.
“Eski Türkiye”de dini hayat
Bu alan Eski Türkiye’de, yani 1923-1950 arasında “irtica” ithamı kıskacındadır. Hac ve umre yasaktır. Camilerin bazıları satılmış, bazıları banka ardiyesi, hatta CHP ocak merkezi olarak kiraya verilmiştir (Bunların bir kısmını uzun bir liste halinde yayınlamıştım).
Dini eğitim veren tüm kurumlar kapalıdır. İmam yetiştiren tek bir okul bile yoktur, bu yüzden cenaze kaldırma işlemlerinin aksadığı kayıtlarda mevcuttur.
Ders kitaplarında Kur’an ve vahiy gibi İslâm’ın temelini teşkil eden kavramlar reddedilmiş, her yıl milyonlarca Müslümanın ziyaret ettiği Kâbe küçümsenmiş, Peygamber Efendimiz sıradanlaştırılırken, aynı dönemde yaşayan “sahte peygamber Müseylime”den övgüyle söz edilmiştir.
Bunlar bir tarafa, 1932’den 1950 Haziranına kadar tam onsekiz sene, bu memleketin camilerinde “Ezan-ı Muhammedî” okunmamıştır. Devletin vermediği din eğitimini almak için zaman zaman bir araya gelen dindar Müslümanlar, “gizli cemiyet” kurmakla suçlanmış, karakollarda, mahkemelerde süründürülmüş, etkili din âlimleri sehpalara gönderilmiştir.
Ders kitapları ise dini anlatım açısından tam bir faciadır. 1950’lere kadar liselerde okutulan “İslâm Tarihi” ileinkâr fırtınaları estirilmiştir. Meselâ, “Tarih II” isimli ders kitabının “Kur’an ve Vahiy” başlıklı bölümünde “Muhammed’in koyduğu esasların toplu olduğu kitaba Kur’ân denir” denilmek suretiyle “vahiy” inkâr edilmektedir (kitabın önsözünde, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti tarafından kaleme alınmış. Maarif Vekilliği Talim ve Terbiye Heyetinin 12.6.1932 tarih ve 11 sayılı kararı ile ders kitabı olarak kabul edilmiş ve Neşriyat Müdürlüğü’nün 83-5878 sayılı ve 19.7.1941 tarihli emriyle üçüncü defa olarak 3.000 sayı basılmıştır” denilmektedir).
Zaten Atatürk, “Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti Yüksek Başkanlığına” hitaben kendi el yazısıyla kaleme aldığı 16/17.08.1931 tarihli mektubunda ders kitaplarında dini konulara nasıl yaklaşılması gerektiğini belirtmektedir:
“Arabistan yarımadasının kumsal çöllerinden; ‘Ikre, Bismi, Rabbi’ safsatasını (hâşâ-“safsata” olarak nitelenen şey âyettir Y.B.) esas tutmuş olan Araplar, uygar dünyada, bilhassa Türk zengin uygar bölgelerinde bu ilkel ve cahiliyet devrinin simgesi olan ilkeye dayanarak yapmadıkları tahrifat kalmamıştır… Yazacağınız İslam tarihinin de bu doğrultuda toplayabileceğiniz belgelere dayanarak açıklanmasını önemli görürüm.” (Atilla Oral, Atatürk’ün Sansürlenen Mektubu, 80 Yıl sonra ilk kez, kendi el yazısıyla, sansürsüz, Demkar Yayınevi/Tarih Dizisi, İstanbul 2011, 1. basım, sayfa 61. Orijinal el yazısı; sayfa 75).
Ortaokul ve liselerde yıllar yılı “ders kitabı” olarak okutulan Prof. Dr. Afet İnan imzalı “Medeni Bilgiler” (ki, Afet İnan, “Atatürk söyledi ben yazdım” demiştir) isimli kitap, Atatürk döneminde devletin dine bakışını hiçbir tereddüde yer vermeyecek şekilde ortaya koyuyor. Bu kitaba göre Peygamberimiz, “kendi ırkını bütün milletlerin üstüne koyan (haşa) bir “Arap ırkçısı”dır!..
“…Muhammed’in kurduğu din bütün ulusallıkların üstünde yaygın bir Arap ulusçuluğu politikasına dayanıyordu. Bu Arap düşüncesi, ümmet sözcüğü ile ifade olundu. Muhammed’in dinini kabul edenler kendilerini unutmaya, hayatlarını Allah sözcüğünün her yerde yükseltilmesine adamaya zorunlu idiler”.
“… Bu durum karşısında Türk ulusu birçok yüzyıllar boyunca ne yaptığını, ne yapacağını bilmeksizin, adeta bir sözcüğünün bile anlamını anlamadan Kuran’ı ezberleyip beyni sulanmış hafızlara döndüler”.
Bu tür yazılar tek güne sığmıyor işte, ister istemez uzuyor. Bir sonraki yazıda “Eski Türkiye”yi yönetenlerin din algısına bakalım…
“Eski Türkiye”yi yönetenlerin din algısı
Son güncelleme: 21 Kasım 2016 08:07
“Eski Türkiye”de 1950 öncesinde dine bakışı konuşuyor, Afet İnan imzasıyla çıkan “Medeni Bilgiler” isimli kitaptan iktibaslar (alıntı) sunuyorduk.
Bu kitabın önemi, Afet İnan’ın da son baskıların önsözünde itiraf ettiği gibi, Atatürk’ün İslâm Dinine ilişkin görüşlerini içermesidir. Zira Atatürk söylemiş, Afet Hanım yazmıştır.
Peygamberimizin hırkasıyla ve halifelikle ilgili olarak şu görüşlere yer veriliyor:
“… Mısır’da belirsiz bir adamı halifedir diye yok ettiler; hırkasıdır diye, bir palaspareyi halifelik belgesi ve üstünlüğü olarak altın sandıklara koydular Halife oldular.”
“Palaspare”nin sözlük anlamı, “eski püskü, kirli, yırtık pırtık”tır…
Bahsi geçen hırka ise Osmanlı ceddimiz tarafından Hırka-i Saadet dairesinde altın sandıkta muhafaza edilen Peygamberimize ait Hırka-i Şerif’tir.
Fetihler ağır sözlerle eleştiriliyor:
“Kimi zaman doğuya, kimi zaman batıya, kimi zamanda dört bir yana saldıra saldıra Türk ulusunu Allah için, peygamber için topraklarını, çıkarlarını ve benliğini unutturacak yalnız Allah yolunda olacak denli derin bir kendinden geçmişlik ve yorgunluk beşiğinde uyuttular.”
Ahiret inancı “dinsel dogma” sayılıyor:
“Ulusal duyguyu yok eden, bu dünyaya değer verdirmeyen; yoksulluklar ve yoksunluklar ve kötülükler baş göstermeye başlayınca da, asıl gerçek mutluluğa öldükten sonra öbür dünyada kavuşulacağı inancını aşılayan dinsel dogma ve dinsel duygu…”
Aynı kitapta insanın yaradılışı, “insan tabiatın mahlükudur” cümlesiyle açıklanıyor.
“Mahlük”un bir “Halık”ı olduğuna göre, burada tabiat Allah yerine konulmuş demektir…
Ve dinlerin mahiyeti…
“Tarih bize öğretir ki, bütün dinler milletlerin cehaletleri yardımıyla utanmaksızın Tanrı tarafından gönderildiğini söyleyen adamlar tarafından tesis olunmuştur (Atatürk’ün el yazmaları, Medeni Bilgiler, Afet İnan )…
Bir cümle daha…
“Muhammed’in ölümünden Ebu Bekir’in ölümüne kadar geçen kısa bir müddet zarfında bunlardan (sahabelerden) hiçbiri mevcudiyetini ihsas edemedi: Bunlar tamamen alıklaşmışlardır (a.g.e).
Düşünülen Türkiye de şöyle özetleniyor:
“… din hissi, dünyanın acısı duyulan tokadıyla derhal Türk Milletinin vicdanındaki çadırını yıktı, davetlileri, Türk düşmanları olan Arap çöllerine gitti… Artık Türk, cenneti değil… son Türk ellerinin müdafaa ve muhafazasını düşünüyordu. İşte dinin, din hissinin Türk Milletinde bıraktığı (kötü) hatıra…”
Bugünkü CHP’yi yönetenlerin bayıldıkları ve her kuruluş yıldönümlerini afişlerle kutladıkları Halkevlerinde oynanan tiyatro eserlerinde sürekli olarak din adamlarının ve dindarların aşağılandığını (örnek: Üç perdelik Halk Komedisi, 1938 İstanbul, Devlet Matbaası), imamların, din adamlarının ve dindarların incitilmesi ve gözden düşürülmesi için özel bir gayret gösterildiğini bilmezseniz, hâlâ aynı kafa yapısı taşıyan kimi bürokratların nasıl bir yapıya dayandığını kestiremezsiniz.
Ders kitaplarında okutulan tarih kitaplarında, “Müslümanlığın uydurma bir din” olduğunun öğretildiğini, kutsal dini değerlere “hurafe” dendiğini, böylece dini inançların tahkir ve tezyif edildiğini bilmezseniz, bugün bazılarının hücrelerine kadar işleyen “din düşmanlığı”nın sebebini algılayamazsınız.
“Mamma li Turchi”
Son güncelleme: 22 Kasım 2016 06:46
Biz Müslümanız (elhamdülillah)...
Üstelik İslâm sancağını bin yıl taşımış Müslümanlarız...
Müslümanlara önderlik etmiş bir milletiz...
Biz Müslümanların önderi iken, hiçbir millet Müslümanlara yan bakamadı. Ezemedi, hırpalayamadı, sömüremedi...
22 milyon kilometrekarelik bir coğrafyada en az beşyüz sene şanımız şerefimizle hüküm sürdük. Haçlı güruhunu geri püskürttük. Kudüs’ü kurtardık.
Bizim güçlü-kuvvetli olduğumuz asırlarda hiçbir Hıristiyan ya da Yahudi, Müslümanlara dokunamadı. Nefret ettiler, ama yaklaşamadılar.
Hani soruyorsunuz ya, “Batı bizden neden nefret ediyor?” diye. Cevabı şudur: Çünkü biz Müslümanız! Onlar aslında İslâm’dan nefret ediyor. O kadar ki, nefretlerini atasözlerine geçirmişler.
Meselâ, İtalyanca’da “Mamma li Turchi” (anneciğim, Türkler geliyor) diye bir atasözü var: “Türk gibi pis kokmak” (Puzza come un Turco) deyimi de İtalyanlara aittir.
Sırpça’da“Türk” kelimesi, “kadınlara kaba-saba davranan” anlamına kullanılıyor.
Maltalılarda“Türk” kelimesi, korkulan ve istenmeyen kişi anlamında kullanılıyor.
Almanca’da“türken” kelimesi büyük harfle başladığında “Türkler” demek, ama fiil olarak kullanıldığında “aldatmak” demek oluyor.
Fransızca’da “turquerie” kelimesi “Türk zevkinde” anlamına geliyor, fakat “kaba, zalim ve açgözlü” anlamında kullanılıyor.
Ermenice’de“Türk müsün?” sorusu “Aptal mısın?” anlamında kullanılıyor.
Flemenkçe’de“Türk” demek “kirli, barbar” ve “kana susamış” anlamına geliyor.
İspanyolca’da ise “Türk” (Turco) kelimesi, birini aşağılamak için kullanılıyor. Sebebi açık: Biz kaynağı Kur’an olan vahiy tefekkürünün çocuklarıyız, Avrupalılar ise kaynağı muharref İncil olan kadim Yunan-Roma felsefesinin çocuklarıdır: Yani çıkış noktamız problemli...
Biz “hayat muavenettir” (yardımlaşmadır)anlayışı içinde dünyayı bir barış havzasına döndürmeyi düşlerken,onlar “hayat mücadeledir” diyor, bu esasta dünyayı cehenneme çeviriyorlar (örnek: İki dünya savaşı ile Kore, Vietnam, Filistin, Bosna-Hersek, Kosova, Afganistan, Irak, Suriye savaşları ve acımasız terör).
Bugün bile “hayat muavenettir” (yardımlaşmadır)anlayışı çerçevesinde üç milyonu aşkın Suriyeliye kucak açarken ve kıt kaynaklarımızı kardeş payı bölüşürken, onlar Ortadoğu’da yeni alanlar kazanmak için çocukların ölmesine göz yumuyor.
Elbette sevmezler: Bize “şefkat”, onlara “menfaat” hükmediyor.
Bediüzzaman, Batı’nın tüm zorbalıklarını, beş ana esasa dayandırıyor:
1. Kuvvet;
2. Menfaat;
3. Cidal (savaş-terör);
4. Menfî milliyet (ırkçılık-kafatasçılık);
5. Heva ve hevesi tahrik (hayatı yiyip içip eğlenmeden ibaret sayan anlayış: Zevkçilik, uyuşturucu, içki, kumar, müstehcen yayınlar, vs.)...
Başka bir yazımızda devam ederiz inşallah...
Tanzimat, Islahat, derken AB ve Şanghay Beşlisi
Son güncelleme: 23 Kasım 2016 06:22
Türkiye-Avrupa ilişkilerinin tarihi sürecini anlatan dünkü yazımızı şu atasözü ile bitirmiştik: “Tilkinin kırk hikâyesi var, kırkı da tavuk üzerine.”
Avrupa’nın tüm hikâyeleri, “Nalıncı keseri” gibi kendine yontar. Sonunda yonga da keser de kendisine kalır.
1839’da “Tanzimat Fermanı”nı ilan eden Osmanlı, çok daha fazlasını isteyen Batılı büyük devletlere 17 sene kadar direndi. Avrupa’nın oyalama taktiğini kısmen fark etmiş, ama artık iş işten geçmişti: Bir kere “Uzun ince bir yola” girilmişti.
28 Şubat 1856’da “Islahat Fermanı”nı yayınladı. Osmanlı şemsiyesi altında yaşayan azınlıklara daha fazla “hak” tanıdı. Bu tarihten bir hafta kadar sonra da, Osmanlı’nın yaptığı yeni reformları görüşmek üzere Batılı büyükler “Paris Konferansı”nı topladı.
Konsey, Osmanlı Devleti’nin ıslahat (iyileştirme) projesini değerlendirecek, ancak ondan sonra Avrupa Konseyi’ne (şimdiki Avrupa Birliği yerine o tarihte Avrupa Konseyi vardır) girip giremeyeceğimize karar verecekti.
Zaman sıkışıktı. Hemen bir şeyler yapılması gerekiyordu. Osmanlı Devleti 28 Şubat 1856’da ‘‘Islahat Hatt-ı Hümâyûnu’’nu yayınladı.
Bu fermanla “Gâvura gâvur denmeyecek” ironisi de aşılıyor, Osmanlı Devleti’nde yaşayan Hıristiyanlarla Museviler devletin kurucu unsuru olan Türklerin de önüne geçerek, “imtiyazlı sınıflar”a dönüşüyordu.
Batı dünyasının öteden beri tüm hikâyeleri aynı: Tümü kendi çıkar hesaplarını yansıtır. Ama hepsini gerçekleştirsek bile, bizi kendi camiasından uzak tutmanın bir yolunu mutlaka bulur. Asla kendinden saymaz, içine almaz. Çünkü biz Müslümanız! Üstelik bin yıl İslâm bayrağı taşımış, Müslüman milletlere liderlik etmiş Müslümanlarız! Bizi hazmetmezler. Nitekim o tarihte de hazmetmediler…
Osmanlı yönetimi, özellikle de Sultan Abdülmecid ile Batı hayranı Sadrazamı Âli Paşa, yayınladıkları Islahat Fermanı’ndan sonra, umutla bekleye dursunlar, “Avrupa Konseyi”ni oluşturan Batılı büyükler bizi görüşmek üzere Paris’te (Paris Konferansı) bir araya geldiler. Sonuç bildirisi 30 Mart 1856 tarihinde yayınlandı.
“Madde 7: Avusturya İmparatoru, Fransız İmparatoru, Büyük Britanya ve İrlanda Birleşik Kraliçesi, Prusya Kralı, Sardunya Kralı ve Rusya İmparatoru, Osmanlı Hükümeti’nin bir Avrupa Devleti sayılmasını, Avrupa devletlerinin haklarından ve Avrupa Devletleri Konseyi’nden faydalanmasını kabul ettiklerini duyururlar. Bu hükümdarlardan her biri, Osmanlı Devleti’nin egemenliğine ve toprak bütünlüğüne saygı göstermeyi kabul ederlerken, bu saygının devamı konusunda birbirlerine kefil olurlar.” (Bozacının şahidi şıracı hesabı).
Bu madde bizim Avrupacı züppelerin çok hoşuna gitti. Hattâ Sultan Abdülmecid ile Sadrazamı Âli Paşabile derin bir “oh” çektiler. Ancak sevinçleri sekizince maddeyi okuyana kadar sürdü. Avrupa “Ama” diyor ve yedinci maddeyi sekizinci madde ile geçersiz kılıyor, aba altından sopa gösterip “ihtilâf vukuunda işgal” tehdidi savuruyordu:
Diyeceğim şu: Pek kimse farkında olmasa da biz 30 Mart 1856’dan beri resmen Avrupalıyız. Buna rağmen bizi kendilerinden saymadıklarını, “düşmanca” yaklaştıklarını, içimizdeki azınlıkları kışkırtıp silâhlandırarak isyan ettirdiklerini ve nihayet Osmanlı Devleti’ni parçalayıp bölüştüklerini biliyoruz.
Şimdi bile terör odaklarıyla birleşip bize cephe açtıkları malum. Yani Batı aynı Batı! İçimizdeki Batıcılar da aynı. Bu durumda AB’nin bize ne yararı olabilir?
Sayın Cumhurbaşkanımız işte bu yüzden “Şanghay Beşlisi”ni gündeme getirdi. Yalnız, adımları dikkatli atmak gerek. Türkiye, “Yağmurdan kaçarken doluya tutulmak”tan sakınmalı.
Medeniyetten uygarlığa geçmenin faturası
Son güncelleme: 25 Kasım 2016 06:43
Demiştik ya, Bediüzzaman,“Medeniyet-i hazıra” dediği Batı uygarlığının sömürü düzenini beş temel esasa dayandırıyor:
1. Kuvvet;
2. Menfaat;
3. Cidal (savaş-terör);
4. Menfî milliyet (ırkçılık-kafatasçılık);
5. Heva ve hevesi tahrik (hayatı yiyip içip eğlenmeden ibaret sayan anlayış: Zevkçilik, uyuşturucu, içki, kumar, müstehcen yayınlar, vs.)…
Dahası da var: Avrupalı sanayi ahtapotunun semirmesi uğruna insanların yanı sıra kurban edilen çevre de can çekişiyor, küresel ısınma hayatı tehdit ediyor, tabiatıyla bütün dünya etkileniyor.
Özetle, Avrupa uygarlığının mazisinde cinayet, sefalet, hiddet, şiddet, zorbalık, eşkıyalık, haksızlık, hırsızlık var. “Amaç her türlü aracı meşru kılar” biçimindeki Makyavelist (Machiavelli) zorbalığın her türlüsü mevcut.
Sözde “hedef, insanın refahı ve mutluluğu”ydu oysa. Ne var ki, kapitalist imparatorluklar ancak insan iskeletleri üstünde yükselebiliyor. İnsanların çoğu ne maddî refahı yakalayabilmiş, ne de bunu yakalayanlar huzur, güven ve mutluluk hedefine ulaşabilmiştir.
Hedefle durum arasındaki çelişki kafaları karıştırmaya başladı: Yani Avrupa insanı yıllar yılı akıntıya mı kürek çekmişti? Milyonlarca insanın canı boşuna mı yanmış, eski medeniyetler (misal: Amerika’da İnka-Aztek Uygarlığı, Avrupa’da Endülüs Medeniyeti, Bosna’da Osmanlı Medeniyeti) boşuna mı yağmalanmış, boşuna mı bunca savaşta bunca insan katledilmiş, dünyanın yarıdan fazlası kan gölüne çevrilmiş, üstelik de kâinatın dengesiyle oynanmıştı? (Çevre kirliliği ve küresel ısınma sonucu oluşan ekolojik karmaşa)…
Maksada ulaşmak için her türlü vasıtayı meşru sayan Makyavelistlerin sınır tanımaz ihtirası hayatı bile kemiriyor, ama mutluluk, hâlâ bir serap gibi ufuklarda siliniyor.
Yeni uygarlık uğruna eski medeniyetleri, kalkınma-gelişme ihtirasıyla kâinatı feda ederek mutlu olmanın ve diğer insanları mutlu etmenin imkânsızlığı hâlâ fark edilmedi. Hâlâ işgal ve talân peşindeler. Bu uğurda terör odaklarıyla dahi ittifak kurmaktan geri durmuyorlar (ABD-PYD ittifakı). Kırıp döktüklerinin keffareti ağır.
İnsanları maddeden ibaret sayan zihniyet, bâtıl. Yaradılış maksadına zıt uygulamanın hüsranla neticeleneceği ise kesin.
Yaradılış maksadına zıt, çünkü çıkış noktası “hayat mücadeledir” felsefesi ile “amaç her türlü aracı meşrû kılar” zorbalığı...
Mazlumları ve mazlum milletleri ezerek; komünizmin alternatif bir sistem olarak doğmasına ve taraftar bulmasına sebep olan Batı uygarlığının Bediüzzaman tarafından tahlili şöyle:
“Şu medeniyet-i habîse ki, biz ondan yalnız zarar gördük... Çünkü beş menfî esas üzerine teessüs etmiştir. Nokta-i istinadı kuvvettir (salt güce dayanır). O ise, şe’ni, tecâvüzdür. Hedef-i kasdı, menfaattir. O ise, şe’ni tezahümdür (sıkıntı-zahmet). Hayatta düsturu cidâldir [savaş]. O ise, şe’ni tenazüdur [çekişme]. Kitleler mabeynindeki râbıtası, âheri yutmakla beslenen unsuriyet ve menfî milliyettir [ırkçılık]. O ise şe’ni (getirisi diyelim), böyle müdhiş tesâdümdür [çarpışma]. Cazibedar hizmeti, hevâ ve hevesi teşci ve arzularını tatmin ve metalibini teshildir [talebi kolaylaştırma]. O heva ise, şe’ni, insaniyeti dereke-i melekiyeden [melek derecesinden] dereke–i kelbiyete [köpek seviyesine] indirmektir. İnsanın mesh-i manevisine [mânen hayvanlaşmasına] sebep olmaktır...”
Bir sonraki yazımızda devam edelim…
Umutsuzluğu aşmak
Son güncelleme: 26 Kasım 2016 06:04
Avrupa’yı anlamak için, ya da “Bizi neden anlamak istemiyor?” sualine cevap bulmak için, Avrupa Uygarlığı’nın çıkış noktasıyla bugüne geliş çizgisini tahlil etmek gerekir...
Bu çizgide sömürülen, horlanan, satılan, köleleştirilen ve Avrupa’nın üç paralık menfaati için akla gelmedik eziyetlere muhatap tutulan milletler var. Yağmalanıp yok edilen medeniyetler var. Kanlı savaşlar, boğazlaşmalar ve terör var...
Bu konuda yine Bediüzzaman’ın tahlillerine bakacağız, ama öncelikle belirtmeliyim ki, Bediüzzaman Said Nursi, korkularını düşüncelerinin dayanağı yapan odakların göstermek istediği gibi “skolastik zihniyet”li bir “medrese mollası” değil, mutlakıyet, meşrutiyet, cumhuriyet gibi farklı zıtlıkların ve çelişkilerin yaşandığı labirentlerden gelen münevver bir kimliktir.
Bu kimlikten, yersiz endişeler ve ideolojik saplantılar yüzünden Türkiye yeteri kadar yararlanamamıştır, ama Bediüzzaman, hem geçmişe yönelik isabetli tahlilleri, hem teşhisleri, hem de geleceğe ilişkin tahminleriyle cidden üzerinde durulması gereken bir “yeni ufuk”tur.
Hassaten “Vahiy Medeniyeti” ile “Batı Uygarlığı”nın kaynakları konusunda yaptığı değerlendirmeler hayli ilginçtir. Batı Uygarlığı’nın kuvvete, şiddete, dehşete ve zorbalığa dayandığını belirttikten sonra, insanlık tarihinde bıraktığı tortulara geçerek, şöyle diyor:
“...bu medeniyet-i hâzıra beşerin yüzde seksenini meşakkate, şekavete[bedbahtlık] atmış...Hem serbest hevânın tahakkümiyle, havâic-i gayr-i zaruriye [zaruri olmayan ihtiyaçlar] havâic-i zaruriye [zarurî ihtiyaçlar] hükmüne geçmişlerdir. Bedeviyette bir adam dört şeye muhtaç iken, medeniyet yüz şeye muhtaç ve fakir etmiştir. Sa’y [çalışmak], masrafa kâfi gelmediğinden, hileye, harama sevk etmekle ahlâkın esasını şu noktadan ifsad etmiştir. Cemaata, nev’e [topluma] verdiği servet, haşmete bedel; ferdî, şahsı fakir, ahlâksız etmiştir. Kurûn-u Ulânın [ilk çağların] mecmu-u vahşetini, bu medeniyet bir defada [Birinci Dünya Savaşında] kustu.” (Tarihçe-i Hayat, 116).
Bunlara karşılık Vahiy Medeniyeti’nin dayandığı unsurlara da bakalım, tâ ki Batılılaşma sürecinde bozulan karakterimize yeniden dönmek mümkün olsun.
1. Hak (Batı’daki kuvvet yerine);2. Fazilet (Menfaat yerine);3. Dinî-vatanî rabıta (Menfi milliyet-ırkçılık yerine);4. Yardımlaşma (Savaş yerine); 5. Hüdâ (Heva ve heves yerine).
“Medeniyet-i hâzıranın [Batı Uygarlığı’nın] inkışâından [havanın açılması hali, ayazlama] inkişaf edecektir” diyen Bediüzzaman, “Kur’ân Medeniyeti” dediği “Vahiy Medeniyeti”nin beş müspet (olumlu) esasını, Batı Medeniyeti’nin beş menfî (olumsuz) esasıyla karşılaştırır:
“Nokta-i istinad, kuvvete bedel haktır ki; şe’ni, adâlet ve tevazündür [muvazene]. Hedef de menfaat yerine fazilettir ki; şe’ni, muhabbet ve tecâzübdür [cazibe], Cihet-ül-vahdet [birlik-beraberlik ciheti] de unsuriyet-i milliyet [ırkçılık] yerine; râbıta-i dinî, vatanî, sınıfidir ki, şe’ni, samimî uhuvvet [kardeşlik] ve müsalemet [barış içinde] ve hâricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü’dür [savunma]; hayatta düstûru cidal [savaş] yerine düsturu teâvündür [yardımlaşma] ki; şe’ni, ittihad ve tesanüttür [birlik–beraberlik]. Hevâ yerine hudâdır[doğru yolu gösterme] ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve rühen tekâmüldür. Hevâyı tahdid eder [nefsin arzularını sınırlandırır], nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline [kolaylaştırma] bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.” (Tarihçe-i Hayat, 117).
Devam etsek iyi olur sanırım.
Nasıl kurtuluruz?
Son güncelleme: 28 Kasım 2016 06:40
Bediüzzaman’ın anlayışı çerçevesinde bir insanlık projesi ve medeniyet anlayışı bütün insanlığa, hiç olmazsa çoğunluğa saadet getirebilir. Zemin yüzünü pisliklerden temizleyerek barışı sağlayabilir. Çünkü yardım, şefkat, fazilet ve hak düsturları barışın, kuvvet, menfaat, bencillik gibi zorbalıklar savaşın temellerini örer.
Irkçılığın “milliyetçilik” kalıbıyla yumuşatılıp gündeme indirildiği şu günlerde Bediüzzaman’ın bu görüşlerinin derinden kavranması gerekiyor. Yoksa yeni karamboller yine kaçınılmaz olacaktır.
Peki, yeniden dirilmenin bir çaresi yok mu?.. Bediüzzaman’a göre, “Var!” Ama önce çöküşün esaslarını tespit etmek gerekiyor:
1. Ye’sin (ümitsizliğin) içimizde hayat bulup dirilmesi;
2. Sıdkın (doğruluğun-dürüstlüğün) hayat-ı içtimaiye-i siyasiyede (siyasî ve sosyal hayatta) ölmesi;
3. Adâvete, (düşmanlığa) muhabbet (dostluk);
4. Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları (bağları) bilmemek (cahillik);
5. Çeşit çeşit sarî (bulaşıcı) hastalıklar gibi intişar eden (yayılan) istibdat (diktatörlükler);
6. Menfaat-ı şahsiyesine (şahsî menfaatine) himmeti (tüm gayretini) hasretmek.
Eminim ki, bazıları yine ezberlerini boşaltıp ya da FETÖ’ye kızıp Bediüzzaman’ı “Cumhuriyet düşmanı” olarak niteleyecekler, tabii bu arada bendenizi de “gerici” filan ilan edecekler.
Merak etmeyin, sizden çok önce bu işi yaptılar ve cevaplarını da aldılar. 1935 yılında Eskişehir Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanırken, savcının “Cumhuriyetdüşmanı” demesi üzerine şu cevabı verdi:
“Yaşlı mahkeme reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki Tarihçe-i Hayatım isbat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman şimdiki gibi, hâlî bir türbe kubbesinde inzivada idim, bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini karıncalara veriyordum, ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben dedim: ‘Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerinehürmeten taneleri karıncalara veriyorum.’
“Yirmibeş senedir hayat-ı siyasiye ve içtimaiyeden çekilmişim. Hükûmet-i cumhuriye ne hal kesbettiğini bilmiyorum. El’i-yazü billah, eğer dinsizlik hesabına, imanına ve âhiretine çalışanları mes’ul edecek kanunları yapanve kabul eden bir dehşetli şekle girmiş ise, bunu size bilâ-perva ilân ve ihtar ederim ki: Bin canım olsa, imana ve âhiretime feda etmeğe hazırım. Ne yaparsanız yapınız! Benim son sözüm ‘Has-bünallahü ve ni’melvekil’ olarak sizin beni idam ve ağır ceza ile zulmen mahkûm etmenize mukabil derim: Ben Risâle-i Nur’un keşf-i kat’îsiyle i’dam olmuyorum, belki terhis edilip, nur ve saadet âlemine gidiyorum. Ve sizi, ey gizli düşmanlarımız ve dalalet hesabına bizi ezen bedbahtlar! İ›dam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördü-ğümden tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım!..”
Bu gidişle çıldıracağım!
Son güncelleme: 29 Kasım 2016 07:11
Bursa dönüşü ilk kez Osman Gazi Köprüsü’nden geçtim (bu arada Yavuz Sultan Selim Köprüsü’nden hâlâ geçemediğimi itiraf edeyim).
İsmiyle müsemma muhteşem bir eser. Yüzyılların hayali… Ülkemle iftihar ettim.
İlk kez Marmaray’la Boğaz’ın altından geçerken de, benzer duygular yaşamıştım. Tepeden Boğaz köprülerini seyrederken, Üçüncü Havalimanı’na, Avrasya Tüneli’ne, ya da Kanal İstanbul’a ilişkin haberleri okurken de benzer duygular yaşıyorum.
Havalimanları, bölünmüş yollar, otoyollar, tüneller, metrolar, sağlık hizmetleri, yeni üniversiteler, savunma sanayii, enerji yatırımları, v.s. Bunlar gerçekten yüz ağartan hamleler…
Kısacası yatırım yapmakta AK Parti hükümetlerinin üstüne yok: Hem kararlı, hem hızlı, hem de plânlı-programlı…
Eskiden olduğu gibi yatırımların hizmete girmesi yıllarca sürmüyor, daha temel atma aşamasında bitiş tarihi ay, gün ve saat olarak belirtiliyor.
Ne var ki, insan yetiştirme konusunda aynı gayret görülmüyor. En büyük arıza burada ve bu arıza Türkiye’nin gelecekteki performansını fena halde etkileyecek gibi gözüküyor.
Unutmayalım ki, biz “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” düşüncesiyle çıktığımız devlet yolunda, insanlar arasında hiçbir fark gözetmeksizin yürüyüp insan inşa ve ihya ede ede büyümüş ve yüzlerce yıl üç kıtaya hükmetmiş bir milletiz.
Eğitim sistemimizin adı “Maarif” (marifetler, bilgiler bütünü), okulun adı “mektep-medrese”, öğretmenin adı “muallim”, öğrencinin adı “talebe”, kültürün adı “irfan”, ilmin ötesi “hikmet” olduğu yıllarda nice bilgili, görgülü, hünerli, marifetli, terbiyeli, kültürlü, kararlı, duyarlı, tutarlı, imanlı, nazik, hazık (uzman) insan yetiştirdik.
Bu insanlar Avrupa’yı taklit etmez, Avrupalılara örnek olurlardı. Vatandaşı oldukları devlet de (Osmanlı) “önder/lider devlet”ti.
Şimdi insan yetişmiyor. Çünkü “Maarif”in yerine getirdiğimiz “eğitim” (Milli Eğitim Bakanlığı diyoruz ya) eğitmiyor, eğitemiyor. Turizmle karışık “Kültür Bakanlığı”nın “irfan” ve “hikmet”le bağları kopuk: Bu eğitim ve kültür kurumlarından yarım yamalak insan çıkıyor.
AK Parti döneminde eğitim, kültür ve din alanlarında büyük bir hamle hatırlıyor musunuz? Ben hatırlamıyorum.
Oysa şimdiye kadar (15 yılda) devletin üç müessesesi yeniden yapılandırılıp çoktan sapa sağlam hale getirilmeliydi.
Milli Eğitim Bakanlığı;
Kültür Bakanlığı;
Diyanet İşleri Başkanlığı…
Bu kurumların başında ve içinde çalışan dostlarım kusura bakmasınlar, ama bu temel kurumların üçü de dökülüyor (gerçi binaları çok görkemli). Ders kitapları hâlâ yalan-yanlış bilgilerle dolu. Selçuklu-Osmanlı mirası arşivlerde ve kütüphanelerde uyuyor. İşlevi namazla sınırlandırılmış camilerde, inancının sevgiyle yoğrulmuş özünü kavrayamamış imamlar, aynı durumda olan cemaate namaz kıldırıyor. Ümmet, ekran hocalarının da etkisiyle, “din aşkına” menkıbe ezberleyip ağlıyor.
Şimdilik herkes “Yenikapı Ruhu” eşliğinde “15 Temmuz” nutku atarak görevinin hakkını verdiğini sanıyor.
Sayın Cumhurbaşkanı ise Beştepe Külliyesi yalnızlığından bütün bunları görüyor, biliyor, söylüyor, ancak öncelikli kurumların sorumluları onu onaylamanın ve tekrarlamanın dışında pek bir şey yapmıyor.
Çıldıracağım yahu!
15 Temmuz’u yaşatmak…
Son güncelleme: 30 Kasım 2016 06:19
Her fırsatta “15 Temmuz’u yaşatmak”tan söz ediyoruz...
“Yaşatacağız!..”
“Unutturmayacağız!..”
İyi de bu nasıl olacak?
Şimdiye kadar yapılanlara, yazılanlara baktıkça, tereddüde düşüyorum...
Sanki “yaşatmak”la, “tüketmek” arasında gel-git kurduk!
Bu kavramın içi gitgide boşalıyor...
O muhteşem direniş, sınırsız kahramanlık, şuurlu şahlanış kuru kelimelerden ibaret hale geliyor.
Ekranlara bakıyorum, bağıran insanlar...
Bombalar patlıyor...
Her gazi kendi hissiyatı çerçevesinde konuşuyor...
Olayın özünü kavrayamamış gazeteciler bağıra-çığıra sağa-sola koşturuyor...
Kimisi “düşmanlar”a hakaretler yağdırıyor, aşağılıyor, veryansın ediyor, kimisi sağa-sola sataşıyor, kimisi avaz avaz içeriksiz cümle kırıntıları yuvarlıyor...
Bütün bunlardan akılda kalan tek şey var: Korku!
Köprülere, bulvarlara, meydanlara, caddelere “15 Temmuz” adı veriliyor...
Programlar yapılıyor, kitaplar yayınlanıyor...
Görünüşte “işler yolunda”: 15 Temmuz, ağızlardan düşmüyor...
Oysa kavramlar, büyük olaylar, büyük kırılmalar bu şekilde yaşatılamaz.
Milli benliğinizle bütünleyip tüm varlığınızla besleyeceksiniz...
Bunun için öncelikle olayın felsefesini oluşturacaksınız...
Edebiyata taşıyacaksınız...
Şiire, şarkıya, destana geçireceksiniz...
Sinemasını, tiyatrosunu yapacaksınız...
Sanatla bütünleştireceksiniz.
Var mı bunlar?
Yok...
Ya ne var?
Bombalar, alçak uçuşlar, silahlar, ölümler, çığlıklar; envai çeşit şiddet görüntüleri...
Hafıza bunları uzun süre tutmaz. Çünkü ürker. Silip kurtulmak ister.
Olguyu hafızada tutacak olan “kültür”dür: O da edebiyatla, şiirle, felsefe ile oluşur.
15 Temmuz’un gerçek mahiyetini idrak eden çok fazla insan olmadığını düşünüyorum...
“Darbe” deyip geçiyoruz, ama 15 Temmuz bir “darbe” değil!..
27 Mayıs 1960’dan, 27 Nisan 2007’ye kadar envai çeşit darbe görmüş ve yaşamış biri olarak söylüyorum ki, 15 Temmuz bir “darbe” değil...
Düşünün ki, her “darbe” bir süre sonra tavsadı. Seçimler yapıldı. İktidar seçimi kazanan partiye devredildi.
15 Temmuz başarılı olsaydı böyle bir şey mümkün değildi. Vatanımız çalınacaktı. Satılacaktı. İşgal edilecekti. Türkiye’yi artık Türkler yönetmeyecekti. Komşular, akrabalar bir birlerine girecekti. Yağma olayları yaşanacaktı. Hayal edemeyeceğimiz kadar korkunç şeyler olacaktı.
İşte bu yüzden her anlatım eksik kalıyor.
Tek çare var: Şiir, edebiyat ve sanat diliyle anlatmak...
Ama kim yapacak bunu? Kaç şairimiz, kaç edibimiz, kaç sinemacımız, kaç tiyatrocumuz, kaç filozofumuz var ki?
Ey Amerika! Kızılderililere ve zencilere ne yaptın?
Son güncelleme: 02 Aralık 2016 06:44
26 Aralık (1862) Kızılderili tarihi açısından son derece acı bir gündür. Çünkü ABD başkanlarından Abraham Lincoln,Minnesota’daki Sioux gösterilerine (Amerikalı beyaz yöneticilere göre, isyan) katıldıkları gerekçesiyle tutuklanan 303 Kızılderili’den 39›unun idam kararını 6 Aralık 1862’de imzalamış, 26 Aralık’ta ise karar infaz edilmiştir.
