|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
.
YOLUNDAYIZ YA RESULALLAH
Toplam 2 sayfa, 1. sayfa gösteriliyor.12»
Ehl-i beyt, Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselamın bütün aile fertlerine denir. Mübarek hanımları, kızı Hazret-i Fatıma ile Hazret-i Ali ve bunların evlatları olan Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin, onların çocukları ve kıyamete kadar gelecek torunlarının hepsine de Ehl-i beyt denir. Hatta Peygamberimizin temiz soyunun bağlı olduğu Haşimoğullarına da Ehl-i beyt denir. Eshab-ı kiramdan Selman-ı Farisi de Ehl-i beytten sayıldı. Fakat özellikle Ehl-i beytdenilince, Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma ve mübarek iki oğlu Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin anlaşılır. (radıyallahü teâlâ anhüm)
Resulullah efendimizin soyu, Hazret-i Fatıma’dan devam etti. Hazret-i Hasan’ın çocuklarına ve torunlarına Şerif, Hazret-i Hüseyin’in nesline de Seyyid denir. Peygamber efendimizin temiz ve mübarek kanını taşıyan seyyidler ve şerifler, çeşitli ülkelerde yaşamaktadır. Her birisi güzel ahlak numunesi olup, yurdumuzda da sayıları pek çoktur.
Doğru yoldaki İslam âlimleri, Ehl-i beyt sevgisini, son nefeste iman ile gitmek için şart görmüşlerdir. Ehl-i Beyti sevmek her mümine farzdır. Bunlarda Resulullah efendimizin zerreleri vardır. Onlara kıymet vermek, saygı göstermek her müslümanın vazifesidir. Çünkü imanın temeli ve en kuvvetli alameti, Allahü teâlâyı sevmek ve Allahü teâlânın sevmediklerini sevmemektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(İmanın temeli ve en kuvvetli alameti, Allah dostlarını sevmek ve Onun düşmanlarına düşmanlık etmektir.) [İ. Gazali]
Hak teâlâ, Hazret-i İsa’ya da buyurdu ki:
(Yer ve gökteki bütün mahlukların ibadetini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [İ. Gazali]
Allahü teâlâ, Ehl-i beyte buyuruyor ki:
(Allah sizlerden ricsi [her kusur ve kirleri] gidermek istiyor ve sizi tam bir taharet ile temizlemek irade ediyor.) [Ahzab 33]
Peygamber efendimiz, Hazret-i Ali’yi, Hazret-i Fatıma’yı, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’i mübarek abâları ile örterek şöyle dua etti:
(İşte benim ehl-i beytim bunlardır. Ya Rabbi, bunlardan kötülüğü kaldır ve hepsini temiz eyle!) [Mesabih]
Her namazda, Âl-i Muhammed diye dua ettiğimiz Ehl-i beyt bunlardır. Allahü teâlânın en çok sevdiği resulü Muhammed aleyhisselamdır. Onun da en çok sevdiği Ehl-i beyti ve Eshabıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şu üç hürmeti gözetenin, dini ve dünyası muhafaza edilir, yoksa hiç bir şeyi korunmaz. İslam’a, Peygambere ve Onun nesline hürmet.) [Taberani]
[İslam’a hürmet, Dinin emirlerine riayet etmektir, Peygambere hürmet, sünnetine uymaktır, nesline hürmet seyyidlere, şeriflere hürmettir.]
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, (Ehl-i beyt, asi [günahkâr] olsalar da, bunları sevmek lazımdır. Bunları sevmek, kalb ile, beden ile ve mal ile yardım yapmakla olup, bunlara riayet ve hürmet etmek iman ile ölmeye sebep olur) buyurdu.
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Ehl-i beyti seveni Hak teâlâ sever, buğz edene de buğz eder.)[İbni Asakir]
(İslam’ın esası, bana ve Ehl-i beytime sevgidir.) [İbni Asakir]
(Her şeyin temeli vardır. Müslümanlığın temeli eshab ve ehl-i beytimi sevmektir.) [İ. Neccar]
(Allah’ın kitabı ve Ehl-i beytime uyan, hidayette olur, uymayan sapıtır.) [İ. Hibban]
(Ehl-i beytim, Nuh’un gemisi gibidir. Tutunan kurtulur, tutunmayan, boğulur.) [Taberani]
(Tutunduğunuz vakit, asla dalalete düşmeyeceğiniz iki şeyi bıraktım: Allah’ın kitabı Kur’an ve Ehl-i beytim.) [Hatib]
(Ehl-i beytime buğzeden, yüzüstü Cehenneme atılır.) [İ. Ahmed]
(Ehl-i beytime, Cehennemlikten başkası buğzetmez.) [İ. Ahmed]
(Fatıma, Cennet hatunlarının üstünü, Hasan ve Hüseyin de Cennet gençlerinin yüksekleridir.) [Tirmizi]
(Ya Fatıma, Allahü teâlâ senin gazabın için gazap eder, senin rızan için razı olur.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, Fatıma ve nesline Cehennemi haram kıldı.) [Hakim, Taberani]
(En iyiniz, Ehl-i beytime iyilik edendir.) [Hakim]
(Ehl-i beytimi sevmeyen, ihtilafa düşer ve şeytana yoldaş olur.)[Hakim]
(Vallahi Ehl-i beytimi sevmeyenin kalbine iman girmez.) [İ. Ahmed]
(Benim soyuma dil uzatarak, beni incitenlere, Allahü teâlâ çok azap yapar.) [Deylemi]
(Allahü teâlâ, oğlum Hasan’la iki Müslüman ordunun arasını barıştırır.) [Buhari]
(Ya Rabbi, Hasan ile Hüseyin’i seviyorum. Sen de sev. Bunları sevenleri de sev!) [Tirmizi]
(Fatıma benden bir parçadır. Onu inciten beni incitmiş olur.)[Hakim]
(Fatıma’yı Ali’den daha çok severim, Ali, bana, Fatıma’dan daha çok kıymetlidir.) [Hakim]
(Kızım Fatıma’nın adı, “Allah onu ve sevenlerini Cehennemden korur” manasındadır.) [Deylemi]
(Ali’yi ancak mümin olan sever ve ona ancak münafık olan buğzeder.) [Nesai]
(Ali’yi sevmek, ateşin odunu yaktığı gibi, Müslümanların günahını yok eder.) [İ. Asakir]
(Ali’ye düşman olanın düşmanı Allah’tır.) [Ramuz]
(Ben ilmin şehriyim, Ali ise kapısıdır.) [Deylemi]
(İlim on kısım. Dokuzu Ali’de, biri diğer halktadır. O, bu biri de onlardan iyi bilir.) [Ebu Nuaym]
(Ali’yi seven, beni sevmiştir. Ona düşmanlık, bana düşmanlıktır. Onu inciten beni incitmiştir. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur.) [Taberani]
(İmanın birinci alameti Ali’yi sevmektir.) [M. Ç. Güzin]
(Ensara ancak münafık buğz eder. Ehli beytime, Ebu Bekir ve Ömer’e buğz eden de münafıktır.) [İ.Asakir]
(Ehl-i beytimi ve Eshabımı çok sevenin, Sırat köprüsünde ayağı kaymaz.) [Deylemi, İ. Adiy]
(Eshabımı, ezvacımı ve Ehl-i beytimi seven, Cennette benimle beraber olur.) [Ramuz]
(Allah’ı seven beni sever, beni seven de, Ehl-i beytimi sever.)[Tirmizi]
(Benden sonra Ehl-i Beytimle imtihan olunacaksınız.) [Taberani]
(Bana ve Ehl-i beytime salevat getirilmedikçe, dua ile Allah arasında perde vardır.) [Ebuşşeyh]
Eshab-ı kiramla ilgili 4 ayet-i kerime meali:
(Mekke’nin fethinden önce Allah için mal veren ve savaşan eshabın derecesi, fetihten sonra veren ve savaşanlardan daha yüksektir. Hepsi için hüsnayı [Cenneti] söz veriyorum.) [Hadid 10]
(Eshabın hepsi, kâfirlere şiddetli ve birbirlerine merhametlidir.)[Feth 29]
(Sizler en iyi bir ümmetsiniz.) [Âl-i İmran 110]
(Muhacir ve Ensar ile iyilikte onların izinden gidenlerden, Allah razıdır.) [Tevbe 100]
Demek ki, kurtuluş için Ehl-i beytin ve Eshab-ı kiramın yoluna sarılmak lazımdır. Ehl-i beyt, Ehl-i sünnetin gözbebeğidir. Ehl-i beytin fazilet ve kemalatı pek çoktur. Saymakla bitmez. Onları anlatmaya, methetmeye, insan gücü yetişmez.
İmam-ı Ali’yi çok sevmek, Ehl-i sünnet alametidir. Onu sevmek için, bir veya birkaç sahabiyi sevmemek, doğru yoldan ayrılmak olur.
Ehl-i beyti sevmek, her mümine farzdır. Son nefeste iman ile gitmeye sebep olur. Aklı az olan, iyi düşünemeyen bazı kimseler, burada yanılıyor. Sevmek için sevgilinin düşmanlarını sevmemek lazımdır diyorlar. İctihadları icabı olarak Hazret-i Ali ile muharebe etmiş olan Hazret-i Âişe’yi ve Hazret-i Muaviye’yi ve Hazret-i Talha’yı ve Hazret-i Zübeyr’i, Ehl-i beyte düşman sanarak, bu büyük insanlara düşmanlık ediyorlar. Böylece doğru yoldan ayrılıyorlar. Halbuki, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden anlaşılıyor ki, o muharebeler, dünya hırsından, mevki ve şöhret sevgisinden değil idi. İctihad ayrılığından idi. Muharebe etmek için değil, anlaşmak için karşı karşıya gelmişlerdi. Abdullah bin Sebe yahudisinin ve arkadaşlarının hilesi ile harbe yol açılmıştı. Eshab-ı kiramın hepsi, Ehl-i beyti seviyordu. Buna inanmayanlar, yani Eshab-ı kiramı Ehl-i beyte düşman zan edenler, âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere inanmamış olur. Âyet-i kerime ve hadis-i şerifler gösteriyor ki, Eshab-ı kiram, Ehl-i beytin sevgisini, imanlarının sermayesi edinmişlerdi. (Eshab-ı Kiram kitabı)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Babam zahir ve bâtın ilimlerinde yani kalb ilimlerinde çok âlim idi. Her zaman ehl-i beyti sevmeyi tavsiye ve teşvik buyururdu. Bu sevgi insanın son nefeste imanla gitmesine çok yardım eder, derdi. Vefat edeceklerinde baş ucunda idim. Son anlarında şuuru azaldığında kendisine bu nasihatini hatırlattım ve o sevginin nasıl tesir ettiğini sordum. O haldeyken bile, (Ehl-i beytin sevgisinin deryasında yüzüyorum) buyurdu. Hemen Allahü teâlâya hamd ve sena ettim.
Ehl-i beyti sevmemek, Harici olmaktır. Eshab-ı kiramı sevmemek sapık olmaktır. Ehl-i beyti de, Eshab-ı kiramın hepsini de sevmek ve hürmet etmek Ehl-i sünnet olmaktır.
Ehl-i beytin sevgisi, Ehl-i sünnetin sermayesidir. Ahiret kazançlarını, hep bu sermaye getirecektir. Ehl-i sünneti tanımayanlar, bu büyüklerin orta, adil, halis sevgilerini bilmeyerek, ifratı seçerek, sevgide taşkınlık yaparak, orta ve adil sevgiyi sevmemek sanıyor. Ehl-i sünnete harici damgasını basıyorlar. Bu zavallılar bilemiyorlar ki, aşırı ve taşkınca sevmek ile hiç sevmemek arasında, bir de doğru, insaflı, orta derecede sevgi vardır. Hakkın yeri de, her şeyde ortada, merkezdedir. Bu hak ve adalet merkezi, Ehl-i sünnete nasip olmuştur.
Sevmenin aşırı ve tehlikeli olması şöyledir ki, Hazret-i Ali’yi sevmiş olmak için, diğer üç Halifeye düşman olmak lazımdır diyorlar. İnsaf etmeli, iyi düşünmeli, bu nasıl sevgidir ki, bu sevgiyi elde etmek için, Resulullahın Halifelerine, yani vekillerine düşmanlık şart oluyor? Bu nasıl sevgidir ki, insanların en iyisinin, Allah’ın habibinin, Allah’ın resulünün eshabına sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor? Bu nasıl sevgidir ki, Allah resulünün mübarek hanımına, damadına, kayınbirader, kayınvalide ve kayınpederlerine sövmeyi, lanet etmeyi icap ettiriyor? Bunlar, nasıl fena bilinir, nasıl kötülenir, nasıl temiz bilinmez ki, Allahü teâlâ, hepsinden razı olduğunu, hepsine Cenneti vaad ettiğini Kur’an-ı kerimde bildiriyor. Onun resulü Muhammed aleyhisselam da eshabı hakkında kötü konuşmayı yasak ediyor. Buna rağmen onlara kötü, pis, kâfir denilebilir mi? Bu nasıl iman, bu nasıl müslümanlıktır? (Eshab-ı Kiram kitabı)
Hepsini sevmek ehl-i sünnete nasip oldu
Resulullah, Eshab-ı kiramdan hiçbirinin sonradan kâfir olmayacağını, hepsinin Cennete gideceklerini haber verdi. Herhangi birisine dil uzatmamızı yasak etti. Allahü teâlâ, Eshab-ı kiramdan razı olduğunu, Onları sevdiğini bildiriyor. Allahü teâlânın sıfatları ebedidir, sonsuzdur. Onlardan razı olması sonsuzdur. Eshabdan hiçbiri mürted, münafık olmaz. Allahü teâlânın bunlardan razı olması değişmez. Münafıklar, Eshabdan değildir. Münafıklardan birkaçının, imansızlıklarını sonradan açıklamaları, Eshab-ı kiramın sonradan mürted olması demek değildir.
