Tasavvufun İnkarındaki Sebepler
Günümüzde İslam adına söz söyleme mevkiinde olan-olmayan herkesin İslam adına konuştuğu acı bir gerçektir. Birkaç kitap karıştırmak dergi ve gazete sütunlarında neşredilen yazıları takip etmek, sanki insanımıza İslam Dini hakkında hüküm verme selahiyeti (yetkisi) bahşediyormuş gibi, artık her ferdin kendine göre bir doğrultusu var. Adeta herkes her şeyi biliyor, herkes, her konuda doğruyu sadece kendisinin bildiğini düşünüyor.
İslam Dini ile ilgili her konunun, olur olmaz her yerde ve doğru yanlış demeden herkesle konuşulduğu, tartışıldığı böyle bir ortamda gerçekler ile yalanların, doğrular ile eğrilerin birbirine de karışması da tabiidir.
Hiçbir İslami saha kalmadı ki, hakkında büyük bir gayretkeşlikle şüphe uyandırılmasın.
Kur’an-ı Kerim hakkında tartışmalar yapılıyor, Sünnet-i Seniyye tartışılıyor, fıkıh, tefsir, kelam münakaşa konusu yapılıyor.
Tabii tasavvufun da bu tartışmaların dışında tutulması beklenemezdi. Tartışılan ve tartışıldıkça insanların gözünde-tartışanlar ehil kimseler olmadığı için-kadr-ü kıymetleri adeta küçülen bu İslamî müesseseler arasında maalesef ki,tasavvuf, inkârdan en büyük payı almıştır.
Tasavvufun ilgi alanına giren meseleler meyanında (arasında) öyleleri var ki, insanlar, iki ucu keskin bir kılıçla oynadıklarının farkında olmadan, başkalarını tenkit ederken, kendi ayaklarının kaymasına yol açıyorlar.
İtikad ile ilgili olan böyle meselelerde temkini ve ölçüyü hiçbir zaman elden bırakmamak icabettiğini unutuyorlar.
Maksadı, nefis, tezkiyesi ve ahlâk tezhibi (huyları düzeltmek) olan; insanları, bu dünya hayatında nefsin ve şeytanın binbir tuzağına düşmeden salimen hedefe ulaştırmaktan başka bir amaç gütmeyen tasavvuf erbabı hakkında yerli yersiz yapılan itham ve karalamalar karşısında böyle bir çalışma yapmayı vazife bildik.
Kaynak: Ahmet Mahmut Ünlü Tasavvuf Risalesi
..
.
TASAVVUFUN DİNDEKİ YERİ VE ÖNEMİ (S. MUHAMMED SAKİ EROL )
Din, Yüce Allah’ın kullarını terbiyesinden ibarettir. Bu terbiye üç temel alanda gerçekleşmektedir. Birincisi inanç, ikincisi ibadet, üçüncüsü de ahlaktır. Din inanmakla başlar; ibadet ve taatle yaşanır. Edeb, güzel ahlak, ilahi sevgi, kalp temizliği, nefis terbiyesi ile Allah’a dostluğun tadına varılır. Şu halde kâmil bir mümin olmak, dini kâmil olarak yaşamaya bağlıdır.
Dinimizin bu üç temel esasa dayandığını şu meşhur hadis-i şerif ortaya koymaktadır.
“Bir gün Allah Resûlü (s.a.v) Efendimiz, mescitte Sahabe-i Kiram ile oturuyordu. O esnada cemaatin içinden birisi çıkageldi. Gelen kimse, beyaz elbiseli, siyah saçlı, güzel kokulu, üzerinde yol izi bulunmayan, kimsenin de tanımadığı birisi idi. Resûlullah (s.a.v) Efendimizin huzuruna kadar geldi, selam verdi, edeple önüne oturdu, ellerini dizlerinin üzerine koydu ve kendisine sorular sormaya başladı.
Önce: “Ya Muhammed! Bana İslam’ın ne olduğunu haber verir misiniz? Diye sordu. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “İslam, Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun peygamberi olduğuna şehadet etmendir. Ayrıca namazkılmandır, zekat vermendir, oruç tutmandır ve gücün yetiyorsa Allah’ın evini ziyaret edip hac yapmandır,” diye cevap verdi. Bu zat tekrar: “Bana imanın ne olduğunu haber verir misiniz?” diye sordu;
Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “İman, Allah’a, O’nun meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, bütün iyilik ve kötülüğün bir kaderle meydana geldiğine inanmandır,” diye cevap verdi. Gelen zat, tekrar: “İhsan nedir, bana ihsanı haber verir misin?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “İhsan, Yüce Allah’ı görüyor gibi O’na ibadet etmendir. Her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da, O seni görmektedir, bunu kesin olarak bilmendir,” buyurdular. Gelen zat: “Bana kıyametin ne zaman kopacağını haber verir misiniz?” diye sordu; Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “Bu konuda soru sorulan kimse, sorandan daha bilgili değildir, ben bu konuda kesin bir saat söyleyemem,” buyurdular. Fakat bu zatın sorusu üzerine kıyametin bazı alametlerinden haber verdiler. Bu soruları soran zat izin isteyip kalktı, cemaatin içine daldı, bir anda gözden kayboldu. Sahabe-i kiram dikkatini Resûlullah (s.a.v) Efendimiz’e çevirmişlerdi. Bir ara Efendimiz (s.a.v): “Şu soru soranı bulup bana getirin!” buyurdular; Sahabe geleni aradı, fakat bulamadı. Resûlullah (s.a.v) Efendimiz: “O Cibril’di; size dininizi öğretmeye geldi,” buyurdular. Demek ki Cebrail (a.s), kendisi bir şey öğrenmeye değil, bu yolla insanlara dini öğretmeye gelmişti. Onu, Peygamber (s.a.v) Efendimiz’e Yüce Allah göndermiş, onunla dinin aslını bizlere öğretmiş ayrıca Sahabe-i Kiram’a onu bu şeklide görme şerefini bahşetmiştir.