Eminim bu elim olayı aranızdan kimse hatırlamıyor. Dünyada da hatırlanmıyordur, merak etmeyin…
Şayet 39 Amerikalı beyaz, bir şekilde Kızılderililer tarafından öldürülmüş olsaydı, işte o zaman hatırlanır, hatırlatılırdı. Ama öz vatanlarında haksız yere katledilen yüz binlerce Kızılderili’nin sözü bile edilmiyor. Hattaİnka-Aztek Medeniyeti’ni yağmalayıp yok edenler, iki bomba ile iki şehri (Hiroşima ve Nagazaki) tüm içindekilerle birlikte katledenler kendilerini “kurtarıcı” olarak ilân ediyor!
Amerika’nın gerek Filistin’de, gerekse Irak’ta, Suriye’de sergilediği tavrı kavrayabilmek, geçmişini bilmekle mümkündür. Irak yoluyla zoraki komşumuz haline gelen bu devletin “farklı insan”a bakış açısını anlama bağlamında geçmişine bakmakta yarar olduğunu düşünüyorum.
Amerikan tarihinde, etkili filmler ve yayınlarla tersine çevirmeye çalıştığı acı bir gerçek var ki, bu Kızılderili katliamı gerçeğidir. 30-40 milyon civarında tahmin edilen Kızılderili nüfus, yıllarla birlikte artacağına eksilmiş, günümüzde 2-3 milyon seviyesine düşmüştür…
Tabii ki bu fark katliama tabi tutulan Kızılderililerin sayısını göstermez. Ancak “Beyaz Adam”ın oluşturduğu yeni şartlara (orman içinde yaşamaya alışkın insanların düz alanlarda, şehir yakınlarında oturmaya mahkûm edilmeleri gibi) ayak uyduramamaktan dolayı kırılanları da hesaba katmak ve bu ölümleri dahi bir nevi “katliam” saymak gerekir.
Aslına bakarsanız, Kızılderili katliamı, Kolomb’un Amerika Kıtası’na ayak bastığı gün başladı. Artarak sürdü ve bu ırkı hemen hemen yok etti. Bu sayfalar kısa ABD tarihinin en kara, en karanlık sayfalarıdır.
Kızılderililer “Beyaz adam”ın ayak bastıkları her toprak parçasından silâh zoruyla sürüldüler. Toprakları tâlân edildi. Doğal şartlar öylesine değiştirildi ki, salgın hastalıklarla başa çıkamadılar. Zaman içinde tükendiler.
İkinci karanlık sayfa, Afrika’dan getirilip köleleştirilen “zenci”lere ait sayfadır. Yüzbinlerce Afrikalı, köle gemileriyle ABD’ye taşınmış, ABD’nin ekonomik zenginliğinin temeli yapılmıştır.
Onbinlerce “köle” daha gemi ambarlarında ölmüştür. Kıtaya sağ olarak getirilip satılanlar (Obama’nın dedeleri) ise insanlık dışı şartlarda yıllar boyu çalıştırılmıştır. Bu arada zenci köleleri kısırlaştırmak gibi (1970’lere kadar siyah kadınların %24’ü, Porto Riko’luların ise %35’i kısırlaştırıldı) insanlık dışı ırkçı yöntemlere başvurulmuş, en küçük kıpırtılar katliamla sonuçlanmıştır.
1870-1890 arasındaki yirmi yılda on bin zencinin linç edilerek öldürüldüğü yolunda iddialar var. Aynı süreçte Martin Luther King gibi siyah önderler suikastlar sonucu öldürülmüştür.
Bu arada Meksika’nın büyük Kızılderili uygarlığı yağmalanmış, yukarıda belirttiğim gibi, İnka-Aztek Medeniyeti neredeyse tamamen yok edilmiştir.
Öte yandan İspanyol ve Portekiz sömürgeciliğinin Güney Amerika’daki katliamlarının boyutlarını kestirebilmek bile imkânsızdır…
Aztek ve İnka halklarının korkunç katliamlarla yok edilmesinin ötesinde, sömürgecilerin yerlilerden gasp ettiği maden ve altın stoklarının da miktarı tam olarak bilinmemektedir.
Bir nokta daha…
CIA ajanlarının tezgâhladığı darbelerle pek çok ülke Amerikan güdümüne alınmış yahut bahanelerle işgal edilmiştir…
Bugün ABD’nin himaye ettiği İsrail gibi ülkelerde “öteki”ne karşı uygulanan baskı, şiddet, işkence ve soykırım olaylarının sorumlusu da ABD yönetimidir.
Daha da ilginci, olup bitenlere, demokrasi şampiyonu geçinen Batılı ülkeler de ses çıkarmamaktadır. Bu da bir nevi “suça iştirak” sayılır.
Alın birini, vurun ötekine! Sonuçta hepsi aynı ana-babanın (Roma ve Yunan) çocukları değil mi?
Cezayirli Hasan Paşa Amerika’ya nasıl diz çöktürmüştü?
Son güncelleme: 03 Aralık 2016 06:18
Osmanlı’da Sultan III. Selim dönemi (7 Nisan 1789-29 Mayıs 1807)…
“Palabıyık Paşa” “Aslanlı Paşa” “Gazi Paşa” unvanlarıyla meşhur Cezayirli Hasan Paşa (1713-1790) o tarihte Cezayir Dayısı (Cezayir valilerine Osmanlılar “Dayı” derdi). Evcilleştirdiği aslanla birlikte dolaşması “Aslanlı Paşa” denmesine yol açmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam İstanbul’da aslanıyla birlikte bir de heykeli var.
Anlatacağım olay, Aslanlı Gazi Hasan Paşa’mızın Cezayir Dayısı (yani Osmanlı’nın Cezayir Valisi) olduğu sırada vuku buldu. Hikâye kısaca şöyle…
O tarihte Akdeniz’de ticaret yapan yabancı gemiler, Akdeniz’in mutlak hâkimi Osmanlı Devleti’ne vergi veriyor. Vergi vermekten kaçan gemilere ise el konuluyor. Bu şekilde birkaç gemisini kaybeden Amerika, bir çare arıyor ve bu amaçla toplanan Amerikan Kongresi, ticaret filosuyla birlikte birkaç savaş gemisi göndermeye karar veriyor. Fakat savaş gemileri batırılıyor.
Amerika en nihayet Cezayir Dayısı’yla masaya oturuyor ve bir “Koruma Andlaşması” imzalıyor. Amerikan Kongresi’nin, 07 Mart 1796 yılında onayladığı bu andlaşmaya göre, Akdeniz’e çıkan Amerikan ticaret gemileri Osmanlı Deniz Kuvvetleri tarafından korunacak, bunun karşılığı olarak da ABD, Osmanlı Devleti’ne bir kereye mahsus nakden642.500 Amerikan Doları “haraç” ödedikten başka, ayrıca her yıl 12.000 Cezayir altınına denk gelen 21. 600 dolar da vergi verecektir...
Ödeme, Cezayir Dayısı’nın belirleyeceği uluslararası sularda gerçekleşecekti. Nakit olarak teslim edilecekti!
Aslına bakarsanız Osmanlı Devleti ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki ilk vergilendirme anlaşması, Amerikan elçisi Joseph Donaldson ile Cezayirli Hasan Paşa arasında 5 Eylül 1795 günü yapılmış… Ne var ki, kanlarında “döneklik” var: Andlaşma hükümlerine uymamışlar. Akdeniz’e donanma göndermişler, ama Amerikan donanması Cezayir donanması karşısında yenilmiş. Çarnaçar 07 Mart 1796 tarihli “Haraç Andlaşması”nı imzalamışlar.
Bu anlaşmanın başka bir özelliği de Amerikan tarihinin İngilizce’den başka bir dille yazılmış ikinci (ilki Fas’la yine ABD arasında 1786’da Arapça olarak yazılan andlaşmadır) andlaşma olması...
Amerikalılar İngilizce yazma hususunda başlangıçta mırın-kırın etmişlerse de, bizimkiler fena bastırmış, “En büyük biziz, şartları biz koyarız, kendi lisanımızdan başka da lisan tanımayız” demişler, sonunda ABD’ye boyun eğdirmişler.
Amerika ile aramızda Trablusgarp Andlaşması (04 Kasım 1796), Tunus Andlaşması (28 Ağustos 1797) gibi andlaşmalar da var.
Her andlaşma metni “besmele” ile başlıyor ve her metnin hemen girişinde şöyle deniyor (bugünün Türkçesi ile):
“Bu anlaşma dünyanın hâkimi, denizlerin ve karaların hükümdarı, kralların efendisi, sultanlar sultanı, imparatorlar imparatoru, Sultan Mustafa Han oğlu Sultan Selim Han’ın dikkati nazarları altında imzalanmıştır. Allah, O’nun hükmünü daimi kılsın.”
Ulusal Kongre Kütüphanesi kayıtlarına göre, Amerika Birleşik Devletleri’nin 1800 yılı bütçesine haraç ödemeleri için tamı tamına 2 milyon dolar konmuş ki, bu para o günkü ABD bütçesinin yüzde 20’si kadardır. Büyük kısmı da dolaylı olarak Osmanlı Devleti’ne ödenmiştir.
Amerika resmen “müttefikimiz” olmasına rağmen, sürekli olarak bizi satışa getirmeye çalışıyorsa, bunun bir sebebi da tarih olabilir.
Garip ama gerçek
Son güncelleme: 05 Aralık 2016 07:25
Derler ki: “Akılsız dostun olacağına akıllı düşmanın olsun!”
Bu atasözünün gerçekçi ve geçerli olduğuna binlerce kez şahit oldum.
Hatırlayalım: 15 Temmuz gecesi Türkiye iğrenç olduğu kadar tehlikeli de olan bir darbe teşebbüsünden döndü.
Bu darbenin lideri belli, plânlayanlar belli, uygulayanlar belli...
Yani durum son derece ciddi...
Darbeci terör örgütü yıllar boyu çalışarak devletin kılcal damarlarına kadar girmiş ve kendisi için en müsait ortamı bulduğunda düğmeye basmış.
Sayın Cumhurbaşkanımızın dirayeti ve halkımızın cesareti sayesinde çok şükür kurtulduk.
Sıra hesap sormaya geldi...
Derken, sulandırma başladı.
Hem de “Hükümet yanlısı medya” tarafından.
Öyle yayınlara şahit oluyorum ki, aklıma ister istemez “Akılsız dostun olacağına akıllı düşmanın olsun!” şeklindeki atasözünü hatırlıyorum.
Okullarda gizli odalar varmış...
Bu odalara özel asansörlerle çıkılırmış...
“Hoca”nın ağzını sildiği peçete müritler tarafından kapışılır, “şifa niyetine” yenirmiş...
Yahu bize ne bundan?..
Yani bu yüzden mi darbe yapmışlar?..
Bu yüzden mi Türkiye’yi önce iç savaşa sürükleyip ardından Amerikan işgaline hazırlamaya kalkışmışlar?..
Allah “Hükümet yanlısı medya”ya akıl-fikir versin!
Örgüt liderinin ikametgâhında “lüks salon” varmış...
Özel bir “lüks banyo”ya ve de “lüks sauna”ya sahipmiş...
Soru: Bunlara sahip olmasa imiş 15 Temmuz darbesini yapmayacak mı imiş acaba?
Bir de görüntü eşliğinde bunları anlatıyorlar. Ama görüntü söylenenleri yalanlıyor...
“Lüks salon” diye sunulan mekân, içinde birkaç kanepe bulunan son derece sade bir mekân; sauna dördüncü sınıf, banyo çok sıradan...
Bu durumda millet gözüne mi inansın, size mi?
Bu adam darbe lideri! O darbe başarılı olsaydı, Türkiye’de kan gövdeyi götürecekti. Sonrasında ise paramparça olup nihayet yabancı işgaline girecekti.
Darbe lideri lüks hayat yaşasa da bu gerçek değişmez, sade hayat yaşasa da... Hatta bir mağaraya kapanıp dünya nimetlerinden kendini tümüyle mahrum etse, yine hiçbir şey fark etmez: Cürüm büyük!
Ve bu tür aşırı abartılı yayınlar terör örgütüne hizmet ediyor.
Bu bir tarafa, “mağduriyet edebiyatı” yapanlara da en büyük desteği “hükümet yanlısı medya” veriyor...
Gözaltına alınan herkes isim isim suçlanıyor...
“Masumiyet karinesi” ile “suçun şahsiliği” ilkesi yerle bir ediliyor...
Hâlbuki ortada henüz “iddianame” bile yok...
Buna rağmen haberler korkunç bir toptancılıkla yapılıyor.
Aynı yaklaşımı “Balyoz” ve “Ergenekon” dâvalarında da görmüştük...
Alışkanlık sürüyor.
Yahu bi susun!..
Bi bekleyin!..
Biraz sabredin!..
Milletin zekâsıyla alay etmekten ve hükümetin ayağına sıkmaktan bi vazgeçin!
Yapayalnız bir adamı takdimimdir
Son güncelleme: 06 Aralık 2016 08:33
Beğeneni, seveni çok...
Dua edeni, “ömründen ömür” dileyeni çok...
Özellikle “sade vatandaş”ların çoğu onu yere-göğe sığdıramaz...
Evlerde, işyerlerinde ve resmi dairelerde fotoğrafları asılıdır...
Çoğunluk onu “aileden biri” sayar...
Resmini cüzdanında taşır...
O kadar yakın hissederler kendilerine...
O kadar “kendilerinden biri” gibi görürler...
Ona o kadar güvenirler ki, “meydanlara çıkın” dediğinde tereddütsüz çıkarlar...
“Ölümüne mücadele” istediğinde kendilerini tankların altına atarlar...
Çağrı yaptığında beş milyon insan çağrıldığı alanı doldurur...
Kalmalarını istediği kadar kalıp, dağılmalarını istediğinde dağılırlar...
O kadar ki, “ölün” dese ölecekler!
Buna rağmen “o adam” yalnızdır...
“Lider”dir, “Önder”dir, “Reis”tir, “Başkan”dır, “Başkomutan”dır...
Etrafında bakanlar, üst düzey bürokratlar, valiler, kaymakamlar, belediye başkanları, parti liderleri, milletvekilleri, sanatçılar, gazeteciler, iş adamları, sivil toplum kuruluşlarının liderleri, generaller, sendikacılar, yabancı devlet temsilcileri, muhtarlar, korucular, danışmanlar, garsonlar, aşçılar...
Resepsiyonlar, davetler, toplantılar...
Etrafı her daim kalabalıktır...
Hem de çok kalabalıktır...
Buna rağmen...
O bir “Yalnız Adam”dır!
Her şeyi tek başına düşünmek zorundadır...
Her şeyi kendisi plânlamak zorundadır...
Her şeye kendisi karar vermek zorundadır...
Tüm sorumluluğu üstlenmek zorundadır...
Proje yapıp uygulamaya koymak zorundadır...
Her şeyi kendisi takip etmek zorundadır...
Bu zorunluluklar sebebiyle...
Herkes dinlenirken o çalışır...
Herkes uyurken o uyanıktır...
Herkes rehavete kapılsa da teyakkuz içindedir...
Her şeyi görmesi, bilmesi lazım...
Bazen gördüklerini, bildiklerini kimseyle paylaşamaz...
“Kuruntu” derler diye içine atar...
Derler de zaten: “Kuruntu” derler, “evham” derler, “abartı” derler; “Canım o da fazla büyütüyor” derler, “O kadar da uzun boylu değil” derler...
Hatta, “Şahsi hesabı mı var acaba?” diye düşünürler...
Şahsi değil, bunun “milli ve yerli” bir hesap olduğunu, bu hesapların yapılması gerektiğini bazen en yakınlarına bile anlatamaz...
Bazen en yakınları bile duygu ve düşüncelerini paylaşmaz...
İnsanın yüreği paylaşılmadığında “yürek yalnızlığı”na, düşünceleri anlaşılmadığında “fikrî yalnızlığa” düşer ya, bu adam, bu anlamda ruhen ve fikren de “Yalnız Adam”dır!
“Zirveler yalnızdır” tamam da, bu kadar da olmaz ki...
İnsan bu kadar yalnız bırakılmaz ki...
Başkanlık sistemi ve en iyi tarafı
Son güncelleme: 07 Aralık 2016 08:09
Eski dönem padişahlarını bir tarafa bırakacak olursak, Meşrutiyet sonrası padişahların, başkanlık yetkileriyle dahi kıyaslanamayacak kadar sınırlı yetkileri vardı.
Siyaset çok partili bir sisteme sahipti. Seçimlere birden fazla parti giriyor, değişik hükümetler kuruluyordu (1908′den 1922’ye kadar geçen 14 yıl içinde tam 24 hükümet kuruldu).
Buna karşılık Cumhuriyetin 1923-1950 arasında geçen 27 yıllık döneminde sadece “Cumhuriyet Halk Partisi” var. Başka parti olmadığı için de, sürekli iktidardır. Bu yüzden halk seçimlere ilgi göstermemiş, meselâ 1931 genel seçimlerine katılım yüzde 45’te kalmıştır. Bu şartlar altında bile 20 bağımsız milletvekilinin parlamentoya girmeyi başarması, tek partiye karşı duyulan tepkinin göstergesidir.
Bu süreçte Karabekir ve arkadaşlarının kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (17 Kasım 1924-3 Haziran 1925=6 ay kadar ömrü oldu)ile İnönü’yü kontrol altına almak için Atatürk’ün Fethi Okyar’a kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası (12 Ağustos 1930-(18 Aralık 1930=4 ay kadar ömrü oldu) gibi partiler, kurulur kurulmaz halkın ilgisine mazhar olmuşlar, bu yüzden, “henüz zamanı gelmedi”ği bahanesi ve “irtica” ithamıyla kapatılmışlardır.
Bazıları, Atatürk ve İnönü sevgisinden dolayı bu rejime “cumhuriyet”, hatta “demokrasi” dese de, rejim bal gibi “diktatörlük”tür! Bunu ben söylemiyorum, Atatürk’ün ve İnönü’nün yakın dostlarından Falih Rıfkı Atay söylüyor:
“M. Kemal (Atatürk) de, İsmet (İnönü) de, nihayet, Enver (Paşa) gibi birer askerdirler. (Bu durumda) Ankara iktidarı, ister istemez kafasının dikine giden bir ‘askerî dikta rejimi’ olacaktır. Cumhuriyet, işin iç yüzünü ‘maskelemekten’ başka bir şey değildir.” (Falih Rıfkı Atay, Çankaya: Atatürk’ün Doğumundan Ölümüne Kadar).
Şimdi 01 Nisan 1931 tarihli Cumhuriyet Gazetesi’nden bir yorum okuyalım:
“(…) Kaç mebus alınacak? Hakiki vaziyeti hiç kimse tahmin edemez. Kati vaziyet Gazi hazretleri umumi listeyi ilan edince anlaşılacak.”
Asıl anlatmak istediğim şudur: Birinci ve İkinci Cumhurbaşkanının yetkileri Meşrutiyet dönemi padişahların yetkilerinden fazlaydı. Bunların bazıları Anayasa ve yasalarla yazılı olmayan yetkilerdi. İlkler, tarihi kişiliklerine dayanarak yasaların vermediği yetkileri de kullanırlardı. Yani “Başkan”dan öte “başkan”dılar…
Sonradan, “cebren ve hile ile” devleti ele geçiren darbe liderleri de ilk padişahların yetkilerini dahi aşan yetkiler kullandılar. Astıkları astık kestikleri kestikti. Hukuk da, anayasa da, yasalar da rafa kalkmıştı.
Diyeceğim şu ki, Türkiye, başkanlık sistemine yabancı değil. Parlamenter sistemin hâlâ yerleşmemiş olması, bununla ilgili olabilir.
***
Başkanlık sistemi gelirse, sırf bakanlar dışarıdan atanabileceği için çok memnun olacağım…
Şimdi bunu söyledim ya, ülkemde hayli bol olan sosyal medya lafazanları ile fitne-fesat yuvaları, eminim bu sözüme bir kulp takacaklar: “Bahadıroğlu bakanlık bekliyor” gibisinden lâf çakmaya kalkışacaklar.
Peşinen söyleyeyim ki, siyasi konularda beklentisiz bir insanım. Zaten bu tür bir görevin gerektirdiği donanımdan da mahrumum. İçleri rahat etsin.
Beklentim ülkem içindir. Düşünüyorum ki, milletvekili bakanlar siyasi dengeleri gözetmekten zaman bulup gerçekçi icraat yapamıyor. Meselâ yıllardır çocuklarımıza eksik ve yanlış tarih okutuluyor…
Dışarıdan atanacak bir bakan siyasetin icabına göre değil, milletin ihtiyacına göre icraat yapabilir.
Belki o zaman, ömür boyu hasretle beklediğim “yerli-milli” bir eğitim ve kültür politikası izlenir,belki bir türlü değişmeyen ders kitapları da değişir, belki kültür “irfan”la buluşturulup, “hikmet”le desteklenir.
TÜSİAD “manda rejimi” mi istiyor?
Son güncelleme: 09 Aralık 2016 06:35
“Manda” kelimesini duymuş olmalısınız…
Fransızca olan bu kelime, diplomaside “yetki-görev” anlamına gelse de, pratikte “örtülü sömürgecilik” olarak biliniyor.
İlk kez Paris Barış Konferansı’nda galip devletlerin gündemine gelen ve 28 Haziran 1919’da imzalanan Milletler Cemiyeti Sözleşmesi›nin 22’nci maddesinde resmen tanımlanan bu kavram, dünyanın sömürgeciliğe duyduğu tepki yüzünden uydurulmuş bir kavramdır, Özü, az gelişmiş ülkelerdeki zenginlikleri “himaye” bahanesiyle sömürmeye dayanır.
Birinci Dünya Savaşı’ndan mağlûp çıkan Türkiye, Milli Mücadele’ye hazırlandığı yıllarda bunu tartışmış, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde uzun uzun konuşulmuştu.
Halide Edip Hanım (Adıvar), Rauf Bey (Orbay), Kara Vasıf Bey, Yunus Nadi (Abalıoğlu) gibi, daha sonra Milli Mücadele’nin önderleri arasında yer alacak isimler, İngiliz ve Fransız emellerine karşı, Amerikan mandasını savunmuş, hatta ortakları ve yazarları arasında Mustafa Kemal Paşa’nın da bulunduğu Minber Gazetesi, Amerikan “müzaheretini” (mandacılığın yumuşatılmış ifadesi) savunanlar arasında yer almıştı (1918 Kasım-Aralık).
Halide Edip (Adıvar) Amerikan mandasının en açık ve hararetli savunucularından biriydi. “Bütün eski ve yeni Türkiye hudutlarına şamil olmak üzere, muvakkat bir Amerikan mandasını ehven-i şer olarak görüyoruz” diyordu.
Kara Vasıf Bey,Sivas Kongresi’nde yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
“Manda’nın isminden korkmayalım, isterseniz buna ‘müzaheret’ diyelim…. Büyük bir harpten mağlup çıktık. Bütün memleket perişan vaziyettedir. Beşyüz milyon lira borcumuz var. Bunu ne ile nasıl ödeyeceğiz?... Tamamiyle müstakil yaşamaya mali vaziyetimiz müsait değildir. Şimdi istiklalimizi kurtarsak bile, olduğumuz yerde sayarak bir adım ilerleyemez ve günün birinde, bizden kuvvetli olanların hükmü altına girmeye, ister istemez mecbur oluruz. İşte bu sebeplerden dolayı, İngiltere’yi kendimize ebedi düşman ve Amerika’yı şerrin ehveni saymalıyız.” (Rauf Orbay, Hatıralar, hazırlayan Cemal Kutay,III, s.268-270).
Niyetim mandacılığı anlatmak değil elbet. Tarihin tozlu raflarına kaldırılıp unutulmuş bu kavramın, bazı çevreler tarafından kimi bilinçli, kimi bilinçsiz hortlatılmaya çalışıldığını gördüğüm için, uzun alıntılarla açıklamak zorunda kaldım.
Bunu en son TÜSİAD yaptı. TÜSİAD Başkanı’nın savunduğu ilkelerle altını çizdiği endişeler, özü itibariyle Halide Edip Hanım’ın ve Kara Vasıf Bey’in vaktiyle savundukları ilkelere tıpatıp benziyor.
Bir farkla: Eskiler “Amerika” diyordu, TÜSİA Başkanı“Avrupa” diyor.
Avrupa’sız Türkiye asla olmaz (peşin teslimiyet)!..
Bu sebeple AB’ye karşı sertleşilmesin…
OHAL kalksın, Kanun Hükmünde Kararnameler çıkarılmasın (AB’nin talebi de bu yönde)…
Şirketlere kayyım atanmasın (terörün finans kaynakları kesilmesin demekle aynı)…
Laiklik tartışılmasın (yasalarda tarif de edilmesin ki Demokles’in kılıcı gibi dindar Müslümanların tepesinde sallansın)…
Fazla yerimiz kalmadı, ama şunu net olarak ifade edeyim ki, Türkiye’yi TÜSİAD’ın mantığıyla yönetmek demek, mandaya razı olmak demektir!
Ha Amerika, ha Avrupa: Kendimiz olamadıktan sonra…
Merakım mazur görüle, ama soracağım: 15 Temmuz gecesi TÜSİAD baronları neredeydi?
Bir mum da benden!
Son güncelleme: 10 Aralık 2016 06:42
“Herkes evinin önünü süpürürse, şehir tertemiz olur” derler…
Bugün bu deyim, “Herkes elinden geleni yaparsa, kimse bize diz çöktüremez” anlamına geliyor…
“Elimden bir şey gelmez” çaresizliğine teslim olmadan, şu 15 Temmuz gecesini hatırlayalım…
Topumuz, tüfeğimiz, tankımız, uçağımız yoktu. Sadece bayrağımız vardı. O gece sadece bayrağımızla sokaklara çıktık ve tanklara, uçaklara meydan okuduk.
Nemrutlara, Firavunlara, Ebucehil’lere meydanları dar ettik…
O gece bizi meydanlara çağıran “Başkomutan” şimdi ekonomik seferberliğe çağırıyor: “Dövizi olan altına ya da TL’ye çevirsin” diyor.
Bu sadece Recep Tayyip Erdoğan’ın sorunu değil, bizim milli sorunumuzdur.
Bu çağrıya, elimizden geldiği, gücümüzün yettiği kadar katılalım…
Unutmayalım ki, şartları lehine çevirmeye çalışmayan, şartlara teslim olur. Şartlara teslim olan biter!
Hayata zaman zaman Hz. Âdem, Hz. Yusuf, Hz. Yunus, Hz. İbrahim, Hz. Hacer, Hz. Musa, Hz. İsa ve nihayet Hz. Alişan Efendimiz gibi bakın...
Bizimkinden çok daha zor şartlara bile teslim olmamışlardı. Neticede Hz. Âdem yalnızlığı, Hz. İbrahim Nemrud’u, Hz. Yusuf ihaneti (onu çekemeyen kardeşleri tarafından kuyuya atılmıştı) ve karanlığı (yedi yılı Mısır zindanlarında geçti), Hz. Yunus imkânsızlığı (balık tarafından yutulmuşluğunu hatırlayalım) Hz. Musa Firavun’u, Hz. İsa Roma despotlarını, Hz. Hacer yokluğu-yoksulluğu ve susuzluğu (uçsuz-bucaksız çölde küçücük oğluyla yapa yalnız bırakılmıştı), Hz. Alişan Efendimiz ise Ebu Cehil’i ve elindeki dünyevî tüm imkânları yendiler.
Hayata onlar gibi bakabilirsek, sebeplere sığınmadan ve şartlara teslim olmadan “adam gibi” (onlar gibi) yaşamayı hak ederiz.
Kimse “Benim üç kuruşluk dövizimden ne çıkar” demesin. Bu bir seferberlik çağrısıdır. Herkes gücü nisbetinde katılırsa rahmet tecelli eder. Rahmet tecelli edince, olmazlar olmaya başlar…
Olmazlar olunca, vahşi hayat Hz. Âdem’e, Nemrut ateşi Hz. İbrahim’e, Firavun sarayı Hz. Musa’ya, vahşi balık Hz. Yunus’a, ölmesi için atıldığı kuyu Hz. Yusuf’a, çöl yokluğu Hz. Hacer’e ve Ebucehil’in dünyevi imkânları Hz. Âlişan Efendimiz’e musahhar olur.
Vahşet medeniyete, mağlubiyet galibiyete dönüşür…
Yeni bir oluş, yeniden diriliş başlar ve Türkiye, dünyadaki şerefli yerini alır.
***
Görünüşe göre her yer karanlık gibi!.. Karanlığı aydınlığa dönüştürecek tek şey ise, durumdan şikâyet etmek değil, karanlığı aydınlığa dönüştürecek bir mum yakmaktır…
Derler ya, “karanlıktan şikâyet edeceğine bir mum yak!”
Sayın Cumhurbaşkanı’nın çağrısı, bir mum yakma çağrısıdır.
Bu çağrıya uyup geçmiş seyahatlerimden arta kalan onbeş dolarımı bozdurdum. Önemli olan çağrıya katılmak ve milyonlarca duyarlı vatandaştan biri olmak…
Hayata en olumsuz tarafından bakmak zorunda değiliz. Evet, menfi oluşumlar var. Tarihin her döneminde vardı, her zaman da olacak. Bu yüzden karamsarlık, korku ve umutsuzluk saçmak gerekmez. Unutmayalım ki, korku ve umutsuzluk teslimiyetin ön adımıdır.
Müslüman, tüm hayatın hüküm altında olduğuna inanan insandır: Hayatın hüküm altında olduğuna inanan insan ne korkar, ne de umutsuzluğa düşer...
Sadece elinden geleni yapar, dua eder ve “tecelli” bekler.
ABD ve AB akbaba yöntemi kullanıyorlar
Son güncelleme: 12 Aralık 2016 06:59
Biliyorsunuz akbabalar önemli ölçüde leşle beslenir. Bunun için müthiş bir işbirliği örneği sergilerler…
“Kara Akbaba”nın gagası diğer akbaba türlerinden daha güçlüdür. Bu yüzden ormanda bulunan leşin gövdesine delikler açma görevi onundur…
Güçlü gagasıyla leşin muhtelif noktalarına delikler açar. O arada pek tabii yiyebildiği kadarını da yer…
Ondan sonra sıra “Kızıl Akbaba”ya gelir: Kafasını açılan deliklerden içeriye sokup leşin iç organlarını tüketir…
Başka bir akbaba türü olan “Küçük Akbaba”, leşin etrafına saçılan küçük kırıntıları toplar…
Artık sıra “Sakallı Akbaba”ya gelmiştir…
O zamana kadar sıranın kendisine gelmesini sabırla bekleyen “Sakallı Akbaba” kemikleri kırabildiği kadar kırıp iliklerle karnını doyurur…
Şimdi sıra “Kel Akbaba”dadır: Kel Akbaba da tıpkı Sakallı Akbaba gibi kemik iliği yemeye bayılır, ne var ki gagası Sakallı Akbaba kadar güçlü değildir, kemikleri kırmakta zorlanır...
Yine de kendine kemik iliği ziyafeti çekmekten asla vazgeçmez.
İliğini yemek istediği kemiği gagasına alıp yükseklere çıkar…
Sert kayaların üzerine gelince gagasındaki kemiği bırakır…
Kemik hızla düşüp kayalara çarpar…
Eğer parçalanmışsa, Kel Akbaba, çok sevdiği ziyafete konar. Ama bazı kemikler çok serttir ve Kel Akbaba’nın bu işlemi üç, hatta beş kez tekrarlamasını gerektirmektedir...
Hiç çekinmeden, umudunu yitirmeden işlemi tekrarlar. Sonunda, çok sevdiği iliğe ulaşır, armağanını alır.
Ortada artık “leş”ten eser yoktur: Akbabaların karınları ise aşırı toktur.
***
Dün Avrupalı büyüklerin…
Bugün Avrupa Birliği’nin, az gelişmiş ülkelerle gelişmekte olan ülkelere uyguladıkları yöntem, tamı tamına bu “Akbaba Yöntemi”dir!..
Türkiye ise buna açıkça isyan eden tek ülkedir…
Bu mücadelede yerimizi almak zorundayız…
Leş kargalarının (akbaba anlamında) yanında mı olacağız, insanımızın yanında mı?
***
Bilin ki dostlarım, herkese demokrasi ve insan hakları nutku atan Avrupa ve Amerika hâlâ vahşidir…
İnsan hakları sabıkalısıdır…
Milletlerin iliğini kurutan bir yapıdır…
Sadece kendi çıkarını gözeten bir nalıncı keseridir…
Gücünü hukuktan değil, silahtan alır…
Hukukunu uluslararası normlarla değil, namlularla yazar…
Kendisinden olmayan uluslardan da sadece “itaat” ister…
İtaat edilmezse, darbe yapar…
Ambargo koyar…
Ekonomik ablukaya alır…
Kriz çıkartır.
Türkiye ilk kez bu yapıya karşı çıkıyor…
Hatta meydan okuyor…
Unutmayın sakın: Biz Osmanlı’yız!
Son güncelleme: 13 Aralık 2016 06:42
Bizim hâkimiyet (aslında hamiyet) dönemimizde kurtla kuzunun birlikte yürüdüğü bölgelerde huzursuzluk hüküm sürüyor. Her yerde kin ve kan var...
Meğer Osmanlı adalet ve huzur kaynağı imiş...
Vaktiyle bizi o topraklardan çıkarmak için İngilizlerle işbirliği yapanlar da bu gerçeği nihayet anladı, ama yazık ki iş işten geçti.
Musul yanıyor, Halep yanıyor, Şam yanıyor, Filistin yanıyor, Irak ve Suriye yanıyor!
İyi niyetli ve basiretli Müslümanlar “Ah Osmanlı” diye diye iç çekiyor.
Ah ki ne ah!..
1699 yılında devletimizin hâkimiyeti altındaki ülkelerle birlikte yüzölçümü 24 milyon kilometrekareyi buluyordu.
Üç kıtada direkt olarak, tüm kıtalarda endirekt olarak sözü geçiyordu. Devlet kendine o kadar güveniyordu ki, herhangi bir konuda anlaşma yaptığı devletlere imzalı belge veriyor, kendisi ise kimseden belge talep etmiyordu...
Çünkü anlaşma kurallarına uymadıkları an, bunun hesabını sorabilecek gücü vardı.
Bu topraklardan Osman Gaziler, Orhan Gaziler, Murad Hüdavendigârlar, Fatihler, Yavuzlar, Kanuni Süleymanlar geldi geçti...
Ama hâlâ özlendiklerine göre, “öldüler gittiler” diyemeyiz: Hasret yumağına dönüşüp ebedileştiler, âbideleştiler!
Ebedileştiler, çünkü hal-i hayatlarında ebedi bir kaynaktan besleniyorlardı. İlham kaynakları Kur’an, maksatları İ’lâ-yı Kelimetullah’tı...
Allah’a kullukta varlık arar, dirlik arar, birlik ararlardı. Allah sevgisinden yansıyan mukaddes bir sevgi ile insanların yüreğine ulaşırlardı...
Kısacası padişah, teb’asıyla aynı kulluk zemininde buluşup kucaklaşırdı.
Bu hem insanı idrak etmekti, hem de hayatı ve kâinatı...
Avrupalı krallar işte bu idrakin önüne diz çöker, insanı tüm boyutlarıyla idrak eden bu insanca anlayıştan kendi varlıklarını sürdürmek için yardım dilenirlerdi...
Çoğu padişaha kadar bile ulaşamayıp sadrazamın ellerini öperlerdi.
Osmanlı’dan izinsiz, neredeyse kuş bile uçmazdı. Savaş çıkmaz, barış yapılmazdı. Dünyanın hem hâkimiydik, hem de hakemi: Avrupa devletleri kendi aralarında anlaşmazlığa düşünce, Osmanlı’nın hakemliğine başvurur, çözümü Osmanlı’da ararlardı.
Akdeniz’e çıkma karşılığında Amerika’dan vergi alır, borçlarına karşılık Fransız donanmasının limanımızdan çıkmasına izin vermezdik.
Ama hem âdil, hem merhametliydik: Ceneviz korsanlarının korkusundan Akdeniz’e gemilerini çıkaramayan Hollanda’nın yalvarmalarına dayanamaz, “Akdeniz’e çıkarken gemilerinize Osmanlı bayrağı çekin ki, kimse yan gözle bakamasın” der, garibanlara ekmek verirdik. Hey gidi günler hey!..
Coğrafi sınırları tekrar yakalamamız elbette mümkün değil, ama siyasi etki açısından Osmanlı adımları atabiliriz...
Nitekim de atıyoruz. Ekonomik bağımsızlık, milli para, AB’ye karşı dik duruş bu adımlardan birkaçıdır. Adımlarımızın daha da güçlenmesi lâzım. Birler yan yana gelmeli, onbir, yüz on bir, bin yüz on bir, nihayet milyonlar değerine ulaşmalı.
Zaman diriliş zamanı: Zaman ufkumuzu genişletme ve geçmişin ışığında geleceğe yürüme zamanı...
Evvela şunu sormalıyız kendimize: Biz kimiz?
Biztarihe hükmetmiş bir milletin çocuklarıyız!
Öyleyse durmak yok!
Kaderin hükmü
Son güncelleme: 14 Aralık 2016 06:56
Eskiden “İlâhî takdir” ya da “Takdir-i İlâhî” sözü dilimizden düşmezdi…
Herhangi bir olayla karşılaştığımızda, aklımıza ilk gelen ihtimal “kader”di…
“Kader” derdik…
“Takdir” derdik…
“Murad-ı İlâhî” derdik…
“Nasip-kısmet” derdik…
Bu ülkenin dindarları eskiden “dindarca” yaşardık. Makam ve para sahibi olmaya başladığımızdan beri, çoğumuz yarı seküler (dünyacı) bir hayat yaşamaya başladık.
Bu yüzden de, zaman zaman sebeplere tıkanıyor, “sebep-perest” bir anlayış içinde olayları yorumlamaya kalkışıyoruz. Oysa inancımıza göre, “her şey hüküm altındadır…”
Yani, “Allah’ın izni olmadan sarı yaprak bile yere düşmez!”
Bunu bile bile, buna inana inana, kimi zaman, olayların “hikmet ciheti”ni ıskalıyoruz. Gelişmeleri yalnızca sebepler silsilesi içinde ele alarak, böylece farkında olmadan bir bakıma “sebep-perestlik” yaparak, hem kendi içimizi karartıyoruz, hem de çevremize ümitsizlik aşılıyoruz.
Bir trafik kazası oldu diyelim, yorumumuz hazırdır…
“Islak zemin…”
“Dikkatsizlik…”
“Aşırı hız…”
Tamam da, peki ya “kader”?
Olup bitenlerde onun hiç mi payı yok?
Allah bu işlere artık karışmıyor mu? (haşa)…
Tedbirsizliği savunmuyorum, savunmaya çalıştığım olgu kader: Yani “tedbir”in “takdir”le birlikte düşünülmesi…
Son zamanlarda “Kanseri yendi” diye bir tabir çıktı. Kanserden kurtulan birini böyle anlatıyoruz. “Müthiş bir irade canım, kanseri bile yendi!”
Kanserle nerede güreşti, ne zaman güreşti?..
Birinin yendiğini öbürü neden yenemiyor?
Bediüzzaman Hazretleri, “Çaresi bulunan şeyde acze, çaresi bulunmayan şeyde ceza’a” (yakınma, telaş, teessür) düşmemek gerektiğini söyleyerek, İslâmî hayat felsefesinin altını çiziyor…
Erzurumlu İbrahim Hakkı, “Mevlâ görelim neyler/ Neylerse güzel eyler” demek suretiyle aynı bakış açısına temas ediyor.
Biz “tedbir” diye diye “tevekkül”ü hayatımızdan çıkardık.
Elbette ki “tedbir” şart…
Ama “tevekkül” Müslümanca hayatın vazgeçilmezidir.
Galiba bizi bu formülün dışına çekerek saçıp savuran şey, sadece kendimizi düşünmemiz, kendimize yönelik yaşamamızdır.
Ebediyete ilişkin tasavvurlarımız tökezledi. O zaman da fani dünyamız tüm hayatımızı işgal etti: Tek dünyalılara benzedik!.. Çünkü, “Gaye-i hayal olmazsa, ezhan (zihinler) enelere (bencillelliğe) döner.” (Bu da Bediüzzaman’dan).
Herkesin dünyası, kendi penceresinden görebildiği kadardır. Görebildiğimiz maddeden ibaretse maneviyata kör olmaya başladık demektir.
Hepimiz hüküm altındayız. Endişelenmeye, ürkmeye, yakınmaya, kahırlanmaya, hele de umutsuzluğa düşmeye hiç gerek yok.
15 Temmuz baskınını aşan millet, ekonomik kıskaçları da kırar, atar.
Sonuçta Allah’ın dediği olur!
Dört cephede savaş!..
Son güncelleme: 16 Aralık 2016 07:54
Türkiye dört cephede birden savaşıyor…
Siyasi Cephe (Avrupa Birliği ülkeleri, Amerika ve içimizdeki hainler)…
Sosyal Cephe (Sosyal medya soysuzlarının yönettiği algı operasyonları)…
Askeri Cephe (Esed güçleri, PKK/PYD/YPG/DEAŞ ve alfabenin sessiz harfleri adedince terör örgütü)…
Ekonomik Cephe (Dolar spekülâtörleri, küresel sermaye, envai çeşit manüplâsyon, uluslararası kredi derecelendirme kuruluşları)…
Kısacası, bir yanımız terör, bir yanımız savaş, bir yanımız göç dalgaları, bir yanımız ekonomik enstrümanlar…
Ve kalleşçe bombalamalar…
Her yerde ya bir canlı bomba ya da bomba yüklü araç patlıyor. Gencecik fidanlar toprağa düşüyor.
Fakat pes edecek, mücadeleden vazgeçecek değiliz. Biz ki bidayette “Ya devlet başa, ya kuzgun leşe” diyerek Anadolu topraklarına geldik…
Tarihin her kesitinde bu toprakların bedelini kanımız canımızla ödeye ödeye yaşadığımız coğrafyanın her santimetrekaresini “vatan” yaptık…
Toprağımıza canımızı, bayrağımıza kanımızı kattık…
“Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır,
“Toprak eğer uğruna ölen varsa vatandır” dedik, ebediyet yürüyüşüne bu kararlılık içinde çıktık.
Sözümüzden dönecek değiliz, “olmuyor işte” diyecek değiliz…
Bu kavganın en hain, en kalleş aşamalarından biri Gezi Olayı, ondan daha beteri ise 15 Temmuz’du; alnımızın akıyla bunları aştık, sınavı verdik…
Bu tür sinsi oluşumlardan sonuç alamayan dış odaklar, içimizdeki ihanet şebekeleriyle birlikte aleni saldırıya geçtiler.
Geçsinler!.. Gelsinler!.. Çanakkale’ye nasıl geldilerse, öyle gelsinler…
Topuna meydan okuyacak ve püskürtecek gücümüz var çok şükür.
Geldiklerinden beter gidecekler!
Madem iş bu noktaya geldi, vatan için ölmemiz gerektiği kadar öleceğiz!
“Daha kaçımız?” diye sormayacağız…
Tıpkı Çanakkale’de, Galiçya’da, Trablusgarp’ta olduğumuz gibi, kimimiz yine şehit olacağız.
Yeni âkif’ler yeni şiirlerimizi yazacak yine:
“Ey şehid oğlu şehid isteme benden makber,
“Sana ağuşunu açmış, duruyor Peygamber” diyecek.
Kendimizi Peygamber kucağına emanet edeceğiz.
Sevr Mağarası yalnızlığında, etrafı düşmanla kuşatılmış bir halde iken, “Korkma Ebubekir, Allah bizimledir” diyen Peygamber-i Âlişan aşkına, “Korkma!..” diyeceğiz, “sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak.”
Bir süre daha şehit cenazeleri önünde saf tutacağız.
Canımız acıya acıya, ağlaya ağlaya oğullarımızın cenaze namazını kılacağız…
Bayrağa sarılı yüreğini (evlâdını) tabuttan alıp toprağa verdikten sonra, kameralara bakıp, “vatan sağolsun!” diyebilecek kadar vatan sevdalısı Anadolu annelerini ve babalarını hıçkıra hıçkıra izleyeceğiz…
Onlarla birlikte hepimiz, “vatan sağolsun!” diyeceğiz.
Vatanın bölünmez bütünlüğünü sağlamak için evlatlarını kurban eden Osmanlı padişahlarını anlamaya çalışa çalışa evlatlarımızı kurban edeceğiz!
Çok kızacağız, çok üzüleceğiz, çok ağlayacağız, ama önünde-sonunda düşmanların da hainlerin de kökünü kazıyacağız!
“Kaçanın anası ağlamaz” mı?
Son güncelleme: 17 Aralık 2016 02:01
15 Temmuz darbe teşebbüsü (aslında Türkiye’yi Amerika’ya peşkeş çekme plânı) sonrasında, “Kaçanın anası ağlamaz” şeklindeki yanlış atasözüne inanıp Türkiye’den kaçanlara sormak istiyorum: “Hadi kendi paçanızı kurtardınız diyelim, peki birkaç nesil sonra torunlarınızın hali ne olacak?”
“Hiçbir şeycik olmaz” demeyin. Muhtemelen Cem Sultan da sizin gibi düşünüyordu, ama oğlu ve torunları zaman içinde Hıristiyan oldular…
Biliyorsunuz, taht mücadelesini kaybedince o da kaçmış, Rodos Şövalyeleri’ne sığınmıştı…
Hayatının son 13 yılını Rodos, Roma ve Fransa’da geçirdi. Osmanlı’ya karşı acımasızca kullanıldı. Oyuncak haline getirildi. Onu bahane eden Papalık, Osmanlı Padişahı II.Bayezit’den sürekli para sızdırdı.
Cem Sultan 1495’te Fransa’da kahır içinde öldüğünde, hayatta sadece bir oğlu vardı: Şehzade Murad…
Şehzade Murad Hristiyan bir kızla evlenip Hıristiyan oldu.
Papa tarafından vaftiz edilerek “Papalık Prensi” ilan edildi.
Hıristiyan önderler bu değişime o kadar sevinmişlerdi ki, devletler asalet unvanı vermekte yarışa girmişti.
Şehzade Cem’in oğlu Murad, Rodos’un Kanuni Sultan Süleyman tarafından fethedilmesine (1522) kadar Rodos’ta prens olarak yaşadı.
Kendine o kadar yabancılaşmıştı ki, Kanuni’ye karşı savaştı…
Nihayet yakalandı ve idam edildi.
Vatikan arşivlerine göre, Şehzade Murad’ın oğlu Şehzade Cem (dedesinin adı verilmişti) Malta’ya kaçırıldı…
Hayatına orada devam etti…
Tabii vaftiz edilmiş bir Hıristiyan olarak.
Aradan yıllar, yüzyıllar geçti…
Yıl oldu 2001…
Bu tarihte Cem’in torunları Osmanlı HanedanıReisi rahmetli Osman Ertuğrul Efendi’ye müracaat ederek hanedan defterine kaydolmak istediler…
Ancak Hristiyan olmalarından dolayı hanedanın soyağacında yer almalarının mümkün olmadığı cevabını aldılar.
Murat Bardakçı’nın belirttiğine göre, “vaftiz edilen şehzadeler, kendilerine aile adı olarak ‘Saitus’u aldılar ve ‘Saitus’ zamanla ‘Sait’, ‘Sayd’ ve nihayet ‘Said’ oldu. Ailenin şu andaki reisi, Malta’da yaşayan George Alexander Said-Zammit adında ve 56 yaşında bir arkeolog”...
Hikâye kısaca böyle…
Çok dokunaklı ve çok acıtıcı!
Hem de çok büyük ibret levhası, çok kalıcı bir ders!
Şimdi tarihten günümüze gelelim…
Tasarladıkları darbenin başarısız olması sonucu, hesap vermemek için Türkiye’yi terk edip Hıristiyan Avrupa devletlerine (ne hikmetse Müslüman devletleri tercih etmediler) sıvışanları böyle bir gelecek bekliyor olabilir.
Öyle ya, onlardan hangisi Cem Sultan’dan daha “dindar”dır?
Kaldı ki, anne-babaları gibi “kaçak”lardan oluşan çevrenin Türkiye aleyhine olumsuz propagandalarına muhatap olarak büyüyecekler ve ister istemez ülkelerine karşı nefret duygularıyla dolup taşacaklar.
Bu durumda Türk milletine ve Türkiye’ye yönelik öfkeleri milletin inanç manzumesine de yönelecek…
Yani “kaçanın anası” da babası da ağlayacak!
“Şehitler Tepesi boş değil”
Son güncelleme: 19 Aralık 2016 05:48
Rahmetli Ârif Nihad Asya’nın “Bir Bayrak Rüzgâr Bekliyor” isimli meşhur şiirini, belki bir nebze derdimize derman olabilir düşüncesiyle duygu dünyamıza emanet ediyorum.
***
Şehitler Tepesi boş değil,
Biri var, bekliyor...
Ve bir göğüs nefes almak için
Rüzgâr bekliyor.
•
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye,
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli...
Kim demiş Meçhul Asker diye?
•
Destanlar yapmış, kâsideye kanmış...
Bir el ki ahiretten uzanmış,
Edeple gelip birer birer
Öpsün diye fâniler.
•
Öpelim temizse dudaklarımız...
Fakat basmasın toprağına
Temiz değilse ayaklarımız.
•
Rüzgârını kesmesin gövdeler...
Sesinden yüksek çıkmasın
Nutuklar, kâsideler!
•
Geri gitsin alkışlar, geri...
Geri gitsin ellerin
Yapma çiçekleri!
•
Ona oğullardan analardan
Dilekler yeter...
Yazın sarı, kışın beyaz
Çiçekler yeter.
•
Söyledi söyleyenler demin...
Gel süngülü yiğit, alkışlasınlar,
Şimdi sen söyle, söz senin!
•
Şehitler Tepesi boş değil,
Toprağını kahramanlar bekliyor...
Ve bir bayrak dalgalanmak için
Rüzgâr bekliyor.
•
Destânı öksüz, sükûtu derin
Meçhul Askerin...
•
Türbesi yakışmış bu kutlu tepeye;
Yattığı toprak belli,
Tuttuğu bayrak belli...
Kim demiş Meçhul Asker diye?
Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak?
Son güncelleme: 20 Aralık 2016 07:04
Sıradan vatandaşlarımız, Türkiye’yi karıştırıp kaçanlara karşı müthiş öfke dolu…
“Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak?” diye soruyorlar.
“Kem-küm” edip kalıyorum!
Öyle ya, çocuklarımızı çaldılar…
Umutlarımızı sömürdüler…
Gözümüzün içine baka baka envai çeşit yalan söylediler…
Ailelerimizle aramıza girdiler…
Yıllarca darbe plânladılar…
15 Temmuz gecesi de düğmeye bastılar.
Uçaklarla, helikopterlerle, tanklarla, hatta füze rampalarıyla üzerimize geldiler…
Beştepe Külliyesi’ni, TBMM’yi, Özel Kuvvetler’i bomba yağmuruna tuttular…
Vatandaşların üstüne ateş açtılar…
Genç-yaşlı, kadın, çocuk demeden vurdular…
Elliye yakın insanımızı şehit ettiler, bin civarında vatandaşımızı yaraladılar.
Yüzlercesini sakat bıraktılar…
Sıkıyı görür görmez de kaçtılar (çoğunun Almanya’yı tercih etmesi tesadüf mü, yoksa önceden alınmış garantinin gereği mi?).
Şimdi Amerika’da, Almanya’da ve daha bilmem nerelerde keyiflerine bakıyorlar…
Kimi zevkle kahvesini höpürdetirken, kimi alışveriş yaparken, kimi çocuğunu gezdirirken görüntüye giriyor.
Kameralara sırım sırım sırıtıyorlar…
Anlamıyorum: Televizyoncuların bulduğu kaçağı, devletim neden bulamıyor?
Bulamıyor mu, bulmak mı istemiyor?..
Ey benim devletim!..
Sahi bulamıyor musun?..
Senden kaçan kurtuluyor mu?..
Devletsin madem, devletliğini göster ki, içimiz serinlesin.
“Yaptıkları yanlarına kâr mı kalacak?” diye soran vatandaşlara ben de göğsümü gere gere, “hayır kalmayacak, fitil fitil burunlarından gelecek” diyebileyim.
Gerekirse bu iş için özel birimler kur…
Ajanlarını tak kaçakların arkasına…
Her kaçağa birkaç “takipçi” tahsis et…
Santim santim izlensinler…
Ne yana baksalar, ihanet ettikleri Türkiye Cumhuriyeti devletini görsünler.
En olmadık zamanda karşılarına çıksınlar…
Çıksınlar ki, izlendiklerini bilsinler…
Bilsinler ki, ölüm korkusuna düşsünler.
Hiçbir yerde rahat-huzur bulamasınlar.
Bize hayatı nasıl zehir ettilerse, kendi hayatları da öyle zehir olsun!
İnlerinden çıkamasınlar…
Ödleri kopsun. Ölümü “kurtuluş” olarak görmeye başlasınlar.
Şeflerini de gıyaben yargıla. Ver hükmünü. O nasıl devlete sızdıysa, sen de bir şekilde sız inine…
Sal yüreğine ölüm korkusunu, sal ki, “Kaçanın anası ağlamaz” sözü tarihe karışsın!
Zalime acımasız, mazluma merhametli ol!..
Toptancılık yapma!..
Suçsuza dokunma!..
Kurularla yaşları yakma
15 Temmuz’un tarihi temelleri
Son güncelleme: 21 Aralık 2016 06:40
Sultan Dördüncü Murad’ın “tebdil çıkma”ları meşhurdur...
Sık sık kılık değiştirip, güvendiği birkaç sadık adamıyla birlikte İstanbul sokaklarına çıkar, camileri, çarşıları, hanları, hamamları, dükkânları dolaşır, halkın nabzını tutardı.
Amacı, o tarihte isyan halinde bulunan Kapıkulu Ocakları’nın (Yeniçeri ve Sipahiler) Ağalarına (generallerine) karşı halkı bilgilendirip bilinçlendirmekti.
Malum: Sultan Dördüncü Murad dönemi, son derece büyük “fitne” kazanlarının kaynadığı bir dönemdir. Sultan I. Ahmed’den sonra tahta çıkarılan Sultan I. Mustafa, askerin siyasete müdahalesi sonucu saltanatta bir yılını bile dolmadan tahttan indirilmiş, yerine geçen Sultan II. Osman (Genç Osman), yine isyan sonucu alçakça katledilmişti...
Böylece padişahlık sırası Dördüncü Murad’a gelmişti, ama henüz çocuktu. Onbir yaşlarındaydı. Bu durumda devlet umuru, ister istemez annesi Mahpeyker Kösem Sultan’ın nahif omuzlarına binmiş oluyordu.
Yeniçeri ve Sipahi ağaları da başıboşluğun tadını almışlar, devlet yönetimine her anlamda müdahale etmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi.
Padişahın en güvendiği yöneticilerin kellelerini istiyor, direndiği zaman tehdit ediyor, kumpas üstüne kumpas kuruyor, kendisi ve annesi hakkında iğrenç dedikodular yayıyorlardı.
Bu dedikoduların çoğu İran menşeliydi ve İran casusları tarafından tüm ülkeye yayılıyordu. Bugünkü deyişle Hanedan’a bir nevi “algı operasyonu” uygulanıyor, bunun sonucu olarak da her gün biraz daha yalnızlaşıyordu.
En güvendiği adamlarından Sadrazam Filibeli Hafız Ahmed Paşa, isyancı Yeniçeriler tarafından paramparça edilip (10 Şubat 1632) yandaşları Topal Recep Paşa’yı sadrazam yaptıklarında (10 Şubat 1632), dişlerinin arasından tıslamış, “Günü gelince hesabı sorulur” demişti.
O gün geldiğinde, “Padişah adına” devleti yöneten annesini Eski Saray’a (İstanbul Üniversitesi’nin idare binası), isyancıların saraydaki sözcüsü konumuna gelen Sadrazam Topal Recep Paşa’yı ölüme gönderdi (18 Mayıs 1632).
Recep Paşa’nın, vaktiyle sarayın iç avlusunda toplanıp Padişah’ın avluya çıkması için bağırıp çığıran isyancı Yeniçerilere itaat etmesini Padişah’a önerip, Yeniçeri karşısına çıkmak üzere iken, “Her ihtimale karşı abdest alasüz Hünkârım” diyerek, öldürüleceği hususunda içine korku salmaya çalıştığını unutmamış, katlettirmek üzere huzuruna çağırdığı Sadrazam’a, “Beri gel bre topal zorbabaşı” dedikten sonra, “Abdest al bre kâfier!” diye çıkışmıştı.
Cesedini kudurmuş yandaşlarının önüne attırdı. Çok şaşırdılar. Genç padişahtan böyle bir meydan okuma beklemiyorlardı.
Ama Padişah tedbirini almış, vaktiyle temas kurduğu İstanbul halkını siyasete ve devlete sahip çıkmak üzere çoktan meydanlara çağırmıştı.
15 Temmuz’un temelleri işte o gün atıldı. Siyasi idare o gün halkın iradesiyle bütünlenip devlete sahip çıktı.
Sarayı kuşatan isyancı Yeniçeriler halk tarafından kuşatıldı. Bu durumda ya halkla savaşacaklar ya da siyasi iradeye tabi olacaklardı. Halktan birkaç kişiyi katlettiler, ama topyekûn bir savaşı göze alamadılar. Teslim oldular.
Dördüncü Murad işte o gün “Sultan Murad” oldu. O gün iradesini ispat etti ve dizginleri ellerine aldı.
Yeniçeri ve Sipahi ağalarına “sadakat yemini” ettirdi. Ardından orduyu temizlemeye başladı. İsyana karışanları ayıkladı. Kimini cellâta, kimini zindana gönderdi. Orduyu tekrar eğitip Bağdat’ı tekrar fethetti.
Çeşitli ülkelerde şehit edilen diplomatlarımız
Son güncelleme: 23 Aralık 2016 08:21
Rusya’nın neler hissettiğini en iyi biz anlarız. Çünkü biz yakın tarihte Ermeni ASALA Terör Örgütü’ne onlarca diplomasimizi kurban vermiş bir milletiz.
Hafıza tazeleyelim...
Tarih 27 Ocak 1973: Türkiye’nin Los Angeles Başkonsolosu Mehmet Baydar ve Konsolos Bahadır Demir, 78 yaşındaki Amerikan uyruklu Ermeni Gurgen (Karakin) Yanikiyan tarafından şehit edildi.
Tarih 22 Ekim 1975:Viyana (Avusturya) Büyükelçimiz Daniş Tunalıgil, Türkiye büyükelçiliğini basan üç Ermeni terörist tarafından şehit edildi.
Tarih 20 Şubat 1975:Beyrut’taki THY bürosu Ermeni teröristlerce bombalandı. Olay yerine bırakılan mektupta, “Emperyalistlere karşı mücadele edileceği, eylemlerin Türkiye, İran ve ABD’yi hedef alacağı, bu bombalama eyleminin de bir başlangıç olduğu” ifade edildi.
Tarih 24 Ekim 1975:Paris Büyükelçimiz İsmail Erez ve makam şoförü Talip Yener, Ermeni teröristler tarafındanBüyükelçilik yakınında katledildi.
Tarih 16 Şubat 1976: Türkiye Beyrut Büyükelçiliği Başkâtibi Oktar Cirit, yine Ermeni terörünün kurbanı oldu.
Tarih 9 Haziran 1977:Vatikan Büyükelçimiz Taha Carım, büyükelçilik ikametgâhının önünde iki teröristin açtığı ateş sonucu öldürüldü.
Tarih 2 Haziran 1978: Bu kez Madrid Büyükelçimiz Zeki Kuneralp’in makam aracı üç Ermeni terörist tarafından otomatik silâhlarla tarandı. Arabada bulunan büyükelçinin eşi Necla Kuneralp, emekli büyükelçi Beşir Balcıoğlu ve makam şoförü İspanyol Atonyo Torres hayatlarını kaybettiler.
Tarih 12 Ekim 1979:Hollanda’daki Türkiye Büyükelçisi Özdemir Benler’in oğlu Ahmet Benler, Ermeni teröristler tarafından öldürüldü.
Tarih 22 Aralık 1979: Türkiye’nin Paris Turizm Müşaviri Yılmaz Çolpan, bir Ermeni teröristin silahlı saldırısı sonucu katledildi. Cinayetten sonra haber ajanslarına telefon eden bir kişi, “Türk Hükümeti Ermenilere hak tanımadığı için Avrupa’daki Türk diplomatlarını öldürüyoruz” dedi. Türk hükümetinin tasarruflarından sorumlu olmayan diplomatlarımızın katledilmesine böyle havai bir izah getirildi. Batılı dostlarımız Ermenistan Hükümeti’ni sıkıştıracaklarına Türkiye’yi sıkıştırmaya kalktılar: Sözde “Ermeni Soykırım Tasarıları”nı arka arkaya parlamentolarından geçirmeye başladılar.
Tarih 31 Temmuz 1980: Türkiye’nin Atina Büyükelçiliği İdari Ataşesi Galip Özmen ile 14 yaşındaki kızı Neslihan Özmen, bir ASALA Terör Örgütü tetikçisinin silahlı saldırısı sonucu katledildiler.
Tarih 17 Aralık 1980: Avustralya Başkonsolosumuz Şarık Arıyak ile koruma görevlisi Engin Sever, Ermeni terörünün kurbanı oldular.
Tarih 17 Nisan 1980: Vatikan Büyükelçimiz Vecdi Türel, makam aracına yönelik saldırıdan yaralı olarak kurtuldu.
Tarih 26 Eylül 1980: Paris Büyükelçiliği Basın Danışmanı Selçuk Bakkalbaşı, Ermeni teröristlerin saldırısında yaralandı.
Tarih 4 Mart 1981: Paris Büyükelçiliği Çalışma Ataşesi Reşat Moralı ile din görevlisi Tecelli Arı, arabaya binecekleri sırada iki Ermeni teröristin saldırısına uğradılar. İkisi de şehit oldu.
Tarih 9 Haziran 1981: Cenevre Başkonsolosluğu Sekreteri Mehmet SavaşYergüz silahlı saldırıda öldü.
Hepsini tek tek yazmaya yerim yok. Ama Türk diplomatlara yönelik aşağılık saldırılar, 1984 yılına kadar aralıksız devam etti. On yılı aşkın bir süre katledildik. Batı dünyası kuru başsağlığı mesajlarıyla cinayetleri geçiştirdi. Katillere doğru dürüst ceza dahi vermedi. Çoğu arka kapıdan salındı.
Ancak PKK piyasaya sürülünce, ASALA ortadan kayboldu: Sanki yer yarıldı, içine girdi!
Bu acıları yaşamış bir millet ve devlet olarak Rus halkının ve yönetiminin neler hissettiğini en iyi biz anlarız.
“Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır!”
Son güncelleme: 24 Aralık 2016 05:46
Bir şekilde bu terörden inşallah kurtulacağız. Çünkü hem devletin, hem hükümetin, hem de halkın iradesi bu yönde...
Terörden kurtulacağız da, bu isteksiz, yüreksiz, hedefsiz, gayesiz eğitim sisteminden nasıl kurtulacağız?..
Devletin, hükümetin ve halkın bu konuda bir irade beyanı yok. Sayın Cumhurbaşkanı arada bir Lozan’ı eleştiriyor, arada bir ders kitaplarının değişmesi, özellikle tarihin yeniden yazılması gerektiğini söylüyor, ama gereğini yapma konusunda sorumlular çok isteksiz.
Kafa sallayıp Sayın Cumhurbaşkanı’nı onaylamakla yetiniyorlar. Kimse harekete geçmiyor. Çocuklarımız cumhuriyet öncesinden beri “Haçlı mantığı”yla yazılmış ders kitapları okuyorlar.
Rahmetli Hocam Cemil Meriç’in tespitidir: “Haçlıların en büyük zaferi tarih kitaplarımızdır” demişti.
Ders kitapları vasıtasıyla kendi kendisini aşağılayan, küçümseyen başka bir millet var mı bilmiyorum, bildiğim şu ki, biz, tarih kitaplarımız vasıtasıyla kendi kendimizi aşağılıyoruz.
Avrupalı kralları ve komutanları “Büyük İskender”, “Aslan Yürekli Rişar” ya da “Güzel Filip” diye büyütürken, milli tarihimizn büyük komutanlarını küçümsüyoruz. Padişahların kimisine “sarhoş”, kimisine “ayyaş”, kimisine “Kızıl Sultan”, kimisine “Deli”, kimisine “vatan haini” demekte hiçbir mahzur görmüyoruz.
Ne eğitim ama kendi kendimize gol atıp duruyoruz.
¥
OECD tarafından yaptırılan Uluslararası Öğrenci Değerlendirme Programı (PISA) sonuçları geçenlerde yayınlandı. Durumumuz berbat! 72 ülke arasında matematikte 49. sıraya, fen bilimlerinde 52. sıraya, kendi dilinde okuyup anlamada 50. sıraya düştük.
Eğitim kalitesi açısından 35 OECD ülkesi arasında 34. sıradayız. Bizden kötü durumda bulunan tek ülke Meksika…
Şahidim: Üniversite öğrencilerinin bazıları önündeki metni okuyamıyor, kekeliyor; bazıları basit dört işlemde bile zorlanıyor. Mevlâna hakkında iki cümle kuracak öğrenci mumla aranıyor.
¥
Harf inkılâbını (1 Kasım 1928) yapanlar, hiç gerçekleşmeyen bir hayal kurmuşlardı: Buna göre birkaç sene içinde okur-yazar oranı yüzde yüzlere çıkacaktı…
Bu imkânsızdı: Zira zihinlerimiz felç olmuştu. En basit eski metinleri bile okuyamaz hale gelmiştik. Sonunda kültürümüze küstük.
“Kültür İhtilâli”nin böyle kaçınılmaz sonuçları olur: Toplumlar kendi kültürlerine küser. Taklitte varlık aramaya başlar. Bu da toplumu kendine yabancılaştırır.
Harf inkılâbından bu yana yaklaşık doksan sene geçti. Doksan senedir “Lâtin Alfabesi” kullanıyoruz. Bu süre zarfında bir sürü de “Okuma-yazma seferberliği” açıldı. Kâğıt üzerinde durum iyi gözükse de realite facia: Okuma-yazma bilenlerin büyük çoğunluğu otobüs tabelâsı dışında pek bir şey okumuyor!
Satılan gazete adedi de, satılan kitap sayısı da ortada…
“Dergi” derseniz, okur yokluğu yüzünden birbiri ardından kapandılar. Edebiyat-sanat dergileri şöyle dursun, Türkiye’de uzun yıllardan beri çocuk dergisi bile çıkmıyor.
Son yıllarda birbiri arkasından öyle çok tarih dergisi kapandı ki, bir söyleşimde “Dergilerin cenaze namazını kılmaktan yorulduğumu” söylemek zorunda kaldım.
Çok şükür bu alan tamamen boş değil: Mustafa Armağan ve ekibinin insanüstü çabalarıyla Derin Tarih yayın hayatına devam ediyor.
Benim gibi tarih sevenler açısından bu bir teselli: Zira dergisiz kültür hayatı olmaz. Yine Cemil Meriç Hocamın deyişiyle “Gazete günün tarihi, mecmua hür tefekkürün kalesidir.” Kale olmayınca, “hür tefekkür” nasıl gelişecek?
Nitekim de gelişemiyor!
Bir ölüm bin diriliş!
Son güncelleme: 26 Aralık 2016 06:41
“Bir ölür bin diriliriz” deriz ya, bu salt kuru bir slogan değil, tarihin tasdikinden geçmiş bir hakikatin ifadesidir.
Elbette olumsuz şartlar ve o şartların ürettiği bir takım sıkıntılar olacaktır. Önemli olan şartlara teslim olmamak, olumsuzluklar karşısında yılmamak, yıkılmamak, asla pes etmemektir.
Bazen dış destekli ihanet şebekeleri tarafından çelmelenir, düşebiliriz. Maharet düştüğümüz yerde ayağa kalkıp ebediyet yürüyüşümüze kaldığımız yerden devam etmektir.
Tıptı Kosova’daki gibi… Biliyorsunuz I. Kosova Savaşı meydanında Padişah’ımızı (Sultan I. Murad) şehit vermiştik.
Muzaffer Padişah, büyük zaferden sonra savaş meydanını gezerken, Sırplı komutan Miloş Obiliç (yahut Kabiloviç) ölü numarası yaptığı yerden hızla doğrulup hançerini Padişah’ın göğsüne saplamıştı.
İlk şaşkınlık demi geçer geçmez sistem devreye girmiş, Yıldırım Bayezid üzerine karar kılınıp bu kez onun önderliğinde fetih yürüyüşü sürdürülmüştür.
Elbette Obiliç’in tek amacı, Kosova Zaferi’nin intikamını almak değil, Türklerin Balkanlar’daki ilerleyişini durdurup önce Bizans’ı, sonra da tüm Avrupa’yı Türk tehdidinden kurtarmaktır.
Ankara Savaşı da başka bir çelmedir…
1402’nin 20 Temmuzunda cereyan eden ve Osmanlı Devleti’nin parçalanıp dağılmasıyla sonuçlanan Ankara Savaşı, tarihimizin acı sayfalarından biridir.
Bu savaşta Osmanlı Ordusu kâmilen dağılmış, Osmanlı Padişahı iki oğluyla (Musa ve Mustafa Çelebiler) birlikte Timur Han’a esir düşmüş, Anadolu’daki eski beylikler hortlamış, Anadolu birliği yerle bir olmuş, akabinde şehzadeler arasında “baht kavgası” başlamıştır.
Tarihimizin “Saltanat-ı Fasıla” ya da “Fetret Devri” dediği bu dağılma dönemi 1402 ile 1413 yılları arasında tam onbir yıl sürmüştür. Bu devir kardeşin kardeşi vurduğu vahim bir anarşi devridir.
Çelebi Mehmed, ne olursa olsun birlik-beraberlikten umut kesmeyen diri yüreklilerle birlikte devleti yeniden toparlamış (1413), o tarihten kırk sene sonra ebedi hasrete (Kostantiniyye fethi) ulaşacak kıvama getirmiştir.
1402’de yerle bir olup 1413’e kadar sallantıda kalmış bir devletin, kırk sene sonra İstanbul’u fethedecek bir güce kavuşması, ibretle üzerinde durulması gereken muhteşem bir olaydır. Bu zafer, olumsuzluklar karşısında pes etmeyen imanlı yüreklerin zaferidir. 15 Temmuz da böyle değil mi?
Ve Çanakkale Zaferi: Alnımıza vurulan “Hasta Adam” damgasına rağmen kazanılan bu zafer, bugün için de bir “Diriliş müjdesi”dir.
Hatırlayalım ki, Çanakkale Zaferi, İngiliz önderliğinde birleşen Avrupa ile Rusların onyedi yıl aralıksız savaştırıp yıprattıktan sonra, nihayet “Hasta Adam” damgasını vurup son ölümcül darbeyi indirmek üzere gelen “düşman”a karşı verilmiş canhıraş bir varlık mücadelesidir. Tarihi zaferlerle ve medeniyet nimetleriyle dolu bir milletin ateşle imtihanıdır…
Oysa yıllarca savaşmaktan yorgunduk. İmparatorluğun geniş coğrafyası içinde aralıksız savaştırılmış, Trablusgarp’tan Balkanlar’a kadar tüm vatan sathını kanımızla sulamış, başta insan, para ve silah kaynaklarımız olmak üzere, hemen hemen tüm kaynaklarımızı tüketmiş, iç isyanlarla dış saldırılar kıskacında tükenmiştik.
En tükenmiş zamanımızda geldiler, ama öyle bir ders aldılar ki, sonsuza kadar unutamıyor, o korkunun etkisiyle her fırsatta üzerimize geliyorlar.
Gelsinler. Biz hâlâ aynı milletiz. Namık Kemal’in deyişiyle, “Bu kan yine o kandır!”
“Osmanlı adı her duyana lerze-resândır,
Ecdâdımızın heybeti ma’rûf-u cihândır…
Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır!
Gavgâda şehâdetle bütün kâm alırız biz,
Osmanlılarız can verir, nâm alırız biz!”
Zamana ibret!
Son güncelleme: 27 Aralık 2016 06:36
Zaman içinde karşı karşıya gelinen olaylar, tarihsel olguların güncel yansımalarından ibarettir.
Olaylar karşısında düştüğümüz şaşkınlık ve çaresizliğimiz ise, tarihi gerektiği kadar bilememekten ya da yaşadığımız zamana taşıyamamaktan, bir bakıma ibret alamamaktan dolayıdır.
Bu bakış açısıyla J.J.Rausseau, tarihi, “Okuyana kendi gözünün görme derecesine göre yol gösteren bir kılavuz” şeklinde özetlerken, Voltarie,“Tarih, milletlerin tarlasıdır; her millet geçmişte bu tarlaya ne ekmişse, gelecekte onu biçer” diyerek, tarihin günceli belirlemedeki rolüne vurgu yapıyor.
Biz tarihin içine “şefkat”, “adâlet” ve “merhamet” ekmiş bir milletiz: Batı’nın oyunlarını bu meziyetlerimizle bertaraf ettik. Şu son oyunu da boşa çıkaracağız inşallah. İçiniz rahat olsun!
Size Niğde’nin Hacı Abdullah Kasabası’ndan Şehit Muallim Hasan Edhem’in, Çanakkale cephesinden annesine yazdığı mektubu sunuyorum. Bakın ki, günümüz şehitlerinin mektuplarına ne kadar benziyor. Aralarında yüz yıl olmasına rağmen, “gaye birliği” ne kadar net görünüyor.
“Vâlideciğim! Dört asker doğurmakla müftehir (iftihar eden) şanlı Türk annesi!
“Nasihatâmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde (gölgesinde) otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş ruhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim.
“Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden mektup geldi diye tebrik ediyorlardı.
“Gözlerimi biraz sağa çevirdim, güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir seda ile beni tebşir (tebrik) ediyorlardı.
“Nazarlarımı sola çevirdim, çığıl çığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektuptan dolayı gülüyor, oynuyor köpürüyordu.
“Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu.
“Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedâsı ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
“O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
“Ey Allah’ım! Bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi. Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudat onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemâat ile namazı kıldık. Yeşil çayırların üzerine diz çöktüm. Bütün dünyânın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım;
“Ey Allah’ım! Ey şu öten kuşun, şu meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâliki! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, Seni takdir eden ve Seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Rabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri, ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Bu şerefli dileği ihsân eyle ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana duâ eden biz askerlerin süngülerini keskin eyle. Düşmanlarını zâten kahrettin, bütün bütün mahveyle!” diye bir duâ ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ûd, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
“İnşaallah düşman askerlerini kahreder de zaferle yanına döner ve düğünümü yaparız olmaz mı? Valideciğim, bizleri dualarından unutma! Allah senden razı olsun... Oğlun Hasan Edhem; 4 Nisan 1331(17 Nisan 1915).”
Kılıçdaroğlu’nu kandırmışlar!
Son güncelleme: 28 Aralık 2016 06:32
CHP Genel Başkanı Sayın Kılıçdaroğlu Uşak’ta konuşuyor:
“Koca Osmanlı diyorlar. Bir kilo şeker üretemeyen Osmanlı ile övünüyolar. O bir kilo şekeri 1926’da Uşak üretti. Koca Osmanlı bir tüfek üretemedi. O yüzden diyor ya ozan, delikli demir icat oldu mertlik bozuldu diye. Bir delikli demiri üretemeyen koca Osmanlı…”
Her kelimesi, hadi “yalan” demeyelim de kaba kaçmasın, tarihi gerçeklere aykırı olan bu konuşmanın neresini düzelteceksiniz? Galiba en doğrusu şu deyimdir: “Ben bunun neresini düzelteyim bre hane harab!”
Bir insan kendi soyu-sopuyla neden dalga geçmeye kalkışır? Neden aşağılamaya kalkışır?..
Osmanlı’yı küçük görünce Cumhuriyet büyüyor mu? Cumhuriyetin ilân edildiği yıllarda, aynı partinin kurucularında böyle bir algı vardı. Kılıçdaroğlu bunu sürdürerek mi, cumhuriyeti koruduğunu sanıyor?
Gelelim esasa… Osmanlı’da tarımsal düzenleme, sinai üretim, plânlama, ihracat-ithalat ve gümrük rejimi konularında Sayın Kılıçdaroğlu ile ona bu fikirleri verenleri eğitecek kadar yerimiz yok maalesef…
Hadi Osmanlıca belgeleri okuyamıyorlar, bari lâtinceye çevrilmiş olanlara baksınlar, en azından, bu konulara hâkim olan rahmetli tarihçimiz Halil İnalcık’ın “Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi” (Eren Yayınları) isimli eserini okusunlar.
Göreceklerdir ki, Osmanlı, 16. yüzyılın ortalarından itibaren şeker üretip satıyor. Bursa’da, Mısır’dan gelen şekeri alarak İran’a götüren İranlı tacirler var. Yani şeker yalnız üretilmiyor, uluslararası ticareti de yapılıyor.
