|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Hz. Peygamber, "Taunun önceki milletlerden bir gruba ve İsrailoğulları'na ceza olarak gönderilen bir hastalık olduğunu belirtmiş, bir yerde veba çıktığını duyanların oraya gitmemelerini, bulundukları beldede ortaya çıktığı takdirde de oradan ayrılmamalarını" söylemiştir. Peygamberimizin tavsiyesi salgın hastalıklar döneminde Müslümanların rehberi olmuştur. Nitekim Hz. Ömer'e Şam'da veba çıktığı haberi verilince halife vebanın olduğu yere gitmemiş, kendisine, "Allah'ın kaderinden mi kaçıyorsun?" diyenlere "Allah'ın kaderinden yine O'nun kaderine sığındığını" söylemiştir. Ancak hadisin yorumundan dolayı uygulamalar farklılık gösterebilmiştir. Bazı Müslümanların hadisin baş tarafını alıp, diğer kısımlarına itibar etmeyerek karantina uygulamayıp, hastalıktan kaçmaları da vebanın yayılmasını hızlandırmıştır. 19. yüzyılda Tarihçi ve Hekim Şânizâde Ataullah, salgının bulaşıcı olduğunu bilen ulemanın "Bulaşıcı, Allah korusun" demesine rağmen kendilerini karantinaya almamalarını bir tenakuz olarak görür.
FATİH'İN SALGINA KARŞI STRATEJİSİ
Osmanlı döneminde 1466'da İstanbul ve Osmanlı topraklarında şiddetli bir veba salgını meydana geldi. Bu sırada ikinci Arnavutluk seferinden dönen Fatih Sultan Mehmed Rumeli'de şiddetli bir veba salgınının olduğunu görünce, şehirlere uğramadı. İstanbul'a girmekte de acele etmedi. Bir müddet Aydos ve civarında oyalanarak salgının etkisinin azalmasını bekledi. Fatih salgının etkisi azalınca İstanbul'a girdi.
1475'te Kefe'den gelen esirlerin getirdiği salgın İstanbul'u tehdit edince, Kefe'den gelen gemilerin bir müddet İstanbul'a girişine izin verilmedi. Salgının büyüme ihtimaline karşı Edirne'ye giden Fatih kendini hastalıktan izole etti. Aynı tavrı II. Bâyezid, III. Murad, IV. Mehmed, III. Ahmed gibi birçok Osmanlı padişahı da uygulamıştır. Salgın hastalıklarla ilgili yapılması gerekenler konusunda zaman zaman tartışmalar yaşanırdı. Şeyhülislam Ebussuud Efendi veba ile ilgili sorulan soruya şu cevabı vermiştir:
Soru: Vebadan kaçmaya şeran yasak var mıdır?
Cevap: Allah'ın kahrından lütfuna iltica etmek niyeti ve itikadı ile caizdir." Osmanlı döneminde insanlar salgın zamanlarında bulaşıcı bir hastalıkla karşı karşıya olduklarının farkındaydılar ve ellerinden geldiği kadar korunmaya çalışıyorlardı. Kısmi karantina ve izolasyon uygulanmaya çalışılırdı. Ancak günümüzde olduğu gibi salgınlar karşısında yanlış davranışta bulunanlar ve çaresizlikten hata yapanlar her zaman vardır. Ancak bunlar toplumun tamamına teşmil edilemez. Türklerin dinî taassup yüzünden vebaya karşı önlem almadıkları yönündeki kanaat bir önyargıdır. Avrupalılar'ın Türkler'in veba karşısındaki tavırlarıyla ilgili "Eğer Allah takdir etmişse ölümden ne yapsam kurtulamam, ölmem mukadder değilse bana hiçbir zarar gelmez' diye düşündüklerinden bu bulaşıcı hastalığın yayılma alanı da genişliyor" şeklindeki kanaatleri fazlaca genellemedir. Ayrıca farklı bir anlayış ikliminden geldikleri için Türk zihin yapısını ve inanç sistemini anlayamamaktadırlar.
TÖVBE İSTİĞFAR ETMEK
Osmanlı döneminde bu tür felaketlerin Allah'ın asi kullarına bir cezası olduğu yönünde bir yaklaşım hâkimdi. Bu yüzden dualar edilerek, Allah'tan af ve yardım dilenir; tövbe ve istiğfar edilerek bu hastalıktan kurtulmak niyaz edilirdi.
1591'de şiddetli bir salgın oldu. Salgının durması için Okmeydanı'nda devlet adamlarıyla halk dua etti. Salgın İstanbul'u kasıp kavurmaya devam edince tekrar toplu bir duaya çıkılması emredildi. Bu defa dua etmek için Alemdağ seçildi. Halkla birlikte şehrin ileri gelen ilim erbabı ile dinî liderleri de duada bulundu. Bir gece orada kalındıktan sonra sabahın ilk ışıklarıyla birlikte dua edilip, şifa niyaz edildi. Tarihçi Selanikî daha önce İstanbul'un farklı kapılarından günde en az 325 tabut çıkarken bu duadan sonra ölü sayısının günde 100'e düştüğünü söyler.
1597'de İstanbul'da tekrar başlayan salgın, hızla yayıldı. III. Mehmed, devlet adamları, âlimler, şeyhler ve şehir halkı toplu duaya çıktı. Duadan sonra Ayasofya Vaizi Kara Muhyiddin Efendi vaaz etti ve daha sonra halk dağıldı. 1812'deki salgında da Beylerbeyi Camii'nde II. Mahmud'un iştirakiyle vebanın son bulması için dua edilmişti.
Salgın dönemlerinde Müslümanların camiye gitmemesi, dedikodu etmeleri, oyun ve eğlencelerle vakit geçirmelerinin başlarına bu afeti getirdiği gerekçesiyle; insanların cemaate devam etmeleri, dedikodu ve boş işleri bırakıp, Müslümanca bir hayat yaşamaları istenirdi. Vebadan kurtulmak için dinî ve ahlakî bozukluklar ortadan kaldırılmaya çalışılırdı.
Salgın esnasında camilerde okunması emredilen Ahkaf ve Duhan sureleri rastgele bir tercih olmayıp, Allah'ın verdiği azap ve cezaları ihtiva etmeleri bakımından seçilmişlerdi. 1726 veba salgınında Sultanahmet Camii'nde sabah namazından sonra duadan önce müezzinlerin minarede âdet olduğu gibi Ahkaf Suresi'ni okumaları için emir verilmişti. 1812'deki salgında ise minarelerde güneşin doğuşundan önce Ahkaf ve Duhan sureleri okunmuştu.
Beş vakit namazın ardından tekbir getirilmesi, dualarının makbul olduğu kabul edilen küçük çocukların da vebanın sona ermesi için duaya çıkmaları ve şehrin surları etrafında ve evlerin çevresinde hatim okunması da salgın zamanlarındaki uygulamalardı. Salgınlar sırasında hapiste bulunanların bir kısmı serbest bırakılırdı. Ayrıca sadakalar dağıtılır, satılan kuşların çocukların elinde oyun bahanesiyle telef edilmesi emredilirdi.
