|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
www.islamdergisi.com/.../mezhep-nedir-mezheplere-gerek-varmidir-nici...
19 Mar 2012 - Ayetler ışığında mezhepler, mezhepsizlik ve mezhepçilik hakkında bilgi ... sözde naylon din adamla
Yazan: Abdullah Bekir
Bismillâhirrâhmânirrahîm
SORU 1:
Bazıları“Bu ümmeti niçin parçalayıp mezheplere bölüyorsunuz mezhepsiz de Müslümanlık olur ?” diyorlar.
Mezhep İmamları Gerçekten Bunların İddia Ettikleri Gibi Mezhepçilik Yaparak Müslümanları Böldüler mi?
CEVAP:
Bir kimse ister bir mezhebe tabi olsun veya hiç birine tabi olmasın, ister bir mezhebe inansın veya hiç birine inanmasın o kimse namaza başlarken ellerini kulaklarına götürerek veya ellerini kaldırmadan “ALLAHU EKBER” diye namaza başlıyorsa o kimsenin de bir mezhebi var demektir.
İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Maliki, İmam-ı Hanbeli hazretleri ve onların değerli halifeleri hakkında (Allah onların kabirlerini cennet bahçeleri kılsın), mezhepleri çıkararak bu ümmeti bölüp parçaladı diyebilecek kadar alçalan kimseler ya münafıktır, ya da kapkara cahildir.
İslam tarihinde gerçek anlamda hiç bir mezhep çatışması olmamıştır. Müslüman padişahlar arasındaki savaşları mezhep çatışması olarak göstermeye çalışanlar ise art niyetli kafirlerin piyonlarıdır..
Müslümanların yüzde 90’ı bir mezhebe mensup olmasına karşın 1400 yıl boyunca asla bir ehli sünnet mezhebi mensubu diğerine mezhebinden dolayı sataşmamış onunla savaşmamıştır. Ehli sünnet mensupları tarih boyunca ehli sünnet olmayanlara asla zulüm etmemiş aynı mahallede yan yana barış ve huzur içinde yaşamışlardır. Öyle olsaydı İslam aleminin doğusuna hakim olan sünni Müslüman Selçuklular ve daha sonra gelen Sünni Müslüman Timur oğulları, orta ve batısına hakim olan Sünni Müslüman Osman oğulları diğer mezhepleri ve diğer din mensuplarını yok ederlerdi. İran ve Şii mezhebi ancak Şah İsmail’le birlikte bağımsız olmuşlardır. Onlardan önce Sünni Müslümanların hakimiyetinde idiler. O devirlerde Sünni Müslümanlar çok güçlü idi. İsteselerdi Şiiliği tamamen kaldırırlardı. Veya onların eline o fırsat geçseydi Sünni Müslümanları yok ederlerdi. Nitekim İran’da Şah İsmail döneminde ve daha sonraları Sünni Müslümanları zorla şiileştirerek yok ettikleri gibi.
Şimdilerde ise, mealci selefiyeci sapıklar, dinde reformcular, ehli sünnete mensup samimi Müslümanlara küfür ve şirk isnat ederek fitne ve fesat çıkarmaktadırlar. Bunların da eline fırsat geçse dünyada terör estirirler DEAŞ, HİZBULLAH ve EL-KAİDE gibi.
Bir gün Ebu Cehil, Peygamberimize(aleyhissalatü vesselam) “Sen ne kadar çirkinsin ey Muhammed” der. Peygamberimiz de ona; “Doğru söyledin” buyurmuşlar. Bir süre sonra Ebu Bekir(r.a.) çıkagelmiş. “Anam babam sana feda olsun ey Allahın Rasulü. Sen ne kadar güzelsin” demiş. Rasulullah(s.a.v.), ona da; “Doğru söyledin ya Sıddık ” buyurmuşlar. Yanında bulunanlar: “Ey Allah’ın Rasulü her ikisine de ‘doğru söylediniz’ dediniz. Bunu bize açıklar mısınız?” derler. Rasulullah: “Biz aynayız. herkes bizde kendi manevi durumunu görür.” buyurdular.
Dalalet ehli selefiyeci ve dinde reformcu sapıklar, Peygamberimizin itikadını yansıtan ehli sünnet inancına baktıklarında kendi bozuk itikatlarına uymadığını görürler. O vakit ehli sünnet itikadının rengine bürünmüş müminleri anlayamayıp şirk ve küfür içinde sanırlar. Halbuki, o gördükleri bariz kendi iç alemlerinin küfür ve şirk itikatlarının görüntüsüdür…
Günümüzde bazı örgütler çıkıp kendi mezhepleri adına cinayetler işliyorlar. Bunların savunduğu mezhep ister Sünnilik, isterse Şia olsun veya daha farklı bir mezhep olsun, bunların yaptıkları cinayettir kendileri de katildir.. Bunlar kendilerini Allah’ın askeri sanıyorlar ama; bunlar aslında şeytanın askerleridir.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz :
-” Ümmetimin âlimleri arasındaki ayrılık rahmettir.” ve “Ümmetimin âlimleri asla yanlış üzerinde ittifak etmezler.” buyurdular.
En büyük müçtehid Peygamber Efendimizdir. Eshab-ı Kiramın her biri birer müçtehid idi. Bir çoğunun içtihadı birbiri ile aynı olmakla beraber bazılarının içtihadları kısmen de olsa farklı idi. Rasulullah(salat ve selam üzerine olsun) onlara “siz ne yapıyorsunuz?” demedi. Hatta Rasulullah (s.a.v), bir çok kez bazı konularda Hz. Ömer’in (r.a.) içtihatlarını doğru buldular. Eshaptan sonraki devirlerde başka milletlerden de Müslüman olanlar çoğalınca ve içtihat derecesinde âlimler de azalınca, müçtehid olmayan Müslümanların müçtehid olan alimlere tabi olmaları elzem oldu. Bu sebepledir ki Tabiin devrinde 100’ün üzerinde hak mezhep ortaya çıktı. Bu hak mezhepler yıllar içinde daha çok rağbet edilen diğer hak mezheplere yerini bırakarak günümüze ancak Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli mezhepleri ulaşabildi… Daha sonraki yıllarda mezhep kuracak kadar içtihat ehli âlimler de olmadığı için yeni bir mezheb kurulmadı.
Şu da biline ki, farz veya haram olduğu Kur’an ve sünnetle kesin olarak belirlenmiş mevzularda içtihat yapılamaz. Misal: İçkinin, domuzun, kumarın haram oluşu, orucun, namazın ve haccın farz oluşu gibi.. Dört hak mezhebin aralarındaki ayrılık da Kur’an ve Sünnetle haram veya farz olduğu kesin olarak belirlenmemiş mevzulardan ibarettir. Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
SORU 2: KUR’AN’DA MEZHEP VAR MIDIR ve MEZHEP NEDİR..?
CEVAP: Mezhep kelimesi; Arapça’nın ‘zehebe’ (gitti) mâzi fiilinden türetilmiş Arapça kökenli bir kelimedir. Eki, Türkçe dil bilgisine uymamakla birlikte halk arasında mezhebe ‘gidişet’ denildiği yörelerde vardır. Sözlükteki anlamı gidilen, takip edilen yol demektir. Kur’an’da geçen sırât(yol) kelimesiyle eş anlamlıdır. Mezhep kelimesinin dini alandaki anlamı ise, müçtehit âlimlerin Kur’an, Sünnet ve Eshabın İcmasına dayalı olarak yaptıkları çalışmaların bütününü kapsayan yol demektir.
Peygamber efendimizin yolu Kur’an’da “Alâ sırâtın mustekîm(Ey Rasulüm), şüphesiz sen en doğru yol(mezhep) üzerindesin)” (Yasin-4) ayeti ile anılmış, sahabeler ve daha sonra gelen tabiin âlimlerince ise Ehl-i Sünnet mezhebi olarak yad edilmiştir. Peygamber Efendimizin yolu Kur’an’da “sırat-ı müstekîm(en doğru yol)“ olarak anılan ehli sünnet mezhebi, kendi içinde ve özünde hiçbir değişikliğe uğramadan değişik isimlerle (Hanefi, Şafii, Maliki, Hanbeli gibi) anılmış olup, bunların hepsi itikatta tek mezheptir.
Mezhep kelimesinin eş anlamlısı Fatiha Suresinde biri, sapkınların mezhebi (veleddâllîn) ve diğeri doğru yolda olanların mezhebi olan (sırât-el mustekîm) olarak anılmaktadır. Bak Fatiha Suresi ayetler:
– ” İhdines-Sırâtal-müstekîme” mealen; (Ey Rabbimiz)İlet bizi en doğru mezhebe (Rasûlullah’ın itikat ettiği ve uyguladığı islam yoluna). ” Sıratallezîne en’amte aleyhim” mealen; (ve ilet bizi kendilerine ni’met verdiklerinin mezhebine (Rasulullah’ın ve güzide eshabının yoluna). (Fatiha S.- 6)
– ” Ğayril mağdûbi aleyhim veleddâllîn” mealen; (Gazaba uğrayanlarınkine ve sapkınların mezhebine (yoluna) değil.) ﴾Fatiha- 7﴿
Kur’an’da zikredilen “sırat-ı müstekîm ” olan doğru mezhep, ehli sünnet mezhebidir. Eğri mezhepler hakkında bilgi edinmek için şu alttaki yazının üzerini tıklayabilirsiniz;
Mezhepler
Ehl-i Sünnet Mezhebi; Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet(eshabın icması) ve Kıyas-ı fukahadan oluşur. Bu 4 delilden birini reddedenler ise, ehl-i sünnet mezhebinden sayılamaz. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Ehl-i Sünnet mezhebi hakkında şöyle buyurdular:
–“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna geri kalanları cehennemlik olacaklardır.”
Bunu duyan Eshab-ı Kiram (Allah Onlardan Razı olsun) sorarlar:
–“Ey Allah’ın Rasulü bunlardan, kurtulacak olanlar hangisidir?”
Peygamberimiz (s.a.v.):
–“Benim ve eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye cevap verirler. (Kaynak: İbn-i Mace, Tirmizi , Ebu Davud)
Bu yolun dışında kalan mezheplerin kimi sapkın olup, sapkınlıkta fazla ileri gitmeyen bazı Müslüman mezheplerdir. Kimi ise sapkınlıkta ileri gidip küfre düşmüş olan mezheplerdir. Bazıları da kendilerini mezhepsiz sayıp, dalalet mezhepleri ile değil de ehli sünnet mezhebine karşı amansız bir mücadele vermektedirler. Onlar da Mezhepsizlik Mezhebindendir.
KAYNAĞI KUR’AN ve SÜNNET OLAN HAK MEZHEPLERİ BEĞENMEMEK KUR’AN VE SÜNNET CAHİLLİĞİDİR
Kaynağı Kur’an ve sünnet olmayan mezhep, hak mezhebi değil dalalet mezhebidir. Hak Mezhepler; Kur’an ve sünnetin ehil olan(müçtehid) alimler tarafından yapılan uygulanış biçimidir. Mezhepler arasındaki farklar, kesin olan farz ve haramlarda değildir… Kaynağı Kur’an ve sünnet olan hak mezhepleri inkar eden aslında Kur’an ve sünnete cahil olan sapkın kimselerdir.
SORU 3: PEYGAMBER EFENDİMİZİN ZAMANINDA MEZHEP VAR MIYDI?
CEVAP: Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mezhebi Kur’an-ı Kerimde geçen “sırât-ı mustekîm” idi. Zira Kur’an Efendimizin mezhebini Yasin Suresinde şu ayetle ifade etmiştir:
-“İnneke leminel-murselîn” “Alâ sırâtın müstekîm.”, mealen: “(Ey Muhammed) şüphesiz, sen gönderdiğimiz rasullerdensin ve sen en doğru mezhep (sırât) üzeresin.” Mezhebin Kur’an’daki karşılığı “sırât”tır. Sıratın anlamı ise yol demektir. “Müstekîm” ise, dosdoğru demektir. Bu iki kelime birleştirilince;“dosdoğru yol” anlamı çıkmaktadır. Bundan da şu ifade çıkmaktadır;
–“(Ey Rasulüm) şüphesiz sen, en doğru mezhep üzerindesin.”
Allahu Teala Kur’an’da (Âl-i İmran -31) ayette buyuruyor ki, mealen:
–“Ey Rasulüm de ki, Eğer Allah’ı seviyorsanız geliniz bana uyunuz ki, Allah’ta sizi sevsin günahlarınızı bağışlasın. Allah affedicidir, Allah merhametlidir.”
Bu ayetlerin manası gereğince Rasulullah’ın mezhebi (yolu) sırat-ı müstekîme, yani; Ehl-i Sünnet Mezhebine uymak, her müslümana farz olmaktadır. Hadisi şerifleri inkâr edenler bilsinler ki, “hadis yoktur” ifadeleriyle şu ayeti de inkâr etmiş olurlar, mealen:
–“ İnsanlara açıkla diye Kur’an’ı sana indirdik.” (Nahl 44)
Allahu Tealanın Peygamberine; “Kur’anı insanlara açıkla” emri gereğince Rasulullah’ın sözleri, Kur’an’ın açıklamaları olan hadis-i şeriflerdir. Kim ki “hadis yoktur “diyor ve “bize Kur’an yeter hadislere gerek yok” diyorsa, Hazreti Ali’nin (r.a.) fetvasına göre o kimseler küfre girmiştir. Hadis-i şerifleri kabul etmeyen bazı sözde naylon din adamları bu kategorinin içine girdiklerini bilmelidir. Allahu Teala bir hususta ihtilafa düşüldüğünde onu Allah ve Rasulüne götürmemizi buyurmaktadır. Kur’an’da, mealen:
–“ Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer bir hususta ihtilafa düşerseniz Allah’a ve Ahirete gerçekten inanıyorsanız onu, Allah ve Rasulüne götürün. Bu hem güzeldir ve hem de netice bakımından daha hayırlıdır.” (Nisa Suresi 59.)
Peygamber(s.a.v.) Efendimiz dünya hayatında olmadığına göre bir meselenin çözümü nasıl Peygamberimize götürülecektir? Bir mesele Kur’an’da açıkça belirtilmemişse, Kur’an’ın; “O meseleyi Peygambere götürünüz“ ifadesinden kast edilen mana, Rasulullahın hadisi şerifleri değil midir? Ehli sünnet uleması çözümü hadisi şeriflerde bulurken, neden bu hadis münkirleri kendi kısır akıllarına göre ayetlere anlam verip bilgisizliğin karanlığına davetiye çıkarmaktadırlar?.. Müctehid alimler de bu sırat-ı müstekîme en doğru bir halde nasıl tabii olunacağı üzerinde ictihat etmişler ve mü’minlere o en doğru yolu vaaz etmişlerdir. Bu büyük alimler “benim çağırdığım yolun(sırat-ı müstekımın) adı hanefi mezhebi olsun, şafi mezhebi olsun”dememişlerdir. O isimleri, o zamanda ve daha sonra yaşayan müslümanlar kullanageldikleri için, zamanla o alimlerin çalışmalarına o tür isimler verilmiştir.
Ehli Sünnet Mezhebinin anlamı; Peygamber(s.a.v.) Efendimizin yolu demektir. Zira sünnetin anlamı da yol demektir. Mezhep imamları Müslümanları bölmemişler bilakis, inançta tek hak mezhep olan Ehl-i Sünnet Yolunda birleştirmişlerdir. Amelde bazı farklılıklar ise, Rasûlullah’ın zaman zaman yaptığı amel boyutundaki farklılıklardır. Mezhep imamlarının kendilerinin uydurdukları hiç bir amel ve itikat yoktur. Bu mezhepler de Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir mesele yoktur. Din de delil Kur’an ve Sünnettir ama onların açılımları olan icma ve kıyası fukahayı yok sayarsanız dolaylı yoldan bu inkarcılık Kur’an ve Sünnete gider.. Onun içindir ki şer’i deliller 4’tür. Bunlar: Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas-ı fukaha’dır. Birini inkâr eden mezhepsiz olur. Ehl-i sünnet âlimleri, dört mezhepten başkasıyla amel etmenin caiz olmadığını ittifakla bildirmişler ve bunda icma hâsıl olmuştur. (El-Mesail-ül-müntehabatü fir-risaleti vel vesileti).
SORU 4: MEZHEPSİZLERİN AMACI VE HEDEFİ NEDİR?
CEVAP: İslam dünyasının ileri gitmesini istemeyen ve çıkarlarının önüne engel saydıkları ehli sünneti yok etmek isteyen iç ve dış düşmanlar ehli sünnet velcemaat kalesini yıkarak, amaçlarına daha kolay varabilmek için suyu bulandırmaya çalışmaktalar. İlk hedefleri tasavvuf ve evliyaları kötülemek, İslam alimleri ve onların eserlerini karalamak, mezheplerin Peygamber efendimiz zamanında olmadığı propagandasını yapmak ve hadisi şeriflerin Peygamber Efendimizden 250-300 yıl sonra yazıldığı yalanını yayarak Müslümanların hadisler hakkındaki güveni sarsmaktır. Bu münafıklara; “hadislerin uydurma olduğuna dair elinizdeki kaynak ve kanıt nedir?” diye sorulduğunda sahih bir kaynak gösteremezler. Gizledikleri sahte kaynakları ise; Ehl-i Sünnet yolu düşmanı Mutezile ve Harici Mezhebi kalıntılarından alıntıdır. Öyle ya.. bu adamlar sahabe değil ki bizzat hadis uydurma olayını gözleri ile görmüş olsunlar. Bu münafıklar birinci aşama çalışmalarında başarılı olduklarında ikinci aşamaya geçeceklerdir ki şu durumda da geçmiş bulunmaktalar. İkinci aşamada ise, sahabeler kötülenecek ve onların sanıldığı gibi güvenilir kimseler olmadıkları anlatılacak ve Kur’an’ın da bazı ayetlerinin değiştirildiğini ortaya atacaklardır. Bu gün bunları kısmen de olsa yapmaktalar. Bu yılanların asıl hedefleri, Kur’an’ın Allah kelamı olmadığı küfrünü kusmalarıdır. İslamı yaşayan insanı İslamdan koparmak onlar için çok pahalıdır. Onun içindir ki bunların öncelikli hedefleri İslamdan soğutmak, sonra kolayca lokma yapmaktır. Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
SORU 5: EHL-İ SÜNNET MEZHEBİ DÜŞMANLIĞI YAPANLAR KİMLERDİR?
CEVAP: Kur’an ve Sünnet yolu olan ehl-i sünnetin aleyhinde çalışanlar kimlerdir:
Birincileri; hiç bir şeyden haberi olmayan halktan kimselerdir. Bunlar nefislerinin arzularına tabi olup, dinde kolaylık ve kaçamak arayan cahil kimselerdir.
İkincileri: Bunlar mezhepsizliğin savunucu hocalarıdır. Bunlar kendilerine en doğruyu bilen görüntüsü verebilmek için herkesi, Kur’an hariç her şeyi eleştiren, Kur’an’a ise bilerek yanlış anlam veren, işlerine gelmediği yerde Hadisi şerifleri inkâr eden maşa konumunda olan piyonlardır. Bunlar trafikte ters yola giren sürücü gibidir. Bunlar kendisinin ters yolda olduğunu görmeyip, karşıdan gelen herkesin ters yola girdiğini sanan ayyaş sürücülere benzer.
Üçüncü kategoride olan mezhep karşıtları ise, bunlar hiç bir zaman açığa çıkmazlar. Bunlar hep piyonlarını kullanırlar. Bunlar İslam’a açıktan zarar vermek isteyipte, başarılı olamayanların arkalarındaki virüsleridir. Bunların İslama düşmanlığı daima gizli kalmıştır.
SORU 6: “Müslümanlar mezheplerle uğraşmaktansa doğrudan kaynağını Kur’an’dan alıp dilediği şekilde amel etmeleri daha doğru olmaz mı? “
CEVAP: Bunların bu şekilde söylemeleri: “İnsanlar hastalandığında doktora gitmesin, herkes kendi kendisinin doktoru olsun ve eczaneye bizzat kendileri gitsin, orada hastalığına uygun gördüğü ilacı kendisi alsın.” demek anlamına gelir ki, bu da, en büyük fitnedir… Zira bu işin sonunda Müslümanlar tam bir kargaşa ortamına düşer ve herkes “Benim mealim doğrudur buna göre amel edilmesi doğrudur” vehmine kapılarak felakete gider. İşte o ortam oluştuğunda mezhepsizlerin arkasındaki İslam’ın gizli düşmanları, ikinci aşamadaki hedeflerine varmış olacaklardır. Kur’an ile ilgili hiç bir ilme vakıf olmayan bir okur yazar Müslüman, mezhep imamlarının çıkardıkları hükümleri yansıtan ilmihaller olmasaydı ibadetlerini neye göre ve nasıl yapabilecekti? Kur’an namazı emrediyor fakat kaç rekat olduğunu açık olarak belirtmiyor. Kur’an’a göre vakit namazları ve Cenaze Namazı kaç rekat ve nasıl kılınacaktı? Rasul-i Ekrem(sa.v.):
– “Kur’an-ı kerimi kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur” buyurdu.(Deylemî) Bu hadisi şerife göre, hadislere ve eshabın görüşlerine başvurmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmaya çalışan naylon ilahiyatçı prof.ların durumu ne olur?
SORU 7: S.K. isimli bir sapkın şöyle bir soru sormaktadır: “İşte siz hakem arıyorsunuz. Kur’an detaylı anlatılmış ama siz hala yanlışta ictihat edebilecek alimlerin arkasına geçiyorsunuz. Bir de bize “Mealci” diyorsunuz.”
CEVAP: Mezhepsiz şahıs hangi ilmine dayanarak müçtehit alimlerin yanlış yaptığını iddia ediyor? Bunların mesnetsiz suçlamalarına sadece çamur atmak denir . Mezhepsizler, En’âm suresindeki bu ayete yanlış mana vererek mezheblerin gereği olmadığını iddia etmekteler. En’am Suresi 114. ayeti kerimenin Tıbyan Tefsiri’nde meali şöyledir:
-“(De ki, Ey Muhammed! Sizinle aramızdaki davayı hal için,) Allahu Tealadan başka hakem mi isterim, ki O size içinde hak ile batıl , hiç bir şüpheye yer bırakılmaksızın, ayırt edilerek açıklanan Kur’an’ı indirmiştir.” (Enam-114) Bu ayetin nüzul sebebi, Peygamber Efendimizle, müşrikler arasında geçen bir meseledir. En’am Suresi, 114. ayette geçen”mufassala” (iyice açıklanmış) kelimesinin manası, bunların anladığı gibi değildir. Buradaki “iyice açıklanmış” kelamının muhatabı ne mezhebsizler, ne de ümmet-ü Muhammed’tir. Onun muhatabı Rasulullah’tır. Yani; Allahu Teala, Kur’an’daki İlahî Kelamının içindeki murad-ı ilahisini Peygamber Efendimize iyice açıklamış ve O’da eshabına gerektiği kadar açıklamada bulunmuştur. O açıklamalara da “hadisi şerif” denilmektedir. Mealcilerin iddia ettikleri gibi Peygamber Efendimizin açıklaması olmadan Kur’an ümmetin anlayacağı şekilde açıklanmış olarak nüzul olsaydı, Allahü Teâlâ şöyle buyurur muydu? mealen:
–“ (Ey Muhammed) İnsanlara açıkla diye Kur’an’ı sana indirdik.” (Nahl 44)
Bu mealci cahiller bu ayeti ya okumadılar, ya da okuyup anlamazlıktan geldiler ki, Kur’an’ın kendi kendini açıkladığını ve ne hadislere, ne de müçtehit alimlerin içtihatlarına gerek olmadığını savunmaktadırlar. Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
-“ Kim Kur’an hakkında kendi görüşüne göre söz söylerse isabet etse de hata etmiş olur.” (Ebû Davud)
Kur’an’ın gerek lafzı üzerine ve gerekse lafzın ifade ettiği mana üzerine aklına dayanarak beyanda, yorumda bulunmak Rasulullah (s.a.v.) tarafından yasaklanmış bulunmaktadır. Vardığı yorumda isabet etse bile şer’î bir ruhsatı olmadığı için hatalı bir iş yapmış olmaktadır. İmam Gazalî şöyle der:
-“ Şeriat koruyucusunun (Allah) elfazını Batınîlerin yaptığı gibi zahirinden hareketle daha önce (Selef’in) zihnine inmemiş meselelere yorumlamaya kalkmak büyük felaketlerden biridir. Zira Kur’an-ı Kerim’i anlama işinde-bizzat şeriat koruyucusundan (Hz. Peygamber) yapılan nakle dayanmadan ve öyle yapılmasında zaruret olduğunu gösteren aklî bir delil bulunmadan- sırf zahire göre hareket edip yorum yapmak haramdır.”
SORU 8: KUR’AN’I ANLAYABİLMEK İÇİN GEREKLİ OLAN İLİMLER NELERDİR?
CEVAP: Kur’an’ı anlayıp tefsir edebilmek için şu ilimlere ihtiyaç vardır;
1- ARAPÇA; Kureyiş lehçesi üzere mükemmel bir Arapça bilmek.
2-BEDİ’ (hayret verici güzellikte olan),
3-BEYAN gibi edebiyat .
4-TEFSİR; usulü tefsir,
5-HADİS; ilmi,
6-FIKIH ilmi,
7-NÂSİH(hükümsüz bırakan),
8-MENSUH(hükmü kaldırılmış) gibi şeriata, Kur’an’a müteallik on beş kadar ilim bilmek gerekmektedir. (Kütüb-ü Sitte)
NOT: Bazı İlahiyatçı hocalar eski alimlerin Kur’an mealini ve tefsirini okumaya karşı olduklarını sadece kendi yazdıkları kitapların okunmasını istediklerini söylüyorlar. Bu kesinlikle doğru değildir. Hiç bir Ehli Sünnet alimi tefsir ve meal okunmasına karşı olmamıştır. O alimler; ehil(müçtehid) olmayan kimselerin Kur’an’dan kendi aklına ve ilmine göre itikadî ve amelî hükümler çıkarılmasının uygun olmadığı görüşünü savunmuşlardır. Müslüman Allah’ın kitabını elbette okumalıdır. Zira onda nice hikmetler vardır. Tabi onu anlamak için de alt yapı lazımdır. Yani, Kur’an’da ki uzay ile ilgili ayetlerin işaretlerini anlayabilmek için o konuda yeterli alt yapı bilgiye sahip olmak lazım. Bunun gibi hiç bir kimse de içtihat sahibi bir alim olmadan Kur’an ve Sünnetlerden hüküm çıkarmaya kalkışmamalıdır. Böyle bir şeye teşebbüs eden kimse kasabın beyin ameliyatı yapmaya teşebbüsünden daha tehlikelidir.
SORU 9: MEZHEPLER OLMASAYDI DURUM NE OLURDU?
CEVAP: Mezhebler olmasaydı müslümanların sayıları kadar mezheb olurdu. Herkes Kur’andan kendi aklı ve ilmine göre anladığının en doğru olduğunu sanır ve müslümanlar tam bir kaosa ve büyük bir fitneye düşmekten asla kurtulamazlardı. Okuma yazması olmayan ümmiler ile ilmi az olanlar asla işin içinden çıkamazlar, kendilerinden biraz daha fazla bilen yarım hocalara tabii olurlardı. Bu durum ise, “Yarım doktor candan, yarım hoca imandan eder” atasözünü tam olarak gerçekleştirirdi. Bu da mezhebsizlerin arayıpta bulamadığı bir ortam demektir ki, işte o zaman islam alemi diye bir medeniyet kalmaz, yok olup giderdi. Bu da Hırıstiyan ve yahudilerin bayramı demektir.
Bir Müslüman dünya ve ahiret kurtuluşunu istiyorsa, dinini ehl-i sünnet alimlerinin Kur’an ve Sahih hadis-i şeriflere dayalı olan ilmihallerinden öğrenmeli ve öğretmelidir. Aksi takdirde diğer yollar cehenneme açılan birer dalalet çukurudur…
SORU 10: Peygamber efendimiz zamanında mezheb yoktu, bu mezhebler sonradan çıktığına göre bid’at olmaz mı?
CEVAP: Yukarıda açıklandığı üzere sonradan çıkan bir mezhep yoktur. Sadece Rasulullahın yolunda içtihat eden alimlerin içtihatlarına çalışmalarına değişik isimler verilmiştir o kadar. Allahu Teala buyurdu ki:
– “Rasulüm de ki: Eğer siz Allah’ı seviyorsanız hemen bana uyun, Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın ” (Âl-i İmran, 31 )
– “Peygamber size ne verdiyse onu alın, neyi size yasak ettiyse ondan sakının” (Haşr, 7)
Yukardaki ayeti kerimeden anlaşılan mana gereğince gerek Eshab, gerekse Tabiin devrindeki ve daha sonraki müctehid alimler Kur’an’a, Rasulullah Efendimizin tabii olduğu gibi tabii olmuşlar ve O’nun anladığı gibi anlamışlardır. İşte bu anlayış ve tabii olmaya halk değişik isimler adı altında şu mezheb, bu mezheb diye isimler vermişlerdir. Mezhebler Kur’an ve hadis-i şeriflere dayanır. Peygamber efendimizin dini yaşama biçimini müçtehid alimlerimiz içtihat ederek açığa çıkarmışlar ve yazılı metinler haline getirmişlerdir. O zamanda yaşayan Müslüman halk bunlara Hanefi, Şafi gibi isimler verdikleri için bu isimlerle anıla gelmiştir. Asla bid’at değildir.
SORU 11: “Kur’an var, Hadisler var. Bunlara rağmen mezheblere gerek var mıdır? Mü’minlerden Arabça bilenler Kur’an’ın bizzat kendisinden, arabça bilmeyenlerde meallerinden dinlerini öğrenemezler mi?”
CEVAB: Bu soruları soran yukarıdaki şu sözleri ile çelişkiye düşmektedir; “Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” demekle, hadisi şeriflere gerek olmadığını ifade etmektedir. Aynı zamanda; “Kur’an var Hadis var mezheplere ne gerek var?” sorusu; “Eczane var, hastane var, eczacıya ve doktora ne gerek vardır?” demek gibidir, veya; “Okul var, kitab var, o halde öğretmene ne gerek vardır?” demek gibi bir şeydir. Aslında bunlar mezhepleri de anlamış değil. Zira Kur’an’a ve hadislere ve Eshabı kiramın Rasulullah’tan aldıkları ilmin meyvesi olan icmaya dayanmayan bir mezhep zaten yoktur ve olamaz da. Kur’an ve Hadis-i Şeriflerden hüküm çıkarabilecek ictihat derecesinde bir alim olmak için İmam-ı Gazali gibi ilmi, Süfyan-ı Sevri Hazretleri gibi takvası olması gerekir. Her arabça bilen müctehid olabilseydi, Ebu Cehiller Ebu Lehebler imansız kalırmıydı? Hangi okuma yazması olan birisi tıp fakültesini okumadan, sadece tıp kitablarını okuyarak kalb ve beyin ameliyatı yapabiliyor? Bugün mü’minleri dinlerini öğrenmek için sadece meal okumaya yönlendiren bazı din görevlileri, aslında o müslümanların ayaklarını farkında olmadan cehenneme kaydırıyorlar. İmam-ı Şafii Hazretleri: “Bizler yalnız Kur’an-ı Kerim’den dinimizi öğrenmeye çalışsa idik, beş vakit namazın nasıl kılınıcağını dahi bulamazdık. Zira Allahu Teala Kur’an’da beş vakit namazı emrediyor, ama nasıl kılnacağının deteaylarınından açıkça bahsetmiyor. İşte bu durumda Peygamber efendimizin hadislerinde aradıklarımızı bulabiliyoruz.” Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
PEYGAMBER EFENDİMİZ(salât ve selam olsun ona), İÇTİHAT DERECESİNDEKİ EHL-İ SÜNNET ALİMLERİNE UYMAMIZI EMRETMEKTEDİR:
– “Benden sonra peygamber gelmeyecek, alimler gelecek, halifeler gelecek, onlara tabi olan bana tabi olur, onlara asi olan bana asi olur.” (Sahih-i Buhari 11.c.181 shf.)
SORU:12: Mezhebsizler, İmam-ı Azam ile İmam-ı Buhari arasında bir çatışma olduğundan söz ediyor. Bu nedir?
CEVAP: İmam-ı Azam ve İmam-ı Buhari konusuna gelince, Bu iki büyük alim arasında herhangi bir şey yoktur. Zira, bunlar muasır değiller, yani; aynı zamanda yaşamamışlardır. İmam-ı Buhari hazretleri onun vefatından sonra dünyaya gelmiştir. İmam-ı Buhari Hazrertleri de müçtehid olduğu için İmam-ı azamın içtihadına uymayan yerler olması gayet tabiidir.
SORU 13: Niçin 4 Mehep? Hz. Ömer, Hz. Ali, İmam-ı Cafer Sadık hazretleri, Muhammed Bakır hazretleri, Musa Kazım hazretleri gibi büyüklerin mezheplerine niçin uyulmuyor? Bunların da birer mezhebi yok muydu?
CEVAP : Evet onların da birer içtihadı vardı ve her biri bir müçtehitti. Ancak onların toplanmış bir mezhepleri yoktu. Onun için bu mübarek zatların mezhebine uyan kalmamıştır. Musa Kazım ve dedesi Muhammed Bakır’ın tedvin edilmiş mezhepleri olmadığı gibi, diğer Sünni âlimlerin de mezhepleri tedvin edilmiş değildi. Mesela imam-ı Sevri de büyük bir âlimdir, ama mezhebi tedvin edilmediği için onun mezhebine uyulmamıştır. Hazret-i Ali’nin, Hazret-i Ömer’in de mezhepleri vardı, ama tedvin edilmediği için bir sistem halinde olmadığındn onların mezheplerine uyamıyoruz. Hak mezheplerin dört mezheple sınırlandırılmış olması bundandır. Peki, imam-ı Cafer hazretlerinin mezhebi tedvin edilse idi, Müslümanlar İmam-ı A’zamın hocasının mezhebini inkâr edebilirler miydi? Bu hiç mümkün olabilir miydi? Ehl-i beyti sevmeyen Sünni olamaz. Çünkü Resulullahı seven onun akrabalarını da, torunlarını da arkadaşlarını da, hanımlarını da sever.
Ehl-i Sünnet mezhebi iki kategoriye ayrılır:
A- İTİKATTA MEZHEP: Maturidiyye ile Eş’ariyye mezhepleri arasında bir iki küçük ayrıntıdan başka fark olmadığı için Ehl-i Sünnet, itikatta tek mezheb olarak kabul edilmiştir.
B- AMELDE MEZHEPLER: Amelde ehli sünnet mezhepleri tabiin devrinde Hz. Ali’nin yetiştirdiği büyük alim ve veli Hasan-ı Basri ile başlamış olup, tebei tabiin devrine kadar sayıları yüzü aşmıştır. Ancak, bunlara tabi olanların sayıları azalarak günümüze sadece dört ehli sünnet mezhebi ulaşabilmiştir. Eğer ki bu mezheplere tabi olanlar devam etseydi bugün ehli sünnet mezhepleri dört değil , onlarca olacaktı.
SORU 14: İçtihat kapısı kapalı mıdır, günümüzde yeni ehli sünnet mezhepleri olamaz mı?
CEVAP: İçtihat kapısı kapalı değil ancak, içtihat şartlarını taşıyan alimler olmadığı için yeni ehli sünnet mezhepleri oluşmamıştır. Yeni bir mezhebe de gerek yoktur. Zira dört mezhebin müctehid alimleri her meselenin hükmünü çıkarmışlardır. Arayan aradığını bu mezheplerin içinde aramalı, dışında değil. Allahu Teala onların çalışmalarına bol ecirler versin ve cennetlerdeki makamlarını âli eylesin. Onlar mum ışığında, el emeği, göz nuru akıtarak, binlerce yanlış mezheplerin ve büyük bir fitne ve kargaşanın ortaya çıkmasına engel olarak çok büyük bir hizmet vermişlerdir. İslam alimlerinin üstünü, evliyanın önderlerinden, şeriatin savunucusu, kerametlerin mazharı ikinci binin müceddidi İmama-ı Rabbani Ahmedi Faruki Serhendi(kaddesallahu sirrahul-akdes) hazretleri Mektubatlarında şöyle buyurdu:
«Kıyas ve ictihad, şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emrolunduk. İlham, yalnız sahibi için delildir, hüccettir. Başkaları için senet değildir. İctihad ise her müslüman için senettir. Bunun için müctehid olan âlimlere uymak lâzımdır. Dinîn temel bilgilerini bu âlimlerin bildirdiklerine uygun olarak öğrenmelidir.» (C. I Mektûb 272)
SORU 15: Mezhepsizler ve onların ülkemizdeki maşalarının iddia ettiği gibi, mezhepler sebebiyle mezhepler arasında tarih boyunca bir çok çatışmalar ve kan dökmeler olmuş mudur?
CEVAP: Tarihi iyi bilenler bilir bilmeyenler bilsin ki, İslam’da asla mezhep çatışmaları olmamıştır. TARİH BOYUNCA DA BÖYLE BİR VAKA MEVCUT DEĞİLDİR. Mezhepsizliğin piyonları bazı siyasi savaşları mezhep çatışmaları olarak göstermeye çalışmaktadır. Mesela Yavuz Sultan Selim Han hazretleri hiç bir aleviyi, alevi olduğu için öldürtmemiştir. Zira Şah İsmail’in askerlerinin içinde alevi olduğu kadar Yavuz Sultan Selim’in askerleri içinde de alevi Türkmen askerleri vardı. Şayet Yavuz Sultan Selim Han alevileri katletseydi, bugün Anadolu ‘da bir tek alevi yaşıyor olmazdı. Alevilerin Yavuz’un korkusundan Tokat ve Sivas yörelerindeki dağlara ve ormanlara sığındıkları doğru değildir.
KUR’AN’DAN AYET MEALLERİ:
– “Allah ve Resulü bir meselede hükmünü verdiği zaman, bir mü’min erkeğin yahut bir mü’min kadının artık işlerinde başka bir yolu seçme hakkı yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüştür.”(Ahzab Sûresi, 33/36)
– “Hayır! Rabbine and olsun ki, onlar, aralarındaki anlaşmazlıklar için senin hükmüne müracaat edip, sonra da verdiğin hükme gönüllerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın tam bir teslimiyetle râzı olup uymadıkça iman etmiş olmazlar.”(Nisa Sûresi, 4/65)
– “Peygambere itaat eden Allah’a itaat etmiş olur. Kim bundan yüz çevirirse, seni öylelerinin üzerine muhâfız olarak göndermedik; sen ancak doğru yolu gösterip tebliğ etmekle mükellefsin.”(Nisa, 4/80)
– “Peygamber size ne emretmişse alın, neyi yasaklamışsa ondan da kaçının. Allah’tan korkun. Muhakkak ki Allah’ın azâbı pek şiddetlidir.”(Haşir Sûresi, 59/7)
– “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcı, çok merhamet edicidir.” (Âl-i İmran Sûresi, 3/31)
Bu ve benzer manadaki âyetler Peygamber (S.A.V) Efendimizin görevininin sadece Kur’ân’ı insanlara getirmekle sınırlı olmadığını belirtmektedir.
SORU 16: Hadislerin Peygamber Efendimizden 300 yıl sonra yazıldığı doğru mudur?
CEVAP: Hadisi Şeriflerin Yazılışı ile ilgili Doğru Kaynak:
Peygamber Efendimiz Kur’an ilk nazil olduğunda, âyetlerle karışmaması için;
-“Kur’an’dan başka benden bir şey yazan onu imha etsin” buyurmuştu.
Daha sonra Efendimiz(s.a.v.), Kur’an-ı Kerimi ezberleyenlerin çoğalması sebebi ile hadis-i şeriflerin de yazılmasını emir buyurdular. Abdullah bin Amr bin As, her hadisi yazar, Resulullah efendimiz buna mani olmazdı. Hatta bazıları:
-“Sen her şeyi yazıyorsun. Ama Rasulullah’da insandır. Öfkeli iken de söz söyler.” dediler. Abdullah bin Amr bin As bu durumu Resulullaha arz edince, mübarek parmağını ağzına götürüp:
-“Yaz! Allah’a yemin ederim ki, bu ağızdan hak sözden başkası çıkmaz.”buyurdu. (Ebu Davud, Hakim)
Şu âyet-i kerime de aynı mealdedir:
-“O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.” (Necm 3,4)
1400 yıldır bu kadar devasa alimler bu konuları bilmiyorlardı da şimdi kolaycılık yapıp İslamı içten yıkmaya çalışan bir kaç sözde prof. mu gerçeği onlardan daha iyi görüyorlar? Mealci piyonların arkasına takılanların ulaşacağı yer ancak, cehennemdir.
SONUÇ OLARAK; Biz kesinlikle Kur’an’ın meal ve tefsirinin okunmasına karşı değiliz. Karşı olduğumuz bir kimsenin Kur’an’dan kendi aklına göre anlam çıkarıp hüküm vermesidir.
Mealcilere soruyoruz: “1400 yıldır müslümanlar dinlerini meallerden mi öğrendiler?” “Rasulullah’ın, Eshabın ve Müctehid alimlerin açıklamaları olmadan birbirine uymayan Kur’an meallerine rağmen ümmi bir Müslüman sırf mealden dinini nasıl öğrenebilir?” Madem Kur’an herkesin anlayacağı kadar açıksa, niçin “Tâ Hâ”, “Yâ Sîn” ve “Elif Lâm Mîm’in” ve diğer “HURÛFUL MUKATTA‘a’nın sırrını bilemezsiniz? 1400 küsur yıldır İslam alimleri hep yanıldı da, sizler mi doğruyu keşfettiniz? Bunlar (hâşa) onlardan daha mı iyi Müslümandır? 1400 yıldır hak mezheplerden kimse rahatsız olmadığı halde, bu hususta hiç bir anlaşmazlığın dahi vukuu bulmamasına karşın, bunlar niçin hak mezheplerden rahatsız oluyorlar?”
“Maksatları bağcı dövmek mi?” Bu, mezhepsizliğin maşalarına sorarız: “Sizler, abdest, namaz ve oruç kelimeleri “Kur’an’da geçmiyor” diye abdesti, namazı ve orucu yok mu sayıyorsunuz?” Yok sayamayacaksınız çünkü, Kur’an-ı Kerim’de abdest kelimesinin ifadesi “vudu’dur “, namaz kelimesinin ifadesi”salât”tır, orucun ki ise “savm“dır. ” “Ya Cenaze Namazına bu kimseler ne cevap verebilecekler?” ” Onun kaç rekat olduğunu ve nasıl kılındığını Kur’an’da bulabilecekler mi? ” “Veya Cuma Namazının farzının kaç rekat olduğunu, beş vakit namazın hangi vakitlerde kaçar rekat kılınacağını Kur’an’da bulabilecekler mi?” Tabi ki hayır. ” Mezhebsizler bu soruların ma’kul bir cevabını veremeyince hemen çark edip şöyle cevap vermeye kalkarlar ve; –“Bu gibi durumlarda Rasulullah’ın hadislerine bakarız.” derler. Onlara; –“Her şey Kur’an da varken mezheblere neden gerek duyalım?” sözleri sözlerini hatırlattıktan sonra şöyle sorarız; “Hani sizler Kur’an’dan başkasına gerek duymadığınızı hadisi şeriflere inanmadığınızı söylüyordunuz? Niçin çark ettiniz? ” Bu kimselerin sözleri birbiri ile çelişince, kendi kendilerinin iddialarını çürütmüş oluyorlar. Evet her şey Kur’an’da var ama onu ne siz, ne de sizin gibiler göremez. Onu ancak; Allahu Teala Peygamber Efendimize açıklanmıştır. Allahu Teala Kur’an’da Rasulüne tabi olmamızı emrederken, bunlar akıllarına ve hevai nefislerine tabi olmaktalar. Bunların dinden anladıkları bu mudur? Bu mezhep münkirlerinin kimileri imanın şartlarından kaderi inkar ediyor, kimileri şefaati inkar ediyor, kimileri de Allah’ın, geleceği bilemeyeceğini söyleyerek dinden çıkıyor ve insanları da arkalarından cehenneme çekmek istiyorlar. Bu mudur bu sapkınların birliğe beraberliğe çağrıları? Kendi aralarında dahi, yüzlerce mezhebe bölünüp tek mezhep olamazken, bir de kalkıp inançta tek yol olan ehli sünneti mezhebini eleştirmeye kalkıyorlar. Bunların maksatları (Müslümanları Kur’an’da birleştirmek adı altında) Müslümanları parçalayıp, yok etmek değil de nedir? Kur’an’da Mezhep Var mıdır? Niçin Dört Mezhep?
Cevaplarımız bu soruların içindedir. Anlamak isteyene… “Müslümanları mezheplere bölüyorsunuz” diye eleştiren ve dört hak mezhebe tahammül edemeyen MEALCİLER, yüzlerce Meal Mezhebi kurmaya çalıştıklarının farkındalar mı acaba?
Cenâb-ı Hak, hepimizi müctehid İmâmlar vasıtası ile Resûlüllah sallallahü aleyhi ve sellem efendimize uyan bahtiyar kullarından eylesin. Selef-i sâlihin düşmanı selefiyecilerden, ehl-i sünneti kâfir bilen vehhâbilerden, telfık yaparak hak mezhepleri ortadan kaldırmak isteyen mezhepsizlerden, kendilerini dîne değil de, dîni kendilerine uydurmak isteyen reformculardan, müctehid İmâmları beğenmeyip, kendi kafalarına göre ictihad yapmak isteyen naylon müctehidlerden, eshâb-ı kirâma saldıran rafızî meşrepli mezhepsiz tufeylîlerden muhafaza buyursun. Hakkı hak, bâtılı bâtıl olarak, sevdiklerini dost, sevmediklerini de düşman olarak tanıtsın. Âmin. Herkese hidayet Allahu Tealadandır.
BAZI SAPIK MEZHEPLER
Mezhepler | İslam Dergisi
S A P I K M E Z H E P L E R :
1-BİDATÇILAR MEZHEBİ: “Mizan yoktur, o adalettir. Büyük günah işleyenler sonsuza dek cehennemde kalacaklardır, farzları yapmak imandandır terk eden(inkar etmediği halde) kafirdir diyenler, fakat birini terk ederse kafir olur, içki içerken, zina ederken, o kimse kafir olur.” diyenler bid’atçı sapıklardan olur.
2-CEHMİYYE MEZHEBİ: “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
3–CEBRİYE MEZHEBİ:” Kulun(irade) kudreti, kazanması ve etkisi yoktur. O cansız bir varlık (robot) gibidir.” diyen Cebriye Mezhebi inancında olanlarda küfür ehlidir.
4-DEHRİYYE MEZHEBİ: Bunlar Allah’ın varlığına inanmayan ateistlerdir. Çok eski çağlardan beri varlıkları bilinir.
5- KADERİYE MEZHEBİ: “Şer Allah’ın yaratması değildir, kul yaptığının yaratıcısıdır.” dedikleri için küfre girmişlerdir.
6– KESSANİYE MEZHEBİ : “Allah’ın yanılıp pişman olabileceğine inandıkları için küfre girmişlerdir.
7- RAFİZA MEZHEBİ: Reenkarnasyonculuğa inanırlar. Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” derler ve putperest Hindu ve Budistlerden etkilendikleri için ölen kimselerin ruhu başka cesetlere geçerek dünyaya tekrar tekrar geleceğine inanan kafirlerdir. Şii Mezhebinden sapmış Rafizalar da sapık bid’atçılardır. Rafizilerden Hz.Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e küfredip lanetleyenler kafirdir. “Hz. Ali bizim ibadetlerimizi yaptı, bizim ibadet yapmamıza gerek yoktur” diyen rafiziler de küfre girmiştir. Hz. Ali( r.a.), Hazreti Ebu Bekir ve Hz. Ömer’den (Allah her üçünden de razı olsun) üstündür.” diyenler Bid’atçı sapıklardır.
8- HARİCİ MEZHEBİ: Bize Kur’an yeter” deyip hadisi şerifleri inkar ettikleri için Hz. Ali bunların küfrüne fetva vermiştir. Bu sebeple Hz. Ali’yi ve Hz. Osman’ı bunlar şehid etmiştir. Ayrıca Hz. Osman, Hz. Ali, Hz.Talha, Hz.Zübeyir, Hz. Aişe ve bazı sahabeleri kafir saymaları sebebiyle İslamdan çıkmışlardır..
9- YEZİDİLER: İran tarafından zuhur edecek bir peygamberin Muhammed (s.a.v.) ümmetini ortadan kaldırmasını bekledikleri için bunlar da kafirdir.
10- NECCARİYE MEZHEBİ : Allah’ın sıfatlarını inkar etmeleri ve; ”Kur’an-ı Kerim yazıldığı zaman cisim, okunduğu zaman da arazdır(araz: başkasına bağlı olarak yer tutan, kendi halinde olamayan; renkler, tatlar kokular gibi) .” demelerinden dolayı kafir olmuşlardır.(Ayınlar: cevherler, maddeler, atomlar.)
11- ŞEYTANİYE MEZHEBİ: Allah ancak dileyip takdir ettiği, yani yarattığı zaman bilir. Ondan önce bir şey bilmez diyen, Şeytaniye Yolu inancında olanlar da kafirdir.
12- MUTEZİLE MEZHEBİ: “Allah ne görür, ne de görülür” diyen ve; “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri ve; “Kul kendi kaderini yaratır” diyen Mûtezile Mezhebinden bir gurup da dinden çıkmıştır.
13- MÜRCİE MEZHEBİ: “Mümin ve kafirleri Allah’a bırakırız. Mü’min cennetlik, kafir cehennemliktir diyemeyiz. Dünya ve ahiret Allah’ındır, dilediğini affeder, dilediğini cezalandırır. İbadetler farz değil, fazilettir.”diye inanan veya söyleyenler kafirdir. “Mü’minler günahkarlar ile dost olamaz.” diyenler de, bid’atçı sapıklardır.
14- MÜCESSİME, “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
15- KERAMİYE MEZHEBİ: “Allah’ın özel yeri, mekanı vardır, O arştadır” dedikleri için küfre girmişlerdir.
16- Müşebbihe Mezhebi: Allahı mahluklara benzetenler de kafirdir.
17- MUATTİLE MEZHEBİ: Rubûbiyyeti inkar ettikleri için küfre girmişlerdir.
18- VESENİYE MEZHEBİ: Vahdaniyeti (Allahu Teala’nın Zatında ve sıfatlarında ve işlerinde ortağı olmamasıdır.) inkar ederler.
19- İttihadiye Yolu: Allah’tan başkasına ibadet edilebileceğini iddia ederler .
20-Hululiyye Mezhebi: Allah’ın büyük saydıkları bazı kimselere içine girdiğine inanırlar. Allah ile birlikte başka ilahlara ibadet etmenin doğru olduğunu kabul eden bu kimselerde kafirdir.
21- DİSANİ, MANİ, SABİLER Mezhebi: Hayrı bir ilah, şerri başka bir ilahın yarattğına inandıkları ve aynı görüşe sahip oldukları için bunlarda kafirdir.
22- KARAMİTİLER ve BATINIİLER Mezhebi: Tenasuha (reenkarnasyona) inandıkları ve Hululü (haşa Allah’ın bir insanın içine girmesine inananmayı) kabul ettikleri için kafirdir. Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” diye inandıkları için kafir olmuşlardır.
23- Cenahiler ve Hişamilerde : Allah’ın birliğini ve ilahlığını kabul edip “Allah kadim değildir, diri değildir, mahluktur ve şekillenmiştir.” diye inanandıkları için kafirdir.
24- Hıristiyan ve Yahudiler: Allah’ın oğlunun var olduğunu, veya arkadaşı, veya hanımının var olduğunu kabul ettikleri, ve Allah’ı bir şeyden doğmuş veya oluşmuş kabul ettikleri için bunlarda kafirdir.
25- TABİATÇILAR (Doğa Yarattı Diyenler): Evrenin kendi kendine yaratıldığını kabul eden Tabiatçılar, iki ilah var olduğunu kabul eden filozoflar, ezelde Allah ile bir başka ilah olduğunu, evrenin (kainatın) sanatkarı ve düznleyicisi başka bir ilah olduğunu kabul edenler de kafirdir.
26- DOĞA’ya İMAN EDENLER: Varlıkların yaratılmasında doğanın (tabiatın) da etkisi var diyen tabiatçılar da kafirdir.
27- SAPIK MUTASAVVIFLAR: “Allah ile oturup konuşulur, O’nun yanına çıkılır, Allah bazı veli ve mürşidlere hulul eder (içine girer), dolaysı ile mürşide itaat eden, Allah’a itaat etmiş olmuş olur.” diyen bazı mutasavvıflar, hırıstiyan ve yahudiler ve Batıni Mezehebi’ndekiler de kafirdir.
28- SAPIK FELSEFECİLER MEZHEBİ: Kainatın kadim, yani yaratılmamış olduğunu söyleyen bazı felsefeciler de kafirdir.
29- İBAHİYE MEZHEBİ: Allah’ın varlığına ve birliğine inanan, peygamberlerin hak olduğunu kabul edip, onların getirdiği şeyler de yalan olabileceğini iddia eden filozoflarla, bazı sapık mutasavvıflar ve İbahiye Mezhebi’ndekiler de kafirdir.
30- Şia Mezhebi: Kuran’da Aişe(r.anha) annemizin iffetli olduğu ayetle belirtilmesine rağmen Şia’dan bir çok kimse ona iftira atarak küfre girmekteler. Ayrıca Şia’da zinanın adı müta nikahıdır. Şia, Aşerei mübeşşereden olan Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman’a lanet ederek hak yoldan sapmış bulunmaktadır..
Dalalet Mezhepleri ise, ehli sünnetin dışına çıkmış olup ya sapıtmışlardır veya küfre girmişlerdir.
31- Vehhabilik Mezhebi: Ehli sünneti reddedip sapık din adamı İbn-i Teymiyyeden etkilenen Osmanlıyı parçalamak isteyen kafir İngilizlerin kurdurduğu selefiyeci sapıklardır.
32– Kadyanilik
33– Dinde Reformculuk Mezhebi
34– Bahailik
35– Dinler Arası Diyalogculuk Mezhebi
Bunlar buraya yazdıklarımız. Buraya yazılmayanlar da mevcuttur.
NOT: Sitemiz yazılarından Dinler Arası Diyalog isimli yazımızı okumak için alttaki adresi
T I K L A Y I N I Z : http://www.islamdergisi.com/genel/dinler-arasi-diyalog-nedir/
D İ K K A T ! Islam Dergisinde yayınlanan makaleleri İslam’ı yaymak amacıyla, her türlü elektronik ortamda ve kagit/baski uzerinde, kâr elde etmemek ve kaynak belirtmek şartıyla telif ödemeksizin yayınlayabilir, dağıtabilir ve kullanabilirsiniz.
Etiketler (Konular): ehli sünnet, hanefi mezhebi, islamda mezhep vardır, islamda mezhepler,kuranda mezhep, kuranda mezhep ile ilgili ayetler, kuranda mezhep var mıdır, mezhep,mezhep farklılıkları, mezhepler, mezhepler hakkında bilgi, mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır
|
1970-2000 Yılları Arası Türkiye’de Radikal İslamî Hareketler Radical Islamic Movements in Turkey Between 1970-2000 Ali Osman BALCI Öz Radikal İslâmî söylemin temelleri İslam’ın ilk dönemlerinde ortaya çıkan farklı anlayışlara kadar götürülebilmektedir. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanından itibaren toplumsal değişimin sağlanması için uygulanan baskıcı politikalar ve dışarıdan taşınan bazı dinî anlayışlar, radikal hareketlerin oluşum sürecini hızlandırmıştır. Sadece fikrî anlamda değil fiili anlamda da mücadele içerisine giren ve devlet rejimine karşı olmak konusunda birleşen bu gruplar özellikle 1970’li yıllardan itibaren ortaya çıkmaya başlamışlardır. Toplumsal kargaşanın hakim olduğu bu dönemlerde, kurtuluşun ancak İslamî kurallara dönülerek sağlanacağını savunan bu hareketler, izlenecek metodoloji noktasında birbirlerinden ayrılmaktadırlar. Bu çalışmada, Türkiye’de 1970-2000 yılları arasında etkili olan ve halen etkileri devam eden, radikal olarak değerlendirilebilecek hareketlerden öne çıkanlar, tarafsızlık ilkesi içerisinde ortaya konulmaya çalışılmıştır. Anahtar kelimeler: Radikal İslam, Hizbullah, Kaplancılar, İbda-C, Selefîler Abstract The foundations of radical Islamic discourse can be traced back to different understandings that emerged in the early periods of Islam. Since the proclamation of the Republic in Turkey, the repressive policies implemented to ensure social change and some religious understandings carried from outside accelerated the formation process of radical movements. These groups, which entered into a struggle not only in the intellectual sense, but also in the de facto sense, and united in opposing the state regime, started to emerge especially from the 1970s. In these periods of social turmoil, these movements, which argue that salvation can only be achieved by returning to Islamic rules, differ from each other in the methodology to be followed. In this study, it has been tried to reveal the prominent movements that were effective between 1970- 2000 in Turkey and whose effects still continue and that can be considered as radical, within the principle of impartiality. Keywords: Radical Islam, Hezbollah, Qaplanits, Ibda-C, Salafists. _____ Doktora Öğrencisi, Necmettin Erbakan Üniversitesi, Ahmet Keleşoğlu İlahiyat Fakültesi, İslam Mezhepleri Tarihi, Konya, Türkiye / e-posta: aliosmanbalci@hotmail.com / ORCID ID: 0000-0001-5044-9779 e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 661 Giriş İslam toplumunun ilk dönemlerinde vahyin ilk muhatapları olan sahâbîler, ayetler nazil oldukça tereddüt ettikleri ve anlayamadıkları meseleleri Hz. Peygamber’e sormuşlardır. Bununla birlikte sahâbîler arasında bazı meselelerde farklı düşünce ve yorumlar da ortaya çıkabilmiştir. Sahâbîler arasındaki bu yorumlama farklarını ortaya çıkaran şey bazen kabilevî kökenlerinden, bazen de bireysel özelliklerinden kaynaklanmıştır. Örneğin bir sahâbî zâhidâne hayata yönelip sürekli ibâdetle meşgul olmak isterken,1 başka bir sahâbî gücü nisbetinde cennete girmenin yolunu öğrenmeye çalışmıştır.2 Bazı sahâbîler daha ılımlı bir bakış açısına sahipken bazıları daha katı bir bakış açısı ile meseleleri değerlendirmiş ve ona göre yaşadıkları olayları anlamlandırmaya çalışmışlardır. Bazı olaylar karşısında sert bir tavır takınan sahâbîler hadislerde yer almaktadır.3 Bu ve benzeri olaylar karşısında Hz. Peygamber hep dengeyi korumaya çalışarak itidalli davranmaya özendirmiştir. Ayrıca Hz. Peygamber sahâbîlerin bireysel ve sosyo-kültürel özelliklerini de dikkate alarak kendi toplumunu inşa etmiştir. Peygamber efendimizin (s.a.v) vefatı ile birlikte, aşırı düşünce ve yorumlar ortaya çıkmaya başlamıştır. Onat, bunun nedenlerini şu şekilde sıralamaktadır: “Kabilecilik anlayışı, Kur’ân’ın ışığında dinî hayatın kökleşme mücadelesi, sürekli yenilenen sosyal-kültürel yapı, zaman zaman birbirleriyle çatışmış, bazen de aralarında ittifak oluşturmuş, başlıca üç faktör olarak ortaya çıkmaktadır.”4 Kur’ân’ın insanı akletmeye ve düşünmeye yönlendirmesi farklı görüş ve değerlendirmelere imkân vermiştir.5 Bununla birlikte ayet ve hadislerin farklı anlaşılması gruplaşmaları da beraberinde getirmiştir. Hz. Ebubekir döneminde zekâtı devlete vermek istemeyen anlayış, _____ 1Ebû ʿAbdullâh Muhammed b. İsmâʿîl b. İbrâhîm el-Buhârî el-Buhârî (ö. 256/870), el-Câmiʿu’s-sahîh, thk. Muhammed Zuheyr en-Nâsır (Beyrut: Dâru Tavki’n-Necât, 1422), “Savm” 55 (No: 1976). 2 Ebû’l-Hasen Müslim b. el-Haccâc el-Kuşeyrî en-Nîsâbûrî Müslim (ö. 261/875), Sahîhu Müslim, thk. Muhammed Fuâd ʿAbdulbâkî (Beyrut: Dâru İhyâi’tTurâsi’l-ʿArabî, 1374/1955), “İman” 1 (No: 15). 3 Müslim, Sahîhu Müslim, “Tahâret” 2 (100). 4 Hasan Onat, Emeviler Devrî Şiî Hareketleri ve Günümüz Şiîliği (Ankara: TDV Yayınları, 1993), 154. 5 Hasan Onat - Sönmez Kutlu, “İslam Mezhepleri Tarihine Giriş”, İslam Mezhepleri Tarihi El Kitabı, ed. Hasan Onat - Sönmez Kutlu (Ankara: Grafiker Yayınları, 2017), 55. 662 Ali Osman Balcı bunun ilk örneklerindendir. Cemel ve Sıffin savaşlarıyla birlikte Hâricîler ortaya çıkmış, iman amel ilişkisi, büyük günah ve iman ilişkisi üzerinde ilk nazariyeyi ortaya atarak bir oluşum sürecine girmişlerdir.6 Hz. Hüseyin’in vefatı ile Şiîliğin oluşumu hız kazanırken, bu olaylar karşısında Mürcie sesiz kalmayı tercih etmiş ve iman-amel, büyük günah gibi konularda daha esnek bir tutum sergilemiştir. Bu farklı yaklaşımların uzantıları günümüzde de halen devam etmektedir. Örneğin; günümüz Selefî akımlarının Hâricî bir karakter taşıdığı gözlemlenmektedir.7 Selefîliğin oluşum sürecine baktığımızda Ashâbü’lHadîs ekseninde itikadî konuların tartışılmaya başlaması ile birlikte ortaya çıktığı görülmektedir. Daha sonra selef akidesini takip ederek dinî konularda aklî değerlendirmeleri dışlayan tüm gruplar için kullanılır hale gelmiştir.8 Türkiye’de radikal ve diğer dinî grupların oluşumunda, Osmanlı’nın son dönemlerinde uygulamaya konulan ıslahatların bir sonucu olarak ortaya çıkan İslamcılık düşüncesinin etkisi büyüktür. İslamcılık düşüncesi bir yandan yenilenme hareketlerine karşı tavır alırken, diğer taraftan geleneksel ve dinî olanı merkeze alarak yenilenmeye karşı uyum sürecinin oluşumuna öncülük yapmıştır.9 İslamcılık düşüncesinin süreç içerisindeki gelişim ve değişimleri, dış merkezli dinî akımların etkileri Türkiye’ye özgü dinî grupların ortaya çıkmasını büyük oranda etkilemiştir. Türkiye’de özellikle 1970’li yıllarda yoğun bir şekilde ortaya çıkmaya başlayan radikal dinî hareketler, fikrî alanda olduğu gibi eylemsel alanda da kendilerini göstermişlerdir. Bu grupların ortak kabul edilebilecek özellikleri, devlet rejimini değiştirerek İslamî esaslardan oluşan yeni bir yönetim biçiminin hâkim kılınması ve toplumsal değişimin bu çerçevede gerçekleştirilmesi olarak değerlendirilebilir. Ancak Türkiye açısından Selefîlik zemininde gelişen hareketler ve devlet rejimine yönelik gelişen radikal hareketler, rejimin İslam merkezli olması noktasında buluşabilmektedir. Türkiye’de radikal İslamî hareketleri konu edinen çalışmalar bulunmakla birlikte ya radikal sayılamayacak gruplar da dâhil İslâmî _____ 6 Sönmez Kutlu, Selefîliğin Fikri Arkaplanı İslam Düşüncesinde İlk Gelenekçiler (Ankara: Otto, 2016), 21. 7 Mehmet Kubat, “Selefî Perspektifin Tarihselligi”, İslâmî Araştırmalar 17/3 (2004), 235-251. 8 Kubat, “Selefî Perspektifin Tarihselligi”. 9 İsmail Kara, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi Üzerine Birkaç Not”, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hereketi Sempozyum Tebliğleri (Türkiye-İstanbul, 17-19 Mayıs 2013), ed. İsmail Kara - Asım Öz (İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi, 2013), 17. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 663 cemaatlerin tümünü içeren çalışmalar yapılmış, ya da radikal kabul edilebilecek hareketler genel bir üst kimlik tanımlaması ile ilişkilendirilerek verilmiştir. Buradan hareketle Türkiye’de 1970 ile 2000 yılları arasında eylemleri ve söylemleri ile radikal kabul edilebilecek hareketlerden Hizbullahçılar, Kaplancılar, İbda-C, Selefîler, Mealciler, Radikal Nurcular, Milli Görüş Hareketi ve Ercüment Özkan Hareketi gibi ön plana çıkan hareketler bilimsel araştırma ve yayın etiği kurallarına uygun olarak bu çalışmada konu edilmiştir. 1. Radikal İslam Söyleminin Temelleri Radikal kavramının evrensel bir tanımını yapmak, sınırlarını çizmek zordur. Tanımlama problemi, kavramın kendisinden değil kişiye göre sınırının değişebilmesinden kaynaklanmaktadır. Yani birine göre radikal olan, bir başkasına göre radikal olmayabilmektedir. Tanımlamamızı doğru yapmamıza olanak sağlayacak olan şey, bu kavramla ifade edilen grupların fikri temellerinin incelenmesidir. Bu sözcüğün tanımı Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde “kökten”, “köktenci”10 şeklinde verilmektedir. Köktenci sözcüğü fundamentalizm kavramına karşılık gelmekte olup, İslam tarihinde HanbelîlikVehhâbîlik ekseninde oluşan Selefîliğe denk gelmektedir.11 Selefîliğin kökenleri Ashâbü’l-Hadis temelinde yükselerek gelişmiş, Ahmed b. Hanbel ile mezhebî bir yapı kazanmış, İbn Teymiyye ve İbn Kayyim el-Cevziyye ile birlikte sistemli hale gelmiştir.12 Tâbiûn dönemine kadar Ehl-i Hadîs ve Ehl-i Rey şeklinde bir ayrım söz konusuydu. Ehl-i Hadîs çizgisinde olanlar, hadislerin dışında yapılan tüm içtihatları bid’at olarak görüyorlardı. Emeviler ve Abbasiler döneminde devletin sultanlığa dönüşmesi ile din ve devlet işleri birbirinden ayrılmaya başlamıştır. Bunun bir sonucu olarak devlet sistemi ve dış etkilerin etkisi ile uzun yıllar boyunca devam eden Müslümanların yaşadığı krize karşı İslâmî radikalizm, “gayr-i İslâmî devlet” yapısını “hakiki hilafet devleti” yapısına değiştirme savunusu ile ortaya çıkmıştır.13 Türkiye’de bazı radikal hareketlerin oluşumunda etkisi olan Selefîlik düşüncesinin temel dayanak noktalarından en önemlisi Ulûhi- _____ 10 Türk Dil Kurumu (TDK), “Güncel Türkçe Sözlük” (Erişim 08 Haziran 2022). 11 Mehmet Ali Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar (İstanbul: Klasik Yayınları, 2017), 253. 12 Kubat, “Selefî Perspektifin Tarihselligi”, 235-251. 13 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 257. 664 Ali Osman Balcı yet, Rububiyet ve Sıfatlar şeklinde üç unsurun birleştirilmesiyle oluşturdukları tevhid anlayışıdır.14 Bu bakış açısıyla görüşlerini temellendirmeye başlayan bu anlayış, iman, amel, büyük günah meselelerinde de aynı katı tutumu göstermiş ve görüşlerine uymayanları küfre dalmakla itham etmişlerdir. Zaman içerisinde bu söylem kendi içerisinde de ayrışmalara uğramış ve bu gün radikal olarak isimlendirilen pek çok grubun temelleri atılmıştır.15 Türkiye çerçevesinde ele aldığımızda radikal kavramını Selefîliği de içine alacak şekilde özel bir kapsamda değerlendirmek daha doğru olacaktır. Bu kapsamın belirlenmesinde en önemli çizgi Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte yaşanan gelişmeler ve bunun bir sonucu olarak ortaya çıkan rejime karşı oluş ve değiştirme mücadelesidir. Böylece rejime karşı oluş ve İslamî kuralları hâkim kılma düşüncesi genel anlamda radikal hareketleri ortak bir paydada toplamaktadır. Radikal İslamcı diyebileceğimiz grupların büyük kısmının temel fikirlerini sıralayacak olursak; Asr-ı Saadete dönmek, ayet ve hadisleri ilk gün anlaşıldığı gibi anlayarak bu fikrin kesin ve değişmez olduğunda sabit ve katı bir tutum sergilemek, kendi görüşlerine uymayanları tekfir etmek hatta bazı gruplarda olduğu gibi farklı düşünen Müslümanların malını, canını, kendisine helal görmektir. 2. Türkiye’de Radikal İslamî Hareketlerin Arka Planı İslam coğrafyasında son iki yüzyılda meydana gelen gerileme ve bu bölgelerdeki hâkimiyetlerin kaybedilesiyle birlikte yaşanan olumsuz tablonun çözümüne yönelik fikrî hareketler ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu hareketlerin temel hedefi, Müslümanları önceki şaşaalı dönemlerine döndürmek veya en azından zülüm çemberi içerisinde kıvranan Müslümanları kurtarabilmek şeklinde olmuştur. Bunun için geliştirilen fikirler farklılıklar göstermiştir. Bu duruma karşı gelişen ana akımlar, geleneksel İslâmî anlayışı model alarak yeniliğe _____ 14Bkz. Sıddık Korkmaz, “Selefî Zihniyetin Açmazları”, İslam Mezhepler Tarihi 6. Ulusal Koordinasyon Toplantısı ve Selefîlik Çalıştayı Bildirileri (Türkiye-Konya, 05-06 Eylül 2015), ed. Doğan Kaplan (Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, 2016), 164. 15 Vehhâbîlik kendi içerisinde, İran İslam Devrimi, Afgan Cihadı ve benzeri olaylardan, Suudi Arabistan’a Mısır, Suriye ve Irak gibi ülkelerden sığınmacı olarak gelenlerin taşıdığı İslamcılık fikirlerinden etkilenerek “metinci ve cihatçı Vehhâbîlik” şeklinde iki gruba ayrışmıştır. Bkz. Büyükkara, “Vehhâbîilikten Işid’e Günümüz Selefîliği”, 27-28. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 665 karşı duruş, geleneksel anlayışın yenilenmesi ve reformize edilmesi ve bu iki anlayış arasında uzlaşmacı bir tavır şeklinde özetlenebilir.16 Müslümanların sıkıntılarına çözüm için yola çıkan bu ana akımların yöntemleri birbirinden farklı olmuştur. Özellikle bu grupların siyasete karşı yaklaşım tarzları, fikri gelişimleri açısından tamamlayıcı bir unsur olmuştur. Siyasete karşı oluş ve değişim için siyasî alanın gerekliliği gibi iki zıt anlayış üzerinden şekillenen İslamcı gruplar yol haritalarını buna göre belirleyerek organize olmuşlardır. Böylece daha çok siyasete karşı oluş ve fiili mücadelenin gerekliliğini savunanlar radikal İslamî grupların ana eksenini oluşturmuşlardır.17 Anadolu pek çok anlamda mümbit bir yer olmasının yanında farklı kültür ve medeniyetleri de bünyesinde barındırmasının bir sonucu olarak sorunlar ve ortaya konan çözüm yolları konusunda da çok renkli bir yapıya sahip olmuştur.18 Türkiye’de radikal İslam’ın temellerine inmeye çalıştığımızda karşımıza İslamcılık düşüncesi çıkmaktadır. Öncelikle İslamcılık düşüncesinin ne zaman ve hangi şartlarda ortaya çıktığını anlamak bize bir bakış açısı kazandıracaktır. Türkiye’de İslamcılık düşüncesinin oluşum tarihi hakkında farklı görüşler ortaya konmuştur. İslamcılık düşüncesi, birinci görüşe göre; Padişah Abdulmecid’in Islahat Hattı Hümâyûnunu yayınlayarak Hristiyanların hukuki haklarını genişletmesi ile İslami kesimlerden tepkiler oluşmaya başlamış ve sonucunda da ilk İslamcı grubun mücadelesiyle meydana gelen Kuleli Vak’ası ile ilk İslamcılık düşüncesi ortaya çıkmıştır.19 İkinci görüşe göre Yeni Osmanlılar tarafından başlatılmıştır.20 Üçüncü görüş, İslamcılığı II. Meşrutiyet ile başlatmaktadır. Dördüncü görüş ise II. Abdülhamit ve Panislamizm politikası ile başladığı şeklindedir.21 İslamcılık düşüncesinin bu görüşlerden yola çıkarak Osmanlının çöküş döneminde ortaya çıktığı söylenebilir. Osmanlının son dönemlerinde askeri alanda meydana gelen olumsuz sonuçlar, ister istemez ekonomik alana da yansımıştır. İmparatorluğun geniş alana yayılmış _____ 16 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 21-22; Mehmet Kubat, “Selefiyye İle NeoSelefîliğin Kesişen Ve Ayrışan Yönleri”, İnönü Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi 6/2 (24 Aralık 2017), 124-141. 17 Nurullah Çakmaktaş, “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler”, Akademik İncelemeler Dergisi 16/1 (15 Nisan 2021), 26-46. 18 Hüseyin Aykol, Türkiye’de Sağ ve İslamcı Örgütler (İstanbul: Pelikan Yayınları, 1996), 7-8. 19 Sadık Albayrak, Siyasi Boyutlarıyla Türkiye’de İslâmcılığın Doğuşu (İstanbul: Risale, 1989), 74; Hulusi Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar ve Siyaset İslamcılık (İstanbul: Çıra Yayınları, 2011), 22-23. 20 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 27. 21 Albayrak, Türkiye’de İslâmcılığın Doğuşu, 38. 666 Ali Osman Balcı olması, yönetim açısından sıkıntılar doğurmuştur. Batının sömürgeciliğe başlaması ve batı düşüncesinin fikri alanda hız kazanmasıyla birlikte çağı yakalamak adına bir takım reformlar gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yurt dışına öğrenci gönderilmesi ile birlikte aydınlar sınıfı oluşmaya başlamıştır. Yazılı basının hız kazanması ile İslam coğrafyasında sömürgeye maruz kalan bölgeler kamuoyuna taşınmıştır. Bu ve benzeri gelişmeler sonucunda batıcılığa karşı İslamcılık düşüncesi oluşmaya başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması, Türkiye Cumhuriyetinin kurulması, 1924’te hilafetin kaldırılması ve İslam coğrafyasında meydana gelen gerilemeye ve zulümlere karşı Türk-İslamcı aydınları ortaya çıkmaya başlamıştır.22 Laiklik ve batıcılık siyaseti üzerinden Atatürk döneminden itibaren uygulamaya konulan kanunlar devlet eliyle desteklenmiş, toplumsal-aktif İslam’dan bireysel-pasif İslam’a geçiş sağlanmaya çalışılmıştır. Seküler yaklaşımla oluşan bu baskı politikası, Ehl-i Sünnet merkezli geleneksel dinî anlayışına derinden bağlı olan geniş toplum tabanında günümüze kadar süregelen bir tepkinin oluşmasına neden olmuştur.23 Devlete karşı zaman içerisinde gelişen bu tepki birçok gruplaşmayı ve ayaklanmayı da beraberinde getirmiştir. Yurtdışından ithal edilen pek çok siyasi ve itikadi görüş, temelleri oluşmuş olan bazı radikal gruplar tarafından Türkiye’ye uyarlanarak işlenmiştir. İslamcı grupların oluşumuna etki eden temel meseleleri Büyükkara, yeniden ana kaynaklara dönerek İslâm’ı hayata hâkim kılma, gelişim için İslâm’ın her türlü gereksinimi karşılayacak bir içeriğe sahip olduğu fikri, batıdaki gelişmelerin İslâm süzgecinden geçirilerek alınması, Tasavvufa yönelik yaklaşımlar, eğitim ve öğretimin çağın ihtiyaçlarına göre yeniden düzenlenmesi, İslam birliğinin sağlanması, İslâmî yönetimin temel ilkelerinden birisi olan şûranın yeniden dizayn edilerek etkinliğinin artırılması, yazılı yayınlara önem verilmesi,24 şeklinde sıralamaktadır. Bu sayılan meseleler üzerine Türkiye’de de birçok radikal grup tarafından çözüm önerileri getirilmiştir. Özellikle gazete ve dergilerde bu anlamda büyük bir literatür oluşmuştur. İslamcı gençliğin oluşumu bu yazılı basın sayesinde büyük _____ 22 Yeni devletin kuruluşunda, İslamcı denilebilecek tüm gruplar kurtuluş mücadelesine İslamî motifler taşıdığı için destek vermişler, daha sonra muhalefet ederek ayaklanmalar çıkarmışlar ve devlet tarafından, padişah yanlıları, irticacı, emperyalist işbirlikçisi olarak gösterilmişlerdir. Bkz. Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 259. 23 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 259. 24 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 25-28. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 667 bir ivme kazanmış ve yetmişli yıllardan itibaren etkisini açık bir şekilde göstermeye başlamıştır. Çakmaktaş, radikal İslamcı grupların teşekkülü ve gelişimleri ile ilgili olarak, bu grupların oluşumunda İslamcılık düşüncesinin etkisi bulunmasına rağmen, iki grubun birbiri ile karıştırılmaması gerektiğini, sonuç itibari ile bu grubun İslamcılık düşüncesinin de karşısında yer aldığını, onlara karşı birçok eleştiri yönelttiklerini ve çözüm için farklı metodolojileri benimsediklerini söylemektedir.25 3. Türkiye’de Radikal İslamcı Hareketler Osmanlı son dönemlerinden itibaren başlayan batılılaşma hareketlerine karşı İslamcılık düşüncesi oluşmaya başlamıştır. Devamında Osmanlının yıkılması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte İslamcılık düşüncesi de yeni durum ve şartlara göre değişim göstermiştir. Osmanlıdan tevarüs eden İslamcılığı savunarak bu düşüncenin belirli süreçlerle ilerlemesini ve bunun siyasî alana da hâkim olmaktan geçtiğini savunanlara karşı, tepkinin beklenilmeden direkt ortaya konulması ve bunun yolunun da fiilî mücadeleden geçtiğini savunan radikal İslamî düşünce ortaya çıkmıştır.26 Ancak çalışmamızda fiilî mücadelenin gerekliliğini savunanlarla birlikte söylemleri ile radikal bir tavır sergileyen hareketlerden de öne çıkanlar ele alınmıştır. 3.1. Hizbullahçılar Türkiye’de Hizbullah’ın ortaya çıkışına etki eden pek çok faktör bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan itibaren, modernleşmeci ve milliyetçi bir politika izlenerek değişimler bu yönde uygulamaya konulmuştur. Bu politikaların sert bir şekilde uygulamaya konulması geleneklerine ve dinî anlayışlarına bağlı halk tabanında tepkilerle karşılanmış, bazen bu tepkiler fiili mücadeleye dönüşmüştür. Bu durum Hizbullah’ın ortaya çıktığı ve Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı doğu bölgeleri için de geçerli olmuştur. PKK’nın da bu bölgelerde faaliyete ve silahlı mücadeleye başlaması bölgede kanlı olayların fitilini ateşlemiştir. İran İslam Devrimi ve Türkiye’de gerçekleşen 1980 Darbesi de yaşananlara eklenince büyük bir çatışma or- _____ 25 Çakmaktaş, “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler”, 26- 46. 26 Çakmaktaş, “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler”, 26- 46. 668 Ali Osman Balcı tamı oluşmuştur. 1979 yılında gerçekleşen İran devrimi ile aynı yıllarda “Hizbullah”, “Hizbullahiler”, “Hizbullahçılar” gibi isimlerle anılan radikal ve marjinal bir grup ortaya çıkmıştır.27 Hareketin kurucusu olan Hüseyin Velioğlu bir gurup arkadaşıyla birlikte İlim Kitabevi’nde bu grubun ilk nüvelerini oluşturmuştur. Ancak hareketin kuruluş aşamasında beslendiği ve üzerinde yükseldiği doğuda faaliyet gösteren pek çok İslamî grup bulunmaktadır.28 Velioğlu, Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinden Mezun olduktan sonra memleketine dönerek Risale-i Nur okumakla bir süre vakit geçirdiği bilinmektedir. Bu durum hareketin fikrî arka planında, Risâlei Nûr’un etkisinin olduğu yönünde değerlendirilmiştir.29 Türkiye’deki Hizbullahçı grupların da benimsediği isim olan Kelim Sıddıki, İran İslam Devrimi’nin diğer İslam ülkelerinde de kuluçka döneminde olduğunu iddia etmiştir.30 İran İslam Devrimi’nden sonra devrimi destekleyen dergi ve gazeteler yayınlanmaya başlamıştır. İstiklal, Şehâdet, Tevhid, Dâvet, Dünya ve İslam gibi dergiler ve Selam Gazetesi örnek olarak verilebilir. Ayrıca bu hareketin zeminini oluşturan çevreler tarafından, Mektep-Der, Umut-Der, Mustazaf-Der, İhya Der, Şûrâ-Der gibi pek çok dernek kurulmuştur.31 Hizbullah hareketinin oluşması ile alakalı olarak hareketin öncülerinden İsa Bagasi, “Cemaatin öncüleri 1979 yılında, o zamana kadar süregelen tartışmalardan, yanlış ve yetersiz çalışmalardan, içinde bulunulan kısır döngüden sıyrılarak, Müslümanların özlem ve beklentilerini karşılayacak, tamamen yeni, özgün ve bağımsız, her konuda İslami ölçüleri ve Asr-ı Saadet dönemini esas alan, sadece takva, fedakârlık, ihlas ve İslam kardeşliği temelinde bir araya gelen Müslümanların gönüllü birlikteliğinden oluşan Hizbullahi Cemaatı kurdular.”32 demektedir. _____ 27 Mehmet Kurt, Din, şiddet ve aidiyet: Türkiye’de Hizbullah üzerine sosyolojik bir araştırma (Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmış Doktora Tezi, 2014), 54-55. 28 Yaptığı araştırma ve görüşmeler neticesinde Kurt, bu gruplardan bir kısmını şu şekilde aktarmaktadır: “Bu yapıların görüşmelerimiz aracılığıyla tespit ettiğimiz bazıları Partiya İslamiya Kurdistan (PİK-Kürdistan İslam Partisi), İslami Cemaat ve/veya Hizbi İslami, Hareketa İslamî, Fedaiyên Îslamê (İslam Fedaileri), Batman Fecir grubu, Menzil, Tevhid, Selam, Vahdet, İlim/Cemaata Ulemayên İslamê’dir.” Bkz. Kurt, Din, şiddet ve aidiyet, 55. 29 Kurt, Din, şiddet ve aidiyet, 56. 30 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 291. 31 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 598; Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 295; Ruşen Çakır, Ayet ve Slogan Türkiye’de İslami Oluşumlar (İstanbul: Metis Yayınları, 2014), 167. 32 İsa Bagasi, Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler, 2014; Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 591. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 669 Şehadet Dergisi 1987 Kasım tarihli özel sayısında Muhammed Ömer Faruk, İran İslam Devrimi’ni Hz. Hüseyin’in şehit olduğundaki başkaldırı ile özdeşleştirmekte ve o zamandan beri ilk defa cahiliyeye karşı topyekûn bir meydan okumanın gerçekleştiğini söylemektedir. Muhammed Ömer Faruk, Evrensel İslamî Hareket’in temel dinamiklerini şu şekilde vermektedir, “1. Evrensel küfür, cahiliye ve istikbara karşı topyekûn ve uzlaşmaz bir şekilde mücadele etmesi, 2. Merkezin İslam devleti olması, 3. Cahiliye dünyası ile bütün bağları ve ilişkileri kesmesi, 4. Metodunun Rasulullah’ın hareketinden kaynaklanması, 5. Öncülüğünü ulema ve fukahanın oluşturması, 6. Ümmetin vahdeti üzerine temellenmesi, 7. Kur’ân’ın insancıllık, dürüstlük ve adaleti tesis etmeyi amaçlaması, 8. Özel bir grup ve sınıfı değil bütün Müslümanları muhatap alması, 9. İslami hareket ve toplumun oluşturulmasında özellikle mescidin rolünün vurgulanması, 10. “Ulu’l emr minküm” liderliğinin sağlanması, 11. Şehadet bilincini yerleştirmesi…”33 İsa Bagasi, hareketin tarihini 1979-1991arası ve 1991-2000 arası şeklinde iki dönem olarak ele almaktadır. İlk dönem cemaatleşme, tebliğ, davet ve eğitim gibi faaliyetlerin ağırlıkta olduğu silahsız mücadele dönemi, ikinci dönem ise bu faaliyetlerle birlikte PKK, nifak grupları, derin devlete bağlı istihbarat örgütleri, ajanlarla, çetelerle mücadele ve çatışmayı içermektedir. Hareketin yayılmasında gizli cemaatleşme-gizli davet ve gizli cemaatleşme-açık davet gibi yöntemler kullanılmıştır. 34 İlk yıllarında kitabevleri üzerinden farklı yapılanmalar şeklinde ortaya çıkan bu yapı daha sonra kendi içerisinde mücadeleye girişmiştir. Özellikle Menzil ve İlim grubu arasında kanlı çatışmalar yaşanmıştır. Çatışmanın arka planında İlim grubunun PKK ile silahlı mücadele kararı alması yatmaktadır. Bu karara karşı çıkan Menzil grubu taraftarları, asıl amaçlarının devletle mücadele olması gerektiğini öne sürerek İlim grubunu sert bir şekilde eleştirmişlerdir. Bu gelişmelerin akabinde iki grup arasında gerçekleşen mücadeleler sonucunda infazlar başlamış, iki gruptan da pek çok kişi ölmüştür.35 Hizbullahçılar Türkiye’de Şah’ın devrilmesinde beraber hareket ettikleri için sol yerine sağ kesimlerle özellikle ülkücülerle mücadele içine girmişlerdir.36 Ayrıca doğuda PKK ile de mücadeleye girişmişler fakat daha sonra bundan vazgeçmişlerdir. İran’ın etkisinde gelişen _____ 33 Muhammed Ömer Faruk, “Evrensel İslami Hareket: Dinamikleri ve Çağrısı”, Şehadet 2/3 (03 Kasım 1987), 2-3. 34 Bagasi, Kendi Dilinden Hizbullah. 35 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 296-297. 36 Çakır, Ayet ve Slogan, 165. 670 Ali Osman Balcı fikirlerle yola çıkan bu grup belli bir süre sonra hem İran’ın politikaları hem de menşei itibari ile Şii eğilimli olması gibi sebeplerle kısa süre içerisinde Sünnî olan radikal çevrelerde etkisini kaybetmeye başlamıştır. Bu hareket genel olarak doğu ve güneydoğuda etkili olmuştur. Türkiye’deki Hizbullah’ın toplumsal tabanını, doğu merkezli olduğu için, genel olarak Şâfiî Kürtler oluşturmaktadır.37 Örgüt lideri Hüseyin Velioğlu’nun ölümü ile alakalı da farklı bilgiler basında yer almış, ölüm tarihi ile ilgili değişik tarihler öne sürülmüştür. Bunlardan ilki 2000 yılı Ocak ayında Beykoz operasyonunda öldürüldüğü, ikincisi 1998 yılında öldürüldüğü ve son olarak ise Aydınlık Gazetesinin 2008 yılı 12 Temmuz sayısında öldürüldüğü bilgisinin yer almasıdır.38 Bu olaylardan sonra “Mezar Evler” ortaya çıkartılmaya başlamış ve gündemi uzun süre işgal etmiştir.39 Sonuç olarak Hizbullahçılar 1980’lerde bir anda parlamış fakat geleneksel İslamcıların fikri mücadeleleri karşısında tutunamamışlardır.40 Genelde yayınevleri etrafında örgütlenmeleri sebebiyle yazın hayatında özellikle gazete ve dergilerle varlık mücadelesi vermişlerdir. Günümüzde de siyasî parti Hüdapar, Hizbullah çizgisine yakın olarak değerlendirilmektedir. 3.2. Kaplancılar Cemaatin kurucusu olan Cemalettin Kaplan 1926 yılında Erzurum’da doğmuş 1966 yılında Ankara İlahiyat Fakültesini bitirmiş, Diyanet İşleri Başkanlığı’nda başkan yardımcılığı dâhil pek çok görevde bulunmuştur. 1966-1971 yıllarında Adana il müftüsü olarak görev yapmıştır. Adana’da il müftülüğü görevi Süleymancılara karşı mücadele içerisinde geçmiştir. 41 Kaplan, 1977 seçimlerinde Milli Selamet Partisi’nden milletvekili adaylığı koymuş fakat kazanamamıştır. Kaplan, şikâyetler üzerine emekliye ayrılmış, daha sonra ailesi ile birlikte Almanya’ya yerleşerek Milli Görüş camiasında faaliyet göstermiş fakat teşkilatın üst yönetiminin ulemaya bırakılması önerisi kabul görmediğinden bu yapı ile _____ 37 Kurt, Din, şiddet ve aidiyet, 22. 38 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 589. 39 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 590. 40 Kolektif, Türkiye’de İslamcı Akımlar/Amerikan Gizli Belgelerinde, ed. Fehmi Koru, çev. Yılmaz Polat (Beyan Yayınları, 1990), 66. 41 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 550. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 671 ilişkilerini kesmiştir.42 1985 yılında İslam Cemiyet ve Cemaatler Birliği’ni kuran Kaplan’ın, İran’a giderek yeni hareketin eylem ve söylemleri ile ilgili bilgi alışverişinde bulunduğu söylenmektedir.43 Sergilemiş olduğu İran yanlısı tutum, Sünni tabanlı cemaati içerisinde çözülme ve ayrışma meydana getirmeye başlayınca Kaplan, söylemini Sünniliğe kaydırarak yeniden dizayn etmiş ancak bu kopuşları çok fazla engelleyememiştir.44 Kaplan, “Türk İslami Cemaatlere Tebliğ” başlıklı bir bildiri yayınlayarak hareketin temel çerçevesini şu şekilde çizmiştir; “Dava; Kur’ân’ın anayasa, şeriatın; kanun ve devletin İslam olmasıdır. Metot ise tebliğdir. Tebliğ döneminde kaba kuvvete başvurulmaz, kâfir rejimle uzlaşılmaz, Ehl-i Sünnet’in akidesi ve fıkhı esastır, mezhepsizlik kabul edilemez. İran’ın gerçekleştirdiği inkılap İslamî’dir; ama İran’a toptan karşı çıkma ve teslim olmak mevzu bahis olamaz. Cemaatin kararları fetva ile belirlenir. Kurulacak devlette Asr-ı saadet modeli esas alınır.”45. Cemaatin temel eğitim seviyeleri, “geçilmesi zorunlu üç tezgâh” olarak formüle edilen medrese, tekke ve kışladır. Cemalettin Kaplan, genelde görüşlerini video ve kasetlerle Türkiye’ye ulaştırmaya çalışmıştır. Tebliğ ve Ümmet-i Muhammed cemaatin en önemli yayınları olup, bu yayınlarda Atatürk düşmanlığı dikkat çekmiş ve genelde bu düşmanlık kişiliği üzerinden yapılmıştır.46 Cemaatin eğitim faaliyetleri içerisinde Arapça, Osmanlıca, dinî bilgiler gibi derslere yer verilmekte, bunun yanı sıra hac organizasyonları düzenlenmektedir. Cemaatin bir diğer dergisi olan ve özlem duyulan altın çağı simgeleyen Beklenen Asr-ı Saadet, Almanya’da yaşayan Türklerin posta kutularına bırakılarak dağıtımı yapılmaktadır.47 1992’de İslam Federe Devletini kurduğunu ilan eden Kaplan, devletin merkezi olarak Anadolu, Hak üzerinde olanın kendi cemaati, nizamının da şeriat olduğunu belirterek, devletin ana unsurlarını ortaya koymuştur. Yeni kurulan bu devletin başına da Emîrü’lMü’minîn ve Halîfetü’l-Müslimîn sıfatları ile Cemalettin Kaplan getirilmiştir. Bununla birlikte devletin başkenti İstanbul, anayasası _____ 42 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 288. 43 Çakır, Ayet ve Slogan, 195-196. 44 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 288. 45 Bu hususların tek cümle özetini Kaplan “Allah’a mahsus olan hâkimiyet hakkının insanlardan alınıp Allah’a iade edilmesi” şeklinde ifade eder. Bkz. Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 289. 46 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 289. 47 Ünver Günay, “Göç, Din Ve Değişme: Batı Avrupa’daki Türk İşçileri Örneği”, Bilimname 2003/3 (01 Eylül 2003), 35-64. 672 Ali Osman Balcı Kur’ân, bayrağı yeşil zemin üzerine Kelime-i tevhid, yönetim biçimi olarak da Federatif Dünya İslam Devleti belirlenmiştir.48 Cemalettin Kaplan 15 Mayıs 1995’te ölünce cemaatin başına oğlu Metin Kaplan getirilmiştir. Daha sonra cemaatte bölünmeler hız kazanmıştır. Metin Kaplan 1999’da Almanya’da tutuklanıp Türkiye’ye iade edilmiş, daha sonra serbest bırakılmıştır. Tekrar yapılan yargılama sonucunda 2004 yılından 2016 yılına kadar 12 yıl hapis yatan Metin Kaplan, 2016 yılında yeniden yargılanarak beraat etmiş, son olarak 2021 yılında yapılan yargılama sonucunda hakkında beraat kararı verilmiştir.49 3.3. İbda-C İbda Hareketi, Salih İzzet Erdiş (Mirzabeyoğlu) tarafından Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” fikrinden etkilenilerek kurulmuştur. Mirzabeyoğlu ve Akıncılar içerisinden bir grup arkadaşı, Necip Fazıl’dan etkilenerek “Gölge” adında bir dergi çıkarmaya başlamışlar ve Necip Fazıl’ı manevi önder kabul etmişlerdir.50 Manevi önderlikte Necip Fazıl’ın çizgisini değiştiren Nakşî şeyhi Abdulhakim Arvasi’yi de zikretmek gerekir.51 Doğuş, ortaya çıkma gibi anlamlara gelen İbda-C isminin anlamı tam olarak açıklanmamasına rağmen “İslami Büyük Doğu Akıncıları Cephesi”’nin kısaltması olduğu değerlendirilmektedir.52 Kumandan lakaplı Mirzabeyoğlu, “Rahmetli üstadımız, beni yetiştirme misyonunun her an bitişikliği içinde ve mütefekkir yetiştiren mütefekkir çehresiyle, yapanı yaptırandır. Atı koşturan süvari! Fail olmak yerine münfail sıfatta!”53 diyerek İbda misyonunun bizzat Necip Fazıl tarafından kendisine verildiğini ileri sürmüştür. Laiklik ve _____ 48 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 552. 49 Milliyet, Metin Kaplan 17 yıl sonra beraat etti (Erişim 08 Aralık 2022). 50 Ertuğrul Zengin, Bir Toplumsal Hareket Olarak Akıncılar: Türkiye’de İslamcı Öznenin Kurulumu ve Eylemi (İstanbul: Galatasaray Üniversitesi, Yayımlanmış Doktora Tezi, 2017), 233; Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 560. 51 Çakır, Ayet ve Slogan, 178. 52 Ramazan Biçer, “İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi)”, Güvenlik Terimleri Sözlüğü. T.C. İçişleri Bakanlığı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı Yayınları, (01 Ocak 2017). 53 Baran Dergisi, Salih Mirzabeyoğlu: Büyük Doğu’nun “Niçin?” Buudunu Heykelleştirmekle Mükellefim (Erişim 09 Haziran 2022). e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 673 Atatürk karşıtlığı yazılarından dolayı kapatılan Tavır, Karar Ak-Doğuş, Ak-Zuhur, Öfke, Oluş, Tahkim, Taraf, Akın Yolu, Genç Adam gibi birçok dergi çıkarmışlardır.54 İbdacılar sürekli “kendinden zuhur” ifadesine vurgu yaparlar. Kerim Baki kendinden zuhur kavramını “Bu kavram ruhun taşıdığı ve potansiyel olarak sahip olduğu yetenekleri kendi içinde yoğurup olgunlaştırarak yeri geldiğinde neredeyse tilkâî, spontane bir halde dışa vurmak demektir. Bu o kadar tabiî olur ki bazen, kişi bile nasıl olduğunu anlayamaz. Kendinden zuhur, bir döl yatağında yavaş yavaş büyüyen ve erişen aslan yavrusunun günü geldiğinde doğması gibidir.”55 şeklinde açıklamaktadır. Kendinden zuhur kavramının bir sonucu olarak, örgütlenmeler küçük gruplar halinde bazen bir dergi etrafında bazen de eylemsel olarak gerçekleşebilmektedir. Bu grupların yaptığı her faaliyet örgüt adına kabullenilmektedir.56 İbda düşüncesinde, “Baş Yücelik” adını verdikleri bir devlet düzeni düşüncesi ve bu hedefe ulaşmak için şu üç madde benimsenmiştir, "1) Düşman güçlerini şoka uğratıp, panik havası içinde daha da saldırganlaştırmak ve böylelikle gerçek yüzlerinin açığa çıkmasını kolaylaştırıp, hızlandırmak; 2) Genelde Müslüman kitleleri, özelde de İslamcı kadroları içinde bulundukları uyuşukluk ve pasifizmden sıyırmak amacıyla İslamcı kurum ve kuruluşların statükolarını bombardımana tutmak; 3) Bütün bu süreçlere paralel olarak geniş bir kitle çalışması ve bunun bağrında dar kadro çalışması sürdürmek."57 Bu aydın aristokrasisi temelli devletin ideolojik eğitimi için Ak-Doğuş grubu, eylem cephesi için de İBDA-C oluşturulmuştur. Fetö grubunu da dergilerinde ağır bir şekilde eleştirmişler, İrancılara karşı hem sözlü hem de fiili mücadele vermişlerdir.58 Sonuç olarak İbda-C hareketi mensupları fiiliyattan daha çok fikri alanda mücadele vermiş, söylemlerinde aristokrat bir tavırla beraber sokak ağzı ve küfürlü ifadeleri de kullanmışlardır.59 Fakat İslamcı _____ 54 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 299. 55 Kerim Baki, “İbda’yı Yeni Tanıyanlar İçin Bazı Kavramların İzahı”, Kültür Akademisi (Erişim 09 Haziran 2022). 56 Bu yapılanma şekli de istihbarat örgütlerinin sızma girişimlerini kolaylaştırmıştır. Mirzabeyoğlu, örgüt kurma suçundan çıkarıldığı mahkemede “ben bıçak yaparım; isteyen ekmek keser, isteyen adam” diyerek kendini savunmuştur. Bkz. Baran Dergisi, “Sırasında Af Bizzat Affedenlerin Affını Getiren Hadisedir!” (Erişim 09 Haziran 2022); Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 562. 57 Çakır, Ayet ve Slogan, 176; Biçer, “İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi)”. 58 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 300. 59 Çakır, Ayet ve Slogan, 183. 674 Ali Osman Balcı hareketler içerisinde ideal devlet fikrinin içerisini de doldurup bir sistem ortaya koyan nadir gruplardandır. Salih Mirzabeyoğlu 28 Şubat sürecinde hapse atılmış ve yaklaşık 16 yıl hapiste kalmıştır. Mirzabeyoğlu, 22 Temmuz 2014 yılında yeniden görülen dava neticesinde tahliye edilmiştir. Hapisten çıktıktan sonra Mirzabeyoğlu, “Ben hayatımın bir kayıp devresi olarak görmüyorum 15 seneyi. Benim hayatımın kaybolmuş bir devresi olarak görmüyorum. Bana zehir yedirdiler, ben onu bala çevirdim. Bundan dolayı yaşamayı fikir, fikri yaşamak diye bilen bir insan olarak bu devreyi de bu şekilde verimli geçirdim. Bu yönden kayıp olarak görmüyorum. Bizi uçurumdan attılar biz yere sağlam indik. Paraşütü icat etmiş olarak indik.”60 diyerek kaldığı yerden devam edeceği sinyalleri vermiştir. Mirzabeyoğlu, 12 Mayıs 2018 yılında vefat etmiştir. İbda-C hareketi fikirsel anlamda yayınlar yolu ile günümüzde de devam ettirilmektedir. 3.4. Selefîler Türkiye’de birçok dinî grubun üzerinde oluştuğu Selefîlik ile ilgili birçok kavram bulunmaktadır. Örneğin ilk dönem kullanılan Selefîlik ile günümüz için kullanılan aynı isimlendirme arasında önemli farklar bulunmaktadır. Bundan dolayı Türkiye’de Selefîlik denilince Mealcilik, Suud Selefîliği, Cihadi Selefîlik, Modern Selefîlik hatta NeoSelefîzm’e kadar pek çok isimlendirme yapılmaktadır.61 XX. yüzyılda ortaya çıkan Selefîlik, Ehl-i Hadîs, Hanbeliyye ve Vehhâbiyye çizgisinin bir devamı olarak tanımlanabilir.62 Geleneksel Selefî anlayış Selef-i Sâlihîn olarak nitelendirilmekte ve Kubat bu kavramı, “Selef-i Sâlihîn, ilim ve yaşayış bakımından örneklik teşkil eden Hz. Peygamber (s.a.v.) ve onun ashabı ile tabiîn âlimlerini de içine alan ilk üç dönemde yaşayan Müslüman âlimlerini işaret eden özel bir kavramdır.” şeklinde tanımlamaktadır. Günümüz Selefîliği anlamında kullanılan Neo-Selefîlik kavramını ise Kubat, “terim olarak Neo-Selefîlik ise, her ne kadar kendilerini Selef’e nisbet _____ 60 İslami Analiz, Tahliye olan Mirzabeyoğlu: Hayatımı heba olmuş görmüyorum (Erişim 30 Kasım 2022). 61 Kubat, “Selefiyye İle Neo-Selefîliğin Kesişen ve Ayrışan Yönleri”, 124-141; Doğan Kaplan, “On Soruda Selefîlik”, İslam Mezhepler Tarihi 6. Ulusal Koordinasyon Toplantısı ve Selefilik Çalıştayı Bildirileri (Türkiye-Konya, 05-06 Eylül 2015), ed. Doğan Kaplan (Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, 2016), 179-185. 62 Mehmet Ali Büyükkara, “Günümüzde Selefîlik ve İslâmî Hareketlere Olan Etkisi”, Tarihte ve Günümüzde Selefilik, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı 08- 10 Kasım 2013, ed. Ahmet Kavas (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2014), 485. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 675 etseler de, daha çok Vehhâbîliğin Hâricîliğe evrilmiş şekli ile özdeşleşen, fanatik, dışlamacı, ötekileştirici, tekfir edici bütün gruplara verilen ortak isimdir.”63 şeklinde vermektedir. Selefîliğin Türkiye’de tanınmasının, hem 1980’li yıllarda Mısır, Suud ve Ürdün gibi ülkelere gönderilen öğrenciler aracılığı ile hem de dolaylı yönden Seyyid Kutup, Mevdûdî gibi âlimlerin etkisi ile gerçekleştiği değerlendirilmektedir. Aynı dönemlerde açılan yayınevleri tarafından, İbn Teymiyye, İbn Kayyim, İbn Kesîr, Muhammed bin Abdulvahhâb, İbn Useymin gibi Selefî kabul edilen fikir adamlarının kitapları tercüme edilmesi ile birlikte özellikle gençler arasında büyük bir Selefîlik akımı yayılmaya başlamıştır. Bu anlamda Selefîliğin Türkiye’deki ilk kurumsal faaliyetini gerçekleştiren kişi, 1986 yılında Guraba yayınevini kuran Irak doğumlu Abdullah Yolcu olmuştur. Abdullah Yolcu’nun Selefî Salihin Akidesi, Kur’ân’ın ve Sünnet’in Işığında İslam’ın Şartları, Allah’a Yaklaştıran Meşru ve Gayri Meşru Tevessül vb. kitapları bulunmaktadır. 2000’li yıllardan sonra faaliyetlerine hız veren bu grup, iletişim araçlarını kullanmaya önem verdi. Türkiye’de Selefîlerin önemli bir kurumu olan İlim Yayma Kültür ve Yardımlaşma Derneği’nin internet sitesinde, açıklanan eğitim sistemi ve metodunun nasıl olması gerektiği ile ilgili maddelerden bir kısmı özetle: araştırma-inceleme faaliyetleri, ilmi eserlerin Türkçeye tercümesi, yapılan çalışmaların internet ortamına aktarılması, cd, dvd, broşür vb. materyaller dağıtma, ilmi kurslar düzenlemek, öğrenci yurtları açmak vb. şeklindedir. Korkmaz, Selefîliğin Ulûhiyet, Rubûbiyet ve Sıfatlar üzerinden oluşturdukları üç unsurlu tevhid anlayışını “Tevhid’den teslis çıkarma” olarak nitelemiş, onlara göre bu alanların Allah’a ait kılınması gerektiğini belirterek yine insan aklına başvurmak zorunda kaldıklarını dile getirmiştir. Ayrıca Korkmaz, Selefî düşüncenin ayet ve hadislerden yola çıkarak, kendi yorum ve anlayışlarını insanlara dayattıklarını ve böylece tanrıyı kendi tekellerine alıp diğer insanları da bu kendi anlayışlarındaki tanrının itaatine zorladıklarını söylemektedir.64 Selefîlerin önemle durdukları konular, tevhid, akide, Kur’ân’ı Kerim, sünnet, ibadetler, sîret, terbiye, tezkiye, irşad ve davettir. Sünnete önem vermelerinin yanında İbn Teymiyye ve Muhammed bin Abdülvehhâb gibi isimlere de özel bir önem atfederler. Tevhid, iman, kulluk, bid’at, şirk, hurafe, tâğut, küfür gibi konulara sürekli vurgu yaparlar. _____ 63 Kubat, “Selefiyye İle Neo-Selefîliğin Kesişen ve Ayrışan Yönleri”, 124-141. 64 Korkmaz, “Selefî Zihniyetin Açmazları”, 164-165. 676 Ali Osman Balcı Selefîlik anlayışı günümüzde de çeşitli dergiler ve internet sayfaları aracılığı ile devam ettirilmektedir. Ancak tek bir grup olarak değil birbirlerine de mesafeli pek çok grup etrafında örgütlenmişlerdir. 3.5. Mealciler 1970’li yıllarda İslamcılık fikrinin yükselişe geçmesi ile birlikte İslamî bir bakış açısıyla olayları değerlendirme ve bir duruş sergileme çabaları da hız kazanmıştır. Osmanlıdan gelen Sûfî din anlayışı karşısında meal ve tefsirlerin yaygınlaşmaya başlaması ile yeni bir akım oluşmaya başlamıştır. Dinin direkt kaynağından yani Kur’ân’ı Kerim’den öğrenilmesi gerektiği anlayışı ile mealci genç bir grup ortaya çıkmıştır. Bu düşünce sistemine sahip olanlar, “çöldeki Arapların anladığı Kur’ân’ı kapıcı Mehmet Efendi niçin anlamasın” sözleri ile dikkat çekmişlerdir.65 Neo-Selefîliğin marjinal bir versiyonu olarak değerlendirilebilecek olan mealcilerin çıkış amacı, Kur’ân’ı yine Kur’ân’dan anlamak olmasına karşın, Arapça bilmemeleri, onları meallere yönlendirmiştir. Ancak bu grup ilk etapta meallerin nasıl ve ne şekilde yazıldığı konusunda tam manada bir fikre sahip olmadıklarından okudukları mealleri ayet olarak algılamış ve değerlendirmişlerdir.66 İslam’ı kaynağından anlamak gayesi ile yola çıkan bu gençler, oryantalistlerin sünnet yorumlarından etkilenerek, Asr-ı Saadet modelli anlayışlar ve farklı sünnet yorumlarına karşı, “Kur’ân bize yeter” noktasına gelmişlerdir.67 Bu grubun oluşumunda Seyyid Kutub’un fî Zilâli’l-Kur’ân ve Yoldaki İşaretler gibi kitapları da etkili olmuştur. Bu anlayışın temel hedefleri arasında, bir gruba bağlı olmak yerine Kur’ân’ın muhatap aldığı sorumlu bir insan olma fikri ile bireysel-metinsel bağlamda, kendi dinî yaşantısını yönetmek yer almaktadır.68 Bu anlayış üzerinden dönemlerinde mevcut bulunan tüm dinî anlayışları sorgulamaya başlamışlardır. Bu ekole mensup kişiler, dinî grupları sorgulama çerçevesinde öncelikle sûfî oluşumları eleştirmeye başlamışlar, daha sonra eleştirilerini mezheplere de yöneltmişlerdir.69 _____ 65 Çakır, Ayet ve Slogan, 215. 66 Mustafa Öztürk, “İslami Kökenciliğin Bir Tezahürü: Mealcilik”, İslâmiyât 10/1 (01 Ocak 2007), 117-118. 67 Çakır, Ayet ve Slogan, 214. 68 Süleyman Kalkan, “Kur’an’ın Hedeflediği İnsan”, Kalem 2 (1988), 1; Öztürk, “İslami Kökenciliğin Bir Tezahürü”, 120. 69 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 567. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 677 Bu gruba Mealci ismi, onları eleştirenler tarafından verilmiş ve zamanla kabul görerek yerleşmiş ve daha yumuşak bir anlamda kullanılır olmuştur.70 1980’li yıllarda Malatya’da yaşayan M. Said Çekmegil ve damadı Hikmet Zeyveli öne çıkan isimler olmuştur. 1986 yılında yayınlanan Kelime Dergisi ve Şeref Çavdar, Süleyman Kalkan, M. Ali Baltaşı, Mehmet Y. Soyalan, Mehmet A. Ersin gibi mealcilerin yer aldığı Kalem Dergisi’nin hemen hemen tüm sayılarında Kur’ân merkezli mealci anlayışın söylemlerine uygun yazılar yayınlanarak, bu anlayışın fikrî zemini oluşturulmaya çalışılmıştır.71 Konya’da yayımlanmaya başlayan Kalem Dergisi, Hikmet Zeyveli’nin meal ve hadis tenkidi üzerine yazdığı yazılarla ün yapmış, bu çizgiye tefsir alanında Said Şimşek, İslam tarihi alanında Mikail Bayram gibi isimlerde destek vermişlerdir.72 Mealcilerin İslamcılık düşüncesi, Türkiye’de İslamcıların durumu ve değişim için yapılması gerekenler gibi görüşlerini yansıtan önemli bir yazı, Kalem Dergisi 9. sayısında F. Lütfi Altınsu tarafından keleme alınmıştır. Altınsu yaptığı değerlendirmede Türkiye’de kişisel ve toplumsal alandaki problemlerin çözümünde artık İslam’ın bir alternatif olarak görüldüğünü ancak öncelikle sorgulanması gerekenin hangi Müslümanlık olduğunun cevaplanması gerektiğini dile getirmektedir. Altınsu Türkiye’deki sorunlara çözüm üretme noktasında örgütlenmiş ve örgütlenmemiş olmak üzere iki yapılanma olduğunu, örgütlenmemiş yapılar içerisinde yer alan tarikatların daha çok kendi varlıklarını sürdürme çabası içerisinde olduklarını söylemektedir.73 Örgütlenmiş yapılar içerisinde partileri ve vakıfları değerlendiren Altınsu, bu yapıların belli bir yararı olsa da klasik sünnî-Osmanlı kültürü taraftarı olduklarını ve sistemle uyumlu olmaya yatkın olduklarını söyleyerek, gayri İslamî bir düzen içerisinde yasal bir yapının, İslamî hareket olarak sunulmasının yarar değil zarar getireceğini düşünmektedir. Altınsu, yapılması gerekenin doğru bir İslamî anlayışın yerleşmesi için kaynaklara dönülmesi, bunun için de telif ve çeviri eserlerin yayınlanması olduğunu söylemektedir.74 Mealci isimlendirmesine muhatap olanlar, kurumsallaşmış bir grup olmaktan çok, her biri farklı anlayışlara sahip küçük gruplar halinde örgütlenmişlerdir. Mealcilerin bir kısmı tamamen Kur’ân’dan yola çıkarak geçmişi sorgulayıp reddetme şeklinde çıktıkları yolda, _____ 70 Çakır, Ayet ve Slogan, 215. 71 Öztürk, “İslami Kökenciliğin Bir Tezahürü”, 121; Çakır, Ayet ve Slogan, 217- 218. 72 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 305. 73 F. Lütfi Altınsu, “Türkiye’de Müslümanlaşma ve Sorunları”, Kalem 8 (Eylül 1988), 16. 74 Altınsu, “Türkiye’de Müslümanlaşma ve Sorunları”, 13. 678 Ali Osman Balcı birçok konuda açmaza girmişler ve zamanla daha yumuşak bir söyleme doğru evrilmişlerdir. Bu grubun etkisini kaybetmesinde yayınlarında İslami camiada gündem olan konulara girmemeleri de önemli etkenlerden birisi olarak değerlendirilebilir. Günümüzde de Mealci olarak isimlendirilenler bulunmakla birlikte tamamen bu grubun içerisine dâhil edilemeyecek farklılıklar bulunmaktadır. Örneğin günümüzde Mealci isimlendirmesinde hadislere olan yaklaşım noktasında bir değerlendirme yapılmaktadır. Bu tür grupların hadisler konusundaki tavrı biraz daha mutedil çizgiye gelmiş görünmekle birlikte hadisleri tamamen reddeden anlayışlarda mevcudiyetini korumaktadır. 3.6. Milli Görüş Hareketi Milli Görüş hareketini tamamen radikal bir oluşum olarak değerlendirmek doğru bir çıkarım olarak değerlendirilmemelidir. Hareketin temel dinamiklerine bakıldığında milliliğe vurgunun olduğu görülmemektedir. Millilik kavramı da temelini tarihten almaktadır. Ancak hareketin özellikle ilk dönemlerinde parti içerisinden bazı isimlerin, çerçevesini çizmiş olduğumuz radikal kavramının içeriğine uyan söylemleri nedeniyle burada ele alınmasını gerekli kılmıştır. Milli Görüş Hareketi, Necmettin Erbakan öncülüğünde 1969 yılından itibaren ortaya çıkmış ve uzun yıllar boyunca Türkiye’de hem dinî hem siyasî alanda önemli etkilere sahip olmuş bir harekettir. Hareketin genel karakteristiğini Tuğrul, şu sözlerle ifade etmektedir: “İslâmcılık, İslâm birliği ideali, ümmetçilik, tasavvuf menşeli oluş, Ehl-i Sünnet mensubiyeti, mezhepler üstü duruş, millîlik, yerellik, antiemperyalizm, antisiyonizm, siyasallık, ıslahatçılık, karizmatik lider tipli oluş, kuşatıcılık, aktivizm ve teşkilatçılık.”75 Bu hareketin oluşumunda İskenderpaşa cemaatinin kurucu ismi Mehmet Zahit Kotku’nun teşvik ve denetiminin bulunduğu bilinmektedir.76 Erbakan’ın önderliğinde örgütlenen bu harekete, Nurcu kadroların desteği de bulunmaktadır. Milli Görüşün ilk yıllarda en güçlü gençlik yapılanması Akıncılar Derneğiydi. Partinin ayrıca Milli Türk Talebe Birliği ile de yakın ilişkileri bulunmaktaydı. En önemli yayın organı Milli Gazete’nin yanı sıra Memleket, Vesika, Tek Yol, Şura Sebil, Şadırvan gibi dergiler de destek vermekteydiler.77 _____ 75 Talip Tuğrul, “Milli Görüş Hareketi’nin Temel Karakterleri”, e-Makalat Mezhep Araştırmaları Dergisi 10/2 (30 Aralık 2017), 617. 76 Çakır, Ayet ve Slogan, 24. 77 Aykol, Türkiye’de Sağ ve İslamcı Örgütler, 136. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 679 1969 yılında Müstakiller Hareketi içerisinde seçimlere giren ve Konya’dan milletvekili seçilen Necmettin Erbakan, ilk siyasî oluşum olarak 1970 yılında Milli Nizam Partisi’ni (MNP) kurmuştur. MNP, 12 Mart askerî darbesinin akabinde 20 Mayıs 1971 yılında Anayasa Mahkemesi tarafından kapatılmıştır. Bu olayın ardından yurtdışına giden Erbakan, tekrar ülkeye dönmüş ve 11 Ekim 1972’de Milli Selamet Partisi (MSP)’yi kurmuştur.78 Seçimlerden başarı ile çıkan MSP, artık iktidarda yer alabilecek bir konum elde etmiştir. Ancak iktidarı CHP ile paylaşması, partiye destek veren Nurcu ve Süleymancı kitleyi kaybetmesine yol açmıştır. Erbakan, söylemlerinde dikkatli bir dil kullanmasına rağmen, radikal tabanın bazı eylemleri 12 Eylül Darbesi sonrası partinin kapatılmasına yol açmıştır.79 Bu karışık dönemlerde Refah Partisi (RP) ile yeniden harekete geçen Milli Görüş çevresi, daha büyük oy oranlarına ulaşmayı başarmıştır. Ancak laiklik karşıtı eylemlerin odağı olma suçlaması ile bu parti de kapatılmış, ardından Fazilet Partisi (FP) kurulmuş, ancak yine benzeri gerekçelerle kapatılmıştır. 1975 yılında akıncı gençliğin alt yapısını oluşturduğu Milli Gençlik Vakfı kurulmuştur. Ayrıca Milli Görüş, yurt dışında da etkisini göstermeye başlamış ve Avrupa Milli Görüş Teşkilatı kurulmuştur. Milli Görüşün teşkilat yapısı, tartışmasız lider Erbakan’ın görüşleri doğrultusunda, emir-komuta zinciri içerisinde mutlak doğruların aktarıldığı bir eğitim kurumu işlevi görmüştür.80 Görüşün temel söylemine göre iki güç odağı vardır; Birincisi, büyük İsrail hayalini gerçekleştirmek isteyen Siyonizmdir. İkincisi, bu hayalin karşısında olup adil düzeni kuracak olan Milli Görüş’tür.81 Parti içerisinden önemli isimlerin bazı açıklamaları, Refah Partisi’nin kapatılma davasında da yer almıştır. Parti içerisinden gelen, laiklik karşıtlığına ve devlet düzenini değiştirmeye yönelik olarak görülen bazı açıklama ve hareketler şöyledir: Necmettin Erbakan’ın 13 Nisan 1994 yılında yaptığı parti meclis grubu konuşmasında “Refah Partisi iktidara gelecek, adil düzen kurulacak. Sorun ne? Geçiş dönemi sert mi olacak, yumuşak mı olacak, kanlı mı olacak, kansız mı olacak, bu kelimeleri kullanmak bile istemiyorum ama bunların terörizmi karşısında herkes gerçeği açıkça görsün diye bu kelimeleri kullanma mecburiyetini duyuyorum.”82 _____ 78 Çakır, Ayet ve Slogan, 231-232. 79 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 281-282. 80 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 282. 81 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 283. 82 Milliyet, Parti Kapatmaya Götüren Sözler (Erişim 11 Kasım 2022). 680 Ali Osman Balcı sözleri ve 11 Ocak 1197 yılında Başbakanlık konutunda tarikat liderlerine verdiği iftar yemeği bir anda gündeme oturmuştur. O dönemlerde Sincan Belediye Başkanı olan Bekir Yıldız’ın 31 Ocak 1997 yılında düzenlediği olaylı Kudüs Gecesi’nde yapılan konuşmalar, Hizbullah ve Hamas önderlerinin fotoğraflarının asılması ve Bekir Yıldız’ın “Laiklere zorla şeriat enjekte edeceğiz”83 sözleri de hareketi zor durumda bırakmıştır. Milli Görüş her ne kadar laiklikle uzlaşmacı görünse de Şevki Yılmaz, Hasan Mezarcı, Hasan Hüseyin Ceylan gibi isimlerin de radikal söylemleri, bu uzlaşmacı yaklaşımı inandırıcı kılamamıştır.84 Birçok İslamcı kesimin destekleri ile kurulan Milli Görüş hareketi, zaman içerisinde bu kesimlerin isteklerine cevap verme konusunda sıkıntılar yaşamaya başlamıştır. Bunun ilk karşılığı İskenderpaşa cemaatinden gelmiştir. Ardından Cemalettin Kaplan Avrupa teşkilatının büyük bir kısmını yanına alarak büyük bir darbe indirmiştir. Parti içinden gelen radikal söylemler, dindar kalabalıklar dışında kalan kesimleri etkilemesinin önündeki en büyük engel olmuştur.85 Milli Görüş Hareketi günümüzde taraftarı azalmasına rağmen Saadet Partisi ve diğer kuruluşlar vasıtası ile devam etmektedir. 3.7. Ercümend Özkan ve İktibas Dergisi Ercümend Özkan 1938 Kırşehir doğumludur. 1960 yılında Basın Haber Ajansı’nı kuran Özkan, yazılı basından kupür derleme işine başlamıştır. Özkan 1963 yılında Hizbü’t-Tahrir ile tanışmıştır. Aynı yıllarda Hizbü’t-Tahrir’in Türkiye sorumluluğunu yürüten Özkan, 1967 yılında tutuklanmış ancak amaçlarının Türkiye’yi pasifize etmek olduğunu anlayan Özkan, bu grup ile bağlarını kesmiştir. Özkan’ın 1968 yılında kesinleşen cezası, dört yıl ağır hapis, iki yıl denetim altında tutulma ve dört yıl kamu hizmetlerinden men olmuş, mahkeme süreçleri sonucunda 1970 yılında tahliye edilmiştir. Kendisine gelen milletvekilliği tekliflerini geri çeviren Özkan, kendisi İslamî bir parti kurmayı amaçlamıştır.86 Özkan’a göre Bir partinin İslamî olabilmesi sadece isminin ve kendisini tanımlamasının İslamî olması yetmez aynı zamanda tüzük ve programının Kur’an ve sünnet merkezli olması gerekmektedir.87 _____ 83 A Haber (Ahbr), Darbenin Yolu ’Kudüs’ten Geçiyor! (Erişim 11 Kasım 2022). 84 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 282. 85 Çakır, Ayet ve Slogan, 237. 86 Fatih Yılmaz, Ercümend Özkan’ın Teolojik Ve Politik Fikirleri (İstanbul: Ankara Üniversitesi, Yüksek Lisans Tezi, 2019), 1. 87 Ercümend Özkan, “Tebliğ ve Parti”, Dava 14/205 (Ocak 1996), 25. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 681 Özkan, 1981 yılında yerli ve yabancı yayınlardan yapılan alıntıların yer aldığı İktibas dergisini yayınlamaya başlamıştır. Fakat derginin yayınladıklarından daha çok Özkan’ın yazdığı “Selam İle”, “Yorum”, “Kavramlar”, “Okuyucu Mektuplarına Cevaplar” bölümlerinde ortaya koyduğu düşünce dünyası dikkatleri çekmiştir.88 Özkan, dışarıdan gelen akımlarla Türkiye’de bir İslamî hareket olamayacağı düşüncesi ile “arı duru” bir tevhid inancı temelinde Kur’an merkezli bir anlayış ortaya koymaya çalışmıştır. Bu anlayışa göre Kur’an dışında gelen bütün bilgilere ihtiyatlı yaklaşarak Kur’an süzgecinden geçirmeli ve akıl sürekli devrede olmalıdır.89 Hadis ve sünnet ayrımı yapan Özkan sünneti üçlü bir tasnife tabi tutmaktadır. Buna göre sünnet “1. Rasulullah’ın dinin gereği bir işi işlemesi. 2. İnsan olması hasebiyle işleyebileceği doğal bir iş. 3. Kavmî, iklimsel ya da geleneklerin (örfün) icabı işlediği/onayladığı davranışlar.”90 şeklinde değerlendirilmelidir. Sünnet ve hadis ayrımı yapan Özkan, hadisi Rasulullah’ın sözleri değil, onun yaptıkları ve söylediklerinin aktarılması olarak algılamakta ve zannî bilgi şeklinde değerlendirerek, kesin bilgi olarak kabul edilmemesi gerektiğini düşünmektedir. Özkan’ın bu anlayışı hadisleri tamamen reddetmeyi değil, Kur’an’a arz ederek, eşyanın tabiatı ve tarihi gerçekler göz önünde bulundurularak sağlama yapılmasını gerektirmektedir.91 Tasavvuf düşmanı olarak ün kazanan Özkan’a göre tasavvuf, İslam dışı ayrı bir dindir. Bu anlamda Özkan tasavvufun İran’ın eski dini, Hind dinleri, Stoacı ve Hermenistik görüşlerle birlikte ortaya çıktığını savunmaktadır. Tasavvufu Vahdet-i vücûd, İnzivâ, riyâzet gibi kavramlar üzerinden ele alan Özkan, tasavvufun önderlerinden bazılarının sözlerini de vererek şirke düştüklerini söylemekte ve sert eleştirilerde bulunmaktadır.92 Özkan, aynı zamanda mezhepleri de belirleyici olarak kabul etmemiş ve bir mezhebe uymanın zorunlu olmadığını öne sürmüştür.93 Devlet terörü kapsamında Cumhuriyet’in ilanı ile birlikte yaşananları Özkan şu şekilde değerlendirmektedir, “Cumhuriyet’in ilanından itibaren nerede ise 30 yıl boyunca Cumhuriyeti kuranlar yine _____ 88 Şentürk, Türkiye’de İslami Oluşumlar, 587; Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 305; Çakır, Ayet ve Slogan, 199. 89 Özkan, “Tebliğ ve Parti”, 24. 90 Mehmed Durmuş, “Ercümemend Özkan’ın Sünnet Anlayışı”, Dava 14/205 (Ocak 1996), 46. 91 Durmuş, “Ercümemend Özkan’ın Sünnet Anlayışı”, 47. 92 Ercümend Özkan, “Tasavvuf: Ayrı Bir Din”, Dava 14/205 (Ocak 1996), 19-22. 93 Çakır, Ayet ve Slogan, 199-201. 682 Ali Osman Balcı aynı amaçla, politikalarını ülke halkına kabul ettirmek, karşı çıkanları susturmak, sindirmek ve giderek silmek için Stalin dönemi Sovyetler Birliği’nde olduğu gibi terörist yöntemler kullandılar. Ülke hala bu devlet terörünün izlerini taşımaktadır. Toplu kıyımlar, sürgünler, ağır hapis cezaları, suikastlar ve özellikle başkentin o yıllar merkezi sayılan mahalde hiçbir gün eksik olmayan idam sehpaları bu devlet terörünün yakın tarihe geçmiş tezahürleridir.”94 Hareketin fikrî boyutu ile birlikte eylem botunu da değerlendiren Özkan, bunun için şartların olgunlaşması gerektiğini, öncelikle güç sahibi olunması gerektiğini, Mekkî ortam olarak değerlendirdiği yaşadığı dönemde, şiddetin davayı engelleyeceğini düşünmektedir. Şiddet için meşru zamanı “devrime beş kala” şeklinde formüle etmektedir. Bundan dolayı Özkan’a göre öncelikle yapılması gereken teşkilatın güçlü bir hale getirilmesidir.95 3.8. Radikal Nurcular Said Nursî’nin fikirsel mirası üzerinde yükselen Nurculuk Türkiye’de Cumhuriyet’in ilk yıllarından itibaren gelişim göstermiş ve kendi içerisinde ilk başta Yazıcılar ve Okuyucular şeklinde ayrışma yaşamıştır. Sonraki süreçte Nurculuk, Okuyucular içerisinde gerçekleşen bölünmelerle Yeni Asya, Gülen, Meşveret, Nesil, Kurdoğlu, Med-Zehra gibi gruplara ayrılmıştır. Ortak noktaları Risâle-i Nûr olan bu grupların ayrışmasında, Risâle-i Nur’ların nasıl ve ne şekilde yayınlanacağı, yeni alfabeye uyumlu hale getirilmesi, hareketin yöntemi gibi konular etkili olmuştur. 3.8.1. Med-Zehra Nurculuk içerisinde radikal olarak değerlendirilebilecek gruplardan birisi olan ve “radikal Nurcular”, “Kürtçü Nurcular” “Med-Zehracılar” gibi isimlerle anılan grubun ilk oluşumu Şeyhanzede olarak bilinen Sıddık Dursun’un İstanbul’da 1982 yılında Tenvîr Neşriyat’ı kurması ile başlatılmaktadır. Bu yayınevinin kurulmasındaki temel amaç Risâle-i Nur neşirlerinde uygulanan rejim ve kanunlar aleyhine olan cümlelerin sansürlenmesine karşı aslına uygun bir şekilde bu eserin neşredilmesidir.96 Bu sansürlere örnek olarak Risâle-i Nur’da _____ 94 Ercümend Özkan, “Terör (Dehşet)”, Dava 14/205 (Ocak 1996), 27. 95 M. Kürşad Atalar, “İslamî Hareket’in Akıncı Bey’i: Ercümend Özkan”, Dava 14/205 (Ocak 1996), 61. 96 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 301. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 683 geçen Kürt ve Kürdistan gibi kelimelerin değiştirilmesi, Said-i Nursî’nin Kürt kimliğinin gizlenmesi için farklı iddiaların ortaya atılması verilebilir.97 Med-Zehra ismi, Said-i Nursî’nin Van’da kurmak istediği Medresetü’z-Zehrâ isimli üniversiteye gönderme olarak koyulmuştur. Bu manada İslamî birlikteliğin ve mehdiyet hareketinin sağlanması için Said-i Nursi’nin ortaya koyduğu “1. İman hakikatlerinin ortaya konulması (Risâle-i Nur bu görevi görmüştür), 2. Şeriatın ihyası, ilanı, icrası ve tatbik edilmesi, 3. İslam birlikteliği”98 şeklindeki üç eylem planına vurgu yapmaktadırlar. Şeyhanzade, ikinci maddenin gereği olarak mevcut düzene yaklaşım tarzını “Biz rejimi kabul etmiyoruz. Amelde etmiyoruz ama reddedemiyoruz. O kuvvete bağlıdır. O kuvvet ise şimdilik bizde yoktur.”99 şeklinde ortaya koymaktadır. Demokrasiye tabi olanların küfürle itham edilmeleri konusundaki soruya Şeyhanzede, “Doğrudan doğruya kalbî, ruhî, fikrî olarak demokrasiyi bir sistem olarak benimserse, üstadın tabiri ile mü’mîn-i gayri müslümdir. Müslüman değildir diyebiliriz. Çünkü demokrasi Kur’an’a, şeriata, vahye tepki olarak çıkmıştır. Demokrasinin temel hedefi, teşri yani yasa koymayı, yargıyı tamamen Allah’tan alıp, Kur’an’dan alıp, vahiyden alıp, yönetimi insanlara vermektir.”100 şeklinde cevap vermektedir. Med-Zehra oluşumunu Kürtçü olarak gösterenlere karşı Şeyhanzade sert bir çıkış yaparak davalarındaki Kürt söylemlerini şu şekilde açıklamaktadır, “Gelin kim ırkçıysa, kim kavmiyetçi ise, Allah’ın laneti onların üzerinde olsun. Bir milletin var olduğunu söylemek, kavmiyetçilik değildir. Kavmiyetçiliğin ne olduğunu iyi anlamak lazımdır. Bir milletin var olduğunu inkâr eden o milletin hakkına, hukukuna, namusuna, arazisine, vatanına hücum eden milliyetçidir, kavmiyetçidir.”101 Med-Zehra içerisinde önemli bir yere sahip olan İzzettin Yıldırım, Kürtçülük konusunda fikir ayrılığına düşerek Zehra ismiyle kurulan _____ 97 “Risale-i Nur ve Nurculuk Hakkında Sorular ve Cevapları”, Dava 68-69 (Aralık 1995), 13. 98 “Risale-i Nur ve Nurculuk Hakkında Sorular ve Cevapları”, 11-13. 99 “M. Sıddık Şeyhanzade’ye Dinleyiciler Tarafından Sorulan Sorular ve Cevapları”, Dava 64-65 (Eylül 1995), 12. 100 “M. Sıddık Şeyhanzade’ye Dinleyiciler Tarafından Sorulan Sorular ve Cevapları”, 14. 101 “M. Sıddık Şeyhanzade’ye Dinleyiciler Tarafından Sorulan Sorular ve Cevapları”, 13. 684 Ali Osman Balcı ayrı bir grubun önderliğini üstlenmiştir. Zehra üniversitesi konusunda çalışmalara yapan bu grup daha sonra Nûbihar isimli Kürtçe bir dergi çıkartarak, İslâm-Kürt anlayışının merkeze alındığı yazılar yayınlamışlardır.102 3.8.2. Aczmendiler Nurculuk içerisinde zikredilebilecek radikal gruplardan birisi de Aczmendiler’dir. Her ne kadar Nurcular tarafından Nurcu olarak kabul edilmese de oluşumun önderi Müslim Gündüz, birçok açıklamasında kendisinin Nur talebesi olduğunu söylemektedir. Aczmendi hareketin lideri Müslim Gündüz, 1941 Elazığ doğumlu ve Kürt kökenlidir. İlkokuldan sonra Sanat Okulu metal bölümüne başlayan Gündüz, okulu Kastamonu’da tamamlamıştır. 1960’lı yıllarda Nurcularla tanışan Gündüz, Nur cemaatin Elazığ’daki önderlerinden Hulusi Yahyagil’in sohbetlerine katılmıştır. Gündüz, 1989’da baba evini mescide çevirerek kapısına “Aczmendi Dergahı” tabelasını asmıştır. Gündüz ve taraftarlarının 1992 yılında Ankara Kocatepe’ye yaptıkları çıkarma sonucunda kıyafetleriyle bir anda dikkatler üzerlerine çevrilmiş sosyal medyada “Başkent’te Şeriat Provası”, “İslam’ın Ayak Sesleri” gibi başlıklarla gündem olmuşlardır.103 Hareketin yayın organı Hatem Dergisi’nde Aczmendilik şu şekilde verilmektedir, “ Aczmendî hareketi, mebdei itibariyle, suni bir zorlamanın veya sıra dışı bir arayışın değil, bilakis fıtri bir seyrin ve değişen hizmet şartlarının ortaya çıkardığı, Risale-i Nur camiasının kendi içerisindeki bir filizlenme, bir kademe ilerlemesidir. Evet, 1926'da telif edilen Risale-i Nur eserlerinin bir program dâhilinde tatbikat sahasına konulması tam bir dönem sonra 1986'da Aczmendi ile mümkün olmuştur.”104 Laiklik ve demokrasi gibi kavramlar ile ilgili olarak Gündüz, 12 Haziran 1995 yılında katıldığı bir televizyon programında, “Kemalizm yeni çıktı. Kemalizm bir dindir, yani İslam dinini yıkıp, yerine gelmiş bir dindir. Laiklik dinsizliktir, demokratiklik dinsizliktir. Kemalizm de İslam dinini kaldırıp, yerine oturan bir dindir.”105 şeklinde Aczmendilerin bakış açısını ortaya koymuştur. _____ 102 Büyükkara, Çağdaş İslami Akımlar, 303. 103 Müslim Gündüz, Kısaca Hayat Hikayem (Erişim 09 Kasım 2022). 104 Hatem Dergisi, Risâle-i Nur’da Usul ve Program (Erişim 09 Kasım 2022). 105 European Court of Human Rights (HUDOC), Case of Müslüm Gündüz v. Turkey (No. 2) - [Turkish Translation] by the Turkish Ministry of Foreign Affairs (04 Aralık 2003). e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 685 Müslim Gündüz’ün 29 Aralık 1996 yılında Fadime Şahin isimli bir kadınla polis ve gazeteciler eşliğinde bir evde baskına uğraması medyada büyük bir yankı uyandırmış ve irtica ile mücadelede kullanılan bir malzeme haline gelmiştir. Bu olayın özel olarak hazırlanmış bir komplo olduğu anlaşılmış, olayda görev alan polis amirinin de Fetö bağlantılı olduğu günümüzde ortaya çıkmıştır.106 Sonuç Radikal İslam tabirine sınırları belli bir anlam yüklemek zordur. Yapacağımız sınırlama dinî gruplar üzerinde de bir çerçeve çizmemiz anlamına gelecektir. Batı dünyası radikal kavramına kendi bakış açısı ile anlamlar yüklemiş ve bunun üzerinden İslamî grupları sınıflandırmıştır. Ülkemizde ise, radikal İslami oluşumlar üzerine, laiklik karşıtlığı üzerinden bir değerlendirme yapılmaktadır. Hal böyle olunca batıdaki radikal kavramının içeriği ile bizde kullanılan kavramın içeriğinden dolayı bu konu ile ilgili araştırmalarda farklı yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Radikal İslamcı grupların fikrî temelleri, İslam tarihinin ilk dönemlerine kadar götürülmektedir. İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren ortaya çıkan anlayış farklılıkları, Ehl-i Hadis ve Ehl-i Rey şeklinde kendini göstermiş, daha sonra oluşan dinî grupların büyük bir kısmının zeminini bu iki ana akım oluşturmuştur. Bununla birlikte siyasî ve itikadî etkenlerle ortaya çıkan dinî gruplar da bulunmaktadır. Öncelikle siyâsî etkilerle ortaya çıkan ve itikadî boyutta gelişim gösteren gruplar da imâmet-hilâfet konusundaki çıkışları ile dikkat çekmektedirler. Modern dönemde de bu görüşler hala yaşamaya devam ederek pek çok radikal grubun oluşumda etkin rol oynamıştır. Türkiye özelinde baktığımızda radikal grupların ortaya çıkmasını tetikleyen birçok etkenin bulunduğu görülmektedir. Cumhuriyet’in ilanından itibaren uygulamaya konulan toplumu seküler bir yöne doğru dönüştürme çabaları çok sert önlemleri de beraberinde getirmiştir. Bu durum savaştan yeni çıkmış ve dinî hassasiyetleri olan toplumda bir tepkinin oluşmasına yol açmıştır. Devlet yönetimine karşı oluşan bu tepkiler fikirsel boyutta dile getirilmeye başlanmıştır. Böylece Türkiye’ye özel dinî akımların temelleri atılmaya başlamıştır. Devletin devam eden baskıcı uygulamaları bu tür grupları yok edememiş ancak hem fikirsel hem de eylemsel anlamda bu grupların daha ılımlı bir çizgiye doğru evrilmesine neden olmuştur. _____ 106 Gerçek Hayat, “Ordunun Postmodern Darbesi” (Erişim 10 Kasım 2022). 686 Ali Osman Balcı Türkiye’deki radikal hareketlerin fikirsel ve eylemsel oluşumlarında dış kaynaklı etkiler de bulunmaktadır. İslam devletlerindeki siyasî gelişmeler Türkiye’de de yakından izlenmiş, etkileri hissedilir şekilde yaşanmıştır. Örneğin İran İslam Devrimi Türkiye’de güçlü bir yankı bulmuş, devrimden sonra İrancılık şeklinde isimlendirilen bazı gruplar ortaya çıkmıştır. Bunun yanında teşekkül sürecinde İran’la bağlantılı olmadığı halde bazı dinî gruplar, devrimden sonra İran’ı destekleyen açıklamalar yapmışlardır. Bu durum laik devletten İslâmî devlete geçmek gibi fikrî bir alt yapıya sahip birçok radikal grup tarafından heyecanla karşılanmıştır. Ancak İran’ın Şiî kökenli oluşunun zaman içerisinde işlenmesi bu heyecanın yok olması ile sonuçlanmıştır. Çalışmamızda ele aldığımız hareketler açısından baktığımızda, fikirlerin belli bir noktadan sonra sabit hale getirildiğini ve bunun tüm inananlara açısından doğru kabul edilmesi gerektiğini düşünen bir bakış açısının oluştuğu görülmektedir. İslam’ın aslî hükümler dışında farklı dinî anlayışlara hoşgörülü bir yaklaşım sergilediği göz önünde bulundurulduğunda, Kur’an ve sünnetten çıkarılan kişisel görüşlerin dayatılması bu hoşgörülü bakış açısını zedelemektedir. Bu duruma bir de silahlı mücadele eklendiğinde İslam’ın bir arada yaşama kültürü büyük yara almakta toplumsal kaos ortamı oluşmaktadır. Anlayış farklılıklarının mutlaklaştırılmasının ilk örneklerini Hâricîlerde görmemiz mümkündür. Daha sonra ortaya çıkan gruplar da oluşumlarını peygamber dönemine bağlamak için ya birçok hadis uydurmuşlar ya da var olan ayet ve hadisleri aşırı yorumlamalara tabi tutmuşlardır. Dinin ilk aşırı yorumlamalarından olan Selefîleri de zikretmek gerekir. Katı metincilikle ortaya çıkan bu grup daha sonra çeşitli anlayışlara dönüşmüştür. Özellikle Vehhâbîlik ve Cihâdî Selefîliğin temelleri buradan gelmektedir. Çıkış referanslarını buralardan alan bazı radikal gruplar, kendi dinî yorumlarını katı bir şekilde savunmaktadırlar. Radikal İslamcı hareketler din alanındaki yorumlarını siyasi alana da kaydırma ihtiyacı hissetmişlerdir. Taban oluşumunun sağlam hale getirilmesi için gençlere daha çok İslami bir arayış içerisinde olanlara yönelmişlerdir. Genel anlamda Türkiye’deki tüm radikal grupları ortak bir paydada buluşturan temel konu İslamî bir devlet düzeninin tesis edilmesidir. Bunun nasıl ve ne şekilde olacağı bu hareketlere göre farklılık gösterebilmektedir. Kimi hareketler direkt olarak silahlı mücadeleyi önerirken, bazıları da silahlı mücadele için süreç gerektiğini, mevcut düzen içerisinde yer alarak değişimin gerçekleştirilmesi için mücadele verilmesi, siyasî alanda da bulunulması gerektiğini düşünmektedirler. Silahlı mücadeleyi çözüm olarak düşünen hareketler, fiilî olarak harekete geçmişler ve bazı kanlı eylemlerde bulunmuşlardır. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 687 Çalışmamızda verdiğimiz hareketler içerisinde Milli Görüş, genel anlamda radikal olarak değerlendirilmese de hem parti tabanında hem de yönetiminde yer alan bazı görüşler nedeniyle ele alınmıştır. Milli Görüş yapısal olarak birçok farklı grubun destekleri ile oluşmuştur. Bu oluşumda tasavvufî grupların etkisi daha fazla görünmektedir. Ancak parti içerisinden gelen ve içerikte bir kısmını verdiğimiz bazı açıklamalarda İslamî devlet vurgusu ve rejime yönelik söylemler, radikal kabul edilen bazı grupların söylemleri ile örtüşmektedir. Bu tür söylemler Milli Görüş düşüncesine ait bazı partilerin kapatılmasına gerekçe olarak sunulmuştur. Günümüzde de burada zikrettiğimiz hareketlerden bazıları halen faaliyetlerine devam etmekle birlikte yeni hareketler de ortaya çıkmaktadır. Türkiye’deki siyasî anlamda Milli Görüş hareketinden kopan Ak Parti’nin 2000’li yıllardan itibaren iktidara gelmesi ve dinî anlamda halk tarafından tepki çeken bazı uygulamaların düzenlenmesi ile birlikte mevcut radikal hareketler daha ılımlı bir çizgiye kaymış görünmektedir. Bu durum mevcut düzen içerisinde ve siyasî alanda bulunulması gerektiğini düşünen dinî anlayışların gelişmesine katkı sağlamıştır. Sonuç itibari ile Türkiye’de özellikle 1970-2000 yılları arasında iç ve dış etkilerle birçok radikal hareket ortaya çıkmıştır. Şüphesiz etkitepki ikilemi içerisinde ortaya çıkan bu hareketler Türkiye’de meydana gelen siyasî ve toplumsal değişimlerde önemli bir etkiye sahip olmuşlardır. Görünen odur ki her ortaya çıkan İslami hareket belli bir süre sonra bölünmeye uğrayarak yeni grupların oluşmasına zemin hazırlayabilmektedir. Akıl ve nakil arasındaki dengenin sağlanarak günün şartlarının dikkate alınması, mutedil bir din anlayışının oluşturulmasına önemli katkılar sunacağı düşünülmektedir. 688 Ali Osman Balcı Kaynakça Ahbr, A Haber. Darbenin Yolu ’Kudüs’ten Geçiyor! Erişim 11 Kasım 2022. https://www.ahaber.com.tr/gundem/2012/01/17/darbenin-yolu-kudusten-geciyor Albayrak, Sadık. Siyasi Boyutlarıyla Türkiye’de İslâmcılığın Doğuşu. İstanbul: Risale, 1989. Altınsu, F. Lütfi. “Türkiye’de Müslümanlaşma ve Sorunları”. Kalem 8 (Eylül 1988). Atalar, M. Kürşad. “İslamî Hareket’in Akıncı Bey’i: Ercümend Özkan”. Dava 14/205 (Ocak 1996). Aykol, Hüseyin. Türkiye’de Sağ ve İslamcı Örgütler. İstanbul: Pelikan Yayınları, 1996. Bagasi, İsa. Kendi Dilinden Hizbullah ve Mücadele Tarihinden Önemli Kesitler, 2014. http://www.huseynisevda.biz Baki, Kerim. “İbda’yı Yeni Tanıyanlar İçin Bazı Kavramların İzahı”. Kültür Akademisi. Erişim 09 Haziran 2022. http://akademyakultur.blogspot.com/2009/02/ Baran Dergisi. “Sırasında Af Bizzat Affedenlerin Affını Getiren Hadisedir!” Erişim 09 Haziran 2022. https://www.barandergisi.net/gundem/sirasinda-af-bizzat-affedenlerin-affini-getirenhadisedir-h2089.html Baran Dergisi. Salih Mirzabeyoğlu: Büyük Doğu’nun “Niçin?” Buudunu Heykelleştirmekle Mükellefim. Erişim 09 Haziran 2022. https://www.barandergisi.net/buyuk-dogu-ibda/salih-mirzabeyoglu-buyuk-dogu-nun-nicin-buudunu-h4465.html Biçer, Ramazan. “İBDA-C (İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi)”. Güvenlik Terimleri Sözlüğü. T.C. İçişleri Bakanlığı Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı Yayınları. https://www.academia.edu/36925979/IBDA_C_%C4%B0slami_B%C3%BCy%C3%B Ck_Do%C4%9Fu_Ak%C4%B1nc%C4%B1lar_Cephesi_ Buhârî, Ebû ʿAbdullâh Muhammed b. İsmâʿîl b. İbrâhîm el-Buhârî el-. el-Câmiʿu’s-sahîh. thk. Muhammed Zuheyr en-Nâsır. 9 Cilt. Beyrut: Dâru Tavki’n-Necât, 1422. Büyükkara, Mehmet Ali. Çağdaş İslami Akımlar. İstanbul: Klasik Yayınları, 6. Basım, 2017. Büyükkara, Mehmet Ali. “Günümüzde Selefîlik ve İslâmî Hareketlere Olan Etkisi”. Tarihte ve Günümüzde Selefilik, Milletlerarası Tartışmalı İlmi Toplantı 08-10 Kasım 2013. ed. Ahmet Kavas. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2014. Büyükkara, Mehmet Ali. “Vehhabilikten Işid’e Günümüz Selefiliği”. İslam Mezhepler Tarihi 6. Ulusal Koordinasyon Toplantısı ve Selefilik Çalıştayı Bildirileri (Türkiye-Konya, 05-06 Eylül 2015). ed. Doğan Kaplan. Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, 2016. e-makâlât Mezhep Araştırmaları 15, sy. 2 (Güz 2022) 689 Çakır, Ruşen. Ayet ve Slogan Türkiye’de İslami Oluşumlar. İstanbul: Metis Yayınları, 11. Basım, 2014. Çakmaktaş, Nurullah. “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler”. Akademik İncelemeler Dergisi 16/1 (15 Nisan 2021), 26-46. https://doi.org/10.17550/akademikincelemeler.870070 Durmuş, Mehmed. “Ercümemend Özkan’ın Sünnet Anlayışı”. Dava 14/205 (Ocak 1996). Evkuran, Mehmet. Sünni Paradigmayı Anlamak. Ankara: Ankara Okulu Yayınları, 3. Basım, 2016. Faruk, Muhammed Ömer. “Evrensel İslami Hareket: Dinamikleri ve Çağrısı”. Şehadet 2/3 (03 Kasım 1987). Gerçek Hayat. “Ordunun Postmodern Darbesi”. Erişim 10 Kasım 2022. https://www.gercekhayat.com.tr/kapak/ordunun-postmodern-darbesi/ Günay, Ünver. “Göç, Din Ve Değişme: Batı Avrupa’daki Türk İşçileri Örneği”. Bilimname 2003/3 (01 Eylül 2003). Hatem Dergisi. Risâle-i Nur’da Usul ve Program. Erişim 09 Kasım 2022. https://hatemdergisi.com.tr/Yazarlar/RISALE-I-NURDAUSUL-VE-PROGRAM HUDOC, European Court of Human Rights. Case of Müslüm Gündüz v. Turkey (No. 2) - [Turkish Translation] by the Turkish Ministry of Foreign Affairs. 04 Aralık 2003. Erişim 10 Kasım 2022. https://hudoc.echr.coe.int/eng#{%22fulltext%22:[%22\%22CASE%20OF% 20M%C3%9CSL%C3%9CM%20G%C3%9CND%C3%9CZ%20v.% 20TURKEY%20(No.%202)\%22%22],%22documentcollectionid2%22:[%22GRANDCHAMBER%22,%22CHAMBER%22]} İslami Analiz. Tahliye olan Mirzabeyoğlu: Hayatımı heba olmuş görmüyorum. Erişim 30 Kasım 2022. https://islamianaliz.com/haber/7471950/tahliye-olan-mirzabeyoglu-hayatimi-heba-olmusgormuyorum Kalkan, Süleyman. “Kur’an’ın Hedeflediği İnsan”. Kalem 2 (1988), 1. Kaplan, Doğan. “On Soruda Selefîlik”. İslam Mezhepler Tarihi 6. Ulusal Koordinasyon Toplantısı ve Selefilik Çalıştayı Bildirileri (Türkiye-Konya, 05-06 Eylül 2015). ed. Doğan Kaplan. Konya: Necmettin Erbakan Üniversitesi, 2016. Kara, İsmail. “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hareketi Üzerine Birkaç Not”. Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Hereketi Sempozyum Tebliğleri (Türkiye-İstanbul, 17-19 Mayıs 2013). ed. İsmail Kara - Asım Öz. İstanbul: Zeytinburnu Belediyesi, 2013. Kolektif. Türkiye’de İslamcı Akımlar/Amerikan Gizli Belgelerinde. ed. Fehmi Koru. çev. Yılmaz Polat. Be |
|
|
|
|
.İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DİNİN SİYASALLAŞMASI TÜRKİYE ÖRNEĞİ (İSLAMIN SİYASALLAŞMASI) SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASI İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Dünyamin AKAN Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ İstanbul–2017 TEZ TANITIM FORMU ADI SOYADI : Dünyamin AKAN TEZİN DİLİ : Türkçe TEZİN ADI : Dinin Siyasallaşması Türkiye Örneği (İslam'ın Siyasallaşması) ENSTİTÜ : İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü ANABİLİM DALI : Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler TEZİN TÜRÜ : Yüksek Lisans TEZİN TARİHİ : 14 /11/ 2017 SAYFA SAYISI : 72 TEZ DANIŞMANI : Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ DİZİN TERİMLERİ : Din, Toplum, Devlet, İslamcılık, Abdülhamit Dönemi, Cumhuriyet Dönemi. DAĞITIM LİSTESİ : 1. İstanbul Gelişim Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 2. YÖK Ulusal Tez Merkezine. Dünyamin AKAN T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DİNİN SİYASALLAŞMASI TÜRKİYE ÖRNEĞİ (İSLAMIN SİYASALLAŞMASI) SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASU İLİŞKİLER ANABİLİM DALI SİYASET BİLİMİ VE ULUSLARARASU İLİŞKİLER BİLİM DALI YÜKSEK LİSANS TEZİ Hazırlayan Dünyamin AKAN Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ İstanbul–2017 BEYAN Bu tezin hazırlanmasında bilimsel ahlak kurallarına uyulduğu, başkalarının eserlerinden yararlanılması durumunda bilimsel normlara uygun olarak atıfta bulunulduğu, kullanılan verilerde herhangi tahrifat yapılmadığını, tezin herhangi bir kısmının bu üniversite veya başka bir üniversitedeki başka bir tez olarak sunulmadığını beyan ederim. Dünyamin AKAN 14 /11/ 2017 T.C. İSTANBUL GELİŞİM ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ MÜDÜRLÜĞÜNE Dünyamin AKAN’ın ‟Dinin Siyasallaşması Türkiye Örneği (İslam'ın Siyasallaşması)” adlı tez çalışması, jürimiz tarafından Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler anabilim dalında Yüksek Lisans tezi olarak kabul edilmiştir. Başkan Üye Üye ONAY Yukarıdaki imzaların, adı geçen öğretim üyelerine ait olduğunu onaylarım. ... / … / 2017 Prof. Dr. Nezir KÖSE Enstitü Müdürü vii ÖZET Tezin amacı; din olgusunun zaman içinde nasıl bir değişim gösterdiği ve din devlet ilişkilerinin nasıl şekillendiğini açıklanma istemesidir. Dini değerlerin yok olmaması amacıyla toplumsal birlikteliğin sağlanarak dinin siyasallaşmasının önüne geçilmesi gerektiğinin vurgulanmak istenmesi de olmaktadır. Dinin siyasallaşması uzun yıllar boyunca devam etmektedir. Tezimizde, İslamcılığın siyasi yönünün göstermiş olduğu gelişim ve toplum hayatında edinmiş olduğu yer hakkında bilgi verilmek istenmektedir. Osmanlı ve Cumhuriyet dönemi yapısında İslam olgusunun devlet üzerindeki algılanış biçimi, tezin de konusu olan İslam’ın siyasallaşmasının temel çerçevesini oluşturmaktadır. Çalışmada bu kapsamda Din, Devlet, Toplum İlişkisi ve Kavramsal Çerçeve başlığı altında; din ve siyaset ilişkisi, ilişkiyi belirleyen unsurlar; dinin, birey ve toplum üzerindeki etkileri, diğer sosyal kurumlarla ilişkisi, hukuki ve sosyal kurallarla ilişkisi ve dinin meşrutiyet aracı olarak kullanılması gibi konulara yer verilmiştir. İslamcılık, İslami değerlerin benimsenmesini amaç edinmektedir. Çalışmada bu kapsamda İslamcılığın Gelişimi başlığı altında; İslamcılık, İslamcılığın tarihsel gelişimi, siyasallaşması, geleneksel ve siyasal İslam ile İslamcılığı tetikleyen etmenler gibi konulara yer verilmiştir. Çalışmada İslamcılık Fikri Dönemi İslam Dünyası başlığı altında; İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya konularına yer verilmiştir. Osmanlı İmparatorluğu gelişip merkezileştikçe, İslam kanunlarından daha fazla yararlanmaktadır. Osmanlı İslam kanunlarından yararlansa da kontrolü hiçbir zaman elden bırakmamıştır. Osmanlı 1402-1413 yılları arasında Fetret Devri’ni yaşamaktadır. Çalışmada bu kapsamda Osmanlı İmparatorluğunda Din ve Siyaset İlişkisi başlığı altında; Osmanlı kuruluş dönemi, Fetret dönemi, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkilerine yer verilmiştir. Abdülmecid döneminde yapılan önemli gelişmelerden birinin de Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilan edilmesi olmaktadır. Islahat Fermanı’nın, gayrimüslimlerin haklarının korunması amacını güttüğü söylenebilir. Çalışmada bu kapsamda Tanzimat ve Islahat Fermanlarının din üzerine ve Osmanlı’ya Etkileri başlığı altında; Tanzimat Fermanı ve Osmanlı’ya etkileri, Islahat Fermanı ve bu fermanların benzer ve farklı yönlerine yer verilmiştir. Abdülmecid’den sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz, hükümeti yerinde bırakarak bir Hatt-ı Hümayun yayınlamıştır. Çalışmada bu kapsamda Sultan viii Abdülaziz Dönemi başlığı atlında; Abdülaziz döneminde yapılan ıslahatlar, ortaya çıkan ekonomik olaylar ve yaşanan mali bunalımlara yer verilmiştir. Çalışmada Abdülhamit Dönemi İslamcılık başlığı altında; Mali, siyasi, sosyal durum; Hürriyetin ilanı, İttihad-ı İslam düşüncesi, eğitim politikası ile siyasi ve mali politikalar incelenmiştir. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan bu hareketler; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik olarak sıralanabilir. Çalışmada bu bağlamda Abdülhamit Dönemi Fikir Hareketleri başlığı altında; İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik konuları ele alınmıştır. İttihatçıların, Abdülhamit döneminde 2. Meşrutiyetin ilanı ile birlikte istedikleri düzene kavuştukları, fakat acemi ve tecrübesiz olmalarından dolayı da iktidarlığı ellerinde tutamadıkları söylenebilir. 2. Meşrutiyet’in ilanından sonra ortaya çıkan 31 Mart Vakası, yıllarca biriken gerilimin boşalması olmakta ve günümüzde hala siyasi tartışmalarda gündemde yer almaktadır. Çalışmada bu kapsamda İkinci Meşrutiyet dönemi İslamcılığı ve 31 Mart Vakası başlığı altında; İkinci meşrutiyetin önemi, İslamcılığın genel durumu ve 31 Mart Vakası analiz edilmiştir. Çalışmada cumhuriyet dönemi İslamcılık hareketleri başlığı altında; Jön Türklerin, İttihat ve Terakki Dönemi, Birinci Dünya Savaşı dönemi siyasal İslam ve Milli Mücadele döneminde din ve siyaset ilişkisi irdelenmiştir. Cumhuriyet döneminde, dönemin din anlayışını gösteren en önemli örneklerinden birisi Birinci Meclis olmaktadır. 3 Mart 1924’te de yeni rejime engel olabilecek olayların yok edilmesi yolunda atılan ilk adımın Halifeliğin kaldırılması olduğu ifade edilebilir. Çalışmada bu kapsamda Cumhuriyet Dönemi Devlet, Din ve Toplum İlişkisi başlığı altında; Cumhuriyet’in ilanı ve ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasi İslam, Cumhuriyet dönemi din, devlet ve toplum ilişkisi ve Halifeliğin kaldırılması konuları ele alınmıştır. Halifeliğin kaldırıldığı gün kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, Müslümanların ibadetlerini özgürce yapmalarını amaçlamaktadır. Diyanet İşleri Başkanlığının görev ve yetkilerinin belirlenmesinde devlet, dinin ibadet ve imanla alakalı hizmetlerini kendi yetki alanında görmektedir. Çalışmada bu kapsamda Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Din, Toplum ve Devlet başlığı altında; Halifeliğin kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına geçiş, başkanlığın yapısı, görev ve yetkileri, siyasi iktidar ile ilişkisi ve din ile siyasetin ayrılmazlığı gibi başlıklara yer verilmiştir. Anahtar Sözcükler: Din, Toplum, Devlet, İslamcılık, Siyasal İslam, Diyanet İşleri. ix SUMMARY The aim of the thesis; it is reluctant to explain how the phenomenon of religion has changed over time and how religion and state relations are shaped. In order to prevent religious values from being destroyed, it is wanted to emphasize that the socialization of religion should be prevented and the politicization of religion should be prevented. The politicization of religion continues for many years. In our Tezimiz, it is aimed to give information about the development that Islamism has shown to the political direction and the place that it has acquired in public life. In the Ottoman and Republican era, the perception of the Islamic state on the state constitutes the basic framework of the politicization of Islam, which is also the subject of the thesis. Under this scope, the work is under the heading of Religion, State, Society Relativity and Conceptual Framework; religion and politics relation, elements determining relationship; religion, the effects on individuals and society, relation with other social institutions, relation with legal and social rules, and use of religion as a means of constitutionalization. Islamism aims to adopt Islamic values. Under this scope, in the study, under the title of Development of Islamism; Islamism, the historical development of Islamism, politicization, traditional and political Islam, and the factors that trigger Islamism. Under the heading of Islamicism in the study, Islamic World; Istanbul and Anatolia, India and Southeast Asia, Far East, Arabian Peninsula, North Africa and Central Asia. As the Ottoman Empire develops and centralizes, it makes more use of Islamic law. Nevertheless, the Ottoman Islamic law has never let go of its control. The Ottoman Empire survived the Fetret Revolution between 1402 and 1413. In this context, in the study, under the heading Religion and Politics Relation in the Ottoman Empire; Ottoman foundation period, Fetret period, Fatih Sultan Mehmet and Yavuz Sultan Selim period religion and state relations were included. One of the important developments made during the reign of Abdülmecid was the declaration of Tanzimat Fermanı in 1839. It can be said that the Islahat Fermanı is aimed at protecting the rights of non-Muslims. Under this scope, the work of the Tanzimat and Islahat Fermans under the title of Religion and the Effects of the Ottoman Empire; Tanzimat Fermanı and its effects on the Ottoman Empire, Islahat Fermanı and similar and different aspects of these fermans. After Abdulmecid, Sultan Abdulaziz left the government in place and published a Hatt-i Humayun. In this context, the title of Sultan Abdülaziz period in the study; The reforms, economic events and financial crises that occurred in the period of Abdulaziz were included. x Under the heading of Abdülhamit Dönemi Islamism in the study; Financial, political, social situation; Hürriyetin's proclamation, the idea of İttihad-i Islam, education policy and political and financial policies were examined. These movements that emerged during the period of Abdülhamit; Islamism, Ottomanism, Turkism, Westernism and decentralization. In this context, under the heading of Abdülhamit Period Idea Movements; Islamism, Ottomanism, Turkism, Westernism and Adam-i Centralism were discussed. It can be said that the Unionists were able to keep their promises together with the declaration of the 2nd Constitutional Monarchy during the reign of Abdulhamit, but because they were novice and inexperienced. After the declaration of the Second Constitution, the March 31, Vakasi, has been releasing tension for many years and is still on the agenda in political debate today. Under this scope, the second Constitutional Period Islamism and the title of March 31, The importance of the Second Constitution, the general situation of Islamism and the March 31st Cause were analyzed. Under the heading of republican Islamic movements in the study; Jon Turks, the period of Union and Progress, the period of the First World War, political Islam, and the period of National Struggle. In the Republican period, one of the most important examples of the understanding of religion in the period is the First Parliament. On March 3, 1924, it can be stated that the first step taken on the road to the destruction of events that may prevent the new regime is the abolition of the Halifax. Within this scope, the study is under the title of Republican Periodical, Religion and Society Relevant; The Islamic movements that emerged from the Republic, political Islam in the First Assembly period, religion, state and society relations in the Republican period, and the removal of the Caliphate. The Presidency of Religious Affairs, established on the day of the removal of the Halifax, aims to make Muslims worship freely. In the determination of the duties and authorities of the Presidency of Religious Affairs, the state sees its services related to religious worship and faith in its own jurisdiction. Within the scope of this study, under the title of Religion, Society and State under the Presidency of Religious Affairs Department; The move to the Presidency of Religious Affairs, the structure of the presidency, the duties and authorities, the relationship with political power and the inseparability of religion and politics were included in the titles. Key Words: Religion, Society, State, Islamism, Political Islam, Religious Affairs. xi İÇİNDEKİLER SAYFA ÖZET......................................................................................................................vii SUMMARY..............................................................................................................ix İÇİNDEKİLER..........................................................................................................xi KISALTMALAR LİSTESİ ......................................................................................xiv ÖNSÖZ...................................................................................................................xv GİRİŞ....................................................................................................................... 1 BİRİNCİ BÖLÜM ..................................................................................................... 5 İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ, OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ARASI DÖNEMDE OSMANLI’NIN GENEL DURUMU VE DİN ANLAYIŞI (1299-1876)............................................................................................................. 5 1.1. DİN DEVLET TOPLUM İLİŞKİSİ VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE ................... 5 1.1.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Din ve Siyaset İlişkisi .................................. 5 1.1.2. Din ve Devlet İlişkilerini Belirleyen Unsurlar........................................ 6 1.1.3. Dinin, Birey ve Toplum Üzerindeki Etkileri .......................................... 6 1.1.4. Dinin Diğer Sosyal Kurumlarla İlişkisi.................................................. 7 1.1.5. Dinin İçtimai Yapısı ile Dinin, Hukuki ve Sosyal Kurallarla İlişkisi ........ 8 1.1.6. Dinin Meşruiyet Aracı Olarak Kullanılması ve Araçsallaştırılması ....... 9 1.2. İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ ............................................................................11 1.2.1. İslamcılık Kavramı .............................................................................11 1.2.2. İslamcılığın Tarihsel Gelişimi (Geleneksel İslamcılık).........................12 1.2.3. Geleneksel ve Siyasal İslam..............................................................13 1.2.4. İslamcılığın Siyasallaşması (Siyasal İslam)........................................14 1.2.5. İslamcılık Akımını Tetikleyen Etmenler ..............................................15 1.3. İSLAMCILIK FİKRİ DÖNEMİ İSLAM DÜNYASI...........................................16 1.3.1. İstanbul ve Anadolu ...........................................................................17 1.3.2. Hindistan ve Güneydoğu Asya...........................................................17 1.3.3. Uzakdoğu (Japonya ve Çin)...............................................................19 1.3.4. Arap Yarımadası (Basra, Hicaz ve Yemen) .......................................20 1.3.5. Kuzey Afrika (Mısır, Tunus, Fas ve Trablusgarp)...............................22 1.3.6. Orta Asya ..........................................................................................22 xii İKİNCİ BÖLÜM.......................................................................................................24 OSMANLI’DA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ABDÜLMECİD DÖNEMİ, TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARININ DİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ İLE SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ............................................................................................24 2.1. OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ (1299-1922) ............................................................................................................................24 2.1.1. Osmanlı Kuruluş Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1299-1453) ............24 2.1.2. Fetret Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1402-1413).............................25 2.1.3. Fatih Sultan Mehmet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1451-1481)......26 2.1.4. Yavuz Sultan Selim Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1512-1520)........27 2.2. SULTAN ABDÜLMECİD DÖNEMİ, BATILILAŞMA HAREKETLERİ VE DİN ANLAYIŞI (1839-1861).......................................................................................27 2.2.1. Abdülmecid Dönemi ve Osmanlı’nın Genel Durumu ..........................27 2.2.2. Batılılaşma Hareketi ..........................................................................28 2.2.3. Batılılaşmanın Nedenleri....................................................................29 2.2.4. Abdülmecid Dönemi’nde Yapılan Yenilik Hareketleri .........................30 2.3. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMALARININ DİN ÜZERİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ (1839-1856) ......................................................................................31 2.3.1. Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) ....................................................31 2.3.2. Tanzimat Fermanının Osmanlı’ya Etkileri ..........................................32 2.3.3. Islahat Fermanı’nın Yayımlanması (28 Şubat 1856) ..........................33 2.3.4. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının Benzer ve Farklı Yönleri..............33 2.4. SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (1861-1876)..............................................34 2.4.1. Abdülaziz Döneminde Yapılan Islahatlar ...........................................34 2.4.2. Sultan Abdülaziz Döneminde Ortaya Çıkan Ekonomik Olaylar ..........35 2.4.3. Abdülaziz Döneminde Yaşanan Mali Bunalım ...................................35 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ..................................................................................................37 ABDÜLHAMİT, 2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ............................................................37 3.1. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ İSLAMCILIK (1876-1909).....................................37 3.1.1. Mali Durum ........................................................................................37 3.1.2. Siyasi Durum .....................................................................................37 3.1.3. Hürriyetin İlanı ve Seçimler................................................................38 3.1.4. Sosyal Durum....................................................................................38 3.1.5. İttihad-ı İslam Düşüncesi (1877-1878) ...............................................39 3.1.6. Eğitim Politikası .................................................................................40 3.1.7. Siyasi Politikalar ................................................................................41 3.1.8. Mali Politikalar ...................................................................................42 xiii 3.2. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ FİKİR HAREKETLERİ (İDEOLOJİLER) ………....42 3.2.1. İslamcılık Akımı .................................................................................42 3.2.2. Osmanlıcılık Akımı.............................................................................43 3.2.3. Türkçülük Akımı.................................................................................43 3.2.4. Batıcılık Akımı ...................................................................................45 3.2.5. Adem-i Merkeziyetçilik .......................................................................46 3.3. İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ İSLAMCILIĞI VE 31 MART VAKASI (1908- 1922)...................................................................................................................46 3.3.1. İkinci Meşrutiyetin Önemi...................................................................46 3.3.2. İkinci Meşrutiyet Döneminde İslamcılığın Genel Durumu ...................47 3.3.3. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) ........................................................47 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM.............................................................................................49 CUMHURİYET DÖNEMİ VE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ...............................49 4.1. CUMHURİYET DÖNEMİ İSLAMCILIK HAREKETLERİ...............................49 4.1.1. Jön Türklerin Siyasi Söylemleri (1866-1923)......................................49 4.1.2. İttihat Terakki Dönemi Siyasi İslam Söylemi (1889-1912) ..................49 4.1.3. Birinci Dünya Savaşı Dönemi Siyasal İslam (1914-1918) ..................51 4.1.4. Milli Mücadele Döneminde Din ve Siyaset İlişkisi (1919-1923)...........52 4.2. CUMHURİYET DÖNEMİ DEVLET, DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ ...................52 4.2.1. Cumhuriyetin İlanı (1923) ..................................................................52 4.2.2. Cumhuriyetin İlanı ile Ortaya Çıkan İslamcılık Hareketleri..................53 4.2.3. Birinci Meclis Dönemi ve Siyasal İslam Söylemi (1920-1923) ............53 4.2.4. Cumhuriyet Dönemi Din, Devlet ve Toplum İlişkisi.............................54 4.2.5. Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924).................................................55 4.3. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÇERÇEVESİNDE DİN, TOPLUM VE DEVLET..............................................................................................................56 4.3.1. Halifeliğin Kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına Geçiş Süreci...56 4.3.2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yapısı (3 Mart 1924) .............................57 4.3.3. 1932 Yılına Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Görev ve Yetkileri.....57 4.3.4. Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Siyasi İktidar İlişkisi ..............58 4.3.5. Din ve Siyasetin Ayrılmazlığının Gerekçeleri .....................................58 4.3.6. Osmanlı Dönemi ile Cumhuriyet Dönemi Karşılaştırması...................59 4.3.7. Diyanetin Önemi ve Araçsallaşması ..................................................60 GENEL DEĞERLENDİRME...................................................................................61 KAYNAKÇA...........................................................................................................67 xiv KISALTMALAR LİSTESİ A.G.E : ADI GEÇEN ESER İ.İ.B.F : İKTİSADİ VE İDARİ BİLİMLER FAKÜLTESİ S : SAYFA SS : SAYFALAR VB : VE BENZERİ VD : VE DEVAMI xv ÖNSÖZ Yüksek Lisans eğitimlerimi tamamlamam konusunda katkılarından dolayı İstanbul Gelişim Üniversitesinde ders aldığım hocalarıma; tezimin tamamlanabilmesi için değerli tecrübe ve desteklerini esirgemeyen tez danışmanım Yrd. Doç. Dr. Sezer Ayvaz ATEŞ hocama şükranlarımı sunuyorum. Dünyamin AKAN 1 GİRİŞ Tezde, dinin siyasallaşması Türkiye örneği konusunda araştırılan hususlar; - Din, devlet ve toplum ilişkisi, dinin topluma etkileri, İslamcılık kavramının ne olduğu, İslamcılığın tarihsel gelişimi, İslam’ın siyasallaşması, siyasal İslam ve İslamcılığı tetikleyen unsurların neler olduğu, İslam coğrafyasında gelişmelerin nasıl olduğu konusunda özellikle İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkeleri araştırılmıştır. - Osmanlı dönemi, Fetret Devri, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkileri, Osmanlı Devleti’nin Sultan Abdülmecid dönemindeki genel durumu, Batılılaşma hareketleri ve nedenleri ile Abdülmecid’in yapmış olduğu yenilikler, Abdülmecid’in ilan ettiği 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları, Sultan Abdülaziz dönemi gelişmeleri araştırılmıştır. - Abdülhamit dönemi İslamcılık başlığı altında Osmanlı mali, siyasi ve sosyal durumu, 2. Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar, Abdülhamit döneminde etkili olan fikir hareketleri, İkinci Meşrutiyet’in önemi ve 31 Mart Vakası araştırılmıştır. - Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin, Birinci Dünya Savaşı Dönemi’ndeki siyasal İslam söylemi; Milli Mücadele dönemindeki din ve siyaset ilişkisi; Cumhuriyet dönemindeki devlet, din ve toplum arasındaki ilişki; Cumhuriyet’in ilanı, Cumhuriyet’in ilanı ile ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasal İslam, Halifeliğin Kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının geçiş süreci, yapısı, 1932 yılına kadar ki görev ve sorumlulukları ile Başkanlığın siyasi iktidarla ilişkisi araştırılmıştır. Din olgusu ile siyaset kavramları birbirinden farklı olsalar da aynı zamanda ortaya çıktıkları bilinmektedir. Din olgusu, dönemden döneme farklılık gösterdiği gibi aynı dönem içindeki kurumlar arasında da farklılık göstermektedir. Din, siyaseti etkilemesinin yanında insan yaşamını da etkilemesi sonucunda yaşama yön vermektedir. Bireylerin dünyevi yaşamlarına yön veren sosyal, ahlaki ve hukuki kuralları da içeren din, yalnızca inançtan ibaret olmamaktadır. Dinin araçsallaştırılması da din olgusunun siyasal ve sosyal bir amacın gerçekleştirilmesi bakımından ara bir basamak görevi görmektedir. İslam dininin tekrar canlandırılarak hüküm ve emirlerinin yeniden uygulanması için İslamcılık akımının ortaya çıkarıldığı bilinmektedir. İslamcılık akımı aynı anda pek çok coğrafyada etkili olan bir akım olmaktadır. Ortaya çıkan İslam düşüncesi, Müslümanların birlikte hareket ederek sömürüye karşı çıkmalarını engelleyecek pek çok olumsuz durumu ortadan kaldırmayı amaçlamaktadır. Siyasal İslam düşüncesi de dönemde etkili olan iktidarlara göre değişiklik gösterebilir. 2 Osmanlı Devleti’nde din-devlet ilişkisi devletin konumu, gücü, idari yapısı ve aynı zamanda çevresinde gelişen olaylarla bağlantılı olarak bir gelişme ve değişme göstermiştir. Din ve devlet arasındaki ilişkinin bu değişim ve gelişmelere rağmen özündeki temel esası Cumhuriyet Türkiye’sine kadar devam ettirmiştir. Ancak Osmanlı Devleti merkezileştikçe politikalarını ve kendini halkına izah etmekte zorlanmaya başlamıştır. Bir merkez çevre sorunu olarak din-devlet ilişkisi çeşitli aşamalardan ve safhalardan geçerek günümüze kadar ulaşmış ve halâ güncelliğini korumaktadır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde önemli padişahlardan bir kaçı olan Sultan Abdülmecid, Abdülaziz ve 2. Abdülhamit dönemlerinde gerçekleşen olayların neler olduğuna vurgu yapılmaktadır. Abdülmecid’in yapmış olduğu Batılılaşma hareketleri ile birlikte Osmanlı İmparatorluğu’nun, Batı devletlerinin düzeyine getirilmesi amaçlanmaktadır. Abdülmecid bu bağlamda 1839’da Tanzimat Fermanı’nı ve 1856’da da Islahat Fermanı’nı yayımlamıştır. Osmanlı’nın yapmış olduğu Batılılaşma hareketleri ilk başlarda yalnızca Osmanlı’yı ilgilendiren bir sorun olmakla birlikte daha sonraları bütün Avrupalı devletleri ilgilendirir duruma gelmiştir. Sultan Abdülaziz’in, hükümete dokunmadan bir Hatt-ı Hümayun çıkardığı bilinmekle birlikte Osmanlının bu dönemde açık bir pazar haline dönüştüğü ifade edilmektedir. Abdülaziz’in, devletin içinde bulunduğu mali bunalımdan kurtulmak amacıyla pek çok girişim yaptığı bilinmekle birlikte bu girişimlerin Osmanlı hazinesinin iflas etmesini hiçbir şekilde engelleyemediği de söylenebilir. İslamcılık ve siyasal İslam aynı düşünceye mi sahip hakkındaki sorular, geçmişten günümüze kadar hala devam etmektedir. Ancak siyasal İslam'ı İslamcılık düşünce sisteminden ayıran en büyük farkın, Siyasal İslam'ın kendisini tek doğru olarak kabul etmesi ve kabul etmediği düşünce sistemlerine karşı ölesiye bir mücadeleye girişmesi olduğu ifade edilmektedir. Burada ki en büyük sıkıntı ise, artık dinin ve dini değerlerin siyasetin veya siyasilerin amacı için bir araç haline gelmesi olmaktadır. Yalanların ve yanlışların üzerinin kapatılması ve muhalefetin susturulması için din, tamamen baskı aracı haline gelmiştir. Siyasal İslam, 2. Abdülhamit döneminde de önemli bir araç olarak varlığını devam ettirmektedir. Abdülhamit dönemi, diğer padişahlara oranla bir hayli hareketli geçmiştir. Ekonomik olarak dışa bağımlı hale gelen Osmanlı’nın mali alanda uygulamış olduğu politikalarla alınan dış borçların zamanında ödenmeye başlandığı söylenebilir. Ülkenin siyasi durumunu düzeltmek amacıyla pek çok politika uygulanmış ve bu bağlamda ülkede yer alan kurumlarla dış ülkelerde yer alan temsilciliklerde, dindar kesimden bireyler çalıştırılmaya başlanmıştır. 2. Abdülhamit, 1869’da eğitim alanında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ile eğitimin modernleşmesini amaçlamaktadır. 3 Osmanlı’da Abdülhamit döneminde 1908’de II. Meşrutiyet’in ilan edildiği ve 1925 yılında da 31 Mart Vakasının yaşandığı ifade edilmektedir. 31 Mart Vakasının, o döneme kadar yaşanan olaylar sonucunda bir patlama olduğu ve günümüzdeki etkilerinin hala devam ederek zaman zaman tartışma konusu yapıldığı söylenebilir. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca, Osmanlı aydınlarında Avrupa'nın siyasi, sosyal, iktisadi düşünce yapısı çok etkin bir biçimde hissedilmektedir. Aydınların büyük bir bölümü, Avrupa’da eğitimini tamamlamış ve o dönemin siyasi düşünürlerinden etkilenmişlerdir. 2. Abdülhamit'in açtığı modern okullarda okuyan eğitimli ve dünya da ki gelişmeleri yakından takip eden Osmanlı Aydınları, söylem ve eylemleri ile İslamcılık fikrini tam olarak resmi bir ideoloji haline getirmese bile İslamcılık fikrini kullanmaktan geri kalmamışlardır. Aydınlar, İslamcılık fikrini hedeflerine ulaşmak için kullanılması gereken bir araç olarak görmüşler ve muhalif gördükleri fikirlere karşı İslamcı söylemlerle halkında desteğini sağlamışlardır. 2. Abdülhamit döneminden sonra da siyasal İslamcılık, Cumhuriyet yönetiminde de etkin olmaya çalışmış ve Cumhuriyetin değerleriyle çatışmaya girmeden onun içerisinde var olmaya önem vermiştir. Bu siyasal İslam'ın özelliğinden değil Cumhuriyet dönemi yönetim anlayışının düşünce yapısı ve politikalarından kaynaklanan bir durum mu olduğu üzerinde açıklamalar yapılmıştır. Cumhuriyet döneminde bu bağlamda İslamcılık açısından pek çok atılımların yapılması söz konusu olmaktadır. İslamcı hareketler üzerinden İslam kavramı benimsetilmeye çalışıldığı söylenebilir. Cumhuriyet’in ilan edilmesi ve Cumhuriyet döneminde Halifeliğin kaldırılması ile laikleşme yani dinsizleşme sürecinin başladığı düşünülmektedir. 1924’te Halifeliğin kaldırıldığı gün de Müslümanların ibadetlerini rahatça yapabilmeleri için Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Araştırmada mümkün olduğunca ulaşılabilen kaynaklardan yararlanılmış ve tümdengelim yöntemi de kullanılarak konular açıklanmaya çalışılmıştır. Bu bağlamda tez dört bölüm olarak planlanmıştır. Tezin bölümleri, İslamın siyasallaşmasının söylemsel evrimi göz önünde bulundurularak izah edilmeye çalışılmaktadır. Tezin bölümlerin başlıklarını, alt başlıklarını ve kapsamını aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür. Tezin ilk bölümünde; din olgusu, kendi yapısı itibariyle toplumun bütün kesimlerinde varlığını hissettirmektedir. Bu bağlamda din, devlet ve toplum ilişkisi kavramsal çerçevede ele alınarak dinin etkileri ve diğer unsurla ilişkileri incelenmektedir. Ardından din olarak İslam’ın temel referans kaynaklarından hareket eden İslamcılık kavramının ne olduğu üzerinde durulmakta; İslamcılığın tarihsel gelişimi, İslamın siyasallaşması, siyasal İslam ve İslamcılığı tetikleyen unsurlara yer verilmektedir. Birinci bölümün sonunda ise İslamcılığın etkili olduğu dönemdeki İslam 4 coğrafyası ele alınmaktadır. İslam coğrafyasında, bağımsızlığını kaybetmemek için savaşan ülkeler olduğu gibi sömürgecilikten kurtulmak için mücadele veren ülkelere de rastlanmaktadır. Bu bağlamda; İstanbul ve Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu, Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ve Orta Asya İncelenmektedir. İkinci bölümde; Osmanlı İmparatorluğu’nda din ve siyaset ilişkisi başlığı altında, Osmanlı dönemi, Fetret Devri, Fatih Sultan Mehmet ve Yavuz Sultan Selim dönemi din ve devlet ilişkileri ele alınmaktadır. Osmanlı Devleti, bir kanun devleti olma özelliğini hiçbir zaman yitirmemiştir. Merkezileştikçe gelişme gösteren Osmanlı Devleti’nin Sultan Abdülmecid dönemindeki genel durumu, Batılılaşma hareketleri ve nedenleri ile Abdülmecid’in yapmış olduğu yeniliklere de yer verilmektedir. Abdülmecid döneminin ardından Abdülmecid’in ilan ettiği 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarına yer verilmiştir. İkinci bölümün sonunda Sultan Abdülaziz döneminde yapılan ıslahatlara, ortaya çıkan ekonomik olaylara ve yaşanan mali bunalım açıklanmaktadır. Üçüncü bölümde; Abdülhamit dönemi İslamcılık başlığı altında Osmanlı mali, siyasi ve sosyal durumu ile Hürriyetin ilanı ve İttihad-ı İslam düşüncesi yanında eğitim, siyasi ve ekonomik alanda 2. Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar incelenmektedir. Politikaların akabinde Abdülhamit döneminde etkili olan fikir hareketleri olan İslamcılık, Osmanlıcılık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçiliğe yer verilmiştir. Üçüncü bölümün son konusu olarak da İkinci Meşrutiyet’in önemine ve bu dönemdeki İslamcılığın genel durumu açıklanmakla birlikte son olarak 31 Mart Vakasının tanımına ve etkilerine yer verilmektedir. Dördüncü bölümde ise; Cumhuriyet dönemi İslamcılık hareketleri olarak görülen Jön Türklerin, İttihat ve Terakki’nin, Birinci Dünya Savaşı Dönemi’ndeki siyasal İslam söylemi ile Milli Mücadele dönemindeki din ve siyaset ilişkisi açıklanmaktadır. Bununla birlikte Cumhuriyet döneminde devlet, din ve toplum arasındaki ilişkilere yer verilmektedir. Bu kapsamda Cumhuriyet’in ilanı, Cumhuriyet’in ilanı ile ortaya çıkan İslamcılık hareketleri, Birinci Meclis dönemi siyasal İslam, Cumhuriyet dönemi din, devlet ve toplum ilişkileri ele alınmakla birlikte son olarak 3 Mart 1924’te Halifeliğin Kaldırılması konu ele alınmıştır. Akabinde Halifeliğin kaldırıldığı gün kurulan Diyanet İşleri Başkanlığının geçiş süreci, yapısı, 1932 yılına kadar ki görev ve sorumluluklarına yer verilmektedir. Dördüncü bölümün sonunda Başkanlığın siyasi iktidarla ilişkisi ile din ve siyasetin ayrılmazlığının ele alındığı ifade edilmektedir. 5 BİRİNCİ BÖLÜM İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ, OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ARASI DÖNEMDE OSMANLI’NIN GENEL DURUMU VE DİN ANLAYIŞI (1299-1876) 1.1. DİN DEVLET TOPLUM İLİŞKİSİ VE KAVRAMSAL ÇERÇEVE 1.1.1. Tarihsel Süreç İçerisinde Din ve Siyaset İlişkisi “Din ve siyaset ilişkisi, insanın tarihsel serüveniyle birlikte ortaya çıkan ve uzun bir süre içinde değişik boyutlar kazanan bir olgudur. Çünkü din, doğası gereği toplumun bütün katmanlarında, toplumun oluşturduğu bütün kurumsal yapılarda kendini bir şekilde hissettiren bir olgudur.” 1 Din ile siyasetin arasındaki ilişki, insanlığın tarihi serüveniyle birlikte ortaya çıkmakta ve ilişki var olduğu süreç boyunca da farklı anlamlar kazanmaktadır. Siyasetin, din ile arasında bulunan ilişkinin göz ardı edilmesi ile meydana gelen siyasal alandaki ilişkilerin, yetersiz olduğu ifade edilmektedir. Politik sosyolojinin; ekonomi, aile, eğitim, ekonomi, kültür vb. gibi temel kurumları arasında bulunan siyasetle din arasındaki ilişkinin, toplumla ve diğer kurumlarla da bir etkileşim içinde olduğu söylenebilir. Din ve siyasetin, birbirini dışlayarak görmezlikten gelmeleri ve kesin olarak birbirlerinden ayrılmaları mümkün olmamaktadır. İnsanlığın başlangıcından bu yana toplumsal dayanışma ya da kaynaşmayı sağlayacak, toplumların üstünde değerler ve ilkeler aranmaktadır. “Din ve siyaset kavramları, birlikte ya da ayrı ayrı ele alınsınlar da insanlık tarihiyle birlikte meydana gelen sosyal birer olgu olmaktadırlar.” 2 En eskisinden en yenisine, en basitinden en karmaşığına kadar tüm toplumların yapı ve sistemlerinde din ve siyaset ilişkisi yer almaktadır. Toplumların yapı ve kurumlarında din ve siyaset ilişkisinin bulunmasından dolayı toplumda, siyaset-devlet ya da din adını taşıyan kurum ve kavramlara rastlandığı da ifade edilmektedir. Din ve siyasetin, insanlık tarihinin birbirinden ayrılmaz iki temel sosyal kurumu olduğu söylenebilir. Siyaset ve din olgusunun, kurumlardaki temel özelliklerden birini diğerine yönlendirerek ayrılmaz bir ilişki içinde olmalarını sağladığı ifade edilmektedir. Meşruiyetin sağlanmasında dinin büründüğü rolün; yönetme ve gücü elinde bulundurma aşamasında ise siyasetin büründüğü rolün, bu iki kurum arasındaki ilişkiyi anlaşılmasında yardımcı olacağı vurgulanmaktadır. Dini çevrelerin, bu dünyada daha rahat hareket edebilmek ve 1 Halis Çetin, “Devlet, İdeoloji ve Eğitim”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, Cilt: 25, No: 2, 201- 211, s. 207. 2 Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 114. 6 güçten bir pay alabilmek için siyasete; siyasetin ise, kendisi için kesin anlamda ihtiyaç duyduğu meşruiyeti elde edebilmek için dine yöneldiği de söylenebilir. 1.1.2. Din ve Devlet İlişkilerini Belirleyen Unsurlar “Din ve devlet ilişkileri, işlevsel ve ilişkisel açıdan değerlendirildiğinde, dinin, siyasal hareketlerin, kurum olarak devletin yapısını ve faaliyetlerini meşrulaştırma fonksiyonu bulunduğunu, bununda zaman zaman dinin istismarına yol açtığı ortaya çıkmaktadır.” 3 Hedeflerine ulaşmak isteyen siyasi hareketlerin, dinin esas referanslarını kullanma yoluna gittikleri söylenebilir. Din olgusunun toplum üzerindeki etkilerinin büyüklüğünü fark eden devlet yöneticileri, konumlarını güçlendirmek amacıyla dini kullanmaktadırlar. Yöneticiler, gerçekleştirdikleri eylemlerini yasal olarak göstermek amacıyla dini söylemler geliştirmekte ve halkı da bu söylemlerle etki altına almayı amaçlamaktadır. Din ve devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında ilişkinin, karmaşık bir yapıya sahip olduğu söylenebilir. “Devletin işleyiş tarzını belirleyen ve devleti tüzel bir varlık olarak ortaya çıkaran birtakım faktörler bulunmaktadır.” 4 Devlet bu yönüyle, birleşik bir bütün olmasından ziyade farklı unsurların ve kurumların meydana getirdiği bir aygıt görevini üstlenmektedir. Din, ilk çağlardaki toplumların yaşam alanlarının bütününde fazlası ile kendini hissettirmektedir. Dinin bir inanç sistemi olmasının dışında birey, toplumsal yaşantısıyla ilgili belirli normlar ile sosyal sistemin meydana gelmesinde etkin rol alarak merkezi konuma yükselmektedir. Etkisi ve toplumsal konumu ile din, insanların bir arada kalmasını sağlayan bir çimento görevi de görmektedir. Dini kurallar, yazılı olmayan anayasa olarak hayatımızda yer almaktadır. Siyasi mekanizmanın en üst noktasında din adamlarının yer aldığı görülmekte ve din adamlarının tüm sosyal hayatı, dini kurallara göre belirledikleri bir sistem meydana getirdikleri söylenebilir. 1.1.3. Dinin, Birey ve Toplum Üzerindeki Etkileri “Din, insanlık tarihi kadar eskiye uzanır. Bireysel olarak dine inanmayanlara rastlanmıştır. Fakat bir toplumun tümüyle ateist olduğu görülememiştir. Din günümüzde de yükselen bir değer olmaya devam etmektedir.” 5 Toplum üzerinde dinin etkisinin yoğun olduğu kadar toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din 3 Okumuş, a.g.e., s. 111. 4 Niyazi Akyüz ve İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı (Selim Eren, Din Devlet Siyaset), Grafiker Yayınları, Ankara, 2013, s. 572. 5 Abdurrahman Güneş, “Sosyolojik Olarak Din ve Toplum İlişkileri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, Cilt: 24, Sayı: 1, 153-164, s. 153. 7 sosyolojisinin dinin içyüzü ile ilgilenmediği ve din sosyolojisinin temel alanını, dinin topluma yansımakta olan yönü oluşturduğu ifade edilmektedir. Dinin, ortaya çıktığı kültürel ve sosyal ortam göz önünde bulundurulmadan incelendiğinde, sosyolojik açıdan gerçek bir tespit yapılamamaktadır. “Devletin sosyal olgusu olarak, büyük siyasal bir topluluk şeklinde toplum yaşamının içerisinde yerini aldığı söylenebilir. Toplumun derinine kadar nüfus eden devleti, toplum ve bireyden ayrı düşünmek mümkün olmamaktadır.” 6 Günümüzde dinin, toplum ve birey üzerindeki etkilerine bağlı olarak devlet ve diğer kurumsal aygıtlarla ilişkilerinde birtakım değişiklikler meydana gelmektedir. Din ve devlet işleri, her ne kadar birbirinden farklı gibi görünse de kimi zaman birbiri ile çatışmakta, kimi zaman ise birlikte hareket etmektedirler. Devlet ve din ilişkilerinin, ne tam mücadele ne de tam birliktelik şeklinde olduğu söylenememektedir. Etkin bir şekilde dinin varlığını devam ettirebilmesi için devlete, devletin varlığını devam ettirebilmesi için ise dine ihtiyaç duymaktadır. “Devlet ile dinin, çatışma içinde oldukları düşünülse de devletin, kendi siyasal sistemini oluşturmak ya da kendisini güven altına almak amacıyla birçok sosyal kurumla ve özellikle de din ile sıkı ilişkiler içinde olduğu ifade edilebilir.” 7 Dinden aldıkları tavsiye ve emirlerle hareket etmekte olan inançlı insanlar, sergiledikleri davranışları ile sosyal hayatın bütün alanlarında bunu uygulamak istemektedirler. Bireylerin sosyal hayatında dini düşüncenin etkinliği, kendini ağır bir biçimde hissettirmektedir. Din ve devlet arasındaki mücadelenin başlama noktası da burası olmaktadır. Devletin, kurumlardan oluşan bir tepe örgütlenmesi olduğu ifade edilebilir. Devletin, kendisini oluşturan kurumların işlevleri ve yetki sahalarının bir kısmı, dinin talep ve örgütlenme alanına dahil olduğu edilmektedir. 1.1.4. Dinin Diğer Sosyal Kurumlarla İlişkisi “Genel olarak baktığımız zaman sosyal ve siyasi kurumlar varlıklarını sürdürebilmek için az veya çok olsun dini meşrulaştırmadan bir şekilde istifade etmişlerdir.” 8 Dini meşruiyetin, siyasi ve sosyal düzenin sürekliliğini sağladığı ifade edilmektedir. Din olgusunun toplum üzerinde bırakmış olduğu etkilerle kaosun ve toplumsal kargaşanın önüne geçilebilir. Meşruiyeti sağlayan bir düzene karşı 6 Aristoteles, Politika, (Çeviren: Mete Tuncay), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1990, s. 7. 7 Akyüz ve Çapcıoğlu, a.g.e., s. 574. 8 Mircae Eliade, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çeviren: Mehmet Aydın), Din Bilimleri Yayınları, Konya, 1995, s. 67. 8 çıkılması ve dinin yasallaştırılması, büyük ya da zor problemlerin çıkmasının göze alınmasını gerektirmektedir. Dinin toplumdan topluma değişiklik göstermesi, meşruiyet üzerindeki etkisinin de farklı düzeylerde olmasına neden olmaktadır. Meşruiyet aracı olarak yalnızca dini ve din adamlarını kullanmayan devletin, pek çok sosyal kurumdan da yararlandığı ifade edilebilir. Günümüzde toplumun çıkarlarının ve menfaatlerinin, meşruiyetin en önemli araçlarından biri olduğu belirtilmesinden dolayı dinin etkisinin olmadığının da düşünülmemesi gerekmektedir. Dini anlamak ve yaşamak için çaba gösteren bireylerden oluşan toplulukların, dini hayatlarına yardımcı olacağını düşündükleri hareketlere daha yakın durdukları söylenebilir. Toplumlarla din arasında, karşılıklı işbirliğine ve çıkarlara dayalı olan bir ilişki bulunmaktadır. “Devletin ya da siyasi iktidarın süreklilik kazanması, meşruiyetinin toplum katında göstermiş olduğu sürekliliğe bağlı olmaktadır.” 9 Toplumu meydana getiren sosyal kurumlara genel olarak bakıldığında, bütün sosyal kurumlar bir meşruiyet sağlayıcı tarafından desteklenmektedir. Toplum katında meşruiyet sağlayıcının etkisinin derecesi ne kadar büyükse kurumların varlığının da o kadar uzun olabileceği ifade edilmektedir. Toplumlarda meşruiyet sağlayıcının değerinin büyük olması sonucunda meşruiyet de o denli sağlam olmaktadır. Meşruiyet sağlayıcının geçici olması meşruiyetin zamanla etkisini yitirmesine neden olmaktadır. 1.1.5. Dinin İçtimai Yapısı ile Dinin, Hukuki ve Sosyal Kurallarla İlişkisi “Dinin hukuk üzerindeki etkisi ant içme, ilahi tecelli vb. şekillerde kendini gösterirken, hukukun din üzerindeki etkisi de dini birliğin örgütlenmesinde ve başkalarıyla ilişkilerinin tanziminde ağırlığım hissettiriyor.” 10 Farklı dini kültürlerin din olgusunu açıklamakta kullandıkları yöntemler, değişiklik göstermektedir. Din olgusu, kabul edilme yoluyla kendisine bağlanan ve inanan bireylerin toplum yaşantılarına da nüfuz etmektedir. Ahlak, amel ve inanç sistemleri bulunan dinlerin bir de cemaatleri, toplumsal yönleri ve teşkilatları da bulunmaktadır. Din olgusunun toplumsal yapısı, bu sistemlerin vazgeçilmez birer değer olarak görülmesi ve pratikliğe dökülmesi ile mümkün olmaktadır. Bireylerin dünyevi yaşamlarına yön veren sosyal, ahlaki ve hukuki kuralları da içeren dinin, yalnızca inançtan ibaret olmadığı söylenebilir. Din adına ortaya çıkan kuralların, yaptırımları ve bağlayıcı özellikleri de yer almaktadır. 9 Musa Taşdelen, Siyaset Sosyolojisi, Kocav Yayınları, İstanbul, 1997, s. 31. 10 Joachim Wach, Din Sosyolojisine Giriş, (Çeviren: Battal İnandı), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2006, s. 5. 9 “Dinin, sosyal bir kurum olarak en önemli işlevlerinden birisi, meşruiyet kazandırma yani yasallaştırma olmaktadır.” 11 Din olgusu, toplumsal tüm faaliyetler başta olmak üzere bireyin iç dünyasından başlayarak toplumsal ve siyasal düzeni kutsal referanslar çerçevesinde yasallaştırmaktadır. Meşruluğu sağlamak amacıyla dinden bir araç olarak yararlanılması, dinin siyasal alandaki en yoğun kullanılma biçimi olmaktadır. Hâkimiyetin yasallaştırılmasına dair bütün literatürde, din kavramına mutlaka yer verilmektedir. Kendine has bir mantığı olan dinin, beşeri olayları etkilemede de büyük bir gücü bulunmaktadır. “Meşruiyetin kökenlerine bakıldığında; dine ve ilahi emre uygun olan, yasal, kabul gören, dinin, toplumun ve kamu vicdanının doğru, geçerli ve haklı bulduğu eylem, davranış ve kuralı ifade eden meşru kelimesinden yapılmış olan ve kelime yönünden yasallık vb. anlamlarına geldiği söylenebilir.” 12 İfade edilen bu kavramlar çerçevesinde meşruiyetini oluşturamamış siyasi bir yönetimin mevcut olması ve yönetiminin sürekliliğini sağlaması mümkün olmamaktadır. Yönetimi elinde bulunduranların güçlerini mutlaka bir meşruiyet zeminine dayandırmaları gerekmektedir. 1.1.6. Dinin Meşruiyet Aracı Olarak Kullanılması ve Araçsallaştırılması “Meşruiyet, siyasal iktidarın varlık sebebi ve devam etmesinin tek güvencesidir. Siyasal iktidarın yasa, emir ve eylemlerinin birey ve toplum nezdinde kabul görüp uyulmasının tek dayanağıdır.” 13 İnsanlık tarihi boyunca dini, meşruiyet aracı olarak kullanmayan bir iktidardan söz edilememektedir. Dinden kendisini soyutlayan iktidarların dahi toplumsal birlik için dinin ritüellerini kullanmaktan kaçınmadıkları söylenebilir. Günümüze kadar gelen iktidarların bazıları, kendi dini ritüellerini oluşturarak bunları temel almaktadır. Dine siyasal iktidarı kutsayıcı bir özelliğin yüklenmesi, din olgusunun çok büyük bir meşruiyet kaynağı olmasının nedeni olmaktadır. Kutsallaştırıcı bir özelliği bulunmasından dolayı, siyasal iktidarların neredeyse tamamının dini bir meşruiyet aracı olarak kullandıkları ifade edilebilir. “Dinin araçsallaştırılması dinin, başka bir sosyal ve siyasal amacı gerçekleştirmek için bir ara kademe gibi kullanılması olarak ifade edilebilir.” 14 11 Yusuf Tekin, “Türk Demokrasi Tarihinin Vazgeçilmez Unsuru: Din (İslam)-Siyaset İlişkisi”, Demokrasi Platformu, 2008, Yıl: 4, Sayı: 14, s. 51. 12 Okumuş, a.g.e., s. 31. 13 Ejder Okumuş, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 98. 14 Yavuz Yılmaz, “Dinin Araçsallaştırılması”, http://www.ufkumuz.com/, (Erişim Tarihi: 27.04. 2016). 10 Toplumda meydana gelen bütün sosyal hareketlerde dinin bir yorumu esas alınarak ona göre bir ideoloji oluşturulmaktadır. Tarihsel süreç dinin, çeşitli düzeylerde başka ideolojileri temellendirmek için kullanıldığını göstermektedir. Dinin verdiği mesajın yıpratılmadan iyilik yönünde kullanılması, normal olmaktadır. Din insanlara, karşılarına çıkan sorunlarda hangi yöntemin takip edileceği ve hangi ahlaki ilkelere uyulması gerektiği konusunda yol gösterici olmaktadır. Toplumda sorun olarak görülen şey, iktidar kavgasında ve sosyal hareketlerde Allah rızasının önemsenmeyerek dinin başka amaçlar için kullanılıp araçsallaştırılması olmaktadır. Dinin araçsallaşmasını eleştiren bireylerin hepsinin, başka bir araçsallaştırmanın eşiğinde durdukları da bir gerçek olmaktadır. Dinin bir araç olarak kullanılması, yalnızca günümüzde geçerli siyasal bir davranış şekli olmamaktadır. Tarihin birçok döneminde din, amaca ulaşmak için araç olarak kullanılmaktadır. “Araçsallaştırmanın ilk adımı, dinin inanç kurallarının içerikleri boşaltılarak mevcut düzene uygun hale getirilmesidir.” 15 Ortaya çıkan bu durum, hangi amaç için uygulanırsa uygulansın sonuç değişmemektedir. Dinin yaşamda egemen olması ve araç olarak kullanılması arasındaki ince çizgiyi yalnızca ahlak ve niyetin belirlediği ifade edilmektedir. Dinin araç olarak kullanılması ve hayata hakim olması düşüncesi, dine ait olanla hareket etmektedir. İfade edilen bu düşüncelerden biri Allah rızasını, diğeri ise dünyalık için amaç edinmektedir. Kişiler tarafından din ve dine ait değerlerin çıkar sağlamak amacıyla kullanılması, durumun vehametini ortaya koymaktadır. Dinin araçsallaştırması, aslında dinin özüne de çok büyük zararlar vermekte ve dine yapılmış en büyük kötülük olarak nitelendirilmektedir. Yöneticilerin halkın kendilerine uymaları için dini kullandıkları ifade edilmekle birlikte kendilerine itaat etmelerinin, dinin bir emri ve gereği olduğunu savunmaktadırlar. İfade edilen bu anlayışın oluşmasında, din adamlarının ortaya koyduğu fikirlerin de etkisinin bulunduğu söylenebilir. “Dini değerleri araçsallaştıran; siyaset, kurumların iktidarlarını, kendilerini, yaptıklarını ve yapacaklarını yasallaştırmak için dine başvurmaları, dini bir araç olarak kullanmalarının ahlaki anlamda iyi bir şey yapıldığını göstermemektedir.” 16 Ortaya çıkan bir olgu, durum vb.nin meşru olması, ahlaki olarak da iyi olduğu anlamına gelmemektedir. Yasallaşmış olan bir durumun, ahlaki anlamda kötü olabileceği söylenebilir. Dinin, devlet veya siyaset için araçsallaştırılabildiği söylenebilir. Hükümetler, devletler ve hatta en diktatör yöneticiler dahi görevlerini sürdürebilmek 15 Yılmaz, a.g.e. 16 Okumuş, a.g.e., s .177. 11 için dini araç olarak kullanmaktadırlar. Dinin bu şekilde araç olarak kullanılmasında sosyal konumu itibari ile en iyi meşrulaştırma aracı olması büyük önem taşımaktadır. Dinin, belli kurum ya da gruplar tarafından araçsallaştırılması, kısa dönemde o grup veya kurumlara fayda sağlayabilir. Grupların ya da kurumların yaptığı araçsallaştırma, uzun dönemde hem dinin temel kurallarına zarar vermekte hem de zamanla dinin bozulmasına ve çatışma ortamı oluşturmasına neden olmaktadır. 1.2. İSLAMCILIĞIN GELİŞİMİ 1.2.1. İslamcılık Kavramı “İslamcılık; ibadet, ahlak, siyaset, İslami inanç, felsefe ve eğitim görüşü ile yeniden bir bütün olarak hayata hakim kılma arzusunu tanımlanmaktadır.” 17 İslamcılık, İslam toplumlarını karşılaşacakları her türlü sömürüden kurtarmak ve bir araya gelmelerini sağlamak amacına yönelik bir mefkure de olmaktadır. Fikri, ilmi ve siyasi çalışmaların teklif ve çözümlerinin bütününden oluşan bir hareket olarak ifade etmek de mümkün olabilir. “İslam’ın temel referans kaynaklarından hareket eden İslamcılık, yeni kavramı adı altında yeni bir insan, siyaset, dünya tasavvuru ve toplumu ile bunlara bağlı olarak evrensel bir İslam Birliği’nin oluşturulmasını hedefler.” 18 İslamcılığın ahlaki, ekonomik, entelektüel, devletlerarası, toplumsal ve politik bir hareket olduğundan da bahsedilmektedir. İslamcılık akımı, İslam’ın yeniden hayat bularak emir ve hükümlerinin uygulanmasını, aynı zamanda dünyanın toplumsal ve tarihsel durumunun İslam dinine göre yeniden yapılandırılmasını amaçlamaktadır. Modern bir akım olarak bilinen İslamcılığın, modernliğe bir cevap ve meydan okuma şeklinde de hayatımızda yer edindiği ifade edilmektedir. “Müslümanları ve İslam'ı inceleyen Avrupalı bilim adamları, yaptıkları incelemelerle İslamcılığın tanımını yapmaktadırlar.” 19 Kitle iletişiminin gerçekleştiği, eğitimin batıdaki gibi sınıfsal farklılaşmanın ortaya çıkmamasına rağmen 17 Mehmet Hanefi Bostan, "Said Halim Paşa: Hayatı ve Fikirleri", Yeni Hafta Dergisi, 1992, 25- 46, s. 32. 18 Ali Bulaç ve Yasin Aktay, “İslamcılık”, https://serdargunes.files.wordpress.com/2014/08/alibulac-mc3bcmtazer-tc3bcrkc3b6ne-ve-yasin-aktayin-islamcilik-tartismalari.pdf, (Erişim Tarihi:12.06.20 17). 19 Mümtaz Er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011, ss. 36-37. 12 yaygınlaştığı, okur-yazar oranının arttığı, aydın zümresinin doğduğu kültür ortamında dönüşüme uğrayan İslam fikrinin, İslamcılık olduğunu ifade etmektedirler. “İslamcılık fikrinin bir ideoloji haline gelmesi 19. yüzyılın sonlarında olmuştur. Tanzimat Fermanı'yla resmî olarak başlayan Batılılaşma hareketine ve Batıcı yazarların İslamiyet aleyhine yazmış oldukları yazılara bir tepki olarak ortaya çıkmıştır.” 20 19. yüzyıla kadar Osmanlı Dönemi’nde uygulanan kanunlarda ve kurulan kurumlarda, İslami temeller esas alınmaktadır. İslamcılık akımının temsilcilerinin; M. Akif Ersoy, Ahmed Naim, Said Halim Paşa ve Abdülhak Bağdadi olduğu bilinmektedir. Akımın temsilcilerinin, İslamcılık akımına bağlı olarak pek çok yayınları bulunmaktadır. Yayınlarının; Sırat-ı Müstakim daha sonrasında Sebilürreşad, Beyanü’l Hak, Livai İslam, Volkan vb. dergiler olduğu ifade edilmektedir. 1.2.2. İslamcılığın Tarihsel Gelişimi (Geleneksel İslamcılık) “İslamcılık akımı, geleneksel İslam toplumunun şartlarının olgunlaşma aşamasındayken Batılı bir düşünce tarzı olan ideoloji ile temasa geçilme sürecinde ortaya çıkmıştır.” 21 İslamcılık, İslami değerlerin benimsenmesini amaç edinmekte ve İslami düşüncedeki aydınların ideolojisi olarak da karşımıza çıkmaktadır. Batı'daki ideolojilerle etkileşime geçilmesi ile geleneksel İslam değerlerinin birleşmesi sonucunda İslamcılık; İslam'ın, ideolojik yapı içinde sistemli bir şekil alması ile oluşturulan düşünce sistemi olarak da tanımlanabilir.”22 İslamcılık, farklı ideoloji ve fikirlerle etkileşim içinde olmaktan kaçınmamaktadır. İslamcılığı diğer ideolojilerden ayıran en önemli özellik, Batı ile düşünce temasında her konuda İslamiyet'in ve Kur’an ile sünnetin temel kabul edilmesi olmaktadır.”23 Akım, diğer fikir ve ideolojileri kendi bakış açısı değerlendirmekle birlikte esas anlayışlarına uymayan görüşlerin değeri olmadığını vurgulamaktadır. “İslamcılık; 19. yüzyılla başlayan İslam düşüncesini, bir bütün olarak hayatın her alanına hakim kılmak, Müslümanları sömürülmeye karşı birlikte hareket etmeye sevk etmek, İslam dünyasını birleştirmek için çağın modern sistemlerini dini değerlerle yorumlayan fikri ve siyasi bir düşünce sistemi olmaktadır.” 24 İslamcılık fikrinin 20 Ercüment Kuran, "Siyasî İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu", İslami Araştırmalar Dergisi, 1993, Cilt: 7 Sayı: 1, 85-106, s. 96. 21 Türköne, a.g.e., s. 36. 22 Türköne, a.g.e., s. 29. 23 Mümtaz Er Türköne, "Cemalettin Afgani Meselesi", Bilgi ve Hikmet Dergisi, 1993, Sayı: 2, 75- 96, s. 91. 24 Türköne, a.g.e., s. 32. 13 doğması, İttihad-ı İslam düşüncesine dayandırılmaktadır. Küçük Kaynarca Antlaşmasının ortaya çıkardığı siyasi ve coğrafi tablo, Müslüman coğrafyasının içinde bulunduğu genel durum vb. gibi olayları ifade eden düşünce sistemine, İttihadı İslam denilmektedir. İslamcılık fikrinin, iki temel faaliyet üzerine inşa edildiği söylenebilir. Birincisinin, Müslümanların siyasal birliği düşüncesi yani İttihad-ı İslam olduğu bilinmektedir. İkincisinin ise çağı yakalamayı, tecdidi yenilenmeyi, ekonomi, eğitim, hukuk ve sanat gibi alanlarda ilerlemeyi ifade ettiği söylenebilir. 1.2.3. Geleneksel ve Siyasal İslam “Geleneksel İslam anlayışında devlet çok önemlidir, devlet çökerse millet de, din de yok olur. O yüzden bu devletin bir şekilde kurtarılması, yeniden ayağa kaldırılması gerekiyordu.” 25 Geleneksel İslamcı anlayışın, Osmanlı’nın son dönemlerinde Türkiye’de bulunan; Batıcılık, Türkçülük, Osmanlıcılık ve Siyasal İslamcılık gibi akımlarının arayışlarına yön veren bir düşünce sistemi olduğu da ifade edilmektedir. Siyasal İslam kavramı, devletin yönetim yapısında İslami öğelerin bulunması olarak tanımlanabilir. İslam dinini merkeze alan devlet yönetimlerindeki anlayış, sadece teokratik bir yönetim olduğunu ifade etmemektedir. Demokratik ülkelerin yönetim sistemlerinde de İslami öğelerin varlığından bahsedilebilir. Günümüzde Siyasal İslam, siyasi yaşamın merkezinde yer almaktadır. Ortaya çıktığı günden bu yana siyasal İslam anlayışı, gelişme gösterdiği süre boyunca ülkemizin ekonomik ve sosyo-kültürel durumlarından da etkilenmektedir. Siyasal İslam’ın içinde bulunduğu bu etkilenme süreci, onun hem sosyal hem de siyasi hayatını da etkisi altına almaktadır. Geleneksel İslamcılığın, toplumun açıklanmasına yönelik yapmış olduğu taraflı savunmalar ideolojik olarak görülmekte ve geleneksel İslamcılık, toplumdaki olumsuzlukları yapay gerilimler olarak değerlendirmektedir. Geçmiş, hal ve geleceği bir bütün olarak gören geleneksel İslamcılık anlayışıyla toplumlarda çatışma unsuru olarak görülen gerilimler, kendiliğinden yok olmaktadır.”26 “Türk muhafazakârlığının karşısına çıkarılabilecek olan oluşumun, kuşkusuz Siyasal İslamcılık olacağı düşünülmektedir.” 27 Cumhuriyetle siyasal İslamcılık 25 Hacı Hasan Saf, “Türkiye'de Yükselen Siyasal İslam'ın Postmodern Nedenleri”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2016, Cilt: 3, Sayı: 12, 104-119, s. 108. 26 Süleyman Seyfi Öğün, “Türk Muhafazakarlığının Açık İklimleri Üzerine”, Doğu-Batı Dergisi, 1998, Sayı: 3, 77-84, s. 75. 27 Ahmet Çiğdem, Taşra Epiği: Türk İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2001, s. 58. 14 arasındaki ilişki, Geleneksel İslamcılıkla modernitenin arasında bulunan ilişkiyle aynı yapıya sahip olmaktadır. Siyasal İslamcılık, bir cumhuriyet ideolojisi olmakla birlikte kendi varlığını da bu süreçte oluşturduğu söylenebilir. Fransız İhtilalı’na gerici bir tepki veren Geleneksel İslamcılıkta olduğu gibi Siyasal İslamcılık aydınları da Cumhuriyetle bir hesaplaşma yoluna gitmemişlerdir. 1.2.4. İslamcılığın Siyasallaşması (Siyasal İslam) “İslamcılığın siyasallaşma düşüncesi, II. Abdülhamit döneminde benimsenmeye başlamıştır. Öte yandan bu, İttihat ve Terakki siyasetini de etkileyen bir düşünce sistemidir.” 28 Osmanlı’nın meşruiyet zemininin aranması çalışmalarına yanıt vermek amacıyla siyasal İslam’ın, zamanla panislamist bir düşünceye doğru kaydığı söylenebilir. 2. Abdülhamit zamanında siyasal İslam düşüncesinin, iç ve dış politikada etkili olabilecek bir araç konumuna getirilmeye çalışıldığı ifade edilmektedir. İç politika uygulamalarında, Araplara yakınlık gösterildiği ve hilafetin üstün bir değer olarak görülmesi için çaba sarf edildiği söylenebilir. Dış politikada ise Arap ülkeleri ile hacca değer verildiği, Hicaz demiryolu için planlanan projenin uygulamasına geçildiği ve mülki amirlerin maaşlarına zam yapıldığı ifade edilmektedir. İslamcılık, ideolojik ve siyasal bir hareket olarak postmodernizmle pek çok noktada birleşmekte, ancak pek çok noktada da karşı karşıya gelmektedir. Modernizmin eleştirisinin yapılması noktasında postmodernizm ve İslamcılık anlayışı, ortak bir paydada birleşmektedirler. İslamcılık, modernizme karşı yapmış olduğu eleştirileri ile karşıt bir modernleşme kültürünü ortaya koymak istememektedir. Modernizme karşı yaptığı eleştirilerinde İslamcılık, bu nedenle ahlaki yozlaşma ya da maddecilik kavramları üzerinde durmakla birlikte buna karşı alternatif bir siyasal ve toplumsal proje de ortaya atmaktadır. “19. yüzyıl boyunca Osmanlı aydınları farklı platformlarda yer alarak, bunalımı atlatmak için çözüm yolları aramışlardır.” 29 Aydınların basında, birbirlerine zıt görüşleriyle ciddi çekişme ve tartışma içine girdikleri de söylenebilir. Ortaya attıkları düşünceleriyle de zaman zaman devlet idarecilerine etkilemekte ya da yönetim mekanizmasında görev alarak fikirlerini uygulama fırsatı bulmaktadırlar. Osmanlı’da bu anlamda yapılan ilk ciddi ıslahat programının, devlet eliyle 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı olduğu ifade edilmektedir. Yapılan bu teşebbüs, Osmanlı’nın Avrupa'nın temsil ettiği medeniyet seviyesine ulaşmak istemesi ve imparatorluk 28 İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Risale Yayınları, İstanbul, 1986, s. 94. 29 Mehmet Saffet Sarıkaya, “Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış Arayışlar”, İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 97-111, s. 104. 15 içerisinde bulunan halkları bir arada tutacak dayanışmanın sağlanmasını amaçlamaktadır. “Tanzimat Fermanı’yla Osmanlı Devleti yeni bir değişimin ifadesi olarak yapılan düzenlemelerin şer-i şerife uygunluğunu savunmasına rağmen, bunu kamuoyuna anlatmakta zorlanmıştır.” 30 1850 Ticaret Kanunnamesi ve 1858'de Fransa'dan ithal edilen Ceza Kanunnamesinin, Ulul-Emrin yetkisine verilen örf ve tazir sahasına ait olduğu kabul görmektedir. Tanzimat Fermanı’yla birlikte İslam, siyasi bir muhalefet aracı olarak politik ve ideolojik bir söylem haline gelmektedir. Osmanlı devlet yöneticilerinin Avrupa’yı yakalamak için ortaya koydukları yenilenme hareketlerinin iyi anlaşılamamasından ve halkın eğitim seviyesinden dolayı, İslamcılığın siyasallaştığı ifade edilmektedir. İslamcılığın tepkisel bir anlayışa dönüşerek, siyasi bir söylem ve simge haline geldiği söylenebilir. "Bu söylemler, 1860‟lı yıllardan itibaren giderek artan gazete yayımcılığıyla kamuoyuna sunulmuş, resmi ideolojiden farklı yeni siyasi söylemler dile getirilmeye başlanmıştır. Tercüman-ı Ahval, Muhbir, Basiret, İbret, Hürriyet, ‘Ulûm gibi gazeteler siyası sürecin gelişmesine önemli katkılarda bulunmuşlardır. Bu dönemdeki yazılarıyla dikkati çeken Ali Suavi (1878) ve Namık Kemal (1888) Siyasal İslamcı (Yeni Osmanlıcı) düşüncenin ilk temsilcileri olarak gösterilebilmektedir."31 1.2.5. İslamcılık Akımını Tetikleyen Etmenler “Geleneksel bilgi kaynaklarına dönülmesi ile birlikte devletin birliğinin sağlanmasını amaçlayan İslamcılık akımı, Batılılaşmaya ve Batı’ya karşı yapılan bir eleştiri olmaktadır.” 32 İslamcılığın, geleneksel kaynaklara gönderme yapılmasıyla beraber İslam dininin yapmış olduğu yanlış uygulamaları da eleştiren bir reform hareketi de olduğu söylenebilir. İslamcılık, siyasal bir proje olmakla birlikte devleti, Batı’nın elinde bulundurduğu askeri teknolojisi ve bilimi ile güçlendirmeyi amaçlamaktadır. İslamcılık aynı zamanda, devleti tekrar düzenleyerek içte ve dışta kaybetmiş olduğu bütün saygınlığını geri kazandırmayı da amaçlamaktadır. Dinsel bir proje olarak ise İslamcılık, devleti yasallaştıran İslam dinini, Batılı kalkınma ve ilerleme kavramları ile İslami meşruiyetini sağlayacak biçimde tekrar yorumlamayı ve 30 Taha Akyol, Medine’den Lozan’a, 1. Baskı, AD Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 30. 31 Sarıkaya, a.g.e., s. 3. 32 Zerrin Kurtoğlu, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset- Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 202. 16 yenilemeyi de planlamaktadır. İslamcılık akımı, Batı’nın karşısında gerilemenin engellenmesi ve İslam aleminin eski gelişmiş dönemlerine dönebilmesi açısından ortaya çıkarılmıştır. “İslamcılık, 19 ve 20. Yüzyıl şartlarında dini ve siyasi düşünce akımı olarak ortaya çıkıp; İslamiyet ve Müslümanları yeni bir tecdid, ıslah, ihya hareketi içinde şuurlanmayı gaye edinen bir hareket olarak nitelenebilir.” 33 Çağdaş İslam düşüncesi, modern çağın ve sanayileşmenin de etkisiyle ortaya çıkan gelişmelerle birlikte yayılmaya başlamaktadır. İslamcılar, Müslüman halktan oluşan ülkelerde İslamiyet’i egemen kılarak İslam alemini, ortak düşünce ve duygular çerçevesinde birleştirmeyi amaçlamaktadırlar. İslamcılığı hazırlayan ve ortaya çıkmasını sağlayan pek çok etmen bulunmaktadır. İslamcılığı ortaya çıkaran etmenlerin en önemlisi, Osman Devleti’nin dağılma ile karşı karşıya olması olmaktadır. Parçalanma tehlikesi ile karşı karşıya olan Osmanlı’nın aydınları, birçok yeni arayışa yönelmiştir. Osmanlı aydınlarının aynı zamanda, Batı’ya benzer ideolojilerin de etkisi ile İslam’dan taviz vermeden toplumu bir arada tutmayı sağlayacak İslamcılık fikrinin doğmasına neden oldukları söylenebilir. 1.3. İSLAMCILIK FİKRİ DÖNEMİ İSLAM DÜNYASI “İslamcılık anlayışını benimseyen aydınları belirli bir çerçeve içerisine alarak bu fikri belirli kişilere mal etmek mümkün olmamaktadır.” 34 Müslümanların farklı fikirlere sahip olması, doğal bir durum olmaktadır. Müslüman coğrafyalarda yaşayan halklar, farklı dönemlerde farklı düzeylerde zorluklar yaşadıkları yaşamaktadırlar. Yaşanan farklı yaşam ve sıkıntılar, farklı sorunları ve yeni çözüm önerilerini de beraberinde getirmektedir. İslam coğrafyasında bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere rastlandığı gibi sömürgecilikten kurtulmak amacıyla mücadele veren ülkelere de rastlanmaktadır. İslam coğrafyasındaki ülkeler arasında tek istisna olarak, Osmanlı Devleti yer almaktadır. Osmanlı Devleti’nin istisna olarak ele alınmasındaki sebep, tek bağımsız İslam Devleti konumunda yer alması olmaktadır. Osmanlı Devleti’ndeki İslamcılık hareketlerinin, devletin parçalanmasını engellemek ve Avrupa Devletleri karşısında güçlü konuma getirmek amacıyla ortaya atıldığı ifade edilmektedir. Bu bölümde de İslam coğrafyasında yer alan bazı ülkelerin genel durumları incelenecektir. 33 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991, s. 326. 34 Davut Dursun, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Beta Basım Yayın, İstanbul, 1992 s. 67. 17 1.3.1. İstanbul ve Anadolu “2. Abdülhamit dini düşüncelerini sadece merkezden uzak eyaletlerde değil, her noktada ve her alanda kullanmak istemiştir. Bilhassa İstanbul ve Anadolu’daki faaliyetlere daha fazla itina göstermiştir.” 35 Dini kurumlara sağlanan imkânlar arttırılarak, din adamlarının vaziyetlerinin iyileştirilmesi amaçlanmaktadır. Mevlevi, Halveti, Rufai ve Kadiri gibi tarikatlara alaka gösterilerek, toplum üzerinde saygınlıklarının arttırılması da amaçlanmaktadır. Abdülhamit döneminde ayrıca; medrese, cami ve tekkelerden başka çeşme vb. yerlerin de onarımı yoluna gidildiğinden söz edilmektedir. 2. Abdülhamit’in, dini alanlar üzerinde yaptığı yenilikler sonucunda halk tarafından çok sevildiği ve desteklendiği ifade edilmektedir. Çalışma hayatında da ibadetlerin rahatça yapılabilmesi için mesai saatlerinin düzenlendiği ve bununla da çalışanların ibadetlere teşvik edilmesinin amaçlandığı söylenebilir. Abdülhamit döneminde ayrıca, ülke genelinde dini kitapların basımına özen gösterildiği ve İstanbul’un bazı mahallelerinde içki satışları da yasaklanmıştır. Birlik ve İslam düşüncesinin halka doğru şekilde aşılayabilmek için Osmanlı’nın merkezi konumunda olan İstanbul ve Anadolu’da yapılan uygulamalara daha çok özen gösterilmektedir.”36 1.3.2. Hindistan ve Güneydoğu Asya “Osmanlı Devleti'nin Güneydoğu Asya ile olan ilişkisi Kanuni döneminde Hint Okyanusuna düzenlenen seferlerle başlamış ve daha sonra yaşanan gelişmelerle bir süre devam etmiştir.” 37 19. yüzyılda sömürgecilik ve işgal faaliyetleri, pek çok alanda kendini göstermektedir. İşgal ve sömürgecilik faaliyetleri Hindistan’ın; Singapur, Sumatra, Cava, Seylan ve Borneo gibi coğrafyalarında da etkilerini sürdürmektedir. Osmanlı Devleti’nden Batı’nın baskısı ve gücü karşısında yardım isteyen bölge Müslümanlarının, ilk dönemlerde istedikleri yardımı alamadıkları ifade edilmektedir. 2. Abdülhamit daha sonraki dönemlerde gelişmeleri yakından takip ederek, Müslüman halktan gelen yardım talebine olumlu yanıt vermiştir. 35 Cezmi Eraslan, Doğruları ve Yanlışlarıyla II. Abdülhamid, Nesil Yayınları, İstanbul, 1996, s. 771. 36 Azmi Özcan, İttihad-ı-ı İslam, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2001, s. 472. 37 Mahmut Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119, s. 103. 18 “Güneydoğu Asya'daki Müslümanlara ilişkilerini geliştirmekte kararlı olan Osmanlı yönetimi işe şehbender tayinleri ile başlamıştır.” 38 Müslüman halkın yoğunlukta olduğu bilinen Singapur’a yerel halkın içinden bir konsolosun seçildiği bilinmektedir. 2. Abdülhamit’in, Güneydoğu Asya’da önem verdiği bir diğer konu da bayram, doğum günü vb. özel günlerde karşılıklı tebrikleşmeye itina göstermesi olmaktadır. Osmanlı Devleti’ni bu bölgelerde temsil eden memur sınıfının, İslam’a aykırı şekilde davranmalarına müsaade edilmeyerek görevlerinden alındıkları ve yerlerine, İslami duyarlılığı yüksek olan memurların getirildiği ifade edilmektedir. Güneydoğu Asya’da yaşayan Müslüman halkın bilinçlenmesi adına, Kur’an-ı Kerim ile birlikte pek çok dini içerikli kitap da dağıtılmıştır. “İngiltere'nin zengin bir coğrafyaya sahip olan Hindistan üzerindeki etkisi 19. yüzyılla birlikte artmış ve nüfuzu gün geçtikçe güçlenmiştir.” 39 Hindistan’da yer alan Babür Devleti'nin yıkılmasıyla birlikte hilafeti elinde bulunduran Osmanlı Devleti’ne karşı Hıristiyan bir devletin idaresine giren Müslümanların, ilgilerinin artarak bir gönül bağına dönüştüğü ifade edilmektedir. İngilizlerin, 1870'lerin sonlarına doğru Osmanlı politikalarının değişmeye başlaması üzerine 2. Abdülhamit’in Hindistan’da bulunan Müslümanlarla yakından ilgilenmeye başladığı söylenebilir. 2. Abdülhamit, eline geçen bu fırsatı en iyi şekilde değerlendirmekte tereddüt yaşamamaktadır. Hindistan’da yaşayan Müslümanların Osmanlı'ya verdikleri desteği ve gösterdikleri yakınlığı İngilizlere karşı kullanan Abdülhamit’in, ilk önce diplomatik kanalları tercih etmektedir. Padişah, Bombay'da kurduğu başkonsolosluğun yapmış olduğu çalışmalarla bölgedeki temsilciliklerini de arttırmayı amaçlamaktadır. Abdülhamit’in bu sayede bölgedeki faaliyetlerini ve Hindistan’da bulunan Müslüman halk üzerindeki etkinliğini de artırmayı amaçlamaktadır. Osmanlı padişahının amacına yönelik olarak, Madras Karaçi ve Kolombo gibi önde gelen ticaret merkezlerinde fahri konsolosluklar açtığı söylenebilir. "Seylan'ın Kolombo ve Gal şehirlerine ve Endonezya'daki Müslümanların haklarını korumada onlara yardımcı ve yol gösterici olmak için Cava Adası'nda şehbenderlik kurulmuştur.” 40 Kurulan bu konsolosluklar, bölgede yaşayan Müslüman halk ile temaslarda bulunarak halkın Müslümanların halifesinden beklentilerini, sıkıntı ve sorunlarını ortaya çıkarmayı amaçlamaktadırlar. Halkın isteklerini belirleme sürecinde Müslümanların maneviyatının arttırılması ve halifeye bağlılıklarının da 38 İsmail Hakkı Göksoy, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Devleti’nin Güneydoğu Asya Bölgesi İle İlişkileri, Devr-i Hamid, III, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011, s. 47. 39 Akpınar, a.g.e., s. 103. 40 Akpınar, a.g.e., s. 105. 19 sağlanması amaçlanmaktadır. Konsolosluklar için halkın ileri gelenlerinden kişilerin seçilmesi, halkın daha çok ilgi göstermesine ve bağlanmasına neden olmaktadır. 1.3.3. Uzakdoğu (Japonya ve Çin) “1867 devriminden sonra büyük bir çıkış yapan Japonya ile Osmanlı Devleti'nin ilk münasebetleri Japon Dışişleri Bakanlığı Kâtibi Fukuchi Genichiro'nun 1871'de İstanbul'a gelmesiyle başlamıştır.” 41 Genichiro’nun ziyaretinden yedi yıl sonra Japon savaş gemisi olduğu bilinen Seiki, Avrupa’ya yapmış odluğu seyahati sırasında İstanbul’u da ziyaret etmek istemektedir. Seiki’nin yapmış olduğu bu talep üzerine, iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden canlandırılması yolunda adım atıldığı söylenebilir42 . Osmanlı ve Japonya arasında, 1896 yılında yapılması amaçlanan ticaret anlaşması için müzakereler başlamıştır. Osmanlı’nın, Japon yetkililerin istemiş oldukları bazı adli konulardaki taleplerini kabul etmemesi üzerine anlaşmanın sağlanamadığı ifade edilmektedir. Japonya ile ticaret anlaşmasının yapılamadığı ancak bir süre sonra konsoloslukları ilgilendiren bir anlaşmaya varıldığı ifade edilmektedir. Japonya’nın, Kore ve Mançurya bölgelerinde Rusya ile savaştığı ve Rusları büyük bir yenilgiye uğratarak bütün dünyanın dikkatini çektiği söylenebilir. Japonya’nın bu galibiyeti, Osmanlı hükümeti ve basını tarafından da büyük bir sevinç içinde karşılanmaktadır. Osmanlı’nın bu olayda büyük sevinç yaşamasının nedeni, 2. Abdülhamit’in Rusya’nın kuvvetlerinin pek çoğunu Uzak Doğu’ya göndermesinin, Karadeniz’deki savunma gücünü azaltacağını düşünmesi olmaktadır43 . “Ertuğrul adlı Osmanlı firkateyni Asya'da bazı Müslüman kentlerini de ziyaret ederek Japonya'ya gidecekti. Gemi uğradığı limanlarda Müslüman halkın yoğun ilgisiyle karşılanmış, bazı Müslümanlar bağımsız Müslüman toprağı diye Ertuğrul gemisinde namaz kılmışlardır.” 44 Uğradıkları limanlarda Ertuğrul Fırkateyni ve mürettebatının sevgi ve coşku ile karşılanması, 2. Abdülhamit'in uyguladığı politikalarının işe yaradığının kanıtı olarak değerlendirilebilir. Ertuğrul Firkateyni, 16 Eylül 1890 tarihinde dönüş seyahati sırasında tayfuna yakalanarak Kıshu Kashinozaki Burnu'nda battığı ifade edilmektedir. Japonlar, kazaya maruz kalan yolcuları kurtarmak için çok çaba sarf etmektedirler. Osmanlı Devleti, yardım eden Japon haklına şükranlarını sunarak onları ödüllendirmiştir. İki Japon savaş gemisiyle 41 Hee Soo Lee, İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması: Kore’de İslamiyet’in Yayılması ve Kültürel Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1988, s. 208. 42 Tadahisa Takahashi, “Türk-Japon Münasebetlerini Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1982, Sayı: 18, 124-148, s. 128. 43 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 463. 44 Akpınar, a.g.e., s. 108. 20 gazilerin daha sonra İstanbul'a getirildiği ve şehit yakınları için de yardım kampanyalarının düzenlendiği söylenebilir. “Çin'e "1842 Nankin Antlaşmasıyla Batılı güçler tarafından nüfuz alanlarına bölünmüş ve sömürüye açılmıştır.” 45 Osmanlı Devleti de buna bağlı olarak hilafetin gücünü kullanarak, Avrupa’nın en büyük sömürge alanı olan Çin’den yararlanmayı amaçlamaktadır. Osmanlı’nın bu bağlamda, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Çin hükümeti ile ilgilendiği söylenebilir. Çin’de Müslüman halkın milyonlarla tanımlanması ve halife adına da hutbe okutulması, Osmanlı’nın İslam Birliği düşüncesini tetikleyerek devleti bir beklenti içine soktuğu ifade edilmektedir. Çin hükümetinde, 20. yüzyılın ilk yıllarında Batı’daki güçlere karşı tepkiler meydana gelmeye başlamıştır. Kısa zamanda örgütlenen Çin halkının, sömürgeci devletlere karşı mücadeleler verdiği ve pek çok kanlı cinayete de yol açtığı ifade edilmektedir. Müslüman halkın da Çin’de gerçekleşen bu eylemlere katılmasından endişe duymakta olan Almanya’nın, Osmanlı halifesinden yardım talebinde bulunduğu da söylenebilir. 1.3.4. Arap Yarımadası (Basra, Hicaz ve Yemen) “Müslümanların kutsal bölgesi Hicaz, doğunun fatihi Yavuz Sultan Selim döneminde Mercidabık ve Ridaniye seferleri sonucunda Osmanlı topraklarına dâhil edilmiştir.” 46 Osmanlı, kutsal şehirler olarak bilinen Mekke ve Medine’nin Hicaz bölgesinde yer almasından dolayı bu bölgeye ayrı bir ilgi duymaktadır. Gösterilen bu ilginin, devletin yönetiminin bozulmasından sonra ihmal edildiği söylenebilir. Devlet yönetiminin bozulanından sonra, İngilizlerin faaliyette bulunmalarına neden olacak derecede siyasi boşluklar meydana gelmiştir. Osmanlı Devleti’nin Hicaz bölgesinde yapmış olduğu düzenlemelerin arasında; asayişin sağlanması, güvenliğin arttırılması ve hacıların gidiş gelişlerinin kolaylaştırılması yolunda önlemlerin alınması gibi pek çok olay yer almaktadır. Alınan önlemlerle; Rus, Fransız, İngiliz ve Hollandalıların, Hicaz’a gelen Müslüman hacılara yapacakları saldırılar önlenmektedir. Hicaz’da salgın ve bulaşıcı hastalıklara karşı karantina bölgeleri oluşturularak, Hicaz’a doktor ve eczacıların gönderilmesi planlanmaktadır.”47 45 Mahmut Akpınar, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119, s. 110. 46 Akpınar, a.g.e., s. 92. 47 Mehmed Şakir Bey, Halife II. Abdülhamit’in Hac Siyaseti, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009, s. 83. 21 “2. Abdülhamit döneminde 1895 yılına değin pek düzenli olmasa da bazı önlemler alınmıştır”48 . Bölgede karışıklık ve huzursuzluk çıkarmayı amaçlayan İngilizlerin yaptıkları propagandalara karşı güvenlik en üst seviyede tutulmaya çalışılmaktadır. Sömürge altında bulunan ülkelerden gelen Müslümanlardan fazla ücret alınmamaya dikkat edilerek çok fakir olanlara da devletin yardımda bulunduğu ifade edilmektedir. Hicaz’da bulunan tarikat şeyhlerine ve kabile şeflerine aba, nişan, hilat, rütbe ve saatler ihsan edilerek devlete sıcak bakmalarının sağlanması amaçlanmaktadır. “2. Abdülhamit'in faaliyetleri sadece bunlarla sınırlı değildi. Padişah, hacla ilgili düzenlemelerin yanı sıra Hicaz Demiryolu projesini gündeme getirmiştir.” 49 İslam Birliği siyaseti bünyesinde 2. Abdülhamit'in gerçekleştirdiği en önemli ve en dikkate değer çalışma olarak vasıflandırılan Hicaz Demiryolu projesinin, umulanın aksine çok kısa bir sürede sonuca kavuşturulduğu söylenmektedir. Projenin ortaya çıkarılma aşamasında; dini, askeri, ekonomik ve siyasi sebepler etkili olmaktadır. Hicaz Demiryolu hattının, tamamen yerli sermaye ve teknoloji ile inşa edildiği öne sürülmektedir. Yerli teknoloji ve sermaye için bütün Müslümanlardan bağış talep edilmekte ve bu talep de muazzam bir karşılık görmektedir. “Hicaz Demiryolu Hattı’nın hizmete açılması, İslam dünyasında çok büyük bir coşkuya sebep olmaktadır.” 50 Dünyada çeşitli bölgelerde yaşayan Müslüman halkın telgraf, mektup ve hatta şiirler yoluyla padişaha şükranlarını sundukları ifade edilmektedir. Halkın da yararlanabileceği bu tarz hizmetlerin ortaya çıkarılması, yönetime bağlılığı sağlayarak minnettarlık duygusunun ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Ortaya çıkarılan hizmetler de yönetim ile halk arasındaki bağlılığın artmasını ve ilişkilerinin gelişmesini sağlamaktadır. İslam topraklarının büyük bir kısmı, Hicaz demiryolu vasıtası ile birbirine bağlanmaktadır. Bu başarı tüm Müslüman toplumlarda olumlu bir atmosferin oluşmasına katkı sağlayabilir. Devletlerde otorite boşluğu ve adaletsiz uygulamalar, dış devletlerin işine gelmektedir. Dış devletler, yaptıkları propaganda faaliyetleriyle devletlerin itibarını sarsmaya çalışmaktadırlar. İngilizler bu doğrultuda faaliyet göstermekte, 2. Abdülhamit’in devletin gücü ölçüsünce gerekli önlemleri almakta ve birçok alanda da başarılı olmaktadır. 48 Eraslan, a.g.e., s. 339. 49 Gökhan Çetinsaya, İsmi Olup da Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamit’in Pan-İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme, Osmanlı, VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s. 380. 50 Cezmi Eraslan, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995, s. 271. 22 1.3.5. Kuzey Afrika (Mısır, Tunus, Fas ve Trablusgarp) “2. Abdülhamit İslam beldelerini tamamen yitirmemek ve Osmanlı’yla olan bağlarını yeniden tesis etmek ve daha güçlü hale getirmek için büyük gayret sarf etmiştir.” 51 Osmanlı, hem Mısır’da tam anlamıyla devre dışı kalmamak hem de İngilizlerin Mısır’ın boşaltılması konusunda kamuoyunun oluşturulmasına önem vermektedir. 1892 yılında Tevfik Paşa’nın yerine sadrazamlık görevine gelen Abbas Paşa’nın, Osmanlı idaresine daha samimi davrandığı ve Mısır’ı Osmanlı’ya yaklaştırmaya çalıştığı ifade edilmektedir. Trablusgarp’ta gerek Şazeli tarikatının gerekse Senusilerin de etkilerinin olduğu söylenebilir. Senusilerin lideri olarak bilinen El-Mehdi, halifeye saygı duyduğunu dile getirse de bulunduğu bölgeye yönelik kişisel planları da bulunmaktadır. “Bölgede statükoyu korumaya çalışan 2.Abdülhamit, El-Mehdi'nin çalışmalarından rahatsızlık duyduğu için bu bölgede de Şeyh Zafiri ile beraber hareket etmeyi uygun görmüştür Padişahın otoritesini güçlendirmek adına bölge için yaptığı reform ve düzenlemeler El-Mehdi ile aralarındaki soğukluğun sürmesinde etkili oldu.” 52 Osmanlı, Medeniye tarikatı tarafından İstanbul’dan yürütülen faaliyetlerde, Müslüman dayanışmasını sağlamayı amaçlamaktadır. Medeniye tarikatıyla çok yakın ilişkiler içinde olan 2. Abdülhamit, İslam’ın varlığının önemini de düşünerek Sesunileri desteklemektedir. 2.Abdülhamit, İtalya ile yapılan mücadelelerde Sesunilere silah yardımında bulunmuştur. Kuzey Afrika’dan geriye kalan toprakların, Abdülhamit tahttan indirildikten sonra elde tutulamadığı söylenebilir. 1.3.6. Orta Asya “2. Abdülhamit'in İslam Birliği politikasında ilgilendiği önemli bölgelerden birisi de Orta Asya'dır. Ancak buradaki faaliyetlerin çok basit kaldığı ortadadır.” 53 Türkistan’da din adamları ve yerel liderlerin aracılığıyla İslam Birliği düşüncesine dikkat çeken 2. Abdülhamit, İngiliz ve Rus baskısını hafifleterek onları tedirgin etmek istemektedir. İngiliz ve Rusları tedirgin etmek adına, Türkistan’dan gelen Müslüman hanedanlığının üyelerinin iyi bir şekilde ağırlandığı ve taleplerinin karşılanması için çaba sarf edildiği söylenebilir. Orta Asya’dan gelen hacılara manevi ya da maddi anlamda kolaylıklar sağlanarak, ülkeye gelen din ve ilim adamları en iyi şekilde ağırlanmıştır. 51 Hayrettin Yücesoy, Senusilik Sufi Bir İhya Hareketi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985, s. 152. 52 Eraslan, a.g.e., s. 114. 53 Çetinsaya, a.g.e., s. 386. 23 “Rus yönetimi altında bulunan bazı Müslümanlar, Osmanlı’ya sığınmak istemektedirler.” 54 Osmanlı da kendine sığınmak isteyen bu Müslümanların haklarını ve mallarının güvenliğini sağlamak için hiçbir girişimden kaçınmamaktadır. Türkistan’dan gelen göçmenlerden çiftçilik kurmak isteyenlere; tohum, hayvan ve toprakların dağıtılmıştır. Osmanlı Devleti, kendine sığınan Müslümanlara elinden gelen desteği esirgememektedir. Osmanlı’nın din anlayışını ön planda tutarak gerçekleştirdiği siyasi yaklaşımlarının, uluslararası platformda belli bir zaman etkili olduğu ifade edilebilir. 54 Alaaddin Yalçınkaya, Sömürgecilik ve Panislamizm Işığında Türkistan 1856’dan Günümüze, Timaş Yayınları İstanbul 1997, s. 183. 24 İKİNCİ BÖLÜM OSMANLI’DA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ, ABDÜLMECİD DÖNEMİ, TANZİMAT VE ISLAHAT FERMANLARININ DİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ İLE SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ 2.1. OSMANLI İMPARATORLUĞUNDA DİN VE SİYASET İLİŞKİSİ (1299-1922) 2.1.1. Osmanlı Kuruluş Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1299-1453) “Osmanlı Devleti bir imparatorluk durumuna ulaşmasında en büyük payı gaza geleneğinin öncüsü durumdaki Alperenlere borçludur.” 55 Alperenler, Ahmet Yesevi’nin öğretisi ile birlikte Anadolu’daki uç beyliklere oradan da Balkanlara kadar olan kesimin hem İslamlaşması hem de Türkleşmesi açısından çok büyük bir rol üstlenmektedirler. İmparatorluğun mihenk taşı konumunda olan bu dervişler, beylerin de en büyük destekçisi olmaktadırlar. Alperenlerin yanında Türk beyliklerinin kuruluşunda etkili olan Sufi İslam anlayışı, Osmanlı’nın kuruluşunda da etkili olmaktadır. Osmanlı döneminde ayrıca, Babailerin ve Ahilerin etkisinin yoğun olduğu söylenebilir. Osmanlı’nın kurulma aşamasında kökleri atılırken, büyük oranda Ahi reislerinden ve Ahilikten yararlanılmıştır. Osman Bey’in kayın pederi olan Şeyh Edebali’nin, Ahiliğin en büyük reislerden biri olduğu ifade edilmektedir. Osmanlı’nın kurulduğu yıllarda dini yapılardaki en önemli özelliğinin, dini yapıların kelam veya fıkıh üzerine değil de gaza ruhuna uygun olarak göçebe asabiyetine daha kolay cevap verebilen, ağırlıklı olarak ahlaki ve tasavvufi bir temele dayandırılmış olması olduğu söylenebilir. “Fakat bir kanun devleti olma hüviyetini hiçbir zaman kaybetmeyen Osmanlı beyleri devlet geliştikçe ve merkezileştikçe İslam’ın fıkhından, yani kanun alanından daha çok yararlanmayı uygun görmüşler ancak kontrolü de elden bırakmamışlarıdır.” 56 Osman Bey ve Orhan Gazi’nin Türkmen gelenekleri ile harmanladığı Sünnilik ile diğer dönemlerde işlenerek medrese kültürüyle meydana getirilen Sünnilik aynı olmamaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilerleyen yıllarında Medrese İslamı, etkisini arttırmaktadır. Medrese İslamı’nın etkisini arttırmasından dolayı, Osmanlı’nın ilk başlarda sergiledikleri hoşgörülü yaklaşım, yerini daha kuralcı bir Ulema İslam anlayışına terk etmektedir. Yaklaşımlarında meydana gelen değişimlerin sebebinin de Osmanlı’nın, gelişen ve değişen olaylar karşısında dine bakış açısında meydana gelen farklılıklar olduğu söylenebilir. Merkezileşme süreci yaygınlaştıkça, fıkhi taraf daha ağır basmaktadır. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllara nazaran Heterodoks 55 Taha Akyol, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999, s. 27. 56 Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014, s. 6. 25 İslam’ın etkilerinden uzaklaşması, devletin Türk geleneklerinden edinmiş olduğu hukuk ve kanun anlayışına verdiği önemden kaynaklanmaktadır. Heterodoks İslam anlayışının kural tanımayan ve mistik bir özellik taşıdığı ifade edilmektedir. Osmanlı’nın büyük önem verdiği kanun ve hukuk, Heterodoks İslam anlayışında çok fazla yer almamaktadır. 2.1.2. Fetret Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1402-1413) “1402 Ankara Savaşı’nın sonuçları hem Osmanlı hem de Anadolu açısından yıkıcı olmuştur. Moğol İstilası toplumun inanç sistemini temelden etkilemiş ve devlet otoritesiyle beraber milletin kendine olan inancıda dibe vurmuştur.” 57 Toplumun inanç sisteminin yerle bir olması ile birlikte toplum, dünyayla değil manayla ilgilendiği düşünülen mistik âlemde aranmak istemektedir. Toplumun; millet, dergah ve tekkelerde toplanarak oluşan bu olumsuzluğa çare aradıkları söylenebilir. Osmanlı Devleti’nde meydana gelen olumsuz şartlara rağmen veliler artış gösterse de devlet geleneğine olan bağlılık dolayısıyla medreselerin üstünlükleri korunmaya devam edilmektedir. Devlet geleneğine bağlı olan Osmanlı halkının bu bağlılığından dolayı devlet ile din arasındaki ilişkiler, Arap ve İran ülkelerindekinden çok daha farklı şekillenmektedir. Devlet ve din arasındaki ilişkilere bakıldığında, Şeyh Bedreddin olayı ile Osmanlı’daki merkezileşme hareketlerinin hız kazandığı söylenebilir. İmparatorluğun yapısında meydana gelen Şeyh Bedreddin olayı ile birlikte ortaya çıkan şehzadeler arasındaki mücadeleler, devletin koyulan kuralları tavizsiz uygulaması gerektiğini göstermektedir. Şeyh Bedreddin’in kitaplarının, Osmanlı medreselerinde okutulduğu ve öldürülme gerekçesinin de tamamen siyasi olduğu ifade edilmektedir. Heterodoks inançların da devlete meydana okuduğu düşüncesi, devlet yöneticileri tarafından kabul edilebilir bir durum olmamaktadır. Osmanlı Devleti geleceği için her şeyin yapabileceğini ifade etmekte ve hatta gerek örfi gerekse şer-i kanunlara bile aykırı davranmayı göze alabilirler. “1402-1413 yılları arasında yaşanan Fetret Devri’nin, Yıldırım Beyazıt’ın oğulları arasında yaşanan üstünlük mücadeleleri ile geçtiği ifade edilmektedir.” 58 Kardeşler arasında gerçekleşen mücadelelerde; İsa Çelebi, Musa Çelebi, Çelebi Mehmet ve Emir Süleyman, bir anlamda buyruğu altında çalıştırdığı Müslümanların da karşı karşıya gelmelerine neden olmaktadırlar. Haneden içinde yaşanan 57 Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010, s. 409. 58 Eyüp Baş, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84, ss. 64-65. 26 mücadelelerin tarihen sabit oldukları düşünülmekle beraber hoş karşılanmayan ve istenmeyen bir durum olarak tarihte yer almaktadır. 2.1.3. Fatih Sultan Mehmet Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1451-1481) “Fatih döneminin en belirgin özelliği bu döneme kadar İslam devletlerinde var olan din-devlet birlikteliğinden, dinin devlet kontrolü altına alındığı din-devlet özdeşliği haline gelinmiş olmasıdır.” 59 Fatih Sultan Mehmet dini otorite olarak kabul edilen şeyhülislamlığı, Bizans’ta yer alan patriklik mertebesinin yapısına benzeterek kendine bağlamaktadır. Sultan, kendisini “Zıllullah fi’l arz” yani Allah’ın gölgesi olarak tanımlamakta ve bununla birlikte hükümdarlığın elinde bulundurduğu ilahi kaynağa dikkat çekmektedir. Devlet yapısında daha önce var olan devlet-din ikizliğinin, artık devletin kontrolünde bulunan Osmanlı İslamı’na dönüştüğü ifade edilmektedir. Devlet yapısında bulunan şeyhülislam, ilmiye sınıfının başında yer almasına rağmen Divanı Hümayun’da yer almamaktadır. Devlet yapısında bulunan nişancının, Divan-ı Hümayundaki varlığının önemi üzerinde durulmaktadır. Şer’i kanunlar için şeyhülislam yani müftü nasıl algılanıyorsa örfi kanunlar için de nişancı o şekilde algılanmaktadır. Örfi kanunlarda önemli bir yeri olan nişancı, bu sebeple Müft-İ Kanun ismiyle anılmaktadır. Örfi ve şer’i olarak ortaya çıkan kanunnamelerde en çok dikkati çeken, kardeş katlinin yasallaşması olmaktadır. I. Beyazıt’ın Kosova Savaşı’nın devam ettiği süreçte kardeşi Yakup’u ortaya çıkabilecek bir iç savaşı önlemek amacıyla vezirlerin de onayını alarak idam ettirmesi, bu duruma örnek olarak verilebilir. II. Murat’ın da kendisine karşı gelen devletlerle bir olan kardeşi Mustafa’yı yakalatarak idam ettirdiği ifade edilmektedir. Osmanlı Devleti’nde, Fatih dönemine kadar herhangi bir isyana kalkışmadan kardeş katlinin gerçekleşmediği söylenebilir. İlk olarak isyana kalkışmadan öldürülen şehzadenin, çocuk yaşta öldürülen Fatih’in kardeşi Ahmet’in olduğu bilinmektedir. Fatih çıkarmış olduğu kanunnamede kardeş katlini, “Karındaşların nizam-ı âlem için katl etmek münasibidir, ekser ulema dahi tecviz etmiştir.” şeklinde savunmaktadır. Fatih Sultan Mehmet, ortaya çıkardığı kanunların daha sonra iyileştirilebileceğini “Bu kadar ahval-ı saltanata nizam verildi, şimdiden sonra gelen evlad-ı kiramımda dahi ıslahına sa’y etsinler” sözleriyle ortaya koymakta ve bu açıklaması da onun hukuk görüşü açısından önemli olmaktadır. Fatih, her alanda devletin geliştirilmesinin gerekliliğini, kendisinden sonra devletin başına geçecek olan padişahlara vasiyet etmiştir. 59 Eyüp Baş, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84, ss. 64-65. 27 2.1.4. Yavuz Sultan Selim Dönemi Din ve Devlet İlişkileri (1512-1520) “Yavuz sultan Dönemi’nde “Devlet İslam’ı” ile “Ulema İslam’ı” devletin bekası için yeni bir tehdide karşı tam bir dayanışma içinde olmuştur.” 60 Devletin doğu sınırında yer alan İran’ın, Anadolu Türkmenlerini Şah İsmail’in tamamen Şiileştirdiği düşünülmekte ve devlet de buna karşılık olarak heterodoks gruplar üzerindeki baskısını arttırmaktadır. Osmanlı’nın ilk dönemlerinde ehl-i küfre karşı mücadeleler veren ve gazayla uğraşan devlete karşı Türk Beyliklerinin yapmış olduğu başkaldırılar da Müslümanları sırtından vurmak ya da kafirlik olarak değerlendirilmektedir. Şah İsmail’in de yapmış olduğu telkinler, Türk Beyliklerinin yapmış olduğu başkaldırılarla aynı şekilde değerlendirilmektedir. Osmanlı’ya karşı pek çok araştırmacının yapmış olduğu yorumların aksine devletin yapmak istediğinin, Alevilik mezhebini ve buna inanan Müslümanları ezmek olduğu düşünülmemektedir. Devletin ortadan kaldırmak istediği, milleti için tehdit olarak algıladığı Şah İsmail ve kurmuş olduğu Safevi Devleti olmaktadır. Osmanlı, fethettiği yerlerin hiçbirinde zorla Müslümanlaştırma yoluna gitmemekte ve tehdit oluşturmadıkları sürece onları korumaktadır. 2.2. SULTAN ABDÜLMECİD DÖNEMİ, BATILILAŞMA HAREKETLERİ VE DİN ANLAYIŞI (1839-1861) 2.2.1. Abdülmecid Dönemi ve Osmanlı’nın Genel Durumu “II. Mahmut’un Bezmialem kadın efendiden doğan oğludur.1823’te doğdu 16 yaşında padişah oldu. İyi bir eğitim görmüştü, babası onu Avrupalı prensler gibi yetiştirdi.” 61 Osmanlı Devleti’nde Batılı dil bilen ilk padişahın da Abdülmecit olduğu vurgulanmaktadır. Abdülmecid, merhametli ve kibar olduğu kadar sefaya da düşkün biri olarak nitelendirilmektedir. Osmanlı’nın ilk dış borcunu, Abdülmecid döneminde meydana gelen Kırım Savaşı sırasında aldığı söylenmektedir. Abdülmecid’in, 1854 yılında kızı Fatma Sultan’ın düğünü için 2 milyona yakın altın harcaması ve 500 milyon altın harcayarak da Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmış olması, Abdülmecid’in devletin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen tasarruf etmek için alınan tedbirlere uymadığını göstermektedir. Abdülmecid’in de 39 yaşındayken babası gibi veremden hayatını kaybettiğinden bahsedilmektedir. Abdülmecid’in tahtta olduğu süre boyunca pek çok ıslahatın yapıldığı, özellikle hukuk ve eğitim alanında yapılan ıslahatların da önemli olduğu vurgulanmaktadır. Osmanlı Devlet yapısının iki ayrı sınıftan oluştuğu ve bunların yönetenler ile yönetilenler sınıfı olduğu ifade edilmektedir. Yönetilen sınıfı 60 Mehmet Fuad Köprülü, İslam Medeniyet Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004, s. 144. 61 Roderic Davıson, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006, s. 67. 28 yani reaya; zanaatkârlardan, köylülerden, tüccarlardan ve göçebe topluluklarından meydana gelmekte, aynı zamanda da üretimle uğraşarak devlete vergi vermektedirler. Devlet yapısında bulunan yönetenler ise üretim yapmamakta ve reayanın vermiş olduğu vergiden de muaf olmaktadırlar. Yöneten sınıfı, padişahın temsilcisi olma vasfıyla padişah ve kendileri adına vergi toplama yetkilerini kullanmaktadırlar. Yöneten sınıfı aynı zamanda, devletin her alanında yani mali, adli, idari alanlarda ve askeri örgütlenmenin sürekliliğini sağlamakla yükümlü olmaktadır. 2.2.2. Batılılaşma Hareketi “Batılılaşma, yalnız günlük yaşamın değişimi değil, toplumsal sınıfı ve statüyü de belirleyen bir kavram dizini hâline gelmiştir.” 62 Batılılaşmanın, sadece günlük hayatı değiştirmeyi amaçlamadığı söylenebilir. Batılılaşma aynı zamanda, toplumsal statüyü ve sınıfı da belirleyen kavramlar dizisi haline gelmektedir. Sanayileşme sürecine girmemiş olan Osmanlı’nın Batılılaşma çabalarının da toplumun tüm kesimlerine yayılmadığı, Batılılaşmanın yüzeysel kaldığı ve radikal bir değişimin yaşanmadığı söylenebilir. Osmanlı’da Batılılaşma, evlerin mimarisinden sokakların görüntüsüne kadar kentin fiziki çevresinde radikal değişimlere neden olmaktadır. Batılılaşmaya uğrayan kentlerde üst gelirli gruplar ve eğitimli genç bürokratlar da kendi aralarında farklı mekanları tercih etmektedirler. “Batılılaşma çalışmalarına Tanzimat’ın ilanıyla hız verildiği görülmektedir.” 63 Tanzimat’ın ilan edilmesinde öncülük eden bireylerin, Batı’yı ve sömürü olayını tam olarak anlayamadıkları ileri sürülmektedir. Öncü kişiler, Batı’yı gelişigüzel algıladıkları ve kendi kültürlerinin de gelişmesine engel oldukları düşüncesi ile Yeni Osmanlılar tarafından eleştirilmektedirler. Yapılan eleştiriler, Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi ile birlikte giderek artış göstermektedir. Batı tipi eğitim kurumlarının giderek ortaya çıkması ile birlikte kültürel alanda batılılaşma faaliyetleri de giderek kendini göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin bölünmesine sebep olan nedenlerden birisinin, Tanzimatçıların okullarda Batı eğitim sistemini yaymak ve kültürel-toplumsal alanlarda eğitimin modernleşmesini sağlamak istemeleri olduğu ifade edilebilir. Osmanlı’da medreselerde geleneksel Osmanlı eğitimi alan kişiler ile Batı tipi eğitim alan kişiler arasında çatışmalar yaşanmaktadır. 62 Mehmet Şükrü Hanioğlu, Batılılaşma, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992, s. 148. 63 Yusuf Akçura, “Emel”, Türk Yurdu Dergisi, 1912, Cilt: 2, Sayı: 16, 484-491, s. 487. 29 “Batılılaşma yolunda atılan adımların en önemli basamağı olduğu düşünülen askeri eğitimin Batılı bir tarza dönüştürülmesi düşüncesi, Batılı tarzda resim sanatının ortaya çıkmasına neden olmaktadır.” 64 1793’te 3. Selim döneminde açılan Mühendishane-i Berr-i Hümayun ve Mühendishane-i Bahr-i Hümayun gibi askeri mühendislik okullarında, Fransa’da yer alan askeri okulların eğitimlerine benzer bir eğitim uygulanmaktadır. Batılılaşma hareketleri sonucunda ortaya çıkan Batılı tarzda resim yapan ilk Türk sanatçılarının da askeri okullarda okuyan öğrenciler olduğu bilinmektedir. Batılı tarzdaki bu askeri okullarda resim dersleri, daha çok askeri amaçlı verilmektedir. Okullarda; ışık-gölge ve perspektif gibi tekniklerle nesnelerin iki boyutlu yüzeylerde nasıl üçüncü boyut yanılması ile gösterileceği de öğretilmektedir. 2.2.3. Batılılaşmanın Nedenleri “Batılılaşmanın nedenleri, Batı ülkelerine göre geri kalmış ülkelerin; siyasî, sosyal, ekonomik, teknik, eğitim, hukuk vs. gibi alanlarda Batı seviyesine çıkmak için kullanılmaktadır.” 65 Batı’daki ülkelerin huhuk, sosyal vb. alanlarda üst düzeyde yer almalarından dolayı Batılılaşma; asrileşme, gelişme, yenileşme ve modernleşme gibi ifadelerle aynı anlamda kullanılmaktadır. Batılılaşma yolunda emek harcayan ülkelerdeki bazı aydınlar bu süreci, Batı’nın olduğu gibi alınması şeklinde algılamaktadır. Ülkelerde bulunan aydınların bazıları ise Batı’yı, Batı medeniyeti ve Batı kültürü şeklinde bir ayırmakta, Batı’nın sadece maddi yönünün alınmasının yeteceğini düşünmektedirler. Batılılaşma hareketleri Osmanlı yapısında ilk olarak; askeri, eğitim ve idari alanlarda kendini göstermekle birlikte diğer alanların bunları takip ettiği ifade edilmektedir. Tanzimat Fermanı ile Batılılaşma, hukuki-siyasi bir yapıya bürünmektedir. İslam dünyası ise Batı’da meydana gelen olayları, çok farklı şekilde bünyesine almaktadır. İslam aleminde, Abbasiler zamanında Yunancadan bazı eserlerin tercüme edilmesi için devletin destek vermediği, hatta kimi zaman engellediği bile söylenebilir. Osmanlı Devleti’nde ise İslam dünyasının tam aksine Batı’ya açılma girişimleri devlet desteğiyle gerçekleşmektedir. Tanzimat bu nedenle, “zamanımıza kadar devam edip gelen mecburi veya güdümlü dediğimiz değişmelerin başlangıcı” olarak tanımlanmaktadır. Tanzimat’ın, Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’da olduğu gibi Batılı olma yolunda önderlik yaptığı ifade edilebilir. 64 Aytül Papila, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılaşma Döneminde Resim Sanatının Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Kimliğinin Resimsel Anlatımı”, Sanat ve Tasarım Dergisi, 2008, Cilt: 1, Sayı: 1, s. 120. 65 Pınar Artıkoğlu, “Batılılaşmanın Osmanlı Aile Yaşamındaki İzleri”, Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara, 2011, Cilt: 1, Volume: 1, 47-58, s. 53. 30 “1839 yılında yayımlanan Tanzimat Fermanı, Batılılaşmanın nedenlerine yeni bir boyut kazandırmaktadır. Batılılaşma, Tanzimat Fermanının yayımlanmasına kadar sadece Osmanlı’nın sorunu olmaktadır.” 66 1839’dan sonra ise Batılılaşma, Avrupa’daki devletleri de ilgilendiren ve bu devletlerin de gerektiğinde girişimlerde bulundukları bir sürece doğru kaymaktadır. 1839 yılından sonra Tanzimat’ı izleyen 1856 Islahat Fermanı, 1877 1. Meşrutiyet ve 1908 2. Meşrutiyet, Osmanlı’da uygulanan reform hareketlerinin geçtiği aşamaları göstermektedir. Osmanlı bünyesinde yapılan bu reform hareketleriyle; devlet içyapısının demokratikleştirilmesi ve değiştirilmesi ile yıkılış sürecinin önüne geçilerek uluslararası arenada Avrupalıların desteğini almak amaçlanmaktadır. Osmanlı Devleti’nin tebaasına karşı bakış açısı “kul”dan, özgürlük ve hakları yasal olarak tanımlanmış olan “birey”e doğru dönüştürülmek için çaba harcanmaktadır. Osmanlı her ne kadar kuldan bireye doğru bir adım atılması için çabalasa da bu çaba, içyapıda yer alan geleneksel unsurlar tarafından engellenmektedir. 2.2.4. Abdülmecid Dönemi’nde Yapılan Yenilik Hareketleri Abdülmecid’in 31. Osmanlı padişahı olduğu ifade edilebilir. Sultan Abdülmecid döneminde pek çok yenilik yapılarak Tanzimat ve Islahat Fermanları da ilan edilmiştir. Ülkemizde etkilerinin hala hissedildiği köklü reform hareketlerinin yapıldığı, Dolmabahçe Sarayı başta olmak üzere İstanbul ve ülkenin diğer bölgelerinde önemli tarihi eserlerin inşa edildiğinden bahsedilmektedir. Abdülmecid döneminde, Türkiye’nin Avrupa ile ilişkileri ve modernleşme açısından pek çok önemli gelişmenin ortaya çıktığı söylenebilir.”67 “Abdülmecid Han, Fatih Sultan Mehmet döneminden bu yana kullanılmakta olan Topkapı Sarayı’nı bırakarak Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmıştır.” 68 Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırması ile birlikte Abdülmecid, yeni ufuklar açan sultan olarak tanımlanmaktadır. Abdülmecid’in saltanat yıllarında, pek çok ilkler yaşanmaktadır. Abdülmecid döneminde; ilk banka, telgraf, Batı üsluplu saray, tiyatro, opera, kağıt para olan kaime-i mutebere, dış borçlanma, devlet yıllığı vb. gibi yeniliklerin yapıldığı ifade edilmektedir. Abdülmecid, hem olumlu hem de olumsuz anlamda ilklerin adamı olmaktadır. Osmanlı padişahları arasında ilk Avrupa nişanlarını takan ve fotoğrafını çektiren ilk padişah olma özelliğini de elinde bulundurmaktadır. Avrupa’da yetenekli 66 Papila, a.g.e., s. 123. 67 Köprülü, a.g.e., s. 156. 68 Mahmut Sami Şimşek, “Yeniliklerin ve İlklerin Sultanı Abdülmecid Han”, Yeni Şafak Gazetesi, 20 Kasım 2011, http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yeniliklerin-ve-ilklerin-sultani-abdulmecidhan-352046 (Erişim Tarihi: 11.09.2017). 31 çocukların eğitim alabilmeleri amacıyla Sultan Abdülmecid, Paris’te Mekteb-i Osmani’yi açmıştır. 2.3. TANZİMAT VE ISLAHAT FERMALARININ DİN ÜZERİNE VE OSMANLI’YA ETKİLERİ (1839-1856) 2.3.1. Tanzimat Fermanı (3 Kasım 1839) “Tanzimat Fermanı, 3 Kasım 1839 yılında ilan edilmiştir. Dönemin padişahı olan Sultan Abdülmecid fermanı imzalamış, Hariciye nazırı Koca Mustafa Reşit Paşa ise Topkapı Sarayı’nın, Gülhane parkında fermanı ilan etmiştir.” 69 Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesi sırasında Gülhane Parkı’nda halkın yanı sıra pek çok Avrupalı devlet adamının da bulunduğundan bahsedilmektedir. Ferman, Osmanlı tarihinde yer alan ilk demokratik anayasal süreç olma niteliğini göstermekte ve fermanın, çok büyük bir ilgi gördüğü de söylenmektedir. Tanzimat Fermanı, Gülhane Parkı’nda okunması sebebiyle Gülhane Hatt-ı şerif ve Tanzimat-ı Hayriye gibi pek çok isimle anılmaktadır. Tanzimat, geri kalan Osmanlı Devleti’ni tekrar ileri seviyelere taşımayı amaçlamakta ve fermanın en önemli özelliklerinden biri de halkın iradesiyle değil padişahın iradesi ile hazırlanması olmaktadır. 1839 yılında fermanın ilan edilmesi ile birlikte, pek çok alanda düzenlemeler yapılmıştır. Devlet yapısında yapılan değişikliklerin yanında, il yöneticisi olan valilerin görev ve yetkilerinde de değişiklikler yapıldığı ifade edilmektedir. Valilerin yetkilerinde kısıtlamalar yapılarak, mali işlere doğrudan karışmalarına izin verilmemektedir. Osmanlı’da, yeni yönetim anlayışının uygulanmaya başladığı eyaletlerde maliye işleri, vergi toplamakla yükümlü olan muhassıllara verilmektedir. Tanzimat’ın ilk başlarda belirli eyaletlerde uygulanmaya başlamasından dolayı da Muhassıllık Meclisleri kurulmaktadır. 17. yüzyıldan bu yana durdurulamayan gerileme aşamalarını takip eden tehlikeli safhada, devletin yeni ortaya çıkan sorunlarını çözmesi amacıyla hazırlanan Tanzimat Fermanı, yeni bir yenilik halkası olarak da ifade edilmektedir. Tanzimat Fermanı, daha önce ortaya çıkmış olan yenilik hareketlerine oranla daha başarılı kabul edilmekle birlikte, esaslı bir hareket ya da önlem olarak da görülmemektedir. Tanzimat Fermanı’nın aynı zamanda, bir inkılap olduğunun düşünülmemesi gerekmektedir70 . 69 Selda Kılıç, “Tanzimat'ın İlanından 1864 Düzenlemesinin Uygulanmasına Kadar Geçen Dönemde Valilik Kurumu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 2009, Cilt: 28, Sayı: 45, 43-57, s. 44. 70 Ahmet Hamit Öngünsu, “Tanzimat ve Amillerine Umumi Bir Bakış”, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s. 36. 32 2.3.2. Tanzimat Fermanının Osmanlı’ya Etkileri “Ferman, Fransız Devrimi’nin “İnsan ve Vatandaş Hakları Bildirgesi” örnek alınarak hazırlanmıştır.” 71 Osmanlı devlet yapısında vatandaşlık haklarının ilk kez Tanzimat Fermanı ile belirtildiği de söylenebilir. Ferman, Hıristiyanların Osmanlı Devleti’ne karşı işbirliği yapmasını önlemek ve devleti Hıristiyan alemi ile birleştirmek amaçlarını gütmektedir. Batılı düşünürlerin Tanzimat Fermanının, toplumun ve devletin geri kalmışlığına neden olduğu düşünülen İslam’ın tesirinden kurtarmayı amaçladığını düşündükleri söylenebilir. Batıda yer alan bazı düşünürlerin de idari ve medeni açıdan Tanzimat’ın, Avrupa’ya karşı yenilişin onayı olduğunu ifade ettikleri söylenebilir. “Osmanlı Devleti’nin mali yapısında; 1831’de Mısır valisi olan Mehmet Ali Paşa’nın çıkarmış olduğu isyan, 1838 yılında Osmanlı-İngiltere arasında imzalanan Balta Limanı Antlaşması ve 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ile yeni bir döneme girildiği söylenebilir.” 72 Özellikle Balta Limanı Antlaşması ve Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinden sonra ortaya çıkan olaylar, Osmanlı’nın mali yapısını daha derinden etkilemektedir. Avrupa’da uygulanmakta olan ticari yöntemlere uyum sağlanması için gümrük tarifeleri tamamıyla değiştirilerek yeni ticari bir anlayışın oluşturulması amacıyla yeni düzenlemelerin ortaya koyulduğu da ifade edilmektedir. Osmanlı yapısında uygulanan yeni düzenlemeler, yerli tüccarlardan çok yabancı tüccarların çıkarlarına daha çok uymaktadır. İmparatorluğun pazarlarında uygulanmaya başlayan ticari tekel, yabancı sermayedarların işine daha çok yaramaktadır. “1838 yılında yapılan Ticaret Antlaşması ile birlikte İngiltere’ye tanınan imtiyazların benzerinin yakın tarihte Fransa’ya da tanındığı söylenebilir. Batılı devletlere verilen imtiyazların, İngiltere ve Fransa ile sınırlı kalmadığı, 1839-1846 yılları arasında Avrupa’daki diğer devletlere de aynı hakların tanınmasının kaçınılmaz olduğu vurgulanmaktadır.” 73 Diğer devletlere hakların tanınması, yabancı tüccarlarla işbirliği içinde olan gayrimüslim halkın da Osmanlı’nın iç ticaretinde önemli bir yer edinmesine neden olmaktadır. Osmanlı coğrafyasının, yabancı ürünler ve yabancı tüccarlar için adeta açık bir pazar haline ifade edilmektedir. Devlet yapısında 71 Edouard Philippe Engelhardt, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri Tanzimat, (Çeviren: Örgen Uğurlu), Örgün Yayınları, İstanbul, 2006, s. 54. 72 Metin Hülagu, “Sultan II. Abdulhamid Dönemi ve Demiryolu Politikası (1876-1909)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20.120.302.112.500_0.pdf, s. 6 (Erişim Tarihi: 05.05.2016). 73 Gökhan Çetinsoy, II. Abdülhamit Döneminin İlk Yıllarında İslam Birliği Hareketi (1876- 1878), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1988, s. 67. 33 meydana gelen düzensizliklerden kısa süre sonra mali yapısı bozulan Osmanlı’nın ekonomik dengesi de bozularak dış ticaret açığı giderek artış göstermektedir. Dış ticaret açığının artması sonucu 1838 yılında Ticaret Antlaşmasını imzalayan Osmanlı, kredi alabilmek amacıyla Avrupalı bankerlerin kapılarını çalmaktadır. Kırım Savaşı’nın getirmiş olduğu problemler ile birlikte ilk dış borçlanmaya gidilerek, 1853 yılında Fransa ve İngiltere’den nakit temin edildiği söylenebilir. İlk dış borçlanmanın gerçekleşmesi ile birlikte diğer yıllarda da yeni borçlanmalara gidildiği ifade edilmektedir. 2.3.3. Islahat Fermanı’nın Yayımlanması (28 Şubat 1856) “18 Şubat 1856’da Müslüman olmayan tebaanın haklarını korumak ve imtiyazlarını artırmak düşüncesiyle ilan edilen Islahât Fermânı, hükümlerinden de anlaşılacağı gibi İngiltere başta olmak üzere Avrupa devletlerinin uzun yıllar süren baskıları ve çabaları sonucu Bâb-ı Âlî’nin kabul etmek zorunda kaldığı bir ıslahât programıdır.” 74 Islahat Fermanı, Osmanlı’da daha önce ilan edilen ferman, takrir, adaletname vb. belgelerden ve Tanzimat Fermanı’ndan bile farklı bir yapıda bulunmaktadır. Devletin yapısında daha önce ilan edilen belge ve fermanların devletin iradesi ile yapıldığı bilinmekle beraber bu fermanın ortaya çıkması için pek çok dış ve iç sebebin olduğu ifade edilmektedir. 1853-1855 yılları arasında gerçekleşen Kırım Savaşı sonrasında 25 Şubat 1856 yılında toplandığı bilinen Paris Kongresi, Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi için en temel sebeplerden biri olmaktadır. Kırım Savaşı’nın temel sebebinin ise, Rusya’nın başında olduğu diğer Avrupa devletlerinin Osmanlı üzerinde yürüttükleri politikalar ve Osmanlı’da bulunan azınlıkları alet olarak kullanmaları olmaktadır. Avrupa’daki durum Kırım Savaşı’ndan önce Osmanlı için pek de iç açıcı bulunmamaktadır. Avrupa’da Osmanlı topraklarının paylaşılması amacıyla farklı mihraklarla toplantıların yapıldığı da söylenebilir. Batı’da yer alan bazı devletler ise toprak bütünlüğünü koruyacak ve kendi çıkarları için hizmet edecek bir Osmanlı Devleti istemektedirler. 2.3.4. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının Benzer ve Farklı Yönleri “Gülhane Hatt-ı Hümayunu da Islahat Fermanı da Osmanlı İmparatorluğu’nun buhranlı devirler geçirdiği sıralarda hazırlanmıştır.” 75 Osmanlı ve Mısır arasındaki savaştan sonra Tanzimat Fermanı’nın, Kırım Savaşı’ndan sonra da Islahat 74 Gazi Erdem, “Islahât Fermânı’na Yeniden Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: 51, Sayı: 1, 327-348, s. 334. 75 Zafer Gölen, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Tanzimat”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1999, Sayı: 118, 109-111, s. 110. 34 Fermanı’nın kaleme alındığı ifade edilmektedir. Fermanların temel amacının, değişik alanlarda Batı’daki bazı kurum ve düşüncelerin benimsenmesi veya uyarlanmasını da içine alabilecek iç düzenleme önlemleri alınarak devletin yeniden canlanmasını sağlamak olmaktadır. Fermanların hazırlanmasında Batı’da yer alan devletlerin de etkisinin olduğu yadsınamaz bir gerçek olmaktadır. Tanzimat Fermanı’nda inisiyatifin elden tamamen bırakılmaması, iki ferman arasındaki en önemli özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Tanzimat ve Islahat Fermanları, kanun ya da anayasa olma özelliği taşımamakla birlikte padişahın tebaası ile ilgili haklar üzerinde iyileştirmeler yapacağını belirttiği birer beyanname olmaktadır. Fermanlarda ayrıca can, mal, namus emniyetinin önemli derecede vurgulandığı görülmekte ve bu özelliklerin Islahat Fermanı’nda daha geniş yer aldığı ifade edilmektedir. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının her ikisinin de kaynaşmış bir Osmanlı toplumu meydana getirmeyi amaçladıkları söylenebilir. “1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanı, Türk halkına modernleşmek düşüncesi ile Batı’da yer alan devletler tarafından dayatılmakta olan birer anlaşma niteliğinde olmaktadır.” 76 Fermanlar, Türk Devleti’nin kendi yurttaşları ve ülkesi üzerindeki egemenlik haklarını kısıtlamayı ve aynı zamanda Avrupalıların yerli temsilcisi olduğu inanılan azınlık gruplara ayrıcalıklar verilmesi verilmesini hedeflemektedir. Fermanlarla verilen ayrıcalıklar, ilerleyen süreçlerde Türk kültürünü Hıristiyan kültürünün istilasına maruz bırakmaktadır. Tanzimat Fermanı’nın o dönemlerde ulusal Türk kültürünün ve ulusal teşkilatının bozulup dağılmasına neden olduğu düşünülmektedir. 2.4. SULTAN ABDÜLAZİZ DÖNEMİ (1861-1876) 2.4.1. Abdülaziz Döneminde Yapılan Islahatlar “Padişah II. Mahmut’un Pertevniyal Valide Sultan’dan olan oğlu Sultan Abdülaziz, 25 Haziran 1861’de Sultan Abdülmecit’in ölümü üzerine Osmanlı tahtına çıktı.” 77 Osmanlı halkı da padişahın değişmesi konusunu memnuniyetle karşılamaktadır. Abdülaziz’in şehzade olduğu dönemlerde, Tanzimat ile birlikte ortaya çıkan Batılı yaşam tarzına karşı olduğu ifade edilmektedir. Abdülaziz’in batılı yaşam tarzına karşı olması da tutucu kesimlerin yeniden umutlanmasına neden olmaktadır. Sultan Abdülaziz’in, hükümeti yerinde bırakarak bir Hatt-ı Hümayun yayınladığı ifade edilmektedir. Yayınladığı Hatt-ı Hümayunda, halkın refahının sağlanması amacıyla 76 Erol Güngör, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2010, ss. 90-91. 77 Hüseyin Cevizoğlu, Osmanlıda Çağı Yakalama Çabaları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2011, s. 124. 35 çıkarılan kanunları onaylamaktadır. Abdülaziz bu Hatt-ı Hümayun ile ayrıca, tasarruf edilmesine de boyun eğerek maliyenin düzene konulması gerektiğini, donanmaya ve orduya büyük önem verileceğinin sözünü de halkına vermektedir. Abdülaziz, halkına verdiği sözü tutarak ilk başta sarayda fazla maaş alan memurları işten çıkarmıştır. Sarayda gümüş, altın vb. değerli eşyaların kullanılmasını yasaklayarak, Hassa hazinesinin gelirlerinin üçte birinin de devletin hazinesine ekleneceğini duyurmaktadır. Rüşvet alan kişilerin ağır cezalara çarptırılmasını öngören padişah, siyasi mahkumlar için genel af ilan ettirmiştir. 2.4.2. Sultan Abdülaziz Döneminde Ortaya Çıkan Ekonomik Olaylar “Sultan Abdülaziz tasarruf tedbirlerine önce kendi hane halkında ve sarayında uygulayarak bürokrasiye örnek olmaya çalışmıştır.” 78 Sultan, Hassa gelirlerinin üçte birinin devlet hazinesine eklenmesini öngörerek, devletin gelirlerinin arttırılmasını sağlamayı amaçlamakta, sergilediği bu davranışlar ile de halkın gözünde itibarını ve sevgisini arttırmaktadır. Abdülaziz dönemi, devlet yönetiminin yeni bir düzene koyulmak istenmesi amacıyla yapılan çalışmaların çok yoğun odluğu bir dönem olarak kayıtlarda yer almaktadır. Tanzimat döneminin en önemli padişahlarının başında, Sultan Abdülaziz gelmektedir. Abdülaziz, tahtta kaldığı 16 yıl boyunca Osmanlı’nın pek çok alanında, Tanzimat’ın yeniliklerini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Sultan Abdülaziz, Maarif-i Umumiye Nizamnamesi ve Vilayet Nizamnameleri çıkararak, eğitimde ve vilayet yönetimlerinde radikal değişikliklere imza atmaktadır. Padişah, Osmanlı’nın hak ettiğini düşündüğü zenginliğe ve güce kavuşmasını istemektedir. Abdülaziz’in devletin, bunları yapabilecek mali yeterliliğinin bulunmamasından dolayı dış borçlanmaya giderek kamu harcamalarının karşılandığı ve devletin, içinde bulunduğu mali bunalımın daha da derin bir hal almasına neden olunduğu söylenebilir. 2.4.3. Abdülaziz Döneminde Yaşanan Mali Bunalım “Tanzimat’tan sonra devletin tekrar organize edilmesi kapsamında, yönetim ve kurum kültüründe hızlı bir değişim yaşanmaktadır.” 79 Osmanlı’nın Abdülaziz döneminde sanayisi, ekonomisi ile açık bir pazar haline geldiği, yeni finansal kaynakların bulunması ile de mali bunalımının arttığı ve devlet hazinesini iflasa sürüklendiği söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin 19. yüzyılda içinde bulunduğu mali 78 H. Roderic Davision, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006, s. 35. 79 Ebubekir Keklik, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri ve Anadolu Islahatları, Gazi Kitabevi, Ankara, 2009, s. 57. 36 bunalım sebebiyle ortaya çıkan ekonomik yetersizliklerin yanında, devletin merkez yapısında da meydana gelen güçsüzlükler, kriz ortamının derinleşmesine neden olmaktadır. Vergi gelirlerinin çoğunluğunu, merkez devletin zayıflamasını fırsat bilen taşradaki ayanlar ve diğer yerel güçlü kesimler el koymaktadır. 18. yüzyılın son yıllarından bu yana yapılan savaşların uzaması ya da sıklaşarak kaybedilmesi, savaş gelirlerinin hazineye girmemesine, toprak ve insan kaybına neden olmaktadır. Askeri alanda yapılan harcamaların artması ile tımar sisteminde meydana gelen bozukluklar, Osmanlı’nın hem askeri hem de ekonomik alanlarda zor zamanlar geçirmesine yol açmaktadır. Abdülaziz döneminde, verimli tarım arazilerinin de kaybedilmesi ile birlikte vergi ve üretim gelirlerinde de ciddi bir düşüş yaşanmaktadır. Rumeli’de kaybedilen topraklarda yaşayan halk, Anadolu’ya göç etmesi sonucu işsizlik oranlarında ciddi artışlar yaşanarak halkın fakirleşmesine de sebep olunmaktadır. 37 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM ABDÜLHAMİT, 2. MEŞRUTİYET DÖNEMİ 3.1. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ İSLAMCILIK (1876-1909) 3.1.1. Mali Durum “Osmanlı devletinin yönetiminde uygulanmaya çalışılan ıslahat hareketlerinin başarısızlıkla sonuçlanması, mevcut mali, idari, siyasi ve askeri durumu daha da içinden çıkılması zor bir hale getirmiştir.” 80 Osmanlı Devleti’nin, ekonomik anlamda kendini geliştiremediği ve dışa bağımlı hale geldiği bilinmektedir. Osmanlı’nın, dış ve iç siyasetinde tam istediği seviyeye gelemediği de söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin maliyesinin tam anlamıyla iflasının gerçekleşmesi, devleti çok zor bir duruma sokmaktadır. Meydana gelen bu sıkıntıları aşmak için Osmanlı, zor olsa da genel tedbirlerin alınması amacıyla çaba göstermektedir. Ekonomik anlamda dışa bağımlı olan bir devletin bağımsız politikalar üretmesi çok zor olmaktadır. 3.1.2. Siyasi Durum “Sultan Abdulhamid bir taraftan Balkan devletlerine karşı ılımlı davranarak onlarla iyi ilişkiler içerisinde olmayı sürdürmeye çalışırken, diğer taraftan ise Osmanlı ordusunu modern bir tarz üzere yeniden organize etmeye çalışmıştır.” 81 Abdülhamit’in Balkan devletlerine karşı ılımlı tutum sergilemesine rağmen gerçekte bu devletlere karşı düşmanlık, rekabet vb. duygular beslemekte olduğu söylenebilir. Abdülhamit’in, iyi ilişkiler kurma arayışlarının politik birer esasa dayandırılması doğru olabilir. Osmanlı ordusunun yeniden teşkilatlandırılması arayışları, merkezi idarenin gücünü hissettirme arzusuna bağlı olarak gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. 2. Abdülhamit’in politik temellere dayandırılan uygulamalarında, Karadağ Prensi olan Nikola ile olan ilişkilerinin de gündeme getirilmesi gerekmektedir. Abdülhamit döneminin, dış devletlerin baskısının ve iç siyasetin yoğun olarak hissedildiği dönemlerden biri olduğu düşünülmektedir. Sultan 2. Abdülhamit’in sergilemiş olduğu sert ve baskıcı tutum, muhalefetlerin birleşerek birlikte hareket etmelerine yol açmaktadır. Abdülhamit’e karşı oluşturulan muhalefetin en örgütlü ve aktif yapıda olanının, İttihat ve Terakki Cemiyeti olduğu ifade edilmektedir. Dönemin baskıcı tutumuna karşı olan muhalefetler, Abdülhamit’in kurmuş olduğu yönetimi yıkmak amacıyla bu cemiyetin 80 Tahsin Paşa, Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1990, s. 121. 81 Nurşen Gürboğa vd., Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013, s. 3. 38 kanatları altında toplanmaktadırlar. İttihat ve Terakki içinde her görüşten bireylerin bulunduğu, İslam Birliği yani İttihadı-ı İslam’ı savunan kişilerin dahi bu cemiyette yer aldığı söylenebilir. 3.1.3. Hürriyetin İlanı ve Seçimler “İkinci meşruiyet, 24 Temmuz 1908'de 2. Abdülhamit'in 1876 Kanuni Esasi'yi yürürlüğe koyması ile parlamento tekrar açılmıştır.” 82 Abdülhamit döneminde yer alan bazı basın ve yazarlar yapılan bu harekete, Hürriyetin İlanı ismini vermektedirler. Meşruiyeti savunanlar, Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe girerek parlamentonun yeniden toplanması ile birlikte Osmanlı’nın çıkmazdan hemen kurtulacağını düşünmektedirler. Meşruiyeti savunan bu kişiler aynı zamanda Osmanlı’nın uzun yıllar planladığı ıslahatlarının eyleme geçirileceğini ve aynı zamanda da politik ıslahatların da gerçekleşebileceğini düşünmektedirler. Meşrutiyetin ilanının üzerinden çok uzun zaman geçmeden meşrutiyetin savunucuları, genel durumun istedikleri gibi olmadığının farkına varmaktadırlar. Kapitülasyonlar ve yabancı devletlerin baskısının ağır gelmeye başlaması ile birlikte devlet yapısında hiçbir değişiklik meydana gelmeyerek her şey aynı şekilde kalmıştır. 3.1.4. Sosyal Durum “1839 Tanzimat Fermanı ve 1856 Islahat Fermanları ile gayrimüslimlere sağlanan ayrıcalıklar fiili uygulamada, Müslümanlar aleyhine, Hıristiyan üstünlüğü şeklinde tecelli edince devletin Müslüman-Hıristiyan tebaası arasındaki uçurum giderek açılmıştır.” 83 Ayrıcalıkların bu şekilde kendini göstermesi, devlet bünyesinde yer alan Müslüman ve Hristiyan halkı arasındaki uçurumun giderek artmasında neden olmaktadır. Osmanlı içinde bulunan gayrimüslimlerin, Osmanlı’nın sanayisini ve ticaretini ellerinde bulundurduğu bilinmektedir. 1838 yılında yapılan Balta Limanı Antlaşması ile gayrimüslimler, Batılı devletlerin Osmanlı yapısında yer alan ticari temsilcileri gibi girişimlerde bulunmaktadırlar. Uyguladıkları bu girişimler, gayrimüslimlerin hem maddi açıdan güçlenmelerini sağlamakta hem de milli ve dini duygularının da güçlenmesine neden olmaktadır. Gayrimüslim halkın bu denli güçlenmesinin yanında, Müslüman halkın sosyal ve siyasi düzeylerinin gittikçe gerilediği ifade edilmektedir. 2. Abdülhamit döneminde Müslüman halkın içinde bulunduğu durumun en gerçekçi halinin, Osmanlı’da yer alan yabancı konsolosların raporlarında yer aldığı söylenebilir. İngiltere’nin Trabzon Konsolosu olduğu bilinen 82 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 41. 83 Eraslan, a.g.e., s. 45. 39 Palgra’nın yazmış olduğu 1868 tarihli raporunda, Müslümanların başkentte dertlerini anlatabilecekleri kimsenin olmadığına vurgu yapılmaktadır. Raporda aynı zamanda imparatorluğun her alanına Hıristiyan tebaa yayılma göstermekte ve devlet yapısında yetkili yerlere başvurarak haklarını aramaktadırlar. “19. yüzyılın getirmiş olduğu siyasal ortamda, sosyal refah anlayışının tüm dünyada değişmeye başladığı ifade edilmektedir.” 84 Batıyı da etkisi altına alan bu değişime, Osmanlı da ayak uydurmak zorunda kalmaktadır. Osmanlı Devleti’nde görülen bu değişimin gerekliliği, devletin yıkılış sürecine karşı son çare olmaktadır. 2. Abdülhamit’in, sosyal refahın kurumlaştırılması için yaptığı uygulamalar ve yeniliklerle sosyal yardım uygulamaları, Osmanlı tarihinde önemli bir yer edinmektedir. Osmanlı’da başlayan modernleşme süreci, merkezi devleti güçlendirerek devam etmektedir. Merkezileştirme yolunda izlenen politikalar yanında Avrupa’daki genel duruma uygun sosyal refah uygulamalarının da kurumsallaştırıldığı ifade edilebilir. 3.1.5. İttihad-ı İslam Düşüncesi (1877-1878) “İttihad-ı İslamın Batı dillerindeki karşılığı ‘Unity of İslam’ veya ‘İslamîci Union’; ‘Unian İslamîque’; ‘Vereinung des Islam’ gibi farklı şekillerde ifade edilmektedir.” 85 Pan hareketlerinin hepsinin, Batı kökenli politik gelişmeler olduğundan söz edilmektedir. Osmanlı aydınları pan hareketlerinden etkilenerek yapmış oldukları ilk birleştirici pan hareketlerinde pan düşüncelerinde atıfta bulunmaya başlamışlardır. Osmanlı aydınları, pan kavramının yerine İttihat kavramını kullanmanın daha doğru olacağı düşüncesi ile İttihad-ı İslam kavramını kullanmaktadırlar. İslam Birliği anlamına gelen İttihad-ı İslam kavramının geçtiği bilinen ilkyazının, 1869 yılına ait olduğu ifade edilmektedir. Panislamizm ve İttihad-ı İslam kavramlarına hem Osmanlı topraklarında hem de Batı’da çıkarılarak yayınlanan pek çok gazete ya da dergide, bu kavramlarla ilgili haberler ve makaleler yer almaktadır. “2. Abdülhamit devrinde İttihadı İslam düşüncesi, dışta ve içte büyük etkileri olan bir fikir hareketi halini almaktadır.” 86 Osmanlı Sultanının aynı zamanda halife olması İttihadı İslam yani İslam Birliği düşüncesinin en önemli dayanak noktasını meydana getirmektedir. Karpat, 2. Abdülhamit'in önem verdiği İslam Birliği kavramını, Osmanlı toprakları üzerinde bulunan Avrupa’nın emperyalist tutkularını dizginlemenin bir aracı 84 Esra Demirci Akyol, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Sosyal Politika Uygulamaları”, Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 2013, Yıl: 13, Cilt: 7, Sayı: 31, 33-47, s. 36. 85 Alma Wittlin, Abdul Hamid, John Lane the Badley Hiad, London, 1911, p. 147 86 Karpat, a.g.e., s. 284. 40 olarak görmektedir. 2. Abdülhamit’in başka bir ifadeyle Müslümanları birleştirme, tek devlet ve bayrak haline getirme gibi düşüncesi bulunmamaktadır. Onun amacı, dış politikada Müslüman topluluklarla iyi ilişkiler kurarak iletişimi sağlamak, iç politikada ise Müslüman tebaayı kaynaştırarak onlar arasında birliği sağlamak olmaktadır.”87 İslam'ın birleştirici gücünü kullanan 2. Abdülhamit’in bu gücü kullanarak Osmanlı’yı dışta ve içte güçlü kılmak istediği söylenebilir. “2. Abdülhamit döneminin sosyal ve siyasi koşulları göz önüne alındığında dünyanın pek çok bölgesinde yaşayan Müslümanların tek bayrak altında toplanması mümkün görülmemektedir.” 88 Dünyada bulunan bütün Müslümanlar umudunu İstanbul'a bağlamaktadır. 2. Abdülhamit yanmış olduğu; "Dindaşlarımın yaşadığı memleketlerin, büyük devletlerin elinde olması çok acıdır. Osmanlı Devleti'ne 20 milyon Müslüman katılmıştır. Buna rağmen Müslümanların gözü İstanbul'dadır. Düşmanlarımız maddi kuvvetimizi yıkmaya muvaffak olsalar dahi, manevi kudretimiz baki kalacaktır." açıklama ile birlikte Müslümanların tek bayrak altında toplanması hakkındaki düşüncelerini açıkça ortaya koymaktadır. 3.1.6. Eğitim Politikası “II. Abdülhamid'in otuz üç yıl kaldığı padişahlık döneminde bayındırlık yanında eğitimin yayılmasını sağlayacak bazı tedbirlere de başvurulmuştur.” 89 2. Abdülhamit döneminde eğitim ve öğretim, eğitim kurumları arasında ve merkeziyetçi yapıya dayandırılan bir siyaset izlemektedir. Modern eğitim anlayışının Abdülhamit döneminde yerleşmesinden dolayı devlet, eğitim alanındaki vazifelerinin de farkına varmaktadır. Yeni açılan okullara maddi bakımdan destek çıkılması ve tekrar Darülfünun eğitimine geçilmek istenmesi, Abdülhamit döneminde eğitim alanında yapılmak istenen faaliyetlerden birkaçı olmaktadır. Eğitim alanında yapılan yeniliklerin özellikle Anadolu ve Türklerin çoğunluğu oluşturduğu bölgelerde yoğunlaşması, bilinçlenmenin göstergeleri olarak ifade edilebilir. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca yabancı ve azınlık okullarının az da olsa kontrol altına alınması ile birlikte bu okullara Türk öğretmenlerin atandığı söylenebilir. “2. Abdülhamit döneminin, Tanzimat kararlarının da uygulandığı dönem olma özelliğini taşıdığı ifade edilmektedir.” 90 Eğitim sistemi, 1869’da Maarif-i Umumiye 87 Karpat, a.g.e., s. 285. 88 Ali Vehbi, Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım), Hareket Yayınları, İstanbul, 1974, s. 86. 89 Yaşar Baytal, “Tanzimat ve II. Abdül Hamid Dönemi Eğitim Politikaları”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM, 2000, Cilt: 11, Sayı: 11, s. 28. 90 Baytal, a.g.e., s. 29. 41 Nizamnamesi ile modernleştirilmeye çalışılmakta ve bu sistemin düzene sokulması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. 1876 da ortaya çıkan Kanun-i Esasi ile birlikte eğitimle ilgili düzenleme gerekliliğinin tekrar gündeme geldiği söylenebilir. Maarif merkezi teşkilatının, II. Abdülhamit döneminde düzenlemeyle son şeklini aldığı söylenebilir. Maarif Nezareti bünyesinde böylece her öğretim derecesi için genel müdürlükler ve müfettişlikler oluşturularak her vilayet merkezinde birer maarif müdürlüğü ve meclisinin kurulduğu ifade edilmektedir. Kaza ve sancaklarda ise Maarif Meclisi şubeleri açılarak vilayetlerde müfettiş kadrolarının arttırıldığı da bilinmektedir. Maarif Nezareti bünyesinde ayrıca İdadi ve Rüştiye müdürlükleri de tesis edilmiştir. Kurulan bu teşkilat sayesinde ilköğretim, ortaöğretim ve öğretmen okullarının bu dönemde taşraya götürüldüğü söylenebilir. Maarif merkez teşkilatının temelleri, öğretim basamaklarına göre ayarlanarak 1879’da belirlenmektedir. “Abdülhamit döneminde eğitimde önemli gelişmeler kaydedilerek birçok sanat ve meslek okulunun açıldığı ifade edilmektedir.” 91 2. Abdülhamit döneminde ortaya çıkan en önemli gelişmelerin başında eğitim alanı gelmektedir. Ortaokulların sayısının katlanarak arttığı, lise ve askeri okul sisteminin yaygınlaştığı ve birçok yeni yüksekokulun açılırken var olan okulların da geliştirildiği söylenebilir 3.1.7. Siyasi Politikalar “Yeniçeri Ocağı’nın 2. Mahmut tarafından kaldırılmasından sonra, otokrat bir yönetim anlayışının varlığını sürdürdüğü ifade edilmektedir.” 92 Otokrat yönetim anlayışı ile birlikte 2. Mahmut, Osmanlı’nın eski geleneklerinden olan örf ve hükümlerinde devletin iyiliği için otoritenin de ele alınması gerektiğini savunmaktadır. 2. Mahmut’un sahip olduğu otoritenin meşruiyetini, hiçbir zaman İslami kurallarda aramadığı söylenebilir. 2. Mahmut, otoritesinin meşruiyetini İslami kurallarda aramamasına rağmen yaptıklarının İslam’a uygun olduğu görüşünü ileri sürmektedir. “2. Abdülhamit dönemi Devlet siyaseti genelde devletlerarası dengeye dayalı bir biçimde devam etmiştir.” 93 Abdülhamit’in hem yurt içinde hem de yurt dışında uygulamış olduğu politikalarında İslami değerlerin ön planda olduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit’in aynı zamanda dış ve iç siyasette Halifelik makamının bütün olanaklarından yararlandığı da söylenebilir. Halifelik makamının, Batılı devletler 91 Erik Jan Zurcher, Turkey (A Modern History), I.B. Tauris Press, London, 1994, p. 90. 92 Esra Atalı, 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2002, s. 101 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). 93 Eraslan, a.g.e., s. 239. 42 tarafından ne kadar tedirgin edici olduğunun farkında olan 2. Abdülhamit bu makamı, bir tehdit unsuru olarak kullanmaktan da çekinmemektedir. Abdülhamit, iç siyaseti uygularken İslamcı politikaları da uygulamaktan çekinmemektedir. Tarikat şeyhlerine ve tarikatlara 2. Abdülhamit döneminde değer verilerek halka ulaşmak amacıyla din adamlarından da yararlanılmaktadır. Abdülhamit döneminde dış temsilciliklere daha çok dindar kesimden kişiler gönderilerek dini yönü ağır basan yöneticiler daha çok görevlendirilmektedir. 3.1.8. Mali Politikalar “Osmanlı Devleti, 1875 yılına gelindiğinde dış borçlarının faizini bile ödeyemeyecek duruma düşmüş ve mali iflasını ilan etmişti.” 94 2. Abdülhamit, kendisinin geliştirmiş olduğu Osmanlı sisteminin daha çok mali konulara ağırlık verdiği ve bu sistemin bütününü kapsayan programını da 1879’un başlarından itibaren uygulamaya koyduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit, ortaya çıkardığı bu programla birlikte devletin bütçesini denkleştirmek ve oluşan hazine açığını kapatmak için çaba sarf etmektedir. Merkezi açıdan yapılacak olan mali bir denetim için yeni düzenlemeler de Abdülhamit döneminde ortaya çıkarılmıştır. İlk başlarda, tasarruf yapılması yolunda önlemler alınarak memurların maaşlarında da azaltılma yoluna gidilmektedir. 2. Abdülhamit döneminde izlenen mali politikalarla birlikte, mali alanda reformların yapıldığı ve alınan dış borçların zamanında ödendiği söylenebilir. Devletin bu dönemde mali durumları elverdiğince yeni politikalar belirleyerek hareket ettiği de ifade edilmektedir. 3.2. ABDÜLHAMİT DÖNEMİ FİKİR HAREKETLERİ (İDEOLOJİLER) scgl 3.2.1. İslamcılık Akımı “İslamcılık akımı, dünya Müslümanlarını tek çatı altında ve Hilafet merkezi etrafında toplamak istiyorlardı. Bu sebeple değişik İslam toplumları ile bu dönemde irtibat kurulmuş ve Müslümanların önderi olarak halife (padişah) tanıtılmaya çalışılmıştır.” 95 Türkiye’deki dinin işlevlerinin tebarüz ettirilmesi, İslamcılığın gelişmesi ve doğuşundan daha fazla önem arz etmektedir. B. Lewis Osmanlı Devleti’nin dinsel yapısını, İmparatorluğun kuruluşundan çöküşüne kadar İslam’ın inancının ve gücünün ilerlemesine ya da savunmasına kendisini inandıran bir devlet olarak özetlemektedir. Osmanlılar, öncelikle İslami yönetimle altı asırdır Avrupa’nın büyük bir kısmına hakim 94 Ercüment Kuran, Küçük Said Paşa, İslam Ansiklopedisi (İA) , Cilt: 10, İstanbul, 1967, s. 82. 95 Şaban Sitem Bölükbaşı, Türkiye ‘de İslam’ın Yeniden İnkişafı (1950-1960), Ankara, 1995, ss. 6-7. 43 olarak büyük oranda başarı elde ettikleri söylenebilir. Osmanlı diğer taraftan da Batının acımasız saldırılarını geciktirmek ya da durdurmak için Hıristiyan âlemiyle daima savaşarak kendilerini savunmaktadırlar. Asırlarca süren bu uzun mücadelelerin, Türk toplumu ve kuruluşları üzerinde büyük etki bıraktığı ifade edilmektedir. Devlet demek, Osmanlı için İslam’ın kendisi demek olduğu söylenebilir. İmparatorluğun topraklarının, Osmanlı vakayinamelerinde İslam toprakları; Hilafet ordusunun İslam’ın askerleri; dini liderin de Şeyhü’l-İslam olarak yazıldığından söz edilmektedir. Osmanlı halkı, kendini her zaman Müslüman olarak görmektedir. Osmanlı Devleti’nin adalet temeli üzerine kurulduğu ifade edilmekle birlikte din ve devlet ya da İslam ve siyasetin birbirinden ayrışmayan bir bütün olduğu üzerinde durulmaktadır. Osmanlı Devleti’nin dine dayalı bir yapıya sahip olamaması durumunda bu durum, İslam’ın özüne ters düşmektedir. 3.2.2. Osmanlıcılık Akımı “Osmanlıcılık, padişahın gözetimi altında yaşayan milletlerin, din ve ırk farkına göre bakılmaksızın idari, dini, hukuki ve siyasi haklardan eşit faydalanmasıydı.” 96 Osmanlıcılık başka bir ifadeyle, Osmanlı Devleti’nin idaresi altında bulunan farklı etnik kökenleri bir arada bulundurmak şeklinde de tanımlanmaktadır. Osmanlı Devleti’ni meydana getirmek amacıyla bütün etnik kökenlerin içerisinde üst köken olarak seçilen düşünce hareketine de Osmanlıcılık ismi verilmektedir. İslamcılık düşüncesine tek eşdeğer ideolojinin, Osmanlıcılık ideolojisi olduğu söylenebilir. Osmanlıcılık, ilk siyasi doktrin olarak kabul edilmektedir. Osmanlıcılık düşüncesinin başarısızlıkla neticelenmesi ve diğer milletlerin de kendine has milliyetlerini öne çıkarmaları, Türkçülüğe ait düşüncelerin Osmanlı liderleri arasında ön plana çıkmasına neden olmaktadır. Osmanlıcılık düşüncesinin temel amacı, devletin bekası ve mevcut durumun devletin faydasına dönmesi için toplumsal uyumu sağlamak ve devleti kalkındırmak olmaktadır. İdeolojiler çağında Osmanlı Devleti'nin ilk siyasi ideolojisi olan Osmanlıcılık, bir devlet siyaseti tarzında Tanzimat'tan Cumhuriyet' e kadar değişik şekillerde varlığını korumuş, hatta genel olarak Cumhuriyet'e de intikal etmiştir. 3.2.3. Türkçülük Akımı “Osmanlı Devleti’nde, her çeşit cemiyet kurmanın zorluğu üzerinde durulmaktadır. Milliyeti temel alan bir cemiyetin kurulmasına ise asla müsaade 96 Mümtaz Er Türköne, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011, s. 277. 44 edilmemektedir.” 97 Türk ve Müslüman olmayan kesimlerin milliyet temellerine dayalı edebi ve Hayri maskeler altında bulunan pek çok cemiyet bulunmaktadır. Türk milliyetçiliği hareketi, 1908 yılında gerçekleşen Osmanlı Devrimi’nden sonra daha çok derinleşerek genişlemiştir. Meşrutiyet döneminin, Türkçülüğün teşkilatlı yapıya bürünmesine ve Türk cemiyetlerinin kurulmasına olanak sağladığı söylenebilir. Türkçülük akımının, dünyada bulunan bütün Türkleri kültür ve siyaset bakımından birleştirerek kaynaştırmayı amaçladığı ifade edilmektedir. Ülke dışında bulunan Türklerle de ilişkiler kesilmemekte, aynı kültürle harmanlanan Türklerin tek medeniyete sahip olması istenmektedir.”98 Türkçülük akımının, ortaya çıkan diğer akımlardan daha geç ortaya çıktığı ifade edilmektedir. Türkçülük akımı, Milli Mücadele’nin başarıya ulaştırılmasında ve Cumhuriyetin teşkilatlanmasında diğer akımlara nazaran geç ortaya çıkmasına rağmen önemli bir yer teşkil etmektedir. Türkçülük fikir akımının çıkmasına neden olan faktörler.”99 1) Avrupa’da yaşayan Türklere uygulanan baskılar ve yapılan kışkırtmalar, 2) Osmanlı topraklarında yaşayan Hıristiyan halk arasında Batılı devletlerin istekleriyle de milliyetçilik hareketinin yayılarak ortaya çıkan isyanlar, 3) Avrupa’ya yabancı dil eğitimi için giden Türk aydınlarının, Avrupalıların Türklere yönelik çalışmalardan haberdar olmaları ve bu durumdan duymuş oldukları rahatsızlıklar, 4) Müslüman olmayan toplulukların Batılı devletlerin kışkırtmalarıyla Osmanlı devletinden kopmaya başlamaları, 5) Büyük ülkelerde yaşayan Hıristiyan halkın bağımsız ve özerkliğe kavuşması neticesinde bu ülkelerde yaşayan Müslüman halkın Anadolu’ya göç etmek zorunda kalmasına ve arkasından felaketlerin doğmasına neden olması şeklinde sıralanabilir. “İttihat ve Terakki Cemiyeti bir siyasal teşkilât olarak Türkçülük akımını temel felsefe kabul ediyordu. Başlarında Ziya Gökalp olmak üzere önemli bir çekirdek aydın 97 Yusuf Akçura, Türkçülük-Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2007, s. 208. 98 Hüseyin Tuncer, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990, s. 497. 99 Remzi Oğuz Arık, Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1981, s. 10. 45 kadro, bu akımın düşünce sistemini yaymaya çalışıyorlardı.” 100 Türkçülük akımını, İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde yer alan İsmail Gaspıralı’nın başlattığı bilinmekle birlikte Azerbaycan’dan kaynaklanan bu akımın yandaşlarının da olduğu söylenebilir. Yusuf Akçura, Ahmet Ağaoğlu ve Mehmet Emin gibi isimler, Türkçülük akımının önemli yandaşlarından birkaçı olmaktadır. 1911 yılında Türk Ocağı’nın kuruluşunu hızlandıran nedenlerden birinin de İttihat ve Terakki yönetiminde Türkçülük akımının gelişme göstermesi olduğu söylenebilir. Türkçülük akımının odak noktasını, Türk Ocağı’nın günümüze kadar gelen Türk Yurdu dergisi oluşturmaktadır. Türkçülük tarihine bakıldığı zaman siyasal bir tez olarak Türkçülüğün, ilk olarak Ahundzade ile sonrasında ise 1904’te Yusuf Akçura’nın yayımladığı Üç Tarz-ı Siyaset adlı eseri ile başlatıldığı söylenebilir. 3.2.4. Batıcılık Akımı “Türk tarihi genel olarak değerlendirildiğinde Türklerin daima Batı yönünde hareket ettiği ve yüzünü sürekli batıya döndüğü görülmektedir.” 101 Osmanlıların, XVI. yüzyılda büyük bir güce sahip olduklarından dolayı daha sonraları, eski gücünden ve ihtişamından çok şey kaybettiğinin farkına varamadıkları söylenebilir. Osmanlı Devleti’nin aynı zamanda Batı’nın hızla ilerlemesine ve gelişmesine önem vermediği de ifade edilmektedir. Osmanlı devlet yapısındaki bu bozulmanın Kanuni zamanında yapılan kanun-u kadimden ayrılmayla meydana geldiği ileri sürülmektedir. Kanun-u kadimin tekrardan kurulması durumunda ise, her şeyin yeniden düzeleceğine inanılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu için Karlofça Antlaşması’nın bir geçiş noktası oluşturduğu söylenebilir. Karlofça Antlaşması sonucunda Osmanlı Devleti çok büyük toprak kayıpları vererek artık Batının gücünü kabul etmek zorunda kalmaktadır. Batılı yönde yapılan ıslahatlar da diğer ıslahatlar gibi düşmanın gücüne sahip olunmasına ve bu düşmanla başa çıkabilme esasına dayanmaktadır. Batı dünyasındaki gelişmeleri özellikle de teknoloji ve bilim alanında ortaya çıkan gelişmeleri, en ince detayına kadar anlayacak ve uygulayacak ne bilim adamı ne de bilimsel kurumlar Osmanlı’da yer almamaktadır. Tanzimat’tan sonra Batılı gibi yaşamayı heves eden Osmanlı aydınları ve üst gruplar, sadece taklitçilikten ileri gidememektedirler. Alt yapısı oluşturulmadan gelişi güzel yapılan batılı anlamdaki ıslahat hareketlerinin, sonuçsuz kaldığı ifade edilmektedir. Batılılaşma düşüncesi ciddi anlamda bir grup aydın tarafından ortaya atılan İçtihat Mecmuasının yayınlanmasıyla ortaya çıktığı belirtilmiştir. Batıcılar Dr. Ahmet Cevdet’in önderliğinde iki gruba bölünmüşler, bir grup 100 Rıdvan Akın, “İkinci Meşrutiyet Türkçülüğünün İdeolojik ve Politik Boyutları”, İstanbul Üniversitesi Dergisi, 2003, Sayı: 3, 15-47, s. 26. 101 Tufan Gündüz, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012, s. 79. 46 bilim, teknik ve uygarlık alanlarında Batılılaşmayı savunurken; diğer bir grup ise, uygarlığın bir bütün olduğunu, böylelikle olumlu olumsuz tüm yönleriyle kabul edilmenin şart olduğunu savunmuştur. 3.2.5. Adem-i Merkeziyetçilik “Adem-i merkeziyetçilikte, hükûmet merkezince tayin edilip millî müdafaa, diplomasi, adalet ve sair işlere bakan memurların yanında, merkezî hiyerarşiye dâhil olmayan merciler vardır.” 102 Makamlar, geçici olarak köy, kasaba ve şehir halkı tarafından seçilmekte, makamların seçmiş olduğu bir heyet tarafından tayin edilmekte ve birtakım yürütme kararlarının da bunlar tarafından alındığı ifade edilmektedir. Verilen yetkilerin onlara merkez tarafından verildiğinden ve geri alınması mümkün olmadığından da söz edilmektedir. Tarihe bakıldığında devletlerin, ilk etapta merkeziyetçilikle yönetildiği sonrasında adem-i merkeziyetçi bir yapıya sahip olunduğu ve bunun ardından yeniden merkeziyetçi yapıya dönüldüğü ifade edilmektedir. Adem-i merkeziyetçiliğin ortaya çıkışının genellikle İlkçağdan Ortaçağa geçiş sürecinde gerçekleştiğinden bahsedilmektedir. Merkeziyetin eski nüfuzunu ve kudretini devam ettirememesinin nedeni olarak merkezi imparatorlukların yıkılması gösterilebilir. Adem-i merkeziyetçiliğin de etkisini sürdürdüğü Ortaçağ’da iktidarlık müessesi, derebeyi ve kral arasında bir paylaşıma gidilmektedir. 3.3. İKİNCİ MEŞRUTİYET DÖNEMİ İSLAMCILIĞI VE 31 MART VAKASI (1908- 1922) 3.3.1. İkinci Meşrutiyetin Önemi “Meşrutiyetin ilanı ile İttihatçılar arzuladıkları düzene kavuşmuşlardı belki ama Akşin’in de kaydettiği gibi ittihatçılar o zamanın anlayışıyla tecrübesiz ve toy göründükleri için iktidarı bir an da ellerine alamadılar.” 103 İttihat ve Terakki cemiyetinin bu nedenle orduya bağlı bir gizli bir komite niteliği taşıdığı bilinmekle birlikte devlet yönetiminin de Said ve Kamil Paşa gibi Osmanlı Paşalarına bırakıldığından söz edilmektedir. İttihatçıların eski otoritesi ve ağırlığını yitirmiş olan Abdülhamid ile meydanın tekrar kendilerine kalacağını umut ederek yönetimi eski sahiplerine bırakmaktadırlar. Osmanlı’nın devlet yapısında bütün bunlar yaşanırken diğer taraftan İttihat ve Terakki Cemiyetinin, hangi paşaların idarede yer alacaklarını 102 Ekrem Buğra Ekinci, “Osmanlı İdaresinde Adem-i Merkeziyet ve İmtiyazlı Eyaletler”, http://w ww.ekrembugraekinci.com/pdfs/osmanli_idaresinde_ademi_merkeziyet_ve_imtiyazli_eyaletler.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). 103 A.L. Macfie, Osmanlının Son Yılları 1908-1923, (Çeviren: Damla Acar ve Funda Soysal), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003, s. 50. 47 kararlaştırmaya ve bu paşaların ne yapıp ne yapmaması gerektiği konusunda talimat vermeğe çalıştıkları da ifade edilmektedir. Akşin, 1908-1913 yılları arasında cemiyetin, denetleme iktidarı olduğunu söylemektedir. İttihatçılar, Kanun-u Esasi’nin ilan edilmesi ile birlikte kendilerine yeni bir yol çizememelerinden dolayı idareyi eski rejimin deneyimli idarecilerine bırakmak zorunda kalmışlardır. İttihatçıların bu nedenle doğrudan iktidara el koyamadıkları söylenebilir. İktidarlığın yeniden ele geçirilmesi ile düzenin tekrardan bozulacağı endişesine kapılan İttihatçıların, bir süreliğine idareyi paşa ünvanına sahip üst düzey subay ve sivil memurlara bırakmaya karar verdikleri açıklanmaktadır. İttihatçılar bu olayların yanında Said Paşa başkanlığında kurulan devlete karşı da herhangi bir davranışta bulunmamaktadırlar. 3.3.2. İkinci Meşrutiyet Döneminde İslamcılığın Genel Durumu “İslam’ın Türkiye coğrafyasında kurtuluşunu ve hilafet makamının esaretten kurtarılması olarak görmektedirler. Ancak Meşrutiyet İslamcılığının din ve devletin işleyişine ilişkin meşruiyet algısı, ikinci gruba taşınmıştır.” 104 Açıklaması yapılan bu özelliklerle birlikte bürokrasideki kadrolaşma üzerinden Sünni-Hanefi inancının özel mezhep olarak kabullenilmesine vurgu yapılmaktadır. Bürokrasinin kadrolaşmasının aynı zamanda şeriatın Osmanlılaştırılması veya dinin devletleştirilmesi, saygınlık ve diplomatik hareket alanı elde etmek için “geleneğin icadı” yöntemiyle halifelik müessesinin sağlamlaştırılması, sosyal yardımlaşma veya eğitim gibi alanlarda İslami öğelerin ağırlık kazanmasıyla birlikte somut bir hal almaktadır. Bürokratik yapılanmadaki İslami kadrolaşmanın, II. Abdülhamit döneminde daha etkili olduğu ifade edilmektedir. Abdülhamit, tarikatların toplumsal hayattaki rollerinin farkında olarak bu tarikatlardan yararlanmayı da ihmal etmemektedir. 2. Abdülhamit’in aynı zamanda; Nakşibendi, Rıfai, Medenni, Kadiri, Halveti, Ticani ve Sazeli tarikatları ile de iyi ilişkiler içinde bulunmaktadır. 3.3.3. 31 Mart Vakası (13 Nisan 1909) “13 Nisan 1909 sabahı Avcı Taburları’nın başını çektiği asker Ayasofya Meydanı’nı doldurmaya başlamış ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçecek olan olaylar zinciri başlamıştır.” 105 31 Mart Vakasının tek başına değerlendirildiğinde, layıkıyla tanımının yapılamadığı söylenebilir. 31 Mart 1925’te ortaya çıkan olayın 104 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996, s. 51. 105 Ahmet Turan Alkan, “31 Mart Vakası ve Sonuçları”, http://www.ata.boun.edu.tr/faculty /Nadir Ozbek/Courses/HTR_311_2013/21_Alkan,%20Ahmet%20Turan_Ordu%20Siyaset%20Iliskisinin%20T arihine%20Dair%20Bir%20derkenar%2031%20Mart%20Vakasi%20ve%20Sonuclari.pdf, (Erişim Tarihi: 16.07.2017). 48 yıllarca biriken gerilimin boşalması olduğu, yeni gerilimlerin de doğmasına sebep olarak günümüzde hala siyasi tartışmalarda zaman zaman gönderme yapılan bir konu olarak ele alındığından söz edilmektedir. 31 Mart olayının başlama sebeplerini, II. Abdülhamit döneminin içinde ve bu dönemde Abdülhamit’in yaptığı çalışmalarda görmek mümkün olmaktadır. II. Abdülhamit, Meşrutiyet’i ilan edilmesi maksadıyla tahta çıkarılmıştır. Abdülhamit’in sözünü tutması ile birlikte 23 Aralık 1876’da Kanuni Esasi’yi yürürlüğe koyduğu ifade edilmektedir. Yeni Osmanlıların bununla birlikte yönetimdeki güçleri, en üst seviyeye çıkmaktadır. 49 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM CUMHURİYET DÖNEMİ VE DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI 4.1. CUMHURİYET DÖNEMİ İSLAMCILIK HAREKETLERİ 4.1.1. Jön Türklerin Siyasi Söylemleri (1866-1923) “Jön Türkler: Osmanlı Devleti içinde 19. yüzyılın ikinci yarısında Meşrut! bir temele dayalı bir sistem kurmak, Kanun-i Esasi ilanıyla da serbest seçimlere gitmek ve böylece oluşturulacak meclise, ülke geleceğini teslim etmek gibi fikirlerle yola çıkan, hedef olarak batı örnekliğini seçen Osmanlı aydınlarının ortak adıdır.” 106 Jön Türklerin aynı zamanda, Batı’yı örnek alan Osmanlı aydınlarından meydana geldiği de ifade edilmektedir. Jön Türkler isminin, ilk olarak Mustafa Fazıl’ın yayınladığı bir arzda kullanıldığı, ancak sonradan Ali Suavi ve Namık Kemal tarafından Yeni Osmanlılar kavramının benimsendiği söylenmektedir. Birinci ve İkinci Meşrutiyet dönemlerinde yer alan bütün ihtilalciler için de Yeni Osmanlılar ismi kullanılmaktadır. Jön Türk hareketinin, Osmanlı’nın son dönemlerinde ortaya çıkan en önemli siyasal ve sosyal bir hareket olduğu ifade edilmektedir. Jön Türklerin, başlangıç ve kuruluş noktaları dolayısıyla ortaya çıkan belirtileri, farklı sonuçların ortaya çıkmasına neden olarak hem felaket hem de geleceği etkileyen bir kargaşa olarak nitelendirilmektedir. “Jön-Türklük, Osmanlı Devleti’nde modern gereksinimlere göre değişiklik yapmak isteyen inkılapçıları veya ihtilalcileri kapsamaktadır.” 107 Jön Türkler, Siyasi ve fikri işlevlerini İttihat ve Terakki Cemiyeti içinde bulunduğu ifade edilen ve özel ilkelere ile belli bir politik programa bağlı olarak sistematik faaliyetleri sürdüren kişiler olarak da tanımlanmaktadırlar. Amaçları, kuruluşları, yönetimi, cemiyetin teşekkül biçimleri, teşkilat içinde yer alan kişilerin kendi durumlarına göre rol almaları vb. kurallara dayandırılan bu hareketin, siyasi eylem ve 'muhalefet' düşüncesi bakımından önemli bir yere sahip olduğu söylenebilir.”108 Jön Türklerin, kendilerine özgü bir yapılanma içine girdikleri ve politik yaşamda önemli etkiler oluşturdukları ifade edilmektedir. Osmanlı yapılanması içinde Jön Türkler, yenilikçilerin toplandığı bir hareket haline gelmişlerdir. İfade edilen bu hareket ayrıca muhalefetin ana merkezi konumunda bulunmaktadır. 4.1.2. İttihat Terakki Dönemi Siyasi İslam Söylemi (1889-1912) 106 Kemal Karpat, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, 107 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye' de Siyasi Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988, s. 19. 108 Tunaya, a.g.e., s. 45. 50 “İttihat ve Terakki 1908 devrimi ile II. Abdülhamit’e Meşrutiyet’i ikinci defa ilan ettirmiş, 1909’da ise 31 Mart Vak’asının hemen ardından Abdülhamid görevden tamamen uzaklaştırılmıştır.” 109 2. Abdülhamit döneminin en önemli siyasi hareketlerinden biri olarak Pan-İslamcılık görülmekle beraber, İttihatçılarla birlikte bir dönem gerilemiş olsa da daha sonraları etki ve önemini devam ettirmektedir. İttihat ve Terakki içinde İslamı savunanlar da yer almakta, ancak gerçek İslamcı topluluğu, muhalifler oluşturmaktadır. Batıcılık ve Türkçülük akımları, İttihat ve Terakki’nin resmi ideolojisi olsa da İslam’dan gelen İslamcılık akımını da hiçbir zaman reddetmemektedirler. Modernist ve Batıcı olarak adlandırılan yenilikçi İslamcıların tam karşısında, muhafazakar İslamcıların yer aldığı söylenebilir. Modernistler, İslamı tamamen reddetmeyerek söylemlerini Kur’an’a dayandırmaya çalışmakta ve tarihi tecrübelerden de faydalanarak İslami gelenek ile Batı kültürü arasında bir sentez oluşturma çabası içine girmektedirler. Modernistler amaçlarını, gelişmekte olan bir kültürün var olmasına ve dünyanın da bundan büyük oranda etkilenmesi düşüncesine dayandırmaktadır. Muhafazakar kesim ise İslami değerlerine fazlasıyla bağlanarak, Batıcılıkla arasında herhangi bir sentezin olamayacağını savunmaktadır. “Ahmet Rıza grubunun İttihat ve Terakki Cemiyetinin devletçi ve merkeziyetçi kanadını oluşturduğu bilinmekle birlikte 1908 darbesini gerçekleştirerek etkinliğini arttırdığı da söylenebilir.” 110 Osmanlı’nın merkeziyetçi yönetim anlayışının, İttihat ve Terakki cemiyeti tarafından daha da köklü hale getirilerek kabul edildiği bilinmektedir. Osmanlı’nın merkeziyetçi anlayışının bir anlamda da İttihat ve Terakki gelenekselliğine dönüştüğü söylenebilir. Fransız Devrimi’nin önce Batı'da sonra da Rusya ve Osmanlı’nın içinde milliyetçilik akımlarını tetikleyerek İttihat ve Terakki'nin aynı zamanda milliyetçi bir çizgiye kaymasına da yol açtığı da ifade edilmektedir. Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 tarihinde ilan edilerek İstanbul'da 24 Temmuz tarihli Padişah iradesi ile resmiyete konulduğu söylenebilir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, merkezlerinin gizlilikten çıktıktan sonra faaliyete geçmişlerdir. 1908 devriminin halktan temellenmediği ve bu nedenle de halka bir dönüşünün olmayacağı düşünülmektedir. Halkın 1908 devrimini büyük umut ve sevinçlerle karşıladığı ve halkın en büyük beklentisinin de o dönemin deyişiyle hürriyet yani özgürlüğün gelecek olması beklentisi olmaktadır. Sosyal düzeyin geriliği, siyasi yapının eksiklikleri ve yabancı baskısı, Meşrutiyet'in de muvaffak olamayacağı inancını kuvvetlendirmektedir. Gerçeklerle ideallerin bazen çeliştiğini söylemek mümkün olabilir. İstibdat’a karşı 109 İhsan Sungu, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940, s. 79. 110 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s. 45. 51 meydana gelen yapı, yönetime gelince bu doğrultuda bir anlayışa sarılmaktadır. Halka anlatılan özgürlük ve gelecek vaatlerinin, tersi uygulamalarla da hayal kırıklığı oluşturduğu ifade edilmektedir. 4.1.3. Birinci Dünya Savaşı Dönemi Siyasal İslam (1914-1918) “I. Dünya Savaşı İttifak Devletleri ve İtilaf Devletleri arasında 1914-1918 yılları arasında gerçekleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun da dahil olduğu İttifak grubu savaşı kaybetti. Bu büyük savaş sonrasında dünyanın siyasal İslam haritası değişti.” 111 Savaşın etkili olduğu her coğrafyada, cephede ve cephe gerisinde yer alan insanların; hastalık, ölüm, açlık vb. problemlerle başa çıkmaya çalıştıkları söylenebilir. 1. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı’nın da maddi ve manevi bütün varlıklarını bu savaş için seferber ettiği ifade edilmektedir. Osmanlı bu savaş ile hem sivil hem de askeri vatandaşlarıyla bir sınava tabi tutulmaktadır. Osmanlı’da ekonominin de bozulması ile birlikte çözülmelerin meydana geldiği ve savaşın etkili olduğu yıllarda temel tüketim ürünlerinin temin edilmesinin halk için imkansız bir hal aldığı da ifade edilebilir. 1. Dünya Savaşı’nın etkilerinin ve sonuçlarının savaşa katılan tarafların savaşçı güçleri bakımından değerlendirmeye alındığında 1. Dünya Savaşı, dünyanın o güne kadar yaşanmış en büyük savaşı olduğundan söz edilmektedir. Savaş ile birlikte dünyada yer alan savaş tarihi içinde yeni bir çağın başladığı, toplu savaş kavramının da hafızalarda yer edindiği söylenebilir. Osmanlı savaş süresince pek çok cephede savaşmıştır. Devlet aynı zamanda milyonlarca insanı savaş için askere aldığı ve birer savaşçı olarak da cephelere gönderdiği ifade edilmektedir. “İslam dünyasının, I. Dünya Savaşı'ndan sonra en büyük desteğini kaybettiği görülmektedir.” 112 Avrupalıların amaçlarına ulaştıkları ve Osmanlı’yı parçaladıkları belirtilmekte ve aralarında yaptıkları gizli antlaşmaları yürürlüğe koymak için aceleci tavır sergilemektedirler. Kurtuluş Savaşı’nın kazanılması ile yeni bir Türk devleti kurulmuş, ancak İslam ülkeleri de hala sömürge ve işgal altında olmaya devam etmiştir. İslamcı ve Osmanlıcı tutumu, Müslümanlar arasında dini-milli kimliğin gelişmesi açısından önemli olmakta ve bağımsızlık düşüncesinin de meydana gelmesinde büyük bir katkısı bulunmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun dağılması ile birlikte İslam alemi de en önemli destekçisini kaybetmektedir. Müslüman toplulukların yaşadıkları kimlik sorununun yanında Osmanlı aydınlarının yapmış oldukları 111 Alev Gözcü, “I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Gündelik Hayatından Kesitler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2016, Cilt: 8, Sayı: 32, 133-169, ss. 133-135. 112 Abdünnasır Yiner, “Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 1997, Sayı: 59-60, 74-86, s. 75. 52 Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetlerinin de düşünsel anlamda olumlu bir etki yaptığı ifade edilebilir. 4.1.4. Milli Mücadele Döneminde Din ve Siyaset İlişkisi (1919-1923) “Milli Mücadele yıllarında Mustafa Fehmi Efendi Ankara’da, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ndedir.” 113 Fehmi Efendi ve meclise üye olan diğer din adamlarının Milli Mücadele döneminde yapmış oldukları en önemli faaliyetlerinin, İstanbul-Ankara arasında gerçekleşen fetva savaşında üstlenmiş oldukları rol olduğu söylenebilir. Dini ve din unsurlarının, ister batıl ister hak ister doğulu isterse de batıda isterse de doğuda yer alsınlar, bireyleri harekete geçirmek amacıyla bütün ülkelerde kullanıldığı ifade edilmektedir. Belirtilen düşünce ile birlikte Milli Mücadele yıllarında başarılı olabilmek için; dini unsurlara, din adamlarına, dine ve dini duygulara önem verilerek başvurulmaktadır. Milli Mücadele yıllarında ayrıca dini değerler, birer basamak olarak da kullanılmaktadır. Dini öğeler ile dinin, askeri ve siyasi alanda kullanılmasından dolayı bu mücadeleye dini bir savaş ya da cihat ismini vermek doğru olmamaktadır. Milli mücadele döneminde dinin manevi gücünden, dinden, din adamlarından ve kutsal değerlerden büyük ölçüde faydalanılmaktadır. Dini faaliyetlerin de bu dönemde desteklenerek teşvik edildiği söylenebilir. 4.2. CUMHURİYET DÖNEMİ DEVLET, DİN VE TOPLUM İLİŞKİSİ 4.2.1. Cumhuriyetin İlanı (1923) “25 Ekim 1923 günü aynı anda hem Başbakanlık hem de İçişleri Bakanlığı görevlerini yürüten Fethi Bey, İçişleri Bakanlığını bıraktığını açıkladı.” 114 Boşalan iki koltuk için yapılan oylamaları, Mustafa Kemal’e muhalefet olan milletvekillerinin kazandığından söz edilmektedir. Meclisin İkinci Başkanlığına Rauf Bey’in, İçişleri Bakanlığı koltuğuna da Sabit Bey’in geçtiği söylenebilir. Meydana gelen durumdan hoşnutsuz olan Mustafa Kemal Atatürk, 26 Ekim 1923 yılında dönemin Başbakanı olan Fethi Bey’den, Erkan-ı Harbiye Umumiye Riyaseti Vekili olan Fevzi Paşa dışında bütün hükümetin istifa etmesini istemektedir. Mustafa Kemal Atatürk’ün bu hareketinin, yeni bir hükümet krizine neden olduğu ifade edilmektedir. Yeni oluşturulacak Bakanlar Kurulu’nun 29 Ekim günü seçileceği de duyurulmuştur. Cumhuriyeti ilan ederek işi kökünden çözmeyi amaçlayan Atatürk’ün, 28 Ekim 1923 gecesinde İsmet Paşa ve bazı kişilerle birlikte Çankaya’da yaptığı toplantıda “Yarın 113 Metin Hülagü, “Milli Mücadele Dönemi İslamcılık Politikası (1919–1923)”, http://www. metinhulagu.com/images/dosyalar/20120301002554_0.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). 114 Nurettin Güz, “Cumhuriyetin İlanına Basının Bakışı”, İletişim Fakültesi Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 3-12, s. 7. 53 Cumhuriyeti ilan edeceğiz.” ifadesine yer verdiği söylenmektedir. 29 Ekim’de Halk Fırkası Meclis Grubu’nda, Bakanlar Kurulunun oluşturulması ile ilgili tartışmalar yaşandığı dile getirilmektedir. Atatürk, oluşan bu bunalımın Anayasanın değiştirilmesi ile ortadan kaldırılacağını savunmaktadır. Mustafa Kemal Atatürk, Anayasa değişikliği ile alakalı raporu kurulun onayına sunarak 29 Ekim 1923’te “Yaşasın Cumhuriyet” nidaları eşliğinde Cumhuriyet’in ilan etmiştir. İlanın ardından Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılan 158 milletvekilinin de oyları ile birlikte Gazi Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk Cumhurbaşkanı olmuştur. 4.2.2. Cumhuriyetin İlanı ile Ortaya Çıkan İslamcılık Hareketleri “Cumhuriyet öncesi dönemde yani Milli mücadele döneminde İslamcılık ve İslam dini birleştirici bir ideoloji olarak benimsenmiştir. Aynı zamanda bu dönem Milli mücadelenin başarıya ulaşması adına İslam dininin araç olarak kullanıldığı bir dönemdir.” 115 Milli Mücadele döneminin din unsuruna bakış açısını anlamak için Mustafa Kemal Atatürk’ün Balıkesir’de yer alan Paşa Camisi’ndeki konuşmasının irdelenmesi gerekmektedir. Milli Mücadele döneminin din anlayışını gösteren en önemli örneklerden birisi, 23 Nisan 1920 tarihinde kurulan Birinci Meclis olmaktadır. Birinci Meclis, halifelik makamının ve şeriatın korunmasını amaçlamaktadır. İslam, Cumhuriyet döneminde ilk olarak gelecek olan tepkileri azaltmak ve insanları daha kolay kontrol edebilmek amacıyla kullanılmaktadır. Cumhuriyet’in kurulmasından sonra işin iç yüzünün değiştiği, Atatürk ve mecliste yer alan muhalefetlerin de istekleri doğrultusunda yeni bir meclis açılmasına karar verildiği ifade edilmektedir. Yeni meclis kurulmasındaki amacı da eski meclisin Lozan Antlaşmasını onaylamayacak olmasına bağlamaktadırlar. M. Kemal Atatürk Lozan Antlaşması’nı kabul ettirmek amacıyla yeni bir meclis kurulması için 1923’te yeni bir seçime kalkışmış ve Birinci Meclis’te yer alan kişilerin de işine son vermiştir. Yapılan bu seçimden sonra, din olgusuna tamamen yüz çevrilmiş ve yeni reformlarla İslam dininden tamamen uzaklaşılmıştır. 4.2.3. Birinci Meclis Dönemi ve Siyasal İslam Söylemi (1920-1923) “Osmanlı Devletinden Türkiye Cumhuriyetine geçişte yer alan en önemli kurum, faaliyetine 23 Nisan 1920’de başlayan ve Nisan 1923’e kadar sürdüren Birinci 115 Mepa Haber Merkezi, “Cumhuriyet ve Geçiş Döneminde Din Algısı”, http://www.mepanews. com/tarih/5592-cumhuriyet-e-gecis-doenemi-ve-cumhuriyet-doenemi-din-algisi.html, (Erişim Tarihi: 21.07.2017). 54 TBMM’dir.” 116 1. TBMM aynı zamanda Birinci Meclis ismiyle de anılmaktadır. Birinci Meclis’in devletin politikası haline gelen batılılaşma süreci, önemli bir aşamayı oluşturmakta ve aynı zamanda da ülkenin düşmanlar tarafından işgal edilmesine karşı verilen mücadelede önemli bir rol üstlenmektedir. Meclisin oturumlarında gruplar arası çekişme konularının, milletvekilleri arasında yaşanan kavgaların, çatışmaların hatta gündem maddelerinin ortaya çıkma sebeplerinin ve sonuçlarının bilinmesi, Cumhuriyet dönemindeki yasal, siyasal, ekonomik ve sosyal süreçlerin doğru algılanabilmesi açısından önem arz etmektedir. İfade edilen konuların önem arz etmesinin nedeni ise ilerleyen yıllarda ortaya çıkan siyasal, toplumsal, ekonomik ve sosyal hadiselerin köklerinin Birince Meclis’e kazar uzanması olmaktadır. 4.2.4. Cumhuriyet Dönemi Din, Devlet ve Toplum İlişkisi “Din ve devlet arasındaki ilişkiler, bütün çağlar boyunca siyasal ve toplumsal hayat içinde etken olan ya da tarihin değişik dönemlerinde o dönemin toplumsal yapısına göre farklı şekillerde meydana gelen bir nitelik taşımaktadır.” 117 Cumhuriyet döneminin gelişim evresinde devlet ve din arasındaki ilişkilerde, Türkiye’nin önemli bir yeri bulunmaktadır. Cumhuriyet döneminde de Osmanlı’nın dini yapısının laik bir yapıya dönüştürülerek laiklik ilkesi yeni Türkiye'nin temel ilkesi olarak kabul edilmektedir. Kabul edilen laiklik ilkesinin, Mustafa Kemal Atatürk’ün yapmış olduğu devrimler altındaki değişimlerin temel öğesi sayılması, din ve devlet arasındaki ilişkilerin ülkemiz yönünden etkilerini ortaya koymaktadır. “Cumhuriyetin ilanı toplumda büyük bir tepkiyle karşılanmamış tersine halk arasında istenen bir durum olarak görülmüştür.” 118 Toplumun yüzyıllarca padişahlık devri yaşamasının ardından bu durum, halk için bir olgunluk örneği sayılabilir. Toplumsal hayatta meydana gelen sorunlar, dini değerlere yönelik olan karşıt tavırlardan kaynaklanmaktadır. Meydana gelen muhalif tutumlar da devlet ve toplum arasında bir güvensizlik, çatışma ve ayrışmanın oluşmasına neden olmaktadır. Günümüzde de varlığını sürdüren bazı cemaatleşmelerin ve dini hareketlerin köklerinin o devirlere kadar dayanıyor olması, güvensizlik ya da çatışma ortamının kanıtları olarak gösterilebilir. Devletin, dini yapıya karşı sergilemiş olduğu olumsuz tavırlar sonucunda sosyal hayattan kopma, devletle ilişkilerin en aza indirilmesi ve içe kapanıklık gibi tepkili davranışların ortaya çıktığı söylenebilir. Devlet yönetimine yakın 116 Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999, s. 69. 117 Enes Sanal, “Demokrasi Kavramı Açısından Devlet ve Din İşleri”, Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2014, s. 1. 118 Güz, a.g.e., s. 7. 55 olan kişiler ise uygulanan bu yeni toplumsal dönüşüm siyasetini, kendileri için olumlu görmektedir. Yönetime yakın olanlar ve dönüşümü destekleyenler, devletin sunmuş olduğu bu hizmetlerden yararlanarak sosyal, siyasal ve ekonomik birer güç haline gelmektedirler. “Toplum ve devlet arasındaki ilişkiye bakıldığında Cumhuriyetin kurulmasını izleyen yıllarda devletin temsilciliğini yapan vali, kaymakam vb. gibi yöneticilerin devletten halka arzularını dile getiren ve emirler yağdıran aktarma organları olarak görev yaptıkları ifade edilmektedir.” 119 Cumhuriyetin ilk yıllarında, suya sabuna dokunmayan ve içine kapalı bir toplum yapısının olduğu görülmektedir. Toplum, devletin emir ve isteklerini istisnalar hariç kabul etmekte ve kamusal alanda alınan kararları ya onaylamakta ya da onaylar gibi davranmaktadır. Toplumun kararları onaylaması ya da onaylar gibi yapması ile devlet ve toplum arasındaki bağın kopukluğunun gözler önüne serildiği söylenebilir. Toplumun devletten herhangi bir beklentisinin olmadığı görülmekle birlikte toplum devleti, kendisini ve değerlerini değiştiren bir aygıt olarak algılayarak savunmaya geçmektedir. Belirtilen bütün düşünceler sonucunda devlet ve toplum arasındaki bütünleşme tam anlamıyla sağlanamamıştır. 4.2.5. Halifeliğin Kaldırılması (3 Mart 1924) “Cumhuriyetin ilanı sonrası gerçekleştirilen inkılâplarla rejimin yerleşmesini önleyecek her türlü engel ortadan kaldırıldı. Bu konuda atılan en önemli adım 3 Mart 1924’te kabul edilen kanunlarla oldu.” 120 Yeni rejime engel olabilecek olayların yok edilmesi yolunda atılan ilk adımın da 3 Mart 1924 yılında Halifeliğin kaldırılması olduğu söylenebilir. Halife kavramı, Hz. Muhammed’in vefatından sonra O’nun yerini alacak kişiye verilen isim olmaktadır. Dört halife devrinden sonra halifelik, hanedanlık sistemine dönüşmüştür. Osmanlı’ya kadar pek çok devletin elinde bulundurduğu halifelik makamın Yavuz Sultan Selim’in 1517’de Mısır’ı fethetmesi ile Osmanlılara geçtiğinden bahsedilmektedir. 2. Abdülhamit dönemi ve 1. Dünya Savaşı yıllarında halifelik makamı, bir siyaset meselesi olarak kullanılmakta ve bu dönemlerde çok fazla etkisi bulunmamaktadır. Halifelik makamı, Milli Mücadele döneminden sonra Türkiye Cumhuriyet’ine muhalif olanlar tarafından desteklemektedir. Halifenin, bunun yanında bazı dış grupların da ilgisini çektiği ifade edilmektedir. Halife olarak Abdülmecid, kendini ön planda tutan davranışlar sergileyerek devletin iki başlı görünmesine yol 119 Göküş, a.g.e., s. 236. 120 Mahmut Goloğlu, Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin Kaldırıldı?, Tarihçi Kitabevi, Ankara, 1973, s. 79. 56 açmaktadır. Hindistan’da bulunan İsmailiye tarikatının liderleri de Başbakan İsmet Paşa’ya gönderdikleri mektuplarla halifeye bağlılıklarını dile getirmişlerdir. Abdülmecid’in sergilediği davranışlar ve İsmailiye tarikatının girişimleri, Türkiye Cumhuriyeti’nin iç işlerine karşı bir girişim olarak görüldüğü için tepki toplamaktadır. Ortaya çıkan bütün bu meselelerin, halifeliğin kaldırılması için bir zemin hazırladığı söylenebilir. Mustafa Kemal Atatürk de toplumun tepkisini ölçmek amacıyla üniversite, basın vb. çerçevesinde girişimler yapmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti yapısında meydana gelen bütün bu olaylar ve tartışmalar çerçevesinde, halifenin görevlerinin Cumhuriyet yönetimi altında yürütüleceğinin vurgulanması ile birlikte halifeliğin kaldırıldığı ifade edilmektedir. Türkiye'nin laikleşme macerası, halifeliğin kaldırılması ile hız kazanmaktadır. Halifeliğin kaldırılarak Cumhuriyet'in modernleştirilmek istenmesine rağmen 1924 Anayasası'nın ikinci maddesi olan “Türkiye devletinin dini İslam'dır.” ibaresinin 1928 yılına kadar dini vasfını koruyarak yoluna devam ettiği de vurgulanmaktadır. 4.3. DİYANET İŞLERİ BAŞKANLIĞI ÇERÇEVESİNDE DİN, TOPLUM VE DEVLET 4.3.1. Halifeliğin Kaldırılması ile Diyanet İşleri Başkanlığına Geçiş Süreci “Hilafetin kaldırılmasını içeren kanunun Meclis Bakanlığına verilmesinden sonra, saltanatın kaldırılmasına benzer bir şekilde uzun müzakerelere gerek duyulmaksızın 631 sayılı kanun ile halifeliğin kaldırılmasına ve Osmanlı Soyunun (kadınlar da dahil) Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışına çıkarılmasına karar verildi.” 121 Halifeliğin 3 Mart 1924’te kaldırılmasının ardından Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşme yani diğer bir ifadeyle dinsizleşme sürecinin hız kazandığı ifade edilmektedir. Halifeliğin kaldırılmasından sonra 1924 Anayasası’nda yer alan “Türkiye devletinin dini İslam’dır.” ibaresi, 1928 yılında tamamen kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırılmasının ardından dini eğitim veren medreselerin de kapatılarak Tevhid-i Tedrisat Kanunu kabul edilmiştir. Devletin bu bağlamda Şer’iyye ve Evkaf Vekaletlerini de kaldırarak Diyanet İşleri Başkanlığını kurduğu ve bu kurumun da Başkanlığa bağlı bir kurum olduğu ifade edilmektedir. Cumhuriyet ile birlikte toplumun modernleşmesi yoluna gidildiği ancak o dönemdeki topluma hakim olan klasik din anlayışı ve bu anlayışa bağlı din adamlarının, modernleşmenin önündeki en büyük engel olduğu ifade edilmektedir. Cumhuriyeti kuran kişilerin, dini yapıyı oluştururken yeni dini 121 İsmail Kara, "Din ile Devlet Arasında Sıkıştırılmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı", M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2000, Cilt: 18, 29-55, s. 43. 57 yapılanmanın Cumhuriyetin felsefesini benimsemesi ve dinin toplumsal yapı içindeki fonksiyonunun en iyi şekilde yerine getirilmesi çaba göstermesi amaçlanmaktadır. 4.3.2. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Yapısı (3 Mart 1924) “Diyanet İşleri Başkanlığı, kurulduğundan itibaren kendisine biçilen yere ve sınırlara sadık kalarak Müslümanların din işlerine bakmaktan çok ‘devletin din işlerine bakan’, devletin çıkarlarını korumak için, zaman zaman devletin baskıları doğrultusunda dini yorumlar yapan, halkın din anlayışını dönüştürmeyi amaçlayan bir kurum olagelmiştir.” 122 Başkanlık ayrıca, devletin çıkarlarının korunması amacıyla devletin de baskısı sonucu dini yorumlarda bulunan bir kurum haline gelmiştir. Tarih boyunca bu kurumun yapmış olduğu her türlü faaliyet sonucunda, Cumhuriyet düşüncesinin din-devlet ayrımında laiklikten daha çok kamu-siyaset alanındaki tezlerin soyutlanması ve dinin dünyevileşmesi yolunda bir tavır sergilenmektedir. 3 Mart 1924’te Şer’iyye ve Evkaf Vekâletinin kaldırılması ile birlikte kurumun Eğitim Genel Müdürünün, Bakanlığın teşkilat yapısı konusunda kişisel düşüncelerini bildiren bir yazı gönderdiği söylenmektedir. Şer’iyye Vekâleti Eğitim Genel Müdürünün, göndermiş olduğu yazı ile birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı yapısı hakkındaki düşüncelerini rapor halinde sunduğu söylenebilir. 4.3.3. 1932 Yılına Kadar Diyanet İşleri Başkanlığı’nın Görev ve Yetkileri “Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevleri belirlenirken devlet, dinin iman ve ibadet ile ilgili konularında hizmetleri, kendi görev alanı içerisinde görmekle birlikte, kurumu siyasi karar merkez ve biriminin dışında tutmuştur.” 123 Politikanın karar birimlerinde ya da merkezlerinde, İslam’ın ibadet ve iman temellerine bakılarak iş görülmeyeceği vurgulanmaktadır. Dinin, aynı zamanda siyasetin dışında da başıboş bırakılmadığı söylenebilir. Din olgusunun siyasette yer alan karar mekanizmalarının dışına çıkarılması ile beraber devletin, bütün Müslüman Türk halkının dini gereksinimlerini karşılama görevini üstlendiği ifade edilmektedir. Osmanlı’nın yıkılmasının sebeplerinden biri olarak görülen ve hurafelere dayandırılan din anlayışının değiştirilmesi hedeflenmektedir. Din olgusundan çıkar elde etmek isteyen grupların ya da kişilerin engellenmesi amacıyla devlet, Diyanet İşleri bünyesinde din hizmetlerini, yetki ve görevleri arasına almaktadır. Güvenlik, sağlık vb. alanlarda iş uzmanlarının yetiştirildiği gibi din alanında da uzmanların yetiştirilerek görevlendirildiği ifade edilmektedir. Din adamlarının, dini kurumlar ya da tekkeler ile Diyanet İşleri 122 Nail Arslanpay, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşu, Çalışması ve Birimlerinin Tanıtılması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006, s. 79. 123 Kara, a.g.e., s. 36. 58 Başkanlığı’na bağlandığı ve denetiminin de bu şekilde yapılacağı belirtilmiştir. Başkanlık, politika ile uğraşmayacağı için din adamlarının ve kurumlarının İslam dininin ibadet veya iman konularında yeterliliğinin denetlenmesini yapmaktadır. 4.3.4. Diyanet İşleri Başkanlığı Çerçevesinde Siyasi İktidar İlişkisi “Cumhuriyet’in kurulmasıyla Müslümanların özgür bir biçimde ibadetlerini yapmalarını sağlayacak Diyanet İşleri Başkanlığı kurumunun kuruluş ilkelerini gözden geçirmek olacaktır.” 124 Başkanlığın kurulması ile Müslüman halkın ibadetlerini özgür, rahat ve güvenilir bir şekilde yapmalarının sağlanması amaçlanmaktadır. Cumhuriyet döneminde, Müslümanların özgürce ibadetlerini yapabilmeleri amacıyla kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, sonraki dönemlerde bazı İslamcı iktidarlar tarafından İslamcı hareketlerin toplumu İslamlaştırma siyasetleri kapsamında ideolojilerinin meşruiyetini güvence altına almayı amaçlayan bir kurum haline dönüşmüştür.”125 Diyanet İşleri Başkanlığı’nın, devletin karar merkezinin yakınında ancak dışında konumlandırıldığı ifade edilmektedir. Başkanlık, siyasi iktidarın yasalaştırdığı devrimleri hayata geçirdiği için siyasi irade ile olan yakın ilişkisinin göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 4.3.5. Din ve Siyasetin Ayrılmazlığının Gerekçeleri “Din olgusunun siyasal tutum ve davranışları etkilemesi bakımından karmaşık bir ilişki düzeni yarattığı söylenebilir.” 126 Siyasi iktidarlar tarih boyunca, egemenliklerini ve siyasi otoritelerini yasallaştırmak amacıyla din faktörünü kullanmaktadırlar. Din ve siyaset ilişkileri arasındaki ayrılmazlık da bu yüzden her dönemde dikkat çekmektedir. Din ve siyaset ayrılmazlığının kazanmış olduğu içeriğe göre din olgusu, siyasal hayatın hem nesnesini hem de öznesini meydana getirmektedir. Siyasal inançlara duyulan bağlılık ile dinsel inançlara duyulan bağlılık, bu bağlamda birbirine benzer durumlar ortaya çıkarmaktadır. 124 Bahriye Üçok, “Diyanet İşleri ve Anayasa İlkeleri”, Halkevleri Dergisi, Sayı: 109, 1975, 1-10, ss. 6–7. 125 Ali Bulaç, “Medine Vesikasıve Yeni Bir Toplum Projesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, (Editör: Yasin Aktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s. 509. 126Erol Turan ve Mehmet Temizel, “Din ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Oy Verme Davranışı: Niğde Bölgesinde Bir Araştırma”, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı: 7, 86-99, s. 90. 59 4.3.6. Osmanlı Dönemi ile Cumhuriyet Dönemi Karşılaştırması “İslam’da dinî ve ruhânî bir otorite olmadığından, din hizmetleri, toplumda bunları yerine getirebilecek bilgi ve meslekî donanıma sahip kimselere bırakılmıştır.”127 Tarih boyunca din adına yapıla bütün hizmetler, devlet tarafından yerine getirilmektedir. Türk halkının dini anlamda yaşamış oldukları tecrübeler, hem devletten devlete hem de dönemden döneme farklılık göstermektedir. Osmanlı’da dini alanda eğitim ve hizmetlerin Şeyhülislam eliyle Şer’iye ve Evkaf Vekaleti tarafından yürütülmektedir. Osmanlı’da Şeyhülislam tarafından yürütülen bu hizmetler, son yıllarda Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yürütülmektedir. Cumhuriyet döneminde kurulan DİB köken bakımından Osmanlı’daki dini kurumlara bağlansa da yerine getirilen sorumluluk ve vazifeler bakımından aynı işlevi görmemektedir. “Osmanlı Devleti'nde din işleri Meşihat Makamlığı'nca Şeyhülislam eliyle yürütülürdü.”128 TBMM’de 1920 yılında Şeyhülislamlık makamı, Şer’iye ve Evkaf Vekaleti adı altında Bakanlık olarak devam etmektedir. 1924 yılında Halifeliğin kaldırılarak Diyanet İşleri Başkanlığı kurulana dek de bu kurum varlığını sürdürmüştür. 3 Mart 1924’te din adına yapılan hizmetlerin siyasetin hem dışında hem de üstünde tutulması gerektiği gerekçesiyle Şer’iye ve Evkaf Vekaleti’nin kaldırıldığı belirtilmektedir. Sözü edilen kurumun kaldırılmasının ardından 429 sayılı kanunla birlikte Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. “Cumhuriyet döneminde kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, din istismarlarının önlenmesi ve ulus-devlet kimliğinin güçlendirilmesi için kurulan bir kurum özelliği taşımaktadır.” 129 Başkanlık; laikliğin korunması, dinin kontrol altında tutularak politika dışında tutulması, din adına yapılan işlerin tek elden yürütülebilmesi amacı gütmektedir. DİB’nin, dinin korunmasından daha çok din adına yapılan bütün işlerin ve hizmetlerin devlet tarafından kontrol altına alınması, denetlenmesi ve laik sistemin korunması için kurulduğu, araştırmacılar tarafından dikkat çekilmektedir. 127 Ali Bardakoğlu, “The Stucture, Mission and Social Function of the Presidency of Religious Affairs”, Religion and Society New Perspectives from Turkey, Presidency of Religious Affairs, Ankara, 2006, ss. 9-20, s. 9. 128 Hasan Taşkın, “Diyanet Niye Oldu Diyanet?”, Diriliş Postası Günlük Siyasi Gazete, 2016, http://dirilispostasi.com/a-4886-dinayet-niye-oldu-diyanet.html, (Erişim Tarihi: 15.11.2017). 129 Sönmez Kutlu, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi, 2009, Cilt: 12, Sayı: 33, 107-127, s. 108. 60 4.3.7. Diyanetin Önemi ve Araçsallaşması “Diyanet İşleri Başkanlığı, Cumhuriyet’le aynı yaşa sahip ülkemizin nadide kurumlarının başında gelmektedir.” 130 Milli mücadelenin yaşandığı dönem boyunca din adına hizmet eden kişilerle birlikte Diyanet, din konusunda halkın bilinçlendirilmesi adına pek çok hizmette bulunmuştur. Din adına yapılan eğitimlerin 1930-1950 arasında geri plana atılması, Diyanet İşleri Başkanlığını da etkileyerek işlev göremez hale gelmesine neden olmaktadır. Sözü edilen yıllar arasında her ne kadar işlevini yitirmiş olsa da 1950’den sonra önem kazanmaya başlamıştır. 1950’de önem kazanan DİB, 1990’lara kadar önemini arttırarak, hukuki anlamda kendisine verilen yetkiler çerçevesinde faaliyetlerine devam etmektedir. 28 Şubat 1997’de gerçekleşen darbe döneminde din adına kısıtlamalar getirildiği belirtilmektedir. Darbenin neden olduğu bu kısıtlamalar, DİB’nin de yapısında pek çok değişikliğe gidilmesine neden olmaktadır. Demokratikleşme adına 2002 yılından sonra atılan adımlar DİB’yi, hem önem açısından hem de bulunduğu konum açısından olumlu etkilemektedir. 130 Yusuf Alpaydın, Türkiye’de Din Eğitiminin Dönüşümü (1997-2012), Nakış Ofset, İstanbul, 2012, s. 109. 61 GENEL DEĞERLENDİRME Tezde, dinin siyasallaşması Türkiye örneği konusunda araştırılan hususlar şu şekildedir; - Din ve devlet arasındaki ilişkiler incelendiğinde, dinin siyasal alandaki hareketlerinin, devletin yapısını meşrulaştırma görevi üstlendiği tespit edilmiştir. Dinin meşrulaştırma işlevinin, din istismarına da olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Din bağlamında hedeflerine ulaşmak isteyen siyasi hareketlerin, dinin esas referanslarını kullanma yoluna gittikleri gözlemlenmiştir. Dinin toplum üzerindeki etkilerini fark eden devlet yöneticileri, konumlarını güçlendirmek amacıyla dini kullandıkları belirlenmiştir. Dinin yapısı üzerinde İslamcılığın ortaya çıkmasını sağlayan pek çok etmenin olduğu ve bu etmenlerin en önemlisinin de Osman Devleti’nin dağılma ile karşı karşıya olması olduğu gözlemlenmiştir. Müslümanların farklı fikirlere sahip olması, doğal bir durum olduğu, Müslüman coğrafyalarda yaşayan halkların da farklı dönemlerde farklı zorluklar yaşadığı sonucuna ulaşılmıştır. Müslüman halkın yaşamış olduğu İslam coğrafyasında bağımsızlık mücadelesi veren ülkelere rastlandığı gibi sömürgecilikten kurtulmak için çabalayan ülkelere de rastlandığı belirlenmiştir. Osmanlı’nın da bu ülkeler arasında tek istisna olduğu ve bunun sebebinin de tek bağımsız İslam Devleti konumunda yer alması olduğu gözlemlenmiştir. - Osmanlı’nın ilk başlarda sergilediği hoşgörülü tutumun, yerini daha kuralcı bir Ulema İslam anlayışına terk ettiği ve bunun sebebinin de Osmanlı’nın, ortaya çıkan olaylar karşısında dine bakış açısında meydana gelen farklılıklar olduğu gözlemlenmiştir. Osmanlı Devleti’nin ilk yıllara nazaran dinin etkilerinden uzaklaşması, devletin Türk geleneklerinden edinmiş olduğu hukuk ve kanun anlayışına verdiği önemden kaynaklandığı sonucuna ulaşılmıştır. Osmanlı’nın Abdülmecid döneminde ilk dış borcunu aldığı, devletin içinde bulunduğu ekonomik sıkıntılara rağmen tasarruf etmek için alınan tedbirlere uymadığı da tespit edilmiştir. Ancak Abdülmecid’in tahtta olduğu sürece de pek çok ıslahat gerçekleştirdiği ifade edilmiştir. Abdülmecid döneminde ayrıca Batı’da yer alan ülkelerin ekonomik, siyasi, eğitim, hukuk, sosyal vb. alanlarda seviyelerine ulaşmak amacıyla Batılılaşma yoluna gidildiği sonucuna da ulaşılmaktadır. Aynı zamanda bu dönem içinde 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanlarının da yayımlandığı, Türk halkına modernleşmek düşüncesi ile Batı’da yer alan devletler tarafından dayatılmakta olan birer anlaşma niteliğinde olduğu belirlenmiştir. Fermanların; Türk Devleti’nin kendi yurttaşları ve ülkesi üzerindeki egemenlik haklarını kısıtlamayı ve aynı zamanda Avrupalıların yerli temsilcisi olduğu inanılan azınlık gruplara ayrıcalıklar verilmesi yolunda pek çok amacının olduğu da tespit edilmiştir. 62 - Osmanlı’nın yönetiminde uygulanmaya çalışılan ıslahatların başarı elde edememesinin; mevcut mali, idari, siyasi ve askeri durumu daha da içinden çıkılması zor bir hale getirdiği gözlemlenmiştir. Abdülhamit döneminde ayrıca İslamcılık, Osmanlıcık, Türkçülük, Batıcılık ve Adem-i Merkeziyetçilik gibi fikir hareketlerinin de büyük bir önem taşıdığı tespit edilmiştir. 31 Mart olaylarının da başlama sebeplerinin de II. Abdülhamit döneminin içinde ve bu dönemde Abdülhamit’in yaptığı çalışmalarda yer aldığı belirtilmiş ve II. Abdülhamit’in de Meşrutiyet’i ilan ettirmek amacıyla tahta çıkarıldığı sonucuna ulaşılmıştır. - Jön-Türklüğün Osmanlı Devleti’nde modern gereksinimlere göre değişiklik yapmak isteyenleri içinde barındırdığı belirlenmiştir. Jön Türklerin amaçları, kuruluşları, yönetimi, cemiyetin teşekkül biçimleri, teşkilat içinde yer alan kişilerin kendi durumlarına göre rol almaları vb. kurallara dayandırıldığı tespit edilmiştir. Cumhuriyet döneminin gelişim döneminde din ve devlet ilişkilerinde Türkiye’nin önemli bir yeri olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Cumhuriyetin ilanından sonra ortaya çıkan pek çok inkılabın yeni ortaya çıkmış olan rejimin yerleşmesine engel olabilecek her şeyin ortadan kaldırıldığı gözlemlenmiştir. Bu yeni rejime engel teşkil edebilecek her şeyin yok edilmesi için atılan ilk adımın da Halifeliğin kaldırılması olduğu izah edilmiştir. Halifeliğin kaldırılmasının ardından Diyanet İşleri Başkanlığının kurulduğu ve başkanlığın Müslüman halkın din işleri yerine daha çok devletin din işleriyle ilgilendiği, ayrıca devletin çıkarlarını korumak için devletin baskısıyla dini yorumlarda bulunan bir kurum haline geldiği sonucuna ulaşılmıştır. Siyaset ve din, birbirinden farklı kavramlar olsalar ve ayrı ayrı ele alınsalar da iki kavram insanlık tarihi ile birlikte ortaya çıkmıştır. Devletler, hedeflerine ulaşmak amacıyla dini referans olarak kullanırlar. Din, siyaseti etkilediği gibi toplumları da etkilemekte ve bunun yanında toplumun da din üzerinde etkileri bulunmaktadır. Din olgusu, hem toplumlar hem de kurumlar arasında farklılık gösterir. İnsanların dünyevi hayatlarını yönlendiren hukuki, sosyal ve ahlaki kuralları da içeren din, yalnızca inançtan oluşmamakla aynı zamanda hukuki ve sosyal kuralları da içerisinde barındırır. Dinin araçsallaştırılması, din açısından sosyal ve siyasal bir hedefin gerçekleştirilebilmesi için ara bir basamak görevi görür. İslamcılık, İslam dinine yeniden can vererek koymuş olduğu emir ve hükümlerin tekrar uygulanması amacıyla ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılla birlikte hayat bulan İslam düşüncesi, Müslümanların hep birlikte hareket etmelerini, sömürüye karşı çıkmaları vb. gibi oluşabilecek negatif durumları ortadan kaldırmayı amaçlar. Geleneksel İslamcılık da ülke yapısında bulunan Türkçülük, Batıcılık, Osmanlıcılık vb. akımların arayışlarına yön veren düşünce sistemidir. İslamcılığın siyasallaşması girişimi, 2. 63 Abdülhamit döneminde benimsenmeye başlanmıştır. Siyasal İslam aynı zamanda, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politikasını da etkiler. İslamcılık akımı pek çok evreden geçerek bugünkü konumuna gelmiştir. İslamcılık akımının etkili olduğu dönemde İslam coğrafyasındaki bazı ülkelerde, bağımsızlık mücadelesi verildiği gibi bazı ülkelerde de sömürgecilikten kurtulmak amacıyla mücadele verilmektedir. İslamcılık akımının etkisini sürdürdüğü dönemde İslam coğrafyasında ülkelerin bazıları önem arz eder. Ülkeler; Anadolu, Hindistan ve Güneydoğu Asya, Uzakdoğu Arap Yarımadası, Kuzey Afrika ile Orta Asya’dır. Osmanlı Devleti, İslamcılık akımının etkisiyle birlikte ifade edilen bu ülkelerle bir şekilde ilişki içindedir. Osmanlı Devleti, İslam dünyası içinde yerinin nasıl algılandığı ve bu ülkelerle ilişkilerinin nasıl olduğunun anlaşılması açısından ülkelerin ve Osmanlı’nın tarihi incelenmelidir. Osmanlı döneminde din ve devlet ilişkileri, dönemin padişahlarının din anlayışlarına göre değişiklik gösterir. Osmanlı’nın kuruluş yıllarında devlet merkezileştikçe İslam kanunlarından daha çok yararlanılmakla birlikte kontrol de elden bırakılmamıştır. Fetret Devri’nde de önemli olan din ve devlet ilişkilerinin yanında daha çok Yavuz Sultan Selim’in çocukları arasında yaşanan taht kavgaları ön plana çıkar. Fatih döneminde ise dinin kontrol altına alınmasıyla din-devlet özdeşliğinin meydana gelmiştir. Pek çok alanda önemli görülen din ve devlet ilişkileri, Yavuz Sultan Selim döneminde de önemini kaybetmemiştir. Meydana gelebilecek dış tehditlere karşı devlet ve ulema İslamı dayanışma içinde girmiştir. Osmanlı döneminde devlet işleri yanında din olgusu da önem arz etmektedir. Dolayısıyla, Osmanlı dönemindeki din ve devlet arasındaki ilişkinin boyutunun anlaşılması açısından Osmanlı padişahlarının dine bakış açıları incelenmelidir. Osmanlı Devleti, Sultan Abdülmecid döneminde yaşanan Kırım Savaşı ile ilk dış borcunu almıştır. Abdülmecid döneminde Batılılaşma bağlamında pek çok ıslahat yapılmıştır. Batılılaşma, sadece günlük hayatı etkilemek amacıyla değil toplumsal sınıfları belirlenmek amacıyla da kullanılır. Batılılaşmaya neden olan olaylar, 1839 Tanzimat Fermanı ile birlikte farklı bir şekil kazanmaktadır. Batılılaşma, Tanzimat Fermanı’na kadar sadece Osmanlı’nın sorunu olarak görülürken Tanzimat’ın ilanından sonra Avrupa’daki devletleri de ilgilendirir konuma gelmiştir. Abdülmecid, Batılılaşma yolunda yapılan çalışmaların yanında Türkiye’nin Avrupa ile arasındaki ilişkiler ve modernleşme yolunda pek çok adım atmıştır. Abdülmecid, her ne kadar dış borçlanmaya gitmiş olsa da devletin, Avrupalı devletlerden geri kalmaması adına pek çok girişimde bulunmuştur. Sultan Abdülmecid’den sonra tahta çıkan Sultan Abdülaziz, hatt-ı hümayun yayımlamış, ancak eski hükümete dokunmamıştır. Hatt-ı hümayunla birlikte halkın 64 refahı için çıkarılan kanunlar onaylanmış, maliyenin düzenlenmesi düşünülmüş, donanma ve orduya da gerekli önemin verileceği bildirilmiştir. Abdülaziz döneminde Osmanlı, adeta bir açık pazar halini alır. Bu dönemde yaşanan mali bunalımlar, devlet hazinesinin iflas etmesine bile yol açabilir. Sultan Abdülaziz’in, ekonomi alanında pek çok girişim yaptığı, devleti içinde bulunduğu mali bunalımdan kurtarmak amacıyla da pek çok girişimler gerçekleştirdiği ancak bu girişimler iflası engelleyemediği aksine bunalımı daha çok yol açar. Abdülaziz’den sonra yaptığı girişimlerle adından çokça bahsettiren 2. Abdülhamit tahta çıkar. Osmanlı bu dönemde, ekonomik olarak dışa bağımlı hale gelir. Devletin aynı zamanda ordunun yeniden teşkilatlandırılması çabaları, merkezi yönetimin gücünü hissettirme isteğiyle de gerçekleştirmek için uğraş verilir. Abdülhamit zamanında ayrıca 2. Meşrutiyet’in de ilan edildiği ve bazı kesimler, buna Hürriyetin ilanı adını vermiştir. Osmanlı’nın içyapısında ilan edilen fermanlarla birlikte gayrimüslimlere tanınan ayrıcalıklarla fiili uygulamalarda Hıristiyanlığın üstün olması biçiminde kendini göstermektedir. Sultan Abdülhamit’in aynı zamanda halife de olması, İslam Birliği (İttihad-ı İslam) düşüncesinin dayanak noktasını ortaya çıkarmaktadır. 2. Abdülhamit’in, pek çok alanda yapmış olduğu politika bulunmaktadır. Eğitim alanında 1869 yılında Maarif-i Umumiye Nizamnamesi yayımlanarak eğitim sistemini modernleştirme yoluna gitmiştir. Siyasi açıdan da dış ülkelerdeki temsilciliklere dindar kesimden kişiler gönderilmiş ve devlet yapısında, dini kesimden bireyler daha çok görevlendirilmiştir. Eğitim ve siyasi politikaların yanında yapmış olduğu mali politikalar da önem arz etmektedir. Mali anlamda pek çok reform yapılmış ve böylelikle ilk olarak Abdülmecid’in almış olduğu dış borçlar zamanında ödenmeye başlanmıştır. Abdülhamit’ten önceki padişahlar devlet yapısında pek değişiklik yapmaya çalışmış ancak 2. Abdülhamit devlet yararına daha çok girişimde bulunmuştur. 2. Abdülhamit döneminde ayrıca etkili olan pek çok fikir akımı bulunmaktadır. İslamcılık akımı, İttihad-ı İslam düşüncesini savunarak Müslümanları bir çatı altında toplamayı amaçlamakta, Osmanlıcılık ise Osmanlıyı meydana getirmek amacı ile bütün etnik kökenlerin içinde en üst köken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkçülük akımı, dünyadaki bütün Türklerin kültür ve siyaset bakımından birleştirilmesini savunur. Batıcılık akımı, devletin Batı’da yer alan devletlerden geri kalmasını önlemek istemekte ve Adem-i merkeziyetçilik ise diplomasi, adalet vb. işlerle uğraşmakta olan memurların yanında merkezi hiyerarşiye dahil olmayan makamlarda da kendini göstermektedir. Bu dönemde ayrıca 2. Meşrutiyet ilan edilmiş ve sonrasında da 31 Mart Vakası meydana gelmiştir. 2. Abdülhamit döneminin özelliklerinin ayrıntılı bir 65 şekilde anlaşılabilmesi için Abdülhamit’in yapmış olduğu politikalar ve ortaya çıkan akımlar incelenmelidir. Osmanlı’dan sonra Cumhuriyet Dönemi’nde de pek çok İslamcılık girişiminde bulunulmuştur. Osmanlı son döneminde ortaya çıkan Jön Türkler, Cumhuriyet döneminde de etkili olan en önemli sosyal ve siyasal hareket olma özelliğini taşır. Jön Türkler, ülkeyi hem felakete sürükleyecek bir adım hem de geleceği etkileyecek bir kargaşa olarak görülmektedir. Aynı dönemde yer alan İttihat ve Terakki, Batıcılık ve Türkçülük akımları resmi ideolojileri olsa da İslam düşüncesinden gelen İslamcılık akımını reddeder. 1. Dünya Savaşı’ndan önce büyük bir destek gören İslam dünyası, savaşın kaybedilmesinin ardından en büyük desteğini kaybetmiştir. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra ortaya çıkan Milli Mücadele döneminde ise dinin manevi gücünden, din adamlarından ve din olgusundan oldukça yararlanılmıştır. Milli Mücadele döneminde din faaliyetleri oldukça destek görmüştür. Cumhuriyet dönemindeki din, devlet ve toplum yapısının anlaşılması için ilk olarak Cumhuriyet döneminin iyi algılanması gerekmektedir. Cumhuriyet, Mustafa Kemal ve yandaşları tarafından 29 Ekim 1923’te kurulmuştur. Cumhuriyet döneminde yer alan İslam anlayışının ortaya konulmasında en önemli örnek, Birinci Meclis’tir. Birinci Meclis, halifeliği ve şeriatı korumayı amaçlamakla birlikte Batılılaşma sürecinin önemli bir basamağını oluşturur. Bu dönemde toplum ve din arasındaki ilişki, Cumhuriyet’in kurulmasından sonraki yıllarda devleti temsil eden vali, kaymakam vb. gibi yöneticilerle aktarılmıştır. Cumhuriyet döneminde din ve devlet ilişkileri bağlamında 3 Mart 1924’te Halifelik kaldırılmış ve bu da yeni rejime giden yolda engel oluşturabilecek olayların önlenmesi bakımından yapılmıştır. Halifeliğin kaldırılması ile birlikte bazı kesimler, Türkiye Cumhuriyeti’nin laikleşme adı altında dinsizleşme yoluna girdiğini düşünmektedir. 1924’te halifeliğin kaldırılması ile birlikte 1924 Anayasası’nda yer alan “Devletin dini İslam’dır.” maddesi kaldırılmıştır. Halifeliğin kaldırıldığı gün, Diyanet İşleri Başkanlığı kurulmuştur. Kurum, Müslüman halkların din işlerinden daha ziyade devletin din işlerinden sorumludur. Kurulduğu 1924 yılından 1932 yılına kadar Başkanlık, siyaset ile uğraşmamasından dolayı din kurumlarının ve din adamlarının, İslam dininin gereklilikleri hususunda ne kadar yeterli olduklarını denetler. Siyasi iktidarlardan bazıları bu kurumu, İslamcı hareketlerin toplumu İslamlaştırma siyasetleri bakımından ideolojilerinin meşruiyetlerini güvence alınmasında kullanmaktadır. Din olgusu, açıklamalardan da anlaşılacağı üzere Osmanlı ve Cumhuriyet tarihi içinde her zaman birbirini etkiler. Bu nedenle din olgusunun, politik yaşamın hem öznesini hem de nesnesini meydana getirdiği düşünülmektedir. Cumhuriyet döneminde kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı, 66 din ve devlet üzerindeki etkilerinin belirlenebilmesi için Cumhuriyet dönemindeki İslamcı anlayışın ortaya konulması gerekir. Sonuç olarak dinin siyasallaşması, dinin özüne de zarar vermektedir. Siyaset kurumu veya siyasetçi yalan yanlış konularda dini referans göstererek inanç sisteminin zaman içerisinde deforme olmasına sebep olmaktadır. Devletin ve din adamlarının bu konuda gerekli hassasiyeti göstermesi ve gerekli tedbirleri alması şarttır. Siyasal İslam'ın kendi yaptıklarını meşru hale getirmek için fetva kurumunu kullanmaları halkın gözünde din adamlarının da sıkıntı yaşamasına ve güvenilir bulunmamasına sebep olmuştur. Bunun neticesi ise toplumda kamplaşmanın artması olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumda birleştirici olan dinin çatıştırıcı hale gelmesine sebep olmaktadır dolayısı ile buda dinin amacına ve özüne çok terstir. 67 KAYNAKÇA KİTAPLAR AKÇURA Yusuf, Türkçülük-Türkçülüğün Tarihi Gelişimi, İlgi Kültür Sanat Yayınları, İstanbul, 2007. AKDAĞ Mustafa, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2010. AKYOL Taha, Medine’den Lozan’a, 1. Baskı, AD Yayıncılık, İstanbul, 1996. AKYOL Taha, Osmanlı’da ve İran’da Mezhep ve Devlet, Milliyet Yayınları, İstanbul, 1999. AKYÜZ Niyazi ve İhsan Çapcıoğlu, Din Sosyolojisi El Kitabı (Selim Eren, Din Devlet Siyaset), Grafiker Yayınları, Ankara, 2013. ALPAYDIN Yusuf, Türkiye’de Din Eğitiminin Dönüşümü (1997-2012), Nakış Ofset, İstanbul, 2012. ARIK Remzi Oğuz, Türk İnkılabı ve Milliyetçiliğimiz, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1981. Aristoteles, Politika, (Çeviren: Mete Tuncay), Remzi Kitapevi, İstanbul, 1990. ARSLANPAY Nail, Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluşu, Çalışması ve Birimlerinin Tanıtılması, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara, 2006. Azmi ÖZCAN, İttihad-ı-ı İslam, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Türkiye Diyanet Vakfı, İstanbul, 2001. BARDAKOĞLU Ali, “The Stucture, Mission and Social Function of the Presidency of Religious Affairs”, Religion and Society New Perspectives from Turkey, Presidency of Religious Affairs, Ankara, 2006, ss. 9-20. BÖLÜKBAŞI Şaban Sitem, Türkiye ‘de İslam’ın Yeniden İnkişafı (1950-1960), Ankara, 1995. BULAÇ Ali, “Medine Vesikası ve Yeni Bir Toplum Projesi”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce 6: İslamcılık, (Editör: Yasin Aktay), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. CEVİZOĞLU Hüseyin, Osmanlıda Çağı Yakalama Çabaları, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2011. ÇETİNSAYA Gökhan, İsmi Olup da Cismi Olmayan Kuvvet: II. Abdülhamit’in Pan-İslamizm Politikası Üzerine Bir Deneme, Osmanlı, VI, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999. ÇETİNSOY Gökhan, II. Abdülhamit Döneminin İlk Yıllarında İslam Birliği Hareketi (1876-1878), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1988. 68 ÇİĞDEM Ahmet, Taşra Epiği: Türk İdeolojileri ve İslamcılık, Birikim Yayınları, İstanbul, 2001. DAVISON Roderic, Osmanlı İmparatorluğu’nda Reform 1856-1876, (Çeviren: Osman Akınhay), Papirüs Yayınları, İstanbul, 2006. DEMİREL Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet İkinci Grup, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999. DURSUN Davut, Osmanlı Devletinde Siyaset ve Din, Beta Basım Yayın, İstanbul, 1992. ELİADE Mircae, Dinin Anlamı ve Sosyal Fonksiyonu, (Çeviren: Mehmet Aydın), Din Bilimleri Yayınları, Konya, 1995. ENGELHARDT Edouard Philippe, Türkiye’de Çağdaşlaşma Hareketleri Tanzimat, (Çeviren: Örgen Uğurlu), Örgün Yayınları, İstanbul, 2006. ERASLAN Cezmi, Doğruları ve Yanlışlarıyla II. Abdülhamid, Nesil Yayınları, İstanbul, 1996. ERASLAN Cezmi, II. Abdülhamid ve İslam Birliği, Ötüken Neşriyat, İstanbul, 1995. GOLOĞLU Mahmut, Halifelik Ne İdi? Nasıl Alındı? Niçin Kaldırıldı?, Tarihçi Kitabevi, Ankara, 1973. GÖKSOY İsmail Hakkı, II. Abdülhamid Dönemi Osmanlı Devleti’nin Güneydoğu Asya Bölgesi İle İlişkileri, Devr-i Hamid, III, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 2011. GÜNDÜZ Tufan, Osmanlı Tarihi El Kitabı, Grafiker Yayınları, Ankara, 2012. GÜNGÖR Erol, Türk Kültürü ve Milliyetçilik, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2010. GÜRBOĞA Nurşen vd., Türk Siyasal Hayatı, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları, Eskişehir, 2013. HANİOĞLU Mehmet Şükrü, Batılılaşma, Diyanet İslam Ansiklopedisi, Cilt: 5, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1992. İNALCIK Halil, Osmanlı İmparatorluğu Toplum ve Ekonomi, Eren Yayınları, İstanbul 2009. KARA İsmail, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Risale Yayınları, İstanbul, 1986. KARAL Enver Ziya, Osmanlı Tarihi, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1996. KARPAT Kemal, Türk Demokrasi Tarihi, Alfa Yayınları, İstanbul, 1996, KEKLİK Ebubekir, Osmanlı Devleti’nde Sultan Abdülaziz Devri ve Anadolu Islahatları, Gazi Kitabevi, Ankara, 2009. KÖPRÜLÜ Mehmet Fuad, İslam Medeniyet Tarihi, Akçağ Yayınları, Ankara, 2004. KURAN Ercüment, “Küçük Said Paşa”, İslam Ansiklopedisi (İA), Cilt: 10, İstanbul, 1967. 69 KURTOĞLU Zerrin, “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi ve Siyaset- Pozitivist Yönetim İdeolojisinin İslam’ın Siyasallaşmasına Katkısı”, İslamcılık, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005. LEE Hee Soo, İslam ve Türk Kültürünün Uzak Doğu’ya Yayılması: Kore’de İslamiyet’in Yayılması ve Kültürel Tesirleri, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1988. MACFİE A.L., Osmanlının Son Yılları 1908-1923, (Çeviren: Damla Acar ve Funda Soysal), Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003. Mehmed Şakir Bey, Halife II. Abdülhamit’in Hac Siyaseti, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009. OCAK Ahmet Yaşar, Türkler, Türkiye ve İslam, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014. OKUMUŞ Ejder, Meşruiyet Ekseninde Din ve Devlet, Pınar Yayınları, İstanbul, 2003. ÖNGÜNSU Ahmet Hamit, “Tanzimat ve Amillerine Umumi Bir Bakış”, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940. SANAL Enes, “Demokrasi Kavramı Açısından Devlet ve Din İşleri”, Başkent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi, Ankara, 2014. SUNGU İhsan, Tanzimat ve Yeni Osmanlılar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940. Tahsin Paşa, Tahsin Paşa’nın Yıldız Hatıraları, Sultan Abdülhamid, Boğaziçi Yayınları, İstanbul, 1990. TAŞDELEN Musa, Siyaset Sosyolojisi, Kocav Yayınları, İstanbul, 1997. TUNAYA Tarık Zafer, Hürriyetin İlanı İkinci Meşrutiyet’in Siyasi Hayatına Bakışlar, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004. TUNAYA Tarık Zafer, İslamcılık Akımı, Simavi Yayınları, İstanbul, 1991. TUNAYA Tarık Zafer, Türkiye' de Siyasi Partiler, Hürriyet Vakfı Yayınları, İstanbul, 1988. TUNCER Hüseyin, Türk Yurdu (1911-1931) Üzerine Bir İnceleme, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1990. TÜRKÖNE Mümtaz Er, Siyasi İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu, Etkileşim Yayınları, İstanbul, 2011. VEHBİ Ali, Sultan Abdülhamit (Siyasî Hatıratım), Hareket Yayınları, İstanbul, 1974. WACH Joachim, Din Sosyolojisine Giriş, (Çeviren: Battal İnandı), Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 2006. WİTTLİN Alma, Abdul Hamid, John Lane the Badley Hiad, London, 1911. YALÇINKAYA Alaaddin, Sömürgecilik ve Panislamizm Işığında Türkistan 1856’dan Günümüze, Timaş Yayınları İstanbul 1997. 70 YÜCESOY Hayrettin, Senusilik Sufi Bir İhya Hareketi, Beyan Yayınları, İstanbul, 1985. ZURCHER Erik Jan, Turkey (A Modern History), I.B. Tauris Press, London, 1994. MAKALELER AKÇURA Yusuf, “Emel”, Türk Yurdu Dergisi, 1912, Cilt: 2, Sayı: 16, 484-491. AKIN Rıdvan, “İkinci Meşrutiyet Türkçülüğünün İdeolojik ve Politik Boyutları”, İstanbul Üniversitesi Dergisi, 2003, Sayı: 3, 15-47. AKPINAR Mahmut, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119. AKPINAR Mahmut, “Emperyalizmle Mücadelede İç Ve Dış Politikanın Bir Enstrümanı Olarak II. Abdülhamid’in İslam Birliği Siyaseti”, Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2012, Cilt: 36, Sayı: 2, 79-119. AKYOL Esra Demirci, “Sultan II. Abdülhamid Döneminde Sosyal Politika Uygulamaları”, Sosyal Politika Çalışmaları Dergisi, 2013, Yıl: 13, Cilt: 7, Sayı: 31, 33-47. ARTIKOĞLU Pınar, “Batılılaşmanın Osmanlı Aile Yaşamındaki İzleri”, 38. Uluslararası Asya ve Kuzey Afrika Çalışmaları Kongresi, Ankara, 2011, Cilt: 1, Volume: 1, 47-58. BAŞ Eyüp, “Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Döneminde Din Kültürü ve Hayatı (Tarih Yazarı Neşrî’nin Anlatılarına Göre)”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2011, Cilt: 52, Sayı: 2, 55-84. BAYTAL Yaşar, “Tanzimat ve II. Abdül Hamid Dönemi Eğitim Politikaları”, Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi OTAM, 2000, Cilt: 11, Sayı: 11, 23-32. BOSTAN Mehmet Hanefi, "Said Halim Paşa: Hayatı ve Fikirleri", Yeni Hafta Dergisi, 1992, 25-46. ÇETİN Halis, “Devlet, İdeoloji ve Eğitim”, C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, 2001, Cilt: 25, No: 2, 201-211. ERDEM Gazi, “Islahât Fermânı’na Yeniden Bir Bakış”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2010, Cilt: 51, Sayı: 1, 327-348. GÖLEN Zafer, “Osmanlı Devletinde Islahat Hareketleri ve Tanzimat”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1999, Sayı:118, 109-111. GÖZCÜ Alev, “I. Dünya Savaşı ve Osmanlı Devleti’nin Gündelik Hayatından Kesitler”, Çağdaş Türkiye Tarihi Araştırmaları Dergisi, 2016, Cilt: 8, Sayı: 32, 133-169. 71 GÜNEŞ Abdurrahman, “Sosyolojik Olarak Din ve Toplum İlişkileri”, Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2014, Cilt: 24, Sayı: 1, 153-164. GÜZ Nurettin, “Cumhuriyetin İlanına Basının Bakışı”, İletişim Fakültesi Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 3-12. KARA İsmail, "Din ile Devlet Arasında Sıkıştırılmış Bir Kurum: Diyanet İşleri Başkanlığı", M.Ü. İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2000, Cilt: 18, 29-55. KILIÇ Selda, “Tanzimat'ın İlanından 1864 Düzenlemesinin Uygulanmasına Kadar Geçen Dönemde Valilik Kurumu”, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Tarih Bölümü Tarih Araştırmaları Dergisi, 2009, Cilt: 28, Sayı: 45, 43-57. KURAN Ercüment, "Siyasî İdeoloji Olarak İslamcılığın Doğuşu", İslami Araştırmalar Dergisi, 1993, Cilt: 7 Sayı: 1, 85-106. KUTLU Sönmez, “Diyanet İşleri Başkanlığı ve İslamiçi Dini Gruplarla (Mezhep ve Tarikatlar) İlişkileri”, Dini Araştırmalar Dergisi, 2009, Cilt: 12, Sayı: 33, 107- 127. ÖĞÜN Süleyman Seyfi, “Türk Muhafazakarlığının Açık İklimleri Üzerine”, Doğu-Batı Dergisi, 1998, Sayı: 3, 77-84. PAPİLA Aytül, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılaşma Döneminde Resim Sanatının Ortaya Çıkışı ve Osmanlı Kimliğinin Resimsel Anlatımı”, Sanat ve Tasarım Dergisi, 2008, Cilt: 1, Sayı: 1, 117-134. SAF Hacı Hasan, “Türkiye'de Yükselen Siyasal İslam'ın Postmodern Nedenleri”, Karadeniz Teknik Üniversitesi İletişim Fakültesi Dergisi, 2016, Cilt: 3, Sayı: 12, 104-119. SARIKAYA Mehmet Saffet, “Osmanlı Türkiye’sindeki İslamcılık Düşüncesine Genel Bir Bakış Arayışlar”, İnsan Bilimleri Araştırmaları Dergisi, 1999, Cilt: 1, Sayı: 1, 97-111. TAKAHASHİ Tadahisa, “Türk-Japon Münasebetlerini Kısa Bir Bakış”, Türk Dünyası Araştırmaları Dergisi, 1982, Sayı: 18, 124-148. TEKİN Yusuf, “Türk Demokrasi Tarihinin Vazgeçilmez Unsuru: Din (İslam)-Siyaset İlişkisi”, Demokrasi Platformu, 2008, Yıl: 4, Sayı: 14. TURAN Erol ve Mehmet Temizel, “Din ve Siyaset İlişkisi Bağlamında Oy Verme Davranışı: Niğde Bölgesinde Bir Araştırma”, Kastamonu Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 2015, Sayı: 7, 86-99. TÜRKÖNE Mümtaz Er, "Cemalettin Afgani Meselesi", Bilgi ve Hikmet Dergisi, 1993, Sayı: 2, 75-96. ÜÇOK Bahriye, “Diyanet İşleri ve Anayasa İlkeleri”, Halkevleri Dergisi, Sayı: 109, 1975, 1-10. 72 YİNER Abdünnasır, “Meşrutiyetten Cumhuriyete İslamcılık Düşüncesi”, Köprü Dergisi, 1997, Sayı: 59-60, 74-86. TEZLER ATALI Esra, 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırmalı İncelemesi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2002 (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi). İNTERNET KAYNAKLARI ALKAN Ahmet Turan, “31 Mart Vakası ve Sonuçları”, http://www.ata.boun.edu.tr /faculty/NadirOzbek/Courses /HTR3112013/21Alkan,%20 Ahmet%20TuranOr du%20Siyaset%20Iliskisinin%20Tarihine%20Dair%20Bir%20derkenar%2031 %20Mart%20Vakasi%20ve%20Sonuclari.pdf, (Erişim Tarihi: 16.07.2017). BULAÇ Ali ve Yasin Aktay, “İslamcılık”, https://serdargunes.files.wordpress. com/2014/08/ali-bulac-mc3bcmtazer-tc3bcrkc3b6ne-ve-yasin-aktayin-islamci lik-tartismalari.pdf, (ErişimTarihi:12.06.20 17). EKİNCİ Ekrem Buğra, “Osmanlı İdaresinde Adem-i Merkeziyet ve İmtiyazlı Eyaletler”, http://www.ekrembugraekinci.com/pdfs/osmanli_idaresinde_ademi_ merkeziyet_ve_imtiyazli_eyaletler.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). HÜLAGU Metin, “Sultan II. Abdülhamid Dönemi ve Demiryolu Politikası (1876-1909)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20120302112500_0.pdf (Erişim Tarihi: 05.05.2016). HÜLAGÜ Metin, “Milli Mücadele Dönemi İslamcılık Politikası (1919–1923)”, http://www.metinhulagu.com/images/dosyalar/20120301002554_0.pdf, (Erişim Tarihi: 17.06.2017). ŞİMŞEK Mahmut Sami, “Yeniliklerin ve İlklerin Sultanı Abdülmecid Han”, Yeni Şafak Gazetesi, 20 Kasım 2011, http://www.yenisafak.com/yenisafakpazar/yenilik lerin-ve-ilklerin-sultani-abdulmecid-han-352046 (Erişim Tarihi: 11.09.2017). TAŞKIN Hasan, “Diyanet Niye Oldu Diyanet?”, Diriliş Postası Günlük Siyasi Gazete, 2016, http://dirilispostasi.com/a-4886-dinayet-niye-oldu-diyanet.html, (Erişim Tarihi: 15.11.2017). YILMAZ Yavuz, “Dinin Araçsallaştırılması”, http://www.ufkumuz.com/, (Erişim Tarihi: 27.04. 2016).
|
Bugün 76 ziyaretçi (195 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
ALLAH(C.C) BUYURDUKİ :Enam-159. Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.
Rum-32. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.
Ali İmran-103. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.
Ali İmran-105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır. BU AYETLERİ ACIKLARMISINIZ LÜTFEN
– Dinlerini parça parça edip, grup grup olanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi Allah’a kalmıştır, sonra (Allah) onlara yaptıklarını haber verecektir.” Enam/159
– Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.” Rum/32
AÇIKLAMA:
Bu ayetler, dinlerini dünyevi çıkarları için parça parça edip sonra da yaptıkları ile böbürlenen yahudi ve hıristiyanlar üzerine nazil olmuştur. Başka yöne çekeler art niyetli piyonlardır.
– “Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.” Ali İmran/103
– “Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır.” Ali İmran/105
AÇIKLAMA:
Al-i İmran-103 ve 105: Allah’ın ipinden murat, Kur’an ve Kur’an’ın açıklamaları olan Peygamberimizin hadisi şeriflerdir. Bunların dışına çıkanlar sapkındır. Fırka-i Naciye, yani; Allahın ipine sarılan kurtulmuşlar ise, Ehli sünnettir. Ehli Sünnet ise inançta bir, amelde dört hak mezheptir.
“Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın.” ayeti Ehli sünnetin dışında kalan Kur’anı kendi sığ akıllarına göre yorumlayan mealci sapıklara atıftır. Onun içindir ki “Müslümanları bir tek Kur’an üzerinde” birleştireceğiz diyeneler, şimdilerde on binlerce meal mezhebi ortaya çıkararak Müslümanları kaosa sürüklemek isteyen İngiliz ve yahudi piyonlarıdır…
N O T : Sahabeden bizzat hadis alan Ehli Beyt İmamlarından ilim öğrenen İmamı Azamdan, şimdiki İngiliz ve Yahudi piyonu sapık ilahiyatçı prof. bozuntularını aynı kefeye koymaktan zinhar sakının ki, hidayeti bulasınız.
Benim ummetim 73 firkaya ayrilacak biri hak 72si azaplik diyor rasulullah sav.dogru birtane ise ve herkes dogru olduguna inaniyorsa yanlis olanlari soylemek sart olmaz mi.gulenin yanlis oldugunu cubbeli 25 senedir bilmiyormuki yeni yeni soyluyor.iktidar da cephe almisken ve kaset tuzagi cikmisken rahat rahat soyluyor musluman dogru bildigini soylemek icin arkasina gucmu almali allah cc bana siginin demesi yetmiyormu.yani kisaca yanlisa yanlis demeyenin benim icin hukmu yok diyenede zaten ondan baska musluman yok diyip gecistiriyorlar yanlismi dusunuyorum lutfen cevap verin
Siyaseti bulaştırmayınız buraya. Onun tartışma yeri değildir bizim sitemiz. Yanlış mezhepleri soruyorsunuz ama hiç araştırıp okumuyorsunuz. İşte bazı sapkın mezhepler:
S A P I K M E Z H E P L E R :
Lingi TIKLAYINIZ:
http://www.islamdergisi.com/genel/sapik-mezhepler/
selamün aleyküm değerli kardeşlerim burada size fetva veya akıl yön vermek hattime değil yaradanın affına sığınarak bir hususu öne çıkarmak istiyorum ALLAH celle celalühü namazla ilgili ayetlerin tamamInda namazı dosdoğru kılınız namazı doğru kılmyanların başına düşmanlarını musallat ederim buyuruyor bazı mezhep mensuplarının namaz kılmalarında namazı bozan hükümlere dikkat edilmediği açık ve net ortadadır merak edenler ilmihallere baksınlar namazı bozan hususlar ile ilgili mezhep mensuplarının namaz kılışını karşılaştırsınlar bütün bunlara bakıldığında şu an dünyada başında bela ve PERİŞANLIK bulunan müslüman kardeşlerimizin mezhep lerini dikkate aldığımızda ortaya vahim bir durum çıkmaktadır ALLAH sonumuzu hayır etsin inşallah ALLAHa emanet olunuz
Hasan Çetin! Kendi cehaletine bakmadan habis dilini Ehli Sünnete dil uzatarak batıyorsun!!!
Müslüman alemi ehli sünnet mezhebi üzere iken dünyayı titretiyordu. BU PERİŞANLIĞIN sebebi, SENİN GİBİ inanan MEZHEPSİZ zihniyetlerdir.. O çok hayran kaldığın ARAP aleminin bir çoğu senin gibi mezhepsiz olduğu için ABD’nin ve İngiliz’in kuyruğu altında her gün yerleri öpüyor.
Her namaz kılanı kendi mezhebine göre değerlendirmeniz gerekir. Birisinde farz olan diğerinde sünnettir. Ona neden farzı yapmadın diyemeyiz. Çünkü bazı müçtehid imamların içtihadi olarak farz kabul ettikleri mutlak farz değil içtihadi farzdır. Ona göre farz olan diğerine göre sünnettir. Gusülde ağzı ve burnu yıkamak bunun gibidir. Veya bir mezhebe göre haram sayılan diğerine göre mubahtır. Biz ona neden haram yiyorsunuz diyemeyiz. Çünkü o da mutlak haram değildir. İçtihadi haramdır. Mutlak haram olan ve mutlak farz olan şeylerde ayılık yoktur ittifak vardır. Çünkü Peygamberimiz bunlar için “Ümmetimin müçtehid alimleri dalalet üzerinde ittifak yapmazlar” buyurdu. Mutlak olmayan helal ve haramlarda farz ve sünnetlerde ise ittifak yoktur. Çünkü bunlar için Peygamberimiz “Ümmetimin müçtehid alimleri arasındaki ayrılık rahmettir” buyurmuştur.
Aslında dört hak mezhep hakikatte bir mezheptir. Diğer sapık mezhepler ile ehli sünneti aynı kefeye koyanlara yazıklar olsun.
Açıklamalarınız için teşekkür ederim.Aklıma takılan konu, madem bir tane hak yol var ve bu hak yol üzerinde olanlar doru yoldadır.Neden mezheplerin hepsi doğru kabul ediliyor.
Peygamberimizin inanç yolu olan Kur’an’da sırât-ı mustekîm olarak geçen Ehli Sünnet inancında olanlar ancak hak yoldadır(mezheptedir). Diğerleri dalalet mezhebidir ki bunlar Kur’an’da Ed-Dâllîn olarak geçer. Amelde şu durumda dört hak yol(mezhep) vardır. Bunların bir olması mümkün değildir. Çünkü Peygamberimiz bazen burnu kanadığında abdestini yenilemiş bazen yenilememiştir. Hanefiler yenilemesini ölçü almışlar şafiler öbürünü. her ikiside Peygamberimize uymuşlardır kendi kafalarına göre hareket etmemişlerdir. Esasında dört hak mezhebin birbirinden ayrıldıkları konular Farzlarda değil sünnetlerdedir. Bir mezhepte farz olan diğerinde değilse bu içtihadi farz olduğu içindir. Kesin farzlarda içtihat olmaz ittifak olur ki, dört mezhep de öyle yapmıştır.
Süleyman Özen denilen meçhul selefiyeci münkir!
“Zavalli cahil” senin sıfatındır. Abdullah Hocamız senin gibi cahilleri kırk yıl okutacak ilme sahiptir. Soruyorsun ki; “Eğer mezhep İslam da şart olsaydı Yüce Allah Kur’an da bahsetmez miydi ?” diyorsun.
Biz de diyoruz ki, Madem her ibadet Kur’an’da bahsediliyorsa neden cenaze namazından bahsedilmiyor?
ALLAH KURANDA BEŞ VAKİT NAMAZI VE CUMA NAMAZINI EMREDİYOR AMA KAÇ REKAT OLDUKLARINI BELİRTMİYOR. HANİ HER ŞEY AÇIKCA KURANDA VAR DİYORDUNUZ.? SİZİ GİDİ SAHTEKAR MÜNAFIKLAR..!
Yine diyorsun ki “Dediğiniz gibi ise ; Peygamberimiz hangi mezheptendi ?”
Bre gafil! Mezhep demek yol demektir. Kur’an, Rasulullaha “Alâ sırâtın(m) mustekîm” (Sen) en doğru yol üzeresin.) Bak: Sure-i YâSîn), buyurmakla onun bir mezhep(yol) üzere olduğunu belirtmektedir. Sen ki, Peygamberimize yolsuz demekle küfre girmiş oluyorsun. Sana tavsiyemiz; hemen tecdid-i iman ve nikah yaptırmandır.
Hocam bnm bir sorum olacaktı Müslüman için mezhep nedemektir ? Gereklimidir? Kaç hak mezhep vardır ?
Fatma hanım müçtehid olmayan her Müslüman için mezhep(Kur’an ve Sünnetin Yorumu) elzemdir. Müçtehidler ise Kuran ve Sünneti yorumlayacak ilme sahip oldukları için onlar kendi mezhebine tabi olmak durumundadır. Bugün yeryüzünde öyle bir müçtehid yoktur. Hak mezhep Peygamberimizden sonra 100’ün üzerindeyken sadece dördü bugüne ulaşabilmiştir.
mezhep gereklidir. Çünkü herkes Kuran ve hadisleri açıklayacak ilme vakıf değildir. Kuran meali okuyan birisi cenaze namazının kılınışını Kurandan nasıl bulabilecek. Allah Kuranda “namazı dosdoğru kılnız “buyurmaktadır. Ama bunu Kuranda nasıl bulabiliriz.
benim anlamadığım neden bir mezhebe tabi olmamız gerektiği ve neden onun emrettiklerine uymamız gerektiği.madem ki dört mezhep haktır o zaman dördününde söyledikleri bizim için gecerli olmalı.yani şafi iken hanifinin uygulamalarını yapmak bence haram olmamalı…
Sizin mezhepleri tam olarak anlamadığınız sorunuzdan anlaşılmaktadır. Bizler dört mezhepten birine tabi olmak zorundayız niçin?
Çünkü biz Kuran ve sünnetleri doğru yorumlayacak ehil ilim erbabı kimseler değiliz onun için. Eğer bir kimse müçtehid alim olursa hiç bir mezhebe uymak zorunda değildir. Kendi içtihadına tabi olmalı yani, Kur’an ve sünnetlere kendi yorumlarına göre tabi olması vaciptir.
Peki bu zaman da böyle bir alim var mıdır?
Henüz öyle bir alim görülmedi. Diğer avam kimseler müçtehid alimlerden birisine tabi olurlarsa sıratı müstekim üzeredir. Aksi halde dalalet yoluna sapmış olur.
Pekala başka hak mezheplerden birisine tabi olmak mümkün müdür? Mümkündür ancak, zaruret halinde. Keyfi olarak mezheplerin kolaylıklarını toplamak telfiktir. Oysa uygun değildir, ancak mezheplerin zorluklarını toplamak ise azimettir.
“Bence” demeniz aklınıza tabi olmanızdır ki bu dinde yanlış bir yoldur. Din akla önem verir ama vahyi ölçü alır bunu da biliniz..
Selamun Aleykum hocam .Ben bazı şeyleri merak edip öğrenmek isterken bu devamlı etrafimdan değişik tepkiler almama sebep oluyo ama sadece hiç bi kaideye inkar etmeden bi kaç soru sorup öğrenmek istemek neden kötü olsun ki.anlayamadigim bir sey de mezheplerle ilgili.dediğiniz gibi bunlar belli kaidelere göre çok büyük imamlar tarafından oluşturulmuş mezhepler ama sizinde dediğiniz gibi biz sadece peygamberimizin hatasız olduğunu söyleyebiliriz.ama her insan gibi büyük zaad larda hata yapabilcekken neden bazıları tarafından takım tutar gibi mezhep tutulabiliyo.Anlayamadıgım bir seyse. Hak mezhepler arasında bile bazı ufak ayrılıklar yaşanıyo mesela şafi mezhebinde abdestliyken vücudumuzdan kan çıkınca abdest bozulmuyor ama hanefi mezhebinde durum biraz farklı .yanı ben safi mezhebine mensupsam namazim Sakata binmiyor ama hanefi mezhebinde sakınca oluşturuyor .kavrayamadigim ikiside hak mezhepken bazı dini konularda bu kadar etkin farklılık oluşması.lütfen yanlış anlamayin ben sadece sorularına cevap arayan 17 yasında bir gencim şimdiden tesekkur ederim cevabınızı bekliyorum
Aleykümselam muhterem Emirhan. İyi niyetli olup da öğrenmek isteyenlere asla kapılarımızı kapatmadık. Ancak bazıları cahilene küfredip hakaret ettiğinde onların yazılarını da çöpe attık. Gelelim sizin sorunuza:
Mezhepler arasındaki farklılıkların bir çoğu kesin haram ve farzlarda değil sünnetler arasındaki uygulamadaki farklılıklardan oluşur. Peygamberimiz(s.a.v) bir sünneti bazen yapmış bazen de yapmamıştır. Yaptığını gören sahabeden hadis alan müçtehid o sünneti uygulamış o sünneti yapmadığını gören sahabeden haber alan müçtehid alim ise onu terk etmiştir. Böyle yapmaları bir tefrika değil zenginliktir.
Her konuda söz sahibi o konuya vakıf kimselerdir. Bir tarihçi tıp konusunda nasıl söz sahibi değilse, bir tıpçı da din konusunda söz sahibi olamaz. Dini bilgilere tam vakıf bir alim ancak dini konularda uzman(müçtehid) olabilir. Onların farklılıkları nefislerinden değil dini gayretlerindendir. Onun için onlar hata etse bile onlara bir misli sevap vardır. Onların dini yorumlarındaki hatayı bulabilmeniz için sizin de en az onlar kadar ilme ve takvaya sahip olmanız gerekir.
Iyi Günler Hocam.
Benim tekrar bi sorum olacakti.
Saclarimi bira Sampuaniyla yikiyorum iyi geliyormus diye. Abdest kabul olurmu ve Namaz kilabilirmiyim?
Cevabiniz icin tesekkurler ve hayirli günler.
İyi günler Hazal hanım.
Bira şampuanı ile yıkadıktan sonra temiz su ile saçınızı tekrar yıkarsanız bir problem olmaz namazınızı kılabilirsiniz.
Saçlarınız zayıf ise bira şampuanının bir faydası olacağını sanmam. Saçlarınızın güçlenmesi için sarımsağın kötü kokusunu gidermek için yağda bir süre haşladıktan sonra yerseniz saçlarınız daha güçlü olur. Bir ay devam etmeniz yeterlidir. Yan etki yaparsa bırakınız.
Hasbunallâh ve ni’mel vekîl ni’mel-Mevlâ ve ni’men-nesîr” Ben de sizi Allah’a havale ediyorum.
Allahu teala sana hidayet versin ve bulunduğun bu cehalet ve sapıklık çukurundan kurtarsın.
Siz kim oluyorsunuz da bu kadarcık ilminizle İmamı A’zamları, İmamı Şafileri eleştiriyor Kur’an’dan kendi kısır aklınıza göre hüküm çıkarmaya çalışarak dinden imandan uzaklaşıyorsunuz? Daha doğru dürüst Türkçe yazmasını dahi becermekten yoksunsun bir de bu cehaletinle mezheplere sataşıyorsun. Yazık sana çok yazık..!
Kur’an’da mürtedin öldürülme hükmünün olmadığını yazmışsın ve mürtedin öldürülme hükmünü mezheplerin nereden çıkardığını yazmışsın. Tabi kişinin sorduğu soru ilminin seviyesini belirler. Siz de sorduğunuz bu soru ile din cahili olduğunuzu isbat etmişsiniz başka bir delile gerek kalmamış.
Ey dinden haberi olmayan kişi! Bil ki Allahu teala Kur’an’da, mealen; “Allaha ve Rasulüne itaat edin” buyurmaktadır ve “O rasulüm kendiliğinden bir şey söylemez” buyurmaktadır. Mürted hakkındaki Allah’ın hükmünü Rasulullah şu hadisi ile belirtmiştir:
“Dinini değiştireni öldürün” (Buhârî, Cihâd, 149).
Hanefiler bu konuya şu hadisi şerifle açıklık getirmişlerdir. Kadınların öldürülmesini nehyeden hadisin (Ebu Davud, Cihad, 121) hükmünün geneli kapsadığını iddia ederek irtidad eden kadının öldürülmeyeceği görüşünü ileri sürmüşlerdir (Ibn Kudâme, el-Muğnî, Mısır (t.y.), VIII, 125; Seyyid Sâbık, Fıkhu’s-Sünne, Kahire, (t.y.), II, 385 v.d.).
Görülüyor ki Kur’an’ın açıklanmayan bazı hükümlerinin açıklanmasını Allahu teala, Rasülüne bırakmıştır.
Bak (Nahl-44). Rasulullahın tam açıklamadığı bir mevzuyu da ulema yine Kur’an ve hadisi şeriflere dayanarak açıklamıştır.
Ama ehli dalalette bunu anlayacak izan ve anlayış nerede..?
eger miminlerden isen ve yazdigim dogrulari yayinlamazsan Allaha havale eiyorum sizi Vekilim Allah tir ve o ne guzel vekildir
Bay veya bayan BİRKAN..!
Önce doğruların ne olduğunu öğrenmeniz icap ederdi bu tehditkar yazınızı yazmadan evvel..!
Selamunaleyküm kuran mezhepleşmeyi yasaklamıyor mu hocam şu ayetlerle: Enam-159. Dinlerini parça parça edip guruplara ayrılanlar var ya, senin onlarla hiçbir ilişkin yoktur. Onların işi ancak Allah’a kalmıştır. Sonra Allah onlara yaptıklarını bildirecektir.
Rum-32. Dinlerini parçalayan ve bölük bölük olanlardan (olmayın. Bunlardan) her fırka, kendilerinde olan ile böbürlenmektedir.
Ali İmran-103. Hep birlikte Allah’ın ipine (Kur’an’a) sımsıkı sarılın. Parçalanıp bölünmeyin.
Ali İmran-105. Kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın. İşte bunlar için büyük bir azap vardır
Aleykümselam. Evet Kur’an bölünüp parçalanmayı men etmektedir. Kur’an tüm Müslümanların Rasulullahın yolu olan ehli sünnette birleşmelerini emretmektedir. İşte biz de tam burada bunu savunmaktayız.
Ehli sünnetin dışındaki yolların dalalet yolu olduğunu Allahın Rasulü bize beyan etmiştir. Yukarıdaki ayetlerdeki uyarılar ehli sünnetten ayrılanlara hitap etmektedir. Ama ehli sünnet dışı neo selefiyeci ve dinde reformcu sapkınlar bu ayetlerin muhatabı olduklarını görmezlikten gelerek, bu ve bunun benzeri ayetleri sırat-ı müstekîm olan ehli sünnet yolunda olan müminlere hitap ediyormuş gibi lanse etmektedirler. Böylece hidayete erecekleri yerde büsbütün dalalet çukurlarına saplanmaktadırlar.
Selamın aleyküm , sünni mezhebinden birşeyi ile şia mezhebinden (nusayri) birinin evlenmesi uygun mudur , uygun değilse nasıl sorunlar oluşabilir merak ediyorum.
Aleykümselam.
Sünni birisi şia ile evlendiğinde büyük sorunlar oluşur. Onlarda müta nikahı caizdir. Bizde olmaz. Müta nikahı; bir kadına belli bir para verilir ona seninle 15 gün evli kalacağım bu para karışlığında denilir o da kabul eder.
Onlar namazı üç vakit kabul ederler bizde beş vakit kabul edilir.
Onlar Eshabın heğsine saygı göstermzler Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömere hakaret ederler biz eshabın hepsine saygı gösteririz.
Onlar imamlarına masumdur günahsızdır derler, bize göre sadece Peygamberler masumdur. Onlar kerbela taşının üstüne secde ederler biz ise temiz olan her yere secde ederiz.
Sağolun
Siz de sağ olunuz Hilal Hanım.
Selamun aleyküm
Yazının başında ‘hayrın ve şerrin yaratıcısı Allah(c.c.)‘ diyorsunuz ya
Hayrı Allah(cc.) yaratmış anlıyorum da şerri yaratmış kısmını anlayamadım, yani kötü şeyleri mı yaratmış eğer kötülüğü yaratmış ise şeytana ne hacet?
Âlemde Allah’tan başka ilahta yoktur, yaratıcı da yoktur. O halde alem içinde şer de var, hayır da vardır. Bunların hepsinin yaratanı Allah’tan başkası olmadığına göre yaratıcısı Allah, hayırların olduğu gibi şerlerinde yaratıcısıdır. Nefis ve şeytanlar ise sadece şerlerin yaratılmasına birer sebeptir.
Buradaki incelik gereği gibi anlaşılmadığı için konuyu bir kez daha anlatmaya çalışalım. İnşallah bu kez anlaşılır.
Bir kul ahirette sınanıyorsa, yaptıklarından da sorumlu tutuluyorsa, onun seçme özgürlüğü de olması lazımdır. Allah(c.c.) da insana irade özgürlüğünü verdikten sonra onun samimiyetini kendisine göstermek için çeşitli şeylerle imtihan etmektedir. Bu şeyler genel olarak ikiye ayrılır. Hayır ve şer. Kendisine hayra giden yolu melek hatırlatır. Kul hayrı isterse, Allah hayrı yaratır. Şeytanlar ise şerri hatırlatır. Kul şerri yapmayı seçerse, Allah da şerri yaratır.
Şeytanlar ve nefsi emmaremiz manen yükselme veya düşme sebeplerimizdir. Yükselme ve düşmemiz sadece bizim iradelerimize bağlıdır. O sebepledir ki, yaptıklarımızın sorumlusu kılınmaktayız.
Hakka emanet olunuz.
Pingback: Sünnilik Ne Demektir? | İslam Dergisi
SELAMÜNALEYKÜM SAYIN HOCAM BENİMDE SİZE ALİMLER VE EVLİYALAR HAKKINDA SORUM OLACAK BU ZAMANDA GÜVENEBİLCEĞİMİZ ALİM VE EVLİYA KİŞİLER VARMIDIR VARSA İSİM VEREBİLİRMİSİNİZ TABİ OLACAĞIMIZ ?
Aleykümselam Furkan.
Bu zaman da güvenebileceğiniz alimler ehli sünnet yolundan ayrılmayan alimlerdir. İslam Dergisi’nde ehli sünnet olmayan alimlere yazı yazdırılmaz.
Evliya ise onlar gizlidir. Bariz olanlardan bir kaçı : Adıyaman’da Şeyh Seyyid Abdulbaki hazretleri, İstanbul’da Hacı Mahmud Ustaoğlu gibi.
Hocam hayırlı günler. ben Sunniyim (aslında sanırım oyleyim bu konu uzerıne hiç düşünmedim galiba) ama midye ve kabuklu deniz hayvanlarını cok sevıyorum. hanefi mezhebinde helalmiş. hanefi mezhebi helal diyor diye yiyebilir miyim?
Hayırlı günler Özgen Hanım.
Hanefi mezhebinde midye yemek mekruhtur. Konunun uzmanlarının incelemesine göre, denizdeki kimyasal artıkları vücuduna depo etmesi sebebiyle midye yemek sağlık bakımından da sakıncalıdır.
Bayan Billur Eda. Melisa denilen mezhepsiz ile siz Billur Eda denilen şahıs aynı adamsınız. Aypi numaranız dalaverenizi ortaya çıkarmaktadır. Merak ediyorum siz acaba Müslüman mısınız?
Sizler böyle küçük sahtekarlıklara bile tenezzül edecek kadar küçülmektesiniz. Allah size hidayet versin.
Allah razi olsun. Tesekkür ederim cevabiniz icin.
Genelde kültür farki ve ibadet farkindan bahsediliyor arap alevileri ve hanefiler arasinda.
Bu konuda bir kac misal verebilirmisiniz rica etsem?
Simdiden tekrar tesekkur ederim ve hayirli Aksamlar.
İmam Caferi Sadık hazretlerinin mezhebi olan Arap Aleviliği ile bugün sözde Arap Aleviliğinin bir bağlantısı yoktur. Bugünkü Arap Aleviliği ehli delalettir. Hz. Ali’ye tanrı diye tapınmaktalardır. Onlar Mısırda kurulmuş Batini mezhebi mensubu kimselerdir. Onların Hanefilik ile hiç bir yakınlığı yoktur
Selamünaleyküm Nihat Bey. Bir imla hatası olup da Dalâlet yazılması gereken yere Delâlet yazılmışsa, bu hatanın nerede olduğunu belirtirseniz değiştirelim. Teşekkür ederiz.
Selamun aleykum.
Benim bir sorum olacakti size.
1) Arap alevilerle Hanifi mezhepinin farklari nelerdir?
Aleykümselam Hazal. Arap Aleviliğinin kurucusu İmam Caferi Sadık hazretleridir ki bu gün onun kurduğu mealevilik yoktur. Onlarla Hanefilerin arasında ise çok az bir fark vardır. Zaten Hanefi mezhebinin kurucusu İmamı Azam hazretleri de Hz. Ali’nin torunu İmam Caferi sadık hazretlerinin üvey oğludur.
Selamun aleykum
Hocam 3 yildir namaz kiliorum 28 yasindayim. Son siralar mezhep tartismasi cikti arkadaslar arasinda yemin ederim yanlismi kilmisim namazlarimi diye namazimi degistirdim ama korkuyordumda ya mezhepler hak ise diye? Cok saolun bu verdigin bilgilerden dolayi. Dun dua etmistim Allahim nedir dogrusu diye. InsaAllah Allah ibadetlerimizi kabul eder !!!
Aleykümselam Habibe Hanım.
Gerçekten Allah dualarınızı kabul kılmış.
1400 yıldır onca devasa alimler dört mezhebe tabi olmuşlar ve dört mezhebi hak yol kabul etmişler de şimdilerde İslami gereği gibi yaşamayan ve dört hak mezhebi inkar eden o zalimler mi haşa doğru yolu bulmuşlar..?
Habibe Hanım şundan emin olabilirsiniz ki, bu dört mezhep münkirleri İslam düşmanlarının Müslümanları bölme oyununa alet olan din cahilleridir.
Allahu Teala sizleri ve bizleri, Kur’an’da sırat-ı mustekim olarak geçen Ehli Sünnet Yolundan ayırmasın…
Allah yar ve yardımcınız olsun…
Coook tsk ederim inanin cook daha rahatim simdi. Allah razi olsun sizden. Bu kadar cabuk cvp vereceginizide bilmiordum ayrice tskler…
Allah sizden de razı olsun Habibe Hanım.
Siz bizim yazımızı okumuşsunuz ama anlayamamışsınız. Anlamanız da mümkün değildir. Zira siz İmamı Azam gibi bir dehayı anlayamamışsınız ki bizi nasıl anlayacaksınız? Çünkü sizin ve sizin gibilerin beyinleri İngilizlerin İslam alemini parçalamak ve yönetmek için kurdurduğu vehhabilik hezeyanları ve anlayışsızlıkları ile dolu.
Allahu teala sizin gibilere hidayet versin…
Allah razı olsun sizden hocam siz benim kalbimi rahatlatıp
günah işlemekden kurtardınız rabim size en güzel mertebelerine
yükseltsin allah razı olsun çok teşekkürler hocam saygılarımla
Allah sizlerden de razı olsun Gamze Hanımefendi ve sizleri ve bizleri insan ve cin şeytanlarının şerlerinden muhafaza kısın .
Hayırlı geceler hocam benim siz saygı deger hocama 2 sorum olacak
1. hocam ben namaza başlamadan önce çok korkutuyorlardı ruyalarımda
namazıma başladıgım günden beri kabus seklinde ruyalarım devam etmekte
ne yaptıysam kurtulamıyorum bu ruyalardan
2. Hocam arkadaslarım sana büyü yapıldıgından dolayı
kabuslar gördügümü söylediler sonra ayak başparmagımdan
topuguma kadar iple ölçüler bu ipin uzunlugunu bir kagıda
çizdiler sonrada ipi sag elime verip 3hüzimet süresi ve 3 azimet diye
bir dua okudular ve ipi ölçtüler gercektende ip kısalmıştı şimdi bana diyorlarki
sen iyi bir muska yapan veya bozan birini bul gitsende muska var diyorlar
sizin gibi degerli hocalarımdan duydugum büyü yaptırmak veya bu tür seylerle
ugraşmanın günah oldugunu duydum ve biliyorum benim ne yapmam gerekir hocam
Simdiden Teşekkürler hocam ne olur beni aydınlatın hocam allah rızası için
Hayırlı geceler Gamze hanımefendi.
* Kabus şeklinde görülen rüyalar şeytandandır veya fiziksel bir durumdan ötürüdür. Yatmadan 4-5 saat önce yeme ve içmeyi kesiniz. Akşamları hazmı kolay yiyecekler yiyiniz ve gazlı(cola gibi) içecekler içmeyiniz. Yatağa yatmadan ve abdest almadan önce âmentünün Türkçesini okuyarak imanınızı yenileyiniz ve şu duayı tekrarlayınız;
“Allah’tan başka İlah olmadığına, Onun eşi ve benzeri ve ortağı olmadığına da şahitlik ederim”
diyerek bunun her abdest almadan ve yatağa girmeden önce mutlaka söyleyiniz.. Zira bu zamanda insanın küfre şirke düşmemesi çok zordur. Daha sonra üç kez ayetel kürsiyi ve üçer kez de ihlası, felak ve nas surelerini okuyunuz.
NOT: Kesinlikle büyü yapıldı sözlerine aldanarak o cinci sahtekarlara paralarınızı kaptırmayınız. Eğer büyü varsa bir bardak suya 11 kez Fatiha, 11 kez ayetelkürsi, 11 kez ihlas 11 kez felak 11 kez nas surelerini Kuranı tecvitle okuyan ağzı küfürsüz birisine okutturunuz ve bir kısmını içiniz ve kalan kısmını bir kovaya normal su ile karıştırıp onunla gusül abdesti alınız.
Allah yar ve yardımcınız olsun ve sizi her türlü şerlerden korusun, rasülü Muhammed aleyhissalatü vesselam hürmetine.
selamun aleykum .ALLAHın selamı ve bereketi tüm müslüman kardeşlerimin üzerinde olsun inşallah.
Benimde aklıma takılan bir soru var;
Mezhebler arasındaki farklılıkların nedeni nedir ?
Niçin mezheplerde örneğin şafiilerde at etinin helal olmasıyla hanefi mezhebinde tamamen haramdır? buna benzer hükümleri neye göre vermişlerdir ?
ALLAH razı olsun .Selametle kalınız.
Aleykümselam ve rahmetullahi ve berakâtüh muhterem Metin.
Mezhepler arasındaki farklılıklar farzlarda değil, sünnetlerdedir. O da müçtehid alimlerin arasında ki içtihat farkından kaynaklanmıştır.
Nasıl ki ayetlerin bazılarının hükmü Rasulullah’ın zamanında bir süreye kadar uygulamış ve daha sonra Allah onun hükmünü kaldırmış ise, Peygamberimiz de bazı sünnetlerini bir süre uygulamış ve daha sonra onu uygulamamıştır. Ayrıca hadislerin ravilerinin durumuna göre hadisler arasında tevatür, sahih, Hasen, Garib(ravisi sahih ama tek olan), Zayıf ve Mevdu(uydurma) hadisler diye sınıflandırılmıştır. Müçtehidlerin hepsi ittifakla uydurma ve zayıf hadisleri asla içtihatlarında kullanmamışlardır. Mütevatür ve sahih hadisleri ittifakla hepsi kullanırken, Hasen, Garib ve hükmü kaldırılmış hadisler arasındaki uygulama farkından mezhepler arasındaki farklılıklar doğmuştur. Bu ayrılık değil rahmettir.
İşte mezhepler arasındaki farklılık bunlardan ibarettir.
Simdiden teşekkür ederim
hocam allah sizden razı olsun hocam
saygılarımla
Sağolunuz Gamze Hanım. Biz de sizlerin alakasına teşekkürler ederiz Allah’a emanet olunuz.
Hayırlı geceler hocam benim size 2 sorum olacak hocam
degerli zamanızı alıyorum ama özür dilerim hocam
1. Arkadaşımın annesi ve babası esinden ayırmak için büyü yapıyorlar
arkadaşım annesine ve babasına karsı gelmeye basladı
bende arkadasıma karsı gelmemesini onların hattalarını güzel bir dille anlatmasını
ve 3 kere uyarmasını ama bu uyarılara karsılık yine aynı seyleri yapmaya
devam ederlerse onlar düzelene kadar onlardan uzaklaşmasını
söyledim ben bu konuda hatalımı söyledim hocam sizden ve sayfanızdan bahsettim
arkadasıma ve size sormak istedik hocam bizi aydınlatırsanız cok seviniriz
2. Sayın hocam parası ve malı olan bir kişi param yok diye
kendini acındırarak başkalarından yardım alması ve bu kişilerinde
onun gercekten zor durumda zannedip yardım etmeleri
yardım edenlerin sadakalar helal olurmu ve onların yaptıkları yardımlar kabul olurmu bu sekilde insanları kandırarak onların verdigi para yada yiyecek alan kişiye haramı olur yoksa helalmi olur
Hayırlı sabahlar gamze Hanım. Allah razı olsun sizlerden her zaman makul sorularınıza memnuniyetle cevap vermeye hazırız Allah’ın izni keremiyle.
* Siz çok makul bir şey söylemişsiniz. Arkadaşınız sizin söylediğiniz gibi davransın bizden de ona selam söyleyin Allah sabredenlerle beraberdir.
* İnsanları kandırmak aldatmak haramdır. Bu vesile ile duygu sömürüsü yaparak yardım almak, asla helal olmaz. Yardım yapan kimseler yardım yapacakları kişiyi araştırmadan verirlerse yaptıkları yardım kabul olmaz. Ancak araştırma yapmalarına rağmen yardım yaptıkları şahsın maddi durumuna vakıf olamadılarsa o zaman yaptıkları yardım kabul olur. Günahı vebali aldatanın üzerinedir.
Hocam beni ve benim gibi insanları bilgilerinizle aydınlatdıgınız için çok teşekkür ederim
yüce rabim sizin gibi hocalarımızı basımızdan eksik etmesin allah razı olsun hocam kalbimde ki vesveseyi yok ettimin saygılarımla hocam
Alakanıza teşekkür ederim Gamze Hanım. Rabbim bizleri sırtat-ı müstekîminden ayırmak isteyenlerin şerlerinden korusun.
Sayın hocam bu sekilde bizlere bilgi verdiginiz için çok teşekkür ederim allah razı olsun
Allah sizlerden de razı olsun alakanıza memnun oldum teşekkür ederim.
Hayırlı geceler hocam benim size 3 sorum olacak 1. Sayın hocam benim 105 yaşında ki babaannem alevi olan bir kişi hıristiyan olmadan müslüman olamaz diyor böyle birsey varmıdır
2. Kadınlara özel zamanlarda terfit ceke bilirlermi
3.sayın hocam ben yeni namaza başladım hocam ama namaz sürelerinin hepsini bilmiyorum ama ögrenmeye calışıyorum bu sekilde namaza devam edebilirmiyim yoksa bütün sureleri ögreniptemi namazı kılmam gerekiyor sadece bildigim sureler (fatiha, ihlas, allahhümme salli, allahhümme barik ) bu surelerle kıla bilirmiyim
Hayırlı sabahlar Gamze Hanım.
* O söz doğru değil ama, Anadolu’da yaygın bir deyimdir. O sözü hıristiyanlar uydurmuştur.
* Kadınlar özel hallerinde tevhid çekebilirler. Sadece Kuran okuyamaz, namaz kılamazlar. Bir de, Kuran olarak değil de, dua babından felak ve nas surelerini okuyabilirler.
* Sadece besmeleyi bilsek bile namazı kılmamız gerekir. Siz şimdilik bildiklerinizi okuyunuz diğerlerini de en kısa zamanda öğrenmeye çalışınız. Allah yar ve yardımcınız olsun.
Allahın selamı Ehl-i Sünnet Ve’l-Cemaat İnancı(Kuran ve Sünnet İnancı) üzere olan müminlerin üzerine olsun.
Bay mezhepsiz selefiyeci Bulut! Bizi anlayamadığınızı yazıyorsunuz. Bizi siz anlayamazsınız. Çünkü yanlış yoldasınız. Önce Kuran ve Sünnet yoluna giresiniz ki, bizi ondan sonra anlamak size nasip olsun.
İslam tarihine ne kadar cahil olduğunuz, 3 halifenin öldürülmesini dört hak mezhebe bağlayacak kadar kara cahil olmanızdan bellidir…
Bay selefiyeci DİYORSUNUZ Kİ; “İslamın hiçbir zamanında çatışma olmamış diyorsunuz 3 halifede neden öldürüldü. ? Hz.Hasan ve Hz.Hüseyin neden öldürüldü ? Bu soruların cevabı İslamın bulunduğu kaos ortamını anlatmaya yeterlidir.”
Biz Müslümanlar arasında çatışma çıkmadı demedik dört hak mezhei mensubu kimseler arasında çatışma çıkmadı diye yazdık. Bunu dahi yanlış anlamışsınız . Çünkü önyargılısınız.
Bilesin ki, Hz. Ömer’i bir Müslüman değil, İranlı bir ateşperest şehit etmiştir. Yine iyi bilesin ki, Hz. Osman’ı ve Hz. Ali’yi bir Müslüman değil, “Bize Kuran yeter” deyip hadisleri inkar eden harici kâfirler şehit etmiştir.
Ve yine bilesin ki, Hz. Hasan’ı karısı zehirlemiştir ve Hz. Hüseyin’i ehli sünnet Müslümanlar değil, Yezid denilen lanetli adam şehid ettirmiştir.
Diyorsunuz ki; “Hadis yazanlarla ilgili yazması gerektiğini belirten Peygamberimizin ağzından hadis paylaşmışsınız peki karşı taraf da yazmaması konusundaki hadislere ne diyorsunuz.?”
Ve yine diyorsun ki; “Ebu Hanife neden öldürüldü ?”
Ebu Hanife hazretlerini Müslümanlar değil, ehli sünnet mezhebi düşmanı sapık mutezile mezhebi mensubu Abbasi hükümdarı şehit ettirmiştir. Tarih bilginiz ne kadar da sığmış meğer. Düştüğünüz cehalet batağına bakmadan başkalarına akıl vermeğe yelteniyorsunuz bir de!
Şunu iyi biliniz ki, Allah’ın Rasulü Kuranın yeni indirildiği süreç içinde Kuran ile kendi sözlerinin birbirine karışmaması için hadis yazmayı yasaklamıştır. Ancak, daha sonra hadislerin yazılmasına bizzat izin vermiştir. Sizin önyargılı oluşunuz bunları dahi bilmenize perde olmuştur.
Bizim itikadımıza kaos diyorsunuz. Aynaya bakıp kendinizi tarif etmişsiniz. Esasında sizin gibiler kaosun ta kendisidir. Birinci dünya savaşında İngilizlerle birleşen mezhepsiz selefiyeci suud arapları, Müslüman Türk askerlerine kurşun yağdırarak İslam memleketlerini kâfirlerin işgal etmesine yardımcı oldular. Bu sizin tabi olduğunuz vehhabilik yolunun ne kadar karanlık ve İslam’a ihanet içinde olduğunu belirtmeye yeter. Tabii onlara tabi olanlarda aynı ihanet içindedir.
Münazara yarışmamız vardı, kafamdaki soruların cevabını çok güzel bir şekilde verdiniz. Münazaramız olmasa bile kesinlikle her müslümanın bilmesi gereken konular diye düşünüyorum. Allah sizden razı olsun.
Allahu Teala sizin gibi şuurlu kızlarımızdan da razı olsun sayın Zeynep Hanım.
Ve aleykümselam muhterem Mevlüt Baki kardeşim. Bizlere ve sizlere dinde anlayış nasip eden Allahu Tealaya sonsuz hamdü senalar olsun. Sizlere de hakikatı anlayıp gerçeği söyleyip yazmaktan korkmadığınız için teşekkür ederim.
Sitemiz sizlerin her türlü seviyeli sorularına daima açıktır. Selam ve dua ile..
Bu Zakir Naik bir Kur’an cahilidir. Kur’an’ı okuyup da anlayamamış nasipsizlerdendir. Siz bize bu adamı tavsiye edeceğiniz yerde bizim yazdığımız bu uzun makaleyi okuyup anlamaya çalışsaydınız bizim ne denmek istediğimizi anlardınız.
İmamı Azam hazretleri gibi bir deha Kur’an’ı anlayamayıp bir mezhep kurmuş da, bu Hindu mu Kur’an’ı anlamış da İslam’da birlik sağlayacak..? Bu her şeyde tek tipcilik fikri eski koministlerden kalmış bir felsefedir. Halbuki Peygamberimiz: “Ümmetimin alimleri arasındaki ayrılık rahmettir buyurmaktadır..”
Müslümanları mealciliğe sürüklemek isteyenler din düşmanı İngilizleridir. Mezhepler olmasaydı asıl fitne ve ayrılık o zaman çıkacaktı. İslam aleminin yüzde doksanına yakını tek mezhep ehlisünnet mezhebidir. Hanefi, şafi, maliki ve hanbeli mezhepleri, tek mezhep ehli sünnettitir.
Ya hoca beki hangi mezhepler kuranı Kerim ve Hz muhhamed (sav) min yolunda olan mezhepler. Benim bildigim : hanifi,şafi,Hanbel’i,Maliki . Bunlar dimi ve Şia veya aleviler Allah’a inanıyorlar ama yanlış şekilde ibadet ediyorlar diye duydum ve biri bana Şii Ler cehennemliktir demişti neden acaba hocam cevaplarsanız cok mutlu olurum şimdiden teşekürler
Selamünaleyküm sayın Cem Ali. Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e (s.a.v.) tam tabi olan dört mezhep vardır. Bunlar; Hanefi, Şafi, Maliki ve Hanbeli’dir. Bu mezhepler amelde birbirlerinden az da olsa farklı olsalarda inançta bunlar tek mezheptir. Ona Ehli Sünnet mezhebi denir.
Şia ve caferi mezhebine tabi olanlarda Müslümandır ama bazı önemli yanlışları vardır. Bunlardan bazıları; Müta(geçici nikah) nikahı, Namazları beş değil üç vakit kılmaları ve Hz Ebu Bekir ve Hz. Ömer gibi büyük sahabelere dil uzatmaları sayılabilir. Bunlar başka günah işlemeseler dahi bu günahları yüzünden cehenneme gireceklerdir ama; Müslüman oldukları için orada kafirler gibi sonsuz kalmayacaklardır..
hocam 12 imam hakkında ne düşünüyorsunuz peki Mehdi a.s geldiğinde o hangi mezhebe tabiin olacak şia(Caferi) mezheplerini neden bu kadar kötülüyoruz onlarda mezhep değil mi
O gün, her toplulugu kendi imamı ile beraber çağıracağız…” İsra Suresi, 71
Bu ayet indiginde, müslümanlar Peygamber (saa)’e sordular:
” Ya Resulullah, bütün insanların imamı sen degil misin?” Peygamber Efendimiz (saa) buyurdu ki:”Ben bütün insanlara Allah tarafindan gönderilmis bir peygamberim. Lakin benden sonra insanlarin üzerine Ehl-i Beytimden imamlar olacaktir, fakat bunu küfür ve dalalet ehli taraftarlari ile birlikte tekzib edip, onlara zulmedeceklerdir!!. Her kim Ehl-i Beyt imamlarını (as) sever, onlar tabi olup tasdik ederse iste o kişi bendendir ve benimle beraber olup beni bulacaktir!!! Her kim onlari tekzib eder ve onlara zulmederse benden değildir ve ondan uzak olacağım.
Sayın Arafat. 12 imamlar bizim saygı göstermemiz gereken büyüklerimiz efendilerimizdir. 12 İmamlardan Caferi Sadık hazretleri İmamı Azamın hem üvey babası ve hem de hocasıdır. Caferi mezhebini kötülemiş de değiliz. Sadece ehli sünnet olmadığını biliriz. Onlarda Müslümandır. Onları asla tekfir edemeyiz.
İmam Mehdi geldiğinde mezhepleri kaldırıp tek mezhep yapacaktır.
Eğer mezhepler tek bir mezhep olacaksa hadislerle ayrı düşmüyor mu. Birde gelmesi beklenen mehdi ve mesih inancının gerçek olmadığı söyleniyor şahsen mesihin gelmesi hristiyanların oyunu gibi geliyor bana bilgilerinizden faydalanmak isterim
İtikatta doğru mezhebin tek olması gerekir. O da Kur’an ve Sünnet yolu mezhebi olan Ehli Sünnet Velcemaat Mezhebidir. Yazımızı dikkatle okunursa gerekli açılamalar mevcuttur. Ehli sünnetin amelde dört mezhebi vardır ki bu farklılıklar kesin farz ve haramlarda değildir.
MEHDİ HAKKINDAKİ YAZIMIZ İÇİN TIKLAYINIZ LÜTFEN:
http://www.islamdergisi.com/akaid/mehdi-kimdir-2/
Hazreti İsa Hakkındaki yazımız İçin Tıklayınız:
http://www.islamdergisi.com/akaid/isanin-nuzulu/
Değerli Hocam mezhepleri birleştirip tek bir çatı haline getirmek mümkün değil midir? Eğer sizin dediğiniz gibi sıkıntılı durumlarda diğer mezheplere uyuluyorsa bunda bir sıkıntı olmaması lazım.
Muhterem Fatih. Ehli sünnet uleması zaruret durumunda diğer mezheplerin kolaylıklarından faydalanmağa cevaz vermiştir. zaruret yokken mezheplerin kolaylıklarını toplamayı mülfık saymışlardır. Mülfık dinen hoş olmayan bir durumdur.
Mezhepler bir gün birleşecektir. Ama bunu birleştirecek ehil kimse henüz yoktur. Bazı İslam alimleri bu ehil kişinin Hz. Mehdi’nin olacağını belirtmektedirler.
Sayın Serpil Hanım. Belki ilk bakışta bağnaz gibi gördüğünüz yazımız aslında bir ilaçtır. Zira ilaçlar acıdır ama neticesi tatlıdır.
Sizin anladığınız mezhepçilik ile bizim anlatmak istediğimiz ehli sünnet mezhebinin bugün ve geçmişte siyasi sebeplerden dolayı birbirini mezhepçilik adına katleden zalimlerle bir alakası yoktur. Ayrıca şunuda belirtelim ki Peygamber efendimizin vefatından sonra hiç kimse ayrılığa ve çelişkiye düşmedi. Siz bunu nereden öğrendiyseniz biliniz ki o kaynaklar yanlıştır ve o zamanki münafıklar tarafından uydurulmuş ve çok sonraları ortaya çıkmış fitnelerdir. Bunun ehli sünnet mezhebiyle uzaktan ve yakından ilgisi yoktur. Eğer sizin düşündüğünüz gibi olsaydı Kuranın ayetlerini toplatıp kitap haline getiren Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’e de itimat kalmazdı. Dolaysı ile Kuran hakkında şüpheler vaki olurdu.
Serpil Hanım bakınız Eshab-ı Kiram hakkındaki itimatsızlık ve tereddüt insanı nasıl küfre götürüyor görüyorsunuz değil mi?
Ehli sünnet alimlerinin, başka mezhepte olanlar için asla onları taciz etmek için dahi olsa verilmiş bir fetvaları mevcut değildir.
Şunu iyi bilmeliyiz ki, mezhepsizlik cereyanı başıbozukluk ve dinsizlik bataklığına çeker müminleri. Bu mezhepsizlik cereyanı İslam düşmanlarının ihdas ettiği bir oyundur. Tarihi de yakındır. Kur’an meallerinden din öğrenmeye kalkanların akibeti, meallerin sayısı kadar mezhebe sahip olmaktır. Birbirine uymayan on binlerce Kuran meallerinden hangisine uysun da bu Müslümanlar Allah’ın rızasına varsınlar..?
Mezhepleri sahabelerden bir çoğunu gören Hz.Ali’nin yetiştirdiği Hasanı Basri, Hz. Ali’nin torunları Caferi Sadık ve Sahabelerden hadis öğrenen İmamı Azam gibi devasa şahsiyetler yazmıştır. Bizler İslamiyeti ne onlar kadar bilebiliriz ne de onlar kadar İslami yaşantımız mükemmeldir.
Sizden ricam yazımızı lütfen ön yargısız olarak bir kez daha okumanızdır.
Mösyö Qezenfer veya bizim dilimizde sayın Gazanfer.
Siz uslüp nedir bilmez misiniz..?
Bir yorum yapılırken size, söze nasıl başlanacağı hiç mi öğretilmedi..?
Hem siz kendi kendinize niçin misyoner gibi yakıştırmalar yapıyorsunuz ki..? Biz henüz size “şusunuz” veya “busunuz” demedik. Demek ki öyle bir eğiliminiz var ki kendi kendinize misyonerlik yaftası vurmaktasınız…
Ancak şunu iyi bilmelisiniz ki ; “Kişi bilmediğinin cahilidir” deyimi meğer çok doğru imiş. Sizin de bu mezhepler konusunda bilginizin ne kadar çok sığ olduğu bu yaptığınız çok kaba uslüpsüz yorumunuzdan bariz gözükmektedir.
Mezhepler konusunda, bir üniversite ve medrese bitirmiş ve 35 yıl dini ilimler tahsil etmiş hocamızı cahil saymaktasınız öyle mi..?
Ya sahabeleri görmüş ehli beyt imamları ve onların yetiştirdiği İmamı Azam hazretlerine ne diyeceksiniz..? Onlarda mı cahil..?
Bir mezhebe sahip oldukları için onlar da mı bölücü ?
Siz ki Arapça dahi bilmeyen birisi olarak Kur’an’ı meallerinden okuyup, Arapça bilen bir alimi Kur’an cahilliği ile suçlamanız sizin ne kadar saygısız olduğunuzu göstermiyor mu sayın Azeri kardeş..?
hocam muhammed peygamberı ılahlastırrıp rab edındıgınız ıcın iyi bir müşrik olmuşsunuz hayırlı olsun.
Bayan Ece..! İyi müşrik olmaz. Siz Abdullah Hocamıza hem hocam diyorsunuz hem de “iyi bir müşrik olmuşsunuz” diyorsunuz. Bu ne beyinsizlik? Siz bu sözünüzle kafir oldunuz. Çünkü o, samimi bir mümindir. Peygamberimizin hadisi şerifine göre bir Müslümana kafir diyenin kendisi kafir olur. Size tavsiyem imanınızı ve nikahınızı hemen tazeleyiniz tabi, imanınız varsa..
Ayrıca Muhammed aleyhisselamı kimsenin ilahlaştırdığı yoktur. Siz çok cahil ve kandırılmış bir zavallısınız. Allahu tealadan sizin gibilere hidayet diliyorum. Eğer imansız ölmek istemiyorsanız bu uyarımı dikkate alınız. Çünkü Muhammed’siz din yoktur.
Allah “etîullâhe ve etîurrasûl” (Allah’a ve Rasulüne itaat ediniz) buyurdular.
.XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
http://hakikatrehberi.net/
MEZHEBLER - MEZHEBSİZLİK
Mezheb, lügatta yol demekdir. Mezhebler, itikadda ve amelde olmak üzere iki kısma ayrılır.
1-İtikadda mezheb: İtikadda tek mezheb vardır. O'da ( Ehl-i Sünnet vel - Cemâ'at Mezhebi ) dir. Bu mezheb Peygamber efendimizin "sallallahû aleyhi ve sellem" ve Eshâb-ı kirâmın" "radıyallahü anhüm" bildirdikleri doğru yoldur. Bu mezhebin iki kolu vardır. Biri Mâturidiyye diğeri ise Eş'ariyyedir. Mâturidiyyenin İmâmı, Ebû Mansûr Mâturidi, Eş'âriyyenin imâmı ise, İmâmı Ebul Hasen Eş'ari'dir "rahmetullahi aleyhima". Bu iki İmâmın mezhebi, Selef-i Salihinin yoludur. Selef-ı Salihin, eshâbı kiram, Tabiîn ve tebeî tabiinin büyükleridir. Bunlann yolu ehli sünnet vel cemât yoludur. Bazı bozuk kimseler, Selef-i Salihînin ismini kullanarak Selefiyye mezhebi diye bir mezhebden bahsediyorlarsa da, İslamiyetde böyle bir mezheb yoktur. Selefiyyecilerin en büyük özellikleri, mezhebsiz olmalarıdır. Başta İbni Teymiyye olmak üzere, Cemaleddin Efgani, Mehmed Abduh Reşid Rıza , bunları sevenler ve vehhâbiler selefilik denilen bozuk yolu yaymaktadırlar.
2- Amelde mezheb: İtikadda Ehi-î sünnet (Mâturidî ve Eş'ârî) olan müslimanlar amelde nezheblere aynlmışlardır. Fıkıh ilminde bir müctehidin ictihadlarının hepsine o müctehidin mezhebi denir. Ya'ni mezheb, müctehid alimlerin , Kur'ân-ı kerimden ve hâdîs-i şeriflerden çıkardıkları hükümlerdir. İctihad yapmak Kur'ân-ı kerimde ve Resulullahın hâdîs-i şeriflerinde emredilmiştir.
İctihad Nedir ?
İctihad, lügatte, gücü, kuvveti yettiği kadar zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. Fıkıh ilmindeki ma'nası, Kur'ân-ı kerîmde ve hadîs-i şeriflerde sarih ve açık olarak bildirilmemiş olan ahkâmı (hükümleri) ve mes'eleleri, açıkça bildirilenlere kıyâs ederek, benzeterek, meydana çıkarmağa uğraşmak, çalışmaktır.
Allahü teâlâ Kur'ân-ı kerimde Haşr süresi ikinci âyet-i kerîmesinde meâlen; (Ey ilim sâhipleri! İtibâr ediniz) Ya'ni bilmediklerinizi bildiklerinize kıyâs ediniz" ve Nisâ sûresi elli dokuzuncu âyet-i kerimesinde meâlen; (AIlah'ın kitabına ve Resulünün sünnetine müracaat edin!) emri, İctihad etmeği emretmektedir. Bu hususta daha başka âyet-i kerimeler de vardır.
Resûlullâh efendimiz, Muâz bin Cebel'i "radıyallahü anh" Yemen'e hâkim olarak gönderirken; "Orada nasıl hüküm edeceksin?" buyurunca; "Allahü tealanın kitabı ile (Kur’an-ı kerim ile)" dedi. "Allahu tealanın kitabında bulamazsan?" buyurdu. "Allahü tealanın Resulünün sünneti ile" dedi. "Resulünün sünnetinde de bulamazsan?" buyurdu. "İctihad ederek anladığımla" cevâbını verdi. Bunun üzerine Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem mübarek elini onun göğsüne koyup; (Elhamdülillah! Allahü teâlâ Resulünün resulünü (elçisini), Resulünün rızâsına uygun eyledi) buyurdu.
Görülüyor ki ictihadlar topluluğu olan mezhebler Kurân-ı kerim ve hadîsi şeriflere bağlı olarak ortaya çıkmışlardır.
Müctehid Kime Denir ?
İctihad ancak Peygamberimiz "sallallahü aleyhi ve sellem" ve Onun Eshâbının hepsi ve diğer müslimânlardan ictihâd makâmına yükselenler yapabilir ki, bu çok yüksek insanlara, (Müctehid) denir.
Müctehid olmak için, arabî yüksek ilmleri temâmen bilmek, Kur'ân-ı kerîmi ezber bilmek, her âyet-i kerîmenin ma'nây-ı murâdîsini (Allahü teâlânın murad ettiği ma'nasını), ma'nây-ı işârîsini(işaret olunan ma'nasını), ve daha başka ma'naları bilmek ve âyet-i kerimelerin geldikleri zemânları, gelme sebeblerini, ne hakkında geldiklerini, küllî ve cüzî olduklarını, nâsih veyâ mensûh olduklarını, kırâet-i seb'a ( yedi kırâet) ve aşereden (on kırâetden) ve diğer kırâetlerden nasıl çıkarıldıklarını bilmek, Kütüb-i sıttedeki (meşhur altı hadîs kitabı; Buhârî, müslüm ve diğerlerindeki) ve başka hadîs kitâblarındaki yüzbinlerce hadîsi ezberden bilmek ve her hadîsin ne zemân ve ne İçin buyurulduğunu ve ma'nâsının ne kadar genişlediğini ve hangi hadîsin diğerinden önce veya sonra olduğunu ve bağlı bulunduğu hâdiseleri ve hangi vak'a ve hâdiseler üzerine buyurulduğunu ve kimler tarafından nakl ve rivayet olunduğunu ve nakleden kimselerin ne hâlde ve ne ahlâkda olduklarını bilmek, fıkh ilminin usûl ve kâ'idelerini tanımak, oniki ilmi ve Kur'ân-: kerîmin ve hadîs-i şeriflerin işâretlerini, açık ve kapalı ma'nâlarını kavramak ve bu ma'nâlar kalbinde yer etmiş olmak, kuvvetli îmân sâhibi olmak ve itminân ile dolu, nûrlu ve sâf bir kalbe ve vicdâna sahib olmak lâzımdır.
Dört Mezheb
İtikâd bilgileri gibi amel, ya'ni yapılacak ve sakınılacak işleri de Eshâb-ı kiram '"radıyallahü anhüm”, Resûlullah'dan öğrendiler. Peygamber efendimizin "sallallahü aleyhi ve sellem" mübarek cemâlini görmekle ve kalblere işleyen, rûhları çeken sözlerini işitmekle kısa zamanda yükseldiler. Hepsi de, derin ilim isteyen ve pek ağır şartları olan ictihâd derecesine eriştiler. Din bilgilerinin yanında idarecilikte, zamanlarının fen bilgilerinde ve tasavvuf bilgilerinde de mütehassıs oldular. Daha hayatta iken Resûlullah "sallallahü aleyhi ve sellem" onlara ictihâd etmeleri için izin verdi. Etrafa hâkim olarak gönderdiği Eshabına re'yleri (ictihâdları) ile hüküm etmelerini emir buyurdu.
Müctehid oldukları için Eshâb-ı kiramın her birinin mezhebi (ictihâdları) vardı. Büyük âlim Şah Veliyyullah Dehlevî'nin "rahmetullahi aleyh" (El-İnsâl) isimli kitabında, "Eshâb-ı kirâm zamanında da mezhebler vardı. Onlar fikıh bilgilerinde mezheblere ayrıldılar. Tabiîn, Eshâb-ı kirâmın mezheblerini aldılar" buyurdu.
Eshâb-ı kirâm "radıyallahü anhüm ecmaîn" sohbetleri bereketiyle Tabiîn ve onlardan sonra Tebe-i tâbiîn arasında da pek çok mezheb sahibi müctehid âlimler yetişti. Bunlara nice kimseler uydu. Bunlardan dört imâmın mezhebleri yayılıp kitaplara yazıldı. Diğerlerinin ve Eshâb-ı kirâmın mezhebleri, usûl ve metodları kitaplara geçirilmediği için unutuludu. Bu sebeble sonraki asırlarda Ehl-i sünnetin amelde dört mezhebi kaldı. Olur-olmaz kimseler çıkıp da müctehidim diyerek, bozuk fırkalar ortaya çıkarmamaları için Ehi-i sünnet, bu dört mezhebden başkasına uymadı. Bütün dünyaya bu dört mezheb yayıldı.
Bu dört mezhebden birincisi, Hanefi mezhebi olup, İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe Nu'man bin Sâbit'in "rahmetullahi aleyh" mezhebidir. Hanîf; doğru inanan, İslâmiyet'e sarılan kimse demektir. Ebû Hanîfe; hakiki müslümanlann babası demektir, îmâm-ı a'zam; Hanîfe adında bir kızı olduğu için bu künyeyi almamıştı.
Ehl-i sünnetin dört mezhebinden ikincisi Mâliki mezhebi olup, İmâm-ı Mâlik bin Enes'in "rahmetullahi aleyh" mezhebidir.
Üçüncüsü, Şafiî mezhebi'dir. İmâmı, Muhammed bin İdris Şafiî'dir "rahmetullahi aleyh", imâmın dedesinin dedesi olan Şafiî hazretleri Eshâb-ı kirâmdan olduğu için kendisine ve mezhebine Şafiî denildi.
Dördüncüsü Hanbelî mezhebi olup, İmâmı, Ahmed ibni Hanbel'dir "rahmetullahi aleyh".
Peygamber efendimiz "sallallâhü aleyhi ve sellem" (Ümmetimin ihtilafı (ayrılığı) rahmettir buyurmuştur). İslam alimleri bu hadîsi şerifi (Ümmetimin müctehidlerinin ayrılığı ya'ni dört mezhebe ayrılması) diye açıklamışlardır.
Câmi-ül-Ezher profesörlerinin (ulemâsının) de takdirine mazhar olan büyük âlim Yûsuf-i Nebhânı "rahmetullahi aleyh", (Şevâhid-ül-Hak) isimli eserinde şöyle demektedir: "İslâm âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, hicretin dördüncü asrından sonra dünyada ictihâd edebilecek âlim hiç kalmadı. Şimdi bütün müslümanların, bilinen dört mezhepden birine uymaları lâzımdır. Çünkü, şimdi Kur'ân-ı kerimi ve hadîs-i şerifi anlayıp bunlardan ahkâm çıkaracak ilim sahibi hiç yoktur. Mezheb imamını taklid ederek, Kur'ân-ı kerime ve Resûlullah'ın "sallallâhü aleyhi ve sellem" sünnetine uyulmuş olur. Çünkü mezhep imamları, Kur'ân-ı kerîme ve Resûlullah efendimizin sünnetine uymaktadırlar." İmâm-ı Münâvî, İbn-i Haceri Heytemî'den naklederek buyuruyor ki: "Celâleddin-i Sûyûtî "rahmetullahi aleyh" gibi bir âlim müctehid olduğunu söyleyince, zamanındaki âlimler buna yazılı bir şey sordular. "Önceki âlimler buna iki ayrı cevap vermişlerdir. İçtihadın en aşağı derecesinde olan bunlardan birini seçebilir. Sen de seçip bize yaz" dediler. "İşim çok, bunu yapacak vaktim yok" diyerek birini seçmeğe cesaret edemedi." İbn-i Hacer buyuruyor ki. "En aşağı derecedeki ictihâd işi böyle güç olursa, mutlak müctehid olmanın imkânsızlığını anlamalıdır. "
Büyük âlim Abdülganî Nablüsî "rahimehullahü teâlâ" (Hulâsat-üt-tahkîk) kitabında (Dört mezhebden başkasını taklîd etmek caiz değildir. Bugün, Muhammed aleyhisselâmın dînine uymak, yalnız bu dört mezhebden birini taklîd etmekle oluyor. Mukallidin, her işde, dört mezhebden birini taklîd etmesi lâzımdır. Âlimlerin çoğuna göre, çeşitli işlerde, dört mezhebden dilediğini taklîd etmesi caizdir. Fakat, bir mezhebe göre başlamış olduğu bir işi bu mezhebe göre bitirmesi lâzım olduğu, sözbirliği ile bildirilmiştir. demektedir. [Faideli bilgiler/89]
Büyük âlim ve veli Senâullâh-i Pâni-Pütî "rahmetullahi aleyh" hazretleri Tefsir-i mazheri kitabında "Dört mezhebden ayrılmak şeriatdan ayrılma olur" buyurmuştur.
Müctehid olan mezheb imamları, kıyamete kadar meydana çıkacak her bir şeye, helâl ve haram diyebilmek, veya mes'elenin hükmünü verebilmek için temel kaideler, genel usûller koymuştur. Meselâ, Hanefi mezhebinin kaide ve usûllerine göre haramlık şartlarını taşımayan her şey mubahtır (Pezdevî) usûlünde değinildiği gibi; Haram olduğu açıkça bildirilmeyen her şey sözbirliği ile mubahtır. Çünkü Allahü teâlâ Bekara sûresinde; (Yerlerde olan her şeyi sizin için yarattım) mealindeki âyet-i kerimede böyle olduğunu bildirmektedir.
İslam âlimleri müctehidleri yedi tabakaya ayırmışlardır. Yedinci tabaka, önceki tabakadaki âlimlerin kitaplarından doğru olarak nakil yapabilen, onları bildiren mukallidlerdir, yâ'ni bir mezhebe bağlı olanlardır. İbn-i Âbidîn'in bunlardan olduğu, Mecmûa-i Zühdiyye'de yazılıdır. Hanefi mezhebinde büyük bir âlim olan İbn-i Âbidîn "rahmetullahi aleyh" hazretleri, beş vakit namazda Ettehıyyâtüyü okurken Resûlullâh Efendimizi "sallallâhü aleyhi ve sellem" baş göz gözüyle görürdü. Görmediği zaman o namazı iade ederdi. Böyle olduğu halde bir mezhebe bağlı idi. ilimden nasibi olmayanların veya biraz bir şeyler okumuş olanların ise, din bilgilerini doğrudan Kurân-ı kerimden ve hâdîs-i şeriflerden öğrenmeye çalışmalarının ve dört mezhebden birine bağlanmak istememelerinin ne kadar yalnış olduğu açıkça anlaşılmaktadır.
Bir Mezhebe Tabî Olmak Lüzumludur
Avâm'ın ya'ni müctehid olmayanların, bir müctehid taklid etmesi, onun mezhebine uyması ya'ni mukallid olması lâzımdır. Allahü teâlâ, Kur'ân-ı kerîmde, Nahl sûresi kırk üçüncü âyet-i kerimesinde meâlen; (Bilenlerden sorunuz) buyurmaktadır. (Bilmediklerinizi bilenlerden sorunuz! Cehlin ilâcı sorup öğrenmektir) hadîs-i şerifi bu âyet-i kerîmeyi tefsir etmektedir. Nisa sûresinin elli dokuzuncu âyet-i kerimesinde ise meâlen; (Ulülemre itâat ediniz) buyrulmaktadır. Müfessirler; Ulülemr'i, âlimler diye de tefsir etmişlerdir. Buna göre mezheb imamlarına uymak vâcibtir. Fahreddîn-i Râzî "rahmetullahi aleyh" de mukallidin, âlimleri taklid etmesinin vâcib olduğunu bu âyet-i kerîmeden çıkarmıştır. Alimler; "Müctehid olmayan kimse, müctehide ya'ni onun mezhebine uymazsa, dalâlete düşer, sapıtır" buyurmuşlardır. Büyük İslâm âlimi, Osmanlı Şeyh-ül-islâmı Mustafâ Sabri efendi, "Mezhebsizlik dinsizliğe kurulan bir köprüdür" buyurmuştur,
Her müslüman, dört mezhebden kendine kolay geleni seçer, onun kitaplarını okur, öğrenir. Her işini bu mezhebe uygun yapar. Böylece o mezhebi taklîd eder ve o mezhebden olur. Herkese, anasından babasından işittiğini, gördüğünü, öğrenmek kolay geleceği için müslümanlar anasının babasının mezhebinde olmaktadır.
Mezheb imamlarını taklid etmek, kitabdan ve Sünnetten yüz çevirmek, onların kendi emirlerini yapmak demek değildir. Bilakis kitâbdan ve Sünnetten kendi aklına göre yanlış ma'na çıkarmağa kalkışmayıp, mezheb imamlarının kitâbdan ve sünnetten bildirdikleri doğru ma'naya uymak demektir. Şimdi mezhebsizler bozuk itikadlı kimseler bir mezhebe bağlanmaya lüzum yoktur, herkes din bilgilerini doğrudan kur'ân-ı kerim tefsiri erini, mealleri ve hadîs-i şerifleri okuyarak öğrenmeli, diyorlar. Böylece müslimanları aldatmaya doğru yoldan ayırmaya çalışıyorlar.
Taklid, başkasının sözünü, delilini araştırmadan kabûl etmek demektir. Bu da kalbden niyyet etmekle, hatırından geçirmekle olur. Delilini araştırmak, müctehidin vazifesidir. Mezheb imamlarımız; "Mukallide, müctehidin delillerini bilmek lâzım değildir. O’nun için, delil mezheb İmamının sözleridir" demişlerdir. O halde müctehid olmayan kimse, din bilgilerini tefsirlerden ve hadîs-i şeriflerden değil, fıkıh ve ilmihâl kitablarından öğrenmelidir. Bunun için dört mezhebden hangisinde ise, o mezhebde yazılmış muteber ve güvenilir bir ilmihâl kitabını okumalıdır. Tam İlmihâl Seâdet-i Ebediyye kitabı Hanefi mezhebinde yazılmış pek kıymetli bir ilmihâl kitabıdır.
İslamiyetin başlangıcından bu güne kadar hep dini bozmak isteyenler olmuştur. Bu gün de Müslümanların böyle kişilere karşı uyanık olması gerekir. Müslüman olmayan bir kişi, böyle bir faaliyet içersinde bulunsa, mesela bir Hıristiyan İncilin günümüzde hak kitap olduğunu iddia etse, müslümanın böyle kişilere karşı müteyakkız, dikkatli ve uyanık olması kolay olur. Çünkü kimin hangi safta yer aldığı açıkça bellidir. Ancak Müslüman kimliğinde olan bir kişi islamiyete zarar verdiğinde, bunu herkes anlayamaz, kavrayamaz. Doğru kaynaklardan islamiyeti sağlam bir biçimde öğrenen, islamiyeti doğru yaşamak için gayret eden zatları tanıyan bir kişi hangi fırtına eserse essin, onda bir sarsıntı olmaz. Ancak, islamiyetin temel bilgilerine vakıf olmayan, bu konuda cahil kalmış bir kimse, en ufak sallantıda bile dini konularda yanlışlığa düşmesi kaçınılmazdır. “İslamiyeti doğru biçimde nereden öğreneceğiz” diye meraklanan bir kişinin karşısına bir çok kitap, cemaat ya da kendini alim olarak tanıtan kişiler çıkıyor. Herkes kendinin doğru olduğunu iddia ediyor, yani “benim yoğurdum tatlıdır” diyor. Bir müslümanın islamiyeti öğrenmekteki temel ölçüsü mezheplerdir. Eğer kendini alim olarak tanıtan kişi mezheplerin hükümlerini görmezden geliyorsa ve hürmet ettiği zatların itikadı bozuksa onun yanlış olduğu anlaşılabilir. Bu yüzden, dinimizin aslını bozacak bu tür yollardan sakınmak için müslümanın çok uyanık olması gerekir.
Aşağıdaki kısım Türkiye Gazetesinde yayınlanmış bir makaleden alınmıştır;
Diyanet’in “Dini meseleleri İstişare” yani “Dinde reform” toplantısında alınan kararlara bakıldığında, mezheplerin tamamen devre dışı bırakıldığı, mezheplerin, fıkhın yok farzedildiği açık şekilde görülüyor. Halbuki, alimler mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür buyuruyor. Şimdi bu toplantıya katılanlara şu soruyu sormak lazım. Siz namazınızı nasıl kılıyorsunuz, kendi tespitlerinize göre mi yoksa ana babanızdan öğrendiğiniz Hanefi mezhebine göre mi? Tabii ki bu soru namaz kılanlar içindir.
Toplantıda alınmış olan kararlar kendi içinde çelişiyor. Bir taraftan, Kur’an-sünnet ölçü alınmıştır, deniliyor, diğer taraftan beşinci maddede “Doğrudan Kur’an’dan ve hadislerden çözüm üretilmesi de teorik ve pratik açıdan bazı olumsuzluklar taşıyacaktır” ifadesine yer veriliyor.
Kararların, hadislerin ve âyetlerin zorlama yorumlarıyla alındığı belli. Bilhassa, açık âyet-i kerimelere rağmen, kadın-erkek eşitliği; kadının şahitliği, mirasın bölünmesi, kadının özürlü iken ibadet edebileceği gibi hususlar zamana uydurulmaya çalışılmıştır. Açıkça ifade edilmese de bazı ayetlerin bugün geçerliliğini yitirdiği ima edilmektedir.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz: Son birkaç yıldır, değişik kesimlerden çıkan çatlak seslere resmiyet, meşruiyet kazandırıldı. Mezheplerin yok farz edilmesiyle, dinsizliğe köprü kuruldu. Refom için mücadele edenlere gün doğdu.
Katılımcılar, “alınan kararlar devrim niteliğindendir” diye memnuniyetlerini bildirdiler. Devrim bir şeyi yıkmak, yerine başka bir şey koymak demektir. Bundan da anlaşılıyor ki, 1400 yıldır devam ede gelen, milyonlarca alimin, evliyanın, asıl kaynaktan; Resulullahtan, Eshabı kiramından alarak bize ulaştırdıkları, İslamiyeti bir tarafa bırakıp, yeni bir inanış biçimi, yeni bir din ortaya konulmaya çalışılmaktadır.
Aslında bu tür çalışmalar yeni değildir. Bugünkü reformcuların fikir babaları olan, her fırsatta övgülerle göklere çıkardıkları Kursevî, Ş. Mercani, Musa Carullah... gibi kimseler tarafından Türkistan’da da dinde reform hareketi başlatılmıştı. 1917’de Moskova’da yaptıkları toplantına açıkça, “Unutmayınız ki, Kur’anın bazı kuralları eskimiştir. Bunları tarihin malı saymak lazım...” denilmişti. (Rusya’da Birinci Müslümanlar Kongresi Tutanakları-Kültür Bakanlığı yayınları sh.394)
Bizde de, 1928’de ilahiyatçıların öncülüğünde bugünkü gibi bir rapor hazırlanarak, Reform hareketi başlatılmıştı. Müslüman halkın tepkisi ile karşılaştığı için bu hareket tutunamamıştı. Osmanlı ilmi ve terbiyesi ile yetişmiş âlimlerin ve halkın olması sebebi ile reform hareketleri kabul görmedi. Şuna inanıyorum ki, bugün de, halkımız 15 asırlık geçmişi, birikimi bir çırpıda çöpe atıp bu reform hareketine destek vermeyecektir. Reformcular kendileri çalıp kendileri oynayacaktır.
Kaosta birlik aramak!
Başta toplantıya katılanlar olmak üzere herkesin, farklı farklı yorumladığı “İstişare” toplantısının kısa bir değerlendirmesini yapalım;
1- Mezheplerin, âlimlerin, fıkıh, kelam ve tasavvuf kitaplarının saf dışı edildiği kararlar burada kalmayacak, daha ileri noktalara götürülecektir. Sünnet de saf dışı edilecektir. Nitekim, bir katılımcı toplantıda bu konunun gündeme geldiğini ifade etmiştir. Arkasından Kur’an-ı kerim tartışılacak... Reform devam edecek. Katılımcıların, “Alınan kararlar yeterli değildir, daha devrimci, radikal kararlar alınmalıydı. Fakat bu bir başlangıçtır, devamı gelecektir” sözleri bunu doğrulamaktadır.
2- Bildiride, kararların, akademik disiplin içinde, bilgi ve tecrübe birikimi ile diğer ülkelere örneklik edebilecek kimseler tarafından alındığı bildirilmektedir. Halbuki kişinin gerçek manada örnek olabilmesi, savunduğu şeyi yaşayıp yaşamaması ile anlaşılır. Yine katılımcıların kendi ifadelerine göre toplantıda, namaz kılan-kılmayan tartışması yapılmış. Hadis-i şerifte dinin direği olarak bildirilen namazı kılmayan kimselerin din hakkındaki sözleri ne derece sağlıklı olur?
3- Toplantının gayesi birlik beraberliğin sağlanması, farklı görüşlerin önlenmesi olarak ifade edildi. Fıkıh kitapları, mezhepler bir tarafa bırakıldığına göre, müftüler, din adamları kendilerine sorulan meseleleri cevaplandırırken neyi ölçü alacaklar? Herkes Kur’an-ı kerimden, Hadis-i şeriflerden anladığına göre cevap verince her kafadan bir ses çıkmayacak mı? Bu durumda birlik beraberlik nasıl sağlanacak?
4- Oturup her meseleyi karara bağlayacağız denirse, o zaman yeni bir mezhep kurulmuş olmuyor mu? Eğer yeni bir mezhep, yeni bir yol tutulacaksa, 14 asırdır devam ede gelen, milyonlarca Müslümanın tabi olduğu, aralarında en ufak bir tartışmanın bile olmadığı mezheplerin kaldırılmasının mantığı ne? Bunun kime ne faydası var?
5- Alınan kararlar çok muğlak ve çeşitli yönlere çekilmeye müsaittir. Birçok madde birbiri ile çeliştiği gibi, bazı maddeler kendi içinde de çelişmektedir. Mesela, kadınların hayz dönemlerinde ibadet yapmamaları psikolojik ve fizyolojik sebeplere bağlanmıştır. Bu hükümden kadının bu hallerinde ibadet yapamayacakları hükmü çıktığı gibi, eğer psikolojik ve fizyolojik yönden bir rahatsızlık duymuyorlarsa ibadet yapabilecekleri; namaz kılıp oruç tutabilecekleri anlaşılır. Bunun hangisi doğrudur?. Nitekim katılımcılardan bazıları, ikinci hükmü doğru kabul ediyor. Kur’an-ı kerim okuyabildiğine göre, namaz da kılabilir, oruç da tutabilir, diyor. Yine kararda, namaz surelerini öğrenene kadar ayetin manasını okuyabilir deniyor. Aslında bu da yanlış, fakat toplantıya katılanlar, bununla da yetinmeyip, sınırlama olmaksızın her zaman manası okunabilir, diyor. Hani toplantının gayesi birliği sağlamaktı? Bu nasıl birlik?
6- Bir muğlak ifade de kadınların camiye gitme meselesindedir. Camide kadının nasıl, nerede namaz kılacağı, kıyafetinin ne olacağı hususunda niçin açıklık yok? Feminist şov meraklısı mini etekli bir kadın camiye gelip erkeklerin arasında saf tutmakta ısrar ederse, “Ben toplantı kararlarına uyuyorum. Kararlarda, ayrı yerde durur denilmiyor, kıyafet şartı da yok” derse, bundan dolayı camide olay çıksa sorumlusu kim olacak?
7- Namazlar cem edilebilir yani üç vakitte beş namaz kılınabilir deniyor. Hanefi mezhebinde mukim iken namazlar cem edilmez. Mukim iken bir mazeretle cem Hanbeli mezhebinde yapılır.. Hanefiye göre namaz kıldıracaksın, Hanbeli mezhebine göre cem ettireceksin. Bu nasıl anlayış? Mukim olanın meşakkati varsa, Hanbeli mezhebi taklid edilerek namazını cem edebilir dese mesele kökünden hallolacak. Fakat mezhepsizlik taassubu, mezhep düşmanlığı buna mani oluyor.
8- Peki bundan sonra mütedeyyin Müslümanlar nasıl bir yol takip edecek? 14 asırdır nasıl bir yol takip edildiyse aynı yola devam edecek. Yani, nakle dayalı dört kaynak esas alınarak hazırlanmış fıkıh ve ilmihal kitaplarından dinimizi öğreneceğiz, öğrendiklerimizle amel edeceğiz. Birlik ancak böyle sağlanır. Zaten, asırlarca da böyle sağlanmadı mı?
Bire bir örtüşen kararlar!
Toplantıya katılanlar ve alınan kararlara destek veren reform yanlısı kimseler neticeden o kadar memnunlar ki, sevinçlerinden bir zil takıp oynamadıkları kaldı. “Dinde yeni bir dönem”, “ On asırdır kapalı olan içtihad kapısı açıldı”, “İslamda devrim yapıldı”, “Asırlardır bu çapta bir toplantı yapılmamıştı”, “ Mezheplerden, âlimlerden kurtulduk...” gibi ifadelerle toplantının gerçek gayesi ortaya konuluyordu.
Gerçekten de bu toplantı önemli bir toplantıydı. Reformistler açısından önemlidir çünkü; yıllardır hasretle bekledikleri İslamda reform için kapı resmen aralanmıştı artık. Bizim gibi Ehli sünnet, mütedeyyin Müslümanlar için de önemli çünkü; bu toplantı ile, 14 asırlık geçmişin; bütün mezheplerin, fıkıh, kelam, tasavvuf ilminin ve kitaplarının saf dışı edilerek, dinde reform, yani dini bozma safhasına resmen geçilmiş oldu.
Bu safhaya nasıl gelindi? Bunun üzerinde durmak istiyorum bugün. Bu sonuç, 150-200 yıllık bir çalışmanın mahsulüdür. Bu çalışmanın başlangıcını psikoloji doktoru sayın Mithat Enç şöyle anlatıyor:
Osmanlı orduları Viyana’ya kadar gelince, Avrupa devletleri çok korktu. “Hıristiyanlık yok oluyor” diye şaşkına döndüler. Osmanlı akınlarını durdurmak için çareler aradılar. Bunun için herkes seferber oldu. Avrupa’daki şer güçler harıl harıl çalışmaya başladı. Hıristiyan âlemi, asırlardır yaptıkları İslâm dinini yok etme çalışmalarında, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını çok iyi anlamışlardı. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir...
Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek için ne lazımsa yaptılar.
Mesela bu faaliyetlerde önemli rolü olan İngiliz Casusu Hempher, bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor: Beş bin kişi müslüman kılığında İslam ülkelerine dağılmıştık. Müslümanları bölmek, birbirine düşürmek için ne gerekiyorsa yapıyorduk. Birkaç sene sonra, çalışmalarımdan bir netice alamayınca bir ara ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. İsteğimi bakana bildirdim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi:
“Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Şu darbımesel ne kadar da güzeldir: “Başkasının ektiğini yedim. Öyleyse, ben de başkaları için ekiyorum”. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü işimiz zor. Bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, fıkıh ilmini yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, “Uydurmaydı, değildi” diyerek şüpheye düşüreceğiz. Ayetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunlar kabul görmeye başladığı zaman meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir. Sizler, bunu yaptığınız zaman, bütün Hıristiyan âlemini memnun etmiş ve onları on iki asırlık felâketten kurtarmış olacaksınız!” (Geniş bilgi için, ‘İngiliz Casusunun İtirafları’ kitabına bakılabilir)
Tabii ki bugünkü reform kararlarını, asırlar önce başlatılmış bir çalışmayla doğrudan irtibatlandırmak mümkün değildir. Mühim olan gelinen noktadır. Maksadımız şunu bunu suçlamak değil, asırlar önce planlanmış bir çalışmalar ile bugünkü kararların bire bir nasıl örtüştüğünü göstermekten ibarettir. Bu kararları alanlar, bilerek veya bilmeyerek Batılıların plânına katkıda bulunmuş olmuyorlar mı?
http://www.ilmedavet.com/
Bir mezhebe bağlanmayı emreden ayetler -5
وَمَا يَعْلَمُ تَأْوِيلَهُ إِلاَّ اللّهُ وَالرَّاسِخُونَ فِي الْعِلْم”Siz insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten nehyedersiniz ve Allah’a inanırsınız.” (Âl-i İmran 110)
Bu ayet-i celile, bu ümmetin bir vasfı olan, iyiliği emretmesi ve kötülüğü nehyetmesini beyanla mezhepsizliğin haram ve bir mezhebe bağlanmanın vacip olduğunu ispat etmektedir. Şöyle ki:
· Madem bu ümmet ve bu ümmetin âlimleri, Allah tarafından, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmekle vasfedilmiştir. O hâlde ittifakla emrettikleri şeyin iyilik ve nehyettikleri şeyin de kötülük olması gerekmektedir. Aksi olamaz. Yani iyiliği men edip kötülüğü emredemezler. Zira bu, Kur’an’ın mezkûr beyanına muhalif olur ki, bu mümkün değildir.
· Ve madem bu ümmetin âlimlerinin emrettiği şey; hayır ve nehyettiği şey; kötüdür. O hâlde mezhepsizlik haram ve bir mezhebe bağlanmak vacip olmalıdır. Zira bu ümmetin âlimleri on dört asır boyunca mezhepsizliğin kötü bir şey olduğunu söyleyerek mezhepsizliği nehyetmiş ve bir mezhebe bağlanmayı emretmiştir. Şimdi bu beyanlardan birkaçını nakledelim:
İmam-ı Gazali (r.a.): Müctehid olmayanın bir mezhep imamına tabi olması gerekmektedir. Mukallidin, yani Kur’an’dan ve hadislerden hüküm çıkarma gücü olmayanların, taklit ettiği ve uyduğu mezhep imamının sözü dışına çıkması caiz değildir. Çıkar diyen kimse de yoktur. Her yönden ona uyması gerekmektedir. Uyduğu mezhep imamına muhalefeti çirkin bir harekettir ve bu muhalefeti sebebiyle günahkârdır. (İhya, 9. Kitab, 2.Bab, Emir ve Nehyin Şartları; c.2, s.803)
Bu asırda yaşayanlar içinde müctehid yoktur. Müctehid olmayanlar da, kendilerine sorulan meseleye, ancak bağlı bulundukları mezheb imamından naklederek cevap verirler. Mezhep imamının ictihadını terk etmesi caiz değildir. (İhya, 1. Kitab, 4. bab, Hilaf İlmi ve Münazaranın Afetleri; c.1, s.113)
Ahmed bin Muhammed Tahtavi Hazretleri: Fıkıh âlimlerinden bir karış ayrılan dalalete düşer. Kurtuluş yolu ehl-i sünnet ve-l cemaat denilen dört mezhepte toplanmıştır. Bu dört mezhep: Hanefi, Maliki, Şafiî ve Hanbelî’dir. Bu zamanda bu dört hak mezhepten birine tabi olmayan, ehl-i bid’a olup cehenneme gider.
Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri: Hakikat namazında kıblen dört mezhep olsun.
Abdülgani Nablüsi Hazretleri: Bugün dört mezhepten başkasına uymak caiz değildir.
İmam-ı Rabbanî Hazretleri: Mezhepten ayrılmak ve mezhepsiz olmak ilhad, yani küfürdür. Dört mezhepten birini terk eden, boynundan İslam ipini çıkarmıştır.
İbn-i Melek: Şimdi yeryüzündeki yaşayan bütün Müslümanlar, mukallittir. Yani taklit ehli olup bir mezhebe bağlanması gerekmektedir. Bir mukallit, ne kadar âlim olursa olsun, ictihadda bulunamaz. Ancak müctehidlerin bildirdikleri hükümleri naklederler.
İbn-i Abidin ve Şevâhid-ül-hak Hazretleri şöyle buyuruyor: İslam âlimleri, sözbirliği ile bildiriyorlar ki; hicretin dördüncü asrından sonra tek başına ictihad yapabilecek âlim dünyaya gelmedi. Şimdi bütün Müslümanların, bilinen dört mezhebden birine uymaları lâzımdır. Çünkü şimdi, Kur’an-ı Kerim’i ve hadis-i şeriflerin tamamını anlayıp bunlardan ahkâm çıkarabilecek ilim sahibi yoktur. Zaten bir mezhebe uyulursa, Kur’an-ı Kerim’e ve Resulullah’ın sünnetine uyulmuş olur.
Celâleddîn-i Süyûtî gibi büyük bir âlim, müctehid olduğunu söyleyince zamanındaki âlimler, Süyûtî Hazretleri’ne bir soru sordular ve ona; önceki âlimler bu mesele hakkında iki farklı cevap vermişlerdir. İctihadın en aşağı derecesinde olan, bunlardan birini seçebilir. Sen müctehid isen bunlardan birini seçip bize haber ver!” dediler. Süyûtî Hazretleri, Allah’tan korktuğu için isabet edememe endişesinden dolayı birini seçmeğe cesaret edemedi.
İbni Hacer Hazretleri bu olay üzerine der ki: En aşağı derecedeki ictihad olan, iki haberden birini tercih etme işi böyle güç olunca mutlak müctehid olmanın imkânsızlığı anlaşılmalıdır.
Şeyh-ül-İslam Zekeriyya buyurdu ki: “Mezhep imamları, kapalı olarak bildirilen hadis ve ayetleri izah edip açıklamasalardı, bunları hiçbirimiz anlayamaz ya da yanlış anlardık.”
Büyük âlim Muhammed Hadimi Hazretleri Berika kitabında buyuruyor ki:”Şer’i delillerin; kitap, sünnet, icma ve kıyas olarak dört olması ictihad mertebesindeki müctehid âlimler içindir. Mukallitler, yani müctehid olmayanlar için delil ve senet; bulunduğu mezhebin hükmüdür ve mezhep imamının görüşüdür. Çünkü mukallitler, ayet ve hadisten hüküm çıkaramaz. Bunun için bir mezhebin bir hükmü, ayet ve hadislere uymuyor gibi görünse de, yine o mezhebe uymak gerekir. Çünkü ayet ve hadisler tevili gerekebilir, neshedilmiş ve hükmü kalkmış olabilir. Bunu da ancak müctehid âlimler anlar.”
İmam-ı Şafi Hazretleri: “İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin görüş ve ictihadını beğenmeyene Allah-u Teâlâ lanet etsin! Çünkü bütün müctehidler, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin çocukları hükmündedir.”
Taceddin-i Sübki Hazretleri buyuruyor ki: “Peygamberlerin varisi olan mezhep imamlarına karşı edepli olmalıdır. Din imamlarına dil uzatan, felakete gider. Onların her sözü bir delile dayanır.
Abdülgani Nablüsi Hazretleri: Bugün dört mezhepten başkasına uymak icmadan ayrılmak olur ki, bu caiz değildir.
İmam-ı Gazali Hazretleri : Evet, İmam-ı Gazali gibi bir Hüccetü-l İslam, mezhep kuramamış ve fıkhî hükümlerde İmam-ı Şafi’yi taklit etmiştir. Acaba zamanımızın mezhepsizleri, İmam-ı Gazali’den daha mı âlimdir? Ya da ondan daha mı yeteneklidir? Belki de arada ki fark; bunların, İmam-ı Gazali kadar Allah’tan korkmamaları ve isabet edememe endişesini taşımamalarıdır.
Muhammed Zahid el- Kevseri: Mezhepsizlik, dinsizliğe giden köprüdür.
Şehristani ve Yusuf en-Nehbani: Hak olan, doğru olan dört mezhebin itikatları, yani imanları aynıdır. Dördü de ehl-i sünnet itikatındandır. Mezheplerden birine uymayan bidat ehli sayılır ve mezhepsizdir.
Tahtavi: Ehl-i sünnetin onlarca mezhebinden dört tanesi kitaplara geçmiş olup diğerleri kısmen unutulmuştur. Müctehid olmayanların, bütün hareketlerinde ve ibadetlerinde bir müctehide tabi olması yani bu dört mezhepten birinde bulunması gerekmektedir.
Abdurrahman Silheti, İmam-ı Nablusi: Mezhep taklit etmek, Kitap ve sünnetten ayrılmış olmak demek değildir. Bilakis mezheb imamının Kitap ve sünnetten bildiklerine uymak, Kitap ve sünnete uymak demektir.
Bu meselede söylenen sözlerin tamamını nakledecek olsak, hususi bir kitap olabilir. Zira on dört asır boyunca her âlim bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu ve mezhepsizliğin caiz olmadığını beyan etmiştir. Bizler meseleyi daha fazla uzatmamak için bu kadar nakille yetiniyor ve son olarak diyoruz ki:
Tefsirini yaptığımız ayet-i kerime, bu ümmetin hayırlı bir ümmet olarak insanlar için çıkartıldığını ve hayırlı ümmet olması altında yatan ana sebebin de, iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek olduğunu bildirmiştir. Demek iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmek bu ümmetin bir vasfıdır. Ve bu ümmet, Efendimiz’in;“Ümmetim asla dalâlet üzerinde birleşmez.” ifadesiyle asla batılda ittifak etmeyecektir. O hâlde şu muhakemeyi yapabiliriz:
•· Madem Kur’an’ın ifadesiyle bu ümmetin vasfı iyiliği emretmek ve kötülüğü nehyetmektir.
•· Ve madem Peygamberimiz (s.a.v.)’in beyanıyla bu ümmet asla batılda ittifak etmeyecektir,
•· O hâlde hakkında ittifak edilen bir mesele batıl olmayıp hak olacaktır.
•· Ve madem hakkında ittifak edilen mesele hak olacaktır. O hâlde bir mezhebe bağlanmak da hak olmalıdır. Zira zikrettiğimiz gibi, İslam âlimlerinin tamamı bu meselede ittifak etmiş ve hepsi bir mezhebe bağlanmanın şart olduğunu beyan etmişlerdir. Hatta sadece beyan ile yetinmeyip yüz bin hadisi, senetleriyle birlikte bilen o büyük âlimler bile dört mezhepten bir mezhebe tabi olarak, fıkhi konularda o büyük mezhep imamlarını taklit etmişlerdir.
O hâlde diyebiliriz ki bir mezhebe bağlanmanın gerekli olmadığını söyleyen cahiller, hem Efendimiz’in; “Ümmetim asla dalâlet üzerinde birleşmez.” hadisini inkâr etmekte hem de tefsirini yaptığımız; “Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü nehyedersiniz.” ayetini inkâr etmektedirler.
Zira onların mezhepsizliği savunması bu ümmetin dalalet üzerinde birleşebileceği fikrini ve bu ümmetin iyiliği emretmeyip kötülüğü emrettiği neticesine varmaktadır. Çünkü eğer mezhepsizlik caiz ise, bu ümmetin âlimleri mezhepsizliğin haram olduğunu söyleyerek hem batılda ittifak etmişler hem de iyiliği değil, batılı emretmişler demektir. Çünkü onlar mezhepsizliğin caiz olmadığını söylemişlerdir.
O hâlde yol ikidir:
1- Ya Efendimiz’in “Ümmetim asla dalâlet üzerinde birleşmez.” hadisini ve “Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz, iyiliği emreder ve kötülüğü nehyedersiniz.” ayetini kabul edeceğiz ki bunu kabul ettiğimizde mezhepsizliğin haram olduğunu da kabul etmek zorundayız. Çünkü İslam âlimleri mezhepsizliğin haram olduğunu bildirip bu konuda ittifak etmişlerdir. Onların bu konudaki ittifakları hadisin beyanına göre asla dalalet olamaz. Çünkü dalalette ittifak olmaz. O hâlde bu ittifak hidayettir.
2- Ya da mezkûr hadis ve ayetleri inkâr ederek mezhepsizlerin sözünü dinleyeceğiz.
Biz, Kur’an’a ve hadise kulak vermeyi tercih ediyoruz.
Dinsizliğe köprü!”28 EKİM 2005
Her ramazan olduğu gibi bu ramazanda da, gazetelerin bazıları hediye olarak kupon karşılığı “Kur’an-ı kerim meali” veriyorlar. Gazeteler bu vesile ile satışlarını artırıyorlar, neticede kazanıyorlar, fakat okuyucu manevi yönden büyük zararda.
Son yıllarda dış destekli meal okuma propagandaları dinde çok büyük bir tahribata ve karışıklığa sebep oldu... İslâmî otorite ve hiyerarşi kavramları yıkıldı... Söz ayağa düştü... Bir sürü ukalâ müctehid taslağı türedi... Dinde reform hareketleri başladı... Alimlere, mezheplere itimat yıkılarak mezhepsizliğin önü açıldı... Hemen arkasından da dinsizlik yayılmaya başladı. Zahidül Kevseri’nin dediği gibi “Mezhepsizlik dinsizliğe bir köprüdür”zaten.
İslâm düşmanları, asırlardır yaptıkları tecrübelerden, kaba kuvvetle bir yere varamayacaklarını anladılar. İslâm âlimleri, hak mezhepler, fıkıh kitapları olduğu müddetçe, kısmen zarar verebilseler de, ciddî bir zarar veremediklerini gördüler. Çünkü, İslâm âlimleri, mezhepler, fıkıh kitapları, İslâmiyeti koruyan sağlam birer kaledir. Bu kale sağlam olduğu müddetçe, İslâmiyete zarar vermeleri mümkün değildir.
Bunun için, 18. asırdan itibaren, hücumlarını bu yöne çevirdiler. Âlimleri, kitapları kötülemek ve Müslümanların gözünden düşürmek, onları cahil bırakmak için ne lazımsa yaptılar. Cahil kimseyi kandırmak kolaydır. Bugün, reformcuların bu kadar taraftar toplamasının sebebi budur. Peygamber efendimiz, “İlim olan yerde Müslümanlık vardır, ilim olmayan yerde Müslümanlık yoktur” buyurmuştur.
Bir Müslümanın önüne, dinini öğrenmesi için meal, tefsir koymak buna yapılabilecek en büyük kötülüktür aslında. Çünkü, herkes zekâsına, bilgisine göre bir şeyler anlayacak fakat, bu anladığı din olmayacak, kendi düşüncesi olacak. Zaten istenilen de bu. Hristiyanlarda olduğu gibi, İslâmiyetin sadece “adı” kalsın.
İngiliz Casusu Hempher bakınız hatıralarında bu konuyu nasıl anlatıyor:
“İslam dinini yıkma çalışmalarından bir netice alamayınca, ümitsizliğe düştüm. Görevi bırakmak istedim. Müstemlekeler Bakanı bana şunları söyledi: Sen bu işlerin, birkaç senelik çalışma ile neticeleneceğini mi zannediyorsun? Bırak birkaç seneyi, bu ektiğimiz tohumların meyvelerini, ben de sen de göremeyeceğiz, belki de senin, benim torunlarımız bile göremeyecek. Bu tohumların meyvelerini en az yüz senede, belki de 150-200 senede ancak alabileceğiz. Çünkü, bugüne kadar İslâmiyeti ayakta tutan, din bilgileri olmuştur. Âlimleri, ilmi yok edip, halkı cahil bırakmadıkça, onların dinlerini bozmak mümkün değildir. Bunun için, âlimleri, mezhepleri hissettirmeden kötüleyeceğiz. Bir müddet sonra da, peygamber sözleri (hadis-i şerifler) hakkında, ‘Uydurmaydı, değildi’ diyerek şüpheye düşüreceğiz. Âyetleri istediğimiz gibi yorumlayacağız... Ancak bunları başarıp, halkı cahil bıraktığımız zaman, meyveleri toplamaya başlayacağız. Bir kültürü, hele asırların birikimi olan din kültürünü yıkmak, kısa zamanda olacak şey değildir.”
Hempher, 1700’lü yıllarda bu faaliyeti gösteriyordu. Gerçekten de iki yüzyıl sonra, 1900’lü yıllarda meyvelerini toplamaya başladılar.
Mealden din öğrenmenin mümkün olmayacağı o kadar açık ki... Kur’an-ı kerim, İslâmiyetin temel kitabıdır, anayasasıdır. Bunu, Resulullahın, müctehid imamların ve diğer âlimlerin sözleri açıklar, tatbikini sağlar. Kur’an-ı kerimden başkasını kabul etmemek, bir devletin anayasasının dışındaki bütün kanunlarını, tüzüklerini, yönetmeliklerini, genelgelerini kabul etmemek, onları yok saymak gibidir.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için meal nedir, ilk defa ne zaman ve kimler tarafından çıkartılmış bunu da yarın ele almak istiyorum.
------
MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE KÖPRÜDÜR
MEZHEPSİZLİK DİNSİZLİĞE KÖPRÜDÜR
Muhammed Zâhid el-Kevserî
Hangi görüş ve prensibe sahip olursa olsun, siyaset adamlarından, samimiyet ve ihlâsla bir fikri, takib edeceği bir hedefi olmaksızın siyasetçi olduğunu iddia edenlere değer veren birine rastlayamazsınız. Bunun yanında karşılaştığı her gruba, “Ben sizinleyim” diyerek insanları aldatmaya yeltenenler de tıpkı bu tip siyasetçiler gibidir.
Bir yandan önüne gelen her gruba kendileriyle birlikte olduğu görünümünü verirken, diğer yandan şu veya bu gruplardan birinin yanında yer almayıp rastladığı her gruba “Ben sizinleyim” demek, bir insan için ne kötü bir haslettir! Bir Arap şairi bu yapıda olanları dile getirirken demiştir ki:
Yemenli birini görünce
Yemenli olursun;
Ma’dî’den birine rastlayınca da
Hemen olursun Adnanlı.
İslâm dininde mezhepsizliği meslek edinerek bir o mezhebe, bir bu mezhebe gidip gelenlerin durumu ise, hepsinden daha beter ve daha çirkindir.
Metodları birbirine benzemeyen, hatta tek bir ilim dalında bile farklı kanaata sahip olan nice ilim adamı vardır. Bilinen felsefî doktrinlere dayandırmaksızın felsefeden dem vuran kimse, felsefeyle değil de, olsa olsa boşboğazlıkla alâkalandırıla-bilir. Çeşitli ilim dallarında -hatta Arabî ilimlerde bile- çalışanların kendilerine göre husûsî görüş ve prensipleri vardır ki, görmezlikten gelinemez ve ilimlerin arı duru kaynağından yudumlamak isteyenler, bu işe samimiyet ve ciddiyetle sarılanları akılsızlık ve cehaletle itham edemezler.
Tâ İslâm’ın ilk devirlerinden zamanımıza kadar süregelen asırlar boyu âlimlerin üzerinde ehemmiyetle durduğu İslâm fıkhı gibi bir ilim dalı daha yoktur.
Hazret-i Peygamber aleyhissalâtü vesselam, İslâm’ın başlangıç devrelerinde ashabını dinî konularda bilgilendirmiş ve onlara hüküm çıkarma yollarını öğretmiştir. Öyle ki, altı kişi Peygamber aleyhissalâtü vesselam zamanında fetva verir hale gelmişlerdi. Hazret-i Peygamberin refik-i âlâya intikalinden sonra da diğer sahabe bu zatlardan bilgiler almaya devam etmişlerdir. Bu zatların sahabe ve tabiîn arasında fetva konusunda şöhret kazanmış arkadaşları da vardı.
Vahyin beşiği olan Medine-i Münevvere, üçüncü Raşid Halifeler devrinin son zamanlarına kadar sahabenin yerleşim merkeziydi. Medineli birçok tabiîn, sahabeden intikal eden, fakat dağınık halde bulunan nice hadisi ve fıkhî bilgileri bir araya getirmişlerdir. Hatta bu Medineli yedi zat, fıkıh konusunda büyük bir mevkie sahiptiler. Büyük sahâbî İbn Ömer radıyALLAHü teâlâ anh, sahabenin verdiği hükümler üzerinde geniş bilgi sahibi tabiînin büyüklerinden Saîd b. el-Müseyyeb’i takdir eder ve kendisine babasının verdiği hükümlerle ilgili sorular sorardı.
Sonra bu zatların ilimleri, İmam Mâlik’in Medineli hocalarına intikal etmiş, Mâlik de bu bilgileri derleyip toparlamış ve kitlelere yaymıştır. Böylece yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya doğru kendisine mezhep isnad edilmiştir. Binaenaleyh, önde gelen ulemâ da kendisinin öne sürdüğü delillerin kuvvetliliğini, takib ettiği yolun aydınlık olduğunu takdir ettiklerinden, asırlar boyu kendisine uydular. Eğer onun görüşüne tâbi herhangi bir âlim, ortaya bir mezhep koysa da insanları bu yeni mezhebe çağırsaydı, ilim erbabı arasından, derin bilgi ve sağlam görüş sahibi bu zatların arkasına düşecek insanlar mutlaka bulunurdu.
Ne var ki bu zatlar; söz birliğini bozmamak için ve mezhep sahibinden rivayet olunun bir takım zayıf meseleler yerlerini mezhep içerisindeki dirayetli, delil ve görüş yönünden daha kuvvetli ve daha sağlam olan kimselerin görüşlerine bırakacağını bildikleri için bu Medineli âlimin mezhebine uymayı tercih etmişlerdir. Bu yüzden mezhebin zayıf tarafları, anlayış ve idrak sahibi zatlarla son derece kuvvetli bir hale gelmiştir. Öyle ki müteahhirîn ulemâsından biri bu mezheple boy ölçüşmeye veya ona toslamaya kalksa kafasından olur!..
Ardından gidilen diğer müctehid imamların mezhepleri de böyle… İşte size Faruk radıyALLAHü anh’in kurduğu ve çevresine dilleri fasih Arap kabilelerini yerleştirdiği Küfe şehri. O, bu şehir halkını ALLAH’ın dini hakkında bilgilendirmesi için buraya îbn Mes’ûd radıyALLAHü anh’i göndermiş ve onlara: “Abdullah’ı göndererek sizi kendime tercih ettim” demiştir.
Şu da var ki bu zatın diğer sahabe arasında ilmî seviyesi çok büyüktü. Kendisi hakkında Ömer radıyALLAHü anh, “ilimle dopdolu” tâbirini kullanmıştır. Ayrıca bu zat hakkında şöyle bir hadis de vardır: “İbn Ümmü Abd’in ümmetim için beğendiğini ben de beğenirim.” İşte bir hadis-i şerif daha: “Kur’an-ı Kerim’i aslına uygun olarak indiği gibi okumak isteyenler onu İbn Ümmü Abd’in kıraati gibi okusunlar.”
İbn Mes’ûd’un bu kıraatini Asım, Zer b. Hubeyş’ten o da kendisinden rivayet etmiştir. Aynı şekilde Ali b. Ebû Taiib’in kıraatini da Asım, Ebu Abdurrahman Abdullah b. Habib es-Sülemî’den, o da ondan rivayet etmiştir.
İbn Mes’ûd radıyALLAHü teâla anh, Ömer zamanından Osman radıyALLAHü anh’in hilâfetinin sonlarına kadar Kûfelilerle öylesine ilgilenmiş ve onları öylesine bilgilendirmişir ki, Küfe şehri fakîhlerle dolup taşmıştır. Hz. Ali b. Ebû Talib, Kûfe’ye gelip de bu şehrin fakîhlerle dopdolu olduğunu görünce son derece sevinmiş ve: “ALLAH, İbn Ümmü Abd’den razı olsun, kendisi bu şehri ilimle doldurdu” demiştir.
“İlim Beldesinin Kapısı” da bu şehir ahâlisini bilgilendirmeye devam etmiştir. Öyle ki Küfe, Hz. Ali b. Ebû Talib kerremellâhü vechehu’nun burayı hilâfet merkezi yaptıktan ve bu şehre ilmî ve fıkhî kudrete sahip ashabın intikalinden sonra, diğer İslâm şehirleri arasında benzersiz bir hale gelmiştir.
el-Iclî’nin anlattığına göre yalnızca Küfe şehrinde, burada ilim neşri için ikamet edip sonra Irak’ın diğer şehirlerine intikal edenler hariç, tam bin beşyüz sahabe vardı. Ali ve İbn Mes’ûd radıyALLAHü anhümâ’nm ileri gelen arkadaşları da oradaydı. Eğer bu zevatın hâl tercümeleri bir kitapta toplanmış olsaydı, büyük ve hacimli bir kitap ortaya çıkardı.
Bu zevatın isimlerini şuracıkta sayıp dökecek değiliz; ancak şunu söylemek gerekir ki; İbrahim b. Yezid en-Nehaî, bu zatların dağınık haldeki bilgilerini bir araya toplamış olup bu zatın rey ve görüşleri Ebû Yusuf un, Muhammed b. el-Hasan’ın, İbn Ebû Şeybe ve diğerlerinin eserlerinde mevcuttur. Sonra tenkitçiler bu zatın mürsellerini sahih kabul etmişlerdir. İbn Ömer radıyALLAHü anhüma’nın, hakkında, “Her ne kadar ben Resû-lullah aleyhissalâtü vesselâm’m sözlerine kendi yanında şahit olmuşsam da bu sözler onun hafızasında benimkinden daha fazladır” dediği Şa’bî, mezkur zatı, şehirlerdeki bütün ulemâya tercih ederdi. Enes b. Şîrîn, “Kûfe’ye vardığımda orada hadis tahsiliyle uğraşan dört bin kişi gördüm. Dört yüz kişi de fıkıh bilgisi almışlardı. Nitekim Ramehürmüzî’nin el-Fâsıl adlı kitabında da böyledir” demiştir.
Tahâvî ve diğerlerinin de dediği gibi, Ebû Hanîfe bu zatların ilimlerini, fıkıh, hadis, Kur’an ve Arabî ilimlerde derin bilgi sahibi öğrencileri arasından kırk fakîhten oluşan fakîhler meclisinde meseleleri en seçkin arkadaşlarıyla enine boyuna tartıştıktan sonra tedvin ve tanzim etmiştir.(1) Kendi mezhebinden olmayan Muhammed b. İshak en-Nedim, İmam Azam hakkında şöyle söylüyor:
“Karada ve denizde, doğuda ve batıda, uzakta ve yakında ilim namına ne varsa hepsini o tedvin etmiştir.”
Kendisi hakkında Şâfıî radıyALLAHü anh ise, “İnsanlar fıkıhta Ebû Hanife’nin ıyâlidir” demiştir. Sonra fıkıh onun arkadaşlarının, arkadaşlarının arkadaşlarının elleriyle olgunlaşmış olup ıslah ve tashih için söylenecek her hangi bir şey bırakmamışlardır. ALLAH hepsinden razı olsun.
Bilâhare Şafiî radıyALLAHü anh gelmiş, iki kaynağın suyunu birleştirmiştir. Ve Müslim b. Halid gibi Mekkeli hocalarından -ki bu zat ilmi İbn Cüreyc’den, ö da Atâ’dan, o da İbn Abbas radıyALLAHü anhümâ’dan almıştır- devşirdiklerini de üzerine ilâve etmiştir. Şafiî’nin arkadaşları, arkadaşlarının arkadaşları doğu ve batıyı tutmuş ve yeryüzünü ilim ve irfanla doldurmuşlardır. Onun ve arkadaşlarının ilim ve irfanı sayesinde Mısır halkı en yüksek bilgi seviyesine çıkmışlardır. Ömrünün son yıllarında Şafiî Mısır’a yerleşerek yeni mezhebini orada neşretmiş (vefatından sonra da) oraya defnolunmuştur. ALLAH kendisinden razı olsun.
Bu makale, diğer fakîh ve müctehid imamların faziletlerini ve İslâm fıkhındaki yerlerini beyan etmeye müsait değildir. Bu zatların hepsi fıkhî meselelerin üçte birinde ittifak halindedirler. Kalan üçte biri ise ihtilâf ettikleri hususlar olup bu konuda öne sürdükleri deliller fukahanın kitaplarında mevcuttur.
Mezhepler işte böyle sağlam temeller üzerine oturtulmuştur… Peki, son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çıkar da mezkur müctehidlerin ictihadlarının yerine kendi içtihadını ikame edip insanları, mezhepleri bırakmaya çağırır, mezhepleri ve mezheplerin bağlılarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa dayanmayan kendi imamlığını (müçtehidliğini) mezhepsizlik üzerine oturtmaya çalışırsa eğer, siz kendisini böyle bir vesvese ve kuruntuya kaptıran birine ne dersiniz?.. Böyle birine, ya deli teşhisi konulmuş fakat tımarhaneye götürülmemekle hata edilmiş bir mecnun dersiniz; yahut da böyle bir adamın delilerin akıllılarından mı, yoksa akıllıların delilerinden mi olduğunu kestiremezsiniz her halde…
Bir müddetten beri bazılarından buna benzer naralar duymaya başladık. Ki bunlar akıllarınca müctehid imamların ictihadlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer’î sahalarda içtihada yelteniyorlar. Bu kuruntularına kulak asmadan önce, bana kalırsa, bunların akıllarından bir zorlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muayene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tesbit edildiği takdirde bunların, İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbiriyle didişmeye ve boğazlaşmaya sevkedecek melunca gayeler güttükleri ve bu dinin düşmanlarından oldukları kesinkes ortaya çıkar.
Basiretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman bu gibi propagandalara kanmaz. Evet, böyle bir Müslüman’ın, tabiîn devrinden beri bu dinin usûl ve fürûunu Efendimiz aleyhissalâtü vesselâm’dan tevarüs ettikleri gibi koruyan müctehid imamların etrafından ayrılmaya çağıran bir nara işittiğinde yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında mutlaka bu meşum sesin çıkış yerini araştırmalı, bu fitne yuvasını muhakkak keşfetmelidir.
İslâmî ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müşlümandan böyle bir ses duyulmaz; bu ses olsa olsa İslâmî ilimleri üstünkörü, başlıklar halinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip İslâm âlimleri arasına gizlenmiş sahte bir Müslüman’dan duyulabilir. Akl-ı selim sahibi bir Müslüman, kendisinde mevcut basiret nuruyla araştırdığında, bu naranın çıkış yerinde Müslümanların dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacak; öte yandan bu adamın, Müslümanların dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen birtakım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batı’dan) gelen eskiler hariç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.
Böğürtü sahipleri eveleyip geveledikleri bu lafların, efendilerince alkışlanacağı inancındadırlar. Basiretli bir Müslüman işin aslına vâkıf olunca, alâkalıları durumdan haberdar etmek suretiyle İslâmî çevreleri bu menfur sesin şerrinden nasıl kurtaracağını bilir. Hakikat, er veya geç üstün gelecektir, hiç bir şey onunla boy ölçüşemez.
Toplumu, yukarıda bazı hallerine işaret ettiğimiz müctehid imamların mezhepleriyle mezheplenmeyi terketmeye çağıranlar, bu müctehidlerin delillerden çıkardıkları bütün hükümlerde doğruyu buldukları inancını taşıyor olabilirler. Öyle ki (bu düşüncede olanlara göre) müctehid olmayan herkesin, tek bir müçtehidin görüşüne bağlı kalmaksızın rastgele bir müctehidin görüşü doğrultusunda hareket etmesi uygun olur ki bu, Mutezile’ye has bir görüştür. Tasavvufçular ise tek bir müctehidin sözüne bağlı kalmamayı, müctehidlerin sözlerinin, özellikle azimete uygun olanlarını tercih mânasında değerlendiriyorlar.
Nureddin eş-Şehid’in arkadaşlarından Ebu’l-Alâ Said b. Ahmed b. Ebû Bekir er-Râzî, “el-Cem’u Beyne’t-Takvâ ve’l-Fetvâmin Mühimmâti’t-Din ve’d-Dünya” adlı kitabının fıkıhla ilgili bölümünde özellikle dört mezhep imamının sözleri arasında fetva ve takvanın gerektirdiği şeylere işaret etmiştir. Bunda her hangi nefsânî bir duygu olmayıp sırf takva gözetilmiştir.
Ama Mutezileye mal edilen görüş, müctehid mertebesinde olmayanların müctehidlerin görüşleri arasından beğendiklerini tercih etmeye cevaz veriyor. Ne var ki müctehid olmayanların, en azından müctehidlerden kendince en takva olanını seçip bu müctehidin verdiği her türlü fetvaya, ruhsat yoluna sapmaksızın, uymaları gerekir. Müctehid imamların sözlerinden ruhsata uygun olanını benimsemesi ise heva ve hevesine uymaktan başka bir şey değildir. Buna kim cevaz verirse versin bunun asla dinde yeri yoktur. Tayin etmeksizin müctehidlerden herhangi birinin sözüyle amel etme hususunda İmam Ebû Ishak el-İsferâyinî şöyle demiştir:
“Bu işin önü safsata, sonu zındıklıktır. Çünkü müctehid imamların sözleri, nefy ve isbat arasında gidip gelmekte olduğundan hem nefy hem de isbatın aynı anda bir doğru üzerinde buluşmaları mümkün değildir.”
Evet, müctehidlerden sadece birinin bütün görüşlerine uyan bir kimse, bu müctehid ister hata etsin ister etmesin, mesuliyetten kurtulmuş olur. Diğer müctehidlere uyanların hükmü de budur; çünkü içtihad eden bir hakime doğruyu bulmuşsa iki, hata etmişse bir ecir verilir. Bununla ilgili bir nice hadis-i şerif vardır. İslâm güneşi doğduğundan beri bu ümmet, müctehidi hata etse de mukallidin mesuliyetten kurtulacağını kabul etmiştir. Eğer müctehidin hatasından dolayı mukallid mesuliyetten kurtulmamış olsaydı, müctehide bir ecir verilmezdi. Üstad Ebû İshak el-İsferâyinî’nin yukarıdaki sözleri doğru olup bununla ilgili binlerce delil getirmek mümkündür; ancak burası meseleyi enine boyuna izah etmeye elverişli değildir.
Ama (insanları) bir mezhebe bağlanmaya çağıranlar, müc-tehid imamların Müslümanlar arasında tefrika ve bölünmeye sebep olduklarını, İslâm dininde ictihad edenlerin tamamının oldum olası hatalı olduklarım ve İslâm güneşi doğduğundan bu yana(2) bu ümmetin (ve müctehid imamların) gözünden kaçmış doğrulan tashih edeceklerini sanıyorlarsa eğer, bu düpedüz bir hezeyandır.
Zaman zaman bu çığırtkanların ağzından âhâd haberlere dayalı sahih hadisleri, aynı şekilde icmâ ve kıyası ve müctehidler nezdinde muteber olan kitapları küçümsemeye yönelik birtakım hezeyanlar duymaya başladık.
Bunlar âhâd haberleri küçümsemekle sahih hadis kitaplarından, te’lif edilmiş diğer mutemed kitaplardan, rivayet ve diğer tefsir kitaplarından kurtulmuş oluyorlar. Bu durumda elde istifade edilecek ne bir cihanşümul mucize ve ne de şer’î ahkâm kalıyor. Peki tutulan bu şeytanî yol, İslâm düşmanlarının hile ve tuzaklanndan başka bir şey midir?.. Halbuki âhâd haberlere dayalı sahih hadisler, rivayet yollarının çeşitliliği ile mâna yönünden tevatür derecesine ulaşmakta, hatta karine bulunmadığı zaman âhâd haberler ilim için mesned teşkil edebilmektedir. Öte yandan ilim erbabı arasında tenkide uğramayan sahih hadislerin karineden yoksun bulunduğu görüşünde olanlar da vardır.
İcmâı reddetmekle de bunlar hak mezhepler topluluğunun görüşlerini kabulden sıyrılmış ve sapık Haricîler ve Rafızîlerle aynı çizgiye gelmiş olurlar. Kıyasa sırt çevirmek suretiyle ise, bilinen ve alışılagelmiş illet yollarını ve ictihad kapısını kendi yüzlerine kapatarak kıyası reddeden Haricî, Rafızî ve Zahirîlerin yolunu seçmiş olurlar.
İctihad ehlince muteber olan kitapların delâletleri üzerinde oynamak suretiyle de sadr-ı İslâm’dan beri mefhumları kabul edenlerle etmeyenlerin ittifakıyla geçersiz bir mecrada seyreden birtakım kayıtları, kesinleşmiş hükümlerin çoğunun değişmesine vesiİ3 kabul ediyorlar. Mısır’daki bazı Yahudi müsteşriklerin ortaya attığı şeylere imtisâlen bu ümmetin fakîhlerinin tamammca kabul gören örf ve teamülün dışında bir davranış, bir durum ortaya koyuyorlar. Aynı şekilde daha önceki “Müslümanlar Nazarında ALLAH’ın Şeriatı” adlı bir makalemizde de bir nebze temas ettiğimiz gibi onların maslahatla alâkalı düşünceleri de bu kabilden bir şeydir.
Bütün bunlar Ezher’in gözleri önünde cereyan ettiği halde Ezher’dekiler buna karşı tek bir kelime dahi söylememektedirler. Bu zillet ve denâetler karşısında suspus olmak, temelleri Melik Zahir Baybars ve değerli emirleri zamanından beri takva üzerine oturtulmuş Sünnî Ezher’e yakışmamaktadır. Öyle ki bu zatlar tarafından yeniden ihya edilerek Ehl-i Sünnet’in kalesi haline getirilen Ezher’i diğer Müslüman sultanlar kollayıp gözetmişler, böylece bu müessesenin günümüze kadar aynı esaslar üzerinde sürüp gelmesini temin etmişlerdir. Bu müessesenin kapıları hâlâ dört imamın bağlılarının dışındakilere kapalıdır. Bu asil gayenin tahakkuku uğrunda bu müessese için nice hayırlı işler yapılmıştır…
Merhum Birinci Melik Fuad, Ezher’i bu temeller üzerinde durdurmak için büyük çabalar sarfetmiş, İslâm esaslarına bağlı hükümet de bu asil gayenin tahakkuku için elinden gelen iyiliği ve yardımı hâlâ esirgememektedir.
Yeni çığırtkanlar (diyelim ki) içtihadı alışılmışın dışında bir üslûbla zamane adamlarından birinin şahsına hasrettiler ve bilinen müctehid imamlar tarafından tedvin olunan mezhepleri de ortadan kaldırabildiler; peki, arzuladıklarını gerçekleştirebilmek için kitleleri bu adamın görüşleri etrafında kim toplayacaktır? Her fırsatta bir mutlak fikir hürriyeti teranesidir tutturanlar, zamane adamları arasından o şahıs gibi içtihada meraklı olanların yeni bir ictihadla ortaya çıkmalarına nasıl mani ola-
bileceklerdir?.. Yahut hürriyetleri ellerinden alınmış kitlelere istenilen fikirlerin dikte edilmesine nasıl izin vereceklerdir? Yahut mutlak hürriyete çağıran bu adamlar, mukallid durumundaki zavallı kitleleri bu aydınlık çağda dinine ve ilmine güvendiği bir müctehidi seçip kendisine uyma hürriyetinden nasıl mahrum bırakacaklardır?!? Halbuki insanlar (cehaletin hükümran olduğu) karanlık çağlarda bile böylesine bir engellemeyle karşılaşmış değillerdir!.. İşte bunlardır bizim cevabını bulamadığımız sorular…
Sözün özü şudur: Sizler bu meşum çığlık sahiplerinin durumlarına bir göz attığınızda, bunların alışılmadık ve bilinmedik birtakım işler peşinde koştuklarını, şöhret tutkusunun gözlerini kör ettiğini görür; hatta bunların, zavallı doğuluların üstüne çullananlarla can ciğer olduklarına şahit olursunuz. Onların bu naraları, bozgunculardan yükselen ilhad çığlığından başka bir şey değildir. Binaenaleyh, alâkalıların bu tehlikenin kaynağını öğrenmeye gayret etmeleri ve (bu şer) kıvılcımlarını söndürmeleri gerekir.
Bu meşum çağrı, yalnızca dinsizliğe uzanan bir köprü olup böyle bir çağrının istilâ ettiği diğer ülkeler küfür bataklığına saplanarak mahvolmuşlardır. Mü’min, parmağını bir delikten iki kere ısırttırmaz; akıllı o kimsedir ki başkasının uğradığı musibetlerden ders alır.
Doğruyu ALLAH söyler, doğru yolu gösteren de O’dur.
Dip Notlar
1 Hatîb-i Bağdadî, İbn Kerâme’ye dayandırarak Tarîh-i Bağdad adlı eserinde (14-247) demiştir ki: Biz bir gün Vekî’nin yanmdaydık. Adamın biri ona, Ebû Hanife’nin hata ettiğini söyledi. Vekî cevaben: “Kıyasta Ebû Yusuf ve Züfer; hadis hıfzında İbn Ebû Zaide, Hafs b. Gıyas, Hibban ve Mendel; Arab dilinde Kasım b. Maan; zühd ve takvada Dâvud-i Tâî ve Fudayl gibi zatlar yanın-dayken Ebû Hanife nasıl olur da hata edebilir? Meclis ve çevresinde bu gibi zatlar varken, bir kimsenin hata yapması düşünülemez. Çünkü hata yapacak olsa hemen bu zatlar geri çevirirler.” demiştir.
2 Gökyüzündeki güneşin sabah, kuşluk ve gurub vakitleri vardır ama bu güneş batmayacak, kıyamete kadar parlamaya devam edecektir
http://www.cennetyolu.biz/..m.özşimşekler
Yel değirmenlerine saldıran donkişotlar misali, kendilerini mezheb imamlarından üstün görüp onların kurdukları sistemleri yıkma gayretinde olan çakma müçtehidler, dîne hizmet iddiasıyla aslında dinî bir müesseseyi tahrip etmeye çalışmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem de kendilerine tâbi olanları helâke sürüklemektedirler.
Sizlerin de malumu olduğu üzere,
“Mezhebsizlik, Dinsizliğin Köprüsüdür” cümlesi, yirminci yüzyılda yetişmiş en büyük âlimlerden olan, merhûm Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve bu hikmetli söz, onun “Makâlât” kitabında yer alan bir makâlesinin başlığıdır.
Zâhid el-Kevserî bu sözüyle mezhebsizliği, dinsizliğe giden bir köprü olarak telâkki etmiştir. Evet dinsizlik dememiştir lakin, hiçbir mezhebi kabul etmemenin, insanı böyle bir âkıbete sürüklediğine de işaret etmiştir.
Çünkü Mezheb; Dinî bir hüküm koymanın, içtihadda bulunup fetvâ vermenin bir kuralı ve sistemidir. Yani mezheb demek, ilmî bir metod ve sistem demektir; mezhebsizlik ise kuralsızlık ve metotsuzluktur. Bir kurala ve kâideye uymadan yapılan işler ise, karışıklığa ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Dolayısıyla mezheb tanımayan tâifenin, Din hakkında söyledikleri sözler ve ileri sürdükleri hükümler, daha başından yanlıştır ve bâtıldır.
Yel değirmenlerine saldıran donkişotlar misali, kendilerini mezheb imamlarından üstün görüp onların kurdukları sistemleri yıkma gayretinde olan çakma müçtehidler, dîne hizmet iddiasıyla aslında dinî bir müesseseyi tahrip etmeye çalışmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem de kendilerine tâbi olanları helâke sürüklemektedirler.
Bu konu, yani mezhebsizlik konusu çok önemlidir ve üzerinde ehemmiyetle durulması gerekir. Çünkü bu mesele i’tikâda taalluk eder, i’tikâdı bozuk olanın da ibâdetleri boşa gider. Onun için her Müslüman, bu mezhebsizlik fitnesine karşı azamî derecede uyanık olmalı ve Ehli Sünnet i’tikâdından zerre kadar ayrılmamalıdır.
Bu tür akımlara kapılmamak ve böyle fitnelere düşmemek için, öncelikle bu mezhebsizleri, bu gayri samimi gürûhu iyi tanımak ve bilmek gerekir ki, onların oyunlarına gelinmesin ve tuzaklarına düşülmesin... Bunların, aşağı yukarı hemen hepsinde görülen bazı belirgin özellikleri vardır. Mesela bunlar; “Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) mezhebi mi vardı?
Yoktu, o halde mezhebler bid’attir” diye muğâlata yaparak, zihinleri bulandırmaya çalışırlar. Halbuki Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında Kur´an-ı Kerim de, tek bir mushaf halinde baştan sona yazılmamıştı, daha sonra mushaf haline getirilip çoğaltıldı. Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında yoktu diye, mushafa da bidat denilebilir mi?
Mezheblere gerek olmadığı iddialarını güçlendirmek için; “Resülüllah hangi mezhebtendi?” demek; “filan komutan hangi bölüğün askeridir?” demek gibi bir şeydir. Tabiri câizse, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Genelkurmay başkanıdır, ordunun en başındaki isimdir.
Durum böyle olunca, “Genelkurmay başkanı hangi ordunun subayı veya askeridir” diye sorulabilir mi? Bu misalden hareketle, mezheb imamlarını kuvvet komutanları, onların mezhebine tâbi olanları da, o komutanlığa bağlı askerler gibi düşünebiliriz.
Dolayısıyla, “Resûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in mezhebi yoktu, onun için bizimde yok” tavrıyla, mezhebleri ve mezheb imamlarını kabul etmeyenler, yoksa kendilerini Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) gibi mi zannediyorlar? Bunun, bir askerin, kendisini kuvvet komutanı veya Genelkurmay başkanı gibi görmesinden hiçbir farkı yoktur. İşte bu şizofrenik durumun nasıl ki ciddiye alınacak tarafı yoksa, mezhebsizliği savunanlarında ciddiye alınacak hiçbir tarafı yoktur.
Mezhebsizlerin özelliklerinden hatırımıza gelenlerden bazılarını sıralayıp, onları tanımaya devam edelim. Bunlar “Mezheb taassubu” tabirini çok kullanırlar. “İçtihad kapısı açık” diyerek, yanlış görüşlerini içtihad gibi takdim ederler.
Mezhebleri birleştirmeye kalkıp, hangi mezhebteki hüküm akıllarına yatarsa onunla amel etmeye çalışırlar.
“Peygamberden, evliyâdan yardım istemek şirktir” derler, tevessülü inkar ederler. Şefaati kabul etmezler. “Ölüye duâ fayda vermez” derler. Kabir suâlini, kabir azâbını inkâr ederler. “Kuran bize yeter” diyerek, Sünnet kabul etmezler. Yel değirmenlerine saldıran donkişotlar misali, kendilerini mezheb imamlarından üstün görüp onların kurdukları sistemleri yıkma gayretinde olan çakma müçtehidler, dîne hizmet iddiasıyla aslında dinî bir müesseseyi tahrip etmeye çalışmaktadırlar. Böylece hem kendilerini, hem de kendilerine tâbi olanları helâke sürüklemektedirler. Bir kısmı Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in mîrâcını, bir kısmı da mûcizeleri ve kerâmeti inkâr ederken, diğer bir kısmı ise Ashâb-ı Kirâm’ın çoğunu kötüleyip, sebbeder (söğer)ler. “Cennete girmek için Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e inanmak şart değil” diyerek, Hıristiyan ve Yahudiler’in de Cennete gireceği iddiasında bulunurlar. İşlerine gelmeyen birçok Hadîs-i Şerife, uydurma damgasını vururlar.
Asırladır tüm İslam âleminde kitapları okutulan, fetvâları kabul gören ve müslümanların daima baştâcı ettiği mezheb imamları başta olmak üzere, pek çok hakîki İslâm âliminin aleyhinde fütursuzca konuşurlar. Ama Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi, daha dünkü ve tartışmalı isimlerden övgüyle söz ederler.
Mezhebsizlerin bunun gibi, daha pek çok tutarsız ve delilsiz iddiaları vardır lakin, başlıcaları bunlardır. Rabbim i’tikatlarımızı muhafaza buyursun, bu tehlikeli tâifenin şerrinden cümlemizi emin eylesin.
Meseleyi anlatırken buna genel olarak “mezhebsizlik” diyoruz, ama aslında “Mezhebsizlik” diye bir şey yoktur. Zira mevcut mezheblerden herhangi birini kabul etmeyenlerin dahi bir mezhebleri olmak zorundadır. Bu, ya yeni bir mezhebtir, ya da mevcut mezheblerin içtihadlarından toplanmış karma bir oluşumdur. İşte bizim burada ağırlıklı olarak bahsettiğimiz “Mezhebsizlik” budur. Hem hiç bir mezhebi tanımayıp, hem de mezheblerin hükümleri arasından birtakım hükümleri alarak, karmakarışık bir mezheb oluşturmaktır. Buna da “telfik” denir ki, telfîk ittifakla bâtıldır. Peki nedir Telfîk?
İki veya daha fazla mezhebin birbirine zıt olan hükümlerini, belli bir hâdisede bir araya toplayarak, yeni bir uygulama şekli ortaya koymaktır.
Bu duruma Dinî nikah akdinden misal verecek olursak: Hanefî mezhebinde, bir kadının nikah akdinin sahih olması için velisinin izni şart değildir. Ama diğer mezheblerde velinin izni şarttır. Malikî mezhebinde, şahitlerin nikah akdinde hazır olmaları şart değildir. Fakat diğer mezheblerde şarttır. Mehir konusu ise; Şafiî ve Hanefî mezhebinde nikah akdi yapılırken mehrin zikredilmesi şart değildir, ama Malikîlerde bu şarttır. Şimdi, nikah yapacak olan erkek ve kadın, bu dört mezhebin işlerine gelen hükümlerini alarak; kızın velisinden izin almadan, şahit olmadan ve mehir zikretmeden nikah akdi yapacak olsalar, bu nikah geçersizdir. Bu hüküm, bir nevi zina edebilmek için takdir edilen bir meşrûiyet kılıfıdır. Çünkü dört mezhebin birbirine zıt olan hükümleri, nikah işinde toplanmış ve mezheblerin hiç birine uyulmamıştır.
Yani bu durum; ineğin başını, filin hortumunu, devenin gövdesini alıp, hilkât garîbesi bir hayvan meydana getirmeye benziyor. Bunlar güya mezheb kabul etmiyorlar, ama hangi mezhebin hükmü işlerine geliyorsa, o hükmü alıp ona göre hareket ediyorlar. Bu ne perhiz, bu ne turşu…
Meseleyi daha iyi anlamak için basit bir misal daha verecek olursak; malumunuz Hanefî mezhebinde kan akması abdesti bozar, Şâfiî mezhebinde ise bozmaz. Kadın elinin erkeğe değmesiyle Şâfiî mezhebinde abdest bozulur, Hanefî mezhebinde ise bozulmaz. Şimdi, bir kimse abdestliyken bir yeri kanadığında, “Şâfiî mezhebine göre abdestli sayılırım” diyerek namaz kılsa, ama biraz sonra da hanımının elinden tutsa ve “bu sefer de Hanefî mezhebine göre abdestli sayılırım” dese, bu câiz olmaz.
Peki “kendi mezhebimizden başka bir mezhebe hiçbir zaman uyamaz mıyız?” derseniz, elbette uyabiliriz. Mezhebler bizim için rahmettir. Bir kimse zarûret ve ihtiyaç olunca, diğer üç mezhebden birini taklid edip, ona uyabilir. Fakat bu durumda şuna dikkat etmek lazımdır; bir işi bir mezhebe göre yaparken, o mezhebin, bu işin sahîh olması için bildirdiği şartlar nelerse, bunların hepsini yapmak lâzımdır. Bu şartlardan biri yapılmazsa, o iş sahîh olmaz.
Bir ibâdeti yaparken bir kısmını şu mezhebe göre, diğer kısmını da başka mezhebe göre yapmak, aslında mezheb imamlarını câhil menzilesine indirmektir. Şöyle ki; mezheblerden istediği hükmü alıp, karma bir hüküm ortaya çıkaranlar, filhakîka “şu meselede şu imamın söyledikleri doğru, diğerleri yanlış. Bu meselede ise falan imamın içtihadı doğru, diğerlerinki yanlış.” demek istemiş oluyorlar. Bir nevi, mezheb imamlarını karşılarına oturtup, hangisinin içtihadlarının doğru, hangisinin yanlış olduğuna bunlar karar vermiş oluyorlar. Bu ne büyük bir haddi aşmak, ne büyük bir kendini bilmezliktir.
Mezheb imamlarının her biri ayrı bir usül ve metoda göre, Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkartıp ortaya koymuşlarken, bu mezhebsiz tâife hangi ilmîliği ispatlanmış bir metoda göre, “filan mezhebin şu hükmü yanlış, bu hükmü doğru” diyebiliyorlar.
Fütursuzca selef âlimlerini ve mezhebleri karalayan, mezhebsizlik mezhebine mensup bu gayr-i samîmi güruh, “bence” diyerek söze başlayıp, bu güne dek gelmiş geçmiş pek çok Ehl-i Sünnet âliminin söylediklerini, yazdıklarını rafa kaldırmaya çalışıyorlar. Aslında böyle bir tavırla mezhebleri reddetmek, mezheblerin üzerine oturduğu “Kur’an ve Sünnet telâkkisini”de reddetmek anlamına gelir ki bu, Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ifade ettiği gibi, insanı dinsizliğe götürür neûzübillah…
Kim ne derse desin dört mezhebin imamı olan, ilmin ve takvânın zirvesindeki o dev şahsiyetler; ın rızasını gözeterek gecelerini gündüzlerine katmışlar, on binlerce meseleyi Kur’an ve Sünnet ışığında çözüp, dinî hükümleri ortaya koymuşladır. Bir Müslüman bu mezheblerden hangisine uyarsa uysun, hak bir mezhebe intisab etmiş ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolundan yürümüş olur.
Huccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî dahil pek çok ulemâ, uygun gördükleri bu dört hak mezhebten birine girmiş ve o mezhebin hükümleri mûcibince amel etmişlerdir.Hâl böyleyken, enâniyetleri kendilerini istilâ etmiş günümüz çakma müçtehidlerine kanıp, mezheb düşmanlarının safında yer alanlara da, acımaktan ve duâ etmekten başka yapacak bir şey yoktur.
Bir kısmı Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in mîrâcını, bir kısmı da mûcizeleri ve kerâmeti inkâr ederken, diğer bir kısmı ise Ashâb-ı Kirâm’ın çoğunu kötüleyip, sebbeder (söğer)ler. “Cennete girmek için Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e inanmak şart değil” diyerek, Hıristiyan ve Yahudiler’in de Cennete gireceği iddiasında bulunurlar.
İşlerine gelmeyen birçok Hadîs-i Şerife, uydurma damgasını vururlar.
Asırladır tüm İslam âleminde kitapları okutulan, fetvâları kabul gören ve müslümanların daima baştâcı ettiği mezheb imamları başta olmak üzere, pek çok hakîki İslâm âliminin aleyhinde fütursuzca konuşurlar.
Ama Cemaleddin Afganî, Muhammed Abduh ve Reşid Rıza gibi, daha dünkü ve tartışmalı isimlerden övgüyle söz ederler.
Mevlâ Teâlâ, Ehl-i Sünnete ve Ehl-i Sünnet âlimlerine, her dâim pervasızca saldıran bu şaşkınlar şürekâsının fitnesinden cümlemizi muhafaza buyursun. Ehli Sünnet i’tikadından bizleri zerre kadar ayırmasın. Selâm hidâyete tâbi olanlara.
Mustafa ozsimsekler hocaefendi.http:/
Sizlerin de malumu olduğu üzere, “Mezhebsizlik, Dinsizliğin Köprüsüdür” cümlesi, yirminci yüzyılda yetişmiş en büyük âlimlerden olan, merhûm Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve bu hikmetli söz, onun “Makâlât” kitabında yer alan bir makâlesinin başlığıdır.
Evet dinsizlik dememiştir lakin hiçbir mezhebi kabul etmemenin, insanı böyle bir âkıbete sürüklediğine de işaret etmiştir.
Çünkü Mezheb; Dinî bir hüküm koymanın, içtihad da bulunup fetvâ vermenin bir kuralı ve sistemidir.
Yani mezheb demek, ilmî bir metod ve sistem demektir; mezhebsizlik ise kuralsızlık ve metotsuzluktur. Bir kurala ve kâideye uymadan yapılan işler ise, karışıklığa ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur.
Dolayısıyla mezheb tanımayan tâifenin, Din hakkında söyledikleri sözler ve ileri sürdükleri hükümler, daha başından yanlıştır ve bâtıldır.
Bu konu, yani mezhebsizlik konusu çok önemlidir ve üzerinde ehemmiyetle durulması gerekir. Çünkü bu mesele i’tikâda taalluk eder, i’tikâdı bozuk olanın da ibâdetleri boşa gider. Onun için her Müslüman, bu mezhebsizlik fitnesine karşı azamî derecede uyanık olmalı ve Ehli Sünnet i’tikâdından zerre kadar ayrılmamalıdır.
Bu tür akımlara kapılmamak ve böyle fitnelere düşmemek için, öncelikle bu mezhebsizleri, bu gayri samimi gürûhu iyi tanımak ve bilmek gerekir ki, onların oyunlarına gelinmesin ve tuzaklarına düşülmesin... Bunların, aşağı yukarı hemen hepsinde görülen bazı belirgin özellikleri vardır. Mesela bunlar; “Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) mezhebi mi vardı? Yoktu, o halde mezhebler bid’attir” diye muğâlata yaparak, zihinleri bulandırmaya çalışırlar.
Halbuki Peygamber Efendimiz (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında Kur´an-ı Kerim de, tek bir mushaf halinde baştan sona yazılmamıştı, daha sonra mushaf haline getirilip çoğaltıldı. Peygamber Efendimiz’in (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) zamanında yoktu diye, mushafa da bidat denilebilir mi?
Mezheblere gerek olmadığı iddialarını güçlendirmek için; “Resülüllah hangi mezhebtendi?” demek; “filan komutan hangi bölüğün askeridir?” demek gibi bir şeydir. Tabiri câizse, Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) Genelkurmay başkanıdır, ordunun en başındaki isimdir.
Durum böyle olunca, “Genelkurmay başkanı hangi ordunun subayı veya askeridir” diye sorulabilir mi? Bu misalden hareketle, mezheb imamlarını kuvvet komutanları, onların mezhebine tâbi olanları da, o komutanlığa bağlı askerler gibi düşünebiliriz.
Dolayısıyla, “Resûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in mezhebi yoktu, onun için bizimde yok” tavrıyla, mezhebleri ve mezheb imamlarını kabul etmeyenler, yoksa kendilerini Resûlüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) gibi mi zannediyorlar? Bunun, bir askerin, kendisini kuvvet komutanı veya Genelkurmay başkanı gibi görmesinden hiçbir farkı yoktur.
İşte bu şizofrenik durumun nasıl ki ciddiye alınacak tarafı yoksa, mezhebsizliği savunanlarında ciddiye alınacak hiçbir tarafı yoktur.
Mezhebsizlerin özelliklerinden hatırımıza gelenlerden bazılarını sıralayıp, onları tanımaya devam edelim. Bunlar “Mezheb taassubu” tabirini çok kullanırlar. “İçtihad kapısı açık” diyerek, yanlış görüşlerini içtihad gibi takdim ederler.
Mezhebleri birleştirmeye kalkıp, hangi mezhebteki hüküm akıllarına yatarsa onunla amel etmeye çalışırlar.
“Peygamberden, evliyâdan yardım istemek şirktir” derler, tevessülü inkâr ederler. Şefaati kabul etmezler. “Ölüye duâ fayda vermez” derler. Kabir suâlini, kabir azâbını inkâr ederler. “Kuran bize yeter” diyerek, Sünnet kabul etmezler.
Bir kısmı Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in mîrâcını, bir kısmı da mûcizeleri ve kerâmeti inkâr ederken, diğer bir kısmı ise Ashâb-ı Kirâm’ın çoğunu kötüleyip, sebbeder (söğer)ler. “Cennete girmek için Muhammed Mustafa (Sallallahü Aleyhi ve Sellem)’e inanmak şart değil” diyerek, Hıristiyan ve Yahudiler’in de Cennete gireceği iddiasında bulunurlar. İşlerine gelmeyen birçok Hadîs-i Şerife, uydurma damgasını vururlar.
Asırladır tüm İslam âleminde kitapları okutulan, fetvâları kabul gören ve Müslümanların daima baştâcı ettiği mezheb imamları başta olmak üzere, pek çok hakîki İslâm âliminin aleyhinde fütursuzca konuşurlar.
Rabbim i’tikatlarımızı muhafaza buyursun, bu tehlikeli tâifenin şerrinden cümlemizi emin eylesin.
Meseleyi anlatırken buna genel olarak “mezhebsizlik” diyoruz, ama aslında “Mezhebsizlik” diye bir şey yoktur. Zira mevcut mezheblerden herhangi birini kabul etmeyenlerin dahi bir mezhebleri olmak zorundadır. Bu, ya yeni bir mezhebtir, ya da mevcut mezheblerin içtihadlarından toplanmış karma bir oluşumdur. İşte bizim burada ağırlıklı olarak bahsettiğimiz “Mezhebsizlik” budur. Hem hiç bir mezhebi tanımayıp, hem de mezheblerin hükümleri arasından birtakım hükümleri alarak, karmakarışık bir mezheb oluşturmaktır. Buna da “telfik” denir ki, telfîk ittifakla bâtıldır.
Peki nedir Telfîk?
İki veya daha fazla mezhebin birbirine zıt olan hükümlerini, belli bir hâdisede bir araya toplayarak, yeni bir uygulama şekli ortaya koymaktır.
Bu duruma Dinî nikâh akdinden misal verecek olursak: Hanefî mezhebinde, bir kadının nikâh akdinin sahih olması için velisinin izni şart değildir. Ama diğer mezheblerde velinin izni şarttır. Malikî mezhebinde, şahitlerin nikah akdinde hazır olmaları şart değildir. Fakat diğer mezheblerde şarttır. Mehir konusu ise; Şafiî ve Hanefî mezhebinde nikah akdi yapılırken mehrin zikredilmesi şart değildir, ama Malikîlerde bu şarttır. Şimdi, nikah yapacak olan erkek ve kadın, bu dört mezhebin işlerine gelen hükümlerini alarak; kızın velisinden izin almadan, şahit olmadan ve mehir zikretmeden nikah akdi yapacak olsalar, bu nikah geçersizdir.
Bu hüküm, bir nevi zina edebilmek için takdir edilen bir meşrûiyet kılıfıdır. Çünkü dört mezhebin birbirine zıt olan hükümleri, nikah işinde toplanmış ve mezheblerin hiç birine uyulmamıştır.
Yani bu durum; ineğin başını, filin hortumunu, devenin gövdesini alıp, hilkât garîbesi bir hayvan meydana getirmeye benziyor.
Bunlar güya mezheb kabul etmiyorlar, ama hangi mezhebin hükmü işlerine geliyorsa, o hükmü alıp ona göre hareket ediyorlar. Bu ne perhiz, bu ne turşu…
Meseleyi daha iyi anlamak için basit bir misal daha verecek olursak; malumunuz Hanefî mezhebinde kan akması abdesti bozar, Şâfiî mezhebinde ise bozmaz. Kadın elinin erkeğe değmesiyle Şâfiî mezhebinde abdest bozulur, Hanefî mezhebinde ise bozulmaz. Şimdi, bir kimse abdestliyken bir yeri kanadığında, “Şâfiî mezhebine göre abdestli sayılırım” diyerek namaz kılsa, ama biraz sonra da hanımının elinden tutsa ve “bu sefer de Hanefî mezhebine göre abdestli sayılırım” dese, bu câiz olmaz.
Peki “kendi mezhebimizden başka bir mezhebe hiçbir zaman uyamaz mıyız?” derseniz, elbette uyabiliriz. Mezhebler bizim için rahmettir. Bir kimse zarûret ve ihtiyaç olunca, diğer üç mezhebden birini taklid edip, ona uyabilir. Fakat bu durumda şuna dikkat etmek lazımdır; bir işi bir mezhebe göre yaparken, o mezhebin, bu işin sahîh olması için bildirdiği şartlar nelerse, bunların hepsini yapmak lâzımdır. Bu şartlardan biri yapılmazsa, o iş sahîh olmaz.
Bir ibâdeti yaparken bir kısmını şu mezhebe göre, diğer kısmını da başka mezhebe göre yapmak, aslında mezheb imamlarını câhil menzilesine indirmektir. Şöyle ki; mezheblerden istediği hükmü alıp, karma bir hüküm ortaya çıkaranlar, filhakîka “şu meselede şu imamın söyledikleri doğru, diğerleri yanlış. Bu meselede ise falan imamın içtihadı doğru, diğerlerinki yanlış.” demek istemiş oluyorlar.
Bir nevi, mezheb imamlarını karşılarına oturtup, hangisinin içtihadlarının doğru, hangisinin yanlış olduğuna bunlar karar vermiş oluyorlar. Bu ne büyük bir haddi aşmak, ne büyük bir kendini bilmezliktir.
Mezheb imamlarının her biri ayrı bir usül ve metoda göre, Kur’an ve Sünnetten hüküm çıkartıp ortaya koymuşlarken, bu mezhebsiz tâife hangi ilmîliği ispatlanmış bir metoda göre, “filan mezhebin şu hükmü yanlış, bu hükmü doğru” diyebiliyorlar.
Fütursuzca selef âlimlerini ve mezhebleri karalayan, mezhebsizlik mezhebine mensup bu gayr-i samîmi güruh, “bence” diyerek söze başlayıp, bu güne dek gelmiş geçmiş pek çok Ehl-i Sünnet âliminin söylediklerini, yazdıklarını rafa kaldırmaya çalışıyorlar. Aslında böyle bir tavırla mezhebleri reddetmek, mezheblerin üzerine oturduğu “Kur’an ve Sünnet telâkkisini”de reddetmek anlamına gelir ki bu, Muhammed Zâhid el-Kevserî’nin ifade ettiği gibi, insanı dinsizliğe götürür neûzübillah…
Kim ne derse desin dört mezhebin imamı olan, ilmin ve takvânın zirvesindeki o dev şahsiyetler; Allahın rızasını gözeterek gecelerini gündüzlerine katmışlar, on binlerce meseleyi Kur’an ve Sünnet ışığında çözüp, dinî hükümleri ortaya koymuşladır. Bir Müslüman bu mezheblerden hangisine uyarsa uysun, hak bir mezhebe intisab etmiş ve Peygamber Efendimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolundan yürümüş olur.
Huccetü’l-İslâm İmâm-ı Gazâlî dahil pek çok ulemâ, uygun gördükleri bu dört hak mezhebten birine girmiş ve o mezhebin hükümleri mûcibince amel etmişlerdir. Hâl böyleyken, enâniyetleri kendilerini istilâ etmiş günümüz çakma müçtehidlerine kanıp, mezheb düşmanlarının safında yer alanlara da, acımaktan ve duâ etmekten başka yapacak bir şey yoktur.
Mevlâ Teâlâ, Ehl-i Sünnete ve Ehl-i Sünnet âlimlerine, her dâim pervasızca saldıran bu şaşkınlar şürekâsının fitnesinden cümlemizi muhafaza buyursun. Ehli Sünnet i’tikadından bizleri zerre kadar ayırmasın. Selâm hidâyete tâbi olanlara…
Fî Emânillah!
Mustafa Özşimşekler
Mezhepsizlik Fitnesi
Mehmet Şevket Eygi
EHL-İ Sünnet Müslümanları arasında mezhepçilik kavgaları yoktur. Sünnîler dört hak mezhebe veya fıkıh ekolüne bağlıdır ama ...çilik yapmazlar, çekişmezler.
Dört hak mezhepten birine bağlanmak, onun fıkhını uygulamak fitne değildir ama mezhepsizlik fitnedir. Çünkü mezhepsizler, bütün Müslümanları kendileri gibi yapmak istiyor. İşte onların bu yoldaki propagandaları fitnedir, hem de büyük bir fitne...
Kimler mezhepsizlik propagandası yapıyor, Sünnî mezhepleri yıkmak istiyor?
1. Rafizîler yapıyor.
2. Vehhabîler yapıyor.
3. Telfik-i mezahib (Mezheplerin hükümlerinin karmakarışık uygulamasını isteyenler) yapıyor.
4. Fıkıhtan ve Şeriat hükümlerinden arındırılmış light, ılımlı, sulandırılmış, evcil, uysal bir İslâm çıkartmak isteyenler yapıyor.
5. Reformcular yapıyor.
6. İslâm’da radikal değişim isteyenler yapıyor.
7. Tarihselci Fazlurrahmancılar yapıyor.
Mezhepler ortadan kalkacak ki, Müslümanları bozuk fırkalara sokabilsinler...Mezhep ve fıkıh olmasa doğru dürüst abdest alamayız, iki rekat namaz kılamayız.
Bazıları konuyu saptırıyor ve bize “Siz mezhebi Kur’ân’ın üzerine çıkartıyorsunuz, siz mezhebi put haline getirmişsiniz, siz müşriksiniz...” diye saldırıyor. Ne korkunç iftiralar...
Ehl-i Sünneti, dört hak mezhebi, fıkhı, Şeriat ahkamını ortadan kaldırdınız mı, sapıklıklar, bid’atler, dini yanlış yorumlamalar sökün etmeye başlar.
Zamanımızda, kesinlikle yasaklanmış olan mut’a nikahını, (geçici nikah) meşru gösterenler var.
Benim kesin olarak bildiğim şudur: Hanefi mezhebinde ince çorap üzerine mesh edilerek abdest alınmaz. Bunu yapanlar var.
Yine Hanefî mezhebinde midye, istiridye, yengeç, istakoz, karides, pavurya gibi deniz ürünlerini yemek tahrimen mekruhtur. Bunları da yiyenler var.
Mezhepsiz müctehidler Kitab’a, Sünnet’e, icmâ-i ümmete, dine, Şeriata, fıkha aykırı bir sürü sözde ictihadlar yumurtladılar. Ondört asırlık İslâm tarihinde hayızlı kadınların namaz kılmalarına, oruç tutmalarına, Kâbe’yi tavaf etmelerine asla cevaz verilmemişken onlar olur olur diyorlar. Nasıl oluyor? Onlar olur diyor, oluyor...
Zamanımızda mezhepsizlik en büyük fitnedir.
Selefiyiz diyorlar. Hayır Selef-i Sâlihîn’in (ilk çağlardaki sâlih, takvalı, doğru yolda olan örnek Müslümanlar) yolunda olanlar Sünnî Müslümanlardır.
Selefîyiz diyenler Selef’in yolundan gitmiyor, onlar İbn Teymiyye’nin ve Muhammed İbn Abdülvehhab’ın mezhebini veya fırkasını benimsemişlerdir.
Mezhepsizlik çok büyük bir fitnedir. Onlardan istirham ediyoruz, onlara kardeşçe yalvarıyoruz: Lütfen, merhameten, Allah rızası için bu yıkıcı, dağıtıcı, bölücü propagandaları yapmayınız.
Sünnîlikten, Hanefîlikten, Mâlikîlikten, Şâfiîlikten, Hanbelîlikten fitne doğmaz ama mezhepsizlikten doğuyor.
Onların bir kısmının siyaseti, stratejisi, taktiği bellidir. Önce Sünnî mezhepleri yıkacaklar, sonra açıkta kalan Müslümanları kendi bozuk fırkalarına sokacaklar.
Şiî kardeşlerimizden çok rica ediyoruz, Sünnî dünyasında Şiîlik propagandası, Ehl-i Sünnet düşmanlığı yapmasınlar.
Biz Sünnîler Ehl-i Beyt’i, Hz. Ali kerremallahu vecheh ve radiyallahu anh efendimizi, Hasan ve Hüseyin efendilerimizi, Hazret-i Fatıma annemizi, Peygamber soyundan gelmiş büyük imamları gerçekten, bütün kalbimizle seviyoruz, sayıyoruz. Onlar bizim başımızın tacıdır.
Şiîler, Hulefa-i Raşidîn’in ilk üçünü, Ashab-ı Kiram’ın bir kısmını sevmiyorlarsa, fitne çıkmaması için bu sevmemeyi yüreklerinde saklasınlar ve yıkıcı, üzücü, bölücü propagandalar yapmasınlar.
Tunus’lu yazar Et-Ticanî Sünnîlikten Şiîliğe geçmiş, “Nasıl Hidayete Erdim?” adında bir kitap yazmış. Ehl-i Sünnete saldırıyor. İranlı Şiî otoriteleri bu kitabı çeşitli dillere çevirtmiş, yüz binlerce bastırmış ve dağıtmış. Olacak şey midir bu? İslâm dünyasının bir ölüm kalım mücadelesi içinde bulunduğu bu devirde, iman kardeşliğine ve birliğe zarar verecek böyle bir şey yapılır mı? Şiîlikten Sünnîliğe geçen var, biz bu konuda propaganda yapıyor muyuz? Böyle bir propaganda mezhepçilik fitnesi olmaz mı?
Naylon müctehidlerin bozuk ictihadlarını kabul etsek ortada İslâm diye bir şey kalmaz. Baksanıza “Kur’an, Yahudi ve Hıristiyanları İslâm’a çağırmıyor” diyecek kadar zıvanadan çıktılar.
Dört hak mezhepten birine bağlanalım.
Bunların hepsi de Kur’ân’dan, Sünnet’ten hüküm çıkarmıştır.
Bugünkü naylon müctehidler, mezhep imamı büyük müctehidlerin ayaklarının altında toz bile olamazlar.
Zahid Kevserî ne demiş? “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür” diye uyarmış.
Şam ulemasından Profesör Said Ramazan el-Bûtî’nin çok değerli kitabının adı şudur: “İslâm Şeriatini tehdit eden en tehlikeli bid’at mezhepsizliktir.”
İtikad ve fıkıhta ehl-i sünnet dairesi içinde bulunan bir mezhepli sapıtmaz, bid’ate ve küfre düşmez ama bir mezhepsiz için bu tehlike vardır.
Allah aşkına bu fitne yangınını söndürelim. Mezhepsizlik ve Sünnîlik Şiîlik konusundaki mezhepçilik propagandalarına son verelim.
O Belde
ARNAVUTLUK’ta veya Makedonya’da olabilir. Berat uygun mudur? Osmanlıdan kalma eski İslâm evleri bulunmalı. Cami olmalı, ezan okunmalı, namaz kılınmalı. Küçük bahçeli yarı ahşap yarı kargir bir ev. Hayat, yüklükler, şerbetlikler, eski ocak, gıcırdayan merdiven... Bahçesinde badem, erik, incir, dut ağacı. Dış cephenin bir kısmını sarmış mor salkım ve hanımeli. Kuyu... Duvarlar yüksek... Dış kapıdan giriyorsun, kapıyı kapatıyorsun, dünyadan uzak yapayalnızsın. Oh!..
Haftada bir gün pazar kuruluyor, civar köylerden ilaçsız hormonsuz sebzeler, meyveler, peynir... Hakikî bal... Bir kavanozu bana altı ay yeter.
Birkaç sandık eski kitap olmalı. İkindi çayını demlersin, kışın büyük odada, yazları bahçede... Çiçek açmış badem ağacının altında kitap mütalaası ne büyük keyiftir.
Oralarda tekkeler açıkmış. Haftada bir gün zikre gidersin. Tekkelerde lüzumsuz lâf edilmez.
Zaman zaman uçakla Türkiye’ye gidip gelebilirsin. Canın çekerse. Memleket memleket, vatan vatan da hali çok karışık, çok perişan...
Sakin sakin düşünebilirsin, üzülebilirsin, içinden gelirse bazen ağlayabilirsin.
Senin için yabancı bir ülke sayılmaz. Eski Rumeli-i Şahane’nin bir kısmı. Ayı kırpıp kırpıp bir sürü yıldız yapmışlar.
Oralarda eski Rumeli şairlerinin divanları okunur. Güzel bir gazel, düşündürücü bir rubai, bir mısra-ı berceste, levha yapılıp duvara asılması gereken bir beyit... Mutlaka bir Fuzulî divanı da bulunmalı. Fuzulî Berat’da da okunur, İstanbul’da, Bakü’de, Tebriz’de, Taşkent ve Buhara’da da. Fuzulî’nin okunmadığı, anlaşılmadığı yerde bizim medeniyetimiz yoktur.
Gittiğin yerde hizmet edebilir misin? Belki...
İsteyenlere Türkçe öğretebilirsin...
Nasıl geçineceksin? Allah kerim...
Gülmeyeceksin, hüzünlü olacaksın hep...
Evde bir kedi besleyebilirsin. Kuşlara pencere kenarında yem verebilirsin. Ekmek kırıntılarını bahçede karıncalara ikram etmeyi unutma.
Kediler, kuşlar öleceklerini anlayınca sessiz, sedasız, kimsenin görmeyeceği bir yere çekilir, orada can verirmiş...
MEZHEBSİZLERE İKAZ /Mehmet Şevket Eygi....
Mezhepsiz Kardeşime Mektup
Muhterem kardeşim... Dört fıkıh mezhebi ortadan kalkınca Müslümanların bir ve beraber olacağını, tefrikanın ve çekişmelerin kalkacağını iddia ediyorsun. Mezheb sahibi olmayı zararlı görüyorsun. Yanılıyorsun.
Dört fıkıh mezhebi esasta, usûlde, temelde birdir, aralarında ayrılık yoktur. Çeşitlilik esasa ait değildir, teferruata ait bazı meselelerdir ki, bir sakınca teşkil etmez. Aksine bir rahmet ve zenginlik teşkil eder.
Dört mezhep kalkar ve mezhepsizlik yayılırsa ne olur biliyor musun? Her kafadan ayrı bir ses çıkar. Elifi görse mertek sanan cahiller ictihad yapar, fetva verir, din hakkında konuşur, söz ayağa düşer. Hak fıkıh mezhebi dört iken; binlerce, on binlerce, yüz binlerce bozuk, yanlış, sapık mezhep çıkmış olur. Bu ise Ümmet içinde kaos ve anarşi doğurur.
Sizin mezhep aleyhtarlığınızın samimî olduğunu kabul edelim. Lakin bütün mezhepsizler sizin gibi değildir. Bazı kimseler, Ehl-i Sünnet İslâmlığını yıkmak, onun yerine yanlış yorumlara dayanan birtakım marjinal bid'at fırkalarını hakim kılmak istiyor.
Daha önce de yazmıştım, iki büyük ve zengin Ortadoğu devleti Türkiye'yi kendi mezhep veya fırkalarına sokmak için gece gündüz çalışıyor, bu yolda büyük paralar harcıyor. Onlar doğrudan doğruya, açık ve samimî olarak Ehl-i Sünnet fıkhını, mezhebini, akaidini bırakın bizim mezhebimize girin demiyorlar, öncelikle Türkiye Müslümanlarını mezhepsizleştirmek istiyorlar.
Bunların oyunlarına gelmemeliyiz.
Taqiyyeyi bıraksınlar, cesur olsunlar, açık olsunlar, samimî olsunlar.
Bendeniz bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak nasıl açık seçik konuşup yazıyorsam onlar da böyle yapsınlar.
Türkiye'de Ehl-i Sünneti kimler istemiyor?
1. Başka bir mezhebe, fıkha bağlı bir Ortadoğu devleti.
2. Ehl-i Sünnet dışı bir mezhebe bağlı başka bir devlet.
3. Reformcular, dinde yenilik, değişiklik isteyenler.
4. Müslüman yerli oryantalistler.
5. Fazlurrahmancılar, Ankara ekolü.
6. Sekülarizmle İslâm'ı bağdaştırmak, uyumlu hale getirmek isteyenler.
7. Bir kısım militan Sabataycılar, Gizli Yahudiler.
8. Kemalistler, Ergenekoncular.
Bunların Ehl-i Sünnet aleyhinde çalışmaya hakları var da, benim Sünnî bir Müslüman olarak kendi mezhebim ve fıkhım için çalışmaya hakkım yok mudur?
Mezhep ve mezhepsizlik konusundaki yazılarım bazılarını çok üzüyor, çok öfkelendiriyor. Hattâ küfür edenler, ağır hakaretler savuranlar bile görülüyor. Müslümanların kendi aralarındaki ihtilaflı konuları, anlaşmazlıkları ahlâk, edep, terbiye, efendilik, kardeşlik, insaf ve adalet sınırları içinde olumlu bir şekilde tartışmaları ve müzakere etmeleri gerekmez mi?
Mesela, bazı mezhepsizlerin göklere çıkardıkları Kurtuluş Rehberi ilan ettikleri Efganî'yi ele alalım. Aykırı fikirleri olan bir zat "Efganî'yi tenkit edenler onun taharet bezi olamazlar..." demiş. Bu söz bir ilim adamına, ziyalı (aydın) bir Müslümana yakışır mı? Efganî gerçekten büyük, iyi, faziletli bir Müslüman ise bunu ciddî, ilmî bilgi ve belgelerle, tutarlı gerekçelerle isbat etmeye çalışsın.
Ben ne diyorum: Efganî azılı bir farmasondur diyorum. Şiî olduğu halde kendisini Sünnî, İranlı olduğu halde Afgan olarak göstererek din kardeşlerini aldatmıştır, herkesin ictihad yapması yönündeki fikri ve görüşü bozuktur, maceraperest ve aktivisttir, İran şahını onun bir yakını katl etmiştir, ihtilalcidir, bir İngiliz ajanı ile yakın ilişkisi vardır, Bahaîlikle alakası vardır... Bunlara niçin cevap verilmiyor da, taharet bezi edebiyatı yapılıyor?
Efganî'nin mason olduğunu söylemek iftira mıdır, hakaret midir? Bu gerçeği gizlememizi mi istiyorlar? Açıklanınca niçin sinirleniyor ve hakaret ediyorlar?
Benim yazılarım büyük Müslüman kütle içindir. Mezhepsizleri muhatap kabul etmem. Sevgili din kardeşlerimi uyarıyorum: Zamanımızın en büyük fitnesi mezhepsizliktir, fıkıh ve Sünnet düşmanlığıdır. Sahih hadîslerin ayıklanması büyük fitnedir. Bu ayıklanma işinde bir Cizvit papazının çalıştırılması büyük ihânet ve rezalettir.
Reformculuk, evcil ve ılımlı bir İslâm türetme çabaları İslâm ve Ümmet için en büyük tehlikedir.
Ehl-i Sünnet, bid'atleri, hurafeleri kabul etmez.
Bid'atler ve hurafeler elbette ayıklanacaktır. Lakin sahih hadîsler ayıklanamaz.
Ben bir Müslüman olarak dinde reformu, mezhepsizliği, hadîs ayıklanmasını, Kur'ân'ın heva ve re'y ile yanlış yorumlanmasını asla kabul etmem.
İcazetsiz, ehliyetsiz, reformcu ilahiyatçılara asla güvenmem.
Laik düzenin ilahiyat fakültelerinden, icazetli din hocası çıkmaz, genellikle oryantalist yetişir.
İslâm kültüründe ilahiyatçı kelimesi ve terimi yoktur. Ulema, fukaha, müfessirîn, muhaddisîn kelimeleri vardır.
İcazetsizlik büyük, vahim, öldürücü bir kopukluktur.
Diyanet her geçen gün bunların kontroluna, tesiri altına giriyor.
Mason masonluk, reformcu reformculuk için nasıl çalışıyorsa ben de Ehl-i Sünnet için çalışacağım. İtirazı olan, gerekçelerini belirterek edeple, terbiyeli bir şekilde tartışsın.
Bendeniz Ehl-i Sünneti savunmak için hiçbir yerden para almıyorum, herhangi bir maddî menfaatim yoktur.
Ehl-i Sünnet ve Cemaatin doğru yol olduğunu ilmelyakîn ve hakkalyakîn bildiğim için bu yazıları kaleme alıyorum.
Mehmet Şevket Eygi
Şu soruya bakın: "Peygamber zamanında mezhep mi vardı?" Elbette yoktu, olamazdı, çünkü din henüz tamamlanmamıştı, ceste ceste Kur'ân iniyordu, Peygamber Ashabına İslâm'ı öğretiyordu. Peygamberin ölümünden hemen sonra fıkıh mezhepleri kurulmadı.
İslâm dünyaya yayıldı, doğuda Çin sınırına, Batı'da Atlas okyanusuna ulaştı. Zaruret karşısında büyük din imamları, müctehidler varyantlarıyla birlikte yüz binlerce hadisi incelediler ve 20 kadar mutlak müctehid, fıkıh hükümlerini formüle etti. Bunların dördünün fıkıh sistemi yaşadı, diğerleri yaşamadı.
Peygamber zamanında mezhep mi vardı diyen çok bilmişlere sorarım: Peygamber zamanında Mushaf yâni tek bir kitap nüshası halinde Kur'ân var mıydı? Yoktu... Sizin sakat zihniyetinize göre mezhep bid'at olduğuna göre Mushaf da mı bid'attir?
Mushaf, Kur'ân'ın tamamını bir araya geçirmiştir. Mezhep de, hadislerin ışığında Kur'ân hükümlerini bir araya toplayıp sistemleştirmiştir.
Mezhep bid'atmiş, mezhepler birer putmuş... Bütün bu lâflar hezeyandan ibarettir.
Mezhep olmadan, fıkıh olmadan bir Müslüman doğru şekilde, Peygamberin kıldığı şekilde iki rekat sahih namaz bile kılamaz.
Dört hak mezhep usûlde (asıllarda), temelde, esasta birdir.
Teferruatta, küçük ayrıntılarda bazı çeşitlilikler vardır, onlar da bu Ümmet için geniş bir rahmettir.
Adam mutezile mezhebinden, bu hususu açık ve mert şekilde
açıklayamıyor. Sünnî mezheplere sövüp sayıyor.
Adam Vehhabî ama mertlik edip, cesaret gösterip açıkça ben Vahhabîyim diyemiyor, mezheplere saldırıyor.
Adam, 72 bid'at fırkasından birine mensup... Mezhep düşmanlığı yapıyor.
Mezhepler putmuş... Mezhebe put diyen fıkha put demiş olur. Fıkıh, yüce İslâm dininin hükümlerini bir araya getiren sistemdir. Fıkha put diyene ne lazım gelir? Sakın küfre düşmesin?..
Dört büyük mezhep imamı, mutlak müctehid rütbesinde alim ve fakih kişilerdir. Dördü de salihtir, zahiddir, takvalıdır, muhlistir, velîdir.
Resul-i Kibriya Efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri makamındadır. Onlar Müslümanların velinimetleridir.
Fıkıhları, mezhepleri devam etmemiş olan diğer büyük müctehid imam efendilerimiz de böyledir.
Mezheplere saldıranlar, mezheplere put diye sövüp sayanlar, Mason Cemaleddin Afganî'yi göklere çıkartırlar.
Sevgili Müslüman kardeşlerimi uyarıyorum. Aşağıdaki hususlara dikkat etsinler:
1. İslâm'ı hayatımıza ve hayata uygulamak için mezhep ve fıkıh şarttır.
2. Dört hak mezhep vardır.
3. Bir Müslüman bir mezhebi bütün olarak kabul eder ve onu uygular.
4. Diğer üç mezhebe de saygı duyar.
5. Mezhepsizlik çok korkunç bir bid'attir.
6. Mezhep ve fıkıh olmadan nasıl abdest alınacağını, nasıl namaz kılınacağını, dünya işlerinin nasıl halledileceğini öğrenmek ve bilmek mümkün olmaz.
7. Usûlde, temelde, esasta bir olan dört fıkıh mezhebi Müslümanları birleştirir.
8. Mezhepsizlik kaos, anarşi ve esaret doğurur.
Mezhepsizlik bize Arap dünyasından gelmiştir. Biz Türkiyeliler Arapça bilmeyiz, Kur'ân'ı ve hadîsleri asıl metninden okuyup anlayamayız. Mutlaka ulemânın, fukahanın hocalığına, yardımına ihtiyacımız vardır.
Kur'ân meal ve tercümeleri Kur'ân'ın kendisi değildir.
Para kazanmak, köşeyi dönmek, dünya malı edinmek için, içinde bozuk yorumlar ve anlatışlar bulunan Kur'ân tercümeleri ve mealleri nice cahil Müslümanın sapıtmasına sebep olmaktadır.
Ülkemizdeki İslâm düşmanları, bir asırdan beri "Yobaz ulemâ aradan çıksın, halk dinini Türkçe tercümelerden öğrensin" diye propaganda yapmaktadır.
Şu anda Türkiyemizde din konusunda dehşetli bir kafa karışıklığı hüküm sürmektedir.
Müslümanlar parça parça olmuş, yüzlerce, hattâ binlerce gruba, fırkaya, hizbe ayrılmıştır.
"Allah gerçek bir Janus'tur" diyen zındığı bile baş tacı eden Müslümanlar vardır. Janus iki çehreli bir Roma putunun adıdır. Allah'ı bir puta benzetmek küfürdür. Mezhepsizliğin, fıkhı inkârın sonu dalalettir.
Zahid el-Kevserî'nin dediği gibi "Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür." (Makalât)
Cahil Müslümanların din konusunda tartışmaları, birbirlerine saldırmaları, sövüp saymaları acınacak bir haldir.
Fıkıh ve mezhep düşmanlarından ne köy olur, ne kasaba.
Bizim sözümüz şudur: Müslümanlar, esasta bir olan dört fıkıh mezhebinden birine bağlansınlar ve dinî konularda tartışıp çekişmesinler.
Onlar ise şöyle diyor: Mezhepler puttur. Peygamber zamanında mezhep mi vardı? Herkes Kur'ân tercüme ve meallerinden dinini kendi kafasına göre öğrensin... Daha bunlar gibi bir sürü hezeyan.
Tarihe bakalım: Osmanlı İslâm devleti Ehl-i Sünnet ve Cemaat, fıkha, mezhebe bağlıydı. Osmanlılar zamanında "Mezhep puttur" diyenleri konuşturmazlardı. Bu devlet, Ehl-i Sünnete, mezhebe, fıkha bağlılığı sayesinde İslâm'ı doğru anlamış, doğru uygulamış ve bugün enkazından kırka yakın devlet çıkmış olan bir cihan barışı kurmuştu.
Tanzimattan sonra Batı'ya yöneldiği için de batmıştır.
Osmanlılar mezhebi, fıkhı inkâr etmiş olsalardı, 622 yıl değil, 60 yıl pâyidar olamazlardı.
Fıkıh demek, mezhep demek Kur'ân'ın, Sünnetin hükümleri demektir. Bunları inkâr eden kendi dinini yıkmış olur.
Cenâb-ı Hak cümlemizi doğru yolda yürütsün.
;">Mezhepsizlik Fitnesi
MÜSLÜMANLAR için büyük fenalıklardan biri dinî konularda herkesin kendi kafasından, kendi heva re’yine göre konuşması, ulu orta dinî ve şerî konularda açıklama yapması, hüküm vermesidir.
Bundan kırk, elli sene önce ülkemizde böyle bir kötülük yoktu. Sonra “iyi yetişmemiş” icazetsiz kişiler kafa karıştırıcı, tahripkâr bir çığır açtılar.
Biri çıktı, Reşid Rıza adındaki Arap yazarının Telfik-i Mezahib (Mezhepleri bir araya getirmek, hükümlerini karışık olarak tatbik etmek) kitabını bastırdı. Hem de Diyanet’e bastırttı. Hâlbuki İslâm uleması telfika cevaz vermemiştir.
Bu kapı aralandıktan sonra bunun ardından mezhepsizlik fitnesi ülkemize sokuldu. Aslında bu fikir ve cereyan şu meşhur farmason ve takiyyeci Cemaleddin Efgani’nin çıkarttığı bir şeydir. Adam, Ehl-i Sünnet disiplinini yıkmak, dinin safiyetini bulandırmak için “İşte Kur’an, işte hadisler! Herkes dinini bu ana kaynaklardan öğrensin” diye bir “İctihad çığırı” açtı. Mühendis, doktor, hukukçu, işadamı, terzi, üniversite öğrencisi velhasıl dinî tahsili olmayan her Müslüman eline Kur’an tercümeleri, mealleri, tefsirleri alacak, bunlara ilaveten hadîs kitapları, külliyatları... Bunlara bakarak, bunlardan hüküm çıkartarak dinini öğrenecek. Ne kadar yaldızlı bir hayal. Niceleri böyle kendi kafalarınca hüküm çıkartırken, dinden çıktılar da haberleri olmadı.
Tevekkeli büyük âlim, üstad, merhum Düzceli Muhammed Zahîd El-Kevserî Hazretleri “Mezhebsizlik, dinsizliğe köprüdür” başlıklı bir makale yazmış.
Şam Üniversitesi’nin icazetli, Şeriat müderrislerinden Profesör Said Ramazan El-Butî Hazretleri de bir kitabına “İslâm Şeriatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bidat Mezhebsizlik” ismini vermiştir. (Bedir Yayınevi tarafından tercüme edilip yayınlanmıştır.)
Geçenlerde bir ilahiyatçının kitabında mezheb bağlılığını bir ihanet gibi gösteren bir cümle okudum, son derece üzüldüm.
Bir mezhebe bağlı olmak, mukallid bir Müslüman olarak mezheb ahkâmının ve disiplinin dışına çıkmamak ihanet değil, İslâm’a sadakat ve bağlılığın göstergesidir. Asıl ihanet, kendisi müctehid olmadığı halde mezhebleri inkâr etmek, dinî konuları ayağa düşürmek, İslâmî kültürü olmayan halkı ve gençliği ictihad yapmaya teşvik etmektir.
Allah böylelerini ıslah etsin. İyi kötü okumuşlar ama metod ve zihniyet itibarıyla doğru yolda değiller.
Siyonistler, Evangelistler, Sabataistler, çeşit çeşit İslâm karşıtları Müslümanların birliğini bozmak, onları birbirine düşürmek, kardeş kavgası çıkartmak için bin türlü hile, düzen, tuzak, mekir hazırlıyorlar. Görüyoruz, Irak’ı ne hale getirdiler? Müslümanlar birbirini boğazlıyor. Filistin’de Fetihcilerle Hamascıları birbirine düşman ediyorlar. Lübnan’da iç savaş çıkartmaya çalışıyorlar. Türkiye’de, Türklerle Kürtleri, Sünnilerle Alevileri, çağdaşlarla dindarları düşman kamplara ayırıyorlar, Sünnî Müslümanları da telfik-i mezahip, mezhepsizlik, Efganicilik, cemaat taassubu, diyalogculuk cereyanları ile parçalıyorlar.
Türkiye Müslümanları din konusunda birlik ve beraberliği korumak istiyorlarsa aşağıdaki hususlara dikkat etmelidir.
1. İtikad ve fıkıh konusunda kesinlikle mezhebsizlik yapılmayacak.
2. Telfik-i Mezahib tuzağına düşülmeyecek.
3. Efgani’nin “Her Müslüman ana kaynaklardan ictihad yapabilir, yapmalıdır” fikrini kabul etmeyecek, ictihad kapısının teorik olarak açık olduğunu, lakin artık hem içtihada lüzum olmadığını, hem de ictihad yapacak güçte ve seviyede din âlimi bulunmadığını kabul edecek. (Mehdî Hazretlerinin zuhuru yaklaşmıştır, o geldiği vakit Resulullah Efendimizin Sünnetine uygun olarak bazı düzenlemeler yapacaktır.)
4. Din düşmanlarına, münafıklara, yerli oryantalist bozuntularına, naylon müctehidlere, re’y ve heva ile Kur’an’ı tefsir edenlere kulak verilmeyecek, yayınladıkları kitaplar alınıp okunmayacaktır.
5. Dinî konularda hiçbir Müslüman “Bence... Bana göre... Benim bu hususta görrüşüm şudur...” şeklinde konuşmayacaktır. İlmi olmayan bir Müslümanın böyle konuşması ayıptır, terbiyesizliktir, haddini bilmemezliktir. Dinî hükümler, fıkıh, Şeriat ahkâmı, diğer İslâmî branşlar ihtisas=uzmanlık işidir. Samimi ve temiz niyetli olsalar bile icazetli din âlimi olmayanların bu sahada rastgele konuşmaları hem kendilerine, hem dine, hem ümmete zarar verir.
Peygamberimiz sallallahu aleyhi ve sellem Efendimiz “Beni nasıl namaz kılıyor görüyorsanız, siz de öyle namaz kılınız” buyurmuşlardır. Hanefîlerin mezheb imamı Ebu Hanife Hazretleri, Şafiîlerin mezheb imamı Şafiî Hazretleri, Ku’ran’dan, Sünnetten kılı kırk yararak, engin bir din kültürü ve ulaşılması artık imkansız bir kavrayış ile namazın hükümlerini çıkarmışlar, sistemleştirmişlerdir. Sonra asırlar boyunca büyük İslâm âlimleri muazzam fıkıh külliyatları yazmışlardır. Bunlarda on binlerce din hükmü yer almaktadır. Hepsi de hangi hadislere dayandıklarını belirtmişlerdir. İslâm ümmetinin velinimetleri olan mutlak müctehidler, varyantlarıyla birlikte en az yetmiş beş bin hadisi bilerek ictihad yapıyorlardı. Bugün ezberinden kırk hadis okuyamayan birtakım cehelenin içtihada yeltenmesi gerçekten büyük bir küstahlıktır. Merhum Mehmet Akif’in müctehid bozuntuları hakkında Safahat’ında nefis bir şiiri vardır.
Öyle kimseler görüyorum ki, Arapça bilmiyor, elifi görse mertek zannediyor. Bir meal almış içtihada yelteniyor. Ya Rabbi! Ne günlere kaldık!
Mezhebsizlerin, telfikcilerin, Efganicilerin, şucuların bucuların tuzaklarına düşmeyelim.Mehmet Şevket Eygi
Milli Gazete
04.10.2007
etse herkesi taklîd, bu da, doğru olamaz!
dinde âlim olmıyan, bir müctehid olamaz,
Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!
Rahmetin mücrîmedir, kusûrum pek çok benim,
edemem cürmüm inkâr, hâlim ma’lûmun Senin,
yüz karasıyle geldim, sürüyerek zincirim,
Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!
Yanılmış şimdi herkes, muhakkak ki hak Sensin,
gayrı yok, ibâdete yalnız müstehak Sensin!
abd-i âciz ne yapar, kâdir-i mutlak Sensin!
Rahmetini umarım, yoksa da, isti’dâdım,
sana güçlük mü var ey, keremi bol Allahım!
MEZHEPSİZLİK NİÇİN “DİNSİZLİĞİN KÖPRÜSÜ”DÜR?
BEYAN – Temmuz 1999 e.sifil
Bilindiği gibi “Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür” sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî’ye aittir ve merhumun “Makâlât” adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[1] Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır.
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası’nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, “mezhepsizlik” ve “dinsizlik” kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım.
Buradaki “mezhepsizlik”, hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle “telfik”i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.
Başlıktaki cümlede yer alan “dinsizlik” ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi İslam Dünyası’nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– “yenilikçi” hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar’ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku’nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce “yenilikçi hareket” şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.
Nitekim Cemaleddin Efgânî’den başlayarak Fazlur Rahman’a ve oradan da günümüz Türkiye’sindeki bazı isimlere uzanan “İbrahimî dinlerin diyaloğu” söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab’ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.[2]
Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir…
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri “yeni içtihatlar yapılmalıdır” söylemiyle, aslında “eski” içtihatların Kur’an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:[3]
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.[4] Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.[5]
Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan “maslahat” unsurundan ve özellikle Endülüs’lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî’nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler.
Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan “Kur’an’ın ruhu” söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe’nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer’î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimizbu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma’ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan akylının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi’î’nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle[7]
Oysa İcma, fer’î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat’î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar’ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade’nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir.
Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen “ümmet” kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)’in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.[8]
Bizzat Allah Teala’nın Kitabı’nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri “insanlık dini”, “tüm insanların kardeşliği” sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları’nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet’e dayanıyor olması ve Sünnet’in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet’i ve hadisleri de “sorgulamaya” itmiştir. Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından “uydurma” olarak kabul edildi.
Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur’an’ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak “bilimsel” davranışın bir gereği idi. Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından “uydurma” olarak damgalandı. Böylece Sünnet’in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, alimlerin (buradaki “alimler”den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri “ahad hadis” (veya “haber-i vâhid”) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, “Kur’an’a aykırı hadis olamayacağı” söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur’an’a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur’an’a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sünneti’nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir.
Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet’in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur’an’a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur’an: Kur’an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet’in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. “Fikir hürriyeti”, “Allah’ın Kitabı’na aracısız olarak baş vurmak”, “Kur’an’ın, kendisini “açık/anlaşılır” bir kitap olarak nitelendirmesi”… gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur’an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma “özgürlüğüne” kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur’an’ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9] için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur’an’dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur’an’dan istediği hükmü çıkarmakta ve “ben böyle anlıyorum” diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil’in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar’ın da “hak din” ve “tevhid dini” üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur’an’da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur’an merkeze alınarak vaz edildi. Kur’an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din’de Mezheb’in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir. Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah’ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir “kör gidiş”i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz: Bugüne kadar Kur’an ve Sünnet’i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz “dinsizlik” vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O’nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır.
Selam, hidayete tabi olanlara…
——————————————————————————–
DİPNOTLAR
[1] “Makâlât”, el-Kevserî merhumun, Mısır’daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh’tan Hadis ve Usul-i Hadis’e, Kur’an ilimlerinden Akaid ve Tarih’e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı “Makâlât”, günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâallah yakında neşre hazır hale getirilecektir.
el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce’de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu’nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği “Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-” adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); “Makâlât”ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan “Makâlâtu’l-Kevserî’nin Değerlendirilmesi” adlı tebliğimize bakabilirler.
[2] Bkz. Mustafa Fevzî, “Da’vetu Cemâliddîn el-Efğânî”, 241 vd.; Fazlur Rahman, “Allah’ın Elçisi ve Mesajı”, 123; “İslam”, 36; “Ana Konularıyla Kur’an”, 317.
Fazlur Rahman, “İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp”ta da (8) şöyle der: “Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur’an’ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur’an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler’in, Hristiyanlar’ın ve Müslümanlar’ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur’an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder.” Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir.
Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi” adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.
[3] Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.
[4] İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında “mesâliku’l-ille” diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.
[5] “Yenihlikçi” yaklaşım tarafından “parçacı” olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dahil olmak üzere İslam’ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.
[6] Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen “maslahat”, hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam aleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce Allah’ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce Allah’ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır.
Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan “değişim” anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?
[7] Biz, İmam eş-Şâfi’î’nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi” adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.
[8] Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, “Kur’an’daki İslam”, 224; Hasan Hanefî, “İslâmiyât” dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.
Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr’un “Lisânu’l-Arab”ına (“Ümmet” maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet’in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.
[9] Burada “yorum” kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. “Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi”, II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).
Ebubekir Sifil ile Mezhepsizlik Fitnesi Üzerine
GÜLĐSTAN - Haziran 2007
Gülistan: Kıymetli hocam, bazı kimselerin “Mezhepler nasıl ortaya çıkmıştır? Mezhepler niçin vardır? Ya da “Mezhebler olmasaydı ne olurdu?” sorularına muhatap oluyoruz. Bu soru nasıl cevaplandırılmalıdır?
Ebubekir Sifil:
Bismillâhirrahmânirrahîm. Aslına bakarsanız, yaygın olarak bilinen anlamda mezhepler için ‘ortaya çıkma’ tabirini kullanmak doğru değildir. Zira biz bu tabirle, önceden mevcut olmayan bir şeyin, belli bir dönemden sonra varlık sahnesine çıkmasını anlatırız.
Sahabe Döneminde içtihad
Oysa Sahabe döneminden itibaren, Kur'an ve Sünnet'ten hüküm çıkarma ehliyetine sahip her alimin bir mezhebi vardı. Efendimiz (sav)'in söz, davranıs ve fiilleri bizzat delil olduğu için O hayattayken tabii olarak O'na danısılmıs, hüküm sorulmus, direktif alınmıstır.
Dolayısıyla "Hz. Peygamber (sav)in mezhebi neydi?" gibi bir soru, sahibinin cehaletini ortaya koymaktan baska bir anlam ifade etmez. Hatta Hz. Mu'âz (ra)'ı Yemen'e gönderirken "Önüne bir dava geldiğinde ne ile hükmedeceksin?" diye sorduğunda Hz. Mu'âz (ra), önce Kur'an'a bakacağını, aradığı hükmü orada bulamazsa Sünnet'e itikal edeceğini, orada da bulamazsa içtihad edeceğini söylemis, Efendimiz (sav) de onun bu hareket tarzını onaylamıs, hatta ona böyle bir muvaffakiyet nasip buyurduğu için Allah Teala'ya hamd etmistir. Bu olay bize, Efendimiz (sav) henüz hayattayken bile alim sahabîlerin kendi mezheplerinin olusmaya basladığını göstermektedir.
Efendimiz (sav) terk-i dünya ettikten sonra, Sahabe'nin ileri gelenleri içtihad edip fetva vermeye devam ettiler.
Sahabe arasında fetvalarının çokluğuyla tanınan yedi kisi bulunduğu belirtilmistir: Ömer b. el-Hattâb, Ali b. Ebî Tâlib, Abdullah b. Mes'ûd, Hz. Aise, Zeyd b. Sâbit, Abdullah b. Abbas ve Abdullah b. Ömer (Allah hepsinden razı olsun).
Bu demek değildir ki Sahabe arasında onlardan baska müçtehid yoktu. Aksine Hz. Ebû Bekr, Hz. Osman, Übeyy b. Ka'b, Ebû Musa el-Es'arî… (r.anhum) gibi alim sahabîler de içtihad edip fetva veriyordu. Ancak ilk grupta yer alanların fetvaları, ikinci gruptakilerin fetvalarına oranla daha büyük bir yekünolusturmustur.
Bir de sınırlı sayıda fetva vermis olanlar vardır. Onların sayısı daha fazladır. Fetvaları bize kadar intikal etmisbulunan sahabîlerin toplam sayısı 130 kadardır. Bütün bunlar sunu gösteriyor:
Sahabe arasında içtihad edip fetva verenler bulunduğuna göre, onların her birinin, içtihad edip fetva verdikleri hususlarda kendilerine ait mezhepleri vardı. Her ne kadar Usul'üyle füru’uyla müesses hale gelmemis olsa da, -ortada bir içtihad faaliyeti bulunduğuna göre- buradaki ‘mezhep’ vakıasını görmezden gelmek mümkün değildir.
Tabiûn ve Tebe-i Tabiûn Dönemleri
Tabiun zamanına geldiğimizde, içtihad faaliyetinin artarak devam ettiğini görürüz. Ortaya yeni meselelerin çıkması, bilhassa Irak ekolünün benimseyip uygulamaya koyduğu "farazî fıkıh" sistemi, hadislerin derlenmesi… gibi birtakım faktörler sebebiyle, Tabiun dönemi, içtihad faaliyeti bakımından Sahabe dönemine kıyasla daha bir zenginlik arz etmektedir. Medine'de ünlü "Yedi Fakih" (Saîd b. el-Müseyyeb, Urve b. ez-Zübeyr, el-Kasım b. Muhammed, Ebû Bekr b. Abdirrahmân, Ubeydullah b. Abdillah, Süleymân b. Yesâr, Hârice b. Zeyd b. Sâbit); Mekke'de Atâ b. Ebî Rabâh, Mücâhid, Đkrime; Basra'da el-Hasenu'l-Basrî, Đbn Sîrîn, Katâde; Kûfe'de Đbrahim en-Neha'î, Alkame b. Kays, Surayh b. el-Hâris, Mesrûk b. el-Ecda'… gibi her biri alim sahabîler elinde yetismisünlü fakihler, bu dönemde içtihad faaliyetini yoğun bir sekilde devam ettirmis, fetva verip talebe yetistirmislerdir.
Onlardan sonra aralarında Dört Mezhep imamının da bulunduğu kusak gelir. Bunlar da Tabiun'un alimlerinin elinde yetismis, Sahabe ve Tabiun'un fıkhının üzerine kendi müktesebatlarını da ekleyerek, günümüze kadar varlığını devam ettiren mezheplerin kurucuları olma payesine ulasmıslardır.
İçtihad faaliyeti Sahabe kusağından itibaren hoca-talebe iliskisi içinde mezhep imamlarına kadar kesintisiz biçimde sürüp geldiğine göre, "mezhepler nasıl ortaya çıkmıstır?" sorusunu doğru kabul ettiğimizde, cevap "Sahabe döneminden itibaren" seklinde olmalıdır.
Ancak, Sahabe ve Tabiun fakihlerinin içtihad usulleri ve çözüme bağladıkları fer'î meseleler, detaylarıyla kitaplarda kaydedilmek suretiyle, müesses bir sekilde nesilden nesile aktarılma imkânı bulamadığı için ‘mezhep’ olgusu genellikle Dört Mezhep imamı ve onların dönemi ile baslatılır.
Su halde sorunun ilk kısmını söyle toparlayabiliriz: ‘Mezheb’i, içtihad faaliyetinin olusturduğu vakıası nazara alındığında, mezhep olgusu sahabe döneminden beri mevcuttur.
‘Mezhep’ dendiğinde Usul'ü tam anlamıyla ortaya konmus, fer'î alanda Fıkıh bablarının tümünü ihtiva eden içtihadları temayüz ve bize kadar intikal etmis bir sistemi anlayacaksak, evet ‘mezhep’ hadisesi Dört Mezhep imamı ile baslatılabilir.
Sorunun ikinci kısmına, yani "Mezhepler niçin vardır?" sorusuna gelince, buna kısaca söyle cevap verilebilir: Birincisi, Nass’lardan kaynaklanan sebeplerden, Đkincisi de hakkında nass (ayet ve hadis, temel alınacak delil) bulunmayan meselelerde nasıl hareket edileceği konusundaki anlayıs farkından dolayı.
Kur’an ve Sünnet Farklı Yorumlanmaya Müsaittir
Birçok nassın farklı anlasılmaya müsait yapıda olması dolayısıyla her bir müçtehid, ayet ve hadisten farklı birsey anlamıstır. Burada genellikle verilen örneği tekrar edecek olursak, Kur'an'da bosanmıs kadınların beklemesi gereken iddet süresi, "üç kur’" olarak ifade edilmistir (el-Bakara; 228).
Ulema, buradaki " kur’" kelimesinin hem "hayız", hem de "temizlik" dönemi hakkında kullanılan "müsterek" bir kelime olduğunu belirtmistir. Kelimenin yapısındaki bu durum sebebiyle Sahabe döneminden itibaren bu ayetin ne ifade ettiği konusunda ihtilaf vaki olmustur. Hz. Ömer, Hz. Ali, Đbn Mes'ûd vb. sahabîler (Allah hepsinden razı olsun) bu kelimenin "hayız"ı anlattığını söylerken, Hz. Aise validemiz, Đbn Ömer, Zeyd b. Sâbit ve daha baskaları da (Allah hepsinden razı olsun) "temizlik dönemi"ni anlattığını söylemislerdir.
Burada, sanki Yüce Allah, mü'minlerin içtihadda ihtilaf etmesini murad etmistir. Zira bu ayette böyle müsterek bir kelime yer alırken, mesela aynı surede, iki ayet yukarıda söyle buyrulmustur: "Kadınlarına yaklasmamaya yemin edenler için ancak dört ay (bekleme hakkı) vardır." Dikkat edilirse burada, "ay" kelimesi geçmektedir ve bu kelimenin neyi anlattığı konusunda Araplar arasında herhangi bir görüs ayrılığı yoktur. Yüce Allah dileseydi, iki ayet sonrasında yer alan "kur’" kelimesi yerine de "ay" kelimesi yer alabilirdi.
Ancak durum görüldüğü gibidir.
Aynı durum hadisler için de geçerlidir. Kimi durumlarda, aynı hadisi delil olarak kullandıkları halde, Müçtehidİmamlar'ın, söz konusu hadisin neyi anlattığı konusunda ihtilaf ettiklerini, yani aynı hadisten farklı sonuçlar çıkardığını görürüz. (Muhammed
Avvâme hocanın, “İmamların Fıkhî İhtilaflarında Hadislerin Rolü” isimiyle dilimize çevrilen muhtasar çalısması, konuyla ilgilenenler için güzel bir derlemedir.)
Bir de hadislerin kabul sartlarındaki görüs ayrılıklarını buraya eklememiz gerekir. Bu bağlamda, ravilerde aranansartların mezhepten mezhebe değismesi de önemli bir ihtilaf sebebidir. Yani bir imamın/mezhebin sahih kabul ettiği bir rivayeti, bir diğerinin sahih kabul etmemesi sonucu ortaya çıkan ihtilaflar vardır.
Kimsenin herhangi bir imama "Sen niye bu sartı koydun da su sartı koymadın?" gibi bir soru sormaya hakkı ve haddi olmadığına göre, bu noktadan kaynaklanan ihtilaflar bulunması da son derece tabiidir.
Dolayısıyla herhangi bir mesele hakkında ayet veya hadis bulunması, o meselede ihtilaf edilmemesini tek basına sağlamaz.
Ya da söyle diyelim: Bir meselede ayet ve hadis var diye o meselede içtihad farklılığı olmaz, demenin hiçbir ilmî kıymeti ve pratik karsılığı yoktur.
Kur’an ve Sünnet’te Yer Almayan Meselelerin Çözümü
Hakkında Kur'an ve Sünnet'te hüküm bulunmayan hususlarda ne sekilde hareket edileceği konusuna gelince. Müçtehid imamlar'ın mezheplerini birbirinden farklı kılan önemli unsurlardan birisidir. Özellikle "tali deliller" dediğimiz istihsan, Đstıslah, Mesalih-i Mürsele, Sedd-i Zerayi', Medine Ehli'nin uygulaması… gibi unsurların bir kısmının bir kısım imamlar tarafından benimsenmemesi sonucu farklı içtihadların ortaya çıktığını görüyoruz.
Mesela imam es-Sâfi'î, Hanefîler ve hatta Malikîler tarafından benimsenen "İstihsan"ı kabul etmemis, Hanefîler,Sâfi'îler ve Hanbelîler Medine Ehli'nin uygulamasının delil teskil etmeyeceğini söyleyerek imam Mâlik'ten ayrılmıslar, Hanefîler mürsel hadisi delil kabul ederken imam es-Sâfi'î, Sa'îd b. el-Müseyyeb'in müselleri hariç, diğerlerini reddetmistir…
Örnekleri uzatmak mümkün. (Bu konu hakkında Mustafa Sa'îd el-Hınn'ın, dilimize “İslam Hukukunda Yöntem Tartısmaları” adıyla çevrilen kapsamlı çalısması son derece aydınlatıcı ve tavsiyeye sayandır.)
Sorunun "Mezhepler olmasaydı ne olurdu?" diyen üçüncü kısmına gelince, bunun yanlıs bir soru olduğunu söylemeliyim. Zira yukarıdan beri yapılan izahatın su noktayı ortaya koymus olması gerekir:
Mezheplerin varlığı esyanın tabiatındandır. Zira farklı anlasılmaya müsait nasslar ve farklı anlayıs biçimleri var oldukça, farklı mezheplerin var olması kadar normal ve hatta "kaçınılmaz" bir sey olamaz. Eğer nasslar farklı anlasılmaya müsait olmasaydı ve herkesin anlayısı aynı olsaydı, iste o zaman mezheplerin varlığı anormal olurdu.
Burada sunu da söylemek mümkün: Evet bu zorunlu durum, Ümmet-i Muhammed'e bir "rahmet" olarak yansımıstır; bu doğrudur. Ama unutmayalım ki, bu bir "sonuç"tur. Yani mezhepler "Ümmet'e kolaylık olsun diye" özellikle olusturulmus değildir. Onların zorunlu varlığı, Ümmet'e kolaylık ve rahmet olarak yansımıstır…
Gülistan: Mezhepsizlik fikrinin kaynağı nedir? Bir mezhebe uymak zorunlu mudur?
Muhakkik alimlerden Zahid Kevseri Hazretlerinin “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür” sözünü açıklar mısınız?
Ebubekir Sifil:
Aslına bakarsanız "Mezhepsizlik" diye bir sey yoktur. Mevcut mezheplerden birisini benimsemeyenlerin dahi bir mezhepleri olmak zorundadır ki bu, ya yeni ve müstakil bir mezheptir, ya da mevcut mezheplerin içtihadlarından meydana getirilen karma bir olusumdur. Zira, birinci sorunun cevabını verirken mezhep olgusunun niçin "zorunlu" olduğunu belirtmistik.
Mezhepsizlik Nedir?
O halde "mezhepsizlik" diye ifade edilen sey nedir? Bu sorunun en kestirme cevabı sudur: Mevcut mezheplerden birisiyle ameli kabul etmeyip, yeni bir olusuma gitmek mezhepsizlik olarak ifade edilmektedir. Buradaki "yeni olusum" eğer yeni ve müstakil bir mezhebi anlatıyorsa, söylenecek bir sey yoktur.
Bugün kendisini müstakil bir mezhep kuracak yetkinlikte, yani "mutlak müçtehid" olarak gören birileri varsa, tabii ki yeni bir mezhep tesis edebilirler. Ancak bunun bugün mümkün olmadığı ortadadır. Zira "yeni içtihad" çağrısı yaklasık iki buçuk asırdır dile getiriliyor; buna rağmen ortaya yeni bir Usul-i Fıkıh konmus değil! Usul-i Fıkıh olmadan mezhep olur mu? Mezhep dediğiniz yapı, Usul-i Fıkıh sistemi üzerine kurulur. Bu yoksa, o da yoktur.
Dolayısıyla geriye ikinci sık kalıyor: Mevcut mezheplerin içtihadlarından elde edilen "karma" bir mezhep. Bunun caiz olmadığını ise muhakkik alemler açıkça belirtmislerdir.
Mezhepsizlik fikrinin kaynağı konusunda söylenebilecekler de iki baslık altında toplanabilir:
1. Doğrudan Kur'an ve Sünnet'le amel etme iddiası.
2. Mevcut mezheplerin içtihadlarının yetersiz/eskimis olduğu ve yeni içtihadlar yapılması gerektiği düsüncesi.
Birinci düsünceyi benimseyenler, tamamen dinî endiselerle hareket ederler. Onlara göre mezhep imamlarının taklid edilmesi, kisiyi sirke kadar götüren gayri mesru bir tutumdur.
Müslümanlar baskalarını taklid etmekle değil, Kur'an ve Sünnet'le amel etmekle mükelleftir.
Ne kadar iyi niyetle dile getirilirse getirilsin, bu düsüncenin, ayakları yere basan bir yaklasımın ürünü olduğunu söylemek mümkün değildir. Zira herkesin müçtehid olmasını istemek, herkesin doktor ya da avukat olmasını istemek kadar, hatta ondan daha fazla abestir, "uçuk"tur! Tarih içinde ibn Hazm, bilahare de es-Sevkânî tarafından dillendirilen "taklidin haramlığı" iddiası, günümü de de kendisine "Selefî" diyen bazı kardeslerimiz tarafından tekrar edilmektedir.
İkinci yaklasım ise dinin modernizasyonu/reformizasyonu düsüncesini savunanlar tarafından dile getirilmektedir. Onlara göre "Din" ile "Fıkıh" birbirinden ayrı seylerdir.
"Din", değismezler sahasını olustururken "Fıkıh" çerçevesine giren hususlar değisime tabidir; zaman ve zemine göre değisiklik gösterir.
Bu düsüncelerin her ikisi de "Fıkıh" sistemini, bilhassa Usul ve Kavaid sahalarını tam anlamıyla kavrayamamanın ya da dikkate almamanın ürünüdür. Zira Usul ve Kavaid'e hakkıyla islerlik kazandırıldığında, Müslümanlar'ın çözemeyeceği, içinden çıkamayacağı mesele yoktur.
Bu saikle hareket edenlerin genellikle, "genellikle" diyorum, çünkü hepsini aynı kefede değerlendirmek doğru değildir, ideolojik bir zeminde, Đslam'ı bir yerlere, bir seylere uydurma çabasıyla hareket ettiği görülüyor. Ana dilde ibadet gibi, miras paylasımı ve çok eslilik gibi modern çağın değer yargılarına uymayan bütün ahkâmın red ve ilgasını hedefleyen bu yaklasımın temsilcileri, genellikle dinin rasyonellestirilmesi zemininde hareket eder; hadislerin reddi ya da en azından "hafife alınması", Kur'an ayetlerinin yorumunda keyfîlik… gibi tavırlarla dikkat çeker.
Allame Zâhid el-Kevserî merhumun "Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür" sözü, Makâlât adlı eserinde yer alan bir makalenin baslığıdır. Gerçekten son derece hikmetli bir sözdür. Ne ifade ettiğine gelince, asağıdaki adreslerde konuyla ilgili detaylı bilgi bulunmaktadır:
Özeti sudur; Mezheplerin reddi, onların üzerine oturduğu "Kur'an ve Sünnet telakkisinin" reddi anlamına gelmektedir ya da son tahlilde yolu oraya çıkmaktadır. Bu da sonuçta Kur'an ve Sünnet'in "delil", yani "yol gösterici, rehber" olmaktan çıkarılıp, çağa göre, insanların heva ve heveslerine göre yorumlanabilen nesneler haline dönüstürülmek istenmesiyle olmaktadır. Bir müslümanın Kur'an ve Sünnet'i bu konumda görmesi mümkün değildir. Zira bu iki kaynak çağa, ya da sunun bunun hevasına göre yorumlanmaz; onlara ittiba eder, tabiolur kurtulursunuz. Mesele bundan ibarettir!
Gülistan: Dört hak mezhep” nasıl belirlenmistir? Bunların dısındaki mezheplerin konumunu izah edermisiniz.
Ebubekir Sifil:
"Dört hak mezhep" tabiri, birinci sorunun cevabını verirken de isaret ettiğim gibi, bir çok mezhep içinden sadece dördünün usul'üyle, kaynakları ve ilkeleriyle bize kadar intikal etmesi sonucu, yani tarihî realitelerin sonucu olarak ortaya çıkmıs bir tabirdir.
Ehl-i Sünnet çizgi içinde bu dördünden baska bu söylediğim çerçevede bize intikal etmis baska bir mezhep yoktur. Bu cümleden olarak mesela Süfyan es-Sevrî'nin ya da el-Leys b.Sa'd'ın mezhebi de usul, kavaid, füruat ve kaynaklarıyla müesses olarak bize kadar sağlambir sekilde gelmis olsaydı, o zaman "Bes hak mezhep" ya da "Altı hak mezhep" tabirini kullanacaktık. Ama takdir-i ilahi, bu mezhepler içinden sadece dördünün yasamasıseklinde
tecelli etmistir.
Ehl-i Sünnet çizgide bunların dısında ve bunların seviyesinde baska bir mezhebî olusum yüzyıllardır mevcut olmamıstır. Sia'da ya da baska bid'at fırkalar bünyesinde bu türlü olusumlar mevcut olabilir/olmustur. Ama bunlar, kaynakları, Kur'an ve Sünnet anlayısları bakımından Ehl-i Sünnet'le farklılık arz ettiği için konu dısıdır.
Gizli Bid’at Ehli
Burada bir noktaya dikkat çekmeden geçmek eksiklik olacaktır; Ehl-i Sünnet bir toplumda yasadığı halde, Ehl-i Sünnet'e aykırı itikadî bir çizgi benimseyen, fer'î alanda da birtakım yeni içtihadlarda bulunan, ama bütün bunları "yeni içtihad yapıyorum" ya da "Ehl-i Sünnet'i beğenmiyorum/yetersiz veya yanlıs buluyorum"demeden yapan bazı kisilerin bulunduğuna bilhassa dikkat etmelidir.
Bunlar sizinle benimle aynı ortamları paylasan, bizlerin okuduğu gazetelerde/dergilerde yazı yazan insanlardır. "Müslümanların mağduriyeti", "Filistin ve Çeçenistan sorunu", "Basörtüsü meselesi" gibi birtakım hassasiyetlerimizi de paylasır, hatta sahiplenirler. Ama öte yandan gerek itikadî, gerek Fıkhî sahada tarih içinde var olmus hiçbir İslamî olusumun söylemediği seyler söyler, fetvalar verirler. Ama nedense bunların varlığı kimseyi rahatsız etmez! Đnsanımızın bu noktaya çok dikkat etmesi lazım.
Hak mezheplerin dısındakiler "bid'at" olusumlardır. Kaynakları okuma biçimleri ve hüküm çıkartma tarzları Ehl-i Sünnet ile örtüsmez. Yani "Din tasavvurları" farklıdır. Dolayısıyla hemen yukarıda dikkat çekmeye çalıstığım kimse ve kesimler de dahil olmak üzere, bu tarz yönelislerin sahip ve temsilcilerinin söylemlerine -ne kadar süslü, cazip ve içten olursa olsun- aldanmamak durumundayız.
Gülistan: Fıkıhta değisen hayata ve zamana göre dört mezhep çizgisinin dısına çıkılması uygun mudur? Bu uygunluk aranmadan bu tür bir çıkıs yapılsa sonuçları sizce ne olur ?
Ebubekir Sifil:
Dört Mezheb'in usulleri iyi incelenirse görülecektir ki, hayatımızı islamî kılmak için bu usuller fazlasıyla yeterlidir. Yeter ki bihakkın anlasılsın ve isletilsin. Elbette mezheplerin içtihadları içinde, örfe dayanılarak verilmis birtakım hükümler, örfün değismesiyle değisecektir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken baslıca iki husus vardır:
1. Değismesi gerektiği düsünülen hüküm, örfe binaen verilmis olacaktır. Bundan emin olunmalıdır.
2. Onun yerine getirilecek hükmün dayanağını teskil edecek olan yeni örfün de Edille-i Ser'iyye esasında sahih/muteber örf olması elzemdir. Bu sadece bir örnektir ve konu üzerinde süphesiz daha uzun boylu seyler söylenebilir /söylenmelidir. Ancak bu söylesi çerçevesinde tekraren vurgulamıs olalım ki, Dört Mezheb'in ulemasının tesbit ettiği Usul ve Kavaid çerçevesinde çözüme
kavusturulamayacak problem yoktur.
Dört Mezheb'in dısına çıkılacak olursa ne olur? Usul-i Fıkıh ile Đtikad arasında kopmaz bir iliski vardır. Yani siz, Usul'de Ehl-i Sünnet, füruda Mu'tezilî ya da Modernist olamazsınız. Zira Mu'tezile'nin ve Modernizm'in kaynak/delil anlayısı, genel "Din" anlayısının dısında ve onunla irtibatsız değildir. Dolayısıyla Mu'tezile'nin fer'î çözümlerini benimsediğinizde Usul'ünü benimsemis, dolayısıyla Din tasavvurunu paylasmıs olursunuz.
Günümüzde bu nokta çoğu zaman gözden kaçırılıyor. Dikkat etmek gerekir
***
meshepsizilik
Bismillâhirrahmânirrahîm
Bilindiği gibi "Mezhepsizlik Dinsizliğin Köprüsüdür" sözü, yirminci yüzyılın yetiştirdiği en büyük alimlerden ve son Osmanlı Şeyhülislam vekillerinden biri olan merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'ye aittir ve merhumun "Makâlât" adlı eserinde yer alan makalelerden birisinin başlığıdır.[1]
Bu hikmetli söz, bahse konu makale neşredildikten sonra adeta darb-ı mesel haline gelmiş ve dilden dile yayılmıştır. Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle başlıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım. Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır.
Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır. Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir.
Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda başgösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır.
İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz:
Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz.
Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu" söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.[2] Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır? Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak:[3]
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.[4] Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.[5] Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir. Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler. Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde[6]– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle[7] güçlendirilmeye çalışılmıştır. Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir. Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.[8] Bizzat Allah Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir.
Tabiatiyle modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi. Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi.
Geçmiş alimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu. Burada, alimlerin (buradaki "alimler"den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh alimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid") olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski alimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine baş vurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "Allah'ın Kitabı'na aracısız olarak baş vurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu.
Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olanTefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri[9] için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.
Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir.
Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir.
Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur.
Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, Allah'ın dini hakkında söylediği her söz ve ileri sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir. Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz:
Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır?
Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır. Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir.
İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat Allah Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlışılır biçimde ortaya koymaktadır. Selam, hidayete tabi olanlara...
Ebubekir SİFİL
MEZHEBSİZLİK DİNSİZLİĞE GİDER !!!
Bu yazıda, bu sözün ne anlama geldiği ve İslam Dünyası'nın yaşadığı ilmî ve fikrî tecrübeye ne ölçüde denk düştüğü gibi hususları irdelemeye çalışacağız.
Öncelikle bu şaklıkta geçen iki kavramın, "mezhepsizlik" ve "dinsizlik" kavramlarının nasıl anlaşılması gerektiği üzerinde duralım. Buradaki "mezhepsizlik", hem hiçbir mezhebi tanımamayı, hem de klasik tabiriyle "telfik"i, yani mezheplerin hükümleri arasından bir derleme ve seçme yaparak karma bir mezhep oluşturmayı anlatmaktadır. Zira her birinin ayrı bir usul ve metodu olan mezheplerden hiçbirisini tanımamakla, aralarındaki ihtilafları ve bunların sebeplerini görmezden gelerek bu metot ve usuller doğrultusunda konmuş olan hükümleri birleştirme girişimi arasında netice olarak hiçbir fark yoktur. Çünkü son tahlilde her iki davranış şekli de, belli bir metodu iltizam etmeme noktasında buluşmaktadır.
Başlıktaki cümlede yer alan "dinsizlik" ise, hiçbir dini tanımamaktan ziyade, dinler arasında herhangi bir fark gözetmemek ve muhtelif dinlere mensup insanları aynı kategoride değerlendirmek anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi İslam Dünyası'nda baş gösteren –ve genellikle Cemaleddin Efganî ile başlatılan– "yenilikçi" hareketin en önemli taleplerinden birisi ve belki de birincisi, Müçtehit İmamlar'ın içtihatlarının artık eskidiği, miadını doldurduğu ve bugünün meselelerine çözüm getirmekten uzak kaldığı gerekçesiyle yeni içtihatlar yapılmasıdır. İslam Hukuku'nun (Fıkıh) modernize edilmesi ve çağa uydurulması için, içtihat mekanizmasının temel unsurları ve belirleyicileri olan Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas'ın yeniden gözden geçirilmesi ve akılcı bir bakış açısıyla yeni yorumlara ve fonksiyonlara kavuşturulması şeklinde başlayan bu hareket, geçen zaman içinde muhtelif veçhelere büründü ve farklı yönelişlere teşne oldu.
Her ne kadar yenilikçilerin muhtelif konularda birbiriyle bağdaşmayan çeşitli görüşleri ve bu görüşler etrafında –taraftarları ve karşıtları arasında– cereyan eden tartışmalar konumuzla yakından ilişkili ise de, bu yazının amacı bu ayrıntıya girmek olmadığından, burada sadece yukarıdaki kuşbakışı tesbite şu noktayı eklemekle yetineceğiz: Az önce "yenilikçi hareket" şeklinde ifade ettiğimiz reformist/modernist yaklaşımın talepleri ve teklifleri elbette Fıkıh ve İçtihat sahalarına münhasır değildi. Bu hareketin boyutlarının kaçınılmaz olarak Akait alanına da uzandığını müşahede etmekteyiz. Nitekim Cemaleddin Efgânî'den başlayarak Fazlur Rahman'a ve oradan da günümüz Türkiye'sindeki bazı isimlere uzanan "İbrahimî dinlerin diyaloğu"söylemi, (kimi zaman bu dinlerin esasta bir olduğu, kimi zaman da Ehl-i Kitab'ın da cennete gideceği şeklindeki iddialarla) reformist/modernist çevrelerin üzerinde ısrarla durdukları bir tez olarak canlılığını muhafaza etmektedir.(2) Her ne kadar meselenin bu boyutu konumuz ile yakından ilişkili değilmiş gibi görünse de, bu yazının başlığı, bu boyutu da ilgi alanımız içine sokmaktadır. Zaten aşağıda izleyeceğimiz 4 merhalenin sonuncusu üzerinde dururken bu nokta kendiliğinden tebellür edecektir...
Evet, reformist/modernist çevrelerin talepleri "yeni içtihatlar yapılmalıdır" söylemiyle, aslında "eski" içtihatların Kur'an, Sünnet, İcma ve Kıyas hakkındaki değerlendirmelerinin geçersizliğini dile getirmiş oluyordu. Peki bu 4 asl hakkında reformist/modernist çevrelerin yaklaşımı genel olarak nasıldır?
Bu sorunun cevabını, söz konusu 4 aslın sonuncusundan başlayarak verecek olursak(3)
1- Kıyas: Kıyas, nasslardaki hükmün dayandığı illetin tesbitine dayanan bir faaliyettir.(4) Dolayısıyla tabiatı gereği, ahkâma ilişkin nassların tek tek ele alınması ve hükme temel yapılması esasına dayanır.(5) Oysa nassların tümünün bir arada değerlendirilmesi (tümevarım) yoluyla mesajı özü/ruhu yakalanarak buradan bütünlük arzeden bir metodoloji geliştirilmeli ve çözüm bekleyen meselelere bu metodoloji esas alınarak cevap verilmelidir.
Reformist/modernist çevreler, bu yaklaşımlarına, Malikî mezhebinde tali (ikincil) bir delil olan "maslahat" unsurundan ve özellikle Endülüs'lü Malikî fakihi eş-Şâtıbî'nin bu unsur hakkındaki değerlendirmelerinden de destek aramayı ihmal etmediler. Çerçevesi şu ana kadar net olarak çizilememiş olan "Kur'an'ın ruhu" söylemi ve maslahat prensibinin –belirleyicilik alanı Malikî mezhebinin yaklaşımını çok daha fazla aşacak şekilde(6)– devreye sokulması sonucu Kıyas prensibi devre dışı bırakılmış oluyordu.
2- İcma: Sahabe'nin ileri gelenleri tarafından işletilmeye başlanmış bulunan İcma prensibi, fer'î bir mesele hakkında bir dönemde yaşayan bütün müçtehit imamların içtihatlarının aynı doğrultuda oluşması demektir. Tafsilatını yine Usul-i Fıkıh kitaplarına havale edeceğimiz bu prensip de reformist/modernist çevreler tarafından aşındırılmaya çalışılmıştır. İcma'ın vukuunun mümkün olmadığı; hakkında icma bulunduğu söylenen meseleler hakkında, iyi araştırıldığında aslında ihtilaf bulunduğu, tarihin bir döneminde meydana gelmiş bir icmaın, başka bir dönemde aynen kabul edilmesinin, insan aklının dondurulması demek olacağından, böyle birşeyin kabul edilemeyeceği gibi bir çok gerekçeye dayandırılan İcma itirazları, İmam eş-Şâfi'î'nin konu hakkındaki bazı değerlendirmeleri de istismar edilmek suretiyle(7)
Oysa İcma, fer'î bir hüküm hakkındaki bir nassa dayanıyorsa, o nassın bildirdiği hükmü zannî olmaktan çıkarıp kat'î kılması ve İslam Hukuku alanında derin vukufiyet sahibi Müçtehit İmamlar'ın konsensüsü olması bakımından İlahî İrade'nin tesbitinde elbette belli bir fonksiyon icra etmektedir. Üstelik reformist/modernist çevreler, İcma hakkındaki değerlendirmelerinde yukarıda söylediğimiz noktada da durmadılar. Birtakım hadislerde geçen "ümmet" kelimesinin, Ümmet-i Davet dediğimiz gayri müslimler ile Ümmet-i İcabet dediğimiz müslümanlar arasında herhangi bir ayrım yapmadan tümünü, yani bütün insanları kapsadığını ileri sürerek, Hz. Peygamber (s.a.v)'in ümmetinin bütün insanlık olduğunu söylediler.(8)
Bizzat ALLAH Teala'nın Kitabı'nda ve Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nde en keskin hatlarla çizilmiş olan iman-küfür sınırı, reformist/modernist çevreler tarafından böylece ortadan kaldırılmış ve bunun yerine, özellikle masonik çevrelerin dillendirdikleri "insanlık dini", "tüm insanların kardeşliği" sloganları, İslamî kılıflara büründürülerek yeniden ifade edilmiş oluyordu.
3- Sünnet: Mezhep İmamları'nın içtihatlarının büyük bir kısmının Sünnet'e dayanıyor olması ve Sünnet'in ve hadislerin birçok noktada rasyonel bakış açısına aykırılıklar arz ettiğinin kabul edilmesi, temelde akılcılığa (rasyonalizm) dayanan reformist/modernist hareketi, Sünnet'i ve hadisleri de "sorgulamaya" itmiştir. Tabiatıyla modern akla ve bugünkü bilimsel verilere uymadığı kabul edilen birçok hadis, bu bakış açısı tarafından "uydurma" olarak kabul edildi. Bu yaklaşımı desteklemek için, sadece Kur'an'ın ilahî garanti altında olduğu ve Sünnet için böyle bir garantiden söz edilemeyeceği temel bir tez olarak ısrarla işlendi. Zira işin içine beşer unsuru girdiği anda şüpheci davranmak "bilimsel" davranışın bir gereği idi. Geçmiş âlimler tarafından sahih olarak kabul edilmiş olsa da, pek çok hadis, reformist/modernist çevreler tarafından "uydurma" olarak damgalandı. Böylece Sünnet'in büyük bir kısmından kurtulma imkânı doğmuş oluyordu.
Burada, âlimlerin (buradaki "alimler”den kastımız, özellikle Fıkıh ve Usûl-i Fıkıh âlimleridir), mütevatir ve meşhur kategorisine girmeyen hadisleri "ahad hadis" (veya "haber-i vâhid) olarak değerlendirmeleri ve bu tür hadislerin ilim bildirmeyeceğini söylemeleri de, reformist/modernist çevreler tarafından iddialarını destekleyici bir unsur olarak kullanıldı. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta da, "Kur'an'a aykırı hadis olamayacağı" söylemidir. Bu söyleme göre eğer herhangi bir hadis –isterse eski âlimler tarafından mütevatir olduğu söylenmiş olsun– Kur'an'a aykırılık teşkil ediyorsa, onun sahih olarak kabul edilmesi söz konusu olamaz.
Oysa Kur'an'a aykırı görüldüğü gerekçesiyle uydurma olduğu söylenen hadisler hakkında, meseleyi bütün veçheleriyle araştırmadan verilen bu hükümler, Hz. Peygamber (s.a.v)'in Sünneti'nin büyük bir kısmının iptal edilmesinden başka bir anlama gelmemektedir. Meselenin bir diğer yönü de, Sünnet'in yol göstericiliğine başvurmadan Kur'an'a doğrudan gitme söyleminin bünyesinde barındırdığı tehlikeler ile karşımıza çıkmaktadır. Tam bu noktada 4. merhale ile karşı karşıya geliyoruz ki, meselenin en can alıcı noktasını da burası oluşturmaktadır.
4- Kur'an: Kur'an ayetlerinin anlamı ve ihtiva ettiği hükümlerin anlaşılıp uygulanması noktasında Sünnet'in otoritesi de dahil olmak üzere hiçbir vasıta kabul etmeye yanaşmayan reformist/modernist anlayış, bu aşamada artık önünde uçsuz bucaksız bir hareket alanı bulmaktadır. "Fikir hürriyeti", "ALLAH'ın Kitabı'na aracısız olarak başvurmak", "Kur'an'ın, kendisini "açık/anlaşılır" bir kitap olarak nitelendirmesi"... gibi pek çok söylem burada devreye girdi ve artık her isteyen, Kur'an ayetlerinden istediği hükmü çıkarma "özgürlüğüne" kavuşmuş oldu. Yüzyıllar içinde bitmez tükenmez samimi çabalarla ve tam bir ehliyetle vücuda getirilmiş olan Tefsir ve Fıkıh kitapları, Müfessirler, Fakihler ve diğer ulema, binbir ithamla töhmet altında bırakıldı ve asırların bilgi birikimi hoyratça çiğnenerek devre dışı bırakıldı.
Oysa Kur'an'ın doğru anlaşılması ve tefsiri(9) için öncelikle ilmîliği ispatlanmış bir metot geliştirilmesi gerekir. Böyle bir metot olmadan Kur'an'dan hüküm çıkarmak, onu tahrif etmekle eş anlamlıdır.Nitekim günümüzde bunun büyük bir rahatlıkla yapıldığını görmekteyiz. Her isteyen, Kur'an'dan istediği hükmü çıkarmakta ve "ben böyle anlıyorum" diyerek işin içinden sıyrılmaktadır.
Tevrat ve İncil'in aslında çok da fazla tahrife uğramadığı, dolayısıyla bu kitaplara inanan Yahudi ve Hristiyanlar'ın da "hak din" ve "tevhid dini" üzere olduğu hükmünden tutunuz, Kur'an'da yer almayan bir hükmün Hz. Peygamber (s.a.v) de olsa hiç kimse tarafından konamayacağı tesbitine kadar, aslında İslamî olmayan pek çok anlayış, güya Kur'an merkeze alınarak vaz edildi. Kur'an ve Sünnet tarafından konmuş olan en temel sabiteler bile yıkılıp geçildi ve ortaya ne idüğü belirsiz bir din çıktı. Her ortama ayak uyduran, her anlayışa uyan, hiç kimsenin hiçbir anlayış ve hareketine müdahale etmeyen, uyulsa da olur uyulmasa da kabilinden varla yok arası bir din!
İşte bu yazının başından beri 4 merhale halinde sıralamaya çalıştığımız bu hareket, aşama aşama bu noktaya geldi. Din'de Mezheb'in niçin önemli olduğu, tam bu noktada kendisini bütün ağırlığıyla hissettirmektedir. Çünkü Mezhep, dinî hassasiyettir, din hakkında konuşmanın ve dinî bir hüküm vermenin kuralı, çerçevesi ve sistemidir.Mezhep, metot demektir; mezhepsizlik ise metotsuzluktur. Metotsuz, kaidesiz yapılan her türlü faaliyet ise karmaşaya ve yanlışlığa düşmeye mahkûmdur. Mezhep tanımayan insan, kendisini metotsuzluğa, karmaşaya ve belirsizliğe atmış demektir. Dolayısıyla onun, ALLAH'ın dini hakkında söylediği her söz ve ile sürdüğü her görüş, daha baştan yanlış olarak damgalanmayı hak etmiştir.
Kendisini mezhep imamlarından üstün görerek onların kurdukları sistemleri yıkma selahiyetinde gören kimseler, aslında dinî bir kurumu tahrip etmiş olmaktadırlar. Bunun neticesi ise, yukarıdan beri gördüğümüz gibi sonunda zarûrât-ı diniyye dediğimiz alana kadar gitmektedir. Zira bu hareket, nerede duracağı –onu yürütenler tarafından bile– önceden kestirilemeyen bir "kör gidiş"i ifade etmektedir.
Mezhep tanımadığını söyleyenlere sorunuz:Bugüne kadar Kur'an ve Sünnet'i anlama ve onlardan hüküm çıkarma konusunda geliştirdiğiniz dört başı mamur bir usûl/metot var mıdır? Bu soruya verebilecekleri en küçük bir olumlu cevap yoktur. Mezhep ve metot tanımadığını, geçmiş ulemanın bize bıraktığı devasa ilmî mirası yıkmakla, yıpratmakla meşgul olmaktan başka bir mahareti olmayan böyle kimseler, kendi içlerinde korkunç çelişkilere düşmekten kurtulamıyorlarsa, sebebi burada aranmalıdır.
Her ne kadar hiçbir mezhebe bağlı olmama düşüncesi mutlak olarak ve her zaman yukarıda çerçevesini çizdiğimiz "dinsizlik" vakıasına götürmese de, bu başlangıcın, genellikle bu sona götürdüğünü de görmezlikten gelmemiz mümkün değildir. İşte bugün aşama aşama gelinen noktada bizzat ALLAH Teala ve O'nun Resulü tarafından çizilmiş olan iman-küfür sınırının pek çok reformist/modernist tarafından ortadan kaldırılması, Muhammed Zâhid el-Kevserî merhumun, bu yazıya başlık olarak seçilen sözünün ne kadar doğru ve hikmetli bir söz olduğunu en anlaşılır biçimde ortaya koymaktadır.
Selam, hidayete tabi olanlara...
************************************************** ******************************
DİPNOTLAR
1- "Makâlât", el-Kevserî merhumun, Mısır'daki muhtelif dergi ve gazetelerde neşredilmiş olan ve her biri ayrı bir ilmî kıymeti haiz bulunan makalelerinin, vefatından sonra sevenleri ve talebeleri tarafından derlenerek bir kitap haline getirilmesiyle oluşturulmuştur. Fıkıh ve Usul-i Fıkıh'tan Hadis ve Usul-i Hadis'e, Kur'an ilimlerinden Akaid ve Tarih'e kadar pek çok konu yanında güncel meselelerin de derin bir vukufiyet ve kuvvetli bir ilmî dirayet ile ele alındığı "Makâlât", günümüzde de kaynak eser olma özelliğini sürdürmektedir. Tarafımızdan tercüme edilmiş olan bu kıymetli eser, inşâALLAH yakında neşre hazır hale getirilecektir. el-Kevserî merhumun hayatı, şahsiyeti ve ilmî yönü hakkında geniş malumat edinmek isteyenler, 9-10 Aralık 1995 tarihinde Düzce'de düzenlenen Muhammed Zâhid el-Kevserî Sempozyumu'nda sunulan tebliğlerin bir araya getirildiği "Muhammed Zâhid el-Kevserî –Hayatı-Eserleri-Tesirleri-" adlı kitaba (Seha neşriyat, İstanbul-1996); "Makâlât"ın muhtevası konusunda da adı geçen kitabın 147-151. sayfaları arasında yer alan "Makâlâtu'l-Kevserî'nin Değerlendirilmesi" adlı tebliğimize bakabilirler.
2- Bkz. Mustafa Fevzî, "Da'vetu Cemâliddîn el-Efğânî", 241 vd.; Fazlur Rahman, "ALLAH'ın Elçisi ve Mesajı", 123; "İslam", 36; "Ana Konularıyla Kur'an", 317. Fazlur Rahman, "İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp"ta da (8) şöyle der: "Sufîler, geniş bir insancıllık ve hoşgörüyü yerleştirmişler; inançlarına bakmaksızın bütün insanlığa yardım etmişlerdir. Onların bu tutumları aynı zamanda ahlakî ve manevî göreceliğe de katkıda bulunmuştur. Böylelikle onlar, tarih boyunca karşılaşlan bütün dînî ve beşerî inanç ve düşünce sistemlerini meşru göstermişlerdir. Her ne kadar bu tutum Ehl-i Sünnet tarafından hoş karşılanmamışsa da, yakından bakıldığında bizzat Kur'an'ın öğretisinden o kadar da uzak değildir. Çünküa Kur'an-ı Kerim; yeryüzünde hiçbir millet ve toplumu rehbersiz bırakmadığını ve İlâhî rehberliğin Yahudiler'in, Hristiyanlar'ın ve Müslümanlar'ın özel imtiyazı olmadığını devamlı surette vurgular. Bununla birlikte, Kur'an, dinde bir evrimin olduğunu ve kendisinin ilâhî rehberlik ve vahyin en yüksek ifadesi olduğunu, diğer taraftan öbür dinlerin isetemel hakikatleri ihtiva etmelerine rağmen, yer yer tahrif edildiklerini ve yanlış yorumlarla bezendiklerini ifade eder." Benzeri ifadeler için aynı eserin 34. sayfasına da bakılabilir. Bu düşünce ve iddiaların eleştirisi için bizim "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. cildine (16 ve 17 numaralı yazılar) bakılabilir.
3- Burada bu yaklaşımın sadece teorik olarak mantık yapısı verilmektedir. Bunlara cevap verilmesi bu yazının amacının dışındadır.
4- İlletlerin tesbiti, Usul-i Fıkıh kitaplarında "mesâliku'l-ille" diye isimlendirilen metotlarla yapılır. İbarelerin gramatik yapısından, başka birtakım özelliklerine kadar birçok husus burada belirleyici rol oynar. Ayrıntı için Usul kitaplarına başvurulabilir.
5- "Yenihlikçi" yaklaşım tarafından "parçacı" olmakla suçlanan bu metot, aslında hükme medar olan illetin tesbitine dayanması bakımından ahkâmın dayandığı temelin belirlenmesinde en sağlam metottur. Zira bu metot sayesinde bir hükmün niçin vaz edildiği tesbit edilir ve aynı özellikteki diğer konular hakkında da rahatça aynı hükmün yürütülmesi temin edilir. Hz. Peygamber (s.a.v) de dâhil olmak üzere İslam'ın ilk dönemlerinden itibaren kullanılmış olan Kıyas metodu, ehil kimseler tarafından uygulandığında nassların lafzına ve ruhuna en uygun hükümlerin verilmesinin de bir garantisidir.
6- Zira Malikî mezhebinde tali bir delil olarak kabul edilen "maslahat", hiç bir zaman nassların önüne geçirilmemiştir. İslam âleminde ilk defa Hanbelî mezhebine bağlı olduğu söylenen ve hakkında pek ağır ithamlar yapılmış bulunan Necmuddîn Süleyman b. Abdilkavî et-Tûfî tarafından nassların önüne geçirilecek derecede çerçevesi geniş tutulmuş olan maslahata böyle bir fonksiyon tanınacak olursa, insanların faydası, Yüce ALLAH'ın, nasslarda ifadesini bulmuş olan iradesinin önüne geçirilmiş olur. Bu da, Yüce ALLAH'ın, insanların maslahat ve menfaatini bilemediği gibi çok tehlikeli bir sonuca kapı açar. Oysa kulların gerçek maslahatı, nassların belirlediği hükümlere aynen uymakta saklıdır. Öte yandan burada, insanların maslahat ve menfaatini tesbitte, bilgi ve faaliyet alanı sınırlı olan insan aklından başka hiçbir belirleyici yoktur. Yanılmak ve hata yapmakla malul olan insan aklının tesbit ettiği maslahat, özellikle modern dünyaya hakim olan "değişim" anlayışı doğrultusunda sürekli olarak değişik veçheler gösterecektir. Dolayısıyla bu noktada bugün doğru dediğimize yanın yanlış deme garabetine düşmekten bizi kim koruyabilir?
7- Biz, İmam eş-Şâfi'î'nin İcma konusundaki görüşünü ve İcma hakkındaki spekülasyonları, "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi" adlı çalışmamızın I. (19 numaralı yazı) ve II. ciltlerinde (10 numaralı yazı) etraflıca ele almıştık. Dileyen oralara başvurabilir.
8- Bkz. Yaşar Nuri ÖZTÜRK, "Kur'an'daki İslam", 224; Hasan Hanefî, "İslâmiyât" dergisi, 1/4, Ekim-Aralık, 1998, 224.
Yaşar Nuri öztürk, Ümmet hakkındaki bu görüşünü İbn Manzûr'un "Lisânu'l-Arab"ına ("Ümmet" maddesi) dayandırmaktadır. Oysa adı geçen eserde Ümmet'in İslamî literatürde bu anlama geldiğini gösteren herhangi bir ifade mevcut değildir.
9- Burada "yorum" kelimesini bilinçli olarak kullanmıyoruz. Bkz. "Modern İslam Düşüncesinin Tenkidi", II, 68 (3 numaralı yazı, 27 numaralı dipnot).
HÜSEYİN AVNİ DEN NAKİL
Guraba mecmuasından/ H: Avni Hocanın makalesinden bir kısım
Hindistan ve pakistan bölgesindeki mezhebsizlik cereyanları hakkında:
A’zami, Mezhebsizlerin, dünya menfaati için, İngilizlerle beraber olup, İslâm cihâdına karşı nasıl bir tavır takındıklarını, değişik değişik işlerle sömürgecilerin menfaatine nasıl hizmet ettiklerini ve Müslümanların istiklâl harbi hareketine nasıl zarar verdiklerini aşağıda gelecek altı merhale ile ( kısaca) şöyle izah ediyor:
Birincisi: Önce, bu cihâdın İslâmî bir cihâd olmadığı ve Hindistan’ın (İngiliz işgaline rağmen) güven ve selâmet yurdu olduğuna, İngiliz Hükümeti maslahatı aleyhine olacak herhangi bir hareketin, Hükümet ile yapılan anlaşma ve sözleşmeyi bozmaktan başka bir şey olmayacağına ve Dînce yasak olacağına dair, geniş bir duyuru yaptılar...
İkincisi, bu düşünceyi, talebeleri vasıtasıyla değişik memleketlerin köşelerine bucaklarına yaydılar. Bu hususta fetvâlar vererek, Müslümanları cihâd hareketine katkıda bulunmaktan menettiler.[4]
Üçüncüsü: İngiliz Hükümetiyle gizli ve açık bağlantılar kurarak, onları, cemaatlerinin Hükümetin dostu oldukları ve onlara yardımda asla gevşeklik etmeyecekleri hususunda iknâya çalıştılar.
Dördüncüsü: Mücahidler hakkında, onlar, kötü, bozguncu ve terörist kimselerdir, dediler.
Beşincisi: İnsanlar arasında, İngiliz Hükümetinin, Müslümanlar için bir rahmet olduğunu yaydılar.[5]
Altıncısı: Müslümanların arasına, güçlerini zayıflatacak ve cihâd hareketlerine tesir edecek ayrılık tohumlarını ektiler.[6] Sömürgeciliğe takviye bir hizmet edip, Müslümanların gücünü kırmakta ve mağlup olmalarında sömürgecilere büyük faydaları oldu.
A’zami, bunları kendinin uydurmadığını, aksine şuÜç Büyük Kutuplarının (ordaki mezhebsizlik cereyanının liderleri ) fetvâlarından aktardığını söylüyor ve şu nakilleri yapıyor ( kısaltarak):
<<<Oradaki bu Mukallid Olmayanlar, Ehl-i Hadîs, yâhud Selefiler veya Vehhâbîler’ yahud daMezhebsizler’ hareketinin başı, Sıddık Hasan Han el-Kınnevcî, ikinci adamı, Seyyid Miyan Nezir Hüseyin Ed- Dihlevî, üçüncüleri de Şeyh Muhammed Hüseyin El-Betalevî’dir.>>>
Sıddık Hasan Han, meşhur kitâbı, Tercümân’ul Vehhâbîyye’de şöyle diyor:
“Bûfâl Vâlileri, daima mezheb hürriyeti (Mezheblerden kurtulmak) için çalışmaktadırlar. İngiliz Hükümetlerine karşı savaşan ve onu sevmeyen, ancak, Mezheb hürriyetine buğz edenler, dededen babaya miras olarak intikal eden Mezheble bağımlı olanlar olabilir.” (Sh: 5)
“Revâçta tutulan mezheblerden kurtulmamız, İngiliz Devletinin kanunlarıyla istenen şeyin ta kendisidir.” (S: 20)
“Müslümanların, Hükümete muhalefeti caiz değildir. Şu anda, Hindistan’ın mevcud olan hali, Müslümanların, Hindistan’ın selâmet ve emniyet memleketi ve Dâr’ul-İslâm/İslâm Ülkesi olmasından şübhe etmelerini mübah kılmaz.”[7]
A’zami, burada şöyle bir not düşüyor:
Hindistan’ın, Dâr’ul-Harb olduğuna fetvâ veren ilk kişi, Hanefî Muhaddis Şah Abdulaziz el- Dihlevi’dir. Bu, bardak taştığı, Müslümanlar Hükümet tarafından şiddetli bir zulüm değirmeni altında öğütülmeye başlandığı, İslâm şiarlarının serbestçe yerine getirilmesi engellendiği vakitte oldSünnet, hadis, mezhep, sahabe, evliya tanımazlığa reddiyedir!
Sünnet, hadis, mezhep, sahabe, evliya tanımazlığa reddiyedir!
Afşin Selim / Milli Gazete
İslâmiyet’in mutlak bilinmesi gereken kaide, edep ve erkânını öğrenmekle yükümlü olanlar; cahilliğe sığınıp en temel hükümlere yabancı kalamazlar. Evet, bilmek lüks değildir Müslüman için. Cühelalık ile âlimlik arasında, bilmekten ziyade, “idrak” farkı mevcuttur. Cühelanın idraki, algısı, nazariyesi, âlim ile denk olabilir mi? Hâlbuki her şey derecelendirilmiştir yeryüzünde; hayat bir denge! Fakat her şeye rağmen; cühela, edindiği temel hükümler çerçevesinde(aşmadan ve taşmadan) tavır durmaya memurdur. Cühelanın kimisi bilmemezliğe sığınır, kimisi akletmek için bilmek ister... “Müslümanlardanım” diyerek, İslâm’ın temel prensiplerini -haşa- teferruat diyerek geçiştirenler, “bilmiş cühelalar”dandır meselâ.
Hz. Âişe (Dininizin yarısını bu Âişe’den alınız), Hz. Osman (O’ndan gökteki melekler hayâ ederler) ve Hz. Ömer’e(Hak ile bâtılı ayırt edici Ömer’dir) hakarete varan tenkitleri bilmişlik addeden bir “Müslüman”ın yaptığı edepsizliğin mesuliyeti, İslâmiyet’e mal edilemez. Ve yine, günlük hayatta yapılan yanlışların faturası İslâmiyet’e kesilemez. Yanlışı şahıslar yapar, İslâmiyet değil… “Canından, malından ve makamından vazgeçmeden”, sıcacık odalarda; Hz. Aişe, Hz. Osman ve Hz. Ömer’e atfen ahkâm kesenler, ülke gündemi tartışırcasına, İslâmî hükümler vermeye kalkışan edep yoksunlarıdır ancak! Heyhat: Beraber postal bağladıkları ahbaplarına hitap eder gibi hitap edip, yargılamaya kalkıyorlar sahabeleri, âlimleri ve evliyaları…
Modern çağın garabetleri
Modern çağı garabetler sarmıştır. Müslümanlarda bundan nasiplenmiştir. Kur’an’ı ve Sünneti, birbirinden bambaşka şeylermiş gibi izah etmek, inkâra açılan bir kapıdır. “Allah’ın emirleri ile peygamberlerinin emirlerini birbirinden ayırmak”(Nisa 150) gibi… Yıkıcı bir propagandadır bu! Hazreti Peygambersiz bir Müslümanlık olabilir mi yahu? Hâl böyle iken, “akıl” ve “mantık” bahşedilmiştir insana; Kur’an’da adı sıkça geçen “temiz akıl” (Bakara 179, Bakara 269, Âl-i İmran 7, Âl-i İmran 190, Zümer 9, Zümer 18, Zümer 21, Mü’min 54, Mü’min 67) manidardır sahiden. Keza akıl bahsinde, “yine de akıllanmayacak mısınız, yine de akıl erdirmeyecek misiniz” (Bakara 44, Bakara 76, En’am 32, A’raf 169, Yunus 16, Hud 51, Yusuf 109, Enbiya 67, Mü’minun 80, Kasas 60, Yasin 62, Yasin 68, Saffat 138…) diye suâl edilir Kur’an’da. O hâlde gerçekten, “aklı olmayanın dini olmaz.”
Her şeyi, her ayrıntısı ile Kur’an’da bulmak mümkün müdür? Hayır… Yalnızca belli başlı esaslar bulunabilir orada. Ehl-i sünnet âlimleri yetiştirmiştir İslâmiyet. Buna binaen; İslâm şereflenmez, şereflendirir! İçtihat diye bir zenginliğe, berekete sahiptir İslâm. Mezheplerde buradan zerk olmuştur zaten. Söze “bence” ile başlayanlar, benliklerini yutmuşlar mıdır gerçekten? Zira içtihat denilen hâdise, “onlar eskide kaldı” ezberiyle idrak edilebilir mi? Hâlbuki eskiyen, pörsüyen ve küflenen “kusurlu ve noksan din anlayışı”nın müsebbibi, az önce vurguladığımız gibi, İslâm değil, şahıslardır! “Müslümanlardanım” diyen bir insan, hayatı “yalnızca ve yalnızca”, “güzel ahlâk gözetmeksizin”, namaz ibadetine, başörtüsüne veyahut bayramlarda seyranlarda kabristanlıkta dua etmeye indirgemiş ise; bunun suçlusu İslâmiyet olamaz! “Sosyal bir varlık” olduğu alenen belli olan insan, vicdanına hapsettiği bir İslâmiyet idrakiyle de, İslâm’ın sosyal hayata müdahalesini kavrayamamıştır. İslam, şarkın mistik tarikatlarına benzemez! O, akıl bahşettiği insana, “sorgu ve düşünce” kabiliyeti vermiştir; yeter ki süzgeçten geçirebil, amacını ve aracını edinmiş ol!
Dünden bugüne ehl-i sünnet âlimlerini ciddiye almayarak, itikadi sapkınlığını “modernizm” ve “reform” maskesi ile perdeleyen şürekâ, İslâm’ın süzgecinden bir türlü geçiremediği felsefeyi “araç” ken, “amaç” edinmiş olabilir mi? Belki de…
Yürüyen Kur’an
“Yalnızca Kur’an yeter” iddiasının arka planında; sünnetsizlik, mezhepsizlik ve âlim tanımazlık yatar çoğu kez… İslâmiyet’in süzgecinden geçmemiş her şey batıldır! “Müslümanlardanım” diyen bir insan, İslâm’ı her şeyin önüne koyamıyorsa, orada bir güdüklüğe rastlanır muhakkak.
Hazreti Peygamberin “yürüyen Kur’an” olduğunu dâhi idrak edememekteki inat ve ısrarları da devam ededursun; “bence” ile başlayan hükümler, ehl-i sünnet âlimlerinin asırlardır yazdıklarını, konuştuklarını dikkate almadan yapılmaktadır ki, bu çok tehlikelidir. Demek ki epey güveniyorlar kendilerine! Esasen, inanan var, inanan var! İslâm’ı, sözde İslâm ile yok etmek niyeti güden modern haçlı zihniyeti ise, şüphesiz sempati ile bakıyor bunlara. Çünkü dönüştürülüyor Müslümanlar. Çerçevesini mezhep, sünnet ve hadis inkârından edinen bu yenileyicilere göre, “İslâm yalnızca Kur’an’dan ibaret”. Maksat farklı elbette: Muhtevası muğlâk bir yenileyicilik… Şunlara bakınız: Herhangi bir alt yapı ve rahleyi tedrisattan geçmemişleri dâhi “yeniliyoruz” diyerek, geziyor ortalıkta. Hangi eskiyi yeniliyorlar?
Netice itibariyle:
- “Yenilemek” iddiası, İslâm’ı tahrif ve tahrip olmuş bir din zannetmenin tepkisidir.
- Yüce Yaratıcıyı ve İslâm’ı idraki nispetinde algılayan insan ise, kendi yanlışlarından kendisi sorumludur.
- Din tacirliğinin bir diğer adı da dini taciz etmektir ayrıca!
- Hadislerin sahih olup olmadığını; Hazreti Peygamberi ve onun davasını, misyonunu tanıyan bir Müslüman, akla, vicdana ve idrake sahip olduğundan dolayı, gayet tabi ayırt edebilir.
- Ehl-i sünnet vel cemaat bir Müslüman, “küçüğünden büyüğüne” Sahabelere saygı duymak mecburiyetindedir. Hazreti Peygamberin ifadesiyle: “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine tâbi olsanız hidayete erersiniz.”
- İslâm’ın(Hazreti Peygamberin), âlimlere bakışı malumdur: “Kıyamet gününde âlimlerin mürekkebi ile şehitlerin kanı tartılır, âlimlerin mürekkebi şehitlerin kanından ağır gelir.”
- O’nun dostlarını dost edinmeyen kimin dostudur ki?
Modernist entellerin öncüleri... Afgani mi?
İslam Modernisti olarak adlandırılan Cemalettin Efgani, tarihsel şahsiyetler arasında belki de ismi üzerinde en çok spekülasyon yapılan kişilerden birisidir. “Şeyh Afgani” olarak da adlandırılan Cemalettin Efgani, doğumundan ölümüne kadar daima şaibelerin içinde yaşamıştır. Hayatı ile ilgili birçok nokta, onunla ilgilenen araştırmacılar tarafından da tam olarak aydınlatılamamış ve “Şeyhin” hayatı, hep bir sır perdesini üzerinde barındırmıştır. Yaşadığı zaman dilimi içerisinde birçok seyahatler gerçekleştiren Efgani, etki/tesir alanı oldukça geniş olan bir şahsiyetti. Fakat bu kadar etkili/tesirli olan bir insanın yaşamıyla alakalı bilinmeyen yönleri, onun hakkında bazı şaibelerin doğmasına da neden olmuştu. Fikirleri her zaman tartışma konusu olan “Şeyh Efgani” genel olarak davet üzerine birçok ülkeye ziyaretlerde bulunmuştur. Fakat daha sonra kişisel fikirlerini açıklamaya başladığı anda davet edildiği birçok ülkenin yöneticisiyle ters düşmüş ve ülkeden çıkarılmıştır. Peki, onu bu kadar tartışmalı kılan şey neydi? Ya da neden Efgani bir âlim olarak çağırıldığı coğrafyalardan bir mürtet veya zındık olarak kovuluyordu? Hakkında ortaya atılan iddialar nelerdi? Doğruluk payı var mıydı? Kısacası kimdi bu adam? Nereden gelmişti? Ne yapmak istiyordu?
Cemalettin Efgani 1839 yılının Kasım ayında dünyaya gelmiştir. Afgani’nin doğum yeri birçok kaynakta farklı yerler olarak gösterilmektedir. Ancak bunların hangisinin doğru olduğu tam olarak belli değildir. Efgani’nin İran’a verdiği öneme bakarak ve yılmaz takipçisi Muhammet Abduh’a dayanarak ona İranlı diyenler olduğu gibi (H. Karaman, 1994) onu Afganlı olarak gösterenlerde mevcuttur (M. Türköne, 1994). Bunların dışında Efgani için Hintli, Pakistanlı ve Türk diyenler de olmuştur. Yani Şeyhin yaşamı daha doğumu ve milliyeti ile tartışma konusu olmuştur. Şii olduğu iddiaları da onun İranlı olarak gösterilmesinden kaynaklanıyor olsa gerek. Bildiğimiz kadarıyla Efgani ilk eğitimi babasından alıyor ve daha sonra İran’a giderek orada zamanın ulemalarından dersler almaya devam ediyor. Tahminen 4 yıla yakın bir eğitimden geçen Efgani buradan Hindistan’a gider. Hint seyahatine başladığı zaman Efgani’nin reform fikirleri kafasında şekillenmeye başlamıştır. Zira Afgani artık Avrupa’nın bilim ve kültürü ile tanışma fırsatını yakalamıştı. 1857 yılında hac için çıktığı gezi vesilesiyle Afgani, Hicaz, Mısır, Yemen, Türkiye, İngiltere ve Fransa’ya gider. Yaklaşık bir yıllık bu seyahatlerinin ardından Afganistan’a geri dönen Efgani, bir iktidar değişikliği ile yeni iktidarın isteğiyle baş vezirlik koltuğuna oturur. Ancak bu çok da uzun süreli olmayacaktır. Zira İngilizler iktidarın değişmesi için bazı çalışmalar yapınca mevcut yönetim yıkılır ve bu gelişmeler üzerine Efgani’de Hindistan’a geçer. Şeyh Cemalettin Hindistan’da yaptığı faaliyetler yüzünden İngilizleri rahatsız etmiş sonuçta İngilizler onun ülkeyi terk etmesini istemişler ve aleyhte propaganda yapmasını da gerekçe olarak kullanmışlardır.
1870 yılında kısa süreli bir Mısır seyahati yapan Efgani buran İstanbul’a hareket etmiş ve ilk İstanbul günleri böylece başlamıştır. Daha sonra tekrar Mısır, Hindistan, iki kez İran seyahati ve ardından İngiltere, Rusya ve Fransa seyahatleri gelir. Buralarda da kalıcı olamayan Efgani İstanbul’a ikinci kez gelir ve öldüğü tarih olan 9 Mart 1897 yılına kadar da İstanbul’da kalır. Devamlı mücadele ve seyahatlerle geçen bir ömür, İstanbul’da zamanın Padişahı Sultan II. Abdülhamit’in misafiri iken son bulur. Efgani’nin ölüm nedeni de hayatı gibi tartışmalı olmuştur. Ancak bilindiği kadarıyla “Şeyh Efendi” çene kanserinden hayatını kaybetmiştir.
Aslında bu ikinci İstanbul seyahatinin Efgani için önemi büyüktür. Zira kendisini sultan çağırmıştır ve Efgani’den Sünni-Şii meselesi ile ilgili çalışmalarda bulunması istenmiştir. Sünni-Şii meselesinde yakınlaşma ve diyalog için çaba sarf eden Efgani İstanbullu günlerinin sonlarına doğru buradan, her ne kadar ayrılmak istese de, onu oraya çağıran Sultan tarafından bırakılmamıştır. Cemalettin Efgani Mısır’da Mısır Milliyetçisi, Türkiye’de ise bazı aydınlara Türk Milliyetçiliği aşılayan isimdir. Farklı yerlerde ve farklı fikirlerde karşımıza çıkan Efgani zaman-zaman muhataplarını şaşırtan fikirler beyan etmekte hiç sakınca görmemiştir. Ancak bu tartışmalı fikirlere makalemizin ikinci bölümünde değineceğimiz için şimdilik konuya girmiyoruz. Efgani hakkında belli bir fikre ulaşmak için, Efgani ile ilgili olarak Sultan II. Abdülhamit’in Hatıralarında ne söylediğine bakmakta fayda vardır:
“Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti. Blund adlı bir İngiliz ile Efgani adlı bir maskaranın el birliği ile İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Efgani’yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Derhal reddettim. Bu sefer Blund’la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul’a çağırttım. Bir daha İstanbul’dan çıkmasına izin vermedim”
Bundan başka Ahmet DAVUDOĞLU “1355 numara ile Şarkın Yıldızı Locası’na kayıtlı bir mason olan, İslâm’a duyduğu güvensizliği açığa vurmaktan çekinmeyen ve Peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen Efgani, bir ilim adamı değil, siyasetle uğraşan bir nankördür. Fesatçılığı sezilince ulema tarafından İstanbul’dan kovulmuş, Mısır’a kaçmıştır” açıklamalarıyla önümüze bir başka Efgani örneği koyuyor. Aslında biz bu iddialara yabancı değiliz zira Efgani ve bir numaralı öğrencisi Muhammed Abduh hakkında daha öncede bu tarz iddialar ortaya atılmış ve bu iddiaların belgeleri de sunulmuştu.
Prof. M. Kaya Bilgegil, “Ziya Paşa” isimli kitabında “Efgani, her mason gibi İslâmiyeti içerden yıkmaya çalışmıştır” diyor. Mısır’da kurulan mason localarının başına gelen Cemalettin Efgani ve Muhammet Abduh, Müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler. İngiliz Masonları tarafından himaye edildiği ve onlarla işbirliği içinde olduğu dile getirilen Efgani üye olduğu İsveç Mason Locasından da ilginç bir gerekçeyle atıldıktan sonra Fransız Mason Locasına reis olmuştur. Locadan atılma nedeni ise “Tanrıya” inanmama. Çünkü İsveç Mason Locasında üyelik için “Tanrıya” inanma şartı vardı ve Efgani, tanrısız olarak algılanmıştı. Türkiye’de Masonların çıkardığı bir dergi olan Mimar Sinan Dergisi de 2003 yılındaki Mart sayısında Efgani’ye hatırı sayılır bir sayfa sayısı ayırmış ve onu övgülerle anmıştır. İşte “sinek küçük ama mide bulandırıyor” sözünün hafızalarımıza üşüştüğü noktalardan birisi de burasıydı. İngiltere’nin Mısır sömürge valisi Lord Cromer “Kuşkusuz İslâmî reformist hareketin geleceği Şeyh Muhammed Abduh’un çizdiği yolda ümit vaat ediyor. Ve o yolun yolcuları Avrupa’nın her türlü yardım ve teşviklerine lâyıktırlar” sözü Efgani ve Abduh’un üzerindeki şaibeyi biraz daha artırıyordu. Son dönem Osmanlının ünlü şeyhülislamlarından, merhum Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi, Muhammet Abduh’la ilgili “Üstadı Efgani vasıtasıyla, masonluğu Ezher’e sokan odur” demiştir. Tüm bunların dışında Efgani’yi kurtarıcı olarak algılayan âlimlerimizin de varlığını burada hatırlatmakta fayda vardır. Mehmet Akif, Mehmet Emin Yurdakul, M. Şemsettin Günaltay gibi ünlü simaların isimlerini burada sayabiliriz. Said Nursi ise Risalelerinde Efgani’den bahsederek kendisinden çok şeyler öğrendiğini belirtmektedir.
Tüm bunların dışında biz Cemalettin Efgani hakkında kısa bir değerlendirmede bulunarak, onu kendi kaleminden ve eserlerinden, daha doğrusu yazdıklarından tanımaya ve tanıtmaya çalışacağız.
Devam edeceğiz efendim…
(Ahmet Yesevi Üniversitesi Türkoloji Bölümü)
.Mezhepsizlik En Tehlikeli Bid'attir...İSLAMİFORUM
Said Ramazan El-Bûtî
Bedir Yayınları
Son zamanlarda ülkemizde Arap dünyasından veya Pakistan taraflarından gelen mezhebsizlik rüzgârları estirilmektedir. İslam Şeriati'ni yıkmayı amaçlayan mezhebsizliği iki zümre destekliyor:
Birinciler, İslam'ın fıkıh hükümlerini, dünyaya ait ahkâmını ortadan kaldırıp dinimizi bir hümanizmaya çevirmek isteyen reformculardır. Bunların içinde bazı İlâhiyat profesörleri bile vardır. Maalesef, din işlerine karışmamaları gereken bazı resmî laik çevreler de, bu cereyanı desteklemekte, yönlendirmekte, uğrunda büyük meblâğlar harcamaktadır.
İkinci sınıf mezhebsizler, zâhirde dindar ve tâvizsiz görünen bazı mutaassıplardır ki, onlar kendi bozuk itikadlarını ve sapık mezheblerini Türkiye'de yayabilmek için sünnî mezhebleri yıkmak gayesini gütmektedir.
Birtakım câhillerin ağzında şu cümle sakız olmuştur: "Asr-ı Saadette mezheb var mıydı? Yoktu. O halde mezheb bid'attir!"
Bunlara deriz ki: Asr-ı Saâdet'te, Kur'an-ı Kerim de, baştan sona kadar tek bir Mushaf halinde yazılmamıştı. Huffâzın hâfızalarında, parçalar halinde şurada burada yazılmış bulunuyordu. Yemâme savaşında Ashab-ı Kiram'dan hayli hâfızın şehid olmaları karşısında endişeye düşen bazı sahabe Halife-i Müslimîn Hazret-i Ebûbekr'e müracaat ederek, Kur'anın kitap halinde yazılmasını talep etmişler ve ondan sonra ilk Mushaf ortaya çıkmıştır. Asr-ı Saâdet'te yoktu diye Mushaf'a bidat denilebilir mi? İşte Mushaf Kur'an'ın ilâhî nazmını, mezheb de, o nazmda ve onun tefsiri mâhiyetinde olan Sünnet'teki Şeriat hükümlerini bir araya getiren bir müessesedir. Elzemdir, faydalıdır, zarûrîdir.
Bazı makaleler, risâleler, kitaplar vardır ki, isimleri muhteviyatlarından daha önemlidir. İşte Türkiye Müslümanlarına sunduğumuz bu kitabın birinci bölümünü teşkil eden, merhum Muhammed Zâhid el-Kevserî'nin (Düzcelidir) "Mezhebsizlik Dinsizliğe Köprüdür" başlıklı makalesi ile, onu takib eden ve Suriye ulemasından Said Ramazan el-Bütî'nin te lif ettiği "Mezhebsizlik İslam Şeriati'ni Tehdit Eden En Tehlikeli Bid'attir" kitabının başlıkları böyledir. Hicrî 14'üncü asrın, miladî 20'nci asrın iki büyük din âlimi, işte Müslümanları bu başlıkları taşıyan yazılarıyla uyarıyorlar.
Mezhebsizlik İslam Şeriati'ni yıkmak, on dört asrın birikimi olan İslam kültürünün hukuk hazinesini dışlamak; ilâhî nizam olan İslam'ı ya bir hümanizma, yahut da bir ideoloji derekesine düşürmek demektir.
"Herkes dinini Kur'an'dan öğrensin, mezheblere lüzum yoktur..." fikri tatbikatta anarşi doğurur. Mezhebsizler de namaz kılmayı, abdest almayı, orucun ahkâmını ilmihal ve fıkıh kitaplarından, yâni mezheblerden öğrenmektedir.
Mezhebsizlik İslam Dünyası için bir çare ve çözüm değil, bir intihardır.
http://www.hisar-bab.com/
EHL-İ Sünnet Müslümanları arasında mezhepçilik kavgaları yoktur. Sünnîler dört hak mezhebe veya fıkıh ekolüne bağlıdır ama ...çilik yapmazlar, çekişmezler.
Dört hak mezhepten birine bağlanmak, onun fıkhını uygulamak fitne değildir ama mezhepsizlik fitnedir. Çünkü mezhepsizler, bütün Müslümanları kendileri gibi yapmak istiyor. İşte onların bu yoldaki propagandaları fitnedir, hem de büyük bir fitne...
Kimler mezhepsizlik propagandası yapıyor, Sünnî mezhepleri yıkmak istiyor?
1. Rafizîler yapıyor.
2. Vehhabîler yapıyor.
3. Telfik-i mezahib (Mezheplerin hükümlerinin karmakarışık uygulamasını isteyenler) yapıyor.
4. Fıkıhtan ve Şeriat hükümlerinden arındırılmış light, ılımlı, sulandırılmış, evcil, uysal bir İslâm çıkartmak isteyenler yapıyor.
5. Reformcular yapıyor.
6. İslâm'da radikal değişim isteyenler yapıyor.
7. Tarihselci Fazlurrahmancılar yapıyor.
Mezhepler ortadan kalkacak ki, Müslümanları bozuk fırkalara sokabilsinler...
Mezhep ve fıkıh olmasa doğru dürüst abdest alamayız, iki rekat namaz kılamayız.
Bazıları konuyu saptırıyor ve bize "Siz mezhebi Kur'ân'ın üzerine çıkartıyorsunuz, siz mezhebi put haline getirmişsiniz, siz müşriksiniz..." diye saldırıyor. Ne korkunç iftiralar...
Ehl-i Sünneti, dört hak mezhebi, fıkhı, Şeriat ahkamını ortadan kaldırdınız mı, sapıklıklar, bid'atler, dini yanlış yorumlamalar sökün etmeye başlar.
Zamanımızda, kesinlikle yasaklanmış olan mut'a nikahını, (geçici nikah) meşru gösterenler var.
Benim kesin olarak bildiğim şudur: Hanefi mezhebinde ince çorap üzerine mesh edilerek abdest alınmaz. Bunu yapanlar var.
Yine Hanefî mezhebinde midye, istiridye, yengeç, istakoz, karides, pavurya gibi deniz ürünlerini yemek tahrimen mekruhtur. Bunları da yiyenler var.
Mezhepsiz müctehidler Kitab'a, Sünnet'e, icmâ-i ümmete, dine, Şeriata, fıkha aykırı bir sürü sözde ictihadlar yumurtladılar. Ondört asırlık İslâm tarihinde hayızlı kadınların namaz kılmalarına, oruç tutmalarına, Kâbe'yi tavaf etmelerine asla cevaz verilmemişken onlar olur olur diyorlar. Nasıl oluyor? Onlar olur diyor, oluyor...
Zamanımızda mezhepsizlik en büyük fitnedir.
Selefiyiz diyorlar. Hayır Selef-i Sâlihîn'in (ilk çağlardaki sâlih, takvalı, doğru yolda olan örnek Müslümanlar) yolunda olanlar Sünnî Müslümanlardır.
Selefîyiz diyenler Selef'in yolundan gitmiyor, onlar İbn Teymiyye'nin ve Muhammed İbn Abdülvehhab'ın mezhebini veya fırkasını benimsemişlerdir.
Mezhepsizlik çok büyük bir fitnedir. Onlardan istirham ediyoruz, onlara kardeşçe yalvarıyoruz: Lütfen, merhameten, Allah rızası için bu yıkıcı, dağıtıcı, bölücü propagandaları yapmayınız.
Sünnîlikten, Hanefîlikten, Mâlikîlikten, Şâfiîlikten, Hanbelîlikten fitne doğmaz ama mezhepsizlikten doğuyor.
Onların bir kısmının siyaseti, stratejisi, taktiği bellidir. Önce Sünnî mezhepleri yıkacaklar, sonra açıkta kalan Müslümanları kendi bozuk fırkalarına sokacaklar.
Şiî kardeşlerimizden çok rica ediyoruz, Sünnî dünyasında Şiîlik propagandası, Ehl-i Sünnet düşmanlığı yapmasınlar.
Biz Sünnîler Ehl-i Beyt'i, Hz. Ali kerremallahu vecheh ve radiyallahu anh efendimizi, Hasan ve Hüseyin efendilerimizi, Hazret-i Fatıma annemizi, Peygamber soyundan gelmiş büyük imamları gerçekten, bütün kalbimizle seviyoruz, sayıyoruz. Onlar bizim başımızın tacıdır.
Şiîler, Hulefa-i Raşidîn'in ilk üçünü, Ashab-ı Kiram'ın bir kısmını sevmiyorlarsa, fitne çıkmaması için bu sevmemeyi yüreklerinde saklasınlar ve yıkıcı, üzücü, bölücü propagandalar yapmasınlar.
Tunus'lu yazar Et-Ticanî Sünnîlikten Şiîliğe geçmiş, "Nasıl Hidayete Erdim?" adında bir kitap yazmış. Ehl-i Sünnete saldırıyor. İranlı Şiî otoriteleri bu kitabı çeşitli dillere çevirtmiş, yüz binlerce bastırmış ve dağıtmış. Olacak şey midir bu? İslâm dünyasının bir ölüm kalım mücadelesi içinde bulunduğu bu devirde, iman kardeşliğine ve birliğe zarar verecek böyle bir şey yapılır mı? Şiîlikten Sünnîliğe geçen var, biz bu konuda propaganda yapıyor muyuz? Böyle bir propaganda mezhepçilik fitnesi olmaz mı?
Naylon müctehidlerin bozuk ictihadlarını kabul etsek ortada İslâm diye bir şey kalmaz. Baksanıza "Kur'an, Yahudi ve Hıristiyanları İslâm'a çağırmıyor" diyecek kadar zıvanadan çıktılar.
Dört hak mezhepten birine bağlanalım.
Bunların hepsi de Kur'ân'dan, Sünnet'ten hüküm çıkarmıştır.
Bugünkü naylon müctehidler, mezhep imamı büyük müctehidlerin ayaklarının altında toz bile olamazlar.
Zahid Kevserî ne demiş? "Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür" diye uyarmış.
Şam ulemasından Profesör Said Ramazan el-Bûtî'nin çok değerli kitabının adı şudur: "İslâm Şeriatini tehdit eden en tehlikeli bid'at mezhepsizliktir."
İtikad ve fıkıhta ehl-i sünnet dairesi içinde bulunan bir mezhepli sapıtmaz, bid'ate ve küfre düşmez ama bir mezhepsiz için bu tehlike vardır.
Allah aşkına bu fitne yangınını söndürelim. Mezhepsizlik ve Sünnîlik Şiîlik konusundaki mezhepçilik propagandalarına son verelim.
O Belde
ARNAVUTLUK'ta veya Makedonya'da olabilir. Berat uygun mudur? Osmanlıdan kalma eski İslâm evleri bulunmalı. Cami olmalı, ezan okunmalı, namaz kılınmalı. Küçük bahçeli yarı ahşap yarı kargir bir ev. Hayat, yüklükler, şerbetlikler, eski ocak, gıcırdayan merdiven... Bahçesinde badem, erik, incir, dut ağacı. Dış cephenin bir kısmını sarmış mor salkım ve hanımeli. Kuyu... Duvarlar yüksek... Dış kapıdan giriyorsun, kapıyı kapatıyorsun, dünyadan uzak yapayalnızsın. Oh!..
Haftada bir gün pazar kuruluyor, civar köylerden ilaçsız hormonsuz sebzeler, meyveler, peynir... Hakikî bal... Bir kavanozu bana altı ay yeter.
Birkaç sandık eski kitap olmalı. İkindi çayını demlersin, kışın büyük odada, yazları bahçede... Çiçek açmış badem ağacının altında kitap mütalaası ne büyük keyiftir.
Oralarda tekkeler açıkmış. Haftada bir gün zikre gidersin. Tekkelerde lüzumsuz lâf edilmez.
Zaman zaman uçakla Türkiye'ye gidip gelebilirsin. Canın çekerse. Memleket memleket, vatan vatan da hali çok karışık, çok perişan...
Sakin sakin düşünebilirsin, üzülebilirsin, içinden gelirse bazen ağlayabilirsin.
Senin için yabancı bir ülke sayılmaz. Eski Rumeli-i Şahane'nin bir kısmı. Ayı kırpıp kırpıp bir sürü yıldız yapmışlar.
Oralarda eski Rumeli şairlerinin divanları okunur. Güzel bir gazel, düşündürücü bir rubai, bir mısra-ı berceste, levha yapılıp duvara asılması gereken bir beyit... Mutlaka bir Fuzulî divanı da bulunmalı. Fuzulî Berat'da da okunur, İstanbul'da, Bakü'de, Tebriz'de, Taşkent ve Buhara'da da. Fuzulî'nin okunmadığı, anlaşılmadığı yerde bizim medeniyetimiz yoktur.
Gittiğin yerde hizmet edebilir misin? Belki...
İsteyenlere Türkçe öğretebilirsin...
Nasıl geçineceksin? Allah kerim...
Gülmeyeceksin, hüzünlü olacaksın hep...
Evde bir kedi besleyebilirsin. Kuşlara pencere kenarında yem verebilirsin. Ekmek kırıntılarını bahçede karıncalara ikram etmeyi unutma.
Kediler, kuşlar öleceklerini anlayınca sessiz, sedasız, kimsenin görmeyeceği bir yere çekilir, orada can verirmiş...
Büyük âlim Muhammed Zâhid el-Kevserî rahmetullâhi aleyh, mezhep tanımama, kabul etmeme tehlikesi ile ilgili olarak, “Mezhepsizlik dinsizliğe köprüdür”(6) başlıklı makalesinde bakınız neler söylüyor:
“Mezhepler sağlam temeller üzerine oturtulmuştur... Peki son zamanlarda liderlik sevdasıyla biri ortaya çakır da müctehidlerin ictihadlarının yerine kendi görüşünü ikâme edip, insanları, mezhepleri bırakmaya çağırır; mezheplerin mensuplarını şaşkınlık içerisinde bırakmaktan ve gösteriş budalalığından öte bir esasa dayanmayan kendi imamlığını (müctehidliğini) mezhepsizlik üzerine oturtmaya çalışırsa eğer, siz kendisini böyle bir vesvese ve kuruntuya kaptıran birine ne dersiniz?..
“Böyle birine, ya deli teşhisi konulmamış fakat tımarhâneye götürülmemekle hata edilmiş bir mecnûn dersiniz; yahut da böyle bir adamın delilerin akıllılarından mı, yoksa akıllıların delilerinden mi olduğunu kestiremezsiniz her halde...
“Bir müddetten beri bazılarından buna benzer nâralar duymaya başladık. Ki bunlar, akıllarınca müctehid imamların ictihadlarını ortadan kaldırmaya yönelik olarak şer‘î sâhalarda ictihâda yelteniyorlar... Bu kuruntularına kulak asmadan önce, bana kalırsa, bunların akıllarından bir zorlarının olup olmadığı hususunda bir tıp doktoruna muâyene ettirilmeleri gerekir. Kendilerinde birazcık akıl bulunduğu tesbit edildiği takdirde, bunların, İslâm ümmetini din ve dünya işlerinde parçalamaya yönelik hedefler peşinde koştukları ve üzerlerine İslâm güneşi doğduğundan beri aralarında devam eden uzunca bir kardeşlik döneminden sonra bu ümmeti birbirleriyle didişmeye ve boğazlaşmaya sevk edecek mel‘unca gâyeler güttükleri ve kesinlikle bu dinin düşmanlarından oldukları ortaya çıkar.
“Basîretli ve akl-ı selim sahibi bir Müslüman bu gibi propagandalara kanmaz. Evet, böyle bir Müslüman, tâbiûn devrinden beri bu dînin usûl ve furûunu Efendimiz’den (s.a.v.) tevârüs ettikleri gibi koruyan müctehid imamların etrafından ayrılmaya çağıran bir nâra işittiğinde, yahut kulağına mezheplerden birine yönelik bir böğürtü çalındığında, mutlaka bu meş‘ûm (uğursuz) sesin çıkış yerini aramalı, bu fitne yuvasını muhakkak keşfetmelidir.
“İslâmî ilimleri hakkıyla okuyan samimi bir Müslüman’dan böyle bir ses duyulmaz. Bu ses, olsa olsa İslâmî ilimleri üstünkörü, başlıklar hâlinde ve kendi emellerine hizmet edecek kadar öğrenip, İslâm âlimleri arasında gizlenmiş sahte bir Müslüman’dan duyulabilir. Akl-ı selim sâhibi bir Müslüman, kendisinde mevcut basîret nûruyla araştırdığında, bu nâranın çıkış yerinde, Müslümanlar’ın dertleriyle sadece gösteriş olsun diye dertlenen birine rastlayacaktır. Öte yandan bu adamın, Müslümanlar’ın dert ve sıkıntılarına aldırış etmeyen bir takım kimselerle sarmaş dolaş olduğunu, ancak fazilet güneşinin batış yerinden (Batı’dan) gelen eskiler hâriç, önüne gelen her eskiye düşman kesilen bir kimse olduğunu görecektir.
“İmam Ebû İshak el-İsferâyinî’nin buyurduğu gibi, ‘Bu işin önü safsata, sonu zındıklıktır...’
“Bu meş‘um dâvet, yalnızca dinsizliğe uzanan bir köprüdür. Böyle bir dâvetin istilâ ettiği diğer ülkeler, küfür bataklığına saplanarak mahv olmuşlardır.
“Mü’min, parmağını bir delikten iki kere ısırttırmaz...
“Akıllı o kimsedir ki, başkasının uğradığı musîbetlerden ders alır.
“Doğruyu söyler (ve söyletir), doğru yolu gösteren de odur.”
DİPNOTLAR
1) Tirmizî, Sünen, İman, 18; Ebû Dâvud, Sünen, Sünnet, 1; İbn Mâce, Sünen, Fiten, 17; Dârimîmî, Sünen, Siyer, 75.
2) Buhârî, Sahîh, İ‘tisâm, 21; Müslim, Sahîh, Akdiye, 6;
3) Muamelat: Muameleler, işlemler demektir. Fıkıhta fert ve aile hukuku, aynî haklar, mîras, ticaret, borçlar ve iş hukukuyla ilgili konular.
4) el-Mektûbât, 1, 286.
5) Prof. Dr. Faruk Beşer, Sorular ve Cevaplarla Günlük Hayatımız, Bilge Yayıncılık, İstanbul 2003, s. 15-21
6) Said Ramazan el-Bûtî, Mezhepsizlik İslâm Şerîatını Tehdit Eden En Tehlikeli Bid‘attir.
Hak mezheplerde akıl ve mantığın tasdik etmediği hiçbir mesele yoktur. Çünkü onların dayanak noktası Kuran, sünnet, icma-i ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret olan edille-i şeriyyedir. Dağlardan daha metin olan o edille-i şeriyye, hiçbir beşerî kuvvetin tahrip edemeyeceği çelikten bir kaledir. Bu kaleden çıkanların, ehl-i sünnete düşman olan olumsuz cereyanlara kapılmaları veya alet olmaları kuvvetle muhtemeldir.
Şunu da ehemmiyetle nazara vermekte fayda görmekteyim: Mezhepleri beğenmeyen, onlardan birine uymayan veya mezheplerin kolay yanlarını alan bir kimse, asırlardan bu yana gelip geçmiş milyonlarca Müslümanın yolundan ayrılmış, kendi başına yeni bir yol tutmuş olur. Böyle kimseler, Kur'an-ı Kerim'in; "Kim, Peygambere karşı çıkar ve kendisi için doğru yol belli olduktan sonra Müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir" tehdidinden de hissedar olurlar.
Bir mezhep imamını taklit eden kimse hangi mezhebe bağlanmış ise artık her meselede o mezhebin hükümleriyle amel etmesi ve mezhebinde sebat etmesi lâzım gelir. Ancak zaruret hallerinde her hangi bir meselede yine kendi mezhebinde kalmak şartıyla diğer bir mezhebin hükmüyle amel edebilir. Bu ise ancak bir âlimin fetvasıyla mümkün olabilir.
İmam-ı Gazali Hazretleri de bu görüştedir.
Mademki taklit sahibi bir mezhebi iltizâm etmiştir, artık onda sebat etmesi gerekir.
Netice olarak; kişinin kendi hevesine uyarak sık sık mezhep değiştirmesi onları hafife almak manasına gelir.
Son asrın müdakkik alimlerinden Muhammed Kevserî, Makalât adlı eserinde bu gibi kimselerin halini şöyle tasvir eder:
"Evet, her grubun kendisiyle gördüğü fakat gerçekte ne onunla ne de bununla olan, yani Arap şairinin dediği gibi: "Yemenlilere vardığında Yemenli, Maadlilere vardığında Adnani" görünen kişiden daha bozguncusu yoktur."
Kevserî aynı eserinde, mezhepsizliğin dinsizliğe götüren bir köprü olduğunu da söyler.
Dr. Ramazan el-Bûti ise bu konuda, "Evet, bütün İslâm milleti uzun tarihi boyunca İslâm'ı aynıyla yaşatma imkânını en geniş ölçüde veren müçtehitlerin bu dört imam (İmam-ı A'zam, İmâm-ı Şafi'i, İmâm-ı Mâlik ve İmâm-ı Hanbel) olduğu üzerinde ittifak edegelmişlerdir. der ve bu imamların yolunu bırakıp insanları mezhepsizliğe davet etmenin "İslâm dinini tehdit eden en tehlikeli bid'at" olduğunu ilâve eder.
Ramazan el-Bûti, mezhepsizlik dava edenlerin yeni hâdiselere çözüm getirmek yerine, İslâm'ın temel rükünlerini sarsmaya çalıştıklarına dikkati çekerek şöyle der:
"Ben bu mezhepsizlerden hiç birinin bir gün kalkıp da, halkın her gün sorup durduğu yeni meselelerden birini araştırdığını görmüş değilim. Onların bütün dertleri, binası tamamlanan, hükümleri yerleşmiş bulunan ve gereğince amel edilmekle Müslümanların borçtan kurtulup selamete çıkacakları İlâhî emirler hususunda yol gösterici olan hak mezhepleri yıkmak için bütün güçlerini sarf etmekten ibarettir!
Dr. Ramazan el-Bûti mezhepsizlik dava edenlere şu iki soruyu sorar:
"Bütün insanları inşaat işlerinde mühendislere uymaktan vazgeçmeye çağırsan ne olur? İnsanları teşhis ve tedavi hususunda doktorlara tabi olmaktan uzak kalmaya davet etsen ne olur?"
Bu soruya kendisi şöyle cevap verir:
"Hiç şüphe yoktur ki, bunun arkasından gelecek olan şey, insanların tamir edeceğiz diye kendi evlerini bile bile tahrip etmeleri, tedavi zannıyla kendi canlarına kendilerinin kıymalarıdır."
Mezhep tanımayanları bu tehlikenin kapısına getiren ve müçtehitlere tâbi olmaktan men eden en mühim sebep kendi rey ve düşüncelerini müçtehitlerin görüşlerine müsavi, hatta onlardan daha üstün görmeleridir.
İmam-ı Şârânî Hazretleri de bu hususta şöyle buyurur:
Müçtehitlerin sünnet buyurduklarının hepsi ile amel et ve mekruh dediklerini terk et! Onlardan bu hususta delil aramağa kalkma! Çünkü sen, onların dâirelerinde mahpussun. Onların makamına varmadıkça doğrudan kitab ve sünnete ulaşmakta, onları geçmen ve hiçbir zaman hükümleri onların aldığı yerden alman mümkün değildir...
Bütün mezhepler, bana göre, parmakların el ayasına ve gölgenin aslına bitişik olması gibi, şeriata bitişiktirler...
Bu vesile ile şu noktayı da kaydetmek icap ediyor. Müçtehitlere uymayarak kendi reyine uymak büyük bir gururdur. Bu ise insanın manen çöküşüne sebep olur. Bediüzzaman Hazretleri bu gibi kimselerin akıbeti hakkında şu tesbitlerde bulunur:
"Evet gurur ile insan maddî ve manevî kemalât ve mehasinden mahrum kalır. Eğer gurur saikasıyla başkaların kemalâtına tenezzül etmeyip, kendi kemalâtını kâfi ve yüksek görürse, o insan nakıstır. Böyle insanlar, malûmat ve keşfiyatlarını daha yüksek görmekle, eslaf-ı izamın irşadat ve keşflyatlarından mahrum kalırlar. Ve evhama maruz kalarak bütün bütün çizgiden çıkarlar.".
.XXXXXXXXXXXXXXXX
ALİ EREN HOCA İLE MÜLÂKAT -2-
ALİ EREN RÖPORTAJININ İKİNCİ BÖLÜMÜ:
– MEZHEP NEDİR?
– ERDOĞAN’IN “NE ŞİÎ NE SÜNNİYİM” LÂFI ETRAFINDA
– AKP HÜKÜMETİ VE EHL-İ SÜNNET KARŞISINDAKİ TAVRI
– “PARALEL” CÂMİALAR
…
Hatırlarsanız Erdoğan 2008’de Irak’taki bir gezisinde “Ben ne Şiîyim, ne Sünnîyim!” diye bir açıklama yapmıştı. Geçtiğimiz ay da bu defa İran’a yaptığı bir ziyaret sonrasında da benzer bir ifâde kullandı. Öncelikle “mezheb” nedir? Ve Erdoğan’ın mezhebinin ne olduğunu düşünüyorsunuz? Benzer cümleler karşısında Ehl-i Sünnet Âlimlerinin geçmişte tutumları ne olmuştur?
Şimdi, Erdoğan’ın mezhebinin ne olduğunu düşünmek değil de, insanın sözü kendisini bağlar. Sayın Erdoğan’ın kendi sözünden gitmek lazım. Meselâ, kendisi, kendi ağzıyla Şiîliği de, Sünnîliği de reddetti! Ne dedi; “ben müslümanım, benim ne Şiîlik ve ne Sünnîlik diye bir dinim var!” dedi. Şimdi burada bir de “elastikiyet” var. Şöyle ki, “bizim, diyor, ne Şiîlik ve ne Sünnîlik diye bir dinimiz var. Yok böyle bir şey!” diyor. İyi de, dünyada “benim dinim Şiîliktir!” veya “benim dinim Sünnîliktir!” diyen birisi var mı? Böyle bir iddiada bulunan var mı? Yok!.. Olmadığı hâlde “var” gibi düşünerek bu cümleyi söylemek, Şiîliği ve Sünnîliği reddetmektir!.. Şöyle dese; “Müslüman olan bir kimse, benim dinim Şiîliktir, benim dinim Sünnîliktir derse yanlıştır” deseydi bu tamam. “Çünkü Sünnîlik ve Şiîlik mezhebdir” deseydi bu tamam. Sünnîlik ve Şiîliği o cümleyle bir kenara atıyor, itiyor, kenara alıyor; “beni dinim İslâm!” diyor. Pekiyi de, İslâm da, İslâm’ı sen neye göre yaşayacaksın? Mezhebe göre yaşayacaksın!.. Şimdi meselâ, Edirne’den birisi girdi Türkiye’ye. Türkiye’de yapacağı işleri görmesi için herhangi bir yola girmesi icâb eder mi, etmez mi? Orada kalmak olmaz, mutlaka bir yola girmesi lazım. Müslüman da, eğer İslâm’ı yaşayacaksa, mutlaka bir yola girmesi lazım. O da mezheb işte! Şimdi “Peygamberimiz zamanında mezheb var mıydı” diyen cahillere, burada cevap vermeye lüzum yok. Meselâ bir yeri insanın kanadığı zaman abdesti bozuluyor. Bu şekilde namaz kılamıyoruz. Bu bir mezheb hükmüdür. Şimdi o zaman mezheb din mi, değil mi?!. Mezheb bir mânâda, tam mânâsıyla dindir işte!
“Mukadder oluş” hâlinde, dinin aynıdır.
Tabiî, tabiî… Tabiî dindir işte!.. Bu mânâda dindir!.. Sen mezhebi ortadan kaldırırsan, dinini nasıl yaşayacaksın? Hadi Hanifî değilsin, Şafiî değilsin, Malikî değilsin, Hambelî değilsin. Türkiye’de yaşadığın için zaten Şiî de değilsin. Nasıl yaşayacaksın?!. Kur’ân-ı Kerîm namazı emreder ama “günde her Müslüman üzerinde 5 vakit namaz farzdır” ifâdesi açıktan açığa yoktur Kur’ân-ı Kerîm’de. Ne yapacaksın? Senin dinin, namazı emretmiyor mu?!. Nasıl olacak?.. Mezheb nedir? Mezheb şudur: Bir insan, bir Müslüman, dinî bir meseleyi bilmediği zaman ne yapar? Herkes dinî meseleleri bilemez zaten. Bir bilene sormaz mı?
Evet.
Bu işleri en iyi bilenler de Mezheb İmamları’dır işte! Biz de gitmiş, onların sözlerine uymuşuz, o şekilde yapıyoruz. Din ayrı, mezheb ayrı değil ki! Din ile mezheb, ikisi de birbirinin aynısıdır yani… Hâ şunu söylüyorlar mezhebi reddetmek için, İlâhiyat ders kitaplarında var; “bir insanın Müslüman olması için, illâ bir mezhebe bağlı olması şart mı?”… Müslümanlığa girmesi için bir insanın mezhebe bağlı olması şart değil. “Lâ İlâhe İllallah, Muhammeden Resûlullah!” derse veya “Eşhedü En-Lâ İlâhe İllallah ve Eşhedü Enne Muhammeden Abdühû ve Resûlüh” derse müslümandır, tamam; olduğu yerde Müslüman. Demin ki “sınırdan içeri giren adam” misâli gibi; ondan sonra Müslümanlığı yaşamaya devam ederse, o zaman bir mezhebe girmesi lazım. Müslüman olması için bir mezhebe girmesi şart değil, ama Müslüman yaşaması için bir mezhebe girmesi şart!.. Pekiyi, kimin bir mezhebe girmesi şart değil? İmam-ı Âzam Hazretleri’nin bir mezhebe girmesi şart değil. Çünkü bütün meseleleri kendisi biliyor… Aynen, “Peygamberimiz zamanında mezheb var mı?” Peygamberimiz zamanında mezhebe girmesi yok, çünkü Merkez kendisi!
Ve Sahâbîlerin birbirini taklidi caiz değil ki, her biri içtihad ehli.
Tabiî… Şimdi diyorlar ki, “Peygamberimiz zamanında mezheb var mıydı?” Bal gibi vardı: Ashâb-ı Kirâm’ın her biri bir mezheb imamıydı!.. Ama onların tâbileri kalmadı, ayrı mesele yani…
Mezhebsizlik, biliyorsunuz, 80 ve 70’lerde moda. Önce İrancılar mezhebsiz oluyor, sonra tekrar İrancı oluyorlar, “particilik” karşıtı sonra “Partici” oluyorlar, en sıkı “demokrasi savunucuları” oluyorlar. Böyle gidip gelmeler oluyor böyle insanlarda.
İşte Zahid-ül Kevserî diyor ki, “mezhebsizlik, insanı dinsizliğe götüren bir köprüdür!”Mezhebsizlik böyle bir köprüdür yani… Dediğim gibi bir adam, bir Hıristiyan Müslüman oldu, bitti. Tamam; imanlı. Namaz kılacak, neye göre kılacak namazı? Mutlaka bir mezhebe girecek, başka çâresi yok çünkü.
Erdoğan’la ilgili 80 öncesinde olan bir hâdiseyi anlatmıştınız…
Bir Hoca arkadaşı, bir gün gelmiş o Hoca arkadaşının yanına. 1979’dan sonra. Humeyni’nin İran’a geldiği ve Türkiye’de bir Şiîlik sempatizanlığı olduğu zaman. Kitaplarımızda Ahir Zaman’da gelecek olan Mehdi’nin Sünnî olacağı yazılı olduğu hâlde, “bir iki lâf söyledi Amerika’nın aleyhinde” diye, “bu Mehdidir!” diye bir yaygara kopardılar Türkiye’de Humeyni hakkında. O günlerde işte, vaaz eden arkadaşının yanına birkaç arkadaşıyla beraber geliyor Tayyip Erdoğan. Arkadaşı da daha vaazdan yeni inmiş, daha üzerinde cübbe ve sarık duruyor. Diyor ki “sen Humeyniye ‘Kâfir!’ demişsin! Nasıl dersin?!” O da diyor ki, “ben Humeyni’ye ‘Kâfir’ falan demedim”, “Yok, demişsin!” falan…
Hararetli bir şekilde…
Tabiî, hararetli bir şekilde… Hesap soracak bir havada… Hoca da diyor ki, “daha yeni indim kürsüden, görüyorsun başımda sarık duruyor, sırtımda cüppe var, cemaate karşı ayıp olur, diyor. Bu mesele burada konuşulmaz” İleride, zaman zaman beraber gittikleri bir dükkan varmış. “Falan dükkana gidin, ben de oraya geleyim, konuşalım” diyor. “Olur” diyorlar ve gidiyorlar. O Hoca arkadaşımız da, bir taraftan sarığı ve cübbesini çıkartırken bir taraftan da düşünüyor; “yahu, acaba herhangi bir yerde ben böyle bir şey demiş miydim?” Ve hatırına geliyor. Ondan birkaç gün önce birisi, Humeyni’nin Hazret-i Aişe Validemiz’in iffetsiz olduğunu söylediğini, söylemiş.
Ki, kitaplarında var bu… Açık.
Tabiî… Şiîler Hazret-i Aişe Validemizi -haşâ!- iffetsizlikle suçlarlar. O arkadaşım da demiş ki, “eğer Humeyni, Hazret-i Aişe Validemiz hakkında böyle dediyse kâfirdir! Çünkü Kur’ân-ı Kerîm, Hazret-i Aişe Validemizin iffetli olduğunu söylüyor! Âyet var bu hususta.”
Mutlak olarak bağlıyor…
Tabiî Mutlak olarak; Âyet var! “Âyeti inkâr etmiş olacağından kâfir olur!” demiş… Bunu hatırlıyor o Hoca arkadaşımız, “haâ, demek ki bunu söylüyor bunlar” diyor. Neyse, sarığını, cübbesini çıkardıktan sonra o da dükkana varıyor. Diyor ki, “birkaç gün önce birisi bana böyle söylemişti. Humeyni’nin, Hazret-i Aişe Validemiz aleyhinde konuştuğunu söylemişti. Ben de, “eğer Humeyni öyle söylediyse, Aişe Validemiz’in iffet ve namusu Âyet ile sabit olduğu için, onun tersini söyleyen kâfir olur. Dolayısıyla Âyeti inkâr ettiği için Humeyni de kâfirdir” demiştim. Bunu mu söylüyorsunuz? Eğer bunu söylüyorsanız, evet söyledim! Yoksa durup dururken “Humeyni kâfirdir” demedim” diyor. Aralarında yine karşılıklı münâkaşalar, konuşmalar oluyor. Ondan sonra çekip gidiyorlar… Böyle bir şey de var yani.
Hükümetin son 13 yılda Ehl-i Sünnet ile ilgili tutumu derken, Ehl-i Bidat, reformist ve sapık bazı kişilerin önünü açması da söz konusu. Mustafa İslamoğlu gibi marjinal kişilerin önünün eçılması.
Evet… Meselâ Hayrettin Karaman’a “Hocam, Hocam!” diye iltifat ediyorlar. Hayrettin Karaman, “Kur’ân, Ehl-i Kitab’a, “Peygambere inanın” demiyor!” diyen birisi… Hayrettin Karaman, “Hanefiler “kılınmaz!” diyorlar ama, kadın-erkek yanyana niye namaz kılmasın. Kılınır!” diyen birisi… Hazret-i Muaviye’nin aleyhinde bulunan birisi. Bilhassa Hazret-i Muaviye düşmanlığı, Şiî-Sünnî ayırımının kalın çizgilerinden birisidir.
Ve Erdoğan’ın dinî meselelerde başdanışmanı gibidir, değil mi?
Tabiî, öyle!.. Meselâ, Haliç Kültür Merkezi’nde üç kitabın tanıtım toplantısı oldu. Bir, bu 7 ciltlik Hadîs kitabı. İki, Türkiye Diyanet Vakfı’nın 44 ciltlik İslâm Ansiklopedisi, bir kitap daha… Buraya, Tayyip bey de katıldı ve konuştu. Ve takdir ve tebrik etti, bu hususta emeği geçenleri. Hâlbu ki, Türkiye Diyanet Vakfı’nın çıkartmış olduğu 44 ciltlik kitapta “Âzab’ın ebedî olmadığı”, “Cehennem’in ebedî olmadığı” yazıyor. “Azab” maddesine ve “Cehennem” maddesine bakarsanız, görürsünüz. Bu ne demektir?!. Görüşleri sıralıyor, sıralıyor, en sonunda da kendi görüşünü ve hükmünü basıyor; “Azab ebedî değildir! Cehennem ebedî değildir!” diyor. Bu itikadî yanlışlık! Bu şu demektir aynı zamanda; “Hıristiyanlar ve Yahudiler, kâfirler ebedî Cehennem’de kalmayacak” demektir. Olur mu öyle şey!
Âyetle sabit!
“Ebedâ!” kelimesi vardır Âyet’te… Ankara İlahiyat’tan bir hoca var –ismini söylemeyeyim şimdi- işte “Cehennem ebedî değil” falan, filan diyormuş talebelerine. Talebeleri de demişler ki, “Hocam siz öyle söylüyorsunuz da, Kur’ân- Kerîm’de “ebedâ” kelimesi geçiyor? Buna ne diyeceksiniz?” demişler. “Yahu orayı ben de anlayamıyorum!” demiş… Yani “oraya ben de inanmıyorum!” diyemiyor da, “ben de anlayamıyorum!” diyor… Bir… Bir de, bilgisizlik var. Şöyle ki; Yusuf Nebhani isminde bir zat var. Büyük tasavvuf âlimidir. Tasavvuf ile ilgili bir çok kitabları vardır. “Nebhani” maddesine giriniz, bakınız. Orada göreceksiniz; diyor ki Türkiye Diyanet Vakfı’nın “İslâm Ansiklopedisi” “Nebhani” maddesinde, “Nebhani tasavvufa karşıydı!”
Hakikati tersyüz etmek…
Tam tersi etmek!.. Cahilliğin dik alâsı bu!.. Ondan sonra, Adnan Aslan isimli bir zat bir kitap yazmış. Bu kitabında, “yeryüzünde bugün dinleri bozuk bile olsa, diğer din mensupları kendi dinlerine göre hareket ederlerse, onlar da Ahiret’te kurtulurlar” diyor. Bu kitap, Türkiye Diyanet Yayınevi bünyesinde basılıyor! Aynı zamanda bu şahsa “İslâm Ansiklopedisi”nin 5, 6 cildinde yazı yazdırılmış!.. İşte Türkiye Diyanet Vakfı! İşte, Türkiye Diyanet İşleri Başkanlığı! İşte bunları öven sayın Cumhurbaşkanımız!
Son olarak söylemek istediğiniz bir şey var mı?
Efendim, şimdi Bakanların, Başbakanların, Cumhurbaşkanlarının danışmanları olur. Bir de bunların Başdanışmanları vardır. Hani şimdi “AK Parti ile Parelel Yapı kavgalı” ya. Ama bu “kavga” enteresan bir kavga. Değil ama, sanki “danışıklı dövüş” gibi. Meselâ Diyalogçuların bir vakıfları var; Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı. Bir de Kültürlerarası Plâtform var. Bu da Gazeteciler ve Yazarlar Birliği Vakfı’yla aynı binayı, aynı odaları, aynı bilgisayarları, aynı sandalye ve masaları kullanan bir müessese, kuruluş. “Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü” ifâdesi tenkid yediği için, “Kültürlerarası Plâtform” diye bir şey kurdular. Onun Başkanı da Prof. Bekir Karlıağa… Bekir Karlıağa her zaman onların başında. Kültürlerarası Plâtform’un Başkanı zaten. Daima “Dinlerarası Diyalog Toplantıları”na katılan bir kimse. Sonra ne oldu? Aradan “Paralel Yapı meselesi” ortaya çıktı. Enteresandır; Paralel Yapı’nın baş adamlarından biri olanProf. Bekir Karlıağa’yı aldı sayın Tayyip Erdoğan Başbakanlığında kendisine Başdanışman yaptı. Bu Bekir Karlıağa kim? Bekir Karlıağa, “bir insan, bir Tanrı’nın, bir Yaratıcı’nın varlığını kabul etsin de, isterse bu kimse Budist olsun, ister Yahudi olsun, ister Hıristiyan olsun, ister Mecusi olsun, isterse Zerdüş olsun cennete gider” diyor! Böyle birisi… Şimdi, bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?.. Eğer Paralel Yapı yanlışsa, yanlış hareket ediyorsa, kullandığı kimseler tarafından yapılıyordu bu yanlış. Aynı yanlışlığı yapan bir adamı sen alıyorsun, Başbakan Başdanışmanı yapıyorsun kendine!
Şu ânki pozisyonu nedir o kişinin?
Cumhurbaşkanı olduktan sonra Başbakan Başdanışmanlığı bitti tabiî. Ama şimdi Kültürlerarası Platform’un Başkanı ve orada duruyor.
Yani, Paralel söylemi içerisinde aslında Ehl-i Sünnet’e karşı çalışmaları ortak bir şekilde devam ediyor.
Ediyor tabiî.
“Diyalog” meselesi var ve bir de Tayyip Erdoğan’ın Medeniyetler İttifakı Başkanlığı var.
Evet. Aynı… “Medeniyetler İttifakı”, “Medeniyetler Buluşması”, Dinlerarası Diyaloğun aynısı! Tenkid yedikçe başka başka isimlerle devam ediyorlar… Meselâ enteresan bir şey söyleyeyim; Sayın Cumhurbaşkanı, haklı olarak HDP’yi şu şekilde tenkid etti: Bunların eski Diyarbakır Müftüsü ayları var, dedi. Bu Müftü dedi ki, dedi, “benim partim Zerdüşt de olsa, ben yine de bu Parti’ye girerim!” dedi, dedi… Kötülüyor. Aleyhinde konuşuyor. Tamam, iyi, güzel! Ama sayın Erdoğan’ın Başdanışmanı sadece Zerdüştleri değil, öbürlerini de Cennet’e koyuyor! Sadece “Zerdüştler de Cennet’e girecek” dese, ikisi de aynı seviyede olur. Birisi, HDP’nin milletvekili adayı “Zerdüşt de olsa benim için mühim değil, benim Partim” diyor.
Etnik Kürtçülerin geçmişine atıf yapıyor, değil mi?
Evet öyle… Ama Bekir Karlıağa, Başbakan’ın Başdanışmanı daha ileri gidiyor! Sadece Zerdüştleri değil, onun yanında Yahudileri de, Hıristiyanları da, Budistleri de, Mecusileri de, hepsini alıyor…
Evet.
Sonra, ikinci bir şey daha söyleyeyim. Şimdiki Başbakanımız Ahmet Davutoğlu… “Siyasî görüşleri ne kadar isabetli olduğu?”nu izah sadedinde söylüyorum. Aynen Bekir Karlıağa ve sayın Cumhurbaşkanının meselesi gibi, aynı durum sayın Başbakan’da da var. Zaman Gazetesi’nin 10-15 senelik bir yazarı vardı; Etyen Mahcupyan. Ermeni bir yazar, Ermeni bir vatandaşımız. Tabiî Zaman Gazetesi, bu “Paralel Yapı” faaliyetinin başta olan müesseselerinden birisi. Gazeteye yön veren yazarlardır. Yazarlardan birisi de işte Etyen Mahcupyan. E, şimdi sen Başbakan olduğun zaman al, bu Etyen Mahcupyan’ı, yani tenkid ettiği “Paralel Yapı”nın bir personelini al, kendine Başdanışman yap!.. Ondan sonra da bu Etyen Mahcupyan, bu Ermeni Meselesi’nde dedi ki: “Ermenilere soykırım yapılmamıştır” demek mümkün değildir, dedi! Onun üzerine tenkidler aldı ve “seni Başbakanlık Başdanışmanlığından atıyorum!” da demedi Davutoğlu. Adam, tenkidler karşısında kendisi çekildi… Bu ne kadar isabetli bir siyasi tavır ki, kimin ne olduğunu ve ne konuşacağını hiç bilemiyorsun bile!.. Ve tenkid ettiğin müessesenin, teşkilâtın fikir babalarını kendi yanına çekiyorsun, onları konuşturuyorsun… Cumhurbaşkanlarının, Başbakanların danışmanları vardır. Adı üzerinde “danışman”. Ona danışırlar. Derler ki “nasıl hareket edelim?”. Onlar da derler ki, “şöyle, şöyle hareket edelim” ve öyle hareket edilir. E pekiyi, kılavuzu böyle olanların yaptıkları yanlış olmaz mı?!.
“Kimlerle istişare yaptığına bakmak yeterlidir” diyorsunuz?
Gayet tabiî!