Bu hadiste belirtildiği gibi, din üç temel üzerine bina edilmektedir. Bunlar: İman, ibadet, ahlak.
İman, inanç esaslarıdır. Bunu akide ve kelam alimleri inceler. İbadetleri fıkıh alimleri işler. Ahlak ise, insanın iç terbiyesidir. Ahlak terbiyesi, ilim ve ahlak konusunda kâmil insanların rehberliğinde olur. Bu kâmil insanlar daha çok bir mürşid nezaretinde tasavvuf mekteplerinde yetişir.
Bu hadis-i şerifte belirtilen ihsan, asıl hedefi iç temizliği olantasavvuf terbiyesinin temelini oluşturmakta ve bu terbiyenin önemini ortaya koymaktadır.
Her mümine, sahih iman ve düzgün ibadet farz olduğu gibi; kalp temizliği, nefis terbiyesi ve güzel ahlak da farzdır. Bu farzları yapmaya vesile olan şeyler de onlar kadar önemlidir.
Hiçbir mümin, ben imanı ve ibadeti öğrenirim, yaparım fakat bana ihlas lazım değildir; ilahi sevgi gerekmez, benim marifetullaha ihtiyacım yok, ben kalp temizliği istemem, nefis terbiyesi ile uğraşamam diyemez. Derse hak yolda gidemez, dinini hakkıyla yaşayamaz, Yüce Allah’ın rızasını kazanamaz, hakiki huzuru bulamaz.
Bitmeyen huzur ilahi sevgiye ve zikrullaha bağlanmıştır. Hiçbir zaman değişmeyecek bu kesin hüküm Kur’an-ı Hakim’de şöyle ferman buyrulmuştur:
“Allah kendisine yönelen kulunu hidayete, rızasına giden yola erdirir. Onlar iman edenler ve kalplerini Allah’ın zikriyle huzura erdirenlerdir. Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ın zikriyle huzur bulur.”İşte tasavvuf, kalbi Allah ile tanıştırıp huzura kavuşturma yollarını öğreten ve bunu bizzat gerçekleştiren bir terbiye sistemidir. Tasavvuf, güzel ahlak okuludur. Kalp temizliği ve güzel ahlak, dinin bâtınî fıkhıdır. Buna Kur’an’da takva denir. Takvaya ulaşmak için yapılan mücahedeye tezkiye denir. Tezkiye, kalbi inkar, şirk, isyan ve gaflet kirlerinden temizlemek, ruhu arındırmak, nefsi çirkin huylarından kurtarıp güzel sıfatlarla bezemektir. Bütün bunlarla hedef, Yüce Allah’ın rızasına ve dostluğuna ulaşmaktır. Hedefi Allah rızası olan bir terbiyenin elbette bütün usul ve adabı da Allah rızasına uymalıdır.
Allahu Teala, ilahi terbiyenin ve dostluğun merkezine ResûlüHz. Muhammed (s.a.v) Efendimizi koymuştur. Ona uymadan kimse Yüce Allah’a gidemez, O’na dostluk yapamaz.
Allahu Teala bu konuda bütün insanlığın önüne şu ilâhî ölçüyü koymuştur:
“Rasûlüm! De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tâbi olunuz/ uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok affedici ve esirgeyicidir.”
Alimlerin belirttiği gibi, bu ayette geçen ‘tabi olmak’, sıradan bir tabi olmak değildir. Buradaki ittiba, Hz. Peygamber’e (s.a.v) gerçek manada duyulan bir sevgiyi içine almaktadır. Bu sevgi, Fahr-i Kainat Efendimize (s.a.v) kalple, dille, özle, sözle, hâl ve ahlak ile tam bir teslimiyetle uymayı gerektirir. Mümin, içi ve dışıyla, inanış ve yaşantısı ile sünnet uyduğu ve buna ölene kadar sımsıkı sarıldığı zaman, Yüce Allah’a itaatini gerçekleştirmiş ve O’nun sevgisini kazanmış olur.
Efendimiz (s.a.v), Ashab-ı Kiram’a (r.anhüm) dini, iman, ibadet ve ihsan boyutuyla öğretmiş, göstermiş, yaşatmış ve öylece ahireti şereflendirmiştir.
Sahabe-i Kiram da (r.anhüm) kendilerinden sonra gelenlere dini, iman, ibadet ve ihsan boyutu ile bir bütün olarak aktarmıştır. Din, ilk iki nesilde bir bütün olarak ele alınıyor, zâhirî ve bâtınî yönü aynı hassasiyetle korunuyor ve yaşanmaya çalışılıyordu.
.
.
Tasavvufun Kaynağı
İslâm’ın daveti insan içindir. Davetinhedefi, ilâhî terbiye ile buluşmaktır. İnsanların fıtratları çok değişiktir. Her bir insanın Allah ile muhabbeti ve münasebeti taşıdığı fıtrata göre farklılık arzeder. Bunu ifade için ârifler,”Allah’a giden yollar mahlûkatın sayısıncadır”derler.
İşte tasavvuf büyükleri, dinin asıllarından hiçbir taviz vermeden, değişik usuller kullanarak insana ulaşmaya, onu keşfetmeye, kabiliyetlerini geliştirip inkişaf etmeye çalışmışlardır. Bu amellerin tümüne “seyrü sülûk”denmektedir.
Tasavvuf büyükleri terbiye metodlarını temelde Kur’an ve sünnetten almışlardır. Ayrıca insanlığın ortak değerlerini ve ve tecrübelerini de kullanmışlardır. Bunu “ hikmet müminin yitik malıdır, onu nerede bulursa almaya en fazla hak sahibi olur” hadisine uyarak yapmışlardır.