Abdülaziz Dehlevi hazretleri, Tuhfe-i isna aşeriyye kitabında diyor ki:
(Eshab-ı kiram arasında münafıklar vardı. Bunlar önceleri belli değildi. Fakat, Peygamber efendimizin son senelerinde, müminler münafıklardan ayrıldı. Resulullah vefat ettikten az sonra, bu münafıklardan kimse hayatta kalmadı. Âl-i İmran suresinin, (Ey münafıklar! Allah, sizi kendi halinize bırakmaz. Halis müminleri münafıklardan ayırır) mealindeki 179. âyeti ve Buhari’deki (Medine şehri, münafıkları müminlerden ayırır. Demirci ocağı, demiri pasından ayırdığı gibi ayırır) mealindeki hadis-i şerif, münafıklarla kâfirlerin ayrıldığını göstermektedir.
Yine (Tuhfe) kitabında diyor ki:
(Hurufiler, Ehl-i sünnet, Ehl-i beyte düşmandır, diyorlar. Bu sözlerine herkesi inandırmak için, acıklı hikayeler de söylüyorlar. Çirkin hikayelerin hepsi yalan ve iftiradır. Ehl-i sünnet âlimleri sözbirliği ile bildiriyorlar ki, Ehl-i beytin hepsini sevmek, kadın erkek her müslümana farz ve lazımdır. Onları sevmek imanın şartıdır. Ehl-i sünnet âlimleri, Ehl-i beytin üstünlüklerini bildiren çok sayıda kitap yazmışlardır. Ehl-i sünnetin hepsi, her namazlarında, Ehl-i beyte hayır dua etmektedir.
(Benden sonra, size iki rehber bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve Ehl-i beytimi bırakıyorum) hadis-i şerifi gösteriyor ki, Kur’an-ı kerimin bir kısmına inanıp, başka yerlerine inanmamak fayda vermediği gibi, Ehl-i beytin bir kısmına inanıp sevmek, ötekilere lanet edip kötülemek de, ahirette fayda vermez. Kur’an-ı kerimin hepsine iman etmek lazım olduğu gibi, Ehl-i beytin de hepsini sevmek lazımdır. Ehl-i beytin hepsini sevmek de, (Ehl-i sünnet)ten başka hiç kimseye nasip olmamıştır. Çünkü Hariciler, Hazret-i Ali’ye ve Onun temiz evlatlarına düşman olmak alçaklığına sürüklendiler. Sebeiyye fırkası, müslümanların mübarek anneleri olan Hazret-i Âişe-i Sıddıka’ya ve Hazret-i Hafsa’ya ve Resulullahın halasının oğlu Zübeyr bin Avvam’a düşman olmak felaketine yuvarlandılar. Kiramiyye fırkası, Hazret-i Hasan’ın ve Hazret-i Hüseyin’in imamlığına inanmadılar. Muhtariyye fırkası da, imam-ı Zeynelabidin’e inanmadılar. İmamiyye fırkası, Zeyd-i şehide inanmadı. İsmailiyye de, imam-ı Musa Kazım’a inanmadı. Bunlar gibi, daha nice fırkalar, Ehl-i beyti sevmekten ve yukarıdaki hadis-i şerife uymaktan mahrum kaldılar. Hiç birini ayırmadan hepsini sevmek Ehl-i sünnete nasip oldu. (H. S. Vesikaları)
Resulullahın yakınları
Sual: Suriye’ye gittiğimde birisi ile tanıştım. Şiadan olduğunu söyleyen ve aslında İbni Sebeci olan birisi, Resulullahın hanımları olmak üzere bütün eshaba sövüyor, namaz kılmıyor. Sonra da, “Biz Şura suresinin 23. âyetine göre hareket ediyoruz. Bizim ehli beyti sevmemiz her şeye yeter” diyor. “Şia Kur’anda da geçiyor” dedi. Bu konularda bilgi verebilir misiniz?
CEVAP
Önce şia kelimesini izah edelim. Şia, fırka, kol, din, yol, fraksiyon gibi anlamlara gelir. Bugünkü tabirle taraftar demektir. Kur’an-ı kerimde iki âyette geçmektedir.
1- Min şiatihi: Onun taraftarı (Kasas 15) Buradaki O, Musa aleyhisselamdır.
2- İbrahim de, onun taraftarıdır. (Saffat 83) Yani İbrahim aleyhisselam da Nuh aleyhisselamın dininden idi demektir.
Kelime olarak, Nuh aleyhisselamın şiası olur, İbrahim aleyhisselamın ve Musa aleyhisselamın şiası olur. Çünkü onlar bir din getirmişlerdir. Muhammed aleyhisselamın şiası da olabilir. Buna âlimlerimiz, Ehl-i sünnet demiştir. Yani Resulullahın sünnetine uyanlar demektir. Ama Ebu Bekrin şiası, Ömer’in şiası, Ali’nin şiası olmaz. Böyle söylemek bölücülük olur. Hazret-i Ali, Peygamber efendimizden ayrı yol tutmadı ki, onun İslamiyet’ten ayrı bir dini olsun. Müslüman olan herkesin Resulullahın yoluna uyduğunu bildirmesi gerekir. Resulullahın yolunda olanlara da Ehl-i sünnet denir. Resulullahın sünnetine sarılan demektir. Birisi biz Ömer’in şiasıyız dese bölücülük olur. Ehl-i sünnet sahabenin hepsini sever. Çünkü Kur’an-ı kerimde hepsinin Cennetlik olduğu bildiriliyor. (Hadid 10)
Ehl-i beytle ilgili olan âyetin meali de şöyledir:
(Ben bununla [İslam dinini getirmekle] akrabalık sevgisinden başka hiçbir karşılık istemiyorum.) [Şura 23]
Müfessirler, buradaki “Bana yakın olanlar” kelimesinin farklı şekilde tefsir edildiğini bildirmişlerdir. Beydavi ve Medarik’te bildirildiğine göre, şu üç şekilde tefsir edilmiştir:
1- Âyette geçen (Kurbâ = yakınlık) kelimesi, Ehl-i beyt demektir.
2– Resulullaha akraba olan bütün Kureyşlilerdir.
3- Allah’a yakınlık demektir. O zaman âyetin manası şöyle olur:
(De ki: Ben bu dini getirmekle sizin iyi amellerle Allah’a yakın olmanızdan, Onu ve Resulünü sevmenizden başka hiçbir karşılık istemiyorum.) [Beydavi, Medarik]
Elbette her Müslümanın Resulullahı, arkadaşlarını, hanımlarını, kayınpeder ve damatlarını sevmesi gerekir. Bunlardan bazıları sevilmezse Resulullahı sevmek yalan olur. Hıristiyanların İsa’yı seviyoruz diyerek Resulullahı inkâr etmeleri nasıl bâtıl ise, Hazret-i Ali’yi seviyoruz diyerek sahabeye kin beslemek de bâtıl bir yoldur. İbni Sebecilerin Hazret-i Ali’yi seviyoruz demeleri, Hıristiyanların Hazret-i İsa’yı seviyoruz demelerine benzer. İsa, ilah diyorlar. Halbuki, Hazret-i İsa böyle sevgi istemiyor. Hariciler Hazret-i Ali’ye düşmanlık etti, Rafıziler de onu aşırı sevdi. Hazret-i Ali şu hadis-i şerifi haber veriyor:
(Ya Ali, sen İsa gibisin! Yahudiler, Ona düşman oldu. Mübarek annesine iftira ettiler. Hıristiyanlar da, Onu aşırı yükselttiler. Ona yakışan dereceden daha yukarı çıkardılar. Allah’ın oğlu dediler.)[İ. Ahmed]
Sonra, Hazret-i Ali, (Benim yüzümden iki türlü insanlar helak oldu. Birisi, beni aşırı severek, bende olmayan şeyleri bana takarlar. Ötekiler de, bana düşman olup, birçok iftira yaparlar) buyurdu.
Bu hadis-i şerif, haricileri Yahudilere, Rafızileri de Hıristiyanlara benzetmektedir.
Bazı kesimler, guruplar Peygamber Efendimiz’i anlatırken, bilerek veya bilmeyerek bir yanlışa düşüyorlar. Bu yanlışa düşenler kullandıkları ifade ile Efendimiz’in diğer vasıflarını gizlemiş oluyorlar.
İŞTE O İFADELER
Gazetelerde, radyolarda ve televizyonlarda hep duyarsınız. Bunlar Peygamber Efendimiz’e: “Güllerin Efendisi, Güllerin gülü, Güller Sultanı” gibi yakıştırmalar yaparlar. Peygamberimizi böyle anlatırlar.
Mesela bir gurubun gazetesi, kutlu doğum kutlanan bir geceyi anlattığı haberinde:“Güllerin efendisine sevgi gecesi” diyor. Tamam, Peygamberimizin teni gül kokardı ve buna bütün sahabe şahitlik yapıyor ama bu terimlerin ısrarla, altını çiziyoruz ısrarlakullanılmasının amacı nedir acaba?
Gül, nihayetinde mevsimlik, günü dolduğu zaman solan, kokusunu yitiren bir çiçektir. Tutmaya çalışan insanın eline batan dikenleri de cabası. Yani gül eğer Efendimizin ten kokusunu barındırıyorsa sevilir ama Efendimiz’e bu yakıştırmayı yaparak diğer sıfatlarını gizlemek bilinçli yapılan bir saptırmadır.
Peygamber Efendimiz güllere, çiçeklere, gönderilen bir Peygamber midir? O“güllerin Efendisi” tabiri ile ne kadar anlatılır? Yani Efendimiz eğer bir kelimede anlatılcaksa bu “Gülerlin efendisi” mi olmalıdır?
Niçin “Kâinatın efendisi”, “Allah’ın resulü”, “Allah’ın habibi, sevgilisi”, “Son Peygamber Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Selem) “Cümle Peygamberlerin sultanı” gibi ifadeler kullanılmıyor?
Bakın, Allah’ın ilk olarak nurunu yarattığı Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Selem)’e Mevlid-i Şerif sahibi Süleyman Çelebi nasıl hitap ediyor:
Ey yarâdılmışların sultanı sen, Sensin ol sultan-ı cümle enbiyâ, Nûr-i çeşm-i evliyâ-yü asfiyâ, Ey risâlet tahtının sen hâtimi, Ey nübüvvet mührünün sen hâtemi.
GÜLLER DEĞİL BİZ MUHTACIZ
Allah’ın “sevgilim” diye hitab ettiği, bütün peygamberlerin istisnasız kendisine ümmet olmak istediği o son peygamber Hazreti Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Selem) Efendimiz’e güller, ağaçlar, kuşlar değil biz muhtacız. Onlar kendilerine yüklenilen vazifeyi zaten yerine getiriyor ve nihayetinde sonları toprak olacak.
Biz muhtacız. Müslüman olmaktan, O’nun ümmeti olmaktan şeref duyduğumuz biz Müslümanlar muhtacız ona. Hem de her an, her zaman. O’nun hayatının her safhasını, emirlerinin her harfini uygulamaya bugün her zamankinden daha da muhtacız.
Ama gelin görün ki, Müslümanlar Peygamberlerinden, hayatından, yaşadığı yerden ve dönemden, İslam’ı bir sonraki nesle taşımak için çektiği sıkıntıdan habersiz ve gafiller. İnanın, Peygamberimizin annesinin, babasının ismini, doğduğu yeri bilmeyenler var. Evet var.
Bu insanlara sen kalkıp “güllerin efendisi” dersen, avam bir çiftçi kardeşimiz “bizim kapıdaki güllerin mi” diye sorabilir yani. Bilmiyor kardeşimiz ne yapsın?
Hülasa: “Güllerin efendisi”“gülleri gülü” gibi tarifler Peygamberimize yapılan bir haksızlık ve büyük yanlışlıktır. Altında oyunlar dönen kavramlardır. Dinler arası diyalog çalışmalarına hizmet etmektedir. Bunlardan sakınmanızı ve o yüce Peygamberi O’na layık olan şekli ile anlatmanızı tavsiye ediyoruz.
.
Ebû Hüreyre radıyallahü anh şöyle anlatıyor:
Peygamber aleyhisselâm kabristana gelip buyurdu:
— Selâm sizlere ey müminler topluluğunun diyarı! Ve biz de. —Allah dilerse— muhakkak size ulaşacağız. Kardeşlerimizi görmeyi arzu ediyorum.
— Ey Allah’ın Resulü, biz senin kardeşlerin değil miyiz? dediler. Peygamber aleyhisselâm:
— Siz arkadaşlarımsınız. Kardeşlerimiz ise, henüz gelmemiş olanlardır.
Bunun üzerine:
— Ey Allah’ın Resulü, ümmetinden henüz gelmemiş olan kimseyi nasıl bilir ve tanırsın? diye sordular. Peygamber aleyhisselâm:
— Bilmiyor musun ki, siyah atlar arasında yüzleri ve ayakları beyaz olan bir atın sahibi kendi atını bilmez, tanımaz mı? buyurdu.
— Evet, Allah’ın Resulü tanır, dediler. Peygamber aleyhisselâm:
— Çünkü onlar abdest sebebiyle yüzleri, el ve ayakları bembeyaz, parlak olarak gelirler. Ve ben de onları Havzın kenarında beklerim. Dikkat! Bazı kimseler benim Havzıma yaklaştırılmayacaktır. Haydi geliniz! diye çağıracağım.