TEMİZ HAVA VE TURŞU
Kapalı yerlerin havası kirli olacağından açık olan yerlerde oturmak, hoş kokulu bitkileri kullanarak evin havasını değiştirmek de uygulanan tedbirlerdendi. 16. yüzyılda veba üzerine bir risale kaleme alan Nidaî Mehmed Çelebi, salgın döneminde yenmesi gerekenler hakkında şunları söyler: "Salgın günlerinde, turşu, sumak, limon ile pişirilmiş olan yemekler, elmayla ayva katılarak yapılan kabak ve patlıcan yemekleri, sirke katılarak yapılmış mercimek ve fasulye çorbalarına portakal suyunun ilave edilmesiyle pişirilmiş yemekler, Hint hurması ve nar şarabının katılmasıyla pişirilmiş yemekler çok faydalıdır. Yoğurtlu çorba sirke ile birlikte çok faydalı olur. Bütün ekşilerin içinde en iyi olanı sirkedir ondan sonra limon suyu gelir". Salgın zamanlarında bol miktarda turşu tüketildiğini görüyoruz. Macar Kelemen Mikes, 1726'da Tekirdağ'da etkili olan veba salgınında yöre halkının bol miktarda lahana turşusunu tükettiklerini söyler.
Türkler vebaya sabırla katlanırlar
II. MAHMUD döneminde Osmanlı ordusunda hizmet eden ve daha sonra Almanya'yı kuran önemli komutanlardan Moltke İstanbul'da yaşanan 1837 vebasını anlatırken Türkler'in ve Hristiyanlar'ın hastalık karşısındaki ruh halleriyle ilgili şu yorumu yapar: "Garip bir hal de Frenkler'e oranla daha fazla Türk'ün vebaya tutulmasına rağmen, hastalanan Türkler'den on defa daha az Frengin ölümden kurtulabilmesidir. Bunun sebebi ancak ruhî olabilir; Türk vebaya tutulursa buna sabırla katlanır, tutulmadığı müddetçe de onu tamamıyla bilmezlikten gelir; 'yumurcak' adını söylemez, olsa olsa 'hastalık' der. Çünkü belânın adını söylemek onu çağırmak demektir. Eğer sen bugün bir Türk'e, son üç ay içinde İstanbul'da veba olup olmadığını soracak olsan kalın kaşlarını kaldırır ve dilini şaklatır; bu da Almanca 'yok canım, Allah saklasın' demektir. Muhakkak olan şey, Türklerin vebadan öldüğü, fakat Frenklerin vebadan ıstırap çektikleridir"
.Osmanlı döneminde İstanbul'da ekmek ihtiyacı hep önemli olmuştur. Halkın ucuz ve iyi buğdaydan yapılmış ekmek yiyebilmesi için sıkı bir denetim mekanizması geliştirilmişti. Ekmek halkın ana gıdası olduğu için başta padişah ve sadrazam olmak üzere bütün devlet görevlileri fırınları sıkı bir denetim altında tutarlardı.
20. yüzyıla gelindiğinde ise kaliteli ve ucuz ekmek üretebilmek için ekmek fabrikalarının kurulma işi gündeme geldi. Ekmek fabrikası kurma hikâyemizi genç ve başarılı tarihçilerimizden Uğur Demir'in bir araştırmasına göre ilk ekmek fabrikamızı kurma maceramız şu şekilde olmuştur.
YILLAR SÜREN FABRİKA TEŞEBBÜSÜ
İstanbul'da 1899'da Avrupa standartlarında gazla çalışan ekmek fabrikaları açılması kararlaştırıldı ve işletme imtiyazı Dahiliye Mektubî Kalemi memurlarından Muhiddin Bey'e verildi. Ahırkapı, Haliç, Haydarpaşa ve İstanbul'da bir yerde daha olmak üzere gazla çalışacak ekmek fabrikaları açılacaktı. Bu fabrikalar sayesinde 60-72 bin tonluk lezzetli ekmek üretimi yapılabilecekti.
Muhyiddin Bey, yaklaşık bir sene Avrupa devletlerinden bilgi almak için mektuplar yazmış ve ancak bu mektuplara istenilen cevaplar gelmemiştir.
Muhiddin Bey, bunun üzerine İstanbul'da fabrika açılmadan önce Avrupa'daki örneklerini görmek için yurtdışına gitmeye çalışmış, ancak muvaffak olamamıştır.
Muhiddin Bey, ekonomik olarak zor duruma düşünce 1900'de fabrika açma ruhsatnamesini Mario Friger'e devretti. Ancak dört sene ruhsatnamenin devri için yazışmalarla geçti. Anlaşma bozulunca 1904'te ruhsatname Maliye Meclisi üyelerinden Mahdum Efendizâde Mazlum Bey'e satıldı. Üç sene sonra Mazlum Bey Haydarpaşa ekmek fabrikası açma ruhsatnamesini Haydarpaşa Rıhtım Kumpanyası'na sattı. 1908'de ise İstanbul yakasında açılacak ekmek fabrikası ruhsatnamesini Avusturya sarayı ekmekçibaşı Mösyö Joseph Brünning'e devretti. Devirler, tartışmalar sürüyor ancak fabrika kurulması konusunda somut bir adım atılamıyordu. Bunun üzerine Osmanlı yönetimi ruhsatname sahiplerine bir sene içinde fabrikalarını işler hâle getirmezlerse haklarının hükümsüz kalacağına dair tebligat gönderdi.
Brünning, hemen faaliyete geçip, fabrika için gerekli makineleri Avrupa'dan sipariş etti.
Haydarpaşa Rıhtım Kumpanyası ise fabrikayı kurmak yerine tekrar ruhsatnameyi eski sahibi Mazlum Bey'e devretmeye çalıştı. Bu sırada ortaya çıkan Muhiddin Bey, haklarını alamadığını ileri sürdü. Ekonomik durumunun düzeldiğini ileri sürerek fabrikayı kurmaya talip oldu. Ancak 1912'ye kadar yapılan yazışmalara rağmen Haydarpaşa'daki fabrika bir türlü kurulamadı. Verilen ruhsatname iptal edildi.
Bu sırada başka bir teşebbüs oldu. Artin Arslanyan, devletin verdiği müsaadeyle 1912'de Arslanyan Ekmek ve Mamulât-ı Dakikiye Şirket-i Osmaniyesi isimli bir şirket kurdu. Ardından Nişantaşı'nda Taşocağı mevkiinde bir ekmek fabrikası kurmak için teşebbüse geçti. Bir süre sonra da Viyana'dan makineleri getirilen ekmek fabrikası Nişantaşı'nda açıldı. Daha sonra da Unkapanı'nda Nimet Ekmek Fabrikası kuruldu.