Bu arada dinimizin tasvip ettiği örf, âdet ve maslahat gibi prensiplerden istifade etmişlerdir. Bizden önceki dinlerin nesh edilmeyen, yani yürürlükten kaldırılmayan faydalı ölçülerini ve ahlâkî değerlerini lâzım oldukça değerlendirmişlerdir. Bütün bunları yaparken şu temel kuralı devamlı göz önünde bulundurmuşlardır:
“Ana ilkelerde taklit yasaktır. Fakat ilkelerin gerçekleşmesine yardımcı olacak taktik ve metotlarda taklit serbesttir.”
İslâm dininin temel esaslarına ters olan hiçbir şey kabul edilemez ve dinin bir parçası gibi gösterilemez. Ancak İslâm’ın dışındaki dinlerin ve milletlerin bir ilmi veya tecrübesi, dinin özüne ters düşmüyorsa, o şeyden istifade edilebilir. Bu şeyler diğer dinlerin veya felsefelerin temel ilkesi değilse, onu taklit etmek dinen serbesttir. Nitekim Hz. Resûlullah Efendimiz (s.a.v.), Hendek Gazvesinde İran Bölgesinde yaşayan Farisilerin hendek kazma usulünü benimsemiş ve kullanmıştır. Bunu cihat işinde başarılı olmak için yapmıştır, güzel sonuç da almıştır.
Kısaca belirtmek gerekirse tasavvuf, İslâm’ı – Asr-ı Saadet’teki gibi yaşamaya çalışmaktır. Hz. Peygamber’in insanlığa sunduğu güzel ahlâkla ahlâklanmaktır.
S. Muhammed Sâki Erol – Hayat Dengemiz – Semerkend
.
î Hayat
Tasavvufbir din değildir, dini anlatmanın ve yaşatmanın en kolay yoludur. Allah ve Resûlü’nün (s.a.v.) öğrettiği edep üzerine kurulmuş manevî ve ahlâkî eğitim sistemidir. Temel metodu, aşk ile gönülleri Hakk’a bağlamaktır. Temel usulü, tövbe, ihlas, farzları eda, haramlara veda, zikir, rabıta, sohbet, hizmet ve edeple nefsi terbiye etmektir. Hedefi, Allah Tealâ’nın rızasına ulaşmış kâmil insan yetiştirmektir.
Tasavvuf terbiyesinin merkezinde kâmil mürşid bulunur. Tıpkı Hz. Resûlullah’ın (s.a.v.) kendisine tabii olan sahâbelere feyiz verip, aşk aşılayıp, örnek olup kendilerini eğittiği ve terbiye ettiği gibi.
Mürşid, bu yolda mânevî eğitimini tamamlamış velîler arasından seçilerek görevlendirilir. Bu görevi ona halk değil, Cenâb-ı Hak verir. Yüce Allah’ın muradı böyledir. Allah Teâlâ, Hz. Peygamber’den (s.a.v.) sonra yeni bir peygambergöndermeyeceği için, onun ümmetini başı boş bırakmamıştır. Rahmetiyle onları hak yola davet edecek, kendilerine bu yolda örnek olacak, mânevî terbiyelerini gerçekleştirecek, dinin hakikatiyle yaşanmasını kolaylaştıracak kâmil ve mükemmil dostlarını bu ümmetin içinden eksik etmemiştir, kıyamete kadar da etmeyecektir.
Bu iş Hz. Peygamber’e (s.a.v.) vâris olmaktır. Emanet çok büyük, çok kıymetli ve çok naziktir. Onu taşıyacak kimselerin hem âlim hem ârif olması şarttır. Onun için mürşid ilim irfan sahibi edepli kişilerden seçilir. Gerçekten terbiye olmayan kimse başkasını terbiye edemez.
Büyük velî Ebû Hafs el-Haddâd (k.s.) tasavvuf yolunun ne olduğunu kısaca şöyle tarif etmiştir:
“Tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir. Her anın, her halin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. Her vakit edebe riayet eden kimse, Allah dostu olur. Edebi korumayan kimse, her ne kadar kendisini güzel bir halde zannetse de esasen onun Hak katında değeri yoktur. Bu kimse kendisinin ilâhî huzurda kabul gördüğünü düşünse de, aslında oradan çok uzaktadır.”
Bu okula samimiyetle girilir, edeple çıkılır. Sabredip devam edenler Allah’ın izniyle hedefe ulaşır, ilâhî dostluk makamına erişir. Yüce mevlâya dost olanlara ne mutlu!
.
ve Manevi Hayatımız
S. Muhammed Sâki Erol‘ün kaleminden, Hayat Dengemiz adlı kitabından alınmıştır.Tasavvufu çok güzelaçıklamıştır. Kısa bir böümünü aldım devamını yazmaya çalışağağım.
Hedefi Allah rızası olan bir hareketin, ilâhî ölçülere uyması şarttır. İlâhî ölçüler Kur’an ve sünnetle belirlenmiştir. Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu ölçülerin tamamına İslâm dini adı verilir.
İslâm dini, iman, ilim, amel, güzel ahlak ve edeple insanındünya ve ahiret saadetini garanti eden ilâhî bir terbiye sistemidir.
Allah Teâlâ, İslâm’dan başka bir dini, yolu, felsefe ve yaşantıyı kabul etmeyeceğini bildirmiş, aksine gidenlerin dünya ve âhirette perişan olacağını açıkça ifade buyurmuştur.
Hz. Resûlullah (s.a.v.) ise dinî hayatımızda sünnetin yerini şöyle belirlemiştir:
“Kim, hakkında bizim (açık veya işaret yollu) emrimiz (vemüsaademiz) olmayan bir iş yaparsa o, (kişi ve yaptığı ameller Allah katında) reddedilir.”
