ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
.
* Müslümanların bilmesi gereken bilgilere (ulûm-i islâmiyye) denir. Bu bilgilerin kimisini öğrenmek farz olduğu gibi; kimisini öğrenmek sünnet, bir kısmını öğrenmek de mubahdır. İslam bilgileri, başlıca iki büyük kısma ayrılır; birincisi ulûm-u nakliyyedir. Bunlara din bilgileri de denir. Bunlar, edille-i şeriyye denilen dört kaynakdan meydana çıkmışdır. Din bilgileri de ikiye ayrılır: zahirî ilmler ve bâtınîilmler. Birincisine fıkıh bilgileri veya şeriat, ikincisine tasavvuf bilgileri veyaMa’rifet denir. Şeriat, mürşidlerden ve fıkıh kitablarından öğrenilir. Ma’rifet, kalbleremürşidlerinkalblerinden akar, gelir.
* İslam bilgilerinin ikinci kısmı (ulûm-i akliyye) dir. Canlıları öğretene (ulûm-ı tıbbiyye), cansızları öğretene (ulûm-ı hikemiyye) denir. Semaları, yıldızları öğretene (ulum-ı felekiyye), erdbilgilerine (ulûm-ı tabiiyye) denmişdir. Ulûm-i akliyye matematik, mantık ve tecrübî bilgilerdir. Bunlar his organlarıyla duyularak, akıl ile incelenerek, tecrübe ve hesab edilerek elde edilir. Bu bilgiler, Din bilgilerinin anlaşılmasına yardımcıdırlar. Bu bakımdan lüzûmludurlar.
* İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri, islâmiyyetibaltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, şimik, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerekmüslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahüteâlânınvarlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyetidesteklemekdedir.
* İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan, islâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir.
* Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemânanlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zemânerişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zemânbilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı olarak öğrenebiliriz
* Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaşdırmak için kendine mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î ilmler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerdenfâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak, asl o zemân bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdığıaraşdırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar
* Din ile tabî’î ilmlerikarşılaşdıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânınkurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur.Ba’zılarının sandığı gibi, tabî’î ilmlerintutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, ba’zı insanlar, tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlışdır. Yukarıda îzâhına çalışdığım gibi, tabî’î ilmler, bil’akis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler.
* Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupadakifen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i’tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dîninebulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileridüşünmiyor ki, bir fen adamı, çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşda konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu’belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluşlar başarırken, bir tarafdan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmıyacakhizmetdebulunurken, öte yandan, zıyânın, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmuşdu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, kat’î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerinitemelinden yıkarak, tecribîilmlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, birtarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da, mütehassıs olduğu kimyâ ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki, onun buluşu olduğu için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cism, bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlış anlatıyordu.Lavoisiernin en büyük hatâsı, doğru tecribesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, (ağırlığın sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atdehiçbirşey var olmaz ve yok olmaz) diyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, (Yokdanbirşey yaratılmaz.Hiçbirşey yok olmaz) diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler(?). Îmân kal’asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahüteâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâyadüşmüşdü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydânaçıkarmakdadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı.Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiern’in aldandığı isbât edilmiş, Einstein’ın (relativitenazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifieedilmişdir. Ya’nîdeğişdirilmişdir. Bu sûretle anlaşılmışdırki, madde, Lavoisier’in sandığı gibi, dünyânın temeli değildir.
* İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar dayapmışdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyyetleriniazaltdıdemek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele temâmen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevkıile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî bir fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para adamları, ya’nî para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürüklüyorlar..
* İslâmiyet’le bilimin çatışması söz konusu değildir. Çünkü, İslâm dini, kâinatın tamamını âdeta bir kitap gibi kabul eder. Allah’ın kudret sıfatının eseri olan ve elementlerle yazılmış bir kitap. Yani, kâinat kitabı. Her bahar sanki bu kitabın bir sayfası, asırlar o kitabın formaları hükmündedir. İnsan da bu kitapta bir kelimedir. Bütün bilimlerin konusu, bu kâinat kitabıdır. Yani, taşıyla, toprağıyla, havasıyla ve suyuyla, bitkiler, hayvanlar ve insanlarıyla âlemi dolduran canlı ve cansız bütün varlıkların yapısını, bağlı olduğu kanunları ortaya koyma görevi bilimlerindir.
* Bilimle din, diyalog ve tolerans ekseninde birlikte yol alabilirler. Din semavîdir. Onun, yeni bilimsel gelişmelerle her seferinde test edilmeye, ya da bilimsel verilerle doğrulanmaya ihtiyacı olmamalıdır. Her şeyden evvel din, hem bu dünya hayatını ve hem de ahiret hayatını nazara alır ve metafizik bir düşünce tarzı ile ve bütüncül bir yaklaşım sunar. Halbuki, bilimin metot ve usulleri farklıdır ve tamamen bu dünya hayatını ve varlıkları anlamaya yöneliktir. Bu varlıkları anlamada bilimde ne kadar ileri gidilse, Allah da o kadar iyi bilinmiş olacaktır.
* Avrupalı, fen bilgilerinin çoğunu ve hepsinin temelini İslam kitaplarından aldı. Avrupalılar, dünya tepsi gibi düz, etrafı duvar çevrili zannederken, Müslümanlar dünyanın yuvarlak olup, kendi etrafında döndüğünü biliyorlardı. Hatta Musul’un Sincar sahrasında, meridyenin uzunluğunu ölçerek, bugünkü gibi buldular.
* Galile, Kopernik, Newton, dünyanın döndüğünü, Müslüman kitaplarından öğrenip söyleyince, suç sayıldı. İslam hekimlerinin eserleri ortaçağda ders kitabı olarak dünya üniversitelerinde okutulmakta idi. Batı’da akıl hastaları şeytan tarafından tutulmuş kimseler olarak canlı canlı yakılırken, Müslüman ülkelerinde özel akıl hastaneleri kurulmuştu.
Gökcisimleri evrende hareket halindedirler. Bu hareketler de son derece kontrollüdür ve tüm cisimler hesaplanmış bir yörüngede seyrederler. Kur’ân'da, Güneş ve Ay ile ilgili bazı ayetler şunlardır: "Güneş ve Ay’ın hareketleri bir hesaba göredir.” (Rahman Suresi, 5) Yine Güneş ve Ay’ın konu edildiği bir ayette "Ne Güneşin Ay’a erişip-yetişmesi gerekir, ne de gecenin gündüzün önüne geçmesi. Her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedir” (Yasin Suresi, 40) denilmiştir. Aynı manadaki bir başka ayet de şöyledir: "Geceyi, gündüzü, Güneşi ve Ay’ı yaratan O’dur; her biri bir yörüngede yüzüp gitmektedirler." (Enbiya Suresi, 33)
Günümüzde kabul gören teoriye göre, evrendeki büyük ve kütleli cisimler, kendilerinden ufak cisimlere karşı bir çekim kuvveti uygularlar. Bu şekilde, örneğin ay, kendisinden daha ağır kütlesi olan dünyanın etrafında bir yörünge çizmektedir. Dünya ve Güneş Sistemi’ndeki diğer gezegenler ise Güneş’in etrafında bir yörüngede hareket ederler. Güneş Sistemi’nin de yörüngesinde bulunduğu daha büyük bir sistem mevcuttur. Bu detayların can alıcı noktası ise şudur: Tüm uzaydaki yıldızlar, gezegenler ve diğer cisimler bu hareketleri esnasında kontrolsüz bir harekette bulunmazlar, birbirlerinin yörüngelerini kesmezler, birbirleriyle çarpışmazlar. Güneşin sabit olmadığı, belli bir yörüngede yol almakta olduğu bir başka ayette de söyle bildirilmektedir: "Güneş de, kendisi için (tesbit edilmiş) olan bir karar yerine doğru akıp gitmektedir. Bu üstün ve güçlü olan, bilenin takdiridir." (Yasin Suresi, 38)
Kur’ân'da bildirilen bu gerçekler, çağımızdaki astronomik gözlemlerle anlaşılmıştır. Astronomi uzmanlarının hesaplarına göre Güneş, Solar Apex adı verilen bir yörünge boyunca Vega Yıldızı doğrultusunda saatte 720 bin km.'lik muazzam bir hızla hareket etmektedir. Bu, kabaca bir hesapla, Güneş’in günde 17 milyon 280 bin km. yol katettiğini gösterir. Güneş’le birlikte onun çekim sistemi içindeki tüm gezegenler ve uyduları da ayni mesafeyi katederler. Ayrıca, evrendeki tüm yıldızlar da buna benzer planlı bir harekete sahiptirler. [Bakınız : Solar Apex Nedir ? ] Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir.
Tüm evrenin bu şekilde yörüngelerle donatılmış olduğu, yine Kur’ân’da söyle haber verilmiştir:
"Özen içinde yollar ve yörüngelerle donatılmış' göğe andolsun." (Zariyat Suresi, 7)
Evrende yaklaşık 200 milyar galaksi mevcuttur ve her galakside ortalama 200 milyar yıldız bulunur. Bu yıldızların pek çoğunun gezegenleri, bu gezegenlerin de uyduları vardır. Tüm bu gök cisimleri çok ince hesaplarla saptanmış yörüngelere sahiptir. Ve milyonlarca yıldır her biri kendi yörüngesinde diğerleriyle kusursuz bir uyum ve düzen içinde akıp gitmektedir. Bunların dışında pek çok kuyruklu yıldız da kendisi için tespit edilmiş yörüngede yüzüp gider.
Ay’ın tek ısı kaynağı Güneşdir, dolayısıyla atmosferden yoksun olmasaydı ortalama sıcaklığı Yeryüzününkiyle aynı olacaktı. En yüksek ve en düşük, sıcaklıklar arasındaki fark çok yüksektir. Güneşin hemen altındaki Ay’ın tropikal bölgesinde yüzey sıcaklığı +130 oCdir; ancak, yüzey gün batımına doğru hızla soğur ve gece yarısıyla Güneşin doğması arasında -173 oC ye düşer. Bu yüzden Ay’ın tropikal bölgesindeki günlük sıcaklık değişimi, 300 oC yi geçer; suyun günlük kaynama sıcaklığının çok yukarılarından sıvı havanın sıcaklığına kadar değişiklikler gösterir. Ancak bu alt ve üst sınırlar, yalnızca tropikal bölge ve uzaya açık yüzey için geçerlidir. Ay yüzeyindeki maddelerin yalıtıcı özelliklerinden ötürü günlük sıcaklık ya da soğuk dalgaları, yarım metreden daha aşağısını etkilemez; Bu derinliklerde radyo spektrumu içinde kalan ısı yayılımı gün boyunca sabit kalır ve - 30oC dolayında bir ortalama sıcaklığa denktir.
Yapılan ölçümler, Ay üzerinde güneş tam meridyende bulunduğu zaman sıcaklığın 100oC nin üzerinde olduğunu göstermiştir. Güneş ışığı olmayan yerlerde ise, sıcaklık -170 oC den itibaren artmaya başlar, on beşinci gün yani güneş tam meridyende bulunduğu sıralarda sıcaklık 100 oC ye varır ve bu tarihten itibaren yavaş yavaş azalarak nihayet Güneşin battığı 29,5 gün sonra tekrar, -170 oC ye iner. Kameri ay ve yıllara göre ifa edilen ibadetlerde ayın hareketleri gözlenmektedir. İslamiyet'te her yıl, 12 kameri aydan oluşur. Her ay ise, hilalin ilk görülmesiyle başlar ve hilal ilk görüldüğünde sona erer. Bir kameri ay 29 veya 30 gün sürer. Ancak arka arkaya birkaç kez 29 gün veya 30 gün sürmesi mümkündür. Peki ayın hareketleri nasıldır ve kameri ay hesaplanabilir mi? Ay, dünya çevresinde (ve kendi çevresinde !) saat istikametinin aksi yönde döner ve bir turunu 27.321661 günde tamamlar (yıldız ayı=sidereal month). Her iki süre eşit olduğundan, ayın hep aynı yüzü dünyaya bakmaktadır. Ancak dünya bu esnada güneş etrafında döndüğü için ay da dünya ile beraber güneşin etrafında dönmüş olur. Ayın görülmesi güneş ışınlarına bağlı olduğundan, bizim anladığımız şekliyle "bir kameri ay", güneşten bakıldığında ayın dünya etrafında dönme süresidir (kavuşum ayı=synodical month). Ayın dünya etrafındaki dönüş yönü ile dünyanın güneş etrafındaki dönüş yönü aynı olduğundan (saat istikametinin aksi yönü) bir kameri ay, ayın dünya etrafındaki dönüş süresinden daha uzundur. Aradaki fark da yine dünyanın güneş etrafında kat ettiği açıyla doğru orantılıdır : Ay yörüngesinin elips şeklinde oluşu; yörünge hızında değişimlere neden olur. Bu nedenle bir ay gerçekte, 28.9 ila 30.1 gün arasında değişebilir. (Muhammad Zuhdi'nin, Prof. M.H. Elnaby'nin çalışmalarına dayanarak hazırladığı ve ışık hızının hesabına dayanan sunusunda, yıldız ayı ve kavuşum ayı tanımlarını canlandırmalı olarak görebilirsiniz.).
Bilindiği üzere bir yıl içerisinde Ay Dünya etrafında 12 kez dolanır. Dolayısıyla eğer Ay'ın yörünge düzlemi Dünya'nınkiyle çakışık olsaydı bir yılda 12 kez Güneş tutulması meydana gelebilirdi. Fakat durum böyle değildir. Ay'ın ve Dünya'nın yörüngeleri arasında 5°'lik bir Açı vardır. Yörüngelerdeki bu konum nedeniyle Güneş Ay ve Dünya'nın aynı çizgi üzerinde olmaları çok sık karşılaşılan bir durum değildir. Böylece her ay bir Güneş tutulması oluşması engellenmiş olur. Nitekim bir yılda en az iki en çok beş Güneş tutulması meydana gelebilir. Bu tutulmaların da az bir bölümü Tam Güneş Tutulması'dır. Ayrıca Tam Güneş Tutulması Dünya üzerinde tam gölgenin düştüğü çok dar bir bölgeden izlenebilir. Bu da Tam Güneş Tutulması'nın belli bir bölgeden görülme sıklığını çok azaltır. Ay’ın iki gerçek hareketi vardır. Birincisi, Ay’ın arz etrafındaki dolanımıdır. Newton Kanunu gereğince, tıpkı arzın ve diğer gezegenlerin Güneş etrafındaki hareketi gibi, Ay da Arz etrafında gerçek bir harekette bulunur. Güneşin ve diğer gezegenlerin pertürbasyonları ihmal edilirse, Ay odaklarının birinde Azın bulunduğu bir elips üzerinde hareket eder. Bununla beraber bu elips çembere çok yakındır.
Ay, dünya etrafındaki dönmesini ortalama 27 gün, 7 saat, 43 dakika 11,47 saniyede tamamlar...
Ay in kendi ekseni etrafında dönüşü ile Dünya çevresindeki dönüşü eşit zamanda olmaktadır: 27,32 gün. Kombine (bileşik) dönüş diye de anılan ve Dünya ile Ay arasındaki karşılıklı kütle çekişinin (gravitasyon) sonucu olan bu dönüş nedeniyle, Ay Dünya’ya hep aynı yüzüyle yönelik kalır.
Oysa, farkına varılabilecek az bir sapma olmaktadır. Ay yörüngesi tam bir çember olmayıp elipse benzer. Ay, Dünya’ya yaklaşınca daha hızlı, uzaklaşınca daha yavaş hareket eder. Dönüş her zaman eşit olduğundan Ay’ın sağ (veya sol) kenarına bakılıyor olur. Bundan başka Ay’ın dönme ekseni de, yörüngesine dik değildir. Bu nedenle, Dünya, Ay’ın bazen Kuzey (veya güney) kutbuna doğru hafifçe yönelik durumdadır. Bu, eksendeki eğilme nedeniyle, bir Ay dolanımı içinde, yerden Ay’ın yüzünün, yaklaşık yüzde 60’ı görülür.
Ay’ın yalnızca Yer çevresinde döndüğünü söylemek yanlıştır. Gerçekte hiçbir gök cismi öbürünün çevresinde dönemez; iki gök cismi oluşturdukları sisteminin ortak çekim merkezi çevresinde dolanırlar.
Söz konusu iki gök cisminin kütleleri eşit olursa, ortak çekim merkezleri, iki cisim arasındaki uzaklığın ortasında yer alır. Gök cisimlerinden birinin kütlesi daha büyük olursa, söz konusu merkez bu gök cismine daha yakın olur.
Genellikle “Ay Dünyanın etrafında döner” denir. Evet bu bir bakıma doğrudur ancak olan biteni tam olarak açıklayamaz. Çok açık bir şekilde söylemek gerekirse, Dünya ile Ay, ortak ağırlık merkezleri etrafında, gövdesinden tutularak çevrilen bir dambılın iki topu gibi dönerler.
Bilindiği gibi Yer, Ay’dan 81 kat büyük olduğundan, ortak çekim merkezi Yer’e doğru kayar ve alttaki çizimde [Şekil: 1’de] görüldüğü gibi, Yerin içinde bulunur, Bu açıdan ele alındığında, Ay’ın Yer çevresinde dolandığı söylenirse de, Yer’in merkezi çevresinde dönmediği bir gerçektir. Bu ayrım, bir çok gök bilim hesabında önemli bir etmendir.
Çekim Merkezi A’da Yerin içinde bulunur (üstde). Altdaki çizimde [ŞEKİL: 2], Çekim Merkezi çevresinde dönen Yer ve AY’ın üç konumu görülmekdedir; çekim merkezinin Yer’in içinde bulunması nedeniyle [sebebiyle], birçok açıdan “Ay, Yer’in çevresinde dönüyor” demek yeterlidir.
Ay’ın ikinci gerçek hareketi, ekseni etrafındaki hareketi yani rotasyonudur. Gözlemler, Ay’ın hep aynı yüzünü gördüğümüzü gösteriyor. Buradan Ay’ın rotasyon periyodu ile yörünge periyodunun eşit olduğu anlaşılıyor. Bu özellik, Ay’ın açısal rotasyon hızının eşit olduğu şeklinde de ifade edilebilir. Bu durum şekil: 3’de gösterilmiştir. Ay, yörüngesi üzerinde, (1) konumunda olduğu zaman Ay’ın M merkezini K kraterine birleştiren doğrultu Arz’dan geçsin. Ay, (1) konumundan (2) konumuna kadar giderken yörüngesi üzerinde θ açısı kadar hareket eder. MK doğrultusunun, (2) konumunda da, Arz’dan geçmesi ( yani Ay’ın aynı K noktasının Arza yönelik olması) için, Ay’ın ekseni etrafında da θ ( açısı) kadar dönmesi gerekir.
ŞEKİL : 3. AY’IN ROTASYONU
Ay'ın açısal dönme hızı ile açısal yörünge hızı eşit olduğundan şekildeki MK doğrultusu her zaman Yer 'e [Arz’a] yöneliktir.
Ay, kendi ekseni etrafında her içtima ayında bir kere döner. Dönme müddeti, dünya etrafındaki ortalama devir müddetine tamamen eşittir. Bu dikkat çekici zamanlama Ay’ın Dünyaya hep aynı yüzünü göstermesine yol açar.
Yörüngesel hareketindeki düzensizlikler ve yörüngesinin ekliptik düzleme eğik olması “optik titremeler”oluşturarak Dünyadan Ay’ın yüzeyinin % 59’unun görünmesini sağlar. Kalan % 41’lik bölüm, Luna 3 adlı Rus uzay gemisinin Ekim 1959 tarihinde fotoğraflarını çekmesine kadar bilinmiyordu. O günden bu yana ayrıntılı haritaları çıkarılmıştır.
Arz ile Ay arasında birbirine benzemeyen daha başka noktalar da vardır. Yer ekseni etrafında döner; Ay’da ise, dönme çok yavaş olur. Bir tarafı on beş (15) Dünya günü (360 saat) karanlık iken, diğer tarafı on beş (15) Dünya günü Güneş ışınlarına maruz kalır. Bu durum dünyaya nazaran çok büyük sıcaklık farklarının doğmasına yol açar…
Ekseni etrafındaki hareketini bir ayda tamamladığına göre, Ay’da gündüz ve geceler on beşer gün sürer. Bu yüzden Ay yüzündeki sıcaklık değişmeleri dünyaya nazaran çok daha büyüktür. Bunun +100 ile -100 arasında değiştiği sanılıyor.
Ay’da hava olmayışın en mühim neticelerinden biri, gece ile gündüz arasındaki aşırı sıcaklık farkıdır. Güneşin tam tepede olduğu zaman yüzey sıcaklığı +135 oCye (max.) erişirken; gece, Güneş görmeyen tarafın sıcaklığı ise, -170 oC ye (min.) kadar düşer. (Eğer arz da atmosferini kaybetseydi, sıcaklıkta aynı aşırı farklar görülecekti. Ay’ın görünen iki hareketi vardır. Bunlardan birincisi, günlük hareketidir. Bütün gök cisimleri gibi, Ay da her gün doğudan doğar, batıdan batar. Ay’ın görünüşte doğudan batıya doğru hareket etmesi, Dünyanın [kendi mihveri etrafında] dönmesinden ileri gelen bir görüş yanılmasından başka bir şey değildir [Bkz. Şekil: 3]. Dünya etrafındaki hakiki hareketi batıdan doğuya doğrudur. Ortalama yörünge sür’ati saatte 3660 kilometredir. Bu süratle hareket ederken doğuya doğru bir kayma hasıl olur. Ay, böyle her gün biraz daha [ortalama 50 dakika] daha geç doğar ve batar. Bu zaman kaybınagecikme süresidenir.
Ay, ancak bu yüksek hızı nedeniyle [sebebiyle] dünyanın kuvvetli çekim gücünden korunabilmektedir. Ay, hızının daha yavaş olması halinde dünyaya çarpabilecek, daha hızlı olması durumunda ise uzaya savrulacaktı.
Ay’ın büyüklüğü ve hızı dünyayı etkilemekte ve Gel-Git [Med-Cezir] dediğimiz olaya sebep olmaktadır. Ayın çekim kuvvetinin biraz daha fazla olması halinde dünyanın büyük bölümü bir anda sular altında kalabilirdi.
Ay’ın görünen ikinci hareketi ise; her 24 saatte, doğuya doğru ve yıldızlara göre yaptığı 13o lik harekettir. Güneşin de yıldızlara göre görünen bir hareketi olduğunu biliyoruz, ancak bu hareket miktarı 24 saatte 1o kadardır. 1o yaklaşık 4 dakikaya karşılık geldiğinden Ay her gün takriben 52 dakika geç doğar. Ancak bu miktar ortalama bir değer olup, sonbaharda 20 dakikaya kadar inebildiği gibi, ilk baharda da 52 dakikadan fazla olur.
Ay ve Güneşin bu görünen hareketleri günlük hareketin zıt yönündedir. Açık olarak görülüyor ki ard arda gelen iki Yeni Ay aynı noktada olmaz. Bir Yeni Ay evresinden sonra Ay’ın tekrar Güneşe kavuşması için, bir kez dolandıktan sonra yaklaşık 27o lik bir dolanma daha yapması gerekir. Bu nedenle iki aynı evre arasındaki zaman farkı olarak tanımlanan kavuşum ayı, bir yıldız ayından uzun olur. Bir kavuşum ayı 29,53059 gündür. Bir ay denilince kavuşum ayına ait zaman anlaşılmalıdır.
Ay’ın bir yüzeyinin Dünyadan gözükmeyişinin sebebi; kendi mihveri etrafında dönüş süresine müsavi olmasından dolayı olduğunu -hemen hemen- bütün ilim adamları belirtmiş olmasına rağmen; Sadettin MERDİN ise ( Tanrıya Koşan Fizik ) isimli bir kitabında "Ay’ın ilginç bir özelliği de kendi ekseni etrafında dönmez. Bu yüzden Ay biz insanlara hep aynı yüzünü gösterir. Diğer karanlık yüzünü göremeyiz." demek suretiyle yanlış bilgi vermektedir. Bu bilgiyi hangi mehazdan naklettiğine dair bir dipnot belirtmemiş olduğundan kendi şahsî (indî) fikri –varsayımı- olduğunu zan ediyoruz. Ancak buna benzer bir açıklama Isaac ASIMOV' un bir kitabında da (Yeryüzü ve Uzay. Sh: 113.) mevcut olmasına rağmen; aynı paragrafın sonunda: "...Kuşkusuz budurum gerçeğe uymaz. Elbette Ay her zaman aynı yüzünü dünyaya çevirir ama aynı zamandadöner. " demek sûretiyle Ay’ın kendi ekseni etrafında dönmediği iddiasını farklı bir üslupla tenkid etmiştir. " Ay da döner mi ? " başlığı altında yazmış olduğu iki sahifelik konu bütün olarak okunduğunda mes’elenin daha iyi anlaşılacağı kanaatindeyiz. Isaac ASIMOV' un haricinde, Lütfi GÖKER ise; bir kitabında : “Ay, Yerküre etrafındaki yörüngesi üzerinde dolanırken, Yerküreden Ay’ın yüzeyine ait yapılacak gözlemlerde, Ay’ın daima aynı yüzünün gözlendiğini tesbit ederiz. Bu durum bizde, Ay’ın Yerküre etrafında bir dönme hareketi yapmadığı düşüncesi uyandırır. Gerçekte, Ay’ın daima aynı yüzünün görünmesi onun ekseni etrafında da bir dönme hareketi yapmadığını gösterir. Bunu aşağıdaki şekil üzerinde açıklayalım.” (Türk- İslâm Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri. Sh: 100. ) Demek sûretiyle paragrafın son cümlesinde “.....onun [Ay’ın] ekseni etrafında da bir dönme hareketi yapmadığını gösterir.” Yazısından Ay’ın kendi ekseni etrafında dönmediği anlaşılmakta ise de; Parağraf içerisinde yukarıda belirtilen bir yanlış anlaşılmayı düzeltmek için“Gerçekte,....” kelimesiyle başlamasındandolayı; “...... hareketi yapmadığını gösterir.” Cümlesi içerisine -ma- olumsuzluk eki sehvenyazılmış olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Parağrafın sonunda çizili bulunan şekilde Ay’ın ekseni etrafında dönmediği değil; döndüğü gösterilmektedir. Şeklin açıklamasını ise; bir sonraki sahifede anlaşılır bir ifadeyle yazmışdır. Hatta bu hatânın Lütfi GÖKER tarafından değil; Kitabın baskı için hazırlık aşamasında bilgisayar ile yazılırken [dizgi esnasında] olduğu daha mantıklı gelmektedir. Lütfi GÖKER’in kendisinden kaynaklandığı iddia edilse bile; değişen bir durum olmaması gerekir. Zira sehven yanlış yazı yazmak veya konuşurken yanlış bir cümle sarfetmek insanın iradesi haricinde olan bir durumdur. Önemli olan yapılan hatânın farkına varılıp kısa zamanda düzeltilmesidir.
Meselâ biz bu yazıyı yazarken mümkün olduğu kadar doğru cümleler kullanarak yazmaya, yanlış bilgi vermemeye gayret etdik. Buna rağmen hatâmız olmuş olabilir; Zaten hatâmız olmadığını veya olamayacağını iddia edemeyiz. Bunun için farkında olmadan yazmış olduğumuz yanlış yazılarımızın tashih edilmesi için ilim adamlarımızdan veya herhangi bir okuyucumuzdan E-MAIL bekliyor, tashih edileceğini taahhüd ediyoruz.
Herhangi bir kitab içerisindeki bir konuyu noksan okuduğumuz vakit çoğu zaman yanlış bilgi almamız mümkün olan hadiselerdir.
Şayet, Ay’ın bir yüzeyinin dünyadan gözükmeyişinin sebebi; kendi mihveri etrafında dönmeyişi olsaydı; Ay’ın dünya çevresinde dönmesinden oluşan jiroskobik denge sebebiyle Ay’ Dünyadan uzaklaşacak, dolayısı ile gözükmesi dahi imkansız olacaktı.
Ay’ın dünya etrafında dönmesi sebebiyle oluşan jiroskobik dengenin karşısına, kendi mihveri etrafında dönmesi sebebiyle oluşan santrifüj kuvvetoluşmakta, dolayısıyla her ikisi arasındaki mesafe belli bir seviyede kalmaktadır. Muayyen bir vakte kadar da aynı mesafede bulunacaktır..
Ay’ın Dünya çevresindeki dönüşünü tamamlayarak gökyüzünde eski durumunu alması, 27 gün 7 saat 43 dakika 11,6 saniye alır. Dünya Güneşin çevresinde Ay’ın dönüş yönüyle aynı yönde döndüğü için,aynı görünüşe ulaşması 29 gün 12 saat 44 dakika 2,8 saniye sürer. Bu süre iki dolunay arasındaki zamana eşittir ve çok eski zamandan beri bilinmektedir. Ay’ın ortalama hızı 1,023 km./saniyedir ve bu değer ortalama açısal hız olarak saatte 33 dakikalık bir açıya eşdeğerdir; bu da Ay’ın çapından biraz fazladır.
Burada önemli bir hususa değinmeliyiz: Kitab-Mukaddes [Tevrat], Güneş ve Ay’ı her ikisini de «ışıklandırıcı» diye nitelendirdiği sadece Güneşe büyük, Ay’a küçük sıfatlarını ekleyerek iki cismi birbirinden ayırt ettiği halde, Kur’ân gerek birine, gerek ötekine boyut farklılıklarını yansıtan sıfatlardan farklı sıfatlar da vermektedir. Evet, Kur’ân’ın yaptığı bu şekildeki ayırım tamamıyle benzetme yoluyladır, ama Güneşin ışık neşredici, Ay’ın ise ışık yansıtıcı oldukları, dolayısıyle aynı cins ışıklandırıcılar olmadığı kavramını ifade ederken, o asrın insanlarının zihinlerini bulandırmadan onlara bundan başka bir şekilde nasıl hitap edebilirdi. "Ay’ın da seyrine menziller tayin ettik. Nihayet, eski urcun haline döndü (kurumuş hurma dalının yay şeklini almışdır)".
Ayet-i kerimede anılan menzillerden maksad, Ay’ın görünüş safhalarıdır. Bu menziller maddi olmayıp Ay’ın Yer çevresinde tuttuğu yörüngedir.
Allah’ü Teala bu yörüngenin nasıl olduğunu bildirmek amacıyla Urcun’i Kadim gibi olduğunu buyurup bu menzillerin bir yörüngeden başka bir şey olmadığını göstermişdir. Urcun; hurma salkımının, eğri olan dip tarafına denir. Bunun eskisi, yani önceki yıla ait salkım çöpü daha ince, daha eğri ve daha renkli olur. Bu benzetme, ilk ve son şeklini göstermekle kalmıyor, aynı zamanda Ay’ın yörüngesinden geçerken dünya çevresinde bir ayda aldığı yolun şeklini de göstermiş oluyor. Ay’ın yolu, tam dairevi olmayıp, bir tarafı konkav bir eğrilik arz etmektedir.
* Bu dalda Hurma salkımı yaratılır; salkım büyümeye başlayınca yapraklar alınır, böylece çıplak bir hâlde kalır, büyüyen salkım, bu dalı eğer, nihayet salkımı da alınır. Ağaç köküne ekli olan kısmı kalın ve enlidir. Bu en ile kalınlık dipten uca doğru gittikçe azalır, salkımın ağırlığından da bu uç tarafı sarkar, kok tarafının kalın olmasından ötürü de dalın orta tarafı yüksekde kalır, sanki bir «Elips» biçimini alır. İşte yörüngenin «Elips» şeklinde olduğunu Kur’an-ı Kerim böyle, gâyet kolay anlaşılır bir ta’rifle bildirmiştir.
* Urcun’i Kadim *
* Ay'ın yörüngesi diğer gezegenlerin uyduları gibi düzgün bir yörüngede ilerlemez. Ay, yörüngesinde seyrederken Dünya'nın bazen önüne bazen arkasına geçer. Aynı zamanda Dünya'yla birlikte Güneş'in etrafında da döndüğünden, uzayda sürekli "S" harfi benzeri bir yörünge çizer. Ay'ın uzaydaki bu yörüngesinin şekli, Kuran'da "eski bir hurma dalı gibi döndü (döner)" ifadesiyle tarif edildiği gibi, kurumuş hurma ağacı dalının eğriliğine oldukça benzemektedir. Nitekim ayette geçen "urcun" kelimesinin anlamı, kuruyup incelmiş, bükülmüş hurma dalıdır ve hurma ağacının meyveleri toplandıktan sonra, salkımdan geriye kalan kısmı ifade etmek için kullanılır. Ayrıca bu salkım dalının "eski" ifadesiyle tasvir edilmesi de son derece hikmetlidir, çünkü hurma dalının eskisi daha ince ve daha eğridir.
Bu benzetmeyle Ay'ın evrelerindeki ilk ve son şekliyle beraber, Ay'ın Dünya etrafında kat'etdiği yörüngenin şekline de işaret vardır. Ayetin matematiksel ölçülendirmeye dikkat çekmesi kadar, eğri ve eski hurma dalıyla yaptığı benzetme de mucizevi niteliktedir ve o dönemin bilgi seviyesiyle ne Ay'ın yörüngesindeki matematiksel inceliklerin, ne de Ay'ın Dünya'nın etrafında dolanırken çizdiği yörüngenin şeklinin bilinmesi mümkündür.
ŞEKİL : 4. AY’IN MENZİLLERİ ( YÖRÜNGELERİ )
Ay’ın Dünya etrafındaki dolanımına gelince; Dünya ve Ay iki cisimli bir sistem oluştururlar. Bu iki cisim, kendi oluşturdukları sistemin kütle merkezi etrafında dolanım hareketi yaparlar. Dünya, Güneş etrafındaki dolanımını bir yılda (365.2422 ortalama Güneş günü) tamamlarken Ay’da Dünya etrafındaki sideral peryodunu 27.3 günde tamamlar. Ancak, bu süre zarfında Dünya'nın da yörüngesi üzerinde hareketi olduğundan Ay bu dolanımını Güneş'e göre 29.5 günde tamamlamış olur. Gökyüzüne baktığımızda Ay’ın yörüngesi üzerindeki hareketi Doğu’ya doğrudur. Ay, her gün 360 / 29.5 [° /gün] kadar yani günde yaklaşık 12°.2 kadar Güneş'e göre Doğu’ya doğru hareket eder. Bunun anlamı şudur; diyelim ki her hangi bir gece Ay’ı saat 23:00 ‘da meridyende gözledik. Ertesi günü Ay aynı saatte meridyenin 12°.2‘ kadar Doğu’sunda bulunur. Bu kez meridyenden geçme saati 12.2/15 = 0.81 saat, yani 48.8 dakika daha gecikecek ve 23:48.8 ‘de meridyenden geçecektir. Ay'ın deklinasyonuna bağlı olarak bu sürenin değişeceği de unutulmamalıdır.
*
*
* * MEHAZLAR :
* Yeni Rehber Ansiklopedisi.
* Grolier International Americana Encylopedia.
* Genel Coğrafya (Tabiat ve İnsan).
* G. Dünya Atlasları Ansiklopedisi.
* Yeryüzü ve Uzay.
* Müsbet İlim Yönünden Tevrat İnciller ve Kur’ân.
* Kur’ân Işığında Kainat ve Göklerin Fethi.
* Bilim Adamlarına Baş Eğdiren Kitâp.
* Düşünen İnsanlar İçin.
* Allah Akılla Bilinir.
* Kuran Bilime Yol Gösterir.
* Gezegenler Kılavuzu.
* Türk- İslâm Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri.
* Müsbet İlim Yönünden Tevrat İnciller ve Kur’ân.
* Tanrıya Koşan Fizik.
* Genel Astronomi .1
* Astronomi ve Uzay Bilimleri.
* Marifetname.
* Kur'an Işığında Kainat Ve Göklerin Fethi
*
.
AY SAFHALARI
HİT : 24118
Arz-Ay ve Arz-Güneş doğrultuları arasındaki açıya Ay’ın uzanımı (Elongasyonu) denir. Ay’ın ve Güneş’in, yıldızlara göre 12o lik görünen bir kayma hareketi olur. Bundan dolayı Ay’ın uzanımı ve dolayısıyla Ay’ın Güneş etrafından aydınlatılan yüzünün Arz’daki gözlemciye göre durumu Ay boyunca sürekli değişir.
Bütün gezegen ve uydular gibi Ay’ı da görebilmemiz, Güneş’ten aldığı ışığı yansıtması ile mümkün olmaktadır. Diğer taraftan Ay’ın uzanımı sürekli değiştiğinden biz Ay’ı çeşitli zamanlarda değişik şekillerde görürüz; Bu şekillere Ay’ın Safhaları denir.
Ay’ın dört safhası arasındaki zaman aralığı birbirine eşit değildir. Mevsimler ve enlem dairelerine göre değişiklik gösterir.
Yeni Ay’ın müteakip iki görünüşü veya iki ictima veya kavuşum (Conjuction) arasında geçen takriben 29.5(29.530) ortalama Güneş günü uzunluğundaki müddet "1 ay" dır. 12 Kamerî (lunar) Ay takrîben 354 gün veya 1 Kamerî yıl olmaktadır. Bu Kamerî yıl ortalama Güneş yılından yaklaşık 11.25 gün daha kısa olduğundan Kamerî ayların yeri Güneş yılı içinde değişir. Bu sebeble Kamerî yılbaşı tropik yıla göre her yıl takrîben 11 gün daha önce olmakta ve her mevsimi dolaşarak takrîben 33.5 tropik yılda bir aynı mevsime gelmektedir.
[ Hicri takvimlerde, miladi takvimlerde olduğu gibi artık yıllar mevcuttur. 30 yılda yaklaşık 11 günlük bir gerileme yapmaktadır. Bu gerilemeyi düzeltmek için 30 yıllık dönemlerin 2, 5, 7, 10, 13, 15, 18, 21, 24, 26 ve 29 yılları 355 gün, diğer yıllar ise 354 gün olarak belirlenmiştir. Bu sebeple Kameri takvimde 6 adet 29 günlük, 6 adet 30 günlük ay bulunur. Hangi ayların 29 ya da 30 gün süreceği ayın fazı göz önünde bulundurularak belirlenir. Ramazan ayının her yıl 30 gün çektiğini sananlar da var. Hâlbuki kameri aylar bazen 29, bazen 30 gün çeker. Buna göre Ramazan ayı da bazı sene 29 bazen 30 gün olur. Müslümanların kendiliklerinden böyle bir tayin yapma yetkisi yoktur. Ramazan ayının 30 gün çektiği yıllarda tutulan oruç tam olduğu gibi, 29 gün olduğu yıllarda da yine tamdır. Çünkü farz olan ayın tamamını oruç tutmaktır. Bu sebeple Ramazan ayının 29 gün olduğu yıllarda orucun eksik olması söz konusu değildir. ]
Astronomik olarak kameri ay, dünya-ay doğrusuyla dünya-güneş doğrusunun aynı hizaya gelmesi, yani aralarındaki düzlemin, ekliptik düzlemine dik açı oluşturmasıyla başlar ve aynı şartın tekrar oluşması ile sona erer. Bu şartın oluştuğu an, ayın yeniay (içtima, kavuşum) durumudur. Kavuşum anında, ay tam olarak dünyayla güneş arasına girer ve bu durumda ayın görülmesi imkansızdır. Kameri ayın başlangıcına ait fıkhi hüküm ise hilalin görülmesidir (ru'yet). Ru'yet ise daima kavuşumdan belli bir süre sonra gerçekleşir. Çünkü ayın kendisi ışık yayan bir cisim değildir ve ancak güneşten gelen ışınları yansıtmaktadır. Kavuşum anında güneş, ay ve dünya aynı hizada bulunduklarından ayın güneş ışığını dünyaya aktarması mümkün değildir. Ay bu noktadan ayrılarak doğuya meyleder ve oluşan açı ile ışınlar dünyaya düşmeye başlar. Hilalin görülebilmesi için, yansıyan ışığın, gökyüzündeki aydınlık seviyesinden daha parlak olması gerekir. Halbuki ay üzerindeki kraterlerin sebep olduğu pürüzlü yüzey, eğik gelen ışınları yutmakta ve böylece ay faz açısı yaklaşık 7º olana dek güneş ışınları dünyaya ulaşamamaktadır. Işık parlaklığının yeterli seviyeye ulaşması ve hilalin (dürbün/teleskopla) görülebilmesi için ise 8-10 derecelik bir açının oluşması gerekir. Çıplak gözle görebilmek için ise 9-11 derecelik bir açı gereklidir. Nem, sis, atmosferin ışığı kırma oranı ve gökyüzü aydınlığı gibi atmosferik olayların etkisi nedeniyle kesin bir açı tanımlanamamaktadır. Ayrıca ayın görülebilmesi, havanın açık veya bulutlu olmasına da bağlıdır.
İslâm Dini’nde ibadetlerin Arabî [Kamerî] aylara göre yapılması emredilmişdir. [ Kamerî aylarda neyin ölçü alındığını bilmeyenler, haliyle, orucun bazen yazın, bazen baharda, bazen de kışın tutulmasının sebebini ya anlamıyorlar, ya da anlamak istemiyorlar. ] Bunun sebeblerinden biri Ramazan ayıdır. Zira Ramazan ayı hicrî Kamerî aylardan olup, miladî seneye göre her yıl, 10-11 gün evvel başlamaktadır. Böylelikle 33 senede tam bir devir yaparak senenin bütün günlerinde oruç tutulmuş olmaktadır. [Oruç tutulma zamanı] Miladî seneye göre başlasa idi, kuzey yarımkürede yazın oruç tutulurken, aynı anda güney yarımkürede yaşayanlar kışın oruç tutacaklar veya bunun aksi olacaktı.
Hicrî sene de miladî ve Rumî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ay’ı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebiulevvel, Rebiulahir, Cemâzilevvel, Cemâzilâhir, Receb, Şabân, Ramazan, Şevvâl, Zilkâde, Zilhicce. Hicrî sene, Ay’ın Dünyâ etrafındaki dönüşü esasına dayandığı için milâdî yıldan 10.875 gün daha kısadır. Aylar da bâzen 30 gün çeker. Hicrî senenin kabulünden beri asırlardır. İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabul edilmişdir. Hrıstiyanlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabul edilen yılbaşı günü, onlara ait özel bir gündür. Eskiden, Müslimanlar 1 Muharremi sene başı kabul eder, bu günde birbirlerini ziyaret eder, tebrikte bulunurlar, hediyeler verirlerdi. O gün Müslimanlar için âdetâ bayram sayılırdı. Ziyaretlerde ve gönderilen tebriklerde yeni yılın, birbirlerine ve bütün insanlara hayrlı olması için duâ ederler, büyükleri, âlimleri evinde ziyaret ederlerdi. Temiz giyinmek ve fakirlere sadaka vermek de dikkat edilen hususlardandı.
1. DURUM: YENİ AY SAFHASI
Ay, Güneş’in ve yıldızların, şark (doğu)dan garba (batıya) doğru olan, günlükhareketlerine iştirak ettiği gibi, Yerküre (Dünyâ) etrafında batıdan doğuya doğru dahareket etmektedir. Bu hareketi Güneş’in batıdan doğuya doğru olan hareketinden dahasür’atlidir. Ay, bu hareketinde bir devrini 27 gün 8 saatte tamamlamaktadır. Bu sebeb ile günlük devrini yıldızlardan elli dakika otuz saniye sonra tamamlar. Güneş ise, dört dakika sonra Nısf-ün Nehâr’a gelir ve Güneş’den 45 dakika sonra gurûb eder (batar). Ay, Yerküresinin etrafında dönerken, mahrekinin bulunduğu müstevî ile husuf müstevîsi arasında takriben beş derecelik (5o) bir zaviye (açı) vardır.
Yeni Ay safhası, Ay, yerküre etrafındaki yörüngesi üzerinde hareket ederken Güneş ile Yerküre arasında bulunduğu -yani Ay ile Güneş, Yerküresinin aynı tarafında olarak, üçü bir doğrultuda bulunduğu - zamandır. İşte bu âna, hey’et veya felekiyat denilen ilim dalında, “ictima” tabir edilir. Bugünkü modern astronomide ise; ictimanın Türkçe karşılığı olarak, “kavuşum” denilmektedir. İngilizcesi de, birleşme manasında conjunction’dır. Bu vaziyet astronomik yani hesabî bakımdan kamerî ayın başlangıcıdır.
Ayın devamlı değişen yarı kısmı güneş tarafından tamamıyla ve sürekli ışıklandırılmaktadır. Dünya etrafında döndüğünde dünyaya bakan yüzü, güneş ışıklarına girer ve terk eder. Buna göre de görünümü değişir. Yeni Ayda yani ay güneş ile konjoksiyon halindeyken (takriben dünya ile güneş arasındayken) ayın görünen tarafına güneş ışınları vurmaz. Böylece, yeni ay, dünyadan görülemez.
Yeni Aydan maksat görülebilen Hilalden bahs edilmediği aşikardır. ( …takriben dünya ile güneş arasındayken…) denildiğine göre kavuşum zamanından bahs edildiği anlaşılıyor. Bu halde hilalin görülemeyeceği gayet açık olduğu gibi, Zaten görülebileceği de söylenmiyor.
* Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye isimli İlmihal kitabında bahs edilen “Hilâl, 'Yeni Ay' demektir.” Sözü “görülebilen ilk hilal” den yani hilalin ilk görüldüğü zamandan bahs ediyor.
* “Yeni Ay Safhası” denilince astronomi ve coğrafya kitaplarında anlatılan bilgi ile İlmihallerde ve fıkıh kitaplarında anlatılanlar maalesef birbirini tutmuyor.
Ay, güneşin ve yıldızların, doğudan batıya doğru olan, günlük hareketlerine iştirak ettiği gibi, dünya etrafında batıdan doğuya doğru da hareket etmektedir. Bu hareketi, güneşin batıdan doğuya doğru olan senelik hareketinden daha hızlıdır. Ay, bu hareketinde, bir devrini 27 gün 8 saatde tamamlamaktadır. Ay, yerküresi etrâfında, batıdan doğuya doğru hareket ederken, Dünyâ ile Güneş arasına girince, üçü de aynı hizâya gelir. Yani, ay dünya etrafında dönerken, dünyanın aynı tarafında güneş ile dünya arasında üçü bir doğrultuda olurlar.
Bu durumda Ay, conjonction halinde iken, Ay’ın Arz’a bakan tarafı karanlıkta kaldığından -Aydınlık olan yönünün tamamı görülme düzleminin arkasında bulunduğundan - bütün gün ufkumuzun üstünde olmasına rağmen, Yeryüzünün neresinden bakarsak bakalım görülemez.
Bu zemâna (Muhak) denir. Muhak zemânı sabit olmayıp, Yirmi sekiz (28) sâat ile yetmiş iki (72) sâat arasında değişmektedir. İctimâ' vakti, Muhak zemânının tam ortası olup, Türkiye Takvîmi'nde her ay için yazılmışdır.
Yerküre de Güneş etrafında hareket ettiği için, iki İctima’ vakti arasındaki zaman, 29 gün 13 saat olmaktadır. İctima’ vaktinde, Güneş ile Ay, ayni vakitte Nisf-ün Nehâr’dan geçmektedir. İctima’ on dört (14) saat geçmeden evvel, yani Yerküre ile Ay’ı Yerküre de Güneşi birleştiren iki yarım doğru arasındaki Beynûnet = Elongation zaviyesi (açısı) sekiz derece (8o) den az iken, hilâl hiçbir yerde görülemez.
Yerküre de Güneş etrafında hareket ettiği için, iki İctima’ vakti arasındaki zaman, 29 gün 13 saat olmaktadır. İctima’ vaktinde, Güneş ile Ay, ayni vakitte Nisf-ün Nehâr’dan geçmektedir. İctima’ on dört (14) saat geçmeden evvel, yani Yerküre ile Ay’ı Yerküre de Güneşi birleştiren iki yarım doğru arasındaki Beynûnet = Elongation zaviyesi (açısı) sekiz derece (8o) den az iken, hilâl hiçbir yerde görülemez.
Yeniay : Ay’ın Dünya ile Güneş arasında bulunması durumlarında oluşur. Ay’ın Dünya’dan tarafı karanlıktır.
Ör: Güneş batarken Ay batıdadır.
İctima zamanını tesbitte kesinlik vardır, dakika ve saniyesine varıncaya kadar ince bir şekilde bilinebilir; nitekim, güneş tutulması hadiseleri de gözle görülebilen "özel ictima" durumlarıdır ki, herkes zamanını önceden bilip, gözleyebilir.
Buna mukabil, yeni-hilâlin görünme yeri ve zamanı konusunda ise kesinlik yoktur; konuda bazı belirsizlikler olduğunu, yani görünmenin ihtimal halinde kaldığı bölgeler bulunduğunu belirtiyorlar. Ayrıca eski ve yeni tarihlerde, dış ülkelerde ve yurdumuzda hesap yanılmalarının vuku bulduğu da bir gerçektir. Bu bakımdan ru'yet-i hilâl esastır ve müneccim, muvakkit ve hesap uzmanının hesabına uymak fıkıh kitaplarımızda muteber sayılmamıştır.
Üzülerek ifade edelim ki; senelerdir [Başta Arabistan olmak üzere] bazı ülkelerde, kamerî ayların tesbitinde hakiki ru’yet (ayın görünmesi) yerine, şer’i ölçülere aykırı olarak astronomik başlangıç yani ictima’ hali esas alınıyor ve eğer ictima’ gece yarısından önce ise; o gecenin gündüzü ayın birinci günü kabul ediliyor. Şayet ictima’ gece yarısından sonra vaki olmuşsa o zaman, âmiyâne tabirle mızrak çuvala sığmayacağı için; bu ülkeler de ay’ı ertesi gün başlatıyorlar ve ister istemez bizimle aynı gün ramazan orucuna başlıyor, aynı gün bayram ediyorlar.
* Bu tatbikat üzere hareket edenler, önceleri amerikan almanaklarını esas alıyoruz, diyorlardı. Şimdilerde ise, ru’yeti baz aldıklarını söylüyorlar ki bu durumda garip bir manzara çıkıyor ortaya.... Güya onlar ru’yeti esas alıyorlarmış, biz ise hesaba göre hareket ediyormuşuz gibi yanlış bir kanaat meydana geliyor. Oysa işin hakikati; kameri ayların tesbitinde biz hem hesabı hem de ru’yeti dikkate aldığımız halde onlar sadece hesaba göre hareket ediyorlar. İhtilaf ve yanlışlık da buradan kaynaklanıyor. Zira bu dinin vâzıı olan Allahü Teâlâ “Güneşi bir ziya Ay’ı bir nur yapan; senelerin sayısı ve (günlerin, ayların, vakitlerin) hesabını bilesiniz diye, Ay’a menziller takdir eden O’dur.”(Sure: Yûnus. Â:05) İlâhi beyanıyla, bu hususta bize hesâbın lüzûmunu ve usûlünü haber verirken, bu dinin mübelliği, ins ve cinnin peygamberi, âlemlere rahmet Sevgili Peygamberimiz (S.A.V.) Efendimiz de, “Ramazan hilâlini gördüğünüzde oruca başlayınız, şevval hilâlini gördüğünüzde de iftar (BAYRAM) ediniz”(İbni Mace. Siyam.07). hadisi şerifleriyle ölçünün rû’yet olduğunu bildiriyor ve bu ölçüye uyulmasını emrediyor. Bu kriter, ramazan ay’ı ve ramazan bayramı için cari olduğu gibi, diğer aylar için de aynıdır. Meselâ kurban bayramının tesbitinde de zilhicce ay’ının ictima ve rû’yeti esas alınır. Yoksa bazılarının öteden beri yapageldikleri gibi, ru’yeti yani ayın görünmesi emr-i nebevîsini bir kenara bırakarak, sadece ictimâ hadisesini esas alıp, ay’ın dünyanın hiçbir noktasında dahi görülmeden- görülemeyen arefe veya bayram ilan etmekle olmaz..
İşte bugün, gerek bazı ülkeler ve gerekse ülkemizde bir kısım insanlar tarafından bu emre uyulmaması, müslümanlar arasında karışıklığa sebep olmaktadır. Onların bu yanlış ölçülerine göre hareket eden insanlar, ramazan-ı şerifin son gününde oruçlu olmaları gerekirken bayram yapıyorlar. O günün bayram olduğuna inandıkları için de tabii ki oruçlarını kaza da etmiyor, borçlu kalıyorlar. Kezâ kurban bayramından önceki günlerde oruç tutmanın faziletine inanan bir kısım müslümanlar, arefe günü de oruçlu bulundukları halde, o günün bayram olduğu söylenip oruçları bozduruluyor; dolayısıyla nâfile olan oruç, üzerine borç olup ödenmesi icabeder hale geliyor...
ŞEKİL : 1. AYIN ELONGASYONU
****** ****** ****** ****** ******
* AYIN ELONGASYONU ( ANİMASYON )
2. DURUM: İLK HİLAL SAFHASI
Yeni Ay’dan birkaç gece sonra, Ay’ın Güneş ışığına tâbi yarım kısmının bir kenarı C harfinin ters görünümüne benzeyen ince bir kavs şeklinde Güneşin batışından kısa bir zaman sonra ufkun batı kısmında gözükmeye başlar. Bu safhaya İlk Hilâl Safhasıdenir. Hilâl şekli günden güne batıdan doğuya doğru mevkî değiştirerek bir miktar büyür. Bir hafta sonra Ay’ın ¼ ‘ü aydınlanmış olarak gözükür.
İlk Hilâl Safhasındaki Ay’ın batı kısmı aydınlık, doğu kısmı ise karanlıktır. Yalnız akşamları gözüktüğü için Akşam Hilâlide denir. Hilâlin uç kısımları daima Güneşin bulunduğu mevkînin ters yönüne doğrudur.
İlk Hilâl, Güneşin doğusunda bulunduğundan biz onu batı ufuk hattında görürüz.
Ay, Yerküresi etrafında, batıdan doğuya doğru hareketine devam ederken sekiz derece ayrılınca, Güneşin batışından sonra ufuktan beş derece yüksekte iken Hilâl halinde görülebilir. Bu zaman Güneş hangi memlekette batmakta ise yalnız o boylam derecesindeki memleketlerde Hilâl görülebilir. Sonraki vakitlerde ise bunların batısındaki memleketlerde de Güneşin batışından sonra görülmeye devam eder.
Bazen bu evrede Dünyadan yansıyan ışık sebebiyle bütün Ay yuvarlağı hafif aydınlık olarak belli belirsiz görülebilir.
Güneş ışığı Ay yuvarlağını kapladıkça Hilâl genişler ve bir yarım daire biçimini alarak İlk Dördün Evresi’ne ulaşır..
İlk Hilâl Safhası, Hicrî Kamerî takvime göre o ayın ilk gününe rastlar.
HİLÂLİN DOĞACAĞI GÜNÜ TESBİT ETMEK MÜMKÜNDÜR.
Hilâlin görüleceği günü değil, doğacağı günü doğru olarak tesbit etmek mümkündür. Nitekim tesbit edilmektedir. Fakat dinimiz, Ramazan orucuna başlamayı ve bayram etmeyi hilâlin doğmasına değil, hilâlin görülmesine bağlamışdır. Hilâl, ya hesapların bildirdiği günde veya bir gün sonra görülür, hesap ile bildirilen günden evvel doğmaz.
Ru'yet anındaki faz açısı (yukarıda bahsedildiği üzere) küçük olduğundan, ayın batışı, güneşin batışından az sonra gerçekleşir. Bu nedenle hilal, güneş battıktan 10-40 dakika sonra batı yönünde ve kısa bir süre zarfında (ay batmadan hemen önce) gözlenebilir. Bunun dışındaki şartlarda, yani gündüz vakti ve doğu tarafında görülen hilal, eski aya aittir (kavuşum öncesi). Hilalin eski aya ait olduğu, uçlarının sağ tarafa (doğuya) dönük olmasından da anlaşılabilir.
Görüldüğü gibi, kavuşum anı objektif olarak tanımlandığından, günümüzün astronomi ilmiyle dakikası dakikasına hesaplanabilmektedir. Ancak ru'yet yani hilalin ilk görülmesi sübjektif olup, gözlemleyene ve atmosferik şartlara göre değişebilmektedir. Bu nedenle astronomik hesaplama ile ru'yet anını bulmak mümkün değildir. Ancak yukarıdaki bilgilerin ışığında denebilir ki; belli şartlar oluşmaksızın hilalin görülmesi mümkün değildir ve astronomi ilmi, en azından hilalin görülmesinin mümkün olduğu en erken anı söyleyebilir. Örneğin, 8 derecelik faz açısı oluşmadan ayın teleskopla bile görülmesi imkansızdır. Faz açısı dışında; ayın batış saati, akşam vaktindeki ay dikey açısı, bulunulan enlem, sıcaklık ve hava basıncı gibi faktörler de ru'yet kriterlerine dahil edilebilir.
Allahü teala’nın koyduğu nizamda noksanlıklar ve yanlışlıklar yoktur. Güneşin ve Ay’ın hangi saatte doğup batacaklarını çok önceden hesapla bilmek mümkündür. Fakat, hesapla bildirilen vakitlerden evvel doğup batmaları mümkün değildir. Bu sebeple Ramazan-ı Şerif, hesapla bulunan günden önce başlayamaz. Yeni Ay’ın Hilâli hesapla bildirilen zamanda doğar; fakat, bazen doğduğu gün görülmeyebilir. Ramazan Ay’ını tesbit için Hilâli, yani gökte Yeni Ay’ı aramak ve Ay’ı görmek, eğer görülemezse, Şa’ban Ay’ını otuz(30) güne tamamlamak lazımdır. Hilâli görmekle Ramazanın başlaması, mümkün değildir.
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi buyuruyor ki: (Şa’ban Ay’ının 29 çektiği hesap ile kat’i olarak bilinse, gerçekten de 29 olarak çekse, Ramazanın girişini tesbit gayesiyle Hilâl gözetlense, Hilâl doğduğu halde, hava bulutlu olduğu için görülemese, Şa’ban otuz gün olarak kabul edilir. Yine bunun gibi, Ramazan Ay’ının 29 çektiği hesap ile kat’i olarak bilinse, hakikatte de 29 olarak çekse, hava bulutlu olduğu için görülemese, Ramazanı otuz(30) güne tamamlamak dinimizin emridir. Çünkü Hadis-i Şerifte, ( Hilâli görünce, oruç tutunuz, tekrar görünce orucu bırakınız. ) buyuruldu.
Diyanet yetkililerinin bir yazısının özeti şöyle idi: (Dinimiz, rü’yeti yani Hilâlin görülmesi ile oruca başlanacağını emreder. Diyanet olarak, Ramazan Hilâlini gözetledik. Bu güne kadar, rasathanenin yaptığı hesaplara aykırı hiçbir sonuç tesbit edemedik. Suudi Arabistan’la aramızdaki ayrılığın sebebi, onların rü’yete dayanmaları, yani Hilâli gözetlemeleri ve bizim de hesaplara göre hareket etmemiz değildir. Bu ülkeler, Hilâli gözetlemekle oruca başlamıyorlar. Ellerindeki Amerika almanaklarına göre hareket ediyorlar. Altı kişilik bir hey’etle Suudi Arabistan’a gittik. “Gelin, Hilâlibirlikte gözetleyelim” dedik. Rabıta Sekreteri Saffet Bey, “Biz Amerikan denizcilerinin hesaplarına göre hareket ediyoruz” dedi. Altı kişilik bir hey’etle Cebel-i Sefa’ ya çıktık. Dürbün kullanmamıza rağmen Hilâli göremedik. Zaten hesaplara aykırı olarak görmek de mümkündeğildi. Akşam olunca, Hilâli görüldüğünü, bayram edilmesi lazım geldiğini ilan ettiler. Milyonlarca müslimanın oruçlarını bozdurdular. Onların bu hareketleri, yalan veya yanlış bir beyana dayandığı muhakkaktır.)
3. DURUM: İLK DÖRDÜN SAFHASI
Yeni Ay safhasından takriben 7 gün sonra Ay’ın ¼ ‘ü Dünyaya ışık yansıtarak yarım daire şeklinde görülür. Bu safhada Ay’ın uzanımı 90oolup, Ay kuadratür durumundadır denir.
Ay, Yeryüzü ve Güneş bir dik açı yapar görünümündedir. Ay, Güneşten 6 saat geri kalmıştır. Güneş batarken, Ay gözlem yerinin meridyeninde bulunur. Uygun atmosferik şartlarda gece yarısına kadar gözükür..
İlk dördün safhasındaki Ay’ın batı yarısı aydınlık, doğu yarısı ise karanlıktır.
İlk dördün safhası, Hicrî Kamerî takvime göre o ayın 7. veya 8. gününe rastlar.
Ör: Güneş batarken Ay tepe noktasında ise Ay ( D ) şeklinde görülür. Yeniay evresinden 1 hafta sonra izlenir.
4. DURUM: İKİNCİ DÖRDÜN SAFHASI
Elongasyon 90oden büyük olduğu zaman Ay’ın görülen alanı gittikçe büyümeye devam eder. Aynı zamanda her akşam yaklaşık 52 dakika geç doğar. Elongasyon 90o ile 1800 arasında olduğu zamanki safhaya İkinci Dördün Safhasıdenildiği gibi, Şişkin AySafhası da denir.
Güneş ile Ay arasındaki uzaklık (elongasyon) 135oolduğu zaman, Hicrî Kamerî takvime göre o ayın 10. veya 11. günüdür.
5. DURUM: DOLUNAY SAFHASI
İlk dördün safhasından bir hafta sonra (Elongasyon 180o olunca) Ay karşı kavuşumdadır, denir. Ay’ın aydınlanan ve görünen kısımlarını ayıran daireler birbiri üzerine geldiğinden, Güneşin batışı anlarında, Ay doğu tarafımızdan bir daire şeklinde gözükür. Bu durumda Ay’ın aydınlanan yarım küresi, Yeryüzünden tam olarak görülür. Güneş batarken Ay, ufkumuzun üzerine bakır renginde doğar.
* Yeni ay'dan 14 gün sonraki görünen durumudur. Ay, Dünya etrafındaki hareketinin yarısını tamamladığında Dünya ve Güneş'le aynı hizada yer alır. Böylece Ay Güneş'ten aldığı ışınları Dünya'nın karanlık yüzeyine yansıttığı için Dünya'nın bu yüzeyinden daire şeklinde parlak görülür. Bu görünümü dolunay durumudur.
Dolunay safhasına Dünya’ya bakan yüzünün tamamı aydınlık görülür. Dünya, Güneş ile Ay’ın arasındadır. Bu durum pinpon topunun el fenerinin tutulduğu yüzdeki gözetleme deliğinden görünüşü ile eşleştirilebilir.
Dolunay safhasına Buna bedr-i tam denir.
Dolunay safhası, Hicrî Kamerî takvime göre o ayın 13. 14. veya 15. gecelerine rastlayan Ay’ın en parlak, en beyaz olduğu safhadır.
Ayın on dördü diye söylediğimiz şey budur. Dolunay'dan sonra parlaklık gittikçe azalır.
Ay, akşamdan sabaha kadar gökyüzünden hiç ayrılmaz, Dünyayı aydınlatır. Bu sebeble o günlere ayın en aydınlık geceleri manasında Eyyam-ı bî’zdenmişdir. Bî’z kelimesi dilimize de girmiş olan beyazdan gelir. Ay’ın Dünya’dan tarafının tepsi gibi aydınlık görüldüğü evredir. Bu sırada Ay Güneş’e göre Dünya’nın arka tarafındadır. Ör: Güneş’in battığı sırada Ay doğudadır. Uyarı : Ay tutulması dolunay evresinde, Güneş tutulması yeniay evresinde olur..
MED - CEZİR OLAYI
Bir ay içerisinde büyük med ve cezir, Ay’ın yeni ve Dolunay safhalarında gerçekleşir. Bunun nedeni Ay ve Güneşin çekim kuvvetleri birleşir. (1+2,2=3,2) Bir ay içinde küçük med ve cezir Ay’ın ilk ve son dördün safhaları da gerçekleşir. Bunun nedeni Ay ve güneşin çekim güçlerinin birbirini ters yönde etkilemesidir.
Bir yıl içinde en büyük Med ve Cezir ekinoks tarihlerinde (21 mart - 23 eylül) gerçekleşir. Diğer taraftan, sene içinde Dünya’nın Güneş’e ve Ay’ın Dünya’ya en fazla yaklaştıkları devrelerde de gel-git amplitüdü (farkı) artmaktadır. Yörüngesi üzerinde Dünya, Güneş’e en yakın olduğu günberi noktasına geldiği zaman (3 Ocak) Güneş’in çekimi de artar. Ay ise yörüngesi üzerinde her Ay bir defa Dünya’ya en yakın duruma gelmektedir. Bu yaklaşma sırasında çekim kuvveti artacağı için gel-git de şiddetlenir..
Okyanus sularının yükselip alçaldığı gel-git olayı Dünyanın her yerinde aynı oranda gerçekleşmez. Bunun nedeni, Dünyanın her noktasının Aya uzaklığının aynı olmaması ve dolayısıyla Ayın uyguladığı çekimin de farklı olmasıdır. Okyanuslara etki eden bu çekim sonucunda sular bir yöne doğru yükselerek çekilir, Ayın Güneşe ve Dünyaya olan konumlarının değişmesiyle de çekim ortadan kalkar ve böylece suların geri geldiği gel-git alanları oluşur.
Kuşkusuz gel-git olayı, Yüce Rabbimizin kusursuz mucizelerle yarattığı evrendeki sistemlerden yalnızca biridir. Mucizevi gel-git olayındaki hassas dengeler ise bunlarla sınırlı değildir. Ayın çekimi okyanusların yükselmesine sebep olurken, okyanuslar ikinci bir kuvvetle Ayın zıt yönünde Dünyaya doğru da çekilmektedir. Bunlar gerçekleşirken Dünya dönüşüne devam ettiği için her gün iki gel-git olayı gerçekleşir. Gel-git zamanları Güneş, Ay ve Dünyanın birbirlerine olan konumlarının değişmesiyle her bölgede farklılık göstermektedir. Örneğin gel-git olayı, Kuzey Kaliforniya’da her gün iki kez gerçekleşirken, Meksika Körfezinde bir yükselme ve bir alçalma şeklinde bir kez gerçekleşmektedir.
AY TUTULMASI
Ay dünya etrafındaki yörüngesini tamamlarken, dünyanın güneş ve ay arasında kalmasına neden olabilir. Bu durumda ay yüzeyine düşen güneş ışınları dünya tarafından engellenmiş olur. Karanlıkta kalan ay kısa süreli de olsa dünyadan gözlenemez bu olaya Ay tutulması adı verilir. Bulutsuz bir gecede çıplak gözle rahatlıkla fark edilebilen bu olay, güneş tutulmasına göre, dünya yüzeyinde daha geniş bir alandan gözlenebilir. Ay tutulmasının dünya yüzeyinden gözlenebildiği alan dünyanın yarısından 24º kadar fazladır.
Ay, geçirdiği dolunay evrelerinin bazıları sırasında dünyanın gölgesinin içinden geçer. Bu durumda Ay tutulması yaşanır, yani Ay yüzeyine vuran direkt güneş ışığı kesilir ve Ay, Dünyanın gölge konisinden çıkana kadar karanlıkta kalır. Dünyanın atmosferinden geçen güneş ışınları üzerine düştüğünden genellikle tamamen gözden kaybolmaz. Ay ve Güneş Tutulmaları; Ay, Güneş ve Yer’in uzayda birbirlerine göre konumlarının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birinin gölge konisinin diğeri üzerine düşmesi için bu üç cismin yaklaşık aynı doğrultuya gelmiş olmaları gerekir. Bu da ancak Ay’ın Yeni ay ve Dolunay evrelerindeAy’ın düğüm noktalarına yakın olması durumunda mümkün olur.
Güneş karşı düğüm noktasında veya ona yakın olduğu zaman Dünyanın gölgesi Ay üzerine düşer. Bu 1.360.000.km. uzanan gölge konisi Ay uzaklığından 8800 km. geniştir. Ay saatte 3456 km. hareket ettiği için; ortalama ay tutulmasının zamanı yaklaşık 40 dakika ile bir saat arasında değişir. Ay tutulması, yeryüzünün Ay’ın ufuk çizgisinin üzerinde olduğu herhangi bir bölgesinden gözlenebilir.
Eğer, Ay’ın yörünge düzlemi, tam olarak Yer’ in yörünge düzlemi ile çakışık olsa idi; her dolunay evresinde Ay tutulması ve her yeni ay evresindeGüneş tutulması meydana gelirdi.
Ay’a karşı olan dünya üzerine çarpan güneş ışınları dünyanın atmosferi tarafından kırıldığı için, Ay tutulmasında Ay tamamen kaybolmaz. Dünya etrafında kırılan ışıklarda mavi renk yutulduğu ve kırmızı renk yansıtıldığı için, Dünyanın gölgesi kırmızı renkte görülür. Bu zayıf ışık kalıntıları görünürlüğü mahalli atmosferik şartlara bağlı olarak Ay’ı tuhaf bir bakır renginde ortaya çıkarır.
Ay’ın yarıçapı Dünya’nınki ile mukayese edildiğinde çok küçük olduğundan, Dünya’nın tamamı Güneş ve Ay diskinin dış teğetlerinin oluşturduğu gölge konisinin içine girmez. Bu nedenle bir Güneş tutulması Dünya üzerinde ancak belirli bölgelerden görülebilir. Halbuki Ay Tutulması'nda durum böyle değildir. Ay tutulması o anda gece olan yerlerin tümünden gözlenebilir. Ay tutulmalarında Dünya, Ay ile Güneş'in arasına girer ve Dünya'nın gölgesi Ay'ın tamamını perdeleyebilecek kadar büyük olur.
Nokta şeklindeki bir ışık kaynağından her doğrultuda sonsuz ışın yayılır. Işınların önüne saydam olmayan cisimler konulursa, arkasındaki bir cisme gölge düşer. Bu olay ışınların doğrular halinde yayılmasının bir sonucudur.
Işık kaynağı büyük olursa; keskin bir gölge ile birlikte yarı gölge de oluşur. Yarı gölgeye, kaynaktan çıkan ışınların bir bölümü gelir, bir bölümü gelemez. Güneş ve Ay tutulmaları ışığın doğru yolla yayıldığını gösteren tabîî bir olaydır.
& ŞEKİL: 2. * YUKARIDA AY TUTULMASI ŞEKİLLERİ GÖRÜLMEKTEDİR.
6. DURUM: ÜÇÜNCÜ DÖRDÜN SAFHASI
Dolunay safhasından sonra Ay’ın aydınlanan kısmının batı tarafından eksilmeye başladığı durumdur. Bu durumda, Güneş battıktan bir müddet sonra Ay doğar. Güneş batarken batı tarafında henüz ufkumuzun üzerindedir.
Dolunay safhasından yeni ay safhasına kadar geçen süre içinde kuzey yarım küreden bakılırsa, Ay’ın parlak kısmı sol yarısında ve güney yarım küresinden bakılırsa, sağ yarısındadır.
Elongasyon 180o ile 270o arasında olduğu safhadır.
Üçüncü dördün safhasında Elongasyon 235o olduğu zaman, Hicrî Kamerî takvime göre o ayın 18. veya 19. gününe rastlar.
7. DURUM: SON DÖRDÜN SAFHASI
Dolunay safhasından takriben 7 gün sonraki durumdur. Elongasyon 270oolduğu zamanki bu safhaya Son Dördün Safhasıdenir. Ay, Güneşten 18 saat geri kalmıştır. Gece yarısından sonra doğar. Ay’ın aydınlanan ve görünen kısımlarını ayıran daireler, yine birbirine göre dik durum alırlar. Ay, herhangi bir gözlem yerinin meridyeni üzerinde yarım daire şeklinde görülür.
Son dördün safhasındaki Ay’ın doğu yarısı aydınlık, batı yarısı ise karanlıktır. Bu safhadan yaklaşık bir hafta sonra Ay tekrar görülemez olur ve kısa bir süre sonra aynı safhalar tekrar başlar.
Son dördün safhasında Hicrî Kamerî takvime göre o ayın 22 veya 23. gününe rastlar. Sondördün : Ay’ın sol yarısının aydınlık görüldüğü evredir. Ör: Güneş doğarken Ay tepe noktasındadır.
8. DURUM: SON HİLAL SAFHASI
Ay’ın sondördün safhasından sonra her geçen gün bize görülemeyen (karanlık) kısmı yavaş yavaş aydınlanarak Yeryüzündeki gözlemciye daha çok görülmeye başlar. Birkaç gün sonra Ay yine Hilâl şeklinde görülür. Yalnız sabahları gözüktüğü için Sabah Hilâli de denir.
Sabah Hilâlinde, Ay’ın aydınlık kısmı (dış bükeyliği) daima Güneşin bulunduğu tarafa, -doğuya doğru- dönüktür.
Sabah Hilâli, Güneşin doğuşundan biraz önce ufkun doğusunda görülür.
Eski-hilâl, ayın son günlerdeki şeklidir; yani dolunaydan son dördüne (yarım-aya) doğru küçülmeye başlayan ayın, son hafta günden güne daha da incelerek vardığı durumdur. Bu, sabahları güneş doğmadan önce (ve biraz daha sonra) görülebilir. Bu günlerde ay her sabah doğuya doğru açı olarak 12 kadar kaymış bulunur; böylece güneşin ufuktan doğma yerine ve zamanına günden güne yaklaşır, nihayet fi'len yok olur. Ayın bu sıralarda, gündüzün veya gecenin bir saatinde, dünya ve güneşle bir hizaya gelmesi hadisesi vuku bulur ki, buna "kavuşum: ictima hali" derler. İctimadan sonra güneş gökyüzünde aydan öne geçer. (Halbuki ictimadan önce ay güneşten önde idi.); ay her gün yine 12 kadar geri kalmaya devam eder ve tabii artık gökyüzünde güneş batmasından sonra, yani akşamleyin görünmeğe başlar. İşte bu devrede ilk görünen ince aya yeni-hilâl denilir. Eski hilâl ile yeni görünen hilâl arasında büyük bir zaman aralığı bulunur (en aşağı bir buçuk gün).
AY’IN YÖRÜNGE HAREKETİ
Ay ile Yer aslında bir çift sistem gibi hareket etmektedirler. Bu sistemin merkezi Ay ile Yer 'in merkezini birleştiren doğru üzerindedir, fakat Ay'ın kütlesi Yer'in kütlesine göre çok küçük olduğundan bu merkez Yer kabuğunun içerisinde olmaktadır. Bu harekette Ay'ın Yer etrafında eliptik bir yörüngede dolanması kabulünü getirmektedir.
Ay’ın yörünge hareketi sırasında gök eşleğine uzaklığı (Dikaçıklığı) değişir ve yıldızlara göre daha geç doğma süresi 20 dakikaya kadar inebilir, bazı konumlarda ise 1 saatten fazla olabilir. Ay'ın bu hareketi, Yer çevresindeki yörünge hareketinin bir sonucudur. Burada Yer'in Güneş çevresindeki hareketinin de etkisi vardır.
“ Ay’ın hep aynı yüzünü görürüz… ”
Ay’ın gözlediğimiz hareketlerinde en ilginç olanı, kendi ekseni etrafında dönmesidir. Kendi ekseni etrafında bir tam dönme süresi Yerküre etrafındaki yörüngesinde bir kez dolanma süresine eşittir (Yörünge dönemi = Yer’den bakıldığında, yörüngesi üzerinde bir yıldız ile ardarda aynı doğrultuya gelmesi için geçen süre=Yıldızıl Ay = 27. 322 gün ). Kilitlenmiş Yörünge hareketi denilen bu dönme dolanma sürelerinin eşitliği sonucunda, Yer’den bakıldığında Ay’ın hep aynı yüzü(aynı yarıküresi) görülür. Yörüngelerin elips olması, yörünge üzerinde hız değişimlerinin olması ve çekim etkileri gibi etkenler sonucu Yer’den görülen yüzey tam yarıküre( % 50 ) değil, biraz daha fazla yaklaşık %59 u kadar olur. Bizim göremediğimiz tarafını ise sadece uzay araçları ile görüntüleyebilmekteyiz.
ŞEKİL: 4. AY HARİTASI
ŞEKİL: 5. AY’IN ROTASYONU
Yukarıdaki şekilde göründüğü gibi; Ay'ın açısal dönme hızı ile açısal yörünge hızı eşit olduğundan şekildeki MK doğrultusu her zaman Arz'a [Yer’e] yöneliktir.
** MEHAZLAR :
* Astronomi ve Uzay Bilimleri
* Genel Astronomi .1
* Türk- İslam Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri
* Fazilet Takvimi
* Türkiye Gazetesi Takvimi
* Tercüman Genel Kültür Ansiklopedisi
* Temel Britannica Ansiklopedisi
* Gezegenler Kılavuzu
* T.D.V. İslâm Ansiklopedisi
* http://www.koeri.boun.edu.tr/astronomy/buay/aytut.html
* İslam Mecmuası, Temmuz 1986
* Yeni Rehber Ansiklopedisi
* Tam İlmihal Se’adet-i Ebediyye
* Bir Bilene Soralım
* Türkiye Gazetesi
* http://www.dervisan.com/yazi2/t000725.htm
Gezegenlerin kendileri ısı ve ışın yayınlamazlar, ancak Güneş’ten aldıkları ışınların bir kısmını yansıtırlar. Bu yansıtma sonucu gökyüzünde parlak bir yıldız gibi gözükürler. Bütün gezegenler, Güneş çevresinde elips bir yörünge çizerek hareket ederler. Gezegenler, uzayda parlayan yıldızlardan kolaylıkla ayırt edilebilir. Şöyle ki, Gezegenlerin ışıkları yıldızlar gibi kırpışmaz ışıkları atmosferden doğrudan doğruya gelir. Yıldızların görülebilen bir karakteristik özelliği, onları Güneş Sisteminin beş gezegeni olan Merkür, Venüs, Mars ve Jüpiter ve Satürn’den ayırır. Gezegenler durgun bir ışıkla gözükürlerken, yıldızlar devamlı parıldarlar. Parıldama yıldızların Dünyaya olan mesâfelerinin uzaklığı ve atmosferin yoğunluğunun ortaya getirdiği bir olaydır. Bunun anlamı da yıldızların Dünyaya olan çok fazla uzaklıklarından dolayı büyük diskler hâlinde değil de çok küçük ışık kaynakları hâlinde görüldükleridir. Gezegenler Dünyaya yakın olduklarından disk hâlinde gözükürler. Atmosferdeki yoğunluk değişiklikleri yıldız ve Gezegenlerden gelen ışıkların kırılmasına ve yansımasına sebep olur, böylece parıltılı görüntüleri meydana getirmiş olurlar. Yıldızlar ışık kaynakları olduklarından parlıyor gözükürler. Gezegenler disk olduklarından üzerlerindeki noktaların parıltıları yok olur, duru bir ışığa sâhip olurlar. Ufukta gözüken gezegenlerse daha yoğun Atmosferle kaplı olduklarından parlar gibi gözükürler. Venüs ve Jüpiter, birbirlerine yakın konumda. Gezegenler, Güneş battıktan sonra batı ufkunda yer alıyorlar. Ayın başlarında aralarındaki uzaklık yaklaşık 20 derece Venüs, yükselimini gittikçe artırırken, Jüpiter, her geçen gün biraz daha erken batıyor. Bu ilerleyen günlerde, Gezegenlerin gittikçe birbiri yaklaşmasına yol açıyor. Ay’ın 23’ünde Gezegenler o kadar yaklaşacaklar ki neredeyse birbirlerine değiyor gibi görünecekler. Bu sırada aralarındaki görünür uzaklık sadece 10 dakika ( derecenin 6’da biri) olacak. Ayın sonunda, Merkür de onlara katılacak. Jüpiter ve Merkür yaklaşık 6 derece yakınlaşacaklar. Güneş ışığı dünyanın atmosferine çarpınca dağılır. Dünya atmosferinin moleküllerine çarpan fotonlar yansıyarak dağılırlar. Havanın molekülleri ışığın dalga boyundan çok daha ufak olduğundan hava molekülleri kısa dalga boylarını uzunlarından daha etkin şekilde dağıtır ve yansıtır. Mavi ışık kırmızıdan fazla dağıldığından atmosfer “mavi renkte” görülür. Bu nedenden [sebepten] dolayı gök mavidir. Ay’da atmosfer olmadığından gök siyahtır. Güneşden gelen ışık atmosferimizin tarafından çeşitli yönlerde dağıtılırken bir kısmı geriye yansırken bir bölümü çeşitli yönlerden gözümüze gelir. Güneş batarken, öğlende gördüğümüzden daha uzun bir atmosfer tabakası arkasında görülür. Mavi ışık bu yolda dağılarak gözümüze kırmızı ışık gelir.
Bulutsuz bir gecede gökyüzüne bakalım. Gezegenleri tanımaya başlayalım : Venüs, çoğu zaman, Güneş battıktan az sonra batıda ya da Güneş doğmadan az önce doğuda görünür. Bu nedenle Venüs’e «Akşam Yıldızı», «Sabah Yıldızı» adları da verilmiştir. Merkür de, Güneş doğmadan az önce ve Güneş batmadan az sonra batıda görünür. Gökyüzünde oldukça alçak yerdedir. Venüs kadar parlak değildir. Her zaman göremeyiz. Gökyüzünde oldukça yüksekte olan ve Güneş battıktan uzun bir süre sonra görünen gezegenler de Mars, Jüpiter ve Satürn’dür. Mars kırmızımsı, Satürn sarımsı renktedir. Jüpiter görünen bu üç gezegenin en parlağıdır.
MERKÜR : Merkür Güneşe en yakın gezegendir ve Güneşten olan maksimum uzanımı 28 den fazla olmaz. Merkür gezegenini, bu küçük uzanımdan dolayı, Yerden görmek zordur. En iyi görülme zamanı batı uzanımında iken Güneş doğmadan en çok 2 saat önce, doğu uzanımında Güneş battıktan en çok 2 saat sonradır. Merkür’ün parlaklığı gökyüzünün en parlak yıldızı olan Siriusyıldızının parlaklığından fazladır. Buna rağmen gezegenin gözlenmesi oldukça güçtür. Buna sebep; Güneşe oldukça yakın olmasıdır.
Merkür’ün ekvator çapı 4880 km’dir. Kütlesi çok küçük, ağırlığı Yer’in ağırlığının yaklaşık yirmide biri kadardır. Bir karşılaştırma gerekirse, Yer’e değil de Ay’a göre yapmak yerinde olur. Çekiminin zayıf olması nedeniyle, atmosferinin aşağı yukarı tümünü yitirdiği sanılmaktadır. Bununla birlikte Fransız gökbilimcisi Dollfus ve Rus gökbilimcisi Moroz, bir karbondioksit atmosferinin izlerine rastladıklarını ileri sürmüşlerdir. Yüzeyinin hemen üstündeki az miktarda hidrojen, helyum ve oksijenin, Güneş rüzgarı kökenli olduğu düşünülmektedir.
Merkür, dolanımını yaklaşık 88 Yer gününde tamamlar; dolayısıyla Merkür yılı, Yer yılından dört kat kısadır. Güneş’e uzaklığı yaklaşık 58 milyon km’dir; bu nedenle, Güneş’in yaydığı ışınım ve taneciklerle baştan başa taranır. Merkür’ün yüzeyinde, Ay’daki denizleri oluşturan büyük lav akıntılarına benzer, koyu renkli, hareketsiz lekeler görülür; ancak bunları gözlemlemek ve gezegenin haritasını çizmek oldukça güçtür.
*******
VENÜS: Venüs, Güneş ve Ay’dan sonra gökyüzünün en parlak gök cismidir. Bir iç gezegen olduğundan Güneş’den fazla ayrılamaz. Bu nedenle [sebeple] Güneş battıktan biraz sonra batıda ya da Güneş doğmadan biraz önce doğuda [en çok 3’er saat] görünür. İnsanoğlu onu tarihte iki ayrı gök cismi olarak tanımlamış, sabah yıldızı veakşam yıldızı olarakadlandırmıştır. Ayrıca yere bakan yüzeyinin %30’u aydınlıktır yani hilâl şeklinde gözükür. Yörüngesindeki konumuna göre Ay gibi çeşitli evreler gösterir.. Venüs, o kadar parlaktır ki, gökyüzünde bulunduğu bölgeye uygun hava koşullarında [dikkatle] bakılırsa çıplak gözle gündüz ışığında bile gözlemek mümkündür. Parlaklık bakımından öteki gökcisimleri ile mukayese yapacak olursak Jüpiter’in 6 katı ve gökyüzünün en parlak yıldızı olan Sirius’ün 15 katı parlaklığındadır. Yersel gezegenlere hiç benzemeyen Jüpiter, gök yüzünün Güneş, Ay ve Venüs’den sonra en parlak cismidir. Çok seyrek olarak bazen Mars da gök yüzünde Jüpiter’den daha parlak görülebilir. Venüs de Merkür gibi gökyüzünde hep Güneşle aynı tarafta bulunur; ancak o ve Güneş arasındaki açısal uzaklığın 47 dereceye kadar çıktığı olur. Yani bu, Venüs’ün, gün batımından sonra veya gündoğumundan önce, beş buçuk saat kadar görülebildiği zamanlar olduğu anlamına gelir. Bu durumda onu, karanlık zemin üzerinde muhteşem bir şekilde parıldarken görebiliriz.
** ** ** ** ** MARS :
Eski adıyla Merih, Güneş Sistemi'nin dördüncü gezegenidir. Adını Roma tanrısı Mars'tan almıştır.
Mars, Dünyaya 1988’deki gibi yakın bir konumdayken, gökyüzündeki cisimlerin neredeyse hepsinden (Güneş, Ay ve Venüs’ü hariç tutarsak hepsinden) daha parlak olur. Ama karşı-konum sonrasında, Kutup Yıldızı gibi ikinci kadirden bir gök cismi olarak görülür.
Merih’in çapı 6794 km, kütlesi Yer kütlesinin %11’i kadardır. Yüzeyindeki genelçekim, Yer’deki çekimin yüzde 38’i kadardır; yani, Yer’de 70 kg olan bir astronot, Merih’te 27 kg gelecektir Bu zayıf genelçekim, gezegenin çevresinde önemli bir atmosfer tutulmasına olanak vermemiş ve gaz moleküllerinin büyük bölümünün, uzayda dağılmasına yol açmıştır. Söz konusu atmosfer tabakasının düşük yoğunluğu, ancak böyle bir olayla açıklanabilir. ABD uzay araçları Mariner 4, 6, 7, 9’un ve SSCB uzay araçları Mars 2 ve 3’ün yardımıyla elde edilen bulgulara göre, çevresinde, 30 km yükseltideki Yer atmosferine eşdeğerli olan seyreltik bir atmosfer vardır.
*** *** **** **** **** **** **** **** MEHAZLAR :
1. Türk-İslâm Astronomi Bilginleri ve Gökyüzü Bilgileri.
2. Yeni Rehber Ansiklopedisi.
3. Bilim ve Teknik Dergisi.
4. Kozmos'dan Kuantum'a..
5. Astronomi ve Uzay Bilimleri.
6. Gezegenler Kılavuzu.
7. Astronomi ve Uzay Bilimleri.
8. Bilim ve Teknik Dergisi.
KIRŞEHİR’DE BİR SELÇUKLU RASATHÂNESİ CACABEY MEDRESESİ
.Günümüzde cami olarak kullanılmakta olan Cacabey Medresesi, gözlemevi olarak dünyada ilk olarak kesme taş ve tuğladan yapılmış iki katlı bir yapıdır.
Medresenin giriş kat kapısının en üst kornişine gömülmüş büyük harflerle kabartma selçukî sülüs iki satırlık kitabesinden anlaşıldığına göre Kılıçaslan oğlu Keyhüsrev zamanında Nureddin Cibril İbn-i Caca tarafından H:671 (M:1272-1273) tarihinde yapıldığı belirtilmektedir.
Bu kitabenin altında normal harflerle selçukî nesih kabartma dört satırlık ikinci bir kitabe daha vardır. Bu ise İlhanlılar tarafından konulmuş olan vergi ilanından ibaretdir. O tarihlerde halktan şahna, tabruk, küçe, ketene, sabun ve aşbaşlık edenlerden vergi alınmayacağı belirtilerek şöyle deniyor: “Her kim bu vergileri Vaz’a kalkarsa Allah’ın lâneti ve gazabı üzerine olsun.”
Kırşehir’in tam merkezinde, Kalenin doğusunda inşa edilmiş olan Cacabey Medresesi, Selçuklu Rasathanesi olarak yapıldığından üstü tamamen kubbelerle kaplıdır.
Cacabey Medresesi’ne Selçuklu devrinin bir fakültesi gözüyle bakmak lazımdır. Selçuklu devrinin yüksek medreseleri, bir ilim dalında uzman yetiştiren, yalnız uzman yetiştirmekle kalmayarak o ilim dalını inceleyen birer fakülte ve ilim kuruluşudur.
Cacabey Medresesi’nde, Selçuklu devrinde pek önemsenen astronomi (Hey’et ilmi) okutulduğu, hatta Medresenin bir rasathane olarak kullanıldığı söylenmektedir
Binanın ortasında toprak altında kalmış bir havuz mevcutdur. Kuyu şeklindeki bu havuza akseden yıldızlar üniversitede incelenirdi. Böylece yurdun çeşitli yerlerinden gelen öğrenciler burada astronomi araştırmaları yaparlardı.
Ahmedî Gülşehrî ve Aşıkpaşa bu medresede okumuş öğrenciler arasında yetişmiş ilim adamlarından yalnızca birkaçıdır.
Gökbilim (Astronomi) araştırmaları yanında, Türk kültürü, Türk dili, ayrıca İslâm Medeniyyeti, İslâm hukuku, Tasavvuf, Hadîs, Tefsir okutulan Cacabey Medresesi, Kırşehir ve çevresinde zengin vakıfları olan geniş bir külliyenin bize ulaşan bir bölümüdür.
Medreseyi kuşatan her biri sosyal bir ihtiyacı karşılayan öteki yapılar, zaman içinde ilgisizlik sebebiyle yıkılıp gitmişlerdir. Bu ilgisizlik yalnız Kırşehir için bahis konusu değildir. Anadolu’nun bir çok şehirlerinde Selçuklu devri mimarî eserleri, aradan geçen yüzyıllar içinde yıkılmış, yıktırılmış günümüze çok azı, o da birçok bölümlerini yitirerek, yara- bere içinde birer yiğit gazi gibi gelebilmişlerdir...
Medrese yakın dönemde restore edilmiştir. Yerli ve yabancı turistlerin büyük ilgisini çeken Cacabey Camii, Kırşehir’in en büyük tarihi camisidir.
Medresenin 1272 tarihli arapça- Moğolca vakfiyesi Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış olup çok değerli bir içtimaî tarih vesikasıdır.
CACABEY MEDRESESİ'NDEKİ RASAT KUYUSUNDA KAZI ÇALIŞMASI
1945 yılında şehrimize gelmiş olan Dil ve Tarih- Coğrafya Fakültesi Profesörlerinden Walter Ruben’in teklifleriyle, Tarih Kurumumuz aynı fakültenin ilimler tarihi Doçenti Aydın SAYILI ile birlikte Cacabey Medresesinin kubbe ortasındaki deliğin altında olduğu söylenen Rasat Kuyusunun bulunduğu yerde bir kazı yapıldı. Bu kazı Selçuklu döneminin ilim tarihi bakımından çok önemli idi.
Belirtilen yerde kazıya başlandığı kuyunun varlığı anlaşılmış, iki metre derinliğinde küp, altında tuğladan yapılmış tandır, uzun müddet rûtubette kalması sebebiyle dağılan küp içinde yumurta kabukları, kemikler, kazıldıkça minâredekinin benzeri çini parçaları, muhtelif çağlara ait renkli ve işlentili seramikler, yüz kilogram ağırlığında mermerden yapılmış bulgur döğmeye mahsus Soku’ya benzer iki taş bulunmuştur. Bunların aslında bir güneş saati olması muhtemeldir.
Medresenin damında da mermerden sahife halinde bulunan bir tek taşın bir hesap cetveli olarak kullanılması mümkündür. Kuyunun çapının üç metre derinlikten sonra 260 cm. olduğu tesbit edilmiştir.
Bu sûrette gelenek halinde süre gelen söylentilerin doğruluğu bu arkeolojik araştırma ile teyid edilmiş bulunuyor.
CACABEY MEDRESESİ’NİN MİMARÎ ÖZELLİĞİ
Giriş kapısının alanı taç kapıdır ve iki renkli taştan yapılmıştır. Dış köşelerine yerleştirilmiş kıvrımlı köşe sütunları ilgi çekicidir. Binanın kuzey doğu ve kuzey batı köşelerinde, ayrıca batı köşelerinde, ayrıca batı taraflı duvara bitişik olan alt tarafları değişik işlemeli füze biçiminde birer tane olmak üzere üst kısmı konik külahlı üç tane kulesi vardır. Bu kuleler zamanımızda kullanılmakta olan modern füzelerin 700 sene evvel Müslüman Selçuklu Türkleri tarafından savaşlarda kullanılan füzelerin maketi olduğu muhtemeldir.
Taç kapıdan, orta eksen üstünde olmayan beşik tonozlu giriş eyvanına, oradan da ana mekana geçilir. Ana mekan yuvarlak açıklığı bulunan kubbe ile örtülüdür. Bu kubbenin üzeri daha sonraları camekanla kapatılmıştır. Güneyinde mescit olarak kullanılan ana eyvan yer alır. Bu eyvanda bir de mihrap bulunmaktadır. Ana mekanın solunda türbe, yan eyvan ve bir medrese odası; sağında ise, revaklar arkasında öğrencilerin yatakhâneleri olan odalar vardır. Küçük kapıdan da kubbelere çıkılan merdivenler bulunduğu hücreye geçilir. Buradaki merdivenle ikinci kata çıkılır. Üst kat koridor üzerinde beşik tonozlu iki küçük mekandan oluşmaktadır.
Ana mekanın sağ ve sol kenarlarda dörder tane olmak üzere sekiz tane küçük bölmeler halinde odalar vardır. Bunlardan üçü fazla uzun ve beşi murabbaa yakın müstakil planlıdır. Üstleri yine sivri tonozludur. Bu binanın kemerleri iki merkezli Türk Kemerleridir. Kapıların üstlerini profilli bir merkezli mümas kemerler, resimlemişdir. Medresenin üst katında açık kubbeli meydana bakan mahfile müşabih bir hücre ile yanında ocaklı ikinci bir oda mevcutdur. Buraya cümle kapısı yanındaki merdivenlerle çıkılmaktadır. Kubbeler âdi taştan yapılmış olup üstleri sıvanmıştır. Tonozlar ise dahilen kesme taşla işlenmiştir.
Odaların hariçten ziya almasına mahsus pencereler şakuli bir yarıktan girmekle beraber kalın duvarlar bir hâli teşkil etmemekle ve ışık hücrenin içine daha bol şekilde yayılabilmektedir.
MEDRESE KULESİ : ( MİNÂRESİ )
Selçuklu devrinde yapılan medresenin taş işleme sanâtlı bir portali, tuğla örgü, mozaik çinilerle süslü bir Rasat kulesi vardır. Bu kule daha sonra minâreye tahvil edilmişdir. Minâreye çevrilmeden evvelki rasat kulesinin üzeri küp şeklinde bir kubbe ile kapalı idi.
Rasat kulesin – Minârenin – ışıl ışıl firuze çinileri sebebiyle, halk medreseye “CINCIKLI CÂMİ” adını vermişdir.
CACABEY TÜRBESİ
Cacabey Türbesi, medresenin kuzey doğu köşesindedir. Medresenin içinden yedi (7) basamaklı bir merdivenle çıkılır. Türbenin içindeki çini bezekler kara, mavi, beyaz, renklerle yapılmıştır. İç bölümü yukarıdan çevreleyen Selçuklu nesih yazısıyla yazılmış bir kitâbe mevcutdur.
Kubbenin pencere bölümünde ki mukarnas altında iki iyon sütuncuğu ve üzerinde içten kubbeli çokgen pramit şekilli bir sivri külah (korent başlığı) bulunmaktadır.
Sağlı sollu geometrik kabartmalar en ilgi çeken yanlarıdır.
AY, IŞIĞINI GÜNEŞDEN ALIR
.Kur’ân-ı Kerîm, kainatın kozmik sisteminde yer alan çeşitli varlıklara dikkat çekmekte, insanın bunlar üzerinde düşünerek ibret almasını, böylece şuurlu olarak Allah’a inanmasını ve İlâhî birer lütuf olan bu nimetlerden faydalanmasını istemektedir. Bu arada yirmi yedi (27) âyette "Ay " anlamında Kamer kelimesi geçmektedir. Burada önemli olan husus, ilgili âyetlerde güneş "ziya" ve "sirac" kelimeleriyle nitelendirilerek Güneşin ışık kaynağı Ay’ın ise sönmüş bir yıldız olduğuna dikkat çekilmiş olmasıdır. Modern bilimin verileriyle tam bir uygunluk arzeden bu husus konuyla ilgili bir kısım âyetlerde şöyle ifade edilmektedir: "Görmez misiniz, Allah yedi göğü nasıl birbiriyle uyumlu bir şekilde yaratmış, aralarında Ay’a aydınlık verilmiş, Güneşin ışık saçmasını sağlamışdır."(*) "Biz gece ve gündüzü kudretimizin iki işareti kıldık; gecenin işaretini (Ay) sildik, gündüzün işaretini (Güneş) aydınlatıcı kıldık... "(*) Şüphesiz gecenin simgesi Ay, gündüzünki (ise) Güneşdir; "Gecenin işaretini sildik. " ifadesinden bir zamanlar Ay’ın da Güneş gibi ışık kaynağı bir yıldız olduğunu anlamak mümkündür( ).
Bunların ikisi de aslında karanlığın karşıtı olan aydınlık olayını ifade ettikleri, bunun da çeşitli şiddet derecelerine göre bir takım mertebeleri bulunduğu bilinen bir şeydir. Bunların hepsine nur adı verilebilir. Fakat nur ziyadan daha geniş kapsamlı, ziya da nurdan daha belirgin ve kuvvetlidir. Ziyada aşırı bir parlaklı, belli bir parıldama, kuvvetli bir yayılma ve şiddet vardır. Göz kamaştıran ve icabında acı veren birtakım özellik bulunmaktadır. Nurda da mutlak olarak karanlığa karşılık olan bir revnak, yumuşak bir yayılma, sükun ve huzuru andıran bir safa ve letafet söz konusudur. Bir tarife göre de nur, ziyanın ışığı ve şuaıdır, karanlığı gideren şu’lesidir. Bu o demek olur ki, karanlığın en yakın karşıtı nurdur. Ziyada nurdan başka birtakım özellikler daha vardır. Mesela, ziyada ısı ve yakıcılık bulunabilir. Nitekim ziya ısı veren ve vermeyen özelliklere ayrıştırılabilir. Fakat nur, sırf zulmet karşıtı olan ve ziyadan birtakım tahliller yoluyla alınabilen bir manadır. Ayrıca denilmiştir ki, ziya bizzat olana, nur araz yoluyla olana söylenilir. Şu halde burada Ay nurunun Güneş dolayısıyla meydana geldiğine işaret vardır.
*** Güneş, dünyanın da dahil olduğu güneş sisteminin merkezi, aynı zamanda dünyaya en yakın olan yıldızdır. Büyük görünmesinin sebebi de bu yakınlığıdır. Güneş dünyaya ısı, ışık, dolayısiyle hayat veren kaynaktır. Güneş olmasaydı, dünyada hayat olmayacaktı. Güneş kendi sistemindeki gezegenlerin merkezidir. Bu gezegenler güneş etrafında yörünge çizerler. Bu gezegenleri ayakta tutan da güneştir. Güneşle, güneşin etrafındaki yörüngelerin üzerinde dolaşan gezegenler ve bu gezegenlere bağlı uyduların hep birlikte meydana getirdiği uyarlı ve hareketli topluluğa güneş sistemi adı verilmektedir. Ay ise dünyanın tek uydusudur. Dünya, güneşin çevresinde nasıl dönerse, o da dünyanın çevresinde öyle döner. Bu şekilde aynı zamanda dünya ile beraber güneşin de çevresinde dönmüş olur. Ayın dünya etrafındaki hareketi bir yörünge üzerindedir. Bu yörünge dünyanın güneş etrafındaki yörüngesi gibi, bir elips biçimindedir.
* Ay dünya etrafındaki yörüngesini tamamlarken, dünyanın güneş ve ay arasında kalmasına neden olabilir. Bu durumda ay yüzeyine düşen güneş ışınları dünya tarafından engellenmiş olur. Karanlıkta kalan ay kısa süreli de olsa dünyadan gözlenemez bu olaya Ay tutulması adı verilir. * ( GENİŞ BİLGİ ÇİN BKZ!. AY SAFHALARI ).
Gündüzün alâmeti olan güneş ile, gecenin alâmeti olan ay hesap vasıtalarıdır zamanın hesabı onların hareketleriyle bilinir. İnsanlar günlerin sayısını, haftaları, ayları, mevsimlerin vaktini, meyvelerin ve bitkilerin olgunlaşma zamanlarını bunlarla tesbit edebilmektedirler.
Ay, kendisi ışık kaynağı değildir. Güneşin ışığıyla aydınlanır ve ışığı dünyaya yansıtır. Yansıyan bu ışıkla biz Ay’ı ışığı varmış gibi görürüz. Ölü bir gökcismi olan Ay’ın atmosferi yoktur. Bu yüzden Dünyadan bakınca her zaman berrak görünür. Gene atmosfer olmaması Ay’dan gündüzün de yıldızların görünmesini sağlar. Ay’da olsaydık Güneş ile yıldızların kapkara bir gökyüzünde parladığını görürdük. Ay’da Güneş gören yerler aydınlık, gölgede kalan yerler ise; karanlıktır. Çünkü atmosfer olmayışı ışığın yansımasını önler(engeller).
** ** ** **
Ay’da atmosfer olmamasının bir nedeni (sebebi) de çekiminin azlığıdır. Dünya atmosferindeki moleküllerle atom sürekli hareket halindedir. Yerçekimi durmadan sıçrayan, hızları saniyede iki kilometreye yaklaşan zerreciklerin uzaya kaçmasını önler(engeller). Ay’ın çekimi az olduğundan, atmosferi çevresinde tutamaz... Ay üzerinden Dünya manzarası pek muhteşemdir. Gezegenimiz, Ay’dan mavimsi beyaz bir yarımküre şeklinde görülür. Eğer Ay’ın gece tarafından semâ seyredilirse siyah olan gökte devamlı parlayan yıldızlar ve Dünyadaki bir gözlemciye, atmosferik karışımdan dolayı gizli kalan birçok yıldızlar, rahatlıkla gözlenebilir. Ay’a teleskopla bakılınca, gri olan renginin muhtelif tonlarını görmek mümkündür. Fakat astronotlar Ay yörüngesinde gezerken ve yüzeyine inerken Ay renginin griden kakao kahverengisine kadar değiştiğini söylemektedirler. Yüzeyin bazen hafif bir parlaklık göstermesi Güneş ışınını yansıtmasındandır. Ay, yüzeyine gelen ışınların sadece %7 sini yansıtır ve Güneş sisteminde Merkür ile birlikte en zayıf yansıtıcı sayılır. Ay, sadece Dünyaya yakınlığından dolayı parlak gözükür. Astronomik ifadelerle Dolunayın parlaklık derecesi, yani kadri 12’dir. Güneş ışınının parlaklığı ise yaklaşık olarak 400.000 defa daha çoktur. İmam-ı Rabbani Müceddid-i Elf-i sani Ahmed Faruki (Kuddise Sirruh), Nur Muhammed Tahari için yazmış olduğu bir mektubda, Kamerin (Ay’ın) saçmakta olduğu ışığın Güneşden alındığını belirtmektedir. Dolayısıyla Tasavvuf ve fıkıh alimi olan imam-ı Rabbani Hazretleri astronomiden bahsetmekte olduğundan, O’nun müsbet ilme karşı olduğunu iddia edenlere bir cevap niteliğindedir. Güneş, kendi bünyesindeki yanmaların sonucu şiddetli bir ısı ve ışık veren bir yıldızdır. Ay ise; bizzat ışık kaynağı olmayan, ancak Güneşden aldığı ışığı yansıtan ve en azından dış tabakaları sönmüş bulunan bir gök cismidir. Bu iki gök cismi hakkında günümüzde ne biliyorsak, bu bildiklerimizle Kur’an’ın bu konudaki ifadeleri arasında hiçbir çelişki de bulunmamaktadır. Ay gökyüzünde ince bir hilal şeklinde gözlendiği zaman tamamen karanlık görülmesi icap eden kısmın çok zayıf da olsa bir ışıkla aydınlanmış olduğu sezilir. Kendisi bizzat ışık vermediğine göre bu ışık güneşin yere gönderdiği ve yerin ay üzerine yansıttığı ışıktan başka bir şey değildir... Peygamber efendimizin (S.A.V) buyurduğu şu Hadis-i Şerif bu hususu biraz daha izah ediyor. Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim’de de rivayet edilen bu Hadis-i Şerif ; "Namaz nurdur, sabır da ziyadır. " Namazda asıl olan sabırdır. Sabır olmayınca namaz da olmaz. Bu bakımdan ziya asıldır. Nur ise ondan fer’idir. Ziya olmazsa nur (da) olmaz. Şayet Güneş ışığı olmasa idi Ay ışığı da olmayacaktı. Güneşin kamere ve seyyarelere, Fatır-ı Hakim’in izniyle verdiği nur ve feyzdir. Şu külli ve geniş feyz ve nurdan sonra Kamer, o ziyanın gölgesi hükmünde olan nuru, Güneşden külli bir surette istifade eder. Sonra hususi bir tarzda denizlere ve havaya ve parlak toprağa ve bir suret-i cüz’iyede denizin kabarcıklarına ve toprağın şeffaflarına ve havanın zerrelerine ifade ve ifazasıdır.
**** **** **** **** **** **** **** **** **** MEHAZLAR :
** Yeni Rehber Ansiklopedisi
** T.D.V. İslâm Ansiklopedisi
** Hak Dini Kur’ân Dili
** Yeni Hayat Ansiklopedisi
** Tam İlmihal Se’âdet-i Ebediyye
** Kur’ân-ı Kerîm’de Fen Bilimleri
** Müsbet İlimlerde Kur’ân Mucizesi
İSLAMİYET ve FEN
.Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtüvetteslîmât” ve kitâbların gönderilmesine sebeb ve bildirilmesi en lüzûmlu olan emr, yerlerin, göklerin yaratanının varlığını, Onun bir olduğunu, ilm ve başka üstün sıfatları bulunduğunu, kudret ve büyüklüğünün sonsuz olduğunu kullara bildirmekdir. İnsanların çoğu, gördüklerine, duyduklarına, göründüğü gibi inanıp, içlerini, inceliklerini anlıyamadıklarından,Allahüteâlâ, kitâblarında, varlığına, büyüklüğüne alâmet olan, mahlûklarının en büyükleri ve enaçıkda bulunan ve insanların çok şaşdığı her bakımdan düzgün görünen ayı, güneşi ve yıldızları, herçeşid insanın anlıyabilmesi için, göründükleri gibi ta’rîfbuyurmuşdur. Bunların hesâblarını, kanûnlarını, iç yüzlerini açıklamıyarak, câhil olan çoğunluğu, anlıyamıyacağı şeylerle uğraşmağa zorlamamış, bunları her asrdaki zekî, akllı, seçme kimselerin çalışarak anlamalarını teşvîkbuyurmuşdur. İnsanların buluşları, zemânladeğişmekde, bir vaktler doğru, güvenilir sanılan buluşların, sonradan yanlış olduğu anlaşılmakdadır. Her asrın insanları, zemânlarındaki son buluşların doğru olacağına inandıkları için, muhtelif asrlardaki insanların inanışları başka başkaolmuş, bu inanışlar, günâh, küfrolmamışdır. Çünki, Peygamberlerin “aleyhimüsselâm” kitâblarınauymıyan, bunlarda bildirilenleri inkâr eden inanışlar, suç olur. Cenâb-ı Hak, kullarını küfrden, suçdankorumak için, herkesin anlıyamıyacağı, inanamıyacağı fen bilgilerini, kitâblarında açıklamayıp, bunlara işâret buyurmuş, yer küresini, güneşi, gökleri göründükleri gibi anlatarak, bunlardan ibret alınmasını, varlığının, büyüklüğünün anlaşılmasını emreylemişdir. KâdîBeydâvî “rahmetullahi aleyh”, Nahl sûresinde, (Kullarıma hikmet ile ve güzel va’z ile beni tanıt!) meâlindeki yüzyirmibeşinci âyet-i kerîmeyi tefsîr ederken, (Anlayışlı, tahsîlli olanlara, fen bilgileri ile; hislerine tâbi’ olan câhil halka da, görünenleri anlatmakla bildir, demekdir) buyuruyor. Yehûdî ve hıristiyanlar, kitâblarında, görünüşe göre bildirilenleri okuyunca, hakîkatleri de böyle sanarak, yeryüzünü düz ve hareketsiz, güneşin bunun etrâfında döndüğünü, göklerin yer üzerine çadır gibi kapatılmış olduğunu, Allahüteâlânın, insan gibi, kürsîde oturup, işleri yürütdüğünü sanmışlar,tecribe ile bulunan fen bilgileri, bu inanışlarına uymadığından, fen adamlarına dinsiz demişlerdir. Fen adamları, bu haksız hükm karşısında, yehûdîliğe ve hıristiyanlığasaldırmışdır. Meselâ, din düşmanlığı ile tanınan William Draper (İlm ile dînin çatışması) adlı kitâbında, (Kâ’inâtdan ayrı,kâ’inâta hâkim, dilediğini yapabilen bir insan yokdur) diyor ki, bu sözü, Allahüteâlâyı bir insan sanıp bunu inkâr etmekde olduğunu göstermekdedir. Bir yerinde de, (Kâ’inâtdaherşeye hâkim bir kuvvet varsa da, bu papasların inandığı ilâh değildir) diyerek, Allahüteâlânın, fizik, kimyâ kuvvetlerinin en büyüğü olacağını zan etdiğinigöstermekdedir. Görülüyor ki, fen adamları arasında dinsiz olanlar, yâpapasların ve câhil halkın yanlış anladıkları şeylere haklı olarak saldırmış, yâhudzemânlarının fen bilgileri arasına sıkışıp kalmış olan kafaları ile düşündüklerini, hayâlî inanışlarını inkâr etmişlerdir. Eğer, islâm âlimlerinin, Kur’ân-ı kerîmden çıkardıkları fenne bağlı bilgileri, bunların inceliğini, doğruluğunu okuyup anlasalardı, hepsi hakîkati görüp, seve sevemüslimân olurdu. Neml sûresindeki, meâl-i şerîfi, (Dağları, yerinde duruyor görüyorsun, hâlbuki bunlar bulut gibi hareket etmekdedir) olan seksensekizinci âyet-i kerîmesini KâdîBeydâvî tefsîr ederken, (Yerinde duruyor gördüğün dağlar, bulut gibi, boşlukda hızlı gitmekdedir. Büyük cismler, bir cihete doğru hızlı gidince, üstündekiler, bunun hareket etdiğini duymaz) buyurmakdadır. Fahreddîn-i Râzî, Enbiyâ sûresi, otuzüçüncü âyetinin tefsîrinde, ayın, güneşin, yıldızların felekde, ya’nî mihverleri ve yörüngeleri [mahrekleri] etrâfında döndüklerini, Dahhâk ve Kelbînin söylediğini yazmakdadır.Fahreddîn-i Râzî “rahmetullahiteâlâ aleyh”, Bekara sûresi, yirmidokuzuncu âyetini tefsîr ederken diyor ki, (Hidâye) fizik kitâbının ve (Îsâgucî) mantık kitâbının yazarı olan Esîrüddîn-i Ebherî“rahmetullahiteâlâ aleyh”, Batlemyus [Ptolemé]nin (Mecistî) adındaki astronomi kitâbını okuturdu. Bunu okutmasını hoş görmiyen biri, müslimân çocuklarına böyle ne okutuyorsun diye sorunca, meâl-i şerîfi, (Yerleri, gökleri, yıldızları, bitkileri ne güzel yaratdığımızıgörmiyorlar mı?) olan Kaf sûresinin altıncı âyetini tefsîr ediyorum diyerek, cevâbvermişdir. İmâm-ı Râzî, Ebherînin bu cevâbının doğru olduğunu, tefsîrinde yazmakda ve Allahüteâlânın mahlûklarını inceliyen fen adamları, Onun büyüklüğünü, iyi anlar demekdedir. [Birinci kısmda, yirmidördüncü maddeyi okuyunuz!] Aynalarda ışıkların yansıması kanûnlarını bulan, Muhammed bin HasenibniHeysemdir. Avrupalılar buna (Alhazem) derler. 354 [m. 965] de Basradatevellüd ve 430 [m. 1039] da Mısrdavefât etmişdir. Matematik, fizik ve tıbilmlerinde yüze yakın kitâb yazmış, eserlerinin çoğu Avrupa dillerine tercemeedilmişdir. Türkistânlı Alî bin Ebilhazm doktor idi. Tıb ilmindeki buluşlarını bildiren kitâbları, bu ilmde kıymetli kaynak olmuşlardır. Akciğerlerdeki kan deverânının şemasını ilk çizen budur. Din bilgilerinde de derin âlim idi. İbn-ün-Nefîs ismi ile meşhûr olup, 607 [m. 1210] deTürkistândaKarş şehrinde tevellüd, 687 de Mısrda vefât etdi. İslâm cerrâhlarından, meşhûr operatör Amr bin AbdürrahmânKirmânî, Endülüs hastahânelerindeameliyât yapardı. 458 [m. 1066] de orada vefât etdi. EbûBekr Muhammed bin ZekeriyyâRâzî “rahmetullahiteâlâ aleyh”, bir islâm tabîbi idi. Göz ameliyâtı yapanlardan biri idi. Yüze yakın eseri olup, (Ber-üs-sâ’), (Kitâb-ül-hâvî) ve diğer kitâbları,tıb ilmine olan hizmetinin şâhidleridir. AvrupadaRazes ismi ile meşhûrdur. 240 [m. 854] da Rey şehrinde tevellüd ve 311 [m. 923] de Bağdâdda vefât etmişdir. Tıb tahsîlini Bağdâdda yaparak, mütehassıs olmuşdur. İlâclar ve kimyâ üzerinde de kıymetli kitâbları vardır. [EbûBekrAhmed bin Alî Râzî başka olup, hanefîfıkh âlimi idi. 370 de Bağdâdda vefât etdi.] Peygamberimizin torunu hazret-i Hüseynin kızı SittiSükeynenin, islâmtabîbleri tarafından, gözbebeği çıkarılarak, tekrâr yerine konduğu, (Müncid)de yazılıdır. Meşhûr İbniHazm Alî bin Ahmed, (El-fasl) kitâbında, yer küresinin yuvarlak olduğunu ve döndüğünü âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerle, bundan dokuz asr önceisbâtetdi. Yer küresinin çapı ve güneşin irtifâ’ dereceleri Mûsâ bin Şâkirin oğulları Ahmed ve Muhammed tarafından, halîfe Me’mûnzemânındaSincâr ve Küfe sahrâlarında ölçüldü. Bu iki kardeşin yapdıkları astronomi âletleri, o zemânmüslimânların ilme ve fenne verdikleri ehemmiyyetinaçık senedleridir. Ahmed 265 de, Muhammed 259 [m. 873] da vefât etdi. Cebr ve astronomi kitâblarıRozen tarafından ingilizceyeterceme edilmiş, 1247 [m. 1831] de, arabîsi ile birlikdeLondradatab’olunmuşdur. İmâm-ı Ca’ferSâdıkın talebesi Câbir bin Hayyânın simyâ ve kimyâ üzerindeki çalışmalarını bildiren kitâbları meşhûrdur. Avrupada, liselerde, bunlar gibi dahâ nice müslimân fen adamlarının hiçbirinin ismi talebeye öğretilmiyor. İslâm memleketlerinde de müslimân çocuklarına, dedelerinin fenne olan hizmetleri bildirilmiyor. Büyük buluşları olan islâm âlimlerinin ismleribildirilmiyor. Ufacık birşey yapmış olan hıristiyanlar, fen adamı olarak övülüyor. Hindli molla Kudsî (Esrâr-ı melekût) adındaki arabca astronomi kitâbında, yer, ay, güneş, gökler, yıldızlar hakkındaki âyet-i kerîmelere, islâm âlimlerinin, vakti ile verdikleri ma’nâları bir arayatoplıyarak bugünün yeni buluşlarına tâm uygun olduğunu göstermiş, bu kitâbını sultân Abdülmecîdhâna takdîm ederek, çok makbûl olmuşdu. Elbüstânlı hayâtî zâde Halîl Şeref efendi, bu kitâbı tercemeve şerh ederek, (Efkâr-ı ceberût) ismini vermiş, bu şerh [1265] de İstanbuldabasılmışdır. Fen adamları, islâmkitâblarını okuyunca, Kur’ân-ı kerîmin, her tecribeyi, her yeni buluşu, olduğu gibi haber vermiş olduğunu görerek, hayrân kalmakdadır. Fenden ve islâmkitâblarından haberleri olmayanlar, islâm düşmanlarının, papasların yazdığı kitâbları okuyup, islâmiyyeti yanlış tanıyor ve din câhili oluyorlar. Böylece körü körüne islâm düşmanı kesilen ba’zı câhiller, kendilerine şâ’ir, gazeteci, romancı, güzel san’atcı, hattâ din adamı, islâm târîhi mütehassısı gibi ismler takarak, çok çirkin yalan, iftirâ dolu yazılarla, gençleri dinsiz yapmağa uğraşıyorlar. Kendilerini de, milleti de felâkete sürükliyorlar. Bu câhillerin bir kısmı da, birkaç fen kitâbı okuyup, kendilerini fen adamı sanıyor. Avrupadaki fen adamlarının hıristiyanlığa karşı haklı inkârlarını, i’tirâzlarını, çelik gibi sağlam olan islâm dîninebulaşdırmağa yelteniyor. Bu fen taklîdcileridüşünmiyor ki, bir fen adamı, çalışdığı fen kolunda, hattâ ihtisâsı olan branşda konuşursa, sözü kıymetli olur. İhtisâsı dışında konuşması ve hele başka işlerdeki mütehassısların sözlerine karışması, kıymetsiz olduğu kadar, gülünc de olur. Fen adamı olmak, insana, her ilmde söz sâhibi olmak salâhiyyetini vermez. İyi bir kimyâcı, herhangi bir doktorun koyduğu teşhîsi bozamaz. İyi bir avukat, herhangi bir kimyâgerin raporunda fen hatâsı iddi’â edemez. İyi bir mühendis, bir avukatın ihtisâsına nüfûz edemez. Fen adamları, kendi fen şu’belerinde ve ihtisâslarında bile, ne kadar hatâ ediyor, aldanıyorlar. Bir tarafdan maddenin, kuvvetin ve hayâtın sırlarından, bir veyâ bir kaçını çözerek, fâideli buluşlar başarırken, bir tarafdan da, öyle yanılıyorlar ki, medeniyyetin ilerlemesine, dünyâ çapında zarârlı oluyorlar. Bunun misâlleri pek çokdur. Meselâ, İngilizlerin büyük matematik âlimi olan meşhûr Newton, bir tarafdan, dahâ yirmiüç yaşında, bugünkü astronominin temeli olan, umûmî câzibe kanûnunu bularak ve kendi ismi ile anılan dürbünü keşf ve beyâz zıyânın yedi renge ayrılacağını tecribe ile isbât ederek, fen âlemine unutulmıyacakhizmetdebulunurken, öte yandan, zıyânın, ışık kaynağından saçılan zerrelerden hâsıl olduğunu söyliyerek ve aklınca isbât ederek, fizik ilminin bu kısmının senelerce ilerlemesine mâni’ olmuşdu. Sonradan, titreşim nazariyyesi kurulunca, Newtonun hatâ etdiği, kat’î anlaşıldı. Bunun gibi, bugün kimyânın babası ismi verilen ve hakîkaten, kimyâya terâzîyi sokmakla, Aristonun yanlış nazariyyelerinitemelinden yıkarak, tecribîilmlere, yeni, müsbet bir çığır açan Fransız kimyâgeri Lavoisier, birtarafdan, fennin bugünkü dereceye ilerlemesine çok hizmetde bulunmuş, bir tarafdan da, mütehassıs olduğu kimyâ ilminde öyle hatâlar yapmışdır ki, onun buluşu olduğu için kitâblara geçen, üniversitelerde okutulmuş olan bu sözleri, bugün bir orta mekteb talebesi söylerse, sınıfda bırakılır. Meselâ, klor gazına bileşik cism, bir oksid diyordu ve hâmızları [asidleri] yanlış anlatıyordu.Lavoisiernin en büyük hatâsı, doğru tecribesini, kıymetli buluşunu îzâh ederken, câhillerin ve dinsizlerin, çok eskiden beri söylemekde oldukları bir sözü tekrârlaması idi. Ya’nî, kimyâ tepkimelerinde, ağırlık değişmediğini görerek, (ağırlığın sakımı kanûnu)nu kurunca, (Tabî’atdehiçbirşey var olmaz ve yok olmaz) diyiverdi. Bunu duyan fen taklîdcileri, (Yokdanbirşey yaratılmaz.Hiçbirşey yok olmaz) diye, yaygarayı kopardılar. Fen kitâbı diye çıkardıkları sahîfeleri, bu siyâh yazılarla lekeleyip, güyâ dîni yıkıp islâmiyyeti yere serdiler(?). Îmân kal’asını uçuracak fennî bir kuvvete sâhib oldular! Hâlbuki, Lavoisier, herşeyin kimyâ ile olduğunu, Allahüteâlânın da, onun görebildiği kanûn içinde kalacağını, bu kanûndan başka hâdiseler olmadığını sanarak, bu hatâyadüşmüşdü. Lavoisier adındaki bu kimyâgerin, kimyâ olaylarında, maddenin artmadığını ve azalmadığını görmesi, (İnsanlar hiçbirşey var edemez ve yok edemez) hakîkatini meydânaçıkarmakdadır. Başka din düşmanları gibi, bu da, tecribesinden yanlış netîce çıkararak dîne saldırdı.Fekat, böylece kendini lekeledi. Çünki, bugünkü (fiziko-kimyâ) bilgisi, kimyânın ulaşamadığı atomun derinliklerine girerek, Lavoisiernin aldandığı isbât edilmiş, Einsteinın (relativitenazariyyesi), kütlenin korunması kanûnu bile modifieedilmişdir. Ya’nîdeğişdirilmişdir. Bu sûretle anlaşılmışdırki, madde, Lavoisiernin sandığı gibi, dünyânın temeli değildir. İşte fen adamları, kendi ihtisâslarında bile, böyle yanılmış ve insanlığa büyük zarârlar dayapmışdır. Bu yanılmaları, onların fen çerçevesi içindeki kıymetlerini ve ehemmiyyetleriniazaltdıdemek istemiyoruz. Onları, fâideli buluşları ile düşünerek, fenne hizmetlerini övüyoruz. Fekat, ihtisâslarında bile yanıldıklarını gösterip, fen adamının, ihtisâsı dışındaki ve hele temâmen başka, derin ve geniş olan din ilmindeki kuru düşüncelerinin, din büyüklerinin, din ilmi ile dolmuş, din zevkıile doymuş olan o hakîkî büyüklerin sözleri yanında, bir hiç olacağını göstermek istiyoruz. Hakîkî bir fen adamı, bu hakîkati pek iyi kabûl eder. Fekat para adamları, ya’nî para kazanmak, etiket kazanmak için, âdet üzere, birkaç senelik ömrünü çürütüp, birkaç şey ezberliyen fen yobazları, sinema filminden farkı olmıyan rûhsuz dimâglarındaki, birkaç basma ve komprime, silik çizgileri fen sanarak, fennin değil, cehâletin verdiği bir cesâretle ve taşkınlıkla, islâmın yüksek ilmlerine saldırarak helâk oluyor ve insanlığı ebedî felâkete sürükliyorlar. Meselâ, bir fen adamı, jeolojik tabakalar arasında bulduğu bir kemik parçasında tedkîkler yaparak, hayât üzerinde kıymetli bilgiler toplamağa uğraşırken, beri tarafdan, fen yobazları, radyodan veyâ bir broşürden bunu haber alıp, (İnsanların aslı olan maymunun kemikleri bulundu. İnsanların maymundan hâsıl olduğu hakîkat hâlini aldı) yaygarasını basıyor. Saf müslimânları aldatmağa çalışıyorlar. İngiliz fen adamı Darwinin (canlılar arasındaki hayât mücâdelesi) nazariyyesinianlamıyarak ve yanlış alarak, müslimânlığı yıkmağa bir silâh yerinde kullanıyorlar. Evet, yüz seneden beri, birkaç biyolog, hayvanlarda, kan grubları, kan benzerliği, kromozom sayıları, muhîte intibak [adaptasyon] için fizyolojik ve anatomik değişmeler, somatik değişmeler ve harâret, zıyâ, röntgen ve radium şuâ’ları ile ve ba’zı kimyâ maddeleri te’sîri ile çeşidli mutanlar meydâna gelmesi ve nihâyet paleontolojik müşâhedeler ve bütün canlılarda meios ve bunu ta’kîb eden mitoz bölünme bulunması ve ba’zı hayvanlarda körleşmiş uzvlar görülmesi [meselâ insanlarda appandis denilen kör barsak bulunması gibi] ve çok hücreli hayvanların hepsinde rüşeym [embriyon] teşekkül etmesi ve bir hayvanın, embriyon devrelerini geçirirken, çeşidli hayvan vasflarını göstermesi [meselâ insanrüşeymindepronefroz, mezonefroz, solungaç yarıkları gibi teşekküllerin görülmesi] karşısında, hayvan nev’lerinin, milyonlarca sene içinde, basîtden mükemmele doğru değişdiklerini [ya’nîevolution veyâ desendens denilen evrim bulunduğunu] zan etdi. Canlıların basîtden mükemmele doğru değişdiğini ilk yazan, Fransız doktoru Lamarckdır. Lamarck[m. 1809] da neşretdiği (Filozofi zoolojik) ismindeki kitâbında (canlıların bir asldantüreyebileceğini) yazdı. Fekat, aynı asrdaki biyologlar, Lamarckın verdiği misâllerin, hayvânların birbirlerine dönmesini değil, cânlıların, bulundukları muhîte intibâk etmelerini (adaptasyonu)göstermekde olduğunu söylediler. İkinci olarak, İngiltereli bir biyologun oğlu olan Ch. Darwin, [m. 1859] da neşretdiği (Nev’lerinmenşe’i) ismindeki eserinde, (Canlılar, bulundukları muhîte uymak için mücâdele eder. Bu hayât mücâdelesini kazananlar yaşayabilir, gayb edenler ölür. Canlıda tesâdüfen husûle gelen değişiklikler, muhîte uyarak yaşamağı te’mîn eder) dedi. Buna da çeşidlii’tirâz edildi. Hattâ, Darwin de göz, beyin gibi karışık uzvların nasıl meydâna geldiğini anlatmakdan âciz olduğunu bildirmiş, bir arkadaşına yazdığı mektûbda, (Gözün teşekkülünü düşündükce hayretimden tepem atıyor) demişdir. Üçüncü olarak, Hollandalı nebâtâtcı Hugo de Vries, bitkilerde (Saf bir nev’ içinden, tesâdüfen, diğerlerinden farklı ferdler meydâna çıkdığını, bunların yeni evsâfının dölden döle geçdiğini) görerek, buna (mutasyon) [ânî değişme] nazariyyesi dedi. Hâlbuki, mutasyonda yeni uzvlar meydâna gelmiyor. Bundan başka, göz ve beyin gibi, rüşeymin [embriyonun] muhtelif tabakalarından hâsıl olan karışık uzvların teşekkülünü, mutasyon teorisindeki tesâdüfe bağlamak mümkin değildir. Son olarak, paleontoloji mütehassısları, [ya’nî, ilk zemânlarda yaşamış canlıların iskeletlerini ve fosillerini inceliyenler], (Her nev’i canlının kendi nev’i içinde değişebildiğini, bir canlının başkanev’lere dönmediğini) kabûl etmekdedir. Meselâ, birinci zemândaki derisi dikenliler ne ise, şimdikiler de aynıdır. Derisi dikenlilerin, mutasyon ile, fıkralı [omurgalı] hâle döndüğü görülmemiş ve buna âidbir fosil bulunmamışdır. Hâlbuki, canlıların yapısında, en basîtinden, en mükemmeli olan insana doğru, düzgün bir tekâmül bulunduğunu, dahâ önce İbrâhîm Hakkı hazretleri “rahmetullahiteâlâ aleyh”, (Ma’rifet-nâme) kitâbında, misâller vererek yazmış, bunun, nev’lerin değişmesi demek olmadığını da bildirmişdi. Allahüteâlâ, maddeyi, maddedeki değişmeleri inceleyiniz, bunları sizin için yaratdım, hepsindenfâideleniniz dediği gibi, yavruların nasıl tekâmül etdiğini, hayât hâdiselerini de tedkîk ederek, hepsinin müsbet, muntazam esâslara bağlı olduğunu görüp, varlığımı, büyüklüğümü anlayınız! buyuruyor. İslâm dîninin ilme ve fenne verdiği ehemmiyyeti bilmeyen câhil fen taklîdcileri, islâmiyyetibaltalamak, Kur’ân-ı kerîme saldırmak için, fizik, şimik, biyolojik ve astronomik olaylardan, çürük düşünceler, bozuk fikrler çıkarıyor. Bu iftirâlarını, ilm, fen bilgisi diye, gençliğin önüne sürerekmüslimân yavrularını aldatıyorlar. Hâlbuki, fennin ilerlemesi, yeni yeni buluşlar, Allahüteâlânınvarlığını, bir olduğunu, kudretini ve ilmini dahâ ziyâde meydâna çıkarmakda, islâmiyyetidesteklemekdedir. Îmânımıza saldıranlara aldanmamak için, lise ve üniversitedeki fen bilgilerini iyi öğrenmek ve anlamak lâzımdır. Hakîkî fen adamları, din düşmanlarının sözlerinin ne kadar çocukca ve câhilce olduğunu hep görmekdedir. Dikkat edilirse, yukarıdaki teorilerin hiçbirinde insanın maymundan hâsıl olduğu söylenmemiş, fen adamlarının hâtırına bile gelmemişdir. Evet, paleontolojik devrlerde, canlılarda zemânla tekâmül görülmekde, fekat bu değişmeler, hernev’in içinde olmakdadır. Meselâ, dördüncü zemânın yeni tabakalarında kromanyon ismi verilen insan iskeleti bulunmuşdur. Bizim iskeletimizden farklı olduğu hâlde, paleontoloji mütehassısları bunlara, ilk insanlar demişdir. Diğer tarafdan, üçüncü zemân sonunda yaşayan, antropoid denilen ve bugünkülere benzemiyen, maymun iskeletleri bulunmuşdur. Antropoloji mütehassısları, bunların maymun olduğunu söyliyor. (Fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar ise, yapdıklarıtercemelerde,kromanyon insanına ve antropoid maymununa, insanın ceddi olan veyâ insanla maymun arasındageçid teşkîl eden fosil diyorlar. Biyologlar, insan ile hayvan arasındaki farkı, yalnız madde bakımından inceliyor. Hâlbuki, insan ile hayvanlar arasında en büyük fark, insanın rûhudur. İnsanlarda rûh vardır. İnsanlık şerefi hep bu rûhdangelmekdedir. Bu rûh, ilk olarak, Âdemaleyhisselâma verildi. Hayvanlarda bu rûh yokdur. Maddîcilerin, felsefecilerin bu rûhdan haberleri olmadığı için, insanı maymuna yakın sanabilirler. İlk insanların şekli, yapısı, maymuna benzese de, insan insandır. Çünki, rûhu vardır. Maymun ise hayvandır. Çünki bu rûhdan ve rûhun hâsıl etdiğiüstünlüklerden mahrûmdur. Görülüyor ki, insan ile hayvan, temâmen ayrıdır. Aralarında, hiçbirzemân, bir geçid olamaz, birbirine dönemez. Hâlbuki, hayvanlardan insana en yakın maymun olduğu,asrlar önce, islâmkitâblarında, meselâ İbniHaldûnun “rahmetullahiteâlâ aleyh” (Târîhi)mukaddemesinde ve (Ma’rifetnâme)ninyirmisekizincisahîfesinde yazılıdır. [Birinci kısm,otuzdokuzuncu maddeyi okuyunuz! (Behcet-ül-fetâvâ)da diyor ki, (Maymunlar, eski insanlardan maymuna çevrilenlerin soyundan değildir. Maymunların insan soyundan olduğunu söylemekyanlışdır. Çünki, insandan çevrilen maymunlar üç günden çok yaşamadı. Yok edildiler).] Bunun gibi, hâtırımıza gelen çeşidli misâllerden, ilm nâmına, fen hesâbına utanarak şunu dasöyliyelim ki, amib denilen, gözle görülmiyen bir hücreli canlılar, amitoz ile, ya’nî sitoplazma ve çekirdeği tâm ortadan ikiye ayrılmak sûreti ile ürer. Güney Amerikada bir biyolog, amibi sitoplazma ve çekirdeğini ortadan keserek, her iki parçanın yaşamağa devâm etdiğini görmüş. Bu tecribe; zâten amibin üreme tarzına uygundur. Nerde kaldı ki, bu tecribe her zemân aynı netîceyi vermez. Bunu birmecmû’ada okuyan bir matematikci, bir hesâb mütehassısı, gencleri başına toplıyarak, (Amerikada,amibler parçalanıp öldürüldükden sonra, tekrâr yaşatılıyor. Artık hayâtın sırrı çözüldü. Ölü hücrelere can veriliyor. Bunu birkaç sene evvel okumuşdum. Belki bugün dahâ ilerlemeler olmuşdur) deyip, fennin ölüleri diriltdiği, insanların (Hâşâ) ölüye hayât verdiği, o hâlde, fen ve tabî’at hâricinde, bir kuvvet, bir yaratıcı bulunamıyacağı, Allah fikrinin ilk insanlar, câhiller tarafından (Hâşâ) uydurulmuş olduğu aşılanır ve gençler aldatılmağa çalışılırsa, buna ne denilir? Dinsiz bir hesâb mütehassısının, sonsuzdan sonsuza kadar uzanan matematik sâhasında, islâmiyyetilekeliyecek bir nokta bile bulamadığı için, başka fen kollarında, anlıyamadığı hâdiselerden çıkardığı yanlış ma’nâlar ile hücûma geçmesi, ne kadar şaşılacak ve acınacak bir hâldir. Yüksek tahsîl yapan bir insanın, böyle alçak hareketleri, yüksek tahsîl ismini lekelemez mi? Alçak görgülü olan bile, bu kadar câhilce konuşur mu? Fen adamlarının tecribelerini, sözlerini işitip de, kendi kurdukları yalanları, plânları, bu sözlerle maskeleyerek, gençleri zehrlemeğe, îmânlarını çalmağa uğraşan din hırsızlarına (Fen yobazı) denir. Fen yobazlarına aldanmamalıyız! İslâm dîninden haberi olmıyan fen taklîdcileri, fen yobazları, gençleri aldatmak, dinden çıkarmak için yalan ve iftirâlarla saldırıyorlar. Din adamlarına yobaz, gerici diyorlar. Din adamları, fen düşmanıdır diyorlar. İslâm kitâblarını okuyan, islâm dîninin ileri, üstün bilgilerini anlıyan, insâflı bir fen adamı, bu yalanlara aldanmaz. Onların kötü niyyetlerini, dost görünen sinsi düşman olduklarını hemen anlar ise de, din bilgisi az olan, ana baba yuvasından bilgi almayan zevâllılar, bu alçakların tuzaklarına düşmekde, felâkete sürüklenmekdedir. Mekteb çocuklarını, (Avrupadamatba’a yapılırken, kitâblar basılırken, bizdeki sarıklı, sakallı, kara kafalılar, matba’agünâhdır, gâvur îcâdıdır diyerek yapdırmadılar. Yıllarca geri kalmamıza sebeboldular. Müslimânlık, çöl kanûnu, türklüğe çok zarârlı oldu) diyerek, dinsiz, îmânsız yetişdirmekistiyorlar. İslâm düşmanlığı aşılıyorlar. İslâmiyyete, ilm, fen, ahlâk yolundan saldıramadıkları için, böyle alçakça yalanlar düzüyorlar, körpe dimâglarızehrliyorlar. Her iftirâları gibi, bu sözlerinin de yalan olduğu meydândadır. Kara zihniyyet dedikleri islâm âlimlerinin en yüksek temsîlcileri olan Osmânlı şeyh-ul-islâmlarındanelliyedincisi, YenişehrliAbdüllah efendi “rahmetullahiteâlâ aleyh”,matba’a açmak, kitâb basmak için kendisine soruldukda, bakınız nasıl cevâbvermişdir: İbrâhîm-i Müteferrika adındaki Macar asllı bir müslimân, İstanbulda 1139 [m. 1725] de ilk matba’ayı kurmak isteyince, şeyh-ul-islâma soruluyor: (Kitâb basma san’atını iyi bildiğini söyliyen bir kimse, lügat, mantık, astronomi, fizik ve benzerleri âlet ilmlerikitâblarının harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradan kâğıdların üzerine basarak, bu kitâbların benzerlerini elde ederim dese, bu kimsenin böyle kitâb basmasına islâmiyyetizn verir mi?). Şeyh-ul-islâmAbdüllah efendi, cevâbında: (Kitâbbasma san’atını iyi bilen bir kimse, bir kitâbın harflerini ve kelimelerini birer kalıba çıkarıp, buradankâğıdlara basmakla, bu kitâbdan az zemânda kolayca, çok sayıda elde ediyor. Böylece çok ucuz kitâbyazılmasına sebeb oluyor. Fâideli bir iş olduğundan, islâmiyyet bu kimsenin bu işi yapmasına iznverir. Kitâbda yazılı ilmi bilen birkaç kişi, önce kitâbı tashîh etmelidir. Tashîh etdikden sonra basılırsa, güzel bir iş olur) buyurmuşdur. Bu cevâb, (Behcet-ül-fetâvâ) kitâbının (Hazar ve lebs) faslında yazılıdır. İslâm dîninin ilme, fenne nasıl kıymet verdiğini göstermekdedir. Matba’a 851 [m. 1447] de, makinaları ise, 1192 [m. 1778] de keşf edildi. Kâğıd 130 [m. 747] de keşf edildi. Sultân ikinci Abdülhamîd hân “rahmetullahiteâlâ aleyh” zemânında yetişen din adamlarından,AbdüllatîfHarpûtînin “rahmetullahiteâlâ aleyh”, [1330] da, İstanbulda basılan (Tenkîh-ul-kelâm fî-akâid-i Ehl-i islâm) kitâbı, fen bilgilerini ve din büyüklerinin bunlar üzerindeki sözlerini uzunbildirmekdedir. Yüzelliüçüncüsahîfede diyor ki: (Fen adamları, cismleri ve cismlerdeki olaylarıaraşdırır, inceler. Bunlar üzerinde deneyler yapar. Madde ve olayları anlar ve anladıklarını bildirir. Gördüklerinden, his etdiklerinden dışarıya çıkmazlar. Bundan dışarıya çıkan, vazîfesinin dışına çıkmış olur. His olunamıyan, incelenemiyen, deney yapılamıyan konular, fen bilgisinin dışında kalır. Böyle konularda, fen adamının sözü kıymetsiz ve ehemmiyyetsiz olur. Bir fen adamı, melek yokdurdeyince, meleğin varlığı, fen ile incelenemez, deney ile anlaşılamaz demek isterse, bu sözü, fenne uyar. Fekat, deney ile isbât edilemediği için meleğin varlığına inanılmaz demek istiyorsa, hiç kıymeti olmaz. Söyliyenin yüzüne çarpılır. Çünki, bu sözü ile, kendisi fennin dışına çıkmakda, fenneuymamakdadır. İncelemekle, deneyle varlığı anlaşılamıyan şeyi inkâr etmeğe, var olamaz demeğe kalkışmak, varlığını, fen göstermekdedir demesi kadar yersiz ve fenne aykırıdır. Rûh, melek, cin, Cennet, Cehennem gibi, fen konusu dışındaki varlıkları, madde ve olay sınırları içinde aramak ve deney ile anlamağa uğraşmak, fen adamına yakışmaz. Böyle varlıkları anlamak, mu’cizelerle, üstünlüğü belli Peygamberlere “aleyhimüssalevâtüvetteslîmât” bildirilmekle ve Peygamberlerden “aleyhimüsselâm” işitmekle olur. Böyle bilgilere, (Ulûm-i nakliyye) denir. Bunlara, (Fen bilgisi) veyâ (Ulûm-i akliyye) denmez. Bu bilgileri, fen yolu ile anlamağa kalkışmak, ekmeği kulağına götürmeğe, kulakla yimeği istemeğe benzer). [Kendilerine müslimân deyip, sarık saran, nemâz kılanba’zı (fen taklîdcileri), ya’nî (Zındık)lar, böylece cinnin var olduğuna inanmıyor. İnsana cin çarpması, masaldır. Fen asrında, böyle hurâfelere inanılmaz diyor. Cin hakkındaki âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflere, yanlış ma’nâlar veriyor.] Kur’ân-ı kerîmdeki, fen ile anlaşılabilen bilgileri anlatan âyetlere, fen bilgilerine, fenne uygunma’nâ vermek câiz ve lâzımdır. Bu ma’nâları da, ancak islâm âlimleri, ya’nî fen bilgilerinde mütehassıs ve dinde müctehid olan büyükler, müfessirler verir. Fen taklîdcileri, Kur’ân-ı kerîmema’nâ veremez. Bunların Kur’ântercemelerine kıymet verilmez. Fennin, tecribenin dışında olan, fen ile ilgisi olmıyan âyet-i kerîmeleri, fen bilgilerine uydurmağa kalkışmak, Selef-i sâlihînin tefsîrlerinideğişdirmek, büyük suç olur. Böyle tefsîr ve terceme yapanlar, kâfir olur. Yetmişüçüncüsahîfede diyor ki, (Gök dürbünleri yapılınca görülen yıldızlar ile, mikroskopla görülen küçük varlıklar, dahâ önceki zemânlarda görülemiyor, varlıkları bilinmiyordu. O zemângörülemediği için, bu varlıklara yok demek, yanlış, haksız olduğu gibi, fen adamlarının, bugünkü fen âletleri, fen bilgileri ile anlıyamadıkları şeyleri ve hele, fen, madde bilgisi sınırları dışındaki varlıkları inkâr etmesi, yok demesi de, yersiz ve haksız olur. Fenne uymıyan bir söz, bir câhil sözü olur). Velhâsıl, hakîkî fen adamları, her zemân, islâm dînine âşık olmakda, fen taklîdcileri ise, dîni ve dünyâyı anlıyamıyarak, maddî ve ma’nevî kıymetlere saldırıp, nihâyet göçüp Cehennemegitmekdedirler. Kur’ân-ı kerîm hakkında batılı meşhûr bilginler, edîbler hayrânlıklarını dâimâ açıklamışlardır. Dünyânın sayılı edîblerinden Goethe, Kur’ânın yalan yanlış Almanca tercemesini bile okudukdansonra: (İçindeki ifâdelerin büyüklüğü, haşmeti karşısında hayrân kaldım) demekden kendinialamamışdır. İngiliz râhibi Beowort-Smith, (Muhammed ve Muhammede bağlı olanlar) adlı eserinde: (Kur’ân,üslûb temizliği, ilm, felsefe ve hakîkat mu’cizesidir) demekdedir. Kur’ân-ı kerîmi İngilizceyeterceme eden Arbeyrry ise: (Ne zemân ezân dinlesem, bana bir mistik müzik gibi te’sîr eder) demekdedir. MarmadukePisthall ise, Kur’ân-ı kerîm için: (En taklîd olunamaz senfoni, en sağlam bir ifâde, insanları ağlamağa veyâ coşdurmağa sevk eden bir kudret) ifâdesini kullanmışdır. Bunların yanında birçok batılı filozoflar, yazarlar, ilm ve siyâset adamları, Kur’ân-ı kerîmden, büyük bir takdîr ve büyük bir hayrânlıkla bahsetmekdedirler. Lamartine bile Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” için, (Filozof, hatîb, Peygamber, kumandan, yeni doğmalar koyan, muazzam bir İslâm Devleti kuran adamdır. İnsanların büyüklüğünü ölçmek için kullandıkları bütün mikyâslarla ölçülsün, acabâ ondan dahâ büyük bir insan var mıdır? Olamaz!) demekden kendini alamamışdır. Gibon, (Roma İmperatorluğunun çökmesi ve yıkılması) adlı eserinde, İslâm dîni ve Kur’ân-ı kerîm hakkında şunları söylüyor: (Kur’ân-ı kerîm, Allahın birliğini isbât eden en büyük eserdir). Amerikan astronomi uzmanı Michael H.Hart, Hazret-i Âdemden bugüne kadar gelen bütün büyük insanları birer birerinceliyerek, bunların içinden 100 dânesiniayırmakda, bu 100 kişi arasında, en büyüğü olarak Peygamberimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” göstermekdedir. (Onun kudreti, kendisine Allah tarafından vahy edildiğine inandığı, muazzam eser, Kur’ândan geliyor) demekdedir. Amerikan Chicago Üniversitesi profesörlerinden, tanınmış psikoanaliz uzmanı Jules Masserman1974 yılının 15 Temmuzunda yayınlanan “Time” mecmû’asının özel nüshasında, (Büyük liderler nerede?) başlığı altında, târîhde şimdiye kadar gelip geçmiş olan önderleri incelemekde, bunlarınpsikoanaliziniyapmakda ve bu liderlerin en büyüğünün Muhammed aleyhisselâm olduğunubildirmekdedir. Dünyânın en büyük tabî’î ilmler âlimlerinden biri olan Max Planck, 1858 yılında AlmanyadaKielşehrinde doğdu. İlk profesörlüğünü Kieldeyapdı ve ondan sonra 1889 da Berlin Üniversitesinde çalışmağa başladı. Berlindekifeâliyeti 30 sene kadar sürdü. 1947 de vefât etdi. Max Planck, özellikle Işıldama ile meşgûl oldu. En büyük buluşu, atomlardan çıkan enerji ışınlarının paketler (kvant) hâlinde yayıldığını meydâna çıkarması oldu. Planck, bu buluşuna (Kvantlar Teorisi) adını verdi ve meydâna gelen enerjiyi hesâbladı. (Kvantlar Teorisi formülü: E=h.v olup, E, meydâna gelen enerjiyi Erg olarak belirtir. v ölçülen dalganın frekansıdır, h ise, Planck sâbitesi adını alan bir rakamdır ve 6,624.10-27 ye eşitdir. Böylece herhangi bir enerji dalgasının frekansı ile bu rakam çarpılacak olursa, enerjiyi yukarıda söylediğimiz gibi, Erg cinsindenhesâblamak kâbildir.) Bu buluşu, ona 1918 de fizik nobel mükâfâtını kazandırdı. Max Planck diyor ki: Gerek din ve gerek tabî’î ilmler, üzerimizde kendisine erişmek kâbil olmıyançok muazzam bir kudret bulunduğunu, bu kudretin dünyâyı kurduğunu ve ona hükmetdiğini ortayakoymakdadır. Ancak bu kudreti îzâh husûsunda kullandıkları dil, birbirinden farklıdır. Fekat her iki îzâh tarzı ayrı bile görünseler, hakîkatde, birbirinin aynıdır. Bu iki îzâh birbirine zıd değildir. Bil’akisbirbirini temâmlarlar. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bu âlemi ancak mâhiyetini hiç bir zemânanlıyamıyacağımız, insanların hiç bir zemânerişemiyecekleri bir kudretin yaratabileceğini kabûl ederler. Bu muazzam kudretin bütün azametini biz bilemiyoruz ve hiçbir zemânbilemiyeceğiz. Onun kudretinin ancak en küçük bir parçasını ve dolaylı olarak öğrenebiliriz. Din, bu kudreti ve yaratıcıyı tanımak ve insanları Ona yaklaşdırmak için kendine mahsûs akla hitâbeden semboller kullanır. Tabî’î ilmler ise, bu kudretin tanınması için ölçü ve formüllerdenfâidelenir. Hâlbuki, bu iki yolu birleşdirecek olursak, asl o zemân bu yaratıcının ne büyük bir kudret sâhibi olduğu meydâna çıkar ve dînin Allahı ile tabî’î ilmlerin bu kudretin ancak küçücük bir kısmında yapdığıaraşdırma, ölçme ve formüller, Onun zâtını ve büyüklüğünü meydâna koyar. Din ile tabî’î ilmlerikarşılaşdıracak olursak, hiç bir yerinde bunların birbirinden aykırı bir bilgi vermediğini görürüz. Gerek din, gerek tabî’î ilmler, bir muazzam yaratıcı olmadan bu dünyânınkurulamıyacağını kabûl ederler. Tabî’î ilmlerin bulduğu bütün yenilikler, bu muazzam yaratıcının varlığı ve büyüklüğü hakkında birer vesîkadır. Din ile tabî’î ilmler arasında hiçbir fark yokdur.Ba’zılarının sandığı gibi, tabî’î ilmlerintutduğu yol ayrı değildir. Bugün ne yazık ki, ba’zı insanlar, tabî’î ilmlerin artık din ile hiçbir ilgisi kalmadığını sanırlar. Hâlbuki bu, çok yanlışdır. Yukarıda îzâhına çalışdığım gibi, tabî’î ilmler, bil’akis dîni inanç ve düşünceleri takviye ederler. Târîhe bakılacak olursa, dünyâya gelmiş olan büyük tabî’î ilm bilginlerinin dîne çok bağlı oldukları görülür. Leibniz, Newton, Kepler çok dindâr insanlardı. Esâsen o zemânlar tabî’î ilmaraşdırmaları, ancak kiliselerde, karanlık dünyâların izbelerinde, râhiblerin evlerinde yapılırdı. Ancak yavaş yavaşlaboratuvarlar, çalışma enstitüleri, üniversite ilm merkezleri kuruldukdan sonra, din adamları ile tabî’î ilmler bilginleri birbirlerinden ayrıldılar ve ayrı çalışma üsûlleri tatbîke başladılar.Zemânla bunların çalışma metodları birbirinden çok ayrılmış gibi göründü ve bunlardan beklenenler birbirinden farklı sanıldı. Hâlbuki, bu iki yol, ayrı ayrı istikâmetlere doğru birbirinden ayrılan, başkabaşka yerlere sapan iki yol değildir. Bil’akis birbirine temâmiyle paraleldir. Aynı gâyeye doğru giderler ve nasıl ki, paralel hatlar sonsuzda birbiriyle birleşecekler ise, din ile tabî’î ilmler de, esâs gâye sonsuzunda birbiriyle kucaklaşacaklardır. Yukarıdaki yazılar, MaxPlanckın, (Der Stromvon der AufklärungbiszurGegenwart) kitâbındanalınmışdır. Kültürlü insanlar, insafla düşündükleri zemân, Allahüteâlânın varlığına inanmak mecbûriyyetindekalıyorlar. Doğru dürüst yapılmayan Kur’ân-ı kerîm tercemelerinden bile, hakîkî dînin islâmiyyetolduğunu i’tirâf ediyorlar. Tercemeler, hiç bir zemân, aslına uygun olamaz. Bu bakımdan islâmiyyetiincelemek isteyen yabancılara, islâm âlimlerinin “rahmetullahiteâlâ aleyhim ecma’în” (Akâid)kitâbları tavsiye edilmelidir. * YUKARIDAKİ BİLGİLER SE’ÂDET-İ EBEDİYYE KİTABINDAN ALINMIŞDIR
İLİM SİLÂH GİBİDİR
.İlim silâh gibidir, kullanmasını bilmeyene zararı olur. Düşmanın elinde zararı, dostun elinde faydası olur. İlim yağmura da benzer. Yağmur, temiz olarak yağar, bitkilerin kökleri bu suyu emer, kendi vasfına çevirir. Aynı yağmur suyu, biberi acılaştırırken, karpuzu tatlılaştırır. Temiz olan ilim de, kibirliyi azdırır, mütevazınıntevâzuunu artırır. “Malın azdırdığı gibi, ilim de azdırabilir” buyurmuşlardır. Az da olsa, bir şey bilen insan, cahilleri görünce, ‘ben onlar gibi değilim’ diye kendini beğenir. İlim sahibi de, ekseriya, kendini cahilden üstün görür. Âlim, kibirden kurtulmak için şu iki şeyi bilip, ona göre amel etmelidir: Birincisi: Bilmeli ki, âlimin mesuliyeti daha fazladır. Çünkü, günah olduğunu bilerek isyan eden ile, bilmeyerek o günahı işleyenin cezası bir olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan daha önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) (Kıyamette bir din adamı cehenneme atılınca, ona, “Niçin bu azaba düştün” derler. O da, “İnsanlara, günahtır, yapmayın der, kendim yapardım. Şu ibadeti yapın der, kendim yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum” der.) (Kıyamette en çetin azap, ilmi kendine fayda vermeyen din adamına yapılacaktır.) (Cehennemde bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. Kim oldukları sorulunca “Din adamı idik. Bildiklerimizi yapmazdık” derler.) (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisi, âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür.) (Bir zaman gelir, âlimler fitne çıkarır, cami ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim bulunmaz.) İblis de âlim idi. Fakat ilmi ile amel etmedi. Dağda kalan kimsenin yanında, çeşitli silâhlar bulunsa, bunları kullanmasını iyi bilse ve çok cesur olsa, kendine hücum eden aslana karşı kullanmadıkça, bu silâhların faydası olmaz. Bunun gibi, bir kimse yüz bin dini mesele öğrense, bunları kullanmadıkça faydalarını görmez. Bir hasta, derdine en faydalı ilâcı bulsa, kullanmadıkça faydasını görmez. İlmi, mala ve mevkie alet etmek uygun değildir. İlmin bunu yasakladığını bildiği hâlde, ilme uymamak büyük vebaldir. Allahüteâlânın kıymet verdiği ve her şeyin en şereflisi olan ilmi, mal, mevki kapmaya ve başa geçmeye vesile edenlere, bu ilim zararlı olur. Hâlbuki, dünyaya düşkün olmak, Allahüteâlânın hiç sevmediği bir şeydir. O hâlde, Allahüteâlânın kıymet verdiği ilmi, Onun sevmediği yolda harcetmek, çok çirkindir. Bilip de amel etmeyenler, Cuma suresinde eşeğe, A’râf suresinde ise köpeğe benzetilmiştir. Bir âlim, kendini cahilden üstün görmeye başlarsa, içinde bulunduğu bu büyük tehlikeyi düşünmesi gerekir! Bunu düşününce, tehlikeyi anlar. Bu âlim, hayatı tehlikede olan hükümdar gibidir. Hükümdarı yakalayıp öldürecekleri zaman, “Keşke bir hizmetçi olsaydım da bu tehlike ile karşılaşmasaydım” der. Nice âlimler var ki, kıyamette, ilmi ile kibirlenmenin cezasını görünce, keşke cahil olsaydım diyecektir. İkincisi: Kibrin büyük günah olduğunu, insan, nefsini ne kadar aşağılarsa, Allahüteâlâ indinde kıymetinin o kadar yükseleceğini, kendine kıymet verenin, Allah katında kıymetinin olmayacağını bilmesidir. İlmi olduğu hâlde, kibrin zararını bilmeyene âlim demek yanlış olur. İnsanın ilmi arttıkça, Allahtan korkması da artar, günah işlemeye cesaret edemez. ** YUKARIDAKİ YAZILAR 27.HAZİRAN.2000 TARİHLİ TÜRKİYE GAZETESİ’NDEN ALINMIŞDIR. **
.İNSAN ve MEDENİYET
.Yeni bir insan kimliği oluşturmak çağın ihtiyacı olarak görünüyor. Bütün toplumlar, kendi insanına yeni ve yeterli bir kimlik kazandırmanın yoğun çabası içindedir. Yirminci asrın ekonomik, siyasî ve sosyal alanda davet ettiği problemler, insan konusunda yeni arayışların kaynağını oluşturuyor. Çünkü, geçtiğimiz asır her alanda insanı ezdi ve araç haline getirdi. Halbuki insanın araç olmaktan çok, amaç alınması gereken bir mahiyeti var. Gerçekten, tabiata ve hayata önyargısız bir nazarla baktığımız zaman, her şeyin insan için varolduğu, insanın her şeyin merkezinde ve yönetiminde bulunduğu bir realite olarak karşımıza çıkıyor. Bu realite, çağdaşlaşma ve medenileşme çabaları ile yakından ilgili olmak zorundadır. Yani, çağımızın uygarlık çabaları insan gerçeğini göz ardı etmeden yürütülmeye muhtaçtır. Bu açıdan bakıldığında insan ile medenî hayat arasında zorunlu bir bağ bulunuyor. İnsan ve medeniyet kavramları arasında ilginin niteliğini Bediüzzaman’ın su ifadelerinde görmek mümkündür: “Medeniyet, insanın terakki ve tekemmülüne ve mahiyet-i nev’iyesinin kuvveden fiile çıkmasına hizmet” etmelidir. Başka bir ifadesinde “medeniyet umumun malıdır” diyerek ona evrensel bir anlam ve misyon yükleyenBediüzzaman, uygarlığı, insanın maddî ve manevî alanda yücelmesi ile sorumlu görmekte, insanın gerçek kimliğinin medeniyet ile ortaya konabileceğini dikkate vermektedir. Çağımızda bir yanda insanin maddî araç konumuna indirgenmesi, diğer yanda da bunu kabullenmeyen insanın bütüncül mahiyet ve realitesi, uygarlığın evrensel anlamı ile çelişmekle kalmıyor, kimlik çatışmasını da beraberinde getiriyor. Yirminci asrın insanı, hayatın merkezindeki konumundan uzaklaştırıldığı ve insanî niteliklerinden soyutlandığı ölçüde çözemeyeceği problemlerle baş başa kaldı. Hayatın ağır yükü altında âdeta ezildi. İnsan ruhunu ihmal ve duygularını inkâr niteliği taşıyan bu anlayış, çok geçmeden hem fizikî alanda, hem de manevî alanda olumsuz sonuçlarını vermekte gecikmedi. Emeğin istismarından, baskı altında yönetilmeye, inançların horlanmasından salgın hastalıklara kadar her türlü olumsuzluk, geçtiğimiz asır insanıyla özdeşleşen olgular olarak gündemimize girdi. Yeni bir asra girildiğine göre, zaman biriminin yeni olması acaba bu problemlerin geride kaldığı anlamına gelecek midir? Şüphesiz ki, hayır. Çağdaş uygarlık adına insanın mahiyetine, kabiliyet ve istidadına uygun yöneliş ve eğilimler geliştirilemezse, aynı olumsuzluk ve mutsuzlukların artan bir hızla devamı kaçınılmazdır. İnsanı anlama ve tanıma amacının evrensel boyutuyla gündemimizde yerini alması bugün bütün toplumların ortak kaygısı olması gerekiyor. Ferdî öne çıkarma ve insan hakları gibi kavramların ısrarla seslendirilmesine bakılırsa, bu kaygı dünya ölçeğinde paylaşılıyor. Fakat, insanı, gerçek “insaniyet” konumuna getirici çabaların yeterli düzeyde olduğu, yine de söylenemez. İnsanın eğitim ve gelir seviyesinin yeterli olması medeniliğin ön şartıdır. Eğitim seviyesi yüksek, millî gelir şartları iyi olan toplumların insana gereken önemi verdiği söylenebilir. Maddî şartların iyileştirilmesi, işin ihmal edilemeyecek yönüdür. Fakat, bir o kadar ve belki daha önemlisi, “insanın mahiyet-i neviyyesininkuvveden fiile çıkarılması”dır. Başka bir ifade ile insanlık seciye ve meziyetlerinin hayata geçirilmesidir. Erdem ve ahlak değerlerinin insana kazandırılmasıdır. Günümüzde medeniyetin aksayan ayağı, tekleyen yönü ne yazık ki, bu konudaki eksikliklerdir. İnsan kalitesini artırma ve ona fıtratına uygun bir cereyan verme anlayışı, artık günümüzde ilginin ötesinde saygı gören bir tutum olması gerekiyor. Toplumlar ve bilhassa yönetimler, insana verdiği değerle ölçülür hale gelecektir. Bunun içindir ki, insana değer verme, haklarına saygı göstermede ortak ve evrensel bir irade oluşmaktadır. Fakat bu iradenin gereklerini yapma konusunda ortak ve artan çabaya büyük ihtiyaç vardır. Dünyanın genel gidisi üzerindeki bu olumlu yaklaşımları gölgeleyen tabloların küçümsenemeyecek boyutlarda olduğu da ayrı bir gerçektir. Bugünün dünyasında günlük 1 dolarlık asgari ve zaruri tüketim maddelerini bulamayan bu yüzden açlık ve sefalet sınırlarında yasayan yüz milyonlarca insan var. İnsan hayatının hiçe sayıldığı, can güvenliğinin bulunmadığı köşeler hiç de az değil. Bütün uluslararası çabalara ve ortak iradeye rağmen siyasi görüş ve inançları sebebiyle horlanan insanların sayısı görmezden gelinemeyecek boyutlardadır. Bu konularda insanlığa, hukuka ve ahlâka aykırılıkları denetlemeye uluslararası iradenin gücü, yeterince yetmiyor. Önümüzde insanın maddî ve manevî kişiliğinin korunması ve geliştirilmesi konusunda ciddi bir sorumluluk vardır. İnsan hayatını ihmal ve istismar eden tutumların devamına meydan vermeme çabasını içtenlikle göstermek durumundayız. Bunun için ilk ihtiyaç, insan sevgi ve saygısı ile süslenmiş ahlâkî erdemdir. Çağdaş medeniyetin ayıp ve zaaflarından kurtularak bu sahada kendisini kanıtlaması zamanıdır. Siyasî kültür ve hukukî normlar böyle bir erdem üzerine temellenirse, gündemdeki pürüzleri asmak ve insaniyete lâyik bir hayat kurmak mümkün olabilir. Bu gerçeği görmeyen ve kabullenmeyen yaklaşımlar yüzeysel ve şekilci kalacaktır ve çözüm de üretemeyecektir. Bunun içindir ki, medeniyeti insan sevgisi ve saygısı üzerine yapılandırmak bir görevdir.BediüzzamanSaidNursi, yaklaşık bir asır önce, 1900’lü yılların balinada “Medeniyet hubb-u insaniyeti ister” diyerek, çağdaş medeniyetin insan sevgi ve saygısı üzerine kurulması gerektiğini vurgulamıştı. Ne var ki, 20. asır bunun gereğini yapamadı. Sevgiden ziyade husumeti besledi. Başta savaşlar olmak üzere ekonomik ve siyasî üstünlük arayışları makro ve mikro alanda insanlığı derinden derine taciz etti. İnsaniyet damarları tıkalı böyle bir medeniyet, “uygarlık” diye isim değiştirerek geçen asrin yeni çağa mirası olmamalıdır. * Makale : Sefa MÜRSEL * YUKARIDAKİ YAZILAR ZAFER DERGİSİ’NDEN ALINMIŞDIR.
.KUTUP YILDIZI
.§ Gök yüzüne serpilmiş olan gök cisimlerinin, gök kutuplarından geçen bir eksen etrafında topluca yapmış olduğu dönme hareketine, gök cisimlerinin günlük hareketi denir. Her gün gök cisimleri Güneş gibi doğmakta, ortak bir eksen etrafında birer çember yayı çizmekte, meridyenimiz üzerinde en yüksek noktasına ulaşmakta ve sonra yeniden alçalarak batmaktadır. Güneş, Ay ve gezegenler de tüm yıldızlar gibi biraz farklılık göstermekle birlikte, bu toplu harekete katılmaktadırlar. Yüzyıllar boyu, bu hareketin Yer küre ile bir ilişkisi olmadığı, bütün gök cisimlerinin Yer çevresinde dolandığı düşüncesine inanılmıştır. On altıncı yüzyıl başlarında, G. Galile, bu görüşün doğru olmadığını, dünyanın döndüğünü söylediği için cezalandırıldı. 1851 ‘de Fransız fizikçi L. Faucault sarkaç deneyleri ile Yer’in döndüğünü kanıtladı. Dönen ister Yer küre, isterse gök küresi olsun, bu dönmenin bir ekseni vardır. Bu eksenin yer küreyi deldiği hayalî noktalara Yer’in, göğü deldiği noktalara da göğün kutupları denir. Göğün kutuplarından biri, bizim ülkemizden de görülür ve Küçük Ayı takım yıldızının en ucunda bulunan Demir Kazık yıldızı veya Kutup yıldızı olarak tanıdığımız yıldızın çok yakınında bulunur. Buna kuzey kutup, diğerine de güney kutup denir. Kuzey yarım küreden, Kutup yıldızı sabit bir yıldız olarak görülmekte ve onun yöresinde bulunan diğer yıldızlar, onun çevresinde dolanmaktadır(*).
§
§ Dünya üzerindeki belirli bir noktadan bakıldığında, yılın değişik zamanlarında gökyüzünde değişik takımyıldızlar görülür. Bu, Dünya’nın Güneşin çevresinde dolanmasından kaynaklanır. Yılın bir bölümünde görülebilen bir takımyıldız altı ay sonra görünürde Güneşe daha yakın bir konuma geldiği için geceleri görünmez olur. Bazı takımyıldızlar yalnızca kuzey yarıküreden, bazıları ise yalnızca güney yarıküreden görülebilir. Örneğin, Büyükayı güney yarıküreden, buna karşılık Güneyhaçı da kuzey yarıküreden görülemez.
Her takımyıldızda belirli özellikleriyle öbürlerinden ayırt edilebilen bazı yıldızlar vardır. ... En iyi tanınan takımyıldızlardan biri Büyükayı’dır (Ursa Majör). Bu takımyıldızdaki en parlak yedi yıldızın düzeni çok çeşitli cisimlere benzetilmiş, bu nedenle de takımyıldıza bugüne kadar Saban, Araba, Yedi Öküzler ve Büyük Cezve gibi çeşitli adlar verilmiştir. Cezvenin sapından en uzaktaki iki yıldıza “İşaretçiler” denir, çünkü bunlar bir çizgiyle birleştirildiğinde Kutup Yıldızını gösterirler.
Orion takımyıldızı genellikle bir avcı olarak çizilmiştir; takımyıldızının üç parlak yıldızı bu avcının kuşağını oluşturur. kuzey yarıküreden bakıldığında bu kuşağın üzerinde kalan parlak,sarımsı kırmızı yıldıza İkizlerevi ya da Elcebbar denir; bu yıldızın Latince adı α Orionis ya da Orion’un α yıldızıdır. Kuşağın altında kalan parlak, beyaz yıldız Ayak (Rigel) ya da β Orionis’tir. güney yarıküreden bakıldığında İkizlerevi ile Ayak’ın konumları bunun tam tersidir.
Avcının iki köpeği vardır; bunlardan büyük olanının adı Büyükköpek (Canis Majör), küçüğünkü ise Küçükköpek’tir (Canis Minör). Büyükköpekteki en önemli yıldız, görebildiğimiz bütün yıldızlardan biri olan Akyıldız yada Latince adıyla Sirius’tur (astronomi de α Büyükköpek).
Orion’un yakınında, burçlar kuşağı takımyıldızlarından İkizler (Gemini) yer alır. İkizler’deki en parlak iki yıldız, adlarını Yunan Efsanesinde Zeus’un Ölümsüzlük verdiği oğulları Kastor ve Polydeuskes’ten (Polluks) alan Kastor (astronomide α İkizler) ve Polluks’tur (β İkizler).
Burçlar kuşağının bir başka takımyıldızı, Herakles’in öldürdüğü Nemeia aslanı olduğu varsayılan Aslan’dır (Leo). Aslan’ın en parlak, yani α yıldızı Regulus’tur. Kutup Yıldızının yakınlarındaki Ejderha ya da Latince adıyla Draco takımyıldızı da, adını Herakles’in bir başka kurbanlarından, Hesperidler’in bahçesindeki altın elmalı ağaca bekçilik ettiği kabul edilen ejderha dan alır. Ejderhanın yakınlarında , Çoban (Boötes) takımyıldızı ve bunun parlak, turuncuya çalan kırmızı α yıldızı Arktürüs bulunur.
Orion’u öldüren akrep, Akrep (Scorpius) takımyıldızı olarak görünür. Bunun orta yerinde, bilinen en büyük yıldızlardan biri olan, kırmızımsı renkli Akrep Yüreği ya da Latince adıyla Antares (α Akrep) yer alır. Bu yıldız Güneşten yüzlerce kez daha büyüktür.
Kutup Yıldızı’nın (Polaris) belirlediği Kuzey Kutbu’na en yakın noktadaki en parlak yıldız, Çalgı (Lyra) takımyıldızının α yıldızı olan Vega’dır. Vega’nın yakınında çok soluk bir başka yıldız daha gözükür; ama, bu iki yıldız gerçekte birbirlerine yakın değildirler ve yalnızca Yer’den bakıldığında böyle görünürler.
Perseus’un deniz canavarından kurtardığı karısı Andromeda ve onun annesi Kassiepeia ile babası Kepheus’un adları da takımyıldızlara verilmiştir. Türkçe’de bu takımyıldızlar, sırasıyla Perse (Perseus) ya da Kahraman, Andromeda, Koltuk (Cassopeia) ve sefe (Cepheus) adlarıyla bilinir. Koltuk, Kutup Yıldızı’na göre Büyükayı ile bakışımlı bir konumda bulunduğu için Kolayca tanınabilir. Bu takımyıldızın büyük bir W oluşturan beş parlak yıldızı vardır. Perse’nin β yıldızı Umacı’dır (Algol). Bu yıldıza Algol ya da Türkçe karşılığıyla Umacı adının verilmesi, belki de onun her zaman aynı parlaklıkta olmadığının keşfedilmesinden kaynaklanmıştır. Umacı, üç günden biraz kısa ve düzenli aralıklarla soluklaşıp yeniden eski parlaklığına döner. Bunun nedeni [sebebi], Umacı’nın aslında tek bir yıldız değil, birbirinin çevresinde dolanan ve biri ötekinden çok daha soluk iki yıldız olmasıdır; soluk olan, parlak olan ile Yer’in arasından geçerken öbürünü örter ve parlaklığının azalmasına yol açar.
Güney gökkürenin küçük, ama en ilginç takımyıldızı, Güneyhaçı ya da Latince adıyla Crux ya da Crux Australis’tir. (Crux sözcüğü Latince’de “haç”, autralis ise “güney” anlamına gelir.) Güneyhaçı, güney gökkutbuna oldukça yakın bir bölgede yer alır. Güneyhaçının en parlak ve yıldızları güney gökkutbunun yerini gösterir. Bu iki yıldız, ilk Avrupalı kâşiflere güney denizlerine inme cesaretini veren bir kılavuz işlevi görmüştür.
Yıldızlar ormanına girecek olursak, öyle sürprizlerle karşılaşabiliriz ki! Yandan bakıldığında yamyassı bir yük arabasını andıran Büyükayı, birbiriyle hiç ilgisi olmayan yıldızlardan meydana gelir. Sağ altta bulunan Merak, bize, üstteki komşusu Dübb’den çok daha yakındır. Ve bunların her ikisi de, arabanın başındaki yıldızdan, Alkaid’den pek uzak olan yıldızlardır.
Eğer gökyüzünün bu uzak yıldızlarından birine kadar gidebilip de oradan geriye dönüp bakmış olsaydık, o zaman karşımıza, bizim gökyüzümüz kadar uzak bir gökyüzü çıkardı. Ve bu gökyüzünde bizim Güneşimiz, bir takımyıldız üyesi olarak görünürdü. Çünkü biz, gökyüzünün dışında değil içindeyiz.
Kutup Yıldızı, Küçükayı Takımyıldızının en parlak yıldızıdır. Kutup yıldızı aslında üçlü bir yıldız grubudur; bunlardan Polaris dışındaki öbür ikisi de çıplak gözle görülebilir; bu iki yıldızdan daha parlak olanı ise bir çiftyıldızdır, yani birbiri çevresinde dolanan ikili bir yıldız sistemidir. Ama bu çiftyıldızı oluşturan yıldızlar, ancak bir spektroskopla incelendiğinde birbirinden ayırt edilebilir. Astronomlar, bu aygıtta gözlenen Doppler etkisi sayesinde nasıl dolandığını belirlerler.
Kutup Yıldızı her zaman Polaris değildi. Dünyanın ekseni her 26 bin yılda bir uzayda bir tam daire çizer; astronomide bu olaya yalpalama denir. Yalpalama nedeniyle [sebebiyle] Dünyanın ekseninin yönü değiştiğinden, zaman zaman başka yıldızlar Kutup Yıldızı durumuna gelir. Yaklaşık 12 bin yıl önce Kutup Yıldızı, Çalgı Takımyıldızındaki Vega adlı yıldızdı. Polaris’ten çok daha parlak bir yıldız olan Vega, yaklaşık 12 bin yıl sonra yeniden Kutup Yıldızı olacaktır.
Güney yarıkürede, Kutup Yıldızı’nın karşılığı olacak herhangi bir “Güney yıldızı” yoktur. Güney gökkutbu günümüzde, pek göze çarpmayan bir takımyıldız olan Sekizlik’in içinde yer alır. Güneyhaçı takımyıldızı, Güney Kutbu’nun yönünü gösterir.
Kutupyıldızı’nın kuzey yönünü göstermesinden başka bir özelliği yoktur. Çok ışıklı değildir; üstelik eğer Küçükayı takımyıldızına ait olmasa ve insan gözünün gökyüzünde kolayca seçebileceği Büyükayı’nın komşusu olmasa, bu yıldızın gökküredeki yeri hemen farkedilemez.
Onu ararken önce Büyükayı’nın yeri saptanırsa Kutupyıldızı’nı bulmak kolaylaşır. Ancak bu noktaya dikkat etmek gerekir: Kutupyıldızı, Yer’in ekseni doğrultusunda bulunduğuna göre yerinden kımıldamıyormuş gibi gözükür ama; çevresindeki diğer bütün yıldızlar, dünya onların altında döndüğü için, onlar da Kutupyıldızı’nın etrafında dönüyormuş gözükürler. Bir dolanım 24 saat sürer. Demek ki Büyükayı, gece süresince, saatine göre Kutupyıldızı’nın çevresinde değişik bir yerde olacaktır. onu bulmak için gereğinde baş aşağı bakmak zorunda kalırız.
Kutupyıldızı’na gelince: onun da hiç yerinden oynamadığını söyleyemeyiz. Kuzey yarımkürede yolculuk yaparken kutba ya da ekvatora yaklaşırsak, bu yıldızın da gökyüzünde başucu noktasına kadar yükseldiğini ya da ufuk çizgisine kadar alçaldığını farkederiz. Ekvator çizgisini aşarsak Kutupyıldızı da gözden kaybolur. O zaman yön tâyini için başka yıldızlardan, örneğin güneyi gösteren Güneyhaçı takımyıldızlarından yararlanmalıyız.
Güneyhaçı çok ışık saçar, gökyüzünde yeri kolayca bulunur, ancak yakınında hemen hiç parlak yıldız bulunmayan asıl güney noktasından oldukça uzaktadır. (Bu yarım küredekiler, bu konuda bizler kadar talihli değillerdir.)..
Kutup yıldızı sanıldığının aksine gökyüzündeki en parlak yıldız ya da Dünya’ya en yakın yıldız değildir, parlaklığı 1.97 kadir olup bizden 431 ışık yılı uzaklıkta sıradan bir yıldızdır. Bunun yanında kutup yıldızı aslında üç yıldızdan oluşan bir sistemdir. Ortak kütle merkezleri etrafından dönen bu yıldızlardan diğer ikisi ancak teleskoplarla görülebilir. Cepheid tipi değişken bir yıldız olduğu bilinen kutup yıldızının Hipparcos uydusu tarafından parlaklığının 3.97 gün aralıkla yüzde bir kadir değiştiği gözlenmiştir.
Gökyüzünü sonsuz yarıçapa sahip dev bir küre gibi hayal ederek Dünya’nın kutup noktasını bu küre üzerindeki izdüşümünü aldığımızda gökyüzünün kutbunu buluruz. Polaris bu noktaya çok yakın olduğundan dolayı biz onu kutup yıldızı olarak adlandırıyoruz. Fakat bu hep böyle kalmayacak. Dünya kendi ekseni etrafında dönerken tıpkı çocukluğumuzda fırlattığımız topaç gibi hareket eder. Kendi etrafında dönerken aynı zamanda dönme ekseni de daire çizer.
Biliyorsunuz ki yerin dönme ekseni 23.5 derecelik bir eğime sahip. Bu nedenledir ki, bugün Kutup Yıldızı olarak bilinen yıldızın yerine, bir kaç bin yıl sonra Vega Kutup Yıldızı olacaktır. Kutup Yıldızının kutup noktasına en yakın olacağı zaman 2105 yılıdır ve 27' kadardır. Günümüzde ise bu uzaklık 1 derece kadardır. Milatdan Önce (MÖ) Ejderha Takımyıldızının kuyruğundaki 3. yıldız olan Thuban Kutup Yıldızı idi. 5000 yıl kadar sonra da Cepheus Takımyıldızının Alderamin adlı yıldızı Kutup yıldızı olacak. Çalgı (Lyra) Takımyıldızının en parlak yıldızı olan Vega ise, 12 000 yıl kadar sonra bu konuma gelecek.
KUTUP YILDIZI NASIL BULUNUR?
Kutup Yıldızını bulmak için belirgin bazı yıldız guruplarını bilmek gereklidir. Büyük Ayı yıldız gurubu 7 yıldızdan oluşur. Görünümü eğik duran kahve cezvesine benzer. Sapın karşısında yer alan kenarın uzunluğunu 5 ile çarptığımızda, kenar yönünde Kutup Yıldızını buluruz. Kutup Yıldızını doğru bulduğumuzdan emin olmak için beş yıldızdan oluşan Cassiopeia yıldız gurubunu kullanırız. Büyük Cassiopeia 'nin ortasındaki yıldız, Kutup Yıldızı doğrultusundadır. (Bu metot kuzey yarımküre için geçerlidir.)
İlk olarak Kutup Yıldızını bulmak için öncelikle bir pusula yardımı ile kuzey istikametine yönelin. Başınızı yerden yaklaşık 45º derecelik bir açıyla gökyüzüne doğru kaldırın. Kutup Yıldızını parlaklığıyla değil, yakınlarında kendisi kadar parlak yıldızlar bulunmamasından dolayı kolaylıkla fark edeceksiniz. Doğrulama için de aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi Büyük Ayı yıldız grubunu bularak, sapının karşısında kalan son iki yıldızın oluşturduğu doğrultunun Kutup Yıldızını gösterdiğini teyit ediniz. Büyük Ayı yıldız grubunun son iki yıldızı arasındaki mesafe x ise Kutup Yıldızı ile bu iki yıldız arasındaki mesafe 5x olmalıdır.
Not = Büyük Ayı ve Cassiopeia yıldız grupları hareket halinde olduklarından yukarıdaki şekildeki konumlarda olmaya bilirler. Örneğin Büyük Ayı yıldız grubu kutup yıldızının üstünde, sağında, solunda, ... olabilir.
§Kuzey yarım kürede KÜÇÜK AYI tüm yıl boyunca tüm gece görünür. 30 derece kuzey enleminin ( Arizona, İspanya, Türkiye) güneyinde ufka yaklaşacaktır. Güney kürede yaşayanlar için görünmez olur. Küçük Ayı, bulma haritaları yardımıyla kolayca bulunabilir, fakat, Dünya’nın dönmesi nedeniyle, gökyüzündeki görünüşünün sürekli değiştiğini hesaba katın. Dolayısıyla, takım yıldızların yönlenişi yukarıda verilen görüntülerle her zaman aynı değildir. Gözlem mevsimi ve gözlem zamanına bağlı olarak, gökyüzünde farklı göründüğünü fark edeceksiniz. Yandaki şekil bunu göstermeye çalışmaktadır (büyütmek için tıklayın).Büyük Ayı yardımıyla, kutup yıldızını ve böylece Küçük Ayı’yı bulmak kolaylaşır.
AVCI hem KUZEY hem de GÜNEY YARIMKÜRE’den görünür. Avcı’yı gözlemenin en iyi zamanı Kasım başından Mart ortalarına kadardır. Doğma ve batma zamanları gerçek gözlem yerine bağlıdır. Avcı’nın görünüşü de gözlem yerine bağlıdır. Güneyde ‘tepe taklak’tır ( kuzeydeki görünümüne göre).
KUTUP YILDIZI İLE ALAKALI RESİMLER
DÜNYA ve POLARIS
* * * * * * * * * * *
POLARIS - THUBAN ve VEGA YILDIZLARI
* * * * * * * * * * *
Küçük Ayı Takımyıldızı
Büyük Ayı Takımyıldızı
RÜYÂLAR GERÇEK OLUR MU?
.“Rüyalar gerçek olsa” deriz bazen. Kimi zaman da, gördüğümüz kâbus dolu rüyadan nefes nefese uyanınca, “Allahım neyse ki bu bir kâbusmuş” diye şükrederiz. Sahi her gördüğümüz rüya gerçekten karşımıza çıksaydı kim bilir halimiz nice olurdu? Çok şükür ki, rüyalarla gerçek hayat arasında hiç ama hiçbir benzerlik yok. Zaten o yüzden, atalarımız “Rüyaya itibar edilmez” demişler. Yani rüyaya bakarak gerçek hayata yön verilmez. Önceki nesil, gördükleri iyi rüyaları hayra yorar, şer gibi görünen rüyaların da hiç üzerinde durmadan unutmaya çalışırlarmış. Hatta kimseye rüyalarını anlatıp da korkularına yorum istemezlermiş. Rüya tabiri denilen bir ilim de varmış tabii ki, ama o ilme sahip alim şimdi nerde? Bakmayın bugün rüyalara yorum yapanlara. Çoğu hem iyi hem kötüye aynı anda yorum yapıyor. Çık işin içinden. Şimdiki yorumlar, “Kimin işine nasıl geliyorsa öyle düşünsün” der gibi. Kim bilir kimi de öyle yolunu buluyor. Böyle bir giriş yaptıktan sonra, bugün H. G. Öğretmen’in hatırasını paylaşıyoruz...
“Ölüm canlılar için kaçınılmazdır. Kurtuluşu da çaresi de olmayan bir gerçektir. Bir gece gördüğüm kâbus dolu rüyadan sonra nefes nefese uyanmıştım. Kan ter içinde kalmıştım. “Şükür ki, bu bir rüyaymış” dedim. Rüyamda, kırmızı renkli bir otomobil bana çarpmış ve ben olay yerinde, oracıkta ölüvermiştim. Rüyada ölüm görmek ömrün uzayacağına alamettir derler ya neyse... O zamanlar lise yıllarındaydım. Sabaha karşı gördüğüm rüyadan sonra uyuyabilmem mümkün değildi. Kalktım, üzerimi giyindim. Ölüme hazır olmak düşüncesiyle tertemiz olmaya özen gösteriyordum. Gördüğüm rüyanın tesiriyle, evden çıkarken anneme sıkıca sarıldım: -Anne hakkini helal et bana. -Ne o kız? Bugün sende bir değişiklik var. -Sen helal et anne... Ne olur ne olmaz. Annem şaşkındı. Çünkü o da biliyordu ki, kızı çok neşeli çok delişmen biri. Beni böyle üzgün görmek annemi de üzmüştü. Kendisiyle sarılıp vedalaşırken o neler olup bittiğini anlamaya çalışıyordu. Okula giderken, müthiş bir yağmur yağıyordu. Yağmur damlaları minik çukurlarda göletler meydana getiriyordu. Öyle duygusallaşmıştım ki, yağmur sularından dahi yorumlar çıkartıyor, minik göletlerin üzerinden sekerken, kendi cenazemin sularının işitildiğini görür gibi oluyordum. Hayatta insanın ölümü beklemesi kadar acı bir şey olmasa gerek. Okulda, gördüğüm rüyayı en yakın bir iki arkadaşıma anlatmıştım. Benim, ölümü beklediğimi fark edince, hepsi önce bir kahkaha atmış ardından da: -Aman sen de... Düşündüğün şeye bak, demişlerdi. Tabii ki kimse o rüyayı önemsemiyordu. Ama ben yine de eşyalarımın içine, açık bir not yazıp bırakmıştım. Düşüncem şuydu. Ne olur ne olmazdı. Ölürsem bunu bilmelerini istiyordum. O sabah, ilk dersten itibaren hiçbir konuyu anlayamamıştım. Öğretmenlerin konuşmaları, tahtaya kalkanlar, havaya kaldırılan parmaklar, bir rüya gibi geliyordu. Benim için tek gerçek vardı. O da ölümü beklemek. Öğle paydosunda yemeğe çıkmıştım. Aklımda türlü türlü, karmaşık düşüncelerle karşıdan karşıya geçecektim. Sağıma soluma baktım. Yol bomboştu. Bir iki adım yürüdüm. Tam o anda, acı bir fren sesiyle titredim. Yüreğim ağzıma geldi birden. Sol tarafımdan gelen kırmızı renkli bir otomobil, fren yaparak hızını kesmeyi son anda başarmış, hatta bana hafifçe çarparak durabilmişti. Şoför bey arabadan inip yanıma gelmiş, yari baygın haldeki beni uyarıp ayağa kaldırmıştı: -Az daha ölecektin. Biraz dikkat etsene! Ben, canımın yandığından değil, dün geceden bu yana yaşadıklarımdan dolayı kendimi tutamamış, ağlamaya başlamıştım. İşte rüyam gerçek olmuştu. Aynı araba ve aynı olaylar gerçekleşmişti. Tek farkla ki ben ölmemiştim. O gün bugündür acısıyla tatlısıyla hayati yaşamaya devam ediyorum. Ama biliyorum ki ölüm kaçınılmaz bir son. O rüyadan bana kalan tek ders, ölüme her zaman hazırlıklı olmak gerektiği. Allah hepimize hayırlı ömürler nasip etsin...
RÜYA VE RÜYA TABİRİ
.Rüya ve rüya tabiri Rüya, genelde bir müjde ve bir ikazdır. Bu konudaki Hadis-i Şeriflerden bazıları şöyledir: (Kıyâmet yaklaştığında, Müslümanın rüyası ekseriya yalan çıkmaz.) [Müslim]. (Sözü doğru olanın, sadık kimselerin rüyası da doğru çıkar.)[Buhârî]. (Gündüz görülen rüyalar doğru çıkar.)[Hâkim]. (En doğru rüya, seher vakti görülendir.)[Tirmizî]. (Peygamberlik müjdelerinden salih [iyi] rüyadan başka kalmadı. Mümin rüyayı, ya kendi görür veya başkaları onun için görür.) [Müslim]. (Salih rüya, peygamberliğin 46’da biridir.) [Beyheki]. (Güzel rüya müjdedir.) [İbniCerir]. (Salih rüya rahmanî, karışık rüya şeytanîdir.) [Buharî]. (Rüyada kadın görmek hayra, deve korkuya, süt dine, yeşil cennete, gemi kurtuluşa, hurma rızka delalet eder.) [EbuYa’la]. Rüyada başım kesildi diyen birisine, Peygamber efendimiz, (Bu şeytanîdir. Kötü rüyayı, anlatmayın!) buyurdu (Müslim). Rüya tabiri, ilim işidir. Herkes tabir edemez. Hele günümüzde bu ilmi bilen yok gibidir. Rüyalarımızı, anlatacaksak, bilhassa güzel olanları salih kimselere anlatmalıdır. Çünkü salih kimse, rüya tabir ilmini bilmese de, hayra yorar, ondan zarar gelmez. Kötü, karışık rüyaları kimseye anlatmamalı! Hadis-i şeriflerde buyururdu ki: (Güzel rüya gören, Allah’a şükretsin! Kötü rüya gören, Allah’a sığınsın, rüyasını kimseye anlatmasın! O zaman rüyanın ona zararı olmaz.) [DareKutni] (Güzel rüya gören, salih birine anlatsın! O da hayra yorsun!) [Beyhekî]. (Kötü rüya gören, kimseye söylemesin, şeytandan da Allah’a sığınsın.) [Müslim] (Kötü rüya gören uyanınca sol tarafına üç defa tükürüp, şeytanın şerrinden Allah’a sığınsın. Bu takdirde rüya, ona zarar vermez.) [Müslim]. (Rüya tabir edildiği gibi çıkar. Bunun için rüyanızı nasihat ehli veya âlime anlatın!) [Hakim]. Bir kadın, rüyasını anlatınca, Peygamber efendimiz, (Kocana kavuşursun) buyurur ve kocası seferden döner. Başka bir zaman aynı rüyayı görür. Başkaları tabir edip, (Kocan ölecek) derler. Dedikleri gibi kocası ölür. Onun için rüyayı hayra yormalıdır! Rüya iyi ise, (hayırdır inşaallah), kötü ise, (Allah bu rüyanın şerrinden seni muhafaza etsin) demelidir! Rüyada Resulullahaleyhissalatü vesselam efendimizi görmek büyük saadettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Beni rüyada gören, cehenneme girmez.) [I. Asâkir] (Beni rüyada gören uyanıkken görmüş gibidir. Beni gören gerçekten görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez.) [Taberânî] (EbuBekr’i gören de, onu görmüştür. Çünkü şeytan onun da suretine giremez.) [Hatîb]. Âlimler, şeytanın evliya zatların sekline de giremeyeceğini bildiriyorlar. Görmediği rüyayı gördüm demek çok kötüdür. Çünkü hadis-i şerifte, (En büyük yalan görmediği halde, “rüyamda söyle gördüm” demektir.) buyuruldu. (Buharî)..
.İnsan başıboş değildir. İstisnalar hariç, bütün fen adamları, bu kainatın kendiliğinden var olmadığını, bir yaratıcısının bulunduğunu ittifakla bildirmişlerdir. Fen ne kadar ilerlerse ilerlesin, insanların bir karıncayı, bir kuşu, bir balığı yaratması mümkün değildir. Akıllı ve bilgili bir kimse, kainata bakınca, çok intizamlı yaratıldığını görür. Bunun kendiliğinden olmadığını anlar. Mesela Güneş Dünya’ya çok yakın olsaydı, sıcaktan her şey yanar, hayat olmazdı. Güneş çok uzak olsaydı, soğuktan yaşanmaz, yine hayat olmazdı. İnsan vücudu ise bir harikadır. Allahüteâlâ, Dünya’yı yarattıktan sonra, her asırda, en az bir kişiyi peygamber olarak göndermiş, ona çeşitli mucizeler vermiştir. Mesela Hz. Musa zamanında sihir, büyücülük çok ilerlemişti. Musa aleyhisselam asasını yere koyunca büyük bir ejderha olmuş, sihirbazların ellerindeki aletleri, ipleri yutmuştur. İsa aleyhisselam zamanında tıp çok ileri idi. Hz. İsa mucize olarak, körleri iyi etmiş, ölüleri diriltmiştir. Bizim Peygamberimiz zamanında ise edebî söz ve yazı sanatı çok ileri idi. Yarışmada birinci olan şiir, yazı ve konuşmalar Kâbe duvarına asılırdı. Kur’an-ı kerim gelince, bunlar indirilip yerine, gelen ayetler kondu. İnatçı kâfirler hariç herkes Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın kelamı olduğuna inandı. Bir benzerini hiç kimse söyleyemedi. Kur’an-ı kerimde, (Bu Kur’an, Allah kelamıdır. İnanmıyorsanız, bir ayeti kadar siz de söyleyin! Fakat söyleyemezsiniz.) buyuruluyor. Bütün düşmanlar el ele verip, aylarca, yıllarca uğraştıkları hâlde, onun benzerini bugüne kadar söyleyemediler. Söylemeleri de mümkün değildir. Bir aletin, bir evin nasıl bir yapıcısı varsa, bu kainatın da elbette bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Bu körü körüne bir inanış değil, akli olan herkesin kabul edeceği bir gerçektir. Bir insan bir alet, bir makine yapınca bunun nasıl ve nerelerde kullanılacağına dair bir tarif namesini de yanına koyar. Tarifname ile de anlaşılması zor ise, kullanması için kurslar açar. Bir makine yanlış kullanılırsa elden çıkar. Her şeyin yaratıcısı olan Cenab-ı Allah da, insan denilen bu muazzam makineyi yaratıp başıboş bırakmamıştır. Bu konuda Kur’an-ı kerimde, (Sizi boş yere yarattığımızı mi sandınız?)buyuruluyor. Başıboş yaratılmayan insanın, ne yapması gerektiğini elçileri vasıtası ile, kitaplar göndererek bildirmiştir. Son elçi olan Muhammed aleyhisselama gönderilen kitabı ise Kur’an-ı kerimdir.Kur’an-ı kerim çok veciz olduğu için, Peygamber efendimiz bunu hadis-i serifleri ile açıklamıştır. Hadis-i şerifler de, diğer insanların sözlerine göre veciz olduğu için, bizlerin kolayca anlayabilmemiz için âlimler bunları açıklamıştır. Kur’an-ı kerimde insanın niçin yaratıldığı açıkça bildirilmiştir: (Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.) Allahüteâlâ, “Emrime uyan cennete, uymayan cehenneme gidecek” buyurmuştur. İbadetlerin faydası Allah’a değil, herkesin kendinedir. Maaşla çalışan bir doktor, bir hastaya ilaç verse, ilacın doktora faydası yok diye o ilacı kullanmamak akla uygun değildir. Zehir içsem doktora ne zararı olur diyerek zehir içmesi de ahmaklıktır. İşte, günahlarımın Allah’a bir zararı yok diyerek, her çeşit günahı islemek akıllı insanın yapacağı iş değildir. Hadis-i şerifte, (Akıllı, Allah’a ve Peygamberine inanan ve ibâdetlerini yapandır.) buyuruluyor. Öldükten sonra basına gelecekleri düşünmeyen akıllı olabilir mi? Kendisini ebedi tehlikeye atana akıllı denebilir mi? Kur’an-ı Kerimde sık sık, (Düşünmüyor musunuz?) diye ikaz edilmektedir. Hadis-i şerifte, (Aklı olmayanın dini de yoktur) buyurulmustur. Büyük bir zat buyuruyor ki: Bazıları, ibâdetlerin Allahüteâlâya faydası olduğunu ve bunun için emr’olunduklarını zannediyorlar. Bu çok yanlıştır. Her insanın yaptığı ibâdetin faydası kendisinedir. (Benim ibâdetime Allah’ın ihtiyacı yok) diye, yanlış düşünen kimse, perhiz yapmayan hastaya benzer. Bu hastasına doktor, perhiz tavsiye ediyor. Bu ise, (Perhiz yapmazsam doktora hiç zararı olmaz) diyerek, perhiz yapmıyor. Doktora zararı olmadığı doğrudur. Fakat kendine zarar vermektedir. Tabib, kendine faydası olduğu için değil, onun hastalıktan kurtulması için, perhiz yapmasını tavsiye etmiştir. Doktorun tavsiyesine uyarsa, şifa bulur. Uymazsa ölür gider. Tabibin bundan hiç zararı olmaz. Bunun gibi, (Allah’ın benim ibâdetime ihtiyacı yok) diyerek ibâdetten kaçanlar da, cehenneme gider.
.Aklın almayacağı ölçüde ince hesap ve dengelere oturtulan uçsuz bucaksız kâinat, belli ki kör tesadüflerin eseri ve ürünü değildir. Bu açık gerçeği anlayamayan çok az kimse kalmıştır diye düşünüyorum. Fakat yine de belirtelim ki aklın, ilmin ve insafın gösterdiği yol, her ne kadar bu doğrultuda olsa da yeryüzünde pek çok akıllı geçinen insan tamamen farklı ve aksi bir kabul ve telâkkînin içindedir.
Pozitif bilimlerdeki son gelişmeler, insanlık tarihi adına övünülecek parlak başarılarla birlikte beşerî güçsüzlük ve çaresizliğimizin de açık göstergelerini ortaya koymaktadır. Baş döndürücü teknolojik buluşlara rağmen tabiat olayları karsısındaki âcizliğimizi kim inkâr edebilir? Tayfunlar, kasırgalar ortalığı kasıp kavurur, şehirleri alt-üst ederken çaresizlik içinde ellerini ovuşturmaktan öteye hiçbir varlık gösteremeyen gelişmiş ve medenî(!) insanlar, altımızdaki toprağın sükûn ve dengesini bozan şiddetli depremlerin korku ve paniği içinde bir anda bütün ümit ve iddialarına veda etmenin bedbinliğini, karamsarlığını yaşıyor. İster tektonik, ister volkanik kaynaklı olsun yer tabakalarında meydana gelen kırık ve çatlaklara bağlı yer tabakası hareketlerinin sonucu olarak yaşanan sarsıntılara prensip olarak yakın ve uzak gelecekte herhangi bir engellemede bulunmamız henüz söz konusu edilememektedir. Yüz binleri, milyonları tehdit eden deprem olayını bugünkü bilim ve teknolojiyle önlememiz kesinlikle mümkün değildir. Bugün belli bölgelerde tarih boyunca meydana gelmiş zelzelelerin büyüklük, şiddet ve periyotları istatistik değerlendirmelere vurarak bazı genellemelere giden bilim adamları günümüzde depremlerin ne zaman ve ne ölçüde gerçekleşeceği hususunda sadece yaklaşık tahmin ve belirlemeler yapabilmenin telâş ve gayreti içindedirler. Mevcut bilimsel veriler bugün bilim adamlarına inandırıcı şeyler söyleme imkânı vermemektedir. İnsanlar bilimsel araştırmalarındaki göz kamaştırıcı başarılarına ve ciddî atılımlarına rağmen bugün henüz üzerinde yaşadıkları dünyanın alt tabakalarının bu dehşetli deprenişini maâlesef gerçek manâda pozitif bir incelemeye alma durumunda değillerdir. Dünya hayatındaki huzurumuz için Ama biz bunları ifade ederken kesinlikle sanılmasın ki “bilimsel çalışmaların bu seviyede olması bu müthiş doğa olayı karsısında insan olarak hiçbir şey yapmayalım” demek istiyoruz. İlâhî kudretin sonsuzluğuna inanan kimseler olarak Cenâb-ı Hakk’a itaat ve teslimiyetimiz elbette ki sonsuzdur. Yalnız yüce Yaratanımız kâinattaki harika düzen ve intizamı araştırma, tabiatı inceleme konusunda biz kullarını çok açık ve kesin bir dille uyarmış, hattâ görevlendirmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in müteaddit âyetlerinde göklerin ve yerin araştırılmasını, bunların yaratılış ve yapısındaki ince hesapların yüce Yaratana delâlet açısından ne kadar ibretli ve hikmetli deliller taşıdığını bize hatırlatmaktadır. Biz tabiatı ne kadar sağlıklı ve güvenilir bilgilerle tanırsak ilâhî kudrete hayranlık ve teslimiyetimizle birlikte dünya hayatındaki huzur ve güvenliğimiz de pekişir, kuvvetlenir. Pozitif bilimler insanın imanını da kendine güvenini de artırır. Dînimizde asılsız bilgilerin ve hurâfelerin yeri yoktur. Hurâfelerle dînî inanç ve kabulleri ayni kefeye koyanlar dînimize en büyük kötülüğü yapmaktadırlar. Bilimsel araştırma disiplinini koruyabilmek gayret ve telâsıyla “kâinatın ve insanın gerçek sahibi (Rabbü’l-âlemîn) olan yüce Allah’ın ne tabiata ne de insana hiçbir müdahalesi olamaz; âfetler, felâketler tamamen tabiat düzeninin bozulmasından kaynaklanan olaylardır” denilirse insanın sorumluluk ve vecîbeleri bütünüyle kulak ardı edilmiş olmaz mı? Evet, depremler, fırtınalar, tabiî âfetler birer tabiat olayıdır ama bunların zuhûrunda ilâhî iradeyi kimse kalkıp da yok sayamaz. Bazılarına göre doğanın gazabı olur ama (hâşâ) Allah’ın gazabından söz etmeye gerek ve lüzum yoktur. Hangi insan veya topluma Allah’ın ne şekilde ve ne sebeple ceza verdiğini biz bilemeyiz. Bu konuda işgüzarlık yaparak “falanca işte filân isyanı ve günahından dolayı bu felâkete, bu cezaya uğradı” diye kesin ve belirleyici konuşmamak gerekir. Yalnız yüce Allah haddi aşan kullarını cezalandıracağını peygamberleri vasıtasıyla bize bildirmiştir. Biz ister kendi başımıza gelsin ister başkalarının uğradığı felâketler olsun bütün bunlardan ibret almalı ilâhî rahmet ve inâyete sığınmalı, ilticâ etmeliyiz. Varlık âleminin tamamını çepeçevre kuşatan rahmetiyle ikram sahibi Allah’a sığınmak, ondan korkarak af dilemek varken serseri mayın misali kör tesadüflerin eseri sayılan doğanın acımasız sadmelerine göğüs germeye hangi akıl ve vicdan sahibinin gönlü razı olur? Allah’ın rahmetine sığınmalıyız Bazıları belki de hiç farkında olmadan (hâşâ) Allah’ı ve O’nun mutlak iradesini hiçe sayan bir fütursuzlukla “efendim, deprem kader falan değildir” demek cür’etinigösterebiliyor. Öyleleri biraz daha serinkanlı ve insaflı düşünürlerse herhalde daha ölçülü konuşma gereğini anlamış olurlar. Çünkü Allah korusun bilimsellik adına kaderi inkârda sonuç itibariyle “Allah’ı inkâr” kokusu hissedilmektedir. Hiçbir zaman unutmayalım ki; biz de, üzerinde yasadığımız tabiat da sahipsiz değildir!
.Alm.Dermensch,Fr.Humain,İng.Human. Canlıların en üstün yaradılışlı olanı. İnsan; akıl sâhibi olması, sosyal hayat içinde yaşaması, yüksek bir zekâ seviyesinin olması, ruh denilen cevhere sâhibolması ve hepsinden önemlisi cenab-ı Hakk’ın insana hitâb etmesi ve insanın kulluk vazifeleri ile mükellef olması sebepleriyle “eşref-i mahlûkât” (yaratılmışların en şereflisi) pâyesini almıştır. İnsanlar için, emsalsiz olan ve anlatılması son derece zor olan insanı târif, imkânsız gibidir. Allahüteâlânın idrâke sığmayan noksansız kudreti tefekkür edilince, yaratılmışların en yücesi olan insanın mükemmelliği daha iyi anlaşılır. En mükemmel varlık olan insanı anlayabilecek, yine kendisi olabilmektedir. Bu tefriki teşhis, istenen seviyede değilse bile insan tarafından yapılabilmekte ve insan yaratıcısının kudretini kendi varlığında müşâhade edebilmektedir. Ancak, insanoğlunun kendinde yaptığı izah, okyanuslarda bir damla bile olamamaktadır. Yâni, bildiği şeyler, bilmediği şeyler yanında çok az kalmaktadır. O hâlde, hiçbir zaman insan, bu bilmediklerini öğrenmedikçe, tam târif edilemeyecek vebilinemiyecektir. Ancak, çalıştığı sâyede bu bilgileri öğrenmeye muvaffak olacaktır. Çeşitli fen bilgilerinin insanla ilgili tesbitleri şöyle özetlenebilir: Fizîkî yönden insanın birçok özellikleri vardır. Ağzının üstünde ileriye doğru çıkık burna, öne doğru çıkıntılı alt çeneye, kollarının ucuna bitişik ellere, bacaklar ucuna dik açı yaparak bitişik ayaklara, ayakta durabilen, dik oturabilen, birbirini tamamlayan baş ve gövdeye, gövde üst kısmına bitişik kollara, gövde alt kısmında karın ve buna bitişik bacaklardan ibâret yürüme özelliğine sâhip bir varlıktır. Boyu ortalama 1.40-1.70 cm arasındadır. Temel olarak beslenme, çevreyle münâsebet, çoğalma ve terakkî (ilerleme) fonksiyonlarına sâhiptir. Anatomik olarak insan; baş, gövde, kollar ve bacaklardan meydana gelmiştir. Baş, içinde beyni koruyan ve duyu organlarını bulunduran bir vücut kısmı olmasıyla en önemli bölümdür. Kollar ve bacaklarda vücudun kas gücünün önemli bir bölümü toplanmıştır. Gövde iki bölüm olup, göğüs ve karın diye adlandırılır. Göğüste, akciğerler, kalp, büyük damarlar bulunur. Karın bölümünde, karaciğer, mide, böbrekler, dalak, barsaklar, pankreas gibi önemli organlar toplanmıştır. Her biri bir fabrika gibi muntazam çalışan, yapım-yıkım olaylarında rol oynayan bu organlar sürekli ve uyum içinde faaliyet gösterirler.
Yetişkin bir insanın vücut ağırlığının yaklaşık % 60’ı sudur. 70 kg ağırlığındaki bir insanda toplam vücut suyu 40 litre kadardır. Bu suyun, 25 litresi hücre içi, 15 litre kadarı da hücre dışı sıvısıdır. Vücut sıvılarında muayyen oranlarda sodyum (Na+), potasyum (K+), kalsiyum (Ca++), klor (Cl+),hidrojenklorat (HCO-3), mağnezyum (Mg++) gibi elektrolitler ve proteinler bulunur. Bunların hücre içi ve dışındaki oranları değişik ve dengededir. İnsan kanının pH’sı (asid-baz derecesi) 7.35-7.45 sınırları içinde sâbit tutulur. Bu sınırlar dışına 0.1 derecelik bir oynama vücut işleyişinde önemli bozukluklar meydana getirir. İnsan vücudunda her dakika yüzbinlerce kimyâsal reaksiyon vukû bulur. Her an birçok yeni molekül yapılırken, birçoğu da yıkıma uğrar. Alınan besinler sindirilir, emilir ve vücut fonksiyonlarında kullanılır. En büyük organımız olan karaciğer, muazzam bir fabrika gibi çalışır. Bu organ, bir taraftan vücudun yapı taşları olan protein yaparken, diğer taraftan şeker depolamakta, safra tuzlarını yapmakta, çeşitli yıkım ürünlerini ve zehirli maddeleri proteinlere bağlayarak zehirsizleştirmektedir. Vücûdumuzun ısısı 36.5-37 derece arasında sâbit tutulur. Bunu beynin hipotalamuskısmındaki “termoregülasyon merkezleri” sağlar. Hastalıklarda savunma mekanizmasına bağlı olarak vücut ısısı artar. İnsan kulağı, 16-20.000 frekanslar arasındaki sesleri işitme özelliğine sâhiptir. Biyolojik yönden de insan, canlıların en yüksek yaratılışta olanıdır. İnsan vücudunda hârikulâde bir düzenle çalışan sistemler vardır. Bunlardan dolaşım sistemi, kanı vücudun her yerinde dolaştırarak hücrelere besin ve oksijen götürür ve hücrelerde bu besinlerin yanması sonucu teşekkül eden karbondioksit zehirli gazını alarak geri döner. Solunum sistemi, kirli kanı temizleyerek karbondioksiti dışarı atar ve kana yeni oksijen verir. Sindirim (hazım) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan yiyecek ve içecekler, mide ve barsaklarda parçalanıp öğütüldükten sonra, vücuda yararlı kısmı, incebarsaklarda süzülerek kana karışmakta ve posası dışarı atılmaktadır. Bu muazzam işlem, otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakta, vücud bir fabrika gibi işlemektedir. İskelet sistemi, vücûdun çatısını kurar, 214 civarında kemik ile insan vücûdunun yükünü taşır ve her türlü hareketi yapmasını temin eder. Sinir sistemi, bir ağ gibi kapladığı vücûdun organlarına beyinden verilen emirleri ulaştırarak onların istenen hareketleri yapmasını sağlar. Vücutta meydana gelen ârızaları beyne iletir. Kas sistemi eller ve ayaklar başta olmak üzere insanın çeşitli organlarına hareket yapabilme kâbiliyeti kazandırır.
İnsanın vücûdunda çeşitli ve çok karışık formüllü maddeler îmâl eden, türlü türlü kimyâsal reaksiyonlar meydana getiren, analiz yapan, tedâvi eden, tasfiye eden, zehirleri yok eden, yaraları onaran, türlü maddeleri süzen, enerji veren tertibat olduğu gibi, mükemmel bir elektrik ağı, manivela tertibâtı, elektronik bilgisayar, haber verme tesisatı, optik, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertibatı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcuttur. Kalp ise hiç durmadan işleyen muazzam bir pompadır. Eskiden Avrupalılar; “Bir insanın vücudunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için bir insan vücudunun kıymeti beş-on liradan ibârettir.” derlerdi. Bugün, Amerika üniversitelerinde yapılan hesaplar, insanın vücûdunda meydana gelen türlü kıymetli hormon ve enzimlerle birçok organik preparatların en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydana koymuştur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi: “Otomatik olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazaman meydana getiren bir tertibat yapmaya kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar, bunu yapmaya kâfi gelmez.” İnsan vücudunda bunun dışında daha pekçok organ, sistem, sıvı vardır ve bunların hepsinin muazzam bir koordine içinde çalıştıkları görülür.
İki hücrenin bir araya gelmesiyle nüvesi, çekirdeği yaratılmış olan insan; nihaî kemâle erdikten sonra da yine hücrelerden, onlar da moleküllerden, moleküller de atomlardan meydana gelir. Atomlar ise, ortasında bir çekirdek, içinde proton ve nötron, etrafındaki ilk yörüngede en az iki elektron, diğer yörüngelerde ise (2n), yâni ikinin ikiden itibaren üsleri 22, 23, 2n... vs. kadar elektron ihtivâ eden, küçük yapı taşlarıdır. Bu yapı taşlarında belki de nötron ve protonların da ayrılabilen daha küçük parçaları olabilir. Nitekim atomun bir elektronunu yerinden çıkarabilmek, hidrojen bombasında olduğu gibi hârika bir gücün ortaya çıkmasına; Hiroşima ve Nagazaki faciasına yol açabiliyor. İnsan, değil basit bir element, bütün bu basit elementleri bünyesinde taşıyan ve bunları hücresine kadar ihtiva eden; bu elementleri yerine ve zamanına göre hücre seviyesinde, belki de atom seviyesinde biyolojik, biyokimya ve biyofizik kanunları çerçevesinde bulunduran bir muammâdır. Bunun basit bir misâli şöyledir: Tıp âlimleri, vücutta tansiyonun yükselmesini şöyle araştırdılar. Milyonlarca kılcal damarlardan yaratılmış olan insanın bu kılcal damarlarının içini endotel denen kübik veya yassı epitelden yapılan bir tabaka ile bunu çepeçevre saran bir düz adale tabakası çevirir. Bu cidarın, herhangi bir sebeple damar açıklığını (lümenini) daraltması; etraf dolaşım sisteminin direncinin artmasına sebep olur. Buna “periferikrezistansın artışı” denir ki, hipertansiyonun esas sebebi budur. Bu kılcal damarlar (arteriyoller) ın düz adalelerinin kasılmasını arttıran kanda dolaşan bâzı maddeler vardır. Bu biyokimyâsal maddeler deneysel olarak tansiyon husule getirir. Periferik rezistansın artması böbrek kan akımının azalmasına, bu da, böbrekteki hücrelerden (Renin denen bir hümoral maddenin salgılanmasına yol açar. Renin karaciğer tarafından yapılan alfa-2 globulin üzerine tesir ederek biyokimyâsal bir madde ve bir dekapeptit olanangiotensinI’i husûle getirir. Karaciğer denen hârika biyokimyâ laboratuarında yapılan bir değiştirici enzim olan “angiotensinI’i, oktapeptid olan angiotensin II’ ye çevirir. Angiotensin II, damar cidarını daraltıcıdır ve böbrek üstü bezi kabuğundan (kan yoluyla oraya gidip) aldosteron denen organik bir maddeyi serbest hale geçirir. Aldosteron, sodyum elementinin iyon hali olan (Na+) un birikimine yol açar ve sodyum damar cidârındaki düz adale hücrelerinin içine girerek, arteryollerin, damarı büzen maddelere karşı cevap verme gücünü arttırır. Böbrek kan akımının fazlalaşması veya kan basıncının yükselmesi, böbrekteki juxtaglomerular aparat hizasında basıncı artırır ve serbest hâle geçen renin miktarını azaltır. Sodyum kaybı hacim azalmasına veya artmasına hassas olan reseptör dediğimiz alıcı hücre kümelerini, onlar da böbrek üstü bezini uyararak aldosteron ifrâzını artırır ve vücutta sodyum tutulmasını sağlar. Tabiî ki, bütün bunların üst düzey düzenleyicisi hipofiz bezi, onun üst merkezi hipotalamus, onun da bir üst seviyesi beyin kabuğu altındaki merkezlerdir. Bu misâl insan bünyesinde, çoğunun açıklamasından insanın âciz kaldığı binlerce ve belki milyonlarca hâdiseden yalnız bir tânesi olup, sâniyeden çok kısa bir zamanda cereyan eder. Psikolojide insan: Psikolojide insan, değişik şartlarda farklı davranışlar gösteren bir canlıdır. Hayvanlarınkine benzeyen iç güdüleri vardır. Varlığında id, ego, süperego diye adlandırılan kuvvetler taşımaktadır. Şuuru ve şuur altı dünyâsı vardır. Psikoloji insanı, bütün bunların çeşitli derecelerdeki müdâhaleleri ile çeşitli davranışlar gösteren bir canlı olarak tarif etmekte, davranış bozukluklarını düzeltmeye çalışmaktadır. Ancak psikoloji de, insanın kendi sahasına giren hususiyetlerini ve bütün olarak insanı anlatabilmiş ve tarif edebilmiş değildir. Bilhassa bu sahada ilim adamları ve insanlık, insanın mânevî tarafını mutlak doğru bilgilerle açıklayan İslâmiyetin bildirdiklerine muhtaçtır. Antropolojide insan: İnsanın fizikî ve kültürel mazisini araştıran antropoloji, eski zamanlarda yaşamış insan fosilleri üstünde çalışarak insan ırklarının tasnifini, ırkların özelliklerini, insan genetiğini, mukayeseli insan fizyolojisini ve insan topluluklarının kültürlerinin zaman içindeki seyrini incelemektedir. Dünyânın çeşitli bölgelerinde bulunan eski zamanlara âit insan fosilleri, iskelet, kafatası ve diğer kemikleri antropologlar tarafından değerlendirilerek, insanın en eski atası ve insanlığın yeryüzündeki târihi tespit edilmeye çalışılmaktadır. Antropoloji ilminin bu iki temel konuda verdiği bilgiler hem çok az, hem de kesin değildir. Antropologların eski insanlara âit olduğuna kanâat edilen çeşitli kalıntılar üzerinde yaptıkları incelemeler, insanın her devirde hayvanlardan apayrı bir tür olduğunu ortaya koymaktadır. Ancak evrim faraziyesini ideolojik düşüncelerine temel yapmak isteyenler tarafından en çok istismar edilen bu ilim dalının tesbitleri, sık sık tahrifâta uğratılarak, insanın hayvandan geldiğine delil yapılmak istenmekte ve zaman zaman sahtekârlıklara dahi başvurulmaktadır. (Bkz. Darwinizm)
Antropoloji, insanlık târihi hakkında da henüz faraziyeler ve tahminlerden öte bir şey söyleyememektedir. Değişik isimler altında guruplandırılan fosillere bakılarak öne sürülen târihler, elli bin yıl ile milyonlarca yıl arasında değişmekte, fakat hiçbirinin ilmen kabul edilen bir delili bulunmamaktadır. İnsan konusunda antropoloji ilminin söyledikleri henüz son derece az ve noksandır. İnsan nedir? İnsanın kendi varlığı üstünde düşünmesi çok eskilere uzanır. Yeryüzünde doğumdan ölüme uzanan ömür çizgisi üzerinde diğer canlıların hepsinden üstün birçok özelliklerle mücehhez ve tanıdığı her şeyi kendi arzu ve istifadesine göre kullanarak bir ömür süren insanın kendi varlığının mâhiyeti, sınırları ve maksadını araştırması ilk çağlarda felsefenin belli başlı konularından olmuştur. Eski Yunan filozoflarının bu konudaki sözlerinin birbirlerini tekzip etmelerinin (yalanlamalarının) yanısıravardıkları hüküm ve yaptıkları açıklamaların da ilmî bakımdan mitolojik (efsânevî) hikâyelerden fazla bir farkı olmamıştır. Eski Yunan-Roma’da hâkim olan putperest inanç sistemi, insanlara da ulûhiyyet(tanrılık) vasıflarının verilmesine sebep olarak, yaratıcı(Hâlık) ile yaratılmışı (mahlukları) birbirine karıştırmıştır. Bu durum; bedenî güç, ilim, güzellik, siyasî otorite, kahramanlık gibi bazı üstünlüklere sahip olan insanlarda yarı tanrılık, tanrılarla akrabalık vehmedilmesi neticesini getirmiş ve insanın ne olduğu konusu anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır.
Eski Hind, Mısır ve Mezopotamya kavimlerinde de aynı halin benzerleri yaşanmıştır. Ya krallar, büyücüler, rahipler tanrı, diğer insanlar onun kulu tanınmış veya bunlar kendilerini tanrının oğlu, kızı, yakını tanıtarak insanları keyfî idâreleri altında inletmişlerdir. Bütün bunlar, insana ne olduğunu bütünüyle anlatacak izahlardan çok uzaklarda kalacak, tarihteki çeşitli cemiyet düzenlerine misâller teşkil etmekten öteye geçememişlerdir. Diğer taraftan fen bilgilerinin insan vücudu hakkındaki buluşları ilerledikçe ilk çağların mitolojik ve felsefî açıklamaları tamamen yıkılmış, unutulmaya yüz tutmuştur.
Ancak insandaki kendi varlığını tanıma ve kâinattaki yerini tesbit etme arzusu hiçbir zaman yok olmamıştır. Nitekim batı dünyasındaki filozoflar, son asırlara gelinceye kadar devamlı olarak bu konuyla da meşgul olmuşlardır. Çeşitli felsefe mekteplerine mensup olanlar kâh insandaki fevkalâde üstünlüklere bakarak onu “hep” (herşey) olarak görmüşler, kâh ihtiyaç ve âcizlikler içinde kıvrandığına bakarak “insan bir hiçtir” demişlerdir. Diğer felsefik görüşler de, ya bu iki sınır arasında uçların herhangi birine yakın düşünceler öne sürmüş veya insanın ya tamamen maddî tarafını ele alarak materyalist, yahut da yalnız ruhî tarafını öne sürerek ruhçu teoriler içinde boğulup kalmışlardır. İnsandaki beyin, kalp gibi organlarla, sinir, iskelet, kas, sindirim vs. sistemleri üstüne her geçen gün gelişen fen bilgilerini materyalistlerin istismar ederek insanı yalnız bir madde yığını olarak anlatmakta ısrar etmeleri ve onları reddedenlerin insandaki ruhî olaylar ile akıl, zeka, hedef seçme, beğenme, arzu etme, hatta ağlama-gülme gibi çeşitli tezâhürleri ele alarak cesede âit hususiyetleri inkâra kadar varan aşırılıklara düşmeleri, insanı batıda iyice anlaşılmaz bir hâle sokmuştur. Öne sürülen görüşler içinde insanı “mütekâmil bir hayvan” olarak değerlendirenler dahi ortaya çıkmıştır. Materyalist felsefe mensuplarınca her türlü vasıtaya başvurularak propagandası yapılan bu görüş çeşitli biyolog, antropolog, anatomicilerin isimleri ve çalışmaları da istismar edilerek yayılmaya çalışılmışsa da îtibâr görmemiş ve yanlışlığı ilmen ispat edilegelmiştir. Bu arada kazılardan çıkarılan insan kafalarına çeşitli hayvanlara âit çene kemikleri veya dişlerin ustalıkla monte edilerek özel kimyevî usullerle muamele yapılıp sanki binlerce yıl öncesinden kalmış gibi gösterilip bununla insanın hayvandan geldiği faraziyesinin ispata kalkışılması, evrim teorilerini ve bunları savunanları gülünç hale düşürmüş, hiçbir ciddiyetleri kalmamıştır. (Bkz. Darwinizm)
Batıda son bir iki asırda kurulan ve gelişen psikoloji ve sosyoloji ilimleriyle birlikte sosyologların ve psikologların yaptıkları insan târifleri de insanın yalnız bir cephesini ifade etmektedir. Meselâ; “İnsan, âlet yapan ve kullanan varlıktır.”, “İnsan düşünen hayvandır.”, “İnsan akıllı bir hayvandır.” gibi. Meşhur sosyologlardan AugusteCompte insanlığı “tapılacak ulu varlık” diyerek tanrılaştırmış, görüşlerini pozitivizm adı altında müdâfaa etmiştir. Bir başka sosyolog E. Durkheim de, “tanrı insanlığın kollektifruhudur” diyerek insanı tanrılaştırmak istemiştir. Bu iki sosyoloğun insan ve insanlık anlayışlarının Yahûdî inancı (cabalisme) ile büyük benzerlikleri bulunduğu görülmüştür. İnsanı bir bütün olarak anlatan bir târif veya görüş, batı dünyâsında günümüzde de mevcut değildir. AlexisCarrel’in Nobel mükâfâtı kazanmasına sebeb olan MantheUnknown (İnsan Denen Meçhûl) adlı meşhur eseri de, olanca kalınlığına ve bilgi yüküne rağmen dönüp dolaşıp başlangıç noktasına gelmekte ve “insanın meçhul olduğu”nda karar kılmaktadır.
Fen ilimleri, insan vücûdundaki sistemlerden kromozomların, genlerin yapısındaki inceliklere kadar ulaşan gayretine rağmen “İnsan nedir?” sorusunun muhâtabı olmaktan kaçınmaktadır. Esâsen artık günümüzde bu sorunun tam cevâbını bu ilimlerden ve fen bilginlerinden bekleyenlerin sayısı da yok denecek kadar azalmıştır. Son asırda bilhassa materyalist felsefe mensuplarınca fen ilimlerinin omuzlarına yüklenmek istenen bu fevkalâde ağır ve konusu dışındaki suâl, bu ilimler tarafından silkelenip atılmıştır. Çünkü insanın yalnız cesetten ibâret bir varlık olmadığı, ayrıca bir de ruhunun bulunduğu, her insanın her an yaşadığı ve idrak ettiği ispata ihtiyacı olmayan bedihi (açık) bir hakikattir. Böylece fen ilimleri kendi konularına göre insan vücudunun fizikî, kimyevî, biyolojik, anatomik vb. yapısını inceleyip var olanıtesbit etmek, anlamaya ve anlatmaya çalışmakla iktifa etmekte, aslî vazifeleriyle meşgul olmaktadır. Dinlerde insan: İnsan, târih boyunca çeşitli din ve inanç sistemlerinin de konularından olmuştur. Bütün ilâhî dinler ve bunların bozulmuş şekillerinden doğan bâzı çok tanrılı inançlar, insanın “yaratılmış” olduğunu bildirmektedir. İnsanın ruh ve ceset olarak iki cephesi bulunduğu da, genel olarak hepsinde vardır. Ancak insanın yaratılışı, cesedi, ruhu, hayatı, kâinattaki yeri, ölümü, ölümden sonrası, yaratıcı karşısındaki durumu gibi konularda ilâhî dinler ile bâtıl inanç sistemleri birbirlerinden tamâmen ayrılmaktadır. Günümüzde bâtıl inanç sistemlerinin bu konulardaki taassuplarının artık hiçbir değeri kalmamıştır. Brahma inancında insanlar dört sınıfa ayrılmaktadır. Brahma “kutsal söz” demektir. Bunun dört oğlu olduğu söylenmektedir. Oğullarından biri ağzından, diğer üçünün de elinden ve ayağından meydana geldiği sanılmaktadır. Bundan dolayı Brahmanlar insanları, sözlerine kimsenin karşı gelemediği“kutsal râhipler”, “savaşçılar”, “tüccarlar-çiftçiler” ve “köylü-amele-işçiler” olmak üzere dört sınıfaayırmışlardır. Bu dört sınıftan çıkarılanlara parya denir ve bu zavallıların insan gibi yaşama hakları dahi yoktur. Hayvan muâmelesi görürler. Brahma inancında insan mukaddes sayılır ve öldükten sonra tekrar dünyâya geleceğine inanılır. Kendi kitaplarında insanın hayâtını talebelik, evlilik, münzevilik ve inanç uğruna dilencilik şeklinde dörde ayırırlar. Ruh ve beden hakkında hiçbir bilgileri yoktur. Ölülerini kutsal saydıkları Ganj Nehrine atarlar. (Bkz. Brahmanizm) Budizm, Brahma inanışının değiştirilmiş şekli olup, tanrısız bir dindir. Bir insan olan önderleri Buda’yı bir nevi tanrılaştırmışlardır. İnsan hayatını bir ızdırap olarak anlatırlar. Doğum, ihtiyarlık, hastalık ve ölüm, acı hakikatlerdir. İnsan, bütün geçici hevesler ve yaşama arzusundan kurtulursaNirvana’ya (kutsal istirahata) kavuşur derler. Buda, insanları kutsal saymaz. Hepsini eşit görür. (Bkz. Budizm) Mecûsîlik de, Brahma inancının bir şubesi olarak insanların ateşe, ineğe, timsaha tapmasını ister. Mecûsîler ölülerini gömmezler. Bir kulede saklayıp akbabalara yedirirler.
İnsan konusu, semâvî dinlerde diğer inançlara göre daha geniş ve daha mükemmel bir şekilde ele alınır. İlk insan ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’den îtibâren gelen bütün peygamberlerin insanlara tebliğ ettikleri dinlerde îmân, ibâdet esaslarının yanısıra insanlara bizzat kendilerinden de haber verilmiş, ne olduğu anlatılmıştır. Günümüzde tek Allah’a inanan semâvî dinler üç tânedir: Yahûdî dîni: Bir hak din olan Musevîliğin insanlar tarafından bozulmuş, değiştirilmiş şekli olan Yahûdî dîninde, insanın bedeninin ve rûhunun birbirinden ayrıldığına ve rûhun dâimî olduğuna inanılmaktadır. Bugünkü Yahûdîlikte, Yahûdîler kendilerini Yehova dedikleri tanrının çocukları sayar.Yehova da, “Yahûdî kavminin kollektif rûhu” gibi telakki edilerek yalnız Yahûdîlerin tanrısı kabul edilir (cabalisme). Yahûdî olmayan bütün insanlar, “hayvan mesabesi”nde düşünülerek bunların köle, Yahûdîlerin de efendi olduğuna inanılır. Bu inancın siyâset sahnesindeki adı “siyonizm”dir. Hıristiyanlıkta insan: Îsevîliğin papazlar elinde bozulmuş ve değiştirilmiş şekli olan bugünkü Hıristiyanlık inancında, insanların günahkâr doğduğu kabul edilmektedir. Hazret-i İsâ, insanları bu günahtan kurtarmak için dünyâya gelen Allah’ın oğludur. Cenâb-ı Hak, insanların günahlarını affettirmek için kendi oğlunu haç’a gerdirmiştir. Dünyâ çile yeridir. Zevk ve safa yasaktır. İnsanlar doğrudan doğruya Allah ile temas edemezler, O’ndan birşey isteyemezler. Ancak râhipler, insanların yerine Allah’a yalvarabilir ve onların günahını affedebilirler. Hıristiyanların başında bulunan papa günahsızdır. Onun her yaptığı iş doğrudur. İnsanlarda ruh ve vücut ayrıdır. İnsanın rûhunu ancak papazlar temizler. Vücut ise dâimâ günahkâr kalan çirkin bir şeyden ibârettir. İslâmiyette insan: İnsan hakkında en doğru, en mükemmel ve tam mâlumâtı zamanımızda yalnız İslâm dîni bildirmektedir. İnsanın yaratılışı, hayat sürmesi, ölümü, âhiret hayâtı ve Allahüteâlâ ile münâsebeti Kur’ân-ı kerîmde, hadîs-i şerîflerde ve bunların açıklaması olan diğer din kitaplarında geniş yazılıdır. İslâmiyetin insan hakkındaki bildirdikleri, fen ilimlerinin tesbit ettiklerini, felsefecilerin sözlerinin bâzılarını ihtivâ ettiği gibi bunların hiç bilmediği ve haber vermediği şeyleri de içine alır. İnsanı her bakımdan kavrayan ve insanın varlığını tam izah eden yegâne din, İslâmiyettir.
İslâm dîninde insanın temel vasfı mahlûk, yâni yaratılmış olmasıdır. İnsan, kendiliğinden var olmamış, onu Hâlık (yaratıcı) yaratmıştır. Bu yaratıcının ismi “Allah”tır. Hiçbir insanda ulûhiyyet(ilâhlık) yoktur ve aslâ olamaz. Allahüteâlâdan gayri olan her şey, madde, ruh, nebât, cisim, arâz, düşünce, hayal, fezâ, kürsi, Cennet, Cehennem, melek vs. mahlûktur (yaratılmıştır). İnsan, bütün mahlûklar içinde en şerefli olanıdır. Ona bu şeref Allahüteâlâ tarafından verilmiştir. İnsan olmak şerefi, belli kişilere mahsus olmayıp bütün insanlarda ortak olarak vardır. Allahüteâlâ; ilk insan, insanlığın atası ve ilk peygamber olan hazret-i Âdem’i topraktan yaratmıştır. Kur’ân-ı kerîmde Hicr sûresi 26. âyetinde meâlen; “And olsun ki biz insanı kuru bir çamurdan, şekillenmiş bir balçıktan yarattık.” ve Mü’minûn sûresi 12. âyetindemeâlen; “Biz insanı (Âdem’i) muhakkak ki çamurun özünden yarattık.” ve Rahman sûresi 14. âyetinde meâlen; “O(Rahman) insanı(onun aslı olan Âdem’i) yanmış kerpiç gibi kuru bir çamurdan yarattı.”buyurulmaktadır.
Bütün insanlığın annesi olan hazret-i Havvâ ise hazret-i Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratıldığı çeşitli tefsir kitaplarında ve Peygamberimizin sözlerinde açıklanmaktadır. Nisâ sûresi birinci âyetindemeâlen; “Ey insanlar, sizleri bir tek nefisten (Âdem’den) yaratan, o şahıstan da eşini(Havvâ’yı)vücuda getiren, ikisinden birçok erkeklerle kadınlar yaratan Rabbinizden korkun!..”buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem’in topraktan yaratılan cesedine Allahüteâlâ “ruh” vermiştir. Bütün insanların rûhu vardır. Kur’ân-ı kerîmde Secde sûresi 9. âyetinde meâlen; “Sonra Allah, onu (insanın şeklini) düzeltip tamamladı ve bizzat kendi kudretinden ruh üfledi...”buyrulmaktadır.
Hazret-i Âdem ve hazret-i Havvâ, uzun zaman Cennette yaşamışlar, unutarak yasak edilen bir meyveden yemeleri sebebiyle yeryüzüne indirilmişlerdir. Zamanla çocukları çoğalmış, kabileler ve kavimler teşekkül ederek bugünkü insanlığa gelinmiştir. Hazret-i Âdem’in yeryüzünde yaşamaya başladığından bugüne kadar geçen zaman hakkında, âlimler birkaç rivâyet bildirmişlerdir. İslâm âlimlerine göre insanlığın, yeryüzündeki târihi 313.000 seneden az değildir.
İnsanların birbirlerinden üremesi erkekten çıkan menideki spermler ile kadın yumurtasının birleşmesinden hâsıl olmaktadır. Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyrulmaktadır: İnsan kendisini bir nutfeden yarattığımızı görmedi (bilmedi) mi ki şimdi o, açıktan açığa bir müfrit hasım olmuştur. O kendi yaratılışını unutarak bize bir misâl getirdi; “ Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş!”dedi. (Yâsîn sûresi: 77, 78) İslâmiyette, insan, ruh ve cesediyle birlikte ele alınır. İnsan yalnız bir ceset olmadığı gibi, yalnız ruh da değildir. İnsan, maddesi ve rûhuyla bir bütün teşkil eder. İslâm dîni, insanın bu her iki cephesine ait bütün bilgileri en öz ve mutlak doğru şekilde bildirmektedir. İnsan yavrusunun meydana gelmesi üstüne günümüzde en modern âlet ve tekniklerle yapılan bütün araştırmalardan elde edilen bilgiler, Kur’ân-ı kerîmde on dört asır evvel bildirilenlerden başka şeyler olmamaktadır. Modern embriyoloji ilminin anne karnındaki bebeğin ilk gününden îtibâren geçirdiği gelişme devreleri hakkındaki bütün tesbitleriniKur’ân-ı kerîmde Mü’minûn sûresi 12-14. ayetlerinde ve hadîs-i şerîflerde bildirilmiştir.
İnsan cesedinin yaratılışı hakkında mutlak doğru bilgiler veren İslâmiyet, insanın mânevî tarafını da bildirmektedir. Fen ilimleri, asırlar boyu çalışma neticesinde modern âlet ve cihazlar, müşahede ve tecrübelerle insan vücudu hakkında Kur’ân-ı kerîmin ve hadîs-i şerîflerin bildirdiklerinin bir kısmını nihâyet anlayabilmiştir. Ancak insanda bir de ruh vardır ki; fen ilimlerinin tamâmen sahaları dışındadır. Psikologlar ise, ruh hakkında herhangi bir bilgileri olmadığından onu konuları dışında bırakıp insanın davranışlarını ele almışlardır. İnsanın mânevî tarafı hakkında yegâne mâlumât, ancak İslâmiyet tarafından bildirilmektedir. İnsanın kısaca “ruh” denilen mânevî tarafı da başlıbaşına bir hârikadır. Allahüteâlâ, birbirine zıd olan on parçayı biraraya toplayarak yeni bir özellik sâhibi, bir birlik meydana getirmiştir. Buna insan şeklini vermiştir. İnsan on parçadan hâsıl olmuş bir birlik olduğu için,Allahüteâlânın yeryüzünde halîfesi olmak şerefine nâil olmuştur. İnsandan başka hiçbir mahluk bu şerefe mâlik değildir. İnsandan başka bütün mahlûklar, çok büyük oldukları halde, hiçbirinde bu on parça bir araya toplanmış değildir. Bütün insanlar, bu şerefte ortaktırlar. İşte böylesine mükemmel ve şerefli olan insan, boşu boşuna yaratılmamış ve kendi bildiğine bırakılmamıştır. Bütün insanlardan Allah’a dönmeleri istenmekte ve Allahüteâlâ onları kendisine dâvet etmektedir. Bir imtihan yeri olan bu dünyâ hayatında bu dâvete icabet etmesi ve şartlarına uyabilmesi için insanlara bir vâsıta gönderilmiştir. Bu vâsıtaya din denir. En son din İslâmiyettir. İnsanların bâzıları bunu kabul ederek ve bu yolda ilerleyerek meleklerden daha üstün olabilmekte ve bâzıları da inatları yüzünden bu dâveti kabul edip uymadıklarından şerefli yaratılmış varlıklarını hayvandan daha aşağı derecelere düşürmektedirler. Kur’ân-ı kerîmde Tîn sûresi, 4. âyetinde meâlen; “Biz, gerçekten insanı en güzel bir biçimde yarattık.” ve A’râf sûresi 179. âyetinde meâlen; “Onlar (îmân etmeyen insanlar) hayvan gibidir. belki hayvandan daha aşağıdır.”buyrulmaktadır.
Bu şerefli varlığını îmân etmeyerek aşağıların aşağısı yapan ve bu hâliyle ölen insanların işledikleri suçun cezâsı sonsuz ve çok acıdır ki; dünyâda böyle cezâ olamaz. İşte Cehennem insana bu cezânın verildiği yerdir.
İslâm dîninde her insan, başlı başına orijinal bir varlıktır ve doğuştan günahsızdır. Ancak bülûğaerdikten sonra îmân etmesi ve İslâmiyetin hükümlerine uyması istenir. İslâmiyet, kâinâtın insan için; insanın da Allah’a kulluk etmek için yaratıldığını bildirmektedir. Çok yüksek yaratılışıyla insan, bütün kâinâtın en kıymetli ziyneti gibidir. Dünyâdaki herşey, insanın menfaatine ve istifâdesine sunulmuştur. Yasak edilen belli şeyler dışında kalan herşey aslı üzere mübahtır. İnsanın bunlardan İslâmiyetinhudutları dâhilinde istifâde etmesi serbest, hattâ lâzımdır. İnsan bunu sağlamak için dünyâyı, eşyâyı, olayları inceleyip tanımakla emrolunmuştur. Kendini, cisimleri, fezayı inceleyerek bunları yaratan Allahüteâlânın kudret ve azametini idrakla vazifelidir. İslâmiyet, insanın kendisini tanımasına o derece önem vermektedir ki; bir hadîs-i şerîfte; “Kendini tanıyan, Rabbini tanır.”buyurulmuştur. İmâm-ı Gazâlî’nin; “Anatomi ve astronomi bilmeyen Allahüteâlânın kudret ve azametini anlayamaz.” sözü de meşhur olmuştur. İslâm dîninde insandan istenen tek vazife vardır. Bu da, Allahüteâlâya kulluk yapmaktır. Kulluk insanın dünyâda geçireceği her an, yapacağı her iş ve bulunacağı her halde Allahüteâlâyı unutmaması ile olur. İnsan bunu, emredilen ibâdetleri yapmak, yasaklardan kaçmak ve mubahlarda ölçüyü kaçırmamakla yapmış olur. Müslüman olan her insan, Allahüteâlâ ile temas kurabilir. O’na kendisi ibâdet ve duâedebelir, günahlarının affı ve isteklerinin yaratılması için yalvarabilir. İslâmiyetteAllahüteâlânın emrine icâbet ederek, O’na dönmek ve bu yolda ilerlemek, her insana açıktır. İnsanlardan bâzıları bunun için bildirilen vâsıtaya, İslâmiyete sıkı sarılarak zâhirlerini ve bâtınlarını, yâni bedenlerini ve ruhlarını her türlü kötülük ve çirkinlikten temizleyerek, diğer insanlardan daha şerefli, daha üstün ve kıymetli olurlar. Meselâ evliyâ böyledir. Peygamberler ise, peygamber olmayan insanların hepsinden üstün, şerefli ve kıymetlidirler. Allahüteâlâ onları, insanlara kendisine kavuşturan vâsıtayı (dîni) bildirmek için seçmiş ve bu vazifenin icâbı olan, diğer insanlarda bulunmayan vasıflar ve meziyetlerle yaratmıştır.
İnsanın rûhu, kendisinin hülasası, özüdür. Bu ruh, bilinemez ve nasıldır denilemez olarak yaratılmıştır.Allahüteâlâ mekânsız olduğu gibi, ruh da mekansızdır. Ruh da madde değildir. Rûh bedene bağlılığı,Allahüteâlânın âlem ile olması gibidir. Ruh, bedenin ne içindedir, ne dışındadır. Ne bitişiktir, ne ayrıdır. Yalnız bedeni varlıkta tutmaktadır. İnsan bedeninin her zerresini diri tutan rûhudur. Bunun gibi âlemi varlıkta durduran, Allahüteâlâdır. Allahüteâlâ bedeni, ruh vasıtası ile diri tutmaktadır. İnsan rûhu, nasıl olduğu anlaşılamaz olarak yaratılmıştır. Mümin insanın rûhu, bedeni ve bedendeki kuvvetleri emri altına alarak kendini ne kadar çok Allahüteâlâya verirse, Allahüteâlâdan gelen sonsuz nurların o kadar çok tecellilerine kavuşur. Böylece hakîki“Halîfe-i Rahmân” olur. Bütün bunlar, İslâm dîninde insanın nasıl bir Halîfe-i Rahmân olduğunu anlatmaya kâfidir. İslâmiyet insanın; göklerin, dağların, yerlerin yüklenmekten çekindiği bu emâneti yüklenerek diğer mahluklardan şerefli olduğunu bildirmektedir. Bu emâneti zâyi etmeyen, lâyıkıyla taşımaya çalışan Müslümanlar içinden birçok evliyâ yetişmiştir. İslâm dîninde evliyâ veya peygamber de olsa insan “kul”dur ve ölünceye kadar kulluk vazifeleri ile mesuldür. İnsanın kendi yaratanı Allahüteâlâ ile biricik bağlılığı, O’nun mahlûku olmasıdır. Başka hiçbir ilgisi yoktur. İnsan ve diğer mahlûklar, Allahüteâlânın büyüklüğünü, yüksekliğini ve kemâllerini göstermektedir. Tasavvuf yolunda yürüyenlerin ve geçmiş bâzı evliyânın Allahüteâlâ ile bundan başka bir bağlılık söylemeleri, meselâ birleşmek, benzemek, etrafını kuşatmak, beraber olmak gibi sözleri, kendilerini hâl kapladığı zamanlarda şuurları gitmişken söyledikleri şeylerdir. Bunlar şuura kavuşunca hep tövbe ve istiğfar etmişlerdir. Peygamber bile olsa, insanın kul olduğuİslâm dîninin temeli olan Kelime-i şehâdette de açıkça bildirilmektedir. Bir hadîs-i şerîfte Peygamber efendimiz; “Ben de sizin gibi insanım. Bana vahyolundu.” buyurmaktadır.
İslâm dîni insanları iki ana kısma ayırmıştır. Bunlar Müslümanlar ve Müslüman olmayanlardır. Bütün insanların, insanlık hakları hürriyetleri vardır. İnsanlar doğuştan hürdür. Müslüman olan bir insan diğer Müslümanların kardeşi olur. İslâmiyet insanlar arasında birbirinden ayrılmış sınıflara ve tabakalara izin vermez. Maddî ve mânevî olarak ilerleme, yükselme yolu her insana açıktır. İslâm dîninde insanın cesedi de kıymetli ve mübârektir. Çirkin, pis ve kötü değildir. Rûhu o taşımakta ve rûhun sonsuz derecelere yükselmesinde güzel ameller yapan cesedin, çok büyük payı bulunmaktadır.İnsanların organları, parçaları da kıymetlidir. Saç, sakal, tırnak gibi parçaları da muhterem tutulmuş, yakılması, tahkir edilmesi yasaklanmış, kesildikten sonra gömülmeleri istenmiştir. İnsan, rûhunun ve cesedinin ihtiyaçlarını temin edip gidermekle mükelleftir. İnsanın ölmesi, ruhunun bedene olan bağlılığının sona ermesi, bedenden ayrılmasıdır. Ölmüş Müslümanın cesedi de, dirisi gibi muhteremdir. Cesedi yakılmaz. Diriyken yapılmayan şeyler ölüyken de yapılmaz. Yıkanıp kefenlenerek namazı kılınır ve kabre konur. Ruh ölmez. Ölmüş bir insanın ruhu başka bir insana geçmez. Kıyâmette,Allahüteâlâ her insanı âhiret hayatına uygun yeni bir bedenle yeniden yaratır. İnsan âhirette ebedî bir hayat sürecektir. Âhirette insan için Cennet ve Cehennemden başka üçüncü bir yer yoktur ve her ikisi de ebedîdir. Dünyâ hayâtınıAllahüteâlânın rızasına uygun geçiren insanlar Cennette sonsuz zevk ve lezzetler içinde olacaklar, böyle olmayanlar ise Cehennemde çok acı, elim, şiddetli azaplara uğrayacaklardır.
İslâm dîni, insanlığı kendi başına bir nevi (tür) olarak bildirmektedir. İnsanın hayvanlara benzeyen tarafı, kas, sinir, kemik ve çeşitli anatomik sistemleridir. Bir de sevkitabiî denilen içgüdüler, insanda da vardır. Ancak insanda bunlardan başka nefis ve kalp, ruh, sır, hafi, ahfâ latîfeleri de vardır. Ayrıca yalnız insana mahsus olmak üzere “akıl” verilmiştir. İnsan şuur, irade, zeka, idrak, hâfıza sâhibidir. İnsan; anlar, anlatır, karar ve hüküm verir. Beş duyusu, konuşma kâbiliyeti ve düşünce kuvveti vardır. İnsan maddî ve mânevî yapısında kendinden başka bütün mahluklardan bir nümûne taşıyan tek varlıktır. İnsanda ilâhî üstünlüklerin benzerleri, yerde ve göklerde bulunan her şeyden bir zerre, elementler, göklerin benzerleri, meleklerdeki iyilikler ve iblisteki kötülükler de vardır. Ancak insan aynı zamanda muhtaç ve âciz bir varlıktır. Hiçbir şey yaratamaz. İslâm dîninde insanın “âlem-i sagir” (küçük âlem), “zübde-i âlem” (âlemin özü) olduğu bildirilmiştir. İnsan her varlıktan bir eser ihtivâ eden bu muhteşem topluluğu ile, her varlıktan daha çok ilerlemeye, yükselmeye namzet olduğu gibi, her varlığa olan bu bağlılığının kendini yaratanı unutturması ve Allah’ı bırakıp o varlıklara bağlanması hâlinde de, her varlıktan daha aşağı ve zelil olmaya da namzettir. İslâm dîninin bildirdiği bu insan târifi hiçbir inanç sistemi, fen bilgisi, felsefe ekolünde yoktur ve hepsinin doğruları bir araya getirilirse de olmayacaktır. İslâm dîninde insan hakkında bildirilenlerin insana kendisini yaratandan gelen haberler; diğer bilgilerin ise gene kendisi gibi insanların akıl, tecrübe yoluyla elde ettikleri, zamanla değişebilen bilgiler, şahsî düşünceler, teoriler, zanlar, faraziyeler hatta uydurma sözler olması, bu hâlin yegâne, en büyük ve aradan hiç kaldırılamayacak sebebi ve farkıdır. İslâm dîninde insan dünyada medenî bir hayat yaşamaya, rahat ve huzur içinde olmaya, âhirette ise ebedî saâdete kavuşmaya lâyık bir varlıktır. Peygamberler, insanlara bunu haber vermek, hatırlatmak ve rehber olmak için gönderilmişler, insanları hakikî insanlığa kavuşturmak için çalışmışlardır. İslâmiyet, insandan aklını, ilmini ve diğer kuvvetlerini kullanarak dünyâda medenî yaşamak için îcab eden her şeyi yapmasını, toprağı, mâdeni, okyanus diplerini ve fezanın derinliklerini bunun için kullanmasını, yeni yeniâletlerle ve cihazlarla işlerini kolaylaştırmasını istemekte, bunlara teşvik etmektedir. Ayrıca beraber yaşadığı insanlarla medenî, olgun münasebetler kurmasını, hoş geçinmesini, onlara yardım ve ikram etmesini emrederek insan cemiyetlerinin sosyal vasıflarını da yükseltmektedir.
İnsan olduğu için İslâm olmuş; İslâm olduğu için insan vardır. İslâmiyet, insanoğlunun ölümsüzlük arzusuna da cevap vermekte, insana ebedî bir hayat ve saâdet taahhüt etmektedir.
İslâm dîninde insan; kısaca, mânevî ve maddî bütün varlığı, şahsî ve sosyal hayatı, evveli ve âhiri, dünyâsı ve âhireti ile tam olarak ele alınmakta, hakikî insan ve hakîkî Halîfe-i Rahmân olmaya dâvet edilmektedir. Zâten İslâm dîni, Allahüteâlâ tarafından bunu sağlamak için gönderilmiştir.
KAYNAK : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
.MEDRESE
.Alm. Medrese (n), (f.pl.), Fr. Medersa (s) (f.pl.), İng. Medresse (s). İslâm ilimlerinin ve fen bilgilerinin öğretildiği yüksek öğrenim müessesesi. Arapça “Derase” kökünden gelen medrese kelimesi; talebenin ders alıp ilim öğrendiği yer mânâsına yer ismidir. Umûmî olarak sıbyan mektebinin (ilkokulun) üstünde eğitim ve öğretim yapan orta ve yüksek tahsil müesseselerine medrese denilmiştir. Medrese tâbiri ilk olarak Nişâbûr havâlisinde kurulan eğitim ve öğretim müesseseleri için kullanılmıştır. Bundan önceki devirlerde bu seviyede eğitim ve öğretim müesseseleri varsa da, bunlar için medrese tâbiri kullanılmamıştır. Medreselerin târihî gelişmesi: Bi’setten, yâni Peygamberimize (sallallahü aleyhi ve sellem) ilk vahy geldikten sonra, İslâmiyetikabul eden ilk müminler, Sahâbe-i kirâmdan hazret-i Erkam’ın evinde gizlice toplanır ve Peygamber efendimizin rehberliğinde İslâmiyeti ve Kur’ân-ı kerîmi tâlim edip, gelişmeleri değerlendirirlerdi.İslâmiyette mektep ve medresenin bu şekilde doğduğu söylenebilir. İslâmiyetin ilk medresesi olmakla şereflenen Dâr-ül-Erkam (Erkam’ın evi), şimdi o günleri hatırlatmak üzere aynen muhâfaza edilmektedir. Hicretten sonra, Medîne-i münevverede Peygamber efendimiz tarafından İslâm Devletinin temelleri atılınca, orada yapılan Mescid-i Nebevî, İslâmî eğitim ve öğretimin merkezi hâline getirildi. Müslümanlar, orada toplanır, İslâmiyeti öğrenir, Kur’ân-ı kerîm tâlim eder, bir dünyâ ve âhiret nizâmı olarak İslâmın muzaffer olması için plân ve programlar hazırlamaya çalışırlardı. Peygamber efendimizmescidlerinin sofasını bu işe tahsîs etmişler ve İslâmı, âyet âyet burada kafalara ve gönüllere yerleştirmişlerdir. O zaman Sahâbe-i kirâmın hem peygamberi, hem imâmı, hem de muallimi olan Peygamber efendimizin etrâfında, bütün ömrünü ve varlığını bu işe vakfeden, ayrı bir halka teşekkül etti. Peygamberimiz bunlara Eshâb-ı Suffa (Mescidin sofasında toplanan dostlar) adını verdi. Bunlar, yetişkin, genç müminlerden ibâretti ve bütün işleri, Sevgili Peygamberimizden öğrendiklerini aynen tesbit etmek, yazmak, yaşamak ve yaymaktı. Selmân-ı Fârisî, EbûHüreyre gibi İslâm büyükleri hep burada yetiştiler. Burada eğitim görenlerin türlü masrafları, zengin Müslümanlarca karşılanıyordu. Bu örnek, daha sonra eğitim ve öğretimle ilgili vakıfların kurulmasına başlangıç teşkil etti. Diğer taraftan Medîne’de örnek olarak kurulan ve geliştirilen bu eğitim sistemi ve teşkilâtı, bundan sonra kurulan câmi içi ve dışı eğitim müesseselerine model oldu. Zamanla Suffa’nın ihtiyaca kâfi gelmemesi üzerine Peygamberimiz Medîne’nin muhtelif yerlerindekimescidlerle bunlar dışındaki bâzı mahalleri tedris yeri hâline getirdi. Medîne’de dokuz adet mescidin bu gâye ile kullanıldığı bilinmektedir. Câmilerde başlayan eğitim ve öğretim faaliyetleri, câmi dışı müesseseler kurulduktan sonra da devam etti. Ancak küçük çocukların eğitim ve öğretimi, onların câmi ve mescidleri temiz tutamayacakları düşüncesiyle, ilk devirden beri, daha çok mâbetlerin dışında yürütüldü. Nitekim Emevîler devrinde, çocuklar için müstakil ve mükellef mektepler açıldığı bilinmektedir. Sekizinci asırda üç bin talebeyi barındıran BelhliEbü’l Kâsım Dehhâk’ın mektebi, ilköğretimde önemli bir merhale kabul edilebilir. Bu nevi mekteplere “küttap” veya “mektep” ve öğretmenlerine de “muallim” denirdi. Buralarda yazı tahtası ve silgi kullanılmıştır. Yetişkinlerin eğitim ve öğretiminin câmilerde yürütülmesi, dört halife devrinde aynen devam etti. Belki de yeni teşekkül eden ve henüz tedvin edilmeyen (bir araya toplanmamış olan) kıraat, tefsir, hadis ve fıkıh gibi ilimlerin karakterleri icabı câmi dışına taşıma ihtiyacı duyulmamış, hattâ câmi dışı eğitim ve öğretim müesseselerinin kurulmalarından sonra da yüksek tahsil, câmilerde ve onların etrafında teşekkül eden müesseselerde (medrese, dârülhadis, dârülkurrâ, darüttıb) yürütülmüştür. Müslüman Türklerde Medrese: Câmilerden ayrı olarak kurulan eğitim müesseselerine; Emevîlerdevrinde “Mektep”, Abbâsîler devrinde “Beytülhikme”, “Beytülilim”, “Darülilim”, Türkler (Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar) döneminde “Medrese” adı verilmiştir. * İslâm târihçilerinin medresenin ilk kurucusu olarak Nizâmülmülk üzerinde ittifak ettikleri ileri sürülürse de bundan önce, Nişabur’daBeyhakiye Medresesinin varlığından bahsedilir. GerçekteNizamülmülk’ten önce GazneliMahmûd (M. 999-1030) Gazne’de ve kardeşi Nasır bin Sebüktekin, M. 1033 yılında Nişabur’da medrese yaptırmışlardır. Ancak bunlardan önce de bâzı husûsî mâhiyette medreselerin mevcûd olduğu bilinmektedir. EbûHâtimü’l-Bustî (v. 965) kendi kütüphânesini medrese hâline getirmiş, yanına da yabancı talebelerin barınacakları bir tesis kurmuştu. Nişabur’da Şâfiî fakîhiEn- Nîşâbûrî (v. 960) için medrese yapılmıştı. Diğer taraftan EbûAliyyü’l- Hüseynî (v. 1002) din fıkıh kürsüsü, bunlar arasında sayılabilir. “El-Medresetü’l-Ehliyye” denilen hususî medreseleri teşkil eden bu eğitim kurumları, o devirde yaygın olan Şiîlik cereyânına karşı Sünnîliği müdafaa ve yaymak için kurulmuş müesseselerdi. İslâm dünyâsında medrese teşkilâtının kuruluş ve gelişmesinde en büyük hisse şüphesiz büyük Selçuklu Türklerine âitti. Gerçekten medreselerin geniş anlamda, devlet eliyle kurulması, tahsilin parasız olması ve medrese teşkilâtının en küçük ayrıntılara kadar tesbiti, Selçukluların eseridir. Selçuklular medreseleri, hem ilmin gelişmesini sağlamak, hem ilmiye mensuplarına maaş bağlayarak onları devletin yanında tutmak husûsiyle Fâtimîlerin Şiîlik propagandaları ve diğer râfizî telâkkîlere karşı Sünniliği müdâfaa ve yaymak gâyesiyle kurmuşlardır. Önce Alparslan’ın, sonra Melikşah’ın veziri olan meşhur Siyâsetnâme adlı kitabın yazarıNizâmülmülk, ilk medresesini Nizâmiye Medresesi adı ile Bağdat şehrinde kurdu. Dicle kenarında 1064 yılında temeli atılan medrese, iki sene sonra tamamlanarak 1067’de eğitim ve öğretime açıldı. Medresenin müderrisliğine de ilk olarak zamanın en büyük âlimlerinden olan EbûİshakŞirazî tâyin edildi. Bundan sonra İslâm dünyâsında medrese kurma faaliyetleri hızlanmaya, köylere varıncaya kadar Nizamiye Medreseleri açılmaya başlandı. Türk milletinin bu örnek müesseseleri, küçük farklarla, İslâm dünyâsının her tarafına birer feyz kaynağı biçiminde yayıldı. Daha sonra Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar da, bu müesseseleri geliştirerek devam ettirdiler. Medreselerde yalnız din ilimleri tahsil edilmezdi. Yerine göre, zamanın hey’et (astronomi), hesap (matematik), hendese (geometri), hikmet, tıp gibi ilimlerine de mühim yer verilirdi. Selçuklular döneminde Nizâmiye Medreseleri adıyla kurulan umumî medreselerin yanında ihtisas eğitimi yapan, medreseler kuruldu. Bunlar hizmet ve gâyeleri bakımından; Dârülhadîs, Dârülkurrâ veDârüttıb diye üçe ayrılırdı: 1. Dârülhadîs medreseleri; hadîs-i şerîflerin tedrîs ve tedkikine tahsis edilen medreselerdir. Bu medreselerin ilki, Haleb Atabeklerinden NûreddînMahmûd bin Zengî tarafından Şam’da açılan En-Nûriyye Medresesidir. İkincisi, Musul’da açıldı. Daha sonra pekçok yerde Dârülhadîs medreseleri açılmıştır. Türkiye Selçukluları vezîri Sâhib Atâ’nın Konya’da açtığı İnce Minâre Medresesi ile İlhanlı vezîri ŞemseddînCüveynî’nin Sivas’ta açtığı Çifte Minâre Medresesi bunlardandır. 2. Dârülkurrâ medreseleri,Kur’ân-ı kerîm ile alâkalı ilimlerin öğretildiği medreselerdir. Çok öncelerde kurulan bu medreseler, Anadolu Selçukluları ve Karamanoğullarında da devâm etmiş ve bunlara; Dârulhuffâzdenmiştir. Bu medreselerden sâdece Konya’da Sâhib Atâ, Ferhûniye, Sa’deddînÖmer, Nâsuh Bey, Hacı Yahyâ Bey, Hoca Selmân ve Hacı Şemseddîn gibi çeşitli Dârulhuffâzmedreseleri açılmış ve diğer İslâm beldelerinde de yaygınlaştırılmıştır. 3. Dârüttıb medreseleri ise, tıb eğitimi ve hasta tedâvisinin birlikte yapıldığı medreselerdir. Bunlara;Dârüttıb, Dârüşşifâ, Dârussıhha, Dârulmerza, Dârulâfiye, Mâristân, Bîmâristân gibi adlar verilmiştir. Bilhassa Anadolu’da birçok Dârüşşifâ kurulmuştur. Selçuklular döneminde: Kayseri’de Gevher Nesîbe (1205), Sivas’ta Birinci Keykâvus (1217), Divriği’de Turan Melike Hanım (1288); İlhanlılar devrinde: Amasya Dârüşşifâsı (1308) açılmıştır. Silvan’da Bîmâristân-ı Fârûkî ve Mardin’deArtukoğullarındanNecmeddînİlgâzi’nin (1108 ve 1122) Mâristân adlı dârüşşifâsı hizmet veriyordu. Osmanlılar döneminde de dârüşşifâ yapımına devâm edilerek, bilhassa Bursa’da Yıldırım Dârüşşifâsı, İstanbul’da Fâtih, Haseki Sultan, Atik Vâlide, Edirne’de İkinci Bâyezîd, Manisa’da Vâlide Sultandârüşşifâları kuruldu. Hele Süleymâniye Tıp Medresesi, başlı başına bir merhâle kabûl edilmektedir. Budârüşşifâlar aynı zamanda hastahâne olarak faaliyet göstermiştir. Osmanlı medreseleri: Bütün İslâm dünyâsında olduğu gibi, Osmanlılarda da eğitim ve öğretim umûmî ölçüde medreselere dayanmaktadır. Osmanlılarda medreseye gidecek bir talebe, beş altı yaşındasıbyan mekteplerine alınır ve alfabe (elifba), yazı okuma, Kur’ân-ı kerîm ve “âmâl-i erbaa” denilendörtişlem problemleri öğretilirdi. Osmanlılarda sıbyan mektepleri, köylere varıncaya kadar her yere yayılmıştı. On beş ve on altıncı asırlarda sâdece İstanbul’da iki bin sıbyan mektebi vardı. Koskoca Osmanlı Devletinde, o geniş sınırları içinde düşünecek olursak, ülkedeki sıbyan mekteplerinin yüz binleri bulacağı kolaylıkla tahmin edilebilir. On altıncı asırda Osmanlı ülkesinin pekçok kısmını gezen bir Fransız seyyahı, her köyde mektebe rastlamış ve ilk tahsilin Osmanlılarda garp (batı) memleketleriyle mukâyese edilemeyecek derecede çok ileri olduğunu hayretle görmüştür. Buralara câmi ve mescidlerdeyapılan ilköğretim ve eğitim faaliyetleri de ilâve edilirse, Osmanlılarda yaygın bir eğitim ve öğretimin varlığı anlaşılır. Osmanlı maarif teşkilâtında yüksek seviyede eğitim ve öğretimi gerçekleştiren müesseseler, şüphesiz medreselerdi. Osmanlı medreseleri sıbyan mekteplerine dayalı orta ve yüksek öğretim kurumlarıydı. Tapu ve evkaf kayıtlarına göre, orta ve yüksek öğretim yapan medrese sayısı binden fazlaydı. İstanbul’da:Süleymâniye, Fâtih, Ayasofya, Şehzâde, Haseki, Eyüp, İkinci Bâyezid, Mihrimah Sultan, Yavuz Selim, Atik Ali Paşa, Cafer Ağa, Yahya Efendi, Zeyrek, Vefa, Vâlide-i Cedîd Üç Baş Medreseleri; Edirne’de:Selimiye, Üç Şerefeli medreseleri; Bursa’da: Murâdiye, Yıldırım Bâyezîd, Çelebi Mehmed medreseleri;Şam’da: Süleyman Han Medresesi; Bosna’da: Hüsrev Bey Medresesi; Amasya’da: Hüsamiye, İkinciBâyezîd medreseleri; Manisa’da: Murâdiye ve Hâtuniye medreseleri; Trabzon’da: Hâtuniye Medresesi;Mekke’de: Sultan Süleyman Han Medresesi; İznik’te: Orhan Gâzi Medresesi; Diyarbakır’da: Mesudiye Medresesi; Konya’da: Nalıncı, Karatay ve Sahip Ata Medresesi; Halep’te: Hüsrev Paşa Medresesi;Üsküp’te:İshak Paşa Medresesi; Ankara’da: Safiyye ve Ak Medrese ile memleketin daha birçok şehrinde çeşitli medreseler vardı. Osmanlı medreselerinde teşkilâtlanma: Osmanlı medreseleri, teşkilâtlanmada kendinden önceki İslâm medreselerinde olduğu gibi, gâye ve gördüğü hizmetler bakımından birbirinden farklı özellikler göstermiş olsalar bile, esasta umûmî ve ihtisâs medreseleri olarak ikiye ayrılır.
* Umûmî Medreseler: Umûmî olarak kadı, müderris ve müftü yetiştirmek maksadıyla kurulmuşlardır. Kendi aralarında; Yirmili, Otuzlu, Kırklı, Ellili, Altmışlı ve Altmış Üstü medreseleri olarak isimlendirilmişlerdir. İhtisas medresesi ise, doğrudan doğruya ayrıca ihtisâsı gerektiren din ilimlerinden birini, yahut da fen ilimlerinden birini hedef alan ve o ilmin tahsiline mahsus metodla öğretim faâliyetinde bulunan medreselerdir. İhtisas medreseleri de kendi aralarında üç gruba ayrılırdı: 1. Dârülhadîsler: Özellikle Muhammed (aleyhisselâmın) söz, fiil ve takrirlerinden meydana gelen hadîslerin tahsil edildiği yerdir. Osmanlılarda Dârülhadîs, ilk defâ Birinci Murâd devrinde ÇandarlıHayreddin Paşa tarafından İznik’te ve İkinci Murâd tarafından Edirne’de yaptırılmıştır. Bunları tâkiben sonraki asırlarda çeşitli Dârülhadîsler tesis edilmiştir. Kurulan Dârülhadîsler içerisinde en önemlisi, İstanbul’daki SüleymâniyeDârülhadîsiydi. Osmanlı Dârülhadîslerinde ders kitabı olarak hadis’ten;Sahîh-i Buhârî, Sahîh-i Müslîm ve Meşârik gibi eserlerle bunların şerhleri ve Usûl-i Hadise dâir eserler okutulurdu. Öğretim üyelerine de hadîsle meşgul olduklarından dolayı “muhaddis” veya “müderris” denirdi. Buralarda talebe olabilmek için umûmî medreseleri tamamlamak gerekirdi. 2. Tıp medreseleri (Dârüşşifâlar): Bunlardan dâhiliye, göz ve diş doktoruyla eczâcılar yetişirdi. Tedrisâtta ders kitabı olarak Osmanlı devri tabiplerince yazılmış eserler okutulurdu. Eğitim ve öğretim tatbikatlı olarak yapılırdı. Osmanlılarda tıp medreseleri, Bursa, İstanbul, Edirne ve Manisa’da kurulmuştu. İçlerinde en önemlisi, İstanbul’da kurulan ve müstakil olup, tıp târihinde önemli bir merhale kabul edilen Süleymâniye Tıp Medresesidir. 3. Dârülkurrâlar: Bu medreselerden câmi görevlileri yetişirdi. Sıbyan mektebini bitiren bir öğrenci önce aşağı seviyede bir dârülkurrâya alınır, burayı bitirince yüksek seviyedeki darülkurrâlara devâm ederdi. Buralarda ilm-i kırâat ve ilm-i meharici’l-hurûf (tecvit ilmi ve hâfızlık) öğretilirdi. Buradan diploma alanlar; hâfız, hatip, imam ve müezzin olurdu. Bu medreselerde; ilm-i kırâattanEbû MuhammedŞâtıbî’ninŞâtıbîdiye şöhret bulan Kaside-i Lâmiye’si ve Cezerî’nin ona yazdığı Fethü’l-Vâhid adlı şerhi okutulurdu. Evliyâ Çelebi’nin beyânına göre, Osmanlılarda ilk dârülkurrayı Yıldırım BâyezîdBursa’da açmıştır. İstanbul’da ise bütün selâtin câmilerin yanında birer dârülkurrâ bulunurdu. Bunlardan en önemlisi de SüleymâniyeDârülkurrâsı idi. Dârülkurrâlarda okunan dersler, tekrar sûretiyle ve câmilerde tatbikatlı yapılırdı. Osmanlılarda yüksek ihtisâs yapılan Mütehassisîn medreseleri de vardı. Bir tânesi İstanbul’da Yavuz Selim Câmii yanındaydı. Osmanlı medreselerinde okunan dersler ve kitaplar: Bâzı otobiyografilerden ve Fâtih Kânunnamesi’nden tesbit edilebildiğine göre on beş ve on altıncı asır Osmanlı medreselerinde şu temel ilimler ve eserler okutuluyordu:
* Yirmili Medreseler (Hâşiye-i Tecrid medreseleri): Bu medreselerde ders kitabı olarak Kelâm’danHâşiye-i Tecrid’in okutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti iki yıldır. Okunan ders ve kitaplar: Belâgat dersinden Mutavvel; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrid; Fıkıh’tan: Şerh-i Ferâiz. Bu eserlerden Mutavvelve Şerh-i Ferâiz’i tamâmıyla; Hâşiye-i Tecrid’i, başından Umûr-i Amme bölümüne kadar okuturlardı. Ancak talebelerin bu ilim ve kitapları anlayabilmeleri için Sarftan, Emsile, Bina, Maksud, İzzi, Merâh;Nahv’denAvamil, İzhar, Kâfiye gibi gramer kitaplarını; Şerh-iŞemsiyye, Şerh-i Tevâlî, Şerh-i Metâli, Şerh-i İsâgûci gibi mantık kitaplarını ve usûl-i fıkha âit Telvihgibi eserlerin tamâmı veya bir kısmı okutuluyordu. Otuzlu Medreseler (Miftah Medreseleri): Bu medreselerde, Belâgattan Şerh-i Miftâh’ınokutulmasından dolayı bu ismi almıştır. Bunların tahsil müddeti, önceleri iki seneyken sonradan bir seneden daha aza düşürülmüştür. Bu medreselerde okutulan ders kitapları: Fıkıh’tan: Tenkîhve Tavzîh;Belâgat’tan: Şerh-i Miftâh; Kelâm’dan: Hâşiye-i Tecrîd; Hadis’ten: Mesâbihkitaplarıydı. Bu eserlerden Hâşiye-i Tecrid’i, Umur-i Amme’den Vücud ve İmkân bahsine kadar; Sadr-us-Şeria’yı,Kitab-ı Bûyu’a kadar; Şerh-i Miftah’ı, Mebâhîs-i İcâb ve İtnâb’a kadar ve Mesâbih’i iki kere okuturlardı. Kırklı Medreseler: Bunların tahsil müddeti iki üç yıl arasında değişirdi. Sonradan bu müddet azaltıldı. Bu medreselerde okutulan ders ve kitaplar: Belâgat’tan; Miftâhu’l-Ulûm; Usûl-i Fıkıh’tan;Tavzîh (Teftezânî); Fıkıh’tan; Sadru’ş-Şeria, Meşarik; Hadis’ten; Mesâbih(Begâvî) okutulurdu. Bunlardan başka başlangıçta; Meâni’denŞerh-i Miftâh; ortasında Kelâm’dan Şerh-i Mevâkıf ve yüksek derecesinde Fıkıhtan Hidâyeile İbn-i Hâcib’in Nahve âit El-Kâfiye fi’n-Nahv adlı eseri okutulurdu. Bu eserlerden Hadis’ten Mesâbih’i başından Kitâb-ı Büyu’a kadar; Kelâm’dan Şerh-iMevâkıf’ın, Vücud ve İmkân bahsinden İrâz bahsine kadar; Fıkıh’tan Sadru’ş-Şeria’nın bir kısmı veŞerh-i Miftâh’ın bâzı yerleri okutulurdu. Ellili Medreseler: Bu medreseler Hâriç ve Dâhil medreseler olarak ikiye ayrılmaktadırlar. Hâriç Medreseleri: Bunlarda okutulan ders ve kitaplar Fıkıh’tan, Hidâye; Kelâm’dan, Şerh-i Mevâkıf;Hadis’ten, Mesâbih(Begâvî) okutuluyordu. Dâhil Medreseleri: Bu medreselerde tahsil müddeti önceleri bir yılken sonra altı aya indirildi. Tedrisatta okutulan ders ve kitaplar: Fıkıh’tan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan,Telvîh; Hadis’ten, Buhârî; Tefsirden, Keşşâf ve Beydâvîokutuluyordu. Bu eserlerden Buhârî’ninbirinci cildi; Hidâye’nin “Kitab-ı Zekât’tan, Kitab-ı Hacc’a kadar olan bölümü ve Telvîhbaştan Taksim-i Evvel’e kadar okutuluyordu. Sahn-ı Seman Medreseleri: Önceleri tahsil müddeti bir seneyken sonradan altı aya indirilen bu medreselerde şu ders kitapları okutuldu. Fıkıhtan, Hidâye; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîhve Şerh-i Adûd;Hadis’ten; Sahih-i Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf ve Beydâvîokutuluyordu. Bu eserlerden Sahih-iBuhârî’yi baştan sonuna kadar; Hidâye’ninKitab-ı Nikâh bölümünden, Kitâb-ı Büyû’a kadar olan kısmını ve Telvîh’in Taksim-i Evvel’inden Mebâhis-i Ahkâm’a kadar; Kâdı Beydâvî Tefsiri’nden de başta Bakara Sûresi olmak üzere belli sûreler okutuluyordu. Altmışlı Medreseler: Bu medreselerin tahsil müddeti bir senedir. Fıkıhtan, Hidâyeve Şerh-iFerâiz; Kelâm’dan; Şerh-i Mevâkıf; Hadisten, Buhârî; Tefsir’den, Keşşâf; Usul-i Fıkıh’tan, Telvîhokutulan belli başlı eserlerdir. Bunlardan: Buhârî’nin üçte birini; Hidâye’nin, Kitâb-ı Büyû’danKitab-ı Şufaya kadar olan kısmını; Telvîh’tenMebâhîs-i Ahkâm kısmından sonuna kadar olan bölümünü; başından Tashih bahsine kadar Şerh-i Feraiz’i ve Şerh-i Mevâkıf’ın tamâmı okutulurdu. Altmış üstü medreselerde durum altmışlı medreseler gibiydi. Medreselerde fen eğitimi: Osmanlı medreselerinde yüksek din bilgileri yanında zamanın yüksek fen bilgileri de öğretiliyordu. Fen bilgilerinden şu kitaplar okutuluyordu: Hendese (Geometri)den: AllameŞemseddinSemerkandî’ninEşkâlü’t-Te’sîs isimli geometri prensipleri ve üçgenlerin hususiyetlerini anlatan eseri; Aritmetik ve Cebir’den, Yine aynı müellefinMuhtasar fi’l-Hisâb isimli eseri; Hesap’tan, Bağdatlı İmadüddin bin Abdullah tarafından yazılan Risâle-i Bahâiye (El-Fevâidü’l-Behâiye) adı ile anılan meşhur hesap kitabı; yine Hesaptan meşhur âlim Ali Kuşçu’nunRisâle-i Muhammediye adlı eseri; Hey’et (Astronomi)ten, Cagminî’nin (Çayminî adıyla meşhurdur), El-Mülahhas isimli eseri ile şerhleri ve Ali Kuşçu’nun Arapça Risâle-i Fethiyesi okutulurdu. Ayrıca Kadızâde-i Rûmî’nin o devrin meşhur fen kitaplarına yazdığı şerhler okutulurdu.Kadızâde-i Rûmî, Hocası Gıyâsüddin’in eserine şerh olarak yazdığı Risâle fi İstihraci’l-Ceyb Derece Vahide isimli kitabında, bir derecelik yay sinüsünün hesabını yapmıştır. Osmanlı medreselerinde bu fen derslerinin yanında ayrıca coğrafya, târih ve İlm-i Hikmet de okutulurdu. Osmanlılarda tıbba dair ilk eser 1390’da İshak bin Murat tarafından Edviye-i Müfrede adıyla Türkçe yazılmıştır. Bundan sonra 1397’de Ahmed-i Dâî’ninKitab-ı Tıb eseri ile aynı tarihlerde Ahmedî’ninMüntehabât-ı Şifâ isimli eseri, Sinoplu Mü’min bin Mukbil’inKitab-ı Tıbb’ı,Dâvûd-i Antakî’ninTezkire-i Antâkî’si ve Emir Çelebi’nin Enmûzecet-üt-Tıb isimli eseri yazılmıştır. Bu eserler, Osmanlı medreselerinde okutulmuş, ayrıca tercüme eserlerden de istifâde edilmiştir. Medreselerdeki eğitim tarzı: Medreseler, umumiyetle, bir dershane ve etrafında yeteri kadar talebe odalarından meydana gelirdi. Yaptıranın isteği ve mâlî gücüne göre, bunların dışında imâret, kütüphâne, hamam vs. ilâve edilirdi. Her medresenin bir vakfiyesi bulunurdu ve bu kurum tarafından yazdırılırdı. Vakfiyede medresenin çalışma şekli ile vazifelilerin yevmiyeleri ve medresenin masrafını karşılamak için yapılar vakıflar gösterilirdi. Medreselerde, bütün talebenin ortak ders yapabileceği umumî ve büyük bir dersâne onun etrâfında dizili olarak her talebe için ayrı bir oda vardı. Müderrisler, umûmî mevzuları ortadaki büyük dersânedeişler, daha sonra, her talebe kendi hücresine çekilir ve müderrisi ile başbaşa kendi sahasında çalışırdı. Medresede ders veren öğretim görevlisine “müderris” denirdi. Müderrisler, imtihânla seçilirdi. Müderrisin derslerini tekrarlayıp îzah eden müderris yardımcılarına “müzâkereci” veya “muid” denirdi. Medresede ders gören talebelere de tahsillerine göre değişik olarak, “dânişmend”, “fakîh”, “mülâzım”, “suhte” ve “talebe” denirdi. Medreseden imtihanla mezun olan her talebeye verilen diplomaya “icâzetnâme” denirdi. İcazetnâmede, medresede okunan derslerin ve müderrislerin adları yazılırdı. Henüzmuîdliğe (müderris yardımcılığına) kadar çıkamamış talebenin de bir hocanın dersini bitirdikten sonra, diğer bir hocaya devam edebilmesi için mutlaka elinde “temessük” yâni o dersi başarı ile bitirdiğine dair bir belgenin bulunması şarttı. Medreselerde tatbik edilen eğitim ve öğretim prensipleri: İçinde bulundukları zaman ve mekân bakımından değerlendirildiğinde medreselerin Osmanlı Devletinin yükseliş devrinde dünyânın en mükemmel tâlim ve terbiye müesseseleri olduğu görülür. Yine aynı devirde Osmanlı Devleti her bakımdan dünyânın en büyük ve en mükemmel devletidir. O devirde Osmanlı Devletine bu mükemmelliği kazandıran unsur, hiç şüphesiz medreselerdir. Bunun da sebebi; medreselerin, bir mânâ ve madde bütünlüğü içinde idrâk ettiği insana, din ve dünyâ ilimlerini, hassas bir denge içinde kazandırmasıdır. İnsanı dünyâperest olmadan dünyânın fâtihi ve sâhibi yapmak için, Osmanlı Devletinin temel taşı olan din ve devlet adamlarını en mükemmel şekilde yetiştirmeyi sağlayan medreselerdi. Medreseler, bütün dünyâya örnek teşkil eden din ve devlet adamlarını yetiştirirken, şimdi, modern pedagojinin kabul ettiği, Dalton Plânı ve Vinetka Sistemi adıyla uygulamaya koyduğu ferdî kabiliyete göre ferdî öğretim yapmayı hedef alan plân ve programları benimseyen bir metod geliştirmiş, bütün medreselerde bu metodtatbik edilmiştir. Bu metoda göre medreseler, bugün modern pedagojinin de tavsiye ettiği bir tarzda sınıfgeçme yerine dersten geçme yolunu seçmiş, mezuniyeti yıllara değil, kâbiliyet ve çalışkanlığa bağlamıştı. Bu bakımdan medreselerde okuma süresi hoca ve talebenin gayretine bağlı olarak uzayıp kısalırdı. Zeki ve çalışkan bir öğrenci tahsilini çabuk tamamlayıp kısa zamanda mezun olabilirdi. Ancak devlet memuru olabilmesi için belli bir yaş aranırdı. Medreselerde umûmî derslerin yapıldığı sınıflarda talebe sayısı yirmiyi geçmezdi. Bu durum, derslerin sık sık tekrarlarla ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânını sağlar ve en iyi şekilde öğrenmeye imkân hazırlardı. Bu husus günümüzde de çok önemli kabul edilir. Bugün Amerikan okullarında talebe sayısı yirmiyi geçmez. Medreselerde, günde beş saat, haftada dört gün ders yapılırdı. Dersler sabah namazından sonra başlar, öğleye kadar devam ederdi. Öğleden sonra talebe serbest bırakılırdı. Haftanın Salı, Perşembe ve Cuma günleri tatil yapılırdı. Fâtih Kanunnâmesi’ne göre, medreselerin denetimi mahallî müftülüklere bırakılmıştı. Bu durum, eğitim ve öğretim faaliyetlerinin mahallî ihtiyaç ve şartlara göre organize edilmesine faydalı olmakta, halkın eğitim ve öğretim faâliyetlerine ilgi duymasına, medreselere mâlî katkılarda bulunmalarına yardım etmekteydi. Medreseler bundan asırlar önce, eğitim ve öğretimi, bir sınıf ve zümre imtiyâzı olmaktan çıkarmak ve toplumda sosyal adâleti, fertler arasında fırsat ve imkân eşitliğini sağlamak için, parasız tedrîsât yaparlardı. Talebenin ve öğretim elemanlarının masraflarını zenginler ve çok defâ bu maksatla kurulmuş vakıflar karşılardı. Böylece eğitim ve öğretimin finansmanı işinde devletin yükü, mümkün mertebe hafif tutulurdu. Medreseler, sâdece din ve dünyâ ilimlerini öğretmekle kalmamış, ruh ve beden terbiyesini birlikte yürütmüşlerdir. Bu sebeple medreselerde yüzme, güreş, koşu, ok atma, cirit oyunu, ata binme gibi sporlara da yer verilmiştir. Bunlardan başka yine; hüsn-i hat, tezyinât, hitâbet ve kitabet olmak üzere çeşitli bediî (estetik) faaliyetlere medreselerde mühim yer verilmiştir. Bizim kültür ve medeniyet târihimizde şerefli birer yer tutan hattatlar, nakkaşlar, mimarlar, hatipler vs. hep medreselerden yetişmişlerdir. * Medreseler, devlet eliyle kurulduğu gibi, şahıslar tarafından da kurulabilirdi. Bu bakımdan memleketimizde padişahların, sadrazamların, vezirlerin ve diğer devlet adamlarının yanında, ilim adamlarının zengin ve orta halli Müslümanların da kurduğu pekçok medrese vardı. Bu durum, günümüz devlet okulları ile özel okulların kuruluş şekline model olmuştur. Medreselerde yüksek zekâ ve kâbiliyete ehemmiyet verilirdi. Bilhassa, Osmanlılar zamânında, devlet hizmetleri için kurulan “Enderun-i Hümâyûn” müessesesi, bu konuda tipik bir örnektir. Enderun-i Hümâyûn’a önceleri devşirme çocukları alınırken, daha sonra İstanbul ve Anadolu’dan Müslüman çocukları da alındı. Buraya alınan çocuklar ister devşirme, ister Müslüman çocukları olsun, hepsi çeşitli tetkik ve müşâhadelerden geçirilerek seçilirdi. Bu çocuklar, Enderun’a sekiz ilâ on beş yaşlarında alınır, seçkin hocalar elinde ders görürlerdi. Bunlara önce sağlam bir İslâm terbiyesi verilir. Sonra başta Türkçe olmak üzere Arapça ve Farsça ile çeşitli spor, sanat ve askerlik bilgileri öğretilirdi. Tahsil süreleri yedi-sekiz yıl sürerdi. Osmanlılarda ilk Enderun Mektebi, Murâd-ı Hüdâvendigâr tarafından Edirne’de açtırılmıştı. Daha sonra Fâtih zamanında Fâtih Kânunnâmesi ile Enderun Mektepleri tam bir teşkilâta kavuşturuldu. Bilhassa ilk kuruluş ve Osmanlı Devletinin yükselme devrinde bu mektepler önemli vazife gördüler ve Osmanlı devlet idâresine altmış Sadrazam, üç Şeyhülislam, yirmi beş Kaptan Paşa yetiştirdiler. Bu okullarda ders olarak; tefsir, hadis, fıkıh (Hanefî fıkhı), ferâiz, şiir ve inşâ, astronomi, geometri, hesap, coğrafya, ilm-i kelâm, mantık, meânî, bediî ve beyân ile hikmet dersleri okutulurdu. Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman test konusundaki araştırmalarında, Enderun Mektebine alınan talebelerle ilgili olarak, “Zekâ ölçmek, test usulünü kullanmak, dünyâda ilk defa Osmanlılarda, Enderuna seçilen talebelerde uygulanmıştır” demektedir. Osmanlı medreselerinin son zamanları ve kaldırılmaları: İslâm âleminde, medreselerde okutulan yüksek din ve fen bilgileri sâyesinde Müslümanlar, ilim ve medeniyette çok ileri gitmişlerdir. Avrupalılar ise aksine, ilim ve medeniyette geri kalmışlardı. Bilhassa Osmanlılar zamanında ordularımız, Viyana kapılarına dayanmıştı. Bu durum karşısında Avrupa, Müslümanlar tarafından fethedilme endişesine kapılmıştı. Avrupa’nın Müslümanlarca fethedilmesi onlara göre, Hıristiyanlığın yok edilmesi demekti. Bu endişe sebebiyledir ki, Avrupalılar (Hıristiyan âlemi), başta papalık olmak üzere hepsi, aralarında gizlice anlaşarak, Osmanlı Devletini her ne pahasına olursa olsun mutlaka yıkma kararı almışlardı. Bu karar sonrası Avrupalılar, Osmanlı Devletine karşı yıllar boyu süren harpler açmışlar, onu yıkmağa uğraşmışlardır. Fakat Osmanlı Devleti, başlangıçta sağlam temeller üzerine kurulduğu ve medreseler vasıtasıyla din ve fen âlimleri yetiştirdiği, medreselerin bir kolu olan Enderun mektepleriyle de, sağlam karakterli devlet adamı, disiplinli kumandan ve vatansever askerî erkân yetiştirmede Avrupalılardan çok üstün olduğu için harplerle yıpranmış olsa bile, yıkılmıyordu. Avrupalılar, Osmanlı Devleti yıkılmadığı müddetçe, kendilerini tehdit altında kalmağa mahkum hissediyorlardı. Tehlikeyi bertaraf etmek için Avrupalılar, senelerce uğraştıkları halde harp gücü ile yıkamadıkları Osmanlı Devletini fesat ve hile ile yıkabileceklerini anladılar. Birgün İstanbul’da bulunan İngiliz elçisi, gece yarısı İngiltere’ye gizli bir şifre çekti. Elçi şifresinde; “Buldum, buldum Osmanlıları zaferden zafere ulaştıran sebebi vebunları durdurmanın, Osmanlı Devletini yıkmanın çaresini buldum!” diyor ve bulduğu çareleri şöyle anlatıyordu: “Osmanlılar harpte aldıkları esirlere hiç kötülük yapmıyor, onlara kardeş gibi davranıyorlar. Hangi milletten hangi dinden olursa olsun küçük çocukların zekâlarını ölçüyorlar. Keskin zekâlı çocuklar seçilerek, saraydaki (Enderun) denilen mekteplerde, değerli öğretmenler tarafından okutuluyor. İslâm bilgileri, İslâm ahlâkı, fen, kültür dersleri verilerek, kuvvetli, başarılı bir Müslüman olarak yetiştiriliyorlar. Osmanlı ordularını zaferden zafere ulaştıran değerli kumandanlar, Sokullular ve Köprülüler gibi seçkin siyaset ve idare adamları, hep böyle yetiştirilen keskin zekâlı çocuklardı. Osmanlı akınlarını durdurmak ve böylece Osmanlı Devletini yıkmak için, onların açtığı bu Enderun mekteplerini ve bunların kolları olan medreseleri yıkmak, Osmanlıları fende ve diğer ilimlerde geri bırakmak lâzımdır.” İngiliz elçisinin müjde olarak gizlice bildirdiği bu görüş ve planları, Tanzimata yakın Osmanlıların Avrupa’ya tahsil maksadıyla göndermiş oldukları bâzı kimselerin orada okurken kendi şahsiyetlerini ve millî hislerini unutacak kadar Avrupa kültürü tesiri altında kalmaları ve daha sonraki yıllarda Avrupa devletlerinin himaye ve baskısı ile Osmanlı Devletinin kilit noktalarına yerleştirilmeleriyle gerçekleşme imkânı bulmuştur. Jöntürkadı verilen bu kimseler, bulundukları makamlarından istifade ederek, Avrupa devletlerinin de kendilerini desteklemesiyle medreselerden, önce, fen bilgilerini, bunun arkasından da yüksek din bilgilerini kaldırttılar (Bkz. Jön Türkler). Bu durum, medreselerin fonksiyonunu kaybetmesine sebep oldu, aynı zamanda Osmanlıların ilim ve fende Avrupa’dan geri kalmasına ve Osmanlı Devletinin yıkılmasına zemin hazırladı. Medreseler 3 Mart 1924 târihli Tevhid-i Tedrisat (Eğitimde eşitlik) kânunuyla tamâmen kaldırıldı.
* MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
.ZAMAN NEDİR?
.Alm. Zeit (f), Fr. Temps (m), İng. Time. Değişmekte olan bir standart hâdiseyle kıyaslanarak ölçülen; başlangıç ve son kabul edilebilecek iki hâdise veya vakit arasında geçen müddet (süre). Zamanın ölçülmesinde ekseriya bir sarkacın salınımı, dünyânın dönüşü veya bir elektromanyetik radyasyonun titreşimi gibi devrî (periyodik) bir hâdise esas alınır. SI (SystemeInternational) birim sisteminde zaman birimi olan sâniye, sezyum elementinin tayfındaki çizgiler kullanılarak tespit edilmektedir. Buna göre 1 sâniye (1 s) sezyum 133 atomunun en düşük enerjiye sâhip olduğu haldeki iki çok yakın seviye arasındakigeçişte ortaya çıkan radyasyonun titreşiminde 9.192.631.770 periyod meydana gelmesi için geçen müddet olarak târif edilir. Bu müddet sezyum saati (atom saati) kullanılarak ölçülür. Daha önceleri 1 sâniye 1 ortalama güneş gününün 86.400’de biri olarak târif edilirdi. Hâlen bu târif de kullanılmaktadır. İnsanlar çok eski zamanlardan beri güneşin ve ayın hareketlerinden zamanı ölçmek maksadıyla faydalanmışlardır. Bir günden veya aydan daha uzun müddetlerin ölçülmesi ise hava durumunda, hayvanların davranışlarında ve bitkilerin görünüşlerinde bâriz değişikliklerin meydana geldiği mevsimler esas alınmıştır. Zirâat ve hayvancılıkta faaliyetler için zaman ölçüsü olarak mevsimler esas alınır. Daha uzun müddetleri, meselâ târihî bir hâdisenin zaman içinde yerini veya bir kimsenin yaşını ifâde etmek için ise bâzı hâdiseler başlangıç veya referans noktası olarak kullanılmıştır. Bunlar önemli kıtlık, bolluk, soğuk veya sıcak, salgın hastalık, harp veya bir hükümdarın idâreyi ele alması gibi önemli hâdiseler olmuştur. Daha da uzun zaman parçalarını meselâ, târihî devirleri ifâde etmek için tesiri devam etmekte olan büyük bir değişikliğin başlangıcı, meselâ, peygamberlerin gelişi ve dînin yayılışında önemli târihler esas alınmıştır. Bu şekilde takvimler ortaya çıkmıştır. Güneşin günlük görünen hareketinde aynı noktadan müteâkip iki geçişi arasında geçen zaman gün olarak târif edilmiştir. Bâzı iptidâî topluluklarda bunun yerine iki uyku veya karanlık arasındaki zaman esas alınmıştır. Medenî topluluklarda ise gün içinde taksimât yapılmış ve; yalın gözle rasat edilmesi kolaylıkla mümkün olabilen akşam veya güneşin batışı (gurûb, “sunset”), yatsı veya yıldızların görünmesi ve gökyüzünün tamâmen kararması (işâ, “end of eveningtwilight”), gece yarısı (midnight), imsak veya gökyüzünün aydınlanarak yıldızların kaybolması (fecr, “morningtwilight”), sabah veya güneşin doğuşu (tulû-ı şems, “sunrise”), güneşin ufuktan bir mızrak boyu yükselerek bakılamayacak kadar parlaklaşması (işrak vakti), gündüz zamânının ikinci dörtte biri (duhâ vakti), öğle veya zevâl (zuhr, “noon, midday”), ikindi veyâ gündüzün takriben üçüncü dörtte biri (asr, “lateafternoon”), güneşin ufka bir mızrak boyu yaklaşması ve yalın gözle bakılabilecek kadar sararması (isfirar) vakitleri tespit edilmiştir. Böylece gün, güneşin aydınlatmasına bağlı olarak parçalara ayrılmış olmaktadır. Bu bölünüş ekvatordan uzaklaşıldıkça mevsimden mevsime değişmektedir. Mekanik (kumlu, sulu veya rakkaslı) saatmakinalarının yapılması ve kullanılması ile bir günü, uzunlukları birbirine eşit parçalara bölmek mümkün olmuştur. Bir yıl içinde gündüzlerin ortalama uzunluğu ile gecelerin ortalama uzunluğu takriben birbirine eşittir. Ortalama gündüz 12 saat ve ortalama gece de 12 saat olmak üzere 1 gün 24 saate ayrılmıştır. (Bir dâire sâdece cetvel ve pergel kullanılarak 2, 3, 6, 12, 24,... parçaya kolayca bölünebilmektedir.) Günlerin saatlere bölünmesi, zamânımızda nakliyat, haberleşme ve ticâretin yaygınlaşması ve hızlanması neticesinde büyük önem kazanmıştır. Günden daha uzun bir müddet olarak da esası daha çok insan hayâtını tanzim eden dînî âdetlere dayalı ve 7 günden meydana gelen hafta kabul edilmiştir. Ticârî ve idârî bakımdan da haftanın belirli günlerinde belirli işlerin yapılması, muayyen günlerde muayyen saatlerde çalışmanın tâtil edilmesi ve ibâdet yapılması bütün dünyâda içtimâî hayâtın bir parçasıdır. Haftanın müddet ve başlangıç ve bitiş günleri bakımından ay veya güneşin devrî hareketiyle hiçbir münâsebeti bulunmamaktadır. Ay ise, arzın uydusu olan ayın hareketine, daha doğrusu ayın görünüşüne dayanan bir zaman ölçüsüdür. Yeni ayın müteakip iki görünüşü veya iki ictima veya kavuşum (lunation) arasında geçen takriben 29.5, (29.530) ortalama güneş günü uzunluğundaki müddet “1 ay” dır. 12 kamerî (lunar) ay takriben 354 gün veya 1 kamerî yıl olmaktadır. Bu kamerî yıl ortalama güneş yılından yaklaşık 11.25 gün daha kısa olduğundan kamerî ayların yeri güneş yılı içinde değişir. Bu sebeple kamerî yılbaşı tropik yıla göre her yıl takriben 11 gün daha önce olmakta ve her mevsimi dolaşarak takriben 33.5 tropik yılda bir aynı mevsime gelmektedir. Buna karşılık arzın güneş etrâfında bir tam devir yapması için geçen müddet de dünyânın kendi ekseni etrâfında tam sayıda devrine veya tam güne tekâbül etmemektedir. Bir güneş yılı (tropik, dönencel yıl) ortalama güneş zamanı cinsinden 365,24 2216 gün, yâni 365 gün 5 saat 48 dakika 46 sâniyedir. Bu sebeple takvimin güneş yılına uydurulabilmesi için esas olarak 365 günlük bir yılı aldıktan sonra takriben dörtte bir günlük fazlalık için bâzı düzenlemelerin getirilmesi gerekmiştir. Ayların farklı fakat birbirine yakın gün sayısına sâhip olarak seçilmesi ve artık (kebîse) yıl fikri bu sebeplerle ortaya çıkmıştır. Artık yılda Şubat 29 (diğerlerinde 28) gün olur. 4 ile tam bölünen yıllar artık yıl alınır, ancak sonu 00 ile biten 2000, 2100, 2200 gibi yılların 400 ile bölünmeyenleri artık yıl alınmaz. M.Ö. 1 Ocak 4713 yılı öğle ânından îtibâren geçen gün sayısına Juliyen târihi denir. Güneşin meyl(deklinasyon) ve tâdil-i zaman (zaman denklemi) değeri hesabı gibi işlemlerde kullanılır. Böyle düzenlemelerle takvimde yılın aynı mevsimine aynı ayların isâbet etmesi temin edilmeye çalışılmıştır. Bu maksatla güneşin yıllık görünen hareketi sırasında hizâsında bulunduğu takım yıldızları güneş doğmadan hemen önce ve battıktan hemen sonra rasat edilerek tespit edilmiştir. Böylece yılbaşı günü güneşin tutulma çemberi (ekliptik dâire-i husuf) üzerindeki yerine bağlanabilmekte, inkılap (solstice) ve itidâl (equinoks) (günberi ve günöte) noktalarına göre yeri belirlenebilmekteydi. Ancak bu usûl de istenen hassâsiyette değildi. Çünkü mevsimler hem arzın güneş etrâfında yörüngesi üzerindeki yerine ve hem de arzın mihverinin bu yörünge düzlemi ile yaptığı açıya bağlıdır. İtidâl noktalarının yerlerinin zamanla değiştiğinin M.Ö. 130 yıllarında fark edildiği kaydedilmiştir. İtidâl veya ekinoks noktalarının gerileme (precession) hareketinin sebebi arzın mihverinin (ekliptik ile yaptığı açının ortalama değeri pek değişmemekle birlikte) bir eksen etrâfında takriben 25.000 yılda bir devir yapacak şekilde dönmesidir. Bu düzeltmeler de yapılarak bilhassa jeodezik ve astronomik maksatlarla daha hassas zamanlar târif edilmiştir. Standart zaman (Müşterek zaman): Boylamları farklı, birbirlerinden ayrı olan ve hızlı ulaşım ve haberleşme bağlantısı bulunmayan şehirlerde her bir şehrin kendi mahallî zamânını kullanması ticârî ve idârî bakımdan bir mahzur doğurmaz. Önceleri her şehir kendi mahallî zamânını kullanırdı. Sonra haberleşme ve ulaşımın hızlanması neticesinde karışıklıklar ve yanlış anlamalar olmaya başladı. Bu karışıklığı ortadan kaldırmak için 1870 yıllarında başlayan arayışlar Kanada’da SanfordFleming ve Amerika Birleşik Devletlerinde Charles F. Dowd’un da ileri sürdükleri 15 meridyen derecelik zaman dilimleri fikrinin umûmî kabul görmesiyle neticelendi. Günümüzde zaman veya saat dilimleri Greenwich’ten îtibâren sayılmaktadır. Her birisi 1 saatlik olmak üzere 24 adet zaman dilimi vardır. Günümüzde Avrupa’da; Batı Avrupa ve Doğu Avrupa zamanları kullanılmaktadır. Bu usûlde, her zaman diliminde, o dilime âit standart meridyenin mahallî vasatî (yerel ortalama) zamanı kullanılır. Böylece zamanın bilindiği belirli bir yerden meridyen derecesi cinsinden uzaklığı bilinen yerlerdeki zaman hesaplanabilmektedir. Zaman dilimleri haritasından da görülebileceği gibi bâzı dilimlerde husûsî durumları olan bölgelerin bulunması sebebiyle dilim sınırları meridyen dâirelerini aynen tâkip etmemiş, hattâ kaymalar yapılmıştır. On ikinci zaman diliminin içinde bulunan 180° tul veya boylam dâiresi ise “târih çizgisi” kabul edilmiştir. Bu çizginin hemen batısında bulunan memleketler doğusundakilerden veya Greenwich’ten bir takvim günü ileridedir. Bu çizgi bir memleketi, meselâ Yeni Zelenda’yıortasından ikiye ayırmayacak şekilde bir kırık çizgi olarak geçirilmiştir. Bu düzenlemeler ticârî ve idârî bakımdan belirlilik temin ederek karışıklıkları ortadan kaldırmak maksadıyla yapılmıştır. Bu şehrin hangi zaman diliminde olduğu bilindiği takdirde bulunulan yer ile ortalama standart zaman farkı bulunabilir. Her zaman dilimi içindeki yerlerde o dilimin standart meridyenine âit mahallî vasatî zaman kullanılmaktadır. Meselâ: Türkiye’nin içinde bulunduğu ve Greenwich’ten 2 saat ileride olan zaman diliminin standard meridyeni 30° Doğu meridyenidir. Türkiye toprakları takriben 26,5° ilâ 44,5° tul dâireleri (meridyenleri) arasında yer aldığından doğu ve batı uçları arasındaki mahallî zevâlî zaman farkı (18°x4 dak/°)= 72 zaman dakikasıdır. İzmit şehrinden geçen standart meridyenden ise Türkiye’nin doğu ucunda -58 dakika batı ucunda +14 dakika fark vardır. Yâni Ağrı’da Ağrı’nın mahallî vasatî, zevalî zamânından 58 dakika geride olan; Edirne ve Ezine’de ise bu şehirlerin mahallî, vasatî zamanından takriben 14 dakika ileri olan Türkiye standart vasatî zamanı kullanılmaktadır. Günlerin uzun olduğu, güneşin erken doğduğu mevsimlerde bâzı memleketlerde standart zamandan 1 saat ileride olan daha doğudaki komşu dilimin standart zamanı kullanılmaktadır. Yaz zamanı (summertime), ileri saat veya ileri zaman olarak isimlendirilen bu tatbikat ise gün ışığından daha uzun bir müddet istifâde etmek maksadı ile yapılmaktadır. Bilhassa topraklarının büyük kısmı standart meridyenin doğusunda bulunan memleketlerde resmî, idârî, mesâî bakımından gün ışığından istifâde edilen zaman arttırılmış olmaktadır. Günlük zaman başlangıcı olarak günümüzde InternationalAstronomicalUnion (Milletlerarası Astronomi Birliği) tarafından tavsiye edilen vasatî, yâni ortalama geceyarısı (veya vasatî zevâlî zaman cinsinden saat 12.00) kabul edilmiştir. Dünyâ için 24 saatlik bir vasatî günün başlangıcı Greenwich vasatîgeceyarısıdır. Bu zaman “Greenwich (Griniç) Mean Time (GMT)”, yâni “Greenwich vasatî zaman” adını alır. Aşağıdaki paragraflarda teferruatı açıklanacak olan bu zaman, Fransızca “TempsUniversel (TU)”, Almanca “Weltzeit (WZ)” ve İngilizce “Universal Time (UT)” isimleriyle anılmaktadır. Zamanın ölçülmesi: Aynı anda vukû bulmayan iki hâdise arasında geçen müddet, muntazam bir şekilde tekerrür eden bir hâdisenin tekrar sayısı olarak ölçülür. Ölçmek için bir mebde veya başlangıç ve bir de mukâyese birimi olarak kullanılacak standart zaman aralığına ihtiyaç vardır. Standart zaman aralığı muntazam tekerrür eden hâdisenin müteakip iki tekerrürü arasında geçen zaman cinsinden tespit edilir. Böyle bir zaman kâidesinin umûmî olarak kullanılabilmesi için târif edilen zamanın arzın her yerinde çok iyi bir takribiyetle aynı adedî (sayısal) değerle tespit edilmesine imkân vermesi lâzımdır. Arzın kendi mihveri (ekseni) etrâfında dönme hareketi, aynı arz etrâfında ve arzın güneş etrâfındaki dönme hareketleri bu şartı hâizdir. Rakkas (sarkaç) ise bu şartı yerine getirmez. Arzın mihveri etrafında dönüşü esas alınarak vasatî güneş zamanı (mean solar time) ve vasatî yıldız zamanı (meansidereal time), arzın güneş etrâfında dönüş hareketi esas alınarak efemeris (ephemeris) zamanı, atomun muayyen kuantum seviyelerinde yaydığı elektromanyetik radyasyon esas alınarak atom zamanı (atomic time) târif edilmiştir. Bunlardan arz, ay ve güneşin dönme hareketine istinad edenlerin az da olsa zamanla ölçü birimi değişmektedir. Bunun sebebi ise bir tam devri tespit etmek için gök küresinde sâbit kabul edilen noktaların bir devre bâzan on binlerce yılı bulan devrî ve üniform olmayan (dalgalı) hareketleridir. Bunun için rotasyonel (deverânî), Efemeris ve Atom zamanları olarak ayrı ayrı ele alınırlar. Rotasyonel (Deverânî, Gayri Mütesâvî) zaman: Güneş zamanı-görünen güneşin günlük hareketi sırasında arz üzerinde bir yerin tûlünden (meridyeninden) müteakip iki geçişi arasında geçen müddete bir hakîkî güneş günü denir. Güneşin bir yerin tûlünden üst geçişi bir güneş saati (meselâ Dâire-i Hindiyye), bir teodolit veya bir teleskopla tespit edilebilir. Güneş, yıllık görünen hareketi sırasında her gün takriben 1° (4dak) doğuya doğru intikal ettiğinden (ötelendiğinden) bir hakîkî güneş gününün uzunluğu arzın kendi ekseni etrâfında bir tam dönüş müddetinden, vasatî güneş zamanı cinsinden ortalama olarak 3 dakika 56,555 saniye kadar daha uzundur. Ayrıca arzın güneş etrâfındaki yörüngesinin elips şeklinde olması ve arzın kendi etrâfında dönme mihverinin yörünge düzlemine (ekliptik veya dâire-i husûf’a) dik olmayıp bununla takriben 23,5° açı yapması sebebiyle hakikî güneş günlerinin uzunlukları birbirinden farklı olur. “Bir hakîkî güneş gününün uzunluğu” farkı zaman denkleminin o güne âit günlük değişimine eşittir.” Sâbit hızla çalışan mekanik saatlerin yapılarak on yedinci asırdan îtibâren kullanılmaya başlamasıyleuzunluğu değişmeyen bir ortalama güneş günü (mean solar day) kabul edilmiştir. Bir ortalama güneş günü, ortalama güneşin (ki bu güneş hakîkî güneşten ileride veya geride olabilir)meridyenden müteakip iki alt geçişi arasında geçen müddet olarak târif edilir. Bir vasatî güneş gününün 1/24’üne bir vasatî güneş saati, veya sâdece vasatî saat; bunun 1/60’ına bir vasatî güneş dakikası, bunun da 1/60’ına bir vasatî güneş saniyesi denir. Hakîkî güneş zamanı ile vasatî (ortalama) güneş zamanı arasındaki farka zaman denklemi (tâdil-i zaman, “equation of time”) denir. Bu fark iki güneşin saat açıları arasındaki farka muadildir ve rasatlarla tespit ve hesap edilerek almanaklarda cetveller hâlinde verilir. “Hakîkî zaman-ortalama zaman” olarak hesaplanan zaman denkleminin değeri takriben -14 dakika ile +16 dakika arasında değişir. Zaman denkleminin günlük değişim miktarı ise 0 ilâ ±0.5 dakika kadardır. Hakîkî güneş zamanı Gz ve vasatî güneş zamanı Oz ile gösterilirse, zaman denklemi E(t)= Gz-Oz olur. * * MEHAZ : YENİ REHBER ANSİKLOPEDİSİ’NDEN ALINDI.
.SÖZ MAYMUNDA
.Sevgili insanoğlu! Bugün seninle, ismimle anılan bir problemi konuşmak istiyorum. Allah’ım beni birazcık size benzer yarattı diye bana etmediğiniz cefa kalmadı. Belki de imtihanınız için Allah beni maymun olarak yaratmış. Aslında maymunluğumdan memnunum. 150 senedir ne kadar akıllı insan bir araya gelse de, bir delinin kuyuya attığı taşı kuyudan çıkaramadılar. Neticede imtihanı kaybedenleriniz yüzünden rahatım kaçtı. Alay edilen, her davranışı kontrol altına alınan ve lâboratuarlarda oyuncak edilen bir varlık haline geldim. Halbuki daha önce ne güzel, ağaç tepelerinde neşeli oyunlar oynayıp tatlı meyveler yiyerek, Rabbime şükredip zikrederek üzüntüsüz ve sıkıntısız bir hayat sürüyordum. Darwin adındaki bir meraklı, yaklaşık 150 sene kadar önce tabiatı araştırıp Rabbimin koyduğu yaratılış mucizelerine ait bazı prensipleri yorumlarken, elinde sağlam bir ölçü olmayınca haddini biraz fazla aşmış, başımın yanmasına sebep olmuş. Halbuki biraz niyeti ve nazarı sağlam olsa, tabiat kitabına Rabbimin koyduğu birçok sırlı ve ince hakikati keşfetmek üzereymiş. Tabiat âşığı ve yaratıklara karşı meraklı olmasının semeresi olarak çok güzel tesbitlerde bulunmuş. Fakat tabiata sebepler ve tesadüf hesabına bakınca istikametini kaybetmiş, belki de hiç hesab etmediği korkunç bir yere gelmiş. Bir sürü insanı da peşinden sürüklemiş. Yaratılış meselesi; sizin gibi benim de çok merak ettiğim bir husus. ‘Rabbim, sonsuz ilmi ve kudretiyle bizleri nasıl yarattı?’, bu sorunun cevabını çok merak ederim. Merak da ilmin hocasıdır, ama anlamaya gücümüzün yetmeyeceği, lâboratuarda tekrarlanması mümkün olmayan, hiç kimsenin şahid olmadığı bir hususta kesin bir hüküm vermek ne kadar yanlıştır değil mi? Rabbim Kur’ân’da ne diyor: “Ben onları ne göklerin ve yerin yaratılışına, ne de bizzat kendilerinin yaratılışına şahit tuttum. Ben yoldan çıkaranları yardımcı edinecek değilim.” (Kehf/ 51) Bu demek değil ki, araştırmayın, incelemeyin! Sadece Allah’ın zâtı gibi, bu ilk hilkât mevzuunda da ileri geri konuşmayın, zira anlayamazsınız; aklınız, ilminiz ve beyniniz, Yaratıcı’yı hakkıyla idrâk edemez. Bu, bilgisayarların kendilerini yapan bilgisayar mühendislerini veya televizyon gibi bir âletin kendini yapan elektronikçiyi anlamasını beklemek gibi abes ve saçma olur. Bizler yaratılmış olarak Yaratıcımızı idrâkten âciziz. Ama tabiatı bir sanat eseri olarak kabul ettikten sonra ondaki sırlı güzellikleri, Allah’ın yaratışındaki hassas mizanları, mükemmel hikmetleri araştırıp hayret makamına çıkmanın, imanımızı artırmanın önünde hiçbir engel yok. Tam aksine, bu husus çeşitli âyetlerle“...düşünmez misiniz?, tefekkür etmez misiniz?, akletmez misiniz?” şeklinde vurgular yapılarak teşvik edilmiştir. Fakat maalesef bazı insanların niyetleri ve nazarları bozuk olduğundan, kâinata baktıklarında eşyanın kesreti karşısında gözleri kamaşıyor ve perdeler arkasındaki hikmeti kavrayamıyorlar. Allah’ın çeşitli hikmetlere mebnî olarak yarattığı benim gibi günahsız hayvanlardaki zahirî bazı benzerlikleri kullanarak, bütün yaratılışı inkâra gidebiliyorlar. İmtihan gereği olarak, Allah’ın mucizeleri bile yaratırken bunları bazı zahirî sebeblerle perdelemesi gibi, hayvanatın ve nebatatın yaratılışında da yeryüzündeki mevcut fizikî ve kimyevî şartlar kullanılmıştır. Bazı insanlar, sadece dikkatlerini bu sebeplere teksif ettiklerinden, Rabbimin ilim ve kudretini nazara almadıklarından, “bilim” ve “bilimsellik” adı altında ateizme ve inkâra girmektedirler. Halbuki biraz iz’an, idrâk ve basiretleri olsa görürlerdi ki, tek tekher organım ve hücrem organlarınızdan ve hücrelerinizden farklı olarak yaratılmıştır. Elbette dış benzerlik bakımından; organlarımızı sadece isimleriyle alt alta yazıp topladığımızda, sanki birebir aynıymış ve her ikimiz de ortak bir atadan türemişiz gibi bir yanılgıya düşebiliriz. Sizin gözünüz var, benim de var; sizin parmağınız var benim de var; sizin mideniz var, benim de var... bu şekilde saydığınızda aldanırsınız. Halbuki parmaklarınız sizin için en uygun olacak biçimde, mideniz de yine sizin için en uygun yapıda, kısacası bütün organlarınız bütünüyle birbiriyle uyum içinde, insan olarak hayatınızı sürdürmeniz için verilmiş. Bütün organlarım da birbirleriyle bir bütünlük içinde, maymun olarak hayatımı sürdürmem için verilmiş. Aynı şekilde başka hayvanlarla da benzer yönlerim pek çoktur. Aslana benzeyen kıllarım olduğu gibi, kuşlara benzeyen kan damarımdan, sürüngenlere benzeyen karaciğerimden veya kurbağaya benzeyen sinir hücrelerimden, yahut balıklara benzeyen düz kas hücrelerimden vs birçok benzer yönlerden de bahsedilebilir. Hattâ omurgasız hayvanlarla hareket, üreme ve beslenme gibi temel hususiyetler açısından veya bitkilerle oksijen alıp karbondioksit verme bakımından bir ortaklık kurulabilir. Bütün bu benzerlikleri, Allah’ın bütün canlıları çeşitli zenginliklerle süsleyerek sanatının bütün inceliklerini farklı seviyelerde ve boyutlarda göstermesi olarak görebilirsiniz. Tıpkı çok usta bir ressamın önüne aldığı büyük bir tablo üzerinde çalışırken, küçük fırça darbeleriyle aynı boyalardan farklı şekiller ve biçimleri tuvaline yerleştirmesi gibi, Rabbim de, aynı maddelerden elde ettiği farklı karışımlardan, sonsuz ilim ve kudretiyle, çok farklı plânlara sahip hayvan şubeleri içinde farklı türler yaratmıştır diyebiliriz. Aslında bundan daha normal bir şey de olamaz. Bu dünya yüzünde ve bu dünyanın şartlarına bağlı olarak yaşadığımızdan, Allah hepimize hayatımızı sürdürmemiz için gereken en uygun organları, en uygun biçim ve fonksiyona sahip olacak şekilde yerli yerinde yaratmış. Dolayısıyla bu dünyanın şartlarına uygun olarak, hayvanlar âleminde de belli grupları, belli bir temel tipe veya formata uygun yaratmış, ama her türde kendisine ait hususiyet mührünü de ayrıca vurmuştur. Meselâ omurgalılar olarak hepimiz belli temel organlara ve vücut kısımlarına sahibiz. Bununla beraber balıkların elini yüzgeç ve kuşlarınkini kanat şeklinde yaratırken, atınkini koşmaya uygun olan tek parmaklı olarak, yılanları ve bazı kertenkeleleri ise bacaksız bir şekilde yaratmış. Bu demek değildir ki, bunların bacakları işe yaramadığı için körelmiştir. Tam aksine, onlar bacaksız olarak, farklı bir sistem bütünlüğü içinde, farklı güzellik ve mükemmelliklere tercüman olmaktadırlar. Bir başka deyişle, yaratılış gâyeleri farklıdır. Meseleyi temelden aldığımızda, yaratılmış olan bütün türlerin her birinin genetik programının kendine has çok hususî bir şifreye sahip olduğu görülecektir. Dolayısıyla, bütün türlerin hücrelerinin çekirdeğinde bulunan DNA molekülü zincirini teşkil eden nükleotid adını verdiğiniz harflerle her canlı ayrı bir kitap olarak yazılmıştır. Nasıl ki, sizler 29 harfi kullanarak binlerce kitaplar yazıyorsunuz; Rabbimiz de, dört biyokimyevî harf diyebileceğimiz dört temel molekülü bir alfabe gibi kullanıp, sonsuz ilmiyle şifreleyerek, milyonlarca canlının yaratılışını ayrı ayrı kitaplar gibi programlamıştır. Nasıl ki kitaplarınızda benzer kelimeler, hattâ benzer satırlar ve cümleler olur, yaratılmış canlılar arasında da benzer fonksiyonlar veya sistemler bulunabilmesi gayet normaldir. Bu durum aslında Yaratıcı’nın ilminin ve kudretinin sonsuzluğu ile birlikte, O’nun tek olduğunu da gösterir. Aslında sizin bazılarınızın ille de benimle akrabalık kurma gayretinde oluşunuza hayret ediyorum. Bu uğurda bir sürü yalana, akılla telifi imkânsız yorumlara girmelerine şaşıyorum. Geçmişte yaşamış ve bugün nesli kesilmiş birçok hayvan türü gibi biz maymunların da geçmişte tarih öncesi çağlarda yaşamış bir sürü türümüz vardır. Bugün yaşayan goril, şempanze ve orangutanların büyüklüğünde olan, (hattâ onlardan daha büyük olanlar gibi), yine bugün yaşayan lemurlar gibi çok küçük tiplerimiz de geçmişte yaşamıştı. Bunların bir kısmının nesli tükendi, bir kısmımız ise Allah’ın izniyle bugünlere kadar geldik. Şimdi bu nesli tükenmiş olan eski türlerimizin fosillerini buluyorsunuz, “İşte bizim atalarımız! Maymunlarla aramızdaki geçiş formları!” diye feryat ediyorsunuz. Birileri de çıkıp bunların gerçekte nesli tükenmiş maymun fosili olduğunu söylediğinde sahtekârlığa tevessül ediyorsunuz. Bir orangutanın çenesindeki diş çukurlarına insan dişini yerleştirecek kadar ileri tekniklere bile müracaat ettiniz. Zavallı fosile “PiltdownAdamı” diye isim verdiniz, ama sonunda onun da sahte olduğu anlaşıldı. Hele bazılarınızın hayal gücüne hayret ediyorum. Adamın biri tek bir tane diş fosili buluyor ve bunu da insanlara ata olarak takdim edebiliyor. Hattâ bir dişten adamın hayali şeklini çizip, yanına bir de hanımının resmini yapabiliyor. Bunun da ismi “Hesperopithecusharoldcooki” oluyor. Biraz bana, biraz da size benziyor. Daha sonraki incelemelerde bu dişin bir domuza ait olduğu ispatlanıyor. Daha bunun gibi pek çok fosil, ya eksik, yahut nesli tükenmiş maymun fosili veya bazı anomalilere sahip insan iskeletleridir. Bazen bizimle ille de akrabalık kurmak isteyenlerin, bu uğurdaki aşk ve şevklerine hayret ediyorum. Yılmadan usanmadan arayış içindeler. Peki bu insanların bizimle akraba olduklarını iddia etmelerinin ardındaki asıl maksat nedir? Muhal farz bizimle akraba olduklarını ispatlasalar ne kazanacaklar? Allah sizi yeryüzüne halife kılmış, mahlukların en şereflisi mertebesine çıkarmış, buna rağmen niçin ısrarla daha aşağıya inmeye çalışıyorlar? Bunun temelde bir sebebi var: Allah’ın size yüklediği mesuliyet ve mükellefiyetten kaçmak... Eğer atalarının bizim gibi bir maymun olduğunu ispatlayabilirlerse, Allah’ın insana yüklediği kulluk ve bunun gerektirdiği ibadet külfetinden kendi akıllarınca kurtulmuş olacaklar. Vicdanlarını susturduklarını zannederek, bizim gibi hiçbir ahlâk endişesi, utanma hissi ve ceza korkusu olmadan her türlü ahlâksızlığı rahatça işleyebilecekler. Bütün bunları kolayca yapabilmek için de, Rabbimizi inkâr etmek gerektiğinin farkındalar. Biyolojinin câri kanunlarını tam tersinden yorumlayarak, sözde bilim yapıyormuş gibi bir havaya bürünüp, ateizme varmanın en kestirme yolunun evrim teorisinden geçtiğinin de farkındalar. Böylece kendilerini ilerici ve bilim adamı olarak lânse edip, diğer insanları ise gerici ve bilim düşmanı olarak kolayca yaftalayabilecekler. Halbuki tesadüfî olarak kendi kendine bırakın bir hücrenin, bir protein molekülünün bile teşkil edilmesinin mümkün olmadığını ilmî araştırmalar gösteriyor. Adaptasyon, seleksiyon ve mutasyon gibi biyolojik mekânizmaların iş gördüğü, gerek ekolojik ve gerekse genetik bilim dallarının ortaya koyduğu hakikatleri, haddini ve maksadını aşacak şekilde tam tersi bir anlayışla yorumluyorlar. Bazı insanlar ise hilkât mevzuundaki bu çarpık anlayışın inkâra kadar varacağını göremiyorlar. “Allah’ın evrim teorisine uygun olarak maymundan insanı yaratmasının ne mahzuru var?” gibi yanlış bir soruyla yanlış bir hükme varıyorlar. Zira evrim teorisinin temeline oturtulan bütün biyolojik mekânizmalar tesadüfe ve şuursuz bir tabiata dayandırılmaktadır. Bir hücrenin tesadüfî kimyevî reaksiyonlarla kendi kendine oluştuğunu iddia ettikten sonra, bütün canlıların da birbirlerinden tesadüfî mutasyonlarla türediğini(!), acımasız ve şuursuz bir tabiî seleksiyonla canlıların plânsız bir şekilde yeryüzünden silindiğini, vasata uygun çeşitlere sahip yavruların dünyaya gelmesinde sebep olarak iş gören adaptasyonun ilahî bir kontrol ve takdir altında bulunmadığını, dolayısıyla da birYaratıcı’ya (haşa) gerek olmadığını vurgulamaktadırlar. Tabiî ki açıkça Allah’ı inkâr etmektense, böyle üstü örtülü bir şekilde, sözde “bilimsel” bir üslûbla inkâr etmek kendileri açısından daha kullanışlı bir yol olarak görülmektedir. Zira Allah deneme–yanılma gibi, âciz insanların müracaat ettiği bir tarzda yaratmaktan müstağnidir. İlmi ve kudreti sonsuz Yaratıcımız, tesadüfî mutasyonun rastgele ortaya çıkartacağı, ne olacağını bilmediği bir mahluku önce yaratıp sonra ‘beğenmedim, tekrar deneyeyim’ gibi bir acziyetten uzaktır. Milyonlarca canlının herbirini tek tek ele aldığınızda hangisinde en küçük bir kusur görebiliyorsunuz? Tesadüfen ortaya çıkmış tek bir organ gösterebilir misiniz? Genlerde ortaya çıkan ve bize tesadüfî gibi görünen zararlı mutasyonların hikmetini anlayamayanlar, bu mutasyonların zamanla birikerek veya bazen de aniden tesadüfî bir şekilde mükemmel organlar ortaya çıkardığını ve bir canlı türünü başka bir canlı türüne dönüştürdüğünü iddia ediyorlar. Halbuki bu zararlı mutasyonlar bile tesadüfî değildir. Hastalıklara ve ölüme sebep olarak herhangi bir türün hiç durmadan çoğalmasına ve dünyayı istila etmesine engel olma gibi hikmetleri, ancak tabiata bütüncül bir gözle ve ibret nazarıyla bakanlar görebilirler. Evrim teorisinin bu sözde ‘bilimsel’ üslûbu sizleri aldatmasın. Bir kere; evrim teorisi denenmesi ve lâboratuarda tekrarlanması mümkün olmayan bir konudur, bu yüzden normal bilimin sahasına girmez. İkinci olarak, yanlışlanmaya açık değildir. Siz ne söylerseniz söyleyin, hangi şekilde çürütürseniz çürütün, her zaman yeni bir yorumla yine üste çıkarılmaktadır. Sadece yürüyüşünüz ile yürüyüşümü karşılaştırsanız bile, bel ve kalça anatomimiz bakımından gösterdiğimiz farklılıklar için saatlerce konuşmam gerekir. Vücut kıllarımızın dağılımı, el ve ayak şekillerimiz, ağız, burun, kulak ve alın yapımız zaviyesinden karşılaştırmaya kalktığınızda ise hiç içinden çıkamazsınız. Beni en çok güldüren bir husus da, bazı kuyruklu türlerimizin zamanla kuyruklarının köreldiğini, beyin hacmimizin büyüdüğünü ve sonra da alet kullanmaya başlayarak insanlaştığımızı söylemeniz. Beyin gibi kompleks bir organı Rabbim her hayvanın ihtiyacına göre belli fakültelerle techiz ederek yaratmış. Milyarlarca sinir hücresini bir araya getirerek hususî merkezler teşkil ettirmiş. Bu merkezler de her hayvanın ihtiyacı kadar görme, koklama, işitme, hissetme gibi kabiliyetleri gösterir. Ayrıca insan olarak hususî lâtifeleriniz, kalbî hayatınız, vicdanî ve manevî boyutunuzu yönlendiren şuurlu bir ruhunuz var. Beyniniz de bütün bunlara uygun hafıza, öğrenme, konuşma gibi merkezlere sahiptir. Kısacası beyniniz ile beynim arasında kıyas kabul etmeyecek ölçüde farklılıklar var. Buna rağmen bazılarınız hâlâ, beynimin zamanla insanlaştığından bahsedebiliyor. İnadın bu kadarına da pes doğrusu!. Bazılarınız da omurganızın sonundaki kuyruk sokumu kemiğine ve kör barsağınızatakılmış!. Bunlar işe yaramazlarmış, bizden size geçen kalıntı organlarmış?!. Bu görüşler 50 sene önceki hikâyelerdi, artık modası geçti! Anatomicileri dinlerseniz, kuyruk sokumu kemiğinin oturak kasları ve dışkılama fonksiyonu için ne kadar önemli olduğunu, bilhassa hanımlarınızın doğum yapması esnasında oynadığı hayatî rolü görürsünüz. Düşüp de kuyruk sokumu kemiğini kıranların, nasıl iki de bir tuvalete taşındıkları da ayrı bir sıkıntı. Kör barsağın, sindirim sistemindeki immün sistem fonksiyonları ve lenfosit üretimi için ne derece mühim bir fabrika olduğu, bağırsak enfeksiyonlarındaki rolü bazılarının dikkatini hiç çekmiyor. Vücudunuzda işe yaramaz organ arayacağınıza Allah’ın yarattığı bu muhteşem makinenin parçaları arasındaki tenasüb, ahenk ve hikmet gibi hususları araştırsaydınız, insanlık için faydalı birçok keşfe imza atabilirdiniz. Rabbimin üzerimde gösterdiği yaratılış hikmetlerinden, enteresan hususlardan ve isimlerinin tecellilerinden bahsetme niyetiyle konuşmaya başladığım halde, ister istemez aramızdaki hilkâte ait bu probleme ve biraz da hissiyatıma takılıp mevzuu uzattım. Sizler birçok bakımdan hususen insanî meziyetlerinizle, benden ve bütün hayvanlardan üstün olduğunuz ve yeryüzünde çok şerefli bir mevkii işgal ettiğiniz halde, Allahımız'a kulluk yapmamak için ortaya attığınız bu yanlış teori ve hurafelerle zihninizi bulandırmanıza dayanamadım. Aman ne olursunuz, kendinize geliniz, Rabbimin size gönderdiği Peygamberiniz (sas)'in kıymetini biliniz; bütün kâinatın fihristi olan Kur’ânınız'a eğiliniz, ondaki âyetleri tefekkür ediniz! Yol varsa işte budur. Sakın benimle akrabalık kurmaya kalkmayınız, sonra siz zararlı çıkarsınız ve son pişmanlık da fayda etmez. Ben bir kilo muz yiyip, bir ağaç tepesinde uzanacak bir dal bulduğumda veya yavrularımla başbaşa kaldığımda mutlu olur, Rabbime şükrederim. Fakat siz vicdanınızdaki inanma hissinizi ve fıtratınızdaki kulluk arzusunu susturamazsınız. Beyninizde mevcut fakültelerin ve kalbinizdeki lâtifelerin, siz Rabbime inanmadan mutmain olması mümkün değildir. Hayvan gibi de huzurlu olamazsınız. Çünkü istikbali düşünmeniz, geçmişteki pişmanlıklarınız ve yaşadığınız anın sıkıntıları sizi rahat bırakmaz. Vücutlarımız bakımından kısmî ve zahirî bir benzerliğe sığınarak kendinizi hayvan sınıfına sokamazsınız. Bu Allah'a karşı bir hakaret olur. Sahip olduğunuz yüksek ruhî meziyetlerinizi inkâr edemezsiniz. İnkâr etseniz de, O her şeyi görüyor ve biliyor. Nasıl olsa hesap vereceksiniz. Gerisini siz bilirsiniz.
İlim Yoksa İslâmiyet Olmaz 17 EYLÜL 1994..M ORUÇ
İslâmiyet her zaman ilmin en büyük teşvikçisi ve destekçisi olmuştur. Daha ilk zamanlar, Bedir savaşında, kendilerini öldürmeye gelen kimseler, esir alındıktan sonra, müslümanların okuma yazma bilmiyenlerine okuma yazma öğretmeleri karşılığı serbest bırakılmıştı. Bu hâdise ilme verilen önemi açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Peygamber efendimiz, (Nerede ilim var orada islamiyet vardır. Nerede ilim yoksa orada islamiyet yoktur.) buyurmuştur. Zamanımızda, hem dini ilimde, hem de fen ilminde otorite sahibi olan âlim kalmadı. Eskiden, islam âlimleri, zamanının fen bilgilerini de en iyi şekilde bilirdi. Bu şekilde yetişmiş hakîkî din âlimi, vaktîyle çok vardı. Zaten onların gayreti ile, çalışması ile gece gündüz demeden yazdıkları kitaplar sayesinde dinimiz bu zamana kadar gelebildi. Bunlardan biri, İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleridir. Din bilgilerindeki derinliğine, ictihâdda derecesinin yüksekliğine, eserleri şâhittir. Bu eserleri okuyup anlayabilen, onu tanır. Onu tanıyamıyan, kendi kusûrunu ona yüklemeğe yeltenir. Kitaplarında, yanlış uydurma hadîs bulmaya kalkışır. ^Alimi tanımak için, âlim olmak lâzımdır. İmâm-ı Muhammed Gazâlî hazretleri, zamanının bütün fen bilgilerinde de, mütehassıs idi. Bağdâd Üniversitesinin rektörü idi. O zamanın ikinci dili olan Rumca'yı iki senede öğrenmiş, eski Yunan ve Roma felsefesini, fennini incelemiş, yanlışlarını, yüz karalarını kitaplarında bildirmiştir. Dünyanın döndüğünü, maddenin yapısını, Ay, Güneş tutulmasının hesaplarını, daha nice teknik ve sosyal bilgileri yazmıştır. İslâm âlimlerinden biri de, İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârûkî hazretleridir. Bunun din bilgilerindeki derinliği ve ictihâd derecesinin yüksekliği, hele tasavvuftaki, kemâli, aklın, idrâkin üstünde olduğunu, dinde söz sâhibi olanlar, ittifakla söylediği gibi, Amerika'da yeni çıkan kitaplar da, bu sa'âdet güneşinin ışıkları ile aydınlanmağa başlamıştır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri, zamanının fen bilgilerinde de mütehassıs idi. (Mektûbât) kitabında, "Oğlum Muhammed Ma'sûm, bugünlerde, Şerh-ı mevâkıf' kitabını tamamladı. Derslerinde, Yunân felsefecilerinin hatalarını anladı" buyuruyor . Kitapta yerküresinin yuvarlak olduğunu, batıdan doğuya doğru döndüğünü isbât etmekte, atomu, maddenin çeşitli hâllerini, kuvvetleri ve psikolojik olayları asırlar önce bildirmektedir. İnsanların, dünyada sıhhatli, sağlam ve râhat, neş'eli yaşamalarına ve âhırette sonsuz saadete kavuşmalarına sebep olan faydalı şeylere ni'met denir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, kullarına lâzım olan bütün ni'metleri yarattı. Bunlardan nasıl istifâde edileceğini, nasıl kullanacağımızı, Peygamberleri ile gönderdiği kitâblarında bildirdi. Bu bilgilere "Din" denir. Müslüman olsun, kâfir olsun, herhangi bir insan, bu kitâblara uygun yaşarsa, dünyada rahat ve huzûr içinde olur. Meselâ, bir eczanede yüzlerce faydalı ilaç vardır. Her ilacın kutusunda tarifnâmesi vardır. İlacı, tarifeye uygun kullanan faydasını görür. Tarifeye uymayan ilaçtan zarar görür. Kur'ân-ı kerîme uygun yaşayan da kim olursa olsun, isterse kâfir olsun ni'metlerden fayda görür. Âhıretteki faydasına inanmıyan kimseye faydası sadece dünya içindir, inanmadığı için Kur'âna uygun yaşamasının âhırette bir faydası olmaz. Dünyada ve âhırette saadete kavuşmak, râhat ve neşeli yaşamak için müslüman olmak lâzımdır. Düzgün bir i'tikâda sahip olmak lazımdır. Îmânı olan ve dine uyan, yâni harâmlardan sakınıp, ibâdetlerini yapan kimseye müslüman denir. Îmân, belli altı şeye, bütün emir ve yasakların hepsine inanmak demektir. Allahü teâlâ hakîkî müslümandan râzı olur. Onu sever. Hakîkî müslüman olmak için, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri gibi îmân etmek ve ibâdetlerini doğru ve "İhlâs" ile yapmak lâzımdır. Allahü teâlâ doğru ve ihlâs ile ibâdet yapanları seveceğini, bunların kalblerine dünyada feyzler, nûrlar vereceğini, âhırette de sevâb, yâni iyilik, mükâfat vereceğini va'd etti.
.
.Giriş İ slam uygarlığıın bilime katkısı 19. yüzyıldan günümüze kadar gerek Müslümanlar gerekse gayrimüslim yazarlar tarafından tartışılagelen bir konudur. Müslümanların bu tartışmalarda genellikle gözlenen çelişik durumları onların, insanlık tarihinin belli bir döneminden sonra bilim alanında, ve buna bağlı olarak hayatın diğer alanlarındaki etkinliklerini giderek kaybetmiş olmalarından kaynaklanmaktadır. 19. yüzyıldan günümüze “İslam ve Bilim” tartışmalarına göz attığımızda genel olarak birkaç değişik yaklaşım görüyoruz. Bunlardan birincisi geçen yüzyılda başlayıp yakın zamanlara kadar devam eden dönemde Avrupa bilim ve felsefe tarihçilerinin, Müslümanların Klasik Yunan eserlerinin yorumlayıcısı olmanın ötesinde bilim ve felsefe alanında uygarlığa kayda değer bir katkıları olmadığı yönündeki yaklaşımlarıdır. Bu yaklaşımı Russell gibi önde gelen Batılı felsefecilerin eserlerinde bile görmekteyiz.1 İkinci yaklaşım, Avrupa'lı bilim ve felsefe tarihçilerinin karşısında İslam uygarlığını savunma ihtiyacında olan bazı Müslümanların geliştirdiği bir yaklaşımdır. Buna göre bilim ve felsefe zaten insan hayatı ve mutluluğu için gerekli olmayan, onu güçleştiren, hatta ona zarar veren olgulardır. Bu yaklaşıma göre Müslümanların bilim ve teknoloji alanında geri kalmış olmaları üzülünecek bir durum da değildir. Üçüncü yaklaşım gene bazı Müslüman tarihçiler tarafından geliştirilen, ve Müslümanların klasik dönemde bilim alanında öncü sayılabilecek çalışmalar yaptıklarını, ancak daha sonraki yüzyıllarda Haçlı Seferleri ve Moğol istilaları gibi yıkıcı dış etkenlerle bilim alanında geri kaldıklarını öne süren yaklaşımdır. Dördüncü yaklaşım, 20. yüzyılda Sarton2 ve Huff3 gibi bazı batılı bilim tarihçilerinin, Müslümanların Ortaçağ'da bilime önemli katkılar yaptığını kabul eden, ve daha sonraki yüzyıllarda bu alandaki gerilemeleri sosyal, kültürel, iktisadi ve hukuki nedenlerle açıklamaya çalışan yaklaşımdır. D‹VAN 1996/1 67 İslam ve bilim fiakir KOCABAfi 1 Bertrand Russell, History of Western Philosophy, 1974. 2 George Sarton (1927-48). Intoduction to History of Science, 3 cilt 5 kısım, Baltimore, Williams and Wilkins, 1927-48. 3 Toby E. Huff, The Rise of Early Modern Science, Cambridge University Press, 1993 Beşinci yaklaşım, Müslümanların bilime katkılarının İslam'la ilgisi olmadığını ve Müslüman bilim adamlarının 8-12. yüzyıllarda yapmış oldukları başarılı çalışmaları İslam dışı, laik bir anlayış içinde gerçekleştirmiş olduklarını, ve dolayısıyla gelecekte de bilim alanında ancak bu şekilde başarılı olabileceklerini öne süren yaklaşımdır.4 Bu yaklaşımı savunanlar ayrıca, Batı'da özellikle Rönesans ve sonrasında ortaya çıkan din (Hıristiyanlık) ve bilim ayırımını, ve bu zorunlu ayırım ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları gerçekliğin dini (=dînu'l-hakk) olan İslam dini üzerine yansıtarak geçersiz bir İslam ve bilim ayırımı yapmak eğilimindedir. Bizim yaklaşımımız ise bu beş sınıfta toplanan yaklaşımlardan bazılarıyla ortak noktalar taşımakla beraber, temelden farklı ve konuya yeni bir çözümleme de getiren bir yaklaşım olacaktır. Bunu aşağıda ayrıntılı bir şekilde açıklamaya çalışacağız. Fakat önce yukarıda özetle sıraladığımız yaklaşımları biraz daha yakından inceleyelim. Birinci yaklaşımdaki görüşler bu gün bilim tarihiyle biraz uğraşmış olan insanlar arasında geçerliliğini kaybetmiş görüşlerdir. Ancak hala kesin taraflı ve gerçekleri görmek istemeyen kişilerce savunulabilmektedir. Bu görüşün neden yanlış olduğunu aşağıda örneklerle göstereceğiz. İkinci yaklaşım ise, belki iyi niyetli fakat zararlı bir saflıkla, bazı Müslüman yazarlar tarafından hala savunulmaktadır, ki bunlar savundukları şeyin İslam'da bilgi (=‘ilm) kavramı ile çeliştiğinin farkında olmayan kişilerdir. Üçüncü yaklaşım, bilimsel motivasyonla sosyal, hukukî, siyasî ve iktisadî şartlar arasındaki bağları yanlış değerlendirmekten kaynaklanan sistematik bir hatayı içermektedir. Biz bu yazımızda dördüncü yaklaşımın eksik bıraktığı noktadan hareketle meselenin temeline, yani İslam tarihinin klasik dönemi sayılan 7-11. yüzyıllarda öğrenme, araştırma ve sonunda bir bilimsel araştırma geleneği oluşturma döneminden sonra neler olduğuna eğileceğiz. Ancak buna geçmeden önce beşinci yaklaşımın neden yanlış bir başlangıçtan kaynaklandığını belirtmemiz gerekiyor. Klasik dönemde Müslümanların bilime katkısında İslam'ın rolü olmadığı, bunun laik bir anlayış içinde ortaya çıktığı iddiasının gerçekleri ne derece yansıttığını incelerken şu hususları göz önünde bulundurmamız gerekiyor: Ortaçağ Avrupasının, Kilisenin dünya ve gerçeklik hakkındaki görüşlerinden uzaklaştıkları oranda bilimsel araştırmaya yöneldikleri bilinmektedir. Halbuki, İslam'dan önce bilimle hemen hiç alakası olmayan Arap ve Türk topluluklarının bilim ve felsefe alanındaki çalışmalarının İslam'ı kabul ettikten sonra ortaya çıktığını görüyoruz. O halde, bu dönemde Müslümanların bilim ve felsefe alanında böyle bir atılımı İslam'ın getirdiği bir düşünce yapısı içinde gerçekleştirmiş olabileceğini düşünmemiz neden yerinde olmasın? Bu dönemdeki Müslümanlara bilim ve felsefe konusunda, kendi çağlarındaki diğer toplumlarla karşılaştırdıklarında böyle güçlü bir motivasyon kazandıran şeyin İslam olduğunu söyleyebilmemiz için, İslam dininin onlarda ne gibi bir kavramsal değişiklik meydana getirmiş olduğunu anlamamız geDİVAN 1996/1 68 fiakir KOCABAfi 4. Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim, Cep Kitapları, İstanbul 1992. rekiyor. Bu insanların İslamdan önce tabiat ve gerçeklik hakkındaki kavramları nelerdi ve bu kavramlar nasıl bir dönüşüme uğradı? Benzer bir soruyu Ortaçağın Hıristiyan Avrupa'sı için de sorabiliriz. Avrupa'da Ortaçağ sonunda, özellikle 12. yüzyıldan sonra nasıl bir kavramsal dönüşüm meydana geldi? 16. yüzyıldan itibaren Avrupa'da göze çarpan bilimsel gelişmenin temelinde nasıl bir kavramsal dönüşüm yatmaktadır? Ve bu dönüşüm nasıl oluşmuştur? Bazı Avrupalı medeniyet tarihçileri bu sorulara cevap vermeden, Batı'nın bilimsel düşünceyi Eski Yunanlılardan aldığını tekrarlamış ve böylece İslam'ın Avrupa'da Rönesans ve Reform ile bunları izleyen bilimsel atılım üzerindeki etkilerini unutturmaya çalışmışlardır. Bu dönemde Batı'nın bilimsel düşünce ve felsefe geleneğini Eski Yunanlılardan aldığı iddiası karşısında şu sorunun sorulması gerekirdi: Eğer bu iddia doğru ise, Avrupalılar Eski Yunanlıların5 eserlerini bin yıldan fazla bir süre ellerinde tuttukları halde Rönesansı neden çok daha önce başlatamadılar? Neden Batı uygarlığı bilimsel gelişme için 1200 yıl daha beklemek zorunda kaldı? Bu soruların cevabı şu olabilir: Batılılar bu süre içinde ya Eski Yunanlı düşünürlerin eserlerini anlayamadılar ve bunları İbni Rüşd gibi Müslüman düşünürlerin eserlerini okuduktan sonra anlamaya başladılar, veya bu eserler böyle bir bilimsel gelişmeyi başlatabilecek kavramsal yapıya sahip değildi. Bu iki ihtimalin de iyice araştırılmaya değer hususlar olduğunu söyleyebiliriz. İslam düşünce tarihi incelendiğinde bilim ve felsefe alanında 12. yüzyıla kadar Müslümanların, klasik bilimlerin her alanında (matematik, fizik, astronomi, kimya, biyoloji ve tıp) ve felsefede geniş çapta ve çok yönlü bir araştırma çabası içinde olduğunu görüyoruz. Müslümanlar bu süre içinde bir yandan Eski Yunan ve Hintli düşünürlerin eserlerini dikkatle incelerken, diğer yandan da bunlardan tamamen farklı yaklaşım ve metodlar geliştirmişlerdir. Bu hususu aşağıda örneklerle açıklayacağız. Bu farklı yaklaşım ve metodların geliştirilmesi belli bir zihinsel yaratıcılık yeteneğini gerektirmektedir. Bilimsel yaratıcılığın motivasyonla ve bunun da kavramsal yapı ile ilgisi son yıllarda üzerinde çalıştığımız bir konudur.6 İslam dininin Klasik Devir'de Müslümanlar üzerinde ne gibi bir kavramsal dönüşüm meydana getirmiş olabileceğini araştırmak üzere İslam'da ve özellikle Kur’an'daki bazı temel kavramlar ve bunların oluşturduğu kavramsal yapıya bir göz atalım. D‹VAN 1996/1 69 ‹slam ve Bilim 5 Bilim tarihçileri genel olarak Yunan medeniyetini, İyon ve Helen medeniyeti olarak iki ayrı dönemde ele alırlar. Birincisinin başlangıç noktası Milet olmak üzere öteki merkezleri Atina ve Siraküza, ikincisinin merkezi olarak da İskenderiye gösterilmektedir. Her iki dönemde de Eski Mısır medeniyetinin etkisi görülmektedir. 6 Bu konudaki çalışmalarımızı hem yapay zeka, hem de Kur’an'daki kavramların dile yansıması ile ilgili olarak felsefî alanda devam ettiriyoruz. Yapay zeka alanında konu ile ilgili yayınlarımızdan biri şudur: “Elements of Scientific Creativity”, AAAI Spring Symposium Series, 23-25 Mart1993, Stanford Üniversitesi, A.B.D. Bildiriler, s. 39-46. İslam'da ‘İlm Kavramı İslam'da ‘ilm (=bilgi) kavramı konusunda İslam tarihi boyunca gerek Müslüman ve gerekse Müslüman-olamayan yazarlar tarafından çok şeyler söylenmiştir.7 Bunları ayrıntıları ile incelemek şimdiki çalışmamızın dışında kalmaktadır. Ayrıca böyle bir araştırma için özellikle Kur’an'da ‘ilm kavramı ve ilgili diğer kavramlar üzerinde dikkatli bir çalışma yapmış olmak gerekmektedir. Kur’an'da ‘ilm kavramı üzerine 1986 yılına yaptığımız çalışmadan elde ettiğimiz bilgileri şöyle özetleyebiliriz: 1) Her şeyden önce, Kur’an'daki ilm (=bilgi) kavramı yine Kitap'taki hakk (=gerçeklik) kavramına dayanmaktadır. Gerçekliğin bütün olması, bilgiyi de bölünmez bir bütünlük arzeden bir kavram olarak karşımıza çıkarmaktadır. Bu açıdan bu gükü Müslümanların “‘ilm” kavramı ile Kur’an'daki kavram arasında kesin bir ayrılık görülmektedir. 2) Kur’an'daki ‘ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dahildir. 3) Kur’an'da ‘ilm kelimesi, gerçeklikle bağlantılı olduğundan doğru bilgiyanlış bilgi nitelemesine yer vermemekte, buna karşılık “bilgisi var” veya “bilgisi yok” anlamında kullanılabilmektedir (Bakınız ayetler: En‘âm 6/108, 119) 4) Kur’an'daki ‘ilm kelimesinin kullanımı belli bir anda insanların bilgisinin sınırlarından bahsetmeye imkan vermektedir. İlgili ayetlerde insanların bazı gerçekleri bir ‘ilm ile kavrayabilecek yetenekte oldukları halde bunları kavrayamadıklarından bahsedilmektedir. (Neml 27/84). 5) Kur’an'da Allah'ın her şeyi bir bilgi ile çevrelemiş veya kuşatmış (=vesia) olduğu belirtilmektedir, ki bu, bilginin bütün bir uzaya dağılmış olduğu anlamına gelebilir. (En‘âm 6/80) 6) Kur’an'da ayrıca “Allah katından bir ‘ilm” ifadesi de geçmektedir ve bunun, bütün uzaya dağılmış olan bilgiden ayrı bir bilgi olduğu anlaşılmaktadır. (Kehf 18/65) 7) Allah'ın her şeye gücünün yeter olduğu insanlar tarafından bilinebilir. (Talâk 65/12) “Bilmek” (=alime) fiili hem tek tek insanlar hem de “bilen bir ulus” ifadesi içinde insan toplulukları için kullanılabilmektedir (Bakara 2/230; En‘âm 6/97; A‘râf 7/32). 9) Bilenlerle bilmeyenler bir değildir. Zümer 39/9) Özet olarak aldığımız bu kavramsal yapı, Kur’an'da daha geniş bir kavramsal yapının bir parçasını oluşturmaktadır. Müslümanlar için bilginin önemi ve gerekliliği, insan olmanın bir gereği olarak karşımıza çıkmaktadır. DİVAN 1996/1 70 fiakir KOCABAfi 7 Franz Rosenthal, Knowledge Triumphant, E. J. Brill, Leiden 1970. ‘İlmin Önemi ve Gerekliliği: İnsanın Evrendeki Galaksilerin ve hatta güneş sisteminin astronomik boyutları göz önüne alındığında halen küçük bir gezegen üzerinde sınırlı bir uzay-zaman alanı içinde yaşayan insanı yüz milyarlarca galaksiyi içine alan geniş bir uzay içinde bu kadar önemli kılan şey nedir? İslam'ın getirdiği kavram sistemi içinde bu soruya verilebilecek cevap şu olabilir: İnsanı önemli kılan, Allah'ın ona yarattıkları içinde üstün bazı özellikler vermiş olmasıdır. Bu özelliklerin başında insanın üstün öğrenme ve düşünce yeteneğini belirtmemiz gerekiyor. İnanan insan açısından ilmin en önemli sorularından biri şudur: “Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?” Buna bağlı bir diğer soru da şudur: “İnsan zihni acaba Allah'ın gökleri ve yeri nasıl yönettiğini kavrayabilir mi?” Okuyuculara belki sürpriz gibi gelecek ama, bu her iki sorunun da cevabı olduğu gibi, ikinci sorunun da cevabı “evet”tir. Bu soruların cevapları Kur’an'da şöyle verilmektedir: “Onlar göklerin ve yerin yönetimi üzerinde ve Allah'ın yarattığı şeyler üzerinde düşünmediler mi? (=evelem yenzurû fî melekuûti's-semâvâti ve'lard).” (A‘râf 7/185) “Allah O'dur ki, yedi göğü ve yerden de onun mislini yarattı. Emr bunlar arasından indirilir ki, Allah'ın her şeye gücü yeter olduğunu ve Allah'ın kesin olarak her şeyi bir ‘ilm ile kuşatmış olduğunu bilesiniz.” (Talâk 65/12) Görüldüğü gibi yukarıdaki ilk ayette insanlar, göklerin ve yerin yönetimi, yani bunlarda meydana gelen olayların hangi kanun ve prensiplere bağlı olarak gerçekleştiği üzerinde sistematik düşünmeye sevkedilmektedir. Bu ayetteki “yenzurû fî” ifadesi hem gözlem hem düşünme anlamlarını içermektedir, ki klasik devir İslam düşüncesinde “nazariye”, yani “teori” kelimesi buradan türetilmiştir. Buna göre “nazara fî” ifadesi sistematik veya teorik düşünce olarak anlaşılabilir. İkinci ayette ise “göklerin ve yerin yönetimi”nde temel kavram olarak ortaya çıkan “emr” kavramının “‘ilm” kavramı ile nasıl yakından ilgili olduğunu görüyoruz. Bu ayetteki “bilesiniz” ifadesi, ile Allah'ın, emri ile göklerde ve yerdeki olayları nasıl bilgisi ve denetimi altında tuttuğunun insanlar tarafından bilinebileceği vurgulanmaktadır. Dikkat edilirse yukarıda geçen: “Allah gökleri ve yeri nasıl yönetmektedir?” sorusu daha dar bir anlamda fizik bilimleriyle uğraşan bilim adamlarının da sorusudur:8 Doğada düzenli olarak meydana gelen olaylar nasıl gerçekleşmektedir? Doğada görülen bu düzenlilik nasıl ne zaman ve nasıl başlamıştır? Bu konuya aşağıda tekrar döneceğiz. İşte İslam uygarlığının klasik döneminde Müslümanlar, bu motivasyonlarla kendilerini ve içinde yaşadıkları uzayı anlamaya yönelmişlerdir. Matematik, mantık, fizik, kimya, astronomi, botanik gibi bilimlerle ve felsefeyle uğraşmalarının temelindeki motivasyon budur. İslam'da ilme, öğrenmeye ve D‹VAN 1996/1 71 ‹slam ve Bilim 8 Bu fizikçilerden biri de Paul Davies'tir. Bakınız : Paul Davies (193). The Mind of God. Londra Touchstone Books. düşünmeye verilen önem, aslında insana verilen önemin bir göstergesidir. Hz. Peygamber Kur’an vasıtasıyla Müslümanlara ilmin önemini, öğrenmeyi ve düşünmeyi öğretmiştir. Müslümanlar da M. 8-12. yüzyıllarda yazmış oldukları eserlerle Avrupa'da Hıristiyan ve Yahudilere içinde yaşadıkları dünya hakkında nasıl düşünüleceğini öğretmişlerdir. Ne var ki, Müslümanlar 12. yüzyıldan sonra bilim konusundaki motivasyonlarını kaybetmişler, bunun sonucu olarak da, daha sonraki yüzyıllarda bilim alanında etkinlikleri giderek ortadan kalkmıştır. Öğrenme ve araştırma geleneği açısından Müslümanların bu gün içinde bulundukları durum klasik dönem İslam uygarlığı ile tam bir tezak teşkil etmektedir. İlm kavramı önemini kaybetmiş, bunun yerine başka bazı kavramlar öncelik kazanmışlardır. İslamda Bilgi ve Bilim Motivasyonu Klasik dönem İslam uygarlığında ilim kavramının önemi konusunda meşhur şarkiyatçı Franz Rosenthal şunları söylemektedir: “Bilgi kavramının insan ve toplum hayatında Klasik Devir İslam uygarlığındaki kadar merkezî bir önem taşıdığı -şimdiki Batı uygarlığı da dahil- başka bir uygarlık olmamıştır.”9 Denilebilir ki, doğru düşünme, doğru bilgiler, doğru bir kavram sistemi, ve doğru gözlem ve çıkarım metodları üzerine gelişir. Doğru düşünme buluşlara ve yeni ve güvenilir bilgilere ulaşmayı sağladığı için araştırmada motivasyonu olumlu yönde etkiler. Doğru bilgiler ise doğru bir kavram sistemi üzerine kurulur. Bu nedenle, bilginin gelişmesinde bunun üzerine kurulduğu kavramsal yapının etkisi büyüktür. İslam'ın doğuşu ile öğrenmeye yönelik davranışların gelişmesi, hatta bunun bir araştırma ve öğrenme kampanyası haline dönüşmesi, tarihte çok kısa sayılacak bir süre içinde bilim faaliyetlerinin gelişmesine yol açmıştır. Öğrenme kampanyası daha Medine döneminde bile, Müslümanların ele geçirdikleri savaş esirlerini kendi çocuklarına okuma-yazma öğretmelerine karşılık serbest bırakma gibi, daha önceleri hayal bile edilemeyecek boyutlara ulaşmıştı.10 Bu dönemde Müslümanlar öğrenmeyi, ‘ilm sahibi olmayı başlıca insanlık görevi (=ibadet) olarak algılamaktaydılar. Bu tür bir kavramsal dönüşüm ve buna paralel olarak gelişen öğrenme kampanyası bilimsel gelişme yönünde yüz yıl gibi kısa bir zaman süresi içinde ürünlerini vermeye başladı. Daha Emevîler zamanında Emevî prenslerinden Hâlid bin Yezid (665-704), İmam Ca‘fer-i Sâdık (700-765), Horasan'lı Caâbir bin Hayyân (y. 721-805), Zunnûn-i Mısrî (öl. 860), Raâzî (860- 925), İbni Sînâ (980-1037) ve Mecritî'nin (?-1007) modern kimyanın temeli sayılabilecek deneysel çalışmalar yaptığını görüyoruz. Daha sonra fizikDİVAN 1996/1 72 fiakir KOCABAfi 9 Franz Rosenthal (1970). "Knowledge Triumphant". E.J. Brill, Leiden. 10 Muhammad Hamidullah, İslam Peygamberi, çev. M. Said Mutlu, İrfan Yayınevi, İstanbul 1966, s. 141. (Yazar bu bilgileri klasik İslam kaynaklarından, İbni Sa‘d, Süheylî ve İbni Hanbel'den aktarmaktadır.) Aynı dönemde müslümanların Medine'de bir de okul açtıkları bilinmektedir. te Kindî (y. 796-872) ve yine fizikte optik alanındaki araştırmaları ile bilinen İbni Heysem (y. 965-1051); Matematikte Harezmî (y 780-850) ve Sâbit bin Kurrâ (y. 834-901); zoolojide Câhiz (y. 776-869); astronomide İbni Heysem (y. 965-1051), Beyrûnî (y 973-1051), Zerkalî (1029-1087) ve İbni Şâtır (öl. 1375); tıpta Râzî (y. 864-925) ve İbni Sînâ (y. 980-1037); ve tıp, fizik ve felsefede İbni Rüşd (1126-1198) gibi Müslüman bilginleri bu dönemin önde gelen isimleri arasında sayabiliriz.11 Bu dönemde Müslümanların kimya, fizik ve matematik alanındaki önemli katkılarına kısaca bir göz atalım. Kimya biliminin gelişmesine Müslümanların katkısı birkaç bakımdan önemlidir. Birincisi, ilk defa Câbir bin Hayyân'ın eserlerinde görüldüğü gibi, Müslümanlar kimyasal cisimlerin, bir dizi temel özelliğin belli oranlarda birleşiminden meydana geldiğini, ve eski Yunanlıların bu konudaki düşüncelerinin aksine, bu temel özelliklerin ayrıştırılarak belli oranlarda tekrar birleştirilebileceğini ve böylelikle yeni cisimler meydana getirilebileceğini düşünmüşlerdir.12 Bu ise kimyaya hem analitik, hem de sentetik bir araştırma metodu getirmektedir. İkincisi, cisimlerde bu özelliklerin belli bir denge (=mîzân) içerisinde bulunduğunu öne sürmüş olmalarıdır.13 Üçüncüsü, ve belki de en önemlisi, yaptıkları deneylerin anlatımlarında modern bir kimya deneyinin bütün unsurlarını görmek mümkündür. Mesela Mecritî'nin civanın oksitlenmesi üzerine yaptığı deneyde, klasik bir kimyasal reaksiyonda olması gereken hemen her şey bulunmaktadır,14 ki bunları şu şekilde sıralayabiliriz: a) reaksiyona giren maddeler, b) miktarları, c) reaksiyon şartları, d) reaksiyon sonunda elde edilen maddeler, ve e) miktarları. Bunun kimya biliminin gelişmesinde çok önemli bir aşama olduğunu kabul etmek gerekiyor. Fizik alanında İbni Heysem'in parabolik ve küresel aynalar, mercekler ve ışığın kırılması konusundaki araştırmaları daha sonraları klasik fizikte optiğin temellerini oluşturmuştur. İbni Heysem ışığın az yoğun ortamdan çok yoğun ortama geçerken kırılmasını incelemiş ve ışığın kırılma kanununu bulmuştur.15 Bu ise Arşimet'ten sonra fizikte bulunan ilk kanundur. D‹VAN 1996/1 73 ‹slam ve Bilim 11 Bu konularda şu kaynaklara başvurulabilir: G. Sarton, Introduction to History of Science, Williams ad Wilkins, Baltimore 1927-48. S. H. Nasr, Islamic Science, İnsan Yayınları, İstanbul 1989. Ş. Döğen, Müslüman İlim Öncüleri Ansiklopedisi I-II, İstanbul Yeni Asya Yayınları, İstanbul 1992. M. Bayradar, İslam'da Bilim ve Teknoloji Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları. Ankara 1987. T. E. Huff, The Rise of Early Modern Science, Cambridge University Press, Cambridge 1993. Ö. Akın ve M. Desay, Beş Büyük Cebir Bilgini, MEB Yayınları, Ankara 1993. 12 H. M. Leicester, The Historical Background of Chemistry, Dover, New York 1971, s. 66. 13 A.g.e., sayfa 66. 14 A.g.e., sayfa 71. 15 H. G. Topdemir, “İbnül Heysem'in Optik Araştırmaları”, Bilim, Felsefe, Tarih, Sy. 1, 1991, s. 187-190. Müslümanların dolaylı olarak klasik fiziğin gelişmesine en büyük katkısı matematikte cebiri bulmuş olmaları ile gerçekleşmiştir diyebiliriz. Harezmî'nin (780-850) matematik problemlerin çözümünde sabit sayılar yerine değişkenleri kullanması matematik tarihinin en önemli soyutlamalarından biri sayılmaktadır. Matematikte ilk soyutlama, sayıların ve sıfırın bulunması olarak kabul edilmektedir. İkinci soyutlama, Tales (M.Ö. 640-546) ve Öklid (M.Ö. 4. yüzyıl) gibi İyon ve Helen dönemi matematikçileri tarafından geometrinin aksiyom sistemi haline getirilmesidir. Harzemî'nin cebiri icadından sonra, 16. yüzyılda Newton ve Leibniz tarafından fonksiyon kavramının geliştirilmesi ise matematikte sekiz yüzyıllık bir aradan sonra gerçekleştirilen dördüncü büyük soyutlama olarak karşımıza çıkmaktadır. Cebirle Müslümanlar, Eski Yunanlıların aksine, aritmetik problemlerini geometrik yollarla değil, cebrik denklemlerle nasıl çözülebileceğini göstermiş oluyorlardı. Cebirden başka trigonometri ve analitik geometriyi de Müslümanların geliştirdiği bilinmektedir. Cebir ve analitik geometri olmadan yüksek matematiğin ve klasik mekaniğin gelişmesi, ve dolayısıyla sanayi devrimi asla mümkün olamazdı. Astronomide ise Müslümanların Galileo ve Kopernik gibi Batılı fizikçilerden çok daha önce güneş merkezli sistemi ve dünyanın yuvarlaklığını düşünmüş ve bu konularda ölçmeler yapmış olduklarını biliyoruz (Huff:1993). Müslümanların modern bilimin gelişmesine en büyük katkısı, deney gözlem ve ölçmeye dayanan bir araştırma metodolojisi geliştirmeleri olmuştur. Müslümanlar Batlamyus'un (Ptolemy) yer merkezli astronomik modeline karşı yeni ve daha doğru bir model geliştirmek amacıyla İbni Heysem'le bilim tarihinde ilk araştırma programını başlatmışlardı (Huff:1993, s. 47-90). Bu araştırma programı Nasreddin Tûsî, İbni Şâtır ve Zerkalî gibi Müslüman astronomlar tarafından sürdürülerek sonunda güneş merkezli modele eşdeğer bir model geliştirilmişti. (Bunlardan Tûsî'nin çizimleri Kopernik'in kitaplarına referans göstermeden girmiştir (Huff:1993, s. 55-58). Müslümanlar matematiği ilk defa bu araştırma programında kullanmışlardır. Özetle, Ortaçağ'da Müslümanlar, dünya tarihinde ilk defa deney, gözlem ve ölçme ile mantıksal ve matematiksel düşünceyi birleştiren bir araştırma geleneği oluşturmuşlardır. Müslümanların bilim alanında 8-11. yüzyılda yaptıkları çalışmaları 16. yüzyıldan günümüze kadar Avrupa'daki bilimsel gelişmelerle karşılaştırdığımız zaman bunların sonuçları itibariyle elbette sönük kaldığını görüyoruz. Ancak onların bu yüzyıllarda bilim alanındaki başarıları dünyanın öteki uygarlıklarının (Çin, Hind ve Avrupa) aynı yüzyıllarda bilim alanında neler yaptıklarıyla karşılaştırılarak değerlendirilmelidir. “İslam ve Bilim” tartışmalarında genellikle yapılan metodoloji hatası, bu karşılaştırmalı değerlendirme prensibinin göz önünde bulundurulmamasından kaynaklanmaktadır. Ayrıca, Avrupalıların Müslümanlar tarafından deney, gözlem ve ölçmeye dayanan, kullanıma hazır bir araştırma metodolojisini devraldıklarını da göz önünde bulundurmamız gerekiyor. DİVAN 1996/1 74 fiakir KOCABAfi Burada hemen şu soru karşımıza çıkmaktadır. Özellikle 8-11. yüzyıllarda Müslümanlar Fizik, Kimya, Astronomi gibi klasik bilimlerin temelini oluşturacak sistematik çalışmalar yapmış oldukları halde neden 11. yüzyıldan sonra bu çalışmalarını aynı tempoda devam ettiremediler? İslam tarihinde neler oldu da bilimsel felsefi çalışmalar giderek Müslümanların ilgi alanı dışına çıktı? Ne gibi psikolojik, sosyal, iktisadî, hukukî ve siyasî etkenler Müslümanları bu alanda çalışmaktan uzaklaştırdı? İşte “İslam ve Bilim” konusunda asıl sorulması gereken sorular bunlardır. Müslümanların bilim alanında bu kadar parlak bir başlangıç yaptıktan sonra neden bu alanda duraklamaya ve hatta gerilemeye gittikleri Katip Çelebi'den günümüze birçok Müslüman tarihçi ve yazar tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Öne sürülen bu açıklamalar genellikle 12. yüzyıldaki Haçlı Seferleri ve 13. yüzyıldaki Moğol istilasının getirdiği tahribat (kütüphanelerin yakılıp yıkılması, ilim adamlarının öldürülmesi, vs.), gibi siyasî nedenlere, veya coğrafî keşifler yoluyla İpek Yolu'nun önemini kaybederek zenginliğin İslam devletlerinden Avrupa'ya kayması gibi ekonomik sebeplere dayandırılmaktadır. Bu tür açıklamalarda belli bir gerçek payı olduğunu kabul edebiliriz. Karşılaştırmalı bilim tarihinin önde gelen isimlerinden Huff Müslümanların, Ortaçağ'da bilim alanında parlak bir başlangıç yaptıktan ve kısa zamanda bu alanda dünyada Çin, Hindistan ve Batı ile karşılaştırıldığında tartışmasız üstünlüğe ulaştıktan sonra 12. yüzyıldan itibaren bilimde gerilemelerinin sebeplerini birbirine bağlı birkaç açıdan incelemektedir. Bunlardan biri, bilim adamının toplumdaki rolü, ikincisi bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları, üçüncüsü ise bilimin gelişmesini sağlayacak sosyal ve hukukî kurumlaşmalardır. Bilim adamının toplumdaki rolünü incelerken Huff, Ortaçağ İslam toplumunda etki sırasına göre aydınları üç guruptaki toplamaktadır: fukahâ (hukukçular), kelamcılar ve felsefeciler. Modern bilimin gelişmesine öncülük eden felsefecilere örnek olarak Kindî, Fârâbî, Râzî, İbni Sînâ, Beyrûnî ve İbni Rüşd'ü saymaktadır. Bunlar arasında, kelamcıların hedefi haline gelen felsefecilerin toplum içindeki etkilerini tamamen kaybettiklerini belirtmektedir. Bu dönemde kelamcılar felsefecileri toplumdan tecrit etmede Gazali ve İbni Teymiye'nin felsefeciler hakkındaki görüşlerini kullanmışlardır. Huff, fukaâhanın da kelamcıları zaman zaman çok sert eleştirilere tabi tuttuklarını ifade etmektedir. Huff'a göre, Ortaçağ İslam toplumunda bilim faaliyetlerini sürdüren kişilerin bu çalışmalarını toplum içinde geçerli kılacak tanımlanmış, belli bir sosyal rolleri yoktu. Bilim ve felsefeyle uğraşan kişiler çoğu zaman toplumda kabul edilmiş ek bir göreve sahiptiler. Mesela İbni Rüşd bir hukukçu olarak, İbni Şatır bir muvakkit olarak görev yapmaktaydılar. Bilim adamının tabiat hakkındaki temel inançları açısından ise Huff şunları söylemektedir: Bilim araştırma, Thomas Kuhn'un deyimiyle, “başlangıçta kabulü mutlaka gerekli” bir dizi prensibe dayanır. Bu prensiplerden bazıları şunlardır: 1) Tabiattaki olayların nasıl meydana geldiği rasyonel ve obD‹VAN 1996/1 75 ‹slam ve Bilim jektif bir araştırma ile anlaşılabilir. 2) Böyle bir araştırmada deneysel bir metodoloji kullanılmalıdır. 3) Tabiatın işleyişini araştıran araştırıcı metodik ve ihtiyatlı bir yaklaşım içinde olmalıdır. 4) Araştırıcı, araştırma konusunda otoritelerin görüşlerine değil, verilerin rasyonel sonuçlarına itibar etmelidir. 