|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Vahşetin adı medeniyet olamaz! 7 HAZİRAN 1995..M ORUÇ
Medeniyet kelimesinin aslı Arabça olup, "Medine" kökünden gelmektedir. Medine, şehir demektir. Medeniyetin çok çeşitli tarif ve izâhları yapılmıştır. İnsanlık tarihi boyunca yeryüzünde genel olarak iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilâhi dinlere inanan cemiyetlerin ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsız insan topluluklarının, putperestlerin medeniyetleridir! Günümüzde meşhur olarak bilinen, dinsizlerin dillerinden düşürmedikleri, sahiplendiği eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma medeniyetleri, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarının toplamıdır. Bu toplumlarda çok tanrı inancı yaygındır. Bunlarda tanrı insan gibi düşünülür, heykelleri yapılır, tapınaklarda onlara tapınılır ve saçma sapan birçok şeye inanılır. Bunların bazı insanlara, bilhassa, Firavun, Nemrud, Promethe gibi krallara hulûl ettikleri, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabûl edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini, dînî, ekonomik ve beşerî bakımdan sömürürler ve zulmederlerdi. Onlar, insan yerine konulmazdı. Atina'daki hipodromlarda, hayvan muamelesi yaptıkları insanları, çırılçıplak spor müsâbakalarına sokarlar, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde bol bol şarap içerek her türlü çılgınlığı yaparlardı. Bunları medeniyet adına yaptıklarını söylerlerdi. Roma'daki hipodromlarda da, köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları, birbirleriyle ölümüne döğüştürmek ve günlerce aç bırakılmış arslanlara parçalattırmak vahşetini ve aynı cinsler arasında sapık münâsebetlerde bulunmak âdiliğini gösterirlerdi. Böyle olan cemiyetlere medenî denilemeyeceği apaçık meydandadır. Bazılarının medeniyet olarak göklere çıkardıkları medeniyet anlayışı işte budur. Avrupa başta olmak üzere, zamanla dünyanın çeşitli yerlerine yayılan, hıristiyanlık dinine bağlı olanların ortaya koydukları medeniyet ise, hıristiyan olan milletlerin eski inanç, örf, âdet ve anlayışlarıyla karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Bunlar, putperestlerin yaşayışına göre biraz mesafe katetmişlerse de, insanlığa huzur verecek gerçek medeniyeti yakalayamamışlardır. Kaynakları ilâhi değildi, kendi düşünceleriydi. Bu hâliyle papalar, elindeki hıristiyanlık mensuplarını daima ilerletecek bir dinamizmden mahrûm, sosyal hayatı düzenleyici prensiplerden uzak, insanlığı kemâle getirici yol ve üsûllerden habersiz olarak, cihanşümûl bir medeniyeti doğurucu ve besleyici olamadı. Her türlü fen bilgisinin, ziraî, sağlık, pedagojik ve diğer ilerlemelerin de en büyük mânisi oldu. Böylece Orta Çağ Avrupası, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları ve sarayların etrafı, binbir çeşit hurâfe ile doldurulmuş kafalar, adâlet, merhamet, sevgi, saygı, cömertlik ve yardım severlikten mahrûm katı kalbler ve cehâletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz, pis ve yarı vahşi insanlarla doldu. İlim, fen, teknoloji ve teknik âletler asırlar boyunca olduğu yerde kaldı ve hattâ geriye gitti. Hastalıklar çâresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünen insanlar tehlikeli ve büyülü, kadınlar her türlü hakâret ve zilletin hedefi idi. Tarihteki bu rezâletleri okuyup öğrenen ve bugünkü din adına yapılan akla mantığa ters işler, hıristiyan gençliği, akın akın dinden uzaklaştırmaktadır. İslâmiyeti merâk edip öğrenen veya müslümanlarla temâsı olanlar islâmiyet ile şereflenmekte ise de, çoğunluğu ateist olmaktadır. Bu durumu gören kilise, oluk gibi para akıtarak, dünyanın her tarafında misyonerlik faaliyeti göstermektedir. Afrika'daki fakir, aç insanlara hıristiyan olmaları şartıyla yardım yapmaktadırlar. Bunlar da göbek bağı ile hıristiyanlığa bağlanmaktadırlar. Menfaat kalkınca da bu bağ kopmaktadır.
Kurtuluşun tek çâresi! 8 HAZİRAN 1995
Bütün dünyanın karardığı, insanlara her çeşit zulmün, işkencenin yapıldığı, hattâ diri diri toprağa gömüldüğü bir zamanda, dünyayı aydınlatacak olan bir güneş doğdu. Arabistan'da doğan bu islâm güneşi, kısa zamanda dünyaya yayılmaya başladı. Müslümanlar, Asya, Afrika derken, İspanya'dan Avrupa'ya da girdiler. Böylece, asırlardır kapkaranlık kalan Avrupa aydınlanmaya başladı. Müslümanların İspanya'yı fethederek, burada bir İslâm medeniyeti kurmaları ve haçlı seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri, tahsil ettirmeye, İslâm âlimlerinin yazdığı fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve müslümanlarda gördükleri teknik âletleri yapmaya başladılar. Bu arada İslâm âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmî, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslâmiyetin üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları, bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevketti. Bunlara rönesans, hıristiyanlık dininde yaptıkları yeni değişikliklere de reform adını verdiler. Böylece Avrupa'da gün geçtikçe kilisenin tesiri azalmaya ve bir süs unsuru hâline gelmeye başladı. Ruhî açlıklarını da sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile gidermeye çalışırken, maddi refâhı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme görülmeye başlandı. Avrupalılar asırlardır pislik içinde yüzdüler. Fransızların dünyaya övündükleri Versay sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı. Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bu günkü ilmî ve teknolojik seviyelerine ve ihtilâllerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Bir medeniyet, her türlü konforu sağlayıp, insanları yaratana götürmüyorsa, buna medeniyet denilemez. Bugün, insanlığın maddi olarak her isteklerine kavuşabilmelerine rağmen, bir türlü huzuru bulamamanın altında yatan gerçek budur. Medeniyet, tasnifleri içinde her bakımdan mükemmel, yüksek ve bütün olgunlukları içinde bulunduran, hiç kusursuz olan, İslâm medeniyetidir. İslâmiyet, hem dünya hem de âhıret saâdeti sağlamaktadır. İnsana, 60-70 yıllık bir ömür için maddi refâh sağlayıp, sonsuz olarak Cehennem azâbından korumamak insana iyilik midir, kötülük müdür? İslâm medeniyeti; İslâmiyetin vazettiği îmân, itikâd, amel ve ahlâk esasları, cemiyet hayatı ve idâre prensipleri ve dünya ni'metlerinden insanın yaratılış maksadına uygun olarak faydalanma erginliği ile bütün dünyaya hitap eden, her türlü görüş, düşünce ve fikirlerin doğru ve iyi taraflarını varlığında bulunduran ve zamanı, çağları peşinde sürükleyen ve insanlık tarihi boyunca yaşanmış en ileri ve parlak bir medeniyettir. Bunu iyi anlamak için islâmiyeti doğru bilgilerle, iyi öğrenmek ve tanımak şarttır. İslâm âlimleri medeniyeti "tamir-i bilâd, terfih-i ibâd" şeklinde ta'rif etmişlerdir. Bu ta'rif kısaca, beldelerin imâr edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da rûhen, maddeten, fikren ve ahlâken yükselmesi demektir." İslâmiyet, medenî insanın ve medeniyet sahibi toplulukların îmân, ibâdet, iş, ahlâk ve cemiyet hayatında uyması gereken her şeyi bildirmiştir. Bunlar, Allahü teâlânın bildirdikleri, Resûlullahın öğrettikleri, Eshâb-ı kirâmın naklettikleri ve mezhep imâmlarının açıkladıklarıdır. İnsanlığın bunaldığı her şeyin çözüm ve çâresi islâmiyetin içinde mevcuttur. Evliyânın büyüklerinden Seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleri buyurdu ki: "Bütün üstünlükler, faydalı şeyler, islâmiyetin içindedir. İslâmiyetin içinde hiçbir zarar yoktur. İslâmiyetin dışında hiçbir menfaat, faydalı şey yoktur ve olamaz. İslâmiyetin hâricinde bir menfaat, fayda düşünmek, serâbdan su beklemek gibidir."
.Medeniyetlerin esas kaynağı 10 HAZİRAN 1995
Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, "Asr-ı saâdet" tir. O devirdeki islâm medeniyeti, sonra gelen müslüman milletlerin benzemek için çırpındıkları bir ideal olmuştur. Araplar, Afrika kavimleri, Asya'da Gürganiye, Harzemşahlar gibi meşhur müslüman milletler ve müslüman Türkler, bu gün bile gıpta edilen, imrenilen medeniyetlerine bu yolla ulaşmışlardır. İslâmiyet, belli milletlere değil, bütün insanlığa, her devirde en yüksek medenî seviyeye ulaşmak için lâzım olan her şeyi bildirmiştir. Bu bakımdan islâm medeniyeti cihanşümûl bir medeniyettir. Ancak milletlerin bu cihanşümûl medeniyete ulaşma dereceleri, islâmiyeti iyi öğrenme, doğru anlama ve O'na tam uyma derecelerine göre farklı farklı olmuştur. Bu milletler içinde Osmanlı Türkleri'nin bazı dönemlerde yükseldikleri seviye, hepsinden ileri olmuştur. Bu sebeple altı asır boyunca bütün dünyaya her şeyiyle mükemmel bir medeniyet nümunesi göstermiştir. İstanbul, bu medeniyetin sembol şehri, İstanbul'da yaşayanlar da, sembol insan olmuştur. Bugün, Ortadoğu'daki, Afrika'daki, Balkanlar'daki karışıklığın, huzursuzluğun, savaşların tek sebebi, Osmanlının yıkılmasıyla meydana gelen adâlet boşluğunun doldurulamamış olmasıdır. Az çok aklı başında olanlar, ahh Osmanlı!.. ahh Osmanlı!.. diye eski günleri mum ışığı ile aramaktadırlar. . Günümüzde bütün dünya milletleri, Osmanlının bu medeniyetini hayranlıkla dile getirmekte, dünyadaki pek çok ilim adamı, vakıf, yayınevi, araştırma teşkilâtları, insanlığın günlük hayatından en girift meselesine kadar içine düştüğü buhranlara çâre bulmak için bu medeniyeti incelemektedir. Avrupa'dan, Amerika'dan ve Japonya' dan gelen araştırmacılar, tarihi kütüphanelerimizden eksik olmamaktadırlar. Anlayabildiklerini, başta Amerika olmak üzere, tatbik ederek ilerlemekte, sıkıntılarını azaltmaktadır. Medeniyeti, ne sadece gelişmiş ve ileri bir teknoloji olarak ele almak, ne de sanat, edebiyat, estetik duygu ve düşüncede yükselmişlik olarak kabûl etmek doğru değildir. Geçmişte ve günümüzde de her iki vasfa sahip olan cemiyetler olmuştur. İlim ve teknikte çok ileri olan memleketlere, bunları ne yönde kullandıklarına bakmadan medenî demek büyük bir yanlışlıktır. Bunlar medeniyeti göstermez. Bunları medeniyet sanmak her silâhlıyı gâzi, mücahid sanmak olur ki, bunlara sahip olan eşkıyâlık da yapabilir. İnsanoğlu giderek dünyayı ve tabiatı daha çok kontrol altına almakta, ancak rahatı, refâhı ve huzuru sağlamak konusunda aynı başarıyı gösterememektedir. Yirminci asırda dünyanın içine düştüğü buhranın kaynağında da bu yatmaktadır. Bugün de dinimizi iyi öğrenip, Onu doğru anlamaya, ona uymaya çalışırsak maddî ve manevî sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır. Zaten, aklı başında olanlar, islâmiyeti, islâm medeniyetini reddetmez ve nefret etmez. Çünkü, islâmiyet, insanların birbirlerini sevmelerini, yardımlaşmalarını, kardeşçe yaşamalarını, memleketlerin i'mâr edilmesini, insanların huzurunun sağlanmasını emir etmekte, Allahü teâlânın emirlerine uymayı ve mahlûklara merhameti, toprağını, bayrağını sevmeyi, kanunlara itaat etmeyi istemektedir. Her mahlûka karşı mes'ûliyyet taşımayı, kötü huyları terkedip, iyi huylu olmayı emretmektedir. Tenbelliği, boş vakit geçirmeyi reddeder. Ziraati, ticâreti ve san'atı, kat'î olarak emir eder. İlme, fenne, tekniğe, endüstriye, lâyık olduğu önemi verir. slâmiyet, insanların yardımlaşmasını, birbirlerine hizmet etmesini önemle istemektedir. Fertlerin, evlâdın, âilenin ve milletlerin haklarını ve vazîfelerini öğretmekte, herkese karşı bir hak ve mes'ûliyyet gözetilmesini emretmektedir. İşte, gerçek medeniyet, gerçek adâlet, gerçek huzur budur!
.Din ve medeniyet 14 HAZİRAN 1995 Bugün Avrupa, Amerika ve Uzakdoğuda fen çok ilerledi, dev sanâyiler kuruldu. Uzay yolculuğuna başlandı. Fakat, hiçbirinde huzûr sağlanamadı. Patronların isrâfı ve sefâheti, işçilerin sefâleti giderilemedi. Komünistlerde devlet, milleti yıllarca sömürdü. Milyonlarca insan, boğaz tokluğuna, aç, çıplak çalıştı. Zâlim, kan dökücü bir azınlık, bunların sırtından geçindi. Saraylarda zevk ve safâ sürdüler, her kötülüğü yaptılar. Fakat, her türlü teknik gelişmeye rağmen, islâm dinine uymadıkları için rahata, huzûra kavuşamadılar. İslam ülkeleri de, medeniyette, fende geri kaldıkları için, islâm ülkelerinde de, Osmanlıdan sonra huzûr sağlanamadı. Medenî olmak için, dinimizin bildirdiği ibâdetler yapıldığı gibi, fende, teknikte çalışmak, başarmak lâzımdır. Çünkü Kur'ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîfler, fende, san'atta ilerlemeyi emrediyor. Meselâ, hadîs-i şerîfte, (Allahü teâlâ, fende ilerliyen, san'at sâhibi olan kulunu elbette sever) buyuruldu. Başka bir hadîs-i şerîfte de, (Allahü teâlâ, kulunun san'at sâhibi olduğunu görmeyi elbette sever) buyuruluyor. Dünya tarihlerinin sözbirliği ile överek yazdığı, gözleri kamaştıran islâm medeniyetini, islâm dinine uyanlar meydana getirdi. Fakat, medenî olmak için, yalnız bunu başarmak yetişmez. Kazanılan ni'metlerin, adâletle paylaşılması, çalışanın emeğine, hakkına kavuşması lâzımdır. Bu adâlet de, ancak dine uymakla elde edilir. Bugün Avrupa, Amerika, çalışma prensipleri açısından islâmiyete uygun olarak çalıştıkları için işlerinde başarılı oluyorlar. Fakat, kazançlarını Kur'ân-ı kerîmdeki adâlet esâslarına göre paylaşmadıklarından rahata, huzûra kavuşamıyorlar. Sınıf mücâdelesinden kurtulamıyorlar. Kur'ân-ı kerîme uymıyanlar, aslâ mes'ûd olamaz. Uyanlar, müslüman olsa da, olmasa da, inansa da, inanmasa da, uydukları kadar, dünyada fâidesini görür. İnanarak uyanlar ise, hem dünyada, hem âhırette fâidesini görürler. Dünyada, rahat, huzûr içinde yaşarlar. Fen bilgileri, rahat için, huzûr için, medeniyet için lâzım olan vâsıtaları, sebepleri hazırlar. Din bilgileri de, fennin hazırladığı âletlerin, rahat için, huzûr için ve medeniyet için kullanılabilmelerini sağlar. Asırlardır, islâm devletleri, insanlığa gerçek medeniyeti gösterdiler. Bugün kökünü kazımak için her türlü işkenceyi revâ gören Avrupa'yı, Ortaçağ karanlığından kurtaranlar müslümanlar oldu. Müslümanlarla yakın münâsebetlerinin olmadığı hâllerini, kendileri anlatıyorlar. Hissiyatına kapılmadan, gerçekleri dile getiren tarihçi John W. Draper bu gerçeği şöyle itiraf ediyor: "O zamanki Avrupa tamamiyle barbardı. Hıristiyanlık, onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Vahşî bir hayatları vardı. Pislik içinde yaşarlardı. Kafaları, hurâfelerle doluydu. Doğru dürüst düşünmek özelliğine bile mâlik değildiler. Âdî, basit kulübelerde yaşarlardı. Eğer kulübenin zemîninde veya duvarlarında bir hasır örtüsü varsa, bu büyük bir zenginlik işâreti sayılırdı. Yedikleri, yabânî fasülye, havuç gibi sebzeler, ba'zı otlar, hattâ ba'zan ağaç kabuklarıydı. Elbise olarak, uzun müddet dayandığı için dabağlanmamış hayvan postları kullanıyorlar ve bunun için çok pis kokuyorlardı. Müslümanlar gelince, onlara her şeyden önce temizliği öğrettiler. Müslümanlar, günde beş defa yıkanıyorlardı. Onların da günde hiç olmazsa bir kerre yıkanmasını sağladılar. Sonra, onların üzerinden pis kokulu, parça parça olmuş, bitlerle dolmuş olan hayvan derilerini çıkarıp atarak, onlara güzel kumaşlardan, renkli ipliklerden örülerek yapılmış olan kendi elbiselerinden verdiler. Onlara yemek pişirmesini, yemek yimesini öğrettiler. İspanya'da evler, konaklar, saraylar inşâ ettiler. Mektepler, hastaneler kurdular. Üniversiteler tesîs ettiler. Bu üniversiteler, bütün dünyaya bir nûr kaynağı oldu. Her tarafta bahçeler yaptılar. Memleket, güllük gülistanlık oldu. Vahşî Avrupalılar, bütün bunları ağzı açık, şaşkınlık ve takdîrle gördüler ve yavaş yavaş medenî olmaya başladılar.
" İnsanlığa hizmet için...15 HAZİRAN 1995
İnsanlara hizmet, onları dünyada ve âhirette rahata, huzûra kavuşturmak demektir. Bunun da, tek yolu, insanları yaratan, merhameti ve ihsânı sonsuz bol olan Allahü teâlânın gösterdiği, saâdet yolu, ya'nî islâmiyettir. İnsanlığa hizmet, ancak islâma hizmet ile olur. İslâma hizmet, insanlığa hizmettir. İnsanlığa düşman olanlar, islâmiyeti yok etmeye çalışmıştır. Saldırmalarının en tesîrlisi, müslümanları aldatmak, içerden yıkmaya çalışmak olmuştur. Onları bölmüşler, birbirine düşman etmişler, dinsizlerin pençesine düşmelerine sebep olmuşlardır. Tarih gösteriyor ki, dinlerine önem vermeyen milletler, Allahın gazâbına uğramış, zâlimlerin pençelerine düşmüştür. Ahlâksız, dinsiz ve zâlim bir azınlığın işkencesi altında, boğaz tokluğuna, insafsızca, hayvan gibi çalıştırılmışlardır. Allahü teâlâ, din yolunda çalışanlara ve din bilgilerini öğretenlere rahat, huzûr veriyor. Dünya bilgilerinde, fende çalışanlara da aradıklarını veriyor. Kâfir milletler, yalnız fen bilgileri üzerinde çalışıyorlar. Bunun için, fende ilerliyor, büyük endüstri kuruyorlar. Fakat, küfür pisliğinden, harâm ve kötü işlerinin zararlarından kurtulamıyorlar. Rahata, huzûra ve saâdete kavuşamıyorlar. Fende ilerledikleri hâlde, râhat yaşıyamıyorlar. Çünkü, küfürden ve harâm işlemekten, hep zarar, hep ziyân, hep fenâlık hâsıl olur. Sonu hep felâket olur. Îmândan, ibâdetlerden ve güzel ahlâktan ise, dâimâ iyilik, rahatlık hâsıl olur. Fende ilerlediklerini ileri sürerek, kâfirlerin küfürlerini, islâmiyete uymıyan işlerini övmek, câhillik ve şaşkınlıktır. Müslümanlar, onlar gibi, fen bilgilerinde de çalışmaya, onlar gibi büyük fabrikalar kurmaya özenmelidir. Çünkü, islâmiyet bunu emretmektedir. İslâmiyet, hem fen bilgilerinde çalışmayı, hem de güzel ahlâklı olmayı, herkese iyilik yapmayı emretmektedir. Müslümanlar, kâfirlerin, münâfıkların ahlâksızlıklarını faydalı zannetmemelidir. Bunları övmenin, müslümanların hayâlarını, îmânlarını çalmak için bir tuzak olduğunu bilmelidir. Bir işin, bir sözün faydalı veya zararlı olduğunu anlamak için, kâfirlerin yapıp yapmadıklarına değil, dînimizin emir veya yasak ettiğine bakmalıdır. Îmân edip ibâdetleri yapmakla, üç şey hâsıl olur: Birincisi, insan, şehvetine uymaktan kurtulur. Kalbi, rûhu temizlenir. Şehvet ve diğer kötülükler yaratanı hatırlamaya mâni' olurlar. İkincisi, insanda, maddeler üzerinde yapılan tecrübeler ile ve his organları ile hâsıl olan bilgilerle ilgisi olmayan başka bilgiler, zevkler hâsıl olur. Her zaman huzur içinde olur. Üçüncüsü, iyilere ni'metler, kötülük yapanlara azap yapılacağına inanan insanlar arasında adâlet hâsıl olur. Kimse kimsenin hakkına tecavüz etmez. Herkes hakkına râzı olur. Zâten karışıklıkların, huzûrsuzlukların sebebi, kişilerin kendi haklarına râzı olmamalarıdır. Mocheim diyor ki, "Mîlâdın onuncu asrında, Avrupa'yı kaplamış olan müthiş kara günlerden daha kötüsü düşünülemez. Bu devrin en ileride bulunan milletlerde bile, ilim ve fen adına, mantıktan ileri birşeyleri yoktu. Mantık, bütün ilimlerin üstünüdür sanılıyordu. O zaman müslümanlar, İspanya'da ve İtalya'da mektepler kurdu. Avrupalı gençler, ilim öğrenmek için buralara toplandı. İslâm âlimlerinin okutma metodlarını öğrenerek, hıristiyan mektepleri açıldı. Böyle vahşî insanları terbiyeye muvaffak olan, onlara medeniyet rûhunu aşılayan, onları karanlıktan, cehâletten, hurâfelerden kurtaran müslümanlar, bu akla sığmaz muazzam işi, ancak islâm dîni sayesinde yapabildiler. Çünkü islâm dîni, hak dindir. Allahü teâlâ islamiyet için çalışana elbette yardım eder. Hac sûresinde meâlen, (Allah, dinine yardım edene elbette yardım eder) buyurulmaktadır
.Yapılabilecek en büyük kötülük... 5 TEMMUZ 1995
İslâm dînini bilmedikleri için, ona karşı olanlar, asırlar boyunca yaptıkları kanlı ve acı tecrübelerle anladılar ki, islâm âlimlerini yıkmadıkça, islâmiyeti, islâm devletlerini yıkmaya, imkân yoktur. Bunun için 1700'lü yıllardan itibaren taktik değiştirdiler. Kaba kuvveti bırakıp islâmiyeti içeriden yıkmak için plânlar hazırladılar. İslâmı yıkmada, en büyük engelin islâm alimleri olduğunu anladıkları için de, bütün hedefleri islâm âlimleri oldu. Biliyorlardı ki, islâmiyeti asırlardır, bozulmadan, ilk şekli gibi çağlara ulaştıran âlimlerdi, mezheplerdi. İslâm alimleri, islâm dairesinin aşılamaz kalesi, sûru idiler. Bu kale yıkılınca, içeri girmek kolaylaştı. Artık müslümanları, istedikleri gibi birbirlerine düşürebiliyorlar, her türlü fitne, fesâdı çıkartabiliyorlardı. Bilhassa zamanımızda, artık âlimler, mezhepler hemen hemen devre dışı kalmış gibidir. Toplumun birçok kesiminde, dini bir mesele olduğunda, bunun âyette yeri var mı ? diye sorulmaktadır. Bunun fıkıh kitaplarındaki yeri neresidir, hangi âlim böyle söylemiştir? diyen hemen hemen kalmamıştır. Maalesef müslümanların çoğunluğu az veya çok din düşmanlarının bu oyununa düşmüştür. İlmihâl kitabından, fıkıh kitabından bahsetmek câhillik alâmeti sayılır hâle gelmiştir. Aydın din adamı(!) olmanın alâmeti de, kendini imâm-ı a'zamın yerine koyup hadisten, âyetten hüküm vermek olarak kabûl edilmiştir. Herkesin eline, bir meâl, tefsir veya bir hadîs-i şerîf kitabı tutuşturulmuştur. Hâlbuki, dinini bilmiyen bir kimsenin eline, bir hadîs-i şerîf kitabı, bir Kur'ân-ı kerîm meâli veya tefsîr kitabı tutuşturup, dinini buradan öğren demek, bu kişiye yapılabilecek en büyük kötülüktür. Müslümanların arasındaki bugünkü ayrılıkların, karışıklıkların tek sebebi, âlimleri devre dışı bırakmaktır. Alimler, devre dışı bırakılınca, ortaya dinde olmayan, birçok şeyler çıkmıştır. Şahıslar kendi fikirlerini, dinin emridir diye ortaya atmışlardır. Her tarafta bid'atler, dinsizlikler din diye alabildiğine yayılmaktadır. Peygamber efendimiz, 1400 yıl önce bunları haber vermiştir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, (Benden sonra, ümmetim arasında ayrılıklar olacaktır. O zamanda olanlar, benim sünnetime ve Hulefâ-i râşidînin, dört halifemin sünnetine yapışsın! Dinde meydana çıkan şeylerden uzaklaşsın! Dinde yapılan her yenilik bid'attir. Bid'atlerin hepsi dalâlettir. Dalâlet sahiplerinin gidecekleri yer, Cehennem ateşidir.) Bu hadîs-i şerîf, bu ümmette çeşitli ayrılıklar olacağını haber veriyor. Bunlar arasında, Resûlullahın ve O'nun dört halîfesinin yolunda olana sarılınız diyor. Sünnet, Resûlullahın sözleri, bütün ibâdetleri, işleri, i'tikâdları, ahlâkı ve birşey yapılırken görünce, mâni olmayıp susması demektir. Bir hadîs-i şerîfte buyuruldu ki, (Ümmetim arasına fesâd yayıldığı zaman, sünnetime yapışan için yüz şehîd sevâbı vardır). Ya'nî nefse ve bid'atlere ve kendi aklına uyarak islâmiyetin hududu dışına taşıldığı zaman, benim sünnetime uyana, kıyâmet günü yüz şehîd sevâbı verilecektir. Çünkü, fitne, fesâd zamanında islâmiyete uymak, kâfirlerle harp etmek gibi güç olacaktır. Bir hadîs-i şerîfte de buyuruldu ki, (İslâm dîni garîb olarak başladı. Son zamanlarda da garîb olacaktır. Bu garîb insanlara müjdeler olsun! Bunlar, insanların bozduğu sünnetimi düzeltirler). Ya'nî, islâmiyetin başlangıcında, insanların çoğu, müslümanlığı bilmedikleri, onu yadırgadıkları gibi, âhır zamanda da, dîni bilenler azalır. Bunlar, benden sonra bozulmuş olan sünnetimi ıslâh ederler. Bunun için, emr-i ma'rûf ve nehy-i anilmünker yaparlar. Sünnete, ya'nî islâmiyete uymakta başkalarına örnek olurlar. İslâm bilgilerini doğru olarak yazıp, kitaplarını yaymağa çalışırlar. Bunları dinliyenler az, karşı gelenler çok olur. O zamanda, sevenleri çok olan din adamı, doğru arasına eğrileri, hoşa giden sözleri karıştıran kimsedir. Çünkü, yalnız doğruyu söyliyenin düşmanları çok olur.
Âkıbetimiz ne olacak? 12 EYLÜL1996 Bir gün cihân pâdişâhı Kânûnî Sultân Süleymân hân, Yahyâ Efendi hazretlerine bir mektup göndererek şunu sordu: - Ağabey! Sen ilâhî sırlara vâkıfsın, bilirsin. Kerem eyle de bize âkıbetimizin ne olacağını haber ver. Neslimiz, kesilip yok mu olacak? Yok olacaksa, bu hangi sebepten olacak? Mektubu okuyan Yahyâ Efendi hazretleri eline kalem kâğıt alıp; - Kardeşim! Neme gerek, diye iri harflerle yazıp Kânûnî'ye gönderdi. Kânûnî, Yahyâ Efendiden gelen mektûbu okuduğunda, nasıl böyle cevap verir diye hayretler içinde kaldı. Hemen Yahyâ Efendinin dergâhına geldi: - Ağabey! Ne olur gizlemeyip, suâlime cevap veriniz. Biz de ona göre hareket edelim. Yahyâ Efendi bunun üzerine tebessüm etti: - Biz cevap verdik. Bu sözümüzü anlıyamamana şaşarız. - Nasıl? diye meraklı bir şekilde yüzüne bakınca, Yahyâ Efendi şu târihi cevâbı verdi: - Zulüm, haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılsa, işitenler de, "Neme gerek" dese ve onu önlemeye çalışmasalar; sonra koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese; fakîrlerin, muhtâçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. Neslinin o zaman yok olmasından korkulur. Hazînelerin boşalır. Askerin itâat etmez olur ve yolundan gitmezler. Yok olmak mukadderdir. * * * Yahyâ Efendi zamanında Boğazda bir yük gemisi, birden su almaya başlar. Tam gemi batmak üzere iken, gemi kaptanı Yorgi, Yahyâ Efendi Dergâhı tarafına baktığında, oradan bir ışığın, yükseldiği görür. Geminin dümenini o tarafa çevirir ve batmaktan kurtulur. Zulüm, haksızlık, adam kayırma, rüşvet yayılsa; koyunu kurt değil de çoban yese, bilenler de bunu söylemeyip gizlese; fakîrlerin, muhtâçların, gariplerin feryâdı göklere çıkıp bunları taşlardan başkası işitmese, işte o zaman felâkettir. İşte o zaman felâkettir Bilmediğimiz bir hikmet var Yorgi, bu iyiliğe karşılık olarak, yirmi yıldan beri sakladığı şarap fıçısını sırtına vurduğu gibi, dergâhın kapısını çalar. Talebeleri, Yahyâ Efendiye, "Yorgi isminde birisi kapıda sizinle görüşmek istiyor" derler. İçeri alınması emir buyurulunca, Yorgi, talabelerin şaşkın bakışları arasında şarap fıçısıyla içeri girip der ki: "Gemimi siz batmaktan kurtardınız, ben de buna karşılık olarak yıllardır sakladığım en kıymetli şarabımı size hediye olarak getirdim." Talebeleri, "Bu haddini bilmez de nereden çıktı" deyip, hemen dışarı atmak isterler. Yahyâ Efendi ise, Yorgi'ye iltifat edip, hediyesi için memnuniyetini bildirir. Bununla da kalmaz, Yorgi'ye, halka olmuş talebeleri işâret edip, "Hepsine birer kupa ikrâm et" der. Talebelerden ba'zıları fırlayıp dışarı kaçarlar. Kaçarken de, "Herhalde hocamız kafayı bozdu, bize şarap içirmeye kalktı" derler. Ba'zıları da, şüphe ve tereddüt içinde kalır. Ba'zıları da, "Biz bu dergâha girerken aklımızı bırakıp hocamıza tâbi olduk, eğer biz, neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayırt edebilseydik burada ne işimiz vardı? Hocamızın bizi, bizden daha çok düşündüğüne inanıyoruz. Burada bizim bilmediğimiz bir hikmet var" deyip içerler. Bir de ne görsünler, ikrâm edilen, şarap değil, buz gibi şıra. İçen bir daha içmek ister. Bu durumu gören Yorgi de huzûrda kelime-i şehâdet getirip müslüman olur. Yahyâ efendi talebelerine dönüp buyurur ki: - Bizim dergâhımız herkese açıktır. Biz gelene git demeyiz. Gitmek istiyeni de zorla tutamayız. Kendini ateşe atanın başkasını suçlamaya hakkı yoktur. Dergâhımız, yolcularını selâmetle Cennete götüren bir gemi gibidir. Gemiye binen kurtulur. Kimseyi bu gemiye binmeye zorlamayız. Kendi isteği ile gelenin de, kaptanın işine karışmaya hakkı yoktur. Kaptanın niyetini, hangi şartlarda gemiyi yürüttüğünü, fırtınalardan kurtarmak için nasıl manevra yaptığını yolcular bilemez. Kaptanın işine karışan, gemi karaya oturduğunda sadece kendisine değil gemideki herkese zarar vermiş olur.
Batının islâmiyeti yok etme plânları 13 EYLÜL 1996
Batılı islâm düşmanları yeri geldiğinde, kaba kuvvetle, yeri geldiğinde çeşitli oyunlarla elde ettikleri devletleri, milletleri asırlarca sömürdüler. Bu ülkelerin, yer üstü, yer altı ne kadar servetleri varsa bunları alıp götürdüler. Ayrıca ma'nevî yönden hem dînlerini, hem de dillerini, örf ve âdetlerini kaybettirdiler. Bu sömürgeci devletlerin başını İngiltere çekiyordu. İslâm düşmanlığı, zulüm, istibdât, hîle ve hıyânet üzerine kurulan İngiliz imparatorluğu, kendisine "Üzerinde güneş batmayan devlet" ünvânını vermişti. 19. yüzyıldaki işgalleri sonunda, dünya topraklarının yaklaşık dörtte birine, dünya nüfusunun da dörtte birinden çoğuna sâhip oldu. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Bunların çoğunu Osmanlı Devletini parçalamak için kullanmıştır. Barış zamanında ise, İngiltere'nin muazzam sanâyisini yaşatan, İngiliz ekonomisini ve mâliyesini takviye eden Hindistan'dır. Hindistan'ın diğer sömürgelerine nazaran çok önemli olmasının iki sebebi vardı: Birincisi, dünyayı sömürmelerine en büyük mâni olarak gördükleri İslâmiyetin Hindistan'da yayılması ve burada müslümanların hâkim olmasıdır. İkincisi, Hindistan'ın tabiî zenginlikleridir. Hindistan'ı elde tutabilmek için, Hindistan yolu üzerinde bulunan bütün İslâm ülkelerine saldırmış, fitne ve fesâd tohumları ekerek, kardeşi kardeşe kırdırmış ve bu ülkelere hâkim olarak, bütün tabiî zenginliklerini ve millî servetlerini hep kendi memleketine taşımıştır. İngiliz sömürgelerinin en önemlisi, Hindistan idi. İngilizlere dünya hâkimiyetini te'mîn eden, onun, nihâyetsiz tabiî servetleridir. Sâdece birinci dünya harbinde, İngiltere bu ülkeden, birbuçuk milyon asker ve bir milyar rupye nakdî para almıştır. Neden Hindistan Osmanlı imparatorluğundaki hareketleri titizlikle takip etmek ve çeşitli siyâsî oyunlarla Osmanlıları Ruslarla harbe sokarak, Hindistan'a yardım elini uzatamıyacak hâle getirip, parçalamak ve yok edip, işgâl etmek, İngiliz siyâsetinin esâsı idi. İngilizler, Osmanlı-Rus harbi sırasında, Hindistan'ı, İngiltere krallığına bağlı bir devlet ilân ettiler. Meşhûr masonlardan Mithat Paşanın Osmanlı devletini harbe sokması, İslâmiyete yaptığı zararların en büyüğü oldu. Sultân Abdül'azîz Hânın şehîd edilmesi de, İngilizlere yaradı. İngilizler, kendi yetiştirdikleri adamları Osmanlı devletinde önemli makâmlara getirmişlerdi. Bu devlet adamları, ismi Osmanlı, fikri ve zikri İngiliz idiler. Bunların en meşhûrlarından
Mustafa Reşîd Paşa son sadrâzamlığında, altı günlük sadrâzam iken, 28.10.1857 de İngilizlerin Hindistan müslümanlarına yaptığı büyük Delhî katliâmını tebrîk etti. Daha önce de, Hindistan'daki İngiliz zulmüne karşı ayaklanan müslümanları bastırmak için, İngiltere'den gelen yardımın Mısır'dan geçirilmesi için Osmanlılardan izin istediler. Bu izin de, yine masonlar vâsıtası ile verildi. Hindistan'da İngilizler halkı dinden uzaklaştırmak için yeni mektepler açmadılar. İslâm dîninin temeli ve en bâriz vasfı olan bütün medrese ve çocuk mekteplerini de kapattılar, halka liderlik yapabilecek bütün âlimleri ve din adamlarını şehîd ettiler. İngilizler, hâkim oldukları bütün İslâm memleketlerinde yaptıkları gibi, İslâm âlimlerini, İslâm kitaplarını, İslâm mekteplerini yok ettiler. Tam din câhili bir gençlik yetiştirdiler. Sömürge devletlerini idâre edenlerin adları, Ahmet, Mehmet, Mustafa, Ali gibi müslüman isimleri idi. Fakat islâmiyetle ilgileri sadece bu isim benzerliğinden ileri gitmiyordu. Bunların göstermelik parlamentoları olmuş, fakat hiçbir zaman bağımsız olamamışlardır.
Parçala, hâkim ol ve imhâ et! 14 EYLÜL 1996 Tarihe baktığımızda, Batılı devletlerin müslüman ülkelerle olan ilişkilerinde hep ikiyüzlülük yaptıklarını açık bir şekilde görürüz. Hiçbir zaman samîmî olmamışlardır. Müslüman devletlerin yüzlerine gülüp arkalarından vurmuşlardır. Meselâ, İngilizler, Hindistan'da misyonerlik faaliyetleri yayılmadan ve Hindistan tam olarak İngiliz hâkimiyetine geçmeden evvel, müslümanların îmânlarına saygılı davranmış, bayramlarda toplar attırmış, câmi ve mescidlerin ta'mîrine yardımcı olmuş, hattâ câmi, tekke, türbe ve medreselere âit islâm vakıflarında vazîfe almışlardı. Devleti avuçları içine alınca, bu faaliyetleri yasakladılar. İngilizlerin islâm dînine hücûmlarında tatbîk ettikleri siyâsetin; evvelâ dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yayarak dünya müslümanlarını aldatmak; buna muvaffak olduktan sonra, islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmek olduğunu, bu faaliyetleri açıkça göstermektedir. Bu ikiyüzlü siyâsetleri ile hedefleri, önce islâmiyeti yok etmek, sonra da hıristiyanlaştırılmış yerli gençler yetiştirmektir. Daha sonra da bunları iş başına getirmektir. ABD eski Dışişleri Bakanı Williams Jennings Bryan, İngiliz hükûmetinin, eski kömünist Rusya'dan daha zâlim ve daha aşağı olduğunu delilleriyle ispat etmektedir. Batılı islâm düşmanlarının, özellikle İngilizlerin, bütün İslâm âleminde ta'kîb ettikleri siyâsetin temeli ve aslı şu üç kelimedir: Parçala, hâkim ol ve dinlerini imhâ et! Bu siyâsetin îcâb ettirdiği hiç bir şeyi yapmaktan çekinmemişlerdir. Hiçbir zaman bağımsız olamadılar Önce dîni yok etmek İngilizlerin siyâseti, önce dost görünerek, yardım ederek, müslümanları sevdiklerini, islâmiyete hizmet ettiklerini, her memlekette yaymak suretiyle dünya müslümanlarını aldatmak; sonra da islâmiyetin esâslarını, kitaplarını, mekteplerini, âlimlerini, yavaşça ve sinsice yok etmektir. Bütün sömürge ülkelerinde olduğu gibi, Hindistan'da da ilk işleri, kendilerine hizmet edecek kimseler bulmak oldu. Bu kimseleri kullanmak sûreti ile fitne ateşini yavaş yavaş yaktılar. Bunun için, müslümanların hâkimiyetinde yaşayan hindûları kullandılar. Müslümanların adâleti altında yaşayan hindûlara, Hindistan'ın hakîkî sahiplerinin hindûlar olduğunu, müslümanların hindû tanrılarını kurban ettiğini, buna mâni' olmak lâzım geldiğini telkîn ettiler. Hindûları kendi saflarına geçirdiler. Müslümanlar içerisinde de za'îf i'tikâdlı kimseler satın alındı. İngiliz Sir John Strachey diyor ki: "Hâkim olmak ve tefrîka sokmak için, yapılacak her şey, hükûmetimizin siyâsetine uygundur. Hindistan'daki siyâsetimizin en büyük yardımcısı, burada yan yana iki düşmanın bulunmasıdır." Hindistan'da hiç bir sene geçmemiştir ki, inek kurban etmek sebebi ile kanlı olaylar ve yüzlerce, binlerce müslümanın öldüğü fitneler zuhûr etmiş olmasın. Bu fitneyi körüklemek için, müslümanlar arasında bir taraftan inek kesmenin 7 tane koyun kesmekten daha efdal olduğunu yaydılar. Diğer taraftan da, hindûlar arasına, inek tanrılarını ölümden kurtarmanın çok sevâb olduğunu yaydılar. Bu fitneleri Hindistan'dan çekildikten sonra da devam etmiştir. Bir kurban bayramı günü, sarıklı, sakallı, cübbeli iki müslüman, kurban etmek için bir inek alırlar. Hindû mahallesinden geçerlerken, bir hindû önlerine çıkarak, ineği ne yapacaklarını sorar. Kurban edeceklerini söylerler. Hindû, "Ey ahâlî! Yetişin tanrımızı kurban edecekler" diye bağırır. Müslümanlar da, "Ey müslümanlar, yetişin kurbânımızı elimizden alıyorlar" diye feryâd eder. Hindûlarla müslümanlar toplanırlar. Sopalarla, bıçaklarla birbirlerine saldırırlar. Yüzlerce müslüman katledilir. Fakat, ineği hindû mahallesinden geçiren iki kişinin, İngiliz sefâretine girdikleri görülür. Bu ve bunun gibi karışıklık, bu fitneyi çıkaranların İngilizler olduğunu açıkça göstermektedir
İslâm düşmanlarının dîni bozma plânları 15 EYLÜL 1996 Batılı islâm düşmanları sömürgelerinde islâm dînini tamamen yok etmenin mümkün olmadığını görünce, sinsice islâmiyeti değiştirme plânları hazırlamaya başladılar. İslâmiyetin harâm kıldığı şeylere helâl diyen, dîni ve îmânı değiştirmeye çalışan, müslüman ismini taşıyan, Ehl-i sünnet düşmanları yetiştirdiler. Gulâm Ahmed Kâdıyânî bunlardan sadece biridir. Gulâm Ahmed; top, kılıç ile cihâdın farz olmadığını, farz olan cihâdın nasîhat ile olduğunu söyledi. İngiliz câsûsu Hempher de, Necdli Muhammed'e böyle söylüyordu. Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Aldattığı kimselere "ümmetim" dedi. Kur'ân-ı kerîmde, birçok âyetlerin kendisini haber verdiğini, bütün Peygamberlerin mu'cizelerinden daha çok mu'cizesi olduğunu söyledi. Kendisine inanmayanlara kâfir dedi. Bunun fikirleri, Pencab ve Bombay'da câhil halk arasında yayıldı. Bugün de, Avrupa'da ve Amerika'da "Ahmediye" ismi altında kâdıyânîliğin yayıldığı görülmektedir. Sinsi oyunlar Ehl-i sünnet yok edildi Gulâm Ahmed'i İngilizler bol para ile satın aldılar. Önce "Müceddid" olduğunu, sonra, "Mehdî" olduğunu söylediler. Nihâyet, "Peygamber" olduğunu iddiâ ederek yeni bir din getirdiğini ilân ettiler. Sünnî müslümanlar, cihâdın farz olduğunu ve islâm düşmanlarına yardım etmenin küfür olduğunu söylüyorlardı. Bu husûsta va'z eden, nasîhat veren müslümanlara şiddetli cezâlar veriliyor, çoğu katlediliyordu. Ehl-i sünnet kitapları toplanıp imhâ edildi. Satın alamadıkları ve kendi emellerine hizmet ettiremedikleri islâm âlimlerini, müslümanlardan uzaklaştırdılar. Onlar idâm edildikleri zaman kahraman olurlar korkusu ile, Andoman adasındaki meşhûr zindanlarda müebbed hapse mahkûm ettiler. Büyük ihtilâli sebep göstererek, Hindistan'ın her yerinden topladıkları islâm âlimlerini yine oraya göndermişlerdi. İslâmiyete düşmanlıklarını, müslümanların anlamaması için, Hindistan'ın (dâr-ül-harb) değil, (dâr-ül-islâm) olduğuna dâir fetvâlar aldılar. Bu fetvâları her yere yaydılar. Kendileri tarafından yetiştirilen âlim isimli münâfıklar, Osmanlı pâdişâhlarının halîfe olmadığı, halîfeliğin Kureyşlilerin hakkı olduğu, Osmanlı sultânları onu gasb ettikleri için onlara itâ'at edilmeyeceği fikrini yaydılar. Hâlbuki, (Halîfe, Kureyş kabîlesinden olacaktır) hadîs-i şerîfi, halîfe olmaya lâyık, halîfelik şartlarına mâlik olanlar arasında, Kureyşten de varsa, onu tercîh ediniz demektir. Bu yoksa, başkası halîfe olunur. Dînî tedrîsâtı yok ederek, İslâmiyeti içerden yıkabilmek için, İslâm üniversitesini açtılar. Buradan din câhili ve İslâm düşmanı din adamları yetiştirdiler. Bunların İslâmiyete zararları pek büyük oldu. Burada tahsîl görenlerden seçtiklerini İngiltere'ye gönderirler, İslâmı içerden yıkacak bir hâle getirdikten sonra, müslümanların başına geçirirlerdi. M.Cinnâh ve Eyyüb hân Yahyâ hân bunlardandır. Yahyâ hândan sonra hükûmeti Zülfikâr Alî Butto devraldı. Bu da tahsîlini İngiltere'de yapmış, İngiliz adamı olarak yetiştirilmişti. Zülfikâr Alî Butto'yu devirerek yerine geçen Ziyâ-ül-Hak, İslâm düşmanlarının, müslümanlar için neler düşündüklerini, müslümanları ve İslâmiyeti yok etmeye çalıştıklarını anlayarak, onların arzû ettikleri şeyleri yapmadı. Vatanının fende ve teknikte, sanatta ilerlemesi için uğraştı. Fert, âile, cemiyet ve milletin refâh ve saâdetinin tek kaynağının İslâmiyet olduğunu iyi anladığı için, yaşayışın buna uygun olmasını istedi. Bu istediğini Pakistan milletine sordu. Yapılan referandumda Pakistan ahâlisi topyekûn kabûl oyu kullandı. İngilizlerin yetiştirdiği uşaklar, Ziyâ-ül-Hak'ı bütün maiyeti ile berâber bir suikastta şehîd ettiler. Sonra başbakan olan Alî Butto'nun kızı Benâzir, devlet ve millet ve İslâmiyet aleyhine yaptıkları eylemlerden dolayı hapishânelere atılmış olan bütün hâinleri serbest bıraktı. Bunları devlet kademelerinin başına getirdi. Pakistan'da karışıklıklar, kavgalar başladı.
İngilizlerin arzûları gerçekleşmiş oldu. Dinsizliğe geçiş için kurulan köprü 16 EYLÜL 1996 İslâm düşmanları, özellikle İngilizler, birinci ve ikinci cihân harbleri sonunda, birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. Son üç asırda, Türk ve İslâm âlemi, nerede bir ihânete uğramışsa, bunun altında mutlaka İngiltere vardır. Osmanlı Devletini yıktılar. Osmanlı İmparatorluğu topraklarında 23 adet irili ufaklı devletler kurdular. Bunun sebebi müslümanların kuvvetli ve büyük bir devlet kurmalarına mâni olmaktı. Ziyâ-ül-Hak şehîd edildi Birçok memleketlerde, kendi hâin plânlarını yerine getiren ve kendi menfaatlerini koruyan kimseleri iş başına getirdiler. Bu memleketlerin, millî marşları, bayrakları, devlet başkanları olmuş, fakat din hürriyetine, gerçek bağımsızlığa kavuşamamışlardır. İslâm ülkeleri diye isimlendirilen memleketler arasında, devâmlı birbirlerine düşmanlıkları ve harbleri kışkırttılar. Meselâ, sünnî müslümanların büyük ekseriyeti teşkil ettikleri Suriye'de, % 9 olan Nusayrîleri iş başına getirdiler. 1982 senesinde Hama ve Humus şehirlerine ordu birlikleriyle hücûm edilmiş, iki şehir yerle bir edilerek, silâhsız, müdâfaasız sünnî müslümanlar bombalanmıştır. Hakîkî Ehl-i sünnet âlimleri öldürüldü, İslâm kitapları, hattâ, Kur'ân-ı kerîmler bile yok edildi. Bu İslâm âlimlerinin yerine, kendileri tarafından yetiştirilen din câhili mezhebsiz kimseleri getirdiler. Bunlardan biri Cemâleddîn-i Efgânî'dir. Cemâleddîn-i Efgânî Felsefe kitapları okudu. Afganistan'a karşı Ruslar için câsûsluk yaptı. Mısır'a geldi. Mason ve mason locası başkanı oldu. Cemâleddîn-i Efgânî ve Muhammed Abduh masonluğun müslümanlar arasında yayılmasına çok yardım ettiler. Ali Paşa, İngiliz locasına bağlı mason idi. Efgânî'yi İstanbul'a getirdi. Vazîfe verdi. Sapık fikirlerini her yere yaymaya çalıştı. Zamanın şeyh-ul-islâmı Hasan Fehmi efendi, Cemâleddîn'i rezîl etti. Câhilliğini ve zındıklığını ortaya koydu. Ali Paşa, bunu İstanbul'dan çıkarmaya mecbûr oldu. Mısır'da ihtilâl ve dinde reform fikirleri aşılamaya çalıştı. 1886 de İran'a geldi, orada da rahat durmadı. Zincirlere bağlanarak Osmanlı hudûduna bırakıldı. Tekrar İstanbul'a geldi. Behâîler ile işbirliği yaparak, dîni siyâsete âlet etti. Cemâleddîn-i Efgânî'nin, din adamı perdesi altında, İslâmı içerden yıkmak propagandalarına aldananların en meşhûru "Muhammed Abduh"tur. Abduh, İngilizlerin yardımı ile Kâhire müftîsi oldu. Ehl-i sünnete saldırmaya başladı. İlk iş olarak, Câmi'-ül ezher medresesi ders programlarını bozmaya, gençlere kıymetli bilgilerin okutulmasını önlemeye başladı. Üniversite kısmındaki dersleri kaldırdı. Lise ve orta kısımdaki kitaplar, yüksek sınıflarda okutuldu. Hindistan'da İngilizlerin yetiştirdiği din adamlarından biri de Hamîdullah'tır. Koyu Ehl-i sünnet düşmanı olarak yetişti. Ehl-i sünnete çok zarar verdi. İngilizlerin islâmiyeti yok etme savaşında, vatanına, milletine, dînine hizmet etmek isteyen müslümanları aldatmak için kullandıkları en te'sîrli silâhları; İslâmiyeti asra uydurmak, modernleştirmek, İslâmiyetin aslını ortaya çıkarmak propagandaları içinde, dinsizliği yerleştirmek idi. Mezhepleri, Ehl-i sünnet âlimlerini kötüliyerek müslümanları dinsizliğe sürüklediler. Mezheplere, müctehid âlimlere i'timâdını yitiren müslümanın îmânını muhafazası çok zordur. Büyük İslâm âlimi, Şeyh-ül-islâm Mustafâ Sabri efendi bunu çok iyi anlayanlardandı. Onun için, "Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür" buyurarak, İslâm düşmanlarının arzûlarını, gâyelerinin ne olduğunu çok iyi anlattı. İslâmiyet, asırlardır bozulmadan dört mezhep sayesinde bizlere ulaştı. Mezhepleri ortadan kaldırmak müslümanların felâketine sebep olur. Bunu iyi bilen İngilizler devamlı mezhepsizliği körüklediler. Maalesef zamanımızda bilerek veya bilmiyerek birçok müslüman İngilizlerin bu oyununa âlet olmaktadır.
Din düşmanları tasavvufu da bozdular 17 EYLÜL 1996 Asırlardır, islâmın güzel ahlâkını anlatan, islâmı herekese sevdiren, tasavvuf büyükleri idi. Bunlar islâmı yaymada bir nevi öncü kuvvet idi. Meselâ Adadolu'nun kapısını islâma açan, askerden önce Anadolu'ya giren Alperen dediğimiz kimseler tasavvuf büyükleri idi. Tasavvuf büyüklerinin dîni yaymadaki önemini bilen İslâm düşmanları, din bilgilerini sömürgeleri olan devletlerden kaldırdıktan sonra, ma'nevî ilimlerin kaynağı, yayıcısı olan tasavvufa yöneldiler. Satılmışlar iş başında Mezhepsizlik felâketi Tekkeleri bozmak için çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tekkeleri ve tasavvuf yollarını ifsâd etmek için de, çok çalıştılar. Osmanlının son zamanlarında; dinsizlik, bid'atler, harâmlar karışmamış tekke, tarîkat hemen hemen kalmamıştı. İngiliz ajanları şeyh kılığında tekkelerin baş köşelerine oturmuştu. Tasavvuf büyükleri aslâ siyâset ile uğraşmaz, kimseden bir menfaat beklemezlerdi. Tasavvuf büyüklerinin çoğu, derin âlim ve müctehid idi. Çünkü tasavvuf, Muhammed aleyhisselâmın yolunda, izinde yürümek demektir. Ya'nî her sözünde, her işinde, her şeyde dîne yapışmaktır. Fakat, uzun zamandan beri, câhiller, fâsıklar, hattâ birçok ajanlar, alçak maksatlarına kavuşmak için, tasavvuf büyüklerinin isimlerini âlet olarak kullanıp, çeşitli ocaklar kurmuş, dînin, bozulmasına, yıkılmasına sebep olmuşlardır. Zikir ismini kullanarak dinle ilgisi olmayan şeyler uydurdular. Zikir, Allahü teâlâyı hatırlamaktır, kalbi temizlemektir. Bu durumda, kalbden dünya sevgisi, mahlûkât sevgisi çıkar. Allah sevgisi yerleşir. Birçok kimsenin kadın-erkek, bir araya toplanarak hoplayıp zıplaması zikir değildir. Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz. Din büyüklerinin, Eshâb-ı kirâmın yolu unutuldu. Mezhebsiz ve tasavvuf düşmanı olan İbni Teymiyye islâm âlimi ilân edildi. Bunun yolunda olarak tasavvuf düşmanı "Vehhâbîlik" fırkası kuruldu. İngilizlerin yardımı ile, Vehhâbî kitapları bütün dünyanın her memleketine yayıldı. Her memlekette yaptıkları büyük binâlara, "İbni Teymiyye Medresesi" levhâları astılar. İbni Teymiyye'nin kitaplarındaki sapık fikirlerle, İngiliz câsûsu Hempher'in yalan ve iftirâlarının karışımına "Vehhâbîlik" denildi. Hakîkî müslüman olan "Ehl-i sünnet" âlimleri, İbni Teymiyye'nin kitaplarının bozuk olduklarını bildiren çok kitap yazdılar. İngilizler tarafından tesîs edilen Vehhâbîlik, mezhebsizlik, reformculuk, selefiyyecilik, Kadıyânî gibi bozuk yolların hepsinde tasavvuf düşmanlığı vardır. İslâm düşmanları bilhassa İngilizler, her türlü vâsıtalar kullanarak müslümanları ilimde ve fende geri bıraktılar. Müslümanların ticâret ve san'atlarına mâni olundu. İslâm ülkelerindeki güzel ahlâkı yıkmak, İslâm medeniyetini ortadan kaldırmak, gençlerin islâm ilimlerini öğrenmelerine mâni olmak için içki, fuhuş, eğlence, kumar gibi illetler yaygınlaştırıldı. Ahlâkı bozmak için, rûm, ermeni ve diğer gayrı müslim kadınlar birer ajan gibi çalıştırıldı. Bir debdebe içerisinde, moda evi, dans kursu, manken ve artist yetiştirmek gibi hîlelerle, genç kızları tuzağa düşürerek, kötü yollara sürüklediler. Bu husûsta müslüman anne ve babalara çok büyük vazîfeler düşmektedir. Yavrularını, bu kâfirlerin ellerine düşürmemek için çok uyanık olmalıdırlar. Osmanlı devleti, son zamanlarda, Avrupa'ya tahsîl için talebeler ve devlet adamları gönderdi. Bu talebeler ve devlet adamlarından ba'zıları aldatıldı, mason yapıldı. Fen ve teknik öğrenecek olanlara, İslâmiyeti ve Osmanlı imparatorluğunu yıkma teknikleri öğretildi. Böylece aydınlar dinsiz, halk da cahil kalınca, altı asırlık Osmanlı İmparatorluğu tarihe karıştı. İslâm ülkeleri de hamisiz kalıp bugünkü perişan hal ortaya çıkmış olldu.
Tek sermâyeleri yalan ve entrika 18 EYLÜL 1996 Ondokuzuncu asrın ilk yarısından sonra, fen ilimlerinde, dev adımlar atılmaya başlandı. Bilhassa Avrupa, fen ilminde hızlı bir şekilde ilerlemeye başladı. Bu sırada Osmanlının başında bulunan, satılmış paşalar ise bütün güçleri ile bu ilerlemeye sinsice karşı koydular. Plânlı bir şekilde gençler, din câhili olarak yetiştirildi. Londra'dan alınan plânlarla, bir yandan idârî, zirâî, askerî değişiklikler yaptılar. Bunlarla gözleri boyadılar. Öte yandan da, Harâm işleyerek ibâdet yapılmaz Aydınlar dinsiz, halk cahil kalınca... Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâm ahlâkını, ecdâd sevgisini, millî birliği parçalamaya başladılar. Osmanlı; Avrupa'daki fizik, kimya üzerinde dev adımlardan uzak tutuldu. Avrupa'da büyük fabrikalar, teknik üniversiteler, modern harb vâsıtaları kuruluyordu. Osmanlılarda bunların hiçbiri yapılmadı. Hattâ, Fâtih devrinden beri medreselerde okutulmakta olan fen, matematik, geometri, astronomi derslerini büsbütün kaldırdılar. Din adamlarına fen bilgisi lâzım değildir diyerek, bilgili âlimlerin yetişmelerine mâni oldular. Sonra da din adamları fen bilmez, din adamları câhildir, gericidir diyerek iki yüzlülük yaptılar, müslüman yavrularını İslâmiyetten uzaklaştırmaya çalıştılar. İslâmiyete ve müslümanlara zararlı olan, islâmiyetin, öğrenilmesine mâni olduğu şeylere asrîlik, ilericilik dediler. Çıkardıkları her kânûn müslümanların, devletin aleyhine idi. Vatanın asıl sâhibi olan müslüman Türkler, ikinci sınıf vatandaş hâline getirildi. Askere gitmeyen müslümanlara, çok kimsenin ödeyemiyeceği büyük bir para cezâsı getirilmişken, gayrı müslimlerden çok az bir para alındı. Bu vatanın evlâtları, İngilizlerin tezgâhladıkları harblerde şehîd olurken, Reşîd Paşanın ve yetiştirdiği masonların oyunları netîcesinde, memleketin sanâyi ve ticâreti gayrı müslimlerin ve masonların eline geçti. İngilizler, Rus Çarı birinci Nikola'nın, Kudüs'te katoliklere karşı ortodoksları ayaklandırdığını ileri sürerek, Rusların Akdenize inmesini istemeyen Fransa imparatoru üçüncü Bonapart'ı da, Osmanlı-Rus harbine sürükledi. İngilizler diğer taraftan Osmanlıları Ruslarla meşgül ederken Hindistan'da müslümanları katlediyorlardı. Kendi çıkarları için yaptıkları bu işbirliği, Türk milletine, mason Reşîd Paşanın diplomatik zaferleri olarak tanıtıldı. Düşmanların bu yaldızlı reklâmlar ve sahte dostluklarla örtmeye çalıştıkları imhâ hareketlerini, herkesten önce anlıyan Sultân Abdülmecid Han, mason Reşîd Paşayı, birkaç kere sadrazamlıktan uzaklaştırdı ise de, kendisine (koca), (büyük) gibi isimler takan bu kurnaz adam, rakiplerini devirip, tekrar işbaşına gelmesini becerirdi. Ne yazık ki, sultân keder ve üzüntüsünden tüberküloza yakalanıp genç yaşında vefât etti. Sonraki senelerde, devlet koltuklarını kapışanlar ve üniversite hocalıklarına, mahkeme başkanlıklarına getirilenler, hep mason Reşîd Paşanın yetiştirmeleridir. Böylece (Kaht-ı ricâl) devri açılmasına ve Osmanlılara (Hasta adam) denilmesine sebep oldu. İktisat profesörlerinden Ömer Aksu, Gazetemizde neşredilen bir makalesinde, (Bizde batılılaşma hareketinin başlangıcı olarak 1839 Tanzîmât fermânı gösterilir. Biz Batıdan almamız gereken şeyin teknoloji olduğunu, kültürün ise, millî olması gerektiğini görememişiz. Batılılaşma hareketine, hıristiyanlığı benimseme olarak bakmışız. Mustafa Reşîd Paşanın İngilizlerle yaptığı ticâret anlaşması, sanâyileşmemize en büyük darbeyi vurmuştur) demektedir. Sultân Abdülhamîd hân Batının sinsi planını çok iyi anlamıştı. Fakat yalnızdı. Zamanında işe yarar devlet adamı, fen adamı kalmamıştı. Bu imkânsızlıklar içinde, siyâsî dehâsını kullanıp, Devletin çöküşünü 33 yıl ancak durdurabildi. Daha sonra, akla hayâle gelmedik entrikalar ile din düşmanları O'nu da bertaraf ettiler. Böylece çöküş, bütün hızıyla tekrar başladı.
Bir karış toprak vermem 19 EYLÜL 1996 Osmanlının çöküşünün başladığı Tanzîmat fermânından sonra gelen Pâdişâhlar içinde islâm düşmanlarının sinsi plânlarını en iyi şekilde anlıyan, Sultân Abdülhamîd hân olmuştur. Bütün ömrünü bu âdî plânları, oyunları bozmakla geçirmiştir. İkinci sınıf vatandaş muamelesi Cennet mekân Sultân Abdülhamîd hân "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz." Bu sinsi plânlarından biri de yahûdîlerin, İngilizlerin himâyesi ve teşvîki ile Filistin topraklarında bir yahûdî devleti kurmak istemeleri idi. Bu tehlîkeyi ve siyonistlerin faaliyetlerini ve arzûlarını da çok iyi bilen Abdülhamîd hân, Filistin toprağından yahûdîlere satılmamasını emretti. Dünya siyonizm teşkilâtının başkanı Theodor Herzl ve Haham Moşe Levi, sultân Abdülhamîd'i ziyâret ederek, yahûdîler için toprak satmasını istediler. Sultânın cevâbı, "Dünyanın bütün devletleri ayağıma gelseler ve bütün hazînelerini dökseler, size bir karış yer vermem. Ecdâdımın kanlarıyla aldıkları ve bugüne kadar muhâfaza edilen bu vatan, para ile satılmaz" olmuştur. Yahûdîler, ittihât ve terakkî fırkası ile işbirliği yaptılar. Bütün şer güçler, sultâna karşı birleştiler. 1909 de tahttan indirilerek, bütün müslümanları öksüz bıraktılar. İttihât ve terakkînin başında bulunanlar, din düşmanlarını ve masonları devletin en yüksek mevkilerine getirdiler. Hattâ, Şeyh-ül-islâm yaptıkları Hayrullah ve Mûsâ Kâzım bile mason idi. Memleketi kana buladılar. Bu İngiliz uşaklarının sebep oldukları, Balkan, Çanakkale, Rus ve Filistin cephelerinde, hâince, alçakça hazırlanmış İngiliz plânları ile, Abdülhamîd hânın yetiştirmiş olduğu, dünyanın birinci kara ordusu yok edildi. Yüzbinlerce vatan evlâdı şehîd edildi. İngilizlerin hîleleri ile, devletin başına geçen masonlar, vatanın en çok birliğe ve müdâfaaya muhtâç olduğu bir zamanda, milleti sahipsiz bırakıp kaçtılar. Hâin olduklarını böylece de isbât ettiler. Osmanlı imparatorluğunda açılan misyoner mekteplerinde ve kiliselerde aldatılan gayrı müslim vatandaşlar, Osmanlıya karşı ayaklandırıldı. Mekteplere muallim ve kiliselere papaz ismi ile Avrupa'dan gelen siyah cübbeli câsûslar, gazeteciler, her geldikleri yere para, silâh ve fitne getirdiler. Büyük isyânlar oldu. Târîh sahîfelerinde, insanlık lekesi, vahşeti olarak duran, Ermeni, Bulgar ve Yunan mezâlimi yapıldı. Yunanlıları İzmir'e taşıyanlar da İngilizlerdi. Allahü teâlâ, Türk milletine merhamet buyurarak, büyük bir istiklâl mücâdelesi sonunda, bugünkü güzel vatanımız kurtarılabildi. Osmanlı Devleti parçalanınca, dünya birbirine girdi. Osmanlı İmparatorluğu tampon gibi bir devletti. Müslümanlar için bir hâmî ve kâfirlerin birbirlerine girmemesi için de, bir mâni idi. Sultân Abdülhamîd hândan sonra, hiç bir memlekette rahat ve huzûr kalmadı. Avrupa devletlerinde, birinci cihân harbinde, sonra ikinci cihân harbinde, daha sonra da komünizm istilâsı ve zulmü altında, kan ve katliam hiç bitmedi. İngilizlerle birleşip Osmanlıları arkadan vuranlar, hiç rahat yüzü görmediler. Sonra yaptıklarına pişmân oldular. Hattâ, hutbeleri tekrar Osmanlı halîfesi adına okutmaya başladılar. İngilizler tarafından Filistin'e İsrâîl devleti kurulunca, Osmanlıların kıymeti anlaşıldı. Filistinlilerin İsrâîl zulmü altında hangi vahşetlere uğradıklarını gazeteler yazıyor, dünya televizyonları gösteriyor. 1990 senesinde, Mısır Hâriciye Nâzırı Ahmed Abdülmecîd, "Mısır en rahat ve huzûrlu günlerini, Osmanlılar zamanında yaşadı" demiştir. Hıristiyan Avrupa devletlerinin ve Amerika'nın menfaatinin bulunduğu her yerde, hıristiyan misyonerleri bulunur. Misyonerler, hıristiyanlığı yaymak, hâşâ tanrı dedikleri Îsâ aleyhisselâma hizmet, huzûr, sulh ve sevgi götürmek gibi sözler arkasına gizlenmiş, menfaat avcıları, huzûr bozuculardır. Daha mühim vazîfeleri ise, gittikleri memleketleri hıristiyan devletlerine bağlamaktır. Her memlekette, kendilerine dost olacak kimseleri bulur ve bunları satın alırlar. Bu kimseler, yerli ahâlînin isimlerini taşır, fakat ya hıristiyanlaştırılmış bir câhil veya satın alınmış bir hâin idi. Misyoner faaliyetleri 20 EYLÜL 1996 Memleketi kana buladılar Hiç rahat yüzü görmediler Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" diyorlardı. Kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. Misyoner faaliyetleri yeni değildir. Misyonerlerin ilk faaliyeti tanzîmat fermânı ile başladı. Prensip olarak, misyoner olacak kimse, vazîfe göreceği memlekette veya o memlekette yetişmiş bir misyoner tarafından yetiştirilir. Bu pensibe göre islâm düşmanları özellikle İngilizler, daha o zamanlarda bütün güçleri ile Anadolu'da misyoner yetiştirme faaliyetlerine başladı. Bilhassa, mason Reşîd Paşanın hazırladığı, "Gülhâne Fermânı"ndan sonra, Osmanlı Devletindeki misyoner faaliyetleri yoğunluk kazandı. Anadolu'nun en güzel yerlerine kolejler açıldı. Fermândan yirmibir sene sonra, Harput'ta, Fırat Koleji açıldı. Bu binâ yapılırken hiç bir masraftan kaçınılmadı. Bu arada misyonerler, Harput ovasında 62 merkez kurmuşlardı. 21 kilise yapılmıştı. Altmışaltı ermeni köyünden 62'sinde misyoner teşkilâtı kurulmuş ve her üç köy için bir kilise yapılmıştı. Yediden yetmişe, bütün ermeniler müslümanlara ve Osmanlıya karşı düşman edilmişti. Misyoner kadınlar da, ermeni kadınlarını ve kızlarını bu husûsta yetiştirmek için, büyük gayret sarfetmişlerdi. Meşhûr kadın misyoner Maria A.West, daha sonra neşrettiği (Romence of Missongn) kitâbında, "Ermenilerin rûhuna girdik, hayâtlarında ihtilâl yaptık" demektedir. Bu faaliyet ermenilerin bulunduğu her yerde yapıldı. Gaziantep'te Antep Koleji ve Merzifon'da Anadolu Koleji, İstanbul'da ise Robert Koleji, bunların başlıcalarındandır. Meselâ Merzifon Kolejinde, hiç Türk talebe yoktu. 135 talebeden 108'i ermeni, 27'si de rumdu. Bunlar yatılı olarak Anadolu'nun her yerinden toplanmış talebelerdi. Müdürü, diğerlerinde olduğu gibi, bir râhipti. Bu arada, Anadolu kaynamaya başladı. Ermeni komitacılar, müslümanları insâfsızca katlediyor, müslüman köyleri yakıyor, vatanın bekçisi ve sâhibi Osmanlıya hayât hakkı tanımıyordu. Bu ermenilerin takîbi sonucu, 1893 senesinde yaptıkları büyük katliamlarda komitacıların bu kolejde yuvalandıkları, bütün faaliyetlerinin hazırlığını burada yaptıkları ve reîslerinin Kayayan ve Tumayan adlı kolej muallimleri olduğu ortaya çıkarıldı. Bunun üzerine misyonerler, bütün dünyayı ayağa kaldırdılar. Bu iki hâin ermeniyi kurtarmak için, Amerika'da ve İngiltere'de çok büyük gösteriler tertîp ettiler. Bu sebeple, İngiltere ile Osmanlı devletinin arası açıldı. İşin tuhafı, 1893 de, İngiliz misyonerlerin tertîb ettiği bu gösterilerde Merzifon Anadolu Kolejinin müdürü de, Londra'da bunların içinde idi. Anadolu'da, müslümanlara karşı yapılan katliamlar, hıristiyan kitaplarında aksine çevrilerek, yazıldı. Gaziantep deftardarı Eyyüb Sabri efendi hatıratında diyor ki: "İngilizlere göre, müslümanlara zulüm ve hakâret etmek, millî bir vazîfedir. Yirmibinden fazla müslüman esîrin 1919 da, Mısır'ın Abbâsiyye hastanesinde gözleri oyulmuş, kolları, ayakları kesilmiştir. Esîrleri anadan doğma soyarak, ingiliz binbaşının önünden geçirirlerdi. Esîrler arasından, hoca Abdullah efendi, hiç olmazsa edeb yerlerimizi mendil ile örtmeye izin verin diyerek, çok yalvardı. İzin vermediler. Alay ettiler. Yafa Belediye Başkanı Ömer Baytar efendi ve Akkâ milletvekili Esat Şâkir efendi ve bir çok âlim ve şerîfler ve Nablüs İdâre Meclîsi üyesi Seyfeddîn efendi de aramızda idi. Geçmiş asırlardaki vahşetler ve Engizisyon zulümleri, ingilizlerden çektiğimiz işkenceler yanında hiç kalır. Dünyada hiçbir milletin yapamıyacağı zilleti, alçaklığı, İngilizler yaptılar." Zulüm pâyidâr kalmaz 21 EYLÜL 1996 Maksat öğretim değildi Engizisyonları aratmayacak vahşetler Zulüm payidar kalmaz. Eden bulur. Bugün islâm devletleri paramparça, perişan hâlde ise, bunun baş sorumlusu Batılı devletlerdir. Özellikle de İngilizlerdir. Fakat bunların yaptıkları yanlarına kâr kalmadı. Bunda en büyük payı da ingilizler aldı. Aslında, İngilizler, ikinci cihân harbinden galip çıkmış gibi görünüyorsa da, hakîkatte mağlup olmuşlardır. Çünkü, kendilerinin, "Üzerinde güneş batmıyan ülke" ismini vermiş oldukları İngiltere, "Üzerine güneşin pek doğmadığı bir ülke" hâline gelmiştir. Müstemlekelerinin çoğunu kaybetmiş, âdetâ tüyleri yolunmuş bir tavuk gibi olmuştur. İngiliz merkez istatistik bürosu tarafından yayınlanan Cemiyet temâyülleri isimli rapora göre, her yüz İngiliz bebekten yirmiüçü, gayrı meşrû ilişkiler sonucu dünyaya gelmektedir. 7 Mayıs 1990 tarihli bir İstanbul gazetesinin, İngiliz polis kurumu Scotland Yard tarafından neşredilen istatistiğe dayanarak verdiği haberde, Londra'da can güvenliğinin kalmadığı, bilhassa kadınlar için, çok tehlîkeli bir şehir hâline geldiği bildirilmektedir. İngiliz polisinin raporuna göre, son oniki ayda, başta ırza tecâvüz ve soygun olmak üzere, bütün suçlarda artışlar olmuştur. Bütün dünyada ve bütün dinlerde âile, meşrû olarak kadın-erkek beraberliğidir. İki erkeğin livâta (homoseksüellik) yapmasını, İngiliz kânûnları himâye etmektedir. 12 Kasım 1987 tarihli bir İstanbul gazetesinde, "İngiliz ordusunda skandal" başlıklı haberde, kraliçe ikinci Elizabeth'in muhâfız alayına yeni katılan erlerin ırzlarına, nâmûslarına tecâvüz edildiği ve sadistçe işkence yapıldığı yazılıdır. 28 Aralık 1990 tarihli gazetemizde yayınlanan bir araştırma yazısında, İngiltere kiliselerinde bile Lûtî sayısının % 15'i bulduğu, Lordlar ve Avam kamarasında ise, bu sayının, daha da yükseldiği bildirilmektedir. Ahlâksızlık, İngiliz kabinesine kadar sıçramış, Profümo skandalı gibi hâdiseler ortaya çıkmıştır. Avrupa'da Lûtîlerin teşkîlatlandığı ilk ülke, İngiltere'dir. Bu ahlâksızlıkların yapıldığı yerlerde bile, İngilizin İslâm düşmanlığı göze çarpar. Londra'nın arka sokaklarında fuhuş, livâta ve her türlü rezâletin yapıldığı yerler, İslâmiyette mübârek olan yeşil renk ile boyandığı gibi, bu pislik yuvalarının kapısına "Mekke" levhası asılmıştır. İngiliz, Guardian gazetesi, 200 bin kız çocuğunun büluğ çağına gelince, babası tarafından tecâvüz edildiği için, mahkemeye mürâcaat ederek, koruma istediğini yazmıştır. BBC televizyonu ise, haberinde, mahkemeye şikâyet etmiyenlerin 5 milyon olarak tahmîn edildiğini söylemiştir. İngiltere, toprak dağılımı bakımından da, dünyanın en adâletsiz yapısına sahiptir. İngiliz köylüsünün, toprak reformları için, Lordlarla verdiği mücâdeleler, tarihlerde yazılıdır. Bugün bile, İngiltere toprağının % 80'inin imtiyazlı sınıf denilen azınlığın elinde olduğu bir gerçektir. Oksford hastanesi iki doktorunun tetkîkinde, her sene yüzbin ingilizin intihâra teşebbüs ettiği, bunlardan 4500'ünün öldüğü tesbît edilmiştir. Bunların yüzde 62'si genç kızdır. Jetleri, bombaları, füzeleri ile, her sene yüzbinlerce müslümanı şehîd eden, yüzbin vatandaşını da, intihâra sevk eden, ingilizler gibi zâlim, vahşî bir devlet görülmemiştir. İrlanda ise, İngilterenin başına belâ olmuştur. Kendi kazdıkları hıyânet çukurlarına, kendilerinin düştüğü günleri inşâallah hep berâber göreceğiz. Osmanlının başarısı 22 EYLÜL 1996 Müslümanlar, fennin her yeniliğini uygulayarak, Avrupa içlerine kadar ilerleyince, endîşeye kapılan Avrupalılar: Her türlü rezâlet serbest Böyle vahşi devlet görülmemiştir Osmanlılar, aldıkları yerlerde halka kötülük yapmadılar. Müslüman olsun kâfir olsun herkese, adâlet ile muâmele yaptılar. Elde ettikleri ülkelerdeki küçük çocukları, teste tâbi tutarak zekâlarını ölçtüler. Bunlara önemli vazîfeler verdiler. - İslâmiyet Avrupa'ya yayılıyor, hıristiyanlık yok oluyor, diye şaşkına döndüler. Kendi aralarında toplanarak, Osmanlı akınlarını durdurmak için çâreler aradılar. Kaba kuvvetle karşı koyma ile bir yere varılamıyacağını anladılar. Bir gece yarısı, İstanbul'daki İngiliz elçisi, sabahı bekliyemeden: - Buldum, buldum! Osmanlıların zaferden zafere ulaşmalarının sebebini ve bunun çâresini buldum. Osmanlılar, aldıkları yerlerde halka kötülük yapmıyorlar. Müslüman olsun kâfir olsun herkese, adâlet ile muâmele yapıyorlar. Elde ettikleri ülkelerdeki küçük çocukları, teste tâbi tutarak zekâlarını ölçüyorlar. Böylece keskin zekâlı çocuklar, tesbît edilip, saraydaki Enderûn denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. Bu okullarda, İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek kuvvetli, başarılı müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar ve Sokullular, Köprülüler gibi seçkin siyâset ve idâre adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını, müslümanların gelişmelerini durdurmak için, bu Enderûn mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri içeriden yıkmak, müslümanları ilimde, fende geri bırakmak lâzımdır. Fenden ve îmân kuvvetinden mahrûm kalan müslümanları, bu şekilde yıkmak çok kolay olacaktır, diyerek şifre yolladı. İngiliz Sefîrinin bu teklîfi çok doğru bulunarak, bu fikrin hemen tatbîk plânlarına başlandı. Önce müslümanlar aldatılarak, medreselerden, mekteplerden ilmî, fennî konularda iyi yetişmiş kıymetli din adamlarının ve idârecilerin yetiştirilmesini önlemek için plânlar hazırlandı. Câhil bırakılan gençler, çeşitli vesîleler ile Avrupa'ya çekildi. Burada, dinsizlik aşılandı. Zevk ve sefâhata alıştırıldı. Yalancı etiketler, diplomalar verilerek anavatana gönderildi. Fen adamı, edebiyatçı vs. kılığındaki bu sinsi din düşmanları, aydın, ileri görüşlü kimseler olarak tanıtıldı. Böyle diplomalı fen yobazları, din düşmanlarının çok kurnazca plânları ve sayısız para harcayarak çevirdikleri dolaplar ile, Osmanlı devletinde iş başına getirildiler. Meselâ mason olan Mustaf Reşit Paşa, Fuat Paşa ve benzerleri, medreselerden, önce fen derslerini kaldırdılar. "Âhiret işi varken bu işlerle uğraşmak uygun değildir. Bunların yerine dîn bilgisi öğrenmelidir" dediler. Hâlbuki, Fâtih Sultân Mehmed Hân zamanında, medreselerde, din ve fen bilgileri çok yüksek idi. Öğleye kadar din dersi, öğleden sonra da fen dersi okutulurdu. Yukarıdaki plân gereği, tanzimattan sonra ve hele ittihatçılar zamanında öğrenim seviyesi çok düşürüldü. Bir taraftan, size fen dersi lâzım değil deyip, okullardan bu dersleri kaldırırken, diğer taraftan da müslümanlar, fenne karşıdırlar diyerek iki yüzlülük ediyorlardı. İslâm düşmanları, çok sinsi ve iki yüzlü davranarak plânlarını başarı ile uyguladılar. Hele Mithat Paşa hazırladığı gizli plânlarla Osmanlı Devletini yıkıp, İslâmiyeti, Kur'ân-ı kerîmi yok etmek için kıyâsıya mücâdele ediyordu. Sultân Abdülhamid Hân'ın kuvvetli îmânı ve keskin zekâsı, müslümanlara ve İslâmiyete saplanmak istenen bu zehirli hançere karşı çelik bir kalkan gibi dikildi. Padişahlıkta kaldığı müddetçe, İslâm düşmanlarının bu sinsi plânlarına mâni oldu. İki ekmek eksik 23 EYLÜL 1996 Râbia-yı Adviyye hazretlerinin evine misâfirler gelmişti. Misâfirlerin karnını doyurmak istedi. Fakat baktı ki sadece iki ekmek var. Ekmek misâfire yetmiyecekti. "Misâfirlere yetecek kadar ekmeği nasıl te'min edebilirim?" diye düşünürken kapı çalındı. Plân tatbik ediliyor Sinsi plânlarına engel oldu Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, hayır hasenât yapılınca bire on vereceğini va'dediyor. Ben O'nun va'dine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek vereceğini biliyordum. Onun için eksik olduğunu söyledim. Gelen iki kişi de, karınları aç olduğu için Râbia-yı Adviyye'den yiyecek birşeyler isteyeceklerdi. Daha onlar birşey söylemeden, kapı aralığından iki ekmek uzatıldı. Gelenler ekmeği alıp sevinerek oradan uzaklaştılar. Evdeki misâfirler bu işe bir mânâ verememişlerdi. Mevcut iki ekmek de gitmişti. Kendilerine yiyecek birşey kalmamıştı. Fakat hazret-i Râbia'ya birşey söylemeden beklemeye başladılar. Aradan bir saat geçmemişti ki, hazret-i Râbia'nın kapısı tekrar çalındı. Kapıyı açtıklarında iki kişinin kucaklarında bir yığın ekmekle beklediklerini gördüler. Ekmek getirenler: - Efendimiz bu ekmekleri, Râbia-yı Adviyye'ye hediye olarak gönderdi, dediler. Hazret-i Râbia ekmekleri teker teker saydı. Onsekiz ekmek vardı. Ekmeği getirenlere: - İki ekmek eksik, dedi. Gelen iki kişi çok mahcup oldular. Sakladıkları iki ekmeği de çıkartıp verdiler. Fakat hazret-i Râbia, bu iki ekmeği onlara hediye ederek: - Bu iki ekmek sizin rızkınız idi. Gerçi siz izinsiz aldığınız için rızkınızı haram yoldan te'min etmiş olacaktınız. Fakat şimdi helâlinden yiyeceksiniz, buyurdu. Olanlara bir mânâ veremiyen evdeki misâfirler nihayet dayanamayıp sordular: - Sen ekmek siparişi vermiş miydin? - Hayır. - Peki niçin iki tane eksik diye söyledin, eksik olduğunu nereden bildin? Hazret-i Râbia şöyle cevap verdi: - Biliyorum, siz bana yemek yemek için gelmiştiniz. Karnınız açtı. Fakat evdeki iki ekmek size yetmiyecekti. Bu iki ekmeği çoğaltmak istedim. Bu sırada kapıya gelenlere mevcut iki ekmeği vererek, Allahü teâlâdan misâfirlere yetecek kadar ekmek vermesini istedim. - Peki yirmi tane ekmek geleceğini nereden bildin? - Çünkü, Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerîmde, hayır hasenât yapılınca bire on vereceğini va'dediyor. Ben O'nun va'dine güvendim. İki ekmek yerine yirmi ekmek vereceğini biliyordum. Onun için eksik olduğunu söyledim. Bu hâli gören misâfirler, hazret-i Râbia'nın Allahü teâlânın sevgili kulu olduğunu yakînen bir daha görmüş oldular. Hazret-i Râbia, gelen hediyeleri dağıtır, günlerinin çoğunu oruçla geçirirdi. Bir defasında yedi gün yiyecek birşey bulamadı. İftarlarını sadece su ile yaptı. Sekizinci günü açlığı iyice şiddetlendi. Akşam ezânından sonra kapı açıldı, birisi bir tabak yemek getirmişti. Yemeği içeri aldı. Mum almak için gitti. Geri döndüğünde kedinin yemeği dökmüş olduğunu gördü. Su bardağı almak için gitti bu esnada mum söndüğünden ayağı takılıp bardak kırıldı. Anladı ki bunlar birer imtihan. - Yâ Rabbî! Bu zavallı kulunu imtihan ediyorsun. Fakat âcizliğimden sabredemiyorum, diyerek bir ah çekti. Bu sırada gaibten bir ses işitti: - Ey Râbia! İstersen dünya ni'metlerini üzerine saçalım, üzerindeki dert ve belâları kaldıralım. Hangisini tercih edersin? - Yâ Rabbî! Beni senden uzaklaştıracak şeylerden, uzak eyle! Beni onlara bulaştırma, diye yalvardı. Bundan sonra hazret-i Râbia'nın bütün ömrü Cenâb-ı Hakka taat ve ibâdet üzere geçti. Her işinde Allahü teâlânın rızâsını aradı. Suyun kaynağı temiz olursa 24 EYLÜL 1996 Bire on va'dediyor Beni onlara bulaştırma Sen suyun kaynağı gibisin! Senin vâlilerin, kumandanların da suyun kollarıdır. Suyun kaynağı saf ve temiz olursa, kolları da saf ve temiz olur. Suyun kaynağı temiz, kolları hafif bulanık olursa da zararı olmaz. Şakîk-i Belhî hazretleri, bir sene hacca gitmek üzere yola çıktı. Bağdat'a vardığında, Halîfe Hârun Reşid kendisini yanına çağırarak sordu: - Zâhid olan, Şakîk-i Belhî sen misin? - Şakîk benim fakat, zâhid değilim. - Bana nasîhat eder misin? - Ey Halîfe aklını başına topla! Çok dikkatli ol! Allahü teâlâ sana, hazret-i Ebû Bekir'in makâmını verdi ki, senden O'nun gibi doğruluk istiyor. Sana Hazret-i Ömer'in makâmını verdi ki, O'nun gibi hak ve bâtılı ayırmanı istiyor. Sana hazret-i Osman'ın makâmını verdi ki, O'nun gibi hayâ sahibi olmanı, lütuf ve ihsânının bol olmasını istiyor. Sana hazret-i Ali'nin makâmını verdi ki, O'nun gibi ilim ve adâlet istiyor. Halîfe Hârun Reşid: - Ne olur biraz daha devam et, deyince buyurdu ki: - Allahü teâlâ seni Cehennemin kapısına bekçi yaptı. Eline de üç şey verdi. Bunlar, mal, kılıç ve kırbaç. İnsanları bu üç şey ile Cehennemden uzaklaştıracaksın! Muhtâç biri gelirse ona mal vereceksin. Allahü teâlânın emirlerine karşı gelenleri cezâlandıracaksın! Haksızlıklara karşı kılıcını çekeceksin! Eğer bunları yapmazsan, Cehenneme gidecek ilk sen olursun! - Ne olur biraz daha söyleyin. - Sen suyun kaynağı gibisin! Senin vâlilerin, kumandanların da suyun kollarıdır. Suyun kaynağı saf ve temiz olursa, kolları da saf ve temiz olur. Suyun kaynağı temiz, kolları hafif bulanık olursa da zararı olmaz. Fakat, suyun kaynağı bulanık olursa, kollarından saf ve temiz su beklemek mümkün olmaz. Hârun Reşid, bu nasîhatleri kendinden geçmiş bir hâlde dinliyordu. Şakîk-i Belhî hazretleri, kalkıp gitmek istediğinde, ona yalvardı: - Senin gibisi az bulunur. Ne olur, biraz daha devam et! Şakîk-i Belhî hazretleri sonra şöyle devam etti: - Düşün ki, çölün ortasında kaldın! Susuzluktan ölmek üzeresin! Birisi getirip, bir bardak su uzattı. Bu suyu kaça satın alırsın? - Ne istiyorsa verir o suyu satın alırım! - Suyun sahibi, elindeki suya karşılık malının yarısını istese verir misin? - Seve seve veririm. - Düşün ki, malının yarısını vererek aldığın suyu içtin. Bir zaman geçince bu suyu dışarı atmak ihtiyâcı duydun. Fakat, idrarını yapamıyorsun. Sancılar içinde kıvranıyorsun. Çâresiz bir vaziyette kıvranırken, birisi sana, "Ben seni bu sıkıntıdan kurtarırım, fakat malının kalan yarısını isterim" dese, ne yaparsın? - Elbette o yarısını da veririm. Ben o sıkıntı, ızdırap içindeyken, malım olmuş ne fayda? Bunun üzerine, Şakîk-i Belhî hazretleri buyurdu ki: - O hâlde, önce içtiğin sonra idrar yoluyla dışarı attığın bir içim su kıymetinde bile olmıyan şu servetine sakın güvenme! Başkasına bu malların ile övünme! Bir gün yolda, gayrı müslimin biri Şakîk-i Belhî hazretlerine dedi ki: - Bir kimse, kendisine rızık verdiği için Allahü teâlâya îmân ve ibâdet ederse, o kimsenin yaptığı yalancılık olur. Bu sözü duyan Şakîk-i Belhî hazretleri, yanındakilere buyurdu ki: - Bu sözü yazın. İlk giden sen olursun! Servetine güvenme! Bunun üzerine gayrı müslim: - Nasıl olur, senin gibi yüksek bir zât, benim gibi birinin sözünü nasıl kaydeder? - Biz, kim olursa olsun, doğruyu söyliyen kimsenin sözünü alırız. Çünkü Peygamber efendimiz, (Hikmet, mü'minin kaybettiği malıdır. Nerede bulursa alsın) buyurmuştur. Bu sözler karşısında, hayrete düşen gayrı müslim dedi ki: - Bana İslâmiyeti anlatın! Müslüman olacağım. Bu derece tevâzuyu emreden ve hakkı kabûl eden din sahte olamaz. Hatâlarını anladılar 25 EYLÜL 1996 Bir gün Erzincan'a dışarıdan bir fakîr geldi. Üzerindeki palto çok eski olduğu gibi, ele alınmayacak kadar kirli görünüyordu. Bu zât paltosunu diktirmek için şehirdeki terzileri tek tek gezdi. Fakat mürâcaat ettiği bütün terziler onun elbisesini dikmek değil, el sürmekten bile çekindiler. Terziler o fakîr zâta alay yollu; - Şurada Terzi Baba var. Ona götür, o diker, dediler. Zavallı fakîr zât, Terzi Baba'yı buldu. İsteğini anlattı. Terzi Baba, kabûl etmekte tereddüt bile etmedi: - Paltonu bırak, inşâallah yarına hazırlarım, dedi. Terzi Baba paltoyu alıp güzelce yıkadı, kuruttu ve dikti. Ertesi gün o fakîre elbisesini teslim etti. Bütün bu yaptıklarının karşılığında ücret de almadı. O fakîr zât paltosunu temizlenmiş, dikilmiş görünce çok memnun oldu. Terzi Baba'ya şefkatle bakıp, Allahü teâlânın sevdiklerinin sohbetine kavuşması için kalbden duâ etti. O günlerde evliyânın büyüklerinden Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî hazretleri, talebelerinden Abdullah Mekkî Efendiyi Anadolu'ya göndermişti. Abdullah Mekkî Efendi, Erzurum'a uğramış sonra Erzincan'a yaklaşınca, yanındaki arkadaşlarına; - Hocamızın bize târif eylediği memleket, Allah bilir burasıdır. Burada bir zâtın bizde emâneti vardır, dedi. Abdullah Mekkî Efendi, Erzincan'a gelince, insanlar akın akın ziyâretine geldiler. Gelenler arasında Terzi Baba da vardı. Abdullah Mekkî Efendi, ilk defa gördüğü Terzi Baba girince ayağa kalktı. Dâvet edip yanında yer verdi. Hiç kimseye yapmadığı iltifâtı Terzi Baba'ya yaptı. Sonra buyurdu ki: - Mevlânâ Hâlidi Bağdâdî hazretlerinden bizde bir emânet var. O emânete seni lâyık gördüm. Bu emânet sana çok menfaatler sağlar. Kabûl edersen sana teslim edeyim. - Siz bilirsiniz efendim, maddî menfaatse; dünyalık için Allah demem. - Oğlum sen bulacağını buldun. Teslim edeceğim emânet seni dünya sevgisinden kurtarmaktan başka bir şey değildir. Bu hâdiselerden sonra, Terzi Baba'nın yüksek derecesi halk arasında duyulup, yayıldı. Herkes istifâde etmek için ona geldi. Zamanla Terzi Baba'ya bağlı talebelerin sayısı gündan güne arttı. Bu hâli çekemeyenler, onun hakkında dedikodu etmeye başladılar. "Okuma yazma bilmiyen bir câhilin başına bu kadar insan toplanmış" diyorlardı. Hattâ ilimden biraz nasîbi olanlar da, bu gibi sözleri söylemeye başlamıştı. Bunun üzerine beldenin müstüsü, Terzi Baba'yı imtihan için dâvet etti. Maksadı ise; Terzi Baba sorulan suâllere cevap veremez ise, cehâletini anlayıp, onun, insanları irşâd, yol gösterme dâvâsından vazgeçmesini temin etmekti. Bu şehirdekilere göre Allahü teâlânın "Kudret" sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatına inansalardı, "Allahü teâlâ, bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu gösterme kâbiliyetini yaratmaya kâdirdir" derlerdi. Dünyalık için Allah demem! Terzi Babanın imtihanı Terzi Baba, müftü efendinin dâvetini kabûl edip gitti. Müftü efendiye, kendisini niçin dâvet ettiğini sorduğunda, ona; "Biz seni imtihan için dâvet ettik. Hakkınızda birçok dedikodu yapılıyor. Buna son vermek lâzım geldi. Şimdi ba'zı suâller soracağız. Siz cevap vereceksiniz" dedi. Sonra Sıfat-ı sübûtiyyenin kaç tane olduğunu ve daha başka suâlleri sordu. Terzi Baba büyük bir hakikati ortaya çıkarmak için buyurdu ki: - Allahü teâlânın; bu şehirde yaşayanlara göre yedi, diğer beldedekilere göre sekiz tane sıfat-ı subûtiyyesi vardır. Buradakilere göre Allahü teâlânın Sıfat-ı subûtiyyesi şunlardır: İlim, Semi, Basar, İrâde, Hayât, Kelâm ve Tekvîn. Bu şehirdekilere göre Allahü teâlânın "Kudret" sıfatı yoktur. Çünkü bu şehir insanları Allahü teâlânın Kudret sıfatına inansalardı, "Allahü teâlâ bir ümmî kulunda, insanlara doğru yolu göstermek kâbiliyetini yaratmaya kâdirdir" derlerdi. Bu cevap üzerine orada bulunanlar, Terzi Baba'nın ilm-i ledünniye sâhip, kâmil bir zât olduğuna kanâat getirip, ellerine kapanarak af dilediler.
..Din düşmanlarının taktikleri 2 ŞUBAT 1997 Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, İslâmiyeti kalblere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarîkatları el altından bozdular. Dînimiz âlime çok önem vermiştir. Âlimin kıymeti ile ilgili birçok âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîf vardır. İslâmiyeti ayakta tutan âlimlerdir. Âyet-i kerimelerde, (Hiç bilenle bilmiyen bir olur mu) ve (Âlimlerden sorun) buyuruldu. Hadîs-i şerîfte de, (Âlimler, kurtuluş yolunu gösteren birer kılavuzdur) buyuruldu. Bilindiği gibi, dînimizde kaynak dörttür: Kur'ân-ı kerîm, hadîs-i şerîfler, icmâ ve kıyâs. Dördüncü kaynak olan kıyâstan mezhebler çıkmıştır. Müctehid âlimler, ömürlerini bu uğurda harcayarak, dînin açık olmayan emirlerini açıklamışlar, Müslümanları bu ağır yükten kurtarmışlardır. Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür Dinde müctehid olmayanın, Kur'ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden hüküm çıkarması mümkün değildir. Bugün ictihâd yapabilecek derecede âlim de kalmamıştır. Âlimler, hicri 4. asırdan itibaren ictihâd edebilecek kimsenin olmadığında ittifak etmişlerdir. Ya'nî bugün dînimizi tam, eksiksiz olarak öğrenmek, yaşamak istiyen mutlaka dört mezhebten birine tâbi olmak mecburiyetindedir. İslâmiyetin 14 asırdır, bozulmadan, değiştirilmeden bize ulaşmasını sağlayan mezhebler ve âlimlerdir. Bundan sonra da ancak bu yol ile devam ettirilebilir. Bu ana caddeden ayrılanların îmânlarını muhafaza etmeleri çok zordur. Çünkü, mezhebsizlik, dinsizliğe köprüdür. Bu inceliği asırlar sonra da olsa din düşmanları keşfettiler. Kaba kuvvet ile bir yere varamıyacaklarını idrak ettiler. Önce, İslâmiyeti kalblere nakşeden, İslâmiyeti sevdirerek yayan tasavvufu, tarîkatları el altından bozdular. Buralara Müslüman kılığındaki kendi adamlarını yerleştirdiler. Sonra da, İslâmiyeti yıkmada en büyük engel gördükleri mezhebleri ve âlimleri hedef seçtiler. Bu kaleyi yıkmadıkça neticeye varamıyacaklarını çok iyi anladılar. Bunun için de, bütün güçleri ile âlimlere, mezheblere hücum ettiler. Çünkü, onlar da biliyorlar ki, bu kale yıkılınca kaynak olarak arkasından hadîs-i şerîfler gelecektir. Artık bu sahada daha rahat hareket etme imkânı elde etmiş olacaklar. Şöyle ki; dîni içeriden yıkma çalışmalarına, engel olan bir hadîs-i şerîf gördüklerinde, hemen mevdû, uydurma hadîs, karalamasına girmektedirler. Böylece, bu uydurma, bunun aslı yok derken hadîs-i şerîflerin dörtte üçünü bertaraf etmektedirler. Eğer bir hadîs-i şerîf, bütün hadîs kitaplarında varsa, ya'nî buna mevdû, uydurma diyemiyorlarsa, o zaman hemen taktik değiştiriyorlar. Kendilerine göre, bir kaide ortaya çıkartıyorlar. Diyorlar ki; hadîs, Kur'âna ters olamaz. Sonra da, Kur'ân-ı kerîme istedikleri şekilde ma'nâ verip, hadîs-i şerîfin âyete ters düştüğünü, dolayısıyla bununla amel edilemiyeceğini söylüyorlar. Maalesef surda delik açılmıştır Bugünkü Hıristiyanların, Cennete gideceği, kadınların örtünmesinin farz olmadığı, reenkarnasyon vs. gibi safsatalar, hep bu çalışmanın ürünüdür. Maalesef, din düşmanları bu çalışmalarında hayli yol almışlardır. Surdan birçok delik açmışlardır. Bugün herkes, eline geçirdiği bir meâlden dînini öğrenmeye çalışıyor. Câmilerimizde bile devamlı meâl okunması tavsiye edilmekte, "Kitabımızda ne yazıyor bunu öğrenmeden Müslümanlık olur mu?" gibi câhilce, suçlayıcı ifâdelerle Müslümanlar, zoraki olarak meâl okumaya zorlanmaktadırlar. Böylece farkında olmadan din düşmanlarının tuzağına düşülmektedir. Zamanımızda o hâle gelindi ki, dînî bir mes'elede, filan fıkıh âlimi şu kitabında şöyle buyurdu demek, ayıplanır hâle geldi. Bilmiyorlar ki, fıkıh kitapları Kur'ân-ı kerîmin emirleri dışında bir şey bildirmez. Fıkıh kitaplarına, ilmihâle göre hareket eden, Kur'ân-ı kerîmin, hadîs-i şerîflerin emrine uymuş olur. Dînin emrini hafife almak 3 ŞUBAT 1997 Her Müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması, bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu, bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için bilmemek özür değildir. Dînimizin harâm ettiği bir yasağı veya emrettiği bir farzı hafife alanlar, beğenmiyenler dinden çıkar. Bir misâl verecek olursak: İki kimse düşünelim. Birisi, alkol bağımlısı olmuş. Hergün içiyor. Sizi gördüğünde de mahcup olarak diyor ki: - Bu zıkkımı içmenin harâm olduğunu biliyorum. Fakat bir türlü kurtulamıyorum, ne olur kurtulmam için bana yardımcı olun! Diğeri ise her zaman içmiyor. Ayda yılda bir içiyor. Kendisine yaptığının uygun olmadığını söylediğinizde diyor ki: - Ben her zaman içmiyorum. Ayda yılda bir içiyorum. Bu kadarcık şarap içmek harâm olmaz! Bu durumda, birinci kimse, ikincisinden daha çok şarap, içki içtiği hâlde günâhkâr oluyor, dinden çıkmıyor. Ama ikinci kimse, ara sıra içtiği hâlde, dînin açık bir emrini hafife aldığı için dinden çıkıyor. Gayri müslimlerin yaptıkları şeyler Farzlarda da durum aynıdır. Meselâ bir kimse, Ramazanda oruç tutmadığı gibi, ayrıca Müslümanların gözü önünde sokakta, açıkça yiyip içiyorsa, dînin bir farzını hafife almış olduğundan dinden çıkar. Ancak herhangi bir özründen dolayı hattâ nefsine zor geldiği için tutmaz, ama gizli gizli yerse, bu günâhkâr olmuş olur; fakat dinden çıkmaz. İnsanı dinden çıkartan önemli bir konu da, gayrı müslimlerin ibâdet olarak yaptıklarını yapmaktır. Gayrı müslimlerin yaptıkları şeyler iki çeşittir: Birincisi; dinleri ile ilgisi olmayıp, âdet olarak yaptıkları şeyler. Meselâ, ceket, pantalon giymeleri, kravat takmaları gibi âdet olarak yaptıkları şeylerdir. İkincisi; dinlerinin gereği olarak yaptıkları şeyler. Meselâ boyunlarına haç takmaları, bellerine zünnar bağlamaları, bu kısma girer. Bunları dinlerinin gereği olarak yaptıkları için, bir Müslüman bunları ne niyetle takarsa taksın, hattâ şaka için, Hıristiyanlarla alay etmek için dahî olsa, dinden çıkar. Hıristiyanların dinlerinin gereği, ibâdet niyetiyle giydikleri şeyler de böyledir. Bunun için Hıristiyanlardan gelen şeylerin önce aslına bakmak lâzımdır. Hıristiyanlar, bunu ne için yapıyorlar? Dinlerinin icâbı olarak mı, yoksa âdet olarak mı? Bu önemlidir. Küfür olan, dinden çıkmaya sebep olan şeyler zamanla âdet hâline gelse, bir kimse, bunun küfür olduğunu bilmeden kullansa, yine dinden çıkar. Her Müslümanın dinde bilinmesi zarûrî olan şeyleri bilmesi lâzımdır. Küfür olan şeyin çok kimse tarafından kullanılması, bunu küfür alâmeti olmaktan çıkarmaz. Çünkü bu, bilinmesi zarûrî olan bilgilerden olduğu için, bilmemek özür değildir. Ba'zı küfür sözler Küfre sebep olan şeylerden birkaç misâl verecek olursak: İnsanlara mahsûs sıfatları Allahü teâlâ için kullanmak küfür olur. "Burada ilâhi şuuru görüyoruz" demek küfürdür. Bunun gibi, Allahü teâlâ için, "Düşünerek" veya "Hesap ederek" yâhut "plânlıyarak" yarattı demek küfürdür. "İslâm düşüncesi" demek de böyledir. Çünkü, düşünmek, hesap etmek, plânlamak insanlara mahsûs şeylerdir. Çok kimse îmânı kurtarayım derken, küfre giriyor ve bunun için de hiç üzülmüyorlar. Her Müslümanın küfre düşürücü söz ve hareketleri çok iyi bilmesi gerekir
.Batı’nın ikiyüzlülüğü 15 Ağustos 1998
Kapitalist Batı’nın bugünkü ilâhı, mabudu, her şeyi paradır, menfaattir. Aslında geçmişte de pek farklı değildi. Batı’da menfaat her şeyin üzerindedir. Para kutsaldır onların gözünde... Menfaatin dışındaki bütün kavramların hiçbir değeri yoktur. Başta, dillerinden hiç düşürmedikleri demokrasi olmak üzere, insan hakları, kadın hakları, hayvan hakları, çevrecilik, velhâsıl aklınıza ne geliyorsa hepsi göstermeliktir. Bunları gayelerine ulaşmada birer paravan olarak kullanırlar. İstismarda üzerlerine yoktur. En çok istismar ettikleri de kadın konusudur... Aslında, kadın hakları savunuculuğu altında, kadınlara en büyük zulmü kendileri yapıyorlar. Fakat bunu öyle bir kılıfa sokuyorlar ki, zulüm altında inim inim inleyen kadınlar bile bunun farkına varamıyorlar. Az da olsa bunun farkına varan kültürlü kadınlar çıkmış Batı’da... Fakat bunlar istisna kabilinden olduğu için neticeyi değiştirememişler... Batılı kadınların acınacak hâllerini yine Batılı olan bir kadından dinleyelim. Fransa’nın meşhur şairi Madam Mardirous, Müslüman kadınlara bakınız nasıl sesleniyor: “İçinde bulunduğunuz nimetin kıymetini biliniz!... Burada kadına hürriyet adı altında yapılan işkenceleri bilemezsiniz siz. Ah, şu omuzumda hıçkırarak ağlamış kızların adedini bir bilseniz... Kulaklarım, kızların çok feci, kalbleri yakan bağırışları ile dolu... Evet, ışıklar ve çiçeklerle dolu bir baloya girebilmek, çok tatlı gibi görünür. Kadınlara verilen bir hak gibi sunulur. Aslında buralar, kadınların sömürüldüğü, erkeklere sunulduğu, şehvetlerin tatmin edildiği yerler... Türk erkeklerine sesleniyorum: Kadınlarınıza, kızlarınıza bunları anlatın! Sakın bu yapılanların kadınlara iyilik olarak yapıldığını zannetmesinler! Bunların sadece ve sadece kadını istismar için yapıldığını bilsinler, sakın bunlara özenmesinler!” Şimdi de size, Avrupa’nın kadınlar hakkındaki atasözlerini sunacağım. Malûm olduğu üzere, atasözleri belli bir şahsın düşünce yapısını değil, o toplumun ortak düşünce yapısını gösterir. Atasözleri bir kültürün aynasıdır. Toplumların hayat felsefesi, en kestirmeden atasözlerinde saklıdır. Aşağıdaki atasözleri, Fransız yazar Quitard’ın “Proverbes sur les femmes” kitabından alınmıştır: * Şeytanın yapamadığını kadın yapar. * Kadın, erkeği tuzağa düşüren bir örümcektir. * Kadının vücudunun üstündeki baş, şeytan kafasıdır. * Karısı olanın arısı var demektir; onu devamlı sokar. * Kadın zarurî bir baş belâsıdır. * Kadın takvim gibidir, sadece bir yıl işe yarar. * Erkek kadın için değil, kadın erkek için yaratılmıştır. * Kadın dili kesilse bile susmaz. * İyi kadın kafası olmayan kadındır. * Kadın dövülür, fakat öldürülmez. * Horozun karşısında tavuk ötmemelidir. Şimdi Avrupa’nın anlı şanlı kadın hakları savunucularına ve bizdeki temsilcileri olan feministlere sormak lâzım: Kadının şeytandan daha kötü olduğunu, baş belâsı olduğunu, belli bir süre sonra değiştirilmesinin gerekli olduğunu, kadını dövmenin tabiî bir şey olduğunu ve benzeri konuları savunmak mıdır kadın hakları? Kadını bu derece aşağı gören ve ona, ihtiyaç için alınıp satılan herhangi bir eşya muamelesi yapan toplumların kadın hakları savunuculuğuna soyunmaları ne derece inandırıcı olur? Feminist kadınlar, televizyon, gazete ve dergiler vasıtasıyla, kadını erkeğe köle yapan İslâmiyetle savaşacaklarını söylüyorlar. Zavallılar, Müslümanlıkta kadını aşağılamanın, onu ezmenin, sömürmenin yasak olduğunu bilmiyorlar. Kültürümüzden, dinimizden uzak yetiştikleri için, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimizin kadınlar hakkında buyurdukları mübarek sözleri nereden bilecekler? Peygamber efendimizin bu hususta buyurduğu sözlerden birkaçı şöyle: “Cennet anaların ayağı altındadır.” “Ahirette, kocası tarafından dövülen kadının davacısı ben olacağım.” “Müslümanların en iyisi, hanımına karşı iyi ve faydalı olandır.” “Kadınlarınıza eziyet etmeyiniz! Onlar Allahü teâlânın emanetleridir. Onlara yumuşak olunuz, iyilik ediniz!” Şimdi feministlere şunu söylemek lâzım: Siz yanlış yere savaş açmışsınız. Eğer davanızda samimî iseniz, sizleri sömüren, iki bine iki kala bile her türlü menfaatinde sizleri istismar eden Batı’ya savaş açmalıydınız! Gelin inat etmeyin, zararın neresinden dönülürse kârdır. Bu savaş kararınızı bir daha gözden geçirin!...
.Batı’nın istismar malzemesi 19 Aralık 1998
Bir vesile ile tanıştığım konfeksiyon atölyesi sahibine, kaç kişi çalıştırdığını sorduğumda, “25’i kadın 5’i erkek olmak üzere, toplam 30 kişi” dedi. Sonra da, “İhtiyaç sahibi, çaresiz birçok kadının, kızın ekmek kapısı oluyorum, çok dua ediyorlar zavallılar.” diye ilâve etti: Başka bir işle meşgul olan yanımdaki arkadaş, müdahale ederek konfeksiyoncuya sordu: - Size bir şey soracağım. Burada biz bizeyiz. Lütfen soruma samimî bir şekilde cevap verin. Özellikle kadın çalıştırmanızdaki gerçek sebep nedir? Adam önce cevap vermekte tereddüt etti. Arkadaş tekrar ikaz etti: - Cevap vermek zorunda değilsiniz. Fakat cevap verecekseniz, gerçek sebebi söyleyin lütfen. - Madem ısrar ediyorsunuz, söyleyeyim. Kadın çalıştırmamın bir değil birçok sebebi var. Kadın, ucuz işçi demektir. Ortalama verdiğim ücret 20-30 milyon arasında değişir. Ayrıca kadın, problemsiz işçi demektir. Sigorta istemez, istediğin zaman işine son verebilirsin. Kadınları disiplin altına almak, erkeklere göre çok daha kolaydır. Erkek işçi birçok problemi de beraberinde getirir. Yalnız ben değil, başkaları da bu sebeplerden dolayı kadın işçi çalıştırır. Böylece durum açık ve net olarak anlaşılmış oldu. Zaten mesele burada düğümleniyor. Üzerinde durulması gereken husus; kadının çalışıp çalışmaması değil; çalışması gerekiyorsa, tabiî ki çalışacak kadın. Benim üzerinde durmak istediğim asıl mesele, kadının istismar edilmesi ve bu sayede köşe dönülmesi... Kadının hakkını, hukukunu düşünen kim? Yalnız bizde mi? Hayır, bütün dünyada durum aynı. Özellikle de istismarın üretim merkezi Batı’da. İsterseniz biraz daha gerilere giderek, bu istismarı kim ve ne zaman başlattı; ona bir bakalım. Ondokuzuncu yüzyılda, Batı’da, kapitalistler arasında amansız bir rekabet başladı. Ucuz maliyet için çareler aranıyordu. Kadın devreye sokulursa, bu sağlanabilirdi. Fakat çalışmaya alışkın olmayan kadını, evinden çıkarabilmek pek kolay değildi o zamanın Batı’sında. Kapitalistler buna bir kılıf buldular. Ekonomik özgürlük, kadın hakları, kadın erkek eşitliği gibi konuları gündeme getirip; kadın çalıştığı takdirde, bu haklara kavuşacağı propagandası yapıldı. Bu sinsi plân, onlara bir lütuf, bir ihsan gibi gösterildi. Bu tuzakla evlerinden çıkardıkları kadınların sayesinde zenginliklerine zenginlik kattılar. Bununla da kalınmadı. Üretilen malların tüketilmesi için de, kadınların tüketici olarak devreye sokulması ve az da olsa verilenin elinden geri alınması plânları yapılmaya başlandı. Bunun için dergiler çıkarıldı. ABD’de yayınlanan, Dial, Godey’s Lady’s book, Ladies’ Magazine’ gibi dergiler piyasaya sürüldü. Pahalı, fakat pratik değeri olmayan giyecekler, “Güzel giyim” olarak lânse edildi. Giyim, kocasına karşı şirin görünmek olarak değil, sokağa şirin görünmek şekline dönüştürüldü sinsice. Neticede, gardıroplar elbiselerle dolup taşmaya başladı. Bununla da kalınmadı. Üretilen malların satılmasında, kadının reklâm malzemesi olarak kullanılması gündeme geldi. Kadın, cinselliğinden istifade edilerek, sadece kadın giysilerinde değil, her cins malın reklâmında kullanılmaya başlandı. Bütün bu yapılanlarda istismar, ikiyüzlülük hep ön plânda oldu... Adalet, eşitlik adı altında, zulüm gördü kadın. Kadın hakkı denilip, haksızlığın daniskası yapıldı. Bu yapılanlar ister istemez aileye de yansıdı. Aileyi temelinden sarstı. Dallas gibi TV dizileriyle, aile bombardımana tutuldu. Evlilik dışı ilişkilere göz yummak, eşler arasında, uygarlık kabul edildi. ABD’de yapılan bir araştırmada, erkeklerin % 46’sının, kadınların ise % 41’inin evlilik dışı gayri meşru hayat yaşadıkları tespit edilmiştir. Kadınların gerçek durumları böyleyken, sözde kadın hakları savunucuları feministler ve çeşitli dernekler bunlara mâni olacaklarına, aksine istismarcılar ile kol kola girip, bindikleri dalı kesme gafletine düştüler. Kim ne derse desin, bütün bu olup bitenleri tarafsız bir şekilde inceleyen kimsenin, tarih boyunca kadını, sadece İslâm dininin istismar etmediğini, ona lâyık olduğu değeri verdiğini görecektir. Bugün tarafsız gözlemciler, kadını, aileyi, korumak için İslâmdaki aile yapısını incelemekte olup, bunu kendilerine nasıl adapte edebilecekleri arayışı içindeler. Batı şunu açık bir şekilde gördü ki, acil tedbir alınmazsa, çok kısa zamanda, aile diye bir kurum kalmayacak... Ailenin ortadan kalkması da bir toplum için büyük bir felâket olacaktır..
. Noel nedir? 25 Aralık 1998
Binlerce çam fidanının sökülüp atıldığı, ağaç katliamlarının acımasızca gerçekleştirildiği günlerdeyiz. Fakat çevrecilerden ses yok. Okullarda, mağazalarda Noel Baba olarak Aziz Nikolaos efsanesinin boy gösterdiği; Hıristiyanlık propagandasının diz boyu olduğu aralık ayındayız... Fakat, dini konularda kendilerini uzman ilân eden kimselerden tık yok. Zabıta kuvvetlerinin ve çöpçülerin korkulu rüyası yılbaşı ise kapıda... Bütün bunların sebebi olan; noel nedir, ne zaman başladı? Bunun üzerinde duralım isterseniz bugün. Hıristiyan aleminin, noeli kutlamaları, Roma İmparatorlarının birincisi olan Kostantin ile başlar. Kostantin, Eflatun’un ortaya koyduğu teslis “Trinite” yani üç tanrı inancını, papazlara yazdırdığı yeni İncile koydurdu ve noel gecesini bayram ilan etti. Böylece yeni bir Hıristiyanlık dini doğmuş oldu. İsa aleyhisselamın İncilinde ve Havarilerinden Barnabas’ın yazdığı İncilde, Allahın bir olduğu bildirilmişti. Fakat bu İncil elde bulunmadığı için, filozof diyerek kıymet verdikleri Eflatun’un teslis fikri, daha sonra yazılan dört İncilde, yani Matta, Markus, Luka ve Yuhanna’da yer almıştır. Kostantin, dört İncildeki bu teslis fikrini de yeni İncile koydurdu. Hz. İsa’nın doğumu hakkında, o zamanın edib ve münevverlerinin eserlerinde hiçbir bilgiye rastlanmamaktadır. Çünkü, İseviler, az ve asırlarca gizli yaşadıklarından, milad doğru anlaşılmamıştır. Aralık ayının yirmibirinde, yirmibeşinde veya ocak ayının altıncı veya başka gün olduğu sanıldığı gibi, bugünkü miladi senenin beş sene fazla olduğu, çeşitli dillerdeki kitaplarda yazılıdır. O halde, miladi sene, Müslümanların senesi olan hicri sene gibi doğru ve kat’i olmayıp, günü de senesi de şüpheli ve yanlıştır. İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiğine göre, üçyüz seneden fazla olarak noksandır ve İsa aleyhisselam ile Muhammed aleyhisselâm arasındaki zaman, bin seneden az değildir. Bir kurtarıcı tanrıya inanan kavimlerin ayinlerinin en mühimi, kişinin tanrı ile birleştiğine, bütünleştiğine inandıkları, sembolik et yiyip, içki içme ayinleridir. Kurtarıcı tanrı inancı, bir müddet sonra güneş tanrısı inancı ile birleştirildi. Her bir kurtarıcı tanrının, kış başlangıcında doğduğuna inanıldı. Kış başlangıcı ise, Julian takvimine göre 25 Aralıktır. Hıristiyanlar da, İsa aleyhisselamı kurtarıcı bir tanrı yaparak, bu tarihte doğduğunu kabul ettiler ve bu geceyi “Noel” olarak her sene kutlamaya başladılar. En küçük vak’aları bile yazan Roma tarihçilerinin, İsa aleyhisselam gibi büyük bir peygamber hakkında derin bir sükut göstermeleri ayrıca dikkate şayandır. İslamiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Mesela mart ayının yirminci nevruz denilen günü, mayıs ayının altıncı hıdrellez günü ve eylül ayının yirminci mihrican günü de dinimizin bildirdiği mübarek günlerden değildir. Hıristiyanların kutladığı noel bir uydurmadan ibarettir. Hatta bazı Hıristiyan teşkilatlarının da artık noeli bir hurafe kabul ettikleri, dünya basınında çıkan haberler arasındadır. Nitekim, ABD’de yayınlanan 17 Aralık 1996 tarihli haftalık Newsweek dergisi bu gerçeği şöyle dile getirmektedir: “Noel baba bir hurafeden ibarettir. Gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Ticari maksatlarla sonradan uydurulmuştur. Hediyelik eşya sektörüne milyonlarca dolar kazandıran Noel baba, kapitalizmin oyuncağı olmuştur. Tarihçi, Stephan Nissenbaun, (Yılbaşı ile mücadele) “The battle for Christmas” kitabında Hıristiyanlığın temelinde yılbaşı kutlamalarının ve Noel babanın bulunmadığını, bunun yasaklanmasının gerekli olduğunu bildirmektedir.” İslam büyükleri,”Hinduların bayram günlerine, ateşe tapanların nevruz günlerine ve Hıristiyanların noel gecelerine ve diğer paskalyalarına hürmet etmek, o zamanlarda onların adetlerini onlar gibi yapmak, insanı dinden çıkarır” demişlerdir. Noel ile yılbaşı farklı şeylerdir. Yeni yılı tebrik etmekte, hayırlı olmasını temenni etmekte dinen mahzur yoktur. Yılbaşı diğer günlerden farklı değildir. Bu gecede, mevlid okumak, sohbet toplantıları düzenlemek de uygun değildir. Böyle yapılırsa, bu geceye dini bir hüviyet kazandırılmış olunur.
Nereden nereye!.. 26 Aralık 1998
Atalarımız boşuna söylememişler, “Körle yatan şaşı kalkar” diye. Avrupa ile olan yüz elli yıllık beraberliğimiz neticesinde çok şey kaybettik. Çok özelliklerimizle biz de Avrupalılaştık artık. Batı’nın en büyük özelliği maddeci olmasıdır. Karşılıksız verme diye bir şey yok onların lügatinde, öz annesi, öz çoğu bile olsa; al gülünü ver gülümü.... Yaşı on sekizi buldu mu, kendini kapı önünde bulur genç... Öz annesi ve babası “Bizden bu kadar; bundan sonra sen başının çaresine bakacaksın” der. Nerede kaldı ki komşusuna, hele hele hiç tanımadığı birine yardım etmek? Almanya’dan yeni gelen bir arkadaş, Almanların, kendisini lüks bir lokantaya götürüp ziyafet çektiklerini anlatınca sordum: - Nasıl oldu bu ziyafet işi? Almanlar karşılıksız yemek yedirmezlerdi; huyları mı değişmiş yoksa? - Hayır, huyları değişmedi, dedi. Mal satacaklar ya, bizi tavlamak için yedirdiler. Görüldüğü gibi, adamlar her işe menfaat, para açısından yaklaşıyorlar. Bu gidişle fazla sürmez, maddeci Batı’nın tam bir kopyası oluruz biz de. Kendimize ait örfümüzün, güzel ahlâkımızın çoğu unutuldu gitti zaten. Şimdi bu unutulan değerlerimizden bazıları anlatılınca ağızları açık kalıyor gençlerin. Bir türlü inanamıyorlar. Sanki masal gibi geliyor onlara... Berat Kandili’nde oğlum Fatih ve arkadaşları; Mustafa, Mehmet, İbrahim, Salih Eyüp Sultan hazretlerini ziyarete gitmişler. Eyüp Camii’nde namaz kılıp dua etmişler. Duada, hayırlı eş mi, iş mi istediler, yoksa her ikisini mi, bilmiyorum. Onu söylemediler. Fakat, ziyaret esnasında caminin revakları altındaki mermer boşluklar dikkatlerini çekmiş. Dönüşte bana sordular: - Mehmet amca, bu boşluklar neyin nesidir? Rastgele bir boşluğa benzemiyor. Bir maksatla yapıldığı belli. Böyle güzel bir ziyaretten dolayı memnuniyetimi bildirdikten sonra, gençlere anlatmaya çalıştım: - Biliyorsunuz, dinimizde fakirlere verilmesi farz olan zekât, bir de verilmesi vacip olan adak ve fitre borçları var. Bunlar mutlaka Müslümanın eline verilir. Bunun dışında, bir de ihtiyaç sahibi kimselere Allah rızası için verilen şeyler var. İşte, Ramazan günlerinde, mübarek gecelerde, hayır sahiplerinin hayır hasenatını çoğu defa birer kadife veya atlas çıkın içinde bıraktıkları yerlerdir sizin o gördüğünüz boşluklar... Müslümanlar, bir dileğinin kabul olmasının şükranı, sağlık ve afiyetlerinin minneti, hiçbiri olmadığında da ihtiyaç sahiplerine, cenab-ı Hakkın rızasını kazanmak için, gönüllerinden kopanı keselere koyarlar, yatsı namazından sonra bu revakların mermer boşluklarına bırakırlardı. O zamanlar elektrik olmadığından, ne imamlar, ne müezzin ve kayyumlar, hiç kimse ortada kalmaz; namazdan sonra evlerine çekilirler; fakat kandiller sabaha kadar yanık bırakılırdı. Mübarek gecelerin hayır hasenat kutsiyetini bilen fakirler, düşkünler, yardıma muhtaç olanlar, zaruret çekenler, başkalarının olmadığını hissettikleri zaman caminin avlusuna girerler, bu çıkınlardan birisini alırlardı. Mustafa hemen sordu: - Kesede ihtiyacından fazla altın çıkarsa... Veya ihtiyacı olmayanlar alırsa? - Eğer çıkındaki para, ihtiyaçlarının üstünde ise, ihtiyaçları kadarını alırlar, kalanını yine aynı itina ile sararlar, yerine koyarlardı; bir başka ihtiyaç sahibinin zaruretini def etsin diye... Fazla olanı, bir başka ihtiyaç sahibine muhakkak bırakılırdı. Bırakmamak bir nevi başkasının malını gasbetmek sayılırdı. Hiç kimse, bu yardımsever insanları bilmezdi. Yine hiç kimse, kim ihtiyaç sahibidir ve kim sıkıntıdadır; onu da bilmezdi. Bu mübarek ve kutsî gecelerin gelmesini bekleyenler asgarî ihtiyaçlarını tesbit etmiş olarak gelirlerdi. İhtiyacı olmayanların ise aklından bile geçmezdi buradan para almak. Bu defa Mehmet sordu: - Peki ihtiyacından az çıkarsa ne yaparlardı? - İlk açtıkları kesede bu miktarın azı çıkarsa, “Kısmetim bu imiş... Bununla yetineyim. Nasibim bu imiş. Buna da bin şükür...” der, tanımadığı hayır sahibinin sağlık ve huzuruna, ölmüşlerinin ruhuna dua ederdi. Bugün, böyle bir şey yapmak bir tarafa, böyle bir şeyin eskiden yapıldığına insanları inandırmak bile çok zor. Nereden nereye!
.Akıl almaz cinayet” 11.6. Bu başlık, Milliyet Gazetesi yazarı Sn. Hasan Pulur’a ait. Sayın Pulur bu yazısında Batı’nın gerçek yüzünü bir İngiliz gazetesinden alıntı yaparak sergiliyor... Müsaade ederseniz, Batı’nın bugünkü durumuna girmeden önce, geçmiş hallerine kısaca değinmek istiyorum. Kazanlı Abdürreşid İbrahim ( Ö.T.1944 Tokyo), Avrupalı’yı bilhassa İngilizler şöyle tanımlar: İngilizler, mağrur ve kibirlidir. Onlar, kendi şahıslarını ve vatanlarını ne kadar saygıya lâyık görürse, diğer insanları ve memleketleri de, o derece aşağı görürler. İngilizlere göre insanlar üç kısma ayrılır: Birincisi, İngilizler olup, Allah’ın bir ihsan olarak yarattığı en mükemmel insanların, kendileri olduğunu söylerler. İkincisi, beyaz renkli Avrupalı ve Amerikalılardır. Bunların da, saygıya lâyık olabileceklerini kabul ederler. Üçüncü kısım ise, birinci ve ikinci kısmın haricinde kalan insanlardır. Bunlar, insan ile hayvan arasında bir yaratık türüdür. Bunlar, saygıya lâyık olmadıkları gibi, hürriyyet, bağımsızlık ve vatan bunlar için değildir. Bunlar, bilhassa İngilizler tarafından idare edilmek için yaratılmışlardır. İngilizler, bu gözle baktıkları sömürgelerindeki yerli halk ile birlikte yaşamazlar. 20. asrın başlarında Hindistan’a yapmış olduğu seyahati ile meşhur, Fransız yazar Marcelle Perneau “Hindistan seyahatı notları” nda diyor ki: “Avrupa’da şöhret bulmuş, hatta bazı üniversitelerce kendisine profesörlük ünvanı verilmiş olan Hindli bir ilim adamına, Hindistandaki bir İngiliz kulübünde buluşmak üzere söz vermiştim. Hindli gelmiş, fakat İngilizler, şöhretini bile hiçe sayarak onu içeri bırakmamışlar. Bundan haberdar olunca, ısrarım üzerine Hindli ile kulübde görüşebildim.” İngilizler, kendilerinden olmayanlara hayvanlara bile lâyık olmayan muameleler yapmışlar hep. Bunun tarihte örnekleri çoktur. En büyük sömürgeleri olup, senelerce vahşice zulüm ettikleri Hindistânın Amritsar şehrinde 1919 bir gün âyin sebebi ile toplanan hindûlar, bisikleti ile gezen bir İngiliz kadın misyonerine saygı göstermezler. Misyoner, İngiliz general Dyere şikâyetde bulunur. General derhal askerlerine emir vererek, âyinle meşgûl halkın üzerine ateş açtırır ve on dakikada yediyüz kişi ölür. Binden ziyade kişi de yaralanarak yerlere serilir. General bununla da iktifâ etmeyerek, halkı üç gün elleri ve ayakları üzerinde hayvan gibi yürütür. Sonra da bunu şöyle izah eder: “ Hindlilerden bir kısmı tanrıları karşısında yüz üstü sürünüyorlar. Bunlara, bir İngiliz kadının bir Hindû tanrısı kadar mukaddes olduğunu ve onun karşısında da hakâret değil, sürünmeleri icap ettiğini anlatmak istedim” Diyeceksiniz ki, aradan bu kadar sene geçmiş. Geçmişteki bu yanlış düşünceler şimdi kalmadı. İnsan haklarına saygı gösteriyorlar artık...Şimdi bakalım değişmişler mi değişmemişler mi? Bu sorunun cevabını Sn. Hasan Pulur Milliyet gazetesindeki “Akıl almaz cinayet” isimli yazısında veriyor: “Güvenilir bir gazete olan Sunday Times’den , aldığımız bilgiye göre, birkaç yıl önce bazı Batılı ilâç ve kimsayal madde üretim şirketleri ellerindeki eski ve zararlı maddelerden kurtulmak için yeni bir yöntem kullandılar. Bunları insanî yardım adı altında Bosna’ya gönderdiler. Tüyleriniz ürperdi değil mi?İngiliz gazetesindeki haberin ayrıntılarını okuyun da Batı’nın “İnsan Hakları”na nasıl saygı duyduklarını görün: İngiltere menşeli zayıflama tabletleri, Amerikan kaynaklı yüzlerce litre gargara yapımında kullanılan ağız yıkama sıvısı, Norveç tarafından cüzzam hastalığına karşı üretilmiş haplar ve eski Doğu Almanya menşeli, üzerinde kafatası ve çapraz kemikler işareti bulunan, ayrıca üzerlerinde “hediye” yazan yüzlerce ton ağırlığında işe yaramayan ilâç, tıbbî malzeme ve kalıplar şeklindeki zehirli atıklar, savaş esnasında insânî yardım adı altında Bosna’ya gönderildi. Maddelerin bir kısmı şirketçe, diğer bir kısmı da Batı Avrupa’daki yardımsever gruplar tarafından gönderildi. Küçük yardım grupları Avrupa’dan son 50 yılın en kötü savaş kurbanları için hiçbir şey yapmamaktansa, doktorlara numune olarak gönderilen işe yaramayan veya kullanım süresi bitmiş olan ilâçları toplayarak savaş kurbanlarına bir şeyler göndermenin daha iyi olacağını düşündüler. Bazı kişiler, Batı’nın vicdansız ilâç üreticilerinin, Bosna’daki savaşa kendi çıkarları uğruna kullanarak ellerindeki ilâç stoklarını buraya göndermek suretiyle erittiklerini düşünmektedirler. Komik hibelere örnek olarak, kullanım süreleri çoktan sona ermiş olan doğum kontrol hapları ve Norveç tarafından üzerinde ağrı kesici Paracetamol yazısı yazılmış, gerçekte cüzzama karşı kullanılan haplar, Bosna’ya gönderilen yardımların gülünç olanlarından sadece bazıları.” Şimdi siz karar verin! Batı değişmiş mi değişmemiş mi?!.. Yarın da, Mehmetçiğin fedakârlığını görelim... İşte aradaki fark! 12.6. Dün Batı’nın Müslümanlara bakış açısını vermiştim. Bugün de, Müslümanların yabancılara karşı davranışını gösteren bir örnek sunmak istiyorum. Türk askeri Mehmet, Çanakkale’de İngilizlerle savaşırken yaralanır. Haydarpaşa Hastahenesinde tedavi edilir. Ayağı bir parça sakat kaldığı için hafif hizmete ayrılır; hastahane hizmetinde alıkoyulur. Mehmet’e bir gün Haydarpaşa istasyonundan hastahaneye götürmek üzere esir İngiliz askeri teslim edilir. Hasta İngiliz askerle yağmurlu bir havada kör topal yola devam ederler. Mehmet dehşetli bir İngiliz düşmanıdır aslında. Ötekilere pek o kadar kızmaz, her biri için ayrı ayrı mazeretler bulmağa çalışır, sulh olursa onları affedebileceğini hissederdi. Fakat İngilizlere çok kızgındı. “Elime verseler tövbe olsun hepsini kör işkenbeci bıcağıyla doğrarım...” diye söyleniyordu. Evet bütün öteki cahil gâvurları aldatıp üzerimize saldırtanın hep İngiliz gavuru olduğuna inanıyordu.Bütün bunlara rağmen, yaralı esir İngilize yardım etmeyi bir insanlık vazifesi kabul ediyordu. Zor şartlarda yol alırken, İngiliz büsbütün “stop” deyip durmasın mı? Mehmet bu sefer büsbütün telâşlandı: - Vay anam, ben ona adam ol derken o büsbütün cüdam oldu... Hey beri bak... Hele şöyle kımılda bakayın... Yürü de evvelki gibi yürü razıyım... Hastahaneye çok kalmadı... Orada seni rahat yatağa yatırırlar, sıcak yemek verirler. Haftaya kalmaz domuz gibi olursun, diye söyleniyordu kendi kendine. Mehmet ceplerini karıştırmağa, nikel onluklar, yırtık kuruşlar çıkarıp toplamağa başlamıştı. Çaresiz kalmıştı. Son kuruşunu da verecekti. Gavur da olsa can taşıyordu. Asker önünden geçen bir iki arabacıya seslendi. Fakat arabacılar bu düşkün kıyafeti topal nefere başlarını bile çevirip bakmıyorlar, kamçılarını şaklatarak süratle geçiyorlardı. Mehmet bu ümidin de kesildiğini görünce tekrar İngilize döndü: - Görüyorsun ya... kesemizden sana araba ikram ediverelim dedik... o da olmadı... Kaderine küs... nidelim... gayrı günah benden gitti... Mehmet uzun uzun düşündükten sonra kararını verdi ve kâh İngilize, kâh etrafındaki kalabalığa dönerek nutka başladı: - Şu yağmurlu havada... seni buralara kırmızı mumlu mektuplarla mı davet ediverdim? Senin benimle ne alıp veremeyeceğin var... Mehmet söyledikçe coşuyordu, kızıyordu: - Yuhu para sende, rahat sende, memleket sende, dükkân tezgâh sende... Yedi deniz aşırı yerden kale gibi gemilerine binip ne halt aramağa gelirsin buralara.. benimle muharebeye tutuşursun... beni öldürüp de yamalı donumu mu alacaksın? Ne adını bilirim... ne memleketini bilirim, sen Çanakkele’ye geldin diye davarımı satar, ocağımı söndürür, çoluk çocuğumun her birini bir yana dağıtır gelirim... muhareben de kahpece... yanına sokmadan, suratını göstermeden, uzaktan şarapnelini yerim, ayağım sakat kalır... “Hey Allahım senden meded” der ellerimi göğe açarım, tayyarelerinden çiviler düşer. Siperlerde kör boğazına yediğini ben düğünümde bulup yiyemem... Sonra az başın sıkıldı mı “teslim... teslim” ellerini açarsın... gelir başıma bela olursun... yol ortasında ben gidemem deyip direnirsin... Canımı almağa, kanımı emmeğe geldin, edemedin. Elime düştün... seni bir tepmede yere gömsem yeridir... ille zebunluğunu görüyorum... besbelli bir taksiratım var ki Cenab-ı Mevlâ seni bu dünya âlemde bana musallat etti... Gel başımın belâsı... gel seni sırtımda taşıyayım da tamam olsun... Yavaş yavaş hasta İngilizin önünde yere çömeldi, topal ayağını kıvıramadığı için dizini yere, çamurlu karların içine koydu, düşmanını bileklerinden tutarak sırtına yüklendi. Çehresinde tatlı bir sükûnet; vücutlarının biçimi, çehrelerinin rengi ve çizgileri birbirinden o kadar farklı olan Mehmetçikleri zaman zaman ayırtedilemeycek kadar birbirine benzeten asil ve güleryüzlü feragat vardı. Çok zor şartlar altında, düşe kalka, yağmurdan sırımsıklam halde ezeli düşmanı yaralı İngiliz askerini hastahaneye ulaştırır. Böylece üzerindeki dağ gibi yükten kurtulur. Aynı şartlarda, Mehmet bu İngilizin eline düşseydi, durum ne olurdu? Bunu hepimiz tahmin edebiliriz. Ama, Mehmet Müslüman bir Türk askeri... Hissiyle değil, dininin, örfünün emrettiği ile hareket etmek zorunda... Dini O’na düşmanı da olsa iyi muamele yapmasını emrediyor. O insanlık vazifesini yapmazsa, hakkı geçeceğine, günaha gireceğine inanıyor... İşte aradaki fark!..
.“Sen de yaşlanacaksın unutma!” 24.3.2000..M ORUÇ
Bu söz, Yaşlıları Koruma Derneği’nin sloganı. Ama kulak veren kim? Sloganın tesir etmesi için, arkasında destek gerekir, basında, halk nezdinde kabul görmesi gerekir. Medyamız çok daha önemli(!) işlerle uğraştığı için yaşlılara destek vermeye vakit bulamıyor. Derneğin üyeleri gibi sloganları da cılız kalıyor!... Tanzimattan beri, bazı güçler ısrarla, Batı’nın ne kadar kötü adeti varsa, getirmeyi, ne kadar faydalı işleri varsa getirmemeyi kendilerine prensip edinmişler. Hatta o hale gelmiş ki, Batı o yanlışından çoktan dönmüş, zararlarını telafi gayreti içinde. Fakat biz ısrarla o yanlışın peşindeyiz... Bu yanlışlardan biri de, aileyi kurtarma ve yaşlılara sahip çıkma hususu. Batı şimdi aileyi muhafaza hatta genişletme gayreti içinde. Fakat belli bir mesafe alındıktan sonra geni dönülmüyor. Bugün Batı’da çocuklar belli bir yaşa geldikten sonra çoğunun ev ile irtibatı tamamen kopmakta. İstemeseler de buna engel olamamaktalar. Bu yaşayış hayvanlarınkine ne kadar benziyor değil mi? Hayvanlar, yavrularını, yeterli duruma gelince yuvadan atarlar. Yaşlılar haftası vesilesiyle bir bayan okuyucumuz aradı. “Artık dayanacak gücüm kalmadı, kötü örnek(!) olduğum için çevrem beni dışlıyor,” diyerek sözlerine başladı. Dışlama sebebini de şöyle izah etti: “Beyimin yaşlı, bakıma muhtaç anne babası yanımızda kalıyor. Elimden geldiği kadar onlara bakmaya çalışıyorum. Aslında benim fazla bir şey de yaptığım yok. Zaten çocuklar için yemek pişiriyorum, iki kişi fazla olmuş bana bir ek külfeti de yok. Bana karıştıkları da yok kendi hallerinde namazlarıyla, ibadetleri ile uğraşıp duruyorlar. Komşularım, görüştüğümüz kimseler bana enayi gözüyle bakıyorlar. “Bu zamanda kaynana, kayınpeder kahrı hiç çekilir mi? Bizim beyler seni örnek gösteriyorlar. Bize kötü örnek oluyorsun,” diyorlar. Her fırsatta bu yanlışımı(!) yüzüme vuruyorlar. İyi niyetli olanlarda, “Maşaallah, bu zamanda böyle gelin az bulunur, Allah sabır versin, kolaylık versin. Kimsenin yapmadığını yapıyorsun” diyorlar. Her iki gruba göre de yaptığım normal değil anlayacağınız. Zaman zaman şeytan aklıma giriyor, “ Gerçekten ben enayi miyim” diye düşünüyorum. Sonra annem aklıma geliyor. Yatalak olan kayın validesine Allah rızası için sabırla bakmıştı. Şimdi de sağ olsun gelinimiz kendi annesi gibi yakınlık gösteriyor. Kim ne yaparsa Allah fazlasıyla kendisine dünyada da ahırette verir diyerek kendime teselli veriyorum.” Değerli okuyucumuz, kim ne derse desin sen doğru yoldasın, dinimizin emrettiği, büyüklerimizin asırlardır titizlikte uydukları bir yoldasın hiç üzülme! Seni ayıplayanlar da bir gün yaşlanacaklar. Ne ektilerse onu biçecekler. Ama o zaman iş işten geçmiş olacak. Aslında ailede yaşlılara sahip çıkmanın faydası sadece ona bakan kimseye değildir. Toplumun, çocukların yetişmesinde, huzurun sağlanmasında o kadar faydası var ki, saymakla bitmez. Ailede, anne babaya göre, dedenin, babaannenin çocuğun yetişmesinde, terbiyesinde çok büyük rolü vardır. Tecrübe kolay elde edilen bir şey değildir. Para ile mal ile de elde edilemez. Gelin için kayınvalidesinin tecrübeleri baha biçilmez bir değerdir. Aynı durum dede için de geçerli. Dede anlattığı masallarla, hikayelerle, aile terbiyesini, toplumun örf adetini aşılar. Böyle bir terbiyeden geçen çocuk hayatta başarılı olur. Bir anektod ile yazımı bitireyim: Meşhur CNN programcısı Larry King kitabında anlatır: New York Belediye Başkanı Mario Poduno hoş sohbet, hitabeti güzel bir idarecidir. Clinton’un danışmanı olan hukukçu oğlu Andrew Poduno, genç yaşına (yaşı 33) rağmen, bu konularda babasından daha başarılı. Bir gün Mario Poduno’ya bunun sebebini sordum. Şöyle cevap verdi: “Biz İtalyan asıllıyız. Bizde geniş aile kültürü hakimdir. Andrew, dede kültürü ile yetişti. Babam, annem devamlı ona birşeyler anlatırlardı. O da zevkle dinlerdi. Dinlemesini bilen çok şey öğrenir, kendisini de dinletir. Konuşma yeteneği gelişir. Oğlumun başarasının altında bu gerçek yatar...” Doğru her yerde doğrudur. İnancı ne olursa olsun kim buna uyarsa, dünyada karşılığını bulur. İnancı doğruysa ahırette de karşılığını görür.
“Beli bükük yaşlılar olmasaydı...” 25.3.2000
Dün Yaşlılar Haftası dolayısıyla, yaşlılara saygının sosyal boyutu üzerinde durmuştum. Bugün de dini boyutu üzerinde durmak istiyorum. Yaşlılara, güçsüzlere yardım etmek dinimizin önemli bir kuralıdır. Dinimiz, çocuk, genç, yaşlı toplumun her ferdinin dayanışma içinde olmasını emreder. Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Yaşlılarımıza hürmet ve ikram, Allahü teâlâya saygıdandır. Güçsüzlere, hastalara, yaşlılara ve küçüklere merhamet ediniz! Büyüklerimizi saymayan, küçüklerimize acımayan bizden değildir. Bir genç, bir ihtiyara, yaşından dolayı hürmet ederse, onun yaşına varınca, Allahü teâlâ, ona gençleri hürmet ettirir.” Dinimiz, anne- baba yaşlanınca bakım evlerine atılarak üzüntü içinde ömürlerini tamamlamalarını değil, çocuklarının daima yanlarında kalmalarını onlara yumuşak davranmayı tevazu göstermeyi, onları üzmemeyi Öf bile dememeği emrediyor. Yüce Allah yine, “Rabbin, yalnız kendisine kulluk etmenizi, anababanıza da iyi davranmanızı emretti. Onlardan biri veya ikisi senin yanında yaşlanırsa, kendilerine öf bile deme; ağır söz söyleme, onlarla yumuşak ve tatlı konuş, onlara acı, tevazu kanadını gerip "Rabbim, küçükken beni yetiştirdikleri gibi sen de onlara merhamet et" diye duâ et.” (İsra 23, 24) buyuruyor. Resûlullah efendimiz, "Eğer süt emen çocuklar, beli bükük yaşlılar, otlayan hayvanlar olmasaydı, üzerinize azâb sel gibi gelirdi" buyururdu. Cemiyetler dayanışma ile yaşlısı genci birbirlerine sevgi ve saygıyla ayakta kalırlar, ancak bu şekilde toplum huzur bulur. Eğer yaşlılar, artık sizin işiniz bitti, sizin faydanız yok diye terk edilirse o toplum çöker. Çökmese bile toplumda rahat, huzur kalmaz. Huzur olmayan bir ortamda huşu içinde ibadet de yapılamaz. Psikiyatr Dr.Nihat Kaya, toplumda huzurun sağlanması için yaşlılarla ilgili şu tavsiyelerde bulunmaktadır: “Yaşlı kimseleri bu dönemlerinde yalnız bırakmamak gerekir. Yaşlılar bu dönemlerinde çocukluğa benzer bir dönem yaşarlar. Bu dönemde daha çok ilgi, sevgi beklerler. Aranmak hatırlanmak, değerli olduklarını hissetmek isterler. Özellikle çocukları tarafından ilgi görmek ve hediye almak isterler. Ben yaşlıyım. Hiçbir işe yaramıyorum. Bu yüzden değerim olmaz. Söylediklerimi kimse dinlemez düşüncesine kapılırlar. Bazıları da kim bana bakacak kaygısına kapılır. Huzurevlerine gönderilen yaşlıları, artık işe yaramıyorum, beni istemiyorlar, beni sevmiyorlar düşüncesi onları deprasyona sokar.” Yaşlıların sıkıntısına ortak olup ahir ömürlerini huzur içinde geçirmelerini sağlamalıyız. Onlar bize Allah’ın bir emanettir. Yaşlı insanlar için dünyayı yaşanılmaz hale getiren yalnızlık duygusudur. Akranları dünyadan ayrıldıkça bu duygu daha da artar. Bizlere düşen onlara bu duyguyu yaşatmamak. Yaşlıların beklediği en önemli şey saygıdır bizden. Çünkü ancak onlar, gösterdiğimiz saygı nispetinde, yaşadıkları yılları boşa geçirmemiş oldukları kanaatine varırlar. Saygının arkasından onlara, bazı şeyleri danışarak hala daha kendilerine ihtiyacımız olduğunu hissettirmemiz gerekir. Yaşlılar hayatın her safhasında bizleri yanı başında görmek isterler. İnsanlar yaşlandıkça çocuklaşır. Bunun için bize karşı bazı sıkıntıları, yanlış tutum ve davranışları olabilir. Bunları anlayışla karşılamalıyız.. Maalesef yıllardır, romanlarda, TV dizilerinde “huysuz ihtiyar” tiplemesi işlendi. İnsanlar ihtiyarlayınca mutlaka çekilmez sıkıntı verirler, düşüncesi yerleşti kafamıza. ihtiyar bir insanın dayanılmaz huysuzluklarıyla hemhal olarak yetiştirildi gençlik. Her insan kendini karşısındakinin yerine koymadığı müddetçe yaşlının gence, gencin yaşlıya duyduğu sevgi zayıflar. Tahammülsüzlüğün başlıca sebebi budur . Unutmayalım ki, onlar bizim gençlik halimizi yaşamayacaklar fakat biz onların halini yaşayacağız!.. Bugünün yarını da var... Bazı şeylerin telafisi mümkün değildir. Evlad olarak üzerimize düşeni yaparsak içimizde bir ukde kalmaz, ömür boyu keşke şöyle yapsaydım, böyle yapsaydım üzüntüsü ile yaşamayız.
.
|
Bugün 133 ziyaretçi (285 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İslâm'ın Gayrimüslimlerin Mabetlerine Bakışı
Prof. Dr. Osman Güner
Tarih boyunca pek çok kültür ve inanç, çeşitli milletlerin hâkimiyeti altına girmiş ve belli bir güce erişinceye kadar da onların idaresi altında yaşamak zorunda kalmıştır. Farklı inanç ve kültürler üzerinde hâkimiyet kuran kimi milletler, ‘öteki’ (olarak kabul ettikleri) milletleri dinî ve kültürel açıdan kendilerine tâbi kılmak istemişler ve dolayısıyla inanç ve kültürlerini zorla değiştirmeye kalkışmışlardır. Bu husus, tarihin çok sık şahit olduğu bir hakikattir. Meselâ, Hristiyanlığın yeni yayılmaya başladığı dönemlerde putperest Romalıların Hristiyanlara yaptığı zulümler, Sâsânîlerin Ermenileri ateşe tapmaya zorlamaları, Yahudi Himyer Krallığı’nın Hristiyanlara dinlerini değiştirmeleri için uyguladığı akıl almaz baskı ve zulümler, Endülüs’te Hristiyanların Müslümanlara karşı uyguladıkları etnik ve dinî maksatlı soykırım, Doğu’nun İslâmlaşmasını ve kültürel zenginliğini hazmedemeyen Hristiyan Batı’nın düzenlediği Haçlı Seferleri, dinler ve kültürler arası ilişkilerde yaşanan kötü örneklerden sadece bir kaçıdır…
Nazarî ve fikrî plânda kabul edilen hak ve hürriyetlerin uygulamada nasıl bir işleyişe sahip olduğu hep merak edilen bir husustur. Zîrâ bir toplumda dinî müsamahanın varlığı sorgulandığında, öncelikle bakılması gereken iki temel parametre vardır: Bunlardan biri, mabetler, diğeri de o dinin eğitim ve temsilinden sorumlu din adamlarıdır. Bu iki unsura karşı saygı gösterilip gösterilmediği ve hâkim zümre karşısında korunup korunmadığı hususu, dinî müsamahanın en belirgin göstergesidir. Bu makalede, dinî müsamahanın alâmet-i farikası olarak görülen bu iki unsurdan biri olan mabetler ele alınacak ve İslâm’ın gayrimüslimlerin mabetlerine bakışı incelenecektir.
Kur’ân-ı Kerîm’e Göre Mabetlerin Konumu
Mabetler, ilk insan ve ilk toplumdan itibaren dine bağlılığın, Yaratıcı’ya kul olma şuurunun ve ubûdiyet duygularının en belirgin tezahürü konumundadır. Dolayısıyla korunması ve saygı gösterilmesi gereken mekânlardır. Bununla birlikte yaratılış itibariyle insan, varlık hiyerarşisinde düşüncesi, inancı ve duygularıyla her zaman üstün bir yere sahip (varlığın göz bebeği/özü/esası) olarak kabul edilmiştir. Diğer varlıklardan farklı olarak bu kabiliyetini geliştirmek ve inanma ihtiyacını karşılamak maksadıyla da inandığı değerleri yaşayabileceği, Yaratıcı’sına dua ve ibadetlerini arz edebileceği hususî bir mekânın özlemini hep hissetmiştir.
İslâm’ın nazarında Kâbe, insanlığın atası (Ebu’l-beşer) Hz. Âdem ile eşi Hz. Havva’nın yeryüzüne gönderilmesiyle birlikte, melekler tarafından inşa edilmiş en eski mabettir. Kâbe, keyfiyeti beşere meçhul, Allah’a (cc) malum olan Beyt-i Ma’mûr adlı semavî yüce bir mekânın yeryüzündeki izdüşümü üzerine kurulmuştur.1 Dolayısıyla insanoğlu, hiçbir dönemde mabetsiz kalmamış, Yüce Yaratıcı’nın adının anıldığı, ilâhî duyguların coşkun bir biçimde Kendisi’ne arz edildiği mabetler her zaman mevcut olmuştur. Kur’ân-ı Hakîm’in sarih beyanına göre Kâbe, yeryüzünde inşa edilen ilk mabet ve ilk ibadet mahallidir:
لِلنَّاسِ لَلَّذِي بِبَكَّةَ مُبَارَكًا وَهُدًى لِلْعَالَمِينَ إِنَّ أَوَّلَ بَيْتٍ وُضِعَ
“İbadet yeri olarak yeryüzünde yapılan ilk mabet Mekke’deki Kâbe olup, pek feyizlidir, insanlar için hidâyet rehberidir.”(Âl-i İmrân, 3/96). Hz. Âdem ve onun zürriyetinden gelenler onu tavaf etmişler, Hz. Nûh döneminde yaşanan Tufan esnasında semaya yükseltilmiş,2 daha sonra Hz. İbrahim ve oğlu Hz. İsmail tarafından yeri tespit edilerek tekrar inşa edilmiştir. (Hâc, 22/26-29)
Kaynağı vahiy ve peygamberlik geleneğine dayalı bütün inanç sitemlerinde mabetlerin varlığı, bir zaruret olarak kabul edilir. Kur’ân-ı Kerîm’de de, diğer din mensuplarının mabetlerinin varlığı bir vâkıa olarak kabul edilmiş ve bu mekânlara karşı gösterilmesi gereken tavrın nasıl olması gerektiğine işaret edilmiştir:
“O müminler ki tamamen haksız yere, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır!’ dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı. Eğer Allah insanların bir kısmının zararını diğer bir kısmı ile savmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve Allah’ın adının çokça anıldığı mescitler yıkılır giderdi. Dinine yardım edene Allah da elbette yardım edecektir. Muhakkak ki Allah pek kuvvetlidir, mutlak gâliptir.” (Hac, 22/40)
Nüzul seyrine bakıldığında ilk bakışta bu âyet, Müslümanlara, kendilerini savunmak suretiyle dinlerini ve mabetlerini korumaları gerektiğini ve ayrıca diğer dinlerin ve mabetlerin de buna dâhil edildiğini ifade etmektedir. Yine âyette mescitlerden bahsedildiği hâlde Müslümanların o gün Kubâ ve Medine Mescidi dışında mescitlerinin bulunmayışı ve ayrıca Mekkelilerin de henüz fiilî saldırılarının başlamamış olması dikkat çekici bir durumdur. Bununla birlikte daha önceki tarihî vetirede, bazı din mensuplarının diğer dinlerin mabetlerine yönelik saldırılarının bulunduğu da bilinmektedir. Meselâ Fîl Sûresi’nde bahsedildiği üzere, Yemen Kralı Ebrehe Kâbe’yi yıkmak maksadıyla Mekke yakınlarına kadar gelip ordusunu konuşlandırmış, fakat Yüce Allah, bu mukaddes mekânı korumak maksadıyla üzerlerine ebâbil (sürü sürü kuşlar) göndermiş ve bunlarla Ebrehe ordusunu helâk etmiştir. (Fîl, 105/1–5) Söz konusu ettiğimiz Hac Sûresi 40. âyetin, Yahudiler için hem bir ibadet mahalli, hem de bir eğitim müessesesi olan Beytü’l-midrâs adlı mabedin bulunduğu Medine’de nazil olması da ayrıca ehemmiyet arz etmektedir. Dolayısıyla âyetin yorumunu, sadece Müslümanların kendi mabetlerini koruma sorumlulukları bulunduğu şeklinde yorumlamak eksik bir anlama olacaktır.3
Ayrıca Kur’ân’da, “Allah’ın mescitlerinde Allah’ın adının anılmasını engelleyip oraların ıssız ve harap hâle gelmesine çalışanlardan daha zalim kim olabilir? Bunlar oralara ancak korka korka girebilirler. Onlar için dünyada zillet, âhirette ise müthiş bir azap vardır.” (Bakara, 2/114) buyrulmaktadır. Müfessirlerin beyanına göre bu âyet, Hz. İsa’dan 70 yıl sonra Romalılar tarafından Kudüs’ün zapt edilerek şehrin yakılıp yıkılmasına, Beytülmakdis’in tahribine ve bütün Tevrat nüshalarının imha edilmesine işaret etmektedir. Abdullah b. Abbas’ın şu ifadeleri de bunu gösterir: “Roma hükümdarlarından Titos, Kudüs’e hücum etmiş, halkı kılıçtan geçirmiş, kadın ve çocukları esir almış, Tevrat nüshalarını yaktırmış, Beytülmakdis’i tahrip ederek mabedin içinde domuz kesip katliam yapmıştır…”4 Elmalılı Hamdi Yazır bu âyete şöyle bir açıklama getirir: “Âyetin siyâkı hem Yahudi, hem Hristiyan ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını umumileştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hattâ isterse dinsiz ve putperest olsun, Allah’ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı olması gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resûlüllah’a ve Müslümanlara Kâbe’de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dâhil olan bir zulüm şeklidir.”5
Bu âyetin nüzûlü her ne kadar hususî bir sebebe dayanmış olsa da bu durum âyetin daha genel bir mânâya hamledilmesine mâni değildir. Buna göre âyette, geçmişte veya gelecekte mabetlerde Allah’a ibadet edilmesini engelleyen ve oraların maddî veya mânevî anlamda yıkılıp harap olmasına yol açanlar kınanmaktadır. Zîrâ mabetler temelde, insanın Yaratıcı’sıyla ilişkisini sağlama ve kulluk bilincini her daim canlı ve daimi kılmada önemli bir fonksiyon yerine getirmek maksadıyla inşa edilmiş mukaddes mekânlardır. Bu sebeple âyette verilen asıl mesaj da mabetlerin dokunulmazlığının ve ibadet etme hürriyetinin sağlanmasıdır. Bu temel yaklaşım dolayısıyla Kur’ân, “içinde Allah’ın adının anıldığı” mescitlerle birlikte kiliselere ve havralara da saygı gösterilmesi gerektiğine işaret etmektedir (Hac, 22/40).6
Müfessirlerin büyük bir kısmı, mabetlerin korunmasıyla alâkalı bu âyetleri yorumlarken şu hususa da vurgu yapmışlardır: Allah, Müslümanlar eliyle müşrikleri engellemiş hem mescitleri, hem de diğer dinlere ait mabetleri mütecaviz kimselere karşı korumuştur. İslâm’ın ortaya koyduğu bu yaklaşımla hem zimmîler korunmuş, hem de mabetleri emniyet altına alınmıştır.