Burada şu sorular akla gelebilir:
“İslam’dan başka bir şey Allah katında kabul görmüyorsa, farklı isimlerle hayatımıza giren fıkhî mezheplerin ve tasavvufmeşreplerinin durumu nedir? Bunlar İslâm dairesinin neresindedir? Eğer İslam’ın bir parçası iseler niçin farklı isimlerle anlatılıyorlar? Bu değişik isimler ve ekoller dinî birliği bozmaz mı? Din birse niçin farlı yollar ortaya çıktı?”
Bu sorulara kısaca şu cevabı verebiliriz:
Bütün hak mezhepler ve meşrepler, din değildir, dinin insanların akıl ve idrak seviyesine göre açıklamasından ve uygulanmasından ibarettir. Hiçbiri dini tahrip etmez, aksine dine hizmet eder. Her iki ekol de İslâm’ın sükût ettiği ve içtihada açık bıraktığı konularda din adına sözcülük yapmış, Allah ve Resûlü’nün (s.a.v.) muradını tesbite çalışmış, bu alanda çok önemli vazifeler görmüştür
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Zikrin Çeşitleri
Zikir kalp ile ve dil ile yapılabilir. En faziletli olanı ise, hem kalp hem de dil ile beraber yapılanıdır. Eğer ikisinden biri yapılacaksa, kalp ile yapılan daha üstündür. Sonra, biz kalp ile yapılanzikir daha üstündür dediysek de dil, ile yapılan zikir, riya karışacak korkusuyla terk edilmemelidir. Her iki zikri beraber yapmalı ve bununlaAllah Teâlâ’nın rızası talep edilmelidir. Fudayl b.İyâd (r.ah) şöyle demişti: İnsanlar için bir ameli terk etmek riyadır.
Şayet kişi, insanlar benim hakkımda neler düşünüyor, diye kendi kendine kuruntular kurmaya başlarsa ve onların boş zamanlarına yol açarsa elbette pek çok hayır kapısı üzerine kapanacaktır. Bununla beraber kendisi için çok önemli olan dini vazifeleri de kaçıracaktır.
Bu, arif bir insanın tutunacağı yol değildir…
Hz. Âişe (r.anh) demiştir ki:
“De ki: “İster Allah deyin, ister Rahman deyin. Hangisi deseniz olur. Çünkü en güzel isimler O’na hastır.”Namaz
ında yüksek sesle okuma; onda sesini fazla da kısma; ikisinin arası bir yol tut.” Bu ayeti kerime dua hakkında inmiştir.
İsrâ17/110.
Buhâri, Sahîh, n.r. 3723; Müslim SahÎh, NR.47; Mâlik, Muvatta,1/218.
İmam Nevevi (Dualar ve Zikirler)
.
Kurtuluş Sebebi
Şunu belirtelim ki, Allahu Tealâ’yı bir şekilde zikretmek farzdır. Bu zikrin bir sayısı ve sınırı yoktur. Müminlere verilen ilâhi emir şudur:
“Allah’ı çokça zikredin ki,kurtuluşa eresiniz.” (Enfal/45)
“Ey iman edenler! Allah’ı çokça zikredin. O’nu sabah akşam tesbih edin.” (Ahzap/41-42)
“Allah’ı çokça zikreden erkekler ve kadınlar var ya, Allah onlar için bir mağfiret ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzap/35)
Allahu Tealâ’yı seven gafil olmaz. Gafil de, Allah’ın dostu olamaz. Zikir gaflet halinden kurtuluştur. Kalbi diri tutma çabasıdır. Bu ibadetin önemini vurgulamak için bütün arifler, bu dersi geçemeyen kimsenin velilik makamına eremeyeceğini belirtmişlerdir.
Zikir, hak yolcusunun en birinci amelidir. Tasavvufterbiyesinin ana hedefi kalbi uyandırmak ve Yüce Allah’a bağlamaktır. Bütün mesele kalbin uyanmasıdır. Kalbi uyanmayan kimse, bir türlü taklidî imandan kurtulamaz. Bu haliyle kalp, ibadetin gerçek tadını alamaz. İlâhi emirlerdeki hikmeti ve inceliği anlayamaz.
Allahu Tealâ, dostlarının halini anlatırken onların zikre nasıl aşık olduklarını şöyle haber verir:
“Onlar öyle er kişilerdir ki, herhangi bir ticaret ve alışveriş işi onları Allah’ı zikretmekten, namazı kılmaktan, zekâtı vermekten alıkoymaz. Onlar, yüreklerin ve gözlerin dehşetten ters döneceği ahiret gününden korkarlar.” (Nur/37)
“Onlar, ayakta otururken ve yanları üzeri yatarken devamlı Allah’ı zikrederler. Göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler.” (Âl-i İmran/161)
Büyük müfessir Fahrüddin Razî, bu ayetin tefsirinde Allahu Tealâ’ya gerçek kulluğun ve dostluğun ancak bütün vücut azalarıyla Allah’a yönelmekle mümkün olduğunu belirtmiştir. (Tefsir-i Kebir)
Arifler, Fahreddin Razî’nin anlattığı bu hale “zikr-i sultanî” derler ve onu şöyle tarif ederler:
“Zikr-i sultanî, zikrin vücuda yayılıp bütün duygu ve düşünceyi tesiri altına almasıdır. Bu durumdaki kimse öyle hassaslaşır ki, bütün eşyanın zikrini hissedecek hale gelir. Her gördüğü varlıkla birlikte bir çeşit zikre geçer.”
Büyük veli İmam-ı Rabbanî K.S. bu konuda şu mühim uyarıyı yapıyor:
“Kalbin Allah’tan gayri her şeyi unutacak derecede zikir içinde kaybolması ve bu halin Allah’a yakınlık sebebi olması için Ehl-iSünnet inancına bağlı olmak şarttır. Ayrıca hak mezheplerden birisinin hükümleriyle amel etmek gereklidir. Bu, peşine düşülecek en büyük hedeftir. Cenab-ı Hak ile huzur ve sükûna ulaşıp tertemiz olan kalp sahipleri, eşyaya baktıklarında devamlı Yaradan’ı hatırlarlar. Kalpleri eşyaya takılıp kalmaz. Buna, kalbin Allah’ın sevgisi ve zikri içinde kaybolması denir. Velilikte ilk basamak budur ve diğer velâyet makamları bu halin üzerine gelişir.” (Mektubat)
Zikirde İlk Nokta
Başlanmayan hiçbir işten sonuç alınamaz. Zikirde ilk nokta, onun gereğine inanmaktır. Zikir fazilet değil, farz olarak görülmelidir. Sonra birinci adımı atmak gerekir. Taklitle de olsa zikre başlamalıdır. Kalbin uyanması için ona yönelmek şarttır. Zikirde devamlılık esastır. Vücudun zikre alışması, ısınması ve onu nefes alış verişi gibi tabii hale getirmesi için, devam edilmesi gerekir. Arifler işin çözümünü zikre başlamakta ve devam etmekte görmüşlerdir.
Allah’ın zikrini kalplerine nakşedenlere ne mutlu!
Dilaver SELVİ
.
İbadetlerin Özü
Zikir bütünibadetlerin özüdür. Bütün hak dinlerin ortak ibadetidir. Bütün peygamberler de bir anlamda insanlara zikri öğretmek için gönderilmişlerdir. Çünkü denilebilir ki insanın yaratılış gayesi zikirdir.
Zikir iki taraflıdır. Birincisi, Yüce Rabbimiz’in insanı zikretmesi, diğeri ise insanın Allah’ı zikretmesidir. Allah’ın sevdiği kullarını anması ile düşmanlarını anması elbette farklı olur. Dostları Allah’ı zikrederken Allah da onları anar.
İnsanın Yüce Rabbini zikretme ihtiyacı fıtratında gizlidir. Bu ihtiyaç hayatla başlar ve devam eder. Gerçek zikir öldükten sonra yapılır. Kabirde, mahşerde, cennette ve cehennemde zikir hiç kesilmez. Cennetlikler hamd ederek, cehennemlikler ızdırap içinde devamlı “ya Allah” derler. Fakat birisinde muhabbet, diğerinde mecburiyet, mahcubiyet ve pişmanlık vardır. Sonuçta, dünyada iman eden de inkâr eden de ahirette Yüce Allah’tan başkasını zikredemez.
Namaz niçin kılınır, zekât niçin verilir, hacca niçin gidilir, kurban niçin kesilir gibi binlerce soru sorulsa ve bir cevap istense, verilecek cevap zikirdir. Hiçbir ibadet, kendi başına hedef değildir. Namaz, oruç, zekât, hac, hizmet, güzel ahlâk, ilim, irfan, ihsan hep Yüce Yaratıcı’yı zikir içindir.
Zikir, kulluğun temel esası, tadı ve hedefidir. Zikir kalbin gıdası, ruhun safasıdır. Zikir sevginin ispatı, ilâhi dostluğun aynasıdır. Zikir sevginin ispatıdır. Zikretmeyen kimse sevgilisine yabancı, sevgisinde yalancıdır.
Zikir Allah’a Yaklaştırır
Zikir anmak, hatırlamak, unutmamak ve yad etmek gibi manalar taşır. Ancak, ondaki gizli mana sevmek, yüceltmek ve özlemektir. Zikrin aslı, gönülden masivayı yani Allahu Tealâ dışındaki her şeyi çıkarıp O’nu sevmektir.
En büyük ibadetlerden biri de namazdır. Ondaki tek hedef de bütün azalarla Allah’ı zikretmektir. “Beni zikretmek için namazkıl” (Tâhâ/14) ayeti, namazdaki asıl hedefin rukû ve secde değil, bütün bunları yaparken Yüce Mevlâ’yı zikretmek, dil ve hal ile O’nu yüceltmek olduğunu ifade ediyor.
Bir de şu ayeti düşünelim: “Namaz kıl. Muhakkak ki namaz, insanı kötülüklerden ve hoş olmayan hallerden alıkoyar. Hiç şüphesiz Allah’ın zikri en büyüktür.” (Ankebut/45) Kulun Yüce Allah’ı zikretmesi her şeyden büyüktür. Yaptığı zikre karşılık olarak Yüce Allah’ın kulunu zikretmesi ise hiçbir şeyle ölçülemeyecek kadar büyük bir saadettir. Allahu Tealâ’nın “Siz beni zikredin, ben de sizi zikredeyim” (Bakara/152) müjdesi her çeşit zikri içine alır. Allahu Teala’yı zikretmek için bu müjde yeter.
Rasulullah A.S. Efendimiz zikrin yerini ve değerini şöyle ifade eder:
“Size amellerinizin en hayırlısını, Rabbimiz katında en temiz olanını, derecenizi en çok yükseltenini; altın ve gümüş infak etmekten, düşmanla karşılaşıp onları öldürmenizden veya şehit düşmenizden daha hayırlı olanını haber vereyim mi: Allahu Tealâ’yı zikretmek.” (Tirmizî, İbn-i Mace, Ahmed, Hakim)
Bir defasında yine Rasulullah A.S. Efendimiz’e, “Hangi cihad, hangi namaz, hangi oruç, hangi zekât, hangi sadaka, hangi hac daha faziletlidir?” diye sorulduğunda, hepsi için şu cevabı vermiştir: “Bunlardan hangisinde Allahu Tealâ daha fazla zikrediliyorsa, o en faziletlisidir.” (Ahmed, İbn-i Mübarek, Tebaranî)
Bir ibadetin maddi şartlarda yapılması onun hedefinin zikir olmasını değiştirmez. Bilakis zikri çeşitlendirip hayatın her alanına yayar ve manasını derinleştirir. Kurban keserken yapılan zikrin manası ve tadı ile, oruç tutarken yapılan zikrin tadı ve manası aynı değildir. İkisi de bir zikir sebebidir. İkisi de kalbi Allah’a bağlama yoludur. Diğer ibadetleri de böyle düşünmeliyiz. Şu hadis-i şerif konumuzu anlamak için yeterlidir:
“Kâbe’yi tavaf etmek, Safa ile Merve arasında koşmak, şeytan taşlamak ancak Allah’ı zikretmek için emredildi.” (Ebu Davud, Tirmizî)
Eğer, “Hangi zikir daha faziletlidir?” diye bir soru sorulursa cevap aynıdır: Kalbin en fazla uyanık olduğu ve ihlâsla Yüce Rabbini yücelttiği zikir en faziletli olandır.
Müminler her yaptıkları amelin başında, içinde ve sonunda kalplerini kontrol etmeli. O amelle kalbinin ne derece uyandığına ve Yüce Allah’a ne kadar bağlandığına bakmalıdır.
VARLIKLARIN ORTAK DİLİ ZİKİR
Günümüzde zikirdenince boş oturan, yapacak başka işi gücü olmayan kimselerin yaptığı “olsa da olur, olmasa da” cinsinden biribadet akla geliyor. Bazı insanlar da beş vakit namazını kılan, Kur’an okuyan, ilimle uğraşan, haramlardan kaçan müminlerin gereken zikri yaptığını, ayrıca bir zikre ihtiyacı olmadığını düşünüyor. Oysa Yüce Yaratıcı’ya karşı yapacağımız en büyük vazife devamlı zikirdir. Zikirbütün ibadet çeşitlerini içine alan bir ameldir.
Günümüzde insanların o kadar kafaları karışmış ki, bir takım ibadetlere dahi önyargılı yaklaşılabiliyor. Allah’ın bir emri olanzikir de bu önyargının ve cehaletin kurbanları arasında. Bu sebeple olsa gerek, zikir deyince hayatla irtibatları kopuk, yarı mecnun insanların kendilerini adadıkları garip bir iş akla geliyor.
Oysa Mukaddes Kitabımız ve hadis-i şeriflerden öğreniyoruz ki, insanın Allah’a karşı yapacağı en büyük vazife zikirdir. Zikir bütün ibadet çeşitlerini içine alan bir ameldir. Onun belirlenmiş bir sınırı, zamanı ve miktarı yoktur. Çünkü zikredilen zat alemlerin Rabbi Yüce Allah’tır. O, her an zikredilmeye, sevilmeye ve övülmeye layıktır. Her varlık O’nun karşısında aciz ve O’nu anmaya muhtaçtır. Her şartta ve her an yüce Allah zikredilmelidir. Öyleyse varlık alemine adım attıktan sonra üzerimizden hiç kalkmayacak zikir vazifesinin ne olduğunu bilmemiz gerekiyor.
Varlıkların Ortak Dili
Öncelikle, Kur’an’ın kâinattaki bütün varlıkların O’nu zikrettiğini haber verdiğini hatırlayalım:
“Yedi kat gök, yer ve bunların içindekilerin hepsi Allah’ı tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların zikrini anlamazsınız. O çok halimdir, çok bağışlayıcıdır.” (İsra/ 44)
Her bir varlığın kendine ait bir dua ve tesbihi vardır, onu bilir ve yerine getirir (Nur/41). Zikir ve tesbih hangi dilde yapılırsa yapılsın, Yüce Rabbimiz yapanı bilir ve zikrini işitir. Çünkü bütün mülk O’nundur. Her şey O’nun sonsuz kudretiyle ve yüce iradesiyle vücut bulmuş, hayat sahnesine çıkmıştır.
Konumuzla ilgili ayet ve hadisler de bizlere bu gerçekleri öğretiyor: Her şey, kendi dili ve hali ile Yüce Yaratıcısı’nı zikreder. İlâhi kanun böyledir. Varlıkların zikir şeklini belki bizler fark edemeyiz. Ancak bir çeşit zikir yaptıkları muhakkak.
Kâinatta var olan her şey O’nu zikrederken, Allahu Tealâ akıllı insandan da sevgi ve iradeyle zikir yapmasını istemektedir. Çünkü insan, zikrin bütün çeşitlerini yapabilecek bir kabiliyette yaratılmıştır.
Bir Nefeslik Hayat
Bizler dünya için olanca gücümüzü harcarız ama ahiretimizi çok az hatırlarız. Rızık endişesi, gelecek kaygısı bizi öylesine derinden yakalamış ki, dolaplar gıda ile, evlerimiz kullanmadığımız eşya ile dolu olduğu halde hep o gizli endişe, o derin kaygı…
Çocukluğum İzmit’te, o zamanlar için kenar mahalleleri sayılabilecek yerlerde geçti. Oturduğumuz sokaktan itibaren tarlalar ve kavak ekili araziler başlar, tek-tük ev bulunurdu. Arkadaşlarla mahalle maçlarımızı yapmak için oralara giderdik. Hemen yanı başımızda ise kalaycılık yaparak, ayı oynatarak, çiçek satarak, kağıt toplayarak geçinen Romanlar’ın çadırları bulunurdu. (Çingene tabirinin rahatsız etmeyeceğini bilsem, böyle derdim. Çünkü tüm dünyada bu isimle anılıyor.)Okumaya devam et
Kabir Ziyareti
Genel olarak kabirleri ziyaret etmek erkekler için müstehab olup, kadınlar için caizdir. Salih kimselerin, anne,baba ve yakın akrabanın kabirlerini ziyaret etmek mendup sayılmıştır. Kadınların kabirleri ziyaret etmesi, bağırıp çağırma, saçını başını yolma ve kabirlere aşırı saygı gibi bir fıtne korkusu olmadığı zaman mümkün ve caizdir. Çünkü Hz. Peygamber, çocuğunun kabri başında ağlamakta olan bir kadına sabır tavsiye etmiş, onu ziyaretten alıkoymamıştır (Buhârî, Cenâiz, 7, Ahkâm, ll; Müslim, Cenâiz, 15). Diğer yandan Hz. Âîşe`nin de kardeşi Abdurrahman b. Ebi Bekr`in kabrini ziyaret ettiği nakledilir (Tirmizi, Cenâiz, 61). Okumaya devam et
YEMIN
Sağ el; bereket; güç,kuvvet ve güzel mevki, yaralayıcı; kişinin bir haberi kuvvetlendirmek veya bir işi yapıp yapmamak hususundaki azim ve iddiaya güç vermek için Allah`a kasem ya da boşama ve köle azadı gibi bir şeye bağlamak suretiyle akit etmesi anlamında bir fıkıh terimi.
Yemin daha çok Allah`ın isimleri veya zâtî sıfatlarından birisi anılarak yapılan kasem için kullanılır. Talâka veya köle âzadına bağlı olanların yemin olup almadığı tartışmalıdır (Kasânî, Bedâiu`s-Sanâi,III, 2).
Kasem ve hılf kelimeleri arasında nüanslar olmakla birlikte “yemin” ile eş anlamlı olarak kullanılmaktadırlar (Kâsânî, a.yer; Lisânu`l Arab, XIII, 462). Türkçe`de bazan yemin yerine “and içmek” tabirinin kullanıldığı görülmektedir.
Bu mefhumun, kelimenin anlamı ile irtibatı; yeminin söze güç kuvvet katması ve yeminleşenlerin sağ ellerini birbirlerine vurmalarıdır (Mevsılî, el-Ihtiyâr, IV, 45).
Yemin, akitlerde ve husûmetlerde sözü te`kid için meşrudur. Meşrûtiyeti Kur`ân-ı Kerîm ve Sünnetle sabittir. Kur`ân`ın bir çok sûresi değişik cisimler üzerine yapılan yeminlerle başlar. Tin, Şems, Fecr sûreleri bu kabıldendir. Bakara sûresinin 225. ve Mâide sûresinin 89. âyetinde Allah Teâlâ`nın, yemin-i lağv sebebiyle kullarını mülahaza etmeyeceği bildirilmektedir. Yine Mâide sûresinin 89. âyetinde sorumluluk getiren yeminin mûn`akıde yemini olduğu ifade edilmekte, yeminlere riayet emedilmekte ve yeminini bozanların nasıl keffaret ödeyecekleri beyan edilmektedir. Bunların yanısıra; Nahl (16) 38, 92, 94; Âlu Imran (3) 77; Mâide (5) 53, 108; En`am (6) 109; Tevbe (9) 12,13; Nur (24) 53; Fatır (35) 42; Mücâdele (58) 16; Münafıkûn (63) 2; âyetleri de yeminin meşrûtiyetinin Kur`ân`dan delilleridir.
Hz. Peygamber bir hadisinde ümmetine, babalar ve putlar adına yemin etmemelerini, yemin edeceklerse Allah adına yemin etmelerini ya da hiç yemin etmemelerini emretmiştir (Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 7; Tirmizî, Nuzur, .
Rasûlüllah bizzat kendisi de yemin etmiştir. Onun yemin ederken en çok kullandığı tabirlerden birisi: “Nefsime veya Muhammed`in nefsine sahip olana yemin ederim ki. “dir (Örnek olarak bkz. Ibn Mâce, Keffaret 1; Ahmed b. Hanbel, a.g.e., IV, 16).
YEMIN ÇEŞİTLERİ
Yeminler önce Allah adına edilenler ve Allah`tan başkası adına edilenler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Allah adına edilen yeminler de kendi aralarında taksime tabidirler.
Allah adına edilen yeminler:
Kasem suretiyle Allah adına yeminler “Allah” ya da “Izzet, celal, azamet” gibi zati sıfatlarının başına “ba, va, ta” harflerinin birisini getirmek suretiyle yapılır (Mevsılî, a.g.e., IV, 49, 50; Şirbinî, Muğni`l-Muhtaç, IV, 320, 312). Müslümanlar arasında en çok kullanılan yemin yafızları: “Vallâhi, billâhi ve tallâhi” sözcükleridir.
Allah`ın isim ve zatî sıfatlarının dışında hiçbir şeye yemin edilmez. Hanefilere göre, Nebi, Kur`ân, Kâbe gibi Müslümanlarca kutsal olan varlıklar adına da yemin edilmesi caiz değildir (Kâsânî a.g.e., III, 5-10; Merginânî, el-Hidâye,” II, 72; Mevsıli; IV, 51).
Imam Şâfiî, Imam Mâlik ve Imam Ahmed b. Hanbel`e göre Kur`ân, Kur`ân âyetleri ve Mushaf adına edilen yeminler mûteberdir. Bozulması halinde keffareti gerektirir (Ibn Kudâme, el-Muğnî, XI,194,195). Hanbelîlere göre Kâbe ve diğer yaratıklar adına yemin etmek caiz değilse de, Peygamber adına yemin etmek caizdir. Bozulması keffareti gerektirir (Ibn Kudâme, a.g.e., XI, 210).
Yeminin mûteber olması için mutlaka arapça olması şart değildir. Diğer dillerle de yemin edilebilir. Kaynaklar farsça bazı tabirlerle yemin edilebileceğine işaret etmişlerdir (bkz. Merginânî, a.g.e., II, 74; Fetâve`l-Kâdihan, II, 7; el-Fetâve`l-Hindîye, II, 57).
Buna göre Türkçe`de kullanılan “yemin ederim, kasem ederim, and içerim” gibi sözler de yemin sayılır. Ancak “mukaddesâtım adına, şerefim üzerine and içerim” gibi sözlerin yemin olmaması gerekir. Çünkü Allah`ın adı veya sıfatları adına yapılmamıştır. Merginânî, hangi sözlerle yemin edip edilemeyeceğinin örfe bağlı olduğunu söylemektedir (Merginânî, a.g.e., a.y.) Bu sözcükler bugün ülkemizde bazı ortamlarda yemin için mâruf hale gelmişlerse de yaygın bir örf saymak mümkün değildir.
Bunların dışında, kişinin mübah olan bir şeyi kendisine haramkılması veya birşeyi yaptığı ya da yapmadığı takdirde, yahudi, hristiyan vs. olacağını yemin kasdıyla söylemesi de bir yemindir (Merginânî, a.g.e., II, 74; Mevsilî, a.g.e., IV, 52, 53).
Imam Şâfiî, Imam Mâlik ve Ahmed b. Hanbel`den nakledilen bir görüşe göre bu tür sözler yemin sayılmaz, dolayısıyla bozulması durumunda keffaret gerekmez (Ibn Kudâme, a,g.e., XI, 199, 200; Şirbinî, Muğni`l-Muhtâc, IV, 324; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletühû, III, 344).
Allah adı anılarak edilen yeminler ğamûs, lağv ve mün`akıde olmak üzere üç çeşittir;
Ğamûs yemin:
Ğamûs yemin; geçmişteki veya bu zamandaki bir olayın ilgili olarak, bile bile yalan yere yemin,etmektir. Mesela bir kimsenin, borcunu ödemediğini bildiği halde “ödedim” diye veya hâli hazırda cebinde parası olduğu halde parasının olmadığını söyleyerek yemin etmesi birer ğamûs yeminidir. Böyle bir yemin büyük bir günahtır. Allah (c.c) Imran suresinin 77. âyetinde; “Allah`a karşı verdikleri sözü ve yeminlerini az bir paraya satanlara gelince; işte bunların ahirette bir nasibi yoktur. Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için elem verici bir azap vardır” buyurmaktadır. Eş`as bin Kays`ın bildirdiğine göre, bu âyet kendisine ait bir kuyuda amcasının oğlunun hak iddia etmesi ve onun beyyine getirmediğini takdirde amcası oğlunun yalan yere yemin edebileceğini söylemesi üzerine nazil olmuştur (Ebû Dâvud, Sünen, Eymân, 1; Ibn Kudâme, a.g.e., XII, 122). Hz. Peygamber (s.a.v) bir çok hadisinde yalan yere başkasının malını almak için yemin etmenin Allah`a ortak koşmak, adam öldürmek, anaya babaya isyan etmek gibi büyük günahlardan olduğunu, böyle yemin edenlerin Cennet`ten mahrum olup, Cehennem`i hak ettiklerini, dolayısıyla oradaki yerlerine hazırlanmaları gerektiğini haber vermektedir (bkz. Buhârî, Eyman, 16, 18, el-Mürteddin, 1; Müslim, Iman, 220, 221; Ebu Dâvud, Eyman, 1 ; Tirmizî, Büyü, 42; Ibn Mâce, Ahkâm, 7; Ahmed b. Hanbel, I, 379, 442, V. 211, 212; Zeylâî, Nasbu`r-Râye, III, 292, 293).
Hanefi, Hanbelî ve Malıkilere göre ğamûs yemininden dolayı keffaret yoktur. Yemin eden kişi Allah`tan af dilemeli, tevbe istiğfar etmelidir. Çünkü bu yemin Allah`a karşı büyük bir cür`ettir, onu hafife almaktır; böyle büyük bir günahın keffaretle giderilmesi mümkün değildir. Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde beş şeyden dolayı keffaret olmadığını söylemiş ve kişinin uymak zorunda olduğu yemini bunlardan saymıştır (Şevkânî, Neylü`l-Evtar, VIII, 264). Buradaki kefaretin olmayışından maksat, bu yeminin günahını kefaretin silemeyeceğidir. Kâsanî (v. 587/1191) tevbe ve istiğfarın, ğamûs yemininin keffareti olduğunu söylemektedir (Kâsânî, a.g.e., III,15). Şâfiîlere göre bu yeminden dolayı keffaret gerekir (Merginânî, a.g.e., II, 72; Ibn Kudâme, XI, 178; Şirbinî, a.g.e., IV; 325).
Lağv Yemin:
Lağv yemini Hanefilere göre-yanlışlıkla edilen, yani sahibinin söylediği sözün hakikat dışı olduğu halde, doğru olduğunu zannederek ettiği yemindir. Bu yemin de hem geçmiş ve hem de şimdiki zamanla ilgili olabilir. Meselâ borcunu ödemediği halde, ödediğini zannederek, veya cebinde para olduğu halde olmadığını zannederek yemin eden kişinin ettiği yemin, lağv yemindir (Kâsânî, a.g.e” III, 17; Merginânî, a.g.e., II, 72; Mevsılî, a.g.e., IV, 46). Hanefîlerin bu anlayışı bir çok sahabe ve tabiinden nakledilmiştir (bkz. Zeylâi, Nasbