|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İyi bir insan olmak için ne yapmak gerekir?
İyi bir insan olmak için, kâmil ya'nî olgun bir Müslümân olmak gerekir. Zâten Müslümân, iyi insan demektir. Allah indinde mü'min çok kıymetlidir. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, inananları şöyle ta'rîf etmektedir: "Rahmân olan Allahü teâlânın kulları, yeryüzünde gönül alçaklığı ile vakâr ve tevâzu ile yürürler. Câhiller, onlara sataşacak olursa, bunlara [sağlık ve selâmet sizin üzerinize olsun gibi] güzel söz söyler, [büyük bir yumuşaklık gösterirler.] Onlar geceleri secde yapar ve kıyâmda dururlar [namaz kılarlar.] Onlar, 'yâ Rabbi, Cehennem azâbını bizden uzaklaştır. Cehennem azâbı devâmlıdır ve çok şiddetlidir. Orası şüphesiz kötü bir yer ve kötü bir duraktır' derler. Bir şey verdikleri zaman, isrâf etmez, cimrilik de yapmazlar, ikisi ortası bir yol tutarlar. Kimsenin hakkını yemez, Allah'a şerîk koşmaz, Ondan başkasına yalvarmazlar. Allah'ın dokunulmasını harâm ettiği cana kıyıp haksız olarak kimseyi öldürmez, zinâ etmezler. Bunlardan birini yapanın, Kıyâmette azâbı kat kat olur, orada zelîl ve hakîr olarak ebedî bırakılır. Ancak Allah, tevbe eden ve doğru îmân eden, ibâdet ve faydalı iş yapanların kötülüklerini iyiliğe çevirir. Allah, afv ve merhamet sâhibidir. Tevbe edip, amel-i sâlih işleyen, Allahü teâlâya [tevbesi makbûl ve Onun rızâsına kavuşmuş olarak] döner. Onlar yalan yere şâhitlik yapmaz, faydasız ve zararlı işlerden kaçınırlar. Kendilerine âyetler okunduğu zaman, kör ve sağır davranmazlar, [dikkatle dinleyip bu âyetlerle kendilerine yapılması emredilen şeyleri yaparlar.]" [Furkân, 63-73] "MÜ'MİN GEÇİM EHLİDİR" Mü'minlerle ilgili hadîs-i şerîflerden bazıları da şöyledir: "Müslümân, elinden ve dilinden Müslümânların [diğer bir rivâyette: insanların] emîn olduğu kimsedir." [Buhârî] "Komşusu, kötülüğünden emîn olmayan, mü'min olamaz." [Buhârî] "Halkın elindekine göz dikmemek, mü'minin alâmetlerindendir." [Dârekutnî] "Mü'min akıllı, basîretli, uyanıktır. Her işte Allah'ın rızâsını gözetir. Acele etmez, ilim sâhibidir, harâmlardan kaçar." [Deylemî] "Mü'min geçim ehlidir. Arkadaşına râhatlık verir. Münâfık ise geçimsizdir, arkadaşına sıkıntı verir." [Dârekutnî] "Mü'min, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır." [Taberânî] "Mü'minin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar." [Deylemî] "Mü'min arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir." [Beyhekî] "Mü'min la'net etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz." [Hâkim] Kime, dînin emirlerini yapmak kolay gelirse, onun sâlih bir kimse olduğu anlaşılır. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: "Âhirete âit istediğine kolayca kavuşur, dünyâya ait olana kavuşman zorlaşırsa, bil ki sen iyi bir hâl üzerindesin. Bunun tersi olursa kötü haldesin." [Beyhekî] ALLAH'TAN KORKAN KİMSE Allah'tan korkan bir Müslümânın bazı vasıfları şunlardır: Allah'tan korkan bir kimse, O'nun emirlerini yapmaya, yasaklarından sakınmaya titizlikle çalışır. Allahü teâlânın, her ân kendisini gördüğünü ve bildiğini düşünerek hiç kötülük yapmaz. O'nun emirlerine sarılır; yasaklarından kaçar. Kimsenin mâlına, cânına, nâmûsuna göz dikmez. Hiçbir kimseye kötülük yapmaz. Kendine kötülük yapanlara sabreder. Yaptığı kusûrlara tevbe eder. Sözünün eri olur. Her iyiliği Allah için yapar. Çalışırken, alışveriş ederken, kimsenin hakkını yemez. Herkese iyilik eder. Şüpheli şeylerden kaçınır. Makâm sâhiplerine, zâlimlere yaltaklanmaz; ilim ve ahlâk sâhiplerine saygı gösterir. Arkadaşlarını sever ve kendini sevdirir. Kötü kimselere nasîhat verir; onlara uymaz. Küçüklerine merhametli ve şefkatli olur. Misâfirlerine ikrâm eder. Kimseyi çekiştirmez. Keyfi peşinde koşmaz. Zararlı ve hattâ faydasız bir şey söylemez. Kimseye sert davranmaz. Cömert olur. Mâlı ve mevkii herkese iyilik etmek için ister. Riyakârlık, ikiyüzlülük yapmaz. Kendini beğenmez. İşte, Allah'tan korkan kimseler âilelerine, milletlerine, ülkelerine faydalı olurlar.
19.11.2011
Kâmil insan nasıl olur?
Makâlemizin hemen başında belirtelim ki, eğer bütün insanlar, İslâm ahlâkı üzere yaşasalar, dünyâda ne kötülük, ne hîle, ne savaş, ne şiddet, ne de zulüm kalır. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî; ferdlere, âilelere ve cemiyetlere bu kadar faydalı hiçbir dîn yoktur. Bu dînin esâsını anlayan, seven ve uygulayan bir kimse, dünyâ ve âhirette mes'ûd, bahtiyâr, mutlu olur. Bunun için, mükemmel bir insan olmaya gayret etmek lâzımdır. İslâmın güzel ahlâkı hakkında İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: Her binânın bir temeli vardır. İslâmın temeli de güzel ahlâktır. Güzel ahlâk kısaca; güler yüzlülük, cömertlik ve kimseyi üzmemek demektir. Güzel ahlâkın en azı, meşakkatlere göğüs germek, yaptığı iyiliklerden karşılık beklememek, bütün insanlara karşı şefkatli olmaktır. Güzel ahlâk, Yaratan'dan dolayı, yaratılanları hoş görüp, onların eziyetlerine sabırdır. Bir Müslümâna çatık kaşla bakmak harâmdır. Güler yüzlü olmayan, mü'min sıfatlı değildir. Herkese karşı güler yüzlü olmalı. Kısacası Müslümân, hasreti çekilen insân demektir. Zâten iyi insan da, iyi ahlâklı insan demektir. GÜZEL AHLÂK HAKKINDA... Bu konuda birçok hadîs-i şerîf vardır; yerimizin müsâadesi ölçüsünde birkaçını alalım: "En iyi kimse, huyu en güzel olandır." [Buhârî] "Sizin îmânca en güzeliniz, ahlâkça en güzel olanınızdır." [Hâkim] "Ben, güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim." [Beyhakî] "Dîn, güzel ahlâktır." [Deylemî] "Güzel ahlâk, senden kesilen akrabânı ziyâret etmek, sana vermeyene vermek, sana zulmedeni affetmektir." [Beyhakî] Bir kimse, Resûlullah'tan nasîhat isteyince: "Gazaplanma yani kızma, sinirlenme, hiddetlenme, öfkelenme" buyurdu. Birkaç kere sordu, hepsinde de "Kızma, sinirlenme" buyurdu. (Buhârî) Makâlemizin başlığında geçen "insan-ı kâmil yani mükemmel insan olma" konusu, sadece günümüzün konusu değildir. "Mükemmel insan nasıl olur?" sorusuna âlimler, mükemmel insanın bazı vasıflarını sayarak şöyle cevap vermişlerdir: Kâmil insan, ana-babasına, hocalarına, âmirlerine karşı saygılıdır. Âilesini, milletini ve vatanını sever. Hiç kimsenin canına, malına ve ırzına tecâvüz etmez. Hasetçi değildir. Başkasının zararına sevinmez. Onlara karşı kin beslemez. Üç günden fazla dargın durmaz, küsmez. Büyüklenmez, son derece mütevâzı, alçak gönüllüdür. Kendisine başvuran herkesi dinler ve imkân buldukça yardım eder. Vakârlı, kibâr, ağır başlı, haysiyetlidir. Güler yüzlü, tatlı dilli, doğru sözlüdür. Yumuşaktır, fakat pasif değildir. Vara-yoğa kızmaz; kızsa da zararlı iş yapmaz. Cömerttir, cimri değildir. Dedikodu etmez, sû-i zanda bulunmaz. Hâinlik etmez. Sahtekâr değildir. Sözünde durur, kimseyle alay etmez, onlara zulmetmez. Fitne çıkarmaz, özür dileyeni affeder. Vaktini boşa geçirmez. Lüzûmsuz şeylerle uğraşmaz. Ancak faydalı şeylerle meşgûl olur. Kumar oynamaz, sarhoş olmaz, içki içmez, uyuşturucu kullanmaz, yalan söylemez, hırsızlık, gasp yapmaz, haksız yere adam öldürmez, hattâ hiçbir canlının cânına kıymaz, kimsenin hakkına tecâvüz etmez..... [Bu cümleleri çoğaltabiliriz, ama makalemizin hacmi buna kâfî gelmiyecektir. Bu bakımdan biz burada "zikr-i cüz' irâde-i kül" ya'nî parçayı zikredip bütünü kasdetme kâidesini uygulayalım ve bu kadarcıkla yetinelim.] SEVECEĞİN KİMSEYİ İYİ SEÇ!.. Hadîs-i şerîfte: "Kişi sevdiği ile berâberdir" buyuruluyor. Bu dünyâda kimi seversek, âhirette onunla beraber olacağız. Onun için dâimâ iyi kimseleri sevmeye ve onlarla beraber olmaya gayret etmelidir. Allahü teâlânın sevdiği şeyleri ve kimseleri sevmek, sevmediklerini sevmemek, îmânın alâmeti ve temelidir; bu hâl, bizim de yüce Allah tarafından sevilen insanlardan olmamızı sağlar. İslâm âlimleri buyuruyorlar ki: "İnsan, seveceği kimseyi iyi seçmeli, ona göre sevmelidir." Bunun için, İslâm büyüklerinin şu tavsiyeleri son derece önemlidir: Her gün Ehl-i Sünnet âlimlerinin, Evliyânın, Allahü teâlânın dostlarının kitaplarındaki sözlerinden, hayâtlarından, menkıbelerinden bazı kesitleri okumalı. İslâm büyüklerini, Ehl-i Sünnet âlimlerini sevmek, anlatmak ve sevdirmek bir Müslümânın en önemli şiârı olmalıdır.
22.09.2012
İnsân-ı Kâmil
İbn Arabi ve Mevlana'ya göre İnsan-ı Kamil
Osman Nuri Küçük, İnsan-ı Kamil isimli kitabında tasavvufun en esaslı meselelerinden birini, İbnü'l-Arabi ve Mevlana'nın iki önemli eserinden hareketle irdeliyor
İbn Arabi ve Mevlana'ya göre İnsan-ı Kamil
İSLAMDA OLGUN İNSAN (İNSAN-I KAMİL). Dr. HÜSEYİN ATAY. İslâmiyet yalnız bir din değildir, çün
İnsan-ı Kamil - Fihrist - Okyanusum.com
okyanusum.com/e-kitap/insan-i-kamil/insan-i-kamil-fihrist/
İnsan-ı Kamil – 64 / 1. Bölüm (İbadetlerimiz). İnsan-ı Kamil Abdûlkerîm Ceylî Bu eserden beklenen odur ki; Salik için , en yüce refikîne .
İnsan-ı Kamil – Fihrist
15 Eylül 2010 İnsan-ı Kamil 7,421 Views
Giriş – İnsan-ı Kamil – Abdûlkerîm Ceylî
8 Ağustos 2010 İnsan-ı Kamil 1,403 Views
İnsan-ı Kamil Abdûlkerîm Ceylî
Bu eserden beklenen odur ki;
Salik için , en yüce refikine ileten ola..
Ama, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..
GİRİŞ
“Allâh” adı ile kaim olan o yüce Zat’a. Hak ettiği şekilde hamd olsun..
İşbu yüce Allah; Zatının hakkına ve hükmüne göre: Her kemâlde tecelli eyledi..
Celâl beni noktasını, cemâl harfleri noktasına yerleştirdi..
Hem de noktasız olarak..
Mabuda yapılan sena yolu ile, zatını övgüsünü duydu.. Nasıl duymasın ki;
Hamd eden, hamd ve hamd edilen kendisidir…
İşbu yüce Allah: Kayıtsız şartsız, mutlak varlığın hakikatıdır..
Hak ve halk ismi ile yad edilen müsemmanın kimliği ondadır..
İşbu yüce Allah: Bu zahir alemi, Adem sureti üzerine sınırladı..
Kâinat, kelimesinin; sözünün ve vasfının manasıdır..
Bu benzeri olmayan eşsiz sanat eserlerinin suretlerine bir ruhtur..
Her aydınlıkta, onun cemal yüzünün nuru parlar..
Zat’ı için nasıl gerekirse.. O şekilde bir cemâl sahibidir.. Her iyiyi ve güzeli
kapsamına alan bir kemale sahiptir..
İlk yaratılışa bir öz çekirdek olan cevherlerin de, bu cevherlere sonradan ilişen
arâzların da hakiki yüzüne bir varlık olan zattır..
Varlığın da, yokluğun da kimliğini taşır..
Babanın da oğulun da benliği ondadır..
Sıfatları ile, cümle güzellikleri şümulüne aldı. Zatı ile, cümle kemâlleri özünde topladı..
Güzellikleri: Safha safha, sıfatları yanaklarında kendini gösterir..
Zatından gelen sesle: Kayyûmiyet sıfatına istikamet çizdi..
Durum ki, yukarıda anlatıldığı gibi oldu, sessizler konuştu:
– O, kendilerinin ayn’ıdır..
İyilikler de kötülükler de şehadet getirdi:
– O, kendilerinin süsüdür..
İşbu yüce Allah: Sayılırda bir oldu..
Azâmeti ile: Ezellerin ve ebedlerin ferdiyetini aldı.. O kadar ki:
Tenzih edilmekten yana münezzehtir..
Temsilden, teşbihten yana mukaddestir !
Birliğinde sayıya gelmez; büyüktür..
Büyüklüğüne hudut çizilmez; Azîz’dir..
Onun üzerine, bir keyyimiyet ölçüsü vurulup:
– Ne kadar?.
Gibi bir soru vakası olamaz..
Onun için, bir şekil ve bir keyfiyet de düşünülemez.
– Nasıl?.
Denemez.. Bir yer tahayyül edip:
– Nerede?.
Sözü edilemez..
İlim onu ihatasına alamaz.. Göz onu idrâk edemez..
Hayatı, hayat varlığının özüdür.. Nefesidir.. Nefsidir..
Zatı, sıfatların ötesinde kaim olan varlığın aynıdır..
En yükseklerde, onun öncülüğü görülür.. En altlarda, yine onun önderliği vardır..
Evvellerin de, ahirlerin de ayn’ıdır..
Yüceliğine, yüce kemal durumunu kabul eden bir varlıktır..
Sonsuz azametin menşei O’dur..
Onun eşyaya hayat verisi: Varlığa ilim kaynağı oluşudur.. Bilgi merkezidir.
Onları bilmesi: Her gizliyi ve aşikareyi görüp idrak mahallinde olmasıdır..
Onları görmesi: Onların kelamını baştan duymasıdır..
Onun duyması ise.. zatının bir iktizasıdır..
Durum ki anlatıldığı gibidir; Onları nizama sokması hakkıdır..
Onun iradesi; Açık, parlak kelamının merkezidir.
Kelamı ise; Kadir sıfatının menşeidir..
Onun bekası; Ademin -yokluğun- batın durumları ile .. varlığın zuhur hüviyetidir..
Onun uluhiyeti; Mabudun izzeti ile, abidin zilleti arasını birleştirmektir..
İhata edici sıfatı ile: Ferdiyet vasfını aldı..
– Ve bir oldu.. tek oldu..
Babası yoktur; oğlu yoktur; ortağı yoktur..
Zatını, azamet ve kibriya sıfatı ile örtüledi..
Mecid ve baha gömleğini giydi..
İşbu yüce Allah; Anlatılan vasıfları icabıdır ki; her harekette, hareket edenle hareket etti..
Her sakin duranın sükunu ile sakin oldu.. Ama hululsüz..
Zatına ait her makamda, halkın her çeşidinde; İstediği gibi zuhur eder..
Hak ve halk olarak her manada sıfat aldı..
Zıtların bütün çeşidini zatı ile cem etti..
Bütün sıfatları vahidiyet sıfatı ile şümulüne aldı..
Yücedir Allah.. hem de mukaddes..
Özellikle kendilerine ihtiyaç duyulan zevclerden ve ferdlerden..
Zira onun tekliği, bunlara manidir..
Onun ahadiyeti, aynen kesretidir de..
Onun gizliliği, birleyiş izdivaçlar meyanında sayılır.. Hatta ayn’ıdır..
Tenzih sergisi, teşbih terkibinin kendisidir..
Zatında yüceliği:
– İzzet nişanına sahib..
Namının kimliğidir..
Azametini, ilimler kavrayamaz..
Celalinin özünü, fehimler idrak edemez..
İlim sahibi; O’nu idrakten yana aczini itiraf etti..
Akıl; Ulaşması babından onun bağına döndü. Hem de; Ondan ayrılıp
bölünmekten yana eli boş olarak..
Gerekli olan vücub, gerekli olmayan cevaz dairesi:
Açık söylenen sözlerde ve yapılan beyanların noktasındadır..
İmkan hüviyetinin bir yanı; Gayeyi anlamak ve tam sehadetgahtadır.. Bir de;
Cevherin ve arazın zarfındadır..
O’na Dâir Hayat; Bazı müşahadelerin doğuşu ile başlar..
Bitkiler olsun, canlılar olsun.. O hayat eserinin inişi ile, alametleri belirir..
Bir denizdir ki; Ulvi ruhaniyetler gelir.. Hem de, sultanın yüce köşküne..
Şeytanın ve hevanın düştüğü bahçeye..
İman ve idrak nurunun beyazlığı, şirk ve küfür karanlığını yok eder.
Allah adı ile kaim olan o yüce zata. Hak ettiği şekilde hamd olsun..
Hüda alnının sabahı, şaşkınlık ve ‘Amâ’ gecesi; ezelin ve sonradan olmuşların aynasıdır.
Azabın ve nimetin parlak nişanıdır..
Yüce Allah’ın eşyayı kuşatması; Onların zatı oluşudur..
Öyle bir zat ki; Sıfatları onu kavramaktan yana güçsüzdür..
Evvelliği için bir evvellik düşünülemez..
Ahiri için de bir son düşünülemez..
Ezeli bir kayyumdur..
Ebedi bakidir..
Bu varlıkta; Bir zerre dahi kıpırdayamaz.. Ancak onun arzusu, onun kuvveti ve onun
kudreti ile kıpırdar.. hareket eder.. canlanır..
Olanı ve olacağı bilir.. İşin önünden taa, sonuna kadar..
Şehadet ederim; Allah’tan başka ilah yoktur..
Öyle bir Allah‘tır ki; Bütün bu ibarelerden ötededir.. üstündür.. Kısaca; O,
bu ibarelerle anlatılamaz..
Münezzehtir.. Mukaddestir.. Onun varlığı; Ne sarih ifade, ne de muammalı işaretlerle
anlatılabilir..
Burada; Ona delil olsun, diye yapılan her işareti; Onun hakikatından bir perdeyi
açsın diye yazdım.. Bu da, ancak temsil yollu oldu..
Hangi ibare ki; Ona vardırır, ümidiyle getirildi; nice nice onu anlatmaktan uzaktır.
Ona vardıran asıl yoldan alır.. Hem de sürratle..
Ve o; Zatını bildiği gibidir.. Amma nasıl gerekli ise.. Nasıl iktiza ediyorsa..
Bizzat o; Her yönüyle, kemal vasfını haizdir.. Hem de yeteri kadar.. Varlığına ne kadar
kemal vasfı gerekse o kadar..
Resulüllah S.A. efendimiz için de, aynı şehadetimi tekrar ederim..
Yüce Allah‘tan ona selat ve selam olsun..
Şöyle ki;
O, ademoğlu ferdleri arasında, yüce Hakkın zatına davet edilen ve vasıl olan tek ferddir..
Allah‘ın kuludur.. Kendinden önce gelen resullerin şeriatını silip, yeni bir şeriatla gelen,
Allah‘ın muazzamResulüdür..
Yeni bir şeriatla gelmeyen, kendinden önce gelen resullerin yolunu izleyen nebiler arasında da;
Allah‘ın en çok keremine nail olan, Allah‘ın bir nebisidir.. Zatı için bir ridadır; perdedir..
Zatına delalet eden, üstün bir nişanıdır.. alametidir.. Varlığına kavuşmakta en kıdemli olandır..
Ona vardıran yolun en sağlamıdır..
Sonra o;
Hakkın zatına parlak bir aynadır..
İsimlerin ve sıfatların son derecede tecellisine bir zuhur yeri olandır..
CEBERUT, nurların bir geliş yeridir.. (CEBERUT: Ebu Talib-i Mekkiye göre; Azamet alemidir..
Yani; İsim ve sıfatlar alemi.. Fakat çoğunluk şu fikirdedir; Orta alemdir.. Yani; Berzah..
Toplu olarak bütün işlerin içinde durduğu alem..)
MELEKUT, sırlarına bir konak yeridir.. (MELEKUT; Ruhlara ve nefislere has olan gayb alemi..)
LAHUT, hakikatlerinin toplandığı bir merkezdir.. (LAHUT; Melekiyet.. Yani; Melekler alemi..)
NASUT, inceliklerinin bir kaynağıdır.. (NASUT; İnsaniyet.. Yani; Bu insanlık alemi..)
Sonra O’dur;
Cibril’in ruhu ile üfleyen..
Mikail’in sırrı ile ihsanlar yağdıran..
Azrail’in kahrı ile yüzüp gezen..
İsrafil’in toplamasına yönelen.. ilk koşan..
.. Ve O’dur;
Sidrelere münteha.. son yolcu.. son yolcu ve.. son yolculuk..
.. Ve isralar köşküne refref olan O’dur..
Hebanın da, tabiatın da, heyulası O’dur..
Üluhiyet atlasının felekidir..
Rububiyet övcü burcunun bir mıntıkasıdır..
Yükseklik ve terakki övülmesinin semalarıdır..
İlmin, dirayetin güneşidir..
Kemal halinin nihayetinde, mehtap safasının ayıdır.. kameridir..
Seçilme ve hidayet yolunda, yön gösteren bir yıldızdır..
Dilek hararetinin ateşidir..
Gayb ve şehadetin ki; Görünen ve görünmeyen hayatın suyudur..
Rahmet ve rübubiyet nefesinde esen bir saba rüzgarıdır..
Zillet ve ubudiyet yerinin billur saksısıdır..
Seb-i Mesânî’nin sahibi, birinci ve ikinci derecedeki füyuzat kapılarının anahtarına sahiptir..
Cemal ve celal sıfatlarının bir iktizası olarak Kemal sıfatının mazharıdır..
Hoş manaya bir ayna, Y üce nâm’a tecelligah;
Tatlı bir kaynaktır, kemal makamında cilvegah.
Güzellik semasının kutbu, oranın güneşi;
Hiç de sönmez o oldukça doğuşa bir karargah;
Tümden kemal, bir hardaldan ibaret ona göre;
Ki dağılışta onun güzelliği bir nazargah..
Ona salat ve selam..
Hallerinde yerine kaim olan ashabına da, ali’ne de salat ve selam.. Kaldı ki; Bunlar,
Resulullah S.A. efendimizin, sözlerinde ve işlerinde nöbet makamına nail olan vekil oldular..
Şehadetimi tekrarlarım;
Kur’an Allah kelamıdır.. Onun kapsamına giren manalar da haktır..
Onu; Ruh-u emin olan Cebrail, Nebilerin ve Resullerin sonuncusu olan
en büyük Nebî/Rasûl’ün kalbine indirmiştir..
Tekrar şehadet ederim ki;
Nebî/Rasûl haktır.. Onlara gelen kitaplar doğrudur..
Bütün bunlara iman etmek kesin olarak vaciptir..
Kabir, Berzah, azab olacaktır..
Kıyamet de gelecektir; ki ona, şüphe yoktur.. Ve Allah; Kabirdekileri diriltecektir..
Tekrar şehadet ederim ki;
Cennet haktır.. Cehennem haktır..
Sırat haktır..
Neşir gününün hesabı haktır..
Tekrar şehadet ederim ki;
Allah hayrı da şerri de diler..
Kırmak ve zorlamak, onun eli ile olur..
Hayr; Onun dileği, kudreti, rızası ve hükmü ile olur..
Şer; Onun dileği, kudreti, hükmü ile olur; ama buna rızası yoktur..
İyilik; Allah’ın kuvveti ile hidayeti ile olur..
Kötülük onun hükmü iledir.. Kulun şumluğu ve azgınlığı sebebi ile gelir..
Edeb icabı şu manaya dikkat;
“Sana bir iyilik gelirse.. Allah’tandır.. Bir kötülük isabet ederse.. nefsindendir..
De ki; Hepsi Allah’tan..” (1/79)
Vücud ondan başladı ve.. emri olduğundan yine ona dönecektir..
Besmeleyi çektik.. Allah’a hamd ettik.. Resulullaha salat ve selam getirdik..
Şehadet de getirdik..
Şimdi GİRİŞ kısmında anlatacağımız mevzua girebiliriz..
Şimdi iyi dinle;
İnsanın kemal derecesine erip ergin bir kimse olması; Allah‘ı bilmesine bağlı olduğuna göre..
Keza insanın fazileti; Cinsi izinde, onun kapsadığı manadan kazancı kadar olacağına göre..
Evet.. Böyle olacağına göre; Marifet duygularının elde edilmesi gerekir..
Tahkik sonunda elde edileceği kesin olan marifet duygularına gelince;
İlahi bir ilhama ve onun vereceği başarıya bağlıdır..
Fakat.. fakat.. orası bir başka bölgedir ki, manasını şu âyet-i kerimenin derinliğinde bulur;
– “Emniyet telkin eden, saygıdeğer bir yerdir.. İnsanlar onun çevresinden uzaklaştırılır..”
(29/68)
Amma neyle?.
Evet, neyle uzaklaştırılır?. Şununla; Bir sürü engeller ve oyalayıcı şeylerle..
Sonra oranın hali yerleri, sahilleri; Bir sürü kaya ve kaydırmacılarla doludur..
Denizlerine gelince; Helak ve boğulmacalarla doludur..
Bu arada onun yolu; İnce bir kıldan daha incedir.. Keskinliğine gelince;
Keskin bir kılıçtan da keskindir..
Durum anlatıldığı gibi olunca; Yolcunun böyle bir yolda yürüyebilmesi..
ama tam olarak.. dürüst bir şekilde imkânsız gibidir..
Durum yukarıda arz edildiği gibi olunca, ister istemez sorulacak;
– Pekâlâ.. O halde bu yola nasıl girilecek?. Nasıl yürünecek?..
Ve düşüneceksiniz değil mi?.. Nitekim ben de düşündüm..
Düşündüm ve bir kitap yazdım..
Öyle bir kitap ki; Hakikat güneşi gibi parlak..
Açık, belli bir işleme tabi tutulan ve tam bir tetkik mahsulü..
Bu eserden beklenen odur ki;
Salik için, en yüce refikine ileten ola.. Amma, ince, düşünceli, nazik, kibar arkadaş gibi..
Emelim o ki; Bu kitap, bu yolları taleb edenler için, şefkatli bir kardeş gibi olacaktır..
Evet.. Böyle olması icab eder ki; Issız vahalarda, kimsesiz kaldığı zaman,
onunla ünsiyet edebile..
Onun gizli talimgâhına gire, başını onun sinesine yaslayıp kala..
Onun irfan duygusu aşılayan aydınlığı ile, sönük köşesini, bilinmeyen karanlıklarını
aydınlatmaya baka.. Bu işin başka çaresi yoktur..
Sebebine gelince; Artık müridlerin kalb semalarındaki cezbe güneşleri kalmadı..
Yolcuların felek semalarında, mehtap safaları getiren dolunay kalmadı..
Bu yolu kasd edenlerin himmet bağlarındaki azimet yıldızları battı..
İşte.. Anlatılan manâların bir icabıdır ki; O âlemin denizinde yüzenlerin kurtulma ümidi azaldı..
Onun sahillerinde gezenler için de, necat ümidi pek kalmadı..
Neden böyledir? Hepsi nasıl anlatılsın?. Anlatılamaz; zira:
Anlatılanlar dışında menziller var yücesine;
Önemlileri: Sarmıştır dehşetler büyücesine..
Kılıçlar var ki, beyaz beyaz yeşil yeşil;
Mızraklar sanki zulüm yüklenmiştir güçlücesine..
İşbu halet içinde kitabı tamamladım: Açık bir keşif üzerine..
Ve.. ondaki meseleleri güçlendirdim; Sağlam kaynaktan gelen haberlerle..
Ve ona bir isim verdim;
EL-İNSAN’ÜL-KÂMİL Fİ MARİFETİL-EVAHİRİ VEL-EVAİL.
(EVVELLERİ VE AHİRLERİ BİLMEKTE İNSAN-I KÂMİL.)
Bu eseri yazarken ve yazdıktan sonra, bazı haller geçirdim ki:
Onları da burada anlatmak isterim..
Bu eserin telifine başladım.. Bazı beyanlar ve tarifler yapıyordum..
Bunları yaparken, hatırıma gelen şu oldu: Bu işi bırakayım..
Bunlar birer birer tahkik gerektiren meseleler olması hasebiyle, saygı göstermek istedim..
Tetkik sonunda, bana ihsan edilenin yayımını azaltmak diledim..
İşbu düşünce iledir ki: Eseri parçalamak istedim.. Bütün gayretimi bu yola verdim..
Başladım onu darmadağın etmeye.. Bütün bölümlerini dağıttım.. Bu bahsi kapadım..
Birbirinden ayırdım; Pare pare ettim.. Hiç bir işe yaramaz hale getirdim..
Bundan sonradır ki; Onun güneşi battı; gitti.. Onun güzel yüzüne perde çekildi..
Unutulup giden bir şey oldu.. Yaramaz.. hiç bir işe yaramaz saydım..
Bir zaman sonra, işin rengi değişti.. Bir hayır olarak ortaya çıktı..
Böyle yazılıp dururken bir hayır oluşu ortaya çıktı..
Şu ayet-i kerimeyi okudum;
– “İnsan üzerinden öyle bir zaman geçti ki; O zamanda o, anılan bir şey değildi..” (76/1)
Sanki yoktur hacun ile safa arası;
Ne Mekkede yoldaşı ne seyir safası..
İşte; bütün bu istihalelerden, değişen hallerden sonra.. Cenab-ı Hak bana,
bu eserin açıklanması emrini verdi..
Açıktan anlatılması gereken bölümleri ile, kapalı ifade edilmesi gereken kısımları aydınlattı..
Ayrıca umûmi bir fayda sağlayacağı yönünden vaadde de bulundu..
Aldığım emirlerle vaadler, uyulması icap eden çeşittendi.. Bu sebepledir ki;
– Baş üstüne..
Deyip, eserin, yeni şekli iel telifine hemen başladım..
Anlatıldığı şekilde de, Cenab-ı Hakka tevekkül eyledim..
Evet.. işte ben; Onun ezeli olan kocaman kadehi ile içirmekteyim..
Ama ALİM ismi kâsesine dalıp çıkararaktan..
Ama kimlere?. Haliyle herkese değil.. İman ve teslim ehli olup, bu şarabı içmeye
ve sindirmeye güçlü olanlara..
Bu, öyle bir şaraptır ki; İkram sahibi olan candan gelir; emilircesine de içilir..
Bu öyle bir şaraptır ki; Yoku da varı da sarhoş eder..
Bir geçmiş ki, bıraktı güneşi, karanlık geceyi;
SÜHA belirdi, sabah aydınlandı çöz bilmeceyi..
Soyun bu vasıflardan latif bir şemaile bürün;
Ama şümullü bil, zamandaki ince kesmeceyi..
Kadehten geçersen taa, yüce menbaına kadar;
Dönersin, döndükçe zaman, öğrenirsin zemzemceyi..
Ve, niceleri bağlandı kaldı süslü atkısında;
Bağlar Allah’ın mülküdür emr gösterir en yüceyi..
Nice fakir vardır ki, sözü kendini kul eyledi;
Başladı varda yokken, öğrendi ilerlemeceyi..
Nice cahil vardır ki, kokuları onlara vardı;
Ve.. haber verdiler hem iblisceyi, hem ademceyi..
Nice susanlar vardır ki, dinledim haberlerini;
Arşta izzet ikram gördüler ondan yücelmeceyi..
Onun kadehinin gözüne bir kez nazar eylesen;
Yapmazsın artık bilmediğine sürme çekmeceyi..
Bu bir nur güneş sayılır, belki de gece zulmeti;
Bir yüce hayrettir ki, öğrenirsin çekişmeceyi..
Bir nurdur ama ona göz yok, ona bir ışık da yok;
Bir güzel var, yüz yok, yüz vardır neyler öpülmeceyi..
Bir burun var, koku yok ve bir kokudur ki yayılmaz;
Bir şarap.. Yok bardağı ve bulmuş mühürlenmeceyi..
Ey yakınlar, tutunuz onun yüce kadehlerinden;
Emniyet emelleridir, yücel gör büyümeceyi..
Allah için, yüce şanı hakkına ihmal etmeyin;
Ne tad.. Onu bırakan görür nedamet etmeceyi..
Nolurdu ondan tad alanlar kardeşim olsalardı;
Selâmım onlara.. Selâm bilir teslim etmeceyi.
.MUKADDİME
Rahman ve Rahim olan Allah adı ile başlarım..
Hamd.. Tek olan Allah’a mahsustur..
Salât ve selâm; Kendisinden sonra bir peygamber gelmeyecek olan büyük Resûle..
Bu eserin meydana gelmesinden beklenen; Cenab-ı Hakkın marifeti olduğuna göre;
Bize düşen, mukaddes ve yüce olan Cenab-ı Hak üzerine konuşmak olacaktır..
Ama önce onun isimleri yönünden gideceğiz.. Çünkü; Ona delil olan isimleridir..
Daha sonra vasıfları cihetine yöneleceğiz.. Çünkü; Zat-ı İlâhi’nin kemâl derecesi çeşitleri oradadır..
Kaldı ki; Cenab-ı Hakka has mahallerde, ilk zahir olan sıfatlarıdır. Zuhurlarda, sıfattan sonra, ancak zat gelir..
Bu itibarla: Mertebe cihetinden; sıfatlar, isimlerden daha yüksektir..
Zat üzerine sarf edeceğimiz kelâmı; Esma ve sıfatlardan sonraya bırakacağız.
Haliyle bu bölümdeki konuşmamız, bu aleme has olan ibarelerin tahammülü kadar olacaktır..
Durum böyle olunca; Konuşmalarda sofiyenin kullanmakta olduğu kelâm derecesine inmemiz gerekli olacaktır..
Bu arada bazı açıklamalar da yapacağız.. Haliyle; Lüzumlu olduğu ve ihtiyaç duyulduğu yerlerde..
Ta ki; Bakıp okuyana kolay anlama durumu hâsıl ola..
Bazı sırlara karşı da açıklayacağız.. Ki onlar, İlmi; Kitaba yerleştiren zatın yazmadığı meseleler olacaktır..
Ki onlar; Yüce Hakkı bilip anlama ile ilgili işlerdir.. Mülk ve melekût alemini anlamaya yarayan mevzulardır..
Bütün bunları anlatmaya çalışacağız.. Ama: Mevcud olan işaretli ifadelerle..
Bağlı remizleri nükteleri ancak bu yoldan bileceğiz..
Bu arada isleyeceğimiz yol; Saklamakla, açmak arası bir ifade tarzı olacaktır..
Bu haller içinde bir tercüman olacağız ki; Bazan yıkıp dağıtmak, bazan da yapıp onarmak
durumu meydana çıkacaktır..
Ta ki; Düşünce gücünü kendinde bulan, tam manası ile düşünebilsin..
Anlatılan manâlar arasında öyleleri vardır ki; Ancak kapalı bir ifade, ya da geniş manâlı bir işaretle anlatılabilir..
Böyle anlatılması gereken bir şey; Eğer açık bir şekilde anlatılacak olursa.. zihin kayar.. Esas mahallinden ayrılır; başka bir yöne gider..
Bu ise.. beklenen hasılatı getirmez.. Öyle ki; Arananın bulunması imkânsız hale gelir..
Bu durumİ İnce bir iştir.. Çoğu kez vukubulur..
Bu manâyı, –Nuh’un gemisi anlatılırken geçen- şu âyet-i kerime ile, daha iyi anlatabiliriz;
– “Onu levhalar ve çivilerle yapılmışa yükledik..” (54/13)
Görülüyor ki; Burada gemiden söz edilmiyor.. Ve o, Nuh’u yüklenen, aslında; Levhalarla,
çivilerle yapılan değildir.. O halde neyle?. Düşün..
Böyle olsaydı;
– Levhalarla, çivilerle yapılan gemiye yükledik..
Şeklinde bir ifade tarzı tercih edilirdi..
Şunu da bildirmem gerekir ki; Bu kitaba, Kur’an ve Resulullah S.A. efendimizin sünneti ile teyid
edilmeyen hiç bir şeyi almadım..
İş, anlatıldığı gibi olunca; Bu esere bakıp okuyandan bir dileğim var; Şayet, Kur’an’ı Kerim, veya
Hadis-i Şerif dışında bir sözümü görürse.. onunla amel etmeyi bıraksın.. Ve, o sözün, benim kasdım olmadığına, âyet-i kerime ve hadis-i şerifin manâ mefhumu içinde olduğuna inanıp teslim olsun; inkâr etmesin..
Ta, Allah-ü Teâlâ, o manâ yolunda kendisine bir kapı açıncaya kadar..
Burada inkâr yoluna sapmamanın ve teslim olmanın faydası şudur, O anlamadığı bir şeyi anlama
bereketinden mahrum kalmaz.. Şimdi anlayamadığını, belki de az zaman sonra anlar..
Sebebine gelince; Bizim bu bilgilerimizden bir şeyi inkâr eden kimse, onun aslını bilmekten yana mahrum kalır..
İşbu mahrumiyeti ise; İnkârı devam ettiği süre sürer.. Daha öteye geçemez..
Başka yolu yoktur..
Sonra, Onun vuslat tadı; Bu inkârı sebebi iel, ondan kesin olarak tamamen gider.. Hem de; İlk inkârı anında..
O kadar ki; Onu için artık iman ve teslim babında başka bir yol da kalmaz..
Burada önemli bir husus açıklamak isterim..
Bilesin ki; Hangi ilim olursa olsun; onu, âyet ve hadis teyid etmiyorsa.. o bir delâlettir..
Belki de hiç bir şey değildir..
Belki de öyle bir şey yoktur..
Ancak bu durum; Senin o manâyı değerlendiren, âyet ve hadisi bulamadığın için meydana gelmez..
Hemen her ilmin ; kendi özünde, âyet ve hadisle teyid edilmiş olması bir gerçektir.. Ancak seni o ilmi anlamaktan alıkoyan, istidadının azlığıdır.. Bu halin, o ilmi anlamana engel olur..
O ilmi, kendi gücünle almaya, onunla nimetlenmeye kalkarsın.. Ne var ki, böyle bir şeye; asla gücün yetmeyecektir..
Bu halini anlamadığın için, sanırsın ki; O ilmî konu, âyet ve hadise aykırıdır..
Şimdi sana bir tavsiye:
Böyle bir halle karşılaşırsan, teslim bayrağını çekmelisin.. asla, inkâr yoluna sapmamalısın..
Taa, yüce Allah elinden tutup seni, o ilmi anlayış makamına çıkarıncaya kadar..
Zira bu ilim; Bir varidattır.. Geliştir.. Ama; Sence yapılan bir şey olmadan..
Sana faydalı olacağı cihetiyle, aşağıda anlatılanları iyi dinle..
Zira bu anlatılanlar, ilmin geliş yollarını gösterecektir..
Sana gelecek ilmi varidat, şu üç yönün dışında değildir..
BİRİNCİ YÖN:
Bu, bir mükâlemedir.. Karşılıklı konuşma manasına..
Bu, senin kalbine gelir.. Fakat, Rabbanî ve melekî bir ihtarla.. İlâhi bir anı ile.. Ondan gelen bir tahrikle..
Böyle bir halin reddine, yollar kapalıdır.. Keza inkârı da imkânsızdır..
Çünkü Cenab-ı Hakk’ın, kulları ile konuşması, onlara yaptığı ihbarlar zatına has bir şekilde kabul edilmek zorundadır.. Böylr bir hali defetmeye, kabul etmemeye, hiç bir yaratılmışın gücü yetmez.. ama hiç bir zaman..
Ancak, zihne gelen her kelâmı bu manaya almamak veya;
– Bu Allah kelâmıdır..
Dememek için, alâmetlerini, işaretlerini bilmek icab eder..
O alâmetleri bildikten sonra: Duyan, mecburi bir şekilde anlar ve;
– Bu yüce Allah’ın kelâmıdır..
Der..
Meselâ O kelâmı duyan, her yanı ile duyar.. Tepeden tırnağa kadar.. Hiç bir şekilde o duyduğunu
belli bir yöne bağlayamaz..
Bir yönden duyup, diğer yönden duymamak olmaz..
Tek yönden duyulursa.. onun; Allah kelâmı olması imkânsız olur.. Çünkü o; Bir yöne mahsus oluyor,
başka yöne geçemiyor..
Görmüyor musun; Musa a.s. kendisine gelen hitabı ağaçtan dinledi.. ağacı dinlemedi..
O sesi hiç bir yöne bağlamadı.. Ağaca da bağlamadı.. Çünkü ağaç bir cihettir.. Yöndür..
Evet.. Rabbani ihtarın durumu budur..
Melekî ihtara gelince.. Kabûl yönünden Rabbanî olana yakındır..
Birincisi kadar kuvveti haiz değildir.. Ancak, kabul edilmesi itibari yönünden zaruridir..
Bu sırf Cenab-ı Hak’la mûkâleme değildir.. Demek oluyor ki; Varidat yolundan, Cenab-ı Hak’la
vasıtasız bir konuşma değildir..
Buna, yüca Hakk’ın tecellileri de karışır..
Özetleyelim; Her ne zaman ki, Cenab-ı Hakk’ın nurlarından bir kırıntı kula tecelli oldu..
Kul; İlk anda bir ilim sahibi olur.. Anlar ki; O bildiği, Cenab-ı Hakk’ın bir nurudur..
… Bu tecelliler değişmez.. Zata ait oluşu, sıfata ait oluşu, bilgiye ait oluşu hiç bir şey değiştirmez..
Hatta, aynı oluşu bile ayrı bir manâ taşımaz..
Hepsi odur..
Durum böyle olunca; Her ne zaman sana bir tecelli gelirse.. Ve sen de; Onu ilk anda Cenab-ı Hakk’ın nuru bilirsen.. amma sıfatının nuru, amma zatının nuru.. İşte tecelli odur..
Anla..
Zira bu öyle bir ummandır ki, sahili yoktur..
Anlatılan makamın altında bir de ilham vardır.. Bunun durumunu da biraz açıklamak icab eder..
İlham, daha ziyade işin başında olanlar içindir..
Bir müptedinin, henüz işin başında olanın, ilhamla amel etmesi, ancak ayet veya hadise dayandıktan sonra olur..
Âyet ve hadiste şahitleri bulunursa.. İlâhi bir ilham vasfını alır..
Âyet ve hadiste onu teyid eden bir mana olmadığı takdirde; İnkâr etmeden durmak, beklemek lâzımdır..
Daha önce de izah edildiği gibi..
Burada, durmanın faydası; Şeytanî bir şey olup olmadığını tam olarak tesbir edebilmektir..
Öyle ya; Şeytan müptedi olanın, henüz işin başında duranın kalbine bir şey atar ve onun ilham olduğunu
anlatmaya çalışır..
Durup düşünmek gerekir ki; Böyle bir şey olup olmadığı sezile..
Bu arada tam ve katıksız bir yönelişle, Allah-ü Teâlâya yönelmek icab eder..
Usulüne edebine, erkânına göre, ona tutunmak gerekir..
Taki; O âyet ve hadisle teyid edilemeyenin ne olduğunu Cenab-ı Hakk kendisine bildire..
İKİNCİ YÖN :
İlim alışın, bu yöndeki durumuna gelince..
Bu da, ehl-i sünnet ve onlara mensup olanların dilinden dökülen ilimdir..
Bu çeşitten bir ilmin de, âyet ve hadiste şahidini ve delilini bulursan; ondan murad ne ise, odur.. Daha ötesini
aramamak icab eder.. Ters bir durum meydana çıktığı takdirde kendini ondan çekmen gerek..
O beyan edilen şeye mutlaka iman etmesi imkânsız olanlar arasına gir.. Zaten başka türlü de olmaz..
Sebebi de; Akıl nurunun, iman nuruna galebe çalmış olmasıdır..
Burada da izleyeceğin yol; İlham meselesinde izleyeceğin yoldur..
Durup beklemekle, teslim olmak arası bir yola gir..
ÜÇÜNCÜ YÖN:
Bu derecedeki ilim, mutlak bir ilimdir.. Belli bir ciheti ve belli, sabit bir durumu yoktur..
Hem kabul edilebilir; hem de kabul edilmez.. İlle de kabul edilmeyecek diye bir zorlama yoktur..
Kabul etmemek de böyle..
İşbu şekilde gelen ilim çeşidi; Mezhep dışı kalan, bidat ehli arasına katılan kimselerden sadir olan ilimdir..
Aslında, bu çeşitten ilimler; atılmıştır.. Makbul sayılmazlar..
Ancak; Zirek, keskin akıllı bir kimse, keskin olarak, bütün çeşidi ile onları inkâr etmez.. Ama, her çeşidi ile..
O, eşit ilimlerin; Kitap ve sünnete uyan kısımlarını kabul eder, kitap ve sünnete uymayan kısımlarını da reddeder..
Ama her çeşidi ile..
Onların da, hemen hepsi kıble ehli sayılır.. Aralarında, ittifak halinde belirtilen meseleler azdır.. İster Kur’an’dan olsun; isterse hadisten.. Onlar, bir yönü ile kabul edilir, bir yönü ile de kabul edilmez.. Hemen hepsi, aynı yönde gider..
Onların ihtilaflarına konu olan meseleler, karşılıklıdır.. Bir manayı bazan ikinci bir mana gibi göstermeye benzer..
Bu çeşitten meseleler, âyetlerde de gelir; hadislerde de..
Bunlardan bir tanesi, HİDAYET işidir ki, şu âyet-i kerimelerle tesbit edilir;
– “Sen sevdiğini HİDAYET’e erdiremezsin.. Lâkin Allah dilediğini HİDAYET’e erdirir..” (28/56)
– “Gerçekten sen; Doğru yola HİDAYET edersin..” (43/52)
Görülüyor ki, bu âyet-i kerimelerde, hidayet iki şekilde anlatılıyor..
Onlardaki fikir çeşidi de bundan doğuyor..
Bir tanesi de;
– ÖNCE YARATTI.
Meselesidir.. Bullar da şu âyet-i şeriflerin manalarında görülür;
– “Allah aklı önce yarattı..”
– “Allah kalemi önce yarattı..”
– “Ya Cabir, Allah önce Peygamberinin nurunu yarattı..”
İşbu hadis-s şerifler de, ayrı ayrı düşüncelere, HİDAYET meselesi gibi yol açıyor..
Bütün düşünceler bir yana; biz kendi düşüncemize bir yön vermeliyiz.. Hiç birini inkâr etmeden,
en güzel şekle büründürmeliyiz.. Eksiksiz, tam ve umuma yarar bir şekilde..
İşi bu açıdan ele aldığımız zaman, anlattığımız gibi umuma yarar bir mana olursa.. kabul ederiz..
Ama, öbürünü de reddetmeyiz..
HİDAYET için, işimize yarayan şu fikir vardır;
– Resulullah s.a. efendimizin elinde olmadığı anlatılan HİDAYET, ancak Allah’ın zatına olan HİDAYET’tir..
Resulullah s.a. efendimizin elinde olan HİDAYET’e gelince, bu da Cenab-ı Hakk’a ulaştıran yolaHİDAYET’tir..
Yukarıda anlatılan üç hadis-s şerif için ise, şu mana verilmiştir;
– Bunlardan tek şey murad edilmiştir.. Ancak, nisbet edildikleri makama göre, ayrı ayrı sayılmıştır..
Tıpkı mirac işindeki; ESVED, LAMİ, BÜRAK gibi.. Bunların üçü de birdir ve adı HİBR’dir..
Bütün bu anlatılanlar, bir mesele idi.. Ve bunları bir MUKADDİME ile sana sunuyorum..
Hemen hepsini; Seni, mahcupların düştüğü vartadan çıkarmak için yazdım..
Demek istiyorum ki;
– Çok yüzler arasından sıyrılıp tek yüzü görebilesin..
…Ve bu kitapta benim dilimden dökülen, yüce Allah’ın yürüttüklerine marifet hali ile ersin..
… Ve böylece.. Hak erleri derecesine çıkasın..
Çıkasın.. Çıkasın ki; Bundan sonra anlatılacakları rahatlıkla dinleyesin.. Hele, İŞARET olarak aşağıda anlatılanları..
Ve.. anlayasın..
İşte, o işaretlerden biri.. Dinle.. ama, itirazsız.. Anladığını kabullen.. Kalanını da, sonraya bırak..
Tam anlayabilmek için, özünde bir zemin hazırla..
İşte anlatmaya başlıyorum;
Geçmişle, gelecekle bağlantısı olmayan bir vakt içinde, Cenab-ı Hakk’ın huzurunda olduk.. Şarkın;
– G A R İ B..
Vasfını alan velî zatlarından biri ile..
Samediyet örtüsü ile örtünmüştü..
Ahadiyet izarına sarınmıştı..
Celâl perdesine bürünmüştü..
Güzellik ve Cemâl tacını da giymişti..
Kemâl dili ile selâmlaştık.. O hal, o kadar güzeldi ki..
Selâmına, merhabasına karşılık verdiğim zaman; Onun mehtap safalı bedrinin üstünden örtüsü kayıp gitti..
Onu bir örnek ve bir numune gibi gördüm.. Evet, öyle müşâhade ettim..
Bir varlıktı; ama hükmî idi.. Hükmî idi; ama her şeyi özünde okunan bir kitap fihristi gibi idi..
Her şey özünde bulunan dersler manzumesindeydi..
Güçlü olarak bir farz yoldan girdik işin içine.. Haliyle onunla.. Zira başkası yoktu arada..
Bu arada zimmet gitti; borç köleliği kalmadı.. kalktı..
Bu sefer onun itibar ibresini, kendi ölçümde buldum.. Onun için inciler dizer gibi bir nazım dizdim..
Ve.. İlk anda benden; Herhangi bir şeye muhtac olma bağları çözülüp gitti..
O halimi; şu an mefhumunun inkisar sopası ile yararlı hale getirdim..
Böylece ayar saltanatım tam oldu.. Tam ölçüsünü buldu.. İşte o zaman; Arşın Rabbı bu evde oldu..
İktidar kürsüsünü kurdum.. Onu da, itibar terazisine oturttum..
İşte o zaman; Olduğumu, olacağımı halimi ve gelecek zamanımı ibretle gördüm..
Ama, anlattığım yüceliklerin usulünce.. O kanunlara göre..
İşte benim yolum.. halim.. durumum.. edebim..
Ben bu halimi hayli gizledim.. Ama ne kadar gizleyebilirdim ki?..
Sonunda; Okkalar, kilolar, batmanlar bitti.. Tartacak bir ağırlık ölçüsü kalmadı..
İşte.. Bu zamana kadar gizleyebildim..
Artık onun ağırlığını tartabilecek bir dirhem kalmadı.. Onun tartacak bir karşı ağırlık bulunmadı..
Düşündüm, taşındım; Ağırlık zaferimi, tetkikte, incelemede buldum..
Ama onu; Tahkik ayarı ile de perkittim.. güçlendirdim.. Sağlama erdirdim..
Sonra ellerimi kına ile boyadım.. Gözümü uyur uyanık bir halle de sürmeledim..
İşte o zaman; Gözümü, esastan tam olarak açtım.. Kilitleri kırdım..
Ve.. O zaman bana;
– Nerede?..
Diye hitab etti.. Ben de;
– Arada..
Şeklinde bir lisanla cevap verdim..
İş bu halden sonradır ki; Aşağıdaki beytleri dile getirdim.. Nefy ile isbat, yokla var arası bir dizi şekline soktum..
Bence gerçek olan o: Yok oldu birdenbire;
Mademki varlık, teşhir edeniyim habire..
Hayal onu, taa uzaktan gördü gerçekten:
Kudret olarak varlık iktidarına göre..
Sen olamazsın kurulan bir duvardan başka;
Haznelerin var o haznedar olduğu süre..
Ben işte şu duvarım o dahi onun için;
Gizli haznedir bilirim gördüğüme göre..
Ve sen onu elinde bir kalıp olarak tut;
O, onun için bir ruhtur, ibretine göre..
Allah güzelliğini artırsın, zira oldu;
Yüce ilâhın cemalı meşhur olduğu süre..
Parlaklıkta senden başka kaim olan yoktur;
İşi anla ki, suretlerini seyrin süre..
Yukarıdaki inci dizisi halindeki nazımları duyduktan sonra, halimla hallendi..
Heyecan dalgamdaki mehtabı devre başladı..
Sonra.. evet sonra; şu nazım beyitleri sıraladı.. Ama hiç bir şeyi ifşa etmeden..
Ama ne güzel ifşa etti.. Haliyle ehline..
Saklı güzellikler dizisi, örtüler de kendinden;
Yılanı ısıranı, sihri dahi görücülerden..
Sarhoşlarda tadıp şarap bir hoş surete büründü;
Sarhoşlarla ayan oldu göründü perdelerinden..
Mehtap onun hayaline girdi tamam olup aldı;
Ondaki huylardan her ne ki bulunmaz gibilerden..
Atlılar merkezinde kınacı nakışların gördü;
Onu yazmayı istedi başladı saç tellerinden..
Kayserin tacını giydi tebaasına uyaraktan;
Oranın mülkünde saltanat aldı çevrelerinden..
Sonra, tümden halkın mülkiyetine de sahip çıktı;
Ne varsa yeşil beyazlardan, kırmızı bitkilerden..
Onu sayılan tüm güzellikler sahibi bildikçe;
Âmir’in bildiği Leylâ’dakine benzeyenlerden..
Onun özünde saklı duran azizlik hepten çıktı;
İç güzelliğidir ne ki var belli güzelliklerden..
Onun yukarıdaki tatlı hitabını dinledim; içindeki kurtuluş ifade eden manayı da anladım..
İşte o andadır ki, olan ve olacak oldu; bunun üzerine de yemin ettim..
Bu yemin üzerine ahdine vefa gösterdi, dönmedi; bozmadı..
Yeni libasına büründü; eskilerden soyundu..
Ve.. ufuklarda cemalini göstermeye başladı..
Artık onlardan hiç bir şey, onun için olmadı.. Ne ne için olabilirdi.. İkilik mi var ki; Bir şey, bir şey için olsun..
Sonra.. Akılların ve düşüncelerin uzak gördüğü her ne ki var; hepsi onun bir beyanı,
açıklaması babında zuhura geldi..
Sırları ve ruhları onu can evine yaklaştırdı..
Bir bereket geldi ki; Onun kuşatması için dehşetler saçtı..
Artık olduğu yerde soyundu.. Bir nokta üzerinde mekân tuttu..
Sonra, kuşatma, sarma çemberini uzattıkça uzattı..
Evet, bunları yaptı.. Ta ki, hicap örtüsünü kaldıra..
.. Ve açıktan açığa bana hitab ede..
Beklenen hitabını yaptı.. Nüzul eyledi.. Bana hitabını sonra yaptı..
Ama kim?.. kendisi ile bulunduğum zat..
– Şark gariblerinden biri..
Demiştim ya.. İşte o.. Amma zahirde o.. Batında anlattığım vasıfların sahibi..
Allah rahmet eyleye..
Şöyle söyledi;
Var veya yok, nefyedilen veya bakî kalan benim;
Hissedilen, vehmedilen, yılan ve efsuncu benim;
Benim bağlanan ve çözülen, içilen, hem de sakî:
Hazine, fakir de benim; HALLAKım, halkım da benim..
Kadehlerimle içme, zira onda tiryak zehirim var;
Başka arama onu bağlamıştır bağlarım benim..
Beni zimmetlerle koruma, dahi ahdimi bozma;
Varlığımı sabit kılma, yok da görme bakî benim..
Ne bana bir yabancı, ne de bana uzanan bir göz yap;
Her neyi ki aynım yaptın; şevklerim kaybettin benim..
Beni gördüklerinde ol, dolu kadehlerimden iç:
Çözme kuşağı belimden, giyme zıd elbisem benim..
De: Şuyum, şu değilim vasıflarımla huylarımla,
Ben, soğuğum, ama şu kalb yanar ateşimle benim..
Susuzluk benimledir, ama ceyhunda boğmam da var;
Yük aynımdır, ama hiç bir yük yoktur boynumda benim..
Ağırdan ağır çekimi hafiflettim hava sakim;
Hayvanat halim anlatır, şevkim şenliğimdir benim..
O, kanatlarda bir kuştur, boyunlarla bir devedir;
Ama ne devedir ne kuş.. geçen işaretim benim..
Ne göz var, ne de görmek gerçek uzanan bir sırrımdır;
Ne ecel var ne ömür, ne de fanim var, bakîm benim..
Yukarıda geçen şiirde bir;
– O…
Var ki, bu;
– HU…
Manâsına gelir..
Bu nedir, şimdi onun üzerinde duracağız..
O; Bir cevherdir.. Mahiyettir.. Çeşitli yönleri olan, zahirde hiç bir belli yön çizilmeyen öz varlıktır..
İşbu varlığın kendisine ekli iki arazı vardır..
Maddi bir tabirle; Kendisine gelen.. Ya da; Kendisinde bulunan.. iki hâl..
… Ve ikinci bir manâ..
O, Bir zattır.. Özün de özüdür.. Bunun da iki vasfı vardır ki.. aşağıda bu manâlar iç içe anlatılacaktır..
Bulup çıkarmaya bakılmalı..
Biraz tafsile geçelim..
Yukarıda bahsi geçen cevherin kimliği;
a) İlimdir.. Bilgidir..
b) Güçtür.. Kuvvettir.. Veya, güçler ve kuvvetler..
(Bizdeki çeşitli kuvvetler, manâsına da gelebilir..)
Belki de; Alîm ve Hakîm’dir.. Bizzat bilen, bizzat hâkim bir şekilde hükmünü verip sahip olandır..
Anlatılan iki vasıf, Allah’ın yüce varlığından ki sıfattır ki; Kuvveler süzgecinden süzülür gelir..
Yani; Duyguların inbiğinden.. Fakat o gelenleri kuvvelerden, kuvveleri de onlardan ayırmak mümkün değildir..
Ayrıca burada KUVVAYI: Nebatî, hayvâni nefis, insanî nefis şeklinde almak da mümkündür..
Bunların maddî tabiri: Üçlü bir saç ayağı gibidir..
İşte.. meydana çıkan ilim ve hikmet bu üçlü kuvvet şeklinde çıkar..
Önce ilim olarak akıp gelen duygulara parmak basalım..
Bunun hakimiyeti; Basit madde olarak görünenin, üçte bir kadar nisbetini hükmü altına almasıdır..
Bu manayı kendi özünü anlatabilmek için şu iki cümleyi sarf edebilirsin:
a) Madde asıldır; kuvveler de parçaları…
b) Kuvveler bir yerdir; ilim de ekilen bir ekindir..
Tekrar ilim ve kuvvelere dönelim..
Burada ilmi iki yönlü ele almak kâbildir.. Şöyle ki;
a) Kavlî ilim.. Sözde bilgi..
b) Amelî ilim.. İş’te bilgi..
Sözdeki, yani; Sözle gelen ilim, bir nümuneden ve bir örnekten ibarettir ki;
Bu örneği senin, zıdlı şeylerden bir araya gelen şeklinde bulabiliriz..
İşbu hâl, senin esas benliğinde saklı bir şenlikten, saklı görünen varlığından soyunup arınmıştır..
İş’teki bilgiye gelelim.. Bu, sınırsız bir hikmet kaynağıdır ki; Hakim bir kimse, ilmi ile faydalanmayı, o yoldan sağlar..
Ve bir sultan; Verdiği hükümlerde şaşırtıcı işleri başarma derecesine o yoldan ulaşır..
Şimdi KUVVA olarak adlandırılan, duygulara gelelim.. Onun bölümlerini anlatalım..
İşbu KUVVA da ilim gibi, iki kısma ayrılır;
a) Cümelî kuvva.. Toplu, bölünmez olan duygular.. Ya da güçler.. Tek kelime ile; Kuvva, güçtür..
b) Tafsîlî kuvva.. Yaygın dağınık duygular.. Kuvvetler, ya da güçler.. Görünürde böyle..
Birinci derecede geçen kuvva için; Mizacın bozuk olmaması, takip edilen usulün tam olması şarttır..
Özellikle burada istidat önemlidir..
Zira, tabiatında değişiklik olan, acıyı tatlı, ya da tatlıyı acı sanabilir.. Yanlış yola sapar..
Bozuk usul takip eden de aynı şekilde yanılabilir..
Kaldı ki, bir işin sıhhatli ve sağlam olabilmesi için, gelen naklin sağlam olması şarttır..
Kemâlli, olgun ve yeterli durum ancak bu yoldan elde edilir..
İkinci derecede geçen KUVVA için; Yine bazı şartlar vardır..
Zira bunun hayâl alemi ile de, ilgisi bağlantısı vardır.. Şartlara gelince;
– Kâbiliyettir..
Demek ve bu şartı başta saymak gerekir.. Özellikle onun bir cevher olması yönünden..
Ve.. o cevhere bir yer olabilme cihetinden..
Hâsılı; Anlatılan KUVVA için iki şey vardır.. Ama her iki halde.. Ve, görünürde..
O iki şey ise Kabiliyet ve istidattır..
Burada kabiliyet, sadece bir seçmedir.. Yani; Ayırt edebilme..
Anlatılan istidat ve kabiliyet tam olunca, ötesi kolaydır.. Artık zât’a geçilebilir..
Biraz da zat üzerinde duralım..
Zat bahsi de, yukarıdaki gibi iki şekildedir.. Bu da iki vasıfta kendini gösterir..
Bir tanesi : S E N..
Diğeri de : B E N..
Bu ikisi temeldir.. Kalanı da bunlara eklenen teferruat sayılır.. Meselâ; Benim için; sana..
Ya da: senin için; bana..
Ve müşterek bir kelime; İlahımız..
– S e n..
Dediğimiz zattır.. Ama bu sen, esas kimliğin yönüyle olan SEN’dir..
Akılla kabul edilen bu zahirdeki SEN’liğin değil..
Anlatılmak istenen özet manâ şudur;
– Zat olarak tavsif edilen SEN, bu kulluk vasıflarınla tayin edilen sen değilsin..
Bir de;
– B E N..
Demiştim.. Bu da, hakikatım olan BEN’dir.. Bu aklın kabulleneceği cinsten bir BEN değil..
Zira, esas bahsimiz olan BEN, Rabbın vasıfları arasında sayılır..
– B E N..
Kelimesi ile işaret edilen, zattır..
Bir başka BEN daha var ki, bu itibarî yöndendir.. Bu, aklın kabul edeceği BEN’liğin yönündendir..
Sonra;
– B E N..
Kelimesi, hükümler meyânında sayılırsa.. Şüphesiz o;
– A l l â h..
Demektir..
Yine aynı hükümler meyanında;
– S E N..
Kelimesi.. onun kulluk yönüdür..
Yukarıda anlatılanları dinledin.. Şimdi düşünmeye başla.. Anlatılanlardan ne anladınsa, anladın..
Özüne bir bak.. nazar eyele.. İstersen özünü;
– B E N..
Faslına bağla.. Dilersen;
– S E N..
Bab’ına yasla.. Değişen hiç bir şey yoktur..
Gerçekten, bu makamda; Küllî hakikatten başka bir şey yoktur..
O, subhandır.. Şanı yücedir.. Münezzehtir.. Tektir.. Ortağı da yoktur..
Öyle bir zattır ki, iki yüzlüdür öz varlığında:
Bir yüzü var süflíde öbürü yüce varlığında..
Hangi yüz olursa olsun ibarenin ve edanın;
İşte o zattır, sıfatlardır beyan açıklığında..
– O birdir..
Diyeceksen doğrusun; şayet diyeceksen:
– İkidir..
O dahi Hak’tır, ikiliği de şanında..
Şayet diyeceksen;
– Öyle değil; belki de üçlüdür;
Yine doğrusun, bu da gerçek insanlık meyanında..
Onun ahadiyetine bak işte onun zatıdır;
– Bir’dir, ahad’dır..
Diyeceksin onun teklik makamında..
Zatında bir ikilik görürsen bu oluşundadır;
Hem kul, hem de Rabb olur o gerçek ikilik kabında..
Dilersen, safhalara ayırırsın o varlığı ki;
Önce toplanmıştır, iki zıd dahi hükmü altında..
Nazarını keskin kılsan diyemezsin süflî için;
– Yüksektir, alttır..
Tekrar onun çok çok yüce namında..
Evet ona üçüncü ismini ver bir gerçek için;
İki vasıflı hakikatlerine katıldığında..
Bu halde iken verilen ismi: Ahmed olmaktadır;
Sonra da: Muhammed’dir halkın özüne dalışında..
O, Aziz olarak bilinir sonra Hüda da olur;
Canım feda olsun bir Rabb oluşu şanında.
Ey pergelin noktası, ey hidayetin sırrı olan;
Ey icab ve imkân âleminin tam mihveri olan..
Ey varlık dairesinin tümden en âlâ kaynağı;
Ey Kur’an’ın da noktası, fürkanın da noktası olan..
Ey hem kâmil, hem de mükemmel olan kâmil de ne ki;
Gerçeğe bakınca süsler onları celâl-i Rahman..
Hep acaipler kutbusun sen onun gizli işinde;
Kemâl küresi yapar senin üzerinde deveran..
Münezzehsin belki benzerin var senin ne zaman ki;
Çıkar ortaya bakî, fâni anlayan anlamayan..
Varlık senin için, yokluk dahi öyledir gerçekte;
Sensin güzel bağlarda iki yüce libasa dalan..
Sensin aydınlık, ve zıddı olan karanlık da ancak;
Sensin karanlık o ârife.. ama hayrete dalan..
Onun takasısın, sonra.. lâmbasısın zeyt yağısın;
Bu manadan mutad sen, kim beni bu alana salan?.
Sen bir zeyt yağısın ki, bu ilk oluşundan sonra da;
Oluşundur bir halk, takada ikinci aydınlatan..
Rabba ait bir kaynaksın vasfın dahi onun aynı;
İşte sen kandilsin, nursun, görünürsün ayan beyan..
Bana önder olunuz karanlık gecelerinizde;
Aydınlığınızda dahi noksanımı tamamlayan..