Sünnet-i Seniyyeye Göre Mabetlerin Konumu
Mabetlere saygı ve onların korunmasıyla alâkalı mezkûr âyetin nasıl tatbik edildiği hususu, Allah Resulü’nün gayrimüslimlerle akdettiği zimmet anlaşmalarında ve bunlara göre gerçekleştirilen icraatlarda açıklığa kavuşmaktadır. Bu nebevî tatbikatlar sayesinde, Müslümanların dinin naslarını yanlış anlamaları da ortadan kaldırılmış olmaktadır. Bilindiği gibi Resûlüllah (sas) Medine’ye hicret ettiği esnada orada Arap kabileleriyle birlikte Yahudiler de meskûn durumdaydı. Yahudilerin Medine’de hem bir mabet (havra), hem de bir eğitim öğretim müessesesi olarak kullandıkları Beytülmidrâs adlı mekânları vardı. Beytülmidrâs, Yahudi kültüründe ‘eğitim-öğretim yeri’ mânâsında kullanılmaktadır. Dinî vecibelerin yerine getirildiği mabet ve sinagogun dışında Bet (ha)-Midraş müstakil ve mukaddes bir müessese kabul edilmiş, hatta Tevrat’ın yüceltildiği yer olarak görüldüğünden sinagogdan üstün sayılmıştır.7 Peygamber (sas), Beytülmidrâs’ın Yahudiler üzerindeki tesirli konumunu dikkate alarak oraya gitmiş ve onları orada İslâm’a davet etmiştir.8 Ayrıca Yahudiler tarafından kendisine, zina eden iki yahudiye nasıl ceza vermek gerektiği sorulduğunda da Beytülmidrâs’a gitmiş ve Yahudileri Allah’ın kitabını kabule davet ederek zâniler hakkında recm cezasının uygulanmasını istemiştir.9 Allah Resûlü, Medine’ye hicretin henüz ikinci yılında Yahudilerle bir anlaşma akdetmiş ve bu anlaşmanın maddelerinin birinde, onları Medine toplumunun bir unsuru olarak kabul etmiş ve “Yahudilerin dinleri kendilerine, müminlerin dinleri de kendilerinedir”10 ifadesiyle de onlara dinî ve hukukî sahada muhtariyet tanımıştır. Bu anlaşma, gayrimüslimlerin mabetlerinin korunması konusundaki nebevî teminatı göstermektedir.
Resûlüllah’ın (sas) gayrimüslimlerin mabetlerine karşı nasıl davrandığını gösteren bir başka hâdise ise Necran Hristiyanlarının Mekke’nin fethi sonrasında hicrî 9. yılda Medine’ye gelerek Hz. Peygamber’le (sas) görüşmeleri esnasında yaşanmıştır. Bu görüşme sırasında onların Mescid-i Nebevî’de ayin yapmalarına izin verilmiş ve akabinde yapılan anlaşma(lar)da, kiliselerinin teminat altına alındığı, din adamlarına da dokunulmayacağı belirtilmiştir. Bu anlaşma metninde şu hususlara işaret edilmektedir: “Ne olursa olsun, küçük olsun büyük olsun, kiliseleri ve manastırları namına ellerinde ne varsa kendilerine aittir ve bunlar Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti altındadır. Hiçbir üskuf (piskopos), vazife yaptığı yerden, hiçbir rahip de kendi manastırından ve hiçbir papaz kendi kilisesinden alınıp bir başka yere gönderilmeyecektir. Onların ne hak ve hukuku ve ne de alışageldikleri hiçbir şey (örf ve âdet)leri bir değişikliğe maruz kalacaktır. Onlar samimiyetle hareket edip üzerlerine düşen vazifeleri hakkıyla yerine getirdikleri müddetçe, Allah’ın ve Resulü’nün zimmeti (koruması) altında olacaklardır. Onlar ne zulme uğrayacaklar, ne de başkalarına zulüm yapmalarına izin verilecektir.”11
Hz. Peygamber (sas) döneminde kiliselerin bir kısmına el konulduğu, yeniden kilise yapılmasına ve yıkılanların tamir edilmesine izin verilmediğini ima eden sahih bir belge ve ifade mevcut değildir. Görüldüğü kadarıyla her ne kadar “İslâm’da kilise inşa etmeye (izin) yoktur” şeklinde bir ifade bazı kaynaklarda me’sûr bir rivayet olarak naklediliyor ise de12 bu, mutlak bir ifade olarak kabul edilmiş ve bazı durumlarda bunun kayıt altına alınabileceği ve farklı hükümlerin câri olacağı belirtilmiştir. Dolayısıyla âlimler, bu hükmün Hicâz bölgesiyle sınırlı olduğuna işaretle burada gayrimüslim mabedi inşa edilemeyeceği konusunda ittifak etmişlerdir. İbnu’l-Kâsım (v.191/975) ve Serahsî (v.483/1090) gibi âlimler de Hicâz bölgesi dışında savaş yoluyla fethedilmiş bile olsa, devlet başkanının zimmî statüsü tanıdığı kimselerin kendi şehirlerinde hem eski mabetlerini koruyacaklarını ve hem de yenisini yapabileceklerini belirtmişlerdir.13 Bu âlimler, sahabenin fethettiği ülkelerdeki gayrimüslim mabetlerine dokunmadıklarını, tahrip etmediklerini ve özellikle halife Ömer b. Abdülaziz’in valilerine gönderdiği emirnamedeki: “Fethedilen yerlerdeki kilise, havra ve ateşperest tapınaklarının yıkılmaması” yönündeki talimatını delil olarak kullanmışlardır.14 Muasır âlimlerden Abdulkerim Zeydan da bütün bu delilleri değerlendirdikten sonra, Hicâz bölgesi dışındaki gayrimüslimlerin, kendilerine verilen emân ve güvenliğin bir gereği olarak oturdukları yerlerin özelliklerine bakılmaksızın gerektiği kadar mabet yapabilecekleri kanaatini dile getirmiştir.15
Bütün bu müsamahalı anlayışın yanında, İslâm’ın ilk dönemlerinde Medine’de Allah Resûlü ile birlikte yaşayan ve görünüşte Müslüman oldukları hâlde gizlice ihanet plânları yapan ve Müslümanlar arasındaki birlik ve dayanışmayı bozmayı hedefleyen münafıkların inşa ettikleri Mescid-i Dırar’ın faaliyetlerine ise izin verilmemiştir. Zîrâ burası mabet olmaktan ziyade, Ebû Âmir er-Râhib’in münafıkları örgütlemeye çalıştığı, gizlice ihanet plânlarını görüştükleri, ileriye yönelik eylemleri için silâh ve mühimmat depoladıkları bir karargâh olarak işlev görmüştür.16 Nitekim Kâbe de Mekke fethedilinceye kadar müşrik Arapların ayin yaptıkları bir kutsal mekân olarak kullanılıyordu. Ağaçtan ve taştan yaptıkları yüzlerce put Kâbe ve etrafına yerleştirilmişti. Mekke’nin fethedilmesiyle birlikte Kâbe putlardan arındırılmış ve putlar imha edilmiştir. Allah Resûlü döneminde yaşanan bu iki hâdise gösteriyor ki, varlık sebeplerinin dışında istimal edilerek gerçek işlevlerinden uzaklaştırılması, insana, topluma, hakka ve hakikate zararlı hâle getirilmeleri durumunda, içtimaî barışa verdikleri zararı önlemek maksadıyla, adına mabet de denilse bazı mekânların varlığına müsaade edilmemiştir. Haddizatında bu da hedefler zaviyesinden bakıldığında umumiyetle korunmuş mekânlar olarak kabul edilen mabetlerin saygınlığını muhafaza maksadına matuftur. Dolayısıyla insanlar arasında fitne ve bozgunculuk çıkarmak ve toplumsal barışa zarar vermek gibi menfiliklere sebep olmadıkları sürece bütün mabetler korunmuş ve saygıya layık görülmüştür.
Hulefâ-i Râşidîn döneminde de fethedilen yerlerdeki gayrimüslimlerin mabetleri güvence altına alınmış, mevcut mabetlere karşı müsamaha gösterilmiş, kilise, havra ve hatta ateşgedeler bile muhafaza edilmiş, yağmalanmamıştır. Nitekim Yahudi ve Hıristiyanlar kadar, ilk kıble olması hasebiyle Müslümanlar için de kutsal bir mekân olan Kudüs (yani Beytü’l-Makdis), Ömer (ra) döneminde fethedildiğinde İslâm’ın müsamahası adına önemli hâdiseler yaşanmıştır. Hz. Ömer Kudüs’te yaşayan gayrimüslimlere tam bir inanç hürriyeti sağlamış ve onlarla akdettiği anlaşma metninde bunları bütün açıklığıyla ifade etmiştir. Buna göre, kiliseler mevcut hâliyle korunacak, yıkılmayacak ve sayıları azaltılmayacaktır. Dinlerinden dolayı rahatsız edilmeyecekler, zarar görmeyeceklerdir.17 Hz. Ömer (ra) bu anlaşmayı akdetmek üzere Kudüs’e geldiği sırada Hıristiyanların dinî lideri Patrik Sofranyus, ona şehrin en büyük kilisesi olan Kıyâme (Ba’s) Kilisesi’nde namaz kılması teklifinde bulunmuş, lâkin o, namaz kılması durumunda kilisenin ileride Müslümanlar tarafından camiye çevrilebileceği endişesiyle namaz kılmayı kabul etmemiştir.18 Hz. Ömer döneminde fethedilen Mısır’da da aynı müsamahalı tavrın sergilendiği görülür. Mısır’ın fethine şahit olan Nikou Piskoposu Jean, şehri fetheden Amr b. Âs’ın (ra) kiliselere dokunmadığını, onları yağma etmediğini, emlâkine el koymadığını ve Müslümanların Hıristiyanların işlerine karışmadığını açıkça ifade etmektedir.19 Hz. Ömer’in dışındaki Müslüman idareciler de Allah Resûlü tarafından tatbik edilen esaslara uygun davranmışlardır.
Osmanlı Toplumunda Mabetler
Müslümanların gayrimüslimlerle beraber yaşadıkları ve idareye hâkim oldukları toplumlardaki uygulamalara bakıldığında, bu hususta umumiyetle Kur’ân ve Sünnetin ahkâmına riayet edildiği görülür. 14 asırlık İslâm tarihi incelendiğinde bunun pek çok örneğine şahit olmak mümkündür. Meselâ İslâm medeniyetinin ana müesseselerinin hayata geçirildiği bir toplum olarak kabul edilen Osmanlı’da da gayrimüslimlere karşı eşine ender rastlanan bir müsamaha anlayışı hâkimdir. Devlet-i Âliye, başlangıçtan itibaren fethedilen bölgelerdeki gayrimüslimlere karşı azamî derecede müsamahalı ve adaletli davranmıştır. Osmanlılar, Anadolu ve Rumeli’de gayrimüslimlerin dinî müesseselerine ve sosyal hayatlarına müdahale etmeden eski âdetleri üzere yaşamalarına imkân tanımışlardır. İşte bu anlayış sebebiyledir ki, henüz fethedilmemiş bölgelerdeki gayrimüslimler Osmanlı ordularına karşı fazla mukavemet göstermemişler ve hattâ onların dinî ve vicdanî hislerine karşı gösterilen bu saygı, onların Osmanlı idaresini bir kurtarıcı olarak görmelerine bile sebep olmuştur.20
Osmanlı hükümdarlarından Fatih (2. Mehmed), İstanbul’un fethi sonrasında, nasıl bir muamele göreceklerini bilmedikleri için firar eden veya Ayasofya’ya sığınan halkın her türlü korkudan uzak ve serbest bir şekilde evlerine dönmelerini, normal yaşantılarını sürdürmelerini bildirmiş ve onların hâmisi olduğunu ilân etmiştir. Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasındaki ilk icraatı olarak şehrin en büyük kilisesi olan Hagia Sopia, fethin bir sembolü olmak üzere Ayasofya adıyla camiye çevrilmiş ve kendi hayratı olarak bağışlanmıştır. Sultan Fatih daha sonra İstanbul’da Ortodoks Kilisesi Patriği olarak tayin ettiği Gennadios’u saraya davet ederek bir ziyafet vermiş, uzun ve dostça bir görüşmeden sonra kendisine değerli bir asa ve taç vererek “Cenâb-ı Hak sizi korusun. Dostluğumdan her vakit faydalanabilirsiniz. Seleflerinizin her husustaki haklarına ve imtiyazlarına malik olunuz” diye onurlandırmıştır.21 Kaynaklar, Fatih’in bu görüşmede Patrik’e bazı imtiyazları ihtiva eden bir de ferman verdiğinden bahsederler. Bu beratta “kiliselerin korunacağı, evlenme ve defin işlerinin ve diğer geleneklerin Rum kilisesinin usul ve kaidelerine göre eskiden olduğu gibi yerine getirileceği” teminat altına alınmaktadır.22 Fatih’in İstanbul’un fethi sonrasında hem Rum, hem de Ermeni Ortodokslara geniş hürriyetler tanıması, ayrıca Fener Patriği’ne de ekümenlik vermesi, dâhiyâne bir davranış ve tam bir ileri görüşlülüktür. O, sadece İstanbul’daki Hristiyan cemaatlerine değil aynı zamanda Bosna’daki rahiplere de benzer imtiyazlar vermiştir. Bosna’nın fethi sırasında verdiği Hatt-ı Hümayun’da, halkın kiliselerine, can ve mallarına karşı hiçbir taarruzda bulunulmamasını ve tam bir emniyet içerisinde yaşamalarını güvence altına almıştır.23
Sultan Fatih, fetihten sonra mabetlerine ve kendilerine ilişilmemesi, Tevrat okumalarına ve ibadet etmelerine mâni olunmaması hususunda Musevilere de teminat vermiştir. Hahambaşılarının liderliğinde kendi havralarına sahip olma ve dinî hizmetlerini serbestçe yerine getirme hakkı tanınmıştır. Aslında bundan daha önce Orhan Gazi döneminde Bursa’da Musevilere bir mahalle ve sinagog inşa etme izni verilmişti. Zamanla Fatih’in verdiği bu ahd ve emanı ihlâl eden bazı münferit hâdiseler olmuş, lâkin 1602 (h.1011) yılında mabetleri tamire ihtiyaç gösterdiğinde, ellerindeki “fetva-yı şerife ve ecdâd-ı izâmın verdikleri evâmir-i münîfe muktezasınca” önceki hâl üzere tecdit ve tamir edileceği, Tevrat okumalarına mâni olunmayacağı hususunda ikinci bir ferman daha verildi.24
Fatih’in dışındaki diğer Osmanlı padişahları da gayrimüslimlerin mabetlerine karşı umumiyetle aynı müsamahakâr tavrı sergilemişlerdir. Yavuz Sultan Selim, Kudüs’ü fethettiğinde 9 Kasım 1517 tarihinde akdettiği Hatt-ı Hümayun’da şunları ilan etmiştir: “Eskiden beri bazı şartlarla kendilerinde olan kilise, manastır ve diğer kutsal yerleri, Kudüs’ün içinde ve dışında bulunan kilise ve ibadethaneleri, eskiden hangi şartlarda ellerinde bulunuyorsa, yine aynı şekilde devam etmek üzere Ermeni toplumuna patrik olanlar zabt ve tasarruf eyleyeler.”25 Kanunî Sultan Süleyman da aynı hak ve imtiyazları tanıdığını belirterek fermanında bunları birer birer saymıştır. Kanunî, Kudüs’teki bir kilisenin camiye çevrilmesi üzerine kendisine ricada bulunan Fransa kralı I. François’e verdiği cevapta bu hususta ne kadar adaletli ve müsamahakâr olduğunu şöyle ifade ediyordu: “Cami-i şeriften mâada olan makâmât Hristiyanların elinde kalacak ve zaman-ı saltanatımızda orada mukîm olanları hiç kimse rencide etmeyecek…hâlen işgal ettikleri kürsi ve mebâni kemal-i emniyetle muhafaza edilecek, hiçbir suretle ve hiçbir kimse tarafından rencide ve tazyik edilmeyecektir.”26
Sonuç
İslâmî naslara ve Müslüman toplumlardaki tatbikata bakarak şunu ifade etmek mümkündür ki, anlaşmalara riayet ettikleri, fitne ve fesadın merkezi olarak kullanmadıkları müddetçe bütün gayrimüslimlerin mabetlerine saygı gösterilmesi ve korunması Müslüman idareciler için bir vecibe sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’in ve Sünnet-i Seniyye’nin belirlemiş olduğu ana esaslar, hulefâ-i râşidîn başta olmak üzere İslâm’ın ahkamını kendilerine rehber edinmiş bütün Müslüman idareciler tarafından tatbik edilmiştir. Emevîler, Abbâsîler, Fâtımîler, Selçuklular, Osmanlılar vd. Müslüman devletler her daim kendi tebaası olmayı kabul etmiş gayrimüslimlerin mabetlerine ve dinî yaşantılarına saygı göstermiş, dinî hürriyetlerini her türlü tecavüzden korumuşlardır. Hususen Osmanlıların takip ettiği dînî müsamaha sayesinde bugün de pek çok Osmanlı şehrinde cami, kilise ve havrayı bir arada görmek mümkündür. Tarihte yaşanan bazı küçük ve istisnaî uygulamalar bir tarafa bırakılacak olursa, farklı din mensuplarınca kutsal mekân olarak kabul edilen mabetler ve dinî mekânlar hep korunmuş ve zarar görmelerine müsaade edilmemiştir.
* Ondokuz Mayıs Üniv. İlâhiyat Fak. Öğrt. Üyesi
oguner@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Diyarbekrî, Târîhu’l-hamîs, Beyrut, trz., I/88.
2. Taberî, Câmi’u’l-beyân, Beyrut, 1967, IV/7-9.
3. Levent Öztürk, “Kur’an’a Göre Hristiyan Mabetlerine Gösterilmesi Gereken Saygı”, SÜİFD, S:5, Sakarya, 2002, s.76.
4. Kurtubî, el-Câmi’u-li ahkâmi’l-Kur’ân, Beyrut, 1988, II/54.
5. M.Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, I/393.
6. Hayreddin Karaman vd., Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsir, Ankara,2006, I/193-4.
7. Ahmet Önkal, “Beytülmidrâs”, TDV İslam Ansiklopedisi, VI/95.
8. Buhârî, cizye 6; Müslim, cihâd 61.
9. Ebû Dâvud, hudûd 26.
10. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.193.
11. İbn Sa’d, et-Tabakâtu’l-kübrâ, I/357-8.
12. Ebû Ubeyd, Kitâbu’l-emvâl, s.94.
13. Serahsî, Şerhu’s-siyeri’l-kebîr, Kahire, 1971, IV/1536.
14. İbn Kayyım, Ahkâmu ehli’z-zimme, s.II/690.
15. Zeydân, Ahkâmu’z-zimmiyyîn ve’l-müste’minîn., s.98.
16. Vâkıdî, el-Megâzî, Beyrut, 1984, III/1045-8.
17. Taberî, Tarîhu’r-rusûl ve’l-mulûk, Leiden, 1879-81, I/2405-6.
18. Abbas M.el-Akkâd, el-Abkariyyetü’l-islâmiyye, Beyrut, 1968, s.427-8.
19. Mustafa Fayda, “Ömer”, TDV İslam Ansiklopedisi, XXXIV/50.
20. İ.Hakkı Uzunçarşılı, Osmanlı Tarihi, Ankara, 1982, s.182-3.
21. J.Von Hammer, Osmanlı Tarihi, İstanbul, 1966, I/124.
22. Hammer, Osmanlı Tarihi, I/124.
23. Cevdet Paşa, Tezâkir, (Haz. C. Baysun), Ankara, 1986, s.84-5.
24. Ahmet Refik, Onikinci Asr-ı Hicrî’de İstanbul Hayatı (1689-1785), İstanbul, 1988, s. 11-3.
25. Yavuz Ercan, Kudüs Ermeni Patrikhanesi, Ankara, 1988, s.15-7.
26. Bilal Eryılmaz, Osmanlı Yönetiminde Gayrimüslim Tebaanın Yönetimi, İstanbul, 1996, s.42.
Bugün 2 ziyaretçi (34 klik) kişi burdaydı! |
|
Bugün 24 ziyaretçi (26 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|