleri, ne “güvenoyu” ve ne de “gensoru” handikapları var.
Bundan böyle siyaset kurumu, kendini(!) ve halkını kandıramayacak. Tersine çevrilen demokrasi piramidi düzeltilip kaidesi üzerine oturtulacak.
Eskiden (vesayet dönemlerinde) tersine çevrilen piramidin en altında millet vardı ve altta kalanın canı çıksın deniyordu.
Ayrı oldukları şeklinde millete yutturulan; Yasama (Meclis) ve Yürütme (hükümet), gerçekte iç içe idi ve hatta Meclis, hükümetin emrindeydi.
Halkın seçtiklerinin tümü ise, vesayet dolayısıyla askeri ve sivil bürokrasinin elinde adeta oyuncaktı. Örneğin, millet seçtikçe onlar kapatıyor ve ülkeyi siyasi partiler mezarlığı haline getiriyorlardı.
Mahut bürokrasi öylesine pervasız davranıyor ve öylesine gemi azıya alıyordu ki tek başına iktidarda olan AK Parti’yi bile “laikliğe karşıt eylemlerinin odağı haline gelmek!”le suçluyor ve kapatılmasını istiyordu.
Bakınız, AK Parti suçlandığı konuların hemen hepsini hayata geçirdi, laiklik ise hâlâ yerinde duruyor! Kimsenin laiklikle bir problemi yok; lakin laikliği dine ve dindarlara baskı aracı olarak gören ve bu şekilde uygulamaya kalkışanlarda problem var.
Evet, Atatürk Türk kadınının başını açtı ama başını açanı medeni, açmayanı öcü ilan etmedi. Başta kendi annesi ve eşi olmak üzere kimseyi buna zorlamadı.
Kraldan fazla kralcı kesilenler ise, başörtüsü gördüklerinde cin çarpmışa dönüyorlardı.
Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile demokrasi piramidinin en üstüne, yani olması gereken yere millet konularak, gerçek belirleyici oldu.
24 Haziran seçimleriyle milli irade şahlanmış ve millet, dosta ve düşmana, demokrasinin ne olduğunun ve ne olması gerektiğinin dersini vermiştir.
Kimilerince “kıllı”, “göbeğini kaşıyan” ve “cahil” diye yaftalanıp güdülmesi gerektiği söylenen bu millet, 24 Haziran seçimleriyle kendini ‘güdücü’ olarak konumlandırmış ve mahut zevatı önüne katmış ve sandığa gömmüştür.
.
Evlere şenlik demokrasi!
13 Haziran 2018
Demokrasi, halkın idaresi ama bizim demokrasimizde halk yalnızca dekor olarak kullanıldı.
Halkın seçip iktidar yaptığı, lakin bir türlü muktedir olmayan iktidarların boyunlarına davulu astık ama tokmağı hep başkalarının eline verdik.
İçeride yapılan ihtilalleri “Bizim çocuklar başardı” diyerek ülkesine jurnalleyen CIA ajanı (CIA Ankara büro şefi- Paul Henze), Kasım Gülek’le Enver Altaylı’nın sıkı dostuydu.
ABD’nin CHP kanalıyla içimize yerleştirdiği Kasım Gülek, Moon tarikatından olup, Fitnetullah Gülen’in hamisiydi.
CIA ajanının ‘bizim’ dedikleri, içimizden devşirdikleri TSK’ya mensup(!) generallerdi.
Daha sonraları aynı subaylar, FETÖ bireyleri olarak devşirilecek ve darbe üstüne darbelere yeltenip, kendi Meclis’lerini bombalayacaklardı.
Paul Henze ile Kasım Gülek öldüler, Enver Altaylı ise, Ankara’da tutuklu; F. Gülen de terörist başı olarak ABD’den talep edilenlerin başında geliyor.
Evlere şenlik demokrasimizle sözde iktidarlarımız, iç ve dış vesayet odaklarıyla köşe kapmaca oynayıp durmuş ve böylece ülkeyi yönettiklerini zannetmişler.
Türk siyasetinin 40 yılına damgasını vurmuş olan Süleyman Demirel, tek başına da olsa, iktidarlarının icraatını “Selden kütük kapma!” olarak ifade ederdi.
Türk demokrasinin önündeki sel, gerçekte tufan olup, hakikati bize ceket astarımızın içinde unutturdu.
Unuttuğumuz gerçeğimizi ve unutturulan tüm gerçekleri, dilenci misali Avrupa’nın kapılarında arar olduk.
Halbuki tüm insanlık şahsiyete meftundur; asıl varken de kimse taklitlere ve hatta müsveddelere itibar etmez.
Etmedi de nitekim. Biz onlardan gözüktükçe sırıttık; onlar da sürekli ellerinin tersiyle ittiler.
Ve asla bizden değilsin ve olamazsın dediler, diyorlar.
Hakikati tersyüz edip örtenlerin (küfrün) tek bir millet olduğunu geç de olsa anlayacak ve lakin bu kez de anlamamakta ısrar eden içimizdeki beyinsizler aynı küfür seli olarak karşımıza dikilecekti.
Demokrasi adına bizlere sözde insan hak ve hürriyetlerini aratırlarken, bizim birbirimize ve devletimizle olan güvenimizi sarstılar, kamplaştırıp ayrıştırdılar.
Kişilerin birbirine ve devletine, devletin de halkına adeta düşman edildiği bir toplumdan hayır gelir mi?
Bunlar ayyuka çıkıp kardeş kardeşi boğazlamaya başladığında da aynı vesayet odakları bu kez, “barışı temin amacıyla” sökün ediyor ve bizlere, evlere şenlik demokrasiyi bile çok görerek darbe yapıyordu.
Kendisine kanser gösterilen halk ise, vereme razı oluyordu!
Kaos, darbe ve faşizm üreten mahut sistemle buraya kadar!
.
Siyasi irade
1 Haziran 2018
İdari sistemimizin adına demokrasi deyip, Meclis’in duvarına “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir!” diye yazmışız ama bu halin, gerçek manada uygulamasını hep gelecek baharlara bırakmışız!
Buna gerekçe olarak da kendimize göre bir sürü bahaneler uydurduk.
“Rejim yeni” dedik, “Halk cahil” dedik, “Bir sürü reform yaptık, bunların benimsenmesi zaman alacak” dedik, “İç ve dış tehdit var” dedik, “Bu kış komünizm gelebilir” dedik, “Profesörle çobanın oyu aynı olabilir mi?” dedik. Bunlar ve bunlar gibi daha nece bahaneler yetmezmiş gibi, iktidar gücünün yalnızca yüzde 20’lik kısmını kullanabilen hükümetleri, “Çizmeyi aştın!” diyerek alaşağı ettik.
Bütün bunlarla da yetinmeyip, içimizdeki vesayet odaklarının iplerini dışarıdaki ağababalarının eline verdik. (NATO-Avrupa-ABD)
Halkı (STK’ları) küçümseyip, umursamadık. Peki ya devlet aklı?
O, gerçekleri en yalın şekilde görmesine rağmen neden önlem almadı?
Bel bağladığımız ABD’nin Kıbrıs konusundaki düşmanca tavrını (Johnson mektubu, silah ambargosu), YPG/PYG/PKK’ya silah-mühimmat ve personel verip üzerimize salmasını, bu örgütlere envaiçeşit silahları verdiğini, Cumhurbaşkanımızın koruma polislerinden tabancaları bile esirgediğini, kendisiyle ve başkalarıyla yapmak istediğimiz hava savunma sistemlerini engellediğini, FETÖ elebaşını elinde tutup bize vermediği gibi, aleyhimizde olabilecek her işte kullandığını, PKK’nın beyninin bulunduğu Kandil’e, ABD’den habersiz hava taarruzları düzenleyip sonuç alacakken, üst üste tehditler savurup kendilerini karşımızda bulacağımızı söylediklerini ve daha nice kalleşliklerini, kahpeliklerini görüp, bilip, yaşamamıza rağmen, biz
hâlâ onlarla dost ve müttefikliğe (!) devam
etmedik mi?
İçimizdeki tüm bu olumsuzluklara, bizi birbirimize düşürerek, küstürerek, düşman ederek ve asla bir araya getirmeyerek sebep oldular. Daha açık ifadesiyle, devlet-millet birliğimizi dağıttılar.
Siyaset (iktidarı ve muhalefetiyle), bürokrasi (askeri ve siviliyle) ve tüm kurum ve kuruluşlarıyla herkes ayrı telden çaldı. Tek ortak noktaları, birbirlerine olan düşmanlıktı.
Adına demokrasi deyip, davulu siyasi iktidarın boynuna astık, lakin tokmağı sürekli başkalarının eline verdik.
Yetkisi ve sorumluluğu olmadığı halde, siyasetten en acımasız şekilde (idam ederek) ve en hafifinden sandıkta hesap sorduk ama suçun yüzde 80’lik kısmını icra edenler hep unutuldu, unutturuldu!
Cici demokrasimizin şu haline bakın ki kanunla ve anayasayla sorumsuz kıldığımız cumhurbaşkanlarını yargılayacak şart ve usulleri vazettiğimiz halde, silahlı ve silahsız gücü eline verip, o da gücünü iktidarları alaşağı etmede kullanan ve gerçek iktidar gücü olan Genelkurmay başkanlarını yargılamayı
akıl edememişiz!
Yargıladığımızda da guguk haline getirdiğimiz hukukla yargılayabilmişiz.
İşte, içeride ve dışarıdan verdiğimiz demokratik savaşın özünde, iradenin ‘iktidarın’ gerçek sahibini (halkı) arayış vardır. Zira mevcut haliyle, kimin eli kimin cebinde
olduğu belli değil.
Getirilmek istenen yeni sistemle, Sezar’ın hakkı Sezar’a verilecek ve bundan böyle gerçek sorumlulardan hesap sorulabilecektir.
.
Vekil pazarı!
14 Mayıs 2018
Milli iradenin istiskali adına yüz karası bir hali yaşadık; yaşıyoruz.
CHP’li 15 milletvekili, parti lideri tarafından emirle İP’li yapıldı; oradaki ipsizlik (lüzumsuzluk) fark edilince de, yine emirle geri döndürüldü.
Bu kepaze hali demokrasi adına yaptıklarını söyleyenler; adeta bir meta (mal) gibi alınıp verilen milletvekillerini de ‘demokrasi kahramanı’ ilan ettiler.
Yeni nesiller görsünler ve CHP’nin hali pür melalini anlasınlar.
Bizler, eski kuşaklar CHP’nin cemaziyelevvelini zaten biliyoruz. Bu zihniyet, halka tepeden bakar ve halkın kararlarının bunların gözünde hiçbir değeri olmayıp esamisi okunmaz..
Mahut zihniyete göre halk, adeta hastadır; hastaya hangi ilacı kullanacağı sorulmaz; tatbik edilir. Bundan dolayıdır ki, halkın CHP’li olarak seçip Meclis’e gönderdiği milletvekilleri, bir anda başka partili olabiliyor.
Belli ki, erken seçim kararı, bazılarının aklını başından almış ve şaşkına çevirmiştir. Buna bir de zamanın fevkalade darlığı da eklenince; yalancının mumu yatsıya kadar bile sürmemiş; pat diye aniden sönüvermiştir.
Yine bundan dolayıdır ki, CHP isminin tersiyle müsemmadır. Halk partisi değil, halka rağmen bir parti olduğunu göstermiştir.
Yine belli ki: Birileri bir oyun kurguluyor ve başrolü CHP lideri Kılıçdaroğlu’na veriyor. Başroldeki adamın en önemli görevi, kendisine üflenen çatı adayını (Abdullah Gül) müttefiklerine kabul ettirmektir.
Bunun için de her şeyi ama her şeyi yapabileceklerini bizzat kendileri ifade etmiştir.
Hedeflerinde; referandumda alınan yüzde 48,5 dolayındaki oy vardı. Bunu yüzde 50’nin üzerine çıkarmanın hesabı içindeydiler. Deniz Baykal da buna ikna edilmişti. CHP’nin içindeki bir kısım muhalif ise, öyle veya böyle ikna edilecekti.
Çünkü; yüzde 48,5’i yüzde 50’nin üzerine çıkarabilmenin tek yolu AK Parti’den oy devşirmekti. Bunu da; her bakımdan ‘kullanışlı’ gördükleri Abdullah Gül ile başarabilirlerdi.
Yani hesap; AK Parti’nin bölünmesi üzerine kurgulanmıştı.
Ama gel gelelim evdeki hesap çarşıya uymadı; İP genel başkanı Meral Akşener’i ikna edemediler. Partisine grup kurdurulması (15 milletvekili transfer) karşılığında bile ikna edemediler.
Edemediler; çünkü ona da birileri ‘Cumhurbaşkanı’ olacaksın diye üflemişlerdi.
Bu yüzden ‘çatı’ adayına değil, kendine oynadı ve Kılıçdaroğlu’nu; Karamollaoğlu ve Gül’le baş başa bırakarak yüzüstü bıraktı.
İmza destekli adaylığında ısrar edip, pazara sürülen vekilleri ve ‘çatı adayı projesini’ boşa çıkardı.
Sonuçta; sepeti koluna herkes yoluna; da, bütün bunlar gitmiyor milletin hoşuna!
Gitmez ve gitmeyecek de…
.
Dağ fare doğurdu!
7 Mayıs 2018
CHP’nin, günlerdir sözde gizlenen ve açıklandığında rakiplerini çıldırtacak Cumhurbaşkanı adayının ismi Muharrem İnce olarak açıklanınca; hemen herkesin ortak kanaati; ‘dağ fare doğurdu!’ oldu.
Malum; haftalar boyu ‘çatı aday’ üzerinde çalışılmış; bulundu zannedilen Abdullah Gül projesi fos çıkınca; derin hayal kırıklığı içindeki partiden homurtular yükselmiş ve adayın mutlaka CHP’den olması gerektiği vurgulanmıştır.
İktidar alternatifi olan ana muhalefet partisinin; bu denli hayati bir konuda kendisini edilgen kılması ve Cumhurbaşkanı adayını başka kapılarda araması, doğrusu anlaşılır gibi değildi.
Kılıçdaroğlu, ‘Gül’ projesi ile aklı sıra; iktidar partisinin oylarını devşirecekti. Halbuki ‘Gül’ projesine CHP’lilerin büyük çoğunluğu oy vermeyecek ve pirince giderken evdeki bulgurdan da olunacaktı.
Mesele sonunda; ‘Gül’ olmadı, Muharrem İnce verelim! şeklinde noktalandı.
Yeni sistemde ülkeyi, halk tarafından seçilen Cumhurbaşkanı yönetecek; zira Bakanlar Kurulu’nu (hükümet) bizzat Cumhurbaşkanı belirleyip atayacak.
Ülke yönetimini partideki bir arkadaşına bırakan bir siyasi, kendi partisinin genel başkanlık koltuğunu ne kadar devam ettirebilir?
Belli ki, ‘zoraki’ aday yapılan Muharrem İnce Cumhurbaşkanlığı için aranan ve bulunan bir kişi değil. Zira Muharrem İnce’yi CHP genel başkanlığına layık görmeyenler, nasıl olur da Türkiye’nin idaresini onun eline verirler; o yüce makama layık görürler?
Demek ki hesap başka; Kılıçdaroğlu açısından kazanamayacağı belli bir adaydan, parti içinden de büsbütün kurtulmak ve genel başkanlık koltuğunda oturmaya devam etmek...
Ama kazın ayağı öyle mi; şayet Muharrem İnce CHP’nin oylarını arttırırsa, Cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetse bile Kılıçdaroğlu artık o koltukta oturabilecek mi?
Yine belli ki, Kılıçdaroğlu; her ne kadar Muharrem İnce’yi CHP’nin adayı olarak ilan etse de; bilerek veya bilmeyerek (!) İYİ parti genel başkanı Meral Akşener’in adaylığına göz kırpmaktadır.
Nitekim görünen köy kılavuz istemez. İYİ parti’nin seçime girmesi için elinden geleni ardına koymadı; 15 milletvekili arkadaşını emirle mahut partiye gönderdi.
Halbuki Kılıçdaroğlu’nun, ‘Gül’ oyununu bozan bizzat Meral Akşener’di ve bunu, bizzat kendi Cumhurbaşkanlığı adaylığı adına yaptığını söylüyordu.
Kılıçdaroğlu bununla yetinmedi; Meral Akşener’in Cumhurbaşkanlığı adaylığı için gerekli yüz bin imzanın ‘FETÖ’ ile dillendirilmesi karşısında kızıp, bu yüz bin imzanın da CHP’li vatandaşlar tarafından verilmesini istedi.
Dışarıdan adayımız Muharrem İnce diyor ama el altından Meral Akşener’e mi çalışıyor ne?!
Bütün bunlardan da anlaşılıyor ki, Kılıçdaroğlu o çok arzuladığı ve üzerine titrediği ana muhalefet koltuğuna daha fazla oturamayacak.
Dikkat edilirse kendisi o makama, liderinin kazılan kuyuya düşürülmesi ile gelmişti. O gün bugün kendisi de devamlı kuyu kazmakta ve koskoca ana muhalefet partisini ‘edilgen’ kılmaktadır.
Bu da; bizzat kendisinin kazdığı kuyulardan birine, er ya da geç düşeceğinin işaretidir.
.
Kılıçdaroğlu havlu attı!
4 Mayıs 2018
İçimizde hâlâ 24 Haziran seçimlerinin ne manaya geldiğini ve bu seçimlerin ülkemize neler getireceğini bilmeyenlerimiz var.
Cumhuriyet kurulduktan sonra yapılan onca seçimin içinde en önemlisi 24 Haziran seçimleridir. Çünkü bu seçimler ülkeye kulvar (yarış şeridi) değiştirecek, ülkeyi kara tren yolundan hızlı tren yoluna sokacaktır.
Malum, 1946 yılına kadar tek partili bir sistemle idare edildik. 46’da çok partili sistemle birlikte parlamenter modeli benimsedik. Tüm bunlar halka sorulmadan (tepeden dayatılarak) yapıldı.
Tek partili ve çok partili parlamenter sistemi bir asra yakın bir müddettir denedik. Bunca zaman içerisinde ne badireler atlattığımız cümle âlemin malumudur.