Ey Kerim ve Resullerin Efendisi ki özüne;
Mekân üstü yüce bir mekânda imkânlar bulunan..
Kerim olan sensin tut elimi sana nisbetim var;
Zira ben: Fani Abdülkerimim sevgiyle bağlanan..
Sıkıca bağla kulun bağını taki ola sende;
Boynum tam olarak salınıp gezen rahatı bulan..
Ey ümit kapısı, ruhum da canım da sana bağlı;
Evet böyle.. sevgi de dilimdir sana yalvaran..
Allah’ın salâtı sana, ama alabildiğine;
Surete gelip manaların da manaları olan..
Keza cümle yakınlara ve o sahabelere ki;
Oldular din evini sütun sütun durutan..
Onun varislerine ve her kim varsa alanında;
Haberli bilgili ve dahi inanıp ta bağlanan..
Tekrar sana Allah’ın salâtı ey hayatın (ha)sı;
Sonra.. ey insandaki Allah sırrının da (sin) harfi..
Onun bana söylediklerini duyup fazilet şarabından kalanı, kana kana içtikten sonra..
içimden bir kaynama geldi.. coşarak dedim ki;
– N’olur?. Bana halinden anlat.. ama hayret veren, daldıran.. Bu anlatacakların senin terkibinden olmalı.. Yaratılışından olmalı.. Dışarıdan öteden beriden değil; senden anlat..
Başladı anlatmaya;
– Şöyle ki..
Dedi sonra devam etti;
– Ne zaman ki, ben: Tur dağına çıktım.. Dolu dolu denizden içtim..
Ve.. satır satır yazılıp meydana gelen kitabı okudum.. İşte o zaman her şeyi bir remizden ibaret gördüm..
Öyle bir remiz ki; Kanunlar onun üzerine terkib edilmiş..
Ve, o şey ki, kendisi içindir; elbette senin içindir..
Ve.. o şey senden haber almadan dışarı çıkamaz..
Sonra.. bu yönde senin için yararlı olan nişan da bulunmaz ki;
– Şu , onundur; şu da benimdir.. Çünkü onun hali ile benim halim arasında bir benzerlik yoktur.. Olamaz da..
Diyebilesin..
Bu hali, ancak Allah-ü Taâlâ sana bir yapışla yaptı ki o, sende yerli bir haldir.. Tıpkı bir benlik gibi..
Ne atılır ne de itilir..
Aksi bir hal taşıyorsan; o bir ayna misalidir.. Bunun aksi de dile gelir.. Yani; Bu konuşan dille ayrı gibi görünür.. ama asla hakikatı yoktur..
Belki de;
– Niçin bunlar böyle?.
Diyeceksin.. Dinle ki onu da diyeyim;
– Bütün bunları senin için yaptı.. Ta ki, onda senin için olanı göresin.. Onun çevresini,
senin çevren bilesin.. Gerçekte durumun böyle olduğunu anlayasın..
İşte.. anlatılan manaın bir icabıdır ki: Onu göremezsin.. Onu idrâk edemezsin..
Onu bir yere konmuş gibi bulup ta tutamazsın..
Şayet, her hangi bir şeyi bir yerde, bulacak olursan; onu ele alırken yüce Hakkı bulduğunu bilesin..
O: Sübhandır; yüce vasıfların sahibidir..
Bütün bunlar, irfana bağlı şeylerdir.. Bir irfan sahibi ârif ki;
– “Ben, onun kulağı olurum; gözü olurum..”
Meâline gelen hadis-i kudsîdeki manayı, gerçek manada anlar da, özüne sindirirse.. onun özüne:
Bu varlıklar âleminde hiç bir gizli kalmaz.. Her şey ona açılır, saçılır.. Hem de, ayan beyan..
Zira ondaki bu göz; Bu varlığı yaratan yüce yaratıcının gözüdür..
Anlatılan manayı, hiç bir şekilde, kabullenmeyip atmak, doğru olmaz.. Onun orada yokluğunu iddia etmek yaramaz.. Zira onun yokluğu, seninde yok olmanı gerektirir.. Zira sen onun bir örneğisin; sanatının maketisin.. Durum böyle olunca, senin yokluğun nasıl olur?. Bak kendine varsın.. Taşıdığın sıfatlardan yok olan da yok..
Onun isbatı da aynı şekildedir.. Yani; Yokluğunu iddianın yersizliği gibi..
Onun isbatı cihetine yöneldiği an; Put yapmış olursun.. O, elle tutulan belli ve ayrıntılı bir şey değil ki, isbat edesin.. Yok gibi görünüyor.. Böyle görünen nasıl isbat edilir?. Böyle bir yola girersen, büyük nasiblerden mahrum kalırsın..
Bir yana bakarsın; yok.. göremiyorsun.. Böyle olunca nasıl isbat edilir?.
Bir başka yana bakarsın: Sen mevcutsun.. o sen olarak mevcut.. Nasıl yokluğun düşünülür?..
Nefyi de, isbatı da bırak.. Ve bak; Allah-ü Taâlâ, seni kendi suretinde yarattı..
Yine bak: Hay, alim, kadir, mürid, semi, basir, mütekellim,
(diri, bilen, güçlü, dileyen, işiten, gören, konuşan) sıfatları onundur..
Ama, bunlar sende de var.. Bunların sende oluşu, bir gerçektir.. hakikattır.. Böyle olunca, onların hangisini senden ayırıp atabilirsin?.. Yapamazsın.. Çünkü elinde değildir; zira onlar yüce Allah’ın sıfatlarıdır..
Bir suretidir ki; Seni o sureti üzerine yaratmıştır..
Seni güzel sıfatları ile süslemiştir.. Yüce isimleri ile seni yüceltmiştir..
Hele bir seyreyle;
O, Hay’dir.. Diridir; sen de dirisin..
O, Âlim’dir.. Bilendir; sen de bilirsin..
O, Mürid’dir..Diler, ister; sen de dilersin, istersin..
O, Kadir’dir.. Güçlüdür; senin de gücün var..
O, Semi’dir.. İşitir; sen de işitirsin..
O, Basir’dir.. Görür; sen de görürsün..
O, Zat’tır.. Kendi başınadır.. Benzeri yokyur.. Sen de kendi başınasın.. Esasta bir benzerin yoktur..
O, Camî’dir.. Toplayıcı bir vasıf taşır.. Sende öylesin.. Her şey sende saklı; derli toplu..
O, Mevcud’tur.. Vardır; sende varsın..
O, Rububiyet sahibidir.. Besler; büyütür.. Sen de öyle değil misin?.
-“Hepiniz çobansınız; hepiniz güttüğünüzden sorumlusunuz..”
Meâline gelen hadis-i şerif bu manayı teyid etmiyor mu?..
O, kıdem sahibidir.. Evveli yoktur.. Sen de öylesin.. Ezelden beri, onun ilminde mevcutsun..
İlmi ise.. ondan hiç ayrılmadı.. O vardı; ilmi de vardı.. İlim, onun ayrılmaz bir vasfıdır..
Bu makamda, müşâhede gözünü kullan; düşün gör: Ona ne izafe ediliyorsa.. sana da aynısı oluyor..
Sana ne izafe ediliyorsa.. ona da aynısı oluyor..
Ne var ki, sonradan durum değişti.. O, zatını izzet ve kibriya perdesine sardı.. tekleşti..
Sana da, zillet ve acizlikle kalmak düştü..
Önce aranızdaki nisbet, tamdı; sahihti.. Ama, burada o nisbet kesildi.. görünmez oldu..
Bu anlattıklarını dinledikten sonra, o zata şöyle dedim;
– Önce beni yaklaştırdın; sonra uzağa attın.. Önce özünü meydana çıkardın..
..
Bunun üzerine şu cevabı verdi;Sonra onu, kabukla kapadın
– Onu, bir hükme bağladım ki; İlâhi hikmet kanunu öyle icab ediyordu.. Onu, beşer idrâki
terazisinin tartabileceği yoldan aldım.. Ta ki, onu alıp yemek; uzağa da, yakınada kolay gele..
Bu yola alınana da, uzak tutulana da onu tahsil etmek nasibi kolay yoldan ola..
Tekrar o zattan istedim;
– N’olur?. O safi şarabından bana biraz daha içir.. Önce içirdiğin güzel şarabın tadından, daha tatlısını tattır..
Bu isteğim üzerine şöyle anlattı:
– Ben, mavi kubbe altındaydım.. Orada bir bilgini dinledim.. Onun lâkabına;
– A n k a..
Deniyordu.. Ondan hoşlandım.. Geçtim önüne oturdum..
O zat, bir ara sustu.. O kadarını anlatıp durunca, beni bir merak sardı; hemen:
-Bu haberini bana daha açık anlatmanı dilerim.. Hele ona ait izlerden bana sağlıkla anlat..
Dedim; başladı anlatmaya:
– O, her bakımdan hakikata uygun, mütenasipti.. Bu hali ile, dehşet ve hayret verici, şaşırtıcı idi..
Bir kuştu ki; Çok keskin bakışları vardı..
Bu hali ile onun; ALTI YÜZ kanadı vardı.. BİN tane de sağlam kuyruğu vardı..
Onun yanında; Haram olan mubah sayılırdı.. İsmi de şu idi:
– Süffah oğlu süffah..
Kanatlarına güzel isimler yazılmıştı..
BA, harfinin sureti başına işlenmişti..
ELİF, göğsüne yazılmıştı..
CİM, alnına yazılmıştı..
HA, gerdan kısmına yazılmış duruyordu..
Baki kalan harfler ise.. saf saf, iki gözü arasına işlenmişti..
Bu kuşun belirli nişanları şöyle idi; Elinde bir mühür.. Peçesindeyse.. kesin emirleri fermanı vardı..
Onda bir nokta vardır, çözümü güç bir şeydir..
Onun bir uçuş üstünlüğü vardır ki; Refref’ten daha ileridir..
Bundan sonra tekrar sordum;
– O kuşun mahalli neresidir?..
Şu cevabı aldım;
– Vüs’at konağında.. Hayrın bulunduğu makânda..
Söylenen lafızlaraki ibareyi anladım.. İşaretleri de çözüp fehmime yerleştirdim.. Artık orası benim durağım olamazdı..
Atmosferde dolaşmaya başladım.. Orada hayli mesafeler aştım.. Mülkü de bıraktım; meleki de..
(meliki de olabilir) hepsini aşıp geçtim..
Devrim, bu;
– Anka-i Mağrib..
Namı ile yad edilen hayretengiz iş üzerinde idi..
Ondan hiç bir haber alamadım.. Onun izine, hiç bir yerde raslamadım..
Sonunda isim bana bir delil oldu.. Bir de VASIF..
İşbu isim, vasıf ikilisi ise.. beni bağlardan çözdü.. Resmiyeti attırdı..
Sıfatım falan kalmadı artık..
Ne zaman ki, sıfattan soyundum; kendimi zat semasında buldum.. Artık oradaydım..
– Hayret..
Namı ile yad edilen denize daldım; gittim..
Bu denizde;
– N u n..
Adı ile söylenen balık benim kanatlarımı yuttu.. Kanatsız kaldım.. Ama yalnız bırakmadı.. Aldı beni; İnci hazinesinden de üstün bir yerde yüzdürmeye başladı..
İş böyle devam ederken, o balık bana şöyle bir dokundu; Uçsuz bucaksız bie yere attı..
Uçsuz bucaksız bir yayla gibi bir yerdi..
Bir süre o yerde kaldım.. Bu süre içinde, ne görmem kaldı; ne de işitmem..
Artık bir şey göremiyor ve bir şey duyamıyordum..
Bu dalgınlığın kalkma zamanı gelmişti.. Gözümü açtım..
Gözümü açınca da, zaman ve mekân kaydından salındım..
İşbu demde anladım ki; Bütün o işaretler bana.. O kuş için sayılıp dökülen ibareler önümde..
Anlatılan kanatlar hep bende.. Tesbihlerle çekilen o isimler, o kanatların üzerine işlenmiş..
Yine gördüm ki;
ELİF, göğsümde..
CİM’de, anlatıldığı gibi..
HA, gerdanımda..
Anlattığımız şeylerin hiç biri dışarıda değil.. Hepsi bende hazır.. tamam..
Her ne var ki: Bana gelmekte; yine benden çıkmakta..
İşte olanlar.. Yukarıda okudunuz.. gördünüz.. Ben de gördüm..
Hem de nasıl gördüm; O hazretin kasdı benmişim..
…Ve noktanın manası zâhir oldu.. Zor mana çözüldü..
Alâmetleri işte.. ben; Ölmüş bir kimse diriltildi..
Bu defa o zata başka şeylerden sordum.. Önce;
– Efendim, emr-i mahtum; kes’i mahtum nedir?.
Cümlesini sordum.. Bunları bana açık bir ifade ile, hemen anlatmadı.. Yabancı bir dille konuştu..
Sonra, onu çevirdi..
Daha garib bir ifade kullandı; onu da tercüme etti.. Sonra korkutucu bir ifade tarzı aldı..
Bir daha kapalı bir ifade kullandı onu çevirdi..
Ancak bunlardan sonra, mevzua girdi ve şöyle devam etti;
– Makul yoldan bir yüce modeldir.. –enmuzec’in karşılığı- Ve bu, bir binektir.. –mahmel karşılığı..-
Bunun bir binek oluşu, kendisine göre değildir; bindirilene göredir.. –mahmul karşılığı..-
Anlatılan yüce modelde bir nakış varsa.. bu da kendisi için değildir.. Bu nakışlar menkul halde olan ve
oradan oraya taşınan esfel derecede olanlar içindir.. Esfel derecede olanlar ise;
– Ş u ş u..
Şeklinde bir işaret yapılabilen şeydir.. Zaten konuşmalarda bunun üzerinedir.. Zira o yüce için söz olmaz..
Ona yetişemeyiz..
Şimdi.. durum yukarıda anlatıldığı gibi olduğuna göre düşün; Nakışlar, kendisine işaret edilene işlendikçe ve yüce modeldekiler de şu himara verilse.. işte o zaman: Esfel ile alâ arasında bir fark kalmaz; aynı olurlar..
Ve o yücede ne varsa, hemen hemen esfelde de olur..
Yukarıda anlatına mesele önemlidir ve bunun üzerine bazı zatların fikirleri vardır.. Aşağıda onları da anlatacağız.. Bu fikirler, yukarıda nisbeten kapalı geçen bahsi açacaktır..
O fikirleri anlatırken, hatalı taraflarına da işaret edeceğiz.. Ayrıca faydalı yönlerini de noktalayacağız..
İstenen yolun böylece, bulunmasına gayret edeceğiz..
Meselâ, zatın biri şöyle demiştir;
– Üzerine nakış işlenen bir şeyle, nakşı işlenen model arasında bir bağlantı yoktur..
Bu fikri savunan her ne kaadar hatalı ise de, doğru yönü de yok değildir..
Kasdedilen manayı kökünden kavrayamamıştır.. Zira esas maksad;
– Model, bir şey üzerine işlenen nakşın aynıdır..
Demek değildir.. Zira, bu manada söylenen;
– Üzerine nakış yapılan şey, modelin aynıdır..
Şeklinde serdedilen fikri de kabul edemeyiz.. Bu modelin ve maksadın aslı üzerinde hata etmiş olabilir..
Zira, model, şeksiz bir üstünlüğe sahiptir.. Kendisine modelin nakşı işlenen ise.. kullanılan ifade iel;
Sadece bir düşüklük vasfı taşır..
Yine aynı manada;
– Model, her şeyi özünde toplayıcı bir vasfa sahiptir..
Şeklinde bir cümle sarf eden etmiştir.. Hatalı olabilir.. Ama, doğru yanı vardır..
Şu yönden hatalıdır ki; Model, sadece kemâl sıfatına sahiptir; noksan sıfatlar hani?. Yanlış karar nerede?.
Model güzeldir; eksiksizdir.. İşlendiği yerin noksanı nasıl olur da kendisine yüklenir?.
Bir başkası ise.. şöyle demiştir;
– Üzerine modelin nakşı işlenen varlık, ancak modelin nakşını kendinde bulur..
Bu hatalı sayılabilir.. Şu yoldan ki; Kendisine nakış işlenen varlık, ancak noksan sıfatlara ait bir yerin adıdır.. Nitekim bu manayı; Nakşı işlenen bir şeyi göstermek için işaret kullanıldığını, mevkilerin sınırlı olduğunu, ibarelerdeki darlığı görürsen anlarsın..
Yine bu manada;
– Cem halini bulmak için, idrakten aciz kalmanın yeterli olduğunu..
Söyleyen vardır.. Bu da yanılmış olabilir..
Bu mana düşünülürse.. üzerine modelin nakşı işlenen varlık için, koşulan bir şart vardır ki, gözden kaçmış olabilir..
İşbu şart ise; Modelin bütün nakışlarını, kendi özüne işlemeye gayret etmesinin gerekli olmasıdır..
Evet böyle yapmalı ki; Kendisine idrâk gele..
İşbu idrâk ise.. o yüce modelle tam bir şekilde, hem cins olduktan sonra, karar kıldığı yerde olabilir..
Kendisinin nasibi olur..
Durum böyle olduktan sonra da, onun için, bir acizlik durumu olamaz..
Kaldı ki; İdrâkten acizlik gibi bir şeyi, irfan sahibi bir zatın vasıfları arasında saymak, sağlam ve doğru olmaz..
Bu manada bir yol gösterelim;
– Bir irfan sahibi düşünelim.. Bu zat, bir şeyi idrâke çalışıyor; ama idrâk edemiyor.. Bu babda da aczini itiraf ediyor.. İşbu itiraf ise.. o şeyin sıfatına karşı tam bir irfana sahib olduğu içindir..
Bu idrak edilemeyiş, iki yoldan olur;
a) İdrâkine çalışılan şeyin sonsuzluğundan..
b) İdrâke çalışan şahsın idrâk kabiliyetinin olamayışından..
Hâsılı; Anlatıldığı şekilde olan acizlik ne kadarsa.. o kadar o şeyi anlamak sayılır.. Haliyle, o şeye uyduğu şekilde..
Bir şeyi, kendisine uyar bir şekilde anlarsan.. aynı şekilde onu idrâk etmiş olursun..
Nitekim bu manada, Hazreti-i Sıddîk r.a. şöyle anlatmıştır;
– Bir şeyi idrâkten yana acizliği idrâk; idrâkin taa, kendisi sayılır..
Bir başka rivayette ise, bu cümle şöyledir;
– İdrâki kavramaktan yana acizlikidrâktir..
Anlatıldığı gibi bir idrâkin husulü ise.. şüphesiz, esas manası ile.. idrâkten acizlik sayılmaz..
Kul bu yolda olursa.. izzet sıfatına bürünür.. Ondan sınır da kalkar; acizlik de..
Bu manada gelen bir âyet-i kerime şöyledir;
– “Bu gözler onu göremez..” (6/103)
Burda gözlerden murad, bu mahluk olan gözlerdir.. Ama, hafi ve kadim olan göz öyledir ki;
Kul Rabbını onunla görebilir.. Çünkü o mahluk değildir.. Kulun görmesini sağlayan gözünün asıl hakikatıdır..
Bu manaları anlamaya çalış..
Aşkta var benim için garib haller;
Benim ve Rabbınındır acip haller..
Ktbum da devreder bir çark üzere;
O felekte ki onda ender şeyler..
İşaretim havada bir hal aldı;
Acizdir okumaktan hep kâtipler..
Onu bir ibarede açıkladım;
Anlayışlılar dahi sezemezler..
Sonra onu süsleyip de gösterdim;
Verdim ki ondan kanarak içeler..
Ağacını diktim yemişler derdim;
Kazdım yeri gömdüm ki gizleneneler..
Zaman zaman hem açtım hem kapadım;
Vallah dostlar dahi bilmeyeler..
Yabancı dillere düşerse zira;
Sır açılır faş olur sezer eller..
Yabancılar da banden uzak dursun;
Sevgiyi bulanlar elimden yerler..
Öğütçünün sözünü dinle, sana;
Külçe eritme usulü hibeler..
Bu işareti anla şu yoldan ki;
Derledim bunda nice mertebeler..
Anladınsa şükür yolunu tut ki;
Şükre karşı geridir hep mezhepler..
Burada önemli bir noktaya işaret edeceğiz.. Dinle, anla ve öğren..
– Tılsım-ı Kutbî..
Şeklinde bir tabir var.. Ki bu; Model yuvarlağının mihveridir.. Ve bu:
– M o d e l ..
Diye anlattığımız, modeller âlemini döndüren çarktır..
İşbu anlatılan manadaki tılsım, tılsımların evvelidir ki; Nefis suretleri, kıvamını bununla bulur..
Aksi halde.. yani; Bu tılsım olmadan ona ait ahkâmın çıkması için bir yol bulunmazdı..
Ve.. onun gerçek durumu kazanmış bir yönü olmasaydı; hiç bir hükmü olmazdı ve..
nakşı kendinde gösteren, bu nakışlanmış şekli ile zâhir olmazdı..
Bu manayı bir başka yoldan ele alalım.. Meselâ;
Şurada bir ayna var.. Öbür yanda da, cisim halinde yapılı bir heykel..
İşbu heykel, o aynanın karşısına düşmeseydi.. elbette o aynada görünmesi imkânsız olurdu..
Bir başka yoldan girelim.. Şöyle ki;
Verilen bir hüküm var..
İşbu hüküm ise: Herhangi bir suretin aynaya karşı durmasını yok bilir.. Böyle bir durumda, suret nasıl olur da, aynaya çıkar?. Durum böyle olunca: Aynada, karşılığı olmadığı için, bir varlık yüzü görmek imkânsız olur..
Anlatılanlar birer misaldir ki, devam ediyoruz.. Bunlardan mana çıkarmaya ve bir şeyler anlamaya çalış.. Meselâ;
Bir suret düşün, bir ayna olmadan kendini gösteremez.. Onun için bir cevaz yolu yoktur..
Şunu da bil ki; Bu da, yukarıda geçen manalar açısından söyleniyor..
Dışarıdan, yabancı bir şey aynada kendini gösterdiği zaman, o aynada görünen şey, aynanın taa, kendisidir.. Başka değil.. Karşısındaki sureti gösterdiği zaman da aynanın durumu aynıdır.. Zira ayna yabancı bir şeyle birleşmemiştir.. Onun o andaki mizacı bir karışıklığa müsait değildir.. Bakıldığı zaman, ancak ayna bulunur; başkası bulunmaz..
Onda gördüğün şeye, hiç bir şekilde, onun dışındaki bir şeyin adını vermezsin..
Yukarıda anlatılan çözümü güç tılsımlı mana, daha önce de ifade edildiği gibi, ilk tılsım idi..
Devamı otuz tılsıma kadar gider..
Kalanları; KUTBÜL-ACAİB VE FELEK’ÜL-GARAİB nam eserimize aldık..
O tılsımların hepsi, bu varlıkta, işaret yollu vardır; yerleşmiştir..
Bütün bunları, sözü geçen eserimizde açık bir dille anlattık..
Bu: İNSAN-I KÂMİL adlı eserimizde, o manalar üzerine bazı tenbihlerde bulunduk..
Şu mana da gerçektir ki; Bu eseri tam anlamak isteyen;
KUTB’ÜL-ACAİB ve FELEK’ÜL-GARAİB adlı eserimizi iyi bir şekilde okumalıdır..
Onu okuduktan sonra, dönüp bu esere bakarsa.. öbürünün cümlesini bu eserde bulur..
Bu eser, öbürüne göre, bir ana gibidir.. Ama dalları da olabilir.. Bunun aksine; Öbür eser de bu
kitab içinde bir kök, bu da onun dalları olabilir..
İki kitab için anlatılan bu manaları anla.. Her iki eserdeki hitapların muhatabını da seç..
… Ve böylece, remizleri çöz, hazineyi bul..
KUTB-ÜL ACAİB’den murad.. İşaret kabul eden bir varlıktır..
FELEK’ÜL-GARAİB’den murad ise.. bunda hazır sırlardır..
Şu manayı da, burada açıklamak yerinde olur; Öbür kitabı bir asıl kabul edince, ona varmak için dallarını tutmak icab eder.. Başka yolu yoktur.. Açıklığa ancak bu yoldan kavuşulur..
Anlatılan misallerden şu yola çıkıyoruz; Allah-ü Taâlâ ancak esma ve sıfatları yolundan bilinir..
Onun marifetine yol, ancak anlatıldığı gibi çıkar..
Özet olarak bir mana çıkaralım:
Kul, önce; Yüce Allah’ın esma ve sıfatını müşahade yolu ile anlar.. Bu, mutlak olması gereken bir iştir..
Ve.. bu yoldan, yüce Allah’ın zatına marifet derecesine yükselir.. Amma bir hakikat olarak..
İşaret ettiğimiz bu manayı iyi anla.. Çünkü her şey; Sana, delillerle isbatına çalıştığımız mananın sırrına sığdırılmıştır..
Sende hürüm de, hevaî işlerde yollarım dar;
Ey arzum, karşında aklın, tedbirin ne hükmü var?.
Allah.. kalbim senden daha ne kadar yük alacak?.
Beni hevaiyata attın kalbimi sarman var..
Kalb tasada, göz yaşları dahi daim akmakta;
Ateş ciğerimi dağlar da su bakmamdan akar..
Eğer desem ki, yokum o dem biterim ama;
İşte ruhum benliğim sözümde işimde çıkar..
Şayet ben mevcudum dersem bu sözüm dahi;
Halk arasında hiç görmedim ki illetsiz bir var..
Şimdi bir başka yoldan girelim.. Baskısı yapılacak bir klişeyi düşünceyi düşünelim..
Baskı yapılınca, karşıda çıkacak suret, mutlaka esas şekli biçiminde olacaktır..
Mesela : Daire.. dörtgen ve üçgen..
Suretin çıkış şeklindeki tamlık derecesi ise, basılan veya esas klişenin karşılık durumlarının
sağlığına göre olur..
Burada klişenin veya basıldığı şeyin yapısı, sertliği bir mana ifade etmez..
Esas mesele karşılık durumun tam olmasıdır..
Zira bazen sureti çıkacak şeyin, karşıda çıkan suretinden yapı itibari ile daha büyük olduğu olur..
Bunun tam tersine çıkan suretin, aslına nazaran yapı itibari ile daha büyük olduğu da görülür..
Burası öyle bir makamdır ki, hakikati bulan büyük kâmiller dahi karışıklığa düşmüşlerdir..
Hem de, kemâl derecesini bulup cemal ve celâlin birbirine yaklaştığı noktaya vardıktan sonra..
Şu hususta da bir ittifak vardır; Baskının yapıldığı yer baskıda esas olan şeyin aksi istikametinde seyreder.. Meselâ: Sağdan sola doğru baskıda esas olanda bir zuhur başlar.. Soldan sağa doğru da baskının çıktığı yerde aynı zuhur peydah olur.. Böylece bir durumun, meydana geldiği yer, zıdlar mıntıkasıdır..
Bir de, kulluk sırrının Rabb olmaktaki zuhur yeridir..
İşbu durum, şu hadis-i şerifin gizli manasıdır..
Şöyle rivayet edilmiştir:
– “Resulullah S.A. efendimiz, miraca çıktığında, kendisinde bütün perdeler açıldı; ancak bir perde kaldı..O bir perdenin açılmasını dilediği zaman kendisine :
– Dur, Rabbın namaz kılıyor..
Dendi..
Bunu bizzat Rasulüllah S.A. efendimiz anlatmıştır..
Bu yüce bir sırdır ki: Ancak kemâl sahibi zatlar onu idrak edebilir.. Haliyle bu idrak :
Cenab-ı Hakkın kâmil ismine bir zuhur yeri olması sonucudur..
Bu halin idrâki, bazı irfan sahiplerinde görülür.. Ama tahkiki bir yönü yoktur.. Sadece bir ittıladanibarettir.. Böyle bir şeyin oluşu: Cemal sıfatı cihetinden gelir.. Ama, kemâl sıfatının cemal derecesindendir..
Mutlak cemalden değil.. Cemal sıfatının kemâl derecesinden de değil..
Bazı irfan sahipleri bu hali, celâl tecellisinde de bulabilir.. Bu da yukarıda anlatıldığı gibi: Kemâl sıfatının
celâl yönünden olur; mutlak celâlden değil.. Celâl sıfatının kemâlinden de değil..
Burada ayrı bir fasıl açıyoruz.. Konuyu az açacak, sonra toplayıp maksadı anlatmaya çalışacağız.. Meselâ:
Bir şey vasfını alan herhangi bir şeyi düşünün.. Bu şey, toplanmayı gerektiriyor..
Zira tek başına manasız kalır..
Bir örnek şeyi düşünün.. Bu da: İzzeti gerektirir olsun.. Yani : Bir azizlik ister..
El ayak önünde yuvarlanıp giden rakim cinsi şeyler ise.. zilletin mahkûmudur..
Bütün bu anlatılanların, kendilerine has bir seması vardır; orada yüzerler..
Şimdi bir başka kapıyı açalım.. Şöyleki:
A) Model üzerine rakım sıfatlardan birini giydirdiğin zaman, sende modelin kanunları yürür..
Çünkü rakim sensin.. Modelle aranızda bir benzerlik olur.. Ama zâhiri bir beraberlik düşünme..
B) Model kisvelerinden birini rakime giydirirsen.. O’onu onda göremezsin..
Çünkü özüne ait olmayan bir yere görünmüş oluyor..
Bu arada esas zat kaybolur.. Ne modelle görebilirsin; ne de rakimde. İkisinden birine zat’ı bağlarsan; diğeri için ikinci bir zat’a muhtaç duruma düşersin.. Böyle yapınca da şirke saplanmış olursun..
Durum anlatıldığı gibi olunca, sana iki yol gözükür:
a) Zat’ı rakimde, yani kulda tasarruf ettirmen..
b) Zat’ı modelde, -enmûzecde- tasarruf ettirmen..
Bu iki durumu biraz açalım ve sonucunu getirelim:
Zat’ı modelden bir parça ile, rakimin elinde tasarruf ettirirsen, bunun adına:
– Zatî bir yükselme.. Denir..
Zat’ı modelin eli ile, rakimden bir şeyde tasarruf ettirirsen, bunun adına da:
– Zatî bir tenezzül..
Verilir ki, düşüş kaydeder..
Şimdi de başka bir yoldan girelim; meselâ:
Zatı, rakimin eli ile rakimde tasarruf ettirirsen, onun adı artık:
– R a k i m..
Olur.. Yani. Zatın..
Zatı, modelin eli ile tasarruf sahibi görünce de, artık onun adı da:
– M o d e l..
Olur.. Ne var ki, burada önemli bir nokta vardır.. Onu unutmamak yerinde olur:
Bütün nisbetlerin kalkması, sırf zatın sözü edilmesi, ismin ve resmin ortadan silinmesi gerekir..
*
Bu fasılda üç kelime geçti.. Yanlış bir yoruma gidilmemesi için onları ne manaya kullandığımızı
anlatmamız icab edecek.. Meselâ:
Rakim : Bundan kastımız kulun kendisidir..
Enmuzec : KUTB’UL ACAİB VE FELEK’UL-GARAİB nam kitabımızın ihtiva ettiği manadır..
Zat : Bu eserimizdir.. Yani:İNSAN-I KÂMİL Fİ MARIFET’IL-EVAIL-I VEL-EVAHİR..
*
Bu güzelliğin rengi onun yanaklarında;
Sonsuzdur renklenme, yoktur özden doğuşunda..
Tozlarda beyaz, bir kırmızı da çıkabilir;
Onun beyazı yeşillendiren siyahlığında..
O ki şanı renklenmedir ve renk özündedir;
Bu durumda renk bulunmaz onun öz zatında..
Ne zaman ki bir güzellik tam olarak doğar;
Her güzellikte de üstün odur tek zatında..
Ey ceylân yavrusu büyü salınıp da gelişde;
Güzellikten bir temizlik kap teşbihatında..
Sen hicazlı ceylan mısın ki yoksa Zeynep mi?
Aşık hayretinde berdavam her sarışında..
Allah için bir haber hepten alabildin mi?
Bilinmez nüktesini benli yanaklarında..
Salınmış saçların onun bağları mıdır ki?
Örgüleri sayılır düştüğü omuzlarda..
Kâküllerin kıvrımı beninin derinliği;
Yabancı kuşu dehşete verdi pençesinde..
Yemin olsun, o kaim olan ehad zata ki;
Cümle sıfatları sıyırıp geçti ıssız dağda..
Bu diyarda miğfer giyenden gayrı bulunmaz;
Benim diri ve bekçi turaları yanımda..
*
Mukaddimenin sonuna geldik; bir fasıl daha açalım.. İyi dinle ve anlamaya çalış..
Bazı isimlerin özellikleri anlaşılacaktır..
AHADİYET : Esma ve sıfatların yokluğunu ister.. Hem de izleri ve bu izlerin sebep ve tesirleri ile..
VAHİDİYET : Bu alemin fena bulmasını ister.. Hak isimleri ve ona ait vasıfların zuhuru ile..
RUBUBİYET : Bu âlemin bekasını ister..
ÜLÛHİYET : Bu âlemin fena bulmasını gerektirir.. Ama kendi beka gözünde.. Bu âlemin bekası ise..
fena gözündedir..
İZZET : Hak’la halk arasındaki nisbet benzerliğini defe çağırır..
KAYYUMİYET : Allah’la kulu arasındaki nisbet vukuunun sağlanmasını ister..
Zira, KAYYUM: Kendi nefsi ile kaim olandır.. Bir de onunla kaim olandır..
Hülâsa olarak: Bütün bu ibarelerden her biri, kendisi için ne gerekli ise.. onu ister..
*
Şimdi bazı şeyler daha anlatacağız ki, yukarıda geçen cümleleri açıcı olacak.. Dinle..
Deriz ki:
– AHADİYET tecellisi cihetinden bakılınca, ne bir isim; ne de bir vasıf kalır..
– VAHİDİYET tecellisi cihetinden ise.. halk yoktur. Çünkü bu sıfatın zuhur yönünde bir sultanlığı vardır..
Öyle bir suretle ki: Her varlığa suret getiren bu sıfattır..
– RUBUBİYET tecellisi yönünden de Hak ve Halk vardır.. Hakkın ve halkın vücudu için bu sıfat gereklidir..
– ULUHİYET tecellisi cihetinde ise.. ancak Hak vardır.. Ama onun sureti halktır.. Ve.. ancak halk vardır..
Onun mana ciheti ise.. Hak’tır..
– İZZET tecellisinde ise.. kulla Allah arasındaki nisbet kalkar..
– KAYYUMİYET sıfatı cihetinden bakılınca da, Rabb sıfatının varlığı için, Rabb olarak kabul edilecek
bir zata ihtiyaç vardır.. Ki bunun adı: MERBUB’dur.. MERBUB sıfatının varlığına da,
Rabb sıfatından bir katkı mutlaka gereklidir..
Bu son cümle biraz kapalı geçti.. Onu, şu cümlelerle bağlamak isteyerek deriz ki:
– O, zâhir ismi cihetinden bakılınca, eşyanın ayn’ıdır.
Batın ismi cihetinden de bakılınca da eşya onun ayn’ı olur..
*
Allah’ı tenzih et ki, şanına bu yarar;
Bunu ne gafiller ne de ayıklar anlar..
Onlarda ne varsa, zattan sıfattan yana;
Hakikat olamaz, rayihadır ki kokar..
Onlar ki ihsandalar öyle sanırlar ki;
Olmuş.. haşa nasıl olur bu kalıplar?.
İlâh kul olamaz, olamaz o sonsuzdur;
Nasıl sonsuz varlık sonu olana sığar..
Zat birdir üstün vasıflar dahi Allah’ın;
Süfli düşük sıfatlar zayıf kula yarar..
.
1. BÖLÜM
Z A T
Başlıktan da anlaşılacağı gibi, bu bölümde Z A T dan bahsedilecektir..
Z A T bir emirden ibarettir..
– İ ş..
Manasına alınabilir..
Bu, öyle bir iştir ki; isimler ve sıfatlar ona dayanmaktadır..
Ama, isimlerin ve sıfatların özlerindedir.. vücud halini alışlarında değil..
Bir isim veya sıfat düşünün.. Bunların hangisi olursa olsun; dayandıkları şey; Z A T’tır.. Bu:
– Z A T ..
Tabirini kabul eden: İster mevcud bir şey olsun; isterse A N K A gibi yok olsun..
Bu manadaki inceliği anlamaya bak..
Mevcud, iki yönden mütalaa edilir:
a) Katıksız varlık.. Yani: Mevcud..
İşbu; varlık yüce yaratıcı Allah’ın zatıdır..
b) Yokluk karışımı varlık.. Yani mevcud..
İş bu türden varlık ise.. Bu yaratılmışların zatıdır..
Burada önemli bir nokta daha var ki, onu da bilmen gerekir..
Sübhan olan yüce Allah’ın zatı, kendi nefsinden ibarettir.. Öyleki: Yüce Allah onunla vardır..
Zira o: Nefsi ile kaimdir..
O yüce zat odur ki: Kendi kimliğinde, isimleri ve sıfatları hak etmiştir..
Durum böyle olunca o zat: Her suretin kabiliyetine göre suret olur..
Bütün mana ondadır..
Daha açık anlatayım: Her tür sıfatın istediği her türlü vasfa girer.
Kemal hükmü mevhumu üzerine delâet eden her isimden, o yüce zat, hak taleb eder..
Onun kemâl dereceleri çoktur.. Bu cümleden :
– Onun sonsuz oluşunun idrak edilemeyişini..
Söyleyebiliriz..
Bu manada bir hüküm şudur: Kemal dereceleri tüm olarak idrak edilemez..
Ama ona göre bunlar idrak edilebilen şeylerdir.. Böyle olması gereklidir..
Çünkü : Onun için bir cehalet imkansızdır..
Bu manayı da iyi belle..
Anlatılan manaları, aşağıdaki kasidede söyledim :
İhata ettin mi mücmel, mufassal haberini ;
Zatını ey toplayan sıfatların her birini ..
Yoksa yüceldi mi yüzün tüm kavramaktan yana ;
Sardın ki kuşatılmaya zatının derini..
Haşa sana son buluna.. haşaki olasın sen;
Sana cahil.. ah.. neyle silerim hayretlerini?
Aşağıda anlatılacak hususlara dikkatle bak ; bil..
Allah-ü Taâlânın zatı: Gizli tekliğinden ibarettir..
Öyle bir teklik ki : Bütün ibareler onun üzerine düşer..
Ama onun manasını pek çok yönden anlatmaya yetmeyecek bir şekilde..
Zira o : Getirilip çözülen ibarelerin anlatışı ile idrak edilemez..
İşaretten doğan bilgi ile onun tekliğini fetmetmeye yeterli değildir..
Şu bir gerçektir ki : Hangi şey olursa olsun; onun bilinmesi, anlaşılması:
O şeye denk ve münasip bir şeyle olur.. Yahut, o şeye aykırı olan zıddı ile bilinir..
Halbuki Allah-ü Taâlâ’nın zatına karşı bu varlıkta:
Denk bir şey yoktur..
Münasip bir şey yoktur..
Aykırı bir şey yoktur..
Hele ona zıd bir şey hiç olamaz..
*
İş öyle bir raddeye geldi ki:
Onun sözde manası için kullanılan istılah yönü uçup gitti..
Bitti.. bitti artık, insanlar için onu idrak silindi..
Yüce Allah’ın zatı üzerine kelâm eden susar oldu..
Oynayıp zıplayan donup kaldı..
Bakanın da gözleri kamaştı..
Öyle bir izzete büründü ki: Akıllar ve fehimler onu idrâkten yana yaya kaldı..
Yüceldi.. Yüceldi fehim ve efkâr kuşları.. onun sahnında cevelân edemez oldu..
İlmin sonradan olmuşu da, ezeldeki de ona ilişemez..
Sınırlamanın ne büyüğü, ne küçüğü, artık onu derleyip toplayamaz..
*
Mukaddes kuş bu boş fezanın derinliğine uçtu..
Bu yüce semanın havasında bütünüyle yüzüp gezdi..
Ve kâinatın tümünde kaybolup kaybolup geçti..
Hakikatını bulmakla, ayan beyan açık hale varmakla isimlerinde,
sıfatlarında perdesini araladı..
İşbu hal nice mesafeler kat etti.. Hüdustan ve kıdemden ..
Sonra.. Turlar atarak, yokluk şahikasına uçtu..Onu öyle buldu:
Vücudu mutlak gerekli.. vacip..
Olsa da olur; olmasa da olur.. diye bir şey olamaz.. Bir yitirilmişi varsa..
ona göre o : Kayıp sayılmaz..
*
O mukaddes kuş, artık aradığını bulmuştu.. Bu yapma âleme dönmek istedi..
Ne var ki, bir başka şey daha istiyordu: Bir alâmet.. bir nişan..
Uçup gittiği âlemden buraya getireceği bir nişan..
Ve dilek kabul edildi.. O güzel güvercinin kanadına şunlar yazıldı..
– Şimdi gerçek olan sen.. ey çözümü güç bilmece.. tılsım.. osun ki:
Ne zatsın; ne isim..
Ne gölgesin; ne resim..
Ne ruhsun; ne cisim..
Ne vasıfsın; ne sıfatsın.. Ne de künye..
Varlık senin.. Yokluk senin.. Sonradan olma senin için, öncelik de senin..
Zatına göre yoksun.. Ama nefsinde mevcutsun..
Nimetinle bilinirsin.. Bir cins, çeşit olmadan yana yoksun..
Sanki sen : Emaneten yaratıldın..
Sanki sen: Ancak eserleri göstermekten ibaretsin..
Açık dilinle, zatına deliller getirirsin..
Seni yaşar buldum.. bilgin gördüm.. güçlü tanıdım..
Konuşan, gören, duyan kabul ettim..
Cemal sıfatı varlığında dürülü.. Celâl sıfatına nail oldun..
Kemalatının bütün çeşitlerini, kendinde topladın..
Senden başka bir mevcut tasavvur ettiğim şey hiç olmuyor..
Bunun isbatı imkânsız..
Güzelliğine gelince: Her yönüyle tamdır..
Sonra.. bak.. bu kelâmın muhatabı sensin.. Ama, sen de olursun; ben de olurum..
Ey.. burada yok olan.. Ne var ki, seni yine burada bulduk..
*
İdrâk noktaları yüce;
Âlemleri de gizlice..
Çokçadır tehlikeleri
Vuruşları da sessizce..
Gözler onu görmeyince;
Sınır da alamaz içe..
Vasıf getiremez öne;
Ona nedim olan nice..
Önünde ibare dilsiz;
İşaretleri gidince..
Mamuresi yıkılır;
Çarpışanı devrilince..
Yüce ama, sema değil;
Ruhtur da, değil melekçe..
Hem sultan hem de mülkü var;
Mahremleri de azizce..
Bir göz ama bu göz değil;
İlimdir değil haberce..
Bir fiildir de izi yok;
İşaretleri bilmece..
Kutuptur felek üzere;
Güneştir yola esence..
Bir tavustur yükseklerde;
Görünüşte de pek yüce..
İstılahla da saridir;
Hem satırdır enmuzece..
Hep ruhumdur âlemleri;
Varlıktan yana temizce..
İşte yapılmış bir evdir;
Bir savaştır ki renklice..
Kanı diken diken ölü;
Nefesi derli topluca..
Zatı da tecrit edilmiş;
Hem sıfattır dahi tekçe..
Nişanları da sıra sıra;
Okunurlar yazarınca…
Nefyi kendi kapsamında;
Varlık temizdir özünce..
Bilinir de bilinmez de;
Kim uykucu kalkınca..
Nefiy olsa da sabittir;
Atılsa yine gerekçe..
Bir işarettir bilinir;
Bir yayındır ki eserce..
Tamaha dahi kapılma;
Görmezsin onu mahremce..
Şayet ganimetçi isen;
Ganimetleri hazırca..
Onun mağrib kuşu Anka;
Sensin onunla dilekçe..
Ve nasıl uygun olursa;
Karışık ya da temizce..
Denizdir aldatması var;
Dalgaları koca koca..
Ateştir külleri de var;
Süslenir onu sevince..
Bilinmez, vasfı edilir;
Marife olur nekrece..
Vahşîdirülfet edilir;
Kalb de bağlanır zalimce..
Bir bildiğini söylesem;
Sen durmazsın insaflıca..
Bilmediğini söylesem;
Ama sendedir bilmece..
Sırrım onun kimliğidir;
Benliği de tam ruhumca..
Kalbimde onun kürsüsü;
Hizmeti olur cismimce..
Onu akıl ediyorum;
Ama durumum cahilce..
Kim onları aparır ki;
Ki koyunları seslice..
Saklarımda yükseldikçe;
Hem de bilirim döndükçe..
İmlâ oldukça yazarım;
Seni korkutur durunca..
Tenzih ettim uryan oldu;
Benzettim kaydı gizlice..
Cisme benzettim de çıkıştı;
Bana dayanma o güce..
İndirdim de kayıp gitti;
Dağıttı hep güzellikçe..
Ona bağlanan kavuşur;
Kirpiklerdedir kesmece..
Sicili yanaklarında;
Şuleleri de parlakça..
Gözlerinde sürmesi bir;
Mızrak gibi durur ince..
Tükürüğünde de bal var;
Ve bir fidandır o boyca..
Lüle lüledir saçları;
Dişleri güler zalimce..
Bilekleri nakış işli;
Saçları dahi siyahça..
Dişleri beyaz beyazdır;
Tebessümü dahi alca..
Parmağındaki şaraptır;
İhsanları büyülüce..
Latifeleri vehimdir;
Buna şaşmak gerek bence..
Bilinmez vasfı edilir;
Anlaşılır saltanatça..
Yabancıyla ülfet oldu;
Konuşmaları kalbimce..
Sanatı dahi yırtmaktır;
Öldürmek de âdetince..
Ayırmak oyuncağıdır;
Yemekleri ağulunca..
Yaygın olan terkibi var;
Bağlanır o çözülünce..
Ne cevherdir ne de araz;
Ne hasta sayılır sağca..
Oktur, hedef dahi odur;
Yayları dahi şaşkınca..
Bir ferdir ama çoğaldı;
Topluca hem de ayrıca..
Önümüz ve kalanların;
Hepsi de onun, âlemce..
Cahildir ama ilimdir;
Harptir ama selâmetçe..
Zulüm gibi ama âdil;
Tehlikeleri yaygınca..
Ağlatır güldürür beni;
Ayıltır eder sarhoşça..
Hem kurtarır hem de boğar;
Dileğimdir duruşmaca..
Bazan olur oynaşırım;
Bazan dahi arkadaşça..
Bazan hepten tanışmayız;
Bazan dahi konuşmaca..
Bazan bana vuslat verir;
Bazan da kucaklar dostça..
Bazan benimle cenk eder;
Bazan da bakar hasımca..
Böyle.. bu ferahtır desem;
Ki metin durur görünce..
Yabancılık eder durur;
Hiç tanımaz; bir bilmece..
Bir zattır ki vasfa gelmez;
Düsturları da çok yüce..
Bir güneştir aydınlatır;
Şimşekler çaktı parlakça..
Bir sözdür yayıldı böyle;
Kuşları beni aşınca..
İki zıd dahi birleşti;
Onda yoktur ayrılmaca..
Bir kaynaktır ki kaynadı;
Dalgaları da coşunca..
Tadana zehir kesilir;
Misk olur hep koklayınca..
Alâmetleri kaybolur;
Dalana denizdir onca..
Bundan sonra; o yeşil kuşun kanadına, kibrit-i ahmer mürekkebinin
kalemi ile şu satırlar yazıldı:
– Bundan sonrasına gelince..
Azamet ateştir.. İlim sudur. Kuvvetler de havadır..
Hikmet topraktır ki: Ferd vasfını alan cevherimiz onun gerçekliğini bulur..
İşbu cevherin iki arazı vardır:
a) Ezel..
b) Ebed..
Aynı biçimde o cevherin iki vasfı vardır:
a) Hak..
b) Halk..
Aynı şekilde o cevherin iki natı – sıfatı – vardır:
a) Kıdem..
b) Hüdus..
Aynı değerde o cevherin iki adı vardır:
a) Rabb..
b) Abd..
Aynı yöndeiki yüzüvardır:
a) Zahir.. Ki, bu, dünyadır..
b) Batın.. Ki bu ahirettir..
Aynı yoldan o cevheriniki hükmüvardır:
a) Vücub.. Varlığı gerekli olmak..
b) İmkân.. Oluşu da, olmayışı da eşit olmak..
Yine o cevhere iki yönden itibar edilir:
a) Kendi özüne göre yok oluşu.. Başkası için mevcut oluşu..
b) Kendisi için var oluşu.. Başkası için de yok oluşu..
Yine o cevherin iki marifet yönü vardır:
a) Önce vücudiyetini kabul etmek: sonra da selbiyeti cihetine gitmek..
b) Önce selbiyeti cihetine gitmek; sonra vücubiyetini kabul etmek.
Sonra..
O cevherin anlaşılması babında bir noktası vardır ki, çok dikkat gerek ..
Zira onda:
Bir sertlik vardır..
Onun ibareleri çözülürken, manalarından inhiraflar olabilir..
İşaretleri çözülmeye çalışılırken, dikkat başka cihete dağılabilir..
Sakın ha.. Sakın ey kuş, bu yazılanları çok iyi korumaya bak.. O kadar ki:
Yabancı onu okumasın.
*
O kuş, bu semalarda uçuşunu sürdürdü.. Hali: Ölüm içinde dirilik.. Helâk içinde beka..
Taa, topladığı kanatlarını açıp yayıncaya kadar.. Kapamış olduğu gözünü açıncaya kadar..
Bir de baktı ki, o : Kendi dışında değil.. Kendi cinsinden başkasına salınmış değil..
Bir denize girmiş ki: Ondan hariç gibi..
Her ne kadar ondan içmekte ise de, yine susuz; yine içi yanık..
Ondan yana hiçbir şey demedi.. Ama onda bir şey de kaybetmedi..
Mutlak kemal derecesini hakikat olarak : Kendi nefsinden ve zatından ibaret buldu..
Hal böyle iken; onun sıfatlarından bir sıfata dahi, sahip olamadı ki:
Zat ve sıfat isimlerine hakkıyla bürüne..
Sonra o aradığı yüce varlığın bir tutulacak yeri de yok ki: İttifak, ihtilaf hükmü ile de olsa,
ona yapışıp kala..Tam manası ile, onun sıfatlarından birinde mekân tuta..
Bu işler böyle olunca, o kuşun bu tayin âleminde, kendine has bir kemâl durumu olmadı..
Uçuşunda bir kemâl durumu varsa o da, ancak kendi âleminde ve kendine tayin edilen
mahalde oluyor.. Bu durumda ise, kanatlarında işaretli yerlerde,
kendisine ancak inhisarlı bir hal kalıyor..
Bundan sonra o kuş baktı: Aradığı yüce zatın mehtabını kendi özünde hakikat olarak gördü..
Artık o güneş içinde doğmuştu.. Onun nurunu söndurmeye de, güç yetiremiyordu..
Bir şey bilmez gözüktüğü halde, biliyordu..
Bir yerden göçüp gidiyordu: ama bakınca yine ilk olduğu yerde durduğunu görüyordu..
Onun dilsiz konuşması vardır; dilli de konuşabilir..
İrfan duygusu tamdır.. Onda bir kayganlık yoktur..
İrfan bakımından; âlem halkının irfanına sahip olduğu varlıkta, en girginidir..
Bir açıklama olduğunda, en uzağı yine o görünür..
O irfan sahasına, halk arasında en uzak olan olduğu gibi, onların en yakın olanı yine odur..
Onun kelâm harfleri okunmaz.. Manasını anlamak ve derinliğini kavramak güçtür..
Onun harfi üzerinde vehmi bir nokta vardır..
Daire, onun üzerinde devrini tamamlamaya çalışır..
Ve noktanın özünde bir âlem yaşar.. O âlemde yuvarlak bir daire gibidir..
Yine onun için, iki noktayı kasdediyorum; sözü geçen daireden bir nokta vardır..
O nokta ise..o dairenin umumî heyeti cüzlerinden bir cüzdür..
Daire bütünüyle, o noktanın genişlik yanlarından birindedir..
Adı geçen nokta, özünde basit; ama duruşuna göre mürekkeptir..
Zatı yönünden tekdir..
Aydınlığı yönünden bir nurdur.. Bilinmeyişi ciheti ile de, zulmettir.
Nice şeyler söylendi; değil mi?. Hemen hepsi, işaret ve imalı sözlerdi..
Böyle olunca: hiç biri o yüce zatın hakikat noktasına isabet etmez..
Başka türü olması da imkân dışıdır..
Zira bu dil, onu anlatmakta lâl oldu.. Kısıldı; kaldı..
Zaman da ondan yana faydasız.. Dardır.. Sıkıştırılamaz ona; zira o da, belli bir haldedir..
Ölçülüdür.. Ölçülü olan, bir ölçüsüze nice zarf olur? Kab olur?
*
Yüce Allah.. Şanı büyük.. Bütün rifat dereceleri olan sultandır.
Azizdir, Deyyandır..
*
Hindin bölgesinin ev eşikleri çok engellidir;
Binaları yüce, kapıları dahi şereflidir..
Onun ötesinde nice boyunlar vuruldu gitti;
O işte halk güçsüzdür, çeviremez engebelidir..
Hey.. orada bir rüzgâr esecek olsa dehşetinden:
Akıllar gider, kalbler çarpar zira dehşetlidir..
. 2.BÖLÜM
İSİM
Burada, umumî bir ifade ile İSİM üzerinde durulacak ; ona göre bir mana verilecektir..
İSİM : Kendisi ile ad konulan şeydir..
Şöyle ki :
Fehim gözünde isim verileni gösterir..
Hayalde, o isim verilene suret verir…
Vehimde, o isim verilen hazır eder..
Fikirde, o isim verileni düşündürür..
Sonra isim verilen şey adı geçtiği zaman, almış olduğu isimle ezberlenir..
İsim verilen, akılda yoklanınca, yine o isimle akla gelir..
Bu isim verilen şeyin : Var olması, yok olması , İSİM durumunda bir değişiklik yapmaz..
*
İsmin kemâl yönünden ilk büyüklüğü : Kendisi ile ad alan şeyin ; kendisini bilmeyene
İSİM yolunda bildirmesi ile başlar..
*
İsmin, isim verilen bağlanışı, için dışa bağlanışı gibidir..
Esas mana anlatıldığı gibi olunca: İsim, kendisi ile ad alan şeyin aynı olur..
*
İsimlendirilen şeyler arasında, öyleleri vardır ki, yok görünür.. Ama, kendi varlığı içinde..
Fakat, konuşulurken aldığı isimle vardır.. Buna misal : Anka-i Mağrib’dir..
Aslında o, belli bir varlık değildir.. Ancak ismi ile vardır.. İşte bu isimdir ki :
Onu bir varlık haline getirmiştir..
Yine bu isim yolundadır ki : İsim sahibi zata gerekli olan sıfatlar bilinir..
Durum anlatılan yola girince, isim verilen şey, bir başka olur; isim çerçevesini aşar..
İsim, isimlendirilenden başka olur..
Misal olarak : Bu yolun ehli dilinden geçen : Anka-i Mağrib, mefhumu muteberdir..
Mana bu olunca : Anka-i Mağrib üzerinde az duralım.. O nedir?.
O, öyle bir şeydir ki : Akıllardan fikirlerden uzak duran, özel durumu, yapısı ,
nakşı ile azameti icabı bu misal âleminde benzeri mevcut değildir..
– Anka-i Mağrib..
Adını alması da bu mana icabıdır..
Şimdi düşün.. Anka-i Mağrib için getirilen isim, onun için verilen mana hükmünü kapsar mı?..
Şüphesiz kapsamaz..
Sanki o isim, anlatılan mana içinona konmamıştır; küllî bir hal ile
akla uygun bir mana için konmuştur.. Özellikle varlık mertebesindeki rütbesi ezberlensin diye..
Taki, böylece yok olmaya ve onun: Zatında, anlatılan hükümde olduğunu bilesin.
İşte.. İsmin, ad olduğu yeri bu yoldan bilmek mümkündür.. Fikir dahi
o adlananın akla uygun manasına bu yoldan girer..
Yukarıda nisbeten çözümü güç cümleler geçti.. Mana ağırlaştı..
Fakat sen: Bu sözlerdeki ağırlığı kaldır.. Tomurcuklar arasındaki gülü dermeye çalış..
çıkarmaya bak.. Zira, aşağıda anlatılacaklar için lüzumludur..
Şimdi halk mefhumundaki Anka-i Mağrib ismi, Hak manasındaki Allah adı,
açıları ters orantılı bir zıdlık teşkil eder..
Misal: Anka-i Mağrib adı ile adlandırılan, aldığı ada karşı kendi özünde halk olarak
yoktan ibarettir..
Allah adı ile anılan yüce zata gelince : Hak olarak sırf varlıktır..
Ancak yüce Allah adı ile, Anka-i Mağrib mefhumu arasındaki zıdlık bir yönde kalkar..
O da : Esas varlıklarına, ancak isim yolundan gitmek..
Şöyleki :
Anka-i Mağribe, ancak isimle varılır.. Ve o: Yalnız bu itibara göre mevcuttur..
Yüce hak ise.. aynı minvalde ancak isimleri ve sıfatları yolundan vâsıl olunan bir varlıktır..
Bu yol, geniş bir alandır; Hakkın marifetine geçmeyi mümkün kılar.. Başka türlü imkânsızdır..
Hasıl-ı kelâm: Allah-ü Taâlâ’ya vuslat için Allah ismi yolundan başka bir yol yoktur..
*
Bu yüce ismi unutma, manasını bil..
Çünkü bu ismin kazandığı bir varlığı vardır.. Bu varlığı : Hakikati ile birleştiği için bulmuştur..
Durum anlatıldığı gibi olunca, yüce Allah’a varan yolu onunla aydınlanmış olur..
İnsandaki mana büyüklüğü de, onunla mühürlenmiş olur..
Rahmete eren kimse dahi onunla rahmana varır..
Bu mana açısından şöyle bir hükme varmamız mümkündür: Bir kimse,
mühürün nakşına bakar kalırsa .. onun Allah ile oluşu isimde kalır.. Ama ondaki nakşa,
yazıya bakmaz da, başka yanları ile kalırsa, onun da Allah ile oluşu sıfatlara dayanır..
İşbu halin dışında, bir başka durum vardır ki: Tam bir üstünlük sahibidir. Meselâ :
Bir kimse mührü parçalarsa.. ismi de vasfı da geçmiş olur.. Böyle olunca da, o kimse :
Yüce Allah’ın zatını bulur.. Sıfatlarını da görür.. Sıfatlar da, kendisine kapalı kalmaz..
Bu durumda, o yüce zata varan kimseye bir vazife düşer : Hak ile halk beynini bulmak..
Bu beyni bulup birleştirmek kolaydır..
Şayet o kimse : Yıkılıp çökmek üzere olan duvarı tekrar yaparsa..
parçaları dağılma tehlikesi geçiren mührü yapıştırır kuvvetlendirirse.. olur..
İşte o zaman, olduğu âlemde kalır.. Zevkle yaşar..
.. Ve böylece onun :
– Hak ve halk..
Namları ile yad edilen iki yetimin hissesini yeterince ödemiş olur..
Hem de onların erginlik çağlarında .. Hem de, her iki halin hazinelerini bularaktan..
*
Kademe kademe geçiyoruz.. Yukarıda anlatılanları bildinse.. daha ötesine geçeceğiz..
Bunu da, iyi kavrayıp anlamaya gayret eyle.
Bütün noksan sıfatlardan temiz olan yüce Hak : Allah adını insana bir ayna yapmıştır..
Bu manayı yüzüne baktığı zaman anlar.. Bilir.. Hem de gerçeğe dayanan bir ilimle..
Özellikle :
– “ Var olan Allah imiş.. onunla birlikte bir şey yok imiş..”
Cümlesi ile ifade edilen mananın gerçek yüzüne geçer..
O yüze geçer geçmez, kendisine bir keşif kapısı açılır..
O keşif sayesinde görürür ki;
İşitmesi , Allah’ın işitmesi..
Görmesi , Allah’ın görmesi..
Konuşması, Allah’ın konuşması..
Hayatı, Allah’ın hayatı..
İlmi, Allah’ın ilmi..
İradesi, Allah’ın iradesi..
Kudreti, Allah’ın kudreti..
Evet.. Görür ve anlar ki : Kendinde bulunan bütün bu duygular, asaleten yüce Allah’ındır..
Yine bilir ki : Kendindeki o duyguların cümlesi ; bir mecaz, bir ariyet ,
emanet olarak kendisinde ..
Hem hakikat yönünde ; Hem de mülk olarak.. Ne varsa hepsi Allah’ın..
Bu manayı bir âyet-i kerime ile açalım :
– “ Allah, sizi de, yaptığınız işleri de yarattı..” ( 37/96 )
Bir başka yerde ise.. şöyle buyuruldu :
– “ Siz ancak putlara tapıyorsunuz.. Böylece iftira yaratır durumdasınız..”
( 29/17)
Görülüyor ki, manalar birleşti : Kul yaratıyor ; Allah yaratıyor..
Şimdi düğümü çözelim: Sanki, bir şeyi kullar yaratıyor ; ne var ki,
aslında o şeyi yaratan Allah’tır..
Yaratma işi : Kullarda mecaz yolu ile ve emaneten bağlanmıştır.. Ne var ki,
hem mülkün sahibi oluşu, hem de tam bir bağlantı ile Allah’ındır..
Derin bir mana kapısı açtık.. Daha da ineceğiz..
Dinleme ve anlama gücüne sahip olarak dinle..
Bütün bu anlatılanlar, bir zevk işidir.. Böyle olunca, bu yüce ismin aynasında
yüzüne bakan bir kimse : Zevk olarak bu ilmi elde eder..
Anlatılan zevke erdikten sonrada, o kimsede, Tevhid ilmi çeşidinden
vahidiyet ilmi vardır..
Her kim anlatılan makama yerleşirse :
– Allah..
Diye çağırana icabet edip cevap veren olur.. Çünkü o : Allah isminin mazharıdır..
Bundan sonra o kimse, bir yükselme kaydeder ; yok olma durumu kederini siler:
İlme doğru safa seyrini varlığı bir gerekli varlık halini alırsa.. sonunda, yüce Allah onu
kıdem zuhuru ile, sonradan olma kirinden de temizlerse.. İşte o zaman, Allah isminin aynası olur..
Buna misal: İki aynanın karşılıklı duruşu gibidir.. Böyle olunca da, o aynada ne varsa..
bu aynada da o olur.
Bu makama varan kimse için duânın kabul olunma ihsanı yapılır..
Kim için duâ ediyorsa.. Allah o duâyı kabul eder.. Kime darılıyorsa.. Allah ona darılır..
Kimden razı ise.. Allah ondan razı olur..
Bu makamı bulan kimsede Tevhid ilmi çeşidinden ahadiyete kadar ne varsa.. mevcuttur..
Ahadiyetten yukarısı değil..
Bu anlatılan makamın sahibi ile zatî tecelliye eren kimse arasında bir incelik vardır.. Şöyle ki :
Bu makamın sahibi yalnız fürkanı okur..– sıfatlar âlemini okur, manasına alınabilir..
Zatî tecelliye eren kimse ise.. nazil olan cümle kitapları okur..
Bu manadaki inceliği anla..
*
B i l..
Bu Allah ismi, bütün kemâl derecelerinin temel maddesidir..
Ne kadar kemâl derecesi varsa.. hepsi bu yüce ismin kubbesi altındadır..
Onun dışında hiç bir kemâl derecesi bulunmaz..
Bu durum ki böyle oldu: Yüce Allah’ın kemâl derecelerine bir son olmayacağı açıktır..
Çünkü: Kendi zatından, meydana getirdiği hangi kemâl derecesi olursa olsun ;
kendi gizliliğinde, ondan daha üstünü, daha temellisi vardır.. Böyle olunca, elbette
onun kemâl durumunun sonunu bulmaya yol olamaz…
Yani : Onun katında, gizli bir kemâl derecesi bırakmama yönünden..
Bir başka kapı açalım.. Şu yoldan ki: İnsanda bu akıl yolu ile bilinen bir temel madde vardır..
Aynı zamanda, bu kâinatta da vardır.. Bunun bir kabiliyeti de,
çeşitli görüntü suretleri açığa çıkarmaktadır..
Şimdi düşün : Buradaki bir temel maddenin kabiliyetli olduğu suretlerin hepsini ;
artakalan olmamak üzere bilip bulmaya bir yol var mıdır?.. Elbette olamaz..
Zira, hiç bir şekilde onun suretlerinin sonuna varıp :
– Bu iş burada biter..
Deyip bir idrâk noktası bulmaya imkân yoktur..
Yine düşün: Anlatılan durum, bu yaratılmışlar âleminde ki böyledir ;
o yüce, her yönüyle büyük hak’ta nasıl olur?.. Onun kemâl derecelerine nasıl bir hudud çizilir?..
Bu büyük bir iştir..
Her kime ki, yüce hakkın tecellilerinden bu yönde bir tecelli gelirse..
özünü idrâkten aciz kalır ve şöyle der :
– Bir şeyi kavramaktan yana acizliği idrâk, idrâkın taa, kendisidir..
Ne var ki, bu tecellinin de ötesinde bir tecelli vardır.. Onu da unutmamalı..
Meselâ : Yüce Hak bir kimseye, mana tecellisi içinde tecelli eder ve ilmi cihetinden
kendisinin aynı olduğunu, aynı oluşu cihetinden hakikatı bulmuş olduğunu anlatırsa..
gayrı böyle bir tecelliye eren, acizlik dili ile konuşmaz.. İdrâkten aciz olduğunu söyleyemez..
Bu manaya aykırı bir yöne de kayamaz..
– Peki ne yapar?
Diyeceksiniz ; anlatalım
– Her iki tarafı da özüne çağırır..
Sebebine gelince : Onun makamı öyle bir makam olmuştur ki, onu anlatabilmek imkânsızdır..
Zira, o: Allah’ın zatında, en yüce makama yükselmiştir..
Sen de onu ara.. O makamı iste.. ondan yaya kalma ; yanılma..
*
Yukarıda anlatılan manada söylenen şu şiir nekadar güzeldir..
Allah, söyleyene rahmet eyleye..
Allah-ü ekber.. bu deniz nekadar kabardı;
Esen fırtına ile dalgalandı inci çıkardı..
Elbiseni çıkar, ona dal, sonra bırak gayrı ;
Sendeki yüzmeyi, övünülür yanı kalmadı..
Ve.. öl.. zira Allah denizinde ölü rahattır ;
Hayatı Allah hayatı oldu, öz ömür aldı..
*
Şimdi, o yüce Allah ismini bir başka yönü ile işleyeceğiz.. Bunu da bilmen gereklidir..
Sübhan olan yüce Hak: Allah ismini, ilâhi manaların suretine de, ilk temel maddesi yaptı..
Cenab-ı Hakkın kendisinde, kendisi için nekadar tecellisi varsa..
hepsi, bu Allah isminin kapsamına dahildir.. Geri kalanı sırf zulmettir.. Ki :
– Zatta, zâtın batın yanları..
Adı verilir..
Bu yüce Allah ismi, anlatılan zulmetebir nurdur.. O nurla, Cenab-ı Hak kendisini görür..
.. Ve halk o nurla, Cenab-ı Hakkı bilmeye ulaşır.
Bunu da böyle bilesin..