İSTANBULLULAR'IN HAYALLERİ
Nişantaşı Ekmek Fabrikası günlük 720 gramlık 30 bin ekmek üretebiliyordu. İttihat ve Terakki yönetimi ekmek fabrikasının filmini çektirerek yokluk çekilen savaş yıllarında halka propaganda yapmak için oynattırdı. Bu film bugün TRT arşivindedir. Ekmek fabrikası 1932'de kiralanarak "İpek Film Stüdyosu"na dönüştürülmüştü.
İstanbul'da belediyenin tarihini yazan Osman Nuri Ergin, bu durumu "İstanbul'da şehrin bütün ihtiyacına yetecek büyüklükte mükemmel bir fabrika kurulmasına defalarca uğraşılmasına rağmen imkân bulunamadığı hâlde değişik semtlerde Nişantaşı'ndaki fabrika tarz ve büyüklüğünde beş-on ufak fabrika vücuda getirilerek sıhhate zararlı ekmek yemekten ve fırıncıların hilelerinden kurtarılması bütün İstanbullular'ın temennisidir" şeklinde anlatır.
Sağlık Bakanımız ve sağlık çalışanlarımızın destansı mücadelesi
Osmanlı'nın son döneminde isimlerini tarihe altın harflerle yazdırmış Süleyman Numan Paşa, Tevfik Sağlam, Ömer Avni, Ömer Vasfi Aybar, Akif Şakir Şakar ve Abdülkadir Noyan gibi birçok hekimimiz vardır. Bu hekimlerimizin yokluklar içerisindeki büyük fedakârlıkları sayesinde I. Dünya Savaşı'nda yaralanan askerlerimizin birçoğu hayatta kalırken, aynı zamanda salgın hastalıklardan dolayı ordumuzun çok büyük zayiatlar vermesi önlenmiştir. Yaklaşık bir asır sonra tekrar bir salgınla mücadele ediyoruz. Buradaki en büyük şansımız ise Dr. Fahrettin Koca gibi işini iyi bilen ve şov peşinde koşmadan sadece işini yapmaya çalışan bir hekimin Sağlık Bakanı olması.
Salgın Çin başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde baştan fazla önemsenmedi. Ülkemizde de birçok kişi gelen felaketi tam olarak anlayamadıı.
Ancak Sağlık Bakanımız birçok kimsenin durumu tam olarak anlamadığı bir dönemde Bilim Kurulu'nu kurarak, kurulun tavsiyeleri ve kendi öngörüsüyle tedbirleri almaya başladı. Fakat birçok bürokrat, yönetici ve siyasetçi maalesef Bakan beyin öngörülerini zamanında anlayamadı. Bakanımız, Cumhurbaşkanımızın da desteğini alarak yılmadan doğru bildiği yolda mücadele etti. 4 Şubat'tan itibaren salgının yayıldığı ülkelerden gelenler termal kameralardan geçirilerek ülkeye sokulmaya başlandı. Özellikle salgının ikinci kaynağı olan İran'la sınırımızın 23 Şubat'ta kapatılması hastalığın Doğu'dan yayılmasını engellemiştir. Salgının ülkemizde tam kavranamadığı dönemde yaptığı bu hamle son derece önemlidir. Ardından birçok ülkeyle uçak seferleri iptal edilmiş, salgının ülkemize girdiği ilk günlerde başta okullar olmak üzere kütüphaneler, müzeler vs. kapatılmıştır. Ancak bakanımızın defalarca yurtdışından gelenlerin kendini evlerinde izole etmeleri konusundaki uyarılarına bazı vatandaşlarımızın uymaması salgını büyütmüştür.
Bunun üzerine yurtdışından gelenler karantinaya alınmaya başlanmıştır.
Bilim Kurulu'nun kurulması, hastanelerin salgına göre hazırlanması ve en önemlisi hastaların tedavileri için usuller geliştirilip, birçok ülkenin sahip olamadığı ilaçların stoklanması Fahrettin Koca'nın önemli icraatlarındandır.
Biz birkaç asırdan beri Batı karşısında mağlup olduğumuz için kendi başarımıza inanmayıp, hep Avrupalılar'ın hemen hemen her konuda çok iyi olduğunu zannederiz. Türkiye'de birçok kişi Almanya'nın salgın karşısında çok başarılı olduğunu söylüyor ki bunu da Türkiye'nin mücadelesini eleştirmek için kullanıyor. Ancak bizden beş kat daha fazla gayrisafi milli hasılası ve disiplinli bir topluma sahip olan Almanya salgında çok da parlak bir durumda değil. Dün itibarıyla Almanya'da 122 bin 171 vaka tespit edilmiş, 2 bin 767 kişi salgından ölmüş ve 4 bin 895 kişi de yoğun bakımdaydı.
Bu rakamlar Türkiye'nin hemen hemen üç mislidir. Eğer milletimiz biraz daha sabredip, söylenenlere uyar, herkes şov peşinde koşmadan sadece kendi işini yapar ve önceki akşamki hadiseler bir daha tekrarlanmazsa ülkemiz bu salgını en az hasarla atlatacaktır. Ayrıca şunu unutmayalım. Biz merhametli ve duygusal bir milletiz. Birçok ülkede görülemeyecek şekilde evde kalan yaşlılarımıza büyük bir muhabbetle yardım ediyoruz.
Avrupa'da ise bazı belediyelerin yaşlılara verdiği hizmetten para bile aldığını okuyoruz.
Batı'da birçok ülkede insanlık kalmadığı için yaşlılar ölüme terkedilirken, hastanelerimizde hekimlerimiz canla başla yaşlı-genç ayırt etmeden herkesi tedavi etmeye çalışıyorlar. Sağlık Bakanımız ve bütün sağlık camiamız önlerine çıkan ve çıkarılan bütün engellere rağmen tarihe altın harflerle geçecek bir destanı yazıyorlar. Allah hepsinden razı olsun....
.Büyük veba salgınından sonra Avrupa'da büyük dönüşümler oldu. Zeynep Dramalı, Sean Martin ve Özlem Zengin araştırmalarında bu dönüşümü teferruatlı olarak anlatırlar.
TOPLUM YENİDEN DÜZENLENDİ
Vebadan sonra insanlar hayatın önemini anladılar. Yıllar önemsizken dakikalar bile çok önemli hâle geldi. Saat hayatın akışını belirlemeye başladı. Vebanın durdurulamaması, insanların gözlerinin tabiata ve tabiatın karşısında aciz kalmamak için yapılması gerekenlere çevrilmesine sebep oldu.
Salgın, sosyal ilişkileri zayıflattı, aileler birbiriyle görüşemez oldu. Cenazesi olanlar işlemleri yapabilmek için kimseyi bulamadılar. Ölümden korkan insanlar mallarının başkasının eline geçmemesi için daha çok vasiyetname yazdırdılar. Noterler aranan kişiler oldular.