Mısır ve Kıbrıs şekerinin bir kısmı Ankara’ya geldikten sonra Kefe’ye gidiyor, oradan Rusya başta olmak üzere alıcı bölgelere pazarlanıyor (Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğu’nun Ekonomik ve Sosyal Tarihi…, s. 339.)
Şekerin en fazla üretildiği merkezlerin başında Mısır bölgesi geliyor. Şeker üretiminde Garbiye (Tanta) Sancağı, Bulak Kasabası ve Sa’îd (Kuzey Mısır) bölgesi öne çıkıyor.
Evliya Çelebi’nin verdiği rakamlara göre, Mısır’da devlet yahut özel sektöre ait yüzlerce ifade “şekerhane” var. Buralarda yüzlerce kişi çalışıyor (Evliya’nın söylediğine göre Mısır’da devlete ait 40 şekerhanede 300 işçi çalışıyor).
Bu arada partisinin eski genel başkanı İsmet Paşa’ya izafe edilen bir sözü hatırlatmadan gelemeyeceğim. Devr-i iktidarlarında köylünün şeker bulamadığı söylendiğinde, kendileri şöyle buyurmuşlardı: “Köylüler şeker bulamıyorlarsa pekmez yesinler!”
“Delikli demir”e gelince: Fatih’in “Şahi Topları” döktüğünü ve o sayede surları tarumar ettiğini Kılıçdaroğlu bilmiyor mu? O topları imal eden teknoloji tüfek mi yapamamış?
İki de soru soruyor, Sayın Kılıçdaroğlu:
“Bu ülke kurulurken el kaldırıp indirilerek mi kuruldu?”
“Bizim sınırlarımızı Batılılar mı çizdi?”
İkisinin cevabı da tereddütsüz “evet”dir. Cumhuriyet 158 milletvekilinin el kaldırmasıyla kuruldu (Meclis 300 civarında milletvekilinden oluşuyordu, ama o gün ne hikmetse muhalifler Meclis’e gelememişti).
Partisinin kurucuları Atatürk de İsmet İnönü de el kaldırılarak cumhurbaşkanı seçildiler. El kaldırmayı, yani oy vermeyi neden küçümsediğini anlayamadım doğrusu.
Ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin sınırlarını Batılılar çizdi, evet. Lozan’da çizdiler. Rauf Orbay’ın deyişiyle “Misak-ı Milli yarım kaldı!”
Son söz olarak, Sayın Kılıçdaroğlu’na, “At Debreli, dağlar inlesin!” desek ayıp olur mu acaba?
Öğretmenler, öğrenciler ve KYK
Son güncelleme: 30 Aralık 2016 09:35
Bu ülkede her şey çabucak unutuluyor, ama Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan’ın, Öğretmenler Günü münasebetiyle külliyede ağırladığı öğretmenlere yaptığı “eğitim manifestosu” niteliğindeki konuşması unutulacak gibi değil…
O gün orada bulunan Milli Eğitim Bakanımız, umarım bu konuşmanın içeriğini hayata geçirecek, eğitim sistemini ve ders kitaplarını en kısa zamanda gözden geçirip eğitimi, “Yeni Türkiye”yi taşıyacak nesiller yetiştirecek bir kalite ve kapasiteye kavuşturacaktır.
Sayın Erdoğan şöyle diyor: “Muallimlerine, müderrislerine gerekli hürmeti sunmayan, onların fedakârlıkları karşısında ahde vefa göstermeyen bir ülkenin geleceği karanlıktır. Öğretmenlerini yokluğa, yoksulluğa, çaresizliğe sevk eden bir milletin benlik bilinci de medeniyet tasavvuru da gelişmez, gelişemez. Böyle ülkelerin yerinde sayması mukadderdir.”
Onu dinlerken aklıma, Fatih Sultan Mehmed’in hocası Ak Şemseddin hakkında söyledikleri geliyor: “Bu pîre (ihtiyara) hürmetim ihtiyarsızdır. Yanında ellerim titrer, sözlerimi şaşırırım.”
Ve Sadrazam Mahmud Paşa’ya söyledikleri: “Bu ferah ki bende görürsüz; yalnız bir kal’a (İstanbul) fethine değildür. Ak Şemseddin gibi bir pîr-i aziz, benum zamanumda olduğuna sevinurum.”
Hocasıyla övünen bir padişah portresi, hocaya hürmetle birlikte hocanın kıymetini de unutmuş yeni nesillere herhalde çok şey ifade eder.
Sayın Erdoğan devam ediyor: “Biz terör örgütlerinin kanlı eylemlerinde kullanacağı sarf malzemeleri değil, ülkemizin istikbalini kurtaracak ‘Asım’ın Nesli’ gibi gençler yetiştirmek istiyoruz.”
“Asım’ın nesli diyordum ya, nesilmiş, gerçek,
“İşte çiğnetmedi namusunu, çiğnetmeyecek.”
Nasıl çiğnetmediğini 15 Temmuz’da bir kere daha gördük.
Sayın Erdoğan en vurucu tespitini yapıyor: “Özellikle FETÖ, zamanın gerisinde kalan, toplumun temel değerlerinden uzak, jakoben, baskıcı bir eğitim politikasının ürünüdür.”
Bunun üzerine biraz fazla durmam lâzım…
***
Mehmed Âkif: “Asım’ın Nesli” diyor… Bediüzzaman:“Nesl-i âti” ve “Nesl-i Cedid”…Necip Fazıl: “Büyük Doğu Nesli…
Bendeniz onların ayak tırnağı bile olamazken, iki hasret soluğu arasında yıllardır “Yürek Adam” diye sayıklayıp duruyorum. Hasret aynı hasret…
Mehmed Âkif’e İstiklal Marşı’nı ilham eden de, Bediüzzaman’ı zindanlara meydan okur hale getiren de, Necip Fazıl’ı seksen küsür yaşında diri tutan da hep o hasrettir… O muhteşem hasretin çocuğu olarak, bir vicdan borcumu hemen sözlerimin girişinde ödemek istiyorum…
Pek kimse farkında değil, ama Gençlik ve Spor Bakanlığı Sayın Akif Çağatay Kılıç’ın rehberliğinde muhteşem işler yapıyor…
Bakanlığa bağlı olarak faaliyet gösteren Kredi ve Yurtlar Kurumu, bir yandan beş yıldızlı yurtlar inşa ederek öğrencilerin barınma problemlerini yeni Türkiye’ye yaraşır biçimde çözerken, bir yandan da yurtlarda barındırdığı üniversiteli gençlere, folklordan elişlerine, resimden hat sanatına, ebrudan kültür eğitimine kadar envai çeşit hizmetler sunuyor.
İl ve ilçelerde çok iyi organize olan Kredi ve Yurtlar Kurumu, hem çocuklarımızı ihanet şebekelerinin yurtlarına muhtaç durumdan kurtarıyor, hem de ebedi hasretimize uygun şekilde yetişmeleri için büyük çaba harcıyor.
Seslerinin çok çıkmamasına bakmayın: KYK müthiş bir başarı öyküsü yazıyor.
Bendeniz de, birçok ilim ve fikir adamımız gibi, bu konuda elimden geleni yapıyor, KYK yurtlarında kalan üniversite öğrencilerine, “Asırlardır Sönmeyen Kandiller” başlığı altında “Padişah Hocaları”nı anlatıyorum.
Gerçekten de onları tanımaya ve ilham almaya muhtacız. Hele aralarında ikisi var ki, derinlemesine incelenmesi ve bilinmesi lâzım. Bunlardan biri meşhur tarihçimiz Hoca Sadüddin Efendi, ikincisi ise Sultan IV. Murad dönemi allamelerinden Koçi Bey’dir.
Yarın bunlardan birine kısaca bakalım…
Bu yılbaşı “Noel Baba” gelmeyecek!
Son güncelleme: 31 Aralık 2016 07:06
“Noel Baba” efsanesine inanan ve bunu İslâm dünyasına da bulaştıran Batı kültürü, yılbaşında boşu boşuna “Noel Baba”yı beklemesin!..
Çünkü gelmeyecek!..
Batı emperyalizmi, 2016 yılı içinde, Afganistan’da, Filistin’de, Gazze’de, Irak’ta, Türkiye’de (canlı bombalar ve bomba yüklü arabalarla), Suriye’nin çeşitli bölgelerinde ve özellikle Halep’te ve göçler sırasında öylesine çok çocuğun ölümüne seyirci kaldı ki, “Noel Baba” bile utandı!
Göç sırasında boğulmuş çocukların, Akdeniz sahillerine vuran körpecik cesetlerini görmemek için gelmeyecek!..
Bombalardan kaçarken, dağlarda donarak kaskatı kesilen masum bedenleri görmemek için gelmeyecek!..
Kirletilen annelerine, işkence altında öldürülen babalarına, çalınan vatanlarına ağlamalarını görmemek için gelmeyecek!..
Suriyeli, Iraklı, Afganlı, Arap, Türkmen, Kürt, Türk çocuklar ölürken Avrupalı çocuklara hediye taşımayı ahlâkî bulmadığı için...
Bu yılbaşında “Noel Baba” gelmeyecek...
Bu sene “Noel Baba” boykotta!..
Boşuna beklemeyin...
Boşuna çam süslemeyin...
Boşuna kirli çoraplarınızı şömine başına asmayın...
Hindi kesmeyin...
Kafa çekmeyin...
Şaklabanlık yapmayın...
“Noel Baba”yı da beklemeyin...
Gelmeyecek.
Zira sizden çok utanmış...
Kahretmiş...
Küsmüş...
Sevmeyi...
Hoş görmeyi...
Anlayış göstermeyi...
Kısacası, insan olmayı...
İnsanca yaşayıp yaşatmayı...
Şefkati...
Merhameti...
Paylaşmayı...
Öğretemediği için, Batı dünyasına kızıp kulübesine çekilmiş.
Bu sene bacalardan girmesini beklemeyin...
Çuval çuval hediye getirmesini beklemeyin...
Batılı çocukları sevindirmesini beklemeyin.
Siz öldürdükçe...
Ölen çocukları sadece seyrettikçe...
Sınırlarınıza dikenli teller gerip göçmenlerin yüreğini kanattıkça...
Utancınıza bürünüp saklanacak!
Ortaya çıkmayacak artık.
Suratınıza bakmayacak!
Çünkü siz bu umursamazlığınızla, sadece dirileri değil, ölüleri, hatta efsaneleri bile utandırıyorsunuz...
Ama siz utanmıyorsunuz!
Padişahlara düzen veren âlim: Koçi Bey
Son güncelleme: 02 Ocak 2017 06:38
Bilirsiniz: Doğru düzgün her padişahın arkasında doğru düzgün bir “hoca” var. Bunlar “gözünü budaktan, sözünü dudaktan” sakınmayan korkusuz insanlardır.
Yeri geldiğinde halim-selim, yeri geldiğinde celalli bir üslup kullanır, sözlerini eğip bükmeden, en sert padişahlara bile gerçeği haykırırlar.
Beş sermayeleri vardır:
İman;
İhlas;
İlim;
Fazilet;
Samimiyet.
Bunlara irfan, hikmet ve tevazu da eklenebilir…
Ve tabii müthiş bir itibar! Öyle bir itibar ki, hayatın imbiğinde damıtılmış, sınavlardan geçmiştir. Bu yüzden vatan sevgileri tescillidir.
Bir özellikleri daha var: Asla doğrudan devlet yönetimine talip olmamak, maddi-manevi çıkar peşinde koşmamak, yalana dolana, hileye-hurdaya tevessül etmemek, fitne-fücurla uğraşmamak, devleti yönetenlere gerçekleri söylemek suretiyle, sadece “ikaz” ve “irşad” görevi yapmak...
Sicill-i Osmani’de kendisinden “Siyasi işlere vâkıf, kâmil ve akıllı bir zat idi” şeklinde tanımlanan Koçi Bey lâkabıyla meşhur Mustafa Bey de bunlardan biridir. Bir dönemdevletin zirvesine “akıl hocalığı” yapmış, Sultan IV. Murad ve ondan sonra tahta geçen kardeşi Sultan İbrahim’e yol göstermiştir.
Enderun’da (Sanat, Siyaset ve Diplomat Okulu) eğitildiği için bilgisi ve görgüsü son derece geniştir. Ayrıca çeşitli devlet görevlerinde pratik yapmış, gözlemlerde bulunmuştur. Hasoda’ya alındıktan sonra da padişahlara “yakın danışman” olarak deneyimlerini arttırmış, herkesin sevgisini, güvenini ve saygısını kazanmıştır.
Yazdığı eserlerden anlaşıldığı kadarıyla Koçi Bey, Osmanlı toplumu ve devlet kurumları hakkında son derece geniş ve son derece derin bir bilgiye sahiptir. Aynı zamanda bilgiyi analiz edip mevcut duruma uyarlayabilme yeteneği de vardır.
Şuradan bellidir ki, devletin aksayan yönlerine işaret etmekle kalmıyor, alternatif çözümler de önerebiliyor.
Çok da mütevazıdır: Enaniyetten (benlik ve bencillikten) öyle bir arınma arınmıştı ki, Sultan I. Ahmed’e sunduğu raporda, fikirlerin kendisine ait olduğunun bilinmesini istemiyor, “kendi fikirleriymiş gibi” uygulamasını öneriyor. Hatta okuyup hazmettikten sonra, raporun yakılmasını istirham ediyor (iyi ki Padişah o raporu yakmadı, yoksa “Âkîl adam” portresini nasıl çizebilirdik?)
Koçi Bey, raporunun başında Osmanlı’nın en parlak devirlerini tasvir ediyor ve bunun sebeplerini sıralıyor…
Ardından mevcut düzene gelip acımasızca ve pervasızca eleştiriyor. Ona göre, Kanuni zamanından başlayarak “kanun-i kadim” bozulmuş, işler şirazesinden çıkmış, kurumlar laçkalaşmış, dalkavukların sayısı artmış, rüşvet çoğalıp yaygınlaşmıştır…
“Padişahımızın malumu olduğu üzere, Osmanoğullarının yüce soyları-Cenâb-ı Hak mizan gününe kadar devam ettirsin-padişahlarından memleket genişliği, hazine çokluğu ve şevket bakımından kemal bulan, Allah rahmetine ulaşmış, suçları Cenâb-ı Hak tarafından affolunmuş olan Sultan Süleyman Han idi. Ve yine âlemin bozulmasına sebep olan haller dahi onların zamanında meydana çıkıp, devlet en kudretli zamanında olmakla, belirtileri o zaman duyulmayıp, birkaç seneden beri görünür oldu. Hazreti Resul (Sallallahu aleyhi vesellem) ve ciharyari güzin–Allah hepsinden razı olsun-ve diğer halife sultanlar–Allah burhanlarını nurlandırsın-şahsen kendileri divan yapıp, halkın işlerini bizzat görürlerdi. Ve o kadar perde arkasında değillerdi. Ve o yüzden dünya ahvaline gerektiği gibi bilgi hasıl ederlerdi. Hatta bu devlet-i aliyyede dahi öylece olurdu. Kahredici Sultan Selim–Günahları örtüp affedici Allah’ın rahmeti üzerine olsun-divanhanede bizzat divan yapıp, padişah kullarını, kullar padişahı bilirdi…”
Günümüzde bu kalite ve kapasitede “hoca” yok. Olsaydı dinleyen olur muydu, bilmiyorum. Bildiğim şu ki, iyi niyet ve samimiyetle yanlışa “yanlış” diyecek Koçi Bey gibi “hoca”lara çok muhtacız.
Biz kazanacağız!
Son güncelleme: 03 Ocak 2017 07:06
Ne yazık ki, bir vurgun daha yedik!..
Yine alev okları saplandı yüreğimize, yüreğimiz yine yarıldı...
Bu kez Ortaköy’de vurdular bizi...
Türk, Kürt, Laz, Çerkez, Boşnak, Arap, Abaza ayırımı yapmadan Sünnimizle, Şiimizle hepimizi vurdular, Ortaköy’de: İnançlımızı, inançsızımızı beraber vurdular...
Böylesine bir katliam karşısında, hiç kimse hiçbir mazerete sığınamaz... Kimse “bana ne” diyemez. Bu saldırıya hiç kimse duyarsız kalamaz... “Öteki”ne yönelik olarak algılayamaz...
Çünkü bu tür saldırılar “BİZ”e, dindarımızla, laikimizle, “HEPİMİZ”e yöneliktir...
İnanan, inanmayan; içen içmeyen; yılbaşını kutlayan, kutlamayan; eğlenen, eğlenmeyen; dans eden, sema eden; evinde oturan, eğlence yerine giden...
Kısacası, bütün Türklere, bütün Kürtlere, bütün Alevilere, bütün Sünnilere, bütün inanç şekillerine, hayat tarzımıza...
Özet olarak, bu saldırı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne...
Ay-yıldızlı al bayrağımıza...
Huzura ve kardeşliğe...
Bu saldırı “BİZ”e dostlar, “HEPİMİZ”e...
Bu yüzden hepimiz tek yürek, tek yumruk olup karşı çıkmak zorundayız...
Bu ve benzeri saldırıların tek ilâcı vardır, sorgusuz-sualsiz karşı çıkmak...
Aramızdaki görüş ayrılıklarını, farklılıkları, ihtilâfları, hazımsızlıkları, öfkeleri, hatta kinleri nefretleri erteleyip “Vatanın bölünmez bütünlüğü” etrafında kenetlenmek...
Ve tehdit/ tehlike bütünüyle bertaraf oluncaya kadar, tek vücut halinde her türlü teröre, terörist saldırılara karşı çıkmak...
¥
Böyle zamanlarda hastalıklı ruhlar ortaya çıkar ve “sosyal medya” denilen alanı hezeyanlarıyla kirletirler...
Radikal-marjinal gruplar, toplum içindeki farklılıkları çatışmaya dönüştürmeye çalışırlar...
“Algı operasyonları”yla kışkırtma yaparlar...
Her türlü yalana-dolana, hezeyana kapılarımızı sımsıkı kapatmalı, sevgi ve müsamahayı öne çıkarmalıyız...
Bu hedefsiz ve amaçsız terörün üstesinden mutlaka geleceğiz! Mutlaka “BİZ” kazanacağız!
Daha önce de vurulmuştuk, unuttunuz mu, biz bu teröre kırk yılda kırk bine yakın can verdik.
Herkes bilsin ki, “varlık mücadelesi” veriyoruz! Aslında bu canhıraş mücadele Malazgirt Zaferi’yle başladı, İstanbul’un fethiyle ikiye katlandı...
Bizim açımızdan bu kavganın adı “vatan kavgası”, elalem için ise “Anadolu’ya ve Boğazlar’a hâkimiyet Savaşı”dır.
Bu mücadeleyi kazanmanın tek şartı, ihtilaflarımızı unutup birbirimize kenetlenmekten ibarettir. Bizi bölüp parçalayarak tarihten silmek isteyenlere karşı en anlamlı cevap böyle bir cevap olacaktır.
“Alevi Katliamı!”
Son güncelleme: 04 Ocak 2017 06:40
CHP milletvekillerinden biri (hangisi bilmiyorum, zaten pek de fark etmiyor), Anayasa Komisyonu toplantısı sırasında, konu ile uzaktan yakından ilgisi bulunmayan Yavuz Sultan Selim’e “zalim” ve “katil” gibi sıfatlarla hakaretler yağdırmış, “Aleviler böyle inanıyor” diyerek de güya hakaretlerine zemin oluşturmuştur.
Kimse kimsenin inancını değiştirmek zorunda değildir. Ama tarihten söz ediyorsak, dönemin şartlarını dikkate almak ve her söylediğimizi belgelere dayandırmak zorundayız.
Bir bakıyorsunuz, Genel Başkan Sayın Kılıçdaroğlu, hiç gereği yokken meydan mitinginde Osmanlı’yı aşağılayıcı ifadeler kullanıyor, bir bakıyorsunuz hemen ardından bir milletvekili Yavuz Sultan Selim’e hakaret ediyor.
Belli ki CHP’de tepeden tırnağa bir “Osmanlı düşmanlığı” var. Öyle olmasaydı yakın tarihimize damga vuran “Alevi kırımı”ndan da bahseder, kendi partilerinin mutlak iktidarı zamanında Dersim’in acımasızca ve ilkesizce bombalanmasını, çoluk-çocuk, suçlu-suçsuz ayırımı yapılmadan insanların katledilmesini ısrarla görmezden gelmezlerdi.
Anlaşılan niyet gerçeğe ulaşmak değil, Osmanlı’ya bulaşmak ve bu suretle kendilerine oy vermeyen Osmanlı sevdalılarından intikam almak…
Sebep ne olursa olsun, özellikle Alevi çevrelerde yaygın bulunan ve “mutlak doğru” nazarıyla bakılanbu bilgi, konu üzerinde geniş araştırmalar yapan tarihçiler tarafından doğrulanmamaktadır.
Nitekim akademisyenlerin çoğu bu sayının gerçeklikten uzak olduğunu söylüyorlar. Meselâ tarihçi Mustafa Akdağ, “Bu pek şişirilmiş bir sayıdır” diyor, “çünkü bu padişah devrine ait pek çok mahkeme defterleri hâlâ elimizdedir. Bunlar üzerinde yaptığımız araştırmalarda, bu çapta kitle idamlarına rastlayamadık. Eğer öyle kanlı bir olay geçseydi, bu defterlerde yer alması zorunlu idi.”
Prof. Feridun Emecen ise, “Bu rivayetin nasıl doğduğu, nereden çıktığı ile ilgili araştırmalar yaptım. Bir defa Osmanlı belgelerinde böyle bir katliama rastlamadım. Belgelerde tek Safevi yanlısı propaganda yapan ajan ve bunlara sempati duyup yayan kimi tarikat dervişlerinin takibi, ayrıca yine bunlara alttan yardım eden tımarlı sipahilerin belirlemeleri ile ilgili kayıtlar var” diyor.
Biliyoruz ki, 40 bin Alevi’nin Yavuz tarafından katledildiğine dair herhangi bir bilgi, tek istisna ile dönemin kaynakları olan “Selimname” literatüründe geçmez. O istisna İdris-i Bitlisi’nin “Selimşahname” isimli kitabıdır. Bitlisi, yıllarca Yavuz Sultan Selim’in yanında bulunmuş ve önemli hizmetler görmüştür. Döneme ilişkin bilgileri toplamış, fakat kitaplaştıramadan ölmüştür. Daha sonra oğlu Ebulfazl Mehmed Çelebi, babasının notlarını derleyip toplayarak ve kendi görüşlerini de ekleyerek babasının eserini tamamlamıştır.
Meşhur iddia bu eserde yer alıyor. Sonra yazılan kitaplarda ise aynen tekrarlanıyor. Bu suretle yanlış yaygınlaşıyor.
Robert Mantran (Osmanlı İmparatorluğu Tarihi) gibi gerçeği arayan bazı Batılı tarihçiler bile bu tür iddiaları “desteksiz atış” manzumesinden sayıyor ve şöyle diyor:
“Göründüğü kadarıyla, bu ‘büyücü avı’, özellikle olaylara bulaşan tımar sahiplerini yerlerinden atmak ve bilinen elebaşları öldürmekten ibaret kaldı. 1513 ya da 1514’te olan 40.000 Alevi’nin kırılması efsanesini destekleyen hiçbir kanıt yok elimizde.”
Onca cesedi nereye gömdüler? Olayın yaşandığı Tokat, Sivas ve Yozgat üçgeninde yıllardan beri yollar, havaalanları, tüneller yapılıyor, ama toplu mezara rastlanmadı.
Ayrıca, 40 bin erkeğin katledilmesi demek, o zamanki nüfus yoğunluğuna göre, 10 civarında şehrin yetişkin erkek nüfusunun ortadan kaldırılması demektir ki, Osmanlı gibi bir tarım toplumunda üretimin ciddi biçimde düşmesi neticesinde devlete ödenen yıllık vergilerin azalmasını gerektirir. Böyle bir azalma yok.
Dahası, Şah İsmail, İran’a hâkim olduğunda büyük bir Sünni temizliğine girişti ve 40-50 bin civarında Sünni katletti. Devrin kaynaklarında açıkça yer alan bu gerçeği kimsenin dillendirmemesi de çok enteresan!
Rusya ile ortak tarihimiz
Son güncelleme: 06 Ocak 2017 08:11
Osmanlılar muhteşem yüzyıllarda dış ülkelere daimi temsilci göndermez, bir devletle anlaştıklarında yazılı belge vermez, sadece söz verirlerdi.
Osmanlı’nın sözü senetti ve bunu herkes bilirdi.
İlk “Sefir-i Kebir”imiz (Büyükelçi) Yirmisekiz Mehmed Çelebi 1720’de Sultan III. Ahmed döneminde Paris’e gitti.
İkincisi Es-seyyid Ali Efendi 1797’de yine Paris’e gitti. Osmanlı’nın tenezzül buyurup bir devlete temsilci göndermesi o ülke için büyük şeref sayılıyordu. Avrupa çalkalanmıştı. Paris sosyetesine “Türk modası” hâkim olmuş, cübbe giyip sarık sarmışlardı. Dahası var: Ramazanda bizimkilerin topluca teravih kıldıkları duyulmuş, Parisli kadınlar teravih namazına katılmak için, “Sefir-i Kebir”imize ricacı göndermişlerdi.
Bunun dışında Çarlık Rusyasıyla münasebetlerimiz resmi olarak 1497’de başladı. Kimi savaş, kimi barış, kimi ittifak, kimi ihtilaf, kimi de ticaretle devam etti.
Osmanlı Başkenti’nde sürekli bir “Sefir-i Kebir” bulundurma hakkını Rusya, “İstanbul Antlaşması”yla(1700)kazandı. 1711’de de meşhur Prut Savaşı patladı.
İlginçtir, ama bu savaşa yine bir Avrupalı kralı kurtarmak için girdik. İsveç Kralı Demirbaş Şarl, Poltava Savaşı’nda Rus Çarı I. Petro’ya (bizim tarihlere göre “deli”, Rus tarihine göre “büyük”) yenilmiş ve Osmanlı topraklarına sığınarak zar-zor canını kurtarmıştı. Sultan III. Ahmed’e birmektup yazdı. Rusya’ya karşı kendisini korumasını rica etti.
Sultan III. Ahmed, hem Demirbaş Şarl’ı kurtarmak, hem de Petro’nun “Büyük Rusya” hayalini yıkmak üzere Rusya’ya savaş açtı. Baltacı Mehmed Paşa, Serdâr-ı Ekrem (Başkomutan) tayin edildi.
Osmanlı ordusu, Prut Nehri kıyısında, Mareşal Şermetiyef komutasındaki Rus ordusuyla karşılaştı. Baltacı Mehmed Paşa, son derece usta bir manevra ile Rus ordusunu dört yandan kuşatmayı başardı. Osmanlı topçusunun yoğun ateşi altında büyük zayiat verdiler. Bombardıman ve hücum günlerce sürdü.
Dayanamayacağını anlayan Mareşal Şeremitiyev, arka arkaya iki mektup göndererek barış istedi. Savaş uzadıkça yeniçerilerde bıkkınlık alâmetleri görülmeye başlamıştı. Baltacı Mehmed Paşa, “Savaş Şûrası”nı topladı. Kırım Hanı hariç, komutanların çoğu barış teklifinin kabulünde birleştiler. Akabinde “Prut Antlaşması” imzalandı (22 Temmuz 1711).
Gelelim Katerina hikâyesine…
1. Prut Savaşı’nı en ince ayrıntılarıyla anlatan iki tarafa ait ruznâmelerden (günlük) hiç biri Katerina ile Baltacı’nın buluşmalarından bahsetmiyor.
2. Sultan III. Ahmed devrini dört ciltte tüm teferruatıyla nakleden tarihçi Raşit de böyle bir olaya yer vermiyor…
3. Sadece Başkomutan’ın (Baltacı’nın) kararıyla barış olmaz; bu kararı vezirlerden, komutanlardan ve diplomatik heyetten oluşan harp divanı verebilir.
4. Baltacı’nın, Katerina’ya, yahut altınlarına tamah etmesine esasen gerek de yoktur; zira savaş kazanılınca Katerina nasılsa esir alınacak, tüm altınları ile mücevherleri de ganimet olarak ele geçecektir…
5. Baltacı, rüşvet almak istese alır, kuşatmayı ise kaldırmazdı. Böyle bir durumda Çar Petro, yahut eşi Katerina hangi dünya mahkemesine başvuracaktı?
6. Zaten Çar Petro ile karısı savaş meydanına hiç gitmediler. Petro, Mareşal Şermetiyef aracılığıyla savaşı uzaktan yönetti…
Yani, Rus Çariçesi Katerina ile Baltacı Mehmed Paşa’nın buluşmaları, tamamen hayal mahsulüdür. Dönemin hiçbir Türk ve Avrupa kaynağında, böyle bir iddia mevcut değildir. Prut Seferi’nden hemen sonra Baltacı’yı sadaretten (sadrazamlıktan) düşürmek için çalışan İstanbul’daki rakipleri dahi böyle bir iddiada bulunmamışlardır…
Bu tür iftiralar, onları kendileri gibi zanneden ucuz piyasa romancılarının kaleminden çıkmış, maalesef “bizden” bazı isimler tarafından da benimsenmiştir.
Rusya ile yakınlaştığımız şu günlerde, tarihi olayları bilmekte fayda var sanırım.
“Düşene vurmayız!”
Son güncelleme: 07 Ocak 2017 06:44
1910’lu yıllar Osmanlı açısından felaket yıllarıdır. Osmanlı Devleti, Avrupalı büyüklerle Rusya arasında kıskaca alınmış, onların kışkırttığı iç isyanlarla boğuşuyor…
Bulgaristan, Sırbistan, Yunanistan ve Karadağ isyanlarında, Osmanlı’nın Balkanlardaki varlığı tartışılır hale geliyor. Ayrıca İtalyanlar Trablusgarb’i (Libya) Osmanlı’dan koparmak üzere 29 Eylül 1911’de harekete geçiyorlar. Anadolu aslanları çöllerde şehit düşüyor.
O tarihlerde, Osmanlı tahtında, “Hürriyetin ilk padişahı benim ve bunda müftehirim” diyen Sultan Mehmed Reşat oturuyor. Osmanlı Devleti her taraftan kırpılmış, daha da hazini yabancılar, devlet içinde devlet olmuşlar.
En şımarıkları da Rusya: Rus Sefiri’nin iki dudağının arasından çıkan her söz, İttihad ve Terakki iktidarını hop oturtup, hop kaldırıyor.
Osmanlı bıkkın, lâkin derdini kime yanmalı? Gücünün zirvesinde olduğu yıllarda yaltaklanan Rus, en zayıf anında Osmanlı’yı yüreğinden vurmak için fırsat gözlüyor. Osmanlı devlet ricali de bu fırsatı Rus’a vermemek için aşırı temkinli davranıyor.
Hasan Tahsin Bey (Uzer), o sıralar Beyoğlu Mutasarrıfı’dır (Tanzimat’tan sonra, sancak yöneticisine verilen isim). Hayırlı bir işe teşebbüs edip Beyoğlu’ndan Büyükdere’ye telefon hattı çektiriyor, lâkin telefon direklerinden birkaçı Rus Sefareti’nin önüne rastlıyor. Rus Sefiri hemen ultimatomu Babıâli’ye (hükümete) dayıyor: “Manzaramı kapatan bu direkler hemen kaldırılsın!”
Babıâli yine çaresizdir. Kendi topraklarına diktiği birkaç telefon direğini koruma gücünden mahrum görüntüsünden kendisi bile ürker. Zira saldırmak için Rusya’nın bahane aradığını bilmekte, bu bahaneyi vermemek için tedbirli ve temkinli davranmakta, hatta zaman zaman bunu oldukça abartmaktadır.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey, Babıâli’ye çağırılıyor ve Sefir’in isteği doğrultusunda, direkleri kaldırması isteniyor: “Böyle basit bir meseleyi büyütüp Rusya ile bozuşmayalım. Git Sefire, direkleri kaldırtacağını söyle.”
Ertesi gün, Tahsin Bey, Sefir’le görüşmek için Rus Sefareti’ne gidiyor. Tam o sırada Rus Sefiri tüm haşletiyle merdivenlerde beliriyor; bakışıyorlar.
Sefaret görevlisi anlatıyor: “Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey, şu telefon direkleri mevzuunu Ekselanslarıyla görüşmeye geldiler.”
“Ekselânsları”nın burnu Kaf Dağı’nda: “Ben koskoca Rus Çarı’nın temsilcisiyim, bir mutasarrıfla asla görüşmem. Sadrazamı gelip rica etsin!”
Çıkıp gidiyor. Tahsin Bey, taş kesiliyor, kanatırcasına dişlerini sıkıyor: “Aman Allahım!” diye mırıldanıyor, “koskoca Osmanlı ne hallere düştü.”
Bu olaydan bir süre sonra, Rusya’da Çarlık yıkılıyor. İdareyi Komünistler ele geçiriyor. Bu radikal değişiklik sebebiyle ülkeden kaçan Beyaz Ruslar’dan bir grup İstanbul’a sığınıyor...
Sefil, perişan, bir lokma ekmeğe muhtaçtırlar. Ancak hayırsever İstanbulluların yardımlarıyla hayatlarını devam ettirebiliyorlar.
Beyoğlu Mutasarrıfı Tahsin Bey, bir gün Rus göçmenleri ziyarete gidiyor. Amacı Fransızca bilen bir Rus bulup oğluna öğretmen olarak tutmaktır.
Birini gözü ısırınca, yanına yaklaşıyor. Kim olduğunu çıkarınca da, “Aman Allah’ım!” diye inliyor, “koskoca Sefir ne hallere düştü.”
Yırtık-pırtık elbiseler içinde sersefil görünen bu adam, vaktiyle kendisini küçümseyip sefaretten kovan Rus Sefiri’nden başkası değildir.
Adamı alıp evine götürüyor. Yedirip, giydiriyor. Bir güzel ağırlıyor. Cebine de hatırı sayılır miktarda para koyduktan sonra, eskiye dair tek kelime etmeden uğurluyor.
***
Yıllar sonra hikâyeyi öğrenen bir dostu, “Vaktiyle sana yaptıklarını niçin yüzüne vurmadın?” diye sorunca, Hasan Tahsin Bey şu nefis cevabı veriyor:
“Biz Osmanlı terbiyesi aldık, düşene vurmayız!”
Eski “muharrir”leri özledim
Son güncelleme: 09 Ocak 2017 06:42
Eskiden “muharrir”ler vardı, sonra isim değiştirip “köşe yazarı” oldular…
“Muharrir”,“köşe yazarı” oldu olalı, hakaretler dizisi “köşe yazısı”, “küfür” de “fikir” sayılıyor!..
Eskilerimiz böyle durumları “minel acaib ve minel garaib” (hem acaip hem de garip) diye karşılarlardı…
“Uydurukça”cılığa meylettik edeli, bir cümle ile bir dünyayı özetleyen terimlerimizi de hatırlayamaz olduk.
Ayrıca ortada, köşe yazarlarının tek konuya kendilerini hapsetmeleri gibi daha da acınası bir durum var…
Köşe yazarlarında (birkaçını hariç tutacak olursak) çeşitlilik kalmadı. Tek malzeme siyaset… O kadar ki, hangi olay karşısında hangi yazarın ne yazacağını aşağı-yukarı kestirebiliyorum.
Söyleyene bile faydası olmayan cümleleri her gün alt alta dizip sütunlar dolduruyor, “fikir” üretirmiş gibi yaparak geçinip gidiyoruz.
Yazılarımız çoğunlukla “o ona dedi, bu buna dedi, acaba kim ne dedi?” şeklinde dedikodu üretmek, yaymak, sağa-sola sataşmak, şunun-bunun “kirli çamaşır”larını didikleyerek ifşa etmek şeklinde oluyor…
Siyasi liderler ve siyasetçiler arasında gel-gitte hayatımız tükeniyor.
Kırk yıl sonra bir de bakıyoruz ki, yazdıklarımızdan geriye hiç bir şey kalmamış…
Ömrümüz lâklâkla geçmiş!..
Kalıcılığı olmayan fikrin adı, “dedikodu”dur!
Siyaset yazmak için bilealtyapı lâzım:İyi derecede dünya tarihi, ülke tarihi, siyasi tarih, sanat tarihi, savaş tarihi,felsefe ve edebiyat bileceksiniz.
Eski muharrirlerimiz sanattan, felsefeden, edebiyattan, tarihten söz ederlerdi. Konu yelpazesi çok genişti. Yazılar çok renkliydi. Okuyanlar bir şeyler öğrenir, bu yüzden muharrirlerin kendi aralarında zaman zaman girdikleri tartışmalar ilgiyle izlenirdi.
Yine bu yüzden her muharririn sadık okur kitlesi olur, muharrir hangi gazeteye gitse, okurları o gazeteyi alırlardı.
Bakalım eski muharrirlerimiz neler yazarlardı?
Sevgi-hoşgörü…
Akrabalık, komşuluk ilişkileri…
Mevsim değişikliklerinin hayata ve edebiyata yansıması…
Kış mevsiminde sokakta yatmak zorunda kalan insanlar…
Sokak hayvanları…
Batı’nın bize oynadığı oyunlar…
Aile-çocuk ilişkileri…
Felsefe, edebiyat, sanat üzerine yeni akımlar…
Roman, hikâye, masal ve şiirin insan psikolojisi üzerine etkileri…
İş ve aile hayatı dengesi…
Eğitim-öğretim meseleleri…
Bilgi, hikmet, irfan…
Tasavvuf ve mânevi değerler…
Lisan-insan ve insan yetiştirme…
Milli tarihin arka plânı…
Sorgulamadan kabullendiğimiz devrimlerin günlük hayatımıza etkileri…
Daha pek çok konu… Onları okudukça, insan, neler kaybettiğini daha iyi anlıyor.
Neden Osmanlı?
Son güncelleme: 10 Ocak 2017 07:02
Timur Han Türk ve Müslümandı, ama amaçsız bir cihangirdi. Geleceğe ilişkin hiçbir plânı-projesi ve kalıcı olmak gibi bir derdi yoktu…
Oysa Yıldırım Beyazıd’ın Doğu Roma’yı (Bizans) fethedip Peygamber Efendimiz’in müjdesiyle buluşmak gibi bir derdi vardı. Bu aslında Osmanlı Devleti’nin kuruluş felsefesiydi ve kuruluştan itibaren her padişah, adımlarını bu istikamette atmıştı.
Feth-i Mübin’le Osmanlı arasına Timur Han girdi. Ankara Savaşı’yla (1402) fetih elli yıl kadar ertelendi, ama engellenemedi.
O savaşta Timur Han sadece Osmanlı ordusunu yerle bir etmedi, aynı zamanda yıllar boyu harcanan emekle oluşturulan Anadolu Birliği’ni de yerle bir etti. Zaman içinde Osmanlı’ya tabi olmuş Anadolu beyliklerini yeniden kurdu. Karesi ve Kadı Burhaneddin beylikleri hariç, tüm beylikler Osmanlı’dan ayrıldılar.