Biraz da, bu kelime üzerine söylenen itikad âlimlerinin fikirleri üzerinde duracağız..
Bu yüce kelimeyi, çeşitli yönleri ile eleştirenleri dinleyelim..
Faydalı olacağı düşüncesi ile onları iyi dinleyelim..
Mütekellim âlimlere göre, bu yüce Allah kelimesi : Ülûhiyet istihkakı olan
bir zatı anlatan sancaktır..
Evet.. onların istilâhında , bu yüce ismin delâlet ettiği mana budur..
Ayrıca, ulemanın bu yüce Allah isminin kelime türeyişi üzerinde
çeşitli görüşleri var..
Bazılar der ki :
– Bu kelime dondurulmuştur.. Kendi başınadır.. Ve ona cins olacak bir kök yoktur..
Dolayısı ile, başka bir kelime kökünden de türememiştir..
Bu görüş bizim mezhebimizin görüşüdür.. ki :
*
Henüz kelimeler türememiş, türeyen kelimelerden bir şey de türememiş iken Cenab-ı Hak bu :
– ALLAH..
Adı ile söylenir, anılırdı..
Bu yüce ismin, bazı kelime kökünden türediğine kail olanlar ise şöyle diyor :
– Bu kelime: ELEHE YELEHÜ, kökünden gelmiştir.. Bu kelimeler ise..aşka gelenin halini dile getirir..
Şimdi bu aşkın manası üzerinde duruşlarına bakalım. Demek istiyorlar ki :
Anlatılan mana, yüce Hakkın geçerli iradesi üzerine ; kâinatın kendi özelliği ile,
onun kulluğuna düşkünlüğü ve onun azameti önünde zilleti istemeleridir..
Zira kâinat, kendi oluşları icabı, kendilerine gelen Hakka kulluk istek,
arzu ve aşkına karşı bir savunma gücüne sahip olamaz.. Demir cinsi şeylerin
mıknatısa can atıp içten bir yöneliş gösterdikleri gibi.. Onlar da
mıknatısın çekiciliği karşısında güçsüzdürler..
Kâinatın bu içten duyduğu Hak kulluğu aşkı, bir tesbihtir ki :
Onun bütünüyle anlaşılması zordur.. Anlaşılamaz..
Kâinatın ikinci bir tesbihi daha vardır ki: Hakkın zuhurunu kendisinde kabullenişidir..
Kâinatın üçüncü bir tesbihi ise.. Kendisinin Hakta halk olarak zuhurudur..
Kâinatın, yüce Allah’ı Tesbih ediş şekli daha çoktur.. Bitmez..
Zira, kâinatın; yüce Allah’a ait her isimde bir bağlantısı vardır..
O ilâhi isme uyan biçimde tesbihini yapar.
Sayı itibarı ile, çokluğundan ötürü, hesaba kitaba sığmayan bu tesbihlerin tümü
bir dille ve bir anda Allah için yapılan tesbihlerdir..
Ve.. bu varlık âlemi ferdlerinden her birinin, yüce Allah ile olan halleri
bu minval üzere devam edip gider..
Anlatılan mana icabıdır ki: Yüce Allah, kelimesinin yukarıda sözü geçen kelime kökünden
geldiğini istidlâl eder ve derler ki :
– Eğer o, bir kelime kökünden gelmeyip de dondurulmuş, kendi başına olup kalsaydı;
anlatıldığı gibi bir tasarrufa sahib olamazdı..
Sonra, ELEHE kelimesini İLÂH, haline getirmek isteyerek şöyle dediler :
– Bu yüce ismin kökü, ELEHE olduğu kabul edildiğine göre, mabud için kullanılınca,
başa bir EL, lâm-ı tarifi getirildi.. O zaman EL-ELEHE oldu.. Çok kullanılması dolayısıyla,
ortadaki ELİF görünmez hale getirildi ve: ALLAH, oldu..
Arab dili âlimlerinin bu yüce isim üzerine sözleri çoktur.. Ama teberrüken bu kadarını aldık..
Bu kadarını yeterli gördük..
Burada, ALLAH lafzı üzerine bazı kelâm edilecektir.. Ayrıca, onun harfleri üzerinde de
durulup ifade ettiği manalara bakılacak..
Bu hususlar da, bilmen gereken bilgiler arasındadır..
Şöyleki :
ALLAH, olarak anılan bu yüce isim, harf itibarile eşlidir.. Ama lafızda..
Her nekadar, yazı şeklinde (LÂM) ile (HA) arasındaki (ELİF) görünmemekte ise de;
lafzan sabittir.. Lafız da, yazıya hâkim olduğuna göre: (ELİF) i de, o harfler meyanında sayıp:
– ALLAH ismi beşlidir..
Deyip kabullenmek icab eder
Bilmen gerekli olduğundan o harflerin ifade ettiği manalar üzerinde duralım..
BİRİNCİ HARF.
ELİF: Haliyle baştaki elif.. İşbu harf, AHADİYETTEN ibarettir..
Ahadiyet, teklik manasına alınabilir..
Öyle bir ahadiyet ki, onda çokluk manasına gelen kesret tamamen düşüp helâk olur..
Hangi yüzden bakılırsa, bakılsın;ondan başka varlık kalmaz..
İşbu mana :
– “Yüzünden başka her şey helâke varır..” ( 28 / 88 )
Meâline gelen, Yüce Hak kelâmının hakikatdır..
Burada, zamir, ŞEY’e verilmektedir ki :
– Kalan, şeyin yüzü olur..
Manası çıkar.. O şeyin yüzü ise.. Özünde bulunan, özünden tecelli eden
yüce Hakkın ahadiyetidir..
Böyle olunca, her bakımdan duruma hâkim olmak, o yüze düşer..
… Ve o yüz: Kesretle bir kayda bağlanamaz.
Çünkü bu manada, kesretin hiç bir hükmü yoktur..
Şimdi manayı toplayalım:
Ahadiyet, zat tecellilerinin ilkidir.. Ama bu tecelli, zatın, kendinde, kendisine,
kendisi ile olmaktadır..
Esas mana bu olunca: ELİF, tek başına, bu ALLAH, isminin başına kondu..
Öyle bir teklik ki: Diğer harflerin hiç biri ile bir bağlantı kurmadan..
İşbu durum, doğrudan doğruya, ahadiyet makamına bir tenbihtir ; uyarmadır..
O, öyle bir ahadiyet makamıdır ki : Ne Hakka ait vasıfların, ne de halka dair vasıfların
orada zuhuru vardır.. Çünkü o : Sırf ahadiyettir.. O kadar ki: Orada, isimlerin ve sıfatların, fiilerin,
mahlukatın hiç bir hükmü yoktur..
Tek başına değil de, yazılış itbariyle, diğer harfleri ile de, zata işaret edilir..
Zira hepsi, onun içinde gizlidir..
ELİF; zat olunca, diğerleri onda gizli sıfat ve onunla alâkalı olanlar olur..
Ki bu mana, aşağıda daha açık anlatılacaktır.
Meselâ : ELİF harfi, yazılı gösterildiği zaman, ELİF, LÂM, FA, dan ibarettir..
ELİF harfi, tek başına yazıldığı zaman, yazılış şeklini ve tek başına yazılışını da
özünde toplayan zata delâlet eder..
LÂM, harfi, dik kısmı ile ; yüce zatın kadim sıfatlarına delâlet eder.
Kendisinin, LÂM olduğunu anlatan kıvrık kısmı ile de, sıfatlarla alakalı kısımlarına delil sayılır..
Sıfatlarla ilgili kısımlar ise.. zata bağlanan kadim fiillerdir..
FA, harfinin ifade ettiği manalar ise.. şu şekilde sıralamak mümkündür :
a) Duruşu ile, yapılmış işlere delâlet eder..
b) Başındaki noktası ile, halkın zatında var olan, Hakkın varlığına delâlet eder..
c) Başının yuvarlak oluşu, sonucu, içinin boş oluşu feyz-i ilâhîyi kabul edişleri yönüyle
halkın onda bir yer edinip sonsuzluğunu kavramasına
bir durak olmayacağına delâlet eder..
d) Ayrıca yuvarlağının daire biçiminde oluşu da; mümkin vasfını alan varlıkların sonsuzluğuna işarettir..
Zira dairenin nerede başlayıp nerede biteceği bilinmez..
e) Ayrıca içinin boşluğu, feyiz kabulüne bir işaret mahallidir. Zira, içi boş olan ;
kendisini dolduracak bir şeyi kabul etmek zorundadır..
Sonra.. burada bir başka husus vardır; bunu da belirtmemiz yerinde olur..
İşbu husus : FA, harfinin başında duran noktadır.. Bu durumu ile o noktanın yeri.
FA harfinin yuvarlak boşluğu gibidir..
Anlatılan manaya göre, ince bir işareti burada göstermek gerekecek..
İşbu işaret : İnsanın ezelde aldığı emanettir..
Burada, emanetten kasdım :
– Kemâl-i ülûhiyettir.. ki bu : Yerin, göğün ve onlarda bulunan mahlukat çeşitlerinden
hiç birinin taşımaya gücü olmadıkları emanettir.
Burada bir başka husus var ki, onu da belirtmemiz yerinde olur..
Şöyleki: FA harfi, bütünüyle ele alındığı zaman, içi boş başından başka noktaya
yer yer olacak bir kısım yoktur..
İşbu baş kısım ise.. insandan ibarettir.. Çünkü insan, bu âlemin reisidir..
Üstte anlatılan mana icabıdır ki, Resulüllah S.A. efendimizin
şu hadis-i şerifi rivayet edilmiştir :
– “ Ya Cabir, Allah’ın önce yarattığı peygamberinin ruhudur.”
Bu manadan anlaşılıyor ki : İnsan, yaratılışta bir önceliğe sahiptir.
Aynı şekilde yazarın elindeki kalem, Fa harfini yazmaya başladığı zaman :
Boş yuvarlağını yapmaya öncelik verir.
Gerek bu son sözlerden, gerekse önceliklerden hâsıl olan mana şudur :
Yüce Hakkın ahadiyeti: İsimler, sıfatlar, etkisine aldığı diğer şeyler, mahlukatından
hemen her şeyin hükmünü kendi özünde gizler..
Durum anlatıldığı gibi olunca. Zatî sıfatından başka baki kalan olmaz.
Bu sıfattan da bir başka yönüyle:
– AHADİYET..
Diye bahsedilir.
Bu yüce ALLAH ismi, üzerine, açık ibare ile; buradakinden daha fazla :
– El – Kehf’ü Ver – Rakim – Fi Şerh-i Bismillahirrahmanirrahim.
Adlı eserimizde hayli kelâm ettik.. Orada bulunup okunmalıdır ; faydalı olur..
İKİNCİ HARF
LÂM : Bu harf, Allah isminden , birinci Lâm’– dır.. Elif’ten sonra, ikinci sırayı alır..
Bu, celâl sıfatından ibarettir..
Anlatılan mana icabıdır ki : Eliften sonra geldi.. Kısmen onunla bitişti..
Böyle olması gerekir ;çünkü Celâl sıfatı, tecelliler derecesinin en yükseğidir..
Cemal sıfatından daha öndedir.. Bu fikrimizi teyid eden bir hadis-i şerif vardır..
Hemen arz edelim :
– “ Azamet gömleğimdir, Kibriya cübbemdir..”
Bu kudsî hadis anlatıyor ki : Bir şahsa en yakın olan şey, gömlek ve cübbedir..
Şimdi sabit oldu : Celâl sıfatı, yakınlık itibariyle, cemal sıfatından daha yakındır..
Celâl sıfatının bu yakınlığı :
– “Rahmetim gazabımı geçti..”
Meâline alınan kudsî hadisindeki manayı bozmaz.. Çünkü geçen rahmet
umum ve şümul şartıdır.. Böyle bir umumiyet ise… Celâl sıfatına aittir..
Nisbeten kapalı geçen üstteki ifadeyi daha iyi anlamak için, aşağıdaki cümlelere
dikkat et ; bil ve anla..
Vahidiyet, şeklinde de anlatılan cemal sıfatı : Zuhur yönünde tam kemâlini bulduğu :
ya da anlatılan kemâl haline yaklaştığı zaman, onun adı :
– C e l â l..
Olur.. Onun böyle oluşu, kuvvetli ve saltanatlı zuhurundan ötürüdür..
Cemal sıfatındaki rahmet mefhumu, şümulü ile sonucu işte bu celâldir..
ÜÇÜNCÜ HARF
LÂM : bu harf de, Allah isminin ikinci lâmıdır..
İşte bu harf, yüce ve sübhan olan Hakkın bütün zuhur yerlerinde, mutlak geçerli olan
cemal sıfatından ibarettir..
Cemal sıfatı bütünüyle iki vasfa dönüktür :
a) İ l i m..
b) L ü t u f..
Aynı şekilde celâl sıfatı da, iki vasfa dönüktür:
a) A z a m e t..
b) İ k t i d a r..
Cemal sıfatında sayılan iki vasfın sonucu, celâl sıfatının iki vasfında birleşir..
Böyle olunca da : Cemal ve celâl bir sıfat haline gelir.
Bu manada şöyle söylendi :
– Halka zahir olan cemal sıfatı celâl sıfatının cemal cihetinden başka değildir..
Aynı şekilde onlara zahir olan celâl ise, ancak celâl sıfatından cemal sayılır.
Sebebine gelince : Peşpeşe gidişleri, birinin diğeri için gerekli olduğudur..
Cemal ve celâl sıfatlarının tecellisi için bir misal olmak üzere ;
güneşle tan yerinin ağarması ile başlayan fecir vaktini getirebiliriz.
Fecir, güneşin doğmasına bir başlangıçtır..
Güneş tam doğuncaya kadar kalır..
Bu misalden cemal ile celâl sıfatı arasında bir bağlantı kurmak isteyince :
– Fecrin cemal olduğunu ; güneşin de tam aydınlatıcı vasfı ile, celâl olduğunu.
Bir benzetme yolundan söyleyebiliriz.. Düşün ki, o tam aydınlık fecrinden başlayıp geldi..
Fecir ise, aydınlığı güneşten aldı..
İşte
– Celâlin cemali, cemalin celâli..
Demekteki mana budur..
Bu bahsi biraz daha açalım..
Bahsi edilmekte olan bu ikinci LÂM, yazılışı itibari ile üç harften ibarettir :
LÂM, ELİF, MİM.. Ebced hesabı ile bu üç harfin sayı toplamı YETMİŞ BİR eder..
İşbu sayı : Yüce Hakkın sarındığı ve halkı ile arasına gerdiği perdelerdir..
Nitekim bu mana, şu hadis-i şerifle kuvvet bulur :
– “ Gerçekten, Allah’ın nurdan ve zulmetten yetmiş küsur perdesi vardır..
Onları açacak olsa.. yüzünün güzelliğinden, gözünün gördüğü
yere kadar ne varsa yanar..”
Bu hadisi şerifte geçen:
– “Nur..”
Cemal sıfatıdır..
– “ Zulmet..”
İse, celâldir..
Bu hadîs-i şerifin anlatmak istediği bir mana şudur :
– O makama varan kimsenin, ne kendisi kalır ; ne de izi..
İşbu halin adına, tasavvuf ehli zatlar :
– MAHK (1) ve SAHK (2)
Derler..
Sözü geçen harfin sayılardan her sayısı : Yüce Hakkın zatını halkından gizlediği
mertebelerden bir mertebeye işaret eder..
Ve.. o hicap mertebelerinden her mertebe için, yine bin perde vardır..
O mertebe çeşitlerinden, biri izzet mertebesidir..Bunun da ilk perdesi:
İnsanın bu kevn âleminde ki bağıdır.. Bu bağın dahi, bin yüzü vardır..
Bu yüzlerden her birinin de bir perdesi vardır..
Kalan perdeler de buna göredir..
Burada kasdımız : Kısa kesmektir.. Eğer böyle olmasaydı ; onların şerhini yapardık..
Hem de en tam şekli ile..
Onları anlatırdık: Eksiksiz, bütün özelliği ve fazilet toplamlarının tümü ile..
DÖRDÜNCÜ HARF
ELİF : Bu harf, Allah isminin dördüncü harfi ve ikinci ELİF’idir..
Burada bu harfle, ifade etmek istediği mana verilecektir. Üzerinde durulacaktır..
Bu harf, yazı şeklinde görülmez.. Ama okunurken, söylenirken,
ikinci lama med olması yönünden bellidir..
vardır.. Bunun adına :
– Kemal ELİF’i..
Denir.. Ama bir kaplayıcı nitelik taşıyan kemal.. O kadar ki :
Onun ne bir sonu. Ne de bitimi için sınır vardır..
Onun sınırsız oluşunun işareti : Yazıda görünmeyip düşmüş olmasıdır..
Böyle bir şeyin de,kendisini tam idrâk mümkün olmayacağı gibi,
izini bulabilmek dahi zordur..
Okunurken, var oluşu da şu manaya işarettir : Kemal durumunun öz hakikatı,
yüce ve münezzeh Hakkın zatında gizlidir..
Yukarıda kısaca yapılan izahtan şu manayı çıkarabiliriz :
– Allah ehli, kâmil ismini alan kimse, daha mükemmel olma yönünden daima :
Yüce münezzeh Hakta ve onun cemal sıfatı tecellisinde terakki eder..
Yükselir.. Hiç bir şekilde, bu tecelli kesilmez.. Peş peşe gelir.. İlerleyiş yönünde,
son gelen ön gelenden yüksektir..
Bir kaidedir : İkinci, birinciyi de toplar.. Böyle olunca da,
her yeni tecelli bir yükselmedir.
Üstteki açıklamamızı, tahkik ehli âlimlerin aşağıdaki sözleriyle teyid edebiliriz..
Derler ki :
– Âlem, her an, her nefes bir yükselme kaydeder.. Zira, o anlar ve nefesler
Hakkın tecelli eseridir.. Böyle bir şey ise.. terakki sayılır..
Bu fikirden de anlaşılıyor ki : Bu âlemin, daima terakkide olması lâzım gelir..
Ancak, burada bir incelik vardır.. Onun üzerinde biraz durmak isterim..
Anlatılan terki durumuna bakarak :
– Her noksandan münezzeh ve her bakımdan yüce olan Hakkın da
terakki etmekte olduğunu..
Söylediğin zaman, meramın Hakkın halktaki zuhuru olursa.. bu oldu..
Aksi halde, Cenab-ı ilâhî bahsinde buyurulan :
– “ Yüce Allah, artıp eksiltmekten yana münezzehtir..”
Manasına gelen hadis-i şerifi vardır ki :
Onun zatı için bir yükselme mevzuu asla olamaz..
Zira o : Zatında olduğu gibidir.. Yaratılmışların vasfına bürünmekten yana
tam olarak münezzehtir..
BEŞİNCİ HARF
HA : Bu harf, başta da anlatıldığı gibi, yüce Allah isminin BEŞİNCİ ve son harfidir..
Burada onun ifade ettiği manalar üzerinde duracağız..
Burada, HA harfi Hakkın kimliğine işarettir..
İşbu Hakkın kimliği ise… bu insanın öz varlığıdır..
İhlâs suresinin baş âyetini burada zikretmek yerinde olur..
Allah-ü Teâlâ şöyle buyurdu :
– “ De ki : O, ahad olan Allah’tır..” (112 / 1 )
Burada:
– “ De ki : ”
Kelimesinin muhatabı, Resulüllah (S.A. efendimizdir..)
– “ O..”
Zamiri ise.. insanı gösterir..
Bu mananın böyle olduğu, aşağıda beyan edilecek delillerle de
anlaşılacaktır..
– “ O..”
Manasına gelen (HÜVE) kelimesindeki HA :
– “ De ki :”
Emrinin failine işarettir ki :
– O, sensin..
Demektir..
Bu, böyledir ; başka türlü olamaz.. Çünkü, adı geçmeyen bir şeye
zamirin bağlanması usulde yoktur..
– “ H ü v e..”
Zamiri gaibe işarettir.. Muhatabdan evvel, bir gaib de geçmediğine göre,
muhatab gaib yerine oturtulur..
Bu mana, beyan ilminde : İltifat, olarak kabul edilir ki, yapılan hitabın
tek başına hazır olana değil ; hem hazıra, hem de gaibe işarettir..
Hitabda, hazır ve gaib aynı durumdadır..
“ Ateşe karşı durduruldukları zaman bir görsen..” ( 6 / 27)
Meâline gelen âyet-i kerimedeki :
– “ Görsen..”
Kelimesine de muhatab, sadece Resulüllah S.A. efendimiz değil,
bütün görenlerdir..
Ayrıca, HA harfinin yuvarlak oluşu : Hakka ve halka nisbet edilen varlık çarkının
insan üzerinde döndüğüne işarettir..
Bu misal âleminde insan : HA, ile kendisine işaret edilen daire gibidir..
Anlatılan manayı iyi anladıktan sonra, dilediğin gibi konuşabilirsin..
İstersen şöyle söyle :
– Daire Hak’tır.. İçindeki boşluk ise.. halk..
Dilersen, şöyle söyle :
– Daire halk’tır..İçindeki boşluk ise.. Hak’tır..
Çünkü o : Hem Hak’tır ; hem halk..
İnsanın yapmakta olduğu iş emrine gelince, onun içinde :
– Onun emri ilham ile olmaktadır..
Diyebilirsin.. Çünkü, bu iş emrinde insan ; şu iki devre arasındadır :
a) O, mahluktur ; kulluk ve acizliği vardır..
b) O, rahman sureti üzerinedir ; kemâl ve izzet sahibidir..
Aşağıda arz edeceğimiz âyet-i kerimeler, anlatmak istediğimiz manaları
teyit babında önemlidir..
– “ Ve Allah, o velidir..”( 42 / 9 )
Bu âyet-i kerimede geçen :
– “ V e l i..”
Kelimesi :
– İnsanı Kâmil..
Demektir.. Bu insan-ı kâmil hakkında ise, şu âyet-i kerimede işaret vardır:
– “ Anlayınız ki : Allah’ın veli kullarına korku yoktur..
Ve onlar, mahzun da olmazlar..” ( 10 / 12 )
Bu mana, bir gerçektir.. Çünkü, onun için korku ve hüzün muhaldir..
Hatta buna benzer şeyler de Allah için muhaldir..
Sebebine gelince:
– “ O, Veli ve Hamid’dir..” ( 42 / 28 )
Âyet-i kerimesi, yüce Allah’ı ve insan-ı kâmili anlatma babında açıktır..
Aynı manada şu âyeti-i kerimeyi alabiliriz :
– “ Allah, o velidir.. Ölüleri o diriltir ve o : Her şeye kadirdir..” ( 42 / 9 )
Bu âyeti-i kerimedeki :
–“ O..”
Zamiri veliye aittir.. O, Haktır.. Halka bağlanan suretlerle suret bulur..
Yahut böyle değildir de: İlâhi manalarla tahakkuk eden halktır..
Hâsılı : Durum ne olursa olsun ; her hal ve takdirde.. her söz ve ikrarda o :
Hem noksan, hem de kemâl sıfatları özünde toplar.. Yani :
O yüce güneş nuruyla, yer varlığını aydınlatmaktadır..
Yer, odur; gök odur. Tul ve arz odur.
Anlatılan manalar üzerine şu beytleri söyledim :
İki cihanda da mülk benimdir görmem onlarda :
Gayrım yok ki, fazlını dileyen ve korkan
darda..
Evvelimden evvel yoktur ki, katılayım ona;
Sonumdan son yok ki koşayım ona
manada..
Kemal çeşitlerine nail oldum gerçekten ben ;
Tümden celâller cemaliyim ancak ben o varda..
Sonra.. nekadar görürürsen maden, bitki çeşidi
Ve.. hayvanatın ünsiyet ettiği huyda, arda..
Ne kadar görürsen, unsur ve tabiat cinsinden ;
Asıldan bir toz, koku, olarak ilk oluşlarda..
Nekadar görürsen, denizlerden ve sahralardan ;
Ağaç cinsi, ya da tepe başı yüce yukarda..
Nekadar görürsen, manevî suret çeşidinden ;
Hem de göze hoş gelenin bütünü canlı varda..
Nekadar görürsen, fikir ve hayaldekilerden ;
Akıldan, nefisten, kalbden ve ne ki var
bunlarda..
Nekadar görürsen, meleklere has yapılardan ;
Ve.. neyi ki var İblis ve hempasının nazarda..
Nekadar görürsen, beşerde olan isteklerden ;
Tabiat icabı, ya da Hak için ihsanlarda..
Nekadar görürsen, önceki ve sonrakilerden ;
Sonra bir kavme gitmiş sarılıp da kalmış orda..
Nekadar görürsen, seyid ve seyidlik taslayan ;
Ve aşık ki, kalmış Leylâsından esen rüzgârda..
Nekadar görürsen, tüm arşından ve
çevresinden..
Kürsüsü veya refrefden ki azizdir yukarda..
Nekadar görürsen, parlak görünen
yıldızlardan;
Aden cennetinden, ne hoştur kalmak
buralarda..
Nekadar görürsen, sonu gösteren pâk ağaçtan:
Ve bir zil ki çalar çilenin dolduğu anlarda..
İşte.. benimdir hep, tümden makamımdır
oralar..
O değil, tecelli edeniyim hakikatlarda..
Düşün, halkın rabbı, hem de onların efendisi ;
Zatım müsemması tüm isimdir o kalanlarda..
Mülk benim, melekût benim, dokurum iş
işlerim..
Gayb benim, ceberut gücümledir kuruluşlarda..
Şimdi dikkat et, anlattıklarımın hepsinde ben ;
Zattan anlattım, mevlâya kulum her hal ü
kârda..
Hem fakirim, hem hakirim, düşkünüm ve
zelilim :
Günahlara esirim, bağlı kaldım hatalarda..
Ey saygı değer o Arab-ı kiram ve onlar ki ;
Sardı onları şaşkınlık, hoş melce olsalar da..
Ziyaretinize geldim. Suçlarım azığımdır;
Şefaatçim de sizsiniz bence umulanlarda..
Ey efendim, baştan sona kemal olan yüce zat ;
Yoluna koşmaya kurbanım işte.. yücel orda..
Âlemlerin şeyhi aşkına, hep şeyhleri için ;
Bir nur aşkına ki parlar kâmilleri sarar da..
Selâmım size, gecenin ve gündüzün tümünde ;
Eklensin buna geçtikçe zaman, tahiyatlar da..
. 3 . BÖLÜM
S I F A T
Burada, umumî bir ifade ile SIFAT üzerinde durulacak ; ona göre mana verilecektir..
Sıfatı, özet olarak şöyle anlatabiliriz :
– SIFAT, herhangi bir şekli ile tavsif edilen bir şeyin durumunu
sana ulaştıran bir şeydir..
Özet olarak :
SIFAT, bir şeyi özel hali ile bilmeyi, fehmine ulaştıran bir şekildir..
SIFAT, bir şeyin sana göre şekillenmesini sağlayan bir vasıftır..
SIFAT, bir şeyin vehminde toplanmasını temin eden anlatılış tarzıdır..
SIFAT, bir şeyi fikrinde aydınlatan izah şeklidir..
Sıfat bir şeyi aklına yakın bir şekle getiren bir ifade yönüdür..
İşte.. bütün bu anlatılanlar, sıfatın tarifidir..Bunları anladıktan sonradır ki :
Anlatılan bir şeyi kendine has şekli ile bilirsin..
Ne olduğunu zevk yolu ile anlarsın..
İşbu anlayış sonunda ise.. bir kıyas yoluna gidersin..
Sana anlatılan şeyi, özünde bir ölçüye vurur bakarsın :
a) İnsan tabiatı, yaratılışı, karakteri ona karşı meyle müsait midir?.
Anlatılan şeyde, insanın meylinin kabul edecek bir durum var mıdır?..
Böyle bir durum varsa.. şüphesiz tab’an, o şeye yönelmekte mümkündür..
Ona meyledilir ; yanaşılır..
b) O şeyde, insan tabiatına zıd bir şey var mıdır?. Bir nefret uyandırıyor mu?.
Böyle bir durumdaysa.. şüphesiz o şeye tabiat icabı yönelmek
mümkün değildir.. Ondan kaçılır..
Bu manayı iyi anla..
Sonra.. iyi düşün ve zevk haline getir ki : Her halini, cümle durumunu,
rahmanın mühürcüsü, kulağına doldura ; üstüne de mührü basa..
Anlatılanı bir kabuk say.. Olmaya ki, bu kabuk sana engel ola..
Sonra, öze varamayasın.. Kabuğu, daima özü saklayan bir perde bilmeli ;
yeri gelince de içine girmeli..
Kaldı ki, sözde kalmak, dahi idrâk yüzünü kapatır..
Sonra..
SIFAT, kendisi ile sıfat alana ( mevsufa ) bağlıdır..
Üstteki cümlenin izahlı açıklamasını şöyle yapabiliriz:
– Sen, senden başkasının sıfatları ile sıfat alamazsın..
Kendi öz adın, lakabın vasfı ile de bir sıfat sahibi olamazsın..
Hülâsa : Onlardan hiç bir şey alamazsın ; ta ki :
Vasfı edilen şeyin aynısı sen olduğunu bilinceye kadar..
Böyleki oldu : Vasfedilen şeyin aynısı olursun..
Ama yukarıda da anlatıldığı gibi, sözde değil, hakikatte..
Çünkü söz kabuktur ; perdedir..
Kabuğu parçalar, perdeyi aralar, öze varırsan.. bizzat bilen sen olduğunu
gerçek manası ile bilirsen.. işte o zaman, bilgi sana bağlanır..
Bunun böyle olması zarurîdir.. Daha fazla tekide, manayı güçlendirmek için
delile ihtiyaç yoktur..
Çünkü sıfat : O sıfatı alanın bağlısıdır.. Ona tabidir..
Sıfat alanın bulunduğu yerde sıfat vardır.. Onun olmayışı ile de yok olur..
Arab dili üzerine ihtisası olan bilginlere göre, sıfat iki türlüdür :
a) Sıfat-ı fazailiye..
b) Sıfat-ı fazıliye..
Sıfat-ı fazailiye : İnsanın zatı ile, esas varlığı ilgili sıfatlardır.. Meselâ Hayat..
Sıfat-ı fazıliye : İnsanla bağlantılıdır; ama onlardan ayrı da olabilir. Meselâ :
Kerem sahibi olmak, iyilik etmek vb. vasıflar..
Bu bahsi burada keselim; Cenab-ı hakkın sıfatlarına dönelim..
Muhakkik vasfını alan âlimler demiştir ki :
– Yüce Hakkın isimleri iki kısımdır..
Burada :
– İ s i m l e r..
Şeklinde ifade edilen mana vasıftır.. Nahiv âlimlerine göre, isimlere :
– Esam-i Nuutiye..
Tabir edilir..
BİRİNCİ KISIM : Bunlar Cenab-ı Hakkın zatına bağlanan isimlerdir..
Meselâ : Ahad, Vahid, Ferd, Samed, Azim, Heyy, Aziz, Kebir, Müteâl
vb. isimler..
İKİNCİ KISIM : Bunlar, Cenab-ı Hakkın sıfatlarına bağlanan isimlerdir.
Meselâ : İlim ve kudret..
– Nefsiye..
Tabir edilen, muti ve hallak isimleri ile :
– Ef’aliye..
Tabir edilen diğer isimler de bu kısma bağlanır ki,hemen hepsi,
Cenab-ı Hakkın sıfatlarına bağlı isimlerdir..
Bütün ilâhi sıfatlarda yapılan vasfın kökü : Yüce Allah’ın RAHMAN ismine dayanır..
Çünkü rahman ismi, şümulü ve kapsamı dolayısıyle, ALLAH isminin mukabilidir..
Aralarında fark şudur :
a) RAHMAN : Toplu ve umumî bir mana ifade ettiği için,
vasıfların zuhur yeridir..
b) ALLAH : Sadece isme mazhardır..
Burada, RAHMAN sıfatı üzerinde biraz duralım.. Bilmen gereken husus vardır ;
öğrenmeye çalış..
Rahman sıfatı : Tam kemâli ve şumulü icabı ; var olma yönünden
yüce zat mertebesini gösterir.. Bu mertebede halka nazar olmadığından :
Rahman sıfatında bir noksanlık görülmez..
ALLAH ismi : Vacib’ül-vücud olan zata işarettir..
Şöyleki: Hakka nisbet edilen kemâl şümulü ile, halka nisbet edilen
noksanları da kapsamına alır..
Çünkü :
a) Allah, umumî bir mana ifade eder..
b) Rahman sıfatı ise.. hususî bir mana ifade eder..
Bu manayı daha açık anlatmak isterim.. Esas kasdım şudur :
Rahman ismi, cümle ilâhi kemâlleri özünde toplar.. Onun özelliği buradadır..
Allah ismi ise.. hem hakkı, hem de halkı şümulüne alır..
İş anlatıldığı gibi olunca : Rahman ismi, kemâl vasfını alan kemâlli durumlarından
birine tahsis edilince, rahman isminin manası, o kemâle uyan bir isme geçer..
Meselâ : Rabb, melik vb. isimler gibi.. Bu türden isimler sınırlıdır..
Ancak vasfından aldığı mertebenin manasını anlatır.. Rahman ismi böyle değildir..
Çünkü: Rahman isminden anlaşılan mana; Bütün kemâlleri toplayıcı bir vasfa sahib olmaktır..
Kaldı ki, bu isim, yukarıda kısmen izah edildiği gibi : Cümle sıfatları özünde toplar..
Onların hepsine bir asıldır..
Sıfat üzerinde devam edelim.. Bu arada bazı zatların fikirlerini alalım..
Öğrenmeye çalış..
Tahkik ehli bir zata göre : Sıfat tam manası ile kavranamaz.. Çünkü sonu yoktur..
Ama zat, böyle değildir ; kavranabilir..
– Şu Allah’ın zatıdır..
Denir ve idrâk edilip kavranır; ama kemâl iktizaları icabı, sıfat idrâk edilemez..
Kavranamaz..
Meselâ : Bir kimseyi, umumî bir durumu ile tanımak ; ama onun gibi vasıflara
sahib olduğunu ve neler yapacağını tam kestirememek gibi..
Zira kemâl : Allah’ın zatı itibârı ile açıktır :
– Şöyledir..
Diye kestirilir.. Ama sıfatları cihetine gidilince, kestirilemez..
Burada bir misal vermek yerinde olacak.. Şöyleki :
Bir kul, bu kevnî mertebeden yükselir ; kudsî mertebeye geçip,
ondan kendisine gelen bir keşif olursa, bilir ki: İşte Allah’ın zatı kendi zatının aynıdır..
Böylece, zatı idrâk etmiş olur..
Resulüllah S.A efendimizin şu hadis-i şerifi bu manayadır :
– “ Bir kimse ki, nefsini bildi ; gerçekten Rabbını bilen o oldu..”
Bundan sonra, o kula kalan : Zat için gerekli sıfatları bilmektir..
Bu bilinmesi gereken sıfatlar, O zat-ı ilâhiye tam manasıyla Hak olan ve
özünü büründürdüğü vasıflardan ibarettir..
Böyle bir bilgiye ise.. o kul için idrâk yolu yoktur..
Bir misal olmak üzere ilim sıfatını ele alalım..
Diyelim ki :
– O kul, ilim sıfatını aldı..
Peki bütün dallarile bu ilim sıfatını nasıl kavrasın?. Elbette kavrayamaz..
Ancak, kalbine o ilim sıfatından inen miktarı bilir.. Meselâ :
Bu varlıkta nekadar insan vardır? Bunu bildikten sonra, o insanların isimlerini
tek tek bilmek kalır..
O isimleri bildiğini kabul edelim.. Bu sefer onların şekillerini bilmek kalır..
Hadi, şekillerini de bildi diyelim.. Bu sefer kendilerini tek tek tanıması, bir bir görmesi
ve hallerini anlaması, bilmesi gerekir..
Hatta daha başka şeyleri de bilmesi icab eder..
İşte, kalan sıfatlar da böyledir.. Onlarında durumu tek tek aynı şekildedir..
İş bu durum gösteriyor ki, sıfatların hiçbirini detayları ile idrak etmek
mümkün değildir..
Ancak toplu yoldan bilinir ki, O da zat cihetinden gelir ; zatını idrâk edişi icabı bilinir..
Ve bundan da eksik bir şey kalmaz..
Şimdi bir neticeye varalım.. Şöyleki : İdrâk edilen ancak zat olduğuna göre..
Sonsuzluğu dolayısıyla bu zatın sıfatlarının da idrâk edilmeyen sınıfa girdiklerine göre :
a) Zat idrâk edilir, muhakkaktır ; malumdur..
b) Sıfatlar ise.. meçhuldür ; sonsuzdur..
Hak ehli zatların çoğuna, bu mana örtülüdür..Kendilerine, Allah-ü Taâlâ,
zatını keşfi nasib ettiği zaman, sıfatlarını idrâki de istemişlerdir..
Bu sıfatları idrâki kendilerinde bulamayınca, Allah’ı da inkâr cihetine gitmişlerdir..
Özellikle Musalarına :
– “ Gerçekten ben Allahım.. Benden başka ilâh yoktur.. Bana ibadet et..”
( 20 / 14 )
Âyet-i kerimesi ile yapılan emre icabet etmediler ve o hitaba :
– Sen ancak mahluksun.. Başka değilsin..
Dediler.. Bu durum da açıkça gösteriyor ki :Yüce Hak için itikadlarında :
Zatın idrâk edileceğini, sıfatların bilinemiyeceğini bilemediler..
Ne var ki, tecelli ; itikad edilenin aksine oldu.. Dolayısı ile inkâr hasıl oldu..
Sandılar ki : Müşahede yolu ile, zat nasıl idrâk ediliyorsa.. zattaki sıfatlar da öyle
idrâk edilir.. Bunun olmasının imkânsızlığını kavrayamadılar..
Bu durum, değil yüce Allah’ta, mahlukta da böyledir..
Bizzat kendinde dene.. Sende gördüğün nedir?.Ancak zatındır ; kendindir..
Sende neler yok ki : Kahramanlık var, cömertlik var, ilim var..
Tam bir müşahede ile, bunların durumunu tesbit edebiliyor musun?..
Onlardan ancak parça, parça, bilinen kadar gelenini, ortaya çıkanını bilip görüyorsun..
Sende anlatılan vasıflardan biri çıkınca, ancak onun bir belirtisi olur..
Ve hüküm yolu ile ;
– Bu budur..
Diyebiliyorsun.. ya onun diğer teferruatı.. Yok olan sıfatların..
onlar, sende idrâk edilemez.. Bir yoldan gizli kalıyor.. Müşahede edilmiyor..
Sende bir sıfatın belirtisi görülüyor ; akıl onu sana bağlıyor.. Bu, âdettir..
Mefhum kanunu böyle yürüyor..
Ama, ne temeline iniliyor; ne de, detayları ile kavranıyor..
Zat-ı ilâhiyi idrâk üzerinde duralım.. Bu da, bilmen gerekli bir konudur..
Özünde tam bir yüceliğe sahib bulunan zat-ı ilâhiyi idrâk şu yoldan olur :
Bileceksin ki ; sen osun ; o da sen..
Ne var ki bu : Kuru bir bilgi ile değil :Hak katından ihsan olunan
ilâhi bir keşfe sahib olmakla olur..
Anlatılan keşfe, ilâhi bir ihsanla nail olup senin o olduğunu ; onun da sen
olduğunu bildikten sonra anlarsın ki ; Bu böyledir..
Bunun böyle oluşundaysa.. ne bir ittihad ne bir hülûl vardır..
Demek isteniyor ki :
– Anladığımız veya anlamadığımız manada ne bir bitişme var ; ne bir giriş çıkış..
Bunun böyle olduğuna, bitişme veya giriş çıkış olmadığına göre :
Her şey yerli yerinde kalıyor..
Bu olan iş : Her şey yerinde olduğu halde oluyor.. Rabb, makamında ;
kul da, kulluk halinde berdevam..
Çünkü : Ne rabb kul olabilir.. Ne de kul Rabb..
İlmin ve bütün açık hallerin, çok çok üstünde olan, bir zevk yolundan ve
ilâhi keşif ihsanı ile bu kadarını anlarsan..sana şu kalır :
a) Yüce zatta, bu geçici varlığın eriyip bitmesi..
b) Kulluk vasıflarının tamamen eriyip gitmesi..
Anlatılan yüce makamı bulmuş olmanın üç alâmeti vardır :
1) Kul, önce nefsinden geçecek.. Nefsi bilinmez bir şey olacak ; fena bulacak
ve rabbı zuhur edecek..
2) Sonra, Rabbından da geçecek.. Ondan da fena bulacak..
Ve : Rübubiyet sırrı zuhur edecek..
3) Bundan sonra, sıfatlarla olan bağlantılar da kalmayacak..
Çünkü : Her şey bitmiş ; yüce zatla hakikat bulunmuştur..
Sayılan bu üç hal, peş peşe olduktan sonradır ki : Zatı anlamak
sana nasib olur..
Ve.. bu iş de burada bitmiş olur.. Daha fazlası yoktur.. Zat zattır ve
alâmetleri tam olduğuna göre idrâkin kadardır..
Bir şeyi bilince, ondan daha fazla malumat edinmek sıfatlar kapısındadır..
Sıfatlar senin kimliğindekilerdir.. İlim, idrâk, işitmek, görmek, azamet,
kahır, kibir ve emsali şeylerdir.. Ki bunlar, sıfatlar kapısından idrâk edilip,
görülür ve bilinir..
.. Ve zata mensup kimselerden her biri, bu sıfatları kendi azmi, kuvveti ve
üstün gayreti ve ilim sıfatına büründüğü mikdar idrâk eder..
Yukarıda anlatılan manayı iyi kavradıktan sonra :
– Zât idrak edilemez..
Diyebilirsin.. Haliyle bu idrâk edilemeyiş, sıfatları yönündendir..
Çünkü sıfatlar da, aynen zattır.. Şu âyet-i kerime bu manaya işaret eder :
– “Gözler onu göremez..” ( 6 / 103 )
Çünkü : Gözler, sıfatlar meyanında sayılır..
Sıfatları idrâk edemeyen de zatı idrâk edemez..
Fakat, daha önce anlatılan zatı bulma bahsindeki mana itibarı ile :
– Zat, idrâk edilebilir..
Diyebilirsin..
Bu mesele önemlidir : Ehlüllahtan pek çoğu ; benden önce
bu mevzuda konuşmamıştır..
Bunun üzerinde durmalı ; düşünmelidir..
Özellikle bu zamanda benzerine raslamak mümkün değildir.. Nadirattan bir şeydir..
Bu mevzuu anlamak, bir tecelli işidir ki : Kendisine bu tecelli yolu açılan kimse,
yüce Allah’ın sıfatları ile sıfatlanma tadını tadar ; bu hal içinde
yükselirse.. Allah’ın sıfatları ile sıfatlanma keyfiyetini de anlar..
Gerek bu yola giriş, gerekse bu yolda yapılan yolculuğun sonu buradadır..
Bu manayı anla..
Zira, bunu ancak celâl ve ikram sahibi zata yakınlık bulmak için ;
kendilerinde tam bir kemâl hazırlığı olanlar anlayabilir.
Anlatılan makam, tam bir kurtuluş makamıdır.. Bu makama çıkamayanlar için,
nice nice, öldürücü oklar ve kesici kılıçlar vardır..
Onun hayat suyunu kalbim de arzular;
Vah bana, öldü arzularla nice kullar..
İçenler arasında umdum damlasını ;
Evvelden beri, nicelerini boğdu bu ummalar..
Bu mevzu üzerine bir başka sözümüz daha var..Dış konuşmaya bakılınca,
öncekine zıd gibi görünür.. Ne var ki, arada bir zıdlık yoktur.. Çünkü birbirine
zıd gibi görünen hakikatların tümü gerçek manada birdir..
Öncekine zıd gibi görünen fikrimiz şudur :
a) Mutlak olmaları yönünden, sıfatlar malum manaları taşırlar..
b) Zat ise.. bilinmeyen bir iştir..
Durum yukarıda anlatıldığı gibi olunca, malum manaları anlamak,
meçhul işi anlamaktan daha kolaydır..
Şimdi.. daha önceki manaları da nazara alarak, sıfatları idrâk mümkün olmayınca,
hiç bir şekilde zatı idrâka yol yoktur..
Daha açık bir mana ile konuşalım : Hakikî manası ile, yüce Allah’ın ne zatı
idrâk edilen bir şeydir ; ne de sıfatları..
Burada : Rahman, ismi üzerinde duracağız..
Bu kelime : Fa’lan, vezninde gelir..
Rahman, kelime olarak lügattaki manası şudur :
– Bu isimle sıfat alan kimsenin kuvvetine ve zuhurdaki gücüne delâlet eder..
Bu mana icabıdır ki, yüce Allah’ın rahmeti, her şeyi kapsadı ; hatta
cehennem ehlini bile kapsamına aldı..
Şunu bilesin ki, bu Rahman ismi altında :
– Esma-i ilâhiye-i nefsiye..
Adı ile anılan bütün isimler vardır..
Sözü geçen isimler şunlardır : Hayat, ilim, kudret, irade, semi’, basar, kelâm..
( Yaşamak, bilmek, güç, arzu, işitmek, görmek, konuşmak.. )
Bu isimler yedi tanedir..
Rahman, isminin harfleri de yedi tanedir..
Önce bu ismin baş harfi olan ELİF’i alalım.. Bu harf, hayattır..
Baktığın zaman, göreceksin ki :
Yüce Allah’ın hayatı bütün eşyaya sirayet etmiştir.. Ve her şey onunla kaimdir..
Tıpkı ELİF, harfinin bizzat bütün harflerde bulunduğu gibi..
O kadar ki : Harfler tek tek incelendiği zaman : Gerek konuşma, gerekse yazı itibarı ile,
ELİF’ten başkası mevcut değildir..
BA, elifin yaygın bir şekilde yazılışıdır..
CİM, elif harfinin iki tarafı kıvrık şeklidir..
Kalan harfler de buna göredir..
Elif, harfi yazıda anlatıldığı biçimdedir..
Konuşma tarzına gelince, yine orada da ELİF’i bulursun..
Ya yazılış şeklinde, ya da yazılış şekillerinden çıkan diğer şekillerde..
Durum anlatıldığı gibi olunca, ELİF harfini bulmana imkân yoktur.
Bir misal olarak : BA ile CİM harfini ele alalım..
BA, harfi yazılış itibarı ile göründüğü zaman, ortasında ELİF görürsün..
CİM, harfi yazıldığı zaman : YA, MİM’den ibaret görülür..
YA, harfinde ELİF, bulunur.. MİM, harfi de böyledir..
Kalan harfleri de bu misaldeki gibi kıyas edebilirsin..
Yukarıda anlatıldığı manada ELİF harfi, varlıklara sirayet eden rahmanî hayatın
zuhur yeri olduğu böylece anlaşılmış oldu..
Bu ELİF, harfinden sonraki LAM harfine bir göz atalım..
Bu harf, ilim mazharıdır..
Dik kısmı ile, Cenab-ı Hakkın kendi zatını bildiğine delâlet eder..
LAM, harfi olduğunu isbat eden kıvrık kısmı ise..
Cenab-ı Hakkın mahlukatını bildiğine delildir..
RA, harfine gelelim : Bu harf kudret mazharıdır..
İşbu kudret, yokluk âleminden bu varlık âlemine gelenleri gösterir..
Böylece ilim denizinden gelenleri görürsün.. Yokluk âleminden gelenleri de bulursun..
HA, harfi, iradenin zuhur yeridir.. Mahalli ise, gizli tarafıdır..
Ha, harfinin gösteriş tarzı da bunu gösterir..
Boğaz kısmının sonundan başlar ; göğse kadar iner..
Böyle olunca : Dıştan görünmeyen bir şey olur..
Yüce Allah’ın iradesi de aynı şekilde bilinip görülen bir şey değildir..
İradesini, arzusunu, yüce Allah kendi zatında saklar..
Neyi dileyecek ve ne hüküm verecekse, kendisi verir.. Başkaca ne bilinir;
ne de anlaşılır..
Hâsılı : İrade sırf gizlilikten ibarettir..
MİM, harfi, semi isminin mazharıdır..
Bu harf, dudağın dış kısmı ile söylenir.. Ancak, sesle söylendiği zaman duyulur..
Bu durum, lafzan söylendiği zaman da, duruş halinde de öyledir..
Baş kısmının yuvarlak oluşu, kendisi için bir hüviyettir.. Ve kendi kelâmını
işitmesine bir yerdir..
Çünkü, daire çizilirken : Bir yerinden başlanır, yine aynı yere gelinir..
Yüce Hakkın kelâmı da aynı şekilde..Ondan başlar; yine ona döner..
Bu harfin çekimli kısmına gelince ; Yüce Hakkın, sözle olsun ; halle olsun :
Konuşmalarını duymasına delildir..
ELİF : Bu harf, mim ile nun harfi arasındadır..Basar ( görmek ) mazharıdır..
Bu harf, sayı yönü ile de, BİR sayısını gösterir..
Ki, bu sayı da Cenab-ı Hakkı işarettir.. Bir de onun zatı ile görüleceğine..
Bu harf, yazılırken görülmez ; düşmüştür.. Ama, söylenirken vardır ; sabittir..
Yazıda düşüş şekline verilecek mana şudur :
– Yüce Hak yaratılmışları kendinden görür.. Onlarda, kendisine yabancı
bir şey yoktur..
Konuşmada sabit olduğu da şu manaya gelir :
– Yüce Hakkın, zatı ile, zatında mahlukatından ayırd ediliş şekline delâlet eder..
Özellikle yüce Allah, mahlukatın vasfı olan : Zillet, noksan gibi
vasıflardan tamamen uzaktır.. Yücedir ; mukaddestir..
NUN, harfine gelince..
Bu harf kelâm mazharıdır..
– “ NUN, kaleme ve yazılanlara yemin olsun..” ( 68 / 1 )
Meâline gelen âyet-i kerime, bu manaya işaret eder..
Sonra, bu kinayeten levh-ü mahfuza da işaret sayılır..
Çünkü, levh-ü mahfuz, kelâm denizidir..
Ve o : Allah’ın öyle bir kitabıdır ki, ondan bahsederken :
– “ Kitaba almadığımız bir şey kalmadı..” ( 6 / 38 )
Buyurur.. Onun kitabı, doğrudan kelâmıdır..
Burada bilmen gereken bazı noktaları da işaretleyelim.. Bunları da bilesin..
NUN harfi, mahlukatın suret noktalarından ibarettir.. Tüm halleri, vasıfları ile..
Toplu halde, oldukları gibi..
Bunlara işlenen nakış ise; yüce Allah’ın :
– “ Kün.. ol..” ( 16 / 40 )
Emrinden ibarettir.. Bu emir alındıktan sonra, Yüce Hazretin bu kelimesine
zuhur yeri olan levhdeki kalem nasıl çizerse öyle olurlar..
– “ Ol..” ( 16 / 40)
Emrinden ne geliyorsa.. hepsi levh-ü mahfuzun kapsamı altındadır..
İşte bu mana icabıdır ki :
– NUN, Allah kelâmına bir zuhur yeridir..
Dedik..
Biraz da, NUN harfinin üzerindeki noktada duralım ki, onu da bilesin.
O nokta, mahlukat suretlerinde zâhir olan, yüce Allah’ın zatına işarettir..
Çünkü mahlukatta, ilk zâhir olan, onun zatıdır..
Mahlukat sonra zâhir olan, onun zatıdır.. Mahlukat sonra zahir olur..
Zira, onun zat NUN’u, mahlukatın NUN’undan daha aşikâr ve daha yücedir..
Resulüllah S.A. efendimizin şu hadis-i şerifi, buraya işaret eder..
– “ Sadaka, önce Rahman’ın eline düşer, sonra da dilencinin eline..”
Bu durumu düşün, halin icabı nasıldır? Anla..
Keza, Hazret-i Sıddık’ın şu cümlesi de, aynı manaya gelir..
– Her neye baktımsa, o baktığım şeyden önce Allah’ı gördüm..
Evet.. noktanın yüce Allah’ın zatına işaret olduğunu bildiysen.. NUN harfinin
yarım dairesini de mahlukata işaret bil..
RAHMAN, ismi üzerinde :
– EL-KEHF’Ü VER-RAKİM Fİ ŞERH-İ BİSMİLLHİRRAHMANİRRAHİM.
Adlı eserimizde, buradakinden daha fazla kelâm ettik.
Bunu bilmek isteyen, o kitabı mütalaa etmeli.. Bu güzel ismin ihtiva ettiği
sırları görmelidir..
Onlar, öyle sırlardır ki : Fikir kuşları orada ötmez ; susar..
Bu ismin harfleri üzerinde dursak, onun sırlarını, yazılış tarzları ile, sayılarını anlatsak ;
harflerden her birinin altında, bulunan kâinatın infialini ve harika işlerini söylesek..
çok şaşırtıcı işler meydana getirmiş, fehimleri hayrete daldıran şeyleri
anlatmış olurduk.
– Bu nereden geliyor?..
Denir ve şaşılırdı..
Ama, onları söylemedik, yazmadık ; tuttuk..
Böyle yapmamızın adı :
– C i m r i l i k..
Değildir.. Maksadımız kısa kesmektir..
Bu eserde hülâsa olarak yazdık ki : Okuyup yazanı bıkıp usanmaya..
Şayet bir usanma olursa.. faydasını arzu ettiğimiz manayı kaybederler.
Ne var ki, bu esere yazdığımız sırlar, ondan daha fazladır..
Haliyle, dikkat edilince görülür..
Yardım talebine bir karargâh yüce Allah’tır..
Güvenilecek makam yine odur..
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
www.yeniumit.com.tr/.../ibrahim-hakki-hazretlerine-gore-insan-kamil
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah'ın ef'âl, esmâ, sıfât,
İbrahim Hakkı Hazretleri'ne Göre İnsan-ı Kâmil
Mustafa Yılmaz
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı eğildir.
|
1703-1780 tarihleri arasında yaşamış Erzurumlu bir âlim olan İbrahim Hakkı Hazretleri, dinî ilimlerin yanı sıra astronomi, tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe ve psikoloji gibi ‘müspet’ ilimlerle de ciddi şekilde meşgul olmuş emsali nadiren gösterilebilecek bir şahsiyettir. Onun bu derinliği, bir nevî ansiklopedi mahiyetinde olan kıymetli ve meşhur eseri Marifetnâme’de açıkça görülmektedir. Daha küçük yaşlarda iken Tillo’da devrin büyüklerinden Şeyh İsmail Fakîrullah Efendi’yle karşılaşmış, onun sayesinde hayli erken sayılabilecek bir dönemde kendisini, kalb ve ruh bilgisi/marifeti diye tarif edebileceğimiz tasavvuf deryasının içinde bulmuştur. Ömrünün ilerleyen zamanlarında da hep tasavvufla içli-dışlı olmuş, tabiî olarak tasavvufî düşünce de hayatının en önemli ve yönlendirici çizgisi hâline gelmiştir. Erzurum, Tillo ve İstanbul üçgeninde çok verimli ve bereketli bir hayat süren İbrahim Hakkı Hazretleri’nden geriye bir divan ile çeşitli alanlarda yazılmış yaklaşık otuz eser kalmıştır. O, ilmî meşguliyetlerin getirdiği bütün bu yoğunlukla beraber halkı tenvirden de uzak kalmamış bir irşad eridir. Hayatı boyunca öğrenmiş, amel etmiş ve anlatmıştır.
İbrahim Hakkı Hazretleri, “insan-ı kâmil” mevzuuna eserlerinin değişik yerlerinde temas etmekle iktifa etmemiş, bu hususla alâkalı bir de müstakil risale kaleme almıştır. Onun bu husustaki düşüncelerini İnsaniyet-i Kâmile1 adlı eserinden kısmen hülâsa edip, günümüz üslûbuyla arz etmeden önce, “insan-ı kâmil” konusu üzerinde kısaca durmak herhalde yerinde olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde ifade edildiği üzere insan, izâfî bir mâlikiyet ve eşyaya müdahale hususunda nisbî bir hakka sahip bulunma mânâsında yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Yerde ve göklerde sayısız imkânların insanoğlunun emrine ve hizmetine sunulması, onun mahiyet ve donanımı itibariyle ‘ahsen-i takvîm’ üzere yaratıldığına, “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve istidatça en zengini” olduğuna, “Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin en esaslı bir nokta-i mihrakiyesi, en parlak aynası, bütün kainatın özü, usaresi; muhteva derinliği ve iç zenginliği itibarıyla bütün mükevvenâta denk” bulunduğuna açıkça delalet etmektedir. Bununla beraber insanoğlu bu dünyaya imtihan kastıyla gönderilmiştir. Cenab-ı Hak insanı cüz’î bir irade ile donatmış, ihtiyarını kendi eline vererek onu ‘a’lâ-yı illiyyîn’ ile ‘esfel-i sâfilîn’ arasında bu iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Bu imtihanın tabiî bir neticesi olarak da, insanlık tarihi bir taraftan esfel-i sâfilîne düşenlere, diğer taraftan da seyr ü sülûk-i rûhanîde acz ve fakrıyla terakkî ede ede kalb ve ruh ufuklarına doğru yürüyerek kemâle ermiş, ekmeliyete mazhar olmuş insan-ı kâmillere şahitlik etmiştir.
İnsan-ı kâmil, Allah dostlarının da ifade ettiği gibi, mutlak anlamda Nebiler Serveri Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’dır. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliya, asfiya, ebrar ve mukarrebîn... gelir. Genel mânâda insan, potansiyel olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi, insan-ı kâmil ise yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir.
İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetnâme’sinde insan-ı kâmili, “âlemin özü, Allah’ın lâtîf sırlarının bir mecmuası ve sonsuz hikmetlerinin fihristi” diye tarif eder. İşte bu sebepledir ki, ‘emanet’ insan-ı kâmile tevdî edilmiş, ‘hilafet’ vazifesi de yine onun omuzlarına bırakılmıştır.
İnsan-ı kâmil, diğer bir ifadeyle ‘yetkin insan’ olma/olabilme herkes için açık bir yoldur. Aslında konunun bize bakan en önemli yönü de işte bu noktadır. Evet, her mü’min kul için, Allah’ın izni ve inayetiyle, Rab’le münasebetlerdeki ciddiyet ve devamlılık, dünyevî-uhrevî konulardaki denge, ilim ve hakikat aşkı, güzel ahlâk ve istikamet gibi yüce hasletlerle insan-ı kâmil olabilme kapısı her zaman açık bulunmaktadır. İşte, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de, İnsaniyet-i Kâmile adlı geniş bir makale hacmindeki değerli eserinde insan-ı kâmilin evsafını sıralarken bizlere insan-ı kâmil olma yolunda nasıl bir usûl ve üslûp belirlememiz gerektiğini anlatıyor.
Eserine, mukaddimesinde okuyucuyu muhatap alarak seslendirdiği, “Ey tâlib-i devlet-i ma’rifet-i Mevlâ ve ey râğıb-ı sohbet-i kibâr-ı evliya!” nidası ve “Efnâkellâhü anke ve ebkâke bih - Allah seni senden cüdâ ve Zâtıyla bâkî kılsın!” duasıyla başlayan müellif, düşünce ve gönül dünyasındaki insan-ı kâmilin vasıflarını on yedi bölüm içinde ele alıyor. Şimdi bölüm bölüm bu risaleciğe bir göz atalım.
Birinci bölümde, insan-ı kâmilin vasfının Allah sevgisi, tevhid, tevekkül, tefviz, teslîm ve rıza olduğunu söyleyen müellif, böyle bir kâmilin huzûr-u tâmmı elde ettiğini, Rabbine karşı her zaman hamd ü sena duygularıyla meşbû bulunduğunu ifade eder. Ona göre insan-ı kâmil, mâsivayı (Allah’tan başka her şey) terk etmiş, fenâfillaha ermiş ve fakr şalını kuşanmıştır. Rabbin tasarrufları karşısında her zaman gönül hoşnutluğuna sahiptir; sebebi ne olursa olsun asla şikâyet etmez.
İkinci bölümde müellif, insan-ı kâmilin dua ve recâsının Allah indinde makbul olduğunu, reddolunmayacağını söyler. Ne var ki, ona göre, insan-ı kâmil edep ve hayâsından dolayı Cenab-ı Hak’tan her hangi bir şey istemekten çekinir. Zira, Rabbinin her şeye nigehbân olduğunu, her şeyin O’nun tasarrufunda bulunduğunu, cereyan eden bütün hâdiselerin abes iş işlemekten münezzeh Hakîm bir Zat’ın eseri olduğunu bilir; dolayısıyla da her hâdise ona yerinde, güzel ve münasip gelir. İnsan-ı kâmil, işlerini her şeyin en güzelini ve hayırlısını en iyi şekilde bilen Zât’a havale eder.
Üçüncü bölümde de şunlar anlatılır: İnsan-ı kâmil, Mevlâsı indinde azîz ve mükerremdir. İnsanlar da onu gönülden sever ve hürmet gösterirler. Haddizatında onun böyle bir talebi yahut beklentisi de yoktur, aksine o teveccüh-ü nâstan kaçınır. Onca ta’zim ve ihtirama rağmen insanların teveccühüne asla meyletmez; Hak için halkla beraber bulunmanın dışında hep Rabbiyle başbaşa kalmayı tercih eder. Bilir ki, insanlara karşı müstağnî davranmak, onlar tarafından istiskal edilmemenin ve gönülden sevilmenin en önemli vesilelerinden biridir.
İbrahim Hakkı Hazretleri dördüncü bölümde insan-ı kâmilin davası, vazifesi ve mefkûresi için hayatının bir yanı hâline getirdiği ızdırabından memnun, istikamette istikrar kazanmış, yüzüp gezmeden kurtularak huzur ve itmi’nana ulaşmış bir temkîn insanı olduğunu, eşyanın hakîkatine uyandığını, eliyle, diliyle yahut kalbiyle yani bütün azâlarıyla sürekli hayret makamında zikirde bulunduğunu, dolayısıyla da asla gaflete düşmeyeceğini anlatır.
Beşinci bölümde, müellif tarafından insan-ı kâmilin Allah’ın hiç bir nimetini asla küçük görmeyeceği ifade edilmiştir. Ona göre, yiyecek, içecek, giyecek vs. Cenab-ı Allah nimet olarak ne vermişse hepsi kıymetlidir. Onun için de elde olana şükredilir, elde bulunmayan şeyler hakkında da tama’ ve hırs işmam edecek sözler sarfedilmez, beklentilere girilmez. İnsan-ı kâmilin nazarında döşekle hasırın, pirinçle arpanın, yün ile ipeğin farkı yoktur.
Altıncı bölümde, yemede-içmede, uyumada-uyanık kalmada, sessiz durmada-konuşmada, uzlette-sohbette yani topyekün ibadet ve davranışlarda ifrat ve tefritten uzak Allah Resûlü’nün ifadeleri içerisinde “işlerin en hayırlısı” olan itidal yolunu tercih etmenin insan-ı kâmile ait çok önemli bir vasıf olduğu zikredilir. Bu husus bir hadîs-i şerîfle te’yid edilir:
“Allah’a yemin olsun ki! Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı en müttakî olanınızım. Fakat ben bazı günler oruç tutarım, bazı günler de orucu bırakırım, gecenin bir kısmında namaz kılarsam, bir kısmında da istirahat ederim; üstelik evlenirim de.” (Buhari; Nikah 1)
Yedinci bölümde, insan-ı kâmilin güzel ahlâkı gereğince her va’dine vefalı olduğu, asla hulfü’l-va’dda bulunmadığı, her işinde adaleti gözettiği, kendini zemmedenlere dahî darılıp küsmediği anlatılır. Bu fasılda dile getirilen diğer bir husus da insan-ı kâmilin israf ve hissetten (cimrilik) uzak; yerinde başkalarının israf zannedebileceği ölçüde infaktan kaçınmayan, yerine göre de kimi insanların -yanlışlıkla- cimrilik addedebilecekleri kadar iktisatlı davranan bir kimse olduğudur. Müellife göre insan-ı kâmil keremkânîdir. İnsan-ı kâmilin her hususta ‘orta yol’u tercih ettiği bu bölümde bir kez daha vurgulanır. Burada anlatılan başka bir konu da, insan-ı kâmilin, hiç kimsenin bir sırrını veya ayıbını bir başka kimseye söylemeyen fazilet timsali bir settâr-ı uyûb olmasıdır. Ayrıca insan-ı kâmil Hak Teâlâ ile olan münasebetlerini saklı tutar, Rabbiyle arasındaki sırları ifşa etmez. Hem öyle güzel bir ahlâka sahiptir ki, hiçbir kimseye asla öfkelenmez, kötü ve kırıcı söz söylemez, sinesinde kin tutmaz.
Sekizinci bölümde ifade edilenleri de şöylece özetlemek mümkündür: İnsan-ı kâmil her hareketini bir iyilik ve ibadete bağlamıştır.. boş yere nefes tüketmez; her nefesi kâinatın diğer eczası misüllü Cenab-ı Hakk’ı tesbihtir.. konuştuğunda yumuşak konuşur, ilim ve hikmet söyler.. sohbetinin halâvetine doyum olmaz.. huzuruna erenler huzûra ererler. İnsan-ı kâmil “إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللّٰهُ” sırrına ermiştir; yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatır ve o, bu özellikleriyle güneş gibi zâhir olur.
Dokuzuncu bölüm, konusu itibariyle bir önceki fasılla benzerlik arz etmektedir. Müellif burada özetle şöyle der: “İnsan-ı kâmilin nur yüzünden ve latîf sözünden, görenlerin gözleri ve dinleyenlerin kulakları büyük bir zevk ve lezzet alır. Sohbeti hiç bitmese, hep devam etse dahî sevenleri onun huzurunda bulunmaktan bıkıp usanmazlar, bilakis safâ bulurlar. Çünkü o, konuştuğunda Cenab-ı Hakk’ın kalbine ilkâ ettiği şeyleri, eşyanın hakikatini, mânânın inceliklerini, din ve diyanetin esaslarını konuşur. Söylediği her kelâm Kur’ân’a ve Sünnet’e muvafıktır.”
Onuncu bölümde müellifimiz, insan-ı kâmilin insanlarla, bir maslahat olduğunda görüştüğünü, bulunduğu meclislerde başını önüne eğip sessizce beklediğini, o esnada Cenab-ı Allah kalbine bir şey ilham etmişse onları yanındakilerle paylaştığını ifade ediyor. Müellife göre insan-ı kâmil, ifadelerinden istifade etmek isteyip sohbetine dâhil olanları her zaman öncelikli olarak tehzîb-i ahlâka irşad eder. Bununla beraber vaktinin çoğunu tefekkür ve zikirle geçirir veya hususî birtakım işleriyle meşgul olur. Yaptıklarını imkân nisbetinde gizler; halkın teveccühünden ısrarla kaçmaya çalışır. Bununla beraber, Hak Teâlâ onu kullarına sevdirmiş, böylece de tanınıp bilinmişse o, bundan müştekî olmaz. Başkaları ona hürmet ve tazimde kusur etmese, hattâ onu en yüksek payelerle vasfetseler de o, herkesi kendinden üstün bilir.
Onbirinci bölümde, insan-ı kâmil kalben dünyayı terketmiş olduğundan malın-mülkün onun gönlünü bir lahza bile Hak’tan gafil kılamayacağı anlatılır. O kendisini insanlara yararlı olmaya vakfetmiş öyle bir Hak dostudur ki, eline geçen şeyleri gizlemez; gizlemek bir yana çevresinde ihtiyacı olanlara dağıtıverir. Kendisi de dünya adına hiç kimseden hiç bir talepte bulunmaz.
Onikinci bölümde şunlar dile getirilir: İnsan-ı kâmil, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış kimse demektir. Nefsaniyetinden sıyrılmış ve güzel ahlâka bürünmüştür; kusurları örter ve herkese hilm ve şefkatle muamele eder. İnsanlarla bir arada bulunmayı onların ruhlarını tasfiye, nefislerini tezkiye etme ve insanî latifelerini Hakk’a uyarma gibi ulvî gayelere bağlamıştır. Yani insanlara olan meyli, beşerî ve nefsanî değil, Rahmânî’dir, Allah içindir. Halkla Hakk’ın sevgisini cem’ etmek bu insan-ı kâmile müyesser olmuştur. Bundan dolayı da onu, görünüşü itibariyle avam-ı nâstan ayırmak zordur. Ne var ki, iç derinliği itibariyle o “kibrît-i ahmer”2 gibidir; misli bulunmaz.
Onüçüncü bölümde, insan-ı kâmilin halkın içinde iken bile her zaman Hak’la beraber bulunduğundan ve rıza ufkunu yakalamış bir gönül insanı olduğundan bahsedilir. Hep hikmet konuşması, konuşurken muhataplarının idrak seviyelerini gözetmesi, herkese re’fet ve merhametle muamele etmesi, Allah için yaptığı işlerde levmedenin levminden, kınayanın kınamasından çekinmemesi bu gönül adamının diğer bazı güzel özelliklerindendir. Ayrıca insan-ı kâmili tanıma imkânına erenler, onu, kendi anne-babalarından daha merhametli ve daha şefkatli bulurlar.
Müellifin ondördüncü bölümde zikrettiklerini de şöylece özetleyelim: İnsan-ı kâmil her hâli ve her kavliyle bir marifetullah ve muhabbetullah tâlibidir. Aynı zamanda başkalarını da kalbin ve ruhun derece-i hayatına çıkarmaya kendini adamış bir irşad eridir. İnananların imanını takviye için bütün cehdini ortaya koyar ve kalblerdeki şüpheleri berteraf etme hususunda âdeta tir tir titrer. Ehl-i sünnet çizgisinden asla taviz vermez; itikada dâir konularda halkı tenvir ettiği gibi, taharet ve namaz başta olmak üzere ibadet ü taat, tevekkül ve teslim gibi kalb hayatına dâir hususlarda da insanları aydınlatır. Hiç kimseyi ihmal etmeden herkesi kendi kabiliyetine göre irşad etmeye ve yine herkesi kendi arş-ı kemâlâtına yükseltmeye âdeta yemin etmiştir. Yanına uğrayan ve istifade etmek isteyen herkese, durumuna, idrak seviyesine göre mutlak surette faydalı tavsiyelerde bulunur. Bu bölümde müellif, insan-ı kâmilin, yanında ‘seyr u sülûk’ yapmak isteyen ‘tâlib’e nasıl bir muamelede bulunduğunu çok hoş bir üslûpla genişçe anlatır. Müellif bu bölümde bir kıt’a kaydeder:
Toprağa benzer o derviş-i hakîr,
Ki onu çiğneye her bây ü fakîr;
Etseler canına bin türlü azap,
Söylemez kimseye mânend-i türab.3
Onbeşinci bölüm, diğerlerine nispetle oldukça geniş bir bölümdür ve geçmiş bölümlerin özeti gibidir. Burada müellif, insan-ı kâmilin, diğer insanlara muamelesinde herkesin seviyesini gözettiğini ve bütün işlerinde rıfk ve teenniyle hareket edip, hâl ve hareketlerinde her zaman mülayim olduğunu, herkese hayır söyleyip şefkatle hayırhâhlık yaptığını ve yine herkes hakkında hüsnü zan edip onları kendinden ‘evlâ’ bulduğunu söyler. Müellifin düşünce ve gönül dünyasında, insan-ı kâmil malını, canını, Allah’ı (celle celâlühû) kullarına sevdirmeye adamış bir ahlâk âbidesidir. O, tam bir zâhiddir; ne dünya umûrundan kazandığına mesrur olur, ne de kaybettiği fânî şeylerden dolayı mahzun. İnsan-ı kâmil, Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam)’ın Sünnet-i seniyyesine ittiba ederek, konuşurken muhataplarına bütün bedeniyle döner. İnsan-ı kâmilin hayatında teşe’üme4 yer yoktur; hep hayır düşünür ve tefe’ül5 eder. Sû-i zan ve kuruntulardan uzaktır. Kim olursa olsun iman sahibi her ferdi azîz bilir. Söz ve fillerinde dine en ufak bir muhalefetten bile sakınır ve Hadîs, Tefsir gibi şer’î ilimleri tahsil etmekten hayatı boyunca dûr olmaz. Her zaman marifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Herhangi bir makama tâlip olmaz.. zaruret olmadıkça erkân-ı devletle oturup kalkmaz.. dinin helâl ve haramlardan ibaret olduğu mülâhazasıyla bu hususta ince eleyip sık dokur.. hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de gıyabında, incine(bile)ceği bir şekilde diline dolamaz.. kendine zulüm ve iftirada bulunanların âhiretleri için dua eder.. mütevazılara karşı mütevazı, mütekebbirlere karşı da müsamahalıdır.. kendi işini kendi görür.. insanlar arasında fark gözetmez.. halkla iç içedir.. komşu hakkı üzerinde de fevkalâde bir hassasiyetle durur.
Faslın burasında müellif :
“Halvet ve uzlette gördüm çünki şöhret âfetin,
Hizmet ve sohbetle erdim Hazret-i Mevlâ’ya ben”
beytini zikrederek insanların faydasına matuf, onların içinde bulunma diye tarif edebileceğimiz celvet yolunun, halktan ayrılarak inzivaya çekilme şeklinde vasıflandırabileceğimiz halvet mülahazasına olan rüçhaniyetini anlatır.
Bu bölümde insan-ı kâmile ait zikredilen vasıflardan diğer bazıları da şunlardır: İnsan-ı kâmil ulemaya ve toplumun ileri gelenlerine ta’zimde bulunur. Kendisine bir hediye verildiği zaman daha iyisi ile mukabelede bulunmaya gayret eder. Yetimlerle, öksüzlerle hususî olarak ilgilenir ve misafirlerine mutlaka izzet ü ikramda bulunur. Merhametini, şefkatini hayvanlardan dahi esirgemez; karıncayı bile incitmez.
“Revâdır gerçi öldürmek yılanı,
Velî derviş isen incitme cânı”
şeklinde manzum hâle getirilen güzel huy onun fıtratının bir buudu, bir derinliği hâline gelmiştir.
Onaltıncı bölümde, insan-ı kâmilin kendi muradını bütünüyle terk ettiğinden ve Hakk’ın muradını muradı bilip murad hâline getirdiğinden bahsedilir. Çünkü o hep Allah’ı dilemiş, kendi cüz’î güç ve kuvvetinden teberrî edip Kudreti Sonsuz’un iradesine râm olmuş, mâsivaya kapanmış, O’nun rızasından başka hiçbir isteği kalmamıştır. Böylece de Hakk’ın muradı ve gözdesi olmuştur. Evet, insan-ı kâmil, muradını muradullahta ifnâ etmiştir. Cenab-ı Allah’ın istek ve emirlerini eksiksiz yerine getirmeye azm ü cezm ü kasd eylemiş, bununla da huzur ve saadete ermiştir. Rabbine karşı tevekkülü tamdır.. tam teslim olmuştur. İnsan-ı kâmil için Rabbin rızası ve O’na teslimiyet her şeyden üstündür, korku, elem ve tasadan kurtulmanın da biricik vesilesidir.
Müellifimiz İbrahim Hakkı Hazretleri onyedinci ve son bölümde insan-ı kâmilin, Rabbine tam teslim olduğundan, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emirleri karşısında eridiğinden ve zerrelere kadar kâinattaki her şeyin bir Hakîm-i Rahîm’in kabza-ı tasarrufunda bulunduğunu bildiğinden, bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmasının, susmasının hep lillah (Allah için) ve fillah (Allah yolunda) olduğunu söyler. İnsan-ı kâmilin burada zikredilen bir diğer önemli vasfı da, şer gibi gözüken şeylerde büyük hayırlar, vehle-i ûlâda (ilk bakış, ilk an) zarar getireceği zannedilebilecek hususlarda da pek büyük faydalar olabileceğini düşünüp hep sabır ve teennî ile hareket etmesidir.
Netice
Cenab-ı Allah’ın esmâ, sıfât ve ef’âline câmî ve mücellâ bir ayna yani insan-ı kâmil olması için ahsen-i takvîm üzere yaratılan insan, her zaman konumunun hakkını verememekte, kulluğun gerektirdiği kıvamı bir devamlılık içerisinde muhafaza edememekte, edememesi bir yana pek çok zaman, terakkîsi için mahiyetine yerleştirilen birtakım zaafların kurbanı olarak nisyan ve isyana düşebilmektedir. Öte yanda isyan ve isyana kapanıp zikir ve kulluk deryasına açılabilen, Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü unutmayan ve O’nun (celle celâlühû) talep ve emirlerine muhalif en küçük bir düşünce ve hareketi bile kendi adına sukût sayarak o türlü şeylerden içtinab eden insan, insan-ı kâmil olmaya ve hayatı boyunca insan-ı kâmil kalmaya namzet demektir. Yaratıcı’nın yeryüzünde halifesi olmak gibi ağır bir mesuliyeti kendi omuzlarına aldıktan sonra, ayna olma vazifesini hakkıyla yerine getir(e)memekten ötürü ‘zulüm ve cehalet’e düşebilen insanoğlunun bu duruma düşmemesi ve şayet şu veya bu şekilde öyle bir talihsizliğe maruz kalmışsa ondan kurtarılabilmesi için bir terbiye sisteminden geçmesine olan ihtiyaç kaçınılmazdır. Tasavvuf işte bu en önemli vazifeyi üstlenen olmazsa olmaz hayatî bir eğitim sistemidir. Bu terbiye sisteminin en önemli kaynakları Kitap, Sünnet, bu iki asıl etrafında yüzyıllar boyu oluşan gelenek, bu geleneğin semereleri olan selef-i sâlihîne ait eserler ve bütün bunların müşahhas bir tablosu mahiyetinde olan insan-ı kâmilin hüsn-ü hâlidir, örnek yaşantısıdır.
İnsan-ı kâmil olma yolundaki herkes için mutlak insan-ı kâmil Efendiler Efendisi’ne ittiba, yani O’nun hayat-ı seniyyelerini kendi hayatına tatbik etme gayreti elzemdir. Sünnet-i seniyyeye ittiba eden kimse, fıtratında mündemiç potansiyel güzellikleri hayat sahasına geçirme yolunda demektir. Esmâ-i ilahiyeye parlak bir ayna olan bu insan-ı kâmil, Cenab-ı Hakk’ın, geçici dünya hayatının devamına müsaade etmesinin de biricik vesilesidir; onsuz varlık mânâdan mahrumdur, abestir. Gerçek hayat da insan-ı kâmille mümkün olacağından, türü ve kaynağı ne olursa olsun bütün problemlerin halli için insan(lığ)ın bu kemâl seviyesine çıkarılması bir zarurettir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, İnsaniyet-i Kâmile adlı risalesinde ortaya koyduğu ve bizim yukarıda özetle arz etmeye çalıştığımız insan-ı kâmil portresi şüphesiz günümüz insanının da muhtaç olduğu ve iştiyak duyduğu/duyması gereken bir portredir. Önümüze kâmil insan fotoğrafı koyarak bizlere insan-ı kâmil olma yolunda bir hedef çizen ve bu hedefe doğru yürümek isteyenlere yol gösteren bu makaleyi sizlerin de istifadesine sunmak istedik. Merhum müellifi rahmetle anarken, Rabbimizden bizleri de kâmil insanlar arasına katmasını niyaz ediyoruz.
* Araştırmacı Yazar
myilmaz@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. İbrahim Hakkı Erzurumî, İnsaniyet-i Kâmile, Dersaadet: Matbaa-i Âmire, 1923. 16 sh.
2. Kibrît-i ahmer: İksir ve çok kıymetli mürşid gibi mânâlara geliyor.
3. Bây ü Fakir: Zengin fakir, herkes; Mânend-i türab: Toprak gibi
4. Teşe’üm: Bazı nesneleri ve hâdiseleri uğursuz kabul etmek, olayları şerre yormak ve sürekli kötü ihtimalleri öne çıkarmak.
5. Tefe’ül: Bir kısım hâdiseleri uğurlu saymak, onları hayırların başlangıcı olarak görmek ve vakıaları iyiye yormak.
indigodergisi.com › Ezoterizm
9 Ara 2013 - İnsan-ı kâmil mutlak a
İnsan-ı Kâmil Mertebesi
Deniz Taşkın 09 Aralık 2013 Ezoterizm, Sayı: 99
İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kâmil olarak adlandırılırlar.
İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Allah’ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Kur’an-ı Kerîm’in insanla ilgili birkaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En’am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)
Bu ayetlerde insanın ilahi, sermedi, lahuti ve batınî bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir.
Hallâc-ı Mansûr, “Allah Adem’i kendi sûretinde yarattı” hadisinden yola çıkarak, Allah’ın kendi nefsinde, kendisi için tecelli ettiğini söylemiştir. Bu tecelli ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini kuşatan suret vücuda getirmiştir. Hallâc’ın bu anlayışı daha sonra İbn Arabî’nin insan-ı kâmil düşüncesine zemin hazırlamıştır. İbn Arabî’ye göre insan-ı kâmil Allah’ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kâmil, maddi ve manevi bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı kâmil mutlak anlamda birdir ve o da Hz. Muhammed’dir (s.a.v). Henüz Âdem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed’dir. Yani Hakikat-i Muhammediyye’dir. Onun yolundan giden veliler ise Hz. Muhammed’in vekilleri olmaları hasebiyle insan-ı kâmil olarak adlandırılırlar.
Ruhani, cismânî, aklî, duyulur (hissi) ve hayali tüm âlemler insan-ı kâmilde dürülmüştür. Bu âlemlerin unsurlarını kendisinde barındırmaktadır. Zira insan suret yönünden küçük âlem (mikrokozmoz) olmakla beraber, mana yönünden büyük âlemdir (makrokozmoz). Nitekim Hz. Ali bu hususta şöyle demiştir: “Sen kendini küçük bir cisim sanırsın, hâlbuki âlem-i ekber sensin ve o sende gizlidir.”
Mesela on sekiz bin âlemin bir havan içinde dövüldüğü, macun yapıldığı ve bu macundan bir şey oluşturulduğu farz edilse bu oluşturulan şey insan-ı kâmil olurdu. İnsan-ı kâmil on sekiz bin âlemi on sekiz bin gözle seyreder. Her bir âleme girer ve girdiği âlemi o âleme uygun bir gözle seyreder. Hissedilirler âlemini duyu gözüyle, akledilirler âlemini akıl gözüyle, manaları yani ruhlar âlemini kalb gözüyle seyreder. İnsan-ı kâmil için mülkte, melekûtta ve ceberûtta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.
Mertebeler ve âlemler birbirinin aynasıdırlar. Lâhutun aynası ceberût, ceberûtun aynası melekût, melekûtun aynası mülktür. Bütün bu âlemlerin aynası ise insan-ı kâmildir. Çünkü insan-ı kâmil Allah’ın halifesidir ve Allah’ı gösteren aynadır. İnsan-ı kâmil hem ilahi hem de âleme ait bir aynadır. Yani insan-ı kâmil kendisinde bütün varlık mertebelerini toplamıştır. Bundan dolayı insan-ı kâmilin varlığı hem Hakk’a hem de halka ayna vazifesi görür.
Hz. Mevlana’nın oğlu Sultan Veled hazretleri buyurur:
“İnsan bedeni Hakk’ın dükkanıdır. İçinde Rahman’ın sıfatları vardır. Az olsa bile bu sıfatlar aydınlatıcıdır. Bu azdan çoğa doğru seyret!”
Hakk her insanın varlığına hayat, ilim, irade, kudret, semi, basar, kelam vb. gibi sonsuz sıfatlarından bir miktar koymuştur. Böylelikle insana azdan çoğu istidlâl edebilme yeteneği vermiştir.
Arifin kendi hakikatini tanıması demek insan-ı kâmil olmak demektir. İnsan-ı kâmil, ilahi tecellilerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah’ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufi muhitlerde: “Kendini bilen Rabb’ini bilir” hadisi yaygınlık kazanmıştır.
Salik, insan-ı kâmil mertebesine ulaşınca mutlak olan Hakk’a ayna olur. Kendisine ne yönden tecelli gelirse o tecelliyi tahsis etmeksizin ve kayıtsız yani gelen tecelliyi hiçbir şeyle sınırlanmamış bir biçimde kabul eder.
İşitmesi, Allah’ın işitmesi…
Görmesi, Allah’ın görmesi…
Konuşması, Allah’ın konuşması…
Hayatı, Allah’ın hayatı…
İlmi, Allah’ın ilmi…
İradesi, Allah’ın iradesi…
Kudreti, Allah’ın kudreti…
Evet…Görür ve anlar ki kendinde bulunan bütün bu duygular, asaleten yüce Allah’ındır. Yine bilir ki kendindeki o duyguların cümlesi; bir mecaz, bir ariyet, emanet olarak kendinde. Hem hakikat yönünde hem de mülk olarak ne varsa hepsi Allah’ın.
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a) Hiçbir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O’nun niteliklerini elde edemez.
b) Hakikat-ı Muhammediye dahil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah’tan başka her şey yaratılmıştır.
c) Abd ve mabud ayırımı yapılarak kişinin hiçbir seviyede ilahlaşma iddiasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.
İnsan-ı kâmil olmayı istemekle insan-ı kâmil olunmaz. Sufilerin anlayışına göre her insan, insan-ı kâmil olabilmek için bazı kabiliyetler taşır. Hakk Teâlâ herkese bu kabiliyeti vermiştir. Bu kabiliyetlerini tasavvuf terbiye usullerine göre geliştirenler, o makama adaydır. Ancak kusur kişinin kendindedir ki, istidâdını ziyan eder. Kendini bir kâmil mürşide teslim edip ve onun ahlakıyla ahlaklanıp sen de bir insan ol.
Hakk Teâlâ hepimize bu mertebeye erişmeyi ihsan eylesin.
Not: Bu bir derleme yazısıdır…
Kaynak:
http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=876
İbn Arabî, Özün Özü, Trc. İsmail Hakkı Bursevi
İsmail Rusuhi Ankaravi, Mesnevi’nin Sırrı
Abdülkerim el-Cîlî, İnsan-ı Kâmil
Altınoluk Dergisi, Temmuz/1996
.
keskul.com.tr/tasavvufi-bir-kavram-olarak-insan-i-kamil.html
14 Şub 2011 - Bu kavram daha önce kâ
.Şub 14, 2011
admin 17.Sayı 17.Sayı, tasavvuf, TASAVVUFÎ BİR KAVRAM OLARAK İNSAN-I KÂMİL
İnsan-ı kâmil, tasavvuf felsefesinin temel kavramlarından birisidir. Bu kavram daha önce kâmil mü’minin karşılığı olarak kullanıldığı halde sonradan tasavvuf felsefesinde özel bir anlam alanı kazanmıştır. İnsan-ı kâmil, rehber, delil, kılavuz ve yol gösteren anlamına gelmektedir. Ayrıca şeyh, mürşîd-i kâmil, pîr, eren ve velî kelimeleriyle eşanlamlıdır.1 İnsan‑ı kâmil, fenâfillah2 mertebesine eren insana denir. Fenâfillah olmak tâbiri “beşerî iradeyi Yaratıcı’nın iradesinde eritmek” mânâsına gelir.
Arapça’da mükemmel/yetkin insan anlamına gelen insan-ı kâmil terimi, tasavvuf felsefesinde mutasavvıfların ortaya koyduğu fenâfillah/Allah’ta yok olma, bekâbillah/Hak ile bâkî olma aşamasında insanın varacağı son aşamayı nitelemek için kullanılmıştır. Vahdet-i vücûd öğretisine dayalı fenâ düşüncesine göre, insanın amacı, beşerî varlığını Allah Teâlâ’nın varlığında eritmektir. Bu aşamaya ulaşan şahıs, ilâhî aşkla kendisinden geçer ve içinde yaşadığı gerçekliği başka bir gözle görmeye başlar. Bu mertebede insan-ı kâmil, kendi beşerî iradesinden sıyrılmış, irade ve arzularından arınarak ruhî olgunluğa erişmiş insanı ifade eder. İnsan-ı kâmil bütün ilâhî nitelikleri kendisinde taşımaktadır. Celâl ve cemâle ait bütün sıfatları kapsadığı ve taşıdığı için en yetkindir. Çünkü kemâl, ancak bu iki yönü taşımakla elde edilir. İradesini kör bir teslimiyetle âtıl kılmayan, hayatın işleyiş sürecinde aktif bir şekilde rol alan ve değer üreten, öte yandan kendisine hitap eden Allah Teâlâ’nın sesiyle kendi akıl ve bilincinin derûnî sesini birleştirmeye çalışan,
insanî arayış sürecini ima eden üstün ya da kâmil insan kavramının yeni bir kavram olmadığını belirtmek gerekir. Yetkin insan kavramını ilk kullananlar arasında İbn Sînâ ve İbn Tufeyl gelmektedir. Bu düşünürler kâmil insan’a dair görüşlerini meşhur Hayy b. Yakzân ortak alegorileriyle ortaya koymuşlardır. Bu kavramı kendi sisteminde farklı bir forma dönüştüren ilk düşünür ise
İbnü’l-Arabî’dir. Ona göre insanın atası Hz. Âdem, ilk günahkâr insan olmaktan çok, insan-ı kâmilin ilk örneğidir. Bu çerçeve içerisinde kalmak kaydıyla Âdem’e mahsus özellikleri birbiriyle sıkı sıkıya bağlantılı olan üç temel kavram içerisinde ele alır: 1. Allah’ın tüm isim ve sıfatlarını toplaması ve yansıtmasını ifade eden cemiyyet.. İnsanın varlık yapısındaki zıtlıklar, âlemdeki
konumu ve bilgisini ifade eden berzahiyyet. İnsanın bu varlık ve bilgi durumunun gerektirdiği doğrultuda yeryüzünde ahlâkî ilkelere göre tasarruf etmesi esasına işaret eden hilafet.
İbnü’l-Arabî’de sistemli bir yapıya kavuşan vahdet-i vücûd düşüncesinde
“insan-ı kâmil” nazariyesi, insanın âlemdeki yeri ve mahiyeti açısından en önemli konulardan biri olmuştur. Tasavvuf tarihinin mühim meselelerinden olan kâmil insan anlayışı, varlık ve bilgi problemleriyle ilgisi yanında dinî ve ahlâkî boyutları da bulunan derin bir fikrî çaba ve ruhî tecrübenin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Vahdet-i vücûd düşüncesinin özellikle sûfî düşünürler tarafından, çok geniş bir kabul gördüğü dikkate alındığında ve aralarındaki bazı farklar bir tarafa bırakıldığında, “insan” meselesinin tasavvufî açıdan Hak, âlem ve insan üçleminde ele alındığını görmekteyiz.
Makalenin devamını Keşkül Dergisi’nin 17.sayısında bulabilirsiniz.
.
.*********
akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=876
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna. Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat olaylarına söz geçirme, gelec
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna
Tasavvufta İnsan-ı Kâmil ve Mevlâna
Olağan üstü denebilecek güçlere sahip olma, maddeye ve tabiat olaylarına söz geçirme, geleceği bilme, her yönüyle mükemmel bir insan olma, yüksek bilinç seviyesine yükselme... kısacası tasavvuf ehlinin tabiriyle kâmil insan yeni tabirle yetkin/kozmik insan olma vaat, arzu ve arayışı ayakların kaydığı zeminlerden birisidir. Nitekim son zamanlarda, mahiyetleri tam bilinemeyen bazı oluşum ve tarikatlar propagandalarında şu tür ifadeler kullanmaktadırlar: “Uzay uygarlığına ulaşmak, bir üst dereceye yükselmek, kozmik insan olmak, yedinci bilinç seviyesine yükselmek… vs. istiyorsanız bize katılın!”
Genelde İslam"ın özelde ise tasavvufun insana bakış açısına kısaca değinerek bu konuda aşırıya gitmenin yanlışlığına işaret etmek istiyoruz. Arkasından da Mevlâna"nın konu ile ilgili görüşlerine değinmeye çalışacağız.
İnsan yaratılmış varlıklar arasında mükemmel bir yaradılışa sahiptir. Ahsen-i takvim (et-Tin, 95/4) sırrına mazhardır ve Allah"ın sıfatlarından tecelliler taşımaktadır. Böyle olmakla birlikte, Allah"a nazaran eksik olan bir varlıktır. Çünkü mutlak kemâl sadece O"na aittir. Kur"an-i Kerim"in insanla ilgili bir kaç ayeti şöyledir: Meleklere hitaben şöyle deniliyor: “Onu düzenleyip insan şekline koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secde edin.” (Hicr, 15/29; Sad, 38/72) “Biz insanı en güzel biçimde yarattık.” (Tin, 95/4) “Allah sizi yeryüzünde halife yaptı.” (En"am, 6/165) “Gerçekten insanoğlunu şerefli/kerim kıldık.” (İsra, 17/70)
Bu ayetlerde insanın ilahî, sermedi, lahutî ve batinî bir yönünün bulunduğu ortaya çıkmaktadır. Elbette insanın eksikliğini, yetersizliğini, isyankârlığını, nankörlüğünü, zayıflığını vs. vurgulayan ayetler de vardır. “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisa, 4/28) “Doğrusu insan hırslı ve huysuz yaratılmıştır.” (Mearic, 79/19) vb. Ancak tasavvuf geleneğinde, özellikle de vahdet-i vücûd anlayışında, insanın daha çok birinci sırada zikredilen özellikleri öne çıkarılarak bir insan-ı kâmil anlayışı geliştirilmiştir. Özeti şudur: Allah fiil ve isimleri ile bilinir (malumdur). Bunların tecelli alanı ise varlık ve olaylardır. İnsan ise, varlığın hem nüvesi (çekirdeği/özü), hem de meyvesidir. Aynı zamanda Allah"ın halifesi olan insan, kemâl derecesine ulaşınca, Allah"ın zat, sıfat ve isimlerinin en mükemmel şekilde tecelli ettiği varlık olur. O Allah ile âlem, zahir ile batın arasında bir berzah olduğu gibi, bütün ilahî kemâl manaları kendisinde gerçekleştiren kişidir. Âlem Allah"ın tecelli ettiği bir aynadır. İnsan-ı Kâmil bu aynanın cilasıdır. Zira “Allah Âdem"i kendi sûretinde yarattı.”1 Bu durum Hz. Âdem"den sonra da devam etti, nebiler ve veliler bu özelliği taşıdı.
Sûfîler, insan-ı kâmilin, Allah ile âlem arasında yer alması konusunu işârî yönden şu ayetle açıklamaktadırlar: “O iki denizi salıverdi. Birbirlerine temas ediyorlar, aralarında bir engel vardır, birbirine geçip karışmıyorlar.” (Rahman, 55/19–20) Bu ayetlerin ışığında, Allah ile insan-ı kâmilin birleşmesi (ittihad) birbirine girip karışması (hulûl) görüşleri de kendiliğinden çürümektedir. Onun için insan-ı kâmil vasat-ı camiadır.
Diğer taraftan insan-i kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslam ve ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızası hedefi, Hakk"ı sevip sevdirmek vazifesi, cennet ve Cemalullah da bu düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir. Varlık ve olaylarla ilgisi ve müdahalesi açısından insan-i kâmil yeryüzünde Allah"ın halifesidir. (el-Bakara, 2/30) O her zaman kendi konumunun farkındadır. Her şeyin Allah"tan geldiği şuuruyla kendi yaratılmışlık ve kulluk sınırlarını korumada hassas hareket eder; ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de ayinedârlığını ayniyet iltibasına düşer.
Tasavvuftaki insan-ı kâmil, özel anlamda ve zirve seviyede Hz. Muhammed (sas)"dir. Her ne kadar bütün nebiler ve onlardan sonra da veliler birer insan-ı kâmil iseler de Allah"ın bütün isimlerini kemâl derecede temsil etmezler. “Herkesin kabiliyetine vabestedir âsâr-ı feyzi” ifadesi buna işaret etmektedir. Bütün enbiya ve evliyada icmal edilen isim ve sıfatlar tafsilî bir şekilde Hz. Muhammed (sas)"de tecelli etmiştir. Kemâli isteyen bir kimse için bütün mertebeleri aşarak Hakikat-ı Muhammediye"ye ulaşmak bir idealdir. Onun için tasavvuf büyükleri ferdî anlamda insan-i kâmil olabilme idealini sürekli canlı tutmuşlardır. Kozmik anlamda en mükemmel varlık olan insan, bu durumunu fert planında da gerçekleştirebilmek için marifet ufkuna yükselmeye ve ilim-amel bütünlüğünü sağlamaya gayret edecektir.
Yapılan izahlardan konuyu şu başlıklar halinde müşahhaslaştırmak mümkündür: Vahdet-i vücûd felsefesinde, vücûd mertebelerinin yedili tasnifine göre ikinci mertebe taayyün-i evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya insan-ı kâmil adı da verilir. Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir olgudur. Tasavvuf kitaplarında birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe/manevî (kozmik) varlık budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Zat"tan ayırmak mümkün olmadığı gibi O"nunla aynı saymak da mümkün değildir. Zira aralarında fark vardır.
Başta Kur"an ve Hadis-i şerifler olmak üzere İslam kültürü bütünüyle göz önüne alınınca şöyle bir tasnif ortaya çıkmaktadır:
A. İnsan-i Kâmil
I. Hakikat-ı Muhammediye
a. Varlığın İlk Mertebesi-Hz. Muhammed"in Manevi Varlığı (Batını)- diğer Nebilerin
Manevi Varlığı (Batını) – Hatmu"l-Velayenin Manevi Varlığı (Batını)
Vücûd mertebelerinin yedili tasnifinde ikinci mertebe Taayyün-i Evvel adını alır. Buna aynı zamanda Hakikat-ı Muhammediye veya İnsan-i Kâmil adı da verilir. Burada Hakikat-ı Muhammediye, zaman ve mekân sınırlarının dışında saf metafizik bir ilkedir. Tasavvuf felsefesini ele alan kitaplarda birçok üstün niteliklerin atfedildiği mertebe budur. Vahdet-i vücûd felsefesinin merâtib-i vücûd izahına göre bu mertebeyi Allah"tan (Zat) ayırmak mümkün olmadığı gibi, O"nunla aynı saymak da mümkün değildir.
b. Her Asırda Bir Kişi Tarafından Temsil Edilen Makamın Sahibi
Tasavvufî anlayışta kâinat-ı manen idare eden Ricalu"l-Gaybın başında yer alan ve genelde "kutup" adı verilen kişidir. Her ne kadar bu kişi de mükemmel bir insan ise de birinci şıkta yer alanların seviyesinde değildir. Üstelik bu sadece manevî bir makam da değildir. Zahiren insanlar tarafından bilinmezse bile böyle bir şahıs vardır.
II. Kâmil İnsan
a. Mürşid
Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış ve irşada ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir.
b. Kâmil Mü"min
Bir tarikata mensup olmazsa bile, Kitap ve sünnete göre Allah"ı tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mü"mindir.
Yine yedili tasnife göre yedinci mertebe olan insan mertebesi, la taayün hariç, daha önceki bütün mertebeleri camidir. Her mertebe bir ilahî ismin mazharı iken insan mertebesi Allah isminin mazharıdır. Allah ismi, diğer bütün isimleri cami olduğu gibi insan da diğer mertebeleri camidir. Aziz Mahmud Hudayi"nin,
“Ayinedir bu âlem her şey Hakk ile kaim,
Mir"at-i Muhammed"de Allah görünün daim”
beyti bu anlayışın ifadesidir.
İkinci mertebedeki insan-i kâmil ile yedinci mertebedeki insan-i kâmil arasındaki fark, ilkinin Allah"ın ilminde/manen (kozmolojik), ikincisinin ise maddeten zuhur etmiş olmalarıdır.
Azizüddin Nesefî, insan-i kâmili “şeriat, tarikat ve hakikatte tam olan insandır” diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: “Kâmil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemâle erdiren kemâle ulaşmış sayılır.”2 Öyle ise tasavvufî telakkide her insan, bu ikinci anlamıyla, insan-i kâmil olmaya adaydır. Çünkü insan bu kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetlerini gereğine uygun metotlarla geliştirenler o makama erişebilirler.
Tasavvufî sistemini insan-i kâmil olgusu üzerinde kuran Abdülkerim el-Cilî3, insanların tamamının, insan olmaları açısından, diğer varlıklar arasında kâmil olduklarını belirttikten sonra şu tasnif ve izahı yapar:
1. Bi"l-fiil kâmil olan insanlar. Bunlar da iki guruba ayrılırlar: a. Tarih-i bir şahsiyet olarak Hz. Muhammed (sas) hem kâmil, hem mükemmildir. b. Birer tarihî şahsiyet olarak diğer peygamberler ve veliler. Bunlar mükemmil olmayıp kâmildirler. Bu noktada metafizik, tasavvufî ve epistemolojik açıdan konuya yaklaşılmaktadır.
2. Bi"l-kuvve kâmil olan insanlar. Bu guruba bütün insanlar girer. Bir varlık olarak insan, ilahî isim ve sıfatların kendisinde tecelli ettiği kâmil varlıktır. Diğer varlıklarda parça parça olarak ortaya çıkan ilahî kemal, yalnızca insan vasıtasıyla toplu bir şekilde zuhur eder. Bu anlamda bütün insanlar kâmildir. Çünkü ontolojik yetkinlik insanın yaratılışında vardır. Ne var ki, bu yetkinlik bi"l-fiil değil, bi"l-kuvvedir. Bu noktada konuya kozmik, felsefî ve ontolojik olarak yaklaşılmaktadır.
Kendisinde isim ve sıfatların bi"l-kuvve bulunduğu insan, çeşitli süreç ve mertebeleri aşarak isim, sıfat ve daha sonra da Zatın müşahedesine ulaşır. Böylece insan (sufî) Allah ve kendisi hakkında gerçek bilgiyi elde etmiş olur. Öyle ise burada insan-i kâmil, sufî tecrübe yoluyla epistemolojik yetkinliğe ulaşmış insan demektir. Fiili olarak yetkinleşen ve sınırlı olan bu insanlar nebi ve velilerdir.
Kısacası Hakikat-ı Muhammediye, Kadim ile hadis arasındaki berzahtır ve Hz. Muhammed (sas) dâhil bütün nebi ve veliler bu hakikatten pay alırlar. Bir ilke olarak Hakikat-ı Muhammediye bütün ilahî sıfatlara sahiptir. Tarihî bir şahsiyet olan Hz. Muhammed (sas) ise, bütün beşerî yetkinlikleri kendinde toplamıştır. Başka bir ifade ile Muhammedî Hakikat, var olmanın bütün özelliklerini potansiyel olarak taşırken, tarihî şahsiyet olarak Hz. Muhammed (sas), var olmanın bütün özelliklerini fiili olarak yansıtır. Çünkü varlık onun hakikati ile zuhur etmeye başlar ve onun sûretinin zuhuru ile zirveye ulaşır.4
Verilen bilgiler göz önüne alınırsa insanların, kemal açısından, şu üç guruba ayrıldıklarını söylemek mümkündür:
1. Peygamberler: İlk peygamber Hz. Âdem"den son peygamber Hz. Muhammed"(sas)"e varıncaya kadar bütün peygamberlerin manevî ve batinî varlığı, derecesine göre, bu olgunun birer temsilcisi olmakla birlikte, son peygamber zirvede yer almaktadır.
2. Ricalu"l-Gayb: Tasavvufî anlayışta kâinatı manen idare eden ricalü"l-gayb ve bunların başında yer alan ve genelde kutup adı verilen kişi ikinci derecede Hakikat-i Muhammediye"den nasibini almaktadır. Her ne kadar kutup da mükemmel bir insan ise de, birinci şıkta bulunanların seviyesinde değildir.
3. Kâmil insan. Bunu da iki şıkta incelemek daha açıklayıcı olabilir. a. Mürşid: Seyr u sulûk esaslarına göre ruhî eğitimini tamamlamış, irşada ehil olup mürşidi tarafından irşadla görevlendirilen kişidir. Kâmil ve mükemmil bir şahsiyettir. Her tarikat mensubunun kendi şeyhini bu makamda görmesi normaldir, hatta feyiz alabilmesi için bu anlayışta olması tavsiye edilir. b. Kâmil mümin: İster bir tarikata intisap etmiş olsun ister olmasın, Kitap ve sünnete göre Allah"ı tanıyıp mükemmel bir İslamî hayatı ve düşüncesi olan her mümin bu gurupta değerlendirilebilir.
Yukarıda verdiğimiz tasnif tasavvufî eserlerde geçmemekle beraber, konunun anlaşılması için tarafımızdan düzenlenmiştir.5 Gaye her insanın şeyhini Hakikat-ı Muhammediye makamının sahibi veya kutup görmesinin yanlışlığına ve tasavvuf karşıtlarının bu noktaya yönelik tenkitlerinin yersizliğine işaret etmektir. Elbette bu tasnif işin erbabı tarafından yapılacak tenkit ve izahlara açıktır. Ayrıca kâmil insan meselesi kozmolojik bir yöne de sahiptir ve tasavvufî/felsefî eserlerde Hakikat-ı Muhammediye, Nur-i Muhammedî, yetkin insan, kelime (logos) vb. başlıklar altında yer almaktadır.
Kısaca değindiğimiz İslam Tasavvufundaki kâmil insan düşüncesi, aşkın bir Allah ve O"nun kulu olan insan ayırımına dayandığından, bu konudaki en tutarlı ve dengeli düşünce olmasına rağmen, yanlış anlaşılmalara neden olabilecek bazı aşırı yorumlar yapıldığından ötürü, bazı İslam âlimleri tarafından kısmen tenkide uğramıştır.
Dünya genelinde bu arada ülkemizde de değişik isimler altında arz-ı endam eden akımlarda ise, Allah -hâşâ- yok sayılarak O"nun yerine insan konmakta ve her şeye gücü yeten bir yaratıcı edasıyla karşımıza çıkarılmak istenmektedir. Bu da kişilik bozulmalarına ve her istediğini yapmaya kalkışma sendromuna neden olmaktadır. Zaten şeytana alet olma da bu noktada başlamaktadır. Allah"a kulluğu reddeden kişi yabancılaşarak hürriyetini kaybedecek ve Allah"ın dışında her şeyi mabud/ilah edinmeye açık ve hazır hale gelecektir. Zira üzerinde yaratılmış olduğu fıtratıyla ters düşmüştür.
Maddeler halinde özetlersek:
Tasavvuftaki kâmil insan anlayışında,
a. Hiç bir insan Allah mertebesine çıkamaz ve O"nun niteliklerini elde edemez.
b. Hakikat-ı Muhammediye dâhil olmak üzere, ilk taayyün seviyesinde bile olsa, Allah"tan başka her şey yaratılmıştır.
c. Abd ve mabud ayırımı yapılarak, kişinin hiç bir seviyede ilahlaşma iddiasına kapılmaması, dolayısıyla ibadetten uzak durmaması gerektiği vurgulanmıştır.6
Diğer akımların kâmil insan anlayışında ise,
a. Aşkın bir Allah anlayışı olmadığı gibi, hemen hiç birinde Allah inancı da bulunmamaktadır. Buna bağlı olarak elbette ahiret, nübüvvet, vahiy gibi inançlara da yer verilmemektedir.
b. İnsan her şeyden üstün görülerek, Firavnvarî bir benlik, kibir ve kendini beğenmişlik girdabına sürüklenmektedir. Oysa tasavvufî eğitimin temel hedeflerinden birisi benliği yıkmak, onu sıfırlamaktır.
c. Allah"a kul olup ibadet etmesi engellenerek kişi, her şeye kul olma gibi bir tehlike ile karşı karşıya bırakılmaktadır.
d. Vadedilen seviye yakalanamayınca -ki bu mümkün değil- mutsuzluk başlamakta, ruhî ve psikolojik hastalıklar, bazen de ferdî veya toplu intiharlar yaşanmaktadır. İnsana, her şeyi yapma güç ve yetkisi olduğu ve her şeyin hâkimi olduğu hissi verilerek, kontrolsüz davranmasına ve tabiatı tahrip etmesine kapı açılmaktadır. Oysa tasavvufta, canlı-cansız her şeyin Allah"ın bir yaratığı olduğu ve O"ndan ötürü sevilmesi ve korunması gerektiği vurgulanmaktadır.
Mevlâna"da İnsan-i Kâmil
Mevlâna yaşadığı tarih itibariyle, eserlerinde insan-ı kâmil kavramından derinlikli bir şekilde söz eden İbn Arabî (1240) ile bu kavramı tasavvufî anlayışının temel taşı haline getiren ve bu isimle kitap telif eden Abdülkerim el-Cîlî (1422)"nin arasında yer almaktadır. Ayrıca İbn Arabî Konya"da bir süre yaşamış ve Mevlâna"nın hocası olan Sadreddin Konevî ile sıhriyet bağı kurmuş; bu arada, Mevlâna İbn Arabî"nin ikamet ederek bir süre sonra vefat ettiği Şam"a da seyahatlerde bulunmuştur. Dolayısıyla bu kavram ve muhtevasından habersiz olması düşünülemez. Zaten, sistematik olmasa bile, konu ile ilgili düşünceler daha önce de bulunmaktaydı.
Diğer taraftan Mevlana, konuyla ilgili çok açık ve alanın kavramlarını kullandığı sistematik açıklamaları olmasa bile, vahdet-i vücûd anlayışına sahiptir. Bu anlayışın temel taşlarından biri de, bilindiği gibi, insan-i kâmil konusudur. Özellikle meratib-i vücûd konusunda bu kavram Hakikat-ı Muhammediye ile birlikte ciddi bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla Mevlana"nın eserlerinde, özellikle bir tasavvuf ansiklopedisi de denilecek kadar geniş olan Mesnevî ve Divanında insan-i kâmil konusuna yer vermemiş olması düşünülemez. Ancak şiir dilinin daha çok remiz, mecaz, kinaye ve işaretlerden oluşması, bu arada konular işlenirken bir birine geçmiş, bazen çok uzun hikâye ve temsillerin verilmesi, yukarıda belirtilen birinci anlamda, Mevlâna"nın eserlerinden fikirlerini net bir şekilde çıkarmayı zorlaştırmakta ve uzun zaman isteyen titiz çalışmalar gerektirmektedir. Aslında o, ince ve çetrefil tasavvufî meseleleri teorik tartışmalar ve muğlak felsefî ifadeler yerine günlük hayattan basit misaller ve sembollere başvurarak açıklar.
İkinci, yani kâmil insan/mümin anlamında ise Mevlâna, bize anlaşılır, fazla izaha gerek duyulmayan, ayet ve hadislerle süslü çok geniş bir malzeme bırakmıştır. Eserlerinde daha çok güzel ahlak ve aşk ağırlıklı bir insan anlayışının öne çıktığı müşahede edilmektedir. Güzel ahlâk, mükemmel kulluk çizgisi ve aşka sahip olan kâmil mümin daha kucaklayıcı olduğu gibi, hem “kim olursan ol yine gel...” diyebilmekte, hem de “her yaratılanı Yaratandan ötürü sevebilmektedir.” Biz çalışmamızın bu ikinci kısmında, bu iki anlamı ayrı başlıklar altına almadan ama daha çok ilk anlama gelebilecek işaretler taşıyan, ancak sayılan nedenlerden ötürü, konuyu ciddi şekilde sınırlayarak, üç başlık altında özet bilgiler verme yoluna gittik.
A. Hz. Peygamber (sas)"e Bakışı
Yukarıda da işaret edildiği gibi, insan-i kâmil"in zirvesini Hz. Peygamber (sas)"e aittir. Bu kavramdan söz edildiğinde ilk O akla gelir. Mevlâna da O"ndan söz ederken, dolayısıyla insan-i kâmil düşüncesini, kendine has üslubu ile işlemektedir.
Meşhur olan rubaisiyle başlamak istiyoruz:
“Canım tenimde oldukça Kur"an"ın kölesiyim. Ben Allah"ın seçkin peygamberi Muhammed"in yolunun toprağıyım. Her kim bundan başka benden bir söz naklederse ona çok üzülür ve o sözden de çok üzüntü duyarım.”7
“Hz. Ahmet, eğer o ulu ve yüce kanadını açarsa Cebrail, ebedî olarak kendinden geçip gider.”8
“O (Miraçta) Tanrı ululuğu ile, Tanrı celaliyle öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz.”
“Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de ruh” dedi, artık düşünün anlayın.
“Göz Tanrıdan başka bir yere şaşmadı, meyletmedi” sırrına mazhar, karga değiliz, âlemi renk renk boyayan Tanrı sarhoşuyuz; bağın bahçenin sarhoşu değil” buyurdu.9
“O iyi işlerde imama olan; keremlere, kerâmetlere düzen verendir.”10
“Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek.”11
“O olmasaydı gökyüzü olmazdı, dönmezdi, nurlanmazdı, meleklere yurt kesilmezdi. O olmasaydı denizler olmaz, denizlerdeki heybet vücut bulmaz, balıklar ve padişahlara layık inciler meydana gelmezdi. Yine o olmasaydı yeryüzü olmaz, yeryüzünün içinde defineler, dışında yaseminler yaratılmazdı.”12
“Taze baht dostumuz, can vermek işimiz-gücümüz; kervanbaşımız da dünyanın övündüğü Mustafa bizim.”13
“O aşk madeni,14 O kerem denizi,15 âlemin de, âdemin de en başı, en büyüğü, en iyisi, insanlarla cinlerin peygamberi, iki âlemin güneşi, âlemin rahmeti, âdemoğullarının övüncü...”16 “Peygamberler başı, sefa denizi,17 naziri (benzeri) olmayan…”18
“O seçilmiş elçi, O kadri yüce sefir, “sonra yaklaştı, yakınlaştı” (Necm, 53/8 ) makamına yaklaştırılmış olan, “iki yay kadar kaldı araları yahut daha da yakın” (Necm, 53/9) ayetiyle durağı bildirilen, önce gelenlerin de hayırlısı, sonra gelenlerin de hayırlısı bulunan, peygamberlerin sonuncusu, varlıkların özü-özeti, apaçık deliller gösteren; sonu, ucu bucağı bulunmayan, kıyaslanamayan bir deniz olan, “ona bir ışık verdik ki, insanlar arasında onunla gezer” (En"am, 6/122) ayetiyle şanı övülmüş bulunan; cennetin, cennet bahçelerinin kilidi: sırlarda ve gerçeklerdeki remizleri açan, “gerçekten de biz sana Kevser"i verdik” (Kevser, 108/1) fermanıyla âlemi aydınlatan, güneşe eş...”19
“Anlam denizi aşktır; her birisi o denizde bir balık, Ahmet ise denizdeki incidir.”20
Şems-i Tebrizi ile Mevlana"nın o ilk büyük karşılaşmalarında Şems ona şöyle bir soru yöneltir:
“Ey dünya ve mana nakitlerinin sarrafı, Tanrı adlarının bilgini! Söyle, Muhammet Hazretleri mi büyük yoksa Beyazıt mı büyüktü?” Mevlana: ”Hayır, hayır, Muhammed Mustafa bütün peygamber ve velilerin başbuğu ve reisidir. Hakikatte büyüklük ve ululuk onundur,” diye buyurdu.”21
“…Nebi, o ölmeyen aşk ve sevgiden ibarettir. Biri dedi ki: “Niçin minarede yalnız Tanrıyı sena etmeyip Muhammedi de anıyorlar?” Ona dediler ki: “Muhammed"in övülmesi Tanrı"nın senası değil midir sanki?”22
“Âlemden maksat insandır, insandan maksat da o soluktur.23 Arz, Muhammed"in vücududur. Gökler ise O"nun düşüncesi, tasavvuru ve parlak muhayyilesidir.”24
“Peygamber Mekke'yi fethetmeye uğraştı diye nasıl olur da dünya sevgisi ile itham edilir? O öyle bir kişiydi ki, imtihan günü (yani Mi'raçta) yedi göğün hazinesine karşı hem gözünü yumdu, hem gönlünü kapadı. Onu görmek için yedi kat gök uçtan uca hurilerle meleklerle dolmuştur. Hepsi kendisini onun için bezemişti, fakat onda sevgiliye aşktan, sevgiliye meyil ve muhabbetten başka bir hevâ ve heves nerde ki: O Tanrı ululuğu ile Tanrı celâli ile öyle dolmuştu ki, bu dereceye, bu makama Tanrı ehli bile yol bulamaz. "Bizim makamımıza ne bir şeriat sahibi peygamber erişebilir, ne melek, ne de ruh" dedi. Artık düşünün, anlayın...”25
“Hz. Ahmed eğer o yüce kanadını açarsa Cebrail ebedi olarak kendinden geçip gider./ Ahmed Sidre'den ve Cebraili'in gözetme yerinden, makamından, sınırından geçince,/ Cebrail'e "Hadi ardımca uç" dedi. Cebrail dedi ki, "Yürü, yürü, ben senin eşin değilim./ Hz. Ahmed tekrar " Ey perdeleri yakan, gel ben daha kendi yüce makamıma gitmedim ki" dedi./ Cebrail dedi ki, "A benim güzel nurlu
arkadaşım, bir kanat çırpıp buradan ileriye geçsem kolum yanar."/ Bu hikâyeler hayret içinde hayrettir. Tanrı hasları, daha has olanların hallerini, görünce kendilerinden geçerler.”26
“Bir adam yokluğa erişir, kendisine yokluğu zinet edinirse, Muhammed gibi o adamın da gölgesiolmaz./ "Yokluk benim iftiharımdır" sırrına zinet yokluktur. Bu çeşit insan, mumun alevi gibi gölgesizdir.”27
“Muhammed de elde bulunan, görünüp duran yüzlerce kıyametti. Çünkü o her hakikati, her sırrı çözüp bağlama yokluğunda hallolmuş, hakiki varlığa ulaşmıştı./ Ahmed bu dünyaya ikinci defa doğmuştu. O, apaçık yüzlerce kıyametti... /İşte onun için o güzel haberler veren, "Ey ulular" demiştir, "ölümden önce ölün".28 "Gözü Tanrı'dan başka bir şeye kaymadı" (Necm: 53/17) da onun için Muhammed her derdin şefaatçisi oldu./ Dünya gecesinde güneş perde ardındayken o Tanrı'yı görüyordu, ümidi O'ndandı./ İki gözü de "Biz senin göksünü açmadık mı, ferahlatmadık mı seni" (İnşirah: 94/1) sürmesiyle sürmelenmişti. Cebraili'in bile görmeye tahammül edemediğini o gördü.../ Kulların duraklarını gördü, hâsılı o yüzden Tanrı onun adını "Gören tanık" koydu. Şahidin aleti keskin gözle keskin kulaktır. Geceleri bile uyanıktır, sırlar ondan gizlenemez.”29
“(Peygamber (sav) ziyaretine gittiği bir hastaya ne yapıp da hasta olduğunu sordu, "yoksa yanlış bir dua mı yaptın" dedi, hasta önce hatırlayamadı, "himmet et de hatırlayayım" dedi...) Mustafa'nın nur bağışlayan huzuru hürmetine duayı hatırladı./ Her yanı aydınlatan Peygamberin himmeti, ona hatırlayamadığını hatırlattı./ Hakla batılın arasını ayırt eden aydınlık, gönülden gönüle açılmış olan pencereden parladı. (Adam Harut marut gibi "günahlarımın cezasını burada çektir, oraya kalmasın" diye dua etmiş imiş, Hz. Peygamber bunu doğru bulmamış, böyle demek yerine Allah'a sığınmayı, tövbe etmeyi tavsiye etmiştir.)”30
“Senin nurun olmadıkça aydın gün bile gecedir, sana sığınmadıkça aslan bile tavşan sayılır/ Ey Mustafa bu nur denizinde kaptanlık et, çünkü sen ikinci Nuh'sun... Halvet zamanı değil, topluluğa gel ey Peygamber, hidâyet Kaf dağına benzer, sen ise Hümâsın.../Ey şifa, hastayı terk etme, sağıra kızıp körün sopasını bırakma!/ Sen demedin mi ki, "Körü yolda tutup yeden Tanrıdan yüzlerce ecir alır, yüzlerce sevaba girer...”/Öyleyse bu kararsız cihandaki körleri kater kater yed... Ey takva sahiplerinin imamı, bu hayallere kapılanları yakin makamına kadar götür.../ Ey benim En Ulu Peygamberim, aklın mumu kasırgama karşı nedir ki!/ Sen vaktin İsrafil"isin, doğruca kalk da kıyametten önce bir kıyamet kopar.”31
Buraya kadar verilen bilgilerden, Mevlana"nın, Hz. Peygamber (sas)"in insan-i kâmil yönünü anlatan özelliklerine işaret ettiği görülmektedir.
B. İnsana Bakış
Bütün İslâm mütefekkirleri gibi Mevlâna"ya göre de insan, bedeniyle pek küçük ve değersizdir ama, mana cihetiyle o âlemin en kıymetli unsurudur: “Sen görünüşte bu âlemde en küçük şeysin ama taşıdığın mana bakımından en büyük âlem sensin.”
Mevlâna, kendi hayat serüveniyle birlikte insanlığın üç mertebesini üç kelimeyle özetler: “Hamdım, piştim, yandım.” Tenine kul olan insan biyolojik insandır, hamdır ve insanlık merdiveninin en alt basamaklarını mekân edinmiştir. Pişmesi ve nefsine galebesi oranında basamak basamak yükselir. Aşağıda Mevlana"nın bu serüvene ve yolcularına ait özelliklerini sayan sözlerinden örnekler verilecektir.
“Sen cihanın hazinesidir, cihan ise yarım arpaya değmez. Sen cihanın temelsin, cihan senin yüzünden taptazedir. Diyelim ki âlemi meşale ve ışık kaplamış, çakmaksız ve taşsız olduktan sonra, o iğreti bir rüzgârdan başka nedir.”32
“Gözümüze bak da Hakk"ın cemalini gör. Çünkü bu, gerçeğin kendisi ve katıksız bilginin ışığıdır. Hak da kendi güzelliğini bizde seyreder. Sakın bu sırrı açıklama, kanını yerlere dökerler”33
“Murat sensin. Neden oraya buraya koşuyorsun? O, sen demektir. Ama sen, sakın ben deme, hep sen diye söyle. Senlik O"luk şaşkınlıktan ileri gelir. Göz dürüst görürse sen O olursun, O da sen olur.”34
“Ey Tanrı kitabını örneği insanoğlu! Ey şahlık güzelliğinin aynası mutlu varlık! Her şey sensin. Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Sen her ne ararsan kendinde ara, çünkü her varlık sende.”35
“İnsan, yücelik, üstünlük vasıflarının ölçüsüdür, mi"yarıdır. İnsanın vasfı, Hakk"ın ayetlerine mazhar olmuştur.”36
Ben, padişahın cinsinden değilim, böyle bir düşümce benden uzak olsun. Fakat O"nun tecellisi ile, O"nun nuruna sahibim.”37
“Miraca ağın, hepiniz peygamber soyusunuz.”38
“Her devirde, peygamber makamında bir veli vardır ve bu kıyamete kadar böyle sürüp gider. Diri ve faal önder ve velidir. İster Ömer soyundan olsun ister Ali soyundan; Mehdi de odur, hidayete erdiren de Hem gizlidir o, hem aşikârdır. O, nura benzer, akıl onun Cebrail"idir. Ondan aşağı mertebede olan veli de onun kandili durumundadır.”39
“Ahmed, böyle beti-benzi sararmış, sarhoş bir halde beni görse gözlerimi öper, ben de ayaklarına kapanırım onun. Bu gün Ahmed benim, ama dünkü Ahmed değil… Bu gün Zümrüdüanka benim, yemsiz kalmış kuşcağız değilim.
Bir padişah var ki bütün padişahlar katırcı kesilmiş ona; bu gün benim o padişah, geçen günün padişahı değilim ben. Allahlık şerbetinden, Ene"l-Hakk şarabından her kes kadehle içti, bense küplerle içtim. Ben canlar kıblesiyim, Arşın mescidiyim ben, Cuma mescidi değilim. Saf aynayım ben, kararmış, sırı dökülmüş ayna değilim… Tur-i Sina"nın gönlüyüm ben, kinlerle dolu gönül değilim.
Ebedî sarhoşum; üzümün, bağın sarhoşu değil… Can lokması yerim ben, tarhana çorbası içmem ben.”40
“Her susamış gönlü denize götürürler.”41
“Her şey sensin, her şeyden öte ne varsa o da sensin, o da senden ibaret.”42
“Andolsun ki biz, âdemoğullarına izzet ve şeref verdik” (İsrâ, 17/70) ayet-i kerimesi mucibince vücud-i âdemi Hakk"ın usturlabıdır.43 Madem ki, Hakk Tealâ onu kendine âlim ve dânâ ve aşinâ kılmıştır, kendi vücudunun usturlabından tecelli-i Hakk"ı ve cemal-i bi-çûnu dem be dem lemha be lemha görür ve o cemal asla bu ayineden hali olmaz. Hakk"ın kulları vardır ki, onlar kendilerini hikmet ve marifet ve kerâmet ile setr ederler. Her ne kadar halkta, onları görebilecek nazar mevcûd değilse de, yive onlar şiddet-i gayretlerinden tesettür ederler.”44
C. Mesnevinin İlk 18 Beyit
Mesnevînin bizzat Mevlana tarafından yazılan ilk on sekiz beytinin adeta Mesnevî"nin özeti mahiyetinde olduğu şarihler tarafından dile getirilmekte ve büyük önem atfedilmektedir. Hatta bu ötürü 18 sayısının Mevlevilikte neredeyse kutsallık seviyesinde önemsendiği, bazı sulûk işlemlerinin ve Mevlevî adâbının bu sayı ile ilişkilendirilerek şekillendiği dile getirilmektedir.45 Şimdi bu beyitlerin bir kaçını ve konuyla ilgili yapılan bazı açıklamaları arz etmek istiyorum:
“Dinle, bu ney nasıl şikâyet ediyor, ayrılıkları nasıl anlatıyor:
Beni kamışlıktan kestiklerinden feryadımdan erkek, kadın… herkes ağlayıp inledi.
Ayrılıktan parça parça olmuş, kalp isterim ki, iştiyak derdini açayım.
Aslından uzak düşen kişi, yine vuslat zamanını arar.
Ben her cemiyette ağladım, inledim. Fena hallilerle de eş oldum, iyi hallilerle de.
Herkes kendi zannınca benim dostum oldu, ama kimse içimdeki sırları araştırmadı.
Benim esrarım feryadımdan uzak değildir, ancak (her) gözde, kulakta o nur yok.
Ham, pişkinin halinden anlamaz, öyle ise söz kısa kesilmelidir vesselam.”46
Hemen ilk cümlede zikredilen neyin neye işaret olduğu tartışılmış ve Mevlâna"nın eserlerinin değişik yerlerinde bizzat kendisinin yaptığı açıklamalar da göz önüne alınarak farklı görüşler ortaya atılmıştır.
Bu görüşlerden bazıları şöyle sıralanabilir: İnsan-i kâmilin en mümtaz temsilcisi Hz. Muhammet (sas), Mevlâna"nın kendisi, Mürşid, Kâmil Mü"min, Âşık, Gönül, Kalem, İsrafil"in suru ve Mesnevî.47Ancak bunlardan en çok tercih edilen ney ile insan-i kâmilin işaret edilmiş olduğudur. Haklı olarak Mevlana"yı bir insan-i kâmil gören Ahmet Avni Konuk bu konuda şu açıklamaları yapar: “Hz. Pir: “Bu neyi dinle” tabiriyle kendi vücûd-i şeriflerine işaret buyururlar. Zira neyin içi boş olup, üfleyen kimsenin nefesi ondan ses çıkarır. İnsan-i kâmilin vücudu da “ney”e benzer. “Ney”in yedi deliği, insanın yedi azayı zahirisine işarettir ki, beşerin fiilleri bu uzuvlardan sadır olur. İnsan-i kâmilin ney gibi boş olan vücudundan zahir olan fiiller, ancak Hakk"ın tasarrufuyladır.”48
“Ankaravî İsmail Rusuhî Dede, Fatihu"l-Ebyat'ında neyin, "içi boş olduğu için masivâdan arınmışlığı ve Hakk'ın nefesiyle dolan gerçek sûfî ve aşığı simgelediğini söyler. Ankaravî, ney'in ebced hesabı ile 60'a karşılık geldiğini, 60'ın, "sin' harfine tekabül ettiğini, "sin'in de Muhammed demek olduğunu da açıklamalarına eklemiş ve "bişnov ez ney'i, "Peygamberden Dinle!' olarak okumuştur. (...) Bununla birlikte, ney'in nayistan'dan, yani kamışlıktan koparıldığı için "ayrılıktan ("ez cüdayı ha') yakınması, onun, yersiz yurtsuzlaşmışlığına da işaret eder. Bu, Vahdet'ten Kesret'e atılmışlığın getirdiği bir yersiz yurtsuzlaşmadır ve Hz. Peygamber'e, dolayısıyla da İnsan-ı Kamil'e eklemlenir.
Hz. Mevlana'dan sonra sema'da ney taksimi'nin, İsrafil'in sur'unu temsil ettiği de biliniyor. Asaf Halet Çelebi, "Mevlana ve Mevlevilikte, sema'da Itri'nin Naat-ı Şerif'inin okunmasından sonra neyzenbaşı'nın 'şah veya mansur akordundaki ney'i ile yaptığı taksim'den söz ederken şunları söyler: "Neyin taksimi İsrafil'in surunu temsil etmektedir. Naatı ve ney taksimini [murakabe vaziyetinde] dinlerler. Taksimin sonuna doğru hafifleyen ney sesine, başka bir ney veya neyler dem tutarlar. Dervişler birden ellerini zemine vurup ayağa kalkarlar. Bu hareket de, sur'u duyan canların kıyamet gününde dirilmelerini temsil etmektedir."”49
Şimdi de, bu beyitlerden konumuz olan insan-ı kâmile olan işaretlerin bazılarını Ahmed Avni Konuk"un şerhinden almak istiyoruz:
Şarihler kamışlığı, a"yan-ı sabite, ruhlar âlemi veya mâsivâ ile açıklamışlardır. Son görüşü tercih eden Ahmet Avni Konuk"un izahı şöyledir: “Neyistan"dan ve kamışlıktan murat, cismaniyet âlemi olmak münasiptir. Filhakika bu kesafet âleminde peyda olan ecsam-ı beşerden her birisi, hakkın mezahır-i esma ve sıfatı olup, daima onlardan bu sıfat ve esmay-i ilahiye ahkâmı zahir olmaktadır. Şu kadar ki, insan-i kamil, bu kamışlık mesabesinde olan cismaniyet âleminde, kendi vücud-ı cismanisinin mevhum ve yok olduğunu idrak eder; ve insan-ı nakıs ise, kendi mevhum olan varlığında ve enaniyetinde müstağraktır. “Ve bir Hakk"ın vücudu ve bir de benim vücudum vardır” deyip durur.
Mesela, insan-ı kâmil, kamışlıktan kesilip neyzenin üflemesine ve güzel nağmeler çıkarmasına uygun bir “ney”e benzer. İnsan-ı nakıs ise, her ne kadar kamışlıktan kesilmiş ise de, tesviye edilmemiş ve içinin doluluğundan dolayı güzel nağmeler ve sedalar çıkarmasına müsait olmayan “ney”e benzer. Eğer bu nay dahi, bir üstad-ı kâmil tarafından tesviye görür ve içi boşaltılır ise, güzel bir ney haline gelir. (…)
“İnilti”den murat, insan-ı kâmilin, arif ve cahil insanlar önünde, beyan buyurduğu hakaik ve maarife dair olan sözleridir ki, bu Mesnevi-i Şerif başından sonuna kadar Hz. Pir"in bu kabil iniltilerinden nalelerinden ibarettir.” (…)
“Ben bu cismaniyet âleminde halk arasında bu ayrılık duygusundan dolayı sinesi ve kalbi dilim dilim ve pare pare olmuş ve kendi aslı olan âlem-i küdsa kavuşmağa âşık olan kimse isterim ta ki ona, bu asla olan iştiyak derdinin sırlarını açayım ve şerh edeyim. Zira benim bu hususta söyleyeceğim sırları ve hakikatleri bunların istidatları cezp eder.” (…)
“Ney mesabesinde olan insan-i kâmil âlem-i kesrette sevip yar edindiği her bir şeyden soğuyup, kendi aslı olan Hakk"a müteveccih bulunan her bir salik-i âşığın mahremi arkadaşıdır. Ve onun nefs ve ruh mertebeleri, salikin kendi aslına perde olan ruh ve nefs mertebelerini yırtar kaldırır.” (…)
“İnsan-i kâmil şekavet-i ezeliyesi olanlar için zahirdir; zira onu doğru davet ettikçe inadı ve şekaveti artar; saadet-i ezeliye sahibi olup nefsin pisliklerine bulaşanlar ve zehirlenmiş olanlar için de panzehirdir.” (…)
“Ney, yani insan-i kâmil, mehâlik ve müşkilatla dolu ve nefs-i emmarenin mezbahası olan Hakk yolundan haber veriyor; aşk-ı ilahiye müptela olan Mecnunun kıssalarını ve hallerini beyan ediyor.” (…)
“İnsan-i kâmilin aklının mahremi, anca konun önünde kendi aklını, dirayetini ve fetânetini terk etmiş olan saliktir. O akıldan yararlana ancak böyle bir saliktir; yoksa kendi aklı, zekâsını ve ilmini beğenen kimse, insan-i kâmilin aklından ve onun ledünni ilminden yararlanamaz. Fakat kendinden geçen salik, insan-i kâmil konuşurken baştan ayağa kulak kesilir, dinler; zira insan-i kâmilin dilinin müşterisi ancak böle kulak olan bir saliktir.” (…)
“Pişmiş ve olmuştan murat hür ve baliğ olan insan-i kâmildir. Ham ise, çiğ ve olmamış insan-i nakıstır.” (…) İmdi bu 18 beyitten sonra, Hz. Pir, insan-i nakısın kemaline lazım olan vasiyetlere başlarlar.50
Birkaç cümlesini özetlediğimiz bu 18 beytin şerhlerinden, tasavvuf ehlinin ve özellikle Mevlevîlerin geniş bir insan-i kâmil anlayışını çıkardıklarına şahit olmaktayız. Bazı şerhlerde konu daha geniş ele alınmış ve sistematik bir düşünceye dönüştürülmüştür.
1 Buharî, İsti"zan, 1; Müslim, Birr, 115.
2 A. Nesefî, İnsan-i Kâmil, 14.
3 Bu konuda bak: Abdullah Kartal, Abdülkerim Cîlî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, İst. 2003.
4 Geniş bilgi, kaynak ve açıklamalar için bak: Abdullah Kartal, Abdülkerim Cîlî, Hayatı, Eserleri, Tasavvuf Felsefesi, 193–281. İst. 2003.
