İstiğase makalesini bölüm bölüm yayınlamaya devam ediyoruz. Bu bölümde, İstiğâseyi kabul edenlerin görüşlerine başlıyoruz. Görüşlere yapılan itirazlar ve o itirazlara verilen cevaplar da makaleler içerisinde yer alacak. İnşâallâh her hafta bir bölümü yayınlanacak bu seriyi takip edeceğinizi umuyoruz. Yayınlanan tüm bölümleri istiğase hakkındaki yazılar içinde bulabilirsiniz.
“İyyake na’büdü ve iyyake nestain.” [1]
Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) İbn Abbas’a:
“İstediğin zaman Allah’tan iste. Yardım dilediğin zaman da O’ndan. dile!” demiştir.[2]
“Sizden her biriniz bütün ihtiyaçlarını Allah’tan istesin. Hattâ pabucunun tasması kopsa bile. Çünkü Allah tamirini müyesser kılmadı mı, onu tamir edemez.” [3]
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Adiyb. Mâlik
“İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz!” [4]
Eğer bu ayet ve hadisi tevil etmezsek zahir manalarında insanlardan hiçbir şey istenmeyeceği gibi bir durum anlaşılıyor (yalnız senden yardım dileriz). Bir insandan su istemek bile bu ayete ters olur.
Selefilerin Âyeti Te’vil Etmesi-Etmemesi
Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler, işlerine geldiğinde ayet ve hadislerin zahirine yapışıp tevil etmezler. İşlerine geldiği zamanda tevil edip yorum yaparlar. Burada her ikisini birden yapıyorlar. Bir yandan zahir manayı ortaya atıyorlar. Biz delil getirince de bu sefer ayet ve hadisleri tevil edip yorum yapıyorlar. Bunlar birçok yönden batıl şeytânî kıyâslardır. Çünkü;
Bir: Her çağırma (duâ-da’vet) her zaman ibâdet değildir. Biraz önceki şübhelerinde bu isbât edildi. Aksi hâlde başkasını çağıran herkesin müşrik olması lâzım gelirdi. Bu ise bütün akıllılarca batıldır. Öyleyse da’vâları da batıldır.
İki: Herhangi birinden bir şeyi isterken, onu hakîkatte Allah celle celâluhû’dan, mecâz olarak da O kimseden istemek lâzımdır. Aksi hâlde akîde zedelenir. Bu, yalnız tevessülde değil her şeyde böyledir.
Tefsîrcilerin “ibâdeti sadece sana yaparız” manası mutlak olup başka kat’î delîllerden hareketle verilmiştir. “Sadece senden yardım isteriz” manası ise mutlak değil “hakîkat”ı bakımındandır. Bunun inkâr edilemez delîllerinden biri de yaratılanlardan dahi yardım istenilebileceğine ve onların da başkalarına yardım yapabileceğine dâir gelen nasslardır.
Üç: Kaldı ki, hidâyette bile sebeb olma yoluyla mecâzen başkalarından yardım istenebilir. Hâsılı bu “sadece senden yardım isteriz” âyetindeki yardım isteme hakîkat ma’nâsında olup, tevessüldeki yardım isteme ise sebeb olma alâkası ile mecâzî bir yardım istemektir. Dolayısı ile aralarında çelişki yoktur.
Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenleri dinlediğinizde getirdikleri ayet ve hadislerin zahirine baktığınızda onları haklı görürsünüz. Daha sonra bu ayet ve hadis üzerinden yaptıkları ilk yorumda doğrudur. Fakat ondan sonraki yorumları görüşleri yanlıştır. Siz ilk baştaki doğrularından dolayı sonraki yanlışlarını fark etmeyebilirsiniz. Bunu biraz sonra bir misalle açıkladığımızda ne demek istediğimizi daha iyi anlıyacaksınız.
Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.
“İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz!”
Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler yukardaki ayet ve hadisleri delil getirdiler.
Sonra şöyle yorum yaptılar: Arabanız bir çukura düştü yukardakı bir insandan yardım istenebilir. Çünkü o yardım istenilen kişi orda görüyor ve o çukurda olan kişiye yardım etme güçüne sahip. Fakat o çukura düşen kişi orada olmayan uzakta olan, görmeyen, işitmeyen, hayatta olmayan bir insandan yardım isterse, bu şirktir. Çünkü böyle bir yardımı ancak Allah (Celle Celalühü) yapabileceği insanların yapamayacağı bir iş olduğundan ancak Allah (Celle Celalühü) yapabileceği bir işi yapamayan bir insandan istemekle o kişiyi Allah (Celle Celalühü) denk tutmak, ortak koşmak anlamına geleceğini söylediler.
Şimdi Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler yukarda getirdikleri ayet ve hadisler zahir manaları itibariyle doğrudur.
Fakat Fatiha suresindeki ayetin hakkındaki tevsirlerde, seni gören, yanında hazır olan, seni işiten den istenir. Yanında olmayan seni işitmeyen görmeyen keramet sahibi bir veli veya Resulullahtan istenmez diye izahat yoktur. Fatiha suresindeki ayet hakkında tevsirlerde sıradan istemeler ile olağanüstü yardım istemeler arasında bir ayırıma gidilir diye bir şey yoktur. Bunlar Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlerin yorumudur.
Şimdi: Sıradan istemeler ile olağanüstü yardım istemeler arasında bir ayırıma gidilir demişlerdi. Önce bu yorumlarının hatalı olduğunu ispatlayalım. Daha sonra da uzakta olana seslenip yardım istenir mi istenmez mi onu deliller ile açıklayalım.
Süleyman Aleyhisselâmın Talebi
Hazreti Süleyman (aleyhisselâm) yanındaki insan ve cinlerden oluşan topluluğa:
يَا أَيُّهَا الْمَلأ أَيُّكُمْ يَأْتِينِي بِعَرْشِهَا قَبْلَ أَنْ يَأْتُونِي مُسْلِمِينَ
“Aylarca uzaktaki Belkıs’ın sarayındaki tahtını bana kim getirir?”[5] diye istediğinde,
İfrit (Cin): “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm.”
أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ تَقُومَ مِنْ مَقَامِكَ وَإِنِّي عَلَيْهِ لَقَوِيٌّ أَمِينٌ.
İfrit (Cin): “Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm hem de güvenim var.” dedi. [6]
قَالَ الَّذِي عِنْدَهُ عِلْمٌ مِنَ الْكِتَابِ أَنَا آتِيكَ بِهِ قَبْلَ أَنْ يَرْتَدَّ إِلَيْكَ طَرْفُكَ.
“Yanında kitabtan büyük bir ilim bulunan kişi, (İbn Abbâs’a göre ise Hazreti Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhıya) ise, “Ben onu sana, gözünü kırpmadan önce getiririm.” dedi. [7] Derken onu yanında durur görünce هَذَا مِنْ فَضْلِ رَبِّي / Bu Rabb’imin bir lutfudur.” dedi. [8]
Üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtın yerini bilip görüp elmas tahta demir gibi katı maddelerden oluşan tahtı, duvarlardan geçirip göz açıp kapayana kadar getirmeye, ancak Allah’ın (Celle Celalühü) gücü yeter, hiçbir insan bunu yapamaz. Süleyman aleyhisselam bunu Allah’tan değil, cin ve insanlardan istiyor. Allah (Celle Celalühü) buna kızmıyor, bir de Kur’ân’a yazıyor.
Sadece Allahu Teâlâ’nın yapmaya güç yetirebileceği bir işte Allah tan değilde o işi yapamıyacak olan bir insandan yardım istemek şirktir diyorlar. Bu dogrudur bu tür bir istek şirk türü bir istektir. Fakat Burda mühim olan mesele Allahu Tealâ kendi muradı doğrultusunda, kısmen muktedir kılarak normalde insanların yapamayacağı ancak Allah (Celle Celalühü) yapabileceği bazı harikulade olan işlerin cüzzi miktarını Peygamberlerine, meleklerine, cinlere ve veli kullarına olağanüstü güç tasarruf izni verebilir. Verdikten sonra artık o işler yalnız Allah (Celle Celalühü) yapabileceği bir iş olmaktan çıkıp Peygamberlerin, meleklerin, cinlerin ve keramet ehli velilerin yapabileceği bir iş olmuş olur. Dolayısıyla durum böyle olunca “yalnız Allahın yapabileceği bir işi insanlardan istemek şirktir” tanınma girmez. Çünkü Allah ın ilim güç ve izin verip insanlara faydalı olmaları için görevlendirdiği görevliden kendisine verilen o kerameti harkuladevi işi talep edilmiş oluyor. Aynı Hz Süleyman aleyhisselam’ın üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtı getirilmesini cin ve insandan talep etmesi gibi. Yani yapabileceği bir işi yapabilecek olandan istenmiş olunuyor. Allah’ın (Celle Celalühü) bu tür olağan üstü güçleri meleklerine, cinlere ve insanlara verdiğine dair bir çok delil vardır.
Hazreti Süleyman bu isteğinde üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtın yerini bilip gören Asaf b. Berhıya ya Allah (Celle celalühü) has basar sıfatını bir insana verdi diyebilirmiyiz. Düşünün Allah tarafından verilen bu ilimle bir keramet sahibi veli daha neler yapabilir.?
Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler “İyyake na’büdü ve iyyake nestain ”[9] Ancak sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Adiy b. Mâlik ve onunla birlikte kendisine biat edenlere: “İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz!” [10]
Ayet ve hadisi delil getirerek ancak Allah cc yapabileceği olağan dışı bir işi o işi yapamıyacak olan bir insandan istenmesini şirk olacağını söylüyorlardı. Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenlere size göre Süleyman aleyhisselam’ın bu tür isteği şirk türü bir istekmi olmuş oluyor dediğimizde.
İTİRAZ
Hâşâ ve kella! Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı, gücünün yeteceği bir konuda hay/yaşayan ve hazır/yanında bulunan kimselerden bir istekte bulunmaktadır. Bunun şirk olduğunu söyleyen kim? Bizim itirazımız orada hazır olmayan, uzakta olan, sadece Allahu Teâlâ’nın yapmaya güç yetirebileceği, insanların yapamayacağı ancak Allah’ın yapacağı bir şeyi o şeyi yapamıyacak olan bir insandan istemenin şirk olduğunu söylüyoruz.
CEVAP
Biraz önce “İyyake na’büdü ve iyyake nestain”[11] “Bu ayeti kerimeden ancak Allah (Celle celalühü) yapabileceği olağan üstü bir işi sadece Allah’tan isteyebileceğimiz şeyler olduğunu, bu şeyleri ondan başka kimseden isteyemeyeceğimizi de anlamış oluyoruz.” Diyordunuz. Şimdi görüşünüzü değiştirip. Şöyle dediniz: “Hâşâ ve kella! Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı, gücünün yeteceği bir konuda hay/yaşayan ve hazır/yanında bulunan kimselerden bir istekte bulunmaktadır.” Yani sadece Allahu Teâlâ’nın yapmaya güç yetirebileceği, insanların yapamayacağı harukuladevi bir işi Allah (Celle celalühü) yapmasına izin ve güç verdiği bilinen o insandan istenebilir diyorsunuz. Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı da bu diyorsunuz.
Olsun, bu orta bir görüşün, birlik ve beraberliğin oluşması açısından güzel bir gelişme. Çünkü biz de sadece Allahu Teâlâ’nın yapacağı normalde insanların yapamayacağı olağanüstü bir işi, Allah-u Teala’nın yapmasına izin ve güç verdiği bilinen kerametlerine şahit olunmuş evliyadan istiyoruz. Aynı Süleyman aleyhisselam’ın yaptığı gibi. Biz de gücü varsa istenir diyoruz. Konun anlaşılması için bu (eğer gücü varsa istenir ) sözünüz çok önemli.
Biri çıkıp Süleyman aleyhisselam’ın isteği normaldi derse ona şöyle denir. Cin oturduğun yerden kalkana kadar insan gözünü açıp kapayana kadar getiririm dedikten sonra insanı seçen Süleyman aleyhisselam istediğinin gerçekleşme şeklinin normal olmadığı bildiği halde bu seçimi bu isteği yaptı.
Allah (Celle celalühü) izin, güç, ve ilim verdiği keramet sahibi bir Allah dostu ulaşılması aylar süren uzak mesafedeki bir insana yadım etmesi iki şekilde olur.
Birincisi: Uzaktan kendisiden yardım isteyen bir insan için keramet sahibi bir veli duâ ettiğinde Allah (Celle Celalühü) onun duâsını kabul ederse Allah (Celle celalühü) o uzaktaki yardım isteyene yardım edebilir.
İkincisi: Aşağıda açıklanan kudsi hadisin açıkamalarında görüleceği gibi keramet sahibi bir veli uzak bir mesafeden kendisinden yardım isteyen bir insanı seslenişini Allah (Celle celalühü) izin, güç ve ilim, vermesiyle duyabilir görebilir. Ve yine Allah (Celle celalühü) o veliye verdiği izin, güç ve ilim, keramet ile ruhuyla bir şekilde yardım edebilir. Bu dediğimiz ne kendi kafamıza ne de şeyhimiz mürşidimizdedir diye demiyoruz. Bunları ayet ve hadislerin bir araya getirilmesi sonucu bunu söylüyoruz. Hazreti Süleyman (aleyhisselâm) yanındaki insan ve cinlerden isteme olayı ve Hazreti Ömer radıyallahu anh’a Olayında olduğu gibi bir çok deliller ışığında bu görüşümüzü söylüyoruz.
Allah’ın yarattığı varlıkların sahip oldukları gibi görünen güç ve kuvvet gerçekte Allah’a ait olan sonsuz gücün onlardaki küçük bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir.
[1] el-Fâtiha 1/4.
[2] Tirmizî,. Kıyâme 59; Ahmed bin Hanbel 1/293, 303, 307
[3] Tirmizî, Deavât 117
[4] İbn Mâce, İkâme 182
[5] en-Neml 27/38.
[6] en-Neml 27/39.
[7] en-Neml 27/40.
[8] en-Neml 27/40.
[9] el-Fâtiha 1/4.
[10] İbn Mâce, İkâme 182
[11] el-Fâtiha 1/4.
.
İstiğaseyi Kabul Edenlerin Görüşü – 2. Bölüm
İstiğase makalesi, İstiğâseyi Kabul Edenlerin Görüşlerini içeren 2. bölüm ile devam ediyor. Bölüm içerisinde zikredilen görüşlerle birlikte, bu görüşlere yapılan itirazlara ve itirazlara verilen cevaplara da değiniliyor. İstiğâse serisinin her hafta yeni bölümünü bölümü takip edebilirsiniz. Yayınlanan tüm bölümleri istiğase hakkındaki yazılar içinde bulabilirsiniz.
Önceki bölümün son paragrafını tekrar ile hatırlatarak başlayalım.
Allah’ın yarattığı varlıkların sahip oldukları gibi görünen güç ve kuvvet gerçekte Allah’a ait olan sonsuz gücün onlardaki küçük bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir.
İTİRAZ
Süleyman aleyhisselâm istemedi, emretti. Üstün altındaki olandan istemesi gibi. Süleyman aleyhisselâm gücü yeterdi ama o imtihan etti onları.
CEVAP
Âyette kim getirir diyor, getirin demiyor. Getirin olsun, getirir olsun neticede istektir, istek şeklinde bir emirdir.
“Allah (Celle Celalühü) Hz. Süleymana bazı güçler vermiş. Rüzgarları, Dalgıç ve yapı ustası şeytanları, hayvanlar ve cinler ordusu onun emrine verilmiştir.
Ama bu durum her şeyi bilir gücü yeter anlamına gelmez. Evet, hayvanlar ve cinler ordusu onun emrine verilmiş ama emrindekileri nin yapabildiklerini yapamıyor. Bir kuşun nerede olduğunu onun bildiklerini bilmiyor.
“Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayıplara mı karıştı? Ya bana (mazeretini gösteren) apaçık bir delil getirecek, ya da onu şiddetli bir azaba uğratacağım, yahut boğazlayacağım!”. (Neml suresi 20 – 21 ayet)
“Senin bilmediğin bir şeyi öğrendim, sana Sebe’den çok önemli doğru bir haber getirdim.” (Neml suresi 22. ayet)
Aslında biliyordu da bilmezden geldi demek neyse aslında gücü vardıda imtihan etmek istedi demekte öyledir. Ne resulullah ne sahabe nede tabiin den hiç kimse Hz. Süleyman’ın gücü vardıda imtihan etti diye bir söz söylemedi. Biz sizin nefsi yorumunuza deyil ayetin zahirine ve tevsirine uyarız.
Allah’ın yarattığı varlıkların sahip oldukları gibi görünen güç ve kuvvet gerçekte Allah’a ait olan sonsuz gücün onlardaki küçük bir yansımasıdır. Allah dilediği anda bu gücü kendilerinden geri alabilir.
Peygamber, Melek ve Velîlere Tasarruf İzni
Burda mühim olan mesele Kadir-i Mutlak olan Allah (Celle Celalühü) bazı harikulade olan işleri yapmaları için Peygamberlerine, meleklerine ve velilerine de tasarruf izni verip onlara olağanüstü güç ve kudret ihsan ettikten sonra onları görerek veya görmeden uzaktan yakından yardım istemen arasında bir fark olmaz. Çünkü Hazreti Ömer (radıyallahu anh) örneğinde olduğu gibi Hazreti Ömer radıyallahu anh’a Medine‘de hutbe verirken birden binlerce kilometre uzaklıktaki İran’ın Nihavent bölgesinde düşmanlarla savaşan İslâm askerlerini ve askerlerin komutanı Sâriye’yi görüyor. Düşmanın arkadan çevirdiğini ona bildirmek için “Sâriye dağa, dağa!” diye nida edip ve sonra da “Cebel, Cebel!” diyerek seslenerek uzaktan orduya yardım ediyor. O komutan bu sesi 2000 kilometre uzaklıktan duyması. [1]
Dikkat edin burda 2000 kilometre uzaktaki komutan Hazreti Ömer radıyallahu anh’a nın sesini nasıl duyabiliyorsa Allah (Celle Celalühü) ledün ilmi, keramet izni verdiği bir veliye kendisine uzaktan seslenip yardım isteyenin sesini duyurabilir.
Allah (Celle Celalühü) Hazreti Ömere uzakları görme uzaktan yardım etme gücü ilmi keramet verdikten sonra uzaktan yardım etmek, görmek yalnız Allah’ın yapabileceği bir iş olmaktan çıkıp Hazreti Ömer (radıyallahu anh’a) nında yapabileceği bir iş olmuş olur. Bundan dolayı uzaktan yardım edebilmek Hazreti Ömer (radıyallahu anh’a) nın ondan sonra gelen izin ve ilmim verilmiş keramet sahibi evliyanın da yapacağı iş olduğundan “yalnız Allahın yapabileceği bir işi insanlardan istemek şirktir” tanınma girmez. Allah ın ilim güç ve izin verip insanlara faydalı olmaları için görevlendirdiği bir görevliden kendisine verilen o kerameti harkuladevi işi talep edilmiş oluyor yani yapabileceği bir iş ondan istenmiş olunuyor. Bir su istediğimiz insanın suyu getirmesi için yürüme gücü, ellerini kaldıracak gücü, düşünme gücünü Allah c.c. vermesiyle bize su getirebiliyor. Bu gücü Allah insanlara vermeseydi yalnız Allah cc yapabileceği bir iş olucaktı.
Meselenin aslı, Allah Celle Celâlühû tarafından, isnâd-ı mecâzî-i luğavî veya hakîkat-i örfiyye nevinden bir güce muktedir kılınan mahlûklar ile, böyle bir güç bile kendisine verilmeyen mahlûklar olan putları birbirine kıyaslayabilmektir, bu ise akıllıların yapabileceği bir iş değildir; Allah Celle Celâlühû’nun böyle bir güç vermediğini açıkça söylediği putlara Allah’ın bir sıfatını verip Allah’a denk eşit görüp doğrudan yalvaran ondan isteyen ve ona ibadet eden müşriklerle, keramet ehli bir veliye Allah’ın bir sıfatını vermeyen Allah’a denk eşit görmeyen Müslümanları, Allah (Celle Celalühü)’ın böyle bir güç vermediğini açıkça söylediği müşriklerin putlarıyla kıyaslayıp Müslümanları tekfir etip sap ile samanı karıştırmaz. Kafirler için inen âyetleri kafalarına göre yorulmayıp Allah (Celle Celalühü)’ın böyle bir güç vermediğini putlar ve iman etmemiş müşrikler ile güç ve ilim verdiği dostum dediği keramet sahibi velileri eş tutup bize müşrik demeleri onların sorunudur.
Allah dilediğine dilediği ilmi öğretir
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
“Allah hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çokça hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” [2]
Dilediğine bildirir dilemediğine bildirmez. Dilediğine güç verir dilediğine vermez. Kimse neyi yapacağı neyi yapmayacağı hususunda Allah’a (Celle Celalühü) ye sınırlandırma getiremez.
Subkî (v. 771/1369)’nin istiğâse konusunda işâret ettiği tevil yolu, belâğat ilminde “mecazı akli” diye bilinmektedir.
Mecazı akli, fiilin hakiki faili ve müessirine (ma hiye leh) değil de o failin mekân, zaman sebep gibi alakası bulunduğu bir şeye isnat edilmesi demektir. Bu edebi sanata göre “Yeryüzü ağırlıklarını dışarı çıkardığı zaman…” âyetinde, ağırlıkları dışarı çıkaran Allah olduğu halde, fiil hakiki faile değil, fiilin mekanına isnat edilmiş ancak Allah murad edilmiştir.
İşte özellikle sufiler de, kendisiyle istiğase edilen zatın hakiki fail değil, hakikatte yardım edenin Allah olduğuna inandıklarını ve ondan istediklerini (ki aksi halde onlar da bunun açık bir şirk olduğunu kabul ederler) söylemektedirler. Aynı fiilin hem Allah’a hem de kullarına nispet edilmesinden ne anlamalıyız? Anlattıklarımızdan açığa çıkmaktadır ki, bir şeye güç yetirebiliyor olmak, o şeyi yaratmak anlamına gelmez.
Allah (Celle Celalühü) Hazreti Hızır (aleyhisselâm)’a, Belkıs’ın tahtını göz açıp kapayana kadar getiren insana, cinlere, ölüleri dirilten Hazreti İsa’ya ancak Allah’ın yapacağı işleri yapma gücü verdiği gibi eğer izin verirse, insanlar da Allah (Celle Celalühü) gibi bir şeylere güç yetirebilirler. Ama buna “yaratmak” değil “kesbetmek” denir. Bir şeyi sadece Allah yaratabilir. Bir şeye gerçek anlamda güç yetirip olmasını murad ettiğinde sadece odur.
Fiilin Vasıtaya Nispet Edilmesi
İmâm Nevevî (v. 676/1277)’nin açıklamalarından anlaşılmıştır ki:
Bir kimse, Allah-ü Tealanın dışında bir fiili, yaratan ve kâinatı kontrol edebilen bir varlık olmadığını bilerek ve inanarak, o fiili, ortaya çıkmasına sebep olan vasıtalardan birine nispet ederek o yaptı diyorsa, o vasıtayı sadece Allah’ın iradesine uygun hareket eden bir vesile ve sonra olacakların bir alameti olarak görüyor demektir ki, böyle bir kimse âlimlerin ittifakıyla kâfir olarak nitelenemez. Netice olarak, gerek insan gerek peygamber olsun herhangi bir kişiyi Allah (Celle Celalühü)’a ortak koşarsa müşrik olur. Eğer gerçek fail ve yaratıcının Allah (Celle Celalühü) olduğunun farkında olarak, fiili o vasıtaya nispet ediyorsa kâfir olmaz.
Bunu idrak edemeyen Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler “İyyake na’büdü ve iyyake nestain ” [3] gibi ayet ve hadisleri delil getirirler. Daha sonra kafirler ve putları için inen ayetleri de kendi kafalarına göre Müslümanlara çevirip zan, yorum ve haksız ithamlarda bulunarak sap ile samanı karıştırıp müslümanları şirk ile itham edip tekfir etmişlerdir.
İTİRAZ
Bu evrenin sahibi Allah’tır. Bu evrende Allahın izni olmadan bir yaprak düşmez. Allah’ın izni olmadan Allahtan başka kimse bu evreni idare edemez. Allah’ın Rububiyeti gereği O’na mahsus olan kâinattaki tasarruf ve tedbiri bir takım salih kimselere nisbet etmek, onların da bu hususta güç sahibi olduğuna inanan Allah (Celle celalühü) ait bir sıfatı bir insana vermiş olur. Ebdâl ve Ğavsların evrenin bazı işlerinde Allah (Celle celalühü) tarafında görevlendirildiğini söyleyen tasarruf şirk işlemiş olur.
CEVAP
Kainatta vuku bulan bütün olaylarda iki sebep etkindir. Bunlardan biri hakiki sebep, diğeri ise zahiri sebeptir. Hakiki sebep, olayın vuku bulmasındaki asıl sebep olup ilahi iradeye bakar. Yani bütün olay ve gelişmelerde Fail-i Mutlak olan Yüce Allah (Celle celalühü)’ın takdir ettiği ve olmasını istediği şeyin, yeri ve zamanı gelince olmasını gerektiren sebeptir. Zahiri sebep ise, asıl sebep olmayıp ilahi irade ve kudrete adeta perdedarlık yapıp dikkatleri kendine celbeder.
İşleri tedbîr edenler hakkı için (Nâziât: 5)
Bu ayet hakkında bazı alimler melekler olarak tefsir etmişlerdir Melekler de Allahın kullarıdır. Allah (Celle celalühü) meleklere ihtiyaçı yoktur. İhtiyacı olmadığı halde onlara bazı işler için görev vermiş ve onlarda bu işleri yaparak vesile olmuş olurlar. Bu işleri yapmakla Allaha ortak olmuş olmazlar.
Evet Allahın izni olmadan Allahtan başka kimse bu evreni idare edemez. Allah (Celle celalühü) evreni idare etmk için kimseya muhtaç değildir. Fakat dilerse bazı kullarını bazı görevler vererek onları vesile kılabilir. Bu melekler de olabilir insanlarda. İzin ve görev vermez diyen önce akidesini kontrol etmesi lazım.
Meleklerin temel görevleri, Allah’a kulluk etmek; O’nun emirlerini yerine getirmektir. Melekler görevleri açısından bir kaç gruba ayrılır. Melekler yüklendikleri görevler itibariyle farklı isimlerle anılmışlardır. Bunlardan dördü, büyük melek olarak bilinmektedir: Cebrâîl, Mikâîl, İsrâfîl ve Azrail. Bilinen diğer melekler de şunlardır: Münker-Nekir (Ölümden sonra, kabirde sorguyla görevli melekler), Kirâmen Kâtibin/Hafaza (İnsanların amellerini yazmakla görevli melekler), Hamele-i Arş (Arşı taşıyan melekler), Hazin (Cennet ve cehennemde bekçilikle görevli melekler), Zebânî, Mâlik (Cehennemde görevli melekler), Rıdvân (Cennette görevli melekler), Mukarrabûn ve İlliyyûn (Allah’a çok yakın ve onun katında üstün mevkiye sahip melekler). Peki Allah’ (Celle Celalühü) insanlarda bu tür bir görev, güç vermiş midir?
Hazreti İsa şöyle diyordu: “Ben size Rabb’inizden bir ayetle geldim. Ben sizin için kuş şeklinde çamurdan bir şey yapar, sonra onun içine üflerim ve o Allah’ın izniyle bir kuş oluverir. Allah’ın izniyle doğuştan körü, alacalıyı iyileştiririm, ölüleri diriltirim. Yediklerinizi ve evlerinizde depoladıklarınızı size haber veririm. Bunda sizin için bir ayet vardır. Hiç kuşkusuz, Allah, benim de sizin de Rabb’inizdir. Şu halde O’na ibadet edin.” Al-i İmran Suresi: 49
Mucizelerin Allâh’ın İzniyle Oluşu
Bütün bunlar Allah’ın izniyle gerçekleşirdi. Allah Celle Celâluhû Hazreti İsa’nın bu mucizelerini kendisinin izniyle yaptığını belirtiyor:
وَتُبْرِئُ اْلأَكْمَهَ وَاْلأَبْرَصَ بِإِذْنِي وَإِذْ تُخْرِجُ الْمَوْتَى بِإِذْنِي.
Doğuştan kör olanı, alacalıyı (cüzzamlıyı) iznimle iyileştiriyordun, (yine) Ben’im iznimle ölüleri (hayata) çıkarıyordun. Maide: 110
Kadir-i Mutlak olan Allah, Peygamberlerinden başka meleklerine ve velilerine de tasarruf izni vermiş, onlara olağanüstü güç ve kudret ihsan etmiştir. Cenab-ı Zülcelâl Hazretleri, saltanatı gereği dilediği işlerini dilediği şekilde meleklerine yaptırır. Bunlar ayet ve hadislerde belirtildiği üzere sayılamayacak kadar çok işlerdir. Aynen bunun gibi, Allahu Tealâ kendi muradı doğrultusunda, mübarek zatlardan dilediğine dilediği hususlarda tasarruf ettirir. Onlara olağanüstü güç ve kudret ihsan eder.
Ölüyü diriltmek ancak Allah’ın (c.c.) yapabileceği bir iştir. Fakat Allah Celle Celâluhû Hazreti İsa’ya bu güçleri ve izni verdikten sonra artık Hazreti İsa’nın da yapabileceği bir iş olmuş oldu.
Süleyman’ın hizmetine de güçlü esen rüzgârı verdik. Rüzgâr, onun emriyle içinde bereketler yarattığımız yere eser giderdi. Biz, her şeyi hakkıyla bileniz (Enbiya- 81 )
İTİRAZ
1..Allah (Celle celalühü) Peygamberlere ve meleklere bazı görevler verebilir onlar özel varlıklar. İnsanaların uzaktan görüp yardım edebileceğine dair istiğaseyi kabul edenlerin delil getirmesi lazım. ?
CEVAP
Allahtan başka kimse bu evreni idare edemez dediniz. Bizde Yukarda size Allah (Celle celalühü) evreni idare etmek için kimseya muhtaç olmadığı halde meleklere bazı görevler vererek onları vesile kıldığını gösterdik. Bu seferde İnsanlarada olağan üstü güç verdiğine dair delil istediniz.
Allah dilediğine dilediği ilmi öğretir.
يُؤْتِي الْحِكْمَةَ مَنْ يَشَاءُ وَمَنْ يُؤْتَ الْحِكْمَةَ فَقَدْ أُوتِيَ خَيْرًا كَثِيرًا
“Allah hikmeti dilediğine verir. Hikmet verilen kimseye çokça hayır verilmiştir. Bunu ancak akıl sahipleri düşünüp ibret alırlar.” [4]
Dilediğine bildirir dilemediğine bildirmez. Dilediğine güç verir dilediğine vermez. Kimse neyi yapacağı neyi yapmayacağı hususunda Allah’a (Celle Celalühü) ye sınırlandırma getiremez.
Abdullah b. Ömer radıyallahu anh’den naklen Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur:
إن لله عز وجل خلقا خلقهم لحوائج الناس يفزع اليهم الناس فى حوائجهم اولئك الآمنون من عذاب الله تعالى
“Muhakkak Allah, insanların ihtiyaçları için kendilerine müracaat edecekleri insanlar yaratmıştır. İşte onlar Allah’ın azabından emin olanlardır.”[5]
Üç aylık mesafede sarayın içindeki tahtın yerini bilip görüp elmas tahta demir gibi katı maddelerden oluşan tahtı, duvarlardan geçirip göz açıp kapayana kadar getirmeye, ancak Allah’ın (Celle Celalühü) gücü yeter, hiçbir insan bunu yapamaz. Allah’ın (Celle Celalühü) bu gücü Hazreti Süleyman (aleyhisselâm) veziri olan bir insana vermiştir.
Hâfız Ebû Nüaym’ın ve İmâm Beyhekî’nin Delâilu’n-Nübüv-ve’lerinde de rivâyet ettikleri ve Hâfız İmâm İbnü Hacerü Askalânî’nin el-İsâbe’de isnâdının hasen olduğunu söylediği hadîste haber verildiğine göre, Hz. Ömer (Radıyallahu anhu) Medine’deki minberden Îrân orduları karşısında hezimete uğramakta olan İslâm ordularının kumandanı Sâriye (Radıyallahu anhu)’yi o denli uzaktan îkâz etti, (Ey Sâriye dağa yanaş, dağı arkana al, ey Sâriye…) dedi, Sâriye (Radıyallahu anhu) bu feryâdı işitti ve İslâm orduları bu îkaz sayesinde bozgundan kurtuldu. [6]. Bu Allah (Celle celalühü) ona verdiği bir keramettir. Hz. Ömer’le ilgili meşhur kıssa da Hz. Ömer’in binlerce kilometre uzaklıktaki Müslümanları görüp seslenerek yardım ediyor
Duyma nedir Allah’ın semi sıfatıdır. Görme nedir Allah’ın basar sıfatıdır. Şimdi uzağı gören Hazreti Ömer (Radıyallahu anh) ve onu uzaktan duyan insan için Allah (Celle celalühü) a has sıfatı bir insana verilmiş mi oluyor. Demekki uzaktan görmek seslenmek yardım etmek Allah (celle celalühü) ait bu sıfatları Allah (Celle Celalühü) dilediği kullarına veriyor. Hz. Ömerin sesini bir insan nasıl duyuyorsa aynı şekilde Allah (Celle Celalühü) ledün ilmi, keramet izni verdiği bir veliye kendisne uzaktan seslenip yardım isteyenin sesini duyurabilir.
Ateşte Yanmamak
İbn Teymiyye şunları anlatır: Peygamberlik iddiasında bulunan Esvedü’l-Ansî, Ebû Müslim’i çağırtmış ve ona “Benim peygamberliğimi tastik ediyor musun?” diye sormuş. Bu soruyu Ebu Müslim “Hayır tastik etmiyorum.” diye cevaplamış. Bunun üzerine Esved “Peki Muhammed’in Allah (Celle Celalühü)’ın Resûl’ü olduğunu kabul ediyor musun?” diye sorup Ebu Müslim’den “Elbette kabul ediyorum.” cevabını alınca gazaba gelmiş. Bir ateş yakılmasını ve Ebû Müslim’in ateşin içine atılarak yakılmasını emretmiş adamlarına. Bu emri yerine getiren adamları, Ebû Müslim’in ateşin içinde namaz kılarken gördüler, hiçbir şey olmuyormuş gibi Ebû Müslim, Allah (Celle Celalühü) Resulunun vefatından sonra Medine’ye gelmişti. Hazreti Ömer radıyallahu anh onu kendisiyle Hazreti Ebû Bekir arasına oturtmuştu.
Hazreti Ebû Bekir (v. 13/634) radıyallahu anh hazır bulunanlara; “Allah (Celle Celalühü)’a hamd olsun ömrüm sona ermeden Allah (Celle Celalühü)’ın Resûlü Muhammed’in ümmetinde İbrahim Halilullah gibi ateşe atılıp da kurtulan birini görmeyi bana nasip etti.[7]
Ateşte yanmamak insanların yapamıyacağı bir şey, fakat Allah bu ilmi gücü izni verdikten sonra Ebû Müslim’in yapabileceği bir iş olmuş oluyor.
Biz bu kerameti Allah (celle celalühü) veli kullarına verdiğine dair bir çok delil getirdik bu deliller ışığında Allah (Celle celalühü) dilerse verebilir dedik itirazcı hiçbir delil getirmeden ayetleri öne sürerken bu getirdiğimiz delillerden hiç bahsetmiyor mantık yürütüyor.
Birbirinden ayrılınca öbürünün de asası, kendi evine varıncaya kadar aydınlık vermiştir.[8]
[1] el-Beyhakî, Le’lekaide Şerhus-Sünnette İbn Merde Veyh el-İsabe, II, 3; İbn Hacer, el-İsabe (Beyrut 1995), 3/5-6; İbn Kesîr el-Bidaye ve’n-Nihaye, 7/140-141. Baska baskı 131sayfa
[2] el-Bakara 2/269.
[3] el-Fâtiha 1/4.
[4] el-Bakara 2/269.
[5]Taberânî’nin “el-Kebir”i 12 cild 358 sayfa Ebû Nuaym ve Kazi’den naklolunmuştur. Hadis hasen mertebesindedir.
[6] Beyhekî, Delâilü’n-Nübüvveh. İbn-i Hacer (rh) el-İsâbe’de(2/3) bu haberin isnâdının hasen olduğunu söyledi. Haberi, ayrıca, Ebû Nüaym, Hatîb ve İbnü Merdûye de rivâyet ettiler. (En-Nibrâs:482)
[7] İbn Teymiyye, el-Furkan Beyne Evliyâi’r-Rahmâni ve Evliyâi’ş-Şeytâni, el-Mektebu’l İslâmî, 4. Baskı, Beyrût, 1397. Trc. Allah Celle Celâluhû’nun velileri ile şeytanın velileri arasındaki fark/Pınar Yayınları. s. 162, 2003
[8] Buharî, (h.no: 1351), Mesabih, (h.n: 4652).
.
İstiğâseyi Kabûl Edenlerin Görüşü – 3. Bölüm
İstiğâse makalesine devamla, İstiğâseyi kabul edenlerin görüşlerinde üçüncü bölüme geçmeden evvel, yazının önceki bölümünün sonunu alıntılayarak hatırlayalım:
Ateşte yanmamak insanların yapamayacağı bir şey, fakat Allah bu ilmi gücü izni verdikten sonra Ebû Müslim’in yapabileceği bir iş olmuş oluyor.
Biz bu kerameti Allah (celle celalühü) veli kullarına verdiğine dair bir çok delil getirdik bu deliller ışığında Allah (Celle celalühü) dilerse verebilir dedik itirazcı hiçbir delil getirmeden ayetleri öne sürerken bu getirdiğimiz delillerden hiç bahsetmiyor mantık yürütüyor.
Birbirinden ayrılınca öbürünün de asası, kendi evine varıncaya kadar aydınlık vermiştir.[1]
Ebû Hüreyre (Radıyallahu anh) anlatıyor: Resûlullah Alâ b. Hadramî’yi Bahreyn’e gönderdiği zaman ben de onunlaydım, ilginç üç kerâmetini gördüm.
1- Bir gün geçmeleri gereken su çok geniş idi atlar geçemedi. Alâ b. Hadramî dua edip besmele çekip yürüyün dedi. Atlar ile suyun üstünde yürüdük, su atların ayaklarının alt kısmını bile ıslatmadı.
2- Çölden geçerken suyumuz bitti. Durumu bildirdik. İki rek’at namaz kıldı sonra duâ etti, birdenbire yağmur yağdı.
3- Vefat edince mezarı kayboldu.[2]
İbni Teymiyye’nin talebelerinden İbnu’l-Kayyim Er-Rûh isimli kitabında[3] “Ölülerin birtakım tasarruflarda bulunabileceklerini ve dirilere faydalı olabileceklerini söylemektedirler. Hâs ve dar manada velî olduğuna inanılan bir kimseden, kerâmet beklenilmesi ne Kitâp ne sünnet ve ne de icmâ’a ters düşen bir şey değildir. Hattâ bu kıyasa bile uyar. Şöyle ki, Allah bu âlemde yaptığı rızık ve benzeri yardımlardan birçoğunu, kulları vâsıtasıyla yapar.
“Her kim benim kullarımdan birine düşmanlık ederse muhakkak ben ona harp açarım. Bir kulum kendisine farz kıldığım şeylerden daha sevgili bir şeyle bana yaklaşmamıştır. Kulum bana nafile ibadetleriyle de durmadan yakalaşır, nihâyet onu severim. Kulumu sevince de onun gören gözü, işten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Benden bir şey isterse onu verir, bana sığınırsa kendisini korur himayeme alırım.”[4]
Şevkânî (ö.1250/1834) şöyle diyor: Kendisine bu yüce bağışların ve güzel sıfatların ihsan edildiği bir kimseden şeriata zıt düşmeyecek kerâmetlerin görünmesi uzak bir ihtimal değildir. Çünkü veli, Allah (Celle Celalühü)’a duâ ettiğinde onun duâsını kabul eder istediğini kendisine verir. Velilerin çoğunda gözüken uzak mesafeleri kısa zamanda kat etme, isabetli keşifler yapma ve beşeri kuvvetlerin ekserisinin aciz kaldığı işleri başarma gibi fevkalade halleri şeytani işler ve iblisî tasarruflar olarak kabul edenler isabetli davranmamışlardır.
Zira bu iddia çok açık bir yanılmadır. Çünkü duâsı kabul olunan bir velinin Allah (Celle Celalühü)’tan kendisini ulaşılması aylar süren en uzak mesafelere bir anda ulaştırmasını isteyebilir, bunun gerçekleşmesi imkansız değildir. Hak Teala dilediği olan dilemediği olmayan, her şeye kadîr, kuvvet sahibi iken velilerden kendisine bu gibi isteklerde bulunanın duâsına icabet etmemesine ne sebep olabilir.[5]
İbn Teymiyye şöyle diyor: Allah dostu zannedilen bazı kişiler kendilerinden mukaşefe sadır olur veya çoğunun yapmadığı harikuladelikler gösterirler.
Mesela: İşâretle bir şahsı öldürüvermesi, vasıtasız bir şekilde havalarda uçması, olduğu yerde görülmesine rağmen aynı zamanda Mekke’de ve benzeri yerlerde görülmesi, su üstünde yürümesi, tasını boşlukta tutarak içine su doldurması, bilinmeyen yerlerden gıda alması, zaman zaman insanların gözlerinin önünden yok olması, uzaklardan kendisini yardıma çağıranın yardımına, bulunduğu yerden yardım etmesi, çalınan bir malın nereye saklandığını hiç aramadan haber vermesi gibi harikulade şeyler. Bütün bu saydığımız şeyleri yapmakta olmaları, veli olduğunu göstermez, ispatlamaz. Gerçek evliyanın kanaati odur ki; bir kimse havada uçsa, su üstünde yürüse gene de aldatıcı olabilir. Ve arkasından kayıtsız şartsız gidilmez. Fakat bu fevkalâdelikleri göstermenin yanında Allah (Celle Celalühü) Resûlü’ne itaat ettiği de açıkça görünüyorsa, onun yasak ve emirlerini olduğu gibi yerine getiriyorsa böylesinin bir veli olduğuna inanılabilir ve sözleri yerine getirmeye değer bulunabilir.
Gerçekte velinin kerâmetleri yukarıda saydıklarımızdan daha büyüktür. (Havada uçması, bir anda başka yerde gözükmesi, su üstünde yürümesi, yardım isteyenlerin yardımına uzaktan da olsa yetişmesi gibi.) Yaptıkları ve söyledikleri Kur’ân ve sünnete uygun düşüyorsa ne kadar güzel. Zira veliler, imânlarının nuruyla bâtınî gerçeklerin yüze vurmasıyla, İslâm şeriatına sımsıkı sarılmalarıyla bilinir ve tanınırlar, diyor İbn Teymiyye.[6]
Fahruddîn er-Râzî Büyük müfessir ve Akâid âlimi, (ام حسبت ان اصحاب الكهف) âyetinin tefsîrinde şöyle diyor:”Aynı şekilde, kul tâatlara devâm edince, Allahın onun için bir kulak ve bir göz olurum demekte olduğu makâma varır. Allah’ın celâlinin nûru onun için bir kulak olunca yakını ve uzağı işitir. Şu nûr onun için bir göz hâline gelince yakını ve uzağı görür. Şu nûr onun için bir el olunca zorda, kolayda, yakında ve uzakta tasarrufa/iş görmeğe muktedir olur.” [7]
İbnü’l-Kayyim, Kitabu’r-Ruh 305’te: Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile duyar hadisi için şöyle diyor: Yüce Allah (Celle Celalühü) bu kudsi hadiste, kendisine yaklaşan kuluna olan sevgisinin faydalı olacağını belirtmiştir. Allah kulunu sevince kulağına, gözüne eline ve ayağına yaklaşır. Artık gözü Allah ile görür, kulağı Allah ile duyar, onunla tutar, onunla yürür kalbi eşyaların gerçeklerinin belirdiği saf ayna gibi olur. Firâsetinde oldukça az yanılır. Çünkü kul Allah ile varlığa bakınca onu olduğu gibi görür. Allah (Celle Celalühü) ile işitince onu olduğu gibi işitir. Ancak bu gayb bilgisinden sayılmaz. Yüce Allah’ın hakikatlerin sûretlerini görmeye mani olan vesvese, hayal ve batıl izlerden uzak, nurla kaplı, kendine yakın kulunun kalbine attığı hak ile hakikatlerin sûretlerini görür bilir.
İşte kâmil bir veli, darda kalıp kendisinden yardım isteyen bir mümine ilahi izinden sonra mesafe ne olursa olsun, Allah’ın izni ve dilemesiyle dünyanın en uzak mesafedeki bir insanı görebilir, uzaktakinin sesini işitip Allah (Celle Celalühü) izin ve güç verirse yardım da edebilir. Bu, Allah-u Tealâ’nın dilediği kulları için kolay ve mümkün. Ancak bu nimeti kime, ne zaman, ne ölçüde vereceğini Cenab-ı Hak tayin eder. Etmez diyenler etmeyeceğine dair bir delil getirmiyorlar getiremezler de.
Âlûsî, Rûhu’l-Meânî’sinde [8] işleri tedbîr edenler hakkı için [9] âyetinin tefsîrinde, ona göre bazı yanlış anlamalara cevap verdikten sonra şöyle diyor:
“Evet, Allah (celle celâlühû) bazen dostlarından dilediklerine, ölmeden evvel olduğu gibi, öldükten sonra da dilediği kerâmeti verir ve (Hakk) Sübhanehu ve Teâlâ hastayı iyileştirir, boğulmakta olanı kurtarır, düşmana karşı yardım eder, yağmur yağdırır ve bunu kerâmet olarak verir. Bazen de o kişiye benzeyen bir sûret ortaya çıkarır ve o sûret o kişinin hürmetine, günah olmayan şeylerden (Allah celle celâlühû) istenileni, isteyenin istediğini yerine getirmek için yapar…” (Âlûsî’nin sözü bitti.)
İzzeddîn b. Abdusselâm’ın Keramet Hakkındaki Sözleri
Meşhur Şafi fakihi İzzeddîn b. Abdusselâm’ın m (577-660 h/1181-1262 m) bizim konumuzla bağlı şunlari söylüyor:
الضرْبُ الثاني : علومٌ إلهاميةٌ ، يُكشَف بها عما في القلُوب ، فيرى أحدُهم بعينيْهِ مِن الغائبات ما لمْ تجرِ العادةُ برُؤيَتِه , ويسمَع بأُذْنيْه ما لمْ تجْرِ العادةُ بسَماعِ مثلِه , وكذلك شَمُّه ومَسُّه ولَمْسُه
وكذلك يُدرِك بقلْبِه عُلومًا متعلِّقةً بالأكوانِ ، وقد أُرِيَ إبراهيمُ مَلكوتَ السمواتِ والأرضِ ، ومنهم مَن يرى الملائكةَ والشّياطينَ والبِلادَ النائيةَ ، بل ينظُر إلى ما تحْتَ الثَّرَى ، ومنهم مَن يرى السمواتِ وأفلاكَها وكَواكِبَها وشمْسَها وقمرَها على ما هي عليه ، ومنهم مَن يرى اللوْحَ المحفوظَ ويقرَأُ ما فيه . وكذلك يسمَع صَرِيرَ الأقلامِ وأصْواتَ الملائكةِ والجانِّ ، ويفهَم أحدُهم مَنْطِقَ الطَّيْرِ
فسبحانَ مَن أعَزَّهم وأدْناهم ، وأَذَلَّ آخرِينَ وأقْصاهم ، ومن يُهِنْ اللهُ فما له مِن مُكرِمٍ ، إنَّ اللهَ يفعَل ما يَشاءَ
“(Nebilere ve Velilere verilen ilimlerden) ikinci kısmı: İlhamla alınan ilimlerdir. Bu yolla kalplerde olan bilinir, bu ilme sahip olanlar gözleriyle adeta görülmeyen gaybdaki şeyleri görürler, kulaklarıyla adeta işitilmeyen şeyleri duyarlar. Koku alma, dokunma ve hiss etmeleri de böyle sıradışı olur. Öylece de bu kimseler, kalpleriyle yaratılmışlarla alakali ilimleri idrak ederler.
İbrahim’e – (aleyhisselam)- göklerin ve yerin hükümranlığı gösterilmişdi. Onlardan öyle kimseler vardır ki, melekleri, şeytanları, uzak diyarları, hatta hatta toprağın altındakıları görürler. Onlardan öyle kimseler vardır ki, semalari, onların orbitlerini, yıldızlarını, Güneşi ve Ay’ı oldukları (orijinal) halde görürler. Onlardan öyle kimseler vardır ki, kuşların dilini bilir.
Onları (Nebilerini ve Velilerini) izzetlendirip yakınlaştıran, diğerlerini zelil edip uzaklaştıran Allah noksanlıklardan münezzehtir.
Allah’ın alçalttığını yüceltecek kimse yoktur. Şüphesiz ki, Allah dilediğini yapar.[10]
Yukardaki delillerde görüleceği üzere ruhların bir anda başka bir yerde olmaları orda hazır olmaları mümkündür. Bu delillere dayanarak geçmişte ve günümüzde yaşantısı Kur’ân ve sünnete uyan Allah (Celle Celalühü) dostlarının bu gibi kerâmetlerini gören, okuyan bir Müslüman niyetinde de “ilaç hastalığımı iyi etti” aslında iyi edenin Allah olduğunu bilerek bu sözü söylerken hakiki faili kastetmediği gibi, Allah (Celle Celalühü)’ın izni ile harikulade işleri yapan Allah dostlarından, insanların normalde yapamayacağı bir şeyi isteyebilir. Bizim bunca delillerimize ve milyonlarca insanın velilerin kerametlerine şahit olmalarına karşın sizin mantık ve yorumunuz. Hangisine uymak lazım
Allah (Celle Celalühü) yukardaki birçok delillerde açıklandığı gibi insanlara faydalı olması için bir veliye ve Belkıs’ın tahtını üç aylık mesafeden göz açıp kapayana kadar getiren insana ilim ve, güç verdikten sonra artık o veli bir doktor gibi bir işi yapma kabiliyetınde oluyor. İnsanların yapamıyacağı bir iş olmaktan çıkıyor. (kerameti istemek kısmını yukarda açıkladık.) Hazreti Süleyman’ın insan ve cınlerden istemesi sahabenin “Yetiş ya Muhammed!” demesinde olduğu gibi bu tür isteğin şirk olmayacağını da uzunca açıklamıştık
Âlûsî merhûm, muhtemelen, Fahr-i Râzî’nin Tefsîr-i Kebîr’indeki[11] bu âyeti tefsîr ederken yaptığı îzâhâttan anlaşılabilecek yanlışlıklara dikkati çekiyor. Râzî şöyle diyordu: “Sonra bu şerefli rûhlar, kuvvet ve şereflerinden dolayı, olmakta olanların, onlarda olması ihtimâlden uzak değildir. Bu âlemin hâllerinde (dünyada olup biten şeylerde) onlardan eser zuhûr eder. Bu sebeple onlar işleri tedbîr edenler(den)dirler.” (Râzînin sözü bitti.)
Abdullah b. Mes’ud (Radıyallahu anh) buyurur ki: Hakikaten biz ashab, yemeklerin tesbihini işitirdik; o yemek yenildiği halde.[12]
Useyd b. Hudayr, Abbad b. Bişr (radıyallahu anhuma), bir gecede Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in sohbetinde devam etmişlerdir. Gecenin son kısımlarında saadet huzurlarından evlerine doğru dönmüşler; gece zifir karanlık olduğundan önlerini görmekten aciz kalmışlar; ellerindeki asayla yürürken ikisinden birisinin asası birden parlamış, onun ışığıyla her ikisi ayrılıncaya kadar yolda devam etmişler.
Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’in ümmetine mükemmel bir nümûne olabilmek için umûmiyetle beşerî temâyüller iktizâsınca hareket edip, ihtiyaç hâlinde -Allâh’ın izniyle- nâdiren mûcize göstermesi gibi. Allâh dostları da Resûlullâh (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)’ın yolundan kıl kadar ayrılmazlar. Kerâmet ile istidrâcın farkını kavrayabilmek için sâdece bu husûsa dikkat etmek bile kâfîdir. Firavun da, istidraç sâhibi olanlardandı. Dört yüz senelik ömrü boyunca bir baş ağrısı bile duymadı. Dişleri de yekpâre idi. Yokuş aşağı inerken atının ön ayakları uzardı.
Velilerin uzaktaki kimselere himmet etmesine ve tasarrufta bulunmasına bazıları itiraz ediyorlar. Mesele, ruhani alemde ruh vasıtası ile cereyan ettiği için, maddi şartlara mahkum olmuş akıl onu anlamakta zorlanıyor. Çünkü yardım farklı boyutlarda, bilinen zaman ve mesafe ölçüleri dışında tezahür ediyor. Bu nedenle onu bizzat tecrübe etmeyenler, olduğuna inanmak ve olayı anlamak için delil ve izah istemekteler. Bunun için yukardaki onca delili anlatmaya çalışıyoruz.
Meleklerin Adem (aleyhisselam)’a secde etmesi emredilmiş, melekler Adem’e secde etmişlerdir. İnsana nefis ve kötü arzu verilmiş, meleğe ise hep iyi duygular verilmiştir. İnsan, kötü arzularını yener nefsine hakim olursa, işte o zaman melekten üstündür. Melekelerin amelinde sevap yok, insanın amelinde sevap vardır. Kur’an’a ve Hz Peygamberin hadislerinde alimler, meleklerden üstün tutulmuştur. Salih kullar da meleklerden üstün tutulmuştur.Cenab-ı Allah her şeyi insanın hizmetine verdiği gibi melekleri de insanın hizmetine vermiştir
İradesiyle nefsini, şeytanı ve dünya engelini aşarak Canab-ı Allah’a kul olan insan, meleklerin bazılarından üstündür. Miraç’ta Hz peygamber sınırı geçmiş, Cebrail, benden buraya kadar demiştir.
İşaret edilen ayetin meali şöyledir:
“Gerçekten Biz Âdem evlatlarını şerefli kıldık, karada ve denizde kendilerini taşıyacak vasıtalar nasib ettik, onlara helâl ve hoş rızıklar verdik ve onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık.”(İsra, 17/70).
Bu ayetteki üstünlük güç ve hakimiyet ile şeref ve kerâmet tarzında yorumlanmış (Beydâvî, 3/458; Kurtubî, 10/372), hatta bu ayetle beşerin melekten üstün olduğuna delil getirilmiştir. (bk. İbn Kesîr: 3/52.)
Ayette geçen “onları yarattığımız varlıkların çoğuna üstün kıldık” ifadesinin asıl metninde geçen “men” kelimesi, canlı, şuurlu varlıklar için kullanılır. Bundan anlaşılıyor ki, insanların üstünlükte kıyaslandığı/ karşılaştırıldığı varlıklar, cansız varlıklar değil, cin, melek gibi canlı, şuurlu varlıklardır.
وَسَخّرَ لَكُمْ مَا في السَّمَواتِ وَمَا في اَرْضِ “Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini kendi tarafından bir lütuf olarak sizin hizmetinize verdi…” (Casiye, 45/13). “
Ayette geçen “hepsi” içerisine melekler de girer. Kendisine teshir edilen, kendisi teshir edilenden efdaldir” denmiştir.
Melekler bir çok insanlardan üstündür fakat nefsi mucadeleyi yenen evliya Allahın Salih kulları olan insanlardan üstün değildir. Bu durumda Allah (celle celaühü) meleklere bu imkanı gücü veriyorsa onlardan üstün olan Allahın veli kullarına da verebilir. Peygamberlere verdiğini yukarda ayetlerle açıkladım. İnsanlara bu keramet yoluyla olabilir. Ehli sunnet kerameti kabul etmiş itirazda etmemiştir.
“Bu ümmetin içinde İbrâhim tabîatı üzere kırk, Mûsâ tabiatı üzere yedi, Îsâ tabiatı üzere üç, Muhammed fıtratı üzere bir kişi bulunur. Bunlar derecelerine göre halkın efendisi sayılır.” [13]
Merfu rivayet:
“Yer yüzü Halîlü’r-Rahmân gibi kırk adamdan asla boş kalmayacaktır. İnsanlara onlar sebebiyle yağmur yağdırılacak ve onlar sebebiyle yardım edilecektir. Onlardan bir adam ölse Allah onun yerine bir başkasını getirir.”[14]
Taberânî, el-Kebîr’de ve Ebû Nüaym,el-Hilye’de, Abdullah İbnü Ömer yoluyla, ayrıca İbnü ‘Asâkir’in bir rivayetinde: “Her asırda Ümmetimin hayırlıları beş yüz kişidir. Ebdâl kırk kişidir. Ne beş yüz kişi ne de kırk kişi eksilmez.”
Ahmed İbnü Hanbel, el-Müsned’inde İbnü ‘Ubeyd’den yaptığı rivayet: “(Büdelâ) Başka bir lafızda da, (Ebdâl) Şam’da olacaklar. Onlar kırk adamdır. Her ne zaman bir adam ölürse Allah celle celâlühû onun yerine bir adam getirir. Onlarla yağmur yağdırılır. Onlarla düşmanlara karşı yardım edilir. Onlarla Şam halkından azâb defedilir.”
Bu hadîs’in râvîleri -Şüreyh hâric- Sahîh’in râvîleridir. O da sikadır/sağlamdır. Bunu, onu aşan yoldan Taberânî ve Hâkim de rivâyet etmişlerdir.
“İsrâiloğlları peygamberleri yönetip idare ederdi. Bir peygamber vefat edince, yerine başka bir peygamber gelirdi. Benim ve ümmetimin durumu ise böyle değildir. Benden sonra hiçbir peygamber gelmeyecek fakat (benim adıma bu işi yürütecek) halifeler bulunacak, sayıları da çok olacak. [15]
Abdullah b. Züreyr el-Gâfikî’nin Hazreti Alî’den rivâyet ettiğine göre, Resûlullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Şamlılar’a lânet okumayınız! Çünkü içlerinde ebdâl vardır. Sadece zulümlerine lânet okuyunuz!”
Hâkim hadisin isnadının sahih olduğunu söylemiş, Zehebî de, bu hükme katılmıştır.[16] Suyutî de hadisi risalesine almıştır. [17]
Şurayh b. Ubeyd anlatıyor: Hazreti Ali (Radıyallahu anh), Irak’ta iken yanında Şam ehlinden bahsedildi ve “Ey müminlerin emiri! Onlara lânet oku! denildi. Hazreti Alî:
— Hayır! Ben Hazreti Peygamber’in şöyle buyurduğunu işittim:
“Ebdâllar Şam’da bulunurlar. Onlar kırk kişidirler, onlardan biri ölürse Allah (Celle Celalühü) onun yerine bir başkasını getirir. Onların sebebi ile yağmura kavuşulur ve düşmana karşı yardım gelir. Şam ehlinden azap onların sebebi ile kaldırılır.”
Şurayh’dan başka bir rivâyet de, bu son kısım “yer ehlinden belâ ve boğulma onlar sebebi ile kaldırılır” şeklindedir. Ahmed b. Hanbel, Şurayh b. Ubeyd’den [18] Benzeri Abdurrezzak, el-Musannef, XI, 249 (hadis no: 20455) Suyûtî hadisi hasen kabul etmiştir.
Suyûtî, el-Câmiu’s-Sağir, 1, 470, (h. no: 30035)’de bu hadis için İbn Teymiyye’nin talebesi İbnü’l-Kayyim bu hususta sahihe en yakın olan rivâyet Ahmet b. Hanbel’in Şurayh b. Ubeyd’den munkatı olarak yaptığı rivâyet olduğunu söylemiştir. [19]
İbn Teymiyye (v. 728/1328), “ebdâl” kelimesinin Selef’ten nakledildiğinin altını çizerek, “Ebdâl kırk kişidir ve Şam’da bulunurlar” şeklinde Ahmed b. Hanbel ’in rivâyet ettiği Ali radıyallahu anh hadisi[20] için “munkatı” hükmünü vermiştir.[21]
İbn-i Teymiyye Mecmuul Fetava 3 / 159 sayfasında Ehl-i sünnet vel-cemaat olan alimleri anlatırken şöyle demektedir: İçlerinde sıddıklar, şehitler ve salihler vardır. Onlardan kimisi hidayeti yüksek dağları, karanlıkların lambaları, dilden dile dolaşan menkibelerin mezkur faziletlerin sahipleridir. Aralarında Müslümanların, hidayetlerinde ve dirayetlerinde söz birliği ettiği imamlar olan Ebdâl’ler de vardır.
İbnü’l-Kayyim’de, “abdâl, aktâb, nukabâ, nucebâ, ğavs ve evtâd” gibi kelimelerin geçtiği hadislerin, hepsinin isnadlarının “bâtıl” olduklarını söyledikten sonra, bu konuda en kuvvetli haberin, yine İbn Teymiyye’nin de belirttiği gibi, Amr b. Ubeyd aracılığı ile Hazreti Ali’den rivâyet edilen Ahmed b. Hanbel hadisi olduğuna [22] dikkat çekmiştir.
İbnü’l-Cevzî (v. 597/1201), konuyla ilgili rivâyetlerin, bir ayırım yapmaksızın “uydurma” olduklarını söylerken,[23] Sonuçta İbnü’l-Cevzî dışında, hadis tenkidinde çok sıkı ölçüleriyle tanınanlar da dâhil, hemen bütün ilim ehli, “abdâl”‘ın varlığı konusuyla ilgili haberlerin “mevzû” olduğunu söylememişlerdir.
Birçok hadisçi, özellikle “ebdâl” hadislerinin tariklerinin bolluğu noktasından da hareketle “uydurma” değil, “zayıf” olduklarını dile getirmiştir. Bu hususu teyit eden delillerin başında, Buhârî, Ahmed b. Hanbel, Yezid b. Harun (v. 206/821), Şâfiî ve Ebû Hâtim er-Râzî (v. 277/890) gibi, ilk dönemlerde yaşamış ve rivâyet ilimleri yönünden güçlü birçok hadisçi ve âlimin beyanları gelmektedir.
Nitekim Buhârî ve Şâfiî’den “Falan kişi ebdâldendir” şeklinde sözler nakledilmiştir. Yine Yezid b. Hârun, “ebdal”in “hadisçiler” olduğunu söylerken, Ahmed b. Hanbel, “Onlar hadisçiler değilse, kimler?” diye sormuştur. [24]
Aclûnî: Ricâlü’l gayb ile ilgili hadislerin tariklerinin, çok olması sebebiyle kuvvet kazandığını ve bunların mevzu olmaması gerektiğini savunmuştur. [25]
Kettânî bu rivâyetlerin tariklerinin çokluğu nedeniyle manevî mütevâ-tir derecesine çıktığını belirtmiştir. [26]
Hâfız Zebîdî: İbnü’l-Cevzî, Ebdâl hadîslerini el-Mevdûât’da getirdi ve onları teker teker cerh etti (Hepsini hatalı-yanlış buldu) O’nun bu görüşlerini ise Süyûtî tenkîd etti ve Ebdâl hadîslerinin Sahîh olduğunu, dilersen Mütevâtir olduğunu da diyebileceğini söyledi. Sonra da şöyle dedi: Böylesi bir haber Manevî Tevâtür haddine varmıştır. Öyle ki, zarûreten Ebdâlin var olduğuna kesin inanılır.
Hâfız İbnü Hacer, Fetâvâ’sında, Ebdâl birçok haberlerde gelmiştir ki, kimisi Sahîhdir; kimisi de Sahîh değildir. Kutb bazı eserlerde gelmiştir. Gavs da Sûfiyye arasında söhret bulduğu vasfıyla sâbit değildir, dedi. Bu haberlerin tamâmının zayıf olduğu farz edilse bile, zayıf hadîsin, yollarının çokluğu ve onu rivâyet edenlerin birden fazla olmakla kuvvetleneceği inkâr edilemez. (Hâfız Zebîdî, İthâfu Sâdeti’l-Müttakîn:10/322-324)
Bu hadisleri rivayet edenler ve Ahmet b. Hanbel, İmam Şâfiî, İbn-i Âbidîn, Taberani, Hâkim, Aclûnî, Kettânî, Süyûtî, gibi değerli alimlerin gavs ve abdal gibi kavramları savunmasına rağmen ısrarla bunu kabul etmek istemeyıp şirk ile itham edenlere şunu hatırlatmak lazım. Farkında olmadan size göre şirk türü bir görüşü savunan bu alimlere ne diyeceksiniz.
Yine Ebû Hâtim er-Râzî, Abdurrezzâk b. Ömer ed-Dımeşkî hakkında, (يعد من الأبدال / abdâldan kabul edilir) ifâdesini kullanmıştır.[27] Katâde de (v. 118/736), Hasan el-Basrî’nin abdâlden olduğunu söylemiştir. [28]
Abdâllar ile ilgili birçok hadisi zayıf kabul edilse dahi, onların var olduğuna görüşü ile amel edilir. Çünkü bu hadislerde haramlığın ispatı veya haram olan bir şeyin helal olduğu olma ihtimali olan bir şeyin helalliğini ispatlama gibi bir mesele yoktur. Farz, vacip mevzusu da değildir. Böylece bu hadislerle zayıf dahi olsa amel edilir.
[1] Buharî, (h.no: 1351), Mesabih, (h.n: 4652).
[2] Ebû Nuyam Heysemî, IX, 376, Delalil, s. 208; Buhârî, Tarihu Bidaye, VI, 155.
İbn Teymiyye: Allah’ın Velileri ile Şeytanın Velileri arasındaki fark s. 161 Pınar Yayınları 2003
[3] İbnu’l-Kayyim er-Rûh:237
[4] Buhârî, Rikak 38: İbn Mâce, fiten 16
[5] Allah dostları tevhid yayınları sayfa 28
[6] el-Furkan Beyne Evliyâi’r-Rahmâni ve Evliyâi’ş-Şeytâni, s. 61-62, el-Mektebu’l-İslâmî, 4. Baskı, Beyrût, 1397. Trc. İbn Teymiyye, Allah Celle Celâluhû’nun velileriyle şeytanın velileri arasındaki fark, s. 73. Pınar Yayınları, 2003.
[7] [Tefsîr-i Kebîr, (yeni baskı, Abdurrahmân Muhammed, Mısır): 21/891], Abdü’l-Hakîm Şeref, Min Akâid-i Ehli’s-Sünneh:50, Münazzama-tü’d-Da’veti’l-İslâmiyye, Lahor-Pâkistân
[8] Âlûsî, Rûhu’l-Meânî:30: 25
[9] Nâziât: 5
[10] İzzeddîn b. Abdusselâm’ın : Kavaidul Ahkam fi İslahil Enam: 1/195-196 Darul Kalem: 1421/2000
[11] Fahruddîn er-Râzî, et-Tefsîrü’l-Kebîr:11/31
[12] Buharî, (h.no:3805); Mirkatu’l-Mefatih, (h.n: 5944), Fethu’l-Bari, VII, 125; el-Musannef, XI, 280; el-Müsned, III, 137; Şerhu’s-Sünne, XIV, 187.
[13] İsmâil b. Muhammed el-Aclûnî, Kesfü’l-Hafâ ve Muzîlu’l-İlbâs Ammâ’ş-tehera mine’l-Ehâdîsi alâ Elsineti’n-Nâs, II. baskı, Dâru İhyâi’t-Turâsi’l-Arabî, Beyrut, 1351, h., I, 24; Ayrıca krs.: Ahmed b. Hanbel, el-Musned, I, 112; V, 322; VI, 316.
[14] İmam Taberani, Mu’cemu’l-Evsat, Hadis No: 4251; Mevahibi ledunniyye, Cild 1, Sf: 776-778 Bu hadîsin isnâdı Hasen dir.
[15] Buharî, Enbiyâ: 50; Müslim, İmâre: 440; İbn Mâce, Cihad: 42.
[16] Hâkim, el-Müstedrek, IV, 553.
[17] Suyutî, el-Câmiu’s-Sağir, II, 457.
[18] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 112.
[19] İbnü’l-Kayyim, el-Menâru’l-Münif, s.136
[20] Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, II, 112; Hâkim Tirmizî, Nevâdir, II, 200, 201.
[21] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, XI, 167.
[22] İbnü’l-Kayyim, el-Menâr, s. 136.
[23] İbnü’l-Cevzî, el-Mevdûât, III, 162.
[24] Hatîb, Şerefu Ashâbı’l-Hadîs, s. 49, 50; Sehâvî, el-Mekâsıd, 10; Suyûtî, el-Haberu’d-Dâl, II, 471; İbn Tulûn, eş-Şezrâ, I, 24; Fettenî, Tezkira, s. 83.
[25]Aclûnî, İsmail b. Muhammed; Keşfu’l Hafa ve Muzilu’l-İlbas, I, 25, I, 11; Beyrut 1351.
[26]Ketlanî, Nazmu’l-Mutenasir Mînel-Hadisi’l-Mutevâtır, s. 232. Beyrut.
[27] Zehebî, Mizân, II, 609.
[28] İsmâil Çetin, Mesâfu’l-Ulemâ el-Etkıyâ el-Ahbâr el-Ahyâr fi’t-Tevhid ve’t-Tevekkül ve’t-Tevessül bi’l-Enbiyâ ve’l-Evliyâ el-Ebrâr, s. 223.
.