5) Bilim adamı sistematik bir şüphe ile olayları incelemeli ve gerektiğinde hükmünü geciktirebilmelidir. Ortaçağ İslam dünyasında Kelamcıların savunduğu görüşler tabiattaki düzenliliği en azından belirsiz hale getirdiği için, yukarıda prensipleri ifade edilen bir bilimsel araştırmayı anlamsız hale getiriyordu. Son olarak, Huff'a göre Ortaçağ İslam dünyasında bilim adamlarının faaliyetlerini destekleyecek sosyal ve hukukî kurumlar gelişmedi. Medreseler başlangıçta bazı bilim alanlarında (mesela tıpta) faaliyet gösteriyorlardı, ancak daha sonra bunlarda fıkıh, tefsir, mantık ve kelam gibi formel bilimler dışında eğitim yapılamaz hale geldi. Medreselerin eğitim sistemi de fakülte organizasyonundan çok ferdi sisteme dayanıyordu. Avrupa'da 12. yüzyıldan sonra üniversitelerin kendi hukukunu yapıp, kendi eğitim programlarını belirleme ve uygulayabilme özerkliğine karşılık, medreselerin eğitim programları genel olarak bunların bağlı olduğu vakıf tarafından belirleniyordu. Vakıflar da “İslam dışı” sayılan bilimlere itibar etmediği için, bir müddet sonra bilim çalışmaları sosyal ve hukukî destekten mahrum ferdî çalışmalara kaldı. Görüldüğü gibi Huff, Müslümanların parlak bir başlangıçtan sonra bilimsel çalışmalarını devam ettirmemelerini, ağırlıklı olarak onların sosyal kurumlaşma ve hukukî özerklik alanındaki başarısızlıklarına dayandırmaktadır. Biz ise sosyal ve hukukî sebeplerin de gerisinde, 11. yüzyılda Müslümanların temel kavram sisteminde meydana gelen bozulmaların bu gelişmeye engel olduğunu söylüyoruz. İslam bilim tarihinde meydana gelen bu kadar önemli bir değişimin yalnızca siyasî, sosyal ve ekonomik sebeplerle açıklanması ötedenberi bizi pek tatmin etmiyordu. Bu kadar büyük bir dönüşümün daha temel sebepleri olması gerektiğini düşünüyor, fakat bunların neler olabileceğini bilmiyorduk. Yıllar sonra 1986 yılında Londra'da doktora çalışması yaptığımız sırada bir tartışmada bugünkü Müslümanların “‘akl” ve “‘ilm” gibi Kur’an'da geçen bazı kavramları yerinde kullanıp kullanmadığı sorusu gündeme geldi. Bu çerçevede Kur’an'da “‘akl” kavramı üzerine yaptığımız bir gramer çalışmasında bu kelimenin bugünkü Müslümanlar taraından Kur’an'dakinden oldukça farklı bir biçimde kullanıldığını tesbit ettik. Daha sonra “Emr Kelime Grubu” adını verdiğimiz bir dizi kavram üzerinde yaptığımız çalışmalar sırasında, Kur’an'da fiziksel olayların açıklamasına temel teşkil edecek, ve fakat günümüz Müslümanlarının düşünmeden geçtiği bir dizi kavram bulunduğunu ve bunların 8. yüzyıldan 12. yüzyıla kadarki dönemde, yani Kindî'den İbni Rüşd'e kadar birçok İslam düşünürünün eserlerinde değişik şekillerde de olsa önemli yer aldığını tesbit ettik. Bu çalışmalar İslam düşünce tarihi içinde oluşmuş ciddî bir kavramsal bozulmanın işaretlerini veriyordu. DİVAN 1996/1 76 fiakir KOCABAfi Eğer Müslümanlar Kur’an'da ifadesini bulan ve başlangıçta kazanmış oldukları kavram sistemini terketmemiş olsalardı bilim alanındaki motivasyonlarını kaybetmeyecekler ve bu alandaki çalışmalarını devam ettirmelerini sağlayacak sosyal kurumlaşma ve hukukî düzenlemeleri de gerçekleştirebileceklerdi. Aşağıdaki bölümde bu kavramsal bozulma ayrıntılı olarak ele alınmaktadır. 11. Yüzyılda Kavramsal Bozulma: ‘İlm Kavramının Bölünmesi İslam düşünce tarihi içinde en dikkate değer ilk kavramsal bozulma “‘ilm” kavramı üzerinde gerçekleşmiştir diyebiliriz. Yukarıda sözünü ettiğimiz çalışmada “‘ilm” kavramı üzerine yaptığımız araştırmada, gerek Kur’an'da gerekse 6 Hadis kitabında “din ilmi” (=‘ilmu'd-dîn) diye bir isim tamlamasına rastlayamamıştık. Buradan da, İslam tarihinde “din ilmi”-“dünya ilmi” şeklinde bir kavramsal bölünmenin, Hadislerin toplandığı 9. yüzyıldan sonra ortaya çıkmış olduğu anlaşılıyordu. Kur’an'da “hakk” (=gerçeklik) kelimesi ile olan alakası dolayısıyla ayetlerde bir bütünlük içinde geçen “‘ilm” kavramının iki kavrama dönüşmesi etkin olarak 11. yüzyılda gerçekleşmiştir diyebiliriz. Bu noktada “din ilmi-dünya ilmi” nitelemesinin ilimlerin sınıflandırılması zorunluluğuyla ortaya çıkmış olabileceği ileri sürülebilir. Biz bu bölünmenin ilimlerin sınıflandırılması ile ilgili bir ihtiyaçtan çok, 11. yüzyıl Kelamcıları tarafından belli amaçlarla oluşturulduğunu düşünüyoruz. Bu amaçlar, Müslümanları yanlış düşünce ve inançlardan koruma gibi niyetler ihtiva etmiş olsa bile, böyle bir kavramsal değişikliği -başlangıç noktasındaki yanlışlıklarını ve korkunç sonuçlarını gözönünde bulundurmadan- yapmış olmalarını kendileri açısından affedilebilecek bir durum olarak göremiyoruz. İlmin “din ilmi"-“dünya ilmi” şeklinde ikiye bölünmesi beraberinde, “dünya ilmi” sayılan fizik, kimya, astronomi, matematik ve mantık gibi bilimlerin gerekliliğinin tartışılmasına yol açmıştır. Önceleri bu bilimlerin “din” ile olumlu-olumsuz bir ilgisi olmadığı öne sürülmüş,16 daha sonra ise bunların gereksiz olduğu anlayışı yavaş yavaş Müslümanların zihnine yerleşmeye başlamıştır. Bu bilimlerle uğraşan Müslümanlar da, önceleri halk ve hükümdarlar tarafından destek görürken, artık toplumdan destek görmemeye, hatta tecrit edilmeye başlanmıştır. Örnek olarak, 12. yüzyılda Endülüs'te baş kadı (=şeyhülislam) görevi yapan ve aynı zamanda Halife'nin doktoru olan İbni Rüşd'ün bilim-felsefe konusundaki eserleri dolayısı ile, siyasî otoritede güç sahibi olmaya başlamış olan Kelamcılar tarafından idam talebiyle cezalandırılmak istenmesi, kitaplarının yakılması, ve ancak daha önceki hizmetlerinden dolayı Halife tarafından idam edilmekten kurtarılarak güç bela Kuzey Afrika'ya gönderilmesini D‹VAN 1996/1 77 ‹slam ve Bilim 16 Gazalî el-Munkiz mined-dalâl isimli kitabında felsefî bilimlerden sayılan mantık ve matematiğin din ile olumlu olumsuz bir ilgisi olmadığını ifade etmektedir. Onun iyi niyetle söylemiş olduğunu kabul ettiğimiz bu sözünün kolaylıkla yanlış anlaşamalara yol açabildiğini belirtmeliyiz. gösterebiliriz. İslam tarihinde bilim adamlarına Engizisyon boyutlarında tepki pek görülmemiştir, ama “dünya ilmi” sayılan bilim ve felsefenin Kelamcılar tarafından küçümsenmesinin ve ikarının bu alanda Müslümanların motivasyonunu hem kavramsal hem de siyasî açıdan inkarının çok olumsuz yönde etkilemiş olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bu kavramsal bölünmenin sonucu olarak ortaya çıkan tartışmalarda meselenin en ilginç yanı da şudur: Kur’an'da bir bütün olan “‘ilm” kavramının Kelamcılar tarafından “din ilmi-dünya ilmi” şeklinde ikiye ayrılması, ve daha sonra bunun Müslümanlar arasında genel bir kabul görmesi, İslam dünyasında ilk defa 11. yüzyılda laikliğin düşünce planında bir doktrin olarak kabul edilmesi anlamına geliyordu. Aradan dokuz yüzyıl geçtikten sonra Müslümanların laikliği hukukî bir prensip olarak kabul etme durumuyla karşı karşıya kaldıklarında gösterdikleri tepkinin ne dereceye kadar tutarlı olduğu, 11. yüzyılda kendilerinin kabul ettikleri kavramsal bölünmeyle yanyana getirilerek değerlendirilmelidir. İslam düşüncesinde 11. yüzyılda meydana gelen kavramsal bozulma sadece “‘ilm” kavramını değil “yaratma” ile ilgili kavramları da etkilemiştir. Kur’an'daki “emr” kavramına dayalı kozmik düzen anlayışını terkederek, sürekli ve anlık yaratılma yokolma hipotezine dayalı bir fiziksel uzay anlayışını benimseyen Kelamcılar ayrıca Kur’an'da yaratma ile ilgili bir dizi kavramı da bir tek kelimeye, “haleka” kelimesine indirgemişlerdir. Böylece Kur’an'da planlamak, varetmek, oluşturmak, yapmak, şekillendirmek, yerden bitirmek, yapılandırmak, kurmak gibi anlamlarına gelen bir düzine kavramı (haleka, ce- ‘ale, besse, nebeta, fetara, benea, savvera, sevvâ gibi kavramları) bir tek kavrama, yaratma (=haleka) kavramına indirgemişler ve bu şekilde zengin bir kavram sistemini çok basit ve çelişkili bir kavram sistemine dönüştürmüşlerdir. Bu kavramsal indirgemeciliğin sonucu olarak, cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunu inkar etmek zorunda kalmışlar ve dolayısıyla Fizik, Kimya, Astronomi gibi bilimlerin gelişmesinde temel olan nedensellik prensibini de inkar ederek bilimsel açıklamaları imkansız hale getiren bir kavramsal yapı içine girmişlerdir. Halbuki cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğu Kur’an'da “emr” (=yönerge) kelimesiyle ilgili ayetlerden açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Kur’an'da “emr” kelimesi ve türevlerinin geçtiği 250 dolayında ayet bulunmaktadır. Bu ayetlerin bir kısmı Allah'ın gökleri ve yeri emri ile nasıl yönettiğini ifade etmektedir. Gerçekten de gök cisimlerinin hareketlerinden bahseden ayetlerde bunların göklerin yaratılışı sırasında kendilerine “vahy”edilmiş (=yüklenmiş) olan “emr”lere (=yönergelere) göre hareket ettikleri açıkca belirtilmektedir. “Sonra onu (göğü) yedi semâ olarak gerçekleştirdi (=kadâ) ve her bir semaya (onların) emrini vahyetti.” (Fussilet 41/12) “Güneş, ay ve yıldızlar O'nun (Allah'ın) emri ile denge durumlarını korurlar (=musahharât).” (A‘râf 7/54; İbrahhim 14/33; Nahl 16/12; Hac 22/65) DİVAN 1996/1 78 fiakir KOCABAfi Bu ayetlerde hem tekil hem çoğul anlamda geçen emr kelimesinin gramerinden, “emr”in uzay içinde dağılmış, birbiri ile etkileşen bir dizi yönerge, adeta bir kozmik yazılım şeklinde anlaşılabileceği bir kavramsal çerçeve ortaya çıkmaktadır. Bu çerçevede, fiziksel olayların uzay içindeki yönergelerin etkileşimi, birleşimi ve dağılımı ile belli bir düzen içinde gerçekleşmekte olduğu anlaşılmaktadır. Ancak bu kozmik düzen hiç değiştirilemez değildir. “İzn” kelimesiyle ilgili ayetlerden anlaşılacağı üzere, Allah herhangi bir uzay-zaman alanına müdahale edebilir ve onun özelliklerini yeni emrlerle (=yönergelerle) değiştirebilir. İşte bu şekilde O, bir uzay-zaman alanı içinde mevcut emrlerin etkileşimi ile gerçekleşemeyecek olan bazı olayları gönderdiği emrlerle gerçekleştirebilmektedir. Aynı şekilde, O, mevcut emrlerle gerçekleşmesi gereken olayları da gönderdiği yeni yönergelerle engelleyebilmektedir. Gerçekten de, “emr” ve “izn” kelimelerinin geçtiği ayetlerden, Allah'ın periyodik olarak gönderdiği yeni emrlerle (=yönergelerle) bazı olaylara müdahale ettiği açıkça anlaşılmaktadır. Bizim “mucize” adını verdiğimiz olaylar kısmen bu çerçeve içinde anlaşılabilir. (“Kısmen” diyoruz, çünkü mevcut emr çerçevesi içinde hangi olayların gerçekleşip hangilerinin gerçekleşemeyeceğini henüz tam olarak bilemiyoruz.) Gene Kur’an'da “sahhara” kelimesi ilgili ayetlerde Allah'ın, “göklerde ve yerde ne varsa insanın kullanımına/kontrolona verdiği” belirtilmektedir: “Allah'ın göklerde ve yerde ne varsa sizin kullanımınıza verdiğini (=sahhara lekum) görmüyor musunuz?” (Lokman 31/20) Kur’an'da “emr” kelimesi, “izn”, “sahhhara”, “sultân”, “kadr” ve “kadâ” kelimeleri çok dikkate değer bir kavramsal örgü oluşturmaktadır. Bu konudaki araştırmamızın sonuçlarını yakında yayınlamayı ümit ettiğimiz “İslam'da Bilginin Temelleri” isimli kitabımızda ayrıntılı olarak açıklayacağız. 11. yüzyılda Kelamcılar ve Gazali (1058-1111) tarafından cisimlerin kendilerine has özellikleri olduğunun ve fiziksel olaylar arasında sebep-sonuç ilişkisi (=nedensellik) olduğunun inkarı 12. yüzyılda, gene bir İslam düşünürü olan İbni Rüşd (1126-1198) tarafından ayrıntılı bir şekilde eleştirilmiştir17 İbni Rüşd ayrıca, Kelamcıların din-bilim ayırımının yanlışlığı üzerinde de durmuş ve bu konuda Faslu'-makâl isimli bir kitap yazarak din ve bilim arasındaki ayrılmazlığı sadece bir İslam düşünürü olarak değil, aynı zamanda bir İslam hukukçusu olarak mantıksal bir örgü içinde kanıtlamaya çalışmıştır.18 Onun bu konuda müslümanları ciddî bir şekilde uyarmış olmasına rağmen eserleri kendinden sonra gelen Müslümanlar tarafından hala anlaşılamamış ve değerlendirilememiştir. Daha sonraki yüzyıllarda kavramsal bozulmanın devam etmesi, 12. yüzyıla kadar geliştirilmiş olan araştırma geleneğinin terkedilmesine yol açmıştır. (Nedenselliğin ve cisimlerin kendine has özellikleri olduğunun inkar edildiD‹VAN 1996/1 79 ‹slam ve Bilim 17 İbni Rüşd, Tahafut al Tahafut, İngilizceye çev. Simon van Den Bergh, Luzac, Londra 1978 18 İbni Rüşd, Kitab Fasl al Maqal, (On the Harmony Between Religion and Philosophy), İngilizceye çev. G. F. Hourani, Luzac, Londra 1976 ği bir ortamda klasik fizik ve kimya araştırmalarının yapılamayacağı açıktır.) Gazalî ve İbni Rüşd arasında, genel olarak bilim-felsefe, ve özel olarak da nedensellik konularındaki görüş ayrılıkları 15. yüzyılda Fatih Sultan Mehmed tarafından bir çözüme bağlanmak istenmiş, ve konu, bu gerekçeyle zamanın bilginlerinden oluşan iki heyetin tartışmasına açılmıştır. Bu husus tarihçi Osman Turan taraından şöyle ifade edilmektedir: “Devrin büyük ilim ve fikir adamlarını etrafında toplayan Fatih Sultan Mehmed din ile felsefe arasında devam eden münakaşaları ilmî bir esasa bağlamak ve bu mevzuda Gazalî ile İbni Rüşd arasındaki ihtilafı halletmek istiyordu. Bu maksatla hikmet sahasında da eser yazan Hocazâde'nin reisliğinde bir heyet teşkil etmiş ve bu suretle mezkûr iki filozofa ait iki Tehafüt kitabının yanısıra bir üçüncüsünü yazdırmıştır. Bununla beraber bilhassa o devir için bu çetin mesele yine de halledilememiş, felsefe ile din arasındaki niza devam etmiştir.”19 Sonuçta Gazalî'nin ve Kelamcıların görüşlerini savunan ekibin açıklamaları kabul edilmiş ve böylece Kelamcıların görüşleri resmen Osmanlı Medresesinin bilgi ve eğitim politikası haline gelmiştir. Medresenin daha sonraki yüzyıllarda bilim ve felsefe alanında Avrupa ile neden boy ölçüşemediği, onun bilim ve felsefe anlayışı ile ve daha önce Müslümanlar tarafından geliştirilmiş olan araştırma geleneği ve metodolojisini terketmiş olması ile açıklanabilir. Fizik bilimlerdeki başarısızlığına karşılık Osmanlıların yönetimde ve siyasî düşünce ve uygulamalarda son derece başarılı olmalarını, Osmanlı yöneticilerine Medrese dışında eğitim veren Enderun geleneğine bağlamak mümkündür. Ayrıca Osmanlıların, 14. yüzyılda İbni Teymiye gibi bazı kelamcıların geliştirdiği siyasî teorileri reddederek, bir dereceye kadar İslam'ın orijinal siyasî kavramlarına bağlı kaldıklarını belirtmemiz gerekiyor. Bu konu da araştırılması gereken önemli bir husus olarak karşımıza durmaktadır. Osmanlıların bilim ve felsefede Avrupa'dan geri kalmakta oldukları oldukça erken farkedilmeye başlanmıştır. Mesela Katip Çelebi (1609-1657) Osmanlı yönetimini bu konuda açık bir şekilde uyarmıştır. Ancak ne yazık ki, bu tür uyarılar yeteri kadar etkili olamamıştır. Bunun da 11. yüzyıldan itibaren Müslümanların düşüncesine hakim olan sınırlayıcı kavramsal yapının bütün topluma yayılmış olmasından kaynaklandığını düşünüyoruz. Osmanlılarda Yenilenme Çabaları ve 20. Yüzyılda Müslümanlar Osmanlılar bilim ve felsefe alanında, ve dolayısıyla teknolojide, ve bunun sonucu olarak da ekonomiden savunmaya kadar devletin tüm yapısındaki geri kalmışlığı 19. yüzyılda ciddî bir şekilde hissetmeye başlamışlardır. Ancak, Osmanlı yönetici ve aydınları (Katip Çelebi, Koçi Bey ve Ahmet Cevdet Paşa gibi birkaç istisna dışında) geriye gidişi, Islahat, Tanzimat, ve Meşrutiyet hamleleriyle sadece sosyal ve siyasî tedbirlerle durdurmaya çalışmışlardır. Sosyal dinamiklerin sadece ekonomik ve siyasi tedbirlerle bağımlı olmadığını, asıl problemin çok daha temelde, kavramsal düzeyde olduğunu ve DİVAN 1996/1 80 fiakir KOCABAfi 19 Osman Turan, Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, c. I-II, s. 542. bunun da bilim-felsefe alandaki motivasyonu derinden ve son derece olumsuz etkilediğini farkedememişlerdir. Nihayet Sultan 2. Abdülhamid'in geçen yüzyılın sonunda başlattığı ve zaman zaman da bazı Müslümanların şiddetli tepkisiyle karşılaşan eğitim hamlesi de bu nedenlerle yetersiz kalmıştır. Sonunda Osmanlı Devleti I. Dünya Savaşıyla birlikte bilim ve teknoloji üstünlüğüne sahip Avrupa devletlerine yenilerek tarih sahnesinden çekilmiştir. Kavramsal problemlere siyasî ve sosyal tedbirlerle çözüm arama eğiliminin Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Cumhuriyetin başlangıç dönemindeki (1923-1933) yönetim biçiminin değiştirilmesi gibi siyasî, kılık-kıyafet ve alfabenin değiştirilmesi gibi kültürel, anayasa ve kanunların değiştirilmesi gibi sosyal tedbirler, ikinci dönemde (1950-60) sanayileşme, üçüncü dönemde (1970-75) ağır sanayi hamlesi, ve nihayet yakın dönemdeki (1980-90) liberalleşme ve pazar ekonomisi politikaları aynı doğrultudaki çabaların devamı olarak görülmektedir. Osmanlılardan devralınan kavramsal yapı, yüzeysel ve zorlayıcı sosyal, hukukî ve kültürel tedbirlerle değiştirilemediği gibi daha da bozularak içinden çıkılamaz hale getirildiği için şimdiye kadarki gelişme politikaları Cumhuriyet döneminde de başarılı olamamıştır. Bu dönemde oluşturulan pozitivist ve İslam'ı bazan resmen bazan da fiilî olarak dışlayıcı kültürel politikaların, zoraki “din-bilim” ayrılığını ortadan kaldıracak yerde daha da gerginleştirerek bilim konusunda toplumsal motivasyonu daha da olumsuz yönde etkilediği söylenebilir. Bilim konusunda üretilen çeşitli sloganlara rağmen Cumhuriyet döneminde sağlıklı bir bilimsel gelişme sağlanamamasının sebepleri iyice araştırılmalıdır. Cumhuriyetin kurulduğu günden bu yana Türkiye'nin neden hâlâ bir Bilim ve Teknoloji Bakanlığı kuramadığı, ve neden hâlâ bir Bilim ve Teknoloji Politikası oluşturamadığı da düşünen insanlarımız tarafından ciddî bir biçimde araştırılması gereken konulardır. Cumhuriyet hükümetlerinin üniversitelere ve bilim adamlarına bakışı genel bir güvensizlik arzetmektedir. Bunun sebeplerinin her şeyden önce bilim adamları tarafından araştırılması gerekmektedir, çünkü onların bu ülke içindeki resmî konumları, karikatüristlerin, gazetecilerin, ve hatta futbol taraftarlarının durumundan daha aşağıda sayılmaktadır. Bilim adamları da, -Ortaçağda Müslümanların Avrupalılara hediye ettiği “hakikat aşığı” (lover of truth) kavramından haberleri olmadığı için mi bilinmez- bazı ortak değerler üzerinde birleşip en azından toplum içindeki genel durumlarını düzeltecek dayanışmalar yerine birbirlerini dışlamayı tercih etmektedirler. Bilim adamı olmak adeta kendilerine de hiçbir şey ifade etmemektedir. Son yıllarda bazı Müslüman yazarların “Bilimin İslamîleştirilmesi” başlığı altında yanlış bir çaba içine girdiğini görüyoruz. Bu yazarlar, bu güne kadar yapılmış bilimsel çalışmaların ve geliştirilmiş bilimsel teorilerin “İslamî açıdan” (yani kendi bozuk kavram sistemlerine ve anlayışlarına göre) süzgeçten geçirilD‹VAN 1996/1 81 ‹slam ve Bilim mesini ve böylece bunların “İslamiîleştirilmesini” savunuyorlar. Biz olaylara yanlış bir çerçeveden bakan bu kimselerin, meseleleri ele alış biçimlerinin ciddiyetten uzak olduğunu ve bunların, Müslümanların karşı karşıya bulunduğu ciddi kavramsal problemlere çözüm getiremeyeceklerini görebiliyoruz. Bu çerçeve dışında kalan S. H. Nasr'ın İslam ve bilim konusundaki çalışmalarında, (kendisinin bilim tarihi konusundaki çalışmalarına saygı duyduğumuzu burada belirterek) Müslümanlar arasında bilimsel motivasyon için mistik temeller arama eğilimini görüyoruz. Bize göre “bilimin İslamîleştirilmesi” programı da, bilimsel çalışmaların mistik temellere dayandırılması programı da içinde taşıdıkları yanlışlar yüzünden başarısızlığa mahkumdur. Çünkü Müslümanların bilim alanında (ve buna bağlı olarak birçok alanda) geri kalmalarının esas sebebi bilimsel araştırma geleneğini, ve daha temelde araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını kaybetmiş olmalarıdır. Bu motivasyonu yeniden kazanmaları ancak halen içinde bulundukları bozuk kavram sistemini terkedip Kur’an'daki kavram sistemine yeniden sahip çıkmalarıyla mümkün olacaktır. Ancak bu şekilde olayları daha net ve ayrıntılı bir şekilde görmeye başlayabilecekler ve o zaman da sloganlar ve yüzeysel değişim politikalarının aldatıcılığından kurtulabileceklerdir. Pervez Hoodbhoy'un20 yorumlarına gelince: Bu yazarın günümüz Müslümanlarının yanlış bilim anlayışı konusundaki eleştirilerini ciddiye almamız gerekmektedir. Ancak öne sürdüğü yorumlardaki ciddî hataları da ele almamız ve düşüncelerinin nasıl temelde yanlış bir dizi önermeye dayandığını ortaya koymamız gerekiyor. Pervez Hoodbhoy'un ciddî hatalarından biri bilimin laik bir etkinlik olduğunu öne sürmesidir.21 Bunun de temelinda İslam tarihinde 8-11. yüzyıllardaki bilimsel motivasyonun nereden geldiği konusundaki yanlış değerlendirmeleri bulunmaktadır. Bu dönemdeki Müslümanlar yaptıkları çalışmaları laik bir motivasyonla değil, İslam'ın onlara kazandırmış olduğu belli bir gerçeklik ve bilgi anlayışı ve buna bağlı bir kavramsal yapı, ve gene buna bağlı bir “insan olma” anlayışı içinde gerçekleştirmişlerdir. Eğer Hoodbhoy'un dediği doğru olsa idi, Kur’an'ın tebliğinden önce veya aynı devirde laik bir anlayışa sahip (?) birçok insan topluluğunun Müslümanlardan çok daha göze çarpan bir bilimsel etkinlik içinde olması gerekirdi. Halbuki bu yüzyıllarda Müslümanlar -bu alanda diğer insanlara hiçbir engelleme getirmemiş oldukları halde- rakipsiz denecek kadar üstün bir konum içindeydiler. Hoodbhoy, İslam ülkelerinin bu gün halk düzeyinden hükümet düzeyine kadar bir “bilim krizi” içinde bulunduklarını ve bunun onları hayatın birçok alanında tam bir yıkıntı içinde bıraktığını doğru bir şekilde tesbit ettikten sonra, İslam ülkelerindeki bu bunalımın özünün incelendiğinde politik bir nitelikte olduğu teşhisini koymaktadır.22 Dikkat edilirse bu teşhis daha önce 19. yüzyıl Osmanlı ve Cumhuriyet devri aydın ve yöneticileri tarafından da konulmuş ve bu doğrultuda üretilen tedbirler de bu güne kadar başarılı DİVAN 1996/1 82 fiakir KOCABAfi 20 Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim Cep Kitapları, İstanbul 1992. 21 A.g.e., s. 17. 22 A.g.e., s.21. bir sonuç vermemiştir. Biz ise bu bunalımın temelinde, -politik veya ekonomik sebeplerden çok daha temelde, kavramsal nitelikte bir problem olduğunu görebilmekteyiz. Sonuçta, günümüz Müslümanlarının bilim konusundaki perişan durumunu tesbit eden Hoodbhoy, çözümü “din-bilim” ayırımının kabul edilerek laik bir yaklaşımı Müslümanların gelecekteki bilimsel atılımları için tek çıkar yol olarak görmektedir. Yukarıda, böyle bir çözümün Türkiye'de Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana pek de başarılı bir sonuç vermediğini belirtmiştik. Sebeplerine gelince: Birincisi böyle bir yaklaşım bırakalım bilimsel araştırmayı, genel olarak Müslümanların araştırma ve öğrenme konusundaki motivasyonlarını dahi engelleyecektir. İkincisi ve daha da önemlisi, böyle bir kavramsal bölünme, Kur’an'daki bütünleyici ilim kavramı ve buna bağlı bir dizi kavramın oluşturduğu yapıyla çelişmektedir. Müslümanların böyle çelişkili bir kavramsal yapılanma içinde bilimsel etkinlikler konusunda üstün bir motivasyona ulaşabileceğini düşünmek ne dereceye kadar yerinde olur? Geleceğe Dönüş Biz, Müslümanların bilim konusundaki etkinliklerinin geleceğini ne Pervez Hoodbhoy'un, ne de onun eleştirdiği Müslüman yazarların önerdiği çözümlerde görüyoruz. Çünkü, bunların hiçbiri problemin temelindeki kavramsal bozulmayı ve onun motivasyonu nasıl engellediğini görememişlerdir, ve çözümü de ya yüzeysel etkenlerin değiştirilmesinde veya bozuk kavramsal yapıya yeni eklemelerin yapılmasında görmektedirler. İnsanları öğrenmeye ve araştırmaya sevkeden şey motivasyondur. Motivasyon ise ancak onu besleyen bir kavramsal yapı içinde artarak gelişir. Doğru bir kavramsal yapının beslediği motivasyonu o kavram sistemini bozmak suretiyle engellemek ve söndürmek mümkündür. Peki, bozulmuş bir kavram sistemini nasıl düzeltebiliriz? Bu işin kolay bir yolu var mıdır? Ne yazık ki, bozuk bir kavram sistemini yenilemek kolay bir iş değildir; çünkü insanların kullandığı dil, onların gerçeklik anlayışı ve hayat tarzları tarafından şekillenir. Bu yazımızda bu yenilenmenin nasıl gerçekleştirilebileceğini söylemeyeceğiz. Bunu, hazırlamakta olduğumuz bir kitapta ayrıntılı bir şekilde açıklamaktayız. Ancak burada, Müslümanların böyle bir kavramsal yenilenmeyi gerçekleştirmeden İslam uygarlığının geleceği konusunda ümit verici sürekli hiçbir gelişmeyi sağlayamayacağını söyleyebiliriz. Müslümanlar, 11. yüzyıldan itibaren terketmeye başladıkları zengin kavram sistemine yeniden sahip çıkmadıkları ve onu geliştiremedikleri sürece bilim, ve dolayısıyla uygarlığın herhangi bir alanında varlık gösteremeyeceklerdir. Buna bağlı olarak şunu da söyleyebiliyoruz: Eğer Müslümanlar 11. yüzyıldan itibaren terketmiş oldukları kavram sistemine yeniden dönüşü, yani “geleceğe dönüş"ü gerçekleştirebilirlerse o zaman insanlık tarihi yeniden ve içinde bulunduğumuz bilim ve teknolojik gelişme şartları içnide bile, Müslümanlar tarafından gerçekleştirilecek şaşırtıcı bir bilimsel ve toknolojik gelişmeye sahne olacaktır.
.
İslam'a göre bir coğrafyacı, felsefeci, tıpçı ve matematikçi nasıl olmalıdır?
Soran : Muhammedülemin2004
Tarih: 24.02.2019 - 20:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Bir müslümanın fen bilimlerine bakışı ve o bilim dalında uzman ise o ilmi araştırırken ve anlatırken nasıl bir yol ve yöntem izlemeli, bu ilim dallarına bakış açısı ne olmalı ki o ilimler birer nur olsun?
- Ayrıca bu ilim dallarında çalışma yapmış Müslüman bilim adamlarına örnek verir misiniz?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Aklımız bize Allah’ı delil ile tanıyarak O’nun varlığını ispat etmek ve sonrasında O’nun istediklerini harfiyen yerine getirmek için verilmiş.
Allah’ı bu şekilde ilim ile delil ile ispat ederek bilmeye ve tanımaya da marifetullah denmiş; marifetullah olacak ki muhabbetullah olsun, yani Allah sevgisi olsun.
İlim ile delil ile ispat ile marifetullah ve muhabbetullah yolcusu olan mümin de ancak bu şekilde imanını tahkikiye çıkartır.
Allah bizden belki çocukluğumuz veya İslam’a ilk girişimiz esnasında taklidi imanı kabul edecek, ama bunu tahkiki seviyesine çıkarmamış olanlarımızdan da elbette çetin bir hesap soracak; çünkü Cenab-ı Hak kullarından körü körüne iman beklememektedir.
İşte yaratanını, yani Allah’ı bulmak için bize takılan akıl, Allah’ın bizden ne istediğini kendi kendine bulmak hususunda hiçbir işe yaramaz. Akıllı olan bu noktadan sonra aklını Allah’a yani Kur'an ve onun muallimi Muhammed (asm)’ın sünnetine, yani vahiy unsuru olan İslama teslim eder.
İşte vahyin emrine teslim ettiğimiz aklımız ile Cenab-ı Hakkın varlığını ispat etmeye gayret edeceğiz ki hem imanımız inkişaf etsin hem de başkalarının hidayetine Allah’ın izniyle vesile olabilelim.
Bu esnada, coğrafya olsun, fizik olsun, astronomi olsun, matematik olsun, kimya olsun, biyoloji olsun, tarih olsun, edebiyat olsun hiç fark etmez, hepsinde çalışmalar yapacağız. Ama hepsinin arkasında işleyen, her varoluşta ve olayda Allah’ın varlığından gafil kalmayıp, Onun varlığını ve birliğini ve olmazsa olmazlığını ilmen de ortaya koyacağız.
Bu şekilde iki kazancımız olacak;
Küçük kazanç, dünyevi kazançtır; mesela fende ulaştığımız teknolojik gelişme sayesinde insanlığın daha rahat ve konforlu yaşamasına hizmet edeceğiz.
Büyük kazanç, uhrevi kazançtır; ulaştığımız teknolojik gelişmeler ile Allah’ın kurduğu muazzam düzene şahit olacak, Onun emirlerine ve nehiylerine daha imanlı ve huşu içinde riayet edecek ve böylece Onun lütfuyla bize vaad ettiği cennetlere kavuşacağız ve Onun izniyle insanların da gözlerini açacağız.
Bir Müslüman bilim adamı ile Müslüman olmayan bir bilim adamı arasındaki bakış farklılığı için sayısız örnek verebiliriz, bunlardan bir tanesi şudur;
Gayri müslimler günümüzde Mars’ta su aramaya çalışmakta, dünyamızın ekolojik veya başka bilemedikleri sebeple yok olması karşısında kendilerine yeni yaşayabilecekleri gezegenler bulmaya veya oluşturmaya çalışmaktalar. Böylece insanlık soyunu devam ettirebileceklerine inanmaktalar.
Bu işler için trilyonlarca dolar harcarken, Afrika’da açlık ve susuzluktan kıvranan ve onlar için evlerinde besledikleri köpek kadar değeri olmayan insanların sorunlarını bu bütçelerin belki binde birine tekabül edecek kısmı ile çözmek ne akıllarına geliyor ne de oraya fon ayırıyorlar. Açıkçası umurlarında dahi değiller. Çünkü bunun hesabını vereceklerine inanmıyorlar!
Oysa bir mümin alim şöyle bilir; bu kâinatı ve dünyayı yaratan Allah’tır. Bir gün elbet bir kıyamet kopacaktır. Bunu engellemeye kimsenin gücü yetmez. Sonra da yaptıklarımızdan ve dahi muktedir olup yapmadıklarımızdan hesaba çekileceğiz.
Bize düşen evvela dünyayı yaşanır kılmak, insanlar arası sosyal adaleti sağlamak. Mesela bunun için Allah zekat ve sadakayı emretmiş. İşte Allah’ın koyduğu bu genel prensipler çerçevesinde yapılacak her türlü çalışma ve bunlardan zuhur edecek her türlü helal neticelerinden faydalanmak İslam’ın adeta emridir.
Bir mümin elbette Mars’ta su arayabilir, başka şeyler, madenler de arayabilir. Ama evvela Cenab-ı Hakk’ın koyduğu ve dünyayı yaşanabilir yer kılan ekolojik olsun, sosyolojik olsun hiçbir mizanı bozmadan, Onun emirlerini yerine getirecek sonra veya o esnada bu çalışmaları beraberinde yürütebilecek.
Nitekim mealen şöyle buyurulmuş;
“O Rahmân olan Allah, Kur’ân’ı öğretti. İnsanı yarattı. Ona beyânı, anlamayı, anlatmayı öğretti. Güneş ve ay, bir hesaba göre hareket etmektedir. Bitkiler de ağaçlar da Allah’a secde ederler. Göğe gelince, onu yükseltti ve mizanı, umum kâinatta adalet ve dengeyi koydu. Tâ ki dengede haddi aşmayın onu bozmayın!” (Rahman, 55/1-8)
“Bütün mülk ve hakimiyet elinde, tasarrufunda olan Allah ne yücedir! Ve O, her şeye hakkıyla gücü yetendir. O ki, hanginiz amelce daha güzeldir diye sizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarattı. Ve O, Azîz, kudreti dâimâ üstün gelendir, Gafûr çok mağfiret edendir. O ki, yedi göğü tabaka tabaka, birbiriyle ahenkli olarak yarattı. Rahmân olan Allah’ın yarattığında hiçbir düzensizlik göremezsin! Haydi gözünü çevir de bir bak, hiçbir çatlak görecek misin? Sonra gözünü tekrar tekrar çevir ve yine bak; o göz aradığı kusuru bulamadan zelil ve bitkin bir halde sana dönecektir!” (Mülk, 67/1-4)
Kur'an’ın birçok ayetinde hem Allah’ın varlığı ve birliği vurgulanmış hem bunlara nasıl ulaşılacağı konusunda tefekkür ufukları açılmış hem de bu konuda yapılacak her türlü ilmi çalışmalar şiddetle teşvik edilmiş.
İşte bu doğrultuda İslam aleminde çalışmalar yapmış ve bugünkü fenlerin, tıbbın, coğrafyanın âdeta temelini oluşturmuş pek çok bilim insanı gelip geçmiştir; sitemizde bu konuda pek çok makale ve alim ismi bulabilirsiniz.
Ne zaman ki İslam alemi bu araştırmalardan, çalışmalardan gafil kalmış ve sebepleri âdeta yavaş yavaş terk etmiş, âdetullah gereği Rabbimiz tabiri caizse cezayı kesmiş.
Çünkü hikmetine binaen Rabbimiz bu dünyada rahmetini ve rızkını Müslim, gayri müslim fark etmeden herkese eşit yağdırmakta; bu dünyada gayret etmeden netice yok!
Sadece bekleyerek, sadece diliyle dua ederek elektriği, interneti, telefonu, uçağı keşfedemezsin! El alem keşfeder, sen de onların artıklarıyla yetinmek zorunda kalırsın. Bu iş birkaç asır böyle geçerse, sonunda 20. asır sonundaki korkunç duruma düşersin.
Ama hem imanını muhafaza eder, Rabbimizin emirlerini yerine getirir ve bununla beraber say-u gayret edersen;
2-3 asır boyunca yapamadıklarını 15-20 seneye sığdırırsın, nasıl mı? Şöyle ki;
Milli teknolojin bir anda genişler, savunma sanayin boyut değiştirir, uçak, araba, motor sanayiinde inanılmaz atılımlar, şehirlerin altına üstüne metrolar, otoyollar, köprüler yaparsın. Rezil bir durumda olan sağlık sistemin, havayolun dünyaya bir anda örnek olur...
Bunları yaparken de anlamazsın, dersin ki: “Biz bunları nasıl yapabiliyoruz? Borca batık değil miydik? Kaynaklarımız kısıtlı idi hani? 4-5 milyon mülteciye bakıyoruz bu nasıl oluyor?”
Oluyor, çünkü Allah’ın toplama, çıkarma, çarpma, bölme gibi dört işlem dışında da kendine has bir işlemi var; o da bereket.
Cenab-ı Hak bereketini istediğine tahsis eder.
Tek şartiman, ibadet ve bunları yanı sıra gayret, gayret, gayret…
.Yusuf Kenan ATILGAN * Özet Bilgi problemi, dünden bugüne insanın ilgi duyduğu en temel konulardan biri olmuştur. Bilginin mümkün olup olmadığı, mahiyeti, kaynağı, değeri ve konusu gibi meseleler sürekli gündemde tutulmuş ve üzerinde çeşitli değerlendirmeler yapılmıştır. İlim kavramı hem Allah’ın bir sıfatı olarak Allah için ve hem de yaratıkların ilmi için kullanılır.Bu anlamda ilmi iki kısma ayırmak mümkündür; Allah’ın her şeyi kuşatan sınırsız ilmi ve birde yaratıkların sınırlı olan ilmi. Peygamberlerin hem beşeri bilgileri, hem de kendi akıl ve tecrübeleri yanında vahiy kaynaklı nebevi bilgileri vardır.İnsanların ilimleri ise sonradan kazanılan ve doğuştan getirilen bilgiler olmak üzere iki türlüdür. Ledün ilmi Allah katından melek veya peygamber aracılığı olmadan Allah’ın dilediği kuluna verdiği ilim olup, sadece o ilme sahip olan kul sorumludur. Duyusal bilgi, insanların duyu organlarıyla algıladıkları şeyler, gaybla ilgili bilgi ise, duyu organlarının algı alanı dışında kalan hususların bilgisidir. Yalnızca Allah’ın bileceği gayblar olacağı gibi, belirli kişiler tarafından duyulup bilindiği halde , diğer insanlar tarafından bilinip idrak edilemeyen gayblarda olabilir. Anahtar kelimeler: Bilgi, Duyusal Bilgi, Kaynak, Değer. Abstract Knowledge problem is one of the basic subjects that human being has been dealing with from past to present. Whether the knowledge is possible or not, it’s content, source, value, theme etc. have been always put on the agenda and always been discussed. The concept of “ilm”(science) is used both as an attribute of God and to express the science of creatures. In this context, it is possible to separate the science into two parts: one is the God’s endless and comprising knowledge, the other one is the limited knowledge of the creatures. Prophets have knowledge related to human life; they also have their own wisdom and experiences together with the special information that is only given to prophets obtained by means of divine inspiration. As for human beings, they have two types of knowledge: one comes with the birth and one acquired during the worldly life. Some claim that “İlm Ledun”(divi * Öğretim Görevlisi, Muş Alparslan Üniversitesi. İslami İlimler Fakültesi., k.atilgan@alparslan.edu.tr Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 192 ne inspiration) is a kind of knowledge that is given to a special person chosen by the God and again given by the God himself without the mediation of a prophet or any angel. And only that particular person is responsible for that knowledge. Emotional information is the result of the senses human beings get by means of their sensory organs, but the information related to the unknown world- we call this world as “gayb”- can not be obtained by sensory organs. This information is beyond our senses. Some of this information is only known by God. However, there also may be some kind of information that can be felt or known by certain people, but others can not perceive it. Keywords: Knowledge, Emotional Information, Source, Value. Giriş İnsan, Yüce Yaratıcı tarafından kendisine bahşedilen, “konuşan ve düşünen” varlık olma özelliğiyle tüm diğer yaratıklardan farklı kılınmıştır. Var olduğu andan günümüze gelinceye kadar insan, yaşadığı tarihi süreçte aklını ve duyularını, varlık dünyasındaki çeşitli konular üzerine yoğunlaştırmıştır. İnsandaki bilme merakı ve isteği ilmin ortaya çıkışına sebep olmuştur. Bilgi, çok eski çağlardan beri insanları meşgul eden bir problem olmuştur. İlk çağlardan itibaren insanlar şu soruların cevabını aramıştır: Bilgi nedir? Hakikatin ve eşyanın bilgisi mümkün müdür? Mümkünse varlığın ne kadarını, hangi yollarla bilebiliriz? Elde edilen bilgilerin mahiyeti ve değeri nedir? (Pezdevi, 1963: 10). İnsanlık tarihi aynı zamanda düşünceninde tarihidir. Düşünce tarihi boyunca çeşitli ilimler ortaya çıkmış, bu ilimler de alt dallara ayrılmıştır. Yapılan çok çeşitli tasniflerin yanısıra günümüzde; “bilmek”ten üç tarzda bahsetmek mümkündür. Bunlardan birincisi; bilgiyi gerçek yönüyle kavrayarak bilme, ikincisi; Kur’an’ın açısından bilmedir. Üçüncü bakış açısı ise; bilme ve bizim bilme ile ilgili karşılaştığımız sorunlar ve ihtiyaç duyduğumuz meselelerdir. Türkçe’de bilgi kavramı, ilim kavramının karşılığı olarak kullanılmaktadır.İslami terminolojide önemli bir yere sahip olan ilim kavramı bilgiden daha kapsamlıdır. Ancak çalışmamızda her iki kavram da ilim kavramı karşılığında kullanılacaktır. Gerek Arapça’da, gerekse Kur’an-ı Kerim’de ilim kavramı hem Allah hem de şuur sahibi varlıklar hakkında kullanılan müşterek bir kavramdır. (Bakara; 2/30-33, 129, 151; Nisa; 4/113; Maide; 5/110 vb). Kelam geleneğinde, “ilim” kavramı sürekli ilahi ve beşeri bilgi problemine atıfta bulunmuştur. Bu sebeple kelamcının sorusu neyin ilim olduğundan ziyade ilmin ne olduğu sorusudur. (Kutluer, 2000, XXII: 112) Yüce Yaratıcı insanı yaratmış (Murselat, 77/20); başı boş bırakmamış (Kıyamet, 75/36); bir takım sorumluluklar yüklemiştir (Bakara, 2/21; Nahl, 16/36). Allah, Ebu Hanife’nin tabiriyle; kişinin dünyada ve ahirette lehine ve aleyhine (haklarını ve sorumluluklarını) olan şeyleri bilmesi’ni emretmiştir. Şüphesiz ki bu bilme işi yine “ Allah sana kitabı ve hikmeti indirdi ve bilmediklerini sana öğretti.” (Nisa, 4/113) ayetinde belirtil- İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 193 diği üzere Allah’ın öğretmesiyle olmuştur. Bu süreçte Allah; “Nitekim kendi içinizden size âyetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab’ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resûl gönderdik.” (Bakara, 2/151) ayetiyle dini bilginin kaynağını belirtirken, “İndirdiğiniz açık hükümleri ve doğru yolu biz, insanlara kitapta beyan ettikten sonra.” (Bakara, 2/159) beyanıyla da dini bilginin mahiyetini bildirmiştir. Yaklaşık on dört asır öncesinden günümüze kadar inananların ilim, fikir ve yorumlarının kaynağı Kur’an-ı Kerim olmuştur. Ancak, ilim kavramı ile kastettiğimiz “bilim” değil bir şeyi gerçek yönüyle kavrama anlamında “bilgi”dir. Kur’an-ı Kerim ayetlerini bilme ve yorumlamada (kabul görüp görmediği değerlendirmeye tabi olmakla birlikte) üç farklı bakış açısı ortaya çıkmış, kimileri ayetlerin zahirine, kimileri sadece batini yönüne, kimileri hem zahiri, hem de batini yönüne ağırlık veren bir metodu tercih etmişlerdir. Bilginin, sadece görünen ve duyularla algılanabilen bir yapıda olmadığı. meydana gelen olayların bir de algılanamayan ve bir bilgi olarak değerlendirilebilen başka bir yönünün daha olduğu da bazı Tasavvufçular tarafından dile getirilmiştir. Şüphesiz Kur’an-ı Kerim’in geçmiş, şimdi ve gelecekten haber vermesi onun Hz. Muhammed (s.)’e, kendisine gizli hiçbir şey bulunmayan Allah tarafından indirildiğine (Âl-i İmran, 3/3), kaynağın sadece O olduğuna delildir. Ancak, Kelam ve Tasavvufi kaynakları tarayıp, ilim hakkında yapılan çalışmaları da inceleyerek, “ilim” kavramına yüklenen manaları irdelemek suretiyle kelami açıdan eleştiriye dikkat çekerek konuyu ele alacağız. İlim Kavramı ve İlim Sahipleri I. İlim Kavramı İlim; sözlükte bilme, bilgi, biliş, bir iş, konu, olay ve herhangi bir şey konusunda bilinen, malumat, anlamlarını taşımaktadır. Türkçe’de ilim kavramının karşılığı olarak bilgi kavramı kullanılmakta, bu da; “bilme”, “biliş” ve “tanıma” gibi anlamlara gelmektedir (İbn Manzur, 1990: XII-417; Develioğlu, 1982: 513; Doğan, 1996). Çünkü bilginin zıddı bilgisizlik ile ilmin zıddı cehalet aynı anlama gelmektedir. İlim kelimesi bilmek manasında bir mastar olup, bu tür mastarlar bir iş ve oluş bildirmektedirler. (Tunç, 1994: 20). Terim olarak ilim; bir süje-obje ilişkisidir (Gölcük ve Toprak, 1998: 86). Kelam âlimleri “ilm”in tam bir tarifinin yapılabileceği konusunda ittifak içinde görülmemektedirler. Fahreddin Razi (ö.606/1210) “İlmin mahiyetinin zorunlu olarak bilinebileceği, tarifinin mümkün olmadığı” görüşündedir. Ona göre; “ilim” apaçık bir kavram olduğu için tarif edilemez (Topaloğlu ve Çelebi, 2010: 150). İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni (ö.478/1085) ve Gazzali’ye (ö.505/1111) göre, ‘ilm’in tarifi zordur. İlim; “zıddına ihtimal verilmeyecek şekilde, manaları birbirinden ayırt etme sıfatıdır.” (Pezdevi, 1963: 10; Tehanevi, 1862: 36; Giridi, 1302: 15). İlmi; aklın ve duyuların sahasına giren her şeyin (mezkurun), Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 194 ilim sıfatına sahip olan kimseye tanınmasını sağlayan sıfattır. (Nesefi, M, 1993, I:11; Bağdadi, A.K. 1928: 5; Cüveyni, 1996: 27-35; Bâkıllanî, 1957: 6), şeklinde biraz daha kapsamlı tanımlayan kelamcılar da vardır. Kelamcılar, bilginin tanımının yapılıp yapılamayacağı noktasında ister yapılabilir desinler ister yapılamaz desinler, bilgiyi tanımlamaya çalışmışlar ya da yapılan tanımlardan birisini kabul etmişlerdir. Kelamda bilginin ne olduğu konusunda fikir birliğine varılmış tek bir tanım yapılamamıştır (Özcan, 1993: 32). Bilgi, kelamcılar tarafından farklı terimlerle ve farklı biçimlerde tanımlanmıştır. Ancak yapılan tanımların bilginin gerçekliğini kapsayıp kapsamaması noktasında tartışma konusu olmuştur.1 Bütün bu tanımlamalardan sonra, Pazarlı, (1972: 9) ilmi, en geniş manada, hiçbir sınırlama olmadan “insan şuuruna konu olan her şey” şeklinde tanımlamıştır. Yukarıda verdiğimiz bilgi tanımları; hem Allah’ın bilgisini hem de insanın bilgisini kapsayacak özelliklere sahip değildir. Günümüz epistemolojisi de bilginin ne olduğunu net bir şekilde ortaya koyamamakta; bilgiyi bilen ile bilinen arasındaki ilişki olarak belirtmekle, tanım yapmış olmaktadır. Çünkü bilen ile bilinen arasındaki ilişki karşılıklıdır. Fakat ilişkinin ne olduğu sorusunun cevabı net değildir. İlim’in gerek sözlük, gerekse terim anlamlarına baktığımız zaman belirli metotlarla veya kanunlarla disiplin altına alınabilen düzenli her şey ilim olabilmektedir. Bir anlamda ilim için bildirenin kastettiği şeyle, anlayanın algıladığı şeyin aynı olması diyebiliriz. Ancak kimileri, “İlahi bilgi ile ilahi olmayan bilginin tefriki yapaydır; bilgi bilgidir, muhtevasının ne olduğu önem arz etmez.” (Armağan, 1997: 35) derken, kimileri de, “Sağlam duyu ve yeteneklerden kaynaklanan, deney, bilgi birikimi ve müşahedeye dayalı sonuçların ilim olarak isimlendirilebileceği açıktır. Ama, farklı yollardan elde edilen bilgiler, ilahi bilgi ile mutabık değilse, Kur’an-ı Kerim’e göre bu çeşit bilgilerin, hakikat adına hiçbir şey ifade etmeyeceğini.” (Ergül, 2000: 456) söylemektedirler. Kur’an-ı Kerim’de; “Kâfirlerin çoğu, sırf bir kuru zan ardından gider. Ama zan, hak namına hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz Allah, onların neler yaptıklarını çok iyi bilir.”(Yunus, 10/36) ayeti de son görüşü desteklemektedir. “Allah’tan gelen vahyin ‘ilm’ diye adlandırılması sebebiyle bilgi, ‘kendisiyle eşyanın hakikatinin idrak edildiği ilahi kaynaklı bilgi’ diye tanımlanmaktadır. Ancak insanın duyu ve yetenekleri aracılığı ile kazandığı bilgiyi aynı tanımın içinde değerlendirmek mümkün görülmemektedir.” (Ergül, 2000: 456). Bu şekilde düşünenler ilmi; ilahi olan ve ilahi olmayan şeklinde ayrıma tabi tutmaktadırlar. “Bilgi” bir problem olarak geçmişten günümüze insanlığın ilgisini çeken en temel konulardan biri olmaya devam etmektedir. Hatta denilebilir ki insan var olduğu müddetçe de üzerinde konuşulmaya ve tartışılmaya devam edilecektir. Bilginin “mümkün olup olmadığı”, “mahiyeti”, “kaynağı”, “değeri” ve “konusu” gibi meseleler, bazı ilim adamları 1 Mert, Muhit. (2003). “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, AÜİFD, c. XLIV, Sayı. I, s. 41-42 İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 195 tarafından sürekli gündemde tutulmuş ve üzerlerinde çeşitli değerlendirilmeler yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’i referans aldığımız zaman, orada; insana bilgi edinme yolları olarak kulak, göz ve gönül gibi vasıtaların lütfedildiği bildirildiğine göre, bunlar aracılığıyla elde edilen bilgilerin de “ilim” olarak adlandırılacağını ifade edebiliriz. (Taylan, 1996, VI: 157-161). Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “Allah, sizi analarınızın karnından öyle bir halde çıkardı ki hiçbir şey bilmiyordunuz. Size kulaklar, gözler ve kalpler verdi ki, şükredesiniz.” (Nahl, 16/78) ve “Bilmediğin bir şeyin ardına düşme, çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi o(yaptığı)ndan sorumludur.” (İsra, 17/36), buyurulmak suretiyle, insanın duyuları vasıtasıyla bilgi edinilebileceğine işaret edilmiştir. İnsanlığın yaratışılışıyla başlayan bilme merakı ve isteği insanı gaybi bilgiye ve gaybı bilmeye yöneltmiş, Allah’ın mahiyetine, insan ruhunun mahiyetine, insanın kaderine, kainatın yaratılmasına, öte dünyadaki hayata ve aşkın mahiyetteki diğer problemlere ilişkin bilginin, doğrudan doğruya Allah’tan geldiğine ve ilkece tartışılmaz olduğuna inanıldığı halde üzerinde düşünüle gelmiştir. Bazı Müslüman filozoflar duyu, deney ve akla ilaveten sezgiyi de bir bilgi yolu olarak kabul etmişlerdir. Bu sebeple de, doğrulanamayan ve deneysel olmayan önermeleri anlamsız ve bilgi verici bulmayan görüşlere karşılık, bilginin vahiyle elde edilebileceğini kabul ettiklerinden, onların hala anlamlı olabileceğini söylemişlerdir. Ancak, sezginin dini bilme konusunda bir bilgi kaynağı olmayacağı açıktır. Kişisel karakter arz eden sezgisel bilgi, onu söyleyen kimseden başkasını ilgilendirmez (Pezdevi, 1963: 12). Kelamcılar vahiyle gelen bilginin mutlak bir şekilde kesinlik arz ettiğini, tartışılamayacağını ve ebedi olduğunu söylemişlerdir (Armağan, 1997: 30). İslam âlimleri; ilimleri doğruluk ifade etmesi ve değerinin tespiti açısından bazı sıfatlandırmalara tabi tutmaktan da kendilerini alamamışlardır. Pezdevi, Taftazani ve Tehanevi gibi alimler ‘aklın ve naklin, nazar ve haberin ifade ettiği ilme; ilme’l-yakin’ derken ‘selim duyu organlarının vasıtasıyla müşahede ve tecrübelerden elde edilen bilgiye; ayne’l-yakin’ demişler, ‘kalp ile seçilen, bizzat duyulan, basiretle müşahede olunan ve yaşanarak elde edilen bilgiyi de; hakka’l-yakin’ diye tanımlamışlardır (Gölcük ve Toprak, 1998). “Hakka’l-yakin mertebesinden bilinen şeyler, söz ile ifadesi güç durumlardır” (İzmirli, 1981: 1-98), diyen İzmirli İsmail Hakkı, ilme deruni bir anlam yüklerken beraberinde tasavvufun problem olarak görmediği şatahat türünden bazı sorunları Hakka’l-yakin’in anlam alanına dahil etmektedir. Her ne kadar âlimler ilmi tanımlarken onu sınıflandırmaya ve sınırlamaya çalışsa da, “tür” olması bağlamında ne kadar olay veya statik-dinamik ilişki tarzı varsa o kadar ilmi bilgi çeşidi olduğu görülmektedir. İlmin sınırları hususunda, her ne kadar İslam alimleri arasında metot ve disiplin farkları olsa ve herbiri kendi içerisinde sistemli bir düşünceye dayansa da, sonunda bir takım kanunlara ulaşıyorsa, her konu ilmin sahasına girmektedir. İnsanlara özgü, bağlayıcı ve gerçeği yansıtan ilmi elde etme yolları üçtür; Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 196 1-Akıl 2-Beş duyu 3-Doğru haber (Tunç, 1994: 20-23). Bu da vahyin, kitapta ve sünnette (Hz. Peygamber aracılığıyla) bizlere bildirdikleridir. Allah’ın insana eşyanın isimlerini öğrettiği noktasından hareketle, Gazali (ö.505-1111); bilginin varlığı ve çıkış noktasını tespit ederken “Bilgi insan ruhunda gizli bir güç olarak mevcuttur. Tıpkı topraktaki tohum gibi. Öğrenme bu gizli gücü fiili duruma getirir.” (Gazzali, 2002, III: 19), demektedir. Bu tespit, bilgi elde etme potansiyeli açısından net olarak şöyle de söylenir; “İnsan bilgili olarak doğmaz. Zira bilgi sonradan öğrenilir.” (Bayraklı, 1989: 192). İslam dininde delil kabul edilen herkes için bağlayıcı olan bilgi, yukarıda belirtilen üç kaynaktan gelen bilgidir. Diğer bilgiler ise bilen haricinde bir başkası için bağlayıcı ve delil değildir. Bahsedilen bilgi türlerinin dışındaki bilgilere gelince, onlar itibar edilip edilmemeleri, kitap ve sünnetten elde edilen bilgilere aykırı olup olmamaları açısından değerlendirilir. Bilginin kaynağı kutsal olduğundan, bilginin kaynak ve gayesi (konusu) Kutsal’ın gerçekleştirilmesinden başka bir şey olamaz. İbn Miskeveyh (ö.932-1030), Gazzali (ö.1050-1111), İbn Haldun (ö.1332-1406), Şah Veliyullah Dihlevi (ö.1703-1763) ve İkbal (ö.1938/1357) gibi ilim/ bilgi ile ilgilenen bütün Müslüman filozoflar, her türlü bilginin kaynağının kutsallık ve tanrı olduğunu telaffuz etmişlerdir (Armağan, 1997: 24). Yüce Yaratıcı, Kur’an-ı Kerim’de; “insanlar O’nun ilminden ancak O’nun izin verdiği kadarını kuşatabilirler” (Bakara, 2/255), buyurarak ilmin sınırını tespit etmemizde bize ışık tutmakta ve hatta bizatihi kendisi belli bir tespitte bulunmaktadır. Kur’an-ı Kerim, Allah’ın Hz. Adem’i yarattıktan hemen sonra ona eşyanın isimlerini öğrettiğini bir kıssa şeklinde aktarmaktadır. Burada “eşyanın isimleri” hem dünyevi hem de dünyevi olmayan bilgi unsurlarına işaret etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in Allah’tan aldığı ilk vahiy “Allah’ın adıyla oku” emrini içerir. Bu emir okumanın, yani bilginin Allah adına ya da O’nun uğruna edinilmesi gerektiği yükümlülüğüne işaret etmektedir. Dolayısıyla Allah yalnızca bilginin mebde’inde (insanın yaratılışı) değil, mead’ında (insanın döneceği yer) da vardır ve bilgiye sahip olma ilahi bir sıfattır (Armağan, 1997: 24-25). II. İlim Sahipleri A. Allah’ın İlmi İlim kavramı, bir sıfatı olarak hem Allah için hem de yaratıklar için kullanılır. Bu anlamda ilmi iki kısma ayırmak mümkündür: Allah’ın her şeyi kuşatan sınırsız ilmi ve bir de sınırlı olan yaratıkların ilmi (Şimşek, 1999: 231). Allah’ın Kur’an-ı Kerim’de zikri geçen sıfatlarından birisi, ‘herşeyi bilen’ anlamına gelen Alîm, diğeri ‘ilim sahibi’ anlamına gelen Âlim’dir. Bu sebeple bilgi ilahi bir sıfattır ve bütün yaratmalar Allah’ın ilmiyle İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 197 gerçekleşmektedir (Armağan, 1997: 25). İlim; bilmek demektir. Allah Teâlâ, olmuşu, olanı, olacağı, geçmişi, geleceği, gizliyi, açığı, kısacası her şeyi bilir. O’nun ilmi yaratıkların ilmine benzemez, artmaz, eksilmez, O’na unutma arız olmaz. O her şeyi ezelde bilir. Ancak O’nun ezelde bilmesi, insanların kendi iradeleriyle ortaya çıkardığı olayların o şeklide meydana gelmesinde etkili değildir. Zira O, ezeli olan ilmiyle onları nasıl var olacaklar ise öylece bilmiştir, O’nun bilmesi hiçbir zaman zorunluluk meydana getirmez. Allah’ın olacak olan şeyleri önceden bilmesi kulun yapmayı tercih ettiği işleri, kulun istediği şekilde yaratmasına engel olmasını gerektirmez. Allah küllileri bildiği gibi cüz’ileri de bilir. Allah’ın ilmi mahlukatın ilmi gibi, bir düşünce, fikir veya istidlal olmaktan da münezzehtir. Çünkü O’nun ilmi zâtının muktezası (gereği) olan ezeli bir sıfattır. Allah kullarına ait her şeyi bilirken kullar Allah’a ait her şeyi bilemez. İlim sıfatının zıddı olan bilgisizlik, cehalet, gaflet ve unutkanlık Allah için gerçekleşmesi imkânsız olan şeylerdir. Çünkü bunlar noksanlık alametleridir (Gölcük ve Toprak, 1998: 215-216; Bilmen, 1959: 111).“Allah her şeyi bilir” ifadesinde geçen “şey” kavramı, ilahiyatçıların çoğunluğu (Yurdagür, 1984:181) tarafından “seçilmiş ve belirlenmiş olan her şey”, “bilme” de “ezeli olarak bilme” şeklinde anlaşılmıştır (Özdemir, 2003: 24). Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığı değişik ifade kalıplarıyla anlatılmaktadır (Şimşek, 1999: 231). Bu durum karşımıza bazı ciddi sorular çıkarmaktadır; Sözgelimi, “Haksız yere adam öldürmek ağır bir suç ve büyük bir günah teşkil eder. Öldürme fiili Allah’ın ezeli ilim, kudret ve irade sıfatları çerçevesinde yani kader ve kaza planı dahilinde vuku bulmuşsa katilin bu suçu işlememesi mümkün değildir. Buna göre de cezalandırılmaması gerekir. Katil şayet öldürme işini ilahi ilim, kudret ve irade dışında kendi iradesiyle işlemişse elbette sorumlu olacaktır, ne var ki, bu takdirde ilahi sıfatların kemali sınırlandırılmış olur. Yani Allah’ın öldürme fiilini önceden bilmediği, bu olayın O’nun kudret ve iradesinin dışında vuku bulduğu sonucu ortaya çıkar.” (Topaloğlu, Çelebi ve Yavuz, 1998: 143) Konunun problematik yönü şu şekilde de ortaya konabilir; Şayet Allah, Ebu Cehil’in kafir, Hz. Ali’nin ise Müslüman olacağını ezeli olarak biliyorsa, bu onların başka türlü davranma imkânlarının olmadığı anlamına gelmez mi? Meseleye bir başka açıdan bakarsak; Kur’an-ı Kerim’de; “ne yerde, ne de gökte zerre ağırlığınca bir şey, Rabb’in (in bilgisinden) kaçmaz. Ne bundan küçük, ne de büyük hiçbir şey yoktur ki, hepsi apaçık bir kitapta olmasın” (Yunus, 10/61) buyrulmaktadır. Her şeyi yaratan Allah’a, yarattığı şeylerin ne tamamının ne de bir kısmının gizli kalmayacağı, yerde ve göklerde zerre miktarı hiçbir şeyin O’nun ilminden silinemeyeceği unutulmamalıdır. ‘Allah’ın ilminin her şeyi kuşatması’ (O’nun her şeyi bilmesi) hiçbir yaratılmışın bilmesiyle kıyas kabul etmeyen ‘bilme’ özelliklerine sahip olması demektir. Allah, yaratıkların bilemedikleri gizlilikleri ve sırları bilir. Allah’ın ilmi sınırsızdır, mutlaktır ve her Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 198 mümküne taalluk eder. O, var olanı da yok olanı da bilir. O’nun ilmi apaçıktır ve ilmi kendi zatında olup asla izâfî, nisbî, kesbî değildir. O’nun ilmi zaman ve mekânla kayıtlı ve bağımlı değildir (Gölcük, 1996: 134). Kur’an-ı Kerim’de; “Gaybın anahtarları, O’nun katındadır, onları O’ndan başkası bilmez. O, karada ve denizde olan her şeyi bilir. O’nun ilmi dışında bir yaprak dahi düşmez. Yeryüzünün karanlıkları içinde gömülen dâne, yaş ve kuru hiçbir şey yoktur ki, o her şeyi açıklayan Kitap’ta bulunmasın” (En’am, 6/59) buyrulmaktadır. Allah Teâlâ’nın ilim sıfatıyla muttasıf olduğu hem aklî hem de naklî delillerle sabittir. Âlemde görülen sonsuz güzellik, nizam ve gâye, onun yaratıcısı olan Cenab-ı Hakk’ın engin ve sonsuz ilminin en açık delilidir. Çünkü nasıl ki, gördüğümüz güzel bir yazı, resim gibi sanat eserleri onların yapıcısı ve yazıcısının bu sanata ne kadar vâkıf olduğunu gösteriyor, bilgisine ve becerisine delalet ediyorsa, şüphesiz en güzel ve en mükemmel bir surette yaratılmış olan bu âlem de onu yaratanın ilim ve kudretinin sonsuz olduğuna delalet eder. Zira bir şeyin mükemmel olarak yaratılması, o şeyin daha önce tam olarak bilinmesini gerektirir (Gölcük ve Toprak, 1998: 216). Allah’ın her şeyi bilmesi hususunda bizi esas ilgilendiren konu, O’nun gaybı bilmesi ve bildirmesi (bildirmenin sınırları) dir. Kur’an-ı Kerim’de; “Göklerde ve yerde olanları, Allah’ın bildiğini görmüyor musunuz? Üç kişinin gizli konuştuğu yerde dördüncüsü mutlaka O’dur. Beş kişinin gizli konuştuğu yerde altıncısı mutlaka O’dur. Bunlardan az veya çok olsunlar ve nerede bulunurlarsa bulunsunlar mutlaka O, onlarla beraberdir. Sonra kıyamet günü onlara yaptıklarını haber verecektir. Doğrusu Allah, her şeyi bilendir” (Mücadele, 58/7) buyrulmaktadır. İnsanlar için, gaybın bir kısmı sonradan malum olurken, bazen bazılarına gayb olan diğerlerine malum olabilmektedir. Yine bazen de gayb, sonsuza kadar gayb olarak kalmaktadır. Bu malumat ancak Allah’ın dilemesiyle gerçeklebilen bir durumdur. Allah için tabi ki böyle bir problem yoktur. “O (Allah) ilktir, sondur, zahirdir, batındır. O her şeyi bilendir” (Hadîd, 57:3), buyrulan ayetin tefsiri; “Ve O her şeyi bilendir (alîmdir). Binaenaleyh kendini de bilir. Bâtın isminden kendine nazaran da bâtını (yani kendini de bilmiyor) olduğu zannedilmemelidir. Burada bu tezyil (‘O her şeyi bilendir’ ifadesi) bu şüpheyi defi (ortadan kaldırmak) içindir” (Yazır, 1998, VI: 4731) şeklinde yapılmaktadır. Ayrıca bazı alanlar vardır ki, sadece Allah’ın bildiği ve insanlara bildirmediği sınırlarda olup onu sadece kendi ilmine tahsis etmiştir. Gayb konusu böyledir. Gaybın bütün zamanları; geçmişi, geleceği ve hali hazırın bilgisi Allah’a aittir: “De ki: Göklerde ve yerde Allah’tan başka kimse gaybı bilmez. Ne zaman dirileceklerini de bilmezler.” (Neml, 27/65). Ancak izin verdiği elçilere gaybtan dilediği bir ayrıntıyı öğretebilir. Ne var ki bu bilgi sadece o ayrıntı ile sınırlıdır ve sürekli değildir. “O gaybı bilendir. Kendi gizli bilgisini kimseye göstermez. Ancak razı olduğu elçilere bildirir (Cin, 72/26-27), “Kendi dilediği kadarı İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 199 müstesna, O’nun ilminden hiçbir şeyi de kavrayamazlar.” (Bakara, 2/255). İnsanlar sadece gaybe iman ile mükelleftirler. Kur’an-ı Kerim’de geleceği içeren gayb konusu ayrıca zikredilmekte ve Allah’tan başka kimsenin geleceği bilmediği/bilemeyeceği ifade edilmektedir; “Kıyamet vakti hakkındaki bilgi, ancak Allah’ın katındadır. Yağmuru O yağdırır, rahimlerde olanı O bilir. Hiç kimse yarın ne kazanacağını bilemez. Yine hiç kimse nerede öleceğini bilemez. Şüphesiz Allah, her şeyi bilendir, her şeyden haberdardır.” (Lokman, 31/34). Gayb bilgisi, sadece Allah’a aittir ve ne bir peygamber ve ne de başka biri bu bilgiye sahip değildir (Şimşek, 1999: 232-236), “Allah size gaybı bildirecek değildir fakat Allah elçilerinden dilediğini seçer. O halde Allah’a ve peygamberlerine iman edin.” (Âl-i İmran, 3/179). Aktardığımız bu son ayet ile yukarıda Cin Suresindeki ilgili ayetlerde geçen ifadeler; her ne kadar bazı tasavvufçular tarafından konuyla ilgili farklı anlayışlar söz konusu edilse de gaybın Allah’tan başka hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini çok açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Bu arada “el-ğayb” kelimesinin yer aldığı iki ayette Allah’ın gaybı hiç kimseye bildirmeyeceği fikrine bir istisna getirildiğini görmekteyiz. Yukarıda bulunan her iki ifadedeki birinci ortak nokta, Alah’ın gaybı kimseye açıklamayacağı, bildirmeyeceği fikridir. İkinci ortak nokta da, birisinde ‘lâkin’ kelimesiyle, diğerinde ‘illâ’ istisna edatıyla başlayan ibarelerle Allah’ın gaybı/gaybını hiç kimseye açıklamayacağı genel hükmünün istisnâ edilişidir. Fakat burada ‘rasûl’ kelimesinden Allah’ın insanlığa mesajını ulaştırmak için seçtiği peygamberler mi kastediliyor yoksa peygamberler dışında diğer insanlar da bu kelimenin şümûlüne girer mi?” Müfessirlerin ortak görüşüne göre Âl-i İmran ve Cin surelerindeki rasûl kelimelerinden peygamberler kastedilmektedir. (Albayrak, H. 1996: 239-240). Buraya kadar zikrettiğimiz ayetlerin de işaret ettiği gibi Allah Teala sınırsız ilmiyle her şeyi bilmektedir. Allah’ın herhangi bir şeyi bilmemesi diye bir durum söz konusu olamaz. Ancak Allah’ın cüziyyâtı bilemeyeceğini iddia eden çağdaş bazı görüş sahipleri de vardır. Bu konuda Abdülaziz Bayındır; “Allah tarafından sana (insan) bırakılan şeyi, sen ortaya çıkarmadan Allah bilmiyor. Bunu böyle yaratan Allah’tır” demektedir.2 Yine; kendisine sorulan “Bir kimsenin kiminle evleneceğini Allah bilir mi?” sorusuna “Hayır” diyerek cevap vermiştir.3 Bunlar sadece iddia olarak kalmaktadır. Çünkü, insanların tercih ettiği şeyleri de yine insanların dilediği şekilde önceden bilen O’dur. Ve gaybi bilgileri dilediği kulları haricinde hiç kimseyle paylaşmaması, ilahi bilgilere ulaşılamayacağının delilidir. B. Peygamberlerin İlmi Kur’an-ı Kerim’de ilgili ayetler ışığında Hz. Peygamber’in hayatını incelediğimiz za2 http://www.youtube.com/watch?v=qsN0OPxxdUU Erişim Tarihi: 29.06.2013. 3 http://www.youtube.com/watch?v=mGL2MoF07oI Erişim Tarihi: 29.06.2013. Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 200 man O’nun bilgi kaynaklarını şu üç başlık altında toplamak mümkündür: 1-Allah’ın kendisine gönderdiği vahiy (ilahi kelam) 2-Yaşadığı toplumun sahip olduğu bilgisel donanım 3-Peygamberlerin zihinsel çabaları ve tecrübeleri (Yıldırım, 2003: 183; Çakan, 1990: 41). Şüphesiz Peygamberler de insandır. Beşeri bilgilerini elde etmede diğer insanlardan farklı değildirler. Peygamberlerin ve Hz. Peygamber’in hayatını incelediğimizde bilgi edinme vasıtalarından biri olan duyular yoluyla da bir çok bilgiyi elde ettiklerine şahit olmaktayız. Bütün Peygamberlerin nakle dayalı sadık haber niteliğinde olan nebevi bilgileri, diğer bilgilerden ayrı değerlendirilmek zorundadır. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlere insanların elde edemeyeceği bir yolla bilgi öğrenme imkanı verdiğini ve bunun da gerçekten bir ayrıcalık olduğunu ifade etmektedir. “De ki: ben de sizin gibi sadece bir insanım. Şu kadar ki bana ilahınızın sadece bir ilah olduğu vahyolunuyor” (Kehf, 18/110) ayetinde de geçtiği üzere bilgi edinme bakımından peygamberler, beşeri bilgiler yanında hiçbir çabayla elde edilme imkanı olmayan ve hiç kimsenin ulaşamayacağı vahyi bilgileri alma özelliğine sahiptirler. Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiğine göre, peygamberlerin, vahyin gelişinden önce başka insanların sahip olduklarının dışında herhangi bir bilgileri ve bilgi kaynakları yoktu. (Yıldırım, 2003: 181-182). Hz. Peygamber’in de en temel bilgisinin vahiy olduğu konusunda bir şüphe ve şaibeye yer vermemek için (Görmez, 1999: 29) Yüce Allah, O’nu okur-yazar olmayan kulları arasından seçmiştir (A’raf, 157/158). Peygamberlerin gaybı bilmesi ve gaybtan haber vermesi konusunda; Allah’ın bildirdiği dışında bir peygamberin gayb (meçhul) aleminden haber vermesi veya bilgiler aktarması mümkün değildir. (Sarmış, 1997: 77) Ancak peygamberler, dini daha iyi bilmelerine rağmen onların gayb bilgileri, Allah’ın kendilerine bildirdikleriyle sınırlı olup kendilerine bildirilenler haricinde gaybı bilmezler. (Şimşek, 1999: 238). Bu konuda Kur’an-ı Kerim’de; “De ki: ‘Ben size, Allah’ın hazineleri bendedir, demiyorum. Ben, gaybı bilmem. Size ben, meleğim de demiyorum. Ben ancak bana vahyolunana uyarım.’ De ki; ‘görmeyenle gören bir olur mu? Hiç düşünmüyor musunuz? (En’am, 6/50) buyrulmaktadır. Peygamberler Allah’ın kendilerine bildirdiği ve insanlara bildirdiği kadarını açıklayabilir. Gaybı bilmek ve açıklamak peygamberlerin sıfatları ve özellikleri değildir. Peygamberle diğer insanlar arasında insan tabiatı ve mahiyeti yönünden fark yoktur. Ancak peygamberin diğer insanlarda olmayan vahiy alma yetkisi ve vahyi insanlara tebliğ etme görevi vardır. Vahiy sebebiyle peygamberler diğer insanlardan ayrı bir makam ve mümtaz bir mevkiye sahiptirler (Gölcük ve Toprak, 1998: 308). Vahiy almalarına rağmen, Allah bildirmedikçe peygamberlerin gaybla ilgili bilgi sahibi olmaları Kur’an nokta-i nazarından mümkün değildir (Albayrak, H. 1996: 247). İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 201 Dini ilimler bakımından insanlar arasında peygamberler en üstün seviyededirler. Her şeyden önce onlar, insanlar içinden seçilmişlerdir. Bu noktada mantıkî bir zorunluluk olarak dini tebliğ edenin, kendilerine tebliğ edilenlerden onu daha iyi bilmesi gerekmektedir. (Şimşek, 1999: 238). Bu durum Hz. Peygamber tarafından şöyle dile getirilir; “Size Rabb’imin gönderdiği gerçekleri duyuruyorum, size öğüt veriyorum ve Allah tarafından, sizin bilmediğiniz şeyleri biliyorum.” (A’raf, 7/62). Bütün bunlara ek olarak peygamberlerin ilmi gizlemediğini de belirtmek gerekmektedir; bilgi hususunda hiçbir kimseye, diğer insanlardan gizleme maksadını içeren özel bir hitapta bulunmamışlardır (İbn Teymiyye, 2001, VI: 290). C. İnsan ve İlmi İnsan için iki tür ilimden bahsedilir: birisi çalışmasının bir sonucu olarak sonradan kazandığı ilim (kesbi), diğeri herhangi bir gayretin söz konusu olmadığı yaratılıştan getirdiği ilimdir (ızdırari). Bu anlamda; “Rabbimiz her şeye yaratılışını verip sonra onu doğru yola iletir.” (Ta-ha, 20/50), ayetinde kastedilen, insanın içgüdüsüdür. Bu konuda insanlar eşittirler. Önemli bir bedensel ve zihinsel engel olmadıkça her insan bu bilgilerle doğar. O halde önemli olan, sonradan kazanılan bilgi yani ilimdir. Yüce Allah, buna işaret ederek şöyle demektedir: “Allah sizi annelerinizin karnından çıkardığı zaman hiçbir şey bilmiyordunuz,4 size kulak, göz ve kalpler verdi ki şükredesiniz.” (Nahl, 16/78). Kur’an-ı Kerim’de anlama ve değerlendirme yerinin kalp olduğuna işaret edilir. Yukarıdaki ayet, annesinden doğarken hiçbir şeyi bilmeyen insana kulak, göz ve anlayıp değerlendirme vasıtası olan kalbin verildiğinden (İsra, 17/36) söz etmektedir. Çünkü insan bu üç vasıtayla ilim elde eder. Yani görür, duyar ve görüp duyduklarını kalbinde değerlendirdikten sonra bilgiye ulaşır. Yaratıkların ilmi, sınırlı bir bilgiye dayanır ve aralarında bir derecelendirme söz konusudur. Örneğin; insanın yeryüzünü imar için bilgi üretme yeteneği, meleklerin yeteneğinden üstündür. Nitekim yaratılış kıssasında Adem, isimleri bildiği halde melekler bilmemişlerdir. Aynı şekilde insanların ilmi de görme, duyma ve değerlendirme yeteneklerindeki farklılıklar sebebiyle değişik sonuçlar ortaya çıkartmaktadır. Bilginin fazla veya az olması hususunda insanlar arasında ne kadar farklılık olursa olsun, bazı konular vardır ki insanın o konularda sağlıklı sonuçlara ulaşması mümkün değildir. Allah’ın zatı, sıfatlarının nasıllığı gibi gaybi konular böyledir. Kur’an-ı Kerim, böyle konuları ‘müteşâbihât’ olarak (Âl-i İmran, 3/7) isimlendirmektedir. Bu tür konular, akıl ve deney yoluyla elde edilebilen ve sağlıklı sonuçlara varılabilen türden şeyler değildir. Akıl ancak müşahede âlemi hakkında sağlıklı sonuçlara varılabilmektedir. Dolayısıyla bilinenden ve görünenden hareketle, bilinmez ve görünmez olanın anlaşılmasına ve 4 “Hiçbir şey bilmiyordunuz” ifadesi hakkında değişik açıklamalar yapılmıştır. Kimileri daha babalarınız sülbünde iken alınan misakı bilmek derken kimileri sizin için yaratılan iyi veya kötü kaderi bilmemek demişlerdir. Kimileri de lehimize ve aleyhimize olan şeyleri bilmemek diye yorumlamışlardır. Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 202 idrakine çalışılmaktadır. İnsan için üçüncü bir bilgiden daha sözedebiliriz ki, Çağlayan, H. (2009: 110), konunun öneminden dolayı Allah’ın peygamber olmayan insanlara bahşettiği “vahiy”den şu şekilde bahsetnektedir; “gerçekte bu vahiy, sadece dilin yapısı gereği kullanılan, ancak özü itibariyle tamamen faklı bir olguyu anlatan bir anlatım biçimidir. Bu ayrımı ifade etmek için, peygamber olmayan insanlara gelen vahye, “ilham etmek”, “kalbe ilka etmek” gibi anlamlarda verilmektedir. İlham kelimesinden anlaşılması gereken, akla gelen sağlam düşünce, kalbe gelen güven verici anlayış ve ağır basan kesin bir karardır.” Hz. İsa’nın havarilerine ve Hz. Musa’nın annesine verilenler bu türden vahiylerdir (Razi, 1993, XII: 52-53). Gayb konusu ise, vahyin alanıdır. Zira gayb alemi duyular veya akılla idrak edilen veya mahiyeti bilinebilen bir şey değildir. Onun için gayb ile ilgili yegâne bilgi kaynağı vahiydir. Bunun dışında gayble ilgili bilgi verecek başka bir araç veya sebep yoktur (Sarmış, 1997: 77). Gayb alanında vahyin haber verdiği hususlarla yetinmek gerekir. Elbette akıl, vahyi anlamaya çalışır ve anladıklarından hareketle birtakım değerlendirmeler yapar. Ancak vahyin, hakkında hiçbir bilgi vermediği gaybî konulara dalmak insanı bir sonuca ulaştırmamaktadır. Gerçekleri engellemek için bir temele dayanmayan bilgilerin üretilmesi ise yasaklanmıştır (Şimşek, 1999: 230-239). Kur’an’da: “Sana Kitab’ı indiren O’dur. Onun (Kur’an’ın) bazı âyetleri muhkemdir ki, bunlar Kitab’ın esasıdır. Diğerleri de müteşâbihtir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak ve onu tevil etmek için ondaki müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki Onun tevilini ancak Allah bilir. İlimde yüksek pâyeye erişenler ise: Ona inandık; hepsi Rabbimiz tarafındandır, derler. (Bu inceliği) ancak aklıselim sahipleri düşünüp anlar.” (Âl-i İmran, 3/7). Duyan, gören ve değerlendiren insanın bir takım bilgilere sahip oluşu gibi aklı, iradesi ve duyularıyla gerçekleştirdiği eylemleri de vardır. Her insan bağımsız bir birey olarak kendisine ait bilgi ve eylemleriyle diğerlerinden farklıdır. Bu sebeple ulaşabildiği her şeyi kendi yetenekleriyle elde eder. İnsan, akıl sahibi oluşu sebebiyle kendi insani varlığında ortaya çıkan bilgiyi kavrama gücüne sahiptir. Bu güç sayesinde yeni bilgilere ulaşmak için çaba sarfeder. Kur’an-ı Kerim’in insana yönelik önemli bir beyanı insanın yeryüzünü imar ve ıslah görevi olduğudur. İnsan bu görevin gerektirdiği bilgilerle donatılmıştır. Ona iyiyi ve kötüyü kavrayıp bunlardan birini seçecek bilgi de verilmiştir. Ledün Kavramı ve Ledün İlmi I. Ledün Kavramı Sözlükte ledün (batın) gizli olan, içeride olan anlamına gelir (İbn Manzur, 1990, V: 383-385; Kırca, 1997: 385). Türkçe’de Ledün kelimesi, “nezdinde, yanında” manasını ta- İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 203 şıyan, Arapça “inde” kelimesi ile eş anlamlıdır. Sözlüklerde; “Ledünnü; kat, huzur, nezd, ind; Allah’ın katı, huzuru” şeklinde geçerken, “Ledünniyat; ilahi bilgiler, ilahi sırlar, bir işin gizli yönleri, içyüzü” diye tanımlanmaktadır. “İlm-i ledün ise; Allah’tan gelen bilgi” demektir (el-İsfehani, 1992: 739). Ledün ilmine gelince; “gizli hakikatleri konu alan ve bu yolla insanı manevi kurtuluşa ulaştırdığına inanılan ilim” şeklinde tarif edilen ledün ilmi, bir başka ifadeyle batın ilmidir (Uludağ, 1992, V: 188). Batın ilminin varlığı daha çok Gazzali’den (ö.505/1111) sonra ve onun etkisiyle zahir uleması tarafından da benimsenmiştir. Ancak Mâtürîdî’nin öncülük ettiği kelamcılar (Topaloğlu ve Çelebi, 2010: 150), bilgi kaynağı olarak aklı ve beş duyu ile “haber-i sadık” (peygamberlere gelen vahyi) kabul ederler. Gazzali (ö.505/1111), Razi (ö.606/1210), Âmidî (ö.631/1233) gibi müteahhir devir kelamcıları mutasavvıfların keşif, ilham, batın ilmi gibi deyimlerle ifade ettikleri bilgileri de bilgi kaynağı olarak kabul etmekle birlikte, bu tür subjektif bilgileri vehim ve kuruntulardan ayırabilmek için bunların kitap ve sünnete uygunluğunu esas almışlardır. İbnü’l Cevzî (ö.597/1201), batın ilmi Allah’ın sırlarından bir sır ve O’nun hükümlerinden bir hükümdür, Allah bu ilmi velilerden dilediği kişilerin kalplerine atar, anlamındaki bir hadisi zikretmekte ve bunun uydurma olduğunu söyleyerek, batın ilmiyle ilgili diğer başka rivayetleri de tenkit etmekte, ancak ilhamın mümkün olduğunu kabul etmektedir (Uludağ, 1996, V:189). Hz. Musa-Salih Kul kıssasında işlenen, daha çok gaybi haberler içeren, adı da bu bağlamda değerlendirilebilen konu, daha sonraları bazı tasavvuf bilginleri tarafından “ledün ilmi” adıyla müstakil bir başlık açılmasına sebep olmuştur. Müfessirlerin çoğunluğu tarafından Hızır olarak yorumlanan Salih Kul, Hz. Musa’nın bilgisinden uzak olayların deruni vechesini ön plana çıkaran bir durum sergilemektedir. Bu bilginin de Allah tarafından özel olarak verilmesine işaret olarak Tasavvufçular tarafından “ledün ilmi” şeklinde adlandırılması, olaya farklı bir boyut kazandırmıştır. Bâtın kavramı Ledün kavramıyla eş anlamlı olarak kullanılmaktadır. Bu bağlamda; Allah’ın isimlerinden biri olan Bâtın, İslami ilimler terminolojisinde; yaratıkların görüşlerinden ve ilimlerinden saklanan, hiçbir gözün kavrayamayacağı, hiçbir bilginin kuşatamayacağı Zat anlamına geldiği gibi, her şeyin içine nüfuz eden, her şeye herkesten daha yakın olan Zat manasına da gelmektedir (Zemahşerî, 1983, II: 492; Kırca, 1997: 385). Tasavvufçular, gaybi ilim ve ilahi esrarı kavrama anlamını verdikleri ledünni ilim kavramının Kehf suresi 65. ayette geçtiğini ifade etmektedirler. Melek veya peygamber aracılığı olmaksızın doğrudan Cenab-ı Hakk tarafından öğretilen bir ilim şeklinde tanımlamaktadırlar. Ancak, ledünni ilmin varlığının kitap ve sünnetle sabit olduğu iddia edilmekle birlikte, boyutu ve sınırı tartışılmaktan geri kalmamıştır. (Tusi, 1999: 551; Razi, 1990, XXI: 126). Gazzali (2002, III: 56) İhya’sında ilimleri sınıflandırırken ahiret ilmini ikiye ayırmış ve batın ilmini ‘mükaşefe’ (ilahi sırların üzerindeki perdeyi kaldırmak) diye Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 204 adlandırmıştır. Ve şöyle ifade etmiştir; ilm-i ledün; “sıddıkların ve Allah’ın rahmetine yakın bulunanların ilmidir. Bu ilim ancak kalp temizlenip, bütün kötü sıfatlardan arındığı ve nura döndüğü zaman elde edilir.” Bir kısım Tasavvufçular tarafından Bâtın ilminin Kalpte olduğu ve lisanla açığa vurulmadığı iddia edilmektedir. Bunlar ilim lisan ile anlatıldığında zahir olur, oysa şeriat ilmi diğer ilimlerden farklı olarak zahir ve batın özellikleri içine alan bir ilimdir demektedirler (Tusi, 1999: 23). Bu durumda şeriat ilmi farklı gayb ilmi farklı gibi bir sonuç doğurmaktadır ki izahı oldukça güç olmaktadır. Yine gayb ilmi olarak ta ifade edilen bu bilginin, sırlara vâkıf olma anlamında kullanılan bir tabir olduğunu, Allah tarafından salih kullarına öğretilen bir ilim olduğunu, çalışarak ve gayret sarfedilerek elde edilmeyip Allah tarafından vasıtasız olarak kulun kalbine ilham edildiğini belirtmektedirler. (Uludağ, 1995: 335). Allah’ın “Ona katımızdan büyük bir nimet verdik ve yüce bir lütüfta bulunduk” ayetinden anlaşılanın, Allah’ın Hızır’ın eliyle gösterdiği kerametler olması gerektiğini ifade etmişlerdir. “O’na bize mahsus bir ilim verdik” derken gayıplara ait olan bu ilmin ancak Allah’ın nasip etmesiyle bilinebileceğine işaret etmektedirler ki bu da ancak bir peygamber olduğuna işaret olmaktadır. Çalışma ve meşakkatle elde edilemeyeceği ve sadece Allah’ın kendilerine yakınlık, velayet ve keramet tahsis ettiği kimselere verdiği bir lütfudur cümleleriyle bir taraftan gaybî bilgiye ulaşılmazlık ifade edilirken diğer taraftan farkına varmadan sınırlarının genişletildiği görülmektedir. (Sabuni, 1995, III: 441). Bu son tahlilde kimlerin yakınlık, velayet ve keramet sahibi olduğunun tespiti mümkün olmamaktadır. Sarmış, (2011: 26)’a göre, bu takım kelimeler, bulundukları anlam ağından çarpıtılarak, semantik alandan kopartılmakta ve bazı problemlerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır. Ledünni ilim yukarıdaki gibi tanımlanıp değerlendirildiği zaman bazı tartışmaları da beraberinde getirmiştir. Çalışmamızın bu kısmında mutasavvıflarca dayanak olarak alınan; “De ki: Ben kendime Allah’ın dilediğinden başka bir menfaate de sahip değilim, bir zarar vermeye de… eğer ben bütün gaybı bilir olsaydım, daha çok hayır yapardım ve kötülük denen şey yanıma uğramazdı. Ben, ancak iman edecek bir kavim için uyarma ve müjdeleme üzere görevlendirilmiş bir peygamberim” (A’raf, 7/188) ayetini ve kaynağını Buhari’de geçen bir hadisten alarak, Anadolu kültüründe Hz. Musa ve Hızır kıssası olarak yerleşen Kehf suresindeki ilgili pasajı, iletmek istediği ana tema çerçevesinde değerlendireceğiz. Çünkü bu kıssanın anlaşılması için yorumda bulunanlar konuyu karmaşık bir hale getirmişlerdir. Bu karmaşa da değişik problemler doğurduğu gibi, gaybın bilinip bilinmemesi konusunda insanların, Kur’an-ı Kerim’in ruhuna uymayan çağrılara yönlendirilmesine müsait bir durum ortaya çıkartmaktadır. Mutasavvıf kişiliğinin tam tersine olarak, tasavvufa eleştirel bakmasıyla bilinen İbn Teymiye, belki de kendisinden beklenmeyecek şekilde ledünni ilmi yok saymamaktadır. İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 205 O, ledünni ilm konusunda; bunun, Allah Teala’nın muttaki velilerinin ve salih kullarının kalplerinde ortaya çıkardığı bir ilim olduğundan kuşku duyulamayacağını söylemiş, bu ilmin başkalarına değil de sadece salih kullara bahşedilmesinin nedenini, anılan nitelikteki insanların, Allah’ın çirkin gördüğü şeylerden kalplerini arındırmaları ve O’nun hoşnut olacağı davranışlarda bulunmalarına (İbn Teymiyye, 2001: 283) dayandırmıştır. Konuya, bu kadarıyla yetinilmeyerek Tasavvufçular tarafından fazlaca şeyler ilave edilmiştir; “İlm-i ledün; Cenab-ı Hakk’kın genel mesajlarını ortaya koyan din ilmidir, ilmi ilahidir.” denilmiş, “O’nun ilmi ilahi olması insanın O’nu kavrayabilmesini engellemez” ve “… böylece bütün ilimler ilmi ilahinin veya başka bir deyişle ilm-i ledün’ün somut nitelikteki, ayrıntılı dış kılıflarıdır.” şeklinde ifadeler kullanılmıştır. Hatta batın ilmin zahir ilmin önünde olduğunu ispat için; “İlm-i ledün, ilimlerin içindeki ilimdir”, “en soyut ve en genel hükümleri bize veren ilm-i ledün en kapsayıcı ilimdir” (Bilgiseven, 1997, IV: 12- 13-31-45) şeklinde tanımlar yapılmıştır. Buraya kadar aktardıklarımızdan da anlaşılacağı üzere; gayb kavramı Allah-insan ilişkisi noktasında üzerinde durulması gereken önemli bir kavram haline getirilmiştir. Bu kavramın önemini ortaya koymak içinde; Kur’an-ı Kerim’de gayb kelimesinin müştaklarıyla beraber altmış yerde geçtiğini belirtmişlerdir (Abdülbaki, 1984: 705). Tekrar belirtmek gerekirse gaybî konular tecrübe alanı içine girmemektedir. Bu sebeple Kur’an-ı Kerim’de genel olarak gayb konusu, insanın akıl ve duyularına konu olmayan ve bu yüzden de insanlar tarafından bilinemeyen alem olarak karşımıza çıkmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de; “gaybın anahtarları O’nun katındadır, onları ancak O bilir.” (En’am, 6/59), “Gaybı bilmek Allah’a mahsustur.” (Yunus, 10/61), “De ki; göklerde ve yerde gaybı ancak Allah’tan başka bilen yoktur” (Neml, 27/65), buyurulmak suretiyle bize aşağıdaki gerçek tekrar tekrar bildirilir: ‘Gaybı bilmek ancak Allah’a ait bir keyfiyettir. Allah’tan başkası gaybı bilmek isterse; bu ancak Allah’ın dilemesiyle gerçekleşecek bir durum olacağından, Allah kimi dilerse ve istediği kuluna, ne kadarını bildirirse o kadarını sınırlı olarak bilebilir.’ (Gölcük ve Toprak, 1998: 307). İslami ilimlerin bütün alanlarını etkileyen tasavvuf geleneğinin gaybı anlama ve yorumlamasında felsefi ve kelami yaklaşımlara nispetle insanın bütünlüğünü temel alma düşüncesi biraz daha ağır basmaktadır. (Şengül, 1994: 108-113). “Onlar, gaybı, varoluşsal manada yaşantının doğrudan özüne katma gibi önemli bir espriyi yakalamışlardır.” denilebilir. Ancak onlar her türlü anlama ve yorumlamalarıyla gaybı, Kur’an-ı Kerim’in bildirdiğinden daha fazlasını bilme gibi bir amaç ihdas etmişlerdir (Albayrak, H. 1996: 237-238). İnsanlar her ne kadar gaybı bilme merakından vazgeçemeseler de, gaybı bilmek hiçbir zaman bir araç ya da amaç olmamalıdır. Kelami açıdan gaybı ve gaybi bilgiyi değerlendirdiğimiz zaman, bazı kimselerin sınırları tayin edilemeyen, doğruluk ve yanlışlığı tespit edilmesi mümkün olmayan birta- Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 206 kım bilgilere sahip olduklarını iddia etmeleri mümkündür. Bu noktadan hareketle bazı Tasavvufçular ayetlerin anlam alanlarını his ve hayallerle neticelendirmekte ve insanları yanıltabilmektedir. Bu noktada gaybi bilgi ve ilhamı ilmi tecrübe ve akıl alanlarını aşan, çoğu kez tekrarı mümkün olmayan özel bir tecrübe, bir iç görme, kalbi keşif ile elde edilen bilgi olarak tanımlayabiliriz (Ülken, 1972: 49). Geleceği bilmek, bilinmeyeni görmek ve bilmek Allah’ın insanlara vermediği birtakım özelliklerdir. Bu yüzden Allah bildirdikleri dışında, insanların gaybi bilmelerini istememiştir. Kehf suresinde Musa (a.s) ile ilgili ayetlerde, sıradan insanla değil bir peygamberle Allah’ın bilgisi karşılaştırılmaktadır. Musa’nın arkadaşlık yapmak istediği kişi Allah’ın sınırsız bilgisinin temsilcisi durumundadır. Burada vurgu ledünni bilgiye sahip insana değildir, aksine Allah’ın bilgisinin keyfiyetinedir (Albayrak, H. 1996: 245-246). Keşf, gayb üzerindeki perdenin kalkması ve arkasındaki gizli manalara ulaşılması iken, müşahede somut varlıkla ilgilidir. Ledün ise mana ve gizliliklerle ilgilidir (Sarmış, 1997: 77). Gaybî bilgiye ulaşma hakkında Taftazani’nin, “İlhamla ilim hasıl olursa da bu ilim herkes için bir delil teşkil etmez.” sözü bu konuda kelamcıların ortak görüşlerinin özeti sayılabilir (Yavuz, 2000, XXII: 98-100). Ancak yine de doğruluğunun ya da yanlışlığının değerlendirilmesi gerekmektedir. Gaybi bilgi ile eş anlamlı olarak ele alınan “ledünni ilim”, “ilham”, “keşf”, “mükaşefe” terimleri daha ziyade tasavvufi kaynaklardan tüm İslami ilimler alanına yayılmış olup genel itibari ile anlamlarında çok az farklılıklar bulunmaktadır. Bazı tasavvufçular; “Allah’tan gelen vasıtasız bilgilerin varlığı inkar edilemez.” gibi çok ciddi bir iddiada bulunmuşlardır. Bu iddialarını çürüten, “Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder.” (Şura; 42/51) ayeti hakkında da herhangi bir açıklama yapamamışlardır. Yine de onların iddiaları hakkında dikkat edilecek şey bilginin Allah’tan gelip gelmediği, doğru olup olmadığı veya vahye uygun olup olmadığıdır. Bilginin kaynağı, kimler tarafından ve ne şekilde açıklanırsa açıklansın, tasavvufçuların iddialarının doğruluğu ve ilham ile insana bildirildiği ifade edilen gaybi olgular hakkında bir fikre ve yoruma ulaşabilmek için vahye ve akla mutlaka başvurulması gerekmektedir (Aslan, 2000: 72). Kur’an’a göre gayb olanı bilmek insanın problemi değilken gaybı bilmeye çalışmak bir problem olmuştur. Gayb, insanların bilebileceği bir obje olsaydı inanılması istenen gayb varlıklarına bütün insanlar kolayca inanırdı ve herkes bu konuda ortak bir bilgiye sahip olurdu. Bu bakımdan gayb, bir bilgi problemi değil, bir iman, ahlak, varlık ve var oluş problemidir ve bilen insanın değil, bütün insanların problemidir (Albayrak, H. 1996: 234-235). İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 207 A. Kur’an-ı Kerim ve Ledünni İlim Ledün kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de Kehf suresinde sadece iki yerde geçmektedir: “Onu dosdoğru (bir Kitâp) olarak indirdi ki katından gelecek şiddetli azâba karşı (insanları) uyarsın ve iyi işler yapan mü’minlere de kendileri için güzel mükâfât bulunduğunu müjdelesin.” (Kehf, 18/2) ve “Derken, kullarımızdan bir kul buldular ki, ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik.” (Kehf, 18/65) Son ayetteki, “Kendisine nezdimizden bir ilim öğrettik” ifadesini bazı Tasavvufçular, o kula vasıtasız olarak Allah’tan verilen bilgiler olduğunu iddia etmişlerdir. Bazı sufiler de mükaşefe yoluyla elde edilen ilimleri “ledünni ilim (ilm-i ledünni)” diye adlandırmışlardır.” (Razi, 1993, XXI: 222). Ayette geçen ilmi, ledünni ilim diye isimlendiren alimler bu ilmin kaynağını gözardı ederek, şahıslara farklı roller yüklemişlerdir. Kehf suresinin 65-82. ayetlerinde anlatılan Hz. Musa ve Bilgi kişi kıssasında Allah’ın kendi indinden ilim verdiği, belirsiz bir kişinin (Bütün hadis kitaplarında yukarıdaki ayette bahsi geçen bu salih kulun ismi ‘Hızır’ olarak bildirilmiştir.) Allah’ın bilgilendirmesiyle üç tikel olayın geleceğini önceden bildiği belirtilmektedir. Fakat bu olayların hepsinde Hızır dışındaki kişilerin iradeleri kendilerine izafe edilmektedir. Ayrıca bu iradelerle Allah’ın ezeli ilmi arasında hiçbir ilişki kurulmamaktadır. Yalnız Hızır, yaptıklarını ‘kendi iradesiyle yapmadığını söylemekle gaybî bilgiye ve kaynağına vurgu yapmaktadır (Güler, 1998: 100-101). Kehf suresinin diğer ayetlerinde geçen kıssa da Hızır’ın yaptığı işlerin ilahi emirle yapıldığı anlatılmaktadır. “Bu emirlerin özelliği ne idi?” Emirlerin özelliğine bakarak Hızır’ın insanlar için konulan ilahi kanunlarla sınırlı olmayan bir melek olduğu sonucuna varılabilmektedir (Mevdudi, 1995, III: 187-189). Ayette ki, “ona katımızdan bir rahmet (vahiy ve peygamberlik) vermiş, yine ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” ifadesinden anlaşıldığı üzere, her ne kadar Allah gaybî bilgiyi dilediği kullarına verse de insanlar bu ilme sahip olabilmek için bir takım çabalar içerisine girmektedir. Bu ilmi elde etmek isteyen insanın neler yaşayacağını Fahreddin Razi şu ifadelerle açıklamaya çalışmıştır; “İnsan, çeşitli riyazat ve nefis mücahedeleri vasıtası ile his (duyu) ve hayal kuvvetlerini (nefsini) zayıflatmaya gayret etmektedir. Bunlar zayıflayınca akli kuvvet artar, akıl cevherinde ilahi nurlar parıldamaya başlar ve herhangi bir tefekkür, teemmül gayreti olmaksızın, bilgiler meydana gelir ve ilimler mükemmelleşir, işte buna ilm-i ledünni denir. Dolayısıyla da ona gayb aleminden gelen o nurlar tam ve mükemmel bir şekilde akar da akar” şeklinde düşünerek ledünni ile kastedilen budur diyebilmektedir.” (Razi, 1993, XXI: 222-223). Şüphe yok ki bütün peygamberlerin ilmi Allah tarafından vahyedilmesi ve öğretilmesi itibari ile ledünni (Allah katından) dir. Fakat burada dikkate değer bir husus Elmalılı Hamdi Yazır’ın ifadesiyle şudur; “Ve kendisine tarafımızdan ilim öğrettik.” kaydı ile Hızır’a öğretilmiş olan ilim, Hz. Musa’nın ilminden bambaşka bir ilim, yani Allah Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 208 tarafından öğretilen ilimlerden özel bir ilim olduğu anlatılmıştır ki, ayetteki kıssalar karinesi (ipucu) ile tefsir bilginleri, bunu “Gayıplar ilmi ve gizli ilimlerin sırları” diye tefsir etmişlerdir. Sonuç olarak ledünni ilim denilen gaybî bilgi, kafa çalıştırmakla elde edilmeyip Allah tarafından, sırf Allah vergisi olan yüce bir kuvvetin tezahürüdür. Etkiden etki yapana, duygudan varlığa doğru giden bir ilim değil, etki yapandan etkiye (ize) varlıktan duyguya gelen birinci derece bir ilimdir (Yazır, 1998, V: 371). B. Hadisler ve Ledünni İlim Ledün ilmine kaynak gösterilmesi açısından konunun daha sağlıklı anlaşılabilmesi için İbn Abbas’tan gelen şu hadisi aktarmakta yarar vardır: “Übey b. Ka’b (r.a), bize Hz. Peygamber (s.a.v.)’den şöyle bir hadis nakletti: “Musa Peygamber İsrailoğulları arasında hutbe vermek için ayağa kalktı, bu sırada kendisine: “İnsanların en bilgini kimdir? diye soruldu o da: “Ben” dedi. Bunun üzerine Allah, bilgiyi kendisine izafe etmediğinden dolayı onu kınadı ve ona şöyle vahyetti: “İki denizin birleştiği yerde kullarımdan bir kul vardır ki o, senden daha bilgilidir” Musa: “Ey Rabb’im ona nasıl ulaşabilirim?” dedi. … Kayaya vardıklarında baktılar ki elbiseye bürünmüş bir kimse var veya elbisesine bürünen bir kimse (şeklinde birisiydi) Musa hemen selam verdi. Hızır; “Senin toprağında bu selam nasıl olur? dedi; “Ben Musa’yım” dedi: “İsrailoğulları’nın Musa’sı mı?” dedi: “Evet, sana öğretilen rüşdden bana öğretmen üzere sana tabi olabilir miyim?” dedi. Hızır: “Sen, bana asla dayanamazsın. Ey Musa! Ben, Allah’ın bana öğrettiği, fakat senin bilmediğin bir bilgi üzereyim. Sen de benim bilmediğim fakat sana öğretilen bir bilgi üzeresin” dedi: “İnşallah beni sabırlı bulacaksın, sana hiçbir şeyde karşı gelmeyeceğim” dedi. Her ikisi sahilde yürüyerek oradan ayrıldılar. Gemileri yoktu, derken bunlara bir gemi rastladı, hemen kendilerini de taşımaları için konuştular. Hızır tanınmıştı, bu nedenle ücretsiz olarak onları gemiye aldılar. Derken bir serçe geldi, geminin kenarına konup denizden bir iki yudum aldı. Hızır; “Ey Musa, benim bilgim ve senin bilgin Allah’ın bilgisinden ancak şu serçenin denizden aldığı yudum kadar eksiltebilir.” dedi. Bu sırada Hızır gidip geminin tahtalarından bir tahtayı söktü. Musa: “Adamlar bizi gemiye ücretsiz bindirdiler, sen de içindekiler batsın diye gemiyi deldin?” dedi. Hızır: “Ben sana, benimle (bu yolculuğa) dayanamazsın demedim mi?” dedi. Musa: “Unuttuğumdan ötürü beni cezalandırma ve bu davranışımdan dolayı bana güçlük yükleme” dedi. –Bu, Musa’nın ilk unutmasıydı- sonra yola devam ettiler, bu sırada çocuklarla birlikte oynayan bir çocuk gördüler. Hızır hemen yukarıdan kafasını tutup eliyle başını koparıverdi. Bunun üzerine Musa: “Bir kısas olmadan suçsuz bir cana kıydın?” dedi. Hızır: “Ben sana, benimle (bu yolculuğa) dayanamazsın demedim mi?” dedi. –Bu, cevap öncekinden daha sert olmuştuYine yola devam ettiler sonunda bir şehir halkına vardılar ve onlardan yemek istediler, ama şehir halkı onları misafir kabul etmedi. Bu sırada yıkılmaya yüz tutmuş bir duvar gördüler. Hızır eliyle işaret edip duvarı düzeltivermişti. Musa: “İsteseydin bundan dolayı İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 209 ücret alabilirdin” dedi. Hızır: “İşte bu, seninle benim ayrılmamıza (sebeptir) dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.): “Allah Musa’ya merhamet etsin istedik ki keşke sabretseydi de bize (ilginç) işlerini anlatsaydı” buyurmuştur (Buhari, 1982, I: 119). Bu bilgilerden anladığımız, Allah’ın ilmi, insanların kavrayamayacağı kadar geniştir. Bizim beğenmediğimiz bazı şeylerin gerisinde nice incelikler vardır. Hızır-Musa kıssası, ilk bakışta önemsiz gibi gözüken bazı ayrıntıların ilavesiyle Buhari başta olmak üzere muteber addedilen hadis mecmualarının hemen tamamında yer almaktadır (Öztürk, 2006: 141). Musa; Kehf suresinde geçen kıssa’da adı açıkça zikredilen tek kişidir. İslami kaynakların tümünde kıssadaki ‘Musa’nın, İsrailoğullarına gönderilen ve Firavun ile mücadelesi Kur’an-ı Kerim’de uzun uzadıya anlatılan Ulu’l-azm peygamberi Hz. Musa olduğu kabul edilmiştir. Ancak, Kur’an-ı Kerim’in nüzulü dönemindeki bazı Yahudiler, kıssada adı geçen Musa’nın, İsrailoğullarına gönderilen peygamber Musa b. İmran olmadığını ileri sürmüşlerdir (Yazır; 1998, V: 3257). Ancak Fahruddin er-Razi; (ö. 606/1209) “Ayette sözü edilen Musa, kendisine Tevrat verilen Musa’dır. Çünkü Allah, Kur’an-ı Kerim’de bu ismi zikrettiği her yerde Tevrat sahibi Musa’yı kastetmiştir.” (Razi, 1993, XXI: 144). C. Zahiri ve Ledünni İlim İlk bakışta genel bir yorum gibi gözüken zahir-batın ayrımı sonuçları itibariyle müfessirleri fazlasıyla düşündürmüş bir konudur. Acaba Kur’an-ı Kerim metninden “Batın ilmi olarak adlandırılan ledün ilmi zahir ilmi olarak adlandırılan şer’i ilimlerden yüksektir.” anlamı çıkmakta mıdır? Daha da önemlisi, zahir ve batın birbirinin zıddı iki ayrı ilim dalı mıdır? (Albayrak, İ. 2003: 203). Gayb, duyuların idrak etmediği veya aklın kavramadığı hakikatlerdir. Aslında bir çok şey varlık açısından duyulur alemde bulunduğu halde birbirine nazaran gaip olabilmektedir. Bir insana göre mevcut, göz önünde ve malum olan bir nesne, başka bir insana göre meçhul ve gaip olabilmektedir. Gayb, mutlak bilinmez ve görülmez demek değildir. Aksine idrak olunabilir demektir. (Yazır, 1998, I: 174-176; VII: 5414). Kısacası duyusal bilgi insanların duyu organlarıyla algıladıkları şeyler; gaybla ilgili bilgi ise, duyu organlarının algı alanı dışında kalan hususların bilgisidir (İbn Teymiyye, 2001: 271; Çelebi, 1996: 67-70). Daha önce bilginin üç kaynaktan alınabileceğini, bunların; sağlam duyu, doğru haber ve akıl olduğunu söylemiştik. Dinde delil ve dayanak kılınan, herkes için bağlayıcı olan bilgi, zikredilen üç kaynaktan alınan bilgidir. İlham kabilinden olan bilgiler ise, başkası için bağlayıcı ve delil değildir. Muteber olması da kitap ve sünnet bilgilerine aykırı olmamasına bağlıdır. Zahir ve batın konularından her birinin kendine göre bir ilmi, anlayışı, açıklaması ve yorumu vardır. Özellikle batınî bilgilerin her birinin sıhhatlerine kanıt olarak gösterilen Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 210 Kur’ani ve peygamberi deliller sunulabilmektedir. Mutlak gayb, sadece Allah’ın bilgisi dahilinde bulunan ve O’ndan başka hiç kimse tarafından bilinmeyen nesne ve olaylardır. Gazzali’ye göre ilim tahsil etmenin yolları rabbani ve insani olmak üzere ikiye ayrılmaktadır. O, rabbani ilmi ise hariçten ve dahilden yani tefekkürle öğrenme şeklinde tasnif etmektedir. Mesela; “Nebiler vahiy yoluyla öğrenirler. Peygamberlerin nefsi her türlü kötülükten temizlenince külli nefis kalem olur ve ona her şeyi nakşeder. İlham ise külli nefsin cüzi insan nefsine takvası, ihlası ve kabiliyetine göre doğmasından (doğma ifadesini; Allah’ın dilediği kuluna dilediği miktar bilgiyi vemesidir şekinde anlamak zorundayız) ibarettir. İşte buna ilm-i ledün denir.” Gazzali vahiy ve ilham arasında ince bir ayrıma da gitmektedir; “Vahiy gaybi bir emrin açıklanması, ilham ise gaybi bir emrin kapalı bırakılmasıdır. Vahiyle gelen ilim, ilm-i nebevi, ilhamla gelen ilim ise, ilm-i ledünnidir. İlm ledün de nefis ile Yaratıcı arasında aracı yoktur.” (Gazzali, 52-73). Her şeyin gaybî bilgisine vakıf olmak insanlar için mümkün olmadığından insanların hallerini düzeltmek için gelen şeriatlerde gizli değil açık sebeplere itibar edilmektedir. Bundan dolayı insanlar; zahiri sebepler üzerine ahkamı bina etmekle mükelleftirler. Ama Allah’ın dilediği kuluna bazı gizlilikleri bildirmesi bütün insanların ona ulaşmasını gerektirmez. İnsan gaybi bilgiyi aramakla mükellef olmadığı gibi bilmediğinden sorumlu da olmaz. Bir insanın kendi ilminde (sahip olduğu gaybi bilgi) hayrete düşmemesi, zahirde iyi görmediği şeye derhal itiraz etmemesi, o şeyde birçok menfaat ve gizli sırlar olduğunu düşünmesi (Vehbi, 1968, VIII: 3160-3164), gerektiği bir çok müfessir ve mütefekkirin eserlerinde rastladığımız yaygın bir kanaattir. Müfessirler, eşyanın zahirini bilmenin ve tanımanın, zahiri kanun ve yasaları bilmeye temel olarak göstermişler ve aynı zamanda elde edilmesi mümkün olan bir ilim olduğunu ifade etmişlerdir. Ama eşyanın içyüzünü bilmeye gelince, bunu elde etmenin, batını temizlemeye, nefsi tecrit etmeye ve kalbi, maddi alaka ve münasebetlerden uzak tutmaya dayandığını söylemişlerdir. (İbn Kesir, 1991, X: 5049; Razi, 1993, XV: 239). Bundan dolayı, Hz. Musa’nın şeriatları ve hükümleri bilmedeki derecesi, işleri, zahirlerine hamletmeye; o bilgenin derecesi ise eşyanın içyüzüne, işlerin hakikatlerine vakıf olmak, eşyanın gizli sırlarına muttali olmaya dayanmaktadır (Razi, 1993, XV: 238). Bu sebeple tasavvufçular Allah’ın “Allah’ın göklerde ve yerde sizin emrinize verdiğini, nimetlerin zahir (görünen) ve batınını (görünmeyeni) size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi?” (Lokman, 31/20) ayetiyle bizlere soru ile hitap edilişini ve insanlara gizli veya açık nimetler verdiğine işaret edişini, Allah bazı kullarına zahir bilgisi dışında bir batın bilgisi yani ledün ilmi verebileceği şeklinde yorumlamaktadırlar. Sonuçta her ne kadar zahir-batın, şuhud-gayb, ilim-marifet/keşf vb. arasındaki fark açıksa da kaynak açısından aynı olan fakat mahiyet bakımından farklı olduğu söylenen ilm-i ledün sahiplerinin bilgileriyle ilgili ortaya çıkan problemler bir iddia olarak ortada kalmaktadır (Albayrak, İ. 2003: 210). İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 211 Sonuç ve Değerlendirme Kur’an-ı Kerim’de Allah’ın ilminin her şeyi kuşattığı değişik ifade kalıplarıyla müteaddit defalar dile getirilmiştir. Ayetlerden anladığımız şekliyle yaratılanlar için gayb olan O’nun indinde gayb değildir. Çünkü ezeli ilim sahibi olan Allah için bir şey gizli-kapalı olmamaktadır. O’nun her hangi bir şeyi bilmemesi diye bir şey söz konusu değildir. İnsanlar kendi gayretlerinin bir sonucu olarak sonradan bilgi sahibi olmaktadırlar. Bu ilimler de sınırlı bir alanda kalmaktadır. Çünkü insanlar tüm çabalarına rağmen bazı konularda (Allah’ın zatı, sıfatları gibi) istedikleri sonuçlara ulaşamamaktadırlar. “İlm-i ledün” Tasavvufçular tarafından, Allah’ın dilediği kuluna dilediği kadar bahşettiği, hakikatini diğer insanların kavrayamayacağı bir ilim şeklinde tarif edilmiştir. Allah bu ilmi Peygamberlerine tebliğ ve tebyin için vahiy yoluyla bildirip insanları da sorumlu tutarken, salih kullarına ilham yoluyla bu ilmi verebileceği kanaati hasıl olmuş ve diğer kullarını bu ilimden dolayı sorumlu tutmamaktadır. Çünkü ledünni ilim çalışmayla elde edilemeyen, duyuların idrak edemediği ve aklın kavrayamayacağı hakikatleri ihtiva etmektedir. Gaybı bilme yine insanın istemekle elde edemeyeceği bir husus olup onun bilemeyeceği ve kendisine ulaşmayan bir takım gizliliklerden sorumlu tutulması söz konusu olmamaktadır. Gayb öteden beri hep bir bilgi problemi olarak algılanmıştır. Gizlilik ve bilinmezlik her zaman insanları cezp etmiştir. Gayb hakkında bilgi sahibi olmak insan için bir problem teşkil etmezken bu uğurda çalışmak bir problem olmuştur. Halbuki gaybın akıl ile bilinemeyeceği çok açık bir gerçektir. Keşf veya ilham yoluyla elde edilebileceğine inanılan bu gaybî bilgi, onu elde ettiğini iddia edenlere karşı bile tam açık olmayışı ciddi ve büyük bir sorundur. Kelamda bilginin kaynağı meselesinde esas varılmak istenen nokta, insanları doğruya götüren bilginin ortaya konulmasıdır. Bu sebeple kaynağı ne olursa olsun doğruluğu ve tutarlılığı sorunlu bilgiler, bilgi olarak kabul edilmediği gibi insan ve toplum açısından bağlayıcılığı da mümkün değildir. Gaybî olmayan bilgide olduğu gibi gayb hakkında bildirilen şeylerin de akılla tartılmak suretiyle bir yoruma ve bilgiye ulaşılacağı söylenebilmektedir. Kelam ilmi açısından bilgi kaynakları olarak belirttiğimiz duyular ve haber aracılığıyla bilinen bilgilerin mutlaka akıl yürütme ile bir sonuca bağlanması gerekmektedir. Duyu ve akıl süzgecinden geçmeyen bilgiler, yanlı ve yanlış, hatalara her zaman açık olduklarından dolayı bilgiye kaynak olmaları mümkün değildir. Kaynakça Abdülbaki, M. F. (1984). el-Mu’cemü’l-Müfehres li El-fazi’l-Kur’an’il Kerim. Beyrut; Daru’l-Marife Albayrak, H. (1996). Kur’an’da İnsan-Gayb ilişkisi. İstanbul; Şule Yayınları. Atilgan, Y. K. Anemon MŞÜ Sosyal Bilimler Dergisi. 1(2) 2013. Y 212 Albayrak, İ. (2003). Kur’an-ı Kerim ve Tefsir Açısından Hızır Kıssası ve Ledün İlmi. Kur’an-ı Kerim ve Tefsir Araştırmaları Dergisi. Sayı(5). 200-210. Armağan, M. (1997). İslam da Bilgi ve Felsefe, İstanbul; İz Yayıncılık. Aslan, A. (2000). Kur’an’da Vahiy. Ankara;Şule Yayınları. Bağdadi, Abdü’l-Kahir. (1928). Usulu’d-Din, İstanbul; Matbaatu’d-devle. Bakillani, Ebu Bekr Muhammed. (1957). Kitabu’t-Temhid. Beyrut; (nşr. Richard J.Mc Carthy, S.J.), Bayraklı, B. (1989). İslam da Eğitim. İstanbul;M.Ü. İlahiyat Fakültesi Yayınları. Bilmen, Ö.N. (1959). Muvazzah İlmi Kelam. İstanbul; Hisar Yayınları. Bilgiseven, A.K. (1997). Önemi, Tarifi ve Konusu, Özellikleri ile İlm-I Ledün. Din Eğitimi Araştırmaları Dergisi. Sayı(4). 12-45. Buhari, Sahih-i Buhari Muhtasarı, Tecrid-i Sarih Tercemesi, (1982). İlim Mad,, Hadis no:102 Ankara; Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. Cilt(1). Çağlayan, H. (2009). Kelam’da Bilgi Kaynakları. Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üni., Ankara. Çakan, İ. L. (1990). Hadis Usulü. İstanbul; M.Ü. İ.F.V. Yayınları. Cüveyni, İmam el-Harameyn. (1996). Kitabu’l-İrşad. (tahk, Esad Temim), Beyrut; Çelebi, İ. (1996). İslam İnancında Gayb Problemi. İstanbul; M.Ü. İ.F.V. Yayınları. Develioğlu, F. (1982). Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat. Ankara; Aydın Kitabevi. Doğan, M. (1996). Büyük Türkçe Sözlük. İstanbul; Yeni Şafak Yayınları. Doğan, H. (2011). Eş’arî Kelamcılardan Abdülkahir el-Bağdadi’nin Epistemolojisi (Eleştirel Bir Çözümleme). Usül İslam Araştırmaları Dergisi. Sayı (10). http://www.usuldergisi.com/img/_1344352152013_.pdf Ergül, A. (2000). Kur’an-ı Kerim ve Sünnette Kalbi Hayat. İstanbul; Altınoluk Dergisi Yayınları. Gazzali. (2002). İhya. Cilt (3). İstanbul; Bedir Yayınları. Gazzali. er-Risale el-Ledünniyye. Mecmûatü Resâili İmâm Gazâli. Beyrut; -ts-, 52-73 Giridi, S. (1302). Nakdü’l-Kelam fi Akaidi İslam, İstanbul; Mekteb-i Sanayi Matbaası. Gölcük, Ş. (1996). Kur’an ve İnsan. Konya; Esra Yayınları. Gölcük, Ş. ve Toprak, S. (1998). Kelam. Konya; Kitap Dünyası Yayınları. Görmez, M. (1999). İslam Dininin Temel Kaynakları. Eskişehir; A.Ü. A.Ö.F. Yayınları. Güler, İ. (1998). Allah’ın Ahlakiliği Sorunu. Ankara; Ankara Okulu Yayınları. İslam Düşüncesinde İlmin Kaynağı, İmkanı ve Sınırları Y 213 İbn Manzur, Ebu’l-Fazl. (1990). Lisanü’l-Arab. Kahire;Daru’l-Hadis. IX Cilt. İbn Kesir. (1991). Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri. İstanbul; Çağrı Yayınları. İbn. Teymiyye, (2001). “Zahir ve Batın İlmine Dair Bir Risale”. Çev: Mustafa Öztürk, Ali Bolat. Tasavvuf . İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi. Sayı(6). İzmirli, İ.H. (1981). Yeni İlm-i Kelam. Ankara; Umran Yayınları. Kırca, C. (1997). İslami Kavramlar-Sözlük- “Ledün”. Ankara; Sema Yazar Geçlik Vakfi Yayınları. Kutluer, İ. (2000). “İlim”, TDV İslam Ansiklopedisi. Dârussaâde. Cilt (22), İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Mert, M. “Kelamcıların Bilgi Tanımları Üzerine Bir Tahlil Denemesi”, AÜİFD c. XLIV, Sayı: I (2003), 41-67. Mevdûdî. (1995). Tefhimu’l Kur’an. çev: M.Han Kayani, Y.Karaca, N.Şişman, İstanbul; İnsan Yayınları. Nesefi, Ebü’l Muin. (2003). Tebsıratü’l-Edille. Ankara;Diyanet İşleri Başkanlığı. II Cilt. Özcan, H. (1993). Matüridî’de Bilgi Problemi. İstanbul; MÜİFA Yayınları. Özdemir, M. (2003). Allah’ın Bilgisinin Ezeliliği ve İnsan Hürriyeti, İstanbul; İz Yayıncılık. Öztürk, M. (2006). Kıssaların Dili. Ankara; Kitabiyat Yayınları. Pazarlı, O. (1982). Din Psikolojisi, İstanbul; Remzi Kitabevi. Pezdevî, Ebu’l Yusr M. (1963). Usulu’d-Dîn, Kahire: Dâru İhyai’l-Kütübi’l-Arabiyye Ragıp el-İsfehani. (1992). Müfredat