5 Yakın bir tasnif için bak: H. Kâmil Yılmaz, Tasavvufî Meseleler, İst. 1997, 208–216.
6 “İbnu"l-Arabî, “kurb-i nevafil” hadisini Hakk"a ve Hakk"ın şamil ve kapsayıcı sureti olan insan-ı kâmilin suretine daha yakın bazı varlıkların bulunduğuna delil olarak zikretmiştir. Fakat gölgenin varlığını ispat ettiğimiz için varlığın en latif gölgesi olan insan-i kâmilde bile Hak ve kul ikiliğinden bahsetmeye devam edeceğimize göre, daha kesif ve karanlık olan gölgeler hakkında ne diyebiliriz.” Afifi, Fususu"l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, 209.
7 Mevlâna, Rubailer, 216, Rubai: 1052; Trc. Nuri Gençosman, İst. 1986.
8 Mevlâna, Mesnevî, IV, 304; b. 3800, Trc. Veled İzbudak, İst. 1991.
9 Mesnevi, I, 315, b. 3954.
10 Mevlâna, Mektuplar, 17; Mektup, VI, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1963.
11 Mesnevî, VI, 15; b. 170–171.
12 Mesnevî, VI, 167–168; b. 2102–2106.
13 Mevlâna, Divan-ı Kebir, IV, 316; b. 3053, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, Ankara, 1992.
14 Divan, V, 145; b.1681.
15 Mesnevî, II, 219; b.2854.
16 Mevlâna, Mecâlis-i Seb"a, 79, Meclis, V, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı Konya, 1965; Divan, IV, 52; b.430.
17 Mesnevî, I, 58; b. 727.
18 Mesnevî, II, 170; b. 2213.
19 Mecâlis, 92; Meclis, VII.
20 Divan, VII, 598; b. 7948.
21 Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, I, 256; Trc. Tahsin Yazıcı, İst. 1995.
22 Mevlana, Fihi Mafih, 346. Trc. Meliha Ülker Anbarcıoğlu, İst. 1990.
23 Mecâlis, 45; Meclis II.
24 Eflâki, Ariflerin Menkıbeleri, II, 245.
25 Mesnevî, I, 314; b. 3945–3950.
26 Mesnevî, IV, 304; b. 3800.
27 Mesnevî, V, 56; b. 670.
28 Mesnevî, VI, 62, b. 750.
29 Mesnevî, VI, 225, b. 2855.
30 Mesnevî, II, 189, b. 2465.
31 Mesnevî, IV, 119, b. 1460.
32 Mevlâna, Rubailer, r. 228, Trc. Nuri Gençosman, İst. 1986.
33 Rubailer, r. 1192.
34 Rubailer, r. 1272.
35 Rubailer, r. 1382.
36 Mesnevî, VI, b. 3138.
37 Mesnevî, II, b. 1170.
38 Mevlâna, Divan-i Kebir, III, 42, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1957.
39 Mesnevî, I, 75, Trc. Abdulbaki Gölpınarlı, İst. 1981.
40 Divan, VII, 600.
41 Divan, II, 326.
42 Divan, III, 213.
43 Usturlap: Yıldızların arza nazaran yükseklik derecesini bulmakta kullanılan alet.
44 Mevlâna, Fihi Ma Fih, 13; Trc. A. A. Konuk, Haz. S. Eraydın, İst. 1994.
45 Bak: A. Gölpınarlı, Mesnevî Tercümesi ve Şerhi, I, 15, İst. 1990.
46 Tercümeler M:E.B."nın yayınladığı Veled İzbudak"ın Mesnevî tercümesinden alınmıştır. İst. 1988.
47 Geniş bilgi ve kaynaklar için bak: Amil Çelebioğlu, Muhtelif Şerhlere Göre Mesnevînin İlk On Sekiz Beytiyle İlgili Düşünceler, I. Milli Mevlana Kongresi, 5; 3–5 Mayıs 1985 Konya.
48 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, I, 73; Haz. S. Eraydın - M. Tahralı, İst. 2004.
49 Hilmi Yavuz, Ney ve Edebiyat, Zaman 22. 12. 2004. (13 Aralık 2003"te Konya"da yapılan Ney Sempozyumunasunulan tebliğden özetleyerek).
50 A. Avni Konuk, Mesnevî-i Şerif Şerhi, I, 75–89 (Bazı kelimeler tarafımızdan sadeleştirilmiştir).
.
.
.XXXXXXXXXXXXXXXXX
www.rifai.org/sufism/turkce/sufinin.../olgun-insan-insan-i-kamil
İnsanın en yüksek manevi becerisi, İnsan-ı Kamil (Olgun İnsan) kelimesi ile ifadesini bulur. İnsani olg
Olgun İnsan (İnsan-ı Kamil)
Kainatın her bir parçasının bir şekilde bütünü yansıtıyor olduğu kabul gören manevi bir görüştür. Güncel maneviyat, yazılmış olan modelini güncel bilimden almıştır. Bu mefhum, her zaman Tasavvuf’ta varolagelmiş ve ifadesini insanın, okyanusla birleşebilen bir damla olduğu fikri ile değil fakat okyanusu muhteva eden bir damla olduğu fikri ile bulmuştur.
Tüm ilahi vasıflar, insan kalbinin içine gizlenmiştir ve insanın, inayetle olan işbirliği sonucu, bu vasıflar uyandırılabilir ve gösterilebilirler. Biz insanlar, içimizde olgunlaşma ya da tamamlanma potensiyelini taşırız, bütün olan Varlık’la olan yakın ilişkimizi kendimizden yansıtacak şekilde deneyimlemek için. İnsanın en yüksek manevi becerisi, İnsan-ı Kamil (Olgun İnsan) kelimesi ile ifadesini bulur.
İnsani olgunluk, ortalama bir insanın perspektifinde görülebilir değildir; aynı şekilde de bilim, sosyoloji, felsefe veya psikoloji tarafından başarılı bir şekilde teorize edilip, açıklanamamıştır, Yaratıcı’nın insana verdiği bir hediyedir. Doğa’nın kalbinden, insanlıkla bağlantılı diyaloğunun sonucu gelen bir tekliftir. Doğa final meyvesini doğurduğu zaman, tamamlanmışlığın vasıflarını ifade ederek, Doğa’nın sesi ve zekası ile konuşan bu kişi Olgun İnsan’dır. İnsan olgunluğu bizim doğuştan gelen kaderimizdir. Ve bizim, inayetle bilinçli işbirliğimizi talep etmektedir. Bizim özsel insanlığımızla ilgili bilebileceğimiz şeyler, olgun insan haline gelmiş olanlardan gelmektedir; ki onlar, Yaratıcı Güç’ün rehberliğini kendi kalpleriyle dinleyebilenlerdir.
Tasavvuf aynı zamanda Hz. Muhammed (sav) ile başlamak üzere bir çok evliyanın ve ustanın hayatı ve öğretileri ile tanıklık edilen bu olgunlukla ilgili çok açık bir anlayış sergiler.
Yaşadığımız zamana elverişli maneviyat, insani tamamlanmanın gerçeğinin merkezine oturmuş olmalıdır. Eğer ki başka herhangi bir kısmi insan tanımı ile temellendirilirse yetersiz olacaktır. Bu yetersizliği takviye etmek için ne aranırsa aransın, eğer başlangıç noktası insanın bütünlüğünden az ise sonuç insanın çarpık bir versiyonu olmuş, olacaktır.
Olgun olan insanın yani İnsan-ı Kamil’in vasıfları, gerekli şekilde insan doğasına yansımış olan Allah’ın vasıflarıdır. Allah’ın sayısız vasfı vardır ve bunların doksan dokuz tanesi Kur’an’da geçmektedir. Bunların bir kısmı, bir insanın gündelik vasıflarıdır: görmek, duymak, konuşmak, irade, hayat, farkındalık. Mutasavvıf farkındadır ki bunlar insana, Mutlak Varlık’tan yansımaktadırlar. Olgun insan olmak da, günlük hayatta daha daha da fazla ilahi nitelikleri yansıtabiliyor olmaktır.
Bu dünya, ilahi niteliklerin aynasıdır, tezahür sahnesidir. Bu nitelikleri kalpte tanıyabilmek aynı zamanda bunları gerçek hayatta tanıyabilmek manasına gelir. Birlik’in (tevhid) sahasında ayrım yoktur. Bu sebeple de insan hayatı ve manevi hayat arasında herhangi bir çelişki de yoktur. Sadece, insan hayatı izole edilmiş egonun ilüzyonları ve arzuları tarafından şekillendirildiğinde bir karikatüre indirgenir, bütünlüğünün çarpıtılmış bir haline. Diğer deyişle, tamamen insan olmak, manevi kaderimizi tamamlamaktan geçer.
..
m.sorularlaislamiyet.com/index.php?oku=121322
İnsan-ı kâmil, Allah'ın rız
.Soru
Kur'an'da ve hadislerde insan-ı kamil olmaya, yetenekleri geliştirmeye yönelik teşvik edici veya emredici ifadeler var mı?
Sorunun Detayı
Kur'an'da ve hadislerde insan-ı kamil olmaya, yetenekleri geliştirmeye yönelik teşvik edici veya emredici ifadeler var mı?
Cevap
İnsan-ı kâmil, Allah’ın rızasını esas alan, hayatını ona göre düzenleyen takva sahibi kimse demektir. Tasavvufî yönden bu kavrama yüklenen manalar ne olursa olsun, netice itibariyle -Allah’ın emir ve yasaklarından ibaret olan- takva ölçüsü esastır. Bu açıdan bakıldığında Kur’an ve hadiste yer alan eğitici tavsiyeler, terbiye edici talim ve terbiyelerin hepsi -insanları aslî fıtratlarına uygun bir çizgiye çekerek- insan-ı kâmil yapmaya yönelik öğretilerdir.
Kur’an’ın öğretilerinde -belagatın gereği olarak- farklı makamda insan-ı kâmilin farklı özellikleri ön plana çıkartılmıştır. Bazen sağlam imana/marifetullaha, bazen namazı güzelce eda etmeye, bazen iyi davranışlarda bulunmaya, bazen ihlasa, bazen takvaya, bazen sabır, şükür unsurlarına vurgu yapılmıştır. Bu ve benzeri güzel hasletleri/vasıfları bünyesinde toplayan kimse insan-ı kâmil olur. Bu vasıfların çokluğu veya azlığı, insan-ı kâmil mertebesinin durumunu belirler. Çünkü, her şeyde olduğu gibi, insan-ı kâmil unsurunda da pek çok mertebeler vardır. Örneğin Abdulkadir Geylanî de bir insan-ı kâmildir, “İnsan-ı kâmil” kitabının sahibi Abdulkerîm el-Ceylî de insan-ı kâmildir, ancak Şah-ı Geylanî, Şeyh-i Ceylîden daha üstün kabul edilir. Keza hepsi de insan-ı kâmil olmakla beraber, İmam-ı azam, İmam-ı Rabbanîden, İmam-ı Şafii imam-ı Gazzalîden daha üstündür.
Tam manasıyla insan-ı kamil olan ise, Peygamberimiz Hz. Muhammet aleyhissalatü vesselamdır. Biz de onun hayatını, bize emanet bıraktığı Kur’an ve sünnetini kendimizde tatbik ederek insanı kamil olma yolunda ilerleyeceğiz. O büyük güneşin etrafında 124 bin enbiya ve 124 milyon evliya ve asfiya kendi büyüklüklerine göre yer almışlar. Biz de yönümüzü rabbimize çevirip resulünün yaptığı şekilde gelen nurları kendimizde göstermek için çalışacağız.
Şunu unutmamak gerekir ki, kulluk, âcizlik ve tevazu hamurundan yoğrulması gereken bir hizmettir. Kulluk yaparken hedefte insan-ı kâmil formunu koyanlar böyle bir mertebeye ulaşmaları söz konusu olmayacağı gibi, mevcut manevî sermayelerinden de kaybetmekle karşı karşıya gelebilirler.
“Halbuki onlara, şirkten uzak olarak dini Allah’a tahsis ederek yalnız O’na ibadet etmeleri, namazı hakkıyla ifâ etmeleri, zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte sağlam, dosdoğru din budur”(Beyyine, 98/5) mealindeki ayette ve benzeri ayetlerde “kulluk ve ibadetlerin sırf Allah için, yapılması” emredilmiştir. Dünyevî menfaatlerin gözetilmesi ilgili ibadetin bütün sevabını boşa çıkaracağı gibi, manevî makamları gözetmek de ihlasa aykırı olduğu için ilgili ibadetin sevabının önemli bir kısmını boşa çıkarabilir.
Özetlersek, insan-ı kâmil, bir velayet mertebesidir. Kulluk ise, veli olmak için değil, kul olmak için yapılır. “Kim Allah için tevazu gösterirse Allah onu yükseltir. Kim de büyüklük taslarsa Allah onu alçaltır”(Aclunî, 2/242) manasına gelen hadis-i şeriften alınacak çok dersler vardır.
Konumuzu -insan-ı kâmil unsurlarını özetle ders veren- Asr suresinin mealiyle bitirelim “Yemin ederim zamana: İnsanlar hüsrandadır. Ancak, iman edip makbul ve güzel işler yapanlar, bir de birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesnadır”
Kamil insan nasıl birisidir? İnsan kendine bir amaç edinmek ister. Seçilebilecek en doğru amaç, kamil insan olmaya çalışmak mıdır?
Sorunun Detayı
Kamil insan nasıl birisidir? İnsan kendine bir amaç edinmek ister. Seçilebilecek en doğru amaç, kamil insan olmaya çalışmak mıdır?
Cevap
Medeniyet demek, çoğu kere insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından insanın yeri tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi, yaradılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında belki her bir insan tekinin kendi başına potansiyel bir medeniyet olduğu bile söylenebilir.
Bütün insanlık tarihinin de bize gösterdiği gibi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi vardır.
Ünlü tarih felsefecisi Arnold Toynbee'nin isabetle tespit ettiği üzere; yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu da 'ölü' hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette Yunan ve Roma'nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile genelde İslam ve özelde Osmanlı medeniyetlerini en başta saymak gerekir.
Söz konusu medeniyetler varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir "insan modeli" inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kainatı anlayıp açıklamalarını sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsi ve kurumsal gelişimini gerçekleştirmeye yarayacak bir alem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunmasına matuftur.
Konuyu daha da somutlaştıracak olursak, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları alem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden sonra sözü bugüne, özellikle Antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulan 20. yüzyılın dahi ve deli filozofu Nietzsche'nin üst / üstün insan' (über mensch) modeliyle,1 İslam ve Osmanlı tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cili ve Azizüddin Nesefi gibi pek çok alimde karşılığını bulan "insan-ı kamil" anlayışına ilişkin kısa bir karşılaştırma sunmak istiyorum. (Zira özellikle Antik Yunan ve Roma'dan süzülüp gelen 'üstün insan' ile örneğin bugünkü Batı kaynaklı Kişisel Gelişim Kültürü'nün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler olduğunu görmek mümkündür.)
Örnek üzerinden yürüyecek olursak, mevcut kişisel gelişim kültürü aynı zamanda bir seküler ahlakın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, iş yerinde bir yaşama stili sunmaktadır. İslam ve Osmanlı'da billurlaşan 'insan-ı kamil' idealinin ise ancak yeniden üretilmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu bir süredir vurguladığımız 'İnsani Gelişim' ile yakın irtibatı bulunduğunu belirtmemde yarar var. İnsani Gelişim ise, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kainata, ruhuna, ahirete, nefsini ıslaha, bir ahlak-ı a'la'ya nisbet etmeyi öngörmektedir.
Altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, Antik Yunan'ın kendisinin devamı olan Roma'ya göre daha teorik, ama Roma Uygarlığının ise hem düşünme biçiminde hem de kurumsallaşma yapısında daha pratiğe dönük olduğunu bilmemiz gerektiğidir. Bunun bir benzeri ilişki Osmanlı öncesi dönemde şekillenen genel İslam Medeniyeti'nin daha nazari, ama Osmanlı tecrübesinin kurumsallaşma açısından daha belirginleşmiş, uygulamanın bir adım önde olduğudur. Yani M.Ö. VII. yüzyılda Batı Anadolu havzasında mitolojik dünya görüşüne karşı başlayan soyut ve teorik felsefi çaba, Aristoteles'in ölümünden (M.Ö. 322) sonraki süreçte hızlı bir akışla değişik ahlak ve pratik yaşam felsefelerine (Stoacıları ve Epiküristleri hatırlamak yerinde olur) dönüşmüştür. Roma ise bu felsefi birikimi hukuk, mühendislik, şehircilik, organizasyon becerileri, politika, savaş ve silah tekniği vb. alanlarda daha sistematik hale getirmek suretiyle kendi kurumlarını daha sağlam bir yapıya kavuşturmuştur. Roma'da özellikle Stoacıların kaderciliği andıran, Büyük İskender'in ölümüyle Doğu'dan da beslenen mistik öğeler barındıran görüşleri2 çarpıtılarak halkın aristokratik yönetime itaatini temin, insanların Roma için daha iyi çalışıp daha çok üretmelerini sağlamak amacıyla kullanılmıştır. (Örneğin, Roma İmparatorluğu'nda 'Bonus Vir' (iyi insan), savaşta başarılar göstererek, güçlü insan unvanını alan soylulara denilmektedir.)
Eğer buraya kadar söylediklerimizi Osmanlı'ya kadarki İslam ve Osmanlı Medeniyeti açısından ele alacak olursak, Endülüs'te İbn Rüşd'ün vefatına kadar (M. 1198) İslam coğrafyasında görülen müthiş ilmi faaliyet, biraz hız kesmekle beraber özellikle İran merkezli olmak üzere devam etmiştir. Bununla birlikte Osmanlı'da bu nazari yoğun çabalar sürüp gitmekteyken, özellikle tasavvuf kültürünün daha ayakları yere basar bir şekilde, siyaset, ordu ve diğer toplumsal kurumlarla da işbirliğine girerek daha uygulamaya dönük bir boyut kazandığını kabaca söyleyebiliriz. Bu noktada Roma ve Osmanlı tecrübesi arasında birebir bağlantılar kurmanın yanlış olacağını söylemeliyim. Çünkü Osmanlı'nın beslendiği anlam dünyası temel esasları gereği hiçbir zaman Roma'da olduğu gibi tamamen pratiğe dönük olamamıştır. Çünkü, diğer İslam medeniyetleri gibi Osmanlı da özünde bir "temaşa ve nazar"medeniyetiydi. Yani, varlığa ve hayata şahit olmak, varlığı ve hayatı yeniden ve kökten şekillendirmeye çalışmaktan önce geliyordu. Roma ise bir temaşa uygarlığı olmaktan öte, bir eylem ve hendese uygarlığıydı. Çünkü, bir dönem İslam alimleri arasında Geometriye bile Mutlak varlığın karşısında zihinlerde sanal bir varlık alanı oluşturduğu için mesafeli durulduğu göz önünde bulundurulursa, Osmanlı'nın son dönemleri hariç "temaşa ve nazar"ın hakimiyetini hep koruduğu söylenebilir.
Elbette, her medeniyetin içinde mozaiği andıran çoklu bir yapının bulunduğunu söylemek gerek. Mozaiğin unsurlarından hangisinin hakim dalga olduğu ve o medeniyetin çehresine şekil verdiğine bakmak lazımdır. Sokrates'in 'iyi insan' olarak tanımladığı 'bilen, erdemli insan' ile Epikür'ün öğrencisi Aristippos'un 'hazcı' 'iyi insan'ı birbirinden ayırt edilmelidir. Ama örneğin, Roma tecrübesine hakim dalga şeklinde rengini veren Aristippos'un iyi insanı idi, Sokrates'inki değil. Aradaki fark ve ayrım bu kadar derin olmamasına rağmen, Gazali'nin 'insan-ı kamil'e yüklediği mahiyet ile Hallac-ı Mansur'un yüklediği muhteva bazı ince ve hassas çizgilerle ayrılır.
Kuşbakışı bakıldığında en genel hatlarıyla, Antik Yunan ve onun devamı olan Roma'da dünya görüşünün omurgasını daima Mitoloji oluşturmuştur. Mitolojinin temelini ise Tanrılar, Yarı Tanrılar ve Tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde kategorize edilebilecek bir katmanlı model belirlemekteydi. Yani mitolojinin şekillendirdiği dünya görüşü içinde insan yapıp etmeleriyle bir şekilde Tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşın ta en başından beri İslam'ın temel doktriner yapısı gereği, Osmanlı da dahil bütün İslam medeniyetlerinin alem tasavvurunun mayası "Esmaü'l-Hüsna'ya" (tek olan Allah'ın sonsuz güzel isimleri) dayanmaktadır. Bütün varlık alemi sürekli yaratılış içinde (halku'n-cedid, continius re creation) Esmaü'l-Hüsna'nın bir yansımasıdır. İnsan bu İlahi isimlerin kendisinde en yoğun yansıdığı en kapsamlı varlıktır ve insan 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' (yaratık ve Yaradan arasındaki fark sonsuz olacak şekilde) suretiyle beşerilikten kurtulup kemale doğru yürümelidir. Bu anlayış, Osmanlı'da Tanzimat'la birlikte yükselişe geçen Batı'dan ithal Hümanizmakımının etkisini hissettirmesine kadar baskın karakterini sürdürmüştür. Roma ise Hıristiyanlık'la evliliğe razı olduktan sonra (M.S. 312) mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişenTeslis'e bırakmıştır. Teslis akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (Tanrılar, Yarı Tanrılar, Tanrılaşmak isteyen insanlar) Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds gibi bir vasıtalı model sunuyordu. Hz. İsa (as)'ın tanrılaştırılması ise diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.
Bugünden geriye bakarak, söz konusu medeniyetlerin (çok genel bir biçimde Doğu ve Batı) alem tasavvuru / dünya görüşü ve sundukları insan modeline ilişkin temel kırılmalar bakımından bir netleşmeye varmamız gerekirse eğer;
- Mitolojinin karşısında Esmaü'l-Hüsna'nın,
- Teslis'in karşısında Tevhid'in,
- Tanrı'ya benzeme çabasının (Teşebbüh-ü bi'l vacip) karşısında ise Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak (Tahallik-i bi ahlakillah) anlayışının,
- Dünya eksenli yaşayıştan çok ahiret odaklı yaşamanın,
- 'Yaratıcı düşünmek'ten ziyade 'keşfe dönük düşünmenin,
- Vahşi rekabet yerine hayırda yarışmanın,
- Her şeyi pratiğe indirgeyip (techne) kainata egemen olma çabasının yerine, kainatın ahengine katılmaya dayalı bir temaşa (nazar, theorya) anlayışının yer aldığını genel olarak söylememiz mümkündür.
Üstün İnsan
Şimdi, geldiğimiz noktadan XX. yüzyıla sıçrayarak, felsefesini Antik Yunan, Pagan Roma ve Doğu mistisizmi (Zerdüşt'ün şahsında sembolize edilen) üzerine kuran Nietzsche'nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu Üstün İnsan'ıyla, İslam medeniyetinin sebebi ve sonucu olan İnsan-ı Kamil'in temel karakteristiklerini belirgin kılmamız gerekmektedir.
Nietzsche'ye göre, "güçlü insan", güçlü iradesi olan insandır. Nietzsche'ye göre, yalnız irade gücü, güçlü olmanın göstergesidir. O, irade gücünü her şeyin üstüne koymakla bütün geleneksel değerleri dışlayarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunuyordu. Sadece irade gücüne sahip olan insanı adeta yeniden oluşturmak ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil, metafizik ve ahlak (dindışı ahlak) anlamında güçlü olan insandır. Fakat bu noktada irade gücünün yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini unutmuş gibidir. Üstün insan, hiç bir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Dikkat edecek olursak, burada, insanın en temel iki varoluşsal yarası/yasası olan acziyet ve fakrıyetin de inkarı söz konusudur. Yönünü bulamamış acz ve fakrı, reddetmekten başka çare kalmamış gibidir.) Yani ona göre ahlakın işareti, iradenin gücüdür. Ahlaklı olmak, kendinin efendisi olmaktır. Kendinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise Tanrı'yı öldürmekten geçmektedir. Yani insanın kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir; bunun için iradesini eksen alarak Tanrı'yı öldürmelidir. Bir diğer adımda ise, sürü ahlakının temeli olarak varsaydığı geleneksel ahlak yıkılmalıdır.
Nietzsche, bu görüşünü "Böyle Buyurdu Zerdüşt"teki "Üç Dönüşüm (Metamorfoz)" başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor.
Ona göre, hayvanla "Üstün İnsan" arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:
1. İnsan, önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. "Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın." Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. "Evet" der. Bu "Evet"in anlamı, düşünmeden yapılan göreve itaat etmedir. Bu insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına gereksinimi olanların görünümüdür.
2. İkinci basamakta deve, aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan "Hayır" der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların düşmanı olur.
3. Üçüncü basamağa geçince aslan, çocuk olur. Çocuk da "Evet" der. Fakat bu "Evet" itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi (özgür) olma arzusunun "Evet"idir. Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla evet der.
Nietzsche, "üstün insan"ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünüyordu. "Böyle Buyurdu Zerdüşt"te bir ip cambazı hikayesi vardır: Cambaz ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan riskleri seven, göze alan insandır. (Bu noktada Kişisel ve Kurumsal Gelişim için risk alma vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendinin efendisi olma isteğidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. O yürürken zayıflar sadece onu seyredebilirler. Meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre cambaz doğru yoldaydı, ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. (İlerleme için ip metaforunun seçilmesi bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip benzetmesi, Batı'nın temel ilerleme anlayışını temsil eden çizgisel ilerleme (lineer development) anlayışının Nietzsche'de insana uyarlanmış karşılığını işaretlemektedir. Yine yukarıdaki örneğimize atıfta bulunacak olursak, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için tamamen yatay ve çizgisel bir gelişim önermektedir.) Zaten "Her zaman ölünmez" ve "Bizi öldürmeyen bizi güçlü kılar." (Prof. Dr. Asım Akın, Nietzshe, historicalsense web sayfası)
O, üstün insana giden yolda en büyük engelin sürü ahlakı olduğunu söylüyor ve ahlakı ikiye ayırıyordu:
1. Efendi Ahlakı: Aristokratik ırkların (örneğin Romalılar) ahlakı.
2. Köle Ahlakı: Aristokratik sınıfa köle ya da boyun eğme biçiminde yaşamış sınıfların ahlakı (örneğin Yahudiler).
Üstün insan; iyinin ve kötünün ötesindedir, mevcut ahlaksal düzeni yadsıyarak kendi değerlerini sil baştan oluşturur.
İnsan-ı Kamil
Diğer tarafta kemali hedefleyen insan, Allah'ın hem yeryüzündeki halifesi (Bakara, 2/30), hem de O'nun kuludur (Zariyat, 51/56). Bu iki kavram arasındaki ilişki, İslâm'ın ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu anlayışta insan gelişimini (kemalat) ancak ve ancak tevhidin gölgesinde bulur. Her yerde ve her şeyde Allah'ı birleyen insan, her şeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir.
"Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler."
Risale-i Nur müellifi müthiş bir isabetle şöyle demektedir:
"Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kainatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın en bahtiyarı ve en mesudu ve Halık-ı Alemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta bütün kemalat-ı insaniye ve beşerin ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı vahdetle vücut bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflisi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı ve gamlısı olur." (Şualar, İkinci Şua)
Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilahî olana (Hıristiyanlığı bahane ederek) başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır. Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendini bir kul olarak görür. Bütün alem ve içindekiler onun nazarında kendisine bir emanet olarak verildiğinden ve dahası Allah'ın ayetleri olduğundan, çevresiyle, kainatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi Rabbi ile barış içindedir. (Bu noktada Batı kaynaklı psikoloji kişisel gelişim kültürünün kendinle barışık olma, açık iletişim, çatışmadan kaçınma vs. gibi vurgularının anlam temeli, insani gelişim de bu tahlilde gizlidir.)
Bu bakış açısının bir neticesi olarak Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine aleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden kuşlarla, ağaçlarla, rüzgarla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek'le söyleşen Yunus'un, Ney sembolüyle insanının serencamını anlatan Mevlâna'nın, insanların ebedi saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır Said Nursi'nin, bütün varını yoğunu İlahi irade karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî'nin şu şiirindeki manevi çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir;
Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin
Dil tahtının serveri nefesidir kamilin
Nefsini mat eyleyen, ref-'i memat eyleyen
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir kamilin
İsteyu git ademi, ademde bul ademi
Sırr-ı nefahtü demi nefesidir kamilin
Sure-yi Necm'i oku anlagıl vahyi Hakk'ı
Bilesin ol mantıkı nefesidir kamilin
Ruhül-Kudüs demini, ademde iste anı
Ölmüş gönülün canı nefesidir kamilin
Maye-yi zat denilen, feyz-i necat denilen
Ab-ı hayat denilen nefesidir kamilin
Diri kılan tenleri, zinde eden canları
Kaldıran ölenleri nefesidir kamilin
Mevtaya etse nefes, her yaneden gele ses
Haşreden ey hakşinas nefesidir kamilin
Niyazi'yi can eden zerresini kan eden
Katresin umman eden bir demidir kamilin.
Kendini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira kendini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak gören, öte yandan yeryüzünün efendisi ilan eden insan, anormal bir ruh hali içerisinde yaşıyor demektir. Buna mukabil, kendini hem kul hem de halife olarak gören denge insanı (vasat ümmet), hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.
Yaratılışın nihai gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaradan'ın rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu 'insan-ı kamil' olma yoludur. İlahi isim ve sıfatların kendinde tecelli ettiği insan-ı kamil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle insan-ı kamil, yücelikle pespayeliğin, halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celal ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder. Bu yüzden Kur'an Hz. Peygamber (asv)'e atıfta bulunurken 'usve-yi hasene', yani en güzel örnek ifadesini kullanır.
İki insan tipine ilişkin olarak genellikle modern Batılının aktif ve üretken (creatif), geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa bir düşünürün altını çizdiği gibi; Doğu, muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükunet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.
Kur'an'ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük ("Vazifemiz vaz'-ı cedid değil, keşf-i kadimdir" düsturunu bir daha hatırlayalım), seçici ve diğergam olan, yani Celâl sıfatlarının tecelligâhı olan mümin, öte yandan Cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak alıcı, teslimiyet sahibi ve ilahi irade karşısında pozitif bir pasivite içindedir. Bu yüzden mümin geçici olan ile ebedi olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile ahiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını bilen insandır. (bk. Halil Akgün'ün internet ortamındaki "Yükselme ve Alçalma Ekseninde İnsan" başlıklı yazısı, web sayfası: islamisite).
Doğrusu sözün bu noktasında, Nietzsche'nin üstün insan'a giden yolda üç dönüşüm biçimiyle sembolize ettiği deve, aslan ve çocuk insan modeliyle asla kıyas-ı kabil olamayacak tarzda Fatır Suresi'nde Rabbimizin; Zulüm İnsanı, Şaşkın İnsan, Erdem İnsanı olarak karşılayabileceğimiz, (aynı zamanda insanın üç farklı boyutunu ve aşamasını ifade eden) insan tasviri dikkatimizi çekmelidir:
"Sonra Kitab'ı kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) bir kısmı nefsine zulmeder, kimisi ortada bir yerdedir, kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır." (Fatır, 35/32)
İnsan-ı kamil anlayışı, en billurlaşmış halini mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan, herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan, karşısına gelen ve korkusundan dolayı sıtmaya tutulmuş gibi titreyen bir adama:
"Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum."
diyen Allah Rasûlü'nde bulmaktadır.
Yine Halil Akgün'ün isabetle vurguladığı gibi; maddi ve teknolojik gelişmeyi insanlığın yeryüzündeki tek gayesi olarak gören ilerleme düşüncesi, insanın İlahi olandan kopuşunun en acı sonuçlarından biridir. İlahi dinler, tarihi, insanın yaratılış serüveninin ve imtihan sürecinin yaşandığı bir sahne olarak tanımlamışlar ve böylece gelişme / ilerleme kavramına manevi ve fizik ötesi bir anlam yüklemişlerdir. Buna mukabil modern ilerleme düşüncesi, evrim teorisinden aldığı ilham ve destek ile, tarihi yatay bir çizgiye indirgemiş; böylece tarih ve zaman kavramından, İlahi ve kutsal olanı kovmuştur. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, bugün dünyadaki maddi ilerleme mutlak bir değer olarak kabul edilmekte, insanların ruh ve kalp dünyasındaki bozulma ve çürüme ise maddi ilerlemenin bir bedeli olarak meşrulaştırılmaktadır. Oysa belli bir mana ve hedeften yoksun gelişme, ancak bozulma ve çöküşe götürür. İnsani açıdan baktığımızda da karşımıza benzer bir tablo çıkıyor. Manevi ve ahlaki tekamülden yoksun gelişme, ancak insanın hayvani, zevk ve fücur (Şems, 91/8) yönünün kutsanmasına yol açabilir. İnsanın maddi yönü, en kesif tarafını teşkil ettiği için insanı semadan arza doğru çeker (hubut). Ruh yönü itibarıyla da kemal alemlerinde seyreder.
Eğer yerinde bir ifade olursa Nietzsche'nin insanı tanımlarken 'üstün insan ve hayvan arasında gerilmiş bir ip' olarak çerçevelediği yaklaşımı, İslam medeniyetinin ruhuna uygun bir şekilde şöyle anlaşılabilir: İnsan, melek ve hayvan arasında gerilmiş bir iptir. Melekî yönde ilerlemek (bir melek olmayı değil) insan-ı kamil olmayı netice verir. Risale-i Nur'da bunun ifadesini şöyle bulabiliriz:
"Şu kainat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer. Ubudiyet-i külliyede, nezaretin şumulünde, marifetin ihatasında, rububiyetin dellallığında, meleklere benzer. Belki insan daha camidir. Fakat insanın şerire ve iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mahzardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için bir hisse aradığı için, hayvana benzer." (Sözler, Bediüzzaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 321)
İnsanoğlunun gerçek manada insan olması, ancak Rabbi'ne yönelmiş bir seyr-i süluk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden İslam'ın anlayışına göre tarih, geride ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kamil insanlar bu yönüyle birer önderdir. Hz. Peygamber'in (a.s.v)
"İki günü bir olan ziyandadır."
hadisi de, hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, bu dikey, yani manevi ve ahlâki yükselişe işaret buyuruyor. Dikey ve ahlaki yükseliş insan-ı kamile giden yolun ana caddesidir.
Söz konusu ana cadde üzerinde insan dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akval ('Ya hayr söyle ya da sus' düsturundan beslenen hakikat üzere konuşmak veya susmak), iyi ef'al (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller), iyi ahlak (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi olan güzel ahlak) ve maarif (her şeyden Allah'a giden bir yol bulma anlayışına dayanan ilahi marifet, irfan). (İnsan-ı Kamil, Azizüddin Nesefi, tercüme: A. Avni Konuk, Gelenek Yay., 2004)
Çizilen bu küçük tablodan da anlaşılacağı gibi, Antik Yunan kaynaklı Roma'dan beslenen günümüz Batı uygarlığının bir yerde hakim insan modeli de denilebilecek olan Üstün İnsan'dan ilhamla, bugün, modern insanın mutluluk ve başarısına ve bunun kurumsal verimliliğe yansımasına dönük bir dünya görüşü üretildiğini ifade edebiliriz. Buna karşın İslam medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan İnsan-ı Kamil anlayışına dayalı bir kainat algısı potansiyel halden kinetiğe dönüştürülememiş vaziyette beklemektedir.
Dipnotlar:
1. Burada Batı'nın kendi tarihi süreci içinde bu modelin, adeta "evrenin evrimci kaderi" olarak zorunlu biçimde ortaya çıktığı yönündeki algılamayı da dikkate almamız gerekmektedir.
"Hegel'in her şeyin tarihin determinist akışı içinde oluştuğu ve devletin toplumla özdeş olmadığı görüşü aslında XIX. yüzyılın Darwin'le başlayan evrimci görüşlerinin bir yansımasıydı. Koloni tarihiyle birlikte ortaya çıkan bu evrimci modele göre toplumlar bir gelişim yasası içinde oluşumlarını devam ettirir. Yani Avrupalılar bu gelişim yasasına göre üstlerde, koloni ülkelerindeki yerliler ise altlardaydı. Bu evrenin evrimci kaderiydi. Hatta St. Simon, toplumların ilerleme yasasını feodalizm, devrimci ve liberal çağ olmak üzere üçlü bir modele göre yorumlamıştı. St. Simon'da toplumların amacı sanayi çağına ulaşmaktı. Bu durumda bilim adamlarının görevi, toplumları insanların ihtiyaçlarına göre yapılaştırmak ve bütün dünya için geçerli bir düzen kurulmasını sağlamaktı. Bu son aşama St. Simon'a göre Yeni Hıristiyanlıktı. A. Comte için de pozitif çağ, evrim şemasının son basamağıdır. Felsefi alanda ise Nietzsche'nin üstün insan'ı bu düşüncenin en son aşamasıdır. XIX. yüzyıl Batı bilimlerinde, bu moda görüşün izlerine rastlamak mümkün."(Oryantalizm: Evrenin Evrimci Kaderi, Rüstem Aslan, Atlas Dergisi, sayı: 139)
2. "Büyük İskender'in Asya'yı fethinden sonra, Yunanlılar arasında hızla yayılan Doğu'nun gizem tapımları, bireysel inanç özlemi çeken Romalıları da etkisi altına almakta gecikmemiştir. Anadolu'dan gelen Phrygia kaynaklı Cybele Gizemleri, Trakya kaynaklı Orpheuscu öğretilerle örülü Bacchus Gizemleri, Yunan'ın Ceres ve kızı Persephone'yle ilgili Eleusis Gizemleri, Mısır'dan gelen Isis ve Osiris Gizemleri ve Persler'in tanrısı Mithra ile ilgili olan Mithras Gizemleri Roma'da yayılmaya başlamış ve daha fazla taraftar toplamıştır. Çiçero da bu yayılımdan hoşnuttur ve gizem dinlerinin çoğu Romalı'nın din yaşamına yeni bir soluk getirdiğine inanmaktadır. (Leg. 2. 14. 36): "Atina'nın getirip insan yaşamına kattığı bir çok mükemmel ve gerçekten kutsal kurum arasında, hiçbiri şu gizem dinleri kadar iyi olmamıştır. Bunlar sayesinde, ilkel ve yabanıl yaşam tarzımızı terk ettik... Gerçek anlamda yaşamın başlangıcını onlardan öğrendik ve sadece mutlu yaşamak için değil, daha iyi bir umutla ölmek için de güç kazandık." demektedir." (Antik Çağ'da Yaşamın ve Ölümün Bilinmezine Yolculuk Roma'nın Gizem Dinleri, Çiğdem Dürüşken, Arkeoloji ve Sanat Yayınları)
(Yusuf Özkan Özburun, Medeniyetlerin Kırılma Noktasında "Üstün İnsan" "Kamil İnsan"a Karşı, Köprü Dergisi, 2004, Sayı: 87)
Yazar : Sorularla İslamiyet.....
...
www.sorularlasaidnursi.com/insani-kamil-ahlaki-ve-bediuzzaman/
17 Eki 2009 - Kâmil in
İnsan-ı kâmil ahlâkı ve Bediüzzaman
Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur’ân’ın yedi anlam katı mevcuttur. (Bazı bilgeler, Kur’ân’ın mânâsının sonsuz olduğunu da söyler. ‘Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsaydı Rabb’inin sözleri yazmakla tükenmezdi’ ilâhî haberinden hareketle, Kur’ân’ın sonsuz bir anlam denizi olduğunu belirtirler).
Yedinci anlam düzeyi sadece Allah’ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun yolu ise, yine Kur’ân’ın ve Hz. Peygamber’in emrettiği nefisle mücahede, riyazet ve tezkiye ile açılır. Tevil ya da tefsir, manevî bir mertebe, bir makamı12 Buna, kimi arifler, abd-i külli de derler. İnsan-ı kâmil, kâinatın minyatür halidir. Onda, İlâhî isimlerin tamamı tecelli eder. Bir başka kavle göre, insan-ı kâmil, Kur’ân’dır, Kur’ân’ın kardeşidir. Kâmil insan, Allah’ın yeryüzündeki halifesidir, O’nun mahlûkatına merhamet ve şefkatle muamele eder; Allah’tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir, yeryüzünü korur, Allah’ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi için manevî bir seyahat, bir mi’rac yaşaması gerekir.3
Bu manevî seyahatin başlangıcını zühd oluşturur. ‘Kötülüğü emreden nefsin tezkiyesi, ancak sürekli ve kararlı bir ibadetle gerçekleşebilir. Bu bakımdan İslâm’ın başlangıç günlerinden itibaren, mükemmel bir model olarak Hz. Muhammed’in (asm) zühd ve takvası, nefisle mücahede yöntemleri, tevekkülü, başkasının derdiyle dertlenmesi, sürekli Rabb’inin huzurunda bulunmanın gerektirdiği adap ve esaslar, sonraki yüzyıllarda oldukça sadık izleyiciler bulmuştur. Özellikle bir ilim ve belâgat merkezi olan Basra ve Kufe, aynı zamanda zühd hareketinin de bereketli bir çevresine şahitlik eder. İnsanın kul olarak alçakgönüllü bir hayat sürmesi, eylem ve düşüncelerinde tam bir uyum içinde olması, sabır ve şükür ehli bulunması, bir bakıma, kâmil bir veli ve nebi olarak Hz. Peygamber’in (asm) bıraktığı mirasa varislik edenleri işaret eder. Bunlar, ‘Allah dostu/veli’ olarak anılmışlardır ki, en yetkin örneklerine Sahabiler arasında şahit oluruz.
Adı aynı zamanda manevî bir makama özel isim olmuş olan Üveysü’l-Karani, bunların en kâmil örneklerindendir. O, bir anlamda, kendisini insanlardan yitirmesiyle, sonradan Melametiyye biçiminde adlandırılacak olan bir damara da kaynaklık eder. Arif4 kendisine Hz. Peygamber’in hayatını örnek edinir. O, daima, Allah’ın küllî iradesine bağlı, nefsin tutku ve arzularından arınmış, marifet ve tefekkür dolu bir hayatın sahibidir. Sufi, bu uhrevî ilkeleri esas alarak yola koyulur. Nefsini tezkiye edene ve marifet nurlarına müheyya bir hale gelene kadar bu yolda yürür. Bu yolun nihayeti yoktur. Gerçi arifler, ‘tevhid’ makamının, manevî seyahatte, varılabilecek en üst düzey olduğunu söylerler; ama Allah’ın mutlak ve sonsuz varlığında tam olarak gaybubet etmenin nihayeti olamaz. Erken dönem zahitlerinin ilginç bir örneği olarak görülebilecek olan Hasan el-Basri’nin şu ifadeleri, sufiyi bize net bir biçimde tanımlar niteliktedir: ‘Bu dünyanın tüm çekiciliklerine dikkat et. Bir yılan gibi dokunuşta yumuşak, ama zehri öldürücüdür. Onda bir zevk buldun ise, hemen terk et, çünkü, ondan çok azı, sana yol arkadaşlığı edecektir. Dünyanın hali birdenbire değişir. Sen, değişene, kalıcı olmayana, sana sadık yoldaşlık etmeyene sakın kalbini bağlama.’ Bir anlamda zühdü de tanımlayan bu ifadeler, onun bir mektubundan alınmıştır. Basra, Hasan gibi daha pek çok zahide ev sahipliği yapmıştır. Fakr ve istiğna vadisinin yıldızlarından biri olan Rabiatu’l-Adeviyye5 bunlardandır.
Keza erken dönemin iki önemli velisini, Cüneyd-i Bağdadi ile Hallac-ı Mansur’u anmamız gerekmektedir. El-Muhasibi’nin6 öğrencisi olan Cüneyd-i Bağdadi, ‘Yolun Şeyhi’ olarak da anılır ve nazarî irfan tarihi açısından önemle kaydedilmesi gereken bir kişiliktir. İrfanî tefekkürün doruğundadır ve onun nazarî bir yapıya kavuşmasında risâleleri ve mektuplarıyla etkili olmuştur. O’nun geniş vizyonu, İslâm irfanının, ‘nesnel’ dile kavuşmasını sağlamıştır. Gerçi sufî sözlüğünün tedvini ve zenginleştirilmesi, daha çok İbn Arabi’ye nasip olacaktır; ama bütün bu şahsiyetler, Hz. Şeyh-i Ekber’in doğumuna zemin hazırlamıştır, denilebilir. Erdem ve ahlâk vadisinin yıldızları saymakla bitmez. Ama Geylani ve İmam-ı Rabbani’yi özellikle anmamız gerekir. Biri, bütün irfanî ve ahlâkî öğretilerin yolunun mutlaka kendisine uğradığı bir kavşaktır; diğeri ise adından da anlaşılacağı üzere Rabbanî bir âlimdir. gerektirir. Allah kelâmının batınî zenginliklerine ulaşabilmek için, insanın manevî bir gezi (seyr-i süluk) gerçekleştirmiş olması gerekir. İnsandan amaç, halifedir, bu ise, insan-ı kamildir.
Çağımızda ise, ‘kâmil insan’ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursî’yi görürüz.
Bediüzzaman’ın ahlâkî formasyonunu ve ahlâka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde, insan-ı kâmil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır. Ahlâk, hüsün-ihsan ve hakikat formülasyonu gözetilmeksizin sağlıklı bir zeminde konuşulamaz. Güzellik, iyiliğin; iyilik, gerçekliğin iç boyutudur. Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu anlamda, ahlâkın kaynağının İlâhî Hakikat olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman’ın güzel ahlâka ilişkin düşünceleri, bu formülasyona uyar. O, ‘güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderilmiş olan’ Nebi’nin (asm), kâmil bir varisidir. Dolayısıyla, onun nuru üzerinden, İlâhî niteliklerle ilişki kurulacağı görüşündedir. İnsan, Rahman sureti üzere yaratılmıştır. Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
Arapça’da ed-dünya, bizim yaşadığımız ‘aşağı âlem’ için kullanılır. El-âlem ise, yüce âlemleri ifade eder. İkisinin de sözlük anlamı dünya’dır; ama biri arzî diğeri semavî âlemi ima eder. Semavî âlem arzî âlemi kuşatmıştır. İnsan, fıtratı itibariyle mükerremdir. Gözleri semadadır. Ruhu semadan inmiştir. Ruhun mekaneti, semadır. İnsan, Allah’ın nitelikleriyle donatılmıştır. Merhamet, şefkat, muhabbet, adalet, ahlâk, hikmet, tedbir, basar, sem vs. gibi nitelikleri itibariyle insan Rahmanî bir tabiata sahiptir. Fakat hayatın sınav olmasından dolayı, insanda negatif ve pozitif kutuplar bulunur. Ya İlâhî boyutunu korur veya ihanet eder. Nebiler ve onların kâmil varisleri olan insan-ı kâmil’ler, ‘güzel ahlâk’ın korunmasında, insanın fıtratını muhafaza etmesinde görevlendirilmişlerdir. İnsan-ı kâmil için ‘veted’ (sütun) tabirinin kullanılması da bundandır.
Kâmil insan, varoluşun sütunudur. Dünyayı ve içindekilerin tabiatını koruma ödevini yüklenmiştir. Emanet’ten kasıt da gerçekte budur. İnsana yüklenmiş olan sorumluluk, hangi manevî düzeyde seyrederse etsin, aslî tabiatına ihanet etmeksizin yaşamaktır. Ahlâk dendiği zaman, insanın fıtratına sadakatini ilgilendiren bir atıflar dünyasından söz edilmiş olur. Bediüzzaman’ın, ‘iman insanı insan eder, belki de insanı sultan eder’ sözü bunun çarpıcı bir ifadesi olarak okunmalıdır. Sultan’dan kasıt halifedir ve kâmil insandır. ‘Kâmil insan’ın en yetkin örneği olarak Efendimiz’e (asm), onun hayatına bakıldığında ahlâk’ın tanımına ilişkin sarih bir alana geçmiş olacağız. Hz. Ayşe validemize sorulduğunda, ‘O, nasıl, ahlâkı nasıldı?’ diye, şöyle cevap vermişti: “O’nun ahlâkı Kur’ân’dı.” Burada Efendimiz’in Kur’ân’la özdeşleştirilmesi, Kur’ân’ın, hüsün-ihsan ve hakikatten ibaret oluşuyla da ilgilidir. O, elçidir. kâmil insandır. İnsanların en erdemlisi ve ahlâklısıdır. O, bir bakıma Kur’ân’dır, Kur’ân’ın kendisidir, Kur’ân’ın kardeşidir. Bediüzzaman’ın eserlerinde atıfta bulunduğu el-İnsanu’l-Kâmil adlı eserinde Abdulkerim Cili, bunu ayrıntılı biçimde açıklar.
Kur’ân, bize, “her şey yok olucudur, (O’na bakan/O’nun vechi) müstesna” der. Bu, esasında, tevhid (birlik) ilkesinin de kaynağını oluşturur. Arifler, varlık unvanını Cenâb-ı Hakk’a lâyık görür, varolana bir unvan olarak yakıştırmazlar. Varolan, gerçekte Esma ve Sıfat’ın tecellisidir. Bu, bir görünüm, bir belirmedir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Dalga, denizden ayrı bir varlık değildir, onun bir halidir. Bütün yaratılmışlar da, Allah’ın mutlak varlığından ‘taşan’ bir haldir. Bu anlamda, varolanların, Allah’ın Esma ve Sıfat’ının tecellisi olduğu söylenir. Tecelli ile aynı kökten gelen bir sözcük olarak ‘cilve’nin anlamı, ‘gerdek gecesi, gelinin, yüzünü açması’dır. Bu, bize varlığın, Allah’ın ‘açılması’ olduğunu ihsas eder.7
Esma ve Sıfat’ın tecellisi, bir bakıma, varlığın açılmasıyla, yani cilvesiyle gerçekleşmektedir. Bu ise, kaf ve nun arasında ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden kimi arifler8 varlığın hazinelerinin anahtarının, ‘kaf ile nun arasında’ olduğunu belirtirler. Yani ‘kün’ emriyle varlığın arketipleri yaratılmaktadır -ki bunlara ayan-ı sabite denir- bu, zaman ve mekân ötesi bir varlık alanını işaret eder. Varlığın harici vücut giymesi ise, Esma ve Sıfat’ın tecellisiyle gerçekleşir. Varlığın vücuda gelmesi sürecinde görev alan ‘sebepler’in, tenteneli bir perde olduğunu belirten Bediüzzaman, diğer arif-i billâhlar gibi, Allah’ın, kendisiyle varlık arasına yetmiş bin zulmanî ve nuranî perde koyduğunu söyler. İbn Arabî Hazretlerine göre, bu perdeler, nebilerin ve velilerin gözlerinden giderilmiştir. Hz. Ali’ye izafe edilen bir söz şöyledir: “Perde-yi gayb açılsa, yakinim ziyadeleşmeyecek.” Marifet ilminin kapısı olan Hz. Ali, bu sözüyle, gözünden bu perdelerin giderilmiş olduğunu örtük biçimde ifade etmektedir.
Bu, bize ahlâkın kaynağını ve kurucu ilkesini de verir. Allah’a görür gibi inanmak ve ibadet etmekle insan ihsan düzeyine erişir. İhsan, kulun amellerinde Allah’ın rızasından gayrısını gözetmemesidir.
Bediüzzaman için bu son derece önemlidir.
Bu sırra sıkı biçimde bağlandığı için, kimseden hediye, zekât ve yardım almaz. İlâhî Hakikat’in hatırını her hatırın üzerinde tutar. İlâhî hakikatlerin resmî bir biçimde ve ücret karşılığında ders verilmesini sakıncalı görür.
Allah rızası için sever, Allah rızası için yapar, Allah rızası için konuşur veya susar.
Bu ahlâkî ilke, esasında bütün Nebilerin ve onların kâmil varislerinin ortak niteliğidir.
Hıllet ve isar hasletleri kâmil insanın nitelikleridir.
Bediüzzaman’a göre, ihlâs tevhidin başı ve sonudur. Tevhid (İlâhî birlik ilkesi) ihlâsla başlar ve onunla biter.
“Amelinizde rıza-yı İlâhî olmalı, O razı olduktan ve kabul ettikten sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok” ifadesi, ahlâkın batınî, kişinin kendi dünyasına bakan yönünü ifade eder. İnsanın kendisiyle ilişkisinde geçerli olan bu ahlâkî ilke, esas itibariyle ötekiyle olan ilişkisine de zemin oluşturacaktır.
İlâhî hakikati önceleyen bir insan, ötekiyle ilişkilerinde adalet, merhamet ve muhabbet üzere olacak fakat hakikatin hatırını koruma konusunda da duyarlı davranacaktır.
Adil olmak, Allah’ın mutlak adalet ilkesiyle davranmak, demektir.
Merhametli olmak, Allah’ın dünyada Rahman, ahirette Rahim sıfatıyla tecelli edişine bağlı olarak, insanın da dünyada merhametli, ahirette şefkatli oluşunu zorunlu kılar.
Fakat burada yine ahlâkî bir sınırlayıcı ilke olarak şu karşımıza çıkar: Allah’ın merhametinden fazla merhamet edilmez. Kendisine merhamet etmeyene merhamet edilmez.
Bu, manevî yapısına, fıtratına ihanet eden, bir bakıma kendisine kıyan bir insana karşı İlâhî sınırlar içerisinde gerçekleşmek zorundadır.
DEVAMI HAFTAYA
DİPNOTLAR:
1. Mertebe, basamak, menzil, makam gibi sözcükler, sufilerin, Kur’ân’dan yola çıkarak tedvin ettikleri bir literatürün kelimeleridir. Fark-ı evvel tabir edilen süreç, insanın yeryüzünden Allah’a doğru yücelmesidir. Bu yücelmede her uğrağa, yani mertebeye, çeşitli basamaklardan çıkılır. Mertebelerin birkaçından sonra bir makama gelinir. Makam, sufinin manevî seyrinde büründüğü ahvalde bir süre ikamet ettiği yere denir. Allah’a yücelen sufî, bu mi’racın meyvelerini insanlara iletmek üzere, yeniden varlığa döner. Bu sırada, yani inme esnasında uğranılan yere menzil denir. Menzil sözcüğünün anlamını İbn Arabi, ‘Allah’ın insana doğru indiği, insanın Allah’a indiği yer’ olarak belirtir.
2. XIII. Yüzyılın büyük bilgin ve sufilerinden olan Necmeddin-i Kübra, Sa’düddin Hamuya gibi tasavvuf irfanının önemli isimlerinin derslerine devam etmiş ve tasavvufa ilişkin son derece değerli eserler kaleme almış bulunan Azizüddin Nesefi, İnsan-ı Kâmil adlı eserinde (Türkçeye çeviren: A. Avni Konuk, Gelenek Yayınları, Tasavvuf Klasikleri Dizisi 4. Haziran 2004, İstanbul, s. 69-70) ‘insan-ı kâmil’i şöyle tarif eder: ‘İnsan-ı kâmil, şeriat, tarikat ve hakikatte eksiksiz olandır. Onun için dört şey kemal düzeyindedir: İyi sözler, güzel eylemler, güzel ahlâk ve marifet. Seyr-i sülukta, başlangıçta, bütün salikler ortalama bir yerdedir. Salikin amacı, bu dört nitelikte olgunlaşmak, kemale ermektir. Çoğu kimseler, bu yola girmiş ama amacına ulaşamamıştır. İnsan-ı kâmilin çeşitli adları vardır. Şeyh, pişva, hadi, mehdi, bilgin, olgun, tamamlayıcı, imam, halife, kutup ve ‘zamanın sahibi’ bunlar arasındadır. Ona, cihanın kadehi ve büyük iksir de derler. İsa (as) derler, O’nun gibi ölüye can verir, onu manen diriltir; Hızır (as) derler, O’nun gibi, sonsuzluk suyunu içmiş, ebediyyetin sırrına ermiştir, Süleyman (as) derler, pek çok dile vakıftır, kuşların dilini bilir. İnsan-ı kâmil, âlemde sürekli olarak vardır ve birden çok değildir. Bütün varlıklar, büyük bir şahıstır ve insan-ı kâmil de onun kalbidir. Varlıklar, kalpsiz olmaz. Böyle olunca, insan-ı kâmil, âlemde, birden çok bulunmaz. Arifler çoktur, ama âlemin kalbi olan zat, birden fazla değildir. Diğer ariflerin mertebeleri farklıdır, her biri bir düzeydedir. Ne zaman ki, âlemin biriciği bu dünyadan göç eder, bir başkası, onun mertebesine erişir ve yerine oturur ki, âlem kalpsiz kalmasın. İyi bil ki, âlem, hokkaya benzer ve varlıkların fertleriyle doludur. Bu mevcudattan hiçbir şeyin ve hiçbir kimsenin kendinden ve bu hokkadan haberi yoktur. Sadece insan-ı kâmil, kendinin ve hokkanın farkındadır. Mülk, melekut ve ceberrutta hiçbir şey ona örtülü kalmaz. Şeylerin hikmetini görür. İnsan, kâinatın özüdür, özetidir ve varlık ağacının meyvesidir. İnsan-ı kâmil ise, insanın meyvesi ve özüdür. Varlıklar, suret ve mânâ itibariyle insan-ı kâmile görünürler. İnsan-ı kâmil, aynı zamanda âlemi düzenlemekten, insanlar arasında doğruluğun gerçekleşmesinden, çirkin, fena ve yanlış ilke, kural, yasa ve eylemlerin ortadan kaldırılmasından, insanların Hakka çağrılmasından; Allah’ın büyüklük, yücelik ve birliğini insanlara bildirmekten, ahireti övmekten ve özendirmekten, ahiretin sonsuzluğunu ve daimliğini haber vermekten, dünyayı yermekten, dünyanın değişkenlik ve geçiciliğini zemmekten, fakrın, insanların gönlüne hoş görünmesini sağlamaktan, insanlar zenginlik ve şehvetten kaçınmaya yöneltmekten, cehennemin çirkinliğini ve şiddetini duyurmaktan daha güzel bir eylem sahibi değildir. Esasında bu, nebilerin de çağrısıdır. Yüce Allah, Ra’d Sûresinde (13: 7) şöyle buyurmuştur: ‘Sen, ancak bir uyarıcısın ve her toplumun bir rehberi vardır.’ Şeyh-i Ekber’e göre de, ‘mükemmel sayıların ilk olan 6, her şeyden önce insan-ı kâmil’i sembolize eder. Ebced hesabında 6’ya tekabül eden vav harfi, ‘kün’ emr-i İlâhisinde (her ne kadar yazıda gösterilmemekteyse de) kaf ve nun arasında bulunmakta ve bu sebeple de, Şeyh-i Ekber tarafından Hakk ve halk, ilâhî ilke ve zuhuru arasındaki berzah olan ‘Hakikat-ı Muhammediye’nin temsili kabul edilmelidir. Bu harfin, Arapça’da bağlaç işlevi yüklenmesi, yani bir taraftan birleştirmeye, bir taraftan ayırmaya yaraması da, ‘vav’ın hakikatinin tezahürlerinden (ya da başka bir ifadeyle, vav sembolizminin dayanaklarından) olmaktadır.’ (Michel Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman, Gelenek Yayınlarnı. Çeviren: Atila Ataman, İstanbul, Ekim 2003, 2. bsk. s. 127.) İnsan-ı Kâmil’e ilişkin, Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç’ın, ‘Sufi ve Şiir’ (İnsan Yayınları, İrfan ve Tasavvuf Dizisi: 53, İstanbul, Mayıs 2004. 2. bsk., s. 176.) adlı kitabında geçen bir beyanını da aktarmamız, konuyu bütünlemesi açısından yerinde olacaktır: ‘İnsan-ı kâmil-i hakikî veya Adem-i hakikî denilen bu premordial insan, Tanrı’nın kendisine ayna olarak aldığı varlık oldu. (…) ‘Ben ona kendi ruhumdan üfledim’ Kur’ân âyeti ile hem bir Tevrat âyeti hem de bir Hz. Muhammed hadisi olan, ‘Allah, Adem’i, kendi sureti üzere yarattı’ sözünü yanyana koyduğumuz zaman bazı şifreler çözülüyor gibi olmaz mı sizce? Sufiler, daha Hz. Adem fizikî olarak yeryüzünde yaratılmadan evvel varolan bu hakikati, bir tür logos ile açıklarlar ki, bunun adı, Hakikat-i Muhammediye mertebesidir.’
3. Arifler, manevî gezilerinde (seyr), Hz. Peygamber’in yaşadığı mi’racı model olarak alırlar. Mi’rac, bu bakımdan tasavvufî gelenekte merkezi bir yer işgal eder. Esasında, arifler, miracı, ‘insanın kendi ruhunda yaptığı gezi’ olarak tanımlarlar. Bu, dikey bir yolculuktur, tıpkı mi’rac gibi, ama, insanın ruhunda bir yerden bir yere yapılmaktadır. Nesefi’nin İnsan-ı Kâmil’inde bu hususta şunlar kayıtlıdır: (Nesefi, age. Sh.73-74) ‘Süluk, seyrden ibarettir. Allah için seyr, Allah’a seyr ve Allah’ta seyr düzeyleri bulunur. Allah için seyrin ve Allah’a doğru seyrin sonu vardır ama, Allah’ta seyr, sonsuzdur. Allah için ve Allah’a doğru yapılan seyrde, salik, kendi varlığından geçer, Allah’ın varlığıyla var olur. Ve Allah ile diri, gören, konuşan ve işiten hale gelir. Gerçekte salik, varlığı olmadığı halde, var olduğunu sanan kişidir. Varlığını tümüyle Hakk’tan bildiği ve gördüğü anda, Allah için seyri tamamlanır. Bu, Allah’ta seyrin de başlangıcıdır. Salik, bu gezide öylesine ilerler ki, şeylerin özünü görmeye başlar. Bu tahkik bilgisidir. Varlıkların Allah’a nisbeti, ağacın mertebelerinden her bir mertebenin çekirdeğe olan nisbeti gibidir. Tasavvuf ehli der ki, senden Allah’a kadar olan yol, arz tarikiyledir. Çünkü varlığın fertlerinden her bir ferdin Allah’a nisbeti, bir kitabın harflerinden her bir harfin mürekkebe nisbeti gibidir. Ve bu makamdan demişlerdir ki, varlık birden fazla değildir. O da, Allah’ın varlığıdır. O’nun varlığından başka bir vücudun olması imkânsızdır.
4. Arif’i, kendisine marifet ilmi bağışlanmış olan kimse olarak tanımlayabiliriz. Bediüzzaman, Yirminci Mektub’un Mukaddime’sinde, marifete ilişkin şunları söyler: ‘Kat’iyyen bil ki, hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi, iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en ali mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cin ve insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-ı beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en parlak sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir.’ (Nursî, age. 1. cilt. s. 448.) İbn Arabi, ilmin irfandan üstün olduğunu söyler. Bunun delili olarak da, Kur’ân’da Allah’ın, Kendisini Âlim olarak ifade etmesini gösterir. Allah’ın isim ve sıfatları arasında Arif yoktur. O halde, der İbn Arabi, ilim, hiyerarşide, marifetin üzerindedir. Sufî, arif, derviş, veli vb. kelimeler, bilge ya da aziz olarak da düşünülebilir.
5. İbn Arabî, erkeklerin ulaşabildiği tüm manevî makamlara, kadınların da sahip olabileceğini, sufi erkeklerin seyr-i sülukunun aynısını kadınların da yaşayabileceğini belirtir ki, bunun en çarpıcı örneği Rabiatü’l-Adeviyye’dir.
6. Haris el-Muhasibi, er-Riaye’siyle, kendisinden sonra gelen pek çok irfan ehlini etkilemiş, nazari irfan birikimine çok katkıda bulunmuştur. Hicri 165’te Basra’da doğan el-Muhasibi, adını, nefsini sürekli murakabe altında tutabilmesinden alır. Kelâm, fıkıh ve hadis alanında da yetkin bir kişiliktir.
7. Bir çağrışımla, Martin Heidegger’in, ‘varlığın açılması’na da atıfta bulunabiliriz.
8. Bediüzzaman Said Nursî, Lem’alar adlı eserinin Yirmi Sekizinci Lem’a’sında şöyle der: “Bir şeyin olmasını murad ettiği zaman, O’nun işi, sadece ‘ol’ demektir; o da oluverir.’ (Yasin, 36/82 âyet-i kerimesinin işaretiyle, emr ile icad oluyor. Ve Kudret hazineleri, kaf ve nun’dadır. (…) Zat-ı Zülcelal olan Sahib-i Arş-ı Azam’ın, manevi bir merkez-i âlem ve kalb ve kıble-i kâinat hükmünde olan küre-i arzdaki mahlûkatın tedbirine medar dört arş-ı ilâhisi var: Biri, hıfz ve hayat arşıdır ki, topraktır. İsm-i Hafiz’in ve Muhyi’nin mazharıdır. İkinci arş, fazl ve rahmet arşıdır ki, su unsurudur. Üçüncüsü, ilim ve hikmet arşıdır ki, unsur-ı nurdur. Dördüncüsü, emir ve iradenin arşıdır ki, unsur-ı havadır.”
İnsan-ı kâmil ahlâkı ve Bediüzzaman – II
GEÇEN HAFTADAN DEVAM
Arif, manevi mi’racını yaşarken, dünya varlığından soyunmanın ilk adımı olarak, üzerinde herhangi bir dünyevî mal bırakmamalıdır. Tövbe kapısına bu halde yanaşan sufî, adına zühd denilen ve İslâm’ın ‘ibadat’ kısmını oluşturan amel-i salihlere titiz bir biçimde uymak olan bir yola girecektir. Zühd ve takva, sufinin nefsiyle mücahedede bulunması zorunlu bir sürece, bir hale işaret eder. Olgun bir yakîne ulaşmak ve müşahedelere hazır hale gelmek için bu zorunludur. Farzların yanı sıra, insanı Allah’a yakınlaştıran nafileler de sufinin dikkatli ve duyarlı bir biçimde uyması gereken ibadetler cümlesindendir. Huşu ve huzur hali, havf ve recayla gerçekleşecektir. Burada zikr ve virdler, halvet ve uzletler, sabır ve şükürler, sufiyi, ‘ubudiyet’ hakikatine doğru yüceltecektir. Ubudiyet, kulluğun çeşitli belirtilerini ifade etmede kullanılır. Bu halin, sufide sürekli galebesi, artık onun rıza makamına doğru yol aldığını gösterir. Bu yolda, istikamet üzere olmanın şartı, ihlâstır. Bediüzzaman’ın ısrarla üzerinde durduğu ve adına bir risâle kaleme aldığı ihlâs, kulun, her şeyde, samimî bir biçimde Hakkın rızasını gözetmesi halidir. Saf ve katışıksız bir kul olma durumu sufiyi, ferasete, cud ve sehaya, gayrete, fakra, sefere, sohbete, muhabbete, aşka, şevke ve marifete ulaştıracaktır. Marifetin nihaî düzeyi, tevhiddir.
Risâle-i Nur, Bediüzzaman’ın manevî tecrübesinin ürünüdür. Biz, bu metinlerin ardındaki tecrübelerden habersiziz. Ne ki, elimizdeki metinlerin gramerinden, sözlüğünden ve anlattıklarından o deneyimleri kısmen okuyabiliyoruz. Bu anlamda, Bediüzzaman’ın, manevî bir geziyi, tevhidin nihaî noktasına değin gerçekleştirdiğini görüyoruz. O’nun nihaî bir yakine ulaşmış olduğunu özellikle Ayetü’l-Kübra ve El-Hüccetü’l-Zehra metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor, mi’rac tamamlanınca da, menzillere uğranılarak iniliyor. Buradaki anlatımlar, İbn Arabi’nin vakıalarında ve bu vakıaların meyvesi olan metinlerde görüldüğü üzere, saf bir ilhamla edinilen marifetin gerektirdiği bir gramerle yapılıyor. Istılâhlar ise, çoğunlukla Kur’ân ve hadislerde geçen ve ulaşılan manevî makamları, ona ulaşma süreçlerini konu edinen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Biz, bu mânâda, Bediüzzaman’ın, tümüyle irfanî gelenek içerisinde yer aldığını iddia ediyoruz. Risâle-i Nur Külliyatı, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor. Bu bağlamda ilk olarak, Yedinci Şuâ’da yer alan Ayetü’l-Kübra’yı9 gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.
Risâle, “kâinattan Hâlık’ını soran bir seyyahın müşahedatıdır” altbaşlığıyla açılıyor. Bir seyyahın, Hâlık’ına doğru yaptığı gezide ulaştığı ‘müşahede’leri okuyacağız, demek ki. Buradaki seyyahın, Bediüzzaman’ın kendisi olduğu söylenmelidir. Bu, dile dönüşürken, Cüneyd-i Bağdadi’de (ra) gördüğümüz üzere, ‘nesnel’ bir niteliğe bürünüyor. Oysa, Bediüzzaman, burada, tümüyle kendi tecrübesini anlatmaktadır. Müşahede kelimesine daha önce birkaç kez değinmiştik. Aynı kökten gelen meşhed kelimesi, ‘müşahede yeri’ anlamına gelir. Şuhutla da kökteştir ve manen görmek demektir. Burada gözle değil, ‘gönül gözü’yle gerçekleşen bir görüş söz konusudur. Müşahedenin dilimizdeki tam karşılığı, ‘görünme’dir. Bu durumda, müşahedeye mazhar olan kimse, Allah’ın meşhetlerinde (tecelli ettiği yerlerde) ‘hayalen’ bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Ayetü’l-Kübra, Allah’ın Kendisini açığa vurduğu, (mazhar) göründüğü (manzar),10 açtığı (mütecella fih) yerlerde yapılan gezideki müşahedeler toplamıdır. Zaten Risâle, İsra Sûresindeki şu âyetlerle başlar: “Yedi gökle yer ve onların içindekiler O’nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O’nu övüp, O’nu tesbih etmesin.” Allah’ı tesbih eden varlıklarda yapılacak olan geziyi yapmak üzere, ‘dünya misafirhanesi’ne gelen yolcu, gözünü (basar) açıp baktıkça görür ki, (basiret) “gayet keremkârane bir ziyafetgâh ve gayet san’atkârane bir teşhirgâh ve gayet haşmetkârane bir ordugâh ve talimgâh ve gayet hayretkârane ve şevk-engizane bir seyrangâh ve temaşagâh ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalâagâh olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken…”11 Metne daha yakından bakalım: Kâinat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde, ‘Kerem’ tecelli etmektedir. Kitabın kelimeleri olan san’atlı varlıklar, teşhir edilmekte, ‘hayret’li bakışlara sunulmaktadır; bu ‘temaşa’yı yapanlara, ‘şevk’ vermektedir. Kâinat mânâlı ve hikmetli bir okuma yeridir vs. Istılâhlara baktığımızda, Bediüzzaman’ın, gezisine başlarken, ‘hayret’i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, ‘şevk’ makamına ulaşmış ve varlığı temaşa disiplinini kazanmış olarak görürüz. Yolcu, ilkin yüzü nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamının ilk mertebesini işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin ‘tesbih’inde, ‘birinci makamın birinci mertebesinde’ denmektedir. Yolcu adımını ilk basamağa atarken, ‘Hâlık’ın varlığının, göğün varlığından daha zahir’ olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır. Birinci adımda yolcu, Allah’ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş olduğunu fark edecektir. İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar ve göğün, “bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin” seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgârın, ardından yağmurun hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalâasını, “…Ve rüzgârları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah’ın emrine boyun eğmiş bulutlarda…” (Bakara, 2 : 164) âyetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları sayısınca ‘rahmet’ ve ‘hikmet’ müşahede eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır. ‘Hayatı sudan yarattık’ âyetinin sırrına erer. Bu, sufilere göre, yüz makamdan on yedincisine tekabül eder. Bu manevî aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler, üzerinde yürüyebilirler. Yolcu, bulutun, rüzgârın ve yağmurun Allah’a ilişkin ‘yüksek şehadetini’ müşahede ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği ve rüzgârın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, “gel” der, “ben, sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku.” Yolcu, bu kez, kâinat kitabının arz sayfasını mütalâaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer. Okumaları ilerledikçe, yolcunun ‘manevî terakkiyatının miftahı olan marifeti’ artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri ve nehirleri okur. Onların Allah’a dair şahitliğini mütalâa ettikten sonra, birinci ‘makam’ın, dördüncü ‘mertebe’sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan sayfalarını mütalâaya başlar. “Dağları direk yapmadık mı?” (Nebe, 78 : 7) ve “Yeryüzünde dağları sabit kıldık” (Hicr, 15 : 19) âyetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci mertebe, bitkiler (nebatat) âlemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar âlemine çağırır. Yedinci mertebede, varlıkların mütalâası bitmiş, kâinat kitabının sayfaları kapanmıştır. Bu düzeyde, yolcu, kâinattaki varlıkların Allah’a dair ‘aşikâr şehadeti’ni tümüyle okumuş; tekvini şeriattan, tenzili olana geçerek, bütün Allah elçilerinin getirdiği vahiylere yönelmiştir. Kâinatı ve Hâlık’ını bize tarif eden Peygamberlerin getirdiği vahyi okur. ‘Nev-î beşerin en nuranî ve en mükemmeli olan Allah Elçileri çağırır yolcuyu meclise. Burada, yeni bir müşahedeye mazhar olan yolcu, o ‘nuranî meclis’e girer ve önce, ‘geçmiş zamanın menziline’ bakar. Burada ‘menzil’ kelimesi, iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekân belirtir ve geçmiş peygamberlerin vahye mazhar oldukları mekânlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, ‘zuhurun mertebeleri’, ‘cennetin dereceleri’ ve/veya, “Allah’ın sana doğru indiği ve senin Allah’a doğru indiğin yer” anlamındadır.1213 Kâinatın çeşitli varlıklarını, cüzlerini ve parçalarını ayrı ayrı mütalâa eden yolcu, bu itkanını güçlendirmek üzere, bu kez, parçadan bütüne geçecek ve bütün varlığı bir kül halinde idrak edecektir. Burada, ara basamaklara işaret eden ‘hakikat’ler sıralanır. On sekizinci mertebede Bediüzzaman, yolcunun büründüğü hali ve makamı şöyle niteler: “Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratıcı’sını arayan ve on sekiz mertebeden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen, bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten, hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu…”14 Bediüzzaman, yolcunun imanî mi’racını tamamladığını, hakikatin en yüksek göğüne yüceldiğini, tevhid mertebelerini tü-müyle geçmiş olduğunu, yakinde nihai düzeye ulaştığını ve ‘muhataba makamı’na eriştiğini belirtiyor. Ayetü’l-Kübra’ya konu olan yolcu, böylece, Ef’al, Esma, Sıfat, Ehadiyyet ve Samediyyet gibi sınırlardan geçerek, Allah’ın Zat’ına ulaşmış oluyor. Bu, ‘büyük mi’rac’ta, sidretü’l-münteha olarak adlandırılır. Buradan ötesi, Zat âlemidir ve insanın idrak sınırlarının ötesindedir. Allah, kendisini Allah olarak vaz’ettiği düzeyin de ötesindedir çünkü. ‘Muhataba makamı’nda, doğrudan Zat’a seslenen yolcu, ulaştığı idrak düzeyinden, kâinatın, Peygamberlerin, meleklerin, âlimlerin, velilerin, Hz. Peygamber’in ve Kur’ân’ın O’na olan şahitliğini Zat-ı Akdes’e arz eder. Böylece birinci makam, fark-ı evvel ile birlikte, on dokuzuncu mertebede15 son bulur. Yolcu, imanî mi’racını bitirmiştir, ama gezi bütünüyle sona ermemiştir. Bu kez, oradan yeniden mahlûkata iniş ve ulaşılan tevhid nurlarının tebliği söz konusu olacaktır. Buna sufi sözlüğünde, fark-ı sani denir. Gezinin nihayetinde, Bediüzzaman bir ‘ihtar’da bulunur: “Geçen, ikinci makamın, birinci babının, on dokuz adet mertebelerin şehadet ettikleri hakikatlerin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-ı vücuda delâlet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delâlet ederler. Fakat, başta, sarihan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-ı vücudun delilleri sayılmış. İkinci makamın ikinci babı ise, başta ve sarahatle vahdet -ve içinde vücudu- ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Bap’ta, “…hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle…”, İkinci Bap’ta, “…hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle…” fıkraları tekrar ediliyor. Bu ayrıntı bize, (birinde ‘şehadet’, diğerinde ‘müşahede’nin kullanılması) yücelişten sonraki inişte, İlâhî azametin katlarını müşahede etmiş olan yolcunun, bunun meyvelerini aktaracağını göstermektedir. İkinci bapta, bu anlamda, dünya misafiri, aklını da alarak yola çıkar. Ve ilk ‘menzil’de, ‘kâinatı kuşatan dört hakikat-ı kudsiyeyi’ görür: Uluhiyyet-i Mutlaka, Rububiyyet-i Mutlaka, Kemalat ve Hakimiyyet. Bu iniş gezisinde ikinci aşamada, Fettahiyet, Rahmaniyet, Müdebbiriyet, Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatleri anlatılacaktır. El-Hüccetü’l-Zehra16risâlesinde de ‘tevhid bürhanları’ benzer bir gezi ve ıstılâhlarla anlatılmaktadır. Bediüzzaman’ın manevî hayatının üçüncü ve son evresinin bir meyvesi olan bu risâle de ‘iki makam’dan oluşur. Birinci makamda ‘kelâm-ı tevhid’in on bir müjdesi ve on bir hücceti aktarılır. Hüccetlerin her biri, ‘kelime’ alt başlığıyla anlatılır. Kelime ile, bir varlığa ve onun hakikatine işaret edilmektedir. Risâlenin üçüncü kısmının girişinde ilginç bir ifade göze çarpar: “Namazdaki Fatiha’nın manevî emriyle, ‘Allah’tan başka hiçbir ilâhın olmadığına şehadet ederim’in feyziyle, ikinci kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehhüdde dahi, ‘ve Muhammed’in (asm) Allah’ın resulü olduğuna şehadet ederim’ cümlesinin diliyle, manevî ihtarıyla ve Fetih Sûresinin ahirinde, ‘bütün dinlere üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet ve hak din için gönderen O’dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah’ın resulüdür. Onunla beraber olanlar da, kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise, pek merhametlidirler’ beş mucize-yi gaybiyyeyi gösteren büyük âyetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum.”17 Yolcu, o ‘nuranî medresede diz çöküp, nebilerin şahitliklerini dinler. Sekizinci mertebede, nebilerin meclisinden ayrılarak âlimlerinkine girer. Âlim, nebinin varisidir. Allah, Âlim’dir ve ilim, vahdet bilgisinde vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Âlimlerin tevhid konusundaki ‘ittifak’ını ‘müşahede’ eden yolcu, bu kez, melekler âlemine girer. “Nur-ı imanı parlar” ve “zeminden göklere çıkar.” Bu yükselişten sonra, yolcu, seyrini sürdürerek, ‘münevver akılların, selim ve nuranî kalplerin’ sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Hâlık’a olan ‘müncezibane keşfiyat ve müşahedatlarını’ mütalâa ettikten sonra, birinci makamın on üçüncü mertebesinde, bu defa, ‘âlem-i gayb’a bakar. Vahiylerin hakikatinin, gayb âlemlerinin her tarafında hükmettiğini müşahede eder. Nihayet, ‘kâinatı bize tarif eden üç külli muarriften biri olan Hz. Peygamber’e (asm) doğru yükselir. Yirmi Sekizinci Lem’a’da da belirttiği üzere, burada, “menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye’yi (asm) müşahade eder.” O’nun Allah’a olan şehadetini de okur, böylece, birinci makamın, on altıncı mertebesine ulaşmış olur. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’in (asm) şahitliğini dinledikten sonra, O’nun getirdiği vahye yönelir. Kâinat kitabını okuyan ve ‘üç küllî muarrif’ten bir diğeri olan Kur’ân-ı Mu’cizi’l-Beyan’a kulak verir. Onun sırlarına muttali olur. Kur’ân’da yapılan bu soluk kesici gezinin ardından yolcu, birinci makamın on yedinci mertebesine yücelmiştir. Bu durakta, kendi nefsine şöyle der: “İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kâinatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o ne diyor, dinlemeliyiz, erkânından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz.”
DEVAMI HAFTAYA
DİPNOTLAR:
9. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 898-931.
10. Manzar sözcüğü de Risâle-i Nur’da sıkça geçen ıstılâhlardandır. Çoğulu menazırdır. Menazır-ı Sermediye söz grubuna Risâlelerde çok rastlarız. Manzar, “nzr” kökünden gelir. Nazar, bakıştır. Chittick (age, s. 305) Manzar teriminin sözlük anlamının, ‘içinde bir şeye bakılan yer’ veya ‘görüntü yeri’ olduğunu söyler. İbn Arabi’nin çeşitli eserlerinde de geçen, menazır-ı ula’ya ilişkin Chittick şunları kaydeder: ‘Ula, yüce anlamında ‘ala’nın çoğuludur. Buna göre, menazır-ı ula, ‘en yüksek görüntü yerleri’ demektir. Kozmolojide teknik bir terim olarak, ‘en yüksek’ (veya daha yüksek ve yüce), ‘en alçak’ (veya daha alçak) olanın karşıtıdır; ‘en yüce’, dünya, melekler ve ruhların meskûn bulunduğu görünmez alandır. ‘En alçak dünya’ ise, cismanî varlıklarla meskûn bulunan, görünen alandır. Buna göre, ‘en alçak görüntü yerleri’ (el-manazıru’s-sufla) bizim göz veya bakışımızla (basar) algıladığımız şeyler olduğu halde, ‘en yüksek görüntü yerleri’ derin görüş (basiret), keşf ve zevk gibi adlar verilen batınî, ruhu yetilerle algıladığımız şeyler olmaktadır. İnsanın görünmez ve daha yüce olan şeyleri algılama ‘organ’ı, kalptir. İbn Arabî, şu hadis-i kutsiyi sık sık tekrarlar: ‘Beni, ne arz ne arş kuşatır, Beni ancak mü’min kulumun kalbi kuşatır.’ İbn Arabî, manzar ya da ‘görüntü yeri’ formunu, iki boyutta kullanır: Bunlardan birisi, görülen gerçeklik (manzur) diğeri ise, bunun görüldüğü düzey’dir (mertebe). Görüntünün nihaî nesnesi, bizzat Allah’tır. Ama, Allah, bizatihi asla görülemez ve tanımlanamazdır. O, bilinmez olan Zat’ında değil, fakat zuhuru veya tecellisinde görülür. Ve bu da görüntünün ortaya çıktığı yer (mahal) olan bir şekil içinde olur. Bu şekle, ‘hayalî suret’ (suret-i hayaliyye veya suret-i misaliyye), ‘görme yeri’ (meşhed), ‘tezahür yeri’ (mazhar), ‘kendini açma yeri’ (mecla veya mütecella fih), ‘ruhanilik’ vs. gibi çeşitli adlar verilebilir. Bu terimlerden her birinin özel bir farklılığı vardır. Ve kendi bağlamında tartışılmayı gerektirir.’
11. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 898.
12. İbn Arabî Hazretlerinin Kitabu Menzili’l-Menazil adlı eseri, menzillerin menzilini konu edinen, konuyla ilgili temel kaynaklardan biridir. Et-Tenezzülat-ı Mevsıliyye’de de bu konuya ilişkin yorumlar buluruz. İbn Arabî ıstılâhatının başka pek çok unsuru için de geçerli olduğu gibi, menzil (lâfız olarak, ‘inilen mekân’) kelimesini bağlama göre, değişen birçok farklı mânâda kullanmaktadır. Kelime, sadece ‘durak’ mânâsına gelebilir, nitekim Şeyh-i Ekber, hicri 597’de Merakeş ve Sale arasındaki İcisil’de konakladığı sırada, ‘kurbet makamı’na vasıl olmasından bahsederken kelimeyi bu mânâda kullanmıştır. Menzil, Cennetin derecelerini veya İlâhî tezahürün -Fütuhat’ın 198. babında, alfabenin yirmi sekiz harf ve yirmi sekiz İlâhî İsimle bağlantılı olarak anlatılan- mertebelerini de ifade edebilir. Ama esas itibariyle, menzil, ‘Allah’ın kula indiği, kulun Allah’a gittiği yer’ olarak anlaşılmalıdır. (Geniş bilgi için bkz, Chodkiewcz, a.g.e., s. 83-101)
13. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 914.
14. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 918.
15. On dokuz sayısına, rakamların metafiziksel anlamları itibariyle bakmamız gerekir. Bunun Kur’ân’la ilişkisi olduğu gibi, yine O’ndan hareketle, manevî idrak düzeylerinden bir ‘makam’ın, on dokuz mertebe içerdiği de düşünülebilir.
16. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1116-1148.
17. Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1126.
İnsan-ı kâmil ahlâkı ve Bediüzzaman – III
—GEÇEN HAFTADAN DEVAM—
Bediüzzaman, risâlenin ikinci kısmını, ‘Fatihanın mânevî emriyle’ yazdığını söyler. (Bu, bize, İbn Arabî’nin, ‘her sûrenin bir ruhu olduğu’na ilişkin yorumunu hatırlatıyor. Şeyh-i Ekber, ilk kadın mürşidlerinden el-Müsenna’nın emrine Fatiha Sûresinin verildiğini söyler. Ayrıca, bir vakıasında, kendisine Şuarâ Sûresi bağışlanır. Ve sözlerinin bütün Doğu ve Batı’yı kuşatacağını anlar. Keza, İbn Arabî’ye hakikati ve ruhu bahşedilen bir başka sûre, İh-lâs’tır. Bir diğeri, Fatiha’dır.)
Fetih Sûresinin 28 ve 29. âyetlerinde ise, Bediüzzaman, ‘beş gaybî mu’cize’ gördüğünü belirtiyor. Bu, risâlenin birinci makamının ilk iki kısmında ulaştığı mertebeden sonra kendisine açılan bir sır olsa gerektir. İkinci Kısım’da, ‘Fatiha’nın manevî emri’nin yanı sıra, Kelime-i Şehadetin ikinci bölümünün ‘dili’yle ve ‘ihtar’ıyla yazılmıştır.
Birinci İşaret’te, ‘bu kâinat Sahibinin rububiyetinin tezahürüne, sermedî uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanlarına’, ‘küllî bir ubudiyet’le mukabele eden Hz. Muhammed’in (asm) varlığının, ‘güneşin lüzumu’ gibi zorunlu olduğu belirtilir. Bu girişten anlaşılacağı üzere, bir ‘abd-i küllî’ (insan-ı kâmil) olarak Hz. Peygamber’den (asm) bahisle, insanın, Allah’ın rububiyetine karşı nasıl ubudiyetle mukabele edeceği anlatılacaktır. İkinci işaretin başında ise, ‘vird’inden söz eder. Bu hususa daha önce birkaç kez temas etmiştik. Bediüzzaman’ın, sufiler gibi (gibi diyorum, çünkü O’nu sufi olarak nitelemekten çok, muhakkik olarak tarif etmek daha doğru olacaktır. Muhakkik, Allah’ı tahkik düzeyinde idrak eden kişidir. Bu mertebeye ise, imanî mi’racını tamamlamış kâmil veliler ulaşabilir) sürekli okuduğu virdleri mevcuttur. Şöyle diyor:
“Benim, virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden, ‘ümmiliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslâmiyet ve şeriatla ve en kavî bir iman ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir dâvet ve münacat ve duâ ile ve en eamm bir tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle def’aten zuhurunun şehadetiyle, Muhammed, Allah’ın resulüdür ve Sadıku’l-Va’di’l-Emin’dir.”18 İkinci İşaret, bu virdin anlamıyla açılır ve On beş Şehadet’ten oluşur. Allah Resûlü, kâinat kitab-ı kebirinin âyat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir eden yüksek bir dellâldır.19 O halde, bu manevî dersin açılımı olacaktır risâle. Zaten, her işaret ve şehadet, Hz. Peygamber’in (asm) risâletinin delil ve hikmetlerini beyanla doludur.
El-Hüccetü’z-Zehra’nın İkinci Makamı, imanî mi’racını tamamladıktan ve vahyin işaretlerine vakıf olduktan sonra, imanda tahkik düzeyine ulaşmanın arayışını anlatır. Bir bakıma, bu, ulaşılan makamların içindeki yüksek tabakalara erişmenin de meyvesidir: “Dünyaya, sırf Hâlık’ını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: ‘Biz, her şeyden Hâlık’ımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, ‘Güneşi, güneşten sormak lâzım’ darb-ı meseli gibi, biz dahi Hâlık’ımızı, ilim, irade ve kudret gibi kudsî sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız.”20
Bu risâlede, ‘muhatabane makam’a ulaşan yolcunun, makamın gerektirdiği dille konuştuğunu da bize gösteriyor. ‘Güneşi güneşten’ dinleyen ve O’ndan aldığı marifetle, O’na, bir ‘abd-i küllî’ olarak, O’nun azamet ve kibriyasını yücelten yolcu, O‘nun manevî mucizesinin beyanı’na mazhar olmuştur. Seyyah, arzdan arşa doğru yaptığı bu gezide, ‘Yerlerin ve göklerin Rabbi’nin (Ra’d, 13:16) marifetine ulaşmıştır. Bu risâle, marifetin meyvesidir. Yolcunun gezisi sürerken, ‘ikinci kudsî kelime-i miraciyye’de21 yine bir mi’rac olan namazdan söz eder. Bediüzzaman’a göre, namaz, ‘mi’rac-ı ekberin numunesi’dir. Ve mü’minin ‘hususî mi’racı’dır. Yolcu, her âlemde, ilim sıfatıyla, ‘Allamu’l-Guyub’ olan Hâlık’ını bulmuştur. Bu, mi’racının sonucudur.
Üçüncü ‘kelime-yi kudsiyye’de, Fatiha ve Teşehhüdün hikmetlerinden söz edilir. ‘Nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedinin aynası’ olan kâinatın kokusu, Hz. Peygamber’in (asm) mi’rac-ı ekberinde aldığı ‘tayyibat’ta bulunmaktadır. Her teşehhütte, O’na (asm) salât ve selâm edenler de bu güzelliğin iklimine girerler. Ardından varlıkları, tahkik düzeyinden tekrar okur yolcu. Ve müşahede ettiği on beş ‘parlak’ delili nakleder. Delillerin sonunda, Bediüzzaman, ‘cem-i ezdad’dan (zıtların birliği, bize, bu düzeyde muttalî olunan sırların, bütünüyle, İlâhî hakikatlerin inkişafı ve tecelliler olduğunu gösterir) söz eder ve ‘Kudret’ sıfatının tezâhürlerini temâşâ etmek üzere, tekrar basamaklarla yükselmeye başlar.
Bediüzzaman’ın ‘dehşetli mesele’ dediği Kudret tecellileri, ‘şuhudî bir yakînle’ anlatılırken, geleneksel irfânî sözlüğün hemen bütün ıstılahları kullanılır: “Vacibu’l-Vücud’un hadsiz kudret-i ezeliyesi, bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında, bütün mümkinâtın vücudu, ademin muvazenesini bozar, her şeye lâyık bir vücut giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zahirî vücut libasını çıkarıyor, suretâ ademe, belki daire-yi ilimdeki manevî vücuda gönderir. Demek, eşya, Kadir-i Mutlak’a verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları, bir nefis kadar kolay olur.”22
Risâlenin ilerleyen bölümlerinde, ayan-ı sabite, ehadiyet ve samediyet hakikatleri konu edilir. Bediüzzaman, Dokuzuncu23 ve son basamağı, ‘uzun bir beyanla’ söylemek istemesine rağmen, Afyon tutukevindeki ‘keyfî tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elim hastalıklar’ın mani olduğunu belirterek şöyle der: “Ehl-i hidayet, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, selim kalplerine ve müstakim akıllarına gayet kat’i kanaat ve kuvvetli iman ve ayne’l-yakin bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itminan-ı kalble itikat ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlâhiyeye nisbeten farkları yoktur.’24
Ahlâk’ın, fıtrî kökenine ilişkin bir temellendirmeyi de buluruz bu risâlede. Ahlâk, ‘hulk’ kökeninden gelir ve ‘yaratılış’la anlam ilişkisi vardır. Ahlâkın kökeni, bir bakıma, insanın da aslî tabiatıdır.
Hulk, hem güzel huy demektir hem de ‘yaratılış’tan, yani fıtrattan, insanın aslî tabiatından doğan bir niteliktir.
Sorunun aslî boyutu, Allah’ın isimleriyle ilgilidir. Allah’ın isimleri, Bediüzzaman’ın belirttiği gibi, “kemâlât-ı İlâhiye’nin ünvanlarıdır.” İnsan, bilinçli bir biçimde bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîm’dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, kusursuz yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir. Allah, Âdil’dir, insan da bu ilkenin gerçekleşmesi için çaba göstermelidir. Allah, bütün yaratılmışlara karşı Rahman’dır, merhametlidir, insan da insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı rahîm bir varlık olmalıdır.
Bu, insan-ı kâmilin ahlâkıdır. Kâmil insan, Allah’ın Rahîm, Kerim ve Âdil gibi isimlerine mazhardır.
Hz. Ayşe’ye, Peygamberimizin (asm) nasıl olduğu sorulduğunda, “O’nun ahlâkı Kur’ân idi” demiştir.
Arifler, kâmil insanın, Kur’ân’ın kardeşi olduğunu söylerler.
İşârâtü’l-İ’câz’da bir yerde şöyle denmektedir:
“İkinci nükte: Ahlâk-ı âliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlâkı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgârlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
“Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
“Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Meselâ, çok iplerin heyet-i mecmuâsının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
“Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazret’in sayfası okunmalıdır. Evet, o Zat’ın bütün âsârı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvâli, onun pek büyük, azim ve ahlâk sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlâkça pek yüksekliğinden dolayı kendisini ‘Muhammedü’l-Emîn’ ile lâkaplandırmışlardır. Malûmdur ki, bir zatta içtimâ eden ahlâk-ı âliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husûle gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtimâ eden ahlâk-ı âliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlâk-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkânı var mıdır?
“Hülâsa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
“Ve keza, o Zat’ın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zat’ın (asm) yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlâk olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zat’ın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılâb-ı azîmi aleme kabul ve tasdik ettiren ve âlemi celb ve cezb ettiren, o Zat’ın (asm) evvel ve ahir herkesçe malûm olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, dâvâ-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur.”25
Bediüzzaman’a göre ahlâkın kaynağı imandır.
Güzel ahlâk, kâmil insanın niteliğidir.
İman, bağlanmadır; kâmil insan, bağlanmış ve teslim olmuştur. Bağlandığı yer, İlâhî Hakikat’tir. İlâhî Hakikat’in inişi ise, ‘güzel ahlâkı tamamlamak’tır.
DİPNOTLAR:
18- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1126.
19- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1130.
20- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1143.
21- Bu kez, ‘Dokuz’ basamak anlatılmıştır. Bu rakamın da mânevî bir atfa sahip olduğunu belirtmemiz yerinde olacaktır.
22- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 1146.
23- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 740.
24- Nursî, a.g.e., 1. cilt, s. 597.
25- Nursî, İşârâtü’l-İ’câz, s. 167..
www.fakiriz.biz/?Syf=26&Syz=179486
İnsan-ı Kamil'in b
.
İ N S Â N - I K Â M İ L
Beşinci fasıl İnsân-ı Kâmil’i açıklamaktadır. Bu zikrolunan hazret İnsân-ı Kâmil, âlemlerin hepsini kapsar, hüviyetinde toplar!.. İnsân-ı Kamil bütün mertebeleri câmidir... “İsmi Âzam” makamıdır .. “İsmi Âzam” bütün İlahî isimlere câmi olduğu gibi, İnsân-ı Kamil de “Mülk âlemi”, “Meleküt âlemi”. “Ceberut âlemi” ve “Lahut âlemi”nin cümlesini câmidir...
Zahirde ve batında İnsân-ı Kamil’in kuşatmadığı hiç bir mekân yoktur
Zati bir sirâyet ile her şeyde hükmünü yürütür ve belki de o şeyin aynıdır!..
Nitekim Hazreti Ali kerremallahu veçhe buyurur:
“Kendini küçük olarak ZAN edersin, Halbuki âlemi EKBER Sensin!..”
Âlem Sen’de gizlidir!.. Eğer, bir kâmil yetiştiriciye gidip, nefsine arif olursan, cümleyi sende, kendinin de cümlede mevcut olduğunu bilirsin...
İnsan-ı Kamil’in büyüklüğünü şöyle düşünebilirsin: Onsekiz bin âlem farzolunsa ki bir havan içinde dövülüp macun hale gelse, bu terkip “İnsân-ı Kâmil” olur...
Bu İnsan, onsekizbin âlemi, onsekizbin göz ile seyreder! Her bir âleme dahil olup, o âleme has bir göz ile orayı seyreder... Duygular âlemini his (zahir) gözüyle, makûlatı (akılla anlaşılabiliri) akıl gözüyle, manaları da kalb gözüyle seyreder... Diğerlerini de ona göre kıyas et!..
Bu âlemin his (zâhir) gözüyle, manaları seyredeceğini ZANNEDENLER şüphe içinde kaldılar...
Beyt:
Yürü, bir göz bul çare eyle,
Bu kez, O’ndan O’na nazar eyle!..
Alemleri onsekiz bin olarak kabul edenler için esas şöyledir...
Külli akıl, külli nefs, -ki bunlara (levh ve kâlem) de denir- arş, kürsî, yedi kat sema, dört unsur (ateş – hava – su - toprak), üç mevalid yani (maden – nebat – hayvan).
Bunların hepsi bütün olarak onsekiz eder. Her birini cüz’iyel olarak biner saymışlar ve böylece de onsekizbin âlem demişlerdir.
Hakikatta ise, âlemler had ve hesaba gelmez... Şu faydalı bilgiyi verelim...
- Yeryüzünde olan mahlukat, denizlerde olanın onda biri kadardır;
- Yerde ve denizlerde olanlar, birarada sayılsa, ancak göktekilerin onda biri kadardır;
- Ve bütün yerde, denizde havada olan mahlukat toplansa birinci kat gökteki melaikenin onda biri kadardır;
- Yerde, denizlerde, semâda ve birinci kat gökte olanlar toplansa, ikinci kat gökteki meleklerin onda biri kadardır;
bu kıyas, yedinci kat semâya kadar bu şekilde devam eder!..
- Yedi kat yerde olan mahlukat ve yedi kat gökte olan melaike toplansa, kürsîde olan melaikenin ancak onda biri kadardır...
Kur’anı Keriym Bakara Suresi 2. sure 225. ayette;
“Vesi’a kürsiyyühüssemavati vel arda”
“O’nun kürsüsü semâvat ve arzı ihata eder!..” buyrulmuştur.
Kürsîde, yedi kat gökte, yedi kat yerlerde ve denizlerde olanlar bir araya gelse, cümlesi arşın bir köşesindeki meleklerin onda biri kadardır.
Ve bu sayılanların cümlesi müheymîn melaikenin onda biri kadardır.
“Müheymin melaike”, öyle melaikedir, ki Hak subhanehü teala onları halk eylediğinden beri Hakkın cemalinden bir an gözlerini ayırmayıp, Cemalullahın güzelliğinde hayran olmuşlardır...
Ne kendilerinden ne de başkalarından haberleri vardır. Ne âlemin, ne ademin, ne de iblisin halk olunduklarını bilmezler!..
Hak Teala'nın bir yüce meleği vardır, ismine “RUH” derler... Başında hesabsız saçları vardır!..
Anlatılan cümle melaike, arş ve ferş “RUH”a nisbet edilse, bir insanın elindeki pirinç tanesi veya saçına takılmış bir inci tanesi gibidir.
Eğer Hak Teala emir verseydi, bu cümle varlığı bir lokma ederdi de boğazından bir şey geçtiğini hissetmezdi...
Bu anlatılan cümle şeyler, melekler ve felekler âlemi, İnsân-ı Kâmilin kalbine konsa, var mıdır, yok mudur hissetmez!..
Nitekim, Hz. Bayezid bu makama vâsıl olunca; taliplerine rağbet etmeleri için şöyle buyurmuştur:
“Lev ennel arşe ve ma fiyha elfe elfe merreten fîzaviyetiy min zevaya kalbel arifi ma ehasse bihi!..”
“Arş-ı azim ki - cisimler âlemine muhittir- bu kadar azametli ve milyon kere büyüyen arş ve içinde olanlar arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konulsa, arif onu hissetmezdi..”.
O gönül ki, yerlere, göklere, arşa, kürsîye sığmayan Allah-u azimüşşanı sığdırmıştır; onun vüs’atı bu mertebede olursa acaib mi olur?..
Nitekim hadîs-i kudsîde:
“Ma vesianiy arzı ve la semai velakin veseaniy kalbi abdil müminin”
“Gökler ve yer beni kaplamadı velakin mümin kulumun kalbi beni kapladı!..”
Burada “mü’min”den murad, “İnsân-ı Kâmil”dir!..
“Kalbin kaplamasından” murad, o gönülün “Hakkın cemaline ayna” olmasıdır...
Nitekim hadîs-i şerifte;
“El mü’minü mir’atül mü’min!..”
“Mü’min müminin aynasıdır!.” buyrulmuştur.
Birinci “mü’min”den murad, “İnsân-ı Kâmıl”dir;
İkinci “Mü’min”den murad da, “Hak Teala”dır.
“İnsân-ı Kâmilin gönlü, Hak Tealanın aynasıdır” demek olur.
Hazreti Şeyhi Ekber, arifin kalbinin azametinden haber verip, Fusüsu’l-Hikem’de demiştir ki:
[Hazreti Bayezid’in haber verdiği arif, cisimler âlemine nisbet olan azametini beyandır.
Ben derim ki: Sonu olmayan mutlak varlık, zuhura getirdiği varlığa, bir son takdir eder, onda dahi aynıyla beraberdir, ve bu birlik arifin kalbinin köşelerinden bir köşesine konsa, onu hissetmez bile..]
Hazreti Şeyhin anlattığı gibi olan azamet, sınırlanmaya ve ölçümlemeye, vehim ve kıyasa gelir azamet değildir!.. Ancak, zevk ve hal ile yaşanır... Hak Teala bizlere de o zevkleri müyesser eylesin... Amin!..
Hazreti Bayezid bu makamda şu şiiri söylemiştir:
İlahî sevgiyi kase kase içtim,
Ne şarab tükendi ne de ben kandım!..
Bu makamda sevgi, sevilenin aynıdır!.. Burada mertebe-i kalbden, ve bu kalbin ihatasından haber verilmiştir, ki bu da ehline malumdur...
Eğer izahı gerekirse, şöyle denir:
Kalbimin aynası ezelî ve ebedî sevgilinin tecellî ve füyuzatına mazhar oldu, ilahi feyizler birbirini takiben ve sıra ile daima nazil olmakta, kalbim de onları kabul etmektedir... Ne sevgi bitti, ne de kalbimin kabulü tükendi ve ne de tükenecektir!..
Bütün bunları anlatmaktan maksadı, İnsân-ı Kâmilin azametini ve mertebesini bildirmektir ve dolayısıyla Hak Teala'nın azametini bildirmektir.
Beyt:
Keyfiyetini idrakten aciz kalan kişi
Nasıl idrak eder ezelî Cebbar’ı?..
Eğer cümle ağaçlar ve nebatlar kâlem olsa ve bütün denizler mürekkeb olsa, insanlar, cinler ve melekler de katib olsalar ve dahi bu âlemin yaratılışından haşre kadar yazsalar, İnsan-ı Kamil’in ahvalini şerhe çalışsalar yine de tamamlamaları mümkün olmazdı.
Nitekim Kur’anı Keriym Kehf Suresi 18. sure 109. ayette;
“Kul lev kanel bahrü midaden likelimati rabbiy lenefidel bahrü kable en tenfede kelimatü rabbiy velev ci’na bimislihi mededen”
“De ki, eğer rabbinin kelimelerini (eserlerini) yazmak için bütün, denizler mürekkeb olsa, muhakkak ki rabbimin kelimeleri tükenmeden denizler tükenirdi, bir o kadar yardımcı getirsek bile..”.
İnsân-ı Kâmil’in bir adı da “ELİF LÂM MİM”dir!..
Nitekim Kur’an-ı Keriym Bakara Suresi 2. sure 1-2. ayette;
“ELİF, LÂM, MİM zalikel kitabü la reybe fiyhi”
“ELİF LÂM MİM işte bu kitabda şüphe yoktur...” buyrulmaktadır.
Nitekim hadîs-i şerîfte:
“El İnsan’u vel Kur’anı tev’emanü...”
“İnsân-ı Kâmil ile Kur’an ikiz kardeştirler...” buyrulmaktadır.
Evet, yukarıdan beri anlatılan hazarat ve âlemler birbirinin aynasıdır. Mülk, melekütun; meleküt, ceberütun; ceberut, lâhutun; ve İnsân-ı Kâmil de “halifetullah” olarak, cümlesinin aynasıdır.. İlahi varlığı, kâinatı yansıtan bir ayna. İnsân-ı Kâmil’in câmi olmadığı hiç bir mertebe yoktur.
Elde olmadan söz uzadı; esasa gelelim...
Hazreti Şeyh buyurmuştu ki;
“Eğer arif, kendi hakikatine arif olursa, muayyen ve belirli bir itikada bağlanıp kalmaz!..”
Arifin kendi hakikatine arif olması, “İnsân-ı Kâmil” olmasıdır!..
Ve İnsân-ı Kâmil’in mertebesi, bu anlatılan vasıflarla belki de binde bir nisbetinde anlatılmaya çalışılmıştır.
Arif, “İnsân-ı Kâmil” mertebesine vasıl olunca, Hakka mutlak ayna olup. hangi yönde tecelli eylerse, o tecelliyi kayıtsız şartsız kabul eder. Allah’ın katında böyle bir mertebeye sahib olan “İnsân-ı Kâmil”dir.
Ey kardeş, insaf ile düşün... Sahib olduğun bu istidadı zayi etmek sana yakışır mı?..
Kur’anı Keriym A’raf Suresi 7. sure 179. ayette;
“Kel en’ami bel hüm edallü”
“Sürüler gibidirler, belki daha da şaşkın!”.. buyrulur.
Kendimizi bu derekeye düşürürsek, yazık ederiz!..
Her arzu eden, İnsân-ı Kâmil olamaz!..
Ancak, kemale ermiş bir insanın elini tutmak ve ona hizmet etmekle olur...
Hak Teala bu istidadı herkese vermiştir; ancak, kusur kişinin kendindedir!.. İstidâdını yok eder!.
Kendini bir mürşid-i kâmile teslim edip, Onun ahlakıyla ahlaklanıp kendi de İnsan ola!..
İnsan’ın kemali, belirli bir itikad ile kayıtlı olmamasıdır! .. Ancak, İnsân-ı Kâmil mezhebsiz ve itikadsız sayılmaya...
Onun mezhebi ve itikadı “ilahî dilek”de ve “nefsül emr”dedir!.. Yani, mezheb ve itikadı mecazî değildir demektir bu.
Bazı ehlullaha ne mezhebdensin, diye sorulduğunda şu cevabı almışlardır:
“Huda mezhebindenim!..”
Beyt :
Bütün mezhebler kaydından beri ol,
Cümle yolcuların defter başı ol!..
Bazı önde gelen, şeyhlere şu hususu sormuşlar:
[- Gerçi arif-i billah belirli bir itikad ile kendini kayıtlamaz; ancak, halka uyar bir şekilde ve onların akıllarının erdiği mezhebe ve itikada bağlı olarak hareket eder ve meydana çıkar!..
Hadîs-i şerifte; “kellimunnase ala kaderi ukülihim” yani, “İnsanlara akılları ölçüsünde konuşunuz”, buyrulmuştur...
- Eğer, arif kalbinde olanı açsa idi, onu hemen öldürürlerdi!!!... Bu takdirde, arif münafık olmaz mı?]
[- Olmaz!.. Zira, münafık ona derler ki, bir gizli itikad ile kayıtlı olup itikadına göre amel eder, ve ettiği amelini kendi de inkar eder Hak’sız sandığı için...
Arif o dur ki, izhar ettiği itikad hakdır. Ve, içinde olan dışına göre zıd gibi görünürse de, hakikatte zıd değildir!.. Arifin dairesi geniştir... İki zıddı dahi birleştirir!.. Ona nisbetler zıd değildir... Allah daha iyisini bilir. ]
Lübbül-Lüb eserinden Muhiddin arabi
.
www.muhammedhikmet.com/alemlerin-ruhu-insan-i-kamil
27 Kas 2015 - Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri: «Tüm âlemleri bir havana koyup ezseler, terkibi insandır»
.
Âlemlerin Rûhu “İnsan-ı Kâmil”
Yüce Allah (c.c.), insanı tüm âlemlerin özü olarak yaratmıştır. Ancak, burada insandan kasıt, insan-ı kâmildir.
27 Kasım 2015 Cuma, 14:31
Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri: «Tüm âlemleri bir havana koyup ezseler, terkibi insandır» buyurarak, ‘İnsan-ı Kâmil’i âlemlerin özü, terkibi olarak nitelendirmiştir. Aslında sözü edilen insan-ı kâmil, Peygamberimiz Muhammed Mustafa’dır (s.a.v)
Şeyhü’l Ekber Muhyiddîn-i Arabî Hazretleri diyor ki;
«Cümle hazârat ve âlemleri kapsayan ve benliğinde toplayan insana, insan-ı kâmil denir.» Demek ki; Kâmil insan mertebesine ulaşabilmek için, âlemleri kapsamak ve benliğinde toplamak gerekmektedir.
İnsan-ı kâmil, birleştirici mertebeye sâhip ve ism-i â’zam makamındadır. İsm-i â’zam, nasıl bütün isimleri (içinde saklar ,bünyesinde barındırır, ihtiva eder) ise, insan-ı kâmil de onun gibi gayb, ceberut, melekût ve mülk âlemlerini özünde toplar. Zâhirde olsun, bâtında olsun insan-ı kâmil’in kuşatmadığı hiç bir makam yoktur. Zâtî olan bir sirâyetle, hepsine hükmünü geçirir.
Hz. Ali (k.v.), bir sözünde: «Sen kendini bir parça küçük sandın, hâlbuki sende âlem var. O da en büyük» diyerek, kâmil insanın gerçeğini ortaya koymuştur.
Yaşam açısından kâmil insanı şöyle tarif edebiliriz: Güzel huylu, ahlâk ve yüksek fazîlet sâhibi, cümle hazârat ile âlemleri kapsayan ve benliğinde toplayan, zâhirde olsun, bâtında olsun bütün makamları kuşatan. On sekiz bin âlemi, on sekiz bin gözle seyreden…
Kudsî hadiste, Allah (c.c.) buyuruyor ki,
«Göklere ve yerlere sığmam, lâkin bir Mü’min kulumun kalbine sığarım.»
Burada Mü’min’den maksat, kâmil insandır. Kalbe, gönle sığmaktan murat, o kalbin Hakk Cemâle ayna olmasıdır.
Resûlullah (s.a.v.): «Mü’min, Mü’min’in aynasıdır» buyuruyor.
Mü’min’den kasıt, kâmil insandır. Yâni, kâmil insan Hakk’ın aynasıdır. Her şey, birbirinin aynasıdır. Gayb âleminin aynası ceberut, ceberut’un aynası melekût, melekût’un aynası mülk âlemidir. Bunların hepsine ayna, kâmil insandır.
Kâmil insan, Allah-u Teâlâ’nın halifesidir. İnsanın özünde olmayan hiçbir mertebe yoktur. İnsanın ilâhi varlığı, kâinatı gösteren bir aynadır.
Şeyh Muhyiddîn-i Arabî (k.s.) diyor ki: «Bütün ağaçlar kalem olsa, bütün denizler mürekkep olsa, bütün insanlar, melekler, cinler de kâtip olsa, kâmil insanın hâllerini yazıp, bitiremezler.»
O mertebeye ulaşılırsa, işte o zaman Hakk’ın tecelligâhı olunur. Bu sebeple, bu mertebeye ulaşmak için tasavvuf (tarikât) yoluna girmek gerektiği muhakkaktır. İşte o zaman şeriat, tarikât, hakikât, mârifetullah ilimlerinden nasibdâr olunabilir.
İnsan-ı kâmilin büyüklüğünü ve üstünlüğünü şöylece anlatabiliriz. On sekiz bin âlemi bir havan içinde dövseler, hamur hâline gelse, terkibi insan-ı kâmil olur. Her âleme de, o âleme has gözle bakar. Yâni, duygu âlemini duygu gözüyle, akılla sezilenleri akıl gözüyle, mânâ âlemlerini de mânâ gözü ile seyreder. Anlatılan bütün âlemler, melekler, felekler insan-ı kâmilin kalbine konsa, orada zerre kadar ağırlık etmez.
Bayezid-i Bistâmî (k.s.a.) buyuruyor ki: «Arş ve ondakiler milyon kere büyüse ve bir ârifin kalbinde bir köşeye konsa, orada bir şeyin varlığını duymaz.»
İnsan-ı kâmilin gönlü öyle bir gönül ki, yerlere, göklere, Arş’a, Kürsî’ye sığmayan yüce Hakk’ın azamet ve celâlinin, cümle zât ve sıfatının tecelli yeridir.
Bayezid-i Bistâmî (k.s.a.), bu makama erince:
“Sevgiyi kadeh kadeh aldım,
Ne şarap bitti, ne ben kandım…”
Diyerek, kalbin mertebe ve genişliğini anlatmıştır. “Kalb aynam, ezelî ve ebedî Sevgilinin tecelli ve feyizlerine mazhar oldu. İlâhi feyizler geldikçe kalbim kabul ediyor. Ne geliş bitiyor, ne de kalbimin kabulü tükeniyor, tükenecek gibi de değil” demek istemektedir.
Böylelikle insan-ı kâmilin azametini ve derecesini anlatmaktadır.
Bir hadisi şerifte Peygamberimiz (s.a.v): «Nefsini bilen ancak Rabbisini bilir» buyuruyor.
İnsanın kendini bilerek, Hakk’ın tecelligâhı olması, kâmil derecesine ulaşması demektir.
İşte o kâmil mertebesi bulunursa, o zaman Hakk’ın tecelligâhı olunur ki, hangi yönden kendisine tecelli olunursa kabullenir.
Bu mertebeye ulaşmak kolay değildir. Ancak kâmil bir zât bulup, elini tutmakla ve ona hizmet etmekle mümkündür.
Hüner, insanı anlamaktadır. “Âlem, Âdem ile kemâl buldu. Hakk Teâlâ Azze ve Celle, ekmel sûrette ancak onda zâhir oldu” kelâmının gerçeğini görmek gerekir.
Evliyâullah ise; “Âlem; İnsan-ı Kebir’dir, o büyüklüğün sebebi sûret-i Rahman üzerine mahlûk olduğundandır” buyurarak, büyük ve küçük âlemin anlamını nakletmiştir.
Yine Allah (c.c.) dostları buyurmuştur ki:
“İnsandan önce âlem ruhsuz bir ceset idi. Âlem bir mânâya sırsız aynadır. Sûret-i ilâhiyenin mazharı olan Âdem’in vücudu, âlemin sırrı ve cilasıdır.”
Âdem’e Hakk Teâlâ’nın halifesi, nâibi denilmesinin sırrı: Cenâb-ı Hakk Azze ve Celle, Esmâ-i ilâhiyeyi Âdem’e teslim etmesidir. Sonra Âdem’e kendi ismini sormuştur. Âdem (a.s.): «Yâ Rabbi! Sen ne bildirirsen ben onu bilebilirim. Sen bir şeyi unutturmayı murat buyurur isen, ben onu nasıl bilebilirim?» demiştir.
Cenâb-ı Hakk, bu cevap üzerine, kulu Âdem’in hazineler muhafızı olmaya lâyık bir vücut olduğuna kanâat getirip ona Nâiblik, Halifelik tevcih buyurmuştur.
Âlemler insan için yaratılmıştır. İnsanın bedeni küçük âlem, ruhu ise, büyük âlemdir. İnsan bedenindeki ruh ne ise, âlemdeki insan da o dur. Yâni insan, âlemlerin ruhudur.
.
dergi.altinoluk.com › ... › 1996 › Temmuz - İslâm ve Değişim
"İnsan-ı kam
.İnsân-ı Kâmil
Prof. Dr. Hasan Kâmil Yılmaz
1996 - Temmuz, Sayı: 125, Sayfa: 031
"İnsan-ı kamil" kavramının tasavvufta, lügat anlamından farklı ve kapsamlı bir manası vardır. İnsanın Allah'ın yeryüzünde halifesi olrnası itibariyle, O'nun bütün isim ve sıfatlarına mazhar olan hazarat-ı hams ve meratib-i vücudu kendinde toplayan kişiye insan-ı kamil denir.
"İnsan-ı kamil" kavramı ilk devir süfîlerinde hemen rastlanmayan bir kavramdır. Ancak Hallac-ı Mansür (ö. 309/921): "Allah Adem'i kendi sûretinde yarattı." hadisinden yola çıkarak, Allah'ın kendi nefsinde, kendisi için tecellî ettiğini söylemiştir. Bu tecellî ile Allah, kendi isim ve sıfatlarının hepsini ihata eden suret vücuda getirmiştir. Hallac'ın bu anlayışı, daha sonra İbn Arabî (ö. 638/1240)'nin "insan-ı kamil" düşüncesine zemin hazırlamıştır.
İnsan-ı kamil fikri, varlık fikrinin devamıdır ve onunla alakalıdır. Nitekim İbn Arabî'ye göre kainat ilk önce ruhsuzdu. Tıpkı cilası vurulmamış bir ayna gibiydi. Adem bu cilasız aynanın cilası ve ruhu olmuştur. Ona göre insan, ilahî isim ve sıfatlarının, bütün kemallerini aksettiren cismi, büyük alemin cisminden küçük olsa bile, insan büyük alemin bütün hakikatlerini kendinde toplamaktadır, insan-ı kamil Allah'ın bütün isimlerini bilen tek varlıktır, insan-ı kamil, maddî ve manevî bütün kemal mertebelerini kapsamaktadır.
İnsan-ı kamil, Hz. Muhammed'dir. Ancak O'nun tarihî şahsiyeti değil, henüz Adem balçık halinde iken peygamber olan Muhammed'dir. Yani hakikat-i Muhammediyye'dir. İnsan-ı kamil, varlığın ve hilkatin gayesidir. Zira ilahî irade ancak onun vasıtasıyla tahakkuk edebilir. Eğer insan-ı kamil olmasa Allah bilinemezdi.
Aziz Nesefî (ö. 700/1300), ilk defa İnsan-ı kamil adlı Farsça bir eser kaleme almış, ardından Abdülkerim Cîlî (ö. 820/1417) aynı adlı eseriyle, bu konuda söylenebilecek olanları toparlamıştır. Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1194/1780)'da İnsaniyyet-i kamile adıyla bir eser yazmıştır.
Azizüddin Nesefî, "insan-ı kamil'i şerîat, tarîkat ve hakikatte tam olan insandır, diye tarif eder ve bunu şöyle açıklar: "Kamil insan, iyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgide tam olandır. Bu dört şeyi kemale erdiren kemale ulaşmış sayılır. Kamil insana birçok isimler verilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır: Şeyh, hadi, mehdî, airf, imam, halîfe ve sahib-i zaman. İnsan-ı kamil, cihanı gösteren ayna, ölüyü dirilten İsa, kuşların dilini bilen Süleyman gibi tasarruf sahibi, ab-ı hayatı içen Hızır gibidir. İnsan-ı kamil alemde daima vardır, birden fazla olmaz. Çünkü tüm mevcudatın bütünlüğü tek şahıstadır. İnsan-ı kamil için mülkte, melekütta ve ceberutta hiçbir şey örtülü ve gizli değildir. O eşyayı ve eşyanın hikmetini olduğu gibi bilir.1
İbn Arabi'nin yolunu izleyen Abdülkerim Cîlî de insan-ı kamil'in "hakikat-i Muhammediyye" olduğunu ifade eder. Ancak bu hakikat, her devirde zamana göre değişen isim ve suretlerde peygamber ve velî olarak zahir olur. Nitekim Aziz Mahmud Hüdayî'nin:
Ayinedir bu alem herşey Hakk ile kaim
Mir'at-ı Muhammed'den Allah görünür daim
beyti de bu düşüncenin ifadesidir, insan-ı kamil, varlığın hakikatlerine tekabül eder. Mesela O'nun kalbi arşa, inniyyeti (benliği) kürsüye, makamı sidre-i müntehaya, aklı kalem-i a'laya, nefsi levh-ı mahfuza, tabîatı anasır-ı erbaaya taalluk eder.
İnsan-ı kamil, ilahî tecellîlerin temsilcisi olduğu için onu tanımak Allah'ı tanımak demektir. Bu yüzden tasavvufî muhitlerde: "Kendini bilen Rabbını bilir" 2 hadisi yaygınlık kazanmıştır. Hacı Bayram Velî'nin şu kıt'ası bu anlamdadır.
Bilmek istersen seni-Can içre ara anı
Geç canından bul anı- Sen seni bil, sen seni
Tasavvufî telakkide her insan, insan-ı kamil olmaya adaydır. Çünkü insan, insan-ı kamil, olabilecek kabiliyetler taşır. Bu kabiliyetlerini tasavvufî terbiye "usüllerine göre geliştirenler, o makama erişebilir."
İbn Arabi'den sonra gelişip sistemleşen "insan-ı kamil düşüncesi, ondan sonraki sûfilerde belli bir şekilde ifade edilmiştir. Osmanlı döneminin büyük süfilerinden Aziz Mahmud Hüdayî (ö. 1038/1628) özellikle padişahlara yazdığı mektuplarında bu konuya yer vermiştir.
İnsan-ı kamil cümlenin ruhudur. Cümleyi cami olup cümlenin hakkını verendir. Halkta Hakk'ı, Hakk'ta halkı görendir, Hakk'ın da halkın da hukukuna eda şuûruna erendir.
MÜ'MİN-İ KAMİL
Tasavvufta "insan-ı kamil" kavramı genellikle Hz. Peygamber ve ona niyabeten kutub ve gavs için kullanılan bir kavramdır. "Mü'min-i kamil" kavramı ise "İnsan-ı kamil" kapsamının dışında kalan kemal ehli insanlar için de kullanılmaktadır. Böyleleri büyük günahlardan kendilerini koruyan, küçük günahları da bilerek yapmayan kimselerdir. Biz yazımızın bu bölümünde kamil bir mü'minin süfiyane özelliklerini arzetmeye çalışacağız.
Kamil mü'min denilince bütün kusur ve hatalardan arınmış, bir insan hatıra gelmemelidir, İslam'da la-yuhtilik (günahsızlık) ilkesi yoktur. Doğuştan gelen bir günah ve suçluluk da yoktur. insan elbette hata ve günahtan salim olamaz. Ama bununla birlikte kamil mü'min Kur'an'daki: "Sizi boşyere mi (abes) yarattığımızı sanıyorsunuz?"3 "İnsanoğlu başıboş salıverileceğini mi zannediyor?"4 ayetlerinde istifham-ı inkarî ile ifade edilen yaratılış sırrının cevabını: "Ben insanları ve cinleri bana kulluk etsinler diye yarattım"5 ayetinde bulmaktadır, insanın yaratılış gayesi kulluk olduğu için süfîler ubüdiyyet ile hürriyet arasında bir irtibat görürler. İnsanın yabancılaşma sonucu kulluktan uzaklaşmasıyla hürriyetten de kopacağını; köleliğe, nefse ve hevaya kulluğa yöneleceğini ifade ederler. Çünkü Allah Teala: "Nefsini tanrı edineni gördün mü?"6 buyurarak buna işaret etmektedir, insan Allah'a kul olduğu sürece hürdür, nefsinin esaretinden kurtulmuştur. Allah'a kulluktan uzaklaştığı sürece esirdir, nefsinin kölesidir. Kamil bir mü'minin Allah ile, insanlarla, dünya ve eşya ile ilişkilerindeki şu özelliklerine bakmak gerekir.
l. Allah ile İlişkilerinde
Kamil bir mü'mi'nin Allah ile ilişkilerindeki en önemli özelliği îman, îkan, ihsan, teslimiyet vetevekküldür.Îmanın iki boyutu vardır. Marifet ve muhabbet, yani Allah'ı önce esma ve sıfatlarıyla tanımak, ardından O'nun sayısız nîmet ve ihsanlarını görüp sevmektir. Bu sevgi sebebiyle O'na îkan ve ihsan duygusuyla bağlanıp görüyormuş gibi kulluk etmek, O'na güvenmek ve teslimolmaktır. O'ndan gelecek herşeye rıza göstermektir. Emirlerine boyun kesmektir.
Tevekkül ve teslimiyet Allah'a güvenmektir. Süfilere göre tevekkül Allah Rasulü'nün hali, elemeği ile geçinmek için çalışmak (iktisab), sünnetidir.
O'nun hali sünnetinden üstündür. Bu yüzden onlar, teslimiyyet ve tevekkül ile Hakk'a tefvîz-ı umur etme üzerinde dururlar.
Rıza, tabiattaki ilahî kanunlar hükmünü icra ederken itiraz etmemek, sızlanmamak, kulun Allah'dan Allah'ın kuldan razı olması demektir, işi kolaylıkla kabullenmek demektir. Nitekim Ebu Süleyman Daranî: "Kul nefsani arzulardan sıyrılınca Rabbından razı olur."der. Rabia Adeviyye: "Allah'ın nimeti kadar musibeti de kulu memnun edince rızanın gerçekleşeceğini" söyler.
Şükür, ihsanda bulunanın nimetini O'na boyun eğerek i'tiraf etmektir. Her nimetin şükrü kendi cinsinden olur. Şükür kulda itmi'nan meydana getirdiği gibi ni'metin artmasına da sebep olur. Nitekim Allah Teala: "Şükrederseniz nimetimi artırırım. Nankörlük ederseniz benim azabım çok şiddetlidir"7 buyurur.
Şükür dil, organlar ve kalb ile olur. Dille şükür, kulluk bilinciyle ni'meti ilahiyyeyi itirafıdır. Organlarla şükür, organları gösterilen istikamette kullanmaktır. Kalb ile şükür kalb gözüyle nimeti vereni görmektir. Ebü Osman Hîrî:"Şükür, şükürden aciz olduğunu idraktir." der.
Şükür ve rızayı sabır ile desteklemek gerekir. Sabır mü'minin önemli bir vasfıdır. Asr süresinde sabır, Allah'a îman ve salih amelden sonra tavsiye edilen bir ilkedir. Bu i'tibarla îmanda ve salih amelde kemal sabırla gerçekleşir.
Allah ile ilişkinin bir boyutunu model şahsiyet sayılan Hz. Peygamber ile ilişkiler teşkil etmektedir. Çünkü Allah Teala, sevgisine mazhar olmayı Peygamberini ittiba şartına bağlamış8. Peygamberin emrettiği herşeyi alıp uygulamayı; sakındırdığı herşeyden uzaklaşmayı emretmiş,9 Peygambere itaati kendine itaata denk saymıştır.10 Bu itibarla peygamberine îman ve ona gönülden bağlılık olmadan, Allah'a îmanda kemal gerçekleşmez. Peygambersiz bir dîn, rehbersiz bir dini hayat düşünülemez. Hz. Peygamber sevgisinin ve ona uymanın tedrici olarak gerçek-leşmesi için tasavvuf ma'nevî eğitimde mürşid mecburiyeti getirmişti.
II. İnsanlarla İlişkilerde
Kamil bir mü'minin insanlarla ilişkilerinde en önemli özelliği adalet ve ihsandır. Adalet hakkı gözeterek denge ile hareket etmek, ihsan ise ziyadesini yapmaktır. İnsanın çevresindeki insanlara karşı iyilik yapması, her türlü hayasızlık ve kötülükten uzaklaşması sosyal hayatın gereğidir."
"Üsve-i hasene" olan "model şahsiyet" Hz. Peygamber'in gösterdiği biçimde İslam'ın güzelliklerini edeble yaşamak gerekir. Edeb: Bütün hayır ve meziyetlerin toplamıdır. Utanılacak tavır ve davranışlardan uzak durmak demektir. Ebü-Hafs Haddad "Tasavvuf edebden ibarettir" derken bu sırra işaret etmiş, Mevlana: "Hayvan ile insan arasındaki fark edebdir." diyerek bu gerçeği vurgulamıştır. Nitekim şair de şöyle der:
Edeb bir taç imiş nür-i Huda'dan
Giy o tacı emin ol her beladan.
Edeb, güzel ahlaktır, îsardır, başkalarını kendine tercihtir. Feragat ve fedakarlıktır. En azından kendisi için istediğini başkaları için de istemek, kendisi için istemediğini başkaları için de istememektir. Bu, insanda sevgi doğuracak bir paylaşımdır.
Toplum içinde insanı ahlakî açıdan yaralayacak ve başkaları nezdinde küçültecek, dedikodu, gıybet, sü-i zann, nemime, iftira, istihza gibi ahlakî marazlardan uzak durmakdır. Kardeşlik duygularını zedeleyecek, birlik ve beraberliği bozacak tavırlardan kaçın-makdır.
Ahlakî kemale ermiş kişilerin islam toplumunda Hakk'ı tavsiye ve emr-i bilmaruf hizmetiyle de meşgul bulunmaları gerekir. Çünkü toplumda kötülüğün yayılmasını önlemek, en azından kötülüğe bulaşmamak kadar önemli bir görevdir. Kur'an'da islam toplumu için de böyle bir grubun bulunmasının emredilmiş olması bundandır.(12)
Ayrıca İslamla insan arasındaki engellerin kaldırılması demek olan "cihad" hizmeti; malî, bedeni ve fikri katkı bir îman borcudur.
III. Dünya ile İlişkilerinde
Mü'min-i kamil için dünya bir araçtır. Çoğu zaman insanı aldatmaya yönelik tuzakları eksik olmaz. Nitekim Kur'an'da bununla ilgili pek çok ayet vardır. "De ki: Dünya metaı azdır. Takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır."(13)
Dünyadan kurtulmanın yolu zühddür, yani dünyanın faniliğini düşünüp ona kapılmamaktır. Ayet-i kerimede:"Rabbının adını an ve herşeyi bırakıp O'na yönel!"(14) buyurulmaktadır. Hadîs-i şerifte de: "Dünya'dan zühd eder, yüz çevirirsen Allah seni sever. İnsanların elinde olandan yüzçevirdiğin takdirde insanlar tarafından sevilirsin."(15)
Dünya'ya karşı zahid olan ve zühd konusunda insanları uyarma meziyetine sahip kimselere sokulmak emredilmiştir. Çünkü dünya sevgisi sarî hastalık gibidir. Dünya sevdalılarının yanında bulunanlara bu hastalık bulaşır. Zühd dünya malından, şöhret ve süsünden yüz çevirmektir. Allah ile gani, Allah ile aziz olmaktır. Allah ile meşgul olmayı önleyen ne varsa kalpte ona yer vermemektir.
Terk-i dünya, terk-i ukba, terk-i hesti, terk-i terk, anlayışıyla dünyaya dalmamalı, ukbaya aldanmamalı, varlığa sevinmemeli, gönlü gerçek sahibine açmalıdır, "Mal içinde yüzse bile mal sevgisini gönlüne bulaştırmamalıdır.
Masiva şaibesinden dili tathire çalış
Pertev-i hikmet ü irfan ile tenvire alış
Masiva ile alakayı kesmek, dünyaya ve onun nimetlerine kıymet vermemek, insanlar arasında iken bile Hakk ile meşgul olmaktır.
Kamil mü'min herkes gibi umumi hayata karışacak, kendisinin, aile efradının ve başkalarının işlerini görmeye çalışacak ve Allah takdir etmişse zengin de olacak. Mal da can gibi emanettir. Emaneti en iyi biçimde kullanmak ise ibadettir.
Mal sahibi, mülk sahibi
Hani bunun ilk sahibi
Mal da yalan mülk de yalan
Var git biraz da sen oyalan
Dipnotlar:1) bk. Azizüddin Nesefî, İnsan-ı Kamil, trc. Mehmed Kanar, istanbul 1990, s. 14. Ayrıca krş. İbrahim Düzen, Aziz Nesefî'ye Göre Allah, Kainat ve İnsan, Ankara 1991, s. 213-223, 2) Keşfü'1-hafa, II, 262 (2532), 3) el-Mü'minün, 23/115, 4) el-Kıyame, 75/36, 5) ez-Zariyat, 51/56, 6) el-Furkan, 25/43, 7) İbrahim, 14/7, 8) ÂIü imran, 3/31, 9) el-Haşr, 59/7,10)en-Nisa, 4/80, 11) eh-NahI, 16/90, 12) ÂIü imran, 3/104, 13) en-Nisa, 4/77, 14) el-Müzzem-
.
www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster...
İnsan-ı Kamil Ahlakı ve Bediüzzaman. The Ethics of the Perfect Man and Bediüzzaman. Sadık YALSIZUÇA
.İnsan-ı Kamil Ahlakı ve Bediüzzaman
The Ethics of the Perfect Man and Bediüzzaman
Sadık YALSIZUÇANLAR
Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur'an'ın yedi anlam katı mevcuttur. (Bazı bilgeler, Kur'an'ın manasının sonsuz olduğunu da söyler. 'Denizler mürekkep, ağaçlar kalem olsaydı Rabb'inin sözleri yazmakla tükenmezdi' ilahi haberinden hareketle, Kur'an'ın sonsuz bir anlam denizi olduğunu belirtirler). Yedinci anlam düzeyi sadece Allah'ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun yolu ise, yine Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in emrettiği nefisle mücahede, riyazet ve tezkiye ile açılır. Tevil ya da tefsir, manevi bir mertebe, bir makam1 gerektirir. Allah kelamının batıni zenginliklerine ulaşabilmek için, insanın manevi bir gezi (seyr-i süluk) gerçekleştirmiş olması gerekir. İnsandan amaç, halifedir, bu ise, insan-ı kamildir.2 Buna, kimi arifler, abd-i külli de derler. İnsan-ı kamil, kainatın minyatür halidir. Onda, İlahi isimlerin tümü tecelli eder. Bir başka kavle göre, insan-ı kamil, Kur'an'dır, Kur'an'ın kardeşidir. Kamil insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, O'nun mahlukatına merhamet ve şefkatle muamele eder; Allah'tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir, yeryüzünü korur, Allah'ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi için manevi bir seyahat, bir miraç yaşaması gerekir.3Bu manevi seyahatin başlangıcını zühd oluşturur. 'Kötülüğü emreden nefsin tezkiyesi, ancak sürekli ve kararlı bir ibadetle gerçekleşebilir. Bu bakımdan İslam'ın başlangıç günlerinden itibaren, mükemmel bir model olarak Hz. Muhammed'in (asm) zühd ve takvası, nefisle mücahede yöntemleri, tevekkülü, başkasının derdiyle dertlenmesi, sürekli Rabb'inin huzurunda bulunmanın gerektirdiği adap ve esaslar, sonraki yüzyıllarda oldukça sadık izleyiciler bulmuştur. Özellikle bir ilim ve belagat merkezi olan Basra ve Kufe, aynı zamanda zühd hareketinin de bereketli bir çevresine tanıklık eder. İnsanın kul olarak alçakgönüllü bir hayat sürmesi, eylem ve düşüncelerinde tam bir uyum içinde olması, sabır ve şükür ehli bulunması, bir bakıma, kamil bir veli ve nebi olarak Hz. Peygamber'in bıraktığı mirasa varislik edenleri işaret eder. Bunlar, 'Allah dostu/veli' olarak anılmışlardır ki, en yetkin örneklerine Sahabiler arasında tanık oluruz. Adı aynı zamanda manevi bir makama özel isim olmuş olan Üveysü'l-Karani, bunların en kamil örneklerindendir. O, bir anlamda, kendisini insanlardan yitirmesiyle, sonradan Melametiyye biçiminde adlandırılacak olan bir damara da kaynaklık eder. Arif4 kendisine Hz. Peygamber'in yaşamını örnek edinir. O, daima, Allah'ın külli iradesine bağlı, nefsin tutku ve arzularından arınmış, marifet ve tefekkür dolu bir hayatın sahibidir. Sufi, bu uhrevi ilkeleri esas alarak yola koyulur. Nefsini tezkiye edene ve marifet nurlarına müheyya bir hale gelene kadar bu yolda yürür. Bu yolun nihayeti yoktur. Gerçi arifler, 'tevhid' makamının, manevi seyahatte, varılabilecek en üst düzey olduğunu söylerler; ama Allah'ın mutlak ve sonsuz varlığında tam olarak gaybubet etmenin nihayeti olamaz. Erken dönem zahitlerinin ilginç bir örneği olarak görülebilecek olan Hasan el-Basri'nin şu ifadeleri, sufiyi bize net bir biçimde tanımlar niteliktedir: 'Bu dünyanın tüm çekiciliklerine dikkat et. Bir yılan gibi dokunuşta yumuşak, ama zehri öldürücüdür. Onda bir zevk buldun ise, hemen terk et, çünkü, ondan çok azı, sana yol arkadaşlığı edecektir. Dünyanın hali birdenbire değişir. Sen, değişene, kalıcı olmayana, sana sadık yoldaşlık etmeyene sakın kalbini bağlama.' Bir anlamda zühdü de tanımlayan bu ifadeler, O'nun bir mektubundan alınmıştır. Basra, Hasan gibi daha pek çok zahide ev sahipliği yapmıştır. Fakr ve istiğna vadisinin yıldızlarından biri olan Rabiatu'l-Adeviyye5 bunlardandır. Keza erken dönemin iki önemli velisini, Cüneyd-i Bağdadi ile Hallac-ı Mansur'u anmamız gerekmektedir. El-Muhasibi'nin6 öğrencisi olan Cüneyd-i Bağdadi, 'Yolun Şeyhi' olarak da anılır ve nazari irfan tarihi açısından önemle kaydedilmesi gereken bir kişiliktir. İrfani tefekkürün doruğundadır ve onun nazari bir yapıya kavuşmasında risaleleri ve mektuplarıyla etkili olmuştur. O'nun geniş vizyonu, İslam irfanının, 'nesnel' dile kavuşmasını sağlamıştır. Gerçi sufi sözlüğünün tedvini ve zenginleştirilmesi, daha çok İbn Arabi'ye nasip olacaktır; ama tüm bu şahsiyetler, Hz. Şeyh-i Ekber'in doğumuna zemin hazırlamıştır, denilebilir. Erdem ve ahlak vadisinin yıldızları saymakla bitmez. Ama Geylani ve İmam-ı Rabbani'yi özellikle anmamız gerekir. Biri, bütün irfani ve ahlaki öğretilerin yolunun mutlaka kendisine uğradığı bir kavşaktır; diğeri ise adından da anlaşılacağı üzere Rabbani bir alimdir.
Çağımızda ise, 'kamil insan'ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursi'yi görürüz.
Bediüzzaman'ın ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde, insan-ı kamil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır. Ahlak, hüsün-ihsan ve hakikat formülasyonu gözetilmeksizin sağlıklı bir zeminde konuşulamaz. Güzellik, iyiliğin; iyilik, gerçekliğin iç boyutudur. Güzel olan iyidir, iyi olan gerçektir. Bu anlamda, ahlakın kaynağının İlahi Hakikat olduğunu söyleyebiliriz. Bediüzzaman'ın güzel ahlaka ilişkin düşünceleri, bu formülasyona uyar. O, 'güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderilmiş olan' Nebi'nin (asm), kamil bir varisidir. Dolayısıyla, O'nun nuru üzerinden, İlahi niteliklerle ilişki kurulacağı görüşündedir. İnsan, Rahman sureti üzere yaratılmıştır. Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Arapça'da ed-dünya, bizim yaşadığımız 'aşağı alem' için kullanılır. El-alem ise, yüce alemleri ifade eder. İkisinin de sözlük anlamı dünya'dır; ama biri arzi diğeri semavi alemi ima eder. Semavi alem arzi alemi kuşatmıştır. İnsan, fıtratı itibariyle mükerremdir. Gözleri semadadır. Ruhu semadan inmiştir. Ruhun mekaneti, semadır. İnsan, Allah'ın nitelikleriyle donatılmıştır. Merhamet, şefkat, muhabbet, adalet, ahlak, hikmet, tedbir, basar, sem vs. gibi nitelikleri itibariyle insan Rahmani bir doğaya sahiptir. Fakat yaşamın sınav olmasından dolayı, insanda negatif ve pozitif kutuplar bulunur. Ya İlahi boyutunu korur veya ihanet eder. Nebiler ve onların kamil varisleri olan insan-ı kamil'ler, 'güzel ahlak'ın korunmasında, insanın fıtratını muhafaza etmesinde görevlendirilmişlerdir. İnsan-ı kamil için 'veted' (sütun) tabirinin kullanılması da bundandır. Kamil insan, varoluşun sütunudur. Dünyayı ve içindekilerin doğasını koruma ödevini yüklenmiştir. Emanet'ten kasıt da gerçekte budur. İnsana yüklenmiş olan sorumluluk, hangi manevi düzeyde seyrederse etsin, doğasına, asli tabiatına ihanet etmeksizin yaşamaktır. Ahlak dendiği zaman, insanın fıtratına sadakatini ilgilendiren bir atıflar dünyasından söz edilmiş olur. Bediüzzaman'ın, 'iman insanı insan eder, belki de insanı sultan eder' sözü bunun çarpıcı bir ifadesi olarak okunmalıdır. Sultan'dan kasıt halifedir ve kamil insandır. 'Kamil insan'ın en yetkin örneği olarak Efendimiz'e (asm), onun yaşamına bakıldığında ahlak'ın tanımına ilişkin sarih bir alana geçmiş olacağız. Hz. Ayşe validemize sorulduğunda, 'O, nasıl, ahlakı nasıldı?' diye, şöyle cevap vermişti: "O'nun ahlakı Kur'an'dı." Burada Efendimiz'in Kur'an'la özdeşleştirilmesi, Kur'an'ın, hüsün-ihsan ve hakikatten ibaret oluşuyla da ilgilidir. O, elçidir. kamil insandır. İnsanların en erdemlisi ve ahlaklısıdır. O, bir bakıma Kur'an'dır, Kur'an'ın kendisidir, Kur'an'ın kardeşidir. Bediüzzaman'ın eserlerinde atıfta bulunduğu el-İnsanu'l-Kamil adlı eserinde Abdulkerim Cili, bunu ayrıntılı biçimde açıklar.
Kur'an, bize, "her şey yok olucudur, (O'na bakan/O'nun vechi) müstesna" der. Bu, esasında, tevhid (birlik) ilkesinin de kaynağını oluşturur. Arifler, varlık unvanını Cenab-ı Hakk'a layık görür, varolana bir unvan olarak yakıştırmazlar. Varolan, gerçekte Esma ve Sıfat'ın tecellisidir. Bu, bir görünüm, bir belirmedir. Tıpkı denizin dalgaları gibi. Dalga, denizden ayrı bir varlık değildir, onun bir halidir. Tüm yaratılmışlar da, Allah'ın mutlak varlığından 'taşan' bir haldir. Bu anlamda, varolanların, Allah'ın Esma ve Sıfat'ının tecellisi olduğu söylenir. Tecelli ile aynı kökten gelen bir sözcük olarak 'cilve'nin anlamı, 'gerdek gecesi, gelinin, yüzünü açması'dır. Bu, bize varlığın, Allah'ın 'açılması' olduğunu ihsas eder.7 Esma ve Sıfat'ın tecellisi, bir bakıma, varlığın açılmasıyla, yani cilvesiyle gerçekleşmektedir. Bu ise, kaf ve nun arasında ortaya çıkmaktadır. Bu yüzden kimi arifler8 varlığın hazinelerinin anahtarının, 'kaf ile nun arasında' olduğunu belirtirler. Yani 'kün' emriyle varlığın arketipleri yaratılmaktadır -ki bunlara ayan-ı sabite denir- bu, zaman ve mekan ötesi bir varlık alanını işaret eder. Varlığın harici vücut giymesi ise, Esma ve Sıfat'ın tecellisiyle gerçekleşir. Varlığın vücuda gelmesi sürecinde görev alan 'sebepler'in, tenteneli bir perde olduğunu belirten Bediüzzaman, diğer arif-i billahlar gibi, Allah'ın, kendisiyle varlık arasına yetmiş bin zulmani ve nurani perde koyduğunu söyler. İbn Arabi hazretlerine göre, bu perdeler, nebilerin ve velilerin gözlerinden giderilmiştir. Hz. Ali'ye izafe edilen bir söz şöyledir: "Perde-yi gayb açılsa, yakinim ziyadeleşmeyecek." Marifet ilminin kapısı olan Hz. Ali, bu sözüyle, gözünden bu perdelerin giderilmiş olduğunu örtük biçimde ifade etmektedir.
Bu, bize ahlakın kaynağını ve kurucu ilkesini de verir. Allah'a görür gibi inanmak ve ibadet etmekle insan ihsan düzeyine erişir. İhsan, kulun amellerinde Allah'ın rızasından gayrısını gözetmemesidir.
Bediüzzaman için bu son derece önemlidir.
Bu sırra sıkı biçimde bağlandığı için, kimseden hediye, zekat ve yardım almaz. İlahi Hakikat'in hatırını her hatırın üzerinde tutar. İlahi hakikatlerin resmi bir biçimde ve ücret karşılığında ders verilmesini sakıncalı görür.
Allah rızası için sever, Allah rızası için yapar, Allah rızası için konuşur veya susar.
Bu ahlaki ilke, esasında bütün Nebilerin ve onların kamil varislerinin ortak niteliğidir.
Hıllet ve isar hasletleri kamil insanın nitelikleridir.
Bediüzzaman'a göre, ihlas tevhidin başı ve sonudur. Tevhid (İlahi birlik ilkesi) ihlasla başlar ve onunla biter.
"Amelinizde rıza-yı İlahi olmalı, O razı olduktan ve kabul ettikten sonra bütün dünya küsse ehemmiyeti yok" ifadesi, ahlakın batıni, kişinin kendi dünyasına bakan yönünü ifade eder. İnsanın kendisiyle ilişkisinde geçerli olan bu ahlaki ilke, esas itibariyle ötekiyle olan ilişkisine de zemin oluşturacaktır.
İlahi hakikati önceleyen bir insan, ötekiyle ilişkilerinde adalet, merhamet ve muhabbet üzere olacak fakat hakikatin hatırını koruma konusunda da duyarlı davranacaktır.
Adil olmak, Allah'ın mutlak adalet ilkesiyle davranmak, demektir.
Merhametli olmak, Allah'ın dünyada Rahman, ahirette Rahim sıfatıyla tecelli edişine bağlı olarak, insanın da dünyada merhametli, ahirette şefkatli oluşunu zorunlu kılar.
Fakat burada yine ahlaki bir sınırlayıcı ilke olarak şu karşımıza çıkar: Allah'ın merhametinden fazla merhamet edilmez. Kendisine merhamet etmeyene merhamet edilmez.
Bu, manevi doğasına, fıtratına ihanet eden, bir bakıma kendisine kıyan bir insana karşı İlahi sınırlar içerisinde gerçekleşmek zorundadır.
Arif, manevi miracını yaşarken, dünya varlığından soyunmanın ilk adımı olarak, üzerinde herhangi bir dünyevi mal bırakmamalıdır. Tövbe kapısına bu halde yanaşan sufi, adına zühd denilen ve İslam'ın 'ibadat' kısmını oluşturan amel-i salihalara titiz bir biçimde uymak olan bir yola girecektir. Zühd ve takva, sufinin nefsiyle mücahedede bulunması zorunlu bir sürece, bir hale işaret eder. Olgun bir yakine ulaşmak ve müşahedelere hazır hale gelmek için bu zorunludur. Farzların yanı sıra, insanı Allah'a yakınlaştıran nafileler de sufinin dikkatli ve duyarlı bir biçimde uyması gereken ibadetler cümlesindendir. Huşu ve huzur hali, havf ve recayla gerçekleşecektir. Burada zikr ve virdler, halvet ve uzletler, sabır ve şükürler, sufiyi, 'ubudiyet' hakikatine doğru yüceltecektir. Ubudiyet, kulluğun çeşitli belirtilerini ifade etmede kullanılır. Bu halin, sufide sürekli galebesi, artık onun rıza makamına doğru yol aldığını gösterir. Bu yolda, istikamet üzere olmanın şartı, ihlastır. Bediüzzaman'ın ısrarla üzerinde durduğu ve adına bir risale kaleme aldığı ihlas, kulun, her şeyde, samimi bir biçimde Hakkın rızasını gözetmesi halidir. Bu, Melamilerde olduğu gibi, sufinin, dünyaya gelirkenki saf ve yalın haline dönmesini sonuç verecektir. Saf ve katışıksız bir kul olma durumu sufiyi, ferasete, cud ve sehaya, gayrete, fakra, sefere, sohbete, muhabbete, aşka, şevke ve marifete ulaştıracaktır. Marifetin nihai düzeyi, tevhiddir.
Risale-i Nur, Bediüzzaman'ın manevi tecrübesinin ürünüdür. Biz, bu metinlerin ardındaki tecrübelerden habersiziz. Ne ki, elimizdeki metinlerin gramerinden, sözlüğünden ve anlattıklarından o deneyimleri kısmen okuyabiliyoruz. Bu anlamda, Bediüzzaman'ın, manevi bir geziyi, tevhidin nihai noktasına değin gerçekleştirdiğini görüyoruz. O'nun nihai bir yakine ulaşmış olduğunu özellikle Ayetü'l-Kübra ve El-Hüccetü'l-Zehra metinleri yeterince açıklıyor. Her iki metinde de, bir gezi, bir seyr ve seyahat yapılıyor, basamaklarla çeşitli mertebelere çıkılıyor, mirac tamamlanınca da, menzillere uğranılarak iniliyor. Buradaki anlatımlar, İbn Arabi'nin vakıalarında ve bu vakıaların meyvesi olan metinlerde görüldüğü üzere, saf bir ilhamla edinilen marifetin gerektirdiği bir gramerle yapılıyor. Istılahlar ise, çoğunlukla Kur'an ve hadislerde geçen ve ulaşılan manevi makamları, ona ulaşma süreçlerini konu edinen kavramlar olarak karşımıza çıkıyor. Biz, bu manada, Bediüzzaman'ın, tümüyle irfani gelenek içerisinde yer aldığını iddia ediyoruz. Risale-i Nur Külliyatı, bu iddiamızı besleyen çok sayıda delil barındırıyor. Bu bağlamda ilk olarak, Yedinci Şua'da yer alan ve Bediüzzaman'ın 'magnum opus'u sayılan Ayetü'l-Kübra'yı9 gözden geçirmemiz yerinde olacaktır.
Risale, "kainattan Halık'ını soran bir seyyahın müşahedatıdır" altbaşlığıyla açılıyor. Bir seyyahın, Halık'ına doğru yaptığı gezide ulaştığı 'müşahede'leri okuyacağız, demek ki. Buradaki seyyahın, Bediüzzaman'ın kendisi olduğu söylenmelidir. Bu, dile dönüşürken, Cüneyd-i Bağdadi'de (ra) gördüğümüz üzere, 'nesnel' bir niteliğe bürünüyor. Oysa, Bediüzzaman, burada, tümüyle kendi tecrübesini anlatmaktadır. Müşahede kelimesine daha önce birkaç kez değinmiştik. Aynı kökten gelen meşhed kelimesi, 'müşahede yeri' anlamına gelir. Şuhutla da kökteştir ve manen görmek demektir. Burada gözle değil, 'gönül gözü'yle gerçekleşen bir görüş söz konusudur. Müşahedenin dilimizdeki tam karşılığı, 'görünme'dir. Bu durumda, müşahedeye mazhar olan kimse, Allah'ın meşhetlerinde (tecelli ettiği yerlerde) 'hayalen' bulunmuş demektir. Bu yönüyle, Ayetü'l-Kübra, Allah'ın Kendisini açığa vurduğu, (mazhar) göründüğü (manzar),10 açtığı (mütecella fih) yerlerde yapılan gezideki müşahedeler toplamıdır. Zaten Risale, İsra suresindeki şu ayetlerle başlar: "Yedi gökle yer ve onların içindekiler O'nu tesbih eder. Hiçbir şey yoktur ki, O'nu övüp, O'nu tesbih etmesin." Allah'ı tesbih eden varlıklarda yapılacak olan geziyi yapmak üzere, 'dünya misafirhanesi'ne gelen yolcu, gözünü (basar) açıp baktıkça görür ki, (basiret) "gayet keremkarane bir ziyafetgah ve gayet sanatkarane bir teşhirgah ve gayet haşmetkarane bir ordugah ve talimgah ve gayet hayretkarane ve şevk-engizane bir seyrangah ve temaşagah ve gayet manidarane ve hikmetperverane bir mütalaagah olan bu güzel misafirhanenin sahibini ve kitab-ı kebirin müellifini ve bu muhteşem memleketin sultanını tanımak ve bilmek için şiddetle merak ederken..."11 Metne daha yakından bakalım: Kainat büyük bir kitaptır. Yeryüzünde, 'Kerem' tecelli etmektedir. Kitabın kelimeleri olan sanatlı varlıklar, teşhir edilmekte, 'hayret'li bakışlara sunulmaktadır; bu 'temaşa'yı yapanlara, 'şevk' vermektedir. Kainat manalı ve hikmetli bir okuma yeridir vs. Istılahlara baktığımızda, Bediüzzaman'ın, gezisine başlarken, 'hayret'i kuşanmış, varlık kitabını okumaya hazır, 'şevk' makamına ulaşmış ve varlığı temaşa disiplinini kazanmış olarak görürüz. Yolcu, ilkin yüzü nur yıldızlarıyla süslenmiş göğe bakar. Bu, ilk semadır. Yolculuğun da ilk makamının ilk mertebesini işaret eder. Zaten metnin ilk meyvesinin 'tesbih'inde, 'birinci makamın birinci mertebesinde' denmektedir. Yolcu adımını ilk basamağa atarken, 'Halık'ın varlığının, göğün varlığından daha zahir' olduğunu görür. Zahir, zuhur etmiş olandır. Birinci adımda yolcu, Allah'ın semada gördüklerinden daha açık biçimde zuhur etmiş olduğunu fark edecektir. İkinci adımda, semada gezen bulutlara çıkılır. Yolcu bakar ve göğün, "bana bak, merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin" seslenişini duyar. Yolcu, buluttan sonra rüzgarın, ardından yağmurun hakikatini görür ve gözünü (basiret) onlardan çekerek aklına bakar, mütalaasını, "...Ve rüzgarları sevk etmesinde ve gökle yer arasında, Allah'ın emrine boyun eğmiş bulutlarda..." (Bakara, 2:164) ayetiyle taçlandırır. Yağmura bakarken, damlaları sayısınca 'rahmet' ve 'hikmet' müşahede eder. Buradan, suyun hakikatine ulaşır. 'Hayatı sudan yarattık' ayetinin sırrına erer. Bu, sufilere göre, yüz makamdan on yedincisine tekabül eder. Bu manevi aşamaya ulaşanlar, yani suyun gerçeğine erenler, üzerinde yürüyebilirler. Yolcu, bulutun, rüzgarın ve yağmurun Allah'a ilişkin 'yüksek şehadetini' müşahede ettikten sonra, ikinci mertebeye geçer. Burada, yağmurun indiği ve rüzgarın üzerinde estiği arza bakacaktır. Yeryüzü seslenir, "gel" der, "ben, sana, aradığını tanıtacağım. Gel ve sayfalarımı oku." Yolcu, bu kez, kainat kitabının arz sayfasını mütalaaya başlar. Varlıkların çeşitli türlerinde ve örneklerinde gezisini sürdürür. Üçüncü mertebeye geçer. Okumaları ilerledikçe, yolcunun 'manevi terakkiyatının miftahı olan marifeti' artmaktadır. Dördüncü mertebeye ilerlerken, denizleri, gölleri ve nehirleri okur. Onların Allah'a dair şahitliğini mütalaa ettikten sonra, birinci 'makam'ın, dördüncü 'mertebe'sine erişir. Burada, kitabın dağ ve sahralardan oluşan sayfalarını mütalaaya başlar. "Dağları direk yapmadık mı?" (Nebe, 78:7) ve "Yeryüzünde dağları sabit kıldık" (Hicr, 15:19) ayetlerini, dağlardan ve sahralardan okur. Beşinci mertebe, bitkiler (nebatat) alemine taşır onu. Altıncı mertebe, hayvanlar alemine çağırır. Yedinci mertebede, varlıkların mütalaası bitmiş, kainat kitabının sayfaları kapanmıştır. Bu düzeyde, yolcu, kainattaki varlıkların Allah'a dair 'aşikar şehadeti'ni tümüyle okumuş; tekvini şeriattan, tenzili olana geçerek, tüm Allah elçilerinin getirdiği vahiylere yönelmiştir. Kainatı ve Halık'ını bize tarif eden Peygamberlerin getirdiği vahyi okur. 'Nev-i beşerin en nurani ve en mükemmeli olan Allah Elçileri çağırır yolcuyu meclise. Burada, yeni bir müşahedeye mazhar olan yolcu, o 'nurani meclis'e girer ve önce, 'geçmiş zamanın menziline' bakar. Burada 'menzil' kelimesi, iki anlamda kullanılmıştır. İlki, bir yer ve mekan belirtir ve geçmiş peygamberlerin vahye mazhar oldukları mekanlara ve şeriatlara atıfta bulunur. İkincisi, 'zuhurun mertebeleri', 'cennetin dereceleri' ve/veya, "Allah'ın sana doğru indiği ve senin Allah'a doğru indiğin yer" anlamındadır.12 Yolcu, o 'nurani medresede diz çöküp, nebilerin şahitliklerini dinler. Sekizinci mertebede, nebilerin meclisinden ayrılarak alimlerinkine girer. Alim, nebinin varisidir. Allah, Alim'dir ve ilim, vahdet bilgisinde vahiyden sonraki sırayı işgal eder. Alimlerin tevhid konusundaki 'ittifak'ını 'müşahede' eden yolcu, bu kez, melekler alemine girer. "Nur-ı imanı parlar" ve "zeminden göklere çıkar." Bu yükselişten sonra, yolcu, seyrini sürdürerek, 'münevver akılların, selim ve nurani kalplerin' sahiplerinin menziline uğrar. Onların da Halık'a olan 'müncezibane keşfiyat ve müşahedatlarını' mütalaa ettikten sonra, birinci makamın on üçüncü mertebesinde, bu defa, 'alem-i gayb'a bakar. Vahiylerin hakikatinin, gayb alemlerinin her tarafında hükmettiğini müşahede eder. Nihayet, 'kainatı bize tarif eden üç külli muarriften biri olan Hz. Peygamber'e (asm) doğru yükselir. Yirmi Sekizinci Lem'a'da da belirttiği üzere, burada, "menzili şenlendiren ve ünsiyetlendiren ve nurlandıran şahsiyet-i maneviye-i Muhammediye'yi (asm) müşahade eder." O'nun Allah'a olan şehadetini de okur, böylece, birinci makamın, on altıncı mertebesine ulaşmış olur. Alemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed'in (asm) şahitliğini dinledikten sonra, O'nun getirdiği vahye yönelir. Kainat kitabını okuyan ve 'üç külli muarrif'ten bir diğeri olan Kur'an-ı Mu'cizi'l-Beyan'a kulak verir. Onun sırlarına muttali olur. Kur'an'da yapılan bu soluk kesici gezinin ardından yolcu, birinci makamın on yedinci mertebesine yücelmiştir. Bu durakta, kendi nefsine şöyle der: "İmanın hadsiz mertebelerinden bir mertebe daha kazanmak için kainatın heyet-i mecmuasına müracaat edip, o ne diyor, dinlemeliyiz, erkanından ve eczasından aldığımız dersleri tekmil ve tenvir etmeliyiz."13 Kainatın çeşitli varlıklarını, cüzlerini ve parçalarını ayrı ayrı mütalaa eden yolcu, bu itkanını güçlendirmek üzere, bu kez, parçadan bütüne geçecek ve tüm varlığı bir kül halinde idrak edecektir. Burada, ara basamaklara işaret eden 'hakikat'ler sıralanır. On sekizinci mertebede Bediüzzaman, yolcunun büründüğü hali ve makamı şöyle niteler: "Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın Yaratıcı'sını arayan ve on sekiz mertebeden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen, bir mirac-ı imani ile gaibane marifetten, hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu..."14 Bediüzzaman, yolcunun imani miracını tamamladığını, hakikatin en yüksek göğüne yüceldiğini, tevhid mertebelerini tümüyle geçmiş olduğunu, yakinde nihai düzeye ulaştığını ve 'muhataba makamı'na eriştiğini belirtiyor. Ayetü'l-Kübra'ya konu olan yolcu, böylece, Ef'al, Esma, Sıfat, Ehadiyyet ve Samediyyet gibi sınırlardan geçerek, Allah'ın Zat'ına ulaşmış oluyor. Bu, 'büyük miraç'ta, sidretü'l-münteha olarak adlandırılır. Buradan ötesi, Zat alemidir ve insanın idrak sınırlarının ötesindedir. Allah, kendisini Allah olarak vaz'ettiği düzeyin de ötesindedir çünkü. 'Muhataba makamı'nda, doğrudan Zat'a seslenen yolcu, ulaştığı idrak düzeyinden, kainatın, Peygamberlerin, meleklerin, alimlerin, velilerin, Hz. Peygamber'in ve Kur'an'ın O'na olan şahitliğini Zat-ı Akdes'e arz eder. Böylece birinci makam, fark-ı evvel ile birlikte, on dokuzuncu mertebede15 son bulur. Yolcu, imani miracını bitirmiştir, ama gezi tümüyle sona ermemiştir. Bu kez, oradan yeniden mahlukata iniş ve ulaşılan tevhid nurlarının tebliği söz konusu olacaktır. Buna sufi sözlüğünde, fark-ı sani denir. Gezinin nihayetinde, Bediüzzaman bir 'ihtar'da bulunur: "Geçen, ikinci makamın, birinci babının, on dokuz adet mertebelerin şehadet ettikleri hakikatlerin her birisi, tahakkuklarıyla ve vücutlarıyla vücub-ı vücuda delalet ettikleri gibi, ihataları ile dahi vahdete ve ehadiyete delalet ederler. Fakat, başta, sarihan vücudu ispat ettikleri cihetle, vücub-ı vücudun delilleri sayılmış. İkinci makamın ikinci babı ise, başta ve sarahatle vahdet -ve içinde vücudu- ispat ettiği haysiyetiyle, tevhid bürhanları denilir. Yoksa her ikisi, her ikisini ispat eder. Farklarına işaret için, Birinci Bap'ta, "...hakikatinin azamet-i ihatasının şehadetiyle...", İkinci Bap'ta, "...hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle..." fıkraları tekrar ediliyor. Bu ayrıntı bize, (birinde 'şehadet', diğerinde 'müşahede'nin kullanılması) yücelişten sonraki inişte, İlahi azametin katlarını müşahede etmiş olan yolcunun, bunun meyvelerini aktaracağını göstermektedir. İkinci bapta, bu anlamda, dünya misafiri, aklını da alarak yola çıkar. Ve ilk 'menzil'de, 'kainatı kuşatan dört hakikat-ı kudsiyeyi' görür: Uluhiyyet-i Mutlaka, Rububiyyet-i Mutlaka, Kemalat ve Hakimiyyet. Bu iniş gezisinde ikinci aşamada, Fettahiyet, Rahmaniyet, Müdebbiriyet, Rahimiyet ve Rezzakiyet hakikatleri anlatılacaktır. El-Hüccetü'l-Zehra16 risalesinde de 'tevhid bürhanları' benzer bir gezi ve ıstılahlarla anlatılmaktadır. Bediüzzaman'ın manevi hayatının üçüncü ve son evresinin bir meyvesi olan bu risale de 'iki makam'dan oluşur. Birinci makamda 'kelam-ı tevhid'in on bir müjdesi ve on bir hücceti aktarılır. Hüccetlerin her biri, 'kelime' alt başlığıyla anlatılır. Kelime ile, bir varlığa ve onun hakikatine işaret edilmektedir. Risalenin üçüncü kısmının girişinde ilginç bir ifade göze çarpar: "Namazdaki Fatiha'nın manevi emriyle, 'Allah'tan başka hiçbir ilahın olmadığına şehadet ederim'in feyziyle, ikinci kısım yazıldığı gibi, namazdaki teşehüdde dahi, 've Muhammed'in (asm) Allah'ın resulü olduğuna şehadet ederim' cümlesinin diliyle, manevi ihtarıyla ve Fetih suresinin ahirinde, 'bütün dinlere üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet ve hak din için gönderen O'dur. Buna şahit olarak Allah yeter. Muhammed, Allah'ın resulüdür. Onunla beraber olanlar da, kafirlere karşı şiddetli, kendi aralarında ise, pek merhametlidirler' beş mucize-yi gaybiyyeyi gösteren büyük ayetin nuruyla dersin üçüncü kısmını yazmaya, şimdi beyanına iznim olmayan üç sebep için mecbur oldum."17
Bediüzzaman, risalenin ikinci kısmını, 'Fatihanın manevi emriyle' yazdığını söyler. (Bu, bize, İbn Arabi'nin, 'her surenin bir ruhu olduğu'na ilişkin yorumunu hatırlatıyor. Şeyh-i Ekber'in ilk kadın mürşitlerinden el-Müsenna'nın emrine Fatiha suresinin verildiğini söyler. Ayrıca, bir vakıasında, kendisine Şuara suresi bağışlanır. Ve sözlerinin tüm Doğu ve Batı'yı kuşatacağını anlar. Keza, İbn Arabi'ye hakikati ve ruhu bahşedilen bir başka sure, İlhas'tır. Bir diğeri, Fatiha'dır.) Fetih suresinin 28 ve 29. ayetlerinde ise, Bediüzzaman, 'beş gaybi mucize' gördüğünü belirtiyor. Bu, risalenin birinci makamının ilk iki kısmında ulaştığı mertebeden sonra kendisine açılan bir sır olsa gerektir. İkinci Kısım'da, 'Fatiha'nın manevi emri'nin yanı sıra, kelime-yi şehadetin ikinci bölümünün 'dili'yle ve 'ihtar'ıyla yazılmıştır. Birinci İşaret'te, 'bu kainat sahibinin rububiyetinin tezahürüne, sermedi uluhiyetine ve nihayetsiz ihsanlarına', 'külli bir ubudiyet'le mukabele eden Hz. Muhammed (asm)'ın varlığının, 'güneşin lüzumu' gibi zorunlu olduğu belirtilir. Bu girişten anlaşılacağı üzere, bir 'abd-i külli' (insan-ı kamil) olarak Hz. Peygamber'den (asm) bahisle, insanın, Allah'ın rububiyetine karşı nasıl ubudiyetle mukabele edeceği anlatılacaktır. İkinci işaretin başında ise, 'vird'inden söz eder. Bu hususa daha önce birkaç kez temas etmiştik. Bediüzzaman'ın, sufiler gibi (gibi diyorum, çünkü O'nu sufi olarak nitelemekten çok, muhakkik olarak tarif etmek daha doğru olacaktır. Muhakkik, Allah'ı tahkik düzeyinde idrak eden kişidir. Bu mertebeye ise, imani miracını tamamlamış kamil veliler ulaşabilir.) sürekli okuduğu virdleri mevcuttur. Şöyle diyor: "Benim, virdimde her vakit tefekkürle baktığım yirmiden ziyade şehadetlere işaret eden, 'ümmiliğiyle beraber en ekmel bir din ve İslamiyet ve şeriatla ve en kavi bir iman ve itikad ve ibadetle ve en yüksek bir davet ve münacat ve dua ile ve en eamm bir tebliğ ve misli görülmemiş harika ve müsmir, en etemm bir metanetle def'aten zuhurunun şehadetiyle, Muhammed, Allah'ın resulüdür ve Sadıku'l-Va'di'l-Emin'dir."18 İkinci İşaret, bu virdin anlamıyla açılır ve On beş Şehadet'ten oluşur. Allah Resulü, kainat kitab-ı kebirinin ayat-ı tekviniyesinin hikmetlerini tefsir eden yüksek bir dellaldır.19 O halde, bu manevi dersin açılımı olacaktır risale. Zaten, her işaret ve şehadet, Hz. Peygamber'in (asm) risaletinin delil ve hikmetlerini beyanla doludur. El-Hüccetü'z-Zehra'nın İkinci Makamı, imani miracını tamamladıktan ve vahyin işaretlerine vakıf olduktan sonra, imanda tahkik düzeyine ulaşmanın arayışını anlatır. Bir bakıma, bu, ulaşılan makamların içindeki yüksek tabakalara erişmenin de meyvesidir: "Dünyaya, sırf Halık'ını tanımak, bulmak için gelen seyyah, aklına dedi: 'Biz, her şeyden Halık'ımızı sorduk; güzel, tam cevap aldık. Şimdi, 'Güneşi, güneşten sormak lazım' darb-ı meseli gibi, biz dahi Halık'ımızı, ilim, irade ve kudret gibi kudsi sıfatlarının tecellileriyle ve meşhud eserleriyle ve isimlerinin cilveleriyle tanımak, bulmak için bir seyahat daha yapacağız."20 Bu risalede, 'muhatabane makam'a ulaşan yolcunun, makamın gerektirdiği dille konuştuğunu da bize gösteriyor. 'Güneşi güneşten' dinleyen ve O'ndan aldığı marifetle, O'na, bir 'abd-i külli' olarak, O'nun azamet ve kibriyasını yücelten yolcu, 'nun'un 'manevi mucizesinin beyanı'na mazhar olmuştur. Seyyah, arzdan arşa doğru yaptığı bu gezide, 'Yerlerin ve göklerin Rabbi'nin (Ra'd, 13:16) marifetine ulaşmıştır. Bu risale, marifetin meyvesidir. Yolcunun gezisi sürerken, 'ikinci kudsi kelime-yi miraciyye'de21 yine bir miraç olan namazdan söz eder. Bediüzzaman'a göre, namaz, 'mirac-ı ekberin numunesi'dir. Ve müminin 'hususi miracı'dır. Yolcu, her alemde, ilim sıfatıyla, 'Allamu'l-Guyub' olan Halık'ını bulmuştur. Bu, miracının sonucudur. Üçüncü 'kelime-yi kudsiyye'de, Fatiha ve Teşehhüdün hikmetlerinden söz edilir. 'Nihayetsiz bir hüsün ve cemal-i sermedinin aynası' olan kainatın kokusu, Hz. Peygamber'in (asm) mirac-ı ekberinde aldığı 'tayyibat'ta bulunmaktadır. Her teşehhütte, O'na (asm) salat ve selam edenler de bu güzelliğin iklimine girerler. Ardından varlıkları, tahkik düzeyinden tekrar okur yolcu. Ve müşahede ettiği on beş 'parlak' delili nakleder. Delillerin sonunda, Bediüzzaman, 'cem-i ezdad'tan (zıtların birliği, bize, bu düzeyde muttali olunan sırların, tümüyle, İlahi hakikatlerin inkişafı ve tecelliler olduğunu gösterir) söz eder ve 'Kudret' sıfatının tezahürlerini temaşa etmek üzere, tekrar basamaklarla yükselmeye başlar. Bediüzzaman'ın 'dehşetli mesele' dediği Kudret tecellileri, 'şuhudi bir yakinle' anlatılırken, geleneksel irfani sözlüğün hemen tüm ıstılahları kullanılır: "Vacibu'l-Vücud'un hadsiz kudret-i ezeliyesi, bir tek mümküne vücut vermesi kolaylığında, bütün mümkinatın vücudu, ademin muvazenesini bozar, her şeye layık bir vücut giydirir. Ve vazifesi bitmişse, zahiri vücut libasını çıkarıyor, sureta ademe, belki daire-yi ilimdeki manevi vücuda gönderir. Demek, eşya, Kadir-i Mutlak'a verilse, bahar bir çiçek kadar, bütün insanların haşirde ihyaları, bir nefis kadar kolay olur."22
Risalenin ilerleyen bölümlerinde, ayan-ı sabite, ehadiyet ve samediyet hakikatleri konu edilir. Bediüzzaman, Dokuzuncu23 ve son basamağı, 'uzun bir beyanla' söylemek istemesine rağmen, Afyon tutukevindeki 'keyfi tahakküm ve tazyiklerden gelen şiddetli sıkıntılar ve tesemmümden gelen zaafiyet ve elim hastalıklar'ın mani olduğunu belirterek şöyle der: "Ehl-i hidayet, geçen basamaklardaki kuvvetli hakikatler ve sarsılmaz hüccetler, selim kalplerine ve müstakim akıllarına gayet kat'i kanaat ve kuvvetli iman ve ayne'l-yakin bir tasdik vermiş ki, şüphesiz ve vesvesesiz itminan-ı kalple itikat ederler ki, yıldızlar, zerreler, en küçük, en büyük, kudret-i İlahiyeye nisbeten farkları yoktur.'24
Ahlak'ın, fıtri kökenine ilişkin bir temellendirmeyi de buluruz bu risalede. Ahlak, 'hulk' kökeninden gelir ve 'yaratılış'la anlam ilişkisi vardır. Ahlakın kökeni, bir bakıma, insanın da asli doğasıdır.
Hulk, hem güzel huy demektir hem de 'yaratılış'tan, yani fıtrattan, insanın asli tabiatından doğan bir niteliktir.
Sorunun asli boyutu, Allah'ın isimleriyle ilgilidir. Allah'ın isimleri, Bediüzzaman'ın belirttiği gibi, "kemalat-ı İlahiye'nin ünvanlarıdır." İnsan, bilinçli bir biçimde bu isimlerin mazharı olmaya çalışmalıdır. Sözgelimi, Allah Hakîm'dir, insan da hikmetli hareket etmeli, abes şeylerden uzak kalmalıdır. Allah her işini sağlam, kusursuz yapar, insan da öyle olmaya gayret göstermelidir. Allah, Adil'dir, insan da bu ilkenin gerçekleşmesi için çaba göstermelidir. Allah, bütün yaratılmışlara karşı Rahman'dır, merhametlidir, insan da insanlara ve diğer yaratılmışlara karşı rahim bir varlık olmalıdır.
Bu, insan-ı kamilin ahlakıdır. Kamil insan da, Allah gibi rahim ve kerimdir, adildir ve şefkatlidir.
Bediüzzaman, 26. Mektup'ta şöyle der :
Eğer deseler, "Kur'an nasıldır?". Derler: "Güzel ve ahlak dersini veren bir insan kitabıdır." O vakit onlara ... eğer onlara denilse, "Peygamberi nasıl bilirsiniz?". Derler: "Güzel ahlaklı, çok akıllı bir adam."
Hz. Ayşe'ye, Peygamberimizin nasıl olduğu sorulduğunda, "O'nun ahlakı Kur'an idi" demiştir.
Arifler, kamil insanın, Kur'an'ın kardeşi olduğunu söylerler.
İşaratü'l-İ'caz'da bir yerde şöyle denmektedir :
"İkinci nükte: Ahlak-ı aliyeyi ve yüksek huyları hakikate yapıştıran ve o ahlakı daima yaşattıran, ciddiyet ile sıdktır. Eğer sıdk kalkıp araya kizb girerse, rüzgarlara oyuncak olan yapraklar gibi, o adam da insanlara oyuncak olur.
"Üçüncü nükte: Mütenasip olan eşya arasında meyil ve cezbe vardır. Yani, birbirine temayül ederler ve yekdiğerini celb ederler, aralarında ittihad olur. Fakat birbirine zıt olan eşyanın aralarında nefret vardır, çekememezlik olur.
"Dördüncü nükte: Cemaatte olan kuvvet fertte yoktur. Mesela, çok iplerin heyet-i mecmuasının teşkil ettiği urgandaki kuvvet, ipler birbirinden ayrı olduğu zaman bulunmaz.
Bu nükteler göz önüne getirilmekle o Hazret'in sayfası okunmalıdır. Evet, o Zat'ın bütün asarı, siretleri, tarihçe-i hayatı ve sair ahvali, onun pek büyük, azim ve ahlak sahibi olduğuna şehadet ediyorlar. Hatta düşmanları bile onun ahlakça pek yüksekliğinden dolayı kendisini "Muhammedü'l-Emin" ile lakaplandırmışlardır. Malumdur ki, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliyenin imtizacından izzet-i nefis, haysiyet, şeref, vakar gibi, hasis, alçak şeylere tenezzül etmeye müsaade etmeyen yüksek haller husule gelir. Evet, melaike, ulüvv-ü şanlarından, şeytanları reddeder, kabul etmezler. Kezalik, bir zatta içtima eden ahlak-ı aliye kizb, hile gibi alçak halleri reddeder. Evet, yalnız şecaatle iştihar eden bir zat, kolay kolay yalana tenezzül etmez. Bütün ahlak-ı aliyeyi cem eden bir zat, nasıl yalana ve hileye tenezzül eder; imkanı var mıdır?
"Hülasa: Hazret-i Muhammed Aleyhissalatü Vesselam kendi kendine güneş gibi bir bürhandır.
"Ve keza, o Zat'ın (asm) dört yaşından kırk yaşına kadar geçirmiş olduğu gençlik devresinde bir hilesi, bir hıyaneti görülmemiş ve bir yalanı işitilmemiştir. Eğer o Zat'ın yaratılışında, tabiatında bir fenalık, bir kötülük hissi ve meyli olmuş olsaydı, behemehal gençlik saikasıyla dışarıya verecekti. Halbuki bütün yaşını, ömrünü kemal-i istikametle, metanetle, iffetle, bir ıttırad ve intizam üzerine geçirmiş, düşmanları bile hileye işaret eden bir halini görmemişlerdir. Ve keza, yaş kırka baliğ olduğunda, iyi olsun, kötü olsun ve nasıl bir ahlak olursa olsun, rüsuh peyda eder, meleke haline gelir, daha terki mümkün olmaz. Bu Zat'ın tam kırk yaşının başında iken yaptığı o inkılab-ı azimi aleme kabul ve tasdik ettiren ve alemi celp ve cezb ettiren, o Zat'ın (asm) evvel ve ahir herkesçe malum olan sıdk ve emaneti idi. Demek o Zatın (asm) sıdk ve emaneti, dava-yı nübüvvetine en büyük bir bürhan olmuştur."25
Bediüzzaman'a göre ahlakın kaynağı imandır.
Güzel ahlak, kamil insanın niteliğidir.
İman, bağlanmadır; kamil insan, bağlanmış ve teslim olmuştur. Bağlandığı yer, İlahi Hakikat'tir. İlahi Hakikat'in inişi ise, 'güzel ahlakı tamamlamak'tır.
Öz
Ariflerin ortak kanaatine göre, Kur'an'ın yedi anlam katı mevcuttur. Yedinci anlam düzeyi sadece Allah'ın ilmindedir, ama diğer katlara, insan ulaşabilir. Bunun yolu ise, yine Kur'an'ın ve Hz. Peygamber'in emrettiği nefisle mücahade, riyazet ve tezkiye ile açılır.
Kamil insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir, O'nun mahlukatına merhamet ve şefkatle muamele eder; Allah'tan rahmet alır, varlıklara merhamet verir, yeryüzünü korur, Allah'ın gerçek bir halifesidir. İnsanın, bu mertebeye ulaşabilmesi için manevi bir seyahat, bir miraç yaşaması gerekir.
Çağımızda 'kamil insan'ın mükemmel örneği olarak Bediüzzaman Said Nursi'yi görürüz. Bediüzzaman'ın ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini doğru kavrayabilmemizde, insan-ı kamil ve insan-ı kadim doktrinlerinin önemli bir işlevi olacaktır.
Bu çalışma, özellikle Ayetü'l-Kübra risalesinden yola çıkılarak Bediüzzaman'ın ahlaki formasyonunu ve ahlaka ilişkin düşüncelerini "insan-ı kamil" çerçevesinde anlamaya yönelik bir incelemedir.
Anahtar Kelimeler: Ahlak, insan-ı kamil, sufi
Abstract
According to the common conviction of the wise men, Qur'an possess seven meaning spheres. God only knows the seventh sphere, but the knowledge of other spheres are recognizable by people. The methodology to achieve this seems to be the struggle against the self, contemplation and purification.
The perfect man is the caliph of the God on earth. He treats His creatures with compassion and mercy; acquires from God His mercy and grace, and distributes it to the beings, protects the earth, he is a real caliph of God. Man has to experience a spiritual voyage, an ascent to heaven in order to reach this ranking.
In our age, we see Bediüzzaman Said Nursi as an excellent sample of the perfect man. In our comprehension process of Bediüzzaman's moral formation and his thoughts on the ethics correctly, the doctrines of perfect man and ancient man will carry an important function.
This work is an investigation to understand Bediüzzaman's moral formation and his ethical thoughts in the framework of the 'perfect man'. The starting point of this effort is his booklet of Ayetü'l-Kübra (the Greatest Sign).
Key Words: Ethics, perfect man, sufi
tr.fgulen.com › Eserleri › Kalbin Zümrüt Tepeleri
1 Nis 2000 - Fethullah Gülen Hocaefendi'nin resmî web sitesi, Yetkin insan demek olaninsan-ı kâmil; Allah ın ef âl,
.
İnsan-ı Kâmil |
|
|
Fethullah Gülen |
01.04.2000 |
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah'ın ef'âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. "Mutlak zikir kemaline masruftur." esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye'dir (sav). Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur'ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı değildir.
Bir kısım mülâhazalara bağlayarak bazı felsefeci ve kelâmcılar insan-ı kâmili, "akl-ı evvel", "akl-ı küll", "kelime-i câmia", "nokta-i câmia", "nokta-i vahdet", "sırr-ı ilâhî", "âyine-i sırr-ı ilâhî", "vesile-i uzmâ"; bazı sofiler de pîşuva, hâdî, mehdî, dânâ-ı kâmil, mükemmil, bâliğ, tiryak-ı ekber, iksir-i a'zam.. şeklinde birbirinden farklı kelime ve tabirlerle yorumlamış iseler de, bütün bu mülâhazaların hepsini câmî bir hususa irca etmek de mümkündür; o da, insan-ı kâmilin âyine-i vücûd-u Hak ve "dû kevn" olması gerçeğidir. Evet o, varlığın özü, usâresi, dili, tercümanı olarak bütün kevn ü mekânlardaki "kenz-i mahfî"yi ifadenin yanında, her şeyi Zât-ı Hakk'a bağlar; bağlar ve O Zât'ı hem vicdanın enginliği, hem de muhtevalı mahiyetinin diliyle seslendirir.
Aslında insan-ı kâmil, öyle bir mir'ât-ı mücellâdır ki, her dakika kim bilir kaç defa, şuûnât-ı zâtiye onda "bî kem u keyf" tecellî eder, tecellî eder de, işte böyle bir arzlıdan ötürü yerküre semâların önüne geçer. Zira insan-ı kâmil, âdeta bütün varlığın aklı, kalbi ve ruhu mesabesindedir; onsuz hiçbir şey doğru anlaşılamaz, hiçbir ilim mârifete dönüşemez ve hiçbir şeyin hayat esrarı tam hissedilemez. Onun bakış zâviyesine bağlanamamış bütün bir fizik âlemi ruhsuz, ve onunla şöyle-böyle aydınlanamamış bütün zaman parçaları da nûrsuzdur.. tabiî böyle bir boşlukta yaşayan insanlar da kalbî ve ruhî ufukları itibarıyla fetret insanı sayılırlar. Muahezeye maruz kalmayacakları mânâsına fetret insanı değil, mahiyet-i insaniyelerini inkişaf ettirememiş olma anlamında fetret insanı.
Bugüne kadar insanların arızasız Hakk'a yönelmeleri hep insan-ı kâmillerce gerçekleştirilegelmiştir; kitleler onların rehberliğinde ebedî mihraplarını bulmuş, Hakk'a yönelmiş ve onların neşrettiği nûrlar sayesinde varlık ve hadiseleri isabetli yorumlayabilmişlerdir. Bu itibarla da denebilir ki, onları bulan dolayısıyla da hakkı hakikati bulmuş ve onları iç dünyalarıyla müşahede eden de, mazhar ve tecellîgâhın şeffafiyeti, vüs'ati ölçüsünde Hak cemalini temâşâ etmiş sayılır.
İnsan-ı kâmil, din ve diyanet adına örnek bir tiptir. İman, İslâm, ihsan onun yol ve yörüngesi, Allah rızâsı hedefi, Hakk'ı sevip sevdirmek vazifesi, Cennet ve Cemalullah da -kulluğunu onlara bağlamama kaydıyla- bu mübarek düşünce ve aksiyonun sürpriz semeresidir.
İnsan-ı kâmil, her zaman başkalarına yararlı olma emelinde ve mârifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Ahlâk-ı haseneye bağlı yaşadığından, hep güzellik sergiler durur.. güzel görür, güzel düşünür, güzel ve faydalı sözler söyler.. güzel işler yapar, güzelliklere ve güzellere peyrev olur.. her davranışını Hak hoşnutluğuyla irtibatlandırarak, hep O'nunla oturur-kalkar.. O'nu düşünür.. O'nu konuşur.. her tavrı ve her beyanıyla O'nu hatırlatır ve hakkın-hakikatin en talâkatli bir lisanı olarak yaşar. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıydı. İslâmiyet'in özündeki ilâhî sırrı görebilmek için, onu bir kerecik olsun -önyargısız ve insaflı olmak şartıyla- temâşâ yetiyordu. Cîlî'nin de dediği gibi; varlık âleminde, Hazreti Muhammed Mustafa (sav) ölçüsünde kemalât-ı insaniye ile tanınmış bir ikinci şahsı göstermek mümkün değildir.
Eğer kemalden maksat; Hakk'ın hiçbir zaman yanıltmayan vahiy ve ilhamlarıyla ruhların tasfiye edilmesi, nefislerin tezkiyesi, insânî lâtifelerin inkişafı; ve bunların yanında cismanî isteklerin, bedenî arzuların aşılması, derken Hak'la tam mukayyet hâle gelinmesi ve bekâ-yı Ehadiyet'le bekâ bulup, bütün esmâ, sıfât ve şuûnât-ı ilâhiye adına mücellâ bir mir'ât seviyesine ulaşılması ise, -ki öyledir- bu yüce evsafı mahiyetinde cem etmiş bulunan ve kulluğunu "kâb-ı kavseyni ev ednâ" ufkunda sürdüren Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), kemal ehlinin en kâmili ve Bediüzzaman'ın ifadesiyle, şeref-i nev-i insanın ve divan-ı nübüvvetin de hâtemidir.. evet O Zât, kemaliyle ferid-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinattır. Sofîye ıstılahında insan-ı kâmil; ilâhî ve kevnî, aslî ve zıllî, cüz'î ve küllî, cevherî ve arazî, maddî ve manevî bütün âlemleri özünde cem etmiş bulunan bir asıl cevher, bir hulâsa, bir usâre ve bir fihristtir. Seyyid Şerif'e göre, beşerin medâr-ı fahri olan Zât; "kadri, kıymeti fevkalâde yüksek sırlı bir kitap ve ilâhî, kevnî hakikatleri câmi öyle bir risaledir ki, bedenî ve cismanî kirlerden arınmış olan talihlilerden başkası O'nu tam idrak edemez." Aklın zâhirî nazarında âlem-i kebir kâinattır; hakikatte ve Allah katında ise kebir olan insandır. Hazreti Ali'nin yaklaşımıyla, onun mahiyeti meleklerden de ulvîdir; avâlim onda pinhândır, cihanlar onda matvîdir. (Türkçesi Âkif'e aittir.) İnsan-ı kâmil, Cenâb-ı Hakk'ın, zâtî şuûnâtının tam bir mazharı ve O'nun varlığının da câmi bir aynası olması itibarıyla, bâtını esmâ, sıfât ve şuûnât-ı zâtiyenin nokta-i mihrakiyesi, zâhiri de kelime kelime, satır satır, paragraf paragraf bütün varlık ve eşyanın kısmen sarahaten, kısmen de remzen ve işareten tam bir hulâsası, bir fihristi, hiç olmazsa ana başlıklarıyla eşya ve hadiselerin câmi bir indeksidir. Hazreti Vücûd, onda küllî ve tafsilî bir şekilde tecellî ettiğinden, yani icmalen de olsa o her şey ve her nesneden bir çizgi, bir kelime, bir satır taşıdığından, bir mânâda her varlık onun âyine-i vücûdunda mündemiç, Zât-ı Hak da kalbinde kenzen mütecellîdir. Her hâlde ilk insan-ı kâmile meleklerin secde ile emredilmesinin hikmetlerinden biri de, işte onun bu zâhirî-batınî donanımı ve potansiyel zenginliğiydi! Böyle bir zenginlik, aynı zamanda bu ölçüdeki hususî teveccühe ciddî bir teveccühle mukabeleyi gerektiriyordu ki, o da din şeklinde sistemleştirilen ilâhî ahlâk ve kevnî kanunların temsilinden ibaret olan diyanetti. Evet, eğer Hakk'ın gözü bizim üzerimizde ise -ki öyle olduğu açıktır- bizim gözümüz de dini, hayata hayat kılma cehdiyle hep O'nda olmalıydı..!
Varlık ve hadiselerle münasebet ve müdahalesi açısından insan-ı kâmil, yeryüzünde Allah'ın tam halifesidir. Bu itibarla da o, ilâhî icraatı temâşâ, herkes ve her şeye nezaret etme konumuyla Hakk'ın gören gözü, işiten kulağı, tutup destekleyen eli olmakla şereflendirilmiştir. O, şefkatle görülüp gözetilme, himaye edilip korunma durumunda bulunan herkesi, bir anne gibi kucaklayıp bağrına basan tam bir merhamet insanıdır. Evet o, her zaman çevresini şefkatle süzer.. damarlar içinde dolaşan kan gibi, içtimaî bünyenin her yanında bulunur.. zararlılara karşı o bünyeyi korur.. ihtiyaca göre onu görür-gözetir ve besler.. bir ruh gibi onun bütün faaliyetlerini kontrol eder.. ve her hâliyle onun varlığının en sağlam teminatı olduğunu gösterir. وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ رَحْمَةً لِلْعَالَمِينَ "Başka değil, Biz seni bütün âlemlere ancak rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) mazmununca insan-ı kâmil, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm itibarıyla bil-âsale, diğerleri açısından da bittebeiye, ins-cin, canlı-cansız her şeye ve herkese rahmettir.
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلاَّ كَافَّةً لِلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا "Biz seni bütün insanlara rahmetimizin müjdecisi, azabımıza karşı da uyarıcı olarak irsal ettik." (Sebe, 34/28) işaretiyle de bütün insanlığa rehber, rehnümâ, hâdî, mehdî, nezîr ve beşîrdir.
İnsan-ı kâmilin bütün varlık ve eşyaya tekvinî emirler açısından nezareti, onların ruhlarına feyiz ifazası, mahiyetlerinin şerh u izahı ve beyanı uygun burhanlarla değerlendirip irfana bağlamak; şuurlu varlıklar zâviyesinden görüp gözeticiliği de, irşad, pişdarlık, onların ruhlarının tasfiyesi, nefislerinin tezkiyesi ve insanî lâtifelerinin Hakk'a uyarılması şeklindedir. Evet o, halk içinde, tesbit-i kıble, tevhid-i kıble adına bir pusula ve olgunlaşmaya açık ruhları da insanî kemalâta yönlendirip yükselten bir mürebbîdir. O'nu tanıyıp atmosferine girebilen herkes, istidâdı ölçüsünde Hakk'a ulaşmış ve O'nu bulma yoluna girmiş sayılır. Gerçi Hak, cisim, cevher, araz olmadığı gibi, zamandan, mekândan, mesafeden, hayyizden de münezzehtir; "ulaşma", "bulma" gibi kelimeler O'nun hakkında birer mecazdır. Bunlarla kastedilen şey ise, bize her şeyden yakın O Zât'a karşı mahiyetimizdeki uzaklığı aşmak, kalben, hissen, zevken O'nun yakınlığını duymaktır.. evet, hayvâniyetten sıyrılıp cismaniyeti aşan hemen herkes, kabiliyeti ölçüsünde, "bî kem u keyf" kalben O'nun yakınlığını duyar, basiretiyle temâşâsı zevkine erer ve ruhuyla da her zaman üns yudumlayabilir. Bu mevzûda, herkesin belli şeyler duyup hissetmesi söz konusu olsa da, tam mazhariyet, sürekli aynadarlık ve kusursuz aksettirme, O'nun küllî tecellîsinin mazhar-ı tâmmı olan insan-ı kâmile mahsustur.
Bütün varlık, esrar-ı ulûhiyeti insan-ı kâmilde duyup hissettikleri gibi, Hazreti Zât da, başka aynalardaki tecellî ve zuhûru, has bir mânâda bu mir'ât-ı mücellâda temâşâ buyurur. Bu itibarla da insan-ı kâmil, fâniler arasında Bâkî'yi gösteren câmi öyle bir aynadır ki, onu gören Hakk'ı görmüş, onu seven Hakk'ı sevmiş, ona uyan Hakk'a ubûdiyet neşvesine ermiş olur. Aslında bütün bunlar, asliyet plânında ve külliyet çerçevesinde hakikî insan-ı kâmille alâkalı hususlardır. Zılliyet dairesinde ve cüz'iyet çizgisinde kemal sahiplerine gelince onlar, bittebeiye bu payeyi ihraz ederler. Bunlar, ilim, irfan, muhabbet, aşk u şevk, cezb u incizâb hususunda hakikî insan-ı kâmilin mirasçılarıdırlar ve mevhibeleri, misyonları itibarıyla da aynı sofranın davetçileri ve davet edilenleri sayılırlar.
Hak, her zaman değişik aynalarda kendini temâşâ edip ettirmesi ve insan-ı kâmilin de bu temâşâ edilen şeyler arasında en şeffaf, en berrak ve Rahmaniyet şuûnâtını tam aksettiren câmi bir ayna olması itibarıyla o, yeryüzünde görme ve gösterme vazifesi açısından çok önemli bir unsurdur ve ondan hâlî bulunan mekânlar, zamanlar da min vechin yetimdirler. Bu itibarla da her mekân parçasının, her zaman diliminin su kadar, hava kadar insan-ı kâmile ihtiyacı vardır. Evet eğer Hak, insan-ı kâmilde, câmi ve tafsilî bir plânla mütecellî ise -ki öyle olduğunda şüphe yoktu-bu mazhariyetteki kimselerin her zaman ve her mekânda bulunmaları bütün bir varlık için çok önemlidir; zira böyle birinin zâtı, Hazreti Zât'ın aynası; ilmi, ilminin lem'ası ve o da, varlık içinde Hak sırlarının sırlı bir anahtarıdır.
Onu bulup onunla aynı atmosferi paylaşan biri, başkalarının hiçbir zaman ulaşamayacağı pek çok esrara, envâra ulaşır ve bir feyiz kaynağı hâline gelir. İnsan-ı kâmil, her zaman kendi konumunun farkındadır. O, kendini bir meclâ, bir memer ve en fazla da bir mazhar telâkki eder; eder de ne kendini, ne sıfatlarını, ne de zâtî gibi görülen kabiliyetlerini kat'iyen kendinden bilmez; aksine, nefsini فَلَمْ تَقْتُلُوهُمْ وَلَكِنَّ اللهَ قَتَلَهُمْ "Siz onları kendiniz olarak öldürmediniz; onları Allah öldürdü." (Enfâl, 8/17) mazmununa bağlı görür ve her zaman وَمَا رَمَيْتَ إِذ رَمَيْتَ وَلَكِنَّ اللهَ رَمى "Attığında da sen atmadın; onu Allah attı." (Enfâl, 8/17) hakikatini vicdanında duyarak, hep memerriyet ve mazhariyet mülâhazalarıyla oturur-kalkar; ne ittihad ne hulûl; her şeyi O'ndan bilir ve üzerindeki fevkalâdelikleri de O'nun ekstradan tecellîleri sayarak,
"Değildir bu bana lâyık bu bende
Bana bu lutf ile ihsan nedendir.?" (M.Lütfi)
der; sevinç ve sorumluluklarını değişik taaccüblerle daha bir derince duyar. Aslında hulûl ve ittihad, bizzat mevcut iki şey arasında cereyan eder. Hak karşısında insan-ı kâmil müstakil bir mevcut değildir ki, hulûl ve ittihad söz konusu olabilsin. Zât-ı Hak, bi'l-asâle bir mevcud, insan ise, O'nun ziyâ-yı vücûduyla kâimdir. İster insan-ı kâmil isterse bir başkası, vücûdu mümkün ve yaratılmış olan muhtaç birini büyütme adına böyle bir tasavvur, dalâletten başka bir şey değildir.
İnsan-ı kâmil, her şeyin Hak'tan geldiği şuuruyla kendi mahlûkiyet ve kulluk sınırlarını korumada fevkalâde hassas hareket eder ve ne mazhariyetlerini şatahat vesilesi yapar, ne de âyinedarlığında ayniyet iltibasına düşer. Kendisindeki mevhibeleri kâmilâne aynadarlık yapma ölçüsünde, ilâhî sıfât ve zâtî şe'nlerin bir tecellîsi ve ehadiyet-i ilâhiyenin de bir mazhar-ı tâmmı olarak duyar, zevk eder ve mehâbetle iki büklüm olur. İnsan-ı kâmilde böyle bir hâl, onun nefis ve enâniyeti açısından yok olup, kalbî ve ruhî hayatı itibarıyla yeni bir mevcudiyete ermesi hâlidir ki; buna, bizzat var olmayan birinin, O'nun vücûduyla hakikî var olmayı zevk etmesi de diyebiliriz. Mevlânâ, Divan-ı Kebîr'inde, bu mazhariyet ve bu payenin kahramanlarıyla alâkalı olarak şöyle der:
هَست محو و محوست آنجا پديد آمد مرا
تا بديدم از ورايى آن جهان جان صفت
ذَرّه ها اندر هوايش از وفاو از صفا
"O makamda var olan bana yok göründü, yok olan da var. Bir câna benzeyen dünyanın ötesinde, O'nun sevdasıyla başları dönmüş varlıklar gördüm. Hepsi de, tertemiz vefa ve safâ içindeydiler."
İnsan-ı kâmil, Zât-ı Hak adına bir mücellâ ayna ve başkaları hesabına da, çevresinde peyklerin dönüp durduğu bir Kutup Yıldızı'dır. O, kendi etrafında döndüğü aynı anda, bir yandan sürekli olarak kendi yörüngesinde O'na merbûtiyetini soluklayarak pervaz ederken, diğer yandan da وَعَلاَمَاتٍ وَبِالنَّجْمِ هُمْ يَهْتَدُونَ "Yol bulmada Allah size ne emareler ne emareler vaz' etti.. ve o yıldızla da onlar, dosdoğru yollarını bulurlar." (Nahl, 16/16) işaretiyle, âleme yolunu, yönünü gösterir ve hep bir işaretçi gibi hareket eder. Aslında o, her zaman bir mihrab, bir kapı, bir köprü vazifesi görür; doğruya yönelmeyi sağlar, doğruyu görmeye menfezler açar ve insanları, kendi dünyalarının darlığından sonsuzluk ikliminin genişliğine ulaştırır. İnsanlar, onun atmosferine girince üns esintileri duymaya başlar; o kapının önüne varınca öteden çağrılarla ürperir ve o köprüden geçince de, Hazreti Zât-ı Ehad ü Samed'le, en kâmil mânâda bir abd-Mabud münasebeti ufkuna yükselirler. Bu ufuk, külliyet plânında ve vâhidiyet çizgisi itibarıyla istivâ-i arş televvünlü, cüz'iyet dairesinde ve ehadiyet yörüngesi açısından da lâtife-i rabbâniye buudludur. Bu ufkun yolcularının en önemli yol azıkları ve bir mânâda zâd u rahîleleri ise, kalbin her zaman lebriz edilerek pak ve temiz tutulması, başkalarının, ahvâlimize muttalî olamayacağı kutlu vakitler sayılan gecelerin o sihirli dünyasında da, secdelerle pusuya yatıp tecellî avlamaktır. İbrahim Hakkı:
"Dil beyt-i Hudâ'dır, ânı pak eyle sivâdan,
Kasrına nüzul eyleye Rahman gecelerde."
diyerek, yol alma adına gecelerin o serin ve ufku açık iklimini salıklar bizlere. Kenz-i Mahfî'ye uzanan gece koridoru veya helezonuyla alâkalı şu hoş söz de Mevlânâ'ya ait:
نيك اختريت باشد گر چون قمر نخسيى
گر شهريار خواهي اندر سفر نخسيى
در سـايهء خدا خســبند نيكبختان
زنهار اي برادر جـاي دگر نخسيى
"Eğer sen O Eşsiz Padişah'ı istiyorsan ve eğer O'nun yolunda sefere çıkmış isen, bu yolculukta uyumamak gerekir. İyi ve bahtiyar kimseler, Allah'ın sevgi ve merhamet gölgesinde uyurlar. Kardeşim, sakın başka yerde uyuma!" Uyuma ve insanı engin düşüncelere, lâhutî mülâhazalara çeken geceleri, ya kıyam edebi, ya rükû tâzimi, ya secde mahviyeti ya da evrad u ezkâr tazarruu ile geçir.
Bazı mutasavvifîne göre, her şeyin bir açık olan yanı vardır ki; ona zâhir denir; bütünüyle bu âlem, işte o zâhirdir. Bir de kapalı yanı vardır ki, ona da bâtın denir; o da mânevî, uhrevî ve bütün metafizik dünyalardan ibarettir. Bunlardan başka bir de, bu iki cepheyi câmi ve âlem ile esmâ arasında, zuhûrun butûndan, butûnun da zuhûrdan ayrılma noktasında berzahî bir âlem vardır ki, o da insan-ı kâmil âlemidir. Hakk'ın kendi zâtına ilmi, bi'l-asale kendisine aynadır. Zât-ı Hak da, tasavvurlarımızı aşkın bir mânâ ile o aynada müteayyindir. İnsan-ı kâmilin ilmi de, bittebeiye ve zılliyet plânında kendi aynasıdır. O da, bu ilim aynasında müteayyindir. Ne var ki, onun bütün sermayesi mevhibedir ve vâhid-i kıyasî zâviyesinden Hazreti Zât'ta bulunan şeylere birer delil ve birer emare mesâbesindedir..
Evet, insanın zâtı, Zât-ı Hakk'a, sıfatları da sıfât-ı Sübhaniye'ye dayandığı gibi, bunlardaki izafîlik ve sınırılılık ya da zılliyet ve cüz'iyet de tamamen, Cenâb-ı Hakk'ın evsafındaki hakikîliğe, nâmütenâhîliğe, asliyet ve külliyete delâlet etmektedir veya delâlet etmek içindir.
Zât-ı Hak'la bu çerçevedeki münasebet açısındandır ki, insan-ı kâmil mertebesine ulaşan müstaid bir müntehî, aynı zamanda hilâfet-i tâmme mertebesine de yükselmiş sayılır. Bunun üstünde ise, vücub-imkân arası bir nokta diyebileceğimiz "ev ednâ" payesi vardır. Ve o payenin de, gelmiş-gelecek bütün insan-ı kâmiller arasında bir tek mümessili olmuştur; o da mertebe-i ekmel veya Hazreti Ehadiyet'in tecellî-i etemmine mazhar bulunan Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (sav)'dır. O'nun bu ölçüde "aksa'l-merâtib"i ihraz buyurması, yüksek ahlâkı; davranışlarındaki istikameti; Rabbiyle münasebetlerindeki derinliği; dünyevî-uhrevî konulardaki dengesi; ilâhî ve kevnî hakikatlerin esrarına nüfuzdaki ısrar ve kararlılığına lutfedilmiş peşin bir teveccüh-ü Rahmânîdir. Bu itibarla da, O'nun dışındaki bütün kâmillerin kemalâtı O'na nisbeten izafî, tâlî ve O'na tebaiyete bağlıdır. Evet, semâ-i risâletin ayları ve güneşleri sayılan başımızın tâcı bütün o büyük insanların nûr ve ziyâsı, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın içinde bulunmadığı zaman itibarıyladır. Busayrî:
فَإِنَّهُ شَمْسُ فَضْلٍ هُمْ كَوَاكِبُهَا يُظْهِرْنَ أَنْوَارَهَا لِلنَّاسِ فِي الظُّلَمِ "O bir fazilet güneşi, diğerleri ise yıldızdır. Yıldızlar insanlara ışıklarını ancak geceleri sızdırırlar." diyerek, O Zât'ın, güneşin üstünlüğünü hâiz olduğunu, diğerlerinin ise, O'na nispette peykler mesâbesinde bulunduğunu ve O'nun olmadığı dönemlerde çevrelerine nûrlar saçıp etraflarını aydınlattıklarını söyler ki, yerinde bir tesbittir.
Her şeyden evvel, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü't-tehâyâ), varlığın hem çekirdeği hem de meyvesi olması itibarıyla, hilkat ağacı mebdeden müntehâya hemen her faslında sürekli O'nunla münasebet içinde olmuş ve O'na bağlı gelişmiştir. Aslında O, meyvenin de ötesinde, hilkat ağacının özü, usâresi ve ruhudur. İsterseniz, O'na (aleyhi salavâtullahi ve selâmuhû) varlık bulamacının en temel unsuru da diyebilirsiniz.
"Hilkat-i âlemden maksad-ı a'lâ
Dünyaya gelmiş ol mihr-i muallâ.."
Evet, Cenâb-ı Hakk'ın esmâsının bütününden ibaret olan mahiyet-i mücerrede-i vücûdun âyinedarlığından arz ve semânın ictinab etmeleri, taayyünlerinin bunu aksettirmeye tam müsait olmayışındandı. İnsanın taayyünü ise, bilkuvve bunu aksettirecek donanımda idi. İşte, insanoğlu, böyle önemli bir gayeyi gerçekleştirmek için vücûd-u hâricî ile şereflendirildi. İnsanların bazıları itibarıyla, böyle önemli bir âyinedarlık vazifesini tam temsil edememeden ötürü bir zulüm ve cehalet söz konusu olsa da, o potansiyel cehalet ve zulme düşmeme de, yine böyle bir âyinedarlığa terettüb eden duyarlılık, sorumluluk ve temsilden geçiyordu. Yani insan, mahiyetindeki zulüm ve cehalet açığını vahy-i semâviyle harekete geçireceği vicdan mekanizmasıyla kapatacak ve kaybetme alanını kazanma pazarı hâline getirecektir. İnsanların bir bölümü itibarıyla da bu, böyle oldu. İşte إِنَّا عَرَضْنَا اْلأمَانََةَ عَلَى السَّموَاتِ وَاْلأرْضِ وَالْجبَالِ فَأبَيْنَ أَنْ يَحْمِلْنَهَا وَأَشْفَقْنَ مِنْهَا وَحَمَلَهَا اْلإِنْسَانُ إِنَّهُ كَانَ ظَلُومًا جَهُولاً "Biz, emaneti (teşriî açıdan değil, tekvinî zâviyeden) göklere, yere, dağlara teklif ettik de, onlar bunu yüklenmekten çekindiler ve böyle bir sorumluluktan korktular. (Mahiyet ve donanımı itibarıyla) bu emaneti insan üzerine aldı. Doğrusu (pek çoğu itibarıyla) insanoğlu, (bu emanetin hakkını gözetemediğinden), çok zalim ve çok cahil bir duruma düştü." (Ahzâb, 33/72) âyeti, bu umumî serencamenin esrarlı bir tercümanıdır. Arz, semâ ve bütün eşyanın hakikat-ı uzmâyı görme, gösterme ve aksettirmede zarurî birer eleman olan kalb, irade, şuur, his ve bunların "lâtifeler" unvanıyla diğer fakülteleri bulunmadığından, o yüce hakikat adına ne tam temessül kabiliyetleri, ne de temsil aktiviteleri vardır; zira, taayyünleri fevkalâde dardır. Dolayısıyla da, ayna olacakları şeyi mahiyet-i insaniye ölçüsünde zengince ifade edebilmeleri mümkün değildir. Ancak insandı ki, tekvinî donanımı teşriî emirlerin temsiliyle derinleştirerek bu misyonu edaya yeterli olduğunu ortaya koyuyordu.. ve bu misyonu ortaya koyabilenler de, zulümden ve cehaletten kurtuluyordu.
Evet her insanın bu vazifeyi yerine getirmediği veya getiremediği gerçekti ama; yaratılış gayesinin şuurunda olan ve insan-ı kâmil olma yolunda teşriî dairede rehabiliteden rehabiliteye koşan bir kısım müstesna fertler de bulunacaktı. Ki bunlar, istidatlarını inkişaf ettirme ve bilkuvve kemallerini bilfiile çevirme istikametinde her zaman insanoğlunun yaratılmasına gaye teşkil eden "iman-ı billah", "mârifetullah", "muhabbetullah", "aşk u şevk", "cezb u incizâb", "zevk-i ruhânî".. gibi dairelerde ebediyetlerin dantelasını örecek ve bu ilâhî maksadı gerçekleştireceklerdi. İşte, dünya ve ukbâ âlemlerinin birleşik noktasına taht kurmuş bu gönül sultanları, mahiyetleri mahiyet-i beşeriyeyi aşkın, canları Cân'ın nefahâtıyla dipdiri, ufukları üns esintileriyle üfül üfül hep kemal yolunda kemal soluklamada ve berzahî vücûdlarıyla her an yeni bir çerçeveye oturmaktadırlar. Mevlânâ, her zamanki o sehhâr ifadesiyle, kemal semâsının bu üveyklerini şöyle resmeder:
مردان رهش زنـده بجان دگرنـد
مرغـان هواش ز آشـيان دگرند
منگر تو بدين ديده بدشان كايشان
بيرون ز دو كون درجهان دگرند
"Hak yolunun erleri, bu candan başka bir can ile diridirler. Onun havasından kanat çırpıp uçan kuşların ayrı bir yuvası vardır. Beyhude bu gözle bakma, onları göremezsin; onlar, iki dünya ötesinde başka bir âlemdedirler."
Allah, ef'âl ve esmâsıyla mâlûmdur; esmânın tecellî alanı da, varlık ve hâdiselerdir. İnsan ise, varlığın hem nüvesi, hem de meyvesidir. İnsan-ı kâmile gelince o, her şeyin özü, usâresi ve ruhudur. Öyle ise, mebde itibarıyla varlığı mülâhazaya almadan, insanı düşünmeden, insan-ı kâmil ufkuna yönelmeden, Allah'ı kâmil mânâda bilmek de mümkün değildir. Zira insan-ı kâmil, Zât, sıfât, esmâ ve ef'âl dairesiyle alâkalı câmi bir lisandır.. ve vücûd mertebesinin en son halkasını teşkil etmesi açısından, bütün vücûd mertebelerinin enmûzeci mahiyetindedir. Bu itibarla da diyebiliriz ki, Cenâb-ı Hakk, kendi azamet ve celâline uygun şekilde ancak insan-ı kâmille bilinir.. onunla görülür, onunla işitilir ve onunla duyulur. Diğer taraftan, insan-ı kâmil de, her şeyi O'nunla görür, O'nunla bilir, O'nunla tutar ve O'na bağlayarak münasebete geçer. Ne var ki, bu görmelerin, duymaların, işitmelerin, işlemelerin, başlamaların ve münasebette bulunmaların asliyet plânında bir tek mümessil ve kahramanı vardır; o da, Hakikat-ı Muhammediye'dir (sav). Zira O'nun hakikati, bütün hakikatlerin câmii bulunan vâhidiyet hakikatine dayanmaktadır. "Allah" ism-i zâtı, O'nun -mürebbisi mânâsına- Rabb-i hâssıdır. Ve bu ism-i şerif, bilmutabaka, bililtizam ve biddelâle bütün esmâ-i hüsnâ ve sıfât-ı Sübhaniye'yi de tazammun ettiğinden, Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm'ın (aleyhi ekmelü-t tehâyâ), hem esmâ-i İlâhiye'ye, hem sıfât-ı Sübhaniye'ye, hem de şuûnât-ı Zâtiye'ye mücellâ bir ayna olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bu itibarla da, "Mir'ât-ı Muhammediye' den Allah görünür dâim." sözü mübalâğa değil, vâkıa tam muvafıktır. Diğer bütün büyükler bu ölçüde bir mazhariyete sahip olamadıklarından ذلِكَ فَضْلُ اللهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ "Bu Allah'ın bir fazlıdır, o'nu dilediğine verir." (Cum'a, 62/4) Onların mir'âtiyetleri de izafîdir.
Evet, bu büyüklerden her biri, birkaç ism-i şerifin ya da sıfat-ı Sübhaniye'nin mazhar u meclâsı ise de, her isimden nasibi aynı ölçüde değildir. "Herkesin kabiliyetine vâbestedir âsâr-ı feyzi." fehvâsınca, semâ-i risalet ve vilâyetin ayları, güneşleri sayılan bu insanlar, ne ölçüde büyük olurlarsa olsunlar, yine de kendi istidat ve kabiliyetleriyle mukayyettirler. Bunlar, kendi arş-ı kemalâtları itibarıyla müntehî, Hazreti Ekmel-i Kümmelîn (Kâmiller Kâmili)'e nisbetle mütevassıt ve mübtedîdirler; vazife ve misyon açısından değil, mir'âtiyet ve meclâiyet açısından mübtedîdirler. Ârifler, iman-ı billah, mârifetullah, muhabbetullah ve zevk-i ruhânîde derece derece birbirlerinden farklı oldukları gibi, esmâ-i İlâhiyenin mütefavit derecedeki tecellîlerine mazhariyet açısından da insan-ı kâmil mertebeleri hep farklı farklı olagelmiştir. evliyâ, asfiyâ, ebrâr, mukarrebînin, dinin yoruma açık yanlarıyla alâkalı, yani fürûâtta ortaya koydukları teviller, tefsirler de, o kâmil insanlara dair böyle bir farklılığın tezahürüdür.
Enbiya ve mürselîn arasındaki farklılık ise:
تِلْكَ الرُّسُلُ فَضَّلْنَا بَعْضَهُمْ عَلَى بَعْضٍ "Biz, bilinen bu peygamberlerin kimini kiminden üstün kıldık" (Bakara, 2/253) mazmununca, ilâhî takdire bağlı olmak üzere, yine esmâ-i ilâhiyenin farklı dalga boyundaki tecellîlerinden kaynaklanmaktadır. Hz. Âdem'in mazhar olduğu icmalî "ilim", Hz. İbrahim ve İsmail'deki "ilim"le beraber "hilm", Hz. Mesih'deki "kudret", başkalarına nisbeten ileri seviyededir ve bu yüce kâmetlerin hususiyeti gibidir. Hazreti Rûh-u Seyyidi'l-Enâm (aleyhi ekmelü's-salâti ve etemmü't-teslîmât)'da ise, bütün enbiya ve mürselînde icmal edilen esmâ ve sıfât-ı Sübhaniye'nin tafsilî bir şekilde ve a'zam derecede tecellîsi söz konusudur.
Herkes kendi çerçevesinde kâmildir ve kemali de onun istidat ve mârifet gayretiyle mebsuten mütenasip (doğru orantılı)'tir. Evet, bütün kâmil insanlarda beyan ve burhanın yanında irfan da önemli bir derinlik ve zenginliği teşkil etmektedir. Bu hususlardan herhangi birindeki bir kusur, kemal adına da ciddî bir eksiklik sayılır. Kur'ân ve Sünnet temel yörünge; mantık ve akılla istidlâl, beyana bağlı bu konunun bir burhan ayağı; irfan ise, böyle bir istikametin semeresidir.
Son söz:
"Savm u salât u hac ile zahid işin biter sanma
İnsan-ı kâmil olmaya lâzım olan irfan imiş." (Niyazi)
يَا رَبَّنَا يَا سَيِّدَنَا وَيَا غَايَةَ رَغْبَتِنَا، أَسْأَلُكَ يَا اَللهُ أَنْ لاَ تُشْوِيَ خَلْقِي بِالنَّارِ،[1] نَعُوذُ بِاللهِ مِنْ عَذَابِ النَّارِ، نَعُوذُ بِاللهِ مِنَ الْفِتَنِ مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَمَا بَطَنَ،[2] وَصَلِّ وَسَلِّمْ عَلَى سَيِّدِنَا وَشَفِيعِ ذُنُوبِنَا مُحَمَّدٍ وَعَلَى آلِهِ وَأَصْحَابِهِ كُلَّ مَا اخْتَلَفَ الْمَلَوَانِ وَتَعَاقَبَ الْعَصْرَانِ وَكَرَّرَ الْجَدِيدَانِ وَاسْتَقْبَلَ الْفَرْقَدَانِ.
Sızıntı, Nisan-Mayıs 2000, Cilt 22, Sayı 255-256
[1] el-Hâkim, el-Müstedrek 1/729
[2] Müslim, cennet 63; Müsned 1/292, 305
.
|
www.melamidusuncesi.com/2013.../hzmevlanadan-insani-kamil.html
İnsan-ı Kâmil. Bütün zıtları bir potaya koyup eritir. Ne küfürle mukayettir ne imanla. Ne dine bağlanmıştır ne mezhebe.
.
Hz. Mevlana'nın İnsan-ı Kamil Tanımı
Yayınlanma Makaleler
İnsan-ı Kâmil
Bütün zıtları bir potaya koyup eritir.
Ne küfürle mukayettir ne imanla.
Ne dine bağlanmıştır ne mezhebe.
Fakat uzlaştırıcı bir tabiatla zahiri de korur.
İşlerini ve sözlerini inceleyen, hakkında tam bir kesin hükme varacaksa bu hükme büsbütün aykırı başka bir işine, başka bir sözüne rastlar.
Yine de her işi yerindedir.
Her sözü kime söyleniyorsa onun haline ve derecesine uygundur.
Zıtları birleştirmede tanrılığı gösterir, kullukla efendiliğini izhar eder.
Fakat renksizlik alemini yurt edinmiştir, şekilsizlik şeklini benimsemiştir.
Aktığı yerin rengini alır, geçtiği arkın şeklini gösterir.
Yatağını da kendi kazar, geçidini de kendi yapar.
.
www.hicrandergisi.com/kazim-ozturk/insan-i-kamil-olmanin-yollari.html
24 Şub 2009 - İnsan olmanın temel amacı; kamil insan olmaktır. Kemali, olgunluğu tercih etmedikten son
.
İnsan olmanın temel amacı; kamil insan olmaktır. Kemali, olgunluğu tercih etmedikten sonra, insan olmak bir kenara, yaşamak bile anlamsız olur. Kamil insan; dünyayı sırtında taşımaz, dünyanın sırtına biner. O, en mütevekkil insandır. Kaza ve kader anlayışının en iyi temsilcisi kamil insandır diyebiliriz. Mevlana; insandan söz ederken asıl olan insan-ı kamil olmayı hedefler. Onun için bazı hususlara dikkat edilmesini ister. O yüce insana göre, kamil insan olmak için şunları yerine getirmelidir: a)Dert ve Sıkıntı Çekmek Bir çocuk ve bir hayvan yavrusu dünyâya gelir gelmez, bütün a’zâları ve his organları çalışmağa başlıyor. Bunların âhenkli, muntazam çalışmalarıyla yaşamağa devâm ediyor. Bu hâl, bütün akıl sâhiplerini, bütün ilim adamlarını hayretde bırakıyor. Bu organları var eden ve böyle çalışdıran sonsuz kuvvet sâhibinin ismi (Allah)’tır.
Allahın var olduğunu anlamayan kimse yokdur. İnsanların gözünde kuvvet olsaydı, kendisini görürlerdi. Her insana, her iyiliği, her râhatlığı gönderen ve her derdi, her sıkıntıyı gönderen Allahdır. Ni’met gelince şükür, dert gelince, istiğfâr ve sabır etmelidir. Dertler, ni’metin kıymetinin anlaşılmasına sebeb olmaktadır. İstigfârın ve sabrın sevâbı pek çokdur. Dünyadaki dertler, âhırette çok sevâp verilmesine sebep olmaktadır. Dert, çile, sıkıntı... insanı olgunlaştırır. Dert çekmeyenler, hayatın tadını bilemezler. O bakımdan; “Kışın ayağı üşümeyenler, yazın kıymetini bilmez” denir. Peygamberler, sıkıntının en büyüğünü çekmişlerdir. Dertsiz insan, insan olamaz. Mevlana; bu konuyu çok güzel ele almış ve bizlere mesajlar vermiştir. “Maden der ki: “Yiğit beni bağla. Öküz kuyruğundan yapılma kamçı ile başıma, sırtıma vur. Fakat deşeleme. Kamçı yarasından hayat bulayım. Musa’nın öküzü yüzünden dirilen maktul gibi dirileyim.” “Ağrı, sızı ve hastalık hazinedir. Rahmetler ondadır.
Deri yırtıldı mı iç tazelenir.” “Kardeş, karanlık yere, soğuğa, gama, kırıklığa ve hastalığa sabret.” “Gama yoldaş ol, vahşetle ünsiyet kesbet.ölümünden uzun bir ölüm isteyip durma. “Gam ye de, gam artıranların, seni derde sokanların ekmeğini yeme. Çünkü akıllı adam gam yer, çocuksa şeker...” “Neşe şekeri, gam bahçesinin meyvesidir. Bu ferah yaradır, o gam merhem. “Gamı gördün mü, aşkla kucakla. Şam’a Rübve tepesinden bak!” “Gam, çalışıp çabalayan kimsenin önünde bir aynaya benzer. Bu zıt olan şeyde buna zıt olan şeyi görür, sabırda muradına ulaşmayı, gamda neşeyi seyreder.” “Zahmetten, eziyetten sonra da onun zıddı, yani genişlik, zevk ve neşe yüz gösterir.”
“Yumruğunu sıktıktan sonra mutlaka açarsın.” “Varılan yerin tatlılığı, lezzetleri, seferde çekilen zahmetlerle ölçülür.” “Ne kadar gurbet çeker, mihnetler, zahmetlere uğrarsan. Şehrinden, akrabandan o derece lezzet alır, zevk bulursun.” “Dertten şikayet etme. Çünkü dert, insanı yokluğa sürüp götüren rahvan .bir attır.” “Acı imtihanı bir rahmet bil. Belh ve Merv ülkelerine sahip olmayı bir gazap say.” “ İbrahim (Hz. İbrahim), telef olmaktan çekinmedi, ateşe atıldı, fakat yanmadı. Bu İbrahim, şereften, saltanattan kaçtı, kendisini ateşe attı.” “Şaşılacak şey, ateş onu yakmadı, bunu yaktı. İstek yolunda böyle tersine nallar vardır...” “Ateşi; gül ve ağaç haline getiren, bunu da zararsız bir hale getirebilir.” “dikenden gül çıkaran, kışı da bahar edebilir.” “Her selviyi hür bir halde sere serpe yücelten, derdi de neşe haline getirir.” “Bedene can verip dirilten, dirilttiğini öldürmezse ziyana mı girer?” “Gama giriftar oldun mu, çeviksen derhal sıçrar, o ümitsizlik deminden kurtulursun.”
“Mamur yerlerde kuduz köpekler vardır. yücelik ve nur definesi; yıkık yerlerdedir.” “Buz; soğuk rüzgarları, zemheriyi, yaz günlerinde o güç zamanları söyler.” “Lezzet açlıktan gelir, yeni bir yemekten değil. Açlıkla yenen arpa ekmeği, şekerden lezzetlidir.” “dert; eski ilacı yeniler. Dert; her usanmış, bezmiş dalı kırar.” “Eskileri yenileyen kimya derttir. Nerede dert varsa orada usanç ne gezer.” “Kendine gel de, usançtan soğuk soğuk ah etme. Dert ara, dert ara, dert ara...” “Abes ilaçlar, derde derman aramak için hile düzerler. Yol kesicidirler, baç diye para almaya kalkışırlar.” “Acı su; içildiği zaman soğuktur, hoş gelir ama susuzluğu kesmez.” “İnsanın düzgün elbisesi bulunmamalı. Çünkü sabırdan kurtuldu mu, derhal baş köşeye sıçrar.” “İnsanın; eli tırnağı olmamalı. Eli, tırnağı oldu mu, ne din düşünür, ne doğruluk”
“İnsanın; belalar içinde ölmesi daha iyidir. Nefis, nimeti inkar eder, sapıktır.” “Hayat; ölümde ve mihnettedir. Âb-ı hayat; karanlıklar içindedir.” b)Alçak Gönüllü Olmak Alçak gönüllülük; tevazu ile anlatılır. Ahlakın bir parçasıdır. Meyveli dalın başı öne eğik olur denir. Tevazu, ağırbaşlılıktır. Kendini, her şeyi bilir pozisyonunda görmek, halk tabiriyle ukalalık yapmak kimsenin tasvip etmediği bir tutumdur. Alçak gönüllülük; miskinlik değildir. Alçak gönüllü olmak demek; her kötülüğe, her çirkinliğe, her olumsuzluğa; “Evet” demek değildir. Sevgili peygamberimiz; “Bir kötülük gördüğünüz zaman önce elinizle değiştirmeye çalışın. Buna gücünüz yetmezse dilinizle değiştirmeye çalışın, buna da gücünüz yetmezse kalben gidermeye çalışın....” buyurur. Bu; doğru, güzel, ahlaki, ilahi emirlere ters olmayan, insanlara yararlı olan... şeylere onay vermek anlamı taşır. Alçak gönüllülük; kamil insan olmanın bir boyutudur. Mevlana, Mesnevi’de bu konuyu şöyle ele alır:
“Yusuf’a karşı nazlanma, güzellik iddia etme. Yakupcasına niyaz etmek ve ah eylemekten başka bir şey yapma.” “Baharların tesiriyle taş yeşerir mi? toprak ol ki, renk renk çiçekler bitiresin.” “Yıllarca gönüller yırtan, kalplere elem veren taş oldun. Bir tecrübe et, bir zaman da toprak ol.” “Hangi hoş vardır ki nahoş olmamıştır? Yahut hangi tavan vardır ki yıkılmamış, yere serilmemiştir?” “Ululuk, zehirli bir şaraptır. O şarapla aptal kişi sarhoş olur.” “Onun zehirli olduğuna inanmıyorsan, bak da gör; Âd kavmine o zehir neler etti?” “Kılıç, boynu olanın boynunu keser. Gölge, yerlere döşenmiştir, o hiç yaralanmaz.” “Ululuk; fazla ateştir a azgın! Kendini ateşe nasıl atıyorsun?” “Yerle bir olan, bak hele, oklara hedef olur mu hiç?” “Fakat yerden baş kaldırdı mı, o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır.” ( diğer kısımları başka yazılarımda ele alacağım) ( 24 ŞUBAT 2009)
Kaızm Öztürk
.
www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/misralardaki-insan-i-kamil
Mısralardaki İnsan-ı Kâ
.
Mısralardaki İnsan-ı Kâmil
Din ve va'z ettiği prensiplerle birlikte gelişen içtimâi meseleler, bütün dünya edebiyatlarının temel kaynaklarından biri olagelmiştir. Bu durum Türk edebiyatı için de geçerlidir. Kalem erbabı yazar ve şairler edebiyatımızın hemen her döneminde dinî-tasavvufî düşünceden istifade etmişlerdir. Klasik edebiyatımızın temel verimleri olan divanların tevhid, münacat ve na'tlarla başladığı, beşerî aşkı anlatan birçok gazelin dahi dinî argümanlardan direkt ve dolaylı olarak istifade ettiği düşünüldüğünde Türk edebiyatının bu husustaki zenginliği gözler önüne serilecektir. Her ne kadar bu yazının sınırları dahilinde yer vermeye çalıştığımız beyitler tasavvufî edebiyata ait ürünlerse de bu, diğer dönem ve akımlara ait edebi eserlerin bu bakımdan fakir olduğu anlamına gelmemelidir. Türk-İslâm kültürünün temel taşları hükmünde olan ve bir çırpıda onlarcasını sayabileceğimiz Hoca Ahmed Yesevî, Yunus Emre, Mevlâna, Şeyh Gâlib, Aziz Mahmut Hüdaî... gibi isimlerin hepsinin ortak hususiyetleri, eserlerinde insan-ı kâmil modelini işlemiş olmalarının yanı başında bu modeli hayatlarına da aksettirmeleridir. Edebiyat tarihimiz, bu türlü imzaları taşıyan dinî, ahlâki şiirlerin yol göstericiliği hususunda oldukça zengindir. İnsanlar, yüzlerce yıl boyunca kendilerini terbiye etmelerini temin eden şiirlerle beslenmiş, söz konusu edebi eserler insanlarımıza asırlaca kılavuzluk yapmıştır.
Akşemsettin Hazretleri'ne gönül vermiş kimseler için sarfedilen şu cümleler, insanımızın bir dönemde marifet buutlu bir hayatla ne derece iç içe olduğunu gözler önüne serer: "Dünya işleriyle uğraşırken bile gönül halinden ayrılmamaya gayret ederler. Kalplerine mâsiva sızmaya başladığı zaman, derhâl işlerini bırakıp, gönül ehli birine koşarlar." Bu irfan iklimi yolcuları elbette Akşemsettin Hazretleri'nin bağlılarıyla sınırlı değildir. Birçok padişahın, devirlerindeki maneviyat büyüklerine intisap ettiğini, Sultan Birinci Ahmet'in insan-ı kâmilin zirvesi olan âlemlerin sultanına [sallallahu aleyhi ve sellem],
Nola tacım gibi başımda götürsem dâim
Kadem-i pâkini ol Hazret-i şâh-ı Rusulün
Gül-i gülzâr-ı nübüvvet o kadem sahibidir
Bahtiyâ durma yüzün sür kademine o gülün mısralarıyla hitap ettiğini, birçok padişahın o güzeller güzeline samimi na'tlar yazdığını düşünürsek, milletimizin bu konudaki himmetinin ne olduğunu anlarız.
Her hâlleri sohbet-i canana endeksli böyle insanların yaşadığı bir iklimde, hayata ait birçok değer gibi sanat ve edebiyat da bu canan sohbetini besleyen temiz pınarlar mahiyetindeydi. Evet, Ezel Sultanı'nın "En güzel şekilde yarattım." dediği insan, bu modele erme yolunda birçok imtihanla karşı karşıyadır. İrfana, kemâle giden yolda menzil çok, sularsa derindir. Bu uzun yolun zorluklarını aşıp yükselmeye namzet insanın yol azığı olarak olmazsa olmazları vardır. Yolcunun kemâli için gerekli bu ruha safa değerler pek çoktur. Bu güzel vasıfların hepsini bir yazıda anlatmak zor olacağından, biz insan-ı kâmil olmak için yola revan olan yolcuya en çok gereken say, sabır ve tevekküle temas edelim.
Tasavvuf erbabının Hz. Musa'nın [aleyhissalatü vesselam] Hızır'la yolculuğundan çıkardıkları yola çıkma ki say kabul edilir, İlâhi hikmetleri anlamada sabır, Hakka itimatla tevekkül ve hakikati idrak Kur'an'ın bütün insanlığa verdiği hayatı her yönüyle kuşatan mesajlarındandır. İnsan, hem maddî hem de manevî terakkiyâta namzet, en üstün vasıflarla donatılmış, Esmaü'l Hüsnâ'ya en çok ayinedâr olan varlıktır. Fakat yeryüzüne insan olarak gelmek tek başına bir hüner değildir. İnsan, en güzel tecelli aynasıdır; fakat bu aynaya akseden ilâhi nakışların daha net görünebilmesi insanın say ve gayret etmesine bağlıdır.
Yüksel hünerinle kaani' olma
İhsân-ı Hudâ'ya mâni olma
Dava şahit ister. İrfan yolculuğuna çıkan salik [maneviyat yolcusu] sabırla istikamet üzere yürümezse, bu yolda uzun yıllar ceht etmezse, aradığı kapıyı bulamayacak ve ballar balını tadamayacaktır. Âşıkta sadakat aranır, vefa aranır. Aşkla girilen insan-ı kâmil yolu uzundur, öyle çabucak menzile varılmaz:
Her şahs-ı harîm-î Hakka mahrem mi sanırsın
Her tâç giyen çulsuzu Edhem mi sanırsın
Marifetullah'a ermek en büyük nimetlerdense bu nimetin de kadrince külfeti vardır. Menzili maksuda varmak için çokça gayret ve sabır gerektir. Keçecizâde İzzet Molla, bir beytinde bu hakikati anlatırken şöyle der:
Maksud kolaylıkla azizim ele girmez
Çeşm etdi fedâ Yusuf'a Yakub-ı mahabbet
İnsan-ı kâmile giden yol, azim ve gayret yoludur, çile yoludur. Hele Hakka vuslatı hedefleyen, her dem kemâl yolunu gözetleyen insanın öyle bir iki gayretle bu zorlu zirveye ermesi mümkün değildir. Şair Behçet bu düşünceyi tasdik edercesine, "Elbette su vermez ipsize kuyu" der. Salik İzzet Molla'ya göre 'terk-i rahat' etmelidir zira 'rahat andadır'. Bu yolda esas olan çalışma, ter dökme ve sabırdır. Onun için eskiler "Kime lâzımsa ekmek ana lazım ekmek." demişlerdir. Zaten dünya ahiret adına ekilmesi gereken bir mezra değil midir?
Gökden iner mi tenbel içün arza mâide
Öyle kütük gibi yaşamakda ne fâide
Yaşadığımız mekân, "İnsan için ancak say'i vardır" ilâhi hükmünün geçerli olduğu dünya misafirhanesidir. Ancak azim ve gayretine rağmen rüzgâr her zaman gemicinin istediği yönde esmez ve böyle zorluklar üst üste gelirse yolcunun ümidi azalabilir. İnsan-ı kâmil olma, Haktan bir atiye ise onu liyâkati olan imanıyla ümitsizliğe düşmeyen her dem yeni doğan matiyyeleri taşıyacaktır. İnsan-ı kâmile doğru yol alan sâlik karşılaşacağı dev engelleri sabır ve ümit kanatlarıyla aşabilir.
Her lahza bulunsun dil ü fikrinde şu pendim
Sabrın sonu elbette selâmettir efendim
Sabır ve ümit kardeştir. Sabırsızlık, ümitsizlik ve iman aynı kalpte barınmaz. Başına bela gelen sıkıntıya düçar olan yolcu, hikmet elinin açmadığı kapılarda sabır ve ümitle bekler. Sabır ve ümit insanın imanıyla alakalıdır. Sabrı ve ümidi insanın imanı nispetindedir. Bu yönüyle marifetullah yolcusu kalbindeki ümit kapılarına hiçbir zaman kilit vurmaz. Naçar kaldığı yerde: "Ya müfettihü'l ebvab" onun vird-i zebanıdır:
Bir kapuyu bend ederse bin kapu eyler küşâd
Hazret-i Allah, Efendi Fatihü'l ebvabdur
Hazret-i Allah müfettihü'l ebvabdır; fakat kulun da sebeplere riayeti gerektir. Belaları def edip hayır kapılarını açan rahmeti sonsuzun kapısını tedbirini alıp duayla çalmak gerekir. Kadere inanmak tedbiri terk etmek değildir. Salik bu irfana; devesini bağlayıp sonra tevekkül etme irfanına sahip olmalıdır:
Varsa aklın re'yü tedbirinde noksan eyleme
Çünki noksan eyledin takdire bühtan eyleme
Marifete ermek isteyen bilir ki çalışıp çabalamak sünnetullaha [Allah'ın eşya ve hadiselerde geçerli kanunlarına] riayettir. Gayret olmadan nimete, himmete erilemez. Peki, Tedbirde noksan olmazsa her işimiz istediğimiz neticeye varır mı? Şair ne güzel demiş: "Tedbir takdire uymuyor." diye. İşte İrfan yolcusu bu hakikati ve sebeplerin ötesinde bir Müsebbibü'l esbab olduğunu bilmeli: "Ab-ı hayat olmayıcak kısmet ey gönül / Bin yıl gerekse Hızr ile seyr-i Skender et", "Ne kadar kuvvet ü fer verse dahi tedbire / Olamaz kimse muarız, kalem-i takdire" hakikatlerini gönlünde duymalı, "Olanda hayır vardır." düsturunu hafızasına nakşetmelidir.
İnsan-ı kâmil, kaderin hikmet elinden çıkan güzelliklerine sevinirken, hoşa gitmeyen işlerde boş söz söylemez. Sözden de öte zihninde bile böyle kem düşüncelere yer vermemeye çalışır. Ten cübbesini çâk, gönül evini pâk tutar. Her işte onun hikmetlerini gözler. O, hayır bildiklerinde şer, şer bildiklerinde hayır olabileceğinin idrakindedir:
Çok hâyr olur kim çekilirsin geri andan
Her tab'ına hoş gelmeyeni şer mi sanırsın!
Marifetullah yolunun yolcuları en zor şartlarda dahi Rablerinden ümitvârdırlar. Allah'a [celle celaluhu] itimatlarıyla kaderden hep güzel işler, lütuflar bekler, takdirin ötesinde bir iş olmayacağını; O'nun [celle celaluhu] izni dışında bir yaprağın dahi yere düşmeyeceğini bilirler. İnsan-ı kâmil olanlar:
İktizay-ı kaza-yı kün fe yekün
Kıldı her emri vaktine merhun
hakikatini bir an bile unutmazlar. Bu şuurla yaşayan, her zorluğa sabreden, gonca gülle dikeni bir bilen salikin varacağı yer marifet ufku, açacağı kapı ise irfan kapısıdır. İrfan kapısına ulaşmak için say, sabır ve tevekkülle birlikte hâlisane kulluk gerekir. Sabrın en gerektiği hâl ibadetlerde sabırdır. İbadetsiz feyz-i ilahiyeye mazhar olunmaz. Leskofçalı Mustafa Galip, insan için: "Mazhar-ı feyz-i ubudiyet olandır insan / Yoksa ma'nide kişi şekl ile insan olmaz" der ve insanın ancak ibadetlerle insan-ı kâmil mertebesine ulaşabileceğini ifade eder. İrfana ermek için insan mânâ veçhini her dem yenilemeli gönül evini Hakkın zikriyle doldurmalıdır. "Salik merâtib kat eder tekrar-ı Hu Ya Hu ile"
Hakkı anmaktan uzak gönlün marifet deryasına dalması mümkün değildir. Ahmed Yesevi Hazretlerinin dediği gibi: "Masiyetnin jengârını [pasını] bağlap gönül / Hakkın yâdı ol jengârı [pası] açar derler." Dil hanesini pür nur edecek gönül pasını silecek, dildeki Esmaü'l Hüsnadır. İbadetlerle rahmeti sonsuza kurbiyet kesbedenler Hakkın ahlakıyla ahlaklanır. Onların işi ayıp örtücü Settar gibi günahları setr etmektir. İnsan-ı kâmil rahmeti sonsuzdan gönlüne yansıyan rahmetle halka merhamet kanatlarını açar. İnsanlara hoşça bakar:
Her kişi kim ola ol eksiksiz er
Kılmaz ol hiç kimse aybına nazar
İnsan-ı kâmil insanlara karşı halimdir, rauftur. Büyükler, "Kâbe Halil İbrahim peygamberin inşa ettiği bir eserdir. İnsanı ise Allah yaratmıştır. Kıymetini ona göre düşün!" derken insana rıfk ile muameleyi hatırlatırlar. Bundan ötürüdür ki irfan ikliminin yolcusu, bir insan-ı kâmil olan Alvarlı Efe Hazretleri gibi: "İncitme sakın bir canı / Yıkarsın Arş-ı Rahmanı" inceliğine sahip olmalıdır. Arif-i billâh derin irfanına, Haktan gelen nimetlere rağmen her zaman en büyük payenin kulluk olduğunu bilir. Onun marifeti Allah'la arasında bir sırdır. Sır sevenle sevilen arasında kalmalıdır. Halka sırrını arz etmeyi gönülden geçirmek dahi günahtır Ballar balını bulan arif başka bala kanar mı hiç! İnsanların teveccühü insan-ı kâmil için bir tuzaktır:
Dersen ey yâr cümleden ârif olan kimdir derim
Setr-i irfan eylemekle halka irfan gösteren
Kendisini halktan setreden ârifin biricik hedefi Hakkın rızasıdır. O'nun hoşnutluğudur. Ârif zahirde halk içinde olsa da hakikatte hep Hakla beraberdir. Onların hakikatte bir tek sevdikleri vardır: O da Hak'tır. Dünya, insan-ı kâmil için bir gurbettir. Onlar buradayken ahiretin yamaçlarında yaşarlar. Âlemlere rahmete ve onu da yaratan Rabbül âlemine kavuşmayı Haktan bir selâm bilirler. Onlar için ölüm, yâre vuslattır. Ağlanacak âh vâh edilecek bir hâl değildir, şeker şerbettir bu dünyadan ayrılık. İnsan-ı kâmil şu hakikati hayatının düsturu olarak bilir ve öyle yaşayıp öyle ayrılır bu misafirhaneden:
Yâdında mı doğduğun zamanlar
Sen ağlar idin gülerdi âlem
Bir öyle ömür geçir ki olsun
Mevtin sana hande, halka mâtem
Kaynaklar
1. Dr. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar Marifet Yayınları.
2. İ. Hilmi Soykut, Açıklamalarıyla 12. Asırdan 20. Asra Kadar Türk Şiirinde Tasavvuf, Hikmet ve Felsefeyle Dolu Unutulmaz Mısralar Sönmez Neşriyat.
.
|
İbrahim Hakkı Hazretleri'ne Göre İnsan-ı Kâmil
Mustafa Yılmaz
Yetkin insan demek olan insan-ı kâmil; Allah’ın ef’âl, esmâ, sıfât, hatta şuûnât-ı zâtiyesinin en parlak aynası demektir. “Mutlak zikir kemaline masruftur.” esprisi açısından, insan-ı kâmil denince, ilk akla gelen Hakikat-ı Muhammediye (s.a.s.)’dir. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliyâ, asfiyâ, ebrâr ve mukarrebîn.. bu konuda böyle bir farklılığı kabullenmek, Kur’ân ve Sünnet-i Sahiha açısından mahzursuz olduğu gibi, akla, mantığa, hiss-i selime de aykırı eğildir.
|
1703-1780 tarihleri arasında yaşamış Erzurumlu bir âlim olan İbrahim Hakkı Hazretleri, dinî ilimlerin yanı sıra astronomi, tıp, anatomi, fizyoloji, aritmetik, geometri, trigonometri, felsefe ve psikoloji gibi ‘müspet’ ilimlerle de ciddi şekilde meşgul olmuş emsali nadiren gösterilebilecek bir şahsiyettir. Onun bu derinliği, bir nevî ansiklopedi mahiyetinde olan kıymetli ve meşhur eseri Marifetnâme’de açıkça görülmektedir. Daha küçük yaşlarda iken Tillo’da devrin büyüklerinden Şeyh İsmail Fakîrullah Efendi’yle karşılaşmış, onun sayesinde hayli erken sayılabilecek bir dönemde kendisini, kalb ve ruh bilgisi/marifeti diye tarif edebileceğimiz tasavvuf deryasının içinde bulmuştur. Ömrünün ilerleyen zamanlarında da hep tasavvufla içli-dışlı olmuş, tabiî olarak tasavvufî düşünce de hayatının en önemli ve yönlendirici çizgisi hâline gelmiştir. Erzurum, Tillo ve İstanbul üçgeninde çok verimli ve bereketli bir hayat süren İbrahim Hakkı Hazretleri’nden geriye bir divan ile çeşitli alanlarda yazılmış yaklaşık otuz eser kalmıştır. O, ilmî meşguliyetlerin getirdiği bütün bu yoğunlukla beraber halkı tenvirden de uzak kalmamış bir irşad eridir. Hayatı boyunca öğrenmiş, amel etmiş ve anlatmıştır.
İbrahim Hakkı Hazretleri, “insan-ı kâmil” mevzuuna eserlerinin değişik yerlerinde temas etmekle iktifa etmemiş, bu hususla alâkalı bir de müstakil risale kaleme almıştır. Onun bu husustaki düşüncelerini İnsaniyet-i Kâmile1 adlı eserinden kısmen hülâsa edip, günümüz üslûbuyla arz etmeden önce, “insan-ı kâmil” konusu üzerinde kısaca durmak herhalde yerinde olacaktır.
Kur’ân-ı Kerîm’in değişik yerlerinde ifade edildiği üzere insan, izâfî bir mâlikiyet ve eşyaya müdahale hususunda nisbî bir hakka sahip bulunma mânâsında yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Yerde ve göklerde sayısız imkânların insanoğlunun emrine ve hizmetine sunulması, onun mahiyet ve donanımı itibariyle ‘ahsen-i takvîm’ üzere yaratıldığına, “kâinat ağacının en son ve en cemiyetli meyvesi ve istidatça en zengini” olduğuna, “Allah’ın sıfat, isim ve fiillerinin en esaslı bir nokta-i mihrakiyesi, en parlak aynası, bütün kainatın özü, usaresi; muhteva derinliği ve iç zenginliği itibarıyla bütün mükevvenâta denk” bulunduğuna açıkça delalet etmektedir. Bununla beraber insanoğlu bu dünyaya imtihan kastıyla gönderilmiştir. Cenab-ı Hak insanı cüz’î bir irade ile donatmış, ihtiyarını kendi eline vererek onu ‘a’lâ-yı illiyyîn’ ile ‘esfel-i sâfilîn’ arasında bu iradesiyle başbaşa bırakmıştır. Bu imtihanın tabiî bir neticesi olarak da, insanlık tarihi bir taraftan esfel-i sâfilîne düşenlere, diğer taraftan da seyr ü sülûk-i rûhanîde acz ve fakrıyla terakkî ede ede kalb ve ruh ufuklarına doğru yürüyerek kemâle ermiş, ekmeliyete mazhar olmuş insan-ı kâmillere şahitlik etmiştir.
İnsan-ı kâmil, Allah dostlarının da ifade ettiği gibi, mutlak anlamda Nebiler Serveri Peygamber Efendimiz (aleyhi ekmelü’t-tehâyâ)’dır. Sonra da diğer enbiya, gavs, kutup ve derecelerine göre evliya, asfiya, ebrar ve mukarrebîn... gelir. Genel mânâda insan, potansiyel olarak yeryüzünde Allah’ın halifesi, insan-ı kâmil ise yeryüzünde Allah’ın tam halifesidir.
İbrahim Hakkı Hazretleri, Marifetnâme’sinde insan-ı kâmili, “âlemin özü, Allah’ın lâtîf sırlarının bir mecmuası ve sonsuz hikmetlerinin fihristi” diye tarif eder. İşte bu sebepledir ki, ‘emanet’ insan-ı kâmile tevdî edilmiş, ‘hilafet’ vazifesi de yine onun omuzlarına bırakılmıştır.
İnsan-ı kâmil, diğer bir ifadeyle ‘yetkin insan’ olma/olabilme herkes için açık bir yoldur. Aslında konunun bize bakan en önemli yönü de işte bu noktadır. Evet, her mü’min kul için, Allah’ın izni ve inayetiyle, Rab’le münasebetlerdeki ciddiyet ve devamlılık, dünyevî-uhrevî konulardaki denge, ilim ve hakikat aşkı, güzel ahlâk ve istikamet gibi yüce hasletlerle insan-ı kâmil olabilme kapısı her zaman açık bulunmaktadır. İşte, Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri de, İnsaniyet-i Kâmile adlı geniş bir makale hacmindeki değerli eserinde insan-ı kâmilin evsafını sıralarken bizlere insan-ı kâmil olma yolunda nasıl bir usûl ve üslûp belirlememiz gerektiğini anlatıyor.
Eserine, mukaddimesinde okuyucuyu muhatap alarak seslendirdiği, “Ey tâlib-i devlet-i ma’rifet-i Mevlâ ve ey râğıb-ı sohbet-i kibâr-ı evliya!” nidası ve “Efnâkellâhü anke ve ebkâke bih - Allah seni senden cüdâ ve Zâtıyla bâkî kılsın!” duasıyla başlayan müellif, düşünce ve gönül dünyasındaki insan-ı kâmilin vasıflarını on yedi bölüm içinde ele alıyor. Şimdi bölüm bölüm bu risaleciğe bir göz atalım.
Birinci bölümde, insan-ı kâmilin vasfının Allah sevgisi, tevhid, tevekkül, tefviz, teslîm ve rıza olduğunu söyleyen müellif, böyle bir kâmilin huzûr-u tâmmı elde ettiğini, Rabbine karşı her zaman hamd ü sena duygularıyla meşbû bulunduğunu ifade eder. Ona göre insan-ı kâmil, mâsivayı (Allah’tan başka her şey) terk etmiş, fenâfillaha ermiş ve fakr şalını kuşanmıştır. Rabbin tasarrufları karşısında her zaman gönül hoşnutluğuna sahiptir; sebebi ne olursa olsun asla şikâyet etmez.
İkinci bölümde müellif, insan-ı kâmilin dua ve recâsının Allah indinde makbul olduğunu, reddolunmayacağını söyler. Ne var ki, ona göre, insan-ı kâmil edep ve hayâsından dolayı Cenab-ı Hak’tan her hangi bir şey istemekten çekinir. Zira, Rabbinin her şeye nigehbân olduğunu, her şeyin O’nun tasarrufunda bulunduğunu, cereyan eden bütün hâdiselerin abes iş işlemekten münezzeh Hakîm bir Zat’ın eseri olduğunu bilir; dolayısıyla da her hâdise ona yerinde, güzel ve münasip gelir. İnsan-ı kâmil, işlerini her şeyin en güzelini ve hayırlısını en iyi şekilde bilen Zât’a havale eder.
Üçüncü bölümde de şunlar anlatılır: İnsan-ı kâmil, Mevlâsı indinde azîz ve mükerremdir. İnsanlar da onu gönülden sever ve hürmet gösterirler. Haddizatında onun böyle bir talebi yahut beklentisi de yoktur, aksine o teveccüh-ü nâstan kaçınır. Onca ta’zim ve ihtirama rağmen insanların teveccühüne asla meyletmez; Hak için halkla beraber bulunmanın dışında hep Rabbiyle başbaşa kalmayı tercih eder. Bilir ki, insanlara karşı müstağnî davranmak, onlar tarafından istiskal edilmemenin ve gönülden sevilmenin en önemli vesilelerinden biridir.
İbrahim Hakkı Hazretleri dördüncü bölümde insan-ı kâmilin davası, vazifesi ve mefkûresi için hayatının bir yanı hâline getirdiği ızdırabından memnun, istikamette istikrar kazanmış, yüzüp gezmeden kurtularak huzur ve itmi’nana ulaşmış bir temkîn insanı olduğunu, eşyanın hakîkatine uyandığını, eliyle, diliyle yahut kalbiyle yani bütün azâlarıyla sürekli hayret makamında zikirde bulunduğunu, dolayısıyla da asla gaflete düşmeyeceğini anlatır.
Beşinci bölümde, müellif tarafından insan-ı kâmilin Allah’ın hiç bir nimetini asla küçük görmeyeceği ifade edilmiştir. Ona göre, yiyecek, içecek, giyecek vs. Cenab-ı Allah nimet olarak ne vermişse hepsi kıymetlidir. Onun için de elde olana şükredilir, elde bulunmayan şeyler hakkında da tama’ ve hırs işmam edecek sözler sarfedilmez, beklentilere girilmez. İnsan-ı kâmilin nazarında döşekle hasırın, pirinçle arpanın, yün ile ipeğin farkı yoktur.
Altıncı bölümde, yemede-içmede, uyumada-uyanık kalmada, sessiz durmada-konuşmada, uzlette-sohbette yani topyekün ibadet ve davranışlarda ifrat ve tefritten uzak Allah Resûlü’nün ifadeleri içerisinde “işlerin en hayırlısı” olan itidal yolunu tercih etmenin insan-ı kâmile ait çok önemli bir vasıf olduğu zikredilir. Bu husus bir hadîs-i şerîfle te’yid edilir:
“Allah’a yemin olsun ki! Ben sizin Allah’tan en çok korkanınız ve O’na karşı en müttakî olanınızım. Fakat ben bazı günler oruç tutarım, bazı günler de orucu bırakırım, gecenin bir kısmında namaz kılarsam, bir kısmında da istirahat ederim; üstelik evlenirim de.” (Buhari; Nikah 1)
Yedinci bölümde, insan-ı kâmilin güzel ahlâkı gereğince her va’dine vefalı olduğu, asla hulfü’l-va’dda bulunmadığı, her işinde adaleti gözettiği, kendini zemmedenlere dahî darılıp küsmediği anlatılır. Bu fasılda dile getirilen diğer bir husus da insan-ı kâmilin israf ve hissetten (cimrilik) uzak; yerinde başkalarının israf zannedebileceği ölçüde infaktan kaçınmayan, yerine göre de kimi insanların -yanlışlıkla- cimrilik addedebilecekleri kadar iktisatlı davranan bir kimse olduğudur. Müellife göre insan-ı kâmil keremkânîdir. İnsan-ı kâmilin her hususta ‘orta yol’u tercih ettiği bu bölümde bir kez daha vurgulanır. Burada anlatılan başka bir konu da, insan-ı kâmilin, hiç kimsenin bir sırrını veya ayıbını bir başka kimseye söylemeyen fazilet timsali bir settâr-ı uyûb olmasıdır. Ayrıca insan-ı kâmil Hak Teâlâ ile olan münasebetlerini saklı tutar, Rabbiyle arasındaki sırları ifşa etmez. Hem öyle güzel bir ahlâka sahiptir ki, hiçbir kimseye asla öfkelenmez, kötü ve kırıcı söz söylemez, sinesinde kin tutmaz.
Sekizinci bölümde ifade edilenleri de şöylece özetlemek mümkündür: İnsan-ı kâmil her hareketini bir iyilik ve ibadete bağlamıştır.. boş yere nefes tüketmez; her nefesi kâinatın diğer eczası misüllü Cenab-ı Hakk’ı tesbihtir.. konuştuğunda yumuşak konuşur, ilim ve hikmet söyler.. sohbetinin halâvetine doyum olmaz.. huzuruna erenler huzûra ererler. İnsan-ı kâmil “إِذَا رُؤِيَ ذُكِرَ اللّٰهُ” sırrına ermiştir; yani görüldüğünde Allah’ı hatırlatır ve o, bu özellikleriyle güneş gibi zâhir olur.
Dokuzuncu bölüm, konusu itibariyle bir önceki fasılla benzerlik arz etmektedir. Müellif burada özetle şöyle der: “İnsan-ı kâmilin nur yüzünden ve latîf sözünden, görenlerin gözleri ve dinleyenlerin kulakları büyük bir zevk ve lezzet alır. Sohbeti hiç bitmese, hep devam etse dahî sevenleri onun huzurunda bulunmaktan bıkıp usanmazlar, bilakis safâ bulurlar. Çünkü o, konuştuğunda Cenab-ı Hakk’ın kalbine ilkâ ettiği şeyleri, eşyanın hakikatini, mânânın inceliklerini, din ve diyanetin esaslarını konuşur. Söylediği her kelâm Kur’ân’a ve Sünnet’e muvafıktır.”
Onuncu bölümde müellifimiz, insan-ı kâmilin insanlarla, bir maslahat olduğunda görüştüğünü, bulunduğu meclislerde başını önüne eğip sessizce beklediğini, o esnada Cenab-ı Allah kalbine bir şey ilham etmişse onları yanındakilerle paylaştığını ifade ediyor. Müellife göre insan-ı kâmil, ifadelerinden istifade etmek isteyip sohbetine dâhil olanları her zaman öncelikli olarak tehzîb-i ahlâka irşad eder. Bununla beraber vaktinin çoğunu tefekkür ve zikirle geçirir veya hususî birtakım işleriyle meşgul olur. Yaptıklarını imkân nisbetinde gizler; halkın teveccühünden ısrarla kaçmaya çalışır. Bununla beraber, Hak Teâlâ onu kullarına sevdirmiş, böylece de tanınıp bilinmişse o, bundan müştekî olmaz. Başkaları ona hürmet ve tazimde kusur etmese, hattâ onu en yüksek payelerle vasfetseler de o, herkesi kendinden üstün bilir.
Onbirinci bölümde, insan-ı kâmil kalben dünyayı terketmiş olduğundan malın-mülkün onun gönlünü bir lahza bile Hak’tan gafil kılamayacağı anlatılır. O kendisini insanlara yararlı olmaya vakfetmiş öyle bir Hak dostudur ki, eline geçen şeyleri gizlemez; gizlemek bir yana çevresinde ihtiyacı olanlara dağıtıverir. Kendisi de dünya adına hiç kimseden hiç bir talepte bulunmaz.
Onikinci bölümde şunlar dile getirilir: İnsan-ı kâmil, Allah ahlâkıyla ahlâklanmış kimse demektir. Nefsaniyetinden sıyrılmış ve güzel ahlâka bürünmüştür; kusurları örter ve herkese hilm ve şefkatle muamele eder. İnsanlarla bir arada bulunmayı onların ruhlarını tasfiye, nefislerini tezkiye etme ve insanî latifelerini Hakk’a uyarma gibi ulvî gayelere bağlamıştır. Yani insanlara olan meyli, beşerî ve nefsanî değil, Rahmânî’dir, Allah içindir. Halkla Hakk’ın sevgisini cem’ etmek bu insan-ı kâmile müyesser olmuştur. Bundan dolayı da onu, görünüşü itibariyle avam-ı nâstan ayırmak zordur. Ne var ki, iç derinliği itibariyle o “kibrît-i ahmer”2 gibidir; misli bulunmaz.
Onüçüncü bölümde, insan-ı kâmilin halkın içinde iken bile her zaman Hak’la beraber bulunduğundan ve rıza ufkunu yakalamış bir gönül insanı olduğundan bahsedilir. Hep hikmet konuşması, konuşurken muhataplarının idrak seviyelerini gözetmesi, herkese re’fet ve merhametle muamele etmesi, Allah için yaptığı işlerde levmedenin levminden, kınayanın kınamasından çekinmemesi bu gönül adamının diğer bazı güzel özelliklerindendir. Ayrıca insan-ı kâmili tanıma imkânına erenler, onu, kendi anne-babalarından daha merhametli ve daha şefkatli bulurlar.
Müellifin ondördüncü bölümde zikrettiklerini de şöylece özetleyelim: İnsan-ı kâmil her hâli ve her kavliyle bir marifetullah ve muhabbetullah tâlibidir. Aynı zamanda başkalarını da kalbin ve ruhun derece-i hayatına çıkarmaya kendini adamış bir irşad eridir. İnananların imanını takviye için bütün cehdini ortaya koyar ve kalblerdeki şüpheleri berteraf etme hususunda âdeta tir tir titrer. Ehl-i sünnet çizgisinden asla taviz vermez; itikada dâir konularda halkı tenvir ettiği gibi, taharet ve namaz başta olmak üzere ibadet ü taat, tevekkül ve teslim gibi kalb hayatına dâir hususlarda da insanları aydınlatır. Hiç kimseyi ihmal etmeden herkesi kendi kabiliyetine göre irşad etmeye ve yine herkesi kendi arş-ı kemâlâtına yükseltmeye âdeta yemin etmiştir. Yanına uğrayan ve istifade etmek isteyen herkese, durumuna, idrak seviyesine göre mutlak surette faydalı tavsiyelerde bulunur. Bu bölümde müellif, insan-ı kâmilin, yanında ‘seyr u sülûk’ yapmak isteyen ‘tâlib’e nasıl bir muamelede bulunduğunu çok hoş bir üslûpla genişçe anlatır. Müellif bu bölümde bir kıt’a kaydeder:
Toprağa benzer o derviş-i hakîr,
Ki onu çiğneye her bây ü fakîr;
Etseler canına bin türlü azap,
Söylemez kimseye mânend-i türab.3
Onbeşinci bölüm, diğerlerine nispetle oldukça geniş bir bölümdür ve geçmiş bölümlerin özeti gibidir. Burada müellif, insan-ı kâmilin, diğer insanlara muamelesinde herkesin seviyesini gözettiğini ve bütün işlerinde rıfk ve teenniyle hareket edip, hâl ve hareketlerinde her zaman mülayim olduğunu, herkese hayır söyleyip şefkatle hayırhâhlık yaptığını ve yine herkes hakkında hüsnü zan edip onları kendinden ‘evlâ’ bulduğunu söyler. Müellifin düşünce ve gönül dünyasında, insan-ı kâmil malını, canını, Allah’ı (celle celâlühû) kullarına sevdirmeye adamış bir ahlâk âbidesidir. O, tam bir zâhiddir; ne dünya umûrundan kazandığına mesrur olur, ne de kaybettiği fânî şeylerden dolayı mahzun. İnsan-ı kâmil, Allah Resûlü (aleyhissalatü vesselam)’ın Sünnet-i seniyyesine ittiba ederek, konuşurken muhataplarına bütün bedeniyle döner. İnsan-ı kâmilin hayatında teşe’üme4 yer yoktur; hep hayır düşünür ve tefe’ül5 eder. Sû-i zan ve kuruntulardan uzaktır. Kim olursa olsun iman sahibi her ferdi azîz bilir. Söz ve fillerinde dine en ufak bir muhalefetten bile sakınır ve Hadîs, Tefsir gibi şer’î ilimleri tahsil etmekten hayatı boyunca dûr olmaz. Her zaman marifet ufkunu yükseltecek bilgi peşindedir. Herhangi bir makama tâlip olmaz.. zaruret olmadıkça erkân-ı devletle oturup kalkmaz.. dinin helâl ve haramlardan ibaret olduğu mülâhazasıyla bu hususta ince eleyip sık dokur.. hiç kimseyi ne yüzüne karşı ne de gıyabında, incine(bile)ceği bir şekilde diline dolamaz.. kendine zulüm ve iftirada bulunanların âhiretleri için dua eder.. mütevazılara karşı mütevazı, mütekebbirlere karşı da müsamahalıdır.. kendi işini kendi görür.. insanlar arasında fark gözetmez.. halkla iç içedir.. komşu hakkı üzerinde de fevkalâde bir hassasiyetle durur.
Faslın burasında müellif :
“Halvet ve uzlette gördüm çünki şöhret âfetin,
Hizmet ve sohbetle erdim Hazret-i Mevlâ’ya ben”
beytini zikrederek insanların faydasına matuf, onların içinde bulunma diye tarif edebileceğimiz celvet yolunun, halktan ayrılarak inzivaya çekilme şeklinde vasıflandırabileceğimiz halvet mülahazasına olan rüçhaniyetini anlatır.
Bu bölümde insan-ı kâmile ait zikredilen vasıflardan diğer bazıları da şunlardır: İnsan-ı kâmil ulemaya ve toplumun ileri gelenlerine ta’zimde bulunur. Kendisine bir hediye verildiği zaman daha iyisi ile mukabelede bulunmaya gayret eder. Yetimlerle, öksüzlerle hususî olarak ilgilenir ve misafirlerine mutlaka izzet ü ikramda bulunur. Merhametini, şefkatini hayvanlardan dahi esirgemez; karıncayı bile incitmez.
“Revâdır gerçi öldürmek yılanı,
Velî derviş isen incitme cânı”
şeklinde manzum hâle getirilen güzel huy onun fıtratının bir buudu, bir derinliği hâline gelmiştir.
Onaltıncı bölümde, insan-ı kâmilin kendi muradını bütünüyle terk ettiğinden ve Hakk’ın muradını muradı bilip murad hâline getirdiğinden bahsedilir. Çünkü o hep Allah’ı dilemiş, kendi cüz’î güç ve kuvvetinden teberrî edip Kudreti Sonsuz’un iradesine râm olmuş, mâsivaya kapanmış, O’nun rızasından başka hiçbir isteği kalmamıştır. Böylece de Hakk’ın muradı ve gözdesi olmuştur. Evet, insan-ı kâmil, muradını muradullahta ifnâ etmiştir. Cenab-ı Allah’ın istek ve emirlerini eksiksiz yerine getirmeye azm ü cezm ü kasd eylemiş, bununla da huzur ve saadete ermiştir. Rabbine karşı tevekkülü tamdır.. tam teslim olmuştur. İnsan-ı kâmil için Rabbin rızası ve O’na teslimiyet her şeyden üstündür, korku, elem ve tasadan kurtulmanın da biricik vesilesidir.
Müellifimiz İbrahim Hakkı Hazretleri onyedinci ve son bölümde insan-ı kâmilin, Rabbine tam teslim olduğundan, sadece aklıyla, mantığıyla, inançlarıyla değil, bütün zâhir ve bâtın duygularıyla Hakk’ın emirleri karşısında eridiğinden ve zerrelere kadar kâinattaki her şeyin bir Hakîm-i Rahîm’in kabza-ı tasarrufunda bulunduğunu bildiğinden, bütün hâl ve hareketlerinin, konuşmasının, susmasının hep lillah (Allah için) ve fillah (Allah yolunda) olduğunu söyler. İnsan-ı kâmilin burada zikredilen bir diğer önemli vasfı da, şer gibi gözüken şeylerde büyük hayırlar, vehle-i ûlâda (ilk bakış, ilk an) zarar getireceği zannedilebilecek hususlarda da pek büyük faydalar olabileceğini düşünüp hep sabır ve teennî ile hareket etmesidir.
Netice
Cenab-ı Allah’ın esmâ, sıfât ve ef’âline câmî ve mücellâ bir ayna yani insan-ı kâmil olması için ahsen-i takvîm üzere yaratılan insan, her zaman konumunun hakkını verememekte, kulluğun gerektirdiği kıvamı bir devamlılık içerisinde muhafaza edememekte, edememesi bir yana pek çok zaman, terakkîsi için mahiyetine yerleştirilen birtakım zaafların kurbanı olarak nisyan ve isyana düşebilmektedir. Öte yanda isyan ve isyana kapanıp zikir ve kulluk deryasına açılabilen, Cenab-ı Hakk’a verdiği sözü unutmayan ve O’nun (celle celâlühû) talep ve emirlerine muhalif en küçük bir düşünce ve hareketi bile kendi adına sukût sayarak o türlü şeylerden içtinab eden insan, insan-ı kâmil olmaya ve hayatı boyunca insan-ı kâmil kalmaya namzet demektir. Yaratıcı’nın yeryüzünde halifesi olmak gibi ağır bir mesuliyeti kendi omuzlarına aldıktan sonra, ayna olma vazifesini hakkıyla yerine getir(e)memekten ötürü ‘zulüm ve cehalet’e düşebilen insanoğlunun bu duruma düşmemesi ve şayet şu veya bu şekilde öyle bir talihsizliğe maruz kalmışsa ondan kurtarılabilmesi için bir terbiye sisteminden geçmesine olan ihtiyaç kaçınılmazdır. Tasavvuf işte bu en önemli vazifeyi üstlenen olmazsa olmaz hayatî bir eğitim sistemidir. Bu terbiye sisteminin en önemli kaynakları Kitap, Sünnet, bu iki asıl etrafında yüzyıllar boyu oluşan gelenek, bu geleneğin semereleri olan selef-i sâlihîne ait eserler ve bütün bunların müşahhas bir tablosu mahiyetinde olan insan-ı kâmilin hüsn-ü hâlidir, örnek yaşantısıdır.
İnsan-ı kâmil olma yolundaki herkes için mutlak insan-ı kâmil Efendiler Efendisi’ne ittiba, yani O’nun hayat-ı seniyyelerini kendi hayatına tatbik etme gayreti elzemdir. Sünnet-i seniyyeye ittiba eden kimse, fıtratında mündemiç potansiyel güzellikleri hayat sahasına geçirme yolunda demektir. Esmâ-i ilahiyeye parlak bir ayna olan bu insan-ı kâmil, Cenab-ı Hakk’ın, geçici dünya hayatının devamına müsaade etmesinin de biricik vesilesidir; onsuz varlık mânâdan mahrumdur, abestir. Gerçek hayat da insan-ı kâmille mümkün olacağından, türü ve kaynağı ne olursa olsun bütün problemlerin halli için insan(lığ)ın bu kemâl seviyesine çıkarılması bir zarurettir.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri’nin, İnsaniyet-i Kâmile adlı risalesinde ortaya koyduğu ve bizim yukarıda özetle arz etmeye çalıştığımız insan-ı kâmil portresi şüphesiz günümüz insanının da muhtaç olduğu ve iştiyak duyduğu/duyması gereken bir portredir. Önümüze kâmil insan fotoğrafı koyarak bizlere insan-ı kâmil olma yolunda bir hedef çizen ve bu hedefe doğru yürümek isteyenlere yol gösteren bu makaleyi sizlerin de istifadesine sunmak istedik. Merhum müellifi rahmetle anarken, Rabbimizden bizleri de kâmil insanlar arasına katmasını niyaz ediyoruz.
* Araştırmacı Yazar
myilmaz@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. İbrahim Hakkı Erzurumî, İnsaniyet-i Kâmile, Dersaadet: Matbaa-i Âmire, 1923. 16 sh.
2. Kibrît-i ahmer: İksir ve çok kıymetli mürşid gibi mânâlara geliyor.
3. Bây ü Fakir: Zengin fakir, herkes; Mânend-i türab: Toprak gibi
4. Teşe’üm: Bazı nesneleri ve hâdiseleri uğursuz kabul etmek, olayları şerre yormak ve sürekli kötü ihtimalleri öne çıkarmak.
5. Tefe’ül: Bir kısım hâdiseleri uğurlu saymak, onları hayırların başlangıcı olarak görmek ve vakıaları iyiye yormak.
|
|
|
|
|
Bugün 636 ziyaretçi (870 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|