Hastaneler daha önceden karantina ağırlıklı olarak faaliyet gösterirlerken salgın sonrasında yeni bir hüviyete dönüştüler. Halk sağlığı kavramı gelişti. Salgınların önüne geçmek için karantina yaygınlaştı Vebanın yayılışını takip etmek amacıyla ölenlerin kayıtları düzenli olarak tutuldu. Tıp gelişmeye başladı.
Roma zamanında çok önemli olan hamam kültürü bir anda büyük bir itibar kaybına uğradı. Kiliseye göre açık tuvalet ve hamamlar günah yuvalarıydı. Tanrı'nın buralarda günah işleyenler yüzünden insanları cezalandırmak için vebayı gönderdiğine inanıldığı için kilisenin baskısıyla hamamlar ve tuvaletler kapatıldı.
Ortaçağ'da kötü ruhları üzerinde topladığına inanıldığı ve kilisenin de kedileri kötülemesi yüzünden kediler öldürülürdü. Kedilerin azalması yüzünden fareler çoğalmıştı. Vebanın farelerle bulaşması, kedi katliamını sona erdirdi.
EKONOMİK DÖNÜŞÜM
Vebadan önce işsizlik varken, nüfusun azalmasıyla işçinin kıymeti ve ücreti arttı. Ücretler ortalama yüzde 25 arttı. Lordlar serfleri daha az ücrete çalıştırmak için özgür bıraktılar. Arazi işleyecek insan kalmadığı için arazi kiraları ve fiyatları düştü. Bu sayede köylüler kendi arazilerinin efendisi haline geldiler.
İşçi sayısının az olduğu yerlerde, çalışanların bütün istekleri yerine getirildi. Çalışma şartları ve saatleri düzeltildi. İşçiler verilen ücreti ve şartları beğenmediklerinde başka bir yere göç edip, rahatlıkla iş bulabildiler. Vergi, para politikaları ve diğer uygulamalara karşı köylü isyanları arttı.
İşgücü ihtiyacı arttığı için kadınlar daha önce kabul edilmedikleri işlerde çalışmaya başladılar. Aynı zamanda çalıştıkları işlerde yükselebildiler. Dul kadınlar kocalarının işlerini devam ettirdiler. İşçi ihtiyacının yarattığı boşluğu ortadan kaldırmak için yapılan araştırmalar sonucunda sanayide yeni makinalar ortaya çıktı.
Uluslararası kara ve deniz ticareti durdu. Özellikle deniz ticaretinin en önemli temsilcisi olan İtalyan şehir devletleri bu durumdan büyük darbe aldılar. Nüfusun azalması ve pazarlarının küçülmesi yüzünden tüccarlar kıtanın dışında yeni pazarlar aramaya başladılar.
ORMANLAR VE OTLAKLAR KURTULDU
Veba salgını öncesinde Avrupa'nın artan nüfusunun getirdiği sıkıntılar iklim değişiklikleriyle de birleşince büyük kıtlıklar yaşanmıştı. Nüfusun azalmasıyla tarım ürünlerine de talep azaldığından, fiyatlar düştü. Hayvan fiyatları ucuzladı. Salgından sonra daha az kişiye daha çok yiyecek kaldığı için beslenme kalitesi arttı. Alternatif gıdalar çoğaldı. Hayat standardı yükseldi. Buğday, domuz, demir, çivi, kumaş, tuz, mum, tabut, cenaze malzemeleri, ilaç ve demir haricindeki yiyecek ve malların fiyatları düştü. Özellikle insan emeği isteyen sanayi ürünlerinin fiyatı artmıştır.
Nitelikli iş gücü azalıp, özellikle iyi duvarcılar öldüğü için mimari sadeleşti. Bu dönemde ölüm o kadar sıradan bir hâle gelmişti ki, iskeletler sanatçıların modeli oldu. Ölüm ve ıstırap her sanatçının ilgi alanı oldu.
1300'lü yıllarda artan nüfusun baskısından dolayı ormanlar ve otlaklar tarlaya dönüştürüldüğü için Avrupa ağaçsız bir çöl olmak üzereydi. Nüfusun azalmasıyla otlaklar ve ormanlar tarla olmaktan kurtuldu. İnek ve koyun sayısı arttı. Daha kolay bakılan koyunların sayısının artmasıyla yün sanayi büyüdü.
KİLİSENİN OTORİTESİ SARSILDI
Veba karşısındaki aczi kilisenin otoritesini zayıflattı. Din adamları arasında ölümün fazla olması sebebiyle Latince'nin ibadet ve eğitimdeki yeri zayıfladı. Din adamları arasında mahalli dilleri konuşan insanların sayısı arttı. Kiliselerin yanı sıra üniversiteler ve mahkemelerde de mahalli dillerin itibarı yükseldi. Birçok eski filozof ve yazarın eserleri mahalli dillere çevrilmeye başlandı. Mahalli yazarlar kendi dilleriyle önemli eserlerini kaleme aldılar. Kilisenin otoritesini ve itibarını kaybetmesi, insanların kilise karşısındaki hayal kırıklıkları Reform hareketiyle sonuçlandı.
ADVERTISING
***
Meslek liselerinin büyük başarısı
Salgın açıkça şunu gösterdi. Ne kadar paranız olursa olsun üretmediniz mi bir hiçsiniz. Paranızla ihtiyaç duyduğunuz birşeyi kriz zamanlarında bulamayacaksınız. Bir ülke imkân ve kabiliyetlerinin çokluğuyla ayakta durur. Bunun için sanayi ve tarımda üretimle ilgili yeni ve kâğıt üzerinde kalmayacak bir yol haritası belirleyip, icraata geçirmeliyiz.
Meslek eğitimi 1990'lara kadar çok itibarlıydı. Endüstri meslek liseleri itibarlı olduğu için daha rahat iyi öğrenciler bulabiliyorlardı. Zamanla 28 Şubat dönemi gibi siyasi sebepler ve eğitim politikamızdaki plansızlık, ailelerin çocuklarına masa başı iş hayalleri ve öğrencilerin yanlış yönlendirilmelerinden dolayı meslek liselerinin itibarları azaldı. Teknik Eğitim fakültelerinin kapatılması da meslek eğitimi açısından olumsuz bir gelişme oldu.
MEB bakan yardımcısı olarak kısa sürede meslek eğitiminde çok önemli işlere imza atan Mahmut Özer, bu meseleyi ülkemizin gündemine soktu. Haklı olduğunu salgın günlerinde gördük. Bugün iyi durumda olmayan meslek liselerimiz bu halleriyle bile birçok önemli işe imza attılar. Maske makinası, milyonlarca maske, önlük, tulum, kolonya ve dezenfektan ürettiler. Birçok hastanemiz bu ortamda altın kıymetinde olan maskelerini meslek liselerinden temin etti.
Artık şunu görmeliyiz. Ürettiğin kadar güçlüsün. Daha pahalı olsun ama sen üret. Bu hem kriz günlerinde sağa sola muhtaç olmamak, hem de yurtdışı döviz açığımızı kapatmak için şart. Meslek eğitimi bakan yardımcımızın gayretleriyle bir yere kadar gider. Bir bakarsınız fazla öne çıktı diye birisi ayağının altına muz kabuğu koyuvermiş. O yüzden zaman geçirmeden Mahmut Özer'in tecrübeleri ve sanayinin ihtiyaçlarına göre bir yol haritası hazırlayarak üvey evlat muamelesi yaptığımız meslek liselerimizin ve meslek eğitim merkezlerimizin itibarını artırmalıyız. Özellikle meslek eğitim merkezlerinin meseleleri ortadan kaldırılıp, ara eleman ihtiyacımızın giderilmesi şart. Eğer itibar kazandırabilirsek meslek eğitimi aynı zamanda genç işsiz meselemizi çözecektir. Yoksa genç işsizlerin sayısı gün geçtikçe çığ gibi artacaktır.
Aileler artık şunu açıkça anlamalılar; çocukları ya isimleri süslü birçok boş hizmet sektöründe eğitim görüp işsiz kalacak veya meslek eğitimi alarak aranan eleman olup, çok çok iyi gelirlere sahip olacaklar. Çocuklarımız masa başı iş sahibi olsun sevdasından vazgeçmeliler. Salgının sona ermesinden sonra artık böyle bir dünya hiç olmayacak. Nitekim çocukları günümüzde bile böyle bir iş bulamıyorlar ve yüzbinlerce üniversite mezunu bu sevda yüzünden işsiz kalıyor.
Bu salgının sonuçlarından birisi olarak şunu göreceğiz; Gerçek manada meslek sahibi olanlar (elektrikçi, su tesisatçısı, marangoz, terzi vs.) ayakta kalıp iyi paralar kazanacaklar, birçok havalı hizmet sektöründe eğitim almış kişiler ise maalesef işsiz kalacaklar. Meslek eğitimi memleket meselesini sloganlıktan çıkarıp, Türkiye'nin gerçeği yapmalıyız.
.Osmanlı topraklarında 1812'de başlayıp aralıklarla 1820'ye kadar süren veba, görülen en ciddi salgınlarından biriydi.
Bu salgının büyük miktarda can kaybına sebep olduğu en şiddetli dönemi ise 1812-1814 yıllarında yaşandı.
Tahminlere göre salgın esnasında İstanbul'da 100 bin kişi hayatını kaybetmişti.
Mısır, Selanik, Halep, Girit, Yunan Yarımadası, Balkanlar, Bosna, İzmir ve Anadolu'nun çeşitli bölgeleri başta olmak üzere imparatorluk topraklarının neredeyse tamamı vebanın esiri olmuştu. Genç ve çalışkan tarihçilerimizden Engin Çetin bir araştırmasında salgını teferruatlı olarak anlatır.
HAYALET ŞEHİR
Mısır'da başlayan büyük salgın İstanbul'a Mayıs 1812'de ulaştı. Veba Mısır'dan İzmir'e, İzmir'den de bir tüccar gemisiyle İstanbul'a gelmişti.
İstanbullular, salgın üzerine şehirden uzaklaşmaya çalıştılar. Ancak gitmeye kalktıkları yerlerin ahalisi parayla adam tutup gelenlere silah zoruyla engellemeye uğraştılar.
Vebanın etkisini giderek arttırması sonucu şehirde hayat ve ticaret durma noktasına geldi. Şehrin sakinleri genellikle evlerinden çıkmıyor veya mümkünse kalabalık olmayan ve güvenli kabul edilen bölgelere gidiyorlardı. Böylece resmî bir karantina uygulanmıyor olmasına rağmen insanlar tabiî olarak bir karantinaya gitmişlerdi. Sık sık temizliğe dikkat edilmesine dair emirler gönderildi. Bir süre sonra her Cuma imece usulü temizlik yapılması kararı da verildi. Aynı günlerde vebanın sebepleri arasında görülen bekâr odaları ve fuhuşa karşı savaş açıldı. Sultan, hastalığa yakalananları Üsküdar'da hastanelere taşıtarak, karantina uygulatmıştı.
DİNÎ TEDBİRLER
İnsanlar bulaşıcı bir hastalıkla karşı karşıya olduklarının farkındaydılar ve korunmaya çalışıyorlardı. Bu bakımdan Türklerin dinî taassup nedeniyle vebaya karşı önlem almadıkları yönündeki kanaat doğru olmayan bir önyargıdır. Ancak toplumda bu gibi felaketlerin Allah'ın asi kullarına bir cezası olduğu yönünde bir anlayış hâkimdi. Salgın esnasında camilerde okunması emredilen Ahkaf ve Duhan sureleri rastgele bir tercih olmayıp, Allah'ın verdiği azap ve cezaları ihtiva etmeleri bakımından seçilmişlerdi.
Müslümanların camiye gitmemesi, dedikodu etmeleri, oyun ve eğlencelerle vakit geçirmelerinin başlarına bu afeti getirdiği gerekçesiyle; insanların cemaate devam etmeleri, dedikodu ve boş işleri terkederek Müslümanca bir hayat yaşamaları konusunda emirler gönderildi.
Vebadan kurtulmak için dinî ve ahlakî bozuklukları ortadan kaldırma gayretini tamamlayıcı bir diğer tedbir de duaydı.
İnsanlar tövbe ederek bu hastalıktan kurtulmayı niyaz etmeliydi.
Beş vakit namazın ardından tekbir getirilmesi de vebaya karşı alınan tedbirler arasındaydı. İstanbul ve Bilad-ı Selase'de (Eyüp, Galata ve Üsküdar) sıbyan mektebi hocaları çocukları da alarak yakın bir sahrada zaman zaman dua ettiler. Şehrin surları etrafında ve evlerin çevresinde hatimler okundu. Sultan II.
Mahmud da dualara katıldı. Sultan ayrıca halka bir fermanla İslamiyet'in salgın hastalıkla takınılması gereken tavırla ilgili emirlerini hatırlattı.
1812 sona ererken şiddetini azaltan veba, sert bir kışın ardından 1813 baharıyla birlikte tekrar şiddetlendi. İnsanlar sıranın kendilerine ne zaman geleceğini bekler hale geldiler. Şehrin nüfusunun beşte birinin can verdiği bu büyük salgın, ancak 1814 sonlarından itibaren şiddetini azalttı.
Fakat aralıklarla Osmanlı coğrafyasının çeşitli bölgelerinde 1820'ye kadar devam etti. Osmanlı coğrafyasında kayıplar tahminen 150 binin üzerindeydi. İstanbul'u yaklaşık 20 bin kayıpla İzmir, 15 bin kayıpla Selanik, 5 bin kayıpla Kahire izliyordu.
Panik yapmadan hayata tutunalım
TARİH boyunca çok büyük salgınlar oldu. Salgınlar aniden ortaya çıkıp, hızla yayıldı ve bir süre sonra inişe geçerek bitti. Ancak arkasında bıraktığı ölümlerin dışında ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarında çok büyük tahribatlar yaptı. Bu yaşadığımız durum dünyanın son asırlarda yaşadığı en büyük buhran. Buna dikkat ederek aldığımız önlemleri öncelik sırasına göre artırmamız lazım. Salgın geçtiğinde tutunacağımız bir hayatın olması gerekiyor.
1- Sanki gökyüzünde Azrail var ve dışarı çakan herkesi öldürüyor gibi bir havaya girildi. Böyle bir şey yok. Ancak insanlar salgından değil, panik ve korkudan daha büyük zararlar görüyorlar. Bu yüzden ilk olarak panik, endişe ve kaygılarımızı azaltmalıyız.
Söylenilen tedbirlere uyulduğunda salgının yayılması çok kısa sürede yavaşlar.
Ancak depresyon herkesi perişan edecek. Burada göreceğimiz psikolojik, sosyal ve toplumsal yıkım salgının verdiği zararın çok ötesine geçebilir.
2- Sokağa çıkan ölecek gibi bir hava yaymamak lazım. İnsanlar korku ve endişeye sevkediliyor.
65 yaş altındakiler evde kalıp, gerektiğinde mümkün olduğu kadar az sokağa çıkıp, çıkıldığında söylenen uyarılara dikkat edip, toplu olarak bir araya gelinmeyip, insanlarla 1.8 metrelik temas mesafesi koruduğunda ortaya çok büyük problemler çıkmaz. Ancak hayat tamamen durup, ekonomi çöktüğünde on milyonlarca insan bunun altında kalır.
3- Televizyonlara her gün doktor ve gazetecilerin çıkıp salgını saatlerce tartışmaları yasaklanmalıdır. ABD, Almanya, İngiltere gibi ülkelerde böyle televizyon programları var mı? İnsanlar devamlı olarak bu tür programları takip ettiği için bunalıma giriyorlar. Günlük en fazla bir saat bilim kurulu üyeleri çıkıp, salgın konusunda gazetecilerinin sorularını cevaplandırması yeterli olacaktır.
4- Bilim kurulu devamlı sorulan sorular (virüs havada asılı kalır mı vs.) için bir el broşürü hazırlamalıdır.
5- Bazı siyasetçi ve bürokratların kendi şovlarını yapmak için şunu yaptık, bunu yaptık diye çoğu zaman yapmadıkları şeyleri yapmış gibi göstererek gündemi devamlı meşgul etmemelerine bir ara vermeleri gerekiyor.
6- Salgından sonra kıtlık yaşanmaması için tarım ve hayvancılıkta çok ciddi tedbirlerin alınması en önemli meseledir. Bunun için de Tarım Bakanlığı'nın aldığı tedbirlere ek olarak illerde valilerin başkanlığında tarım kurullarının kurulması gerekiyor.
Ekilmeyen toprakları ekmemiz ve ithal ettiğimiz ürünlerin gelmeme ihtimaline karşı bu durumu gündeme almamız lazım.
7- Kobiler Türkiye'nin can damarlarıdır. Her hâlükârda ayakta tutulmaları lazım.
8- Eğitim meselesi gerektiğinde yazın veya hafta sonları dersler yapılarak halledilebilir. Bu yüzden meseleyi devamlı gündemde tutmamak gerekiyor.
9- Bilim kurulu üyesi Prof. Dr. Ateş Kara televizyonda normal temizliğinizi yaparsanız problem olmaz diye defalarca belirtti. Ancak buna rağmen temizlik meselesinin abartılması ve bazı yerlerde ne tür dezenfektanlar kullanıldığının belli olmaması yüzünden ilerde çok büyük cilt ve kanser meseleleriyle birlikte tahmin edemeyeceğimiz problemleri çıkabilecek gibi gözüküyor. Bu durumun kontrol altına alınması gerekiyor.
10- Atalarımız bu tür salgınları hastalığı devamlı düşünme stresine girmeden, sabır ve metanetle atlatmışlardır.
Alınan tedbirlere uyup, sabredip, stresi azaltarak metanetimizi koruyarak hep birlikte bu salgını atlatabiliriz..
.
.II. Mustafa, Osmanlı tarihinin en ağır antlaşmalarından biri olan Karlofça Antlaşması'nın 1699'da imzalanmasından sonra hayata küserek Edirne'ye çekilip, devlet işlerini de hocası Şeyhülislam Feyzullah Efendi'ye bırakmıştı. Hem padişahın uzun süredir Edirne'de bulunması, hem de devlet işlerinde şeyhülislamın artan nüfuzu devlet ricali, askerler ve esnaf arasında huzursuzluk yaratmıştı.
YARIN CUMA NAMAZI YOKTUR
Sultan, Edirne'deyken İstanbul'da büyük bir isyan çıktı. Gürcü prenslerinin vergilerini göndermemeleri ve Osmanlı sınırına taarruz etmeleri üzerine Kafkaslar'a bir ordu sevkedildi. Ancak 17 Temmuz 1703'te uzun süredir maaş alacakları olan cebeciler, maaşları verilmeden sefere gitmeyeceklerini söylediler. Durumdan memnun olmayan devlet adamlarının da kışkırtmalarıyla isyan büyüdü. Ulemanın da asilere destek vermesiyle esnaf ve tüccar başta olmak üzere İstanbul halkı da isyana katıldı.
Devlet ricali isyanı bastırmak için harekete geçti. Sekbanbaşı Murtaza Ağa, Eyüp Sultan Türbesi'ndeki sancağı alarak o geceyi Ağakapısı'nda geçirdi. Sabah yanına ocak subayları ve yeniçerileri de alarak saray kapısına geldi. Ancak Saray Ağası Arnavut Osman Ağa, yanında bulunan yeniçerilerin sarayı yağmalayacağı korkusuyla, sekbanbaşına kapıyı açmadı. Bu sırada cebeciler, İstanbul kadısından destek için aldıkları bir yazıyla sadaret kaymakamının, yani sadrazam vekilinin konağına doğru yürüyüşe geçtiler. Konağa doğru ilerlerken bir taraftan da "Ümmet-i Muhammed'den olan şer'e gelsin, yarın Cuma namazı yoktur, kılınmaz" şeklinde bağırıyorlardı. Kısa sürede konağın önüne gelen asi cebeciler, zorla içeri girerek burayı yağmaladılar.
Sekbanbaşının öldürülmesiyle yeniçeriler de asilerin safına katıldılar. Sadaret kaymakamının firarıyla İstanbul'daki yönetim dağıldı. Asiler, boş buldukları devlet görevlerine kendi adamlarını getirdiler. Saray muhafızı olan bostancılar da asilerin yanına geçtiler. Ulema, Feyzullah Efendi'ye kini olan daha önce azledilmiş din adamları ve medrese talebeleri 20 Temmuz Cuma günü Atmeydanı'na gelerek asilere katıldılar. Cuma namazı vakti geldiğinde ulema ve şeyhler arasında hararetli tartışmalar başladı. Bir kısmı namazın kılınmasını, bir kısmı ise namaz için gerekli şartlar bulunmadığı için kılınmaması gerektiğini savundu. Sonunda Cuma namazı kılınmadı.
BEŞ HAFTA KILINMADI
Asiler, padişahın Edirne'den İstanbul'a dönmesi ve durumdan sorumlu tuttukları şeyhülislamı kendilerine teslim etmesi için hazırladıkları bir mektubu, seçtikleri temsilciler vasıtasıyla Edirne'ye gönderdiler. Feyzullah Efendi, isyanı İkinci Mustafa'dan gizlemek istedi. Ancak durum padişaha intikal edince Sultan Mustafa, Şeyhülislâm Feyzullah Efendi ve oğullarını memleketleri olan Erzurum'a sürgün etti.
İkinci Mustafa, asilere şeyhülislâm ve evlatlarının sürgün edildiğini ve kendisinin de kısa süre sonra İstanbul'a döneceğini, bu yüzden dağılmalarını belirten bir hatt-ı hümayun gönderdi. Ancak asiler Edirne'ye giderek sultanı tahttan indirmek için harekete geçtiler. Asiler yolda iken tahta kimin çıkarılacağını tartıştılar. İlk defa Osmanlı hanedanı dışından birinin tahta çıkması gündeme geldi. Ancak padişahın kardeşi III. Ahmed'de karar kılındı.
Bu arada isyanın patlak vermesinin üzerinden dört hafta geçmiş ve bu süre zarfında Çorlu'ya gelene kadar Cuma namazları kılınmamıştı. İstanbul ordusu Çorlu'ya geldiğinde beş hafta aradan sonra ilk Cuma namazı kılındı. Bu önemliydi. Çünkü bu namazda hutbe artık II. Mustafa adına değil, Şehzâde Ahmed adına okunmuştu. Böylece asilerin kimi tahta geçirecekleri tartışması da son buluyordu. İstanbul'da ise bu hafta da Cuma namazı kılınmamıştı.
Gönderilen heyetlerin bütün ikna çabaları asileri kararlarından döndürmeye yetmedi. Aksine II. Mustafa'nın bundan sonra tahtta kalmasının mümkün olmadığını, yerine Şehzâde Ahmed'i cülus ettireceklerini söylediler. Padişahın tahttan indirilmesi için aldıkları fetvaları da verdiler. Heyet, asilerin II. Mustafa aleyhine aldıkları fetvaların birer sureti ve asilerden oluşan bir heyetle birlikte geri döndü. Edirne'de, bu gelişme üzerine padişahın ordunun başına geçmesi kararlaştırıldı. II. Mustafa bunun üzerine sefer elbiseleri içinde Hafsa'ya gelerek, Edirne ordusunun başına geçti. Asilerin kendi aleyhine aldıkları fetvalara mukabil II. Mustafa da Feyzullah Efendi'nin yerine atadığı Yekçeşm Hüseyin Efendi'den kendisini destekleyen bir fetva aldı.
Sultanın yanındaki askerler akşam olunca, asilerin tarafına geçtiler. İkinci Mustafa birliklerinin kendisine ihanet etmesi üzerine iyice ümidini keserek, Edirne'ye gidip, tahttan kardeşi Üçüncü Ahmed lehine çekildi.
ADVERTISING
***
Patrona Halil İsyanı'nda Cuma namazına gidilmemişti
1718'de başlayan Lale Devri, 1730 yılının sonbaharında son günlerine gelmişti. 28 Eylül 1730 perşembe günü Patrona Halil ve arkadaşları yönetime karşı isyan bayrağını açtılar. Aslında ufak bir tedbir bile isyanı bastırmaya yetecekti. Ancak padişah ve devlet ricali İran seferi için Üsküdar'daydılar. Bu yüzden Eminönü tarafında isyanın ilk anda üzerine gidecek fazla devlet adamı yoktu.
Asiler, Eyüp Sultan Türbesi ile Emin Bahaddin Tekkesi'ndeki sancakları aldılar. İsyan iyice büyüdü. Cuma namazı kılınmadı. Cuma namazının kılınmamasının sebebi III. Ahmed'in hilafetinin asiler tarafından tanınmamasıydı: Asiler, "Bu günden sonra veziriazamı ve şeyhülislamı katlederiz. Padişahımız, merhum Sultan Mustafa'nın oğlu Sultan Mahmud Han'dır" diyorlardı. Cuma gününün akşamı ve gece yarısında da Topkapı Sarayı'nda devlet adamları arasında gizli ve tartışmalı toplantılar devam etti. Ancak bir netice çıkmadı.
Asilerin sarayı kuşattığı şayiası üzerine ortalık karışınca, padişahın emriyle sadrazam ve bazı vezirler öldürülerek, asilere verildi. Zorbalar tarafından parçalanan cesetler III. Ahmed Çeşmesi'nin önüne bırakıldı. Hâkimiyetlerini iyice artıran asiler, III. Ahmed tahttan indirilmediği takdirde, kendi sonlarının iyi olmayacağını biliyorlardı. Artık yeni hedefleri padişahın tahttan indirilmesiydi. Bu durumu öğrenen padişah Harem dairesine, yerine geçecek olan ve kendisinden sonra hanedanın en büyüğü olan Şehzade Mahmud'un yanına gitti. Devlet adamları yeni padişaha biat ettiler.
.BATILI tarihçiler tarafından genelde Roxelana diye bilinen Hürrem Sultan'ın aslen nereli olduğunu bilmiyoruz. Hayatının ilk dönemi sis perdesi ile kaplı olmasına rağmen Osmanlı tarihine damgasını vurdu. Bir savaşta esir alınarak, Harem'e alınmıştı. Yüzünde daima bir gülümseme havası olduğu için yeni bir isim verilirken bu özelliğinden ötürü Hürrem adı verilmiştir. Çok güzel olmasa da zekâsı ve farklı bir çekiciliği olduğu için kısa zamanda Harem'de öne çıkmayı ve Kanunî'nin gönlünü kazanmayı başardı. Kanunî'den bir çocuk dünyaya getirdiği zaman dönemin uygulamasına göre Harem'den ayrılması gerektiği halde Hürrem Harem'den çıkarılmadı. Üstüne üstlük daha önceki padişahlar cariyelerle nikâhlanmazken, Kanunî daha sonra Hürrem'e nikâh da kıydırdı.
Kanunî'nin validesi Hafsa Sultan'ın 1534'te vefat etmesi üzerine Harem'in tek hakimi Hürrem Sultan oldu ve ilk iş olarak da rakîbesi Mahidevran'ı oğlu Şehzâde Mustafa'nın yanına göndertti. Bundan sonra Hürrem'in tek amacı vardı. Oğullarından birinin padişah olmalarını garantilemekti. Hürrem Sultan, ölmeden önce oğullarının birinin padişah olduğunu göremese de Şehzâde Mustafa'yı ortadan kaldırarak oğlu II. Selim'in padişah olmasının yolunu açtı.
Hürrem Sultan, 1536'da Aksaray'da kubbeli bir camisi ile şadırvan, bunların yanında imaret medrese, darüşşifa ve mektep, Mekke ve Medine'de birer imaret yaptırdı, Edirne'ye de dışarıdan su getirtti.
Kanunî ile 1558'de Edirne'ye gittikleri zaman rahatsızlandı ve doktorların tüm müdahaleleri bir işe yaramadı. İstanbul'a getirildikten kısa bir süre sonra da vefat etti. Bugün Süleymaniye Camii yanındaki türbesine defnedildi.
Kösem Sultan
KÖSEM Mahpeyker'in nereli olduğu, ilk adı ve ne zaman Harem'e getirildiğini bilmiyoruz. 1603'te tahta çıkan I. Ahmed'in hükümdarlığının ilk yıllarında hükümdarın gönlünü çeldi. İleride Osmanlı tahtına çıkacak IV. Murad ve Sultan İbrahim'i doğurdu. Kösem Sultan, I. Ahmed'in gönlüne girmesine rağmen sultanın döneminde siyasette pek fazla etkili olamamıştı.
I. Ahmed 1617'de vefat ettikten sonra tahta kardeşi I. Mustafa çıkarıldı. Kösem Sultan, I. Mustafa ve Genç Osman'ın hükümdarlık yıllarında oğullarını öldürülmekten kurtarmayı başardı. I. Mustafa'nın tahttan indirilmesinden sonra padişah olarak 1623'te IV. Murad'ın seçilmesi Kösem'in hayatında önemli bir dönüm noktasıydı ve oğlunun padişah olmasıyla "valide sultan" oldu. IV. Murad küçük yaşta padişah olduğundan, Kösem Sultan iktidarı 1632'ye kadar fiilen elinde tuttu.
1632'de devlet yönetimine el koyan IV. Murad, annesinin devlet işlerindeki nüfuzunu ortadan kaldırdı. IV. Murad'ın ölümünden sonra tahta bir diğer oğlu Sultan İbrahim çıktı. Oğlunun iktidarının ilk yıllarında etkili olan Kösem Sultan, daha sonra Sultan İbrahim tarafından Harem'den kısa bir süreliğine de olsa uzaklaştırıldı. Kösem Sultan, oğlunun bu davranışını affetmeyecek ve Sultan İbrahim'in tahttan indirilip, öldürülmesine göz yumacaktı.
Kösem Sultan'ın ikbal yıldızı torunu IV. Mehmed'in tahta çıkarılmasıyla daha da parladı. Padişahın annesi Turhan Sultan daha tecrübesiz olduğu gerekçesiyle Kösem Sultan Osmanlı tarihinde bir ilk olarak "valide-i muazzama" ünvanı ile Harem'de bırakıldı. Ancak Turhan Sultan'ın giderek siyasette etkili olmaya başlaması gelin kaynanayı rakip durumuna getirdi. Kösem Sultan, Turhan Sultan'ı öldürtmek için bir düzen hazırladı. Ancak Kösem Sultan kazdığı kuyuya kendisi düştü ve öldürüldü.
Hayırsever Sultan
3 EYLÜL 1651 sabahı Kösem'in ölüsü sevenlerinin gözyaşları eşliğinde Sultan I. Ahmed'in türbesine götürülerek defnedildi. Kösem Sultan'ın imparatorluğun değişik bölgelerindeki haslarından yüzbinlerce kuruş geliri vardı. Öldüğünde arkasında büyük bir miras bırakmıştı. Vakfettiği Büyük Valide Hanı'nda sakladığı 20 sandık altın ve mücevheratı devlet hazinesine aktarıldı. Ayrıca arkasında 2.700 tane kıymetli şal bırakmıştı.
Kösem Sultan gelirlerini cömertçe dağıtmasıyla meşhurdu. Hapishanelere gidip, borçtan dolayı hapis yatanları bizzat kurtarırdı. "Sâdât ulufesi" adıyla tesis ettiği hayır işinden 200 fakir yararlanıyordu. Kendisine hizmet eden kızları çeyizini düzüp uygun kimselerle evlendirirdi. Ölümünden sonra da hizmetindeki kızlara Kösem Sultan'ın mirasından pay verilmişti.
Kösem Sultan birçok hayır eseri yaptırmıştı. Üsküdar'daki Çinili Cami, mektep, çeşme, dârülhadis, çifte hamam; Anadolukavağı Mescidi, Şehremini'nde çeşme, Yenikapı'da çeşme, Beşiktaş'ta çeşme yaptırdığı gibi Abdülmecid Şeyhî Efendi'nin Eyüp'teki türbesini inşa ettirmişti. Çakmakçılar Yokuşu'nda Büyük Valide Hanı'nı da yaptırmıştı. Ayrıca hacıların su ihtiyacının karşılanması ve Haremeyn'de fakirlere yardım edilip, orada Kur'an okutulması için de bir vakıf kurmuştu. Eğriboz, Midilli ve Kıbrıs gibi yerlerde de vakıfları vardı.
MUKTEDİR VALİDE SULTAN
HATİCE Turhan Sultan, 1620'li yıllarda Rusya'da dünyaya geldi. Ancak o dönemdeki coğrafi ve etnik yapıya göre Rus, Ukraynalı veya Lehistanlı olablilir. Daha on iki yaşındayken Tatar akıncılarına esir düştü ve daha sonra Kösem Sultan'a hediye edildi. Adeta bir güzellik abidesi olan Turhan Sultan zekâsını da kullanarak önce Kösem Sultan'ın takdirini kazandı ve daha sonra da Sultan İbrahim'in gözüne girdi. Sultan İbrahim'den Şehzâde Mehmed'i dünyaya getirdi. Bu doğum sıradan bir doğum değildi. Sönmek üzere olan Osmanlı hanedanı için bir kurtuluştu. Turhan Sultan, Harem'de Kösem Sultan'ın gölgesinde kalmasına rağmen özellikle oğlu IV. Mehmed'in hükümdar olmasıyla gelin ile kaynana arasında zorlu bir mücadele başladı ve bu mücadeleden
Turhan Sultan zaferle çıkmayı bildi. Artık Harem'in en büyük hakimi olmuştu. Turhan Sultan, Köprülüler'in sadrazamlık makamına gelmesinden sonra yavaş yavaş elini siyasetten çekti ve kendini daha çok hayır işlerine adadı. İlk olarak Çanakkale Boğazı kalelerini inşa ettirdi. Daha sonra ise III. Murad'ın hanımı Safiye Sultan tarafından yapımı başlatılan ancak bir türlü tamamlanamayan Eminönü'ndeki Yeni Cami'yi tamamlattı. 1682'de vefat etti ve daha önceden yaptırdığı Yeni Cami'deki türbeye defnedildi. Turhan Sultan, "Kadınlar Saltanatı'nın" son muktedir valide sultanıyd
.
|
Bugün 779 ziyaretçi (1053 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|