Bu müddet zarfında üç askeri darbe olmuş, bir başbakan ve iki bakan idam edilmiş, iki defa sil baştan anayasa yapılmış, yetmemiş, mahut anayasaların onlarca maddelerinde değişikliğe gidilmiş.
28 Şubat ‘postmodern’ darbesi yaşanmış, halkın seçtiği iktidar alaşağı edilmiş, 27 Nisan muhtırası verilmiş ve tek başına iktidarda olan bir partiye kapatılma davası açılmıştır.
Sonuç olarak, vesayet altındaki parlamenter sistemin bir hayrını görememişiz. Bir ileri gitmişsek, iki geride kalmışız.
Halkımıza mahut vesayet rejimi bile çok görülmüş olmalı ki 367 garabetiyle Meclis’in önü tıkanmış ve ona, cumhurbaşkanlığı seçimi yaptırılmamıştır. Demokrasiyi katleden bu durum şimdiye kadar zaten sorunlu olan cumhurbaşkanlığı seçimlerine tüy dikmiştir.
Halka gitmekten başka çare bırakılmayınca, halka gidilmiş ve cumhurbaşkanını halk bizzat seçmiştir. 1981 Anayasası ile yetkili ve lakin sorumsuz kılınan cumhurbaşkanını, üstüne üstlük bir de halkın kendisi doğrudan seçince, sistem otomatikman ve kendiliğinden değişmiş oldu.
Bir kısım siyasiler ve onların medyadaki kalemşorları “AK Parti rejimi değiştiriyor!” diye söyleyip, yazıp çiziyor ama işin doğrusu, sistem değişikliğinin müsebbipleri sistemi tıkayanlar ve onu çalışamaz hale getirenlerdir.
Halkımızın yapmış olduğu en son anayasa değişikliğiyle de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne (Başkanlık) gidilmiş, yetkilerle donatılan cumhurbaşkanlığı makamı, icraatlarından sorumlu kılınmıştır.
Önümüzdeki beş yıl için hükümeti ve üst düzey bürokrasiyi bizzat belirleyecek bir cumhurbaşkanını seçmek için sandığa gidiyoruz. Yani devlet başkanı aynı zamanda başbakanlık görevini de yürütecek.
Siyasi partiler iktidar olmak için vardırlar. Parlamenter sistemde iktidarı (hükümeti) başbakan belirler; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde ise Cumhurbaşkanı belirliyor.
Şu halde, iktidara talip olan bir siyasi partinin gelen başkanının Cumhurbaşkanlığına adaylığı kadar tabii bir şey olamaz. Bunun aksini yapmak, ben iktidar olayım ama muktedir olmayayım demektir.
Diğer bir ifadeyle, davul benim boynumda, tokmak başkasında olsun demektir.
Bu durum, daha işin başında havlu atmak
değil de nedir?
Bu tuhaf halin tek ve belki de son örneği Sayın Kılıçdaroğlu’dur. Sayın Kılıçdaroğlu kendinden başka kimi aday gösterirse göstersin, o aday kazansa da kaybetse de işin kaybedeni kendisi olacaktır!
Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan da olacak!
.
FETÖ’nün ayakları!
6 Nisan 2018
Ana muhalefet lideri Kılıçdaroğlu’nun “FETÖ’nün siyasi ayağının başı Cumhurbaşkanlığı makamını işgal etmekte olan Recep Tayyip Erdoğan’dır” şeklindeki sözü, FETÖ’nün siyasi ayağı tartışmalarına tek kelimeyle tüy dikti!
Bu söz, 17-25 Aralık darbe teşebbüslerinin öncesini kapsıyorsa, o takdirde maksadını aşmış olur. Zira Sayın Erdoğan’ın, bu yapıyla ‘cemaat’ diye adlandırıldığında bile organik bir bağı yoktu; herkes gibi o da ‘iyi niyetli’ olmuştu.
Aldatılmışlık veya kandırılmışlık noktasında ise, evet doğrudur; dünyanın bu en gizli örgütünün aldatmadığı ve kandırmadığı insan yok gibidir. 50-60 yıllık geçmişe baktığımızda, Türkiye’de kandırılmadık asker, sivil bürokrat, iş adamı, siyasetçi, parti lideri yoktur.
(Erbakan hariç)
Bunu da Sayın Erdoğan gizlemiyor; “Aldatıldık, Allah ve millet bizi affetsin” diyor.
Yok eğer, 17-25 Aralık’tan sonrası kastediliyorsa, bu takdirde de Sayın Erdoğan’ın düşman ilan edilip yalnızlığa itildiği ve Sayın Erdoğan’ın bu yapıyla tek başına bu mücadeleye giriştiği apaçık ortadadır.
Sayın Kılıçdaroğlu’nun da böyle bir iddiada bulunup, kendisini kargalara bile güldüreceğini zannetmiyoruz!
FETÖ PDY ortaya çıktıktan sonra, iş esas çığırından çıkıyor. Vaktiyle sözde cemaatin yanında olmayan CHP, bu kez devletin kırmızı kitabında suç örgütü olarak yer alan FETÖ PDY ile paralel hareket etti ve FETÖ’nün uyduruk materyalleriyle siyaset üretti.
TBMM kürsüsünden FETÖ’nün düzmece ses kayıtlarını yayınladı.
Toplumun her kesimine nüfuz etmiş böyle bir yapının siyasete nüfuz etmemesi düşünülebilir mi? Elbette siyasi ayağı var;
hem de her siyasi partide var.
Siyasi ayağı hariç, FETÖ’nün diğer ayakları ortaya çıkarıldı, çıkarılıyor. Peki, siyasi ayağı ortaya çıkarılabilir mi? Bu sorunun cevabını vermek için FETÖ’nün insan devşirirken kullandığı metotları bilmek lazım.
İnandırıp devşirdikleri siyasetçiler ya kendiliklerinden ya da deşifre edilerek parti bünyelerinden çıkarılıp atılabilir ama kriptolar, gizli olarak görevlerine devam ederler!
Şantaj ve diğer baskı metotlarıyla kullanışlı hale getirilen kripto siyasi FETÖ’cüler, kendilerini gizlemek zorundadırlar! Bu gibi siyasileri veya diğer meslek mensuplarını ancak FETÖ ile mücadelede ayak sürümelerinden tahmin edebilirsiniz!
!
Daha ileriye gidebilmek, FETÖ’nün tamamen bitirilmesi ve merkezindeki bilgi bankasının ele geçirilmesiyle mümkün olabilir.
Şu halde, ana muhalefet partisinin bu çıkışı, tamamen FETÖ ile yapılmaya çalışılan mücadeleyi sulandırmaya matuftur.
Bu da terör örgütünün ekmeğine yağ sürmekten başka bir mana ifade etmez
.
Fitnetullah!
4 Nisan 2018
Bir kısım yazar arkadaşlarımız, malum şahsa ‘Fethullah’ dememek için Fetullah diye yazıp çiziyor
Bir kısım yazar arkadaşlarımız, malum şahsa ‘Fethullah’ dememek için Fetullah diye yazıp çiziyor. Bir kısmı da F.G. şeklinde yazıp, o mübarek ismi lekelemek istemiyor.
Bela, imtihan, bozgunculuk, bölücülük, insanları isyana kışkırtmak gibi anlamlara gelen fitne, haksız yere insan öldürmekten çok daha kötü ve çok daha büyük günahtır.
Fitne, bireysel günahların yansımasından öte, toplumu ve hatta toplumları kaosa, kargaşaya sürükleyeceğinden, insanoğlunun başına gelebilecek en büyük bela olarak görülmüştür.
FETÖ’nün dehşetengiz serencamına bakın ki din temelli gözükmesine ve dinsel örgütlenmesine rağmen, din, onların kötü emelleri için yalnızca bir araçtan ibarettir.
Nitekim dikkatle incelendiğinde, asıl işlerinin dinleri bozmak (tahrif), her bir dinden bir şeyler alıp karıştırarak, ortaya tamamen karakuşi, yapay bir din koymak oldukları anlaşılır.
Ortaya koydukları sözde dinin rükünlerinin (asıl, cüz) tamamı narkoza endekslidir. Narkozla (Fitnetullah’ın eylem ve söylemleri) beyinler uyuşturuluyor ve ruhlar esir alınıyor!
Bundan dolayadır ki kötü din adamı, kötülerin en kötüsüdür. En azılı kötü bile kötü din adamının eline su dökemez. Kıyamet de zaten bu denli kötü din adamlarının yüzünden kopacaktır!
Zira bunlar, insanı Allah’a (c.c) götüren sayısız yolları tıkayanlardır. Yine bundan dolayı da kötü din adamları cehennem ehlinin köpekleri olacaktır. Bunların böyle olduğunu bizzat Hz. Peygamber buyuruyor.
Bu fesat ocağının Türkiye’yi merkez üs seçmesi de dikkate değerdir. Neden bir başka İslam ülkesi değil de Türkiye? Çünkü yiğit düştüğü yerden kalkar! Bir daha kalkamaması için yiğidin başının koparılması istenmiştir!
O yiğit de tüm mazlum milletlerin hamisi ve tüm dünya ülkelerinin gözlerini diktiği Türkiye’den başkası değildir!
Bundan dolayıdır ki pergelin sivri ucu Türkiye’ye batırılıp, hedefteki daire çizilmek istenmiştir. Daha sonra, o daire tüm dünyayı kapsayacak şekilde tamamlanmıştır.
Fitnetullah, elli yıl boyunca mazlum ve mağdur rolünü oynamış, eğitim gibi masum bir şemsiyenin altında gerçek yüzünü gizlemiştir.
Görevi ise, fitne ateşini yakmak ve tüm insanlığı (!) o ateşin içinde boğmaktır. Bu ateş kıyamet ateşidir; zira insanoğlu yaratılalı beri böyle bir fitne, bu büyüklükte bir yangın görmemiştir!
Ne demek istediğimizi ve dünyanın yarınki halinin nasıl olacağını, ahtapot gibi sarmalanıp zehirletilen Türkiye’ye ve Türk insanına bakıp anlayabiliriz!
Kazdıkça yerin dibinden fışkırıyorlar; hafta geçmiyor ki onlarca Fitnetullah örgüt mensubu hakkında yakalanma kararı verilmiş olmasın!
Şayet farkına varılıp beli kırılmasaydı, ‘yecüc-mecüc’ taifesi gibi her tarafı kaplayacak ve hak ve hakikat namına ne varsa hepsini ve her şeyi kurutacaklardı.
Cenab-ı Allah milletimize acıdı ve bu melunun şeytani yüzünü bize gösterdiği gibi, onunla mücadele gücü ve kararlılığını da verdi.
.ÖSO düşmanlığı
9 Şubat 2018
Özgür Suriye Ordusu, ülkelerini her çeşit terör örgütünden temizlemek için çarpışan ve Suriyelilerden oluşan bir milis gücüdür. Her çeşit terör örgütü derken, bunların başında, kendi halkına savaş açan ve bunun için de kimyasal silah dâhil en aşağılık yöntemlere başvuran Beşar Esed ve onun içerideki ve dışarıdaki avaneleri gelmektedir.
Suriye iç savaşı başladığında, Esed’in yanında olan Rusya ve İran gibi birkaç ülke hariç, hemen hemen her ülke ÖSO’nun destekçisiydi.
Yedi sene sonunda bugün gelinen noktada saflar netleşti ve gizlenen art niyetler
açığa çıktı.
Bütün bu hengâmede Suriye’ye karşı samimi ve içten olup, ülkenin bölünmesine karşı olan tek bir ülke var; o da Türkiye’dir. Ayrıca Suriye topraklarında asker bulundurup da işgal amacı gütmeyen yegâne ülke de Türkiye’dir.
Türkiye’nin ikircikli gibi gözüken politikalarının sebebi, dost ve müttefik bildiği ülkelerin kendisine karşı kalleşçe davranması ve Türkiye’nin bütün oyunlara karşı gardını almasıdır.
Türkiye, güya NATO ülkesi ama kırk yıldır terörle savaşmasına rağmen, NATO ülkelerinden değil yardım görmek, onları düşmanla işbirlikçi görmenin dehşetini yaşadı ve yaşıyor!
Belli ki Türkiye sınırlarını oluşturan Suriye ve Irak toprakları, önüne gelenin yolgeçen hanı olduğu müddetçe, bu olumsuzluklardan ziyadesiyle etkilenen ülke Türkiye olacaktı ve oldu.
Güvenliği tehlike arz eden ve beka sorunuyla karşı karşıya kalan Türkiye, yapılması gerekeni yaptı ve kendi göbeğini kesti, kesmeye devam ediyor ve edecek.
Türkiye, Suriye iç savaşının başladığı yerde duruyor ve askeri harekâtını ÖSO ile birlikte yürütüyor. Nitekim Cerablus’ta da bunun örneğini vermiş ve o yerlere Suriyelileri iskân etmişti.
Birileri ÖSO ile ortak hareket etmemizden dolayı pek hayıflanıyor! Belli ki bunların niyetleri bozuk ve başkalarının ağzıyla konuşuyorlar. ÖSO’nun Türkiye’nin yanında savaşması, her şeyden önce, Türkiye’nin işgalci güç olmadığını gösterir.
Malum, en çok zayiatı da ÖSO veriyor. Yoksa birileri, tüm bu zayiatları Türk ordusu tek başına versin de bunun olumsuz yansımalarından içeride nemalanmak mı istiyor?
AVVA Marka Günleri'nde Büyük İndirim Heyecanı
AVVA
E-Fatura Zorunluluğunuz 1 Temmuz'da Başladı Mı?
DİA Yazılım
by Taboola
Vaktiyle ÖSO’nun yanında olup, sonrasında onlara ihanet edip Türkiye düşmanı PKK/PYD/YPG gibi terör örgütleriyle iş tutan ABD ile birlikte olamayacağımıza göre, ne yapmalıydık?
ÖSO kim? PKK/PYD/YPG’nin, dolayısıyla bunlarla iş tutan ABD’nin ve ülkesinde bir milyon insanın kanından sorumlu Esed’in düşmanı
değil mi?
O halde, ÖSO’yu Türkiye’nin yanında istemeyenler, müstevlilerin borusunu öttürüyor, Türkiye’yi Suriye masasında istemiyor!
Ayrıca neden gocunuluyor ki? Bugün ülkesi için savaşan Özgür Suriye Ordusu, yarınki özgür Suriye’nin silahlı kuvvetlerini oluşturacak.
Bu kafa, okyanus ötesinden, her türlü silah ve mühimmatıyla sınırlarımızda mevzilenen işgalci ABD ve terörist yandaşlarını görmez, ülkelerinin savunması için can veren pervaneleri görür ve utanmadan onlara laf eder!
Sahibinin sesi! Sen git, sahibin gelsin!
.
Millet ve zillet!
7 Şubat 2018
Toplumca müthiş bir kültür erozyonuna uğradık!
Yalan yanlış, aslı astarı olmayan algılar bizi bizden kopardı. Birbirimize ve özellikle de dünümüze, tarihimize ve değerlerimize düşman kesildik. Halbuki devlet-millet hayatında asıl olan şey devamlılıktır. İdari sistemler ve hatta rejimler değişebilir; bu demek değildir ki yeni devletin eskisiyle bir irtibatı yoktur.
Devlet denilen nesne ot değildir ki hüdayinabit olarak yerden fışkırsın! Devleti meydana getiren ana unsur millet olup, onun teşkilatlandırmasıyla meydana gelir. O teşkilat şu veya bu şekilde olabilir; asıl olan millettir ve o da tarihin süzgecinden adeta imbiklenerek gelir.
Tıpkı Rus halkı, Rusya İmparatorluğu (Çarlık Rusya’sı), Sovyetler Birliği ve Rusya Federasyonu’nda olduğu gibi... Burada asıl olan, çeşitli rejimleri ihtiva eden Rusya devletinden ziyade, o devletlere vücut veren Rus halkıdır.
Rus halkını millet yapan ise, onun tarihi ve kültürel değerleridir.
Rus halkı, imparatorluk döneminde de milletti, komünizm döneminde de şimdiki federal sistemde de millettir.
Millet olmayı, sahip olduğu devletlerinin rejimleri veya sistemleriyle kazanmamıştır. Bilakis, millet olarak teşkilatlanırken şu veya bu sistem veya rejimi devlet modeli olarak belirlemiştir.
Bizdeki bir kısım köksüzler ve köklerine düşman olanlar (zira insan bilmediğinin düşmanıdır!) imparatorluk dönemimizdeki milletimizin varlığını inkâr ederler. Millet, bir Cumhuriyet kazanımıdır diyerek kendilerini güldürüyorlar.
Bu gülünç tiplerin sığlıklarına bakın ki kelimeleri yalnızca sözlükteki manasıyla bilirler. Halbuki bir de terim (ıstılah) manası vardır ve üstelik aynı kelime ait olduğu bilim dalında farklı anlamlar ifade eder.
Mesela zalim kelimesi (zulmeden) hukuk ilminde farklı, tefsir ilminde farklı manaya gelir.
Reaya halk demek; sözlükteki anlamı ise sürüdür. Şimdi kalkıp da halka (millete) sürü diyebilir misiniz? İşte o kafa, bilmeden etmeden, utanmadan sıkılmadan bu şekilde söyleyebiliyor. Ne hazindir ki taraftar da buluyor. Mesela hadis-i şerifte: “Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüz sürüden sorumlusunuz” buyurulur.
Edebi sanatlardan anlamayan ve yalnızca kelimenin sözlükteki anlamıyla yetinen köksüzler ve köklerine düşman olanlar buradaki çobana kepenekli koyun-sığır bekçisi, sürüye de koyun-sığır topluluğu manası verirler ve daha vahimi olarak, kendi atalarını da ‘reaya/sürü’ diye nitelendirirler.
Hadisin devamında devlet reisinden aile reisine kadar önder (yönetici) olan herkesin, önderi oldukları topluluktan(yönetilenlerden-yönettiklerinden) sorumlu oldukları vurgulanıyor. Teşbihte hata olmaz lakin yapılmak istenen hatadan öte, katmerli cehaletin zillet halidir.
Bizim kültürümüzde millet kavramı çok eskilere, millet-i İbrahim’e dayanır. Millet-i İbrahim mensupları Hanif dininin salikleridir. Yani Tevhit ehli (Bir olan Allah’a iman edenler).
Batılılar, bizdeki köksüzlerden daha bilinçli ki Türk dendiğinde Müslüman anlarlar!
Nitekim bir imparatorluk bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş anlaşmasını belirleyen Lozan’a göre de Türkiye sınırları içinde yaşayan tüm Müslümanlar (Türk, Kürt, Çerkez, Abaza, Gürcü, Arnavut, Boşnak, vb.) asli unsur sayılmış, Yahudi (Musevi) ve Hıristiyanlar (Rumlar) azınlık olarak addedilmiştir.
Millet: kavim (Türk milleti, Alman milleti), topluluk (kâfirler tek bir millettir), sınıf, cins, taife (şoför milleti, kadın milleti), halk (Türk halkı), din (millet-i Resulullah), ümmet (İslam milleti, Yahudi milleti) gibi çeşitli manalara gelmektedir.
Millet mefhumunu, bunlardan yalnızca kavim (dil, din, gelenek, tarih, kültür, ideal ve vatan birliği olan topluluk) manasına indirgeyip, diğerlerini yok saymak, mantıkla ve tarihi gerçeklerle bağdaşmaz.
Ey izan, neredesin?!
.
Yalan devleti!
2 Şubat 2018
Meşhur hikâyedir: Gece gündüz sarhoş olan Bekri Mustafa, her gün değişik kılıkla dolaşırmış. Cübbeli ve sarıklı (imam kıyafeti) olarak giderken yolu, caminin bitişiğinde cenaze namazı için bekleyen kalabalığa çıkar. Bekri’yi imam sanan cemaat onu apar topar tabutun başına getirirler ve “Hadi hoca efendi, geç kaldık” deyip namazı kıldırmasını isterler.
Cenaze namazından sonra, hocanın (!) tabutu açıp, mevtanın kulağına bir şeyler söylemesi cemaatin dikkatini çeker. Meraklı birisi ne dediğine sorduğunda, Bekri Mustafa şu cevabı verir: “Öbür tarafa gittiğinde bu dünyanın halinden sorarlarsa, Bekri Mustafa’nın imam olduğunu söylersin, onlar gerisini anlarlar!”
Bekri Mustafa kendi imamlığından maada, bu günkü dünyada medeniyetin (!) temsilcisi olarak ABD’nin hallerini görseydi ne derdi acaba?
Belli ki dünyanın tek bir çivisi kalmıştı, onu da ABD çıkarıyor ve çıkaracak.
Dün (Soğuk Savaş dönemi), bu yalanlarla yatsıya kadar gidebilirdiniz ama bugün iletişimin baş döndürücü hızıyla birlikte yalanınız anında ortaya çıkıyor.
Dün yalan ortaya çıkıncaya kadar atı alan Üsküdar’ı geçiyordu. Bugün ise anında rezil ve rüsva olunup, yalanı yüzüne çarpılıyor.
Adalet mülkün (devletin) temelidir. Devlet adaletle ayakta durur ve adalet olduğu müddetçe yaşar. Zulüm payidar olmaz.
ABD’nin tarihteki zalimlerden farkı, zulmünü yalanlar üzerine kurmasıdır. Böylece aklı sıra, suret-i haktan gözükecek.
Dünya kamuoyunun gözünde en güvensiz ve dolasıyla en itibarsız ülke ABD’dir.
ABD, bu çukura ardı arkası kesilmeyen yalanlarıyla ve sürekli işlediği zulümleriyle düştü.
Onları itiraf etmeden ve herkesten özür dilemeden ve daha da önemlisi, yapmakta olduğu zulümlerden vazgeçmeden alnındaki kara lekeyi silemez.
Neymiş efendim; istikrarı temin maksadıyla Suriye’deymiş ve PKK/PYD’yi bu amaçla silahlandırıp eğitiyormuş. PKK/PYD ile İran’ı ve DEAŞ’ı dizginleyecekmiş. ABD, PKK/PYD’ye verdiği silahları Türkiye’ye karşı kullandırtmayacakmış.
Kendini akıllı, âlemi sersem sanmak buna denir işte! Bırakın Suriye’deki PKK/PYD’nin elindeki silahları, Türkiye’nin içinde savaşmakta olan PKK’ya 40 yıldır o silahları sen veriyorsun, sen!
Bunu görmediğimizi ve bilmediğimizi mi sanıyorsun ey ABD?!
Senin foyan yıllar öncesinden ortaya çıkmıştı ama sana karşı koyacak güç ve iradeden maalesef yoksunduk! Yıllar yılı birbirimizin yüzüne acıyla güldük; yalnızca dişlerimizi gıcırdatmakla yetinebildik!
Ama artık bıçak kemiğe dayandı ve ok yaydan çıktı!
Bunca zamandır ya sabır dedik; sabrın da bir sonu var. Zira bitmez tükenmez yalanlarınla ve düşmanca eylemlerinle sabır taşını çatlattın!
Türkiye’yi Irak’la ve Suriye ile karıştırdığına çok pişman olacaksın!
Unutma ki mazluma kefen biçenin ölümü korkunç olur!
.
Zor süreç
5 Ocak 2018
Numan Kurtulmuş Hoca’yla kültür ve turizm hakkında sohbet ederken, ister istemez eskilere daldık.
1946’da başlattığımız demokrasi hayatımızı üç hatta dört evrede değerlendirebiliriz. Sürünme, emekleme, adım atma ve yürüme şeklinde özetleyebileceğimiz maceramıza, koşmayı ekleyemezsek yarım kalırız. Bunu biz değil, demokrasiyle aramızdaki mesafe söylüyor!
Bir kısım aklıevveller, demokrasilerde seçim her şey demek değildir diyerek seçilmişleri hizaya getirmek istiyorlar. Doğru olan bu yaklaşımın bizdeki karşılığı nedir?
Bizde daha düne kadar, seçilmişler atanmışların vesayetinde idi. Şu halde seçimin ne menem şey olup olmadığına bakabilmek için, öncelikle onun bir şey olup olmadığına bakmak lazım!
Topyekûn siyaseti ‘dar alanda paslaşmaya’ mahkûm edip, onu bile on yıllık aralarla kesintiye uğratırsanız.
Başbakan asıp, idam ipini gelecek başbakanlarının gözünün içine sürekli sokarsanız.
Siyaseti ve siyasetçiyi ve hatta onu seçen halkı, sürekli aşağılayarak karalarsanız.
Demokrasi adına, daha çok alçak sürünmeye devam eder, ‘hiç’i hep, ‘hep’i hiç diye tartışıp durursunuz!
Bunca tarihi ve kültürel zenginliğe sahip olmamıza rağmen, bir türlü arzu edilen seviyeye gelemiyoruz.
Evet dünyada, hemen her alanda global savaşlar var, Türkiye de bundan nasibini fazlasıyla alıyor.
İçimizdeki kavgayı bitirmeden dışarıyla nasıl mücadele edebiliriz? Üst üste yaşanan krizlerle ülkemize yeterli sayıda turist gelmiyor. Bu duruma üzüleceğine sevinenlerimiz var; “Türkiye’ye gelecek turistlerin can güvenlikleri tehlikede!” diyen parti liderlerimiz var!
Yürümeye başlayan demokrasimizi el birliğiyle koşturmaya çalışacağımıza, içimizden birileri tekerimize sürekli takoz koyuyor!
Yılan hikâyesine dönen şu Taksim’deki AKM’nin serencamına bir bakın hele! Yıllar boyu havanda su dövdük; birbirimizi hırpaladık; elimize bir şey geçmediği gibi, biz AKM’ye, AKM bize bakıp durduk.
Geçen bunca yıl AKM’yi biraz daha çürüttü, sözde kavgasını verenler ise, ruhen ondan daha fazla çürüdüler!
Var olan üç kuruşluk enerjimizi de bu aymazlıklarımız yüzünden toprağa veriyoruz.
Turizmi merhum Özal’la tanıdık; malum, ondan öncesinde üzerinde döviz bulundurmak bile suçtu! Legal dövizi de sınırlı miktarda olmak koşuluyla ancak Merkez Bankası’ndan alabilirdiniz!
Merhum Özal’la başlayan turizm hamlelerini Sayın Erdoğan devam ettirdi.
Yaşanan bu zor süreçte Sayın Bakan, turizmde iki temel strateji benimsediklerini, bunların da ürün çeşitlendirilmesi ve pazar çeşitliliği olduğunu söyledi. Geleneksel pazarlar korunarak; Çin, Hindistan, Malezya, Endonezya, Japonya (bu beş ülke dünya nüfusunun yarısını oluşturuyor) gibi yeni pazarlara açılım gerçekleştirilirse turizmde hedeflenen 50 milyon turist, asla hayal değil.
Değil ama...
.
Tıynet bozukluğu!
13 Eylül 2017
Ta Osman-lı’nın gününden beri tevarüs ettiğimiz hastalıklı bir ruh halimiz var ve bu, bizde tıynet bozukluğuna sebep olmuştur
Ta Osman-lı’nın gününden beri tevarüs ettiğimiz hastalıklı bir ruh halimiz var ve bu, bizde tıynet bozukluğuna sebep olmuştur.
Siyaset iklimindeki bu dalgalanma yine Osmanlıdan devşirdiğimiz katı bürokrasiyle el ele vererek; Cumhuriyet kadrolarına yansımış ve bundan da tüm kurum ve kuruluşların çalışanları nasiplerini fazlasıyla almıştır.
Yetkinin veya olmayıp da vehmedilen yetkinin kibirle bezenmiş bu haliyle hemen her gün bürokraside karşılaşırız. Masanın duvar tarafında oturan, derhal kişiliğinden soyutlanır ve bambaşka bir kişi olur ve artık babasını bile tanımaz!
Siyasette ise bunun daniskası var. Makamdan ve unvandan şeref uman ve kibirli haliyle yanına kimseyi yaklaştırmayan ve hepsinden önemlisi topluma tepeden bakan ve dayatandan kime ne hayır gelir?
Hz. Mevlana bu tipleri köpek tıynetli olarak niteler; başıyla dikleşip havlarken, aynı anda kuyruk sallar (yaltaklanır). Eski tabiriyle söyleyelim: “Ma-fevkine mütebasbıs, madununa müstebit” yani, üstekine yaltaklanıp alttakini ezmek.
Bu kafa her şeyin iyisini ve doğrusunu kendisi bilir; bu kafaya göre halk cahildir ve hasta kabul edilmelidir; hastaya ilaç sorulmaz tatbik edilir. Şu halde cahil olan halkın doğruları olamaz ve ona bilmediği veya yanlış bildiklerinin doğruları (!) zorla da olsa dayatılmalıdır.
Bütün bu hoyratlıkları yapabilmek için halkı korkutmak ve sindirmek lazımdı; zorbalıkla bunu başardılar ve halkı istedikleri gibi eğip bükerek yönlendirdiler.
Bu kafa dün, halkın diniyle imanıyla oynadı ve okul kitaplarında şöyle dedi: “... Kuran, Allah tarafından gönderilmiş değildir. Muhammed’in insan olarak söyledikleridir. Onun bu söyledikleri de iki kısımdır; bunlardan Mekki olanlara bugün de itibar edilir ama Medeni olanlara itibar edilmez, edilmemelidir!..”
Dün bunları söyleyen, sözde dindar gözüken başbakandı (Ş. Günaltay).
Aynı kafa bugün yok mu zannediyorsunuz? Daniskası var ve üstelik hemen her yerdeler (siyasette, Diyanet’te, üniversitede, bürokraside).
Bu milletin tertemiz inancına atılan bu iftirayı Batılı müsteşrikler bile atmamıştır.
Demokrasi, insan hakları ve inanca saygı derler, oysa bunların hiçbirinin değil yanından, semtinden bile geçmemişlerdir.
Halk, otuz iki dişini sıkarak bütün bunlara sabretti ve sabrettikçe bilendi.
Dikkat ediniz! Halkımız, kendisine kaybettirilmek istenen değerlerinin davacısı olarak meydan yerindedir ve o dava bilinciyle hareket etmektedir.
İşte 15 Temmuz bu bilincin şahlanışıdır!
Siyasetçi de bürokrat da eskisi gibi at oynatamaz; oynatmaya kalkarsa kendisini oynatırlar!
Bu güne kadar davalı bilinen halk, bundan böyle davacıdır ve artık sanık ayağa kalkmalıdır!
|
Bugün 606 ziyaretçi (827 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|