— Onlar senden sonra değiştirdiler, denilecektir.
Ben de:
— Yazık onlara! diyeceğim.
(Müslim, Neseî)
–
.
İbni Abbas radıyallahu anh’ın şöyle anlattığı rivayet edildi: Peygamber aleyhisselâm iki kabre rastladı ve şöyle buyurdu:
Bu kabirlerdeki iki kişi insanlarca mühimsenmeyen bir suçtan azap görüyorlar. Biri idrardan kaçınmadığı için (ayakta bevletmek idrarın üzerine sıçramasına sebep olur) ;diğeri de koğuculuk yaparken, insanların arasını bozduğu için azap görüyor.
Sonra Peygamber aleyhisselâm yaş bir dal alarak ikiye ayırdı ve birer parçasını bu kabirlere dikti. (Etrafında bulunanlar):
— Ey Allah’ın Resulü, bunu neye böyle yaptın? diye sordular. Peygamber aleyhisselâm da:
— Yaş kaldıkları müddetçe azaplarının azaltılacağını ümid ettiğim için böyle yaptım, buyurdu.
(Buharı, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî, Neseî)
Paylaş:
.
.
Ebû Hüreyre radıyallahü anh’den anlatılır: Resûlüllah aleyhisselâm şöyle buyurdu:
Kıyamet gününde üç kişi ilk olarak sorguya çekilir:
Birincisi, cihad esnasında ölen kimsedir ki, Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah, kendisine verilmiş olan nimetleri önüne serer. O da, bunlara nail olduğunu itiraf eder.
Bunun üzerine Allah kendisine:
Bu mazhar olduğun nimetler içerisinde ne yaptın? diye sorar.
O da:
Senin yolunda şehîd oluncaya kadar savaştım, cevabını verir.
Allahü Teâlâ:
Yalan söylüyorsun; sen «yiğit» desinler diye savaştın ve sana «yiğit» dediler de, der. Sonra meleklerin kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklenerek cehenneme atılır.
İkincisi, ilim tahsil edip başkasına da öğreten ve Kur’ân okuyan kimsedir ki, bu da Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilmiş olan nimetleri bir bir sayar ve önüne serer. O da bunları tasdik eder.
Ve Allah kendisine:
Bu eriştiğin nimetler içerisinde ne yaptın? diye sorar.
O da:
İlim tahsil ettim, ilmi başkasına öğrettim ve senin rızan için Kur’ân okudum, diye karşılık verir.
Allah kendisine:
Yalan söylüyorsun, sen ilmi, «alim» desinler diye öğrendin. Kur’ân’ı da «güzel Kur’ân okuyan kişi» desinler diye okudun. Ve sana böyle dediler de, der. Sonra meleklere kendisini almalarını emreder ve yüz üstü sürüklendirilerek cehenneme atılır.
Üçüncüsü de, Allah’ın kendisine bolluk verdiği, malların her çeşidini ihsan ettiği kimsedir ki, Allah’ın huzuruna getirilir ve Allah kendisine verilen nimetleri karşısına çıkarır. O da bütün bunların kendisine verildiğini kabul eder ve Allah sorar:
Şu nail olduğun nimetlerle ne yaptın? der.
O da:
Verilmesini istediğin ne kadar yer varsa, hep o yerlerde ve o yolda dağıttım, diye cevap verir,
Allahü Teâlâ:
Yalan söylüyorsun. Sen bütün bunları kendine «ne cömerd adam!» dedirtmek için yaptın. Ve sana böyle dediler de, der. Sonra meleklere onu almalarını emreder. Ve yüz üstü sürüklendirilerek cehenneme atılır.
(Müslim, Tirmizî, Nesei)
Paylaş:
.
.
Câbir radıyallahü anh anlatıyor:
Arkadaşlarımla beraber sefere çıkmıştık, içimizden birinin başına taş isabet etti ve başını yaralayıp kemiğini kırdı. Sonra aynı adam uykuda ihtilâm olduğu için, arkadaşlarına:
— Teyemmüm edebilir miyim, bu hususta benim için ruhsat buluyor musunuz? diye sordu.
Arkadaşları da:
— Hayır, su mevcut oldukça teyemmüme ruhsat yoktur, diye cevap verdiler. Bunun üzerine o şahıs gusül abdesti aldı ve açık vaziyetteki yaradan içeriye giren suyun tesiri ile vefat etti.
Peygamber aleyhisselâmın huzuruna geldiğimiz zaman, kendisine hadiseyi naklettiler.
Bunun üzerine Resûlüllah aleyhisselâm:
— Adamı öldürmüşler, Allah onları öldürsün, buyurdu. Ve “Bilmiyorlarsa sorsaydılarya ; cehaletin ilâcı sormaktır, o adama teyemmüm etmek kâfi gelirdi. Yarasına da bir bez parçası koyar, üzerine mesheder ve vücudunun diğer yerlerini de yıkardı” diye ilâve etti.
(Ebû Davud)
.
Sahabe-i Kiram acaba bugün nereden sevap kazanırız veya ecirlerden ne kaybediyoruz, ne eksiğimiz var diyerek ahiret hayatında ellerine geçecek olanı düşünürlerdi. Bunun için birbirleriyle yarışırlar, bizim dünya için koşturmamız gibi ahiret yurdu için çabalarlardı.
Ebû Hüreyre radıyallahü anh’ten rivayet edilerek anlatılıyor: Muhacirlerin fakirleri Resulüllah aleyhisselâma gelip dediler ki:
“Servet sahibi Müslümanlar derece ve nimetler bakımından bizi geçtiler…”Resulüllah aleyhisselâm da “ne hususta” diye buyurunca; muhacir fakirler:
“Biz namaz kılıyoruz, onlar da kılıyorlar; biz oruç tutuyoruz, onlar da tutuyorlar; fakat onlar sadaka verdikleri halde biz veremiyoruz; onlar köle azad ediyorlar, biz edemiyoruz.” dediler.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
“Size, sizden ilerde bulunanlara yetişebileceğiniz, sizden, geride, sizden aşağıda olanları geçebileceğiniz ve sizin yaptığınız gibi yapanlar müstesna, sizden başka kimsenin daha faziletli olamıyacağı bir şey öğreteyim mi?” buyurdu.
Muhacirlerin fakirleri:
“Evet, Öğret, ey Allah’ın Resulü” diye cevap verdiler.
Peygamber aleyhisselâm da:
“Her namazın sonunda otuz üç defa Sübhânellah (Allah’ı her türlü noksanlıktan tenzih ederim.) otuz üç defa Elhamdülillah (Hamd Allah’a mahsustur,) otuz üç defaAllahü Ekber (Allah en büyüktür) deyiniz” buyurdu.
Zenign sahabelerde bu ecirleri duymuş ve uygulamaya başlamışlardı. Muhacir fakirler, Resulüllah aleyhisselâma gelerek dediler ki:
“Mal ve servet sahibi kardeşlerimiz bizim bu yaptığımızı işitip onlar da aynen böyle yaptılar.”
Bunun üzerine Allah’ın Resulü şöyle buyurdu:
“Bu Allah’ın fazlıdır, dilediğine verir.”
(Buharî, Müslim, Ebû Davud, Tirmizî)
.
Muaz bin Cebel radıyallahü anh şöyle rivayet ediyor: Peygamber aleyhisselâm ile bir seferde beraber bulunuyordum. Bugün sabahleyin onun yanında idim ve beraber yürüyorduk. Kendisine dedim ki:
— Ey Allah’ın Resulü, bana, cehennemden uzaklaştıran ve cennete koyan bir iş haber ver.
Allah’ın Peygamberi buyurdular ki:
— Bana büyük bir şeyden sordun. Ancak Allah’ın kolaylaştırdığı kimseye o, kolaydır. Şöyle ki: Allah’a ibadette bulunur, ona hiç bir şeyi ortak koşmazsın, namazı devamlı olarak kılar, haccını da eda edersin. Ve ilâve ederek: Sana hayır kapılarını göstereyim mi? Oruç, günahlardan koruyucu bir ibadettir. Sadaka, suyun ateşi söndürdüğü gibi günahların ateş azabını söndürür. Kişinin, gecenin tenha vaktinde kıldığı namaz, salih kulların alâmetidir.
Sonra Resulûllah aleyhisselâm: “Çok ibâdet etmekten, (o kimselerin) vücudları yataklardan uzak kalır; korkarak ve ümid ederek Rablerine yalvarırlar, verdiğimiz rızıklardan başkalarına verirler, yaptıklarına karşılık olarak, onlar için gizlenen müjdeyi bilen olmaz.” (Secde Sûresi) mealindeki Âyet-i Kerîmeyi okudu.
Ve bundan sonra:
— Sana işin başını, temel direğini ve zirvesini söyleyeyim mi? buyurdular.
— Söyle ey Allah’ın Resulü, dedim. Buyurdular ki:
— İşin başı islâm, temel direği namaz, zirvesi de cihad’dır. Bundan sonra buyurdular ki: “Bunların hepsini koruyan şeylerin ne olduğunu haber vereyim mi?”
— Haber ver, Ey Allah’ın Resulü, dedim. Bunun üzerine eli ile dilini işaret ederek:
— Bunu, yani dilini koru, buyurdular. Bunun üzerine:
— Konuştuklarımızla mesul tutulur muyuz, ey Allah’ın Resulü? diye sordum.
— Allah, Allah, ey Muaz! Dillerinin ettiğinden başka bir şey insanları cehenneme atar mı? Yani çoğu defa insanı felâkete götüren dili, dilinin yaptıklarıdır buyurdu.
.
Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor: On bir kadın bir araya gelerek oturmuşlar ve hepsi kocalarına aid şeyleri gizlemeden anlatacaklarına dair söz vermişlerdi.
Birincisi şöyle söyledi:
— Kocam deri ile kemikten ibaret, dağ tepesinde kalan bir deve gibidir. Ne dağ, üzerine çıkılması kolay olan bir dağdır ki, çıkılsın, ne de deve o kadar kuvvetlidir ki, dağdan indirilebilsin. Yani kadın kocasını üzerine çıkılması imkânsız sarp bir dağın üstündeki cılız bir deveye benzetiyor ki, bu suretle dağ, geçidi olmayan çetin bir dağ olmakla yukarı çıkıp ona ulaşmanın mümkün olmadığını ve devenin de cılız olup rağbete değer eti bulunmadığını anlatıyor. Bu benzetişle kocasının cimri, kötü huylu, kendisinden hayır beklenmeyen bir kimse olduğunu anlatmak istiyor.
İkincisi dedi ki:
— Kocam hakkında bir şey söyleyemem. O, o kadar kötü bir kimsedir ki, kendisinden söz etsem, ancak açık ve gizli kötülüklerini söyleyebilirim. Yani onun kötülüklerden başka anlatacak bir tarafı yoktur.
Üçüncüsü anlattı:
— Kocam öyle kötü bir kimse ki, ayıplarını açıklasam beni boşar, sükût etsem muallakta bırakır. Yani bu benimle münâsebetini devam ettirir ki, bu şekilde kendisinden istifade edeyim, ne de tamamıyla boşayıp alâkasını keser ki başkasına varabileyim:
Dördüncüsü anlattı:
— Kocam Mekke ikliminin gecesi gibidir. Ne sıcak, ne de soğuktur. Orta hallidir; kendisinden ne korkulur, ne de usanılır, îyi huylu, hoş geçimli bir kimsedir.
Beşincisi anlattı:
— Kocam eve girince parslaşır, çıkınca arslanlaşır. Evde hiç bir hususî arzusu yoktur. Kadın kocasını çok uyuyan ve çok sıçrayıp atlayan pars hayvanına benzetmekte, kocasının eve gelince çok uyuduğunu, noksanları görmediğini, cinsî münasebete de çok düşkün olduğunu ifade ediyor, dışarıya çıktığı zaman da düşmanlarına karşı arslan gibi davrandığını anlatıyor.
Altıncısı anlattı:
— Kocam yediği zaman tabakta ne varsa Siler süpürür, içtiği zaman da son damlasına kadar içer. Yattığı zaman elbisesine bürünür ve bana dokunmak için elini bile çıkarmaz. Kadın böylece kocasının obur, cimri, kötü huylu ve karısı ile münâsebette bulunmak isteğinden uzak olduğunu anlatmakla; onun bu meziyetlerden mahrum bir erkek olduğunu söyleyerek kötülüyor.
Yedincisi anlattı:
— Kocam bir zavallı, yahut çımadan aciz, ahmaklığından dolayı her şeye uyan, her hastalığı üstünde toplamış, ya başını yaralayan veya cesedini veya her ikisini birden yapan bir zavallıdır.
Sekizincisi anlattı:
— Kocam, yumuşaklığı tavşan tüyü, kokusu da za’ferân kokusudur. Yani kadın kocasının derisinin yumuşaklığını ve devamlı olarak güzel kokular sürünmesi bakımından herkes tarafından sevilen bir kimse olduğunu ifade ediyor.
Dokuzuncusu anlattı:
— Kocam, evinin dikmesi yüksek, kılıcının kılıfları uzun, külü çok, evi de halk meclisine yakındır. Yani evinin dikmesi ve kılıcının kınları uzun demekle, kocasının boyunun yüksek olduğunu, külü çok diye tabir etmekle misafirperver, evi halk meclisine yakın demekle de devamlı olarak meclis tarafından kendisine müracaat edilen ve şeref sahibi bir şahıs olduğunu anlatıyor.
Onuncusu anlattı:
— Kocam pek zengindir. Ondan hayırlı kimse yoktur. Yani övülenlerin en iyisidir. Develeri, ağılları çoktur. Otlağa sık sık çıkarlar. Çalgı sesini işittikleri vakit, kesileceklerini katî olarak hissederler.
Onbirinci Ümmü Zer de şöyle anlatır:
—— Kocam Ebû Zer’dir. Ebû Zer, büyük bir adamdır. Kulaklarımı ziynetle doldurdu. Kollarımı şişmanlattı. Bana hürmet ve itibar gösterdi. Bu bakımdan içim ferahtır. Beni küçük bir yerde varlığı bir kaç koyundan ibaret olan bir ailenin yanında bulmuştu. Sonra beni at seslerinin, deve seslerinin bulunduğu ve zahiresi harmanda dövülen ekin sahibi bir ailenin arasına getirdi. Yanında ne söylesem kabul edilir. Sabaha kadar uyurum, kimse beni uyandırmaz. Bol süt içer ve süte doyarım.
Ebû Zer’in anası, bilseniz ne hanımdır. Onun zahire anbarları, eşyasını koyduğu hararları çok büyüktür. Evi de geniştir.
Ebû Zer’in oğlu da hayırlı bir delikanlıdır. Yattığı yer kılıcı çekilmiş kılıf gibidir. Yani boylu boslu, vücudunun hatları düzgün bir gençtir. Dişi bir keçinin kol tarafı ile doyar, obur değildir.
Ebû Zer’in kızı ne terbiyeli bir kızdır. Babasına karşı itaatlidir. Anasına da itaatlidir. Vücudu elbisesini doldurur. Güzelliği ve terbiyesi akran ve emsalinin imrenmelerine sebep olur.
Ebû, Zer’in cariyesi ne sadakatli bir cariyedir. Aile sırlarımızı dışarıya çıkarmaz. Evimizin yemeklerini bozmaz. Güzel de yemek pişirir, israf etmez ve evimizi devamlı temiz tutar.
Ümmü Zer, sözlerine şöyle devam eder:
— Bir gün kocam Ebû Zer evden çıktı. Yağ çıkarılmak için süt tulumları çalkalanıyordu. Yolda bir kadına rastladı. Kadının pars gibi iki çocuğu vardı. Koltuklarının altında annelerinin memeleri ile oynuyorlardı. Bu kadını gören kocam benden vazgeçti ve onunla evlendi. Ben de ondan şeref sahibi bir adamla evlendim. Bu adam da güzel yürür ve en güzel ata binerdi. Meşhur Hatt imalâtından olan mızrağını alır, akşam üzeri deve ve sığır nevinden bir sürü hayvanı önüne katarak banar gelirdi. Getirdiklerinin hepsinden bana bir çift verirdi. Ve bana: Ey Ümmü Zer Dilediğin gibi ye, iç ve yakınlarına ikramda bulun, derdi. Bununla beraber bu kocamın bana verdiklerinin tamamını toplasam Ebû Zer’in en küçük kabını dolduramaz.
Yani Ebu Zer’i çok sevdiğinden onu öve öve bitirememiş, şimdiki kocasının bütün ikramlarına karşı onu unutamamıştı.
Hazreti Aişe radıyallahu anhâ burada buyuruyor ki: Peygamber aleyhisselâm bana:“Ben senin için Ümmü Zer’in Ebû Zer’i gibiyim. Bir fark var ki, o Ümmü Zer’i terketti, ben ise seninle beraberim ve beraber olacağım” buyurdu.
(Buharî, Müslim, Neseî
.
İbni Abbas radıyallahü anh anlatıyor: Peygamber aleyhisselâm zamanında güneş tutulmuştu. Allah’ın Resulü namaz kılıp uzun uzun kıyamda kaldı. Bundan sonra Peygamberimiz şöyle buyurdu:
— Muhakkak güneş ile ay Allah’ın âyetlerinden birer âyettir. Hiç bir kimsenin ölümü ve yaşaması için tutulmazlar; şu halde tutulduklarını görünce Allah’ı zikrediniz.
İnsanlar dediler ki:
— Ey Allah’ın Resulü, durduğun yerde bir şey almaya uzanmış olduğunu, sonra da irkilip geri çekildiğini gördük. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
— Katî olarak Cenneti gördüm de, bir salkım üzüm yakaladım. Koparmaya muvaffak olsaydım, dünya durduğu sürece ondan yiyebilecektiniz. Bana Cehennemde gösterildi. Şu anda gördüğüm manzaradan daha kötü hiç bir manzara görmedim. Cehennemdekilerin çoğunu da kadınlardan gördüm, buyurdu.
— Ey Allah’ın Resulü, ne sebeble onların çoğu kadınlardandır? diye sordular da, Peygamber aleyhisselâm:
— Küfürleri sebebiyle, cevabında bulundu.
— Allah’a mı küfrediyorlar? diye yine sordular. Peygamber aleyhisselâm:
— Kocalarına ve kendilerine yapılan nimete küfrediyorlar; onlardan birine dünyayı versen, yahud ömrü boyunca iyilikte bulunsan, yine senden hoşlarına gitmeyen bir şey görünce, senden hiç bir zaman hayır görmedim, derler, buyurdu.
(Buharî, Müslim, Neseî)
.
Sahabe-i Kiram ilkleri çok merak ederlerdi. Mesela ilk hesaba çekilecek olanlar, ilk azaba uğrayacak olanlar gibi çeşitli sorular sorarlardı. Böyle bir soruyu kızı da yöneltmişti Peygamberimize.
Hazreti Fâtıma (Radıyallahu anha) bir gün Efendimiz (Aleyhissalâtu vesselâm) a:
– Babacığım, kadınlardan cennete ilk önce girecek olan kimdir? diye merakla sordu. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz:
– Falan mahallede, falan evde oturan bir kadın var. Cennete ilk girecek kadın, işte o kadındır, buyurdular. Hazreti Fâtıma anamız hayretle:
– Babacığım, o kadın cennete, benden de mi evvel girecek? diye tekrar sordu. Peygamber Efendimiz:
– Evet! Senden de evvel girecek.” buyurdu. Ve şayet isterse, gidip o kadınla tanışabileceğini söyledi.
Hazreti Fâtıma’nın o kadın hakkındaki merakı iyice artmıştı. Bu kadın ne yapıyor, nasıl bir amel işliyordu ki, cennete ilk olarak girmeyi hak ediyordu. Bir gün o kadınla görüşüp tanışmak ve onunla konuşmak için evinden çıktı. Kadının evini sora sora buldu ve kapısını tıklattı.
İçeriden yaşlı olduğu anlaşılan bir kadın: “Kim o?” diye seslendi. Hazreti Fâtıma anamız da kendisini tanıtarak onunla görüşmek istediğini söyledi. Kadın, Peygamber kızının kendisiyle görüşmeye geldiğini duyunca çok sevindi. Kapıyı açmadan içeriden seslendi:
– Ey Resûlullah’ın kızı! Hoş geldin sefalar getirdin! Canım sana feda olsun! Aslında ben de sizinle görüşmeyi çok arzu ediyordum; fakat dışarı çıkmadığım için maalesef ziyaretinize de gelemedim. Şimdi sizin gelmeniz beni çok memnun etti. Fakat kocamdan izin almadan bugüne kadar ben kimseye kapı açmış değilim. Onun için sizden çok özür diliyorum. Ben sizin içeri girmeniz için bu akşam eşimden izin alayım ve yarın görüşelim, ne olur, yarın tekrar buyurun, dedi.
Bunun üzerine Hazreti Fâtıma (Radıyallahu anha) geri döndü. Akşam olunca kadın meseleyi anlatıp kocasından izin aldı. Ve ertesi gün, Hazreti Fâtıma o kadınla görüşmek için tekrar geldi. Bu sefer yanında oğlu Hazreti Hasan (Radıyallahu anh) da vardı. Hazreti Hasan o sıralar henüz küçük bir çocuk olduğu için rahat durmamış, annesi mecburen onu da yanında getirmek zorunda kalmıştı.
Kadının evine geldi ve kapısını çaldı. Tabiî kadın içeriden Hazreti Hasan’ın sesini duymuştu. Hazreti Fâtıma’nın yanında bir çocuk bulunduğunu fark edince çok üzüldü. Hazreti Fâtıma’ya:
– Ey Fâtıma! Ben kocamdan yalnız sizin için izin almıştım. Çocuk için izin almadığımdan dolayı onu içeri alamam. Ne olur beni affedin. İsterseniz siz buyurun, çocuk dışarıda kalsın. İsterseniz yarın gelin; bu akşam onun için de izin alayım, dedi.
Hazreti Fâtıma ikinci defa içeri giremeden geri döndü. Ve üçüncü gün tekrar kadına gitmek üzere çıktı. Hikmet-i ilâhî bu sefer Hazreti Hüseyin’i (Radıyallahu anh) de yanına almak zorunda kalmıştı. Tabiî kapıyı çaldığında, kadın Hazreti Hüseyin’in de olduğunu öğrenince, Hazreti Fâtıma yine dünkü durumla karşılaştı. Kadın kocasından onun için de izin alması gerektiğini söyledi.
Hazreti Fâtıma (Radıyallahu anha) dünkü günkü gibi hiç ısrar etmedi. Ve çocuklarıyla beraber mecburen geri dönmek zorunda kaldı. Bir sonraki gün, üçü birden gittiklerinde, kadın kocasından her üçü için de izin almıştı. Kapı açıldı ve içeri girdiler. Kadın binlerce özürler diledi, affını istedi ve Peygamber çocuklarını en güzel şekilde karşıladı ve ağırladı.
Hazreti Fâtıma içeriden gelen sese göre kadının gayet yaşlı bir nine olduğunu zannetmişti. Fakat bir de baktı ki, kapıyı açıp kendisini karşılayan kadın hem çok genç, hem de çok güzel bir hanımdı. Hazreti Fâtıma hayretle sordu:
– Sizinle dışarıdan konuşurken sesiniz çok değişik geliyordu. Oysa sesiniz hiç de öyle değilmiş, bu nasıl oluyor? dedi. Kadın:
– Sizinle konuşurken sesim dışarı çıktığı için sesimi yabancı bir erkek duyar da günaha girerim, diye ağzıma küçük bir taş parçası alarak konuşuyordum. Şimdi ise o taşı çıkardım, dedi.
Hazreti Fâtıma (radıyallahu anhâ), bu cennetlik kadının sözlerinden dolayı çok memnun olmuştu. Nâmahremden sesini bile böylesine sakınan, kocasına da böylesine itaat eden bu kadının, neden cennete evvelâ gireceğini anladı. Onunla bir müddet sohbet ettiler. Bazı konuları konuştular. Bir ara kadın Hazreti Fâtıma’ya:
– Ey Resûlullah’ın kızı! Acaba ben kocama karşı vazifemi ifa etmiş oluyor muyum? Onun bendeki hakları sebebiyle Allah Teâlâ kocama itaatsizlikten dolayı beni hesaba çeker mi? Bundan korkuyorum… dedi.
Hazreti Fâtıma bu suali tebessümle karşıladı ve babasının yani Peygamber Efendimizin müjdesini kendisine bildirdi:
– Hayır! Sen bilakis babamın, “cennete ilk girecek kadın” diye müjdelediği kimsesin, dedi.
Hazreti Fâtıma (Radıyallahu Anha), Resûlullah’ın cennetle müjdelediği bu mübarek kadınla bir müddet daha sohbet ettikten sonra müsade istedi ve oradan ayrıldı.
Günümüzün çağdaş (!) ve ekonomik özgürlüğünü kazanan hanımları bu haım sahabe annemizi deli olarak itham edebilir. Size bile çok garip ve abartılı geliyor olabilir. Ama annemiz bu hali ile cennete giren ilk kişi olmaya hak kazandı.
Ağzına taş koyarak konuşma meselesi çok manidardır. Bakkallarda, çakkallarda, çarşıda, pazarda erkeklerle hiç çekinmeden muhabbet eden, tartışan kadınlara ibret olsun inşallah.
Kendinizin bunu hiçbir şekilde yapmaya kadir olmadığınızı düşünüyorsunuz. Yapamazsınızda zaten. Yapan kişi cennete ilk girmek ile müjdelendi. Biz onları örnek alarak cennete hak kazanmaya çalışmalıyız.
–
.
Enes radıyallahu anh anlatıyor:
Ebû Talha radıyallahu anh, Medine’de Ensârın en zenginlerinden birisi idi. En çok sevdiği malı da Mescid-i Nebevî’nin karşısındaki bulunan Beyraha ismindeki hurma bahçesiydi. Peygamber aleyhisselâm, bu bahçeyi şereflendirir, onun çok lezzetli suyundan içerdi. “Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda sadaka olarak vermedikçe iyiliğe asla nail olamazsınız” (Âl-i îmran Sûresi) mealindeki Âyet-i Celîle nazil olunca, Ebû Talha radıyallâhu anh kalkıp Allah’ın Resulünün huzuruna geldi ve şöyle dedi:
– Ey Allah’ın Resulü! Allahu Teâlâ kitabında, “Sevdiklerinizden Allah yolunda sadaka olarak dağıtmazsanız iyiliğe erişemezsiniz”buyuruyor. Benim en çok sevdiğim malım da Beyraha hurmalığıdır. Ben orayı Allah yolunda sadaka olarak verdim. Allahü Teâlâ nezdinde onun iyilik ve faydasını ümid ederim. Dilediğin gibi onda tasarrufta bulun, ey Allah’ın Resulü!
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
– Ne büyük iş! Bu çok kıymetli bir maldır, çok kıymetli bir maldır bu. Bunun için böyle söylediğini duydum. Ben o malı kendi akrabalarına vermeni münasip görüyorum.
Bunun üzerine Ebû Talha radıyallahu anh de bu hurmalığı akrabası ve amca oğulları arasında paylaştırdı.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)
.
Hayatımızın her safhasında Peygamber Efendimiz’i ölçü alırsak asla şaşırmayız. Resulullah Efendimiz’in sahabelerine yaptığı bu uyarı bize emsal olsun.
Üç kişilik bir grup Peygamber aleyhisselâmın gizli olarak yaptığı ibadetlerini sorup öğrenmek için, Resulüllah’ın zevcelerinin evlerine geldiler. Peygamber aleyhisselâmın zevceleri, onun ibadetini kendilerine anlatınca, güya bu yapılanları azımsayarak dediler ki:
– Biz Peygamber aleyhisselâmdan neredeyiz! Şüphe yok ki Allah onun geçmiş ve gelecekte olabilecek günahlarını mağfiret etmiştir.
İçlerinden biri: Ben geceleri devamlı namaz kılacağım, diğeri: Ben ömrüm boyunca devamlı oruç tutacağım, diğer birisi de: Ben de kadınlardan ayrı olarak yaşayacağım, hiç evlenmeyeceğim, dediler. Onlar bu şekilde konuşurlarken yanlarına Allah’ın Resulü geldi ve:
– Siz, şöyle şöyle söyleyen kimselersiniz, değil mi? Fakat biliniz ki, ben Allah’tan en çok korkan ve korunanınızım. Lâkin böyle olmakla beraber bazan oruç tutar, bazan da tutmam. Gecenin bir kısmında namaz kılar, bir kısmında ise uyurum. Kadınlardan da ayrı yaşamam, evlenirim. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir, buyurdular.
(Buharı, Müslim, Neseî)
Demek oluyorki arkadaşlar uyku da lazım, evlenmekde lazım. Bazıları hayatını ve yaşamını İslama adadığından evlenmediklerini söylüyorlar. Hayatını İslama adayan Resulullah Efendimizden gayretli bir insan tanımıyoruz biz. Varsa siz söyleyin!. O bile“kadınlardan ayrı yaşamam, evlenirim” buyuruyor.
.
Hazreti Ali radıyallahu anh anlatıyor:
Fatıma radıyallahu anhâ’nın el değirmeni ile un öğütmekten elleri acıyordu. Bu acısından dolayı Peygamber aleyhisselâma şikâyette bulunmaya geldi.
Hazreti Fatıma annemizin amacı kendisine yardımcı olması için bir hizmetçi-yardımcı almaktı.
Bu hususu Hazreti Âişe radıyallahu anhü’ya söyledi. Allah’ın Resulü eve gelince Âişe radıyallahu anhâ meseleyi kendilerine bildirdi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm bize geldi. Biz yatmış bulunuyorduk. Geldiğini görünce kalkmaya başladık. Resulüllah aleyhisselâm: “Yerinizde kalın,”buyurdu ve Fâtıma ile benim aramda oturdu.
Hemen buyurdular ki:
“İstediğinizden daha hayırlısını size haber vereyim mi? Yatmaya gittiğiniz vakit 33 defa Sübhanellah, 33 defa Elhamdülillah, 33 defa Allahü Ekber deyin. Bu, sizin için istediğiniz hizmetçiden daha hayırlıdır.”
(Buharı, Müslim, Ebû Davut, Tirmizî)
.
Câbir radıyallahu anh anlatıyor:
Tufeyl bin Amd ed-Devsî Peygamber aleyhisselâma gelerek:
– Ey Allah’ın Resulü! Çok sağlam bir kale içerisinde seni koruyan insanlar arasında kalmak ister misin? dedi ki, bununla “bizim memleketimize hicret etmez misin? Biz seni muhkem bir kalede korur ve bütün kötülüklerden muhafaza ederiz” beyânında bulunmak istedi.
Allah’ın Resulü de bu teklifi kabul etmedi. Zira, Allahü Teâlâ, Ensâr için hicreti gizli tutmuştu.
Vakti gelip Peygamber aleyhisselâm Medine’ye hicret edince, Tufeyl radıyallahu anh ile kavminden bir adam da Medine’ye hicret ettiler.
O adam Medine’de hastalandı ve rahatsızlığına sabır göstermeyerek parmaklarının etrafını geniş bir okla kesti. Vefat edinceye kadar da o parmaklarından kan aktı. Vefat ettikten sonra, Tufeyl radıyallahu anh bu şahsı rüyada gördü. Adam güzel bir suret içinde bulunuyordu. Ancak elleri örtülü bir vaziyette idi.
Tufeyl:
– Rabbin sana nasıl muamelede bulundu? diye sordu. Adam:
– Allah’ın Resulünün yanına hicret etmiş olduğum sebebten dolayı günahlarımı mağfiret etti, diye cevap verdi.
Tufeyl radıyallahu anh:
– Ellerini neden bu şekilde sargılı olarak görüyorum? diye sordu. Adam dedi ki:
– Bana, “senin bozmuş olduğun şeyleri düzeltmeyeceğiz” diye söylendi.
Tufeyl radıyallahu anh bu rüyasını Peygamber aleyhisselâma anlattı.
Allah’ın Rasulü de:
– Ey Rabbim! O kişiyi elleri dolayısı ile yaptığı suçunu da mağfiret et, diye duada bulundular.
Paylaş:
.
Yemeğin sünnetlerinden birisi besmele ile başlamaktır. Aksi takdirde şeytanı yemeğimize ortak ederiz. Allah’ın adı ile başlanan yemeğe şeytan ortak olamamaktadır. Yediğin yemekten eksilen birşey yok gibi gözükse de bereketi kaybolmakta, hakikati yok olmaktadır.
Huzeyfe radıyallahu anh anlatıyor:
Peygamber aleyhisselâm ile beraber yemek etrafında hazır olduğumuz vakit.. Allah’ın Resulü başlamadan önce ellerimizi yemeğe uzatmazdık. Bir defa Resulüllah aleyhisselâm ile beraber yemek etrafında toplanmıştık. Bir cariye, biri tarafından itilircesine gelip elini yemeğe uzatınca, Peygamber aleyhisselâm cariyenin elini tutup onu durdurdu. Ondan sonra bir Arâbî de aynı şekilde itilircesine geldi. Allah’ın Resulü bununda elinden tutup yemeğe başlamasına mani oldu ve şöyle buyurdu:
– Muhakkak ki şeytan, Allah’ın ismi anılmamak, yani besmele çekilmemek suretiyle yemeği kendisine helâl kılmaya gayret eder. Bu sebeple bu cariyeyi getirdi ve besmele çektirmeden yemeğe başlatarak, bunun vasıtasıyla yemeği kendisine helâl kılmak istedi. Bunun için cariyenin elinden tutup yemeğe başlamasını önledim. Sonra, aynı sebeple şu ârâbiyi getirdi. Onun da elinden tutup yemeğe başlamasına mani oldum. Hayatımı kudreti ile tutan Allah’a yemin ederim ki, cariyenin eli ile birlikte şeytanın da eli elimde idi.
(Müslim, Ebû Davud, Neseî)
Hazreti Aişe radıyallahu anhâ anlatıyor:
Resülullah aleyhisselâm sahabîlerinden altı kişi ile beraber yemek yiyordu. Bu arada bu ârâbî geldi ve iki lokma yedi. Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm:
– Eğer şu ârâbî besmele ile yemiş olsaydı yemek hepinize yeterdi, buyurdular.
(Tirmizî)
.
İslam bereket dinidir. Müslüman bu bereketi iliklerine kadar hisseden kişidir. Kafir ise bereket ve hayırdan yoksundur.
Ebû Hureyre radıyallahu anh anlatıyor:
Bir kâfir kimse, Peygamber aleyhisselâma misafir olarak gelmişti. Allah’ın Resulü kendisine koyundan sağılmış bir kâse süt getirmelerini söyledi. Adam sütü sonuna kadar içti. Sonra bir bardak daha getirmelerini emretti. Onu da içti. Bir kâse daha getirmelerini söyledi. Onu da içti. Bu şekilde yedi defa birer sağımlık koyun sütü içinceye kadar devam etti. Adam geceyi burada geçirdi. Sabahleyin de müslüman oldu.
Peygamber aleyhisselâm bu sefer kendisine yine bir kâse koyun sütü getirmelerini söyledi. Adam sütü içti. Bir kâse daha getirmelerini emretti. Fakat adam bunu içip bitiremedi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdular:
– Mümin bir mîde ile içer, kâfir ise yedi mide ile içer.
(Müslim, Tirmizî)
.
Malik bin Sa’saa radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmıh şöyle buyurduklarını anlatıyor:.
Ben Kâbe-i Muazama’da iki kişinin arasında uyku ile uyanıklık arasında yatmakta iken, içi îman ve hikmetle dolu, altından bir leğen getirdiler. Boğazımdan karnıma kadar göğsümü yardılar. Zemzem suyu ile yıkayıp, îman ve hikmetle doldurdular. Katırdan küçük merkepten ise büyük, burak denilen bir hayvan getirdiler. Cibril Aleyhisselâm ile beraber gittik. Birinci kat semâya gelince:
– Kim o? denildi, Cibril a.s.:
– Cebrâil, diye cevap verdi.
– Yanındaki kim? denildi.
Cebrâil de:
– Muhammed, (sallallahu aleyhi ve sellem) dedi.
– Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi. Cebrâil:
– Evet, dedi.
– Hoş geldi, O ne güzel bir misafirdir, denildi.
Bunu takiben Adem aleyhisselâma geldim, selâm verdim,
– Hoş geldin oğul ve Peygamber! dedi.
Bir rivayette şöyledir:
Dünya semasına yükselince sağında ve solunda insan kalabalığı bulunan bir zat gördüm. Sağına bakınca gülüyor, soluna bakınca ağlıyordu.
– Hoş geldin, salih peygamber salih oğul! dedi. Ben:
– Bu kim ey Cibril? diye sordum. O da:
– Bu, Adem aleyhisselâmdır. Sağında ve solunda gördüğün bu kalabalıklar evlâdlarının ruhlarıdır. Sağındakiler cennetlik, solundakiler ise cehennemliklerdir. Bunun için sağına baktığı zaman gülüyor, soluna baktığı zaman ağlıyor, dedi.
Sonra ikinci semaya geldik.
– Kim o? denildi. Cebrâil:
– Ben Cebrail, dedi.
– Yanındaki kim? denildi. Cebrail:
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem)dedi.
– Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? denildi.
Cebrail:
– Evet, dedi.
– Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.
Bunu takiben İsa ile Yahya Peygamberlere rastladım. Her ikisi de:
– Hoşgeldin kardeşimiz hoşgeldin ey peygamber! dediler. Sonra, üçüncü kat semaya geldik.
– Kim o? denildi.
– Cebrail, diye cevap verildi.
– Yanındaki kim? diye soruldu.
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) diye cevap verildi.
– Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu. Cebrail:
– Evet, dedi.
– Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi.
Bunu müteakip Yusuf aleyhisselâm’a rastladım. Selâm verdim;
– Hoş geldin kardeş ve Peygamber,dedi. Sonra dördüncü semaya geldik.
– Kim o? denildi.
– Cebrail, diye cevap verildi.
– Yanındaki kim? diye soruldu. ”
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) diye cevap verildi.
– Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu.
– Evet, diye cevap verildi.
– Hoş geldin, ne güzel misafir geldi! denildi.
Bunun takiben îdris aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim.
– Hoş geldin, kardeş ve Peygamber, dedi. Sonra beşinci kat semaya geldik.
– Kim o? denildi.
– Cebrail, diye cevap verildi.
– Yanındaki kim? diye soruldu.
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) diye cevap verildi.
– Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi, denildi.
– Evet, diye cevap verildi.
– Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi, denildi. Bunu müteakip Harun aleyhisselâma rastladık. Kendisine selâm verdim.
– Hoşgeldin, kardeş ve Peygamber! dedi. Sonra altıncı semaya geldik.
– Kim o? denildi.
– Cibril, diye cevap verildi.
– Yanındaki kim? diye soruldu.
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) denildi. .
– Ona buraya gelme daveti gönderildi mi? diye soruldu.
– Evet, denildi.
– (Hoş geldi, ne güzel bir misafir geldi! denildi.
Bunu takiben Musa aleyhisselâma rastladım ve selâm verdim.
– Hoş geldin, kardeş ve Peygamber! dedi.
Kendisinden ayrılınca ağlamaya başladı. Hazreti Allah tarafından kendisine:
– Niye ağlıyorsun? diye soruldu.
Musa aleyhisselâm:
– Ey Rabbim, benden sonra Peygamber olan bu gencin ümmetinden cennete benim ümmetimden daha çok insanlar girecektir, bunun için ağlıyorum, dedi.
Sonra yedinci semaya geldik.
– Kim o? denildi.
– Cibril, diye cevap verildi.
– Yanındaki kim? diye soruldu.
– Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) diye cevap verildi.
– Ona, buraya gelme daveti gönderildi mi? Hoş geldi, ne güzel misafir geldi! denildi.
Bunu takiben ibrahim aleyhisselâma rastladım. Selâm verdim.
– Hoş geldin oğul ve Peygamber! dedi. Hemen bana Beytü’l Mâmur gösterildi. Cibril’e sordum. O da:
– Bu, Beytü’l Mâmur’dur. Her gün yetmiş bin melek orada namaz kılar ve çıkarlar. Çıkanlar da bir daha artık oraya dönmezler, dedi.
Bana Sidretü’l Müntehâ ağacı da gösterildi. Bir de baktım ki, bu ağacın meyveleri meşhur Hacer beldesinin büyük destileri, yaprakları da fillerin kulakları büyüklüğünde idi. Altından dört nehir akıyordu. Bunların ikisi bâtın, ikisi zahir idi. Cibril’e bu nehirleri sordum. O da:
– Bâtın, yani içe ait iki nehir cennette, zahir yani dışa ait iki nehir de Nil ile Fırat’tır, dedi.
Bir rivayette: Sonra o kadar yükseğe çıkarıldım ki orada mukadderatı yazan kalemlerin sesini işitir oldum.
Sonra üzerime elli vakit namaz farz kılındı. Döndüm. Musa aleyhisselâma gelince, bana:
– Ne oldu? diye sordu.
– üzerime elli vakit namaz farz kılındı, dedim. Musa aleyhisselâm:
– Ben insanları senden daha iyi bilirim, israil Oğulları ile çok uğraştım. Senin ümmetinin bu elli vakit namaza gücü yetmez. Rabbine dön ve bu namazları azaltmasını niyaz et! dedi.
Döndüm. Niyazda bulundum. Allahü Teâlâ bunları kırka indirdi. Sonra yine Musa aleyhisselâma geldim. Aynı şeyi söyledi.
Döndüm. Allahü Teâlâ namazları otuza indirdi. Yine aynı şey tekrarlandı. Döndüm, Allahü Teâlâ namazları yirmiye indirdi. Yine aynı şey oldu.
Döndüm, Allahü Teâlâ namazları ona indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim, aynı şeyi söyledi.
Döndüm, Allahü Teâlâ namazları beş vakte indirdi. Yine Musa aleyhisselâma geldim.
– Ne yaptın? dedi.
– Allah namaz vakitlerini beş vakte indirdi, dedim. Musa aleyhisselâm yine gidip, daha da indirmesi için Allah’a niyaz etmemi söyledi ise de ben:
– Hayır, razı oldum, dedim.
Bunun üzerine Allah tarafından bir nida geldi. Farzım kesinleşmiştir. Kullarıma gereken kolaylığı yaptım. Her iyi amel karşılığında da on sevab vereceğim.
Bir rivayette:
Yüce Rabbim ile Musa aleyhisselâm arasında gidip gelmeye devam, ettim. Nihayet Allahü Teâlâ:
– Ey Muhammed, namazlar günde beş vakitten ibarettir. Her namaz için on namaz sevabı vardır, bu da elli vakit namaz demektir, buyurdu.
(Buharı, Müslim)
.
Enes radıyallahu anh anlatıyor:
Peygamber aleyhisselâmı ikindi namazının yaklaştığı bir sırada gördüm. Abdest için su aradılar, fakat bulamadılar. Nihayet kendisine içinde bir miktar su olan bir kap getirdiler. Allah’ın Resulü mübarek elini bu kabın içine koydu ve insanlara bu sudan abdest almalarını söyledi. Bu arada Peygamber aleyhisselâmın parmakları arasından su fışkırdığını görmüştüm. Orada bulunan kimselerin hepsi, hatta bunlardan sonra bile abdest alanlar oldu.
Enes radıyallahu anh bir soru üzerine, orada bulunup abdest alanların sayısının üçyüz civarında olduğunu söylemiştir.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)
Cabir radıyallahu anh anlatıyor:
Hudeybiyye gününde insanlar susamışlardı. Halbuki Peygamber aleyhisselâmın önünde küçük bir su tulumu vardı. Bundan abdest aldı. Bunu gören insanlar su almak için etrafına doluştular.
Allah’ın Resulü:
– Ne oluyorsunuz?, diye sordu. Onlar da:
– Ey Allah’ın Resulü! önünüzdekinden başka içecek ve abdest alacak bir damla suyumuz yok, diye cevap verdiler.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm mübarek parmaklarını önündeki su tulumunun içerisine koydu ve derhal parmakları arasından, pınarlarda fışkırdığı gibi, su fışkırmaya başladı. Hem içtik, hem de hepimiz abdest aldık.
Cabir radıyallahu anh, kendisine:
– Kaç kişi idiniz? diye sorulan bir soruya:
– Yüzbin kişi bile olsaydık o su bize yetecekti, ancak biz sadece 115 kişi idik, cevabını vermiştir.
(Buharî, Müslim)
.
Câbir râdıyallahu anh şöyle anlatıyor:
Hendek kazıldığı zaman, Peygamber aleyhisselâmı çok acıkmış bir halde gördüm. Evde bulunan zevceme döndüm ve durumu anlatıp evde ne olduğunu sordum. O da bana içerisinde üç kiloluk arpa olan bir kap çıkardı. Küçük de bir koyunumuz vardı. Ben koyunu kestim. Zevcem de o arpayı öğüttü, ikimiz de işimizi aynı zamanda tamamladık. Koyunu parçalayıp kazana koydum. Sonra Allah’ın Resulünü yemeğe davet etmek için gittim.
Zevcem:
“Beni, Allah’ın Resulü ve yanındakilerden utandırma!” demişti. Ben Peygamber aleyhisselâmın yanına geldim. Kendisine gizlice vaziyeti söyleyip dedim ki:
“Ey Allah’ın Resulü, küçük koyunumuzu kestik. Evde bulunan üç kiloluk arpayı da öğüttük. Yanındaki cemaat ile beraber yemek için bize buyurun…
Hazreti Cabir, Paygamber Efendimizi tek başına gelmesi için çağımıştı. Peygamber aleyhisselâm yüksek bir sesle:
“Ey Hendek halkı, Câbir bir ziyafet tertiplemiş, haydin gidelim,” diye çağırdıktan sonra, “Ben gelene kadar kazanı ocaktan indirmeyin, hamuru da pişirmeyin,” diye ilâvede bulundu.
Ben eve önce geldim, Allah’ın Resulü de diğer insanların önünde yürüyerek geldi. Zevcemin yanına geldiğim zaman, kalabalık misafir topluluğunu görünce, onları ağırlayamayacağından endişe ettiği için, bana:
“Allah, seni şöyle şöyle yapsın,” diye seslendi. Ben de kendisine:
“Senin söylediklerini söyledim,” diye cevap verdim. Ve zevcem hazırladığı hamuru çıkardı. Allah’ın Resulü mübarek tükürüğünden sürerek hamuru bereketlendirdi. Sonra gidip kazana da tükürüğünden sürerek onu da bereketlendirdi.
Daha sonra zevceme:
“Yoğurup ekmek yapan bir kadın daha çağır da, o da seninle beraber ekmek yapsın”, buyurdular. “Kazanı ocaktan indirmeyin, avuçla, yahut kepçe ile alın,” diye ilâve ettiler.
Allah’ın Resulü ile beraber gelenlerin sayısı bin kişi idi. Allah’a yemin ederim ki, bunların hepsi yediler. Onlar evi terketip gittikleri zaman, kazanımız olduğu gibi fokur fokur kaynamaya devam ediyordu; hamurumuzdan da olduğu gibi ekmek yapılmaya devam ediliyordu. Yani ne kazandan bir şey eksilmişti, ne de hamurdan…
.
Hazreti Âişe radıyallahu anhâ anlatıyor:
Allah’ın Resulü bacakları açık bir vaziyette benim odamda oturmakta iken, Hazreti Ebû Bekir içeriye girmek için izin istedi. Peygamber aleyhisselâm halini değiştirmeden girmesine izin verdi. Kendisi ile konuştu. Sonra Hazreti Ömer izin istedi. Ona da, aynı hal üzerine, girmesi için izin verdi ve konuştu.
Sonra Hazreti Osman girmek için izin istedi. Bu defa Peygamber aleyhisselâm kalkıp oturdu. Elbisesini düzeltti. Bundan sonra Hazreti Osman’ın girmesi için izin verildi ve kendisi ile konuştu.
Sonra Hazreti Âişe, Allah’ın Resulüne dedi ki:
– Ya Resûlallah, Ebû Bekir geldi, fâzla bir davranışta bulunmadın. Hazreti Ömer girdi, Ona da aynı şekilde davrandın. Fakat Hazreti Osman girince, kalkıp oturdun ve elbiseni düzeltip vaziyetini düzelttin, dedi.
Bunun üzerine Peygamber aleyhisselâm şöyle buyurdular:
– Ey Âişe, Meleklerin bile kendisinden haya ettiği bir kimseden haya etmiyeyim mi?
Bir rivayette ise: Osman utangaç bir kimsedir. Bulunduğum hal üzerine kabul etseydim, utancından istediklerini arzedemeyecek diye endişe ettim, buyurdular.
(Müslim)
.
Enes radıyallahu anh anlatıyor:
Uhud muharebesinde Allah’ın Resulünün etrafındaki savaşçılar hezimete maruz kalmışlardı. Fakat Ebû Talha radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın önünde kalkanı ile kendisini korumaya devam ediyordu. Ebû Talha usta bir atıcı idi. Oku yaydan şiddetli bir şekilde fırlatırdı. O gün elinde iki veya üç yay kırılmıştı. Oradan elinde bir ok torbası ile bir adam geçiyordu.
Allah’ın Resulü:
– O torbayı Ebû Talha’ya açıp ver! diye emretti..O esnada Resûlüllah aleyhisselâm harbin seyrini görmek için kalkmıştı. Ebû Talha radıyallahu anh: „
– Anam, babam sana feda olsun, ey Allah’ın Resulü yerinde dur, düşmanın oklarından biri isabet edebilir. Arkamda dur ki, göğsüm sana siper olsun, diyordu. Bu sırada iki veya üç defa Ebû Talha’nın kılıcı elinden düşmüştü.
(Buharî, Müslim)
.
Ebû Hureyre radıyallahu anh Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Ölüm Meleği Azrail aleyhisselâm, Allah’In nazlı kulu Hazreti Musa’ya gönderilmişti. Musa aleyhisselâm, karşısına çıkar çıkmaz Azrail’in gözüne bir tokat attı ve gözünü kör etti.
Azrail aleyhisselâm, Hazreti Allah’a geçen hadiseyi nakletti ve:
– Ey Rabbim, beni ölümü istemeyen bir kuluna gönderdin, dedi. Bunun üzerine Allahü Teâlâ, Azrail’in gözünü iade etti ve:
– Git, o kula de ki, elini bir öküzün üzerine koysun, elinin kapladığı yerde ne kadar kıl varsa, onların sayısı kadar kendisine ömür verdim, diye söyle, dedi.
Azrail aleyhisselâm gelip Allahü Teâla’nın bu emrini söyleyince Musa aleyhisselâm:
– Ey Rabbim, sonra ne olacak?diye sordu. Aîlahü Teâlâ da cevaben:
– Ondan sonra yine ölüm, buyurdu. Musa aleyhisselâm da:
– O halde Azrail şimdi canımı alsın,dedi. Kabrinin de, Beyt-i Mukaddes’e bir taş atımı mesafede yakın olmasını niyaz etti. Zira bu sırada Musa aleyhisselâm Tiyh sahrasında bulunuyordu.
Peygamber aleyhisselâm daha sonra şöyle buyurdular:
– Orada olsaydım, size Musa aleyhisselâmın kabrini gösterirdim. Kesib-i Ahmar’in altında yol tarafındadır.
(Buharı, Müslim)
.
Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatır:
İbrahim aleyhisselâm üç yerden başka, yalan söylememiştir ki, bunlardan ikisi Allah rızâsı hakkındadır. Bunlardan biri “ben hastayım”, ikincisi de “hayır, bilakis bu işi o putların büyük olanı yapmıştır” demesidir. Üçüncüsü ise, zevcesi Sâre ile beraber zalim bir hükümdarın memleketine gelmişti. Sâre, zamanının en güzel kadınlarından biri idi, ibrahim aleyhisselâm Sâre’ye dedi ki:
– Bu zalim hükümdar senin benim zevcem olduğunu anlarsa, seni benden zorla alır. Bu bakımdan, bu adam sana, benim neyim olduğunu sorduğu zaman, benim kız kardeşim olduğunu söylersin. Çünkü nasıl olsa dinde kardeşiz. Zira memlekete ikimizden başka müslüman görmüyorum.
Bu zalim hükümdarın memleketine girdikleri zaman, hükümdarın adamlarından bir kısmı Sâre’yi gördü ve zalim hükümdara gelerek:
– Senin memleketine ancak sana lâyık güzel bir kadın geldi, diye haber verdiler. Hükümdar da onu huzuruna getirilmesi için adam gönderdi. Sâre’yi hükümdarın huzuruna getirdiler. Bu sırada ibrahim aleyhisselâm hemen namaza durdu. Sâre, hükümdarın huzuruna girdiği vakit, hükümdar ona hemen elini uzatmaktan kendini alamadı. Fakat bunu yapar yapmaz da derhal eline felç geldi.
Bunun üzerine korkuya kapılan zalim hükümdar, Sâre’ye:
– Allah’a dua et de elim bu durumdan kurtulsun, sana bir zarar vermeyeceğim, dedi.
Sâre dua etti ve hükümdarın eli felçten kurtuldu. Fakat yine Sâre’ye el uzatmak istedi. Bu defa da zalim hükümdarın eli öncekinden daha ağır bir şekilde felce tutuldu. Yine Sâre’ye elinin kurtulması için duada bulunmasını istedi. Sâre dua etti; eli felçten kurtulunca da tekrar üçüncü defa olmak üzere Sâre’ye el uzattı. Bu defa eli evvelkilerden daha şiddetli bir şekilde felce uğradı.
Son olarak Sâre’ye:
– Allah aşkına, elimin kurtulması için Allah’a dua et, sana hiç bir zararım dokunmayacak, dedi.
Sâre de dua etti ve zalim hükümdarın eli iyileşti. Hükümdar daha sonra Sâre’yi kendisine getiren adamı huzuruna çağırttı ve:
– Sen bana insan değil, bir şeytan getirmişsin. Onu memleketimin dışına çıkar ve hizmetçi olmak üzere de Hâcer’i kendisine ver, diye emirde bulundu. Bunun üzerine Sâre zalim hükümdarın yanından çıkıp yürümeye başladı.
İbrahim aleyhisselâm zevcesi Sâre’yi görünce:
– Ne oldu? diye sordu. Sâre de:
– Hayır inşaallah, Allah günahkârın elini tuttu ve bize bir hizmetçi verdirdi, dedi.
Ebû Hureyre radıyallahu anh, bunu naklettikten sonra şöyle der:
– Ey göksuyu oğulları! işte sizin ananız bu kadındır.
(Buharî, Müslim)
Paylaş:
.
Cemaatimiz başta olmak üzere birçok ehli sünnet alimlerimiz hakikatleri anlatarak insanları özellikle diyalog, reform, ılımlı İslam ve Ehli Sünnet inancına karıştırılmaya çalışılan bidatlerden sakındırmaya çalışıyor. Resulüllah Efendimizin bu hadis-i şerifinden anlıyoruz ki bu iş bir sadaka hükmündedir. O halde tam gaz devam inşallah…
Ebû Zer radıyallahu anh anlatıyor:
Peygamber aleyhisselâma hangi amelin daha faziletli olduğunu sordum:
– Allah’a îman ve Allah yolunda cihad etmektir, buyurdular.
– Hangi köleyi âzad etmek daha faziletlidir? dedim.
– Kıymeti en yüksek olanı ve sahibi nezdinde en değerli olanıdır, buyurdular.
– Ben bunu yapamazsam hangi ameli işleyeyim? diye sordum.
– Bir âcize yardımda bulunur ve onu hakka irşad edersin, buyurdular.
Bunu da yapamazsam ne yapayım? diye sordum.
– İnsanları şerden vazgeçirtirsin. Çünkü bu da bir sadakadır, buyurdular.
(Buharî, Müslim)
.
Putperestliğe ahlak dini diyenlerin okuması gereken bir hadisi şerif. Puta tapan kafir, bir Peygamber babası da olsa şirk içinde ölmüş ise kurtuluşu yoktur.
Ebû Hureyre radıyallahu anh, Peygamber Aleyhisselamın şöyle buyurduğunu anlatır:
İbrahim aleyhisselâm kıyamet gününde babası Âzer’le yüzü tozlu ve karanlık bir halde karşı karşıya gelecek ve kendisine:
— Ben sana, bana isyan etme! dememiş miydim? diye soracaktır. Babası da:
— İşte bugün sana isyan etmiyorum, diyecektir. Sonra ibrahim aleyhisselâm:
— Ey Rabbim, sen bana, kıyamet gününde beni mahzun etmeyeceğini vaadetmiştin. Hâlbuki babamın perişanlığından daha büyük bir sıkıntı var mıdır? diyecektir.
Allahü Teâlâ:
— Ben, kâfirlere kesinlikle cenneti haram kıldım, buyuracaktır. Biraz sonra da İbrahim aleyhisselâma şöyle denilecek:
— Ey İbrahim, ayaklarının altına bak, orada ne var?
İbrahim aleyhisselâm ayaklarının altına baktığı zaman, orada ayaklarından tutulup cehenneme atılan kanlar içinde boğazlanmış bir hayvan (ki, bu Âzer’dir) görecektir.
(Buharî)
.
Ebû Said radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselamın şöyle buyurduğunu bildiriyor:
Kıyamet gününde ölüm, ak ve kara renkli bir koç şeklinde getirilir ve cennet ile cehennem arasındaki sur üzerinde bırakılır.
Sonra bir ses:
— Ey cennet ehli! diye nida eder.
Cennettekiler başlarını kaldırıp bakınca yine aynı ses:
— Şunu tanır mısınız? diye onlara sorar. Cennet ehli, hepsi görmüş oldukları halde:
— Bu ölümdür, diye cevap verecekler. Bundan sonra aynı ses:
— Ey cehennem ehli! diye nida edecek.
Onlar da başlarını kaldırıp bakacaklar. Aynı ses onlara da:
— Şunu tanıyor musunuz? diye soracak. Cehennem ehli, hepsi görmüş oldukları halde:
— Bu ölümdür, diye cevap vereceklerdir.
Daha sonra koç yatırılarak boğazlanacaktır. Koç boğazlandıktan sonra aynı ses sahibi:
— Ey cennet ehli, burada ebedîlik var, asla ölüm olmayacak. Ey cehennem ehli, size de ebedîlik var, asla ölüm olmayacak, diyecektir.
Bundan sonra Peygamber aleyhisselâm “Sen onları hasret gününde ilâhî emrin yerini bulacağı ile korkut. Onlar gaflet içindedirler.” Onlar, yani dünya ehli gaflet içindedirler. “Ve onlar halâ îman etmiyorlar” (Meryem Sûresi) mealindeki Âyet-i Kerîmeyi ilâve etti.
(Buharî, Müslim, Tirmizî)
Paylaş:
.
Ebû Zer radıyallahu anh, Peygamber aleyhisselâmın şöyle buyurduğunu anlatıyor:
Allahü Teâlâ üç kişiyi sever, üç kişiye de buğz eder. Allah’ın kendilerini sevdiği üç kişi şunlardır:
1- O kimse ki, bir adam bir kavme gelip, onlardan kendisi ile onlar arasında bulunan bir yakınlığa dayanarak değil, Allah rızası için bir şey istemiş, fakat bu kavim o istediğini vermemiştir. Ancak bu kavim içerisinden bir adam, diğerlerinin gerisinde kalıp isteyen kimseye, Allah’tan ve veren kimseden başka hiç bir kişinin bilemeyeceği bir şekilde, gizli olarak bunu vermiştir.
2- Bir topluluk yolculuk sırasında gece olduğu vakit, yolculuklarına devam etmişler, uyku kendilerine, karşılığındaki her şeyden daha sevgili olunca, hepsi başını yere koyup uyudukları halde, içlerinden birisi kalkmış ve ona olan sevgisini hissederek Allah’ın âyetlerini okumuş, ibadet etmiştir.
3- O kimse ki, bir askerî müfrezede bulunmaktadır. Düşmanla karşı karşıya kalmıştır, içinde bulunduğu müfreze hezimete uğradığı halde, bu kimse tek başına şehîd veya gazi oluncaya kadar düşmana taarruz etmiştir.
Allahü Teâlâ’nın kendilerine buğz ettiği üç kişi de şunlardır:
1- Zina eden ihtiyar.
2- Kibir sahibi fakir.
3- Zulüm yapan zengin.
.
Hazreti Muaviye Radıyallahu anh. Gözümüzün nuru sahabe efendilerimizden. Miladi 604 Yılında Mekke’de doğdu. Babası Ebu Süfyan, annesi ise Hind’dir. Mekke’nin fetholunduğu gün babası ile birlikte müslüman olmuştur.
Bu gün bu büyük sahabeyi tahkir eden bazı Ehli Sünnet dışı mezhepler vardır. Türkiye’de İlahiyatçı geçinip “Ben onu sevmek zorunda mıyım” diyen hatta “Ezandan rahatsız oluyordu” diyerek iftira eden insanlar var. Bakın bu büyük sahabenin nasıl faziletleri var.
VAHİY KATİBİ
Peygamber Efendimiz bu sahabeye “vahiy katipliğini” vermiştir ki bu, Cebrail Aleyhisselam’ın bildirmesiyle olmuştur. Cebrail Aleyhisselam’ın Peygamberimiz’e getirdiği ayetleri yazanlar arasındaydı. Ayrıca Peygamber Efendimizin mektuplarını da yazardı.
RABBENA LEKEL HAMD
Peygamber Efendimiz bir namazda rükudan kalkarken “Semi’Allahü limen hamideh” okuduklarında, ön safta bulunan Hazreti Muaviye “Rabbena lekelhamd”derdi. Resulüllah efendimiz bu hareketi beğenip tasvip ettiği için, bunu söylemek bütün müslümanlara sünnet olarak kaldı.
SAVAŞ VE HİZMETLERİ
Huneyn gazasında Resulüllah’ın önünde babası ile birlikte kahramanca çarpıştı. Tebük Gavesine katıldı. Veda Haccında bulundu. Hazreti Ebubekir ve Ömer (Radıyallahu anhuma) zamanında Suriye taraflarında savaşlara katıldı.
Hazreti Ömer onu Şam valisi yaptı. Hazreti Osman, halifeliği sırasında bütün Suriye’yi onun emrine verdi.
Hazreti Ömer zamanında 4, Hazreti Osman devrinde 12 yıl, Hazreti Ali’nin hilafeti esnasında 5 yıl, İmam-ı Hasan zamanında Altı ay Şam valiliği yaptı.
İCTİHAD ETTİLER
Hazreti Osman’ın şehit edilmesinden sonra Hazreti Ali’yi, bütün Müslümanlar halife seçtiler. Hazreti Ali (Radıyallahu anh) önce ortalığı yatıştırmaya çalıştı. Sahabe-i Kiramdan bir kısmı, Hazreti Osman’ın katillerinin hemen yakalanarak kısas yapılmasını istediler. Hazreti Osman şer’an bunu isteme hakkına sahipti. Çünkü kan bağı vardı. Bir kısmı ise susmayı tercih ettiler. Bunlar her birinin başkasına uymayıp, kendi ictihadıyla hareket etmesi dinen lazım idi. Zira Eshab-ı Kiramın hepsi müctehid idi ve her müctehidin kendi ictihadı ile amel etmesi farzdır.
Bu sırada Abdulalh İbni Sebe adındaki yahudi, bazı cahilleri işe karıştırarak, onları muharebeye sürüklemesi sonucu Cemel ve Sıffin Vakaları meydana gelmiştir.
ONLAR BU SIKINTININ SEBEBİNİ BİLİYORDU
Bu gün kendilerine laf düşmeyen inkarcılar sahabelere iftira ediyorlar. Halbuki iki tarafta olan sahabeler birbirlerini hiçbir zaman tekfir etmemiş, sevgi saygıda kusur etmemişlerdir. Mesela Sıffin muharebesi sırasında Bizans imparatoru İkinci Kostantin, hudutlardaki İslam şehirlerine rahatsızlık veriyordu. Hazreti Muaviye ona mektup yazıp: “Bu sarkıntılıktan vazgeçmezsen, şimdi Efendimle sulh yapar, onun askerlerinin kumandanı olur, oraya gelip şehirlerini yakarım, seni domuzlara çoban yaparım.” Demişti.
Yine aynı zamanda Halife Hazreti Ali büyük bir kalabalık karşısında: “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kafir ve fasık değildirler, çünkü ictihadları öyle oldu.” Buyurdu.
FAZİLETLERİ SAYMAKLA BİTMEZ
Vahiy Katibi olan Hazreti Muaviye’nin sahabenin şahitlik ettiği birçok fazileti vardır. Onlardan bir kaçını burada zikretmek uygun olacaktır.
>ALLAH, MELEKLERİ VE RESULÜ ONU SEVİYOR
Bir gün Resulüllah’ın hanımı olan kız kardeşi Ümmü habibe’nin evinde başını kızkardeşinin dizine koyup uyumuştu. Peygamberimiz içeri girince kızkardeşi başını kaldırıp yastığa koymak isteyince Resul-i Ekrem Efendimiz: “Dizlerinin üstünde kalsın Ey Ümmü Habibe!” dedikten sonra “Ey ümmü Habibe! Onu çok mu seviyorsun?”buyurmuş, kızkardeşi “Evet Ya Resulallah, nasıl sevmeyeyim, o kardeşimdir” deyince Peygamberimiz: “Ey Ümmü Habibe! Onu sev, Çünkü onu Allah seviyor, melekleri ve Resulü seviyor” buyurmuştur.
>PEYGAMBERİN DUASI
Resulüllah efendimiz ile çıktığı bir seferde güneşin harareti Hazreti Muaviye’nin yüzüne vurmuş, yüzü kıpkırmızı olmuş terler akıyordu. Peygamberimiz “ey Muaviye, yanıma yaklaş” buyurdu. Yanına yaklaşınca onu atının terkisine aldı. Sonra: “Neren bana temas ediyor?” diye sordu. O da: “karnım, Ya resulallah” diye cevap verince:“Allah’u Teala karnını ilim ve yumuşak huy ile doldursun” buyurdu.
>KIYAMET GÜNÜ BANA KAVUŞURSUN
Resulüllah Efendimiz’e bir tabak ayva hediye edilmişti. Herkese bir tane verdi. En sonunda bir ayva kalmıştı. Sadece Resul-i Ekrem ve O almamıştı. Kalan bir ayva, Peygamberimizin elinden düştü. Hazreti Muaviye, onu yerden alıp Efendimiz’e vermek isteyince: “Onu al Ey Muaviye! Yarın kıyamet gününde, o ayva elinde olarak bana kavuşursun.” buyurdu.
>ALLAH, SENİN İÇİN YARATTI
Peygamberimiz ve ashabı Tebük gazvesinden dönerken, Hudeybiye mevkiine geldiklerinde şiddetli bir sıcak vardı. Hazreti Muaviye: “Ya Resulallah! Musa aleyhisselamın kavmine istediği gibi, sen de Rabbinden su talep etmez misin?” dedi. Peygamberimiz: “Ya Muaviye! Bak şurada bir kaya görüyorsun.” Peygamberimiz, Hazreti Muaiye’nin eline ortadan yarılmış bir çubuk verip: “Ey Muaviye! O kayanın yanına git ve ona bu çubukla vur. Musa bir İmran, senin peygamberinden daha cömert değildir.” Buyurdu. Gösterdiği yere gidip taşa vurunca, baldan tatlı buz gibi su akıverdi.
Hazreti Muaviye suyu içecekken Peygamberimizi ve Eshabını hatırlayıp geri çekilmek isterken hemen arkasında bulunan peygamberimiz: “Ey Muaviye, iç! Allah’u Teala bu suyu senin için yarattı.” Buyurdu.
>BU AYETİ KİM YZACAK?
Resul-i Ekrem Efendimiz Mescid-i Saadetlerinde bulundukları sırada Cebrail Aleyhisselam gelip: “Esselamu aleyke Ya Ahmed! Allah’u Teala size selam ediyor. Bugün de sana ve ümmetine ikram olarak bir fazilet verildi.” deyince, Resul-i Ekrem;“Ey kardeşim Cebrail! Bu fazilet nedir?” diye sual etti. Cebrail Aleyhisselam da cevap olarak: “Sana Ayet-el Kürsi’yi ihsan etti” deyince, Resulüllah Efendimiz: “Bu ayeti kim yazacaktır?” buyurdu. Cebrail Aleyhisselam: “Şu kapıdan içeriye ilk giren kişi”dedi. O kapıdan ilk giren ise Hazreti Muaviye’den başkası değildi. Peygamberimiz:“Ya Muaviye! Cenab-ı Hak bu günkü fazileti sana nasip etti” buyurdu.
FATİHA’DAN SONRA AMİN
Bütün İslam aleminde Fatiha suresinden sonra söylenilen “Amin” ifadesi de Hazreti Muaviye Radıyallahu Anh’ın vesilesiyle olmuştur. Şöyle ki:
Peygamberimiz namaz kıldırırken, Fatiha suresini bitirdiklerinde Hazreti Muaviye Radıyallahu Anh “amin” dedi. Namazdan sonra Ashabına dönen Peygamberimiz: “Ey Müslümanlar! Hanginiz ‘Amin’ dedi.” Buyurunca, hiç kimse cevap veremedi. Bu hal üzerine hazreti Muaviye: “Ya resulallah! Ondan (amin diyenden) ne istiyorsunuz?”deyince Peygamberimiz:
“Onu ve Ona tabi olanları cennetle müjdelemek istiyorum” buyurdu. O zaman Hazreti Muaviye: “ben söyledim” deyice Peygamberimiz:
“Ya Muaviye müjdeler olsun! Onun ve kıyamete kadar onu söyleyceklerin sevabı sanadır” buyurdu
İşte böyle büyük bir sahabe hakkında konuşmak, Peygamberimizin: “Onu sev, Çünkü onu Allah seviyor, melekleri ve Resulü seviyor” buyurduğu bir sahabe hakkında ileri geri laf etmek ehli Sünnet olan bir Müslümanın sergileyeceği tavır değildir.
Hazreti Ali Radıyallahu Anh’ı sevdiğini iddia edip, büyük sahabeye dil uzatanlar Hazreti Ali Radıyallahu Anh’den daha mı iyi biliyorlardı ki O: “Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kafir ve fasık değildirler, çünkü ictihadları öyle oldu.” buyurmuştu.
O büyük sahabeye iftira atmanın ucu Peygamberimiz’e kadar uzanır. Çünkü Peygamberimizin değer verdiği bir sahabe değerlidir. Aksini söylemek, peygamberimizin yanlış yaptığını iddia etmek olur.
Ehli Sünnet bir Müslümana düşen, bu sahabeleri sevmek, dil uzatmaktan, onlar hakkında yanlış düşünceler beslemekten sakınmaktır. Allah muhafaza sahabeye iftiranın cezası ahirette ağır olur. Hem onların, hem de onları dizi dibinde yetiştiren Peygamberimizin yüzüne bakamayız…
www.ihvanlar.net
.
İstanbul’da Mustafa Paşa Camiinde nasihat eden, Sümbül Efendi dergâhında şeyh olan hasan Efendi rivayet eder.
Arabistan’da seyahat ederken, Hasan-ı Basri’nin mezarını ziyaret etmek niyeti ile Basra’ya vardım. Hace Ahmed derler bir mü’min kimsenin odasına misafir oldum. Konuşma esnasında Hace Ahmed rivayet etti ki:
Şehrimizde Yahya adlı bir imam var idi. Gayet ilim ve söz sahibi bir kimse idi. Lakin bu kişiden defalarca, Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman (Radıyallahu Teala Anhum) hakkında nice uygunsuz sözler işittik.
Amma gelen paşalarla arasını iyi yaptığından onların zararından kurtulur, şikayetler görmezden gelinirdi.
Hatta bir gün paşaya benden şikâyet eder. Benim onun ardında namaz kılmadığımı, Müslümanları onun arkasında namaz kılmaktan, ona uymaktan men ettiği söyler. O da beni çağırıp, “niçin imama uyarak namaz kılmazsın” dedi. Ben de dedim ki: “sultanım, haline vakıf olduğum için uymuyorum”
Paşa azarlama yolu ile dedi ki: “elbette uyup namaz kılmalısın, yoksa sen bilirsin, halini perişan ederim”
Ben dedim ki: Sultanım! Göz göre göre kişi kendini ateşe bırakır mı? Bir kimsenin halini bildikten sonra, o anda başımı dahi kessen iktida’ edip namaz kılmam” dedim dışarı çıktım.
Birkaç gün sonra, çarşıda otururken o imam Yahya’yı gördüm. İmam durmayıp yüksek sesle çağırıp: “Yanıma gelin Müslümanlar” diye seslendi. Acele ile acaba ne haber var diye yanına vardık. Gördük ki avucu içine dişlerini doldurmuş. Ne oldu diye sual ettik. Cevap verdi:
Bu gece rüyamda gördüm. Kıyamet kopmuş. Bana da susuzluk arız olmuş ki, helak olmak üzereyim. Mahşer yerine giderken bir büyük havuz gördüm. Kenarında yaşlı, nur yüzlü biri durur. Gelip geçenlere su ulaştırır. Yanına vardım. Sual ettim ki, sen kimsin. Ebubekr-i Sıddikım dedi. Ben dedim ki, dünyada iken ben seni sevmezdim. Suyundan da içmem.
Sonra havuzun bir tarafını dolaştım. Uzun boylu. Salâbetli (sağlam) ve mehabetli (heybetli) sultan durur. Yanına varıp dedim ki sen kimsin? Dedi ki Ömer-ul Faruk’um.Ne dünyada iken severdim, ne şimdi. Suyundan içmem deyip havuzun bir tarafını dolaştım.
Gördüm ki bir âlim ve selim bir pir-i mübarek durur. Gelene ve gidene su ulaştırır. Nur yüzünden ışık vurur. Yanına varıp dedim sen kimsin? Ben Osman-ı Zinnureynim.Ben dedim seni dünyada sevmezdim. Suyundan da içmem.
Havuzun o köşesini de dolaştım. İri yapılı, orta boylu, uzun sakallı ve şecaatli bir sahib-i saadet su ulaştırır. Havuz kenarına yanına vardım. Dedim ki sen kimsin? Dedi ki, Aliyyül murtezayım.
Ben hemen mübarek ayaklarına düşüp, yüzümü ve gözümü sürdüm. Dedim ki, sultanım meded bana! Bir içim su ihsan et ki gayet susamışım. Buyurdu ki “yukarıda benim kardeşlerime rast gelmedin mi?”
Ben dedim: “Evet rast geldim. Lakin ben onları sevmiyorum. Sularını da içmem. Seni severim, suyundan içmek isterim.”
Deyince İmam Hazretleri benim suratıma öyle bir tokat vurdu ki, o ızdırap ile uyandım. Bütün dişlerim avucumun içine düştü.
Ey Müslümanlar! Bu ana kadar delalet yolunda idim. Allah’u Teâlâ’ya hamd olsun ki, Allah’u Teâlâ şimdi hidayet edip, doğru yola kavuştum. Diyerek çihar yar-i güzinin muhabbetini kalbinde ihlâs ile yerleştirdi.
www.ismailaga.info
Paylaş:
.
|
Resulullah (s.a.v) Efendimiz, amcası Ebu Talib ve zevcesi Hz. Hatice (r.a.) nin vefatlarıyle kendini müdafaa eden iki büyük dayanağını kaybettiler.
|
|
|
|
|
Cahş kızı Zeynep (r.a) Esdiye kabilesinden, Resulullah'ın (s.a.v) halası, Abdülmuttalib'in kızı Emine'nin kızıdır.
|
|
|
|
|
İslam düşmanları, dinimize daima bu yönden hücum ederler.
|
|
|
|
|
Hz. Cüveyri'ye (r.a) Beni Müstalik Kabilesinin reisi Darar oğlu Haris'in kızıdır. Aynı kabileden Safvan oğlu Müsafi'den dul kalmıştı.
|
|
|
|
|
Babası Resulullah (s.a.v.) üvey amcası Ebu Leheb İbn-i Muttalib. Haris ibn-i Navfel ibn-i Haris ibn-i Abdulmuttalib ile evlendi. Müslüman olup Medine'ye hicret etti.
|
|
|
|
|
Hz. Muhammed (s.a.s.)'in neslinin kendisiyle devam ettiği en küçük kızı.
|
|
|
|
|
İsmi Fatime. Künyesi Ümm-i Cemil. Hz.Ömer'in (r.a.) kızkardeşidir. Hz.Said ibn-i Zeyd (r.a.) ile evlenmiştir.
|
|
|
|
|
Ümmü Habibe (r.a) Emevi kabilesinden Ebu Süfyan'ı n kızıdır. Hicretin altıncı veya yedinci senesinde Resulullah (s.a.v) Efendimizle evlenmişlerdir.
|
|
|
|
|
Resulullah (s.a.v) sevgili eşi Hz. Aişe'den (r.a) sonra Hattab oğlu Ömer'in kızı Hafsa (r.a) ile evlendi...
|
|
|
|
|
Allah'ın (c.c) rızası, Peygamberimizin eşi, mü'minlerin annesi, ve pak olan bu hanımın üzerine olsun.
|
|
|
|
|
Peygamber (s.a.s)'in ikinci çocuğu ve kızlarının en büyüğü olup, annesi Hz. Hatice binti Huveylid b. Eslem'dir.
|
|
|
|
|
Zevcelerinden başka bir de Resulullah'ın (s.a.v) "Mariye" isimli bir cariyesi vardır ki oğlu İbrahim'in annesidir.
|
|
|
|
|
Hilal Kabilesindendir. Hicretin yedinci senesi sonunda Resulullah'la (s.a.v) evlenmişlerdir. Resulullah'ın (s.a.v) en son evlendiği hanımdır.
|
|
|
|
|
Hz. Muhammed (s.a.s)'in ikinci kızı.
|
|
|
|
|
İsmi Safiyye idi. Nesebi Resulullah Sallallah aleyhi ve sellemin nesebindendir. Resulullah'ın halası ve Abdulmuttalibıin kızı idi.
|
|
|
|
|
Ebu'l Hakik oğlu Kenane'den dul kalmıştır. Safiye'nin (r.a) babası Huyey, Beni Nadir'in önderi ve reisi idi. Ailesi o kabilenin en şerefli ailesiydi.
|
|
|
|
|
Haticetü'l Kübra (r.a) , Allah'ın (c.c) rahmetine kavuştuktan sonra Resullullah (s.a.v) Zema'nın kızı Sevde ile evlendi.
|
|
|
|
|
Hz. Ali'nin Kızkardeşi .Peygamber efendimiz hicretten bir yıl önce Tâif'e gidip, Tâif halkına bir ay nasîhat edip, onları îman etmeye dâvet etmişti.
|
|
|
|
|
Annesi, Hz. Hatice'dir. Hz. Fatıma'nın büyüğü ve küçüğü olduğu tarzında farklı rivâyetler vardır.
|
|
|
|
|
Resulü Ekrem (s.a.v) Huzeyme kabilesinden Ebu Ümeyye kızı Ümmü Seleme Hind (r.a) ile evlendi. İslam tarihi bu hanımın bir çok kahramanlıklarını kaydediyor.
|
|
|
|
|
Hz. Muhammed (s.a.v), Hafsa (r.a) Validemizden sonra Huzeyme kizi Zeynep (r.a) ile evlendi.
|
|
|
|
|
Mekkeli müşrikler başta Rasülullah (s.a.v) olmak üzere ilk müslümanların hepsine işkence ettiler.
|
|
|
|
|
Bir çoklari günümüz dünyasinda kadinlarin toplum içinde kendi insani konumlarini elde ederek, üzerlerine düsen vazifeyi yerine getirdiklerini düsünüyorlar.
|
|
|
|
|
“Ilahi! Beni aileme döndürme!” Bu cümle, Amr bin Cemuh tarafindan söylenmisti, Uhud savasina dogru, yola çiktiginda. Bu sözü karisi Hind de duydu.
|
|
|
|
|
Asil ismi "Bereket" olan Ümm-ü Eymen, Sa'lebe b. Amr'in kizidir. Zenci ve Habesistanli olan bu mübarek kadin, Resulullah'in dadisi ve hizmetçisiydi.
|
|
|
|
|
Müslüman kadınlarımızın ve kızlarımızın, Allah'ın emrine uyarak örttükleri başörtülerine çağdaş müşriklerin tahammül edemedikleri gîbi Ebû Cehil de ilk müslümanlardan olan Zinnîre Hatun'un müslümanlığına tahammül edememişti...
|
|
|
|
|
Hani melekler: ‘Meryem, şüphesiz Allah seni seçti,
seni arındırdı ve alemlerin kadınlarına üstün kıldı’ demişti.
(Al-i İmran Suresi, 42)
|
|
|
|
|
Bugün 141 ziyaretçi (171 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|