En kârlısı Karamanoğlu Mehmed Bey yönetimindeki Karamanoğulları Beyliği’ydi. Toprakları neredeyse Anadolu’nun üçte birini kaplıyordu. Mehmed Bey, Timur Han sayesinde birden bire büyük ve güçlü bir devlete sahip olmuştu.
Zaten Timur Han’ın amacı da buydu: Anadolu’da Osmanlı hâkimiyeti istemiyordu. O kadar ki, Karamanoğlu Mehmed Bey’i, tüm “beyliklerin emiri” (Osmanlılar dâhil) ilân etmişti. Bizans da rahat bir nefes almıştı.
Ayrıca Osmanlı’ya bıraktığı toprakları da Yıldırım Bayezid’in oğulları arasında bölüştürmüştü. Kendisine tabi olmaları şartıyla, Rumeli’deki yerleri Şehzade Süleyman’a, Balıkesir ve Bursa havalisini Şehzade İsa Çelebi’ye, Amasya’yı Şehzade Mehmed Çelebi’ye vermişti. Bölüştürmeden memnun olmayan Şehzade Musa Çelebi, bir süre sonra İsa Çelebi’ye saldırıp Bursa’dan çekilmesini sağlayacak, Yıldırım’ın en küçük şehzadesi Mustafa Çelebi ise sığındığı Bizans’tan bir süre gelişmeleri izledikten sonra, münasip ilk fırsatta Bizans’tan yardım alıp kardeşleriyle savaşa tutuşacaktı.
“Fasıla-i Saltanat” ya da “Fetret Devri” denilen bu kanlı ve kaotik ortam tam onbir yıl sürecekti.
Sebepler ve şartlar açısından bakıldığında, Osmanlı Devleti’nin yeniden dirilmesi, tekrar büyüyüp gelişmesi, Anadolu birliğini yeniden sağlaması ve Doğu Roma’yı fethetmesi imkânsız görünüyordu. Bu yüzden Bizans bayram ediyordu.
Fakat olumsuz şartlar ve sebepler kaderi değiştiremez!
Hatırlayalım ki, Osmanlı’nın tarih sahnesine ilk çıktığı dönemde de Anadolu’da Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Çandaroğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi, bir sürü beylik var. Hatta bunlardan bazıları, Osmanlı’nın kökünü teşkil eden Kayı Aşireti’nden kat bekat büyüktür. Buna rağmen imparatorluk burcuna çıkmak Osmanoğulları’na nasip olmuştur.
Ne dersiniz: Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından sadece Osmanlı Beyliği’nin imparatorluk burcuna yükselmesindeki sır nedir?
Bence “dini” ve “milli” hedeflere sahip bulunmalarıdır…
Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”, milli hedef ise “Kızıl Elma”dır. İnsanlar bu hedeflere göre eğitilip yetiştirilmişlerdi. Her birey, bu hedeflere ulaşmayı “varlık sebebi” sayıyordu.
Mevlâna, Yunus, Edebali, Dursun Fakih gibi “şeyh”lerle, Yesevi’nin Alp Erenler’i bu ebedi emeli yürekten yüreğe gergef işler gibi işlemişler, her Kayılı’yı bu hedef etrafında bütünlemişlerdi. Her Kayılı’nın yüreği yine bu hedef sayesinde bir atom çekirdeğine dönüşmüştü.
“İlle de milli ve yerli eğitim”, “ille de hedef sahibi insan yetiştirmek” diye ısrarım boşuna değil.
Yavuz Sultan Selim gerçeği
Son güncelleme: 11 Ocak 2017 06:44
Timur Han’ın Ankara Savaşı sonrasında oluşturduğu boşluklardan birine Safeviler yerleşmiş, Osmanlı’nın on birsene sürenkanlı ve kaotik ortamından yararlanarak büyümüş, güçlenmişti. Güçlenmiş de gözünü Anadolu’ya dikmişti.
Şah İsmail’in “mürit” görüntülü müfritleri Anadolu’da cirit atıyor, yer yer ayaklanmalar çıkarıyor, merkezin gücü Anadolu’nun özellikle bazı bölgelerinde etkisiz kalıyordu.
Osmanlı bir kere daha “varlık”la, “yokluk” arasına sıkışmıştı: O kadar ki, devlet hayatının devamı, Şah İsmail’in bertaraf edilmesine bağlı hale gelmişti. Bu durumda, sadece Yavuz değil, dün ve bugün, sorumluluğunun idraki içinde bulunan hiçbir yönetici “nemelâzım” diyemez.
Şah’ın üzerine hışımla yürümek zorundaydı. Şeyhülislamın “fetva”sını aldı ve Çaldıran yoluna düştü.
Çaldıran yolu meşakkatli bir yoldu. Üstelik Şah, çocukluğundan gelen “kaçma” güdüsüyle (babası öldürüldükten sonra, bir süre zindanda kalmış, kaçtıktan sonra da yıllarca saklanmıştı) sürekli çekiliyor, çekilirken de ekinleri ateşe veriyor, evleri yakıyor, su kuyularını zehirliyordu. Osmanlı Ordusu bozkırda aç-susuz yol almak durumunda kalmıştı.
Zorlu yolculuğa Şah’ın casuslarının kışkırtmaları da eklenince, yeniçeri ayaklanıp Yavuz’un çadırına ok ve kurşun yağdırmaya başladı.
Yavuz atına atladı ve kışkırtılmış kalabalığın arasına daldı.
“Biz henüz kastettiğimiz yere varmadık” diye hitap etti isyancı yeniçerilere, “düşmanla karşılaşmadık, dönmek ihtimali yoktur, hattâ bunu düşünmek bile hayaldir. Teessüf olunur ki, Şah’ın maiyeti kendi efendileri yoluna can verdikleri halde, biz şerîat-ı Ahmediyye’ye muhalif hareket eden bunları yola getirmek için bu serhatlara kadar gelmişken, birtakım gayretsizler, bizi yolumuzdan geri çevirmek isterler…
“Biz, katiyen yolumuzdan dönmeyeceğiz. Ülülemre itaat edenlerle, kastettiğimiz yere kadar gideriz. Kalpleri zayıf olanlar, ehlü iyâllerini düşünenler ve yol zahmetini bahane edenler, kendileri bilirler. Dönerlerse dîn-i mübîn yolundan dönerler. Eğer bahane, ‘düşman gelmedi’ ise, düşman daha ileridedir. Er iseniz benimle beraber gelin ve illâ ben tek başıma da giderim!”
Cesarete âşık olan yeniçeriler bu cesaret gösterisinden sonra, Padişah’ı takip etmeye başladılar. Nihayet ordular Çaldıran Meydanı’nda karşılaştı. Kanlı bir savaş sonucu Yavuz Padişah, Çaldıran Zaferi’ni (23 Ağustos 1514) kazandı.
Bu zafer sadece Anadolu’yu değil, İstanbul’u da kurtardı. Daha da önemlisi, hilafetin yolunu Osmanlı’ya açtı.
Bazıları bu yüzden Yavuz Padişah’ı sevmez, hakkında iftiralar üretir, “Kırk bin Alevi’yi kesti” şeklinde algı operasyonu yaparlar.
Aşağıdaki sözler Yavuz Padişah’a aittir:.
“Ben bu saltanatı, ümmete hizmet içün pederumun elinden aldum ve ıslâh-ı âlem (insanların ıslahı ile mutluluğu) uğruna birader ve biraderzadelerimi (kardeşlerimi ve çocuklarını) feda eyledum...
“Ben uykularımı, rahat ve huzurumu terk ile din-i mübînin te’yidine uğraşıyorum. Eğer İslâmı ihyâ etmek (geliştirmek, hayata geçirmek, yaşamak ve yaşatmak) maksudunuz (isteğimiz, niyetiniz) değilse, benum de nefs-ül emirde saltanata kat’a hevesum yoktur.” (eğer bu yoldan hedefe gidemeyeceksem, sizin de böyle bir amacınız bulunmuyorsa, padişahlıkta gözüm yoktur)…
Kalıcı hedefi olan ve merhameti elden bırakmadan hedefine yürüyen yöneticilere selam olsun!
Şeyhülislâm “korku”dan fetva verir mi?
Son güncelleme: 13 Ocak 2017 08:09
Birkaç kişi televizyonda Yavuz Sultan Selim’i konuşuyor. Bunlardan biri, Şeyhülislam Zembilli Ali Efendi’nın Yavuz Sultan Selim’in hışmından korktuğu için Padişah’ın istediği fetvaları verdiğini söyleyince, kulaklarıma inanamadım.
Çünkü mümkün değil. Bir kere Yavuz devrinde padişahlar, şeyhülislamları azletme yetkisine sahip bulunmuyorlar. O makama gelen hoca, ölünceye yahut bunayıncaya kadar kalıyor. Azledilme ihtimali olmadığı için de, padişahın taleplerine göre değil, “kitap kavli”ne göre fetva veriyor (Bu sistemi Çivizâde Mehmed Efendi’yi şeyhülislâmlıktan azleden Kanuni değiştirdi).
Hatırlayalım: Bursa Kadısı (o tarihte henüz şeyhülislâm yoktur) Molla Fenari, namazlarını cemaatle kılmadığı söylentisi yüzünden Yıldırım Bayezid’in mahkemede şahitlik etmesine izin vermemiş, İstanbul’un ilk kadısı Sarı Hızır Çelebi, ellerini kestirmek suretiyle Rum Mimar İpsilanti’ye zulmettiği gerekçesiyle İstanbul fatihine “kısas” yapılmasına (yani ellerinin kesilmesine) hükmetmiş, Davutpaşa Kürsü Vaizi Himmetzade Abdullah Efendi, av merakı yüzünden devlet işlerini tavsattığı için Sultan IV. Mehmed’i hutbeden azarlamış, Şeyhülislam Zembilli Ali Cemali Efendi, Yavuz’u “hâl” (tahttan indirilme) ile tehdit ederek fermanını geri aldırmıştır.
Yavuz’la, Şeyhülislâmı Zembilli Ali Efendi arasında geçen bir olay var ki, doğrudan konumuzu ilgilendiriyor…
Birinci olay: Şeyhülislâm Zembilli Ali Efendi, Yavuz Sultan Selim’i Edirne’ye uğurlayanlar arasındadır. Padişah’ı uğurlamaktan dönerken, yolda eli bağlı dört yüz kişiye rastlıyor. Suçlarını merak edip sorduğunda, anlatıyorlar: “Bunlar ipek alım-satımı yapan bâzirgan-lardır; Oysa Padişah hazretleri ipek alım-satımını yasaklamıştı. Padişah emrine muhalefet ettiklerinden, mahkûm edildiler.”
Bu cevabı alan Şeyhülislâm, bir hukuksuzluğa meydan vermemek için derhal geri dö-nüp Padişah’a yetişiyor ve kararını geri almasını istiyor.
Yavuz öfkeleniyor: “Âlemin nizâmı için âlemin üçte birinin katli helâl değil midir” diye soruyor.
Zembilli bu soruya şöyle cevap veriyor: “Dünyanın işleri karışıp bü-yük fitne olunca helâldir. Şimdi böyle bir şey yok.”
“Benim emrime mu-halefetten daha büyük fitne olur mu?” diye soruyor, Yavuz.
Şeyhülislâm hiç çekinmeden şöyle konuşuyor: “Bunlar, Sultan’ın emrine muhalefet etmişlerdir. Zira sen ti-caret konusunda onları yetkili kılmıştın. Bu her çeşit ti-carete zimnî izin sayılı.”
Bu cevap Padi-şah’ı biraz daha öfkelendiriyor: “Ben sana, saltanata dair işlere karışma demiştim. İcraatıma itiraz et-mek vazifen değildir.”
Zembilli de öfkeyle şu karşılığı veriyor: “Bu, yalnız dünyayı değil, ahreti de ilgilendiren bir meseledir. Buna karışmak benim vazifemdir.”
Padişah’ı selamlamadan yanından ayrılıyor.
Zembilli’nin hukuku canı pahasına savunması Padişah’ın çok hoşuna gidiyor. Düşününce, ona hak veriyor. Dört yüz bezirgânı affettikten başka, Edirne’ye ulaşır ulaşmaz Zenbilli Ali Efendi’ye bir ferman gönderiyor. “Rumeli ve Anadolu Kazaskerliklerini birleştirerek sana verdim. Zira bildim ki, bütün sözlerinde hak üzeresin.”
Padişa-hın fermanını alan Zembilli’nin cevabı, dünya nimetlerine dönüp bakmayan müstağni kimliğine yakışır tarzdadır: “Mektubun bana geldi. Allah seni maddî ve ma-nevî belâlardan korusun ve saltanatını devam ettirsin. Ben em-rine itaat ediyorum; ancak Allah ile bir ahdim vardır; bu görevden beni mazur görün.”
Osmanlı’nın “devlet” amacı ve Yavuz Sultan Selim
Son güncelleme: 14 Ocak 2017 06:59
Şu soru hep soruluyor: Tacettinoğulları, Tekeoğulları, Çobanoğulları, Çandaroğulları, Dulkadiroğulları, Eşrefoğulları, İnançoğulları, Karesioğulları, Menteşoğulları, Pervaneoğulları, Ramazanoğulları, Saruhanoğulları, Karamanoğulları, Germiyanoğulları gibi, Anadolu’da onca Müslüman-Türk beyliği varken, bunların arasından neden sadece Osmanlı Beyliği, imparatorluk burcuna yükseldi?
Cevabım şöyle: Bu aşiretlerle beyliklerin arasında sadece Osmanlılarda “Devlet tefekkürü” vardı…
Bu yüzden Osmanlılar kısa ve uzun vadeli hedeflere sahiptiler…
Başıboş değil, güçlü ve etkileyici bir amacın peşine takılıp Anadolu’ya gelmişlerdi…
En başında kendilerine iki büyük hedef belirlediler: Bunlardan biri “dini”, diğeri “milli” idi…
Dini hedef: “İlâ-i Kelimetullah”!..
Milli hedef: “Kızıl Elma”!
“Kızıl Elma” hedefi son yüzyıllarda telaffuz edilmeye başlandı, ama aslında hep vardı. En başta ulaşılması gereken yer de Doğu Roma olarak belirlenmişti. Bunun öznesini ise Efendimiz’in Konstantiniye’nin fethine ilişkin meşhur Hadis-i Şerif’i teşkil ediyordu.
İnsanlar bu hedeflere göre eğitilip yetiştirilmişlerdi. Her birey, bu hedeflere ulaşmayı “varlık sebebi” sayıyordu.
Mevlâna, Yunus, Edebali, Dursun Fakih gibi “şeyh”lerle, Yesevi’nin Alp Erenler’i bu ebedi emeli yürekten yüreğe gergef işler gibi işlemişler, her Kayılı’yı bu hedef etrafında bütünlemişlerdi. Her Kayılı’nın yüreği yine bu hedef sayesinde bir atom çekirdeğine dönüşmüştü.
Yavuz Padişah da aynı yolun yolcusuydu. Bunun için önce Anadolu Birliği kurulmalı, ardından “İslâm Birliği” (İttihad-ı İslâm) sağlanmalı, ancak ondan sonra Batı’ya yürünmeliydi.
Yavuz’un, “Dünyayı bir padişaha çok, iki padişaha az” bulması işte bu yüzdendir. Şah İsmail ile yine bu yüzden hesaplaşması kaçınılmazdı: Anadolu, sırtını dayayabileceği bir kıvama gelmeliydi.
Şah İsmail’in “mürit” görüntülü müfrit casusları ve taraftarları Anadolu’da hâlâ cirit atıyor, yer yer ayaklanmalar çıkarıyor, merkezin gücü Anadolu’nun özellikle bazı bölgelerinde etkisiz kalıyordu.
Çaldıran öncesi Şeyhülislam’dan fetva aldıktan sonra, valilere gönderdiği fermanlarda, Şah taraftarlarının tespit edilmesini ve suçlarının gerektirdiği cezalara çarptırılmalarını emretti.
“Yavuz Sultan Selim 40 bin Alevi’yi (Osmanlı “Kızılbaş” demeyi tercih ediyordu) kesti” iddiasının kaynağı işte budur. Bu iddianın kaynağı ise, genelde, Alevi tarihçilerle Osmanlı’ya alabildiğine düşman yabancı tarihçilerdir.
Öyle bir hava veriliyor ki, sanki Yavuz durup dururken, sırf “Alevi” oldukları için Alevileri katletmiş!
Oysa Yavuz, Sünni-Alevi ayırımı yapmadan, devlet düşmanlarının üzerine yürümüştür.
Bunu “Alevi katliamı” gibi algılamak ve yansıtmak önce tarihi gerçeklere, sonra da vicdana terstir.
Bazıları da “Türkçe şiir” yazdığı gerekçesiyle Şah İsmail’e daha yakın, “Farsça şiir” yazdığı için Yavuz’a daha uzak dururlar… Bu yaklaşımın da gerçeklerle ilgisi bulunmamaktadır. Neden derseniz, o dönem, dil ayırımının belirleyici olmadığı bir dönemdir. Zaten Osmanlıca, Arapça-Farsça ve Türkçe karışımı bir dildir.
“Türkçe’yi kurtarmak” ya da Alevi kardeşlerimizi memnun etmek için çaba harcarken, Yavuz’a ve tarihe haksızlık ettiğimizi dikkate almak zorundayız.
Yavuz’u “katliamcı” gibi göstermenin tarihi sorumluluğunu kimse kaldıramaz!
Tarihe günün şartlarından, hele de “moda” akımlarından yaklaşmak, tarihi “tağyir”, “tahrif”, hatta “tahrip” eder.
Tarihçi kimseyi mutlu yahut tedirgin etmekle görevli değildir. Görevi tarihi gerçeklerle buluşup halkını yüzleştirmektir. Bu kadar!
Neredeyse “On Derste Terörist” yetiştiriliyor!
Son güncelleme: 16 Ocak 2017 07:22
Ey benim sonsuza kadar yaşayası devletim!.
Ve ey benim sonsuza kadar yaşayası devletimi yöneten ömrü uzun olası yöneticilerim!...
Farkında mısınız ki, terör örgütleri neredeyse “On Derste Terörist” yetiştiriyorlar!..
Birkaç ay, bilemediniz birkaç yıl içinde, gençleri “canlı bomba”ya dönüştürüyorlar.
Hiç tanımadığı insanları gözünü kırpmadan katledecek kadar…
Tank kaçırıp namluyu kendi halkına doğrultarak sıkacak kadar…
Helikopter ve uçak kaçırıp mazlum insanları katletmede kullanacak kadar…
Ülkenin Cumhurbaşkanı’nı ve ailesini katletmeyi göze alacak kadar…
Şimdiki adı “15 Temmuz Şehitler Köprüsü” olan Birinci Boğaz Köprüsü’nün münasip yerine siperlenip suikast silahı Kanasla vatandaşlarını kalleşçe vuracak kadar…
Kendi ülkesinin parlamentosunu ve Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni bombalayacak kadar…
Bomba yüklü aracın şoför koltuğuna oturup, kendi eliyle kendi canına kıyacak kadar…
Üzerine patlayıcı bağlayıp kendini kurban edecek kadar…
Ve… Yıllarca her türlü zevkten, keyiften, lüksten, her türlü dünyevi imkândan mahrum bir şekilde, mağaralarda “mağara adamı” gibi yaşamayı göze alacak kadar “ifsat” ederken…
Ey benim güzel devletim!...
Ve ey benim güzel yöneticilerim!..
Hiç merak etmiyor musunuz ki, ısrarla sürdürdüğünüz şu Milli Eğitim modeli ve şu müfredat çerçevesinde üç-beş ay, hatta üç-beş yıl değil, şöyle-böyle yirmi sene (doktorayı filan da düşünürsek) eğittiğiniz çocuklarımızın çoğu neden kapasitesiz, hedefsiz, amaçsız, duyarsız, tutarsız, inisiyatifsiz, kararsız, sorumsuz?..
Terör örgütlerinin verebildiği motivasyonu, eğitim sistemimiz neden veremiyor?..
Neden kararlı, duyarlı, tutarlı, ferakâr, gayyur, meraklı, hedef sahibi insan yetiştiremiyoruz?..
Diyeceksiniz ki 15 Temmuz işgal hareketini püskürtenler de “bizim çocuklarımız”!
Amenna!.. Ve de çok şükür!.. Yalnız iyi bakın: Can pahasına paletlerin altına yatan, tankların üstüne çıkan, silahlara bayrakla karşı koyan, kısacası 15 Temmuz ablukasını yaran insanların çoğu bu sistemin dışından yetişenler…
Bir çoğuyla konuştum: Bir çoğu o gece abdest alıp, iki rekât namaz kıldıktan sonra, ailesiyle helâlleşip sokağa çıkmışlar ve eğitim sisteminin empoze ettiği ilkeler uğruna değil, inançlarının öngördüğü değerler uğruna uçaklara, tanklara, namlulara siper olmuşlar.
Bir bakıma o gece Çanakkale şehitleriyle aynı imanda buluşup aynı amaçta bütünlenmişler…
Bu hâriseden sonra, apaçık ortaya çıktı ki, devletin öngördüğü eğitim sisteminde büyük arızalar var…
Evrensel bilgiler dışında verilenler gençleri motive etmeye yetmiyor, “yerli ve milli” bir yapı oluşmuyor!
Hazır Sayın Cumhurbaşkanımız da bu konudan şikâyetçi iken, artık bu çağdışı sistemi ve ders kitaplarını değiştirseniz…
Müfredat değişikliği ve tarih kitapları
Son güncelleme: 17 Ocak 2017 06:39
Her hükümet kuruluşunda bendeniz, önce Milli Eğitim ve Kültür Bakanlığı’na getirilen isimlere bakarım. Çünkü ötekiler zaten teknik bakanlıklardır. Eğitim ve kültür ise milletin doğrudan doğruya ruhunu/yüreğini inşa eder.
Bu alanlarda Türkiye, sözün tam mânâsıyla bir “irfan inkılâbı”na muhtaçtır. Lâkin ne hikmetse bir türlü gerçekleşmiyor. Bu iktidar pek çok alanda yaptığı “kökten değişim” ve “dönüşüm”ü Milli Eğitim’le kültür alanına taşıyamıyor.
Oysa “inkılâb”a en çok buralarda ihtiyaç var. Çünkü bu doğrudan doğruya Türkiye’nin geleceğiyle ilgilidir.
Ne kadar “doğru insan” yetiştirebilirsek, Türkiye o kadar büyük ve etkin bir devlet olur! “Doğru insan” yetiştirmenin yolu ise “doğru kitap”,“doğru öğretmen” ve “doğru yöntem”den geçer.
Bütçeden en büyük payın milli eğitime ayrılması ilk önemli adımdı: Bu adım yıllar önce atıldı. İlk kez bu iktidar döneminde milli eğitim bütçesi milli savunma bütçesini geçti. Ama bütçenin önemli bir bölümü maaş ödemelerine, okulların ıslahına ve yeni lüks okul inşaatlarına harcanıyor. “İnsana yatırım” yine “devede kulak” kabilinden kalıyor.
İdealimiz olmadan paramızın olması bir şeye yaramıyor.
Bu bakımdan Milli Eğitim Bakanı’nın açıkladığı müfredat değişikliğini önemsiyorum.
Bu konuda koparılan kızılca kıyameti ise “kuru gürültü” sayıyorum.
Kuru gürültüye pabuç bırakılmamalı!
“Adım adım Atatürk’ü ders kitaplarından çıkarıyorlar” diye bağırmanın zerre kadar hakikati yok. Kimse kimseyi bir yerlerden çıkarmıyor. Buna gerek de yok. Herkes işlevi kadar yer almalı.
Zaten şimdiye kadar yakın tarih öğretilmedi. Yakın tarihe ilişkin bilgiler tek kaynaktan (Nutuk) beslendi. Bu da “övgü” şeklinde oldu.
Bu yaklaşım kamplaşmalar doğurdu. Kamplaşmalarda kavgalar, kavgalarda bölünmeler, bölünmelerde kin ve intikam duyguları yeşerdi.
Artık tarihi olayların ve şahsiyetlerin “övgü” ile “sövgü” kıskacından kurtarılması lâzım.
Bu da “tarafsız” bir perspektif gerektirir.
Toplumca barışa ihtiyacımız var. Tarih toplumsal barışın temelidir. Tarihi süreç bir öncekinin alternatifi yahut düşmanı değil, devamıdır.
Mutlakıyet’ten Meşrutiyet’e, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e geçilirken yapılan bazı hatalar abartılmamalı, ama görmezden de gelinmemelidir.
Tarihe geçmişimizin yanı sıra geleceğimizi, bir bakıma da kendimizi yazdığımız unutulmamalıdır.
Anladığım kadarıyla, öğrencilere duygu yönetimi, farklılıklara saygı, güven, iletişim, kaynakların kullanımı, kendini ifade etme, kendini koruma, kendini tanıma, kurallara uyma, mekânı algılama, milli ve kültürel değerleri tanıma, öz saygı, sevgi, sorumluluk ve sosyal katılım, girişimcilik, finansal okuryazarlık, toplumsal cinsiyet eşitliği gibi konular da öğretilecek, Türkiye Cumhuriyeti tarihine de 1950 sonrası eklenip 15 Temmuz’u kapsayacak şekilde işlenecek…
Yalnız galiba bir handikap var: Hem lider kadronun şahsında tek parti dönemini övüp hem de demokrasi bilinci nasıl verilecek?
“Tek Adam” övgüsüyle “demokrasi” nasıl bağdaştırılacak?
Umarım bu teşebbüs “pansuman” seviyesinde kalmaz!
Yine de Milli eğitim Bakanlığı iyi-kötü bir adım attı, darısı Kültür Bakanlığı’nın başına diyelim…
“Beni de alın ne olur koynunuza hatıralar”
Son güncelleme: 18 Ocak 2017 06:38
Bazılarımızın yere-göğe sığdıramadığı, öve öve bitiremediği tek parti dönemi, sadece inançlar açısından değil, ekonomik açıdan da tam bir sefaletti.
Türkiye açtı: Ürettiği hububat ihtiyaca yetmiyordu. Urla’da bile insanlar yetersiz beslenmeden dolayı ölüyordu. Çocukları kızıl, kızamık, boğmaca, tifo, tifüs gibi salgın hastalıklar götürüyordu.
Şapka Devrimi’nin başlatıldığı Kastamonu’nun Taşköprü İlçesi Müftüsü, kefen bezi yokluğunda ölüleri kefensiz gömüp gömemeyeceklerini diyanetten soruyor, ‘Diyanet İşleri Reisi Şerafettin Yaltkaya’ imzasıyla, 16.11.1942 tarihli ve 153 sayılı fetva ile bu iş için pamuklu, yünlü, ipekli herhangi beyaz bir bezin kullanılabileceği bildiriliyordu.
Siyasi iktidar, “Demir ağlarla ördük anayurdu dört baştan” diye böbürleniyordu, ancak Osmanlı’dan kalma 8.619 km. demiryoluna hepi-topu 3.578 km. ilave edilebilmişti (1923-1950 arası).
Sulanan arazi oranını binde 6’dan yüzde 5’e, köy yollarını bin kilometreden 11 bin kilometreye Adnan Menderes çıkardı.
Demokrat Parti’nin yürüttüğü kalkınma hamlesi tabiatıyla bizim Doğu Karadeniz’e de yansıdı. 1950’li yıllarda Doğu Karadeniz bölgesinde çay henüz yaygınlaşmamıştı. Herkes gurbetçi idi. Tarlalara mısır ekiliyor, ama o da geçindirmiyordu. Yiyecek ihtiyacı zar-zor karşılanıyor, giyeceğe para kalmıyordu.
Bizim evde ilkel bir dokuma tezgâhı vardı. Rahmetli annem, tarlamızda yetiştirdiğimiz Hint kenevirinden (o zamanlar ekimi yasak değildi) elde ettiği lifleri döver, sonra demir taraklarla tarar, eğirir, binbir zahmetle önce ipliğe, ardından dokumaya dönüştürürdü…
Hemen dikilip giyilemezdi, çünkü hem çok sert, hem de kahverengiydi. Beyazlatmak için günlerce deniz suyunda ıslatmak, defalarca güneşte kurutmak gerekirdi.
Bu görev gençlerin ve çocuklarındı. Kumaş parçalarını sahile serer, kurudukça üzerlerine deniz suyu atardık. Rengi git gide açılırdı ve bu işlem kumaş beyazlayana kadar sürerdi.
Ancak yeterince beyazladıktan sonra hane halkına iç çamaşırı ve gömlek olarak dikilirdi.
Büyük ablam (Allah hayırlı uzun ömürler versin) bu işin uzmanıydı. Neredeyse bütün köye terzilik yapar, bir kuruş bile almazdı. “Komşu hatırı” denen bir şey vardı.
Onun ölçü almasını, dikiş dikmesini zevkle seyrederdim. İğne-iplik dışında hiçbir terzi malzemesi kullanmaz, kendi icadı olan bir yöntemle dikerdi. Meselâ mezura yerine karışla ölçerdi. Metre yerine de kendi kol boyunu kullanırdı. Her şey tecrübeye dayalıydı.
Hint Kenevirinden uyuşturucu madde (esrar) yapılmaya başlandığında, ekimi yasaklandı. Sümer basmaları yerli dokumanın yerini aldı. Zaman içinde de ev tezgâhları unutuldu, gitti.
Hâlbuki o tezgâhlarda annem sadece kumaş değil, kilim filan da dokurdu. Yiyeceğimizi, giyeceğimizi ve sereceğimizi kendimiz üretirdik.
Yerli Malı Haftası’nda ilkokulumuzda açılan tezgâhta annemin sevgiyle dokuduğu kumaşlarla kilimleri iftiharla sergilediğimi hiç unutamam.
Bir de sloganımız vardı. “Yerli malı yurdun malı, her Türk onu kullanmalı”…
Yıllar var ki bu sloganı unuttuk. “Avrupa malı” kullanma modasına kendimizi kaptırdık. Ancak ödediğimiz her kuruşun “bomba” olarak geri döndüğünü, kimi Gazzeli, kimi Iraklı, kimi Suriyeli çocukların tepesine indiğini, kimi de “canlı bomba” şekline dönüşüp içimizde patladığını fark edince durum değişmeye başladı. “Yerli malı, yurdun malı”nı yeniden hatırladık.
ABD ile AB’nin aymazlıkları bizi böyle bir noktaya getirdiyse, kârlı sayılırız.
Osmanlı medeniyetinde insanlar ve hayvanlar
Son güncelleme: 20 Ocak 2017 08:15
Eğer “Yaradan’dan ötürü yaradılanı sevme” kuralına inanıyorsanız, yalnız insanları değil, hayvanları ve bitkileri de sevgiyle kucaklayacaksınız.
Onların da “yaşama hakkı”na saygı gösterecek, “insanî zekâ”nızı “hayvanî” bir öldürme güdüsüne kurban etmeyeceksiniz.
Hatırlayalım ki biz, “Nil kıyısında kuzuyu kurt kapsa, hesabı Ömer’den sorulur” şeklinde bir “yönetim ahlâkı”nın da mirasçılarıyız.
İşte bu sebeple geçmişimizde hayvanlara “eziyet” yoktur. Tam tersine “ilgi” ve “şefkat” vardır. O kadar ki, 18. yüzyılda Osmanlı ülkesini gezmiş olan Fransız hukukçu Guer, kedilerle köpeklerin tedavisine ait bir hastanenin varlığından söz etmektedir…
“Osmanlı Devleti’nde kasaplar her gün belirli sayıda kedi ve köpek beslemekle yükümlüdürler… Şam’da (Şam o tarihte bir Osmanlı kentidir) hastalanan kedilerle köpeklerin tedavisi için bir hayvan hastanesi mevcuttur.” (Moeurs et usages des Turcs).
Şam’daki hayvan vakıflarıyla ilgili olarak Prof. Sibai ise şu bilgileri veriyor:
“Eski vakıf geleneğinde hasta hayvanları tedavi ve otlatma yerleri vardır… Bu hayvanlar ölünceye kadar orada otlanır. Şam Vakıfları arasında, kedilerin yiyip uyuyacağı ve gezineceği yerler de bulunurdu.”
Şimdi de Elisee Recus’un, 1880’lerde yayınladığı “Küçük Asya” isimli eserinden bir paragraf okuyalım:
“Osmanlılardaki iyilik duygusu hayvanları dahi kucaklamıştır. Birçok köyde eşekler haftada iki gün izinli sayılır.”
Ünlü Fransız şair Lamartine’den de bir tespit aktaralım:
“Osmanlı Müslümanları canlı ve cansız mahlûkatın hepsiyle iyi geçinirler. Ağaçlara, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler… Bütün sokaklarda sokak köpekleri için muayyen (belirli) aralıklarla su kovaları sıralanır.”
Pere Jehannot: “Türkler, evlerine sokmadıkları sokak köpeklerinin açlıktan sıkıntı çekmelerine veyahut telef olmalarına (ölmelerine) meydan vermemek üzere, her gün bu hayvanlara bir miktar et dağıtılması için vasiyetnamelerinde kasaplara bir miktar para tahsis ederler. Çünkü köpeklere et dağıttırarak sevap işlediklerine inanırlar.”
Şimdi de onyedinci yüzyılda Osmanlı Devleti’ni gezen ve anılarını “Les voyages du sieur Du Loir” isimli bir seyahatnamede toplayan meşhur Batılı seyyah Du Loir’dan birkaç tespit aktaralım:
“Türkiye’nin bazı şehirlerinde kediler için özel binalar yapılmış, onların hizmetine bakıcılar verilmiş, hattâ tedavileri ve beslenmeleri için vakıflar vücuda getirilmiştir.
Atları ağır yüklerden kurtarmak suretiyle gösterdikleri insaniyeti ve Türk adliyesinin hayvanlara taşıyabildiklerinden fazla yük taşıtanlara karşı o yükleri kendi sırtlarında taşımak cezasını tayin eden kararlarını yerecek değilim, ama birçok kibar adamın büyük meydanlarda kediler için ciğer vesaire satan kebapçı dükkânlarından kebap alıp dağıtmalarını tamamen gülünç sayarım.”
Görüldüğü gibi, hayatın “sevap”la çerçevelendiği asırlarda, yalnız insanlar değil, hayvanlar da mutluymuş.
Şu soğuk kış günlerinde, sokak hayvanlarını hatırlayarak, “Sünnet Medeniyetinden kopuşumuzun faturasını sadece insanlar değil, hayvanlarla bitkiler de ödüyor” diyebiliriz!
Yarın sokak köpeklerinin Hayırsız Ada macerasına bakalım.
Sürgün köpekler!
Son güncelleme: 21 Ocak 2017 07:06
Sultan II. Mahmud dönemi… Bir ara sokak köpeklerinden şikâyet öylesine artıyor ki, Padişah bile konu ile ilgilenmek zorunda kalıyor.
Biliyorsunuz Sultan II. Mahmud, “orta yol” arama yerine “kökünü kazıma” taraftarıdır: Yeniçeri Ocağı’nı da böyle ortadan kaldırmıştır.
Sokak köpeklerinin yakalanmasını ve Hayırsız Ada’ya bırakılmasını emrediyor.
Padişah emriyle oluşturulan ekipler, sokak köpeklerini envai çeşit yöntemlerle yakalayıp büyükçe bir gemiye dolduruyorlar. Gemi Hayırsız Ada’ya doğru yola çıkıyor. Köpekleri bu adaya bırakıp sorunu kökünden halledecekler…
Fakat yolda öyle bir fırtınaya yakalanıyor ki, gerisin geri dönmek zorunda kalıyor. Zaten İstanbul halkı köpeklerin bu şekilde götürülmesine karşıdır. Fırtınayı “İlâhî îkaz” sayıyorlar. Padişah da bundan etkilenerek kararından vazgeçiyor.
Aradan yıllar geçiyor. Bu kez Osmanlı tahtında Sultan Abdülâziz oturuyor. Sokak köpekleri daha da çoğalmış, şikâyetler de artmıştır.
Tam bu sırada bir olay yaşanıyor: Gece yarısı Galata’da gezinen bir İngiliz turist, birkaç sokak köpeğinin saldırısına uğramış, kaçıp kurtulmak için çıktığı yüksek bir duvardan düşüp ölmüştür. Bu yüzden İngiltere, Osmanlı Devleti’ne sert bir nota veriyor. İngiltere ile arasının bozulmasından endişeye kapılan Sultan Abdülâziz de 1865’te yayınladığı fermanda, “Sokak köpeklerinin hakkından gelinmesi”ni istiyor.
Padişahın “vur” demesini, İstanbul Şehremini (Belediye Başkanı) Suphi Bey,“öldür” olarak anlayınca, sokak köpekleri için kıyamet kopuyor. Sokak sokak “köpek avı” başlıyor. Sokak köpekleri toplanıp teknelerle Hayırsız Ada’ya (Sivri Ada da denir) bırakılıyor. Aylarca devam eden bu işlem sonucunda, adaya 80 bin civarında köpek taşınıyor.
Etrafı sarp kayalıklarla çevrili olan ve üstünde tek bir ağaç bile bulunmayan bu ıssız adada köpekler ne su bulabiliyorlar, ne yiyecek. Açlıktan bir birlerini yemeye başlıyorlar. Acı ulumaları özellikle geceleri İstanbul’dan bile duyuluyor. Halk beddua yağdırıyor…
Bu olaydan hemen sonra çıkan ve Bayezit’den Gedikpaşa’ya kadar tüm binaları kül eden büyük İstanbul yangınını “köpeklerin ahının tutmasına” bağlıyorlar: “Köpekler olsaydı, havlayarak felaketi önceden haber verirlerdi” diyorlar. Yorum etkili oluyor; hükümet, Hayırsız Ada’da ölüme terk ettiği köpeklerden sağ kalanları İstanbul’a geri getiriyor.
Yine de sokak kedileri ile köpekleri üzerine en acımasız kıyım 1910’da gerçekleşiyor. İttihad ve Terakki kurucularından meşhur “mason üstad-ı âzam”ı Talât Paşa o tarihte Dâhiliye Nazırı’dır (İçişleri Bakanı). Sokak köpeklerinin toplanıp Hayırsız Ada’ya bırakılmasını emrediyor.
Aklı başında hiç kimse bu işe yanaşmadığından, “Köpek Toplama Ekipleri” serserilerden oluşturuluyor.Bunlar sokak sokak dolaşıyor, bu iş için özel surette imal edilen dev kerpetenlerle hayvanları yakalıyor, köpek toplama arabalarıyla önce Tophane’ye götürüyorlar, oradan da gemilerle Hayırsız Ada’ya naklediyorlar. 30 bin civarında köpeğin bu şekilde öldürüldüğü kaydediliyor.
“Sokak köpekleri yakın tarihimizde hiç mi rahat yüzü görmedi?” diye soracak olursanız, gördüler. Sultan II. Abdülhamid’in padişahlığında huzur içinde yaşadılar. Zira Padişah, sokak köpekleriyle uğraşmak yerine, kuduzla uğraşmayı tercih etti. Fransa’daki Pastör Enstitüsü ile işbirliği yaparak, İstanbul’da dünyanın üçüncü “Kuduz Enstitüsü”nükurdu. Ayrıca sokak kedileri ve köpekleriyle ilgili araştırmalar yaptırdı. Özel hekimi Mavroyani Paşa’nın (Spiridon Mavrogenis) “Sokak Köpekleri” isimli kitabı, Padişah’ın talimatıyla yazılıp yayınlandı.
Aaaah ah!ŞAPKA
Son güncelleme: 23 Ocak 2017 06:48
Biz “Şapka için adam mı asılır?” diye sorup duruyoruz, ama “devrimci” kadro açısından şapka bir simgedir ve onsuz “kurtuluş” imkânsızdır.
Buyurun, Adliye Vekili (Adalet Bakanı) olarak, “devrimci” ekibin “adalet” kanadınıtemsil eden Mahmut Esat Bozkurt’un şapka değerlendirmesine bakın:
“Şapka giymek ne demek? Bütün ilerlemelerin başında bu mu gelir? Evet ve bunda hiç şüphe edilmemelidir… Şapka giymekle, ilerlemelere mâni olan bu kara engel söküldü, yıkıldı, yerin dibine geçirildi. Büyük yürüyüş yolları açıldı.”
“Atatürk İhtilâli” isimli hatıratında (s.154-155) şöyle bir olay naklediyor:
“Atatürk bir gün, lütfen, bu husustaki fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimize sonuçlandığı için, rahmetli hayli sıkıntılı idi.
Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum: ‘Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!’
Atatürk hafifçe gülümsedi ve başını bir kaç defa eğerek beni taltif etti.”
İyi de, Musul,Misak-ı Millî sınırları içinde yer alan ve kanayan bir yara hâlâ.
¥
Tek parti iktidarının teorisyenlerinden biri olan meşhur Abdullah Cevdet, bir Fransız gazetecinin “İslâm Dünyası Nasıl Kurtulur?” şeklindeki sorusuna, aşağıdaki cevabı verdiğini gururla naklediyor:
“Kur’ân’ı kapa, kadınları aç!” (Umûm Müslümanlar Kongresi, İçtihad, s:4, sh:287, Eylül 1907).
¥
CHP Yedinci Kurultay tutanağından:
“Muhterem arkadaşlarımızdan bazıları köylerin imama ihtiyacı olduğunu söyledi. Arkadaşlar; en yakın misalini arz edeyim; bu, Büyük Millet Meclisi’nde de mevzuubahis oldu, bu münakaşadan sonra dışarıya çıktığım zaman altı tane Meclis Hademesi yanıma geldi, gözleri yaşlı olarak şunları söyledi: ‘Vallahi, billahi, altı köyümüzde bir tek imam kaldı. Ölülere nöbet bekletiyoruz. Ondan kalkıp bu köye geliyor ve boyuna köy değiştiriyor. Eğer, bize imam ve hatip vermezseniz, ölülerimizi köpek leşi gibi toprağa gömeceğiz.”
Nitekim vaktiyle Süleymaniye Camii’ne tayin etmek için imam bulunamamış…
“Yıl 1930. Bu tarihte İstanbul Müftüsü Fehmi Ülgener, yardımcısı Ömer Nasuhi Bilmen’dir. Bir akşam Müftü Efendi evine gelir. Sedirin üzerine yığılıp kalır. Bitkin ve ölgündür. Hanımı telaşlanır, merak eder, niçin böyle bitkin olduğunu ısrarla sorar. Ne kadar gizlemek istese de muvaffak olamaz Fehmi Hoca. İçinin sıkıntısını, yüreğini kavuran yangını şöyle anlatır hayat arkadaşına: “Bugün Süleymaniye Camii’ne mahalle bekçisini imam tayin ettim.” (Geçmişten Geleceğe Işıklar, İbrahim Refik, Albatros Yayınları)…
¥
Sebilürreşad Dergisi sahibi Eşref Edip Bey’in sualine cevap…
“T.C Dâhiliye Vekâleti Matbuat Umum Müdürlüğü…
Hülâsa: ‘Hazreti Muhammed’e dair…
Sayı: 653 Ankara, 17 Mayıs 1943…
Muhterem efendim, mektubunuzu aldım. Biz her ne şekil ve suretle olursa olsun memleket dâhilinde dinî neşriyat yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.
Zatı âlilerinin herkesçe müsellem olan ilim ve faziletinize hürmetkârız ancak günün bu kabil neşriyata tahammülü olmadığını siz de takdir edersiniz. Bilvesile saygılarımı tekrarlarım efendim.
Matbuat Umum Müdürü, Vedat Nedim” (Sebilürreşad, c. 7, sayı: 155, sayfa: 96, Temmuz 1953).
Ne diyeyim ki? “Aaah ah!” diyeyim olsun bitsin.
Bir zihniyet teşhiri
Son güncelleme: 24 Ocak 2017 07:02
Türkiye’de, kendi dinini, kendi tarihini, kendi milletini, kendi milliyetini küçümseyen, “Biz adam olmayız”cı bir zihniyet var...
Bu zihniyet, “Su akar, Türk bakar” safsatasından yola çıkar, “Meclis anayasa yapamaz”a kadar gelir...
“Yeni anayasaları Kurucu Meclisler yapar!”
Yani?..
“Ya rejim değişmeli ya da darbe olmalı!”
Ki, yeni rejimin banileri yahut darbecilerin iradesi bir “Kurucu Meclis” teşekkül ettirip silah zoruyla bir anayasa yaptırsın.
Bir taraftan “Başkanlık sistemi olmasın, parlamenter sistem devam etsin, diğer taraftan parlamento anayasa yapmasın!”
Kendine güvensizlik diz boyu!..
“Kurtarıcı” beklemek, olursa ancak bu kadar olur!
¥
Öte yandan; bu zümre, tuhaf bir biçimde, bütün dünya milletlerinin kökünün Türk olduğunu, tüm dillerin Türkçe’den çıktığını öngören Güneş Dil Teorisi’ne inanır...
Bandırma vapurunun “çürük-çarık” olduğuna inanır...
Kemal Paşa’nın kendi kendisini “kurtarıcılık”la görevlendirdiğine ve tek başına Samsun’a çıkıp Milli Mücadele’yi başlattığına inanır...
“Nutuk”un “mutlak gerçek” olduğuna inanır...
Hattâ ve hattâ, Türkiye’yi CHP’nin kurtaracağına dahi inanır...
Gelin görün ki, Türkiye’nin “bölgesel güç” haline geldiğine ve bölgesinde söz sahibi olduğuna inanmaz...
“Fırat Kalkanı” operasyonuyla DAEŞ’i silip süpürdüğümüze inanmaz...
Gerekirse “Dicle Kalkanı” operasyonu başlatacağımıza ve 1926 Ankara Andlaşması’na kadar hukuken zaten “bizim” olan “Musul Eyaleti”imize kadar uzanabileceğimize inanmaz (aynı andlaşmaya göre) Musul-Kerkük havzasından çıkarılacak petrollerden yüzde 10 hisse sahibiyiz ki, tüm petrol ihtiyacımızın yüzde ellisine tekabül ediyor. Konu ile ilgili, ilgili 14. Madde şu şekilde tanzim edilmiştir:
“Her iki ülke arasında ortak çıkarlar sahasını genişletmek maksadıyla, Irak Hükûmeti bu antlaşmanın yürürlüğe konulması gününden itibaren 25 sene müddetle, 14 Mart 1925 tarihli İmtiyaz Mukavelenamesi’nin 30. maddesi mucibince ‘Turkish Petroleum Kumpanyası’ndan, petrol ihraç edebilecek olan şirketlerden veya şahıslardan, teşkil edilecek olan muavin şirketlerden sağlanan gelirlerin % 10’unu Türkiye Hükümeti’ne ödeyecektir...)”
Bunu hatırlattığınızda “Yurtta sulh, cihanda sulh”u dayarlar.
Çünkü devletlerine, milletlerine inançları yoktur.
Bu milletin göğsünü siper ederek 15 Temmuz isyanını bastırabileceğine de inanmamışlardı.
Zaten Sayın Erdoğan’ın Başbakan olacağına da inanmamışlardı...
Cumhurbaşkanı olacağına da inanmamışlardı (ama başkanlık yoluna girdi bile)...
Yeni boğaz köprülerinin, barajların, bölünmüş yolların, uzun tünellerin, Marmaray’ın, Avrasya Tüneli’nin ve Üçüncü Havalimanı’nın yapılabileceğine de inanmamışlardı...
İMF borçlarının ödenebileceğine ve borç almadan yaşanabileceğine de inanmamışlardı: Çünkü hayalleri yok. Oysa “insan hayal ettiği müddetçe yaşar”...
Ve devletler ancak hayal ettikleri yere kadar gidebilirler.
Ey milletim: Biz Musul’u hayal etmeye devam edelim!
Avrupa’nın vicdanı
Son güncelleme: 25 Ocak 2017 06:45
Fatih Sultan Mehmed, yönettiği Hıristiyan azınlıklara, “Her camiin yanına bir kilise yapabilirsiniz” derken, bir Romen general, Transilvanya’da bombardımanla 150 Romen kilisesini ve manastırını yıkıyordu…
Almanya’da, kaç Musevî’nin evlilik yapabileceği kanunla belirlenmişti. Bu kanun 1834 yılına kadar yürürlükte kaldıktan sonra, 1864’de yürürlükten kaldırıldı. Museviler Hıristiyanlarla eşitlendi. Ne var ki, Hitler iktidara gelince, sırf dinleri farklı olduğu için, Musevileri fırınlarda yaktı.
Onsekizinci yüzyıl sonlarına kadar Fransa’da Protestanların evlenme hakkı yoktu. Fransız Protestanlar hiçbir şekilde karı-koca olamadıklarından, tabii ana-baba da olamazlardı.
Amerika’da ise, daha düne kadar zencilere reva görülen muameleyi hepimiz biliyoruz: Sadece ayak işlerinde çalışabiliyorlar, beyazların otobüsüne binemiyor, okuluna gidemiyor, çok varlıklı bile olsalar beyazların yoğun olduğu semtlerde ev tutamıyorlardı. Beyaz önderler tarafından hepsi aynı isimle çağrılıyordu: “Pis zenci!..” Beyazlar “efendi”, zenciler “köle” idi.
Kızılderililer ise, “ölü” sayılıyor, tabelalara “En iyi Kızılderili ölü Kızılderili’dir” diye yazılıyordu. Amerikalı “Beyaz Adam”ın ihtirası, Kızılderililerin soyunu tüketti!
İngiltere’ye gelince: Kendi kendilerini “Demokrasi’nin beşiği” sayadursunlar, kazın ayağı hiç öyle değil. İngiltere, Avrupalı (hatta İngiliz) kanı taşımayan herkese “köle” gözüyle bakar. Farklı inançta olanları da “insan” olarak görmez. Düşünün ki, İngiltere’de 1828’den itibaren başlayan süreç içinde “inançlara özgürlük” sağlandı.
Bu da kısmi bir özgürlüktür. Halen, Anglikan Kilisesi’ne (Katolikliğin kısmen yumuşatılmasından oluşturulmuş bir yorum) bağlı olmayan bir hanedan mensubu kral ve kraliçe olamaz. Hâlbuki günümüz anlayışından beşyüz sene evvel, Osmanlılar Rum ve Ermenileri devletin en üst makamlarına tayin etmekte bir mahzur görmüyorlardı.
Ya İspanyolların Endülüs’te yaptıkları? Endülüs, Müslüman fatihlerin İspanya’ya verdikleri isimdir. İspanya, 711’den itibaren Müslümanların hâkimiyetine girmiş, zaman içinde coğrafi sınırları daralmakla birlikte, sekiz asır boyunca İslam ülkesi olarak kalmış, bu süreçte tüm Avrupa’ya ilmin ışığını saçmıştır. O kadar ki, Avrupalı kralların çocukları Endülüs üniversitelerinde eğitim görmüştür.
Avrupa’da papazlar dışında okuma yazma bilen insan bulmak neredeyse imkânsızken, Endülüs’te eğitim faaliyetleri en üst noktaya çıkıyor, halkın neredeyse tümü okuma-yazma biliyordu.
Ekonomisi mükemmeldi. Mimarisi örnek alınacak üstünlükteydi. Hoşgörü ortamı sayesinde cami, kilise ve havra kavgasız-gürültüsüz biçimde yan yana yaşıyordu.
Özet olarak Endülüs, Avrupa’nın en güçlü, en seçkin, en zengin devletiydi. Fakat zamanla zayıfladı. Dış saldırılara eklenen iç ihtilaflar yüzünden kendi içine büzüldü. Sonra da çözülüp dağılma sürecine girdi.
1490 senesinde Hıristiyan orduları tarafından kuşatılan son kale Gırnata, 1492’de yapılan bir andlaşma ile Müslümanların dini ve medeni hakları garanti altına alınması şartıyla teslim oldu. Böylece, İspanya’da sekiz asırdır devam eden İslam hâkimiyeti son buldu.
İspanya’nın Katolik Kralı Ferdinand’la Kraliçe İzabella’nın (nam-ı diğer “Kirli İzabel”) önderliğinde İspanya’da tarihte emsali görülmemiş bir “cinnet dönemi” açıldı. Müslümanları kapalı mekânlara doldurarak üzerlerine vaftiz suyu serpiyor, sonra da gönüllü Hıristiyan oldukları ilan ediliyordu.
Kur’an-ı Kerim ve diğer Arapça eserler toplatıldı, kütüphaneler boşaltıldı yahut yakıldı, Müslümanların öteden beri giydiği geleneksel kıyafetler yasaklandı. Çocuklarına Arapça öğreten herkes cezalandırıldı. Camiler kiliseye çevrildi. Karşı gelenler Engizisyon Mahkemeleri’ne sevk edildi (Kimi İspanyol kaynaklarına göre, Engizisyon, en az üç bin Müslüman’ın kazığa oturtularak, ya da yakılarak öldürülmesine hükmetmiş) Kalanını da 1609 yılı itibariyle sınır dışı etti.
Yahudiler de aynı muameleye tabi tutuldu. İmdatlarına yine Osmanlı yetişti. Kurtarabildiği kadarını kurtardı.
“Bizim mahalle”de ne var ne yok?
Son güncelleme: 27 Ocak 2017 07:26
Ey bizim mahalledekiler!.. Ey bizim taraftakiler!..
Kısacası, ey dindar Müslümanlar!..
Paraya da, güce de, iktidara da ne çabuk alıştınız!..
Artık siz de, eskiden “ehl-i dünya” dediğiniz bakanlar ve eşleri gibi uçaklar bekletiyorsunuz!..
Bizim geçtiğimiz kapıları “halk kapısı” sayıp, VIP kapılarından geçiyorsunuz!..
Siz de, eskiden “ehl-i dünya” dedikleriniz gibi, özel muamele görmeye bayılıyorsunuz!..
Siz de, “tek dünyalı” dedikleriniz gibi, “dünyaya bir kez gelinir” anlayışı içinde keyif çatıyorsunuz!..
“Bu dünya tadımlıktır” dediğiniz ve aza kanaat ettiğiniz günleri ne çabuk unuttunuz?..
Çoktan beri, dünya ebedi imiş gibi yaşıyorsunuz!
¥
Eskiden “Üstü kaval altı Şeşhane” (aslı “şeşhane”) deyimini hatırlatan kıyafetlere kızardınız…
“Tesettür”ün anlamına uygun giyinmeye özen gösterirdiniz…
Süslü-püslü bayanlara dudak büker, ojelilerin cehennemde cayır cayır yanacağını söylerdiniz…
Farklı örtünmeleri kınar, farklı değerlendirmelere kızardınız
Şimdi ne oldu?..
Bu “fark” sizde nasıl oluştu?
¥
Nereden nereye geldiğimizi, görebiliyor musunuz, ey bizimkiler?
Mankenlere taş çıkartan kıyafetleriniz; zayıflama kürleriniz; güzellik merkezleriniz; incelme çabalarınız; rejimleriniz, diyetleriniz, perhizleriniz; kuaförleriniz, terzileriniz, modaevleriniz; botokslarınız, gerdirmeleriniz, cilt yumuşatıcı maskeleriniz; pahalı ipek başörtüleriniz; dapdaracık “tesettür”leriniz, evlilik programlarındaki arz-ı endamınız; görkemli otomobilleriniz ve “gösterişçi” yaşantınızla…
Hâlâ kıbleye yürüdüğünüzü mü zannediyorsunuz?
¥
Eskiden iktisat ederdiniz… “Bir lokma bir hırka” nutukları atardınız…
Eski sevgileriniz Allah ve Peygamber kaynaklıydı. Aşk-meşk bilmez, bu dünyadaki mahrumiyetlerin mükâfatını ahirette göreceğinize inanırdınız…
Artık buna inanmıyor musunuz ki, bütün güzelliklere bu dünyada kavuşmaya çalışıyorsunuz?
¥
Para, bize de yapacağını yaptı sonunda! Biz de saçıp savurmanın tadını aldık. “Farklı” görünmek bizim de çok hoşumuza gitmeye başladı!..
“Ehl-i dünya”nın, “Hayatın tadını çıkarmak lâzım” şeklindeki sloganı, çoktan beri beyinlerimize pelesenk oldu…
Uzun zamandır doğruları sadece savunuyor, ama yaşamıyoruz!
Hâlbuki “olduğu gibi” görünmeyenin, zaman içinde, “göründüğü gibi” olacağını söyler dururduk.
Göründüğümüz gibiyiz tam: Ne dindar, ne laik; iki arada bir derede!
¥
Kısacası, biz de “ehl-i dünya” olarak tanımladığımız ve “cehennemlik” saydığımız “ötekiler” kadar lükse düştük.
Söyler misiniz lütfen, bu gidiş nereye?
Anayasa’da laiklik ve 5816
Son güncelleme: 28 Ocak 2017 08:18
06 Şubat, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na girdiği tarihtir (1937).
Aradan 80 sene geçti. Geçen 80 sene çinde “Anayasayı cebren tebdil ve tağyir”den dâvalar açıldı, özel mahkemelerde iktidarlar yargılandı, Başbakan, bakanlar ve gençler asıldı… Bu arada yeni anayasalar yapıldı, mevcut anayasaların bazı maddeleri değiştirildi…
Şimdi bir değişikliğe daha gidiliyor: Tümünü değiştirmekte ittifak sağlanamadığı için, mevcut anayasanın 18 maddesinin değişmesi için referanduma gidiliyor. Yüzde ellinin üzerinde oy alınırsa, Türkiye “Partili Cumhurbaşkanlığı” sistemine geçecek.
Anayasanın, “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddeleri ile uygulama biçimi itibarıyla zaman zaman “Demoklesin kılıcı”na dönen “laiklik” maddesi ve kamuoyunda “Atatürk’ü Koruma Kanunu” olarak bilinen 5816 sayılı anlamsız kanun, “tebdil”e, “tadil”e, “tarif”e hiç gerek yokmuş gibi durup duracak…
Tuhaf olan şu ki, bunlardan ne “her türlü vesayete hayır” diyenler şikâyetçi görünüyor, ne “demokrasi ve özgürlük” çığlıkları atan muhalefet, ne de solcular…
“Kemalistler”i sorarsanız, hallerinden çok memnun ve çok mutlu durumdalar. Kanunla korunan Atatürk’ü koruma kolaycılığının tadını çıkarıyorlar. Ne derinleşme ihtiyacı, ne araştırma derdi, ne anlatma güçlüğü; konuya ezber bozucu çapta yaklaşan herkesi ihbarlayarak günlerini gün ediyorlar. Tuhaf bir şekilde bu “tevessül”ü hem “tenezzül” buyuruyorlar, ham de “şeref” sayıyorlar!
“Atatürk seni çok seviyoruz” diyerek, “İzindeyiz” çıkartmalarını arabalarının görünür yerlerine yapıştırarak, “Laklik cumhuriyetin temelidir” pankartları asarak tatmin oluyorlar.
Oysa “sevgi” duygusal bir tepkidir, ilimle-irfanla, mantıkla, fikirle ilgisi yoktur! Buna rağmen, koskoca profesörlerin bu konulara bilgiden çok tutkuyla, hatta aşkla yaklaşmaları anlaşılır şey değildir.
Şimdi tutup desem ki, “Laiklik cumhuriyetimizin temeli değildir”; eminim topyekün üzerime çullanırlar. Ne “irticacı”lığım kalır, ne “gerici”liğim, ne “şeriatçı”lığım…
Ama bu doğrudur! Çünkü “laiklik”,Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na 06 Şubat,1937’de girdi. Cumhuriyetimiz, “laiklik” olmadan tamı tamına on dört sene yaşadı. Bu durumda, “Laiklik cumhuriyetimizin temelidir” diyenler, “Cumhuriyetimiz 14 yıl temelsizdi” de demiş olurlar ki, en azından bühtan olur!
Cumhuriyetin 1921 ve 1924 Anayasalarında laiklik yoktur. 23 Nisan 1923›te ilâhilerle, dualarla, tekbirlerle açılan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasanın 2. Maddesine “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini, Din-î İslâmdır” maddesini koydu. Hüküm, 1928 yılına kadar aynen kaldı...
İstiklâl Savaşı zafere ulaştıktan sonra, yorgun bir milleti zafere ulaştıran mânevî temel unsura (dine) artık ihtiyaç kalmadığı düşünülmüşçesine, 2. Maddenin anayasadan çıkartılması teklifi TBMM’ne getirildi...
Cılız itirazlar, sert karşılıklar sonrasında “Devletin dini, Din-î İslâmdır” hükmü anayasadan çıkarıldı, ancak yerine hiçbir madde konmadan 1937’ye gelindi.
06 Şubat 1937 günü toplanan TBMM, 3115 sayılı kanunu kabul etti. Böylece “laiklik” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na girdi. Böylece, “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik” ve “İnkılâpçı” oldu.
“Ama bunlar CHP’nin altı okunda simgelenen parti ilkeleri” diyebilirsiniz. Öyledir. O tarihte CHP demek zaten “devlet” demektir.
O gün bunların anayasaya konmasından, bugün anayasada durması daha garip bir durum değil mi?
Başkanlık ve “kuvvetler ayrılığı” prensibi
Son güncelleme: 31 Ocak 2017 06:41
Osmanlı asırlarında Kanuni Sultan Süleyman dönemi…
Hüsrev Paşa, o tarihte Mısır Beylerbeyi’dir. Her zamanki gibi, Mısır Eyaleti’nin vergilerini toplayıp İstanbul›a gönderir. O yıl gelen verginin geçen yıllardan daha fazla olduğunu gören padişah, durumu araştırmak için müfettişler görevlendirir:
“Bakın ki, bu paralar ahaliye baskı yapılarak mı toplanmıştır?”
Müfettişler Mısır’a gidip aylarca araştırır, soruştururlar; nihayet vergi artışının zorlamayla değil, yeni sulama kanallarının açılması sonucu sulanan arazinin fazla ürün vermesiyle sağlandığına kani olurlar ve kanaatlerini Padişah’a arz ederler.
Buna rağmen Kanuni,Mısır’dan gelen vergi fazlasını yol, liman, sulama kanalı inşaatlarında kullanılmak üzere Mısır’a iade eder. Hassas yüreği buna rağmen tatmin olmamış olacak ki, Hüsrev Paşa’yı Mısır Beylerbeyliği görevinden alır, yerine Hadîm (hizmetkâr anlamında) Süleyman Paşa’yı tayin eder.
Bu olayda da görüldüğü gibi, Kanuni Sultan Süleyman, milletini devletine ezdirmeyen bir hükümdardı. Padişahların bile keyfi hareket edememesi için, meşhur “Kanunnâme”sinde, ilk kez “görev-yetki” tanımlaması yapmıştı. Ve koyduğu kurallara öncelikle de kendisi uymuştu.
Aşağıdaki olay bunun delilidir…
Muhteşem Süleyman, ihtişamın zirvesinde bulunduğu günlerden Kâğıthane civarında ava çıkar. Dolaşırken, Bizans döneminden kalma su yollarına tesadüf eder. Bunların onarılarak kullanılabileceğini düşünür.
Bu işlerde son derece deneyimli olan Rum mühendis Nikola’yı eski su yollarını tamir etmekle görevlendirir. Kendi kesesinden bir miktar da para verir.
Nikola amele ve ustalar tutup bölgede çalışmaya koyulur. Bunu duyan Vezir-i Âzam (başbakan) Damat Rüstem Paşa’nın tepesi atar. Padişah’ın kendi görev alanına tecavüz ettiğini düşünür ve Nikola’yı zindana attırır.
Bir süre sonra Padişah, çalışmaların ne durumda olduğunu görmeye gider. Ne görsün: Kazma dahi vurulmamıştır…
Talimatının Rum mühendis Nikola tarafından göz ardı edildiğini düşünüp soruşturma açtırır. Anlaşılır ki, Nikola hapistedir.
Kanuni Sultan Süleyman, Vezir-i Âzam Rüstem Paşa’yı çağırtıp sorar:
“Su yolcu zimmînin hapsine bais nedur?” (Su yolları yapan gayrimüslimi neden hapsettin?)
Rüstem Paşa’nın, dünya hukuk tarihine geçmeye lâyık cevabını bugünkü dile çevirelim: “Hünkârım! Benim haberim olmadan sen böyle işlere kalkışamazsın ve devletin başına keyfî kararlarınla masraf kapıları açamazsın. Bu işi hükümet araştırır ve eğer icap ederse suyu hükümet getirir. Seninle temasına mâni olmak için mühendisi hapse ben attırdım.”
Bu cevap, demokrasilerin temelini teşkil eden “kuvvetler ayrılığı prensibi”nin Osmanlı Devleti’ne, daha ortada demokrasinin “D”si yokken, hâkim olduğunu gösteren bir anlayışı simgeliyor.
Bu ağır cevap karşısında Muhteşem Süleyman ne yaptı dersiniz?
Okul kitaplarında sık sık anlatıldığı gibi, “mutlakirade”siyle yerinden fırlayıp, “Padişah hükmüne karşı gelmenin cezası ölümdür; tiz Sadrazam’ın boynu vurula!..” mı dedi?.. Hayır!
“Seni azlittüm! Bütün emvalini [malını-mülkünü] hazineye irad kaydittüm. Var Allah’tan bul!” diyerek sürgüne mi gönderdi?
Yine hayır... Vezir-i Âzam’ına hak verdi, salâhiyetini aştığını kabul edip âdeta özür diledi: “Benimvezirim, münasip olanı yapasun!”
Başkanlık sistemi böyle bir tablo çıkarır mı dersiniz?
Daha ne milyonlarımız gidiyor!
Son güncelleme: 01 Şubat 2017 07:11
Meclis Divan Kâtibi ve CHP milletvekili Elif Doğan Türkmen’in yaklaşık olarak bir milyon 200 bin liralık telefon faturasına çok mu şaşırdınız?.
Ben hiç şaşırmadım…
Çünkü “Devlet malı deniz” diye başlayandeyimi biliyorum.
Ayrıca, Tevfik Fikret’in, “Han-ı Yağma” başlıklı şiiri de kısmen ezberimde…
Bakın ne diyor?..
“Bu sofracık, efendiler -ki iltikaama (Lokma etme, yutma) muntazır,
“Huzurunuzda titriyor- bu milletin hayatıdır;
“Bu milletin ki mustarip, bu milletin ki, muhtazır (can çekişen)!
“Fakat sakın çekinmeyin, yiyin, yutun hapır hapır...
“Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin,
“Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Yiyin beyler, bayanlar!..
Merdivenden kayanlar!..
Ne zaman bu konuya girsek, “ucuz polemik” diye geçiştiriliyor, ama yılda bir milyon iki yüz bin liralık telefon faturası ne “ucuz”, ne de “polemik”. Rivayete göre Sayın Kılıçdaroğlu bile kızmış, “Bu kadar da olmaz ki” demiş…
Peki ne kadar olur?..
Beş yüz bin harcayan var, dört yüz bin harcayan var…
“Makul” ve dâhi “mantıklı” olan miktar ne?
Başka bir soru: Vekillerimiz bize kendilerini propaganda etmek için neden cebimizden para harcıyorlar?
Üstelik maaşları da hiç fena değil. Meclis genel kuruluna sunulan 2017 yılı bütçe yasa tasarısıyla birlikte emekli aylığı alırken görevlerini sürdüren milletvekillerinin aldığı aylık ücret 2017 yılı başından itibaren 26 bin 620 liraya çıktığını gazetelerden okudum. Ne kadar doğru bilmiyorum. Doğru ise, Türkiye şartlarında bu maaş “süper maaş”tır. Buna bir de, dokunulmazlık hariç, her türlü milletvekili imtiyazından yararlanan “dolgun” maaşlı yüzlerce emekli milletvekili ekleyin… Aaah!
Bize “ah”, ama onlara “oh”!
“Ama efendim, masrafları çok…”
Doğru: Seçmen ağırlama masrafları çoktur. Bu yüzden milletvekillerinin çoğu bize değil, daha ziyade kendine çalışıyor. Seçmen ağırlayarak kendi geleceğine yatırım yapıyor.
Cebimizden çıkan sadece telefon faturaları olsa, öpüp başımıza koyalım: Bunun ayakkabı boyacısı var, kuaförü var, berberi var, terzisi var, ütücüsü var, lokantası var…
Meclis’te sadece milletvekillerine hizmet veren lüks lokantada fiyatlar “sudan ucuz”. Bir kâse çorba 1 lira, şiş kebap 5 lira...
Dışarda sıradan bir lokantada 20-25 liraya yiyebileceğiniz kuzu şişi meclis lokantasında 6 liraya yiyorsunuz...
Tavuk şiş 4 lira, Izgara köfte 5 lira, Pideli saç kavurma 5 lira, pilavlı tavuk döner 4 lira, künefe 2 lira…
Anlayacağınız adam başı 8-10 liraya, kendilerine ve seçmenlerine mükellef ziyafetler çekebiliyorlar.
Bu durumda, milletvekillerinin sokaktaki pahalılığı kavrayamamaları çok normal…
Yine de bizim için çalışana helâl olsun. Yan gelip yatana ne diyeyim?
***
Elif Doğan Türkmen’e, telefon faturasını millete ödetmeye çalışmasından ziyade “Beni uyarmadılar” diye “yalan” söylemesine ve “Bu benim hakkım” diyekendinde böyle bir “hak” görmesine kızdım.
Bazıları gibi, bu olayı fırsat bilip, “İşte CHP’nin hak anlayışı” demeyeceğim, sadece “El kesesinden hovardalık” diyeceğim.
Bu deyim tam oturuyor.
“Trump Amca, süt tozu gönder!”
Son güncelleme: 03 Şubat 2017 08:46
Küçüktüm. Mini minnacık, masum masumcuk, ürkek ve mazlum bir köy çocuğu olarak yaşadığım 50’li yıllardı...
İlkokula başlamıştım. “Uyu uyu yat uyu”, “Ali bal al, al Atay, bu bal, yaşa baba yaşa” diye, “Alfabe” kekeliyordum.
Amerika neresidir, Marshall kimdir bilmiyordum. Amerika’yı, “Marshall Plânı” çerçevesinde okulumuza gelen süt tozu ve margarinle tanıdım.
Önce inceden bir dedikodu yayıldı bütün okula: Amerikalılar sütü toza dönüştürmüşler, yardım olsun diye bize göndermişlerdi. Ne iyi insanlardı şu Amerikalılar! Dünyanın öteki ucundan bizi düşünmüş, bizim için sütü toza çevirip göndermişlerdi.
Aramızda büyük bir tartışma bile çıktı: “Süt, toz haline getirilebilir mi, getirilemez mi?” Bizim bildiğimiz süt ineklerden sağılırdı. Herkesin ahırında birkaç inek vardı. Sütün, yoğurdun, tereyağının âlâsını yiyorduk.
Amerika’yı göreni gören tek kişi bizim Faik’ti. Amcası bir kez gemi ile Amerika’ya gitmişti. Bu yüzden okulun yıldızı olmuştu. Amcasından duyduklarını bire bin katarak anlatıyor, anlattıklarıyla hepimizi etkiliyordu.
Aslında onun da bildiği çok bir şey yoktu: Döndüre döndüre Amerika’nın geniş caddelerinden, kat kat evlerinden, iyi giyimli tombul çocuklarından bahsediyordu.
Bir gün, “Adamlar o kadar gelişmişler ki, sütün bile tozunu attırmışlar” deyince, kıskandım: “Bize ne!” dedim, “biz taze sütte, tereyağında zaten boğuluyoruz, hepimizin evinde birkaç inek var, bu durumda süt tozu ve yağdan başka gönderecek şey bulamamışlar mı?”
Buna Faik bile cevap veremedi. Meğer her şey “Marshall Planı” çerçevesinde oluyormuş. ABD Dışişleri Bakanı George Marshall, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu az gelişmiş 16 Avrupa ülkesine yardım paketi hazırlamış.
Bu çevrede Türkiye, ABD ile 4 Temmuz 1948’de bir ekonomik işbirliği anlaşması imzalamış. Süt tozu ve margarin yardımı iş bu anlaşma çerçevesinde yapılıyormuş.
Nihayet Amerikan süt tozu ile margarini okulumuzu teşrif buyurdular! Öğretmenlerimiz bir taraftan süt tozunu süte çevirmek için su katıp koca kazanlarda kaynatıyor, bir taraftan da Türkiye’nin kendine yeten bir tarım ve hayvancılık ülkesi olduğunu öğretiyorlardı.
O tarihe kadar ne margarin görmüştüm, ne de adını duymuştum. Süt tozunun varlığından da haberim yoktu. Biz inekleri sağar, sütü kaynatır, ama taze sütü içmekte bile mızmızlanırdık. İçine mis gibi taze tereyağı katılmış bir bardak süt içirmek için, büyük yengemle köşe kapmaca oynardım. Bakalım Amerikan sütünü nasıl içecektim?
Nihayet o gün geldi, koca bakır kazanlara dökülen süt tozu su ile açılıp kaynatıldıktan sonra, evden getirdiğimiz bardaklara konup elimize tutuşturuldu. İlk yudumu hevesle aldım. Felaket kokuyordu. Tadı da berbattı. Kimimiz dayak tehdidiyle yutkunduk, kimimiz dayağı göze alıp geri çıkardık. Buna karşı, öğretmenlerimizin formülü basitti: “Burnunuzu tutun, bir dikişte için.”
Bizi teşvik için süt tozu içerken, suratları öyle şekilden şekle giriyordu ki, halimize bakmadan kıkırdıyorduk. İşkence günler boyu sürdü.
Bu arada bir de problem çıktı: Hadi sütü cebren ve hile ile içirdiler, yağı nasıl yedireceklerdi? Formülü Başöğretmenim buldu: Kâğıda sarıp elimize tutuşturdu. Eve götürmemizi istedi. Ne kadar besleyici olduğu konusunda da uzun bir nutuk çekti.
Fakat Amerikan margarinini eve kadar sağ salim götürmeyi hiç birimiz başaramadık: Ya yolda eriyor, ya yol boyu oynayarak yürürken elimizden kayıyordu. Arada bir kavga çıktığında ise bir birimizin suratına fırlatıyorduk.
Kişisel olarak benim Amerika’dan yediğim en büyük kazık budur, ama Türkiye’ye attığı kazıkların haddi-hesabı yoktur!
Anayasa çatışmaları!
Son güncelleme: 04 Şubat 2017 06:51
“Tartışma” bilgi ve ilim gerektirir…
“Çatışma” ise kaba kuvvet ve lâf ebeliği…
Sanırım bu yüzden “tartışmadan çatışma”yı pek severiz…
Al takke ver külah! Hakaretler, aşağılamalar, yumruklar arasında hakikat “nihan” olur: Hay-huy içinde kaynar gider!
Siyaset de, televizyon kanalları da, köye yazarları da maalesef bu durumda… Meclis’te yapılan anayasa değişikliği görüşmeleri esnasında bir siyasetçi diğer siyasetçinin burnunu kırıyor, bir başkası bacağını ısırıyor; yumruklaşmalar, küfürleşmeler oluyor; masalar, kürsüler kırılıyor…
Böyle ortamlarda “ilim-bilgi” ve “ihtisas” geri plâna düşer. “Şiddet” ve “güç” öne çıkar. Bu da şaklabanların, çığırtkanların sayısını artırır.
Ekranlara bakın göreceksiniz. Çoktan beridir çeşitli görüş sahipleri aynı kanalda bir araya gelemiyor. Medeni ve “ilim-bilgi” eksenli tartışmalar yapılamıyor. Her kanal kendi düşüncesinde olan insanlarla işi götürmeye çalışıyor.
Gitgide “tek sesli” hale geliyoruz! Bu gidiş gidiş değil.
Çünkü bu gidiş Türkiye’yi hem daha çatışmacı bir ortama sürükler, hem de uçlarda dolaşmayı varlık sebebi sayan isimlerin daha da sertleşmesine yol açar…
Sonunda, anayasanın 18 maddesinin değişmesi ya da değişmemesi anlamına gelen “referandum”u unutur, “bakalım kim kimi yok edecek?” noktasına geliriz.
Artık tüm silahlar çekilir: Din de istismar edilir, milliyet de, iman da, ahlâk da, bayrak da, Atatürk de!..
Birikmiş tüm kinler, tüm tortular devreye sokulur ve toplum “vuran vurana-kıran kırana” bir kördövüşüne itilir…
Bir taraf en sivri, en ölçüsüz üslupla “Atatürk’ün askerleriyiz” diye bağırır, diğer taraf “Ya Allah bismillah” diye karşılık verir.
Oysa yapmamız gereken şey, düşüncemiz, fikrimiz istikametinde sandığa oy atmaktan ibarettir. Bu kadar abartacak, düşman kamplara ayrılacak, “Onuncu Yıl Marşı” yahut “İzmir Marşı” eşliğinde saldıracak bir durum yoktur.
Bekir Coşkun’un soruşturmaya konu olan yazısı ile benzer başka kışkırtıcı ve bölücü yazılar, bu yüzden doğru yazılar değildir…
Açıkça ifade edeyim ki, “Hayır”a meyyal olsaydım, Coşkun’un yazısını okuduktan sonra “Evet” deme noktasına gelirdim.
Anayasa oylaması, Coşkun’un sandığı gibi, “Kelle ile şehit arasında” değildir…
Dediği gibi, “Kulluk ile vatandaşlık; ortaçağ ile 2017; emir ile hukuk; haram ile helal; cehalet ile ilim; karanlık ile aydınlık; yalaka şaklaban ile Atatürk’ün askerleri arasında” da değildir (yüz kızartıcı galiz ifadelerini almadım)…
Bir darbe anayasasının (82 Anayasası) 18 maddesinin değişip değişmemesi arasındadır…
İte-kaka işleyen mevcut parlamenter sistemle “Cumhurbaşkanlığı sistemi” arasındadır…
Hadi bilemediniz, AK Parti-MHP ittifakıyla CHP-HDP ittifakı arasındadır.
Ortada “rejim sorunu” yoktur!..
Atatürk veya cumhuriyet oylanmıyor!..
Hilafet/Saltanat filan da gelmiyor!
Yani bu derece öfkelenecek, itidali kaybedecek bir durum mevzubahis değil.
Yeni başladık yahu! Bu derece gergin olmanın anlamı ne?..
Yapmayın, etmeyin, gitmeyin, ortamı daha fazla germeyin!
“Atatürkçülerden Atatürk’ü Koruma Kanunu”
Son güncelleme: 06 Şubat 2017 06:59
Bu ne acele arkadaşlar, referanduma daha iki ay var…
Sanki gümrükten mal kaçırılıyor!.. Sanki arkalarından kovalayan var!..
Sanki seçime gidiyoruz: Sanki iktidar değişecek: AK Parti yerine CHP gelecek! (Böyle hayaller kuranlar varsa, ham hayal içinde olduklarını bilsinler).
Sanki Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığından indirilecek de, koltuğuna Kılıçdaroğlu oturacak!
Alt tarafı referanduma gidiyoruz: “Evet” çıkarsa, kurumları birbirine daha entegre işleyen daha hızlı, daha istikrarlı bir Türkiye’de yaşayacağız…
“Hayır” çıkarsa, patinaja devam…
Buna millet karar verecek. Yani korkuya, paniğe, endişeye hiç gerek yok!
Çünkü bazılarının üzerine titrediği ilk dört madde aynen kalıyor…
5816 sayılı “Atatürk’ü Koruma Kanunu” aynen muhafaza ediliyor…
“Atatürk ilke ve inkılâpları”, bu değişiklikten sonra da “anayasa teminatı altında” kalmaya devam ediyor…
Bazılarının son derece yanlış bir şekilde “Cumhuriyetin temeli” saydığı (doğru değil, çünkü 1923’te ilân edilen Cumhuriyete, laiklik 1937’da dâhil edildi) laiklik korunuyor… Kıyafet (özellikle de başörtüsü) özgürlüğünün sözü bile edilmiyor…
Anlayacağınız, “devletin kuruluş felsefesi”ne kimse dokunmuyor.
Peki bu panik niye?.. Bu ne acele birader? Siyasetçiler bile henüz sahaya inmedi, mitingler başlamadı. Buna rağmen bazı gazeteler, gazeteciler, köşe yazarları, televizyoncular, yorumcular, sanatçılar, hatta magazinciler, manşetlerden, gazete köşelerinden, ekranlardan, sosyal medyadan can havliyle çoktan bağırmaya başladılar: “Hayııırrr!”
Hemen de Atatürk’ü öne sürdüler…
Geçenlerde baktım, Volkan Konak hemşehrimyumruklarını savura savura sahnedenmeşhur “İzmir Marşı”nı söylüyor…
Yahu bu marş bizim bile değil: Her ne kadar Yılmaz Özdil, “söz ve bestesi anonimdir” dese de, Alman besteci Kurt Striegler tarafından 1923 yılında bestelendiği yolunda ciddi kayıtlar var (bazı kaynaklara göre ise I. Dünya Savaşı’ndaki Kafkasya Cephesi’ne ithafen “Kafkasya Marşı” olarak yazılmış, Mehmed Ali Bey veya İzzettin Hümayi Elçioğlu tarafından bestelenmiş).
28 Şubat sürecinde, kızlarımızın başı cebren açılıp, direnenler idamla yargılanırken ve meşru Erbakan hükümeti envai çeşit hile ile devrilirken de bu kesim şevkle “Onuncu Yıl Marşı”nı bağırıyor, hatta bildik bazı çevreler İstiklâl Marşı’mızı bununla değiştirmeye çalışıyordu.
Tuhaf olan ne biliyor musunuz? Şu her daim “Atatürk” diye bağıran “Kemalist/ solcu/ ulusalcı” şairlerin ve sanatçıların o gün bugündür doğru düzgün bir marş dahi yazamayıp eski şiirlerle, marşlarla yetinmek zorunda kalmaları… Belli ki, içlerinden gelmiyor! Her şey dillerinin ucunda: Samimiyet mumla aranıyor!
Bunlar vaktiyle Menderes’in karşısına da Atatürk’ü çıkarmışlar, asılıncaya kadar uğraşmışlar, 27 Mayıs darbesini elleri çatlayana kadar alkışlamışlardı…
Sonra Demirel’in karşısına çıkardılar Atatürk’ü. Gerçi Demirel de “Atatürkçü”ydü, ama derdini kimseye anlatamadı. 12 Mart müdahalesiyle indirip, 12 Eylül darbesiyle Zincirbozan’a sürdüler.
Derken rahmetli Özal’a ve nihayet rahmetli Erbakan’a aynı oyunu tekrar oynadılar…
Sözde “Atatürk aşkına” Türkiye’yi allak-bullak ettiler. Acısını hâlâ yaşıyoruz.
Ne yapsak, “Atatürkçülerden Atatürk’ü Koruma Kanunu” diye bir kanun daha mı çıkarsak?..
Yusuf’laşmak, Yunus’laşmak, İbrahim’leşmek
Son güncelleme: 07 Şubat 2017 06:41
Kur’an-ı Kerim’de geçen Hz. Yusuf kıssası, her çağın insanı için bir ibret levhasıdır. Bu özelliği sebebiyle Kur’an’da “Ahsenül Kasas” (en güzel kıssa) olarak zikredilir. Yusuf Suresi’nin başından 102. ayete kadar olan bölümde anlatılan bu kıssa, Yusuf’un başından geçenlere ilişkindir.
Özetlemek gerekirse, çok yakışıklı olan Yusuf’u, kıskanan kardeşleri, ondan kurtulmaya karar verip av bahanesiyle götürdükleri ıssız bir dağ başında bir kuyuya atarlar. Üstünden çıkardıkları gömleğini de avladıkları bir hayvanın kanına bulayıp babaları Hz. Yakub’a gösterirler: “Kardeşimiz Yusuf’u kurtlar parçaladı.”
Kuyudaki Yusuf’un imdat çığlıklarını kimse duymaz, zira çevrede kimse yoktur. Ama her zaman, her yerde biri vardı: O Allah’tır. “Onun izni ve haberi olmadan sarı yaprak bile yere düşmez!”
O umutsuzluk deminde dahi yan gelip yatmaz. Teslim olmaz. Tırmanmaya çalışır. Elleri parçalanana kadar uğraşır. Bir taraftan da dua eder.
Derken, bir kervan yaklaşır kuyuya. Kervandakilerin Yusuf’tan, Yusuf’un kervandan haberi yoktur. Ama “Allah her şeyden haberdardır! Aşılmaz tek irade O’nun iradesi, şaşmaz tek hesap O’nun hesabıdır!”
İhtiyaçlar kuyu başında kesişir. Susayan kervancılar kuyuya bir kova sarkıtırlar. Amaçları Yusuf’u kurtarmak değil, kuyudan su çekip susuzluklarını gidermektir. Hz. Yusuf kuyuya sarkıtılan kovaya tutunur ve yukarı çekilir.
Mısır’a götürüp köle niyetine satılır. Bir iftiraya uğrayıp, yedi yıl zindanda yatar. Nihayet nice “olmaz”lar olur ve Hz. Yusuf, Mısır’ın “ikinci adamı” konumuna gelir.
Bu kıssayı, çekemedikleri için gemiden denize attıkları Hz. Yunus ve Nemrut ateşinden sağ selamet çıkan Hz. İbrahim kıssalarıyla birlikte bir kere daha değerlendirmeye çalışır mısınız lütfen?
Kıssalarda verilen mesaj aynıdır. Mehmed Âkif Ersoy, Allah’ın bu mesajını şöyle şiirleştirmiştir:
“Allah’a dayan sa’ye sarıl hikmete râm ol,
Yol varsa budur bilmiyorum başka çıkar yol.”
¥
Bazen insanın yüreği yorulur. Bazen “şak” diye ortadan yarılır da tüm dinamikleriniz içinize çöker, tüm umutlarınızı yitirirsiniz…
Varlığınızın enkazı altında kalmış gibi hissedersiniz kendinizi…
Umduğunuz dağlara kar yağmış, size dostça, kardeşçe uzandığını sandığınız eller, sizi ya karanlık bir kuyuya ya da fırtınalı bir denize fırlatmıştır.
Dertlenmeyin!.. Yakınmayın!.. Ve asla pes etmeyin!..
Bilin ki, o an, Yusuf’laşma. Yunus’laşma ve İbrahim’leşme anıdır!
¥
Bir üniversitede verdiğim konferans sonrasında, öğrencilerden biri şöyle bir sual sordu:
“Roman yazmak için öncelikle ne lâzım?”
Tek kelimelik bir cevap verdim:
“Önce sabır lâzım!”
Hayat, her anı sabırla örülen bir sanattır!
Tabii sabrınıza imanınızı, ilminizi, irfanınızı, bilginizi, becerinizi, birikiminizi, kültürünüzü, idrakinizi, ferasetinizi, basiretinizi, nezaketinizi, nezafetinizi, nezahetinizi, zarafetinizi ve nihayet yüreğinizi de katmalısınız.
“Sabırla koruk helva olur” sözü boşuna söylenmemiş…
Anayasa değişikliğinin özeti
Son güncelleme: 08 Şubat 2017 06:45
Özetle ve yer yer şerh düşerek referanduma sunulan en önemli maddeleri aktarıyorum ki, neyi tartıştığımızı bilelim...
Milletvekili sayısı 550’den 600’e çıkacak, milletvekili seçilebilme yaşı 25’ten 18’e inecek...
TBMM ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri, 5 yılda bir aynı gün yapılacak...
Meclis, denetim ve bilgi edinme yetkisine sahip bulunacak, bu yetkisini “Meclis araştırması”, “Genel görüşme”, “Meclis soruşturması” ve “Yazılı soru” yoluyla kullanacak...
Cumhurbaşkanının partisiyle ilişiği kesilmeyecek... Görev süresi 5 yıl olacak ve bir kişi en fazla 2 kez cumhurbaşkanı seçilebilecek (yani diktatörlük yok).
Cumhurbaşkanlığına, seçimlerde geçerli oyların en az yüzde 5’ini alan partiler ile en az 100 bin seçmen aday gösterebilecek...
Cumhurbaşkanı “Devlet başkanı” ve “Başkomutan” olacak, yürütme yetkisini üstlenecek...
Cumhurbaşkanı, anayasa değişikliklerine ilişkin kanunları gerekli gördüğü takdirde halkoyuna sunacak...
Cumhurbaşkanı, yürütme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilecek, ancak kanunda açıkça düzenlenen konularda cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarılamayacak (Meclis’in önceliği)...
TBMM’nin aynı konuda kanun çıkarması durumunda, cumhurbaşkanlığı kararnamesi geçersiz olacak (Meclis’in üstünlüğü)...
TBMM, cumhurbaşkanı, cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar hakkında soruşturma açılmasını isteyebilecek (Meclis’in denetimi)...
Hakkında soruşturma açılmasına karar verilen cumhurbaşkanı seçim kararı alamayacak (Meclis’in belirleyiciliği)...
Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar, milletvekili seçilme yeterliliğine sahip olanlar arasından cumhurbaşkanı tarafından atanacak ve görevden alınacak...
Milletvekilleri, cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakan olarak atanırlarsa üyelikleri sona erecek (tek iş yapacaklar)...
TBMM, üye tamsayısının beşte üç çoğunluğu ile seçimlerin yenilenmesine karar verebilecek (Meclis’in itibarı)...
Cumhurbaşkanı, kanunda düzenlenen ilgili şartların gerçekleşmesi halinde OHAL ilan edebilecek (keyfine göre değil yani)...
Disiplin mahkemeleri dışında askeri mahkemeler kurulamayacak...
Bütçeyi Cumhurbaşkanı Meclise sunacak...
Bakanlar Kurulu olmayacak: Yürütme yetkisi ve görevi, Cumhurbaşkanı tarafından anayasaya ve kanunlara uygun olarak kullanılacak ve yerine getirilecek...
Askeri Yargıtay, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi ve askeri mahkemeler kalkacak.
Bunun neresi diktatörlük, neresi “Tiran”, neresi “tek adam”lık? Hoş dünyanın en iyi anayasasını yapsanız bile “şartlı refleks” sahiplerini tatmin edemezsiniz. Onların zaten tuzu kuru!
Ama “PKK, PYD, HDP, DAEŞ, FETÖ, vs. hayır diyor diye biz evet diyeceğiz” yaklaşımı temelden yanlıştır...
Eskaza, onlar “evet” deseydi ne yapacaktık peki? Böyle gerekçe olmaz...
Aklımız, mantığımız ve “Yeni Türkiye” tasavvurumuz “evet” demeyi gerektirdiği için “evet” diyeceğiz!
Doğrusu bu olduğu için, “evet”!
Eski anayasa referandumları
Son güncelleme: 10 Şubat 2017 07:58
27 Mayıs darbesi olmuş, Türkiye’ye çağ atlatan Demokrat Parti kadroları Yassıada’da kurulan uyduruk “Adalet Divanı”nda. “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” mantığıyla güya yargılanmaya başlanmış, bu arada yapılan anayasa, halkoyuna sunulma aşamasına gelmişti.
Medya ihtilal şakşakçısı, bürokrasi “gelen paşam, giden ağam”cı, üniversite “darbe fetvacısı”, halk korku tutuğu, siyaset “ürkek”ti.
Çocuk yaştaydım. Doğu Karadeniz’in sahil şeridine sere serpe uzanmış köyümde yaşıyordum. Her hafta sonu ilçeden memurlar geliyor, darbecileri övüp demokratlara sövüyorlardı.
Eski Demokratlar seslerini çıkaramıyor, öfkeden kızaran yüzlerini ya da acıdan buğulanan gözlerini göstermemek için başlarını başka tarafa çeviriyorlardı.
Kemalist solcuların bayıldığı 1961 Anayasası bu havada referanduma (halkoylaması) sunuldu. Anayasa taslağı aleyhinde küçücük bir imada bulunmak bile şiddetle yasaktı, ama isteyen istediği kadar övebilirdi… Övgücülerin başını, İsmet İnönü’nün Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) çekiyordu. Demokrat oyları şaşırtmak için darbecilerin Ekrem Alican’a kurdurdukları Yeni Türkiye Partisi (YTP) şaşkınları oynuyor, Demokrat Parti’nin takipçisi olarak kurulan Adalet Partisi (AP) ise açıkça “hayır” diyemediğinden “hayır” diliyordu.
9 Temmuz 1961 sabahı sandık her zamanki gibi köy camiine kuruldu. Milli Birlik Komitesi’nin seçtiği “Kurucu Meclis” marifetiyle yapılıp Komite’nin denetiminden geçen 1961 Anayasası halkoylamasına sunulacaktı. Oylar kırmızı ve beyazdı: Kırmızı oylar “anayasaya hayır”, beyaz oylar “evet” anlamına geliyordu.
Seçim Kurulu’ndan gelen torba açıldı. Fakat içinden bir tane bile “kırmızı” oy çıkmadı. Bu durumda halk “evet” demeye mahkûmdu. Maalesef “katı demokrat” bildiğimiz yaşlı amcalar da seslerini çıkarmıyorlardı. İçimden gelen bir dürtüyle isyan ettim: Bu durumda sandığın açılamayacağını, seçimin başlatılamayacağını söyledim. Köyün eski demokratları bile, başıma bir iş gelir korkusundan bana kızıp köpürürken, öğretmen olduğunu sonradan öğrendiğim sandık başkanı, hak verdi. Fakat ilçeye gidip gelmek üç saat kadar sürerdi. Araba yoktu. Kim onca yolu gidip kırmızı pusulaları getirecekti?
46 demokratlarından rahmetli Nazım Sağbaş bu işe gönüllü oldu. Güçlü kuvvetli bir delikanlıydı. İlçeye koşarak gitti ve kırmızı oy pusulalarını getirdi. Oy kullanma işlemi başladı. Nazım Abi, ben ve rahmetli arkadaşım Bekir Birinci, camiye giden yolları tuttuk. Oy kullanmaya giden kadınlara ve yaşlılara, beyaz oy attıkları takdirde Adnan Menderes’i asacaklarını söyledik. Propagandamız etkili oldu. Çünkü köye yol, su, köylüye itibar getiren Adnan Menderes’i hâlâ çok seviyorlardı.
Sandıklar açıldı. 1961 Anayasası Türkiye genelinden yüzde 61.05 oy alırken, bizim köyde yüzde on bile alamamıştı.
Yine askeri darbe (12 Eylül 1980) şartlarında cebren ve hile ile millete kabul ettirilen ve o gün bugündür bazı değişikliklerle birlikte hâlâ yürürlükte bulunan 1982 anayasası da aynı şartlarda referanduma sunulmuştu.
Bu kez mavi “red”, beyaz “kabul”du. Yine övmek serbest, eleştirmek yasaktı. Köşe yazılarımda sık sık “mavi mavi” türküsüne atıfta bulunuyor, gök mavisinden deniz mavisine kadar tabiatta ne kadar mavi varsa topuna birden övgüler düzüyordum.
Darbenin lideri Kenan Evren bir basın toplantısında bundan yakınmış, hatta köşe yazımı göstererek, “Bakın bize neler söylüyorlar” diyerek gözdağı vermeye çalışmıştı.
“Hey gidi günler!” deyip geçelim.
Galiba boşuna çabalıyorum
Son güncelleme: 11 Şubat 2017 06:48
Boşuna çabaladığımı biliyorum. Ne yazarsam yazayım, bazıları yazdıklarımın tümünü okuma zahmetine bile katlanmadan, “Benim oğlum bina okur, döner döner gene okur” havasında, ezberledikleri sloganları tekrarlayıp, siyasi eğilimlerine, tarihi malzeme yapmayı sürdürecekler.
Çünkü çoğumuz gerçeğin peşinde değiliz. Bilgiyi-kültürü önemsemiyoruz. 147 harften ibaret “twit”lerle dünyaya nizam verdiğimizi sanıyoruz.
Ne yalan söyleyeyim, zaman zaman umutsuzluğa kapılmıyor değilim. İçimden bir ses, “Bilgisayarı kapat, kalemini kır, köyüne dön, keyfine bak” diyor. Sonra bir şeyler oluyor, “Balık bilmezse Halık bilir” hesabı “yola devam” kararı alıyorum. Yazdıklarımın doğru anlaşılmasını isteme hakkına bile sahip bulunmadığımı (yeniakit.com.tr de yayınlanan yazılarımın altındaki “yorumlar”a bakın, ne dediğimi görürsünüz) bile bile dert anlatmaya çalışıyorum.
“Meselâ” diyelim…
Ne zaman rahmetli Başbakan Adnan Menderes’ten bahsetsem, “Ama o Atatürk’ü Koruma Kanunu çıkardı” diye itiraz edenler oluyor.
Doğru, ama böyle bir kanun çıkarmaya neden ihtiyaç duyduğunu bilmeden böyle bir hüküm vermek de doğru mu?
Bu kanun 31 Temmuz 1951 tarihlidir. Bu tarih, “Tek Adam” vesayetinin ağır biçimde devam ettiği bir tarihtir. 27 yıllık tek parti iktidarı siyaseten bitmiştir, ama asker ve sivil bürokraside devam etmektedir (Rahmetli Erbakan’ın ve sonrasında AK Parti’nin karşılaştığı direnişle Trump örneğine de bakın).
“Millî Mücadelenin ikinci adamı” ve “Millî Şef” unvanlarını uhdesinde bulunduran İsmet Paşa, iktidardan düşürülmesine rağmen, tarihi kimliği sayesinde hâlâ orduya ve sivil bürokrasiye hâkimiyetini sürdürmektedir ve Demokrat Parti iktidarını sürekli olarak “Atatürk ilkelerinden sapmak”la itham etmektedir (nitekim bu durum 27 Mayıs 1961 darbesiyle sonuçlanmıştır).
Ne ilginçtir ki, bu tartışmaların zirve yaptığı günlerde, “Ticaniler” denen bir grup ortaya çıkmış ve Atatürk büstlerine saldırmaya, kırıp dökmeye başlamıştır (28 Şubat sürecinde piyasaya sürülen “Aczimendiler” isimli grubu hatırlayın).
Bundan da Menderes sorumlu tutulunca, İnönü hâkimiyetine karşı Atatürk’ü öne çıkarmak zorunda kalmıştır: O da kurtaramamıştır, başka!
Bendeniz “toptancı” değilim. Bazı icraatlarını övdüğüm insanların hatalarının da olduğunu bilirim. Menderes’in ve bazı başka siyasetçilerin elbette hataları vardır. Kimse “sütten çıkma ak kaşık” değildir. Ama Menderes,Ezan-ı Muhammedî’yi “çığlık” olmaktan kurtarıp, tekrar “Muhammedî” kimliğine döndürmesiyle öyle büyük bir hayır yapmıştır ki, muhtemelen bunun hatırına Allah, hayatını “şehadet”le taçlandırmıştır. “Şehadet” her babayiğide nasip olmaz. Menderes’i konuşurken, bir “şehid”i konuştuğumuzu unutmamak lâzım.
İkincisi: ABD’yi her eleştirmemde “Ama Stalin, bizden Kars’ı, Ardahan’ı istediğinde Amerika karşısına dikilmiş, ‘ABD’nin sınırı Kars’tan ve Ardahan’dan geçiyor’ diyerek bizi korumuştu” diyenler oluyor. Bu bilgi kısmen yanlış, kısmen eksik, kısmen de saptırmadır. Dönemin Sovyet Dışişleri Bakanı Molotov aracılığıyla bir “sınır düzeltmesi” veyeni bir “boğaz rejimi” istenmiş, bu teşebbüs Türkiye’yi ABD eksenine oturtmak isteyen bürokrasiye bahane olmuştur.
ABD’nin “Sınırım Kars”tır dediği de doğru değildir. Dese bile bu vaad hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. ABD ve Batı’nın zihin sınırı Meriç Nehri’dir: Yunanistan içeride biz dışarıda!
Meriç Nehri ötesini Sovyet tehdidinden koruma-kollama ve Kore’ye asker gönderme hatırına bizi NATO’ya aldılar, ancak yükümlülüklerini hiçbir zaman yerine getirmediler. Sürekli veren taraf olduk.
Bugün bile NATO tarafından yalnız bırakıldığımız açıktır. “Dostumuz ABD” ise “stratejik müttefik”i olan bizi değil, APO’nun ve FETÖ’nün çocuklarını desteklemektedir.
Eminim bunlara da yeni kulplar takanlar olacak.
Kuruluş, Diriliş ve Direniş
Son güncelleme: 13 Şubat 2017 07:13
Muazzam Osmanlı oluşumun çekirdeği, Merv ve Mahan bölgelerinden Anadolu’ya gelen Oğuzların Bozok kolunun Kayı Boyu tarafından atıldı…
Büyük göç Ahlat civarında sekiz-dokuz sene kadar soluklanıp (Peygamber Efendimiz de sekiz-dokuz yıllık bir demlenmeden sonra Mekke’yi fethetmiş ve devlet olmuştu) demlendikten sonra, Batı’ya yöneldi.
Ankara yakınlarında Aşiretin Beyi Gündüz Alp öldü. Bey’in karısı Hayme Ana, eski Türk geleneklerinden gelen bir töreye uygun olarak, bir süreliğine yönetimi ele aldı, aşireti Söğüt-Domaniç aralığına yerleştirdi.
Sungur Tekin, Gündoğdu, Ertuğrul ve Dündar isimli dört oğlu vardı. Dündar henüz çocuk yaştaydı. Hayme Ana yetişkin oğullarını tek tek çağırıp “devlet tasavvuru” arayacak, bu tasavvurun sadece Ertuğrul’da olduğunu görerek gönül huzuru içinde onu beyliğe getirecekti.
Ağabeyleri bu tercihi kabullenmeyerek aşireti ortadan ikiye böldüler ve geri döndüler. Ne oldukları belli değil, zira tarih geri dönenleri değil, ölümüne hedefe yürüyenleri yazar: Tarih Ertuğrul’u ve oğullarını yazdı:
Neşri (ö. 1520) “Kitab-ı Cihannüma” isimli meşhur tarihinde, “Devlet-i Âliyye”nin temellerini atan Ertuğrul Gazi’yi şu şekilde anlatıyor:
“Ol vakit ki Ertuğrul dört yüze yakın erle Rûm’a (Anadolu) duhul ittiler, Sultan Alâüddin-i Evvel bazi a’dâsıyla cenk sadedinde idi. Bunlar dahi göçmen gelüb ittifâk Sultan Alâüddin’ün şol haline yetişürler ki, Tatar, Sultan Alâüddin’i bunaldub sıyayürür.
“Ertuğrul’un yanında birkaç yüz yarar yoldaş var idi. Ertuğrul eytdi: ‘Hay yârenler, cenk tuş geldük. Yanımızda kılıç götürürüz. Avret gibi geçüb gitmek erlik değildür. Elbette şunların birine muâvenet (yardım) itmek gerek. Gâlibe mi muâvenet idelüm, yoksa mağlûba mı?’
“Eytdiler: ‘Mağlûba muâvenet asîrdür. Âdemumuz azdur ve hem yeğine kuvvet dimişlerdür’ didiler.
“Ertuğrul eytdi: ‘Bu söz merdâneler kelâmı değildür. Erluk oldır kim, mağlûba yardım idevüz, Hızır gibi bun deminde bîçarelere medet yetişe. Dest-gîr olavuz’ didi.
“Pes heman Ertuğrul etbâiyle el kılıca urub bir taraftan ki Sultan Alâüddin’ün mukâbelesinde idi, Tatar’a kılıç koydılar. Şahin kargaya girer gibi girüb fî’l-hâl aduvvi münhezim kıldılar. Sultan Alâüddin anı görüb Ertuğrul’a istikbal gösterdi. Ertuğrul dahi etbâiyle inüb Sultan Alâüddin’ün elin öpdi. Sultan Alâüddin dahi Ertuğrul’a hil’ât-i Fâhir giydirüb tevâibine ve levâhıkine atâlar ve ihsanlar eyledi. Andan Söğüt nam yiri halkına kışlak ve Tomanîci ve Ermeni tağlarını yaylak virdi.”
17. yüzyıl Osmanlı tarihçisi Müneccimbaşı Ahmed Dede (1631- 1702) şu tespitleri yapıyor: “Bil ki, bu devleti kuranlar, tarihin en haşmetli ve en büyük hükümdarlarıdır. Çok hayır yaparlar, çok ihsanda bulunurlar. Dâimâ adâletle hükmetmişler, kılıçlarının hakkı, mızraklarının meyvesi olarak bu devleti kurmuşlar ve büyütmüşlerdir”.
Fransız tarihçi Fernand Grenard (1866–1942) ise şunları söylüyor: “Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşu, beşer tarihinin en hayrete değer ve en büyük vâkıalarından biridir” diyor. Neşri o isimden şöyle bahsediyor:
“Meğer Osman Gazi’nin halkı arasında bir Şeyhi Aziz var idi. Edebali dirlerdi. Gayret sahibi kimselerden idi. Halkın itimadını almış tüm illerde meşhur olmuş idi. Dünyası sonsuzdu. Kendine derviş yolun tutarlardı. Hatta derviş deyü lakap ederlerdi. Bir zaviye yapıp gelen ve gidene hizmet ederdi. Zaman zaman Osman Gazi dahi ona misafir olurdu.”
“Kuruluş” tamam, “Kurtuluş” tamam, “Diriliş” detamam olduğuna göre, şimdi “Direniş” zamanıdır!
Kurucularla birlikte, “Din ü devlet” uğruna fedâ-yi can edenlere de rahmet dileyelim.
Edeb yahu!..
Son güncelleme: 14 Şubat 2017 07:06
Bazılarının kavrama ve algılama kabiliyetinde arıza var sanırım: Kendisinde özgürce “hayır” deme hakkını görüyor, ancak “evet” deme hakkını kullananlara da veryansın ediyor.
Tabii bunun tam tersi de geçerli…
Şu “reyting” kapmak için her türlü şaklabanlığa çanak tutan (hatta babasının ölüm haberini ekrandaki kıza canlı yayın sırasında veren) televizyonlar ve onların garip tavırlı, bilgi-birikim fakiri, aşırı bağırma heveskârı yorumcuları olmasa, ortam bu kadar gerilmez.
Çoğunun bilgisi yok, birikimi yok, fikri yok, önerisi yok, ama dinmez öfkesi, bitmez nefreti, limitsiz argosu, itham hevesi var…
Düşüncesine yahut eylemine muhalif oldukları herkesi iftiraya boğuyorlar, suçluyorlar, aşağılıyorlar, kırıyorlar, incitiyorlar, hiçbir ilkeye ve ahlâkî norma bağlı kalmaksızın, sadece “haklı” çıkmaya çalışarak durmadan bağırıyorlar.
Her iki tarafta da bunlardan bol miktarda var. Dertleri bir konuyu enine-boyuna işlemek değil, hedef seçtikleri insanları yerle bir etmek…
Sonra da kasım kasım kasılıp, “Nasıl perişan ettim ama…” diye övünmek…
Hâlbuki bağırıp çığırmalar, hakaretler, tehditler, iftiralar, isnatlar, aşağılamalar filan hiçbir işe yaramıyor…
İşe yaramıyor, çünkü bunlar bir düşünce, bir fikir, bir inceleme ve araştırma ürünü değil…
Dolayısıyla, söylenenlerden geriye derin bir nefret duygusundan başka bir şey kalmıyor!
Sultan II. Abdülhamid’in torunu Nilhan Osmanoğlu da bu tür saldırılar altında kaldı. Kimi televizyonlarda yapılan “özel” oturumlarda, yaşlı-başlı insanlar iğrenç bir üslupla saldırıp durdular…
O bahane ile Osmanlı’ya yönelik kinlerini konuşturup, kadın kimliğine karşı algılarını da dışa vurdular.
Tek kelime ile “iğrenç”ti!
Bu yüzden tekrarlayacak değilim. Sadece şu kadarını söyleyeyim ki, televizyon oturumlarında kullanılan üslup ve izlenen yöntem, Türkiye’ye bir şey katmıyor. Aksine, sürekli bir şeyler götürüyor…
Götürdüklerinin başında ise “adab” ve “edeb” geliyor!
Bendenize de “Edeb yahu!..” demekten başka çare kalmıyor.
Zaten yeterince paramparçayız, üstelik sıcak ve ilkesiz bir savaşın tam ortasındayız. Türkiye dört yandan sıkıştırılıyor…
Böyle bir zamanda safları sıklaştırmamız gerektiği için, kendi payıma ortamı daha fazla gerecek çıkışlar yapmamaya çalışıyorum…
Elimden geldiği, gücümün yettiği kadar birlik-beraberliğe hizmet etme çabasındayım. Lâkin öyle durumlarla karşılaşıyorum ki, kendimi tutmakta fevkalâde zorlanıyorum…
Bu ülke hepimizin…
Hepimiz aynı gemideyiz…
Gemi batarsa, ne “evet”çiler kurtulur, ne “hayır”cılar, hemiz topyekûn batarız!
Alt tarafı 18 maddeyi oylayacağız. Sivri sözler, kimsenin kimseyi tanımadığı büyük şehirlerin hay-huyu arasında kaynayıp gitse de, herkesin birbirini tanıdığı küçük yerleşim birimlerinde iz bırakıyor…
Ahmed Mehmed’e, Ayşe Fatma’ya düşman oluyor…
Sonra bunun bedelini hep birlikte öderiz!
İnsanlar sayıldı, heykeller de sayılsın!
Son güncelleme: 15 Şubat 2017 06:27
“Eski Türkiye”nin beceriksizliği sayımlarda da vatandaşlara yansıtılıyor, vatandaşlar evlere kapatılıyordu…
Akşamlara kadar kuzu kuzu oturup sayım memurunu beklerdik…
İşin garibi, bunu bir “vatandaşlık görevi” sayardık. Ne de olsa “öğretilmiş çaresizliğin” çocuklarıydık.
Sayım görevlileri havalı havalı gelir, envai çeşit soru sorar, işin ciddiyetine uymadığı gerekçesiyle ikram bile kabul etmezlerdi.
Geçenlerde yeni bir nüfus sayımı yapıldı, ama hiçbirimizin ruhu duymadı. Ancak sonuçlar ayrıntılı biçimde açıklandığında, yeni bir nüfus sayımı yapıldığını fark ettik.
Berim gibi her nüfus sayımında evlere kapatılmaya alışkın olanlar herhalde apışıp kalmışlar ve hayretle mırıldanmışlardır: “Aaaa!.. Nasıl olur?”
Ne de olsa alışmışız (alıştırılmışız) sayım günleri evlere kapatılmaya!
Zamanla değişime alışacağız. Gün gelecek oyumuzu da oturduğumuz yerden kullanacağız.
Türkiye değişiyor, gelişiyor, dostlarım: “Eski Türkiye”de olmayanlar “Yeni Türkiye”de oluyor.
Düşünün ki, bir zamanlar yüksek enflasyonu da, IMF’ye borçlu olmayı da, Amerika ve Avrupa’ya bağımlı yaşamayı da “kader” sayardık.
Çokbilmiş politikacılarımız, kalkınmakta olan ülkelerde yüksek enflasyonun normal sayılması gerektiğine bizi fena halde ikna etmişlerdi. Üç hâneli rakamlara alıştırılmıştık.
Paranın bol sıfırlı olmasına da razı gelmiştik. O kadar ki, “Altı sığır atacağız” diyen Recep Tayyip Erdoğan’ı “hayalpereset” ilân eden ekonomi profesörlerimiz ve köşe yazarlarımız olmuştu…
Bu konuda (ve hemen hemen her konuda) kendilerine o kadar güveniyorlardı ki, “Bunu yapabilirse Taksim Meydanı’nda eşek gibi anıracağım” diyenden tutun, kendini asacağını söyleyene kadar envai çeşit “muhalif” ortaya çıkmıştı.
Altı sıfır gitti. Anıran ya da kendini asan olmadı. Unuttular. Aynı sivrilikte muhalefet etmek üzere, başka alanlara kaydılar.
Şimdi önümüzde referandum var. Merak etmeyin, “Evet çıkarsa kendimi asacağım” diyenler olacaktır. Ölçü olmadıktan sonra…
Neyse, sayım sonuçlarına göre, nüfusumuz 80 milyona dayanmış. Tamı tamına 78 milyon 741 bin 53 kişiyiz.
Kilometrekareye 104 kişi düşüyor. Asıl merak ettiğim, kilometrekare başına kaç heykel düştüğü? Böyle bir istatistik yok sanırım.
Kabalama bir hesapla, Türkiye’de her 60 bin kişiye 1 hastane, 900 kişiye bir doktor, 350 kişiye 1 cami, 780 kişiye bir din görevlisi, 800 kişiye bir Atatürk heykeli, 500 kişiye bir heykel düşüyormuş!
Türkiye’de her boyda Atatürk anıtı, Atatürk heykeli, Atatürk büstü, Atatürk maskı var. Özellikle 12 Eylül darbe sürecinde bol bol sert ifadeli, üniformalı, aşırı otoriter görüntülü Atatürk heykelleri dikildiği malum. Fakat bunlara ve yıllık bakımlarına toplamda kaç lira harcandığını hesaplayamadım.
Ama Buca Belediyesinin kayalara monte ettiği Atatürk heykeline eski para ile 4 trilyon 2 milyar harcadığını vaktiyle gazetelerde okumuştum (Heykeltraş Harun Atalayman’ın, bu rakamı düşük bulduğunu ve “Ben de doğru dürüst para kazanamadım” dediğini yine gazetelerde okudum).
Eskiyen heykellerin yenisiyle değiştirildiğini biliyorum, ama acaba eski heykeller ne oluyor?
Ona da sonraki yazımızda bakalım…
Eski heykeller ne oluyor?
Son güncelleme: 17 Şubat 2017 08:11
Rivayete göre; Türkiye’de bir milyona yakın heykel, büst, anıt, vs. var. Bunların bakımı, onarımı, eskiyenlerin değiştirilmesi kolay iş değil.
Hadi bakım, onarım bir şekilde yapılır diyelim, peki onarılamayacak kadar bozulmuş, tahrip olmuş heykelleri ne yapacaksınız?
Atatürk heykeli değilse kolay, atıp yenisini dikersiniz ya da dikmezsiniz. Ama ya Atatürk heykeli ise?..
Alın size hiç yoktan bir soru: Zaman içinde bir yerleri kırılan, rengi değişen ya da bir şekilde tahrip olan eski Atatürk heykelleri ne yapılıyor?
Öyle ya: İşin içinde “Atatürk” olunca atamazsınız, satamazsınız… Memleketim Rize’de heykelin yerini birkaç metre değiştirdiler diye kıyamet kopmuştu.
Hele bir de belediye AK Parti’de ise, “ört ki ölem!” Envai çeşit yalan üretilir.
Heykeltıraş Aylin Tekiner, Işıl Öz’e (29 Temmuz 2010, Turkish Journal) verdiği röportajda, Afyonkarahisar’ın Emirdağ ilçesinde yaşanan böyle bir olaydan bahsediyor: “Eski Atatürk anıtının nereye gönderildiğini kaymakamlıktaki bir görevliye telefonda sormam üzerine kısa bir sessizliğin ardından anıtın trajikomik akıbeti ortaya çıktı. Anıt imha edilmişti…
Sonrasında kaymakamlığın verdiği yazılı cevapta, 2005 yılına kadar meydanda bulunan Atatürk anıtının iklim koşullarından dolayı yıpranmış olması nedeniyle imha edildiği bildirilmiş ve arkasına imha tutanağıyla birlikte fotoğraflar iliştirilmişti.
İmha tutanağında, Atatürk anıtının imha edilmesi için oluşturulan komisyonun (İlçe Milli Eğitim Müdür Vekili, Veri Hazırlama ve Kontrol İşletmeni, Özel İdare Müdür Vekili ve Emirdağ Belediyesi İnşaat ve Fen İşleri Amiri) yaptığı inceleme sonucu, alçıdan yapılmış olan heykelin kullanılamayacak durumda olduğu, bakımının mümkün olmadığı, heykelin bu haliyle ortada kalmasının Yüce Atatürk’ün manevi şahsiyetine uygun düşmeyeceği anlaşıldığından, bahse konu heykelin, muhafaza edildiği Emirdağ Belediyesi İtfaiye Amirliği arazisine, büyük bir çukur kazılarak gömülmek suretiyle imha edilmesine oy birliği ile karar verildiği yazılıydı.”
Cenaze namazı da kılmışlar mı, orası meçhul. Devam ediyor:
“AKP’li Belediye Başkanı, ‘can havliyle’ açıklamalarda bulundu. Anıtı küçük ilçelere, okullara teklif ettiklerini ancak ‘heykel sorunlu’ diye kimsenin almak istemediğini, zaten son zamanlarda heykelin bir kolunun kırıldığını ve eteğinden parça koptuğunu anlattı. Ve makamını altı ayrı Atatürk resmiyle süsleyen ve üstüne basa basa Atatürkçü olduğunu vurgulayan Başkan: ‘Alnıma silah dayasanız size heykelin nereye gömüldüğünü yine de gösteremem’ şeklinde beyanlarda bulundu…”
Aman ha, “Bu nasıl bir korkudur” diye sormayın. Bu, sadece Atatürk’ü değil, büstlerini bile kendisiyle özdeşleştiren “devlet korkusu”dur! Böyle korkulara sadece diktatörlüklerde rastlanır.
Aylin Tekiner, buna da değiniyor: “Atatürk anıtının gömülerek imha edilmesi, ‘kuramsal’ diyebileceğimiz bir korkuya ve çıkmaza işaret eder. 1951’de kabul edilen Atatürk’ü Koruma Kanunu çerçevesinde Atatürk’ü temsil eden heykel, büst ya da anıtları tahrip etmek, kırmak, bozmak, kirletmek ya da bu eylemleri azmettirmek ağır hapis cezasına tabidir. Dolayısıyla bir Atatürk anıtının estetik nitelikten tamamıyla yoksun olması, figürün Atatürk’le uzaktan yakından ilgisi bulunmaması bu anıtın gönül rahatlığıyla imha ettirilmesi için yeterli ve geçerli neden değildir. Bir bürokrat ancak yenisini yaptırarak bir Atatürk anıtını kaldırabilir ve estetik niteliği ve yıpranmışlığı her ne olursa olsun eski anıta yeni bir yuva bulmakla yükümlüdür. Atatürk anıtını her ne sebeple olursa olsun kırarak imha etmek ‘mürteci’ ve ‘Atatürk düşmanı’ ithamına maruz kalma anlamına geleceği için, ‘saygıda kusur etmeden’ anıtı gömmek ‘akıllıca’ bir hamle olsa gerek.”
Heykel saltanatı
Son güncelleme: 18 Şubat 2017 05:50
Kanuni’nin Sadrazamı Pargalı İbrahim’in heykel merakı ve Sultan Abdülâziz’in küçücük bir heykelini yaptırması istisna tutulursa, Osmanlı’da heykel geleneği yoktur.
Meydanlara, bulvarlara, okullara, resmi dairelere heykel dikme hevesi cumhuriyetle başlamıştır. Yine de benim öğrencilik yıllarımda, kamuda ve özel sektörde bu kadar yaygın bir “heykel dikme yarışı” yoktu…
Bizim ilkokulun Başöğretmen’i Hikmet Bey, bir ara bu işe merak sarmış, ilkokulumuzun küçücük bahçesine bir Atatürk büstü dikmeyi kafasına koymuştu.
Önce cami imamından yardım istedi. İmam Cuma namazından önce cemaatten “heykel parası” toplayacak, o para ile okula heykel dikilecekti. Sonradan duyduğumuza göre, “Halk heykele para vermez” diyerek imam yan çizmiş. O gün Başöğretmen sınıfa barut fıçısı gibi girdi, girer girmez de patladı:
“Camiin minaresine, boyasına, duvarına para veriyorlar da Atatürk heykeline neden vermiyorlar? Bunlar cumhuriyet düşmanı!”
Bu kez bize yüklendi: Bir hafta içinde her öğrenci iki lira getirecekti.
Babam evde yoktu. Gemisiyle bilmem nerelere gitmişti yine. Annem ise konuya hiç sıcak bakmadı. Üstelik beni azarladı. Az daha dayak yiyordum.
Bereket versin, bir süre sonra Başöğretmen de büst dikmekten vazgeçti. Sanıyorum Milli Eğitim Müdürü’ne konuyu açmış, ama yüz bulamamıştı: “Böyle bir uygulamamız yok” filan demiş olmalı.
27 Mayıs (1960), 12 Eylül (1980) darbeleri ve 28 Şubat (1997) vesayeti dönemlerinde devlet zoruyla heykel dikme yarışı başladı, özellikle doğuya, TIR’lar dolusu tek tip Atatürk heykeli gönderdiler.
Özellikle 12 Eylül darbecileri bu işe o kadar önem vermiş, öyle bir baskı oluşturmuştu ki, özel şirketler bile girişlerine, koridorlarına Atatürk büstleri koyma gereği duymuşlardı. Ne de olsa “devlet hışmından korkulur”du.
Türkiye’de ilk Atatürk heykeli, cumhuriyetin ilanından sadece üç sene sonra dikildi. Bir eli belinde, bir eli yumruk şeklinde olan heykel Avusturyalı meşhur heykeltraş Heinrich Krippel tarafından yapılmış (çok iyi para aldığı söylenir), 3 Ekim 1926’da dönemin İstanbul Belediye Başkanı, Şehremini Emin Erkul tarafından, 3 Ekim 1926’da açılmıştır.
1926 yılı, Türkiye’nin başının Musul meselesiyle dertte olduğu bir yıldır. Ankara’da İngiltere ile Musul meselesi tartışılırken, İstanbul’da, Sarayburnu’na, yani Topkapı Sarayı’nın hemen altına ilk Atatürk heykeli dikilmiştir.
Musul meselesinin Türkiye aleyhine sonuçlanmasına çok üzülen Atatürk, Sarayburnu’na dikilen heykelini memnuniyetle karşılamış, memnuniyeti konuşmasına da yansımıştır:
“Muhterem İstanbul Halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadirşinaslıktan ve resm-i küşat münasebetiyle hakkımda izhar buyurulan necip hissiyattan dolayı samimi teşekkürlerimi arzederim. Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır.”
Gelin biz de bir heykeltıraşa sözü bırakalım ve “Atatürk Heykelleri” isimli kitabın yazarı Aylin Tekiner’i dinleyelim: “Bu piyasa (heykel piyasası) bizatihi devlet tarafından oluşturuldu ve pazar genişledi. 12 Eylül’ün ardından fazla arzla bir tür anıt modası yaratıldı ve talep zamanla farklı kurum ve kuruluşlara sıçradı. Bugün artık STK’lardan vakıflara, üniversitelerden lüks site girişlerine, benzinlikten kolejlere, hastanelere, kaymakamlıklara yani her yere Atatürk anıtı yerleştirilir oldu.”
Heykellerin topluma mesajını da şöyle açıklıyor: “Bu tek tip ve estetikten yoksun olan Atatürk anıtları bana kalırsa topluma şunu söylüyor: ‘Ben devletim ve her yerdeyim!’” (Aylin Tekiner,29 Temmuz 2010, Turkish Journal).
Öğretilmiş çaresizlikten kurtuluyoruz
Son güncelleme: 20 Şubat 2017 05:07
Darbe anayasaları kendi kendimizi keşfetmemizi ve kendimize güvenmemizi engelleyen en çarpıcı metinlerdir…
Daha dibacesinde (başlangıç bölümü) ve onu takip eden dört maddesinde milletin o kadar da önemli olmadığı, bir nevi “aksesuar” rolü oynadığı, egemenlerin milletin seçtiği siyasi iktidardan çok daha güçlü olduğu, istediklerinde milleti durdurabildiği, seçtiklerini darbelerle indirilebildiği anlatılır.
Bir anlamda milletin çaresizliğine vurgu yapılır: “Başkenti değiştiremezsin”, “Laikliği ve Atatürk ilkelerini tartışamazsın” denir…
Çünkü darbe anayasaları, olması gerektiği gibi “Milletle devlet arasındaki nihai sözleşme” değil, devletin tercihini millete dayatma metinleridir.
Milletin bu metni değiştirememesi bağlamında da bir dizi tedbir alınmış, Anayasa Mahkemesi bile istediğinde Meclis’in üstüne çıkabilecek yetkilerle ve yetki aşımını kolaylaştırıcı muğlak ifadelerle donatılmıştır (367 dayatması gibi)…
Bu girişten sonra, Türkiye’nin çok partili siyasi yapıya 1950’de kavuştuğunu (ilk seçim 946’da olmakla birlikte bunun “Alicengiz oyunu”ndan farksız bir seçim olduğu malum), kavuşur kavuşmaz da Demokrat Parti’yi (DP) iktidar yaptığını, ancak egemenlerinbuna sadece 10 yıl katlanabildiklerini, 27 Mayıs 1960 darbesiyle meşru iktidarı devirdiklerini ve DP’nin en etkili üçismini astıklarını hatırlayalım…
Ancak millet, darbe ile devrilen Demokrat Parti’nin devamını 1965’te tek başına tekrar iktidara taşıdı. Fakat o iktidar da 12 Mart 1971 muhtırasıyla devrildi. Halk temsilcilerinden oluşan Meclis’in istediği gibi değil, kendi arzuları istikametinde bir hükümet kurulması için Meclis’e silâh gösterdiler.
Kısa aralıklarla millet tekrar tekrar aynı kadroyu iktidara getirecek; ne var ki yol 12 Eylül 1980’de yine tıkanacaktı: Askerler bir kez daha gelmişti.
Gelenler çok parti ve çok gazete istemiyorlardı. Darbecibaşı Kenan Evren, “İkibuçuk parti, ikibuçuk gazete” diyordu. Seçim gecesi yasak olmasına rağmen televizyon karşısına geçiyor, “12 eylül darbesinin ruh ve felsefesini devam ettirmek” üzere, emekli general Turgut Sunalp’a kurdurdukları MDP’sine (Milliyetçi Demokrasi Partisi) oy istiyor, “Bu gerçekleşmezse gitmeyiz” anlamına gelen sözlerle milleti tehdit ediliyordu. Kendi yaptığı anayasa bile bu kadarına müsait değildi, ama dinleyen kimdi?
Bereket versin millet direndi: Turgut Özal’ın Anavatan Partisi’ni iktidara getirdi. Rahmetli Özal’ın ömrü, “öğretilmiş çaresizlik” kıskacını kırma çabasıyla geçti. Celal Bayar hariç, Özal’a kadar gelen bütün cumhurbaşkanları yine öğretilmiş çaresizliğin ürünüydü: Hepsi ya general ya da amiraldi. Siyasi kadrolar sivil bir cumhurbaşkanı seçmeyi akıllarına bile getirmiyorlardı. Çünkü darbeden korkuyorlardı. Birkaç keresinde de zaten ramak kalmıştı.
Atatürk, İsmet İnönü, Cemal Gürsel, Cevdet Sunay, Fahri Korutürk (amiral), Kenan Evren generaldi…
Bu alışkanlık asker olsun, sivil olsun bütün devlet kadrolarına sinmişti. Bu yüzden Sayın Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığı söz konusu olduğunda, cihet-i askeriye meşhur 27 Nisan “e-muhtıra”sını yayınladı…
Asker “Sözde değil özde Atatürkçü” bir cumhurbaşkanı istiyor, Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını açıkça “veto” ediyordu…
Cihet-i Askeriye’den gelen bir muhtıraya siyaset ilk kez direndi ve sonuç aldı. Bu direnişle “öğretilmiş çaresizlik” kısmen aşıldı: Silah tehdidi bu kez Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın iradesine toslamış, çekirge bu kez sıçrayamamıştı!
15 Temmuz, işte bu realiteye dayanıyor. Bu tarih, “Yeter, söz milletindir!” dediğimiz tarihtir! Türkiye Cumhuriyeti’nin anayasası, yönetim biçimi ve tüm devlet kurumları bu tarihi çıkışa uygun olmalıdır…
Yani 18 maddeyi değiştirmek yetmez! Asıl anayasanın ruhu değişmeli, bu sebeple de referandum sonuçlanır sonuçlanmaz, yeni anayasa çalışmalarına başlanmalıdır…
Kararım, 12 Eylül 2010 tarihinde yapılan anayasa referandumuyla aynı: Yetmez, ama evet!
Vesayet ve siyaset
Son güncelleme: 21 Şubat 2017 06:51
Rahmetli Demirel, ne zaman “şapkasını alıp gitti” diye eleştirilse, “Karşımda üç sehpa var” derdi. İmralı Adası’na kurulmuş sehpalarda hayatları tüketilen Başbakan Adnan Menderes’e, Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu’ya ve Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a atıfta bulunurdu.
“Öğretilmiş çaresizliğin” ürettiği böylesine derin bir korku altında siyaset yapmak insanı ister istemez ürkekleştirir…
Ürkek yöneticiler, kendilerini temsil görevi vermiş halkın çıkarlarını yeterince koruyamazlar... Her adımlarını temkinli ve tedbirli atmak zorunda kalırlar… Darbeleri, idamları hesap ederler… Sürekli olarak askeri koklamak mecburiyetini hissederler…
Böyle durumların en vahim sonucu ise siyasetin “vesayet” altına girmesidir…
“Vesayet” altına giren siyasetten memlekete hayır gelmez. “Vesayet” altında bir siyasetle millet menfaatlerini koruyamazsınız. Dizginleri kaptırmışsanız, atın size ait olması bir şey ifade etmez. Çünkü atınızı istediğiniz yere götüremezsiniz. At sizi istenilen yere götürür.
Memleketin dizginlerini yıllar boyu askerler tuttu. İpin ucu askerin eline geçmeye görsün, siyasetçi yanlış yapsa da o ip çekilir, doğru yapsa da…
Nasreddin Hoca fıkrasında olduğu gibi…
Nasreddin Hoca gencecik çağlarında henüz bir “molla” iken gittiği köy camiinde vaaz vermek istemiş. Cami imamı, çarnaçar kabul etmiş genç mollanın arzusunu, ama şöyle bir şart koşmuş: “Serçe parmağına ip bağlayacağım, yanlış bir şey söylersen ipi çekeceğim. O zaman sen de yanlışını düzeltirsin.”
Molla Nasreddin teklifi kabul edip kürsüye çıkmış. “Kale” diye başlamış, fakat ip anında çekilmiş…
“Kûle” diye değiştirmiş yanlış başladığı zannıyla, lâkin ip yine çekilmiş. Bu kez, “kile”yi denemiş, ip tekrar çekilmiş…
Genç Molla Nasreddin, nihayet işi fark etmiş, imamın kendisini kıskandığını, ne dese ipin çekileceğini anlamış:
“Ey cemaat” demiş, “İpim kalleşin eline geçti, bu durumda size vaaz vermem mümkün değil.” Kürsüden inmiş…
İpin ucunu kaptırırsanız, yanlış yapsanız da doğru yapsanız da çekerler. Sonunda siz de yanarsınız, ülke de yanar!
Kaç kez yanmadık mı, anlamsız ve gereksiz darbelerin narına?..
Siyaset çare üretme sanatı olmaktan çıkıp bizatihi kendisi çaresizleşmedi mi?..
Bu yüzden kimi siyasetçiler sehpaya, kimiliri sürgünlere gitmedi mi?..
Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan işte bu kasnağı kırdı…
Bu korkuyu yendi…
Bu çaresizliği aştı.
27 Nisan’da “e-muhtıra”yı dayatan ve siyasete yine namlu gösteren dönemin Genelkurmay Başkanı’na, “dur!” demedi mi? “Dur! Söz milletindir”…
15 Temmuz’da tüm aile bireyleriyle birlikte ölüme meydan okumadı mı?..
Sahaya inmedi mi?..
Direnen kalabalığa karışmadı mı?
Aynı saatlerde Sayın Kılıçdaroğlu’nun ne yaptığı hâlâ meçhulümüz!
O işgal hareketi başarılı olsaydı, Türkiye’nin ne olacağı da meçhul. Ama her halde en az elli sene sürecek bir “dış vesayet” dönemi açılırdı.
Tehdit ve tehlike hâlâ geçmedi. Bu yüzden Türkiye cesur siyasetçilere her zamankinden daha fazla muhtaçtır.
Bilmem anlatabildim mi?
Vicdan kanaması geçiriyoruz!
Son güncelleme: 22 Şubat 2017 06:44
Yıllar önceydi: Bir delikanlı, nişanlısını sokak ortasında yanağından öptü diye kıyamet kopmuş, dükkânlardan fırlayan esnafla sokakta yürüyenler az daha delikanlıyı linç etmişti.
“Ahlâksız, namussuz, alçak, utanmaz!..” gibi çığlıklar hâlâ kulaklarımda çınlar.
Şimdi bin beteri ekranlarda yapılıyor. Kadim “edeb-ahlâk” anlayışımızdan, “ar-haya” duygumuzdan, “sıkılma-utanma” hissimizden geriye kalan kırıntılar da evlilik programları vasıtasıyla silip süpürülüyor...
Nereden nereye geldik!
Düşünün ki, görücüye çıkmaya bile utanan kadının torunu, ekranda “eş” arıyor. Bu uğurda envai çeşit şaklabanlıklar yapmaktan çekinmiyor. Dokunmalar, sarılmalar, kahkahalar gırla! Her gün şehit veren Türkiye’nin varlığıyla dalga geçiliyor sanki...
Öte yandan; genç kızlarla genç erkekler aynı eve kapatılıp güya tanışmaları, akıbet evlenmeleri amaçlanıyor...
Aile yapımız, geleneksel ahlâk anlayışımız, toplum düzenimiz alabora! Ne erkeklerde “Türk delikanlısı” havası, ne kızlarda “Türk kızı” utangaçlığı...
Annelerin bile âlet edildiği aile boyu müthiş bir arsızlık, hatta teşhircilik almış başını gitmiş...
Bir Allah’ın kulu da “Ne oluyor yahu?” demiyor. “Böyle gelmiş, böyle gider” havası içinde, umarsızca seyredip duruyoruz...
“Fakat bu maskaralıklar devâm edip gitmez,
“ ‘Adam, benim neme lâzım!’ demekle iş bitmez.” (M. Âkif).
Hayır, böyle gitmez! Zaten böyle de gelmemiştir. Bizim aile yapımız sağlam, karakterimiz sağlam, namusumuz sağlam, kısacası mayamız sağlamdı...
Çünkü imanımız ve ailemiz sağlamdı!
Yıllar önce İsviçreli meşhur profesör Gaston Jezz, aile yapımızı inceledikten sonra, şu hükmü vermişti: “Türk milletinin elinden aile hayatını alırsanız, geriye çok bir şey kalmaz!”
Acaba amaç bu mu?.. Amaç aile hayatımızı yerle bir edip toplumu terbiyesizleştirmek mi?.. Bazı televizyonlar ve bazı programlar buna mı çanak tutuyor?.. Rezillik dizboyu!.. Sorumsuzluk zirvelerde!.. Umursamazlık pik yapmış!
Öyle bir hale geldik ki, alt geçitte bir kadına tecavüz edilirken, görgü şahitleri tabana kuvvet kaçıyor...
Medyadaki müstehcenliğin ve yanlış “modernleşme”nin kışkırttığı “azgınlık” bir taraftan tecavüzcülerin sayısını artırırken, diğer taraftan boşanmaları ve kadına yönelik şiddeti artırıyor. Aklıma yine Mehmed Âkif’in meşhur dizeleri geliyor:
“Ey vatansız ey derbederler, ey deni kundakçılar!
Milletin, az çok, duran bir dini, bir namusu var...
Şimdi tevbet onların... Yansın da onlar öyle mi?
Tarumar olsun bütün Müslümanlık alemi...
Ey, hayâ namında bir hissin vücudundan bile,
Pek haberdar olmayan yüzsüz, hayâsız, bak hele!
Arkasından takla attın en deni bir şöhretin;
Düştü takken, çıktı cascavlak o kel mahiyetin!..
Aili bir inkilab olsun!” diyen me’yus olur,
Başka hiç bir şey kazanmaz, sade bir deyyus olur.
Çünkü «çıplak» inkilabatın rezaletidir sonu...
Ey deni kundakçılar, biz sizde çok gördük onu!”
Bir “vicdan kanaması” geçiriyorum, ama inşallah akıbetimiz hayrolur!
Türkiye’nin anayasaları
Son güncelleme: 24 Şubat 2017 07:10
Batılı kaynaklara göre, dünyanın ilk yazılı anayasası, 1781 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde ilân edilen anayasadır…
Ondan öncesinde ise “Magna Carta” (1215) vardır…
Ama bu bilgiler tamamen doğru değildir. Zira “Müslüman Anayasası” bunlardan çok daha eskidir (610).
Kuşkusuz Tevrat ve İncil’in bu konuda önceliği var: Lâkin bu kitaplar dua, kıssa ve bir takım ahlâkî öğütlerden oluşuyor. Hiçbiri dünyevi prensipler ihtiva etmiyor. Siyasi ve hukuki prensipler koymuyor. Bu açıdan da Kur’an hepsinden ayrılıyor.
Nitekim yüzyıllar boyu Müslümanlar Kur’an dışında “anayasa” hatta “kanun” yapma gereği duymadan yaşadılar.
Kur’an, Türklerin de ilk sistematik anayasasıdır. Müslüman oldukları an “kabul” ettikleri “İlâhî kitap”, aynı zamanda anayasaları olmuştur.
Bu tarih Karahanlı Devleti’nin tarih sahnesine çıktığı 840’lardır…
Bir süre sonra da Selçuklular tarih sahnesine çıkacaktır (1030’lar)…
Yani anayasa geleneğimiz tüm Batı’nın “dünyanın ilk anayasal metni” saydığı “Magna Carta”dan (1215) ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası’ndan (1781) daha öncedir…
Her ne kadar Müslümanlar çoğalıp çeşitli milletleri yönetimleri altına almaya başladıklarında, başka kanunlar yapsalar da kişisel hayatlarında Kur’an ahkâmından asla vazgeçmemişler, ondan hiç kopmamışlardır…
Yani Kur’an, indirildiği dönemden beri yürürlüktedir. Bu itibarla, dünyanın “en uzun soluklu anayasası” denebilir.
Zaman zaman başka bazı kanunlara ihtiyaç duyulsa da bunlar genellikle “Kur’an’ın şerhi ve izahi” şeklinde olmuş, “Kur’an’a aykırı kanun yapılamayacağı” inancı (23 Aralık 1876 tarihli “Teşkilât-ı Esasiye”de bu hüküm var), yakın zamana kadar Müslüman vicdanlardaki hâkimiyetini sürdürmüştür.
Şimdi gelin, Batılı tarzda ilk anayasamızın bazı maddelerine (toplam 119 madde ve 12 bölümdür) bakalım.
“Madde 2: Osmanlı Devleti’nin resmi dini İslam’dır. Uygulanan ve çıkarılan yasalar İslamiyet’e aykırı olamayacaktır.
Madde 3: Osmanlı Devleti’nin resmi dili Türkçe’dir.
Madde 4: Yürütme yetkisi padişahın başkanlığında Heyeti Vekile’ye (Bakanlar Kuruluna) aittir.
Madde 5. Bakanlar Kurulu’nun başkan ve bakanlarını padişah seçer, atamalarını yapar ve gerektiğinde azleder.
Madde: 6. Yasama görevi ayan Meclisi (bir nevi senato) ve Meb’usan Meclisi’ne verilmiştir.
Madde 7: Ayan Meclisi âzalarını padişah seçecektir. Meclis âzaları Padişah tarafından ölünceye kadar tayin edilebilecektir.
Madde 8: Meb’usan Meclisi üyelerini halk tarafından her 50.000 kişiye bir vekil olacak şekilde seçilecektir.
Madde 9: Meb’usan Meclis’i üyeleri dört yılda bir seçilmektedir.
Madde 10: Kanun tekliflerini sadece hükümet yapabilecektir.
Madde 11: Hükümet, padişaha karşı sorumludur.
Madde 12: Padişah, Meclisi açma ve kapama yetkisine sahiptir.
Madde 13: Kanuni Esasi’de (Anayasa) mülkiyet ve dilekçe hakkı, kişi özgürlüğü, din özgürlüğü, basın özgürlüğü, konut dokunulmazlığı, vergi eşitliği, eğitim ve öğretim özgürlüğü, yasal eşitlik gibi temel hak ve hürriyetler…
Madde 14: Padişahın devlet düzeninin bozulması durumunda, polis araştırmaları yaparak zararlı ve suçlu gördüğü kişileri sürgüne gönderme yetkileri mevcuttur.”
Yarın, “Kanun-i Esasi”nin nasıl hazırlandığına bakalım…
Kanun-i Esasi nasıl hazırlandı?
Son güncelleme: 25 Şubat 2017 07:15
Milâdi takvim 1876 yılını gösterirken, Osmanlı Devleti, tarihinin en netameli, en keşmekeş dönemlerinden birini yaşıyordu...
Avrupa topyekûn başımıza üşüşmüş, içimizdeki azınlıklarla birlikte bir takım gafilleri ve hainleri de yedeğine alarak çıkardığı savaşlarla, isyanlarla devletimizi yıpratmaya başlamıştı.
Sultan Abdülâziz bir darbe sonucu katledilip “intihar” süsü verilmiş, boşalan tahta Türk tarihinin tek mason padişahı olarak tarihe geçen V. Murad oturtulmuş, onu da diledikleri gibi kullanamayan dış güçler, bu kez Abdülhamid’de karar kılmıştı.
Niyetlerini artık içlerinde tutamıyor, kimi diplomasi üslubu ile kılıflayarak, kimi de basına yansıtarak açığa vuruyorlardı...
Osmanlı Devleti bölüşülecek,
Filistin’in bir bölümünde “Yahudi Devleti” kurulacak,
Petrol yatakları ele geçirilecek,
İslâm dünyası hilâfet gücünden mahrum edilip bir daha toparlanamayacak şekilde dağıtılacaktı.
“Anayasal monarşi” şartıyla Sultan Abdülhamid’e razı oldular. O da tuttu, Sadrazam Midhat Paşa’nın başkanlığında 30 kişilik bir “Anayasa Komisyonu” (Meclis-i Mahsus) kurdu.
İşleri kolay değildi. Ne de olsa ilk kez Kur’an dışında bir “anayasa” yapılacaktı... Şiddetli itirazlar, hatta gösteri yürüyüşleri vardı. Başkent’in kalabalık caddelerine anayasa aleyhine bildiriler dağıtılıyordu. Saray telâşlanmış, biraz da bu telâş sonucu, hemen ikinci maddeye, “Osmanlı Devleti’nin resmi dini İslam’dır, uygulanan ve çıkarılan yasalar İslamiyet’e aykırı olamayacaktır” hükmü konmuştu.
Komisyon çalışmaları iki ay içinde bitti, ama itirazlar artarak devam etti.
Anayasa taslağı, 20 Kasım 1876’da padişaha sunuldu. Padişah, taslağın bir kez de Heyet-i Vükela (Bakanlar Kurulu) tarafından incelenmesini emretti. Ayrıca, üst düzey bazı devlet memurlarının yazılı görüş bildirmelerini istedi.
Buna karşılık muhalif gruplar, 1876 Ekiminde eyleme geçtiler. Duvarlara imzasız bildiriler yapıştırıldı. Halk “Gâvur yapılıyoruz” propagandası altında kaldı. Muhaliflerin yakalanarak kapatıldığı bazı nezarethaneler basıldı.
Sadrazam Midhat Paşa, olayı Bakanlar Kurulu’na götürdü. Olay çıkartanların “Yargılanmadan sürgün” edilmeleri için yetki istedi. Sonra teklifini padişaha sundu. Oysa hazırladığı Anayasada “Kimsenin yargı kararı olmadan sürülemeyeceği” hükmü yer alıyordu. Ama zaten Midhat Paşa’nın hayatı çelişkiler yumağı idi: Bir eksik bir fazla fark etmezdi.
Sultan II. Abdülhamid, anayasaya muhalefet adına terör estirenlerin yargılanmasını istediyse de, sadrazama ve hükümete kabul ettiremedi.
Padişahı “istifa” ile tehdit etti...
Hattâ “Hürriyet âşığı” olarak bilinen, içinde, “Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet/ Esîr-i aşkın olduk, gerçi kurtulduk esâretten” mısralarının da geçtiği “Hürriyet Kasidesi” yazarı meşhurşairimiz Namık Kemal bile “yargısız infaz”a çanak tuttu: “İttihad” gazetesinde yazdığı makalelerle sürgünü destekledi.
Sonunda, eylemci muhalifler yargılanmadan çeşitli yerlere sürüldüler.
Sonunda 1876 Anayasası yürürlüğe girdi...
Bir sene kadar sonra da ilk seçim yapıldı.
Sonraki yazımızda “Cumhuriyet dönemi anayasaları”na bakalım inşallah...
Cumhuriyet dönemi anayasaları
Son güncelleme: 27 Şubat 2017 06:44
Teşkilat-ı Esasiye” yani ilk Batı tarzı anayasamız delinmedik yeri kalmamasına rağmen, 1924’e kadar yürürlükte kaldı…
Bu arada devlet dönüşmüş, 1923’te “Cumhuriyet” ilân edilmişti. Ama anayasasında yazılı olan hükme göre, “Devletin dini” hâlâ da “Din-i İslâm”dı…
1924’de tekrar bir anayasa hazırlandı: “Devletin dini,Din-i İslâmdır” hükmüne yine dokunulmadı.
Bu hüküm 1928’de anayasadan çıkarıldı. Artık “Devletin dini, Din-i İslâm” değildi. Gerekçe de tuhaftı: “Zaten Müslüman olan bir milletin, kendi Müslümanlığından kuşkulanmış gibi, bunu anayasasına yazmasına gerek yok”.
Nüfus kâğıtlarına neden yazılıyordu, o zaman?..
Bu mantığa göre, “Zaten Türk olan bir milletin anayasasına ‘Türk’ olduğunu yazmasına da gerek yok” mu? Her yüksek tepeye bayrak asmaya, her meydana heykel dikmeye ne gerek var o zaman?
Geçelim…
“Devletin dini, Din-i İslâmdır” maddesi 1928’de anayasadan çıkarıldı. Onun yerine laikliği koymak için ise tam dokuz sene beklendi: İyice “demlensin” de kolay hazmedilsin diye mi, bilemem.
Bunu da geçelim…
O boşluk 06 Şubat 1937’ye kadar kaldı. Bu tarihte toplanan TBMM, 3115 sayılı kanunu kabul etti ve “laiklik” Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’na girdi. Böylece, “Türkiye Devleti Cumhuriyetçi, Milliyetçi, Halkçı, Devletçi, Lâik, İnkılâpçı” oldu.
Biliyorsunuz bunlar, CHP’nin altı okunda simgelenen ilkelerdir. Kim iktidara gelirse gelsin, CHP’nin ilkeleri iktidardadır. Bu durumda, CHP’nin anayasa değişikliğine “evet” demesini bekleyebilir misiniz?
1924 Anayasası nasıl mı hazırlandı?..
Önce Batıcı fikirleriyle tanınan, Cumhuriyet Gazetesi sahibi İzmir milletvekili Yunus Nadi (18 Ekim 1920’de Mustafa Kemal Paşa’nın emriyle Türkiye Komünist Partisi’ni kurmuştur) başkanlığında “Kanun-i Esasi Encümeni” denilen bir komisyon kuruldu.
“Bize özgü bir anayasa” yapılabilirdi, ama komisyon kolayına kaçtı, Polonya (Lehistan) Anayasası’nı Fransızca çevirisinden tercüme ederek “ilgili makama” sundular.
Anayasa Komisyonu sözcüsü Celal Nuri Bey,“Kuvvetler birliği esasına önem verildiğini ve Fransa ile Lehistan anayasalarının incelendiğini, Türklüğün yapısına en uygun olduğu için Lehistan (Poyonya) anayasasının örnek alındığını” söylüyor.
Bu yüzden bir hayli eleştiri alıyor. Anayasa görüşmeleri sırasında söz alan Malatya meb’usu (milletvekili) Reşit Efendi: “Bu anayasanın Lehistan halkına göre hazırlanmış bir anayasa olduğunu, kanunların yapılmasında Avrupa devletlerinin taklit edilmemesini, aynen alınmamasını” söylüyor.
Saruhan meb’usu Abidin Bey, yeni anayasanın 1908 anayasasından daha az hürriyetçi olduğunu savunuyor.
Adliye Vekili (Adalet Bakanı), aynı zamanda da İzmit milletvekili Mahmut Esat Bey,“Reisicumhurun yetkileri sınırsız, bu anayasa millet hâkimiyetini yansıtmıyor” diye bağırıyor, ama kulağı fena halde çekilince, hızla bu görüşlerinden vazgeçip, yeni anayasayı hararetle savunmaya başlıyor.
Mersin meb’usu Niyazi Bey: “Devletimizin adı ‘Türkiye’ değil, ‘Türk ili’ olsun!” teklifinde bulunuyor.
Niğde meb’usu Ebubekir Hâzım Bey: “Anayasaya Tek adam iradesi hâkim, millet iradesini değil bir kişinin iradesini yansıtıyor” diyerek, yeni bir anayasa tasarısı hazırlanmasını” istiyor, fakat oy birliği ile reddediliyor. (TBMM Celse Zabıtları Cilt 2 (3 Mart-2 Nisan 1920 ve TBMM Encümen Ruznamesi 1924).
Anayasalarımızın kısa hikâyesi böyle dostlar…
Darbe Medyası ve Hürriyet Gazetesi
Son güncelleme: 28 Şubat 2017 04:58
Hürriyet’in 25 Şubat 2017 günü attığı “Karargâh rahatsız” manşetini görünce, eski hastalığın nüksettiğini düşündüm…
Her ne kadar haberi yapan Hande Fırat,“Haberin içeriğini okumadan eleştiriyorlar” dese ve haklı gibi gözükse de, işin içinde Hürriyet olunca, insanın kafasında “acaba”lar uçuşmaya başlıyor.
Çünkü bu “Amiral Gemisi”nin ilk “belden aşağı” vuruşu değil. Zira Hürriyet’in, “darbe kışkırtıcılığı” ve “darbe alışıkçılığı”ndan pek çok sabıkası bulunuyor.
Elbette bu konuda yalnız değil: Kendilerine “Merkez Medya” diyen medyanın darbelerle öteden beri içli-dışlı olduklarını görmemeye imkân yok. Hatta, 27 Mayıs 1960 darbesi, askerlerin kullanıldığı bir medya darbesidir! Darbe öncesinde ve sonrasında yapılan tüm yayınlarda bunu görmek mümkündür.
Esasen Demokrat Parti’nin iktidara geldiği gün (14 Mayıs 1950 seçimleri) kaos planları yapılmaya başlanmıştı. Her olay iktidar aleyhine yorumlanıyor, gençler sokağa çekilmeye çalışıyor, özellikle Başbakan Adnan Menderes,“diktatör”lükle suçlanıyor, bir taraftan da yolsuzluk ve usulsüzlük iftiralarıyla yıpratılıyordu.
Buna rağmen, Demokrat Parti iktidarı 1954 seçimlerinde oylarını artırdı. Çünkü halk yapılanlardan memnundu. Menderes’i de çok seviyordu. Sevmekte haklıydı: Çünkü onun iktidarında ezanına, Kur’an’ına tekrar kavuşmuş, imam-hatip okulları, İslam enstitüleri açılmıştı. Köylere yol gelmiş, su gelmiş, halk jandarma ve tahsildar korkusundan kurtulmuştu.
Sadece okumuş kesim mutsuzdu: Köşe yazılarında Başbakan Adnan Menderes idamla tehdit ediliyordu.
1955 yılında Rumların Kıbrıs Türklerine yönelik baskıları dahi kullanıldı. Mitingler iktidar aleyhine çevrilmeye çalışıldı. Ortam gerginleştirildi. Tam bu sırada, dönemin en çok satan gazetesi Hürriyet’te, İstanbul’daki Rum azınlığın aralarında bağış toplayarak, Kıbrıs Rumlarının Enosis (Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamaya çalışan örgüt) çetelerine gönderdiği haberi yayınlandı (yalan haberdi). Ardından 6 Eylül 1955 tarihli İstanbul Ekspres Gazetesi, “Atamızın evi bombalandı” şeklinde bir manşet yaptı.
Muhalefet partilerinin demeçleriyle beslenen bu yalan haberlerle halkı sokağa döktüler. Gençlik örgütleri, meslek kuruluşları, İstanbul’a dışarıdan getirilmiş kitleler ve galeyana gelen yerel kalabalıklar, İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudilerin dükkânlarını/evlerini yağmaladı. (6-7 Eylül 1955 olayları).
Bu olaylar yüzünden azınlıkların büyük bölümü mallarını yok pahasına elden çıkarıp başka ülkelere yerleştiler (alın size ilginç bir araştırma konusu: Acaba o malları yok pahasına kimler satın aldı?).
Bu olay, dış dünyaya “İktidar, azınlıkları kovuyor” şeklinde yansıtıldı. Başta Amerika olmak üzere, pek çok ülke bir anda aleyhimize geçti. Onlar da “Diktatör Menderes” demeye başladılar.
Bütün bunları bahane eden cunta, 27 Mayıs 1960 günü yönetime el koydu. Millet iradesini çöpe, Demokrat Parti kadrolarını Yassıada’ya gönderdi.
Tabii muhalif basın, darbeye “darbe” demiyor, ayrıca da zil takıp oynuyordu. Seçimle işbaşına gelmiş kadroların gitmesi, yerlerine bir gece baskınıyla silahlı diktatörlerin oturması onları zerre kadar ilgilendirmiyordu. Kavramlar tersyüz olmuş, onlara göre ülkeye “demokrasi ve hürriyet” gelmişti.
Hürriyet, “Türk Ordusu Vazife Başında: Silahlı Kuvvetlerimiz Bütün Yurtta İdareyi Fiilen Ele Aldı” şeklinde sevinç çığlıkları atıyor, 14 Haziran 1960 tarihinde yayınlanan bir karikatürde, Türkiye Cumhuriyeti’nin meşru Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve meşru BaşbakanıAdnan Menderesköpek şeklinde çiziliyordu.
Ardı ardına iftira manşetleri çekiyor, Hürriyet’in köşe yazarları, kendini savunmaktan mahrum “düşük”leri (Hürriyet’in Demokrat Parti kadrolarına münasip bulduğu sıfat buydu) milletin parasını zimmetlerine geçirmekle, Harp Okulu öğrencilerini kıyma makinelerinde kıymaya çevirmekle suçluyorlardı.
Hepsi yalardı: Ancak yalana “yalan” diyecek babayiğitlerin hepsi içerideydi. Köpeksiz köyde değneksiz geziyorlardı.
Aynı alışkanlık 12 Mart 1971 müdahalesi ve 28 Şubat süreci boyunca da sürdü.
Yarın da onlara bakalım inşallah…
12 Mart müdahalesi, 12 Eylül darbesi ve Hürriyet
Son güncelleme: 01 Mart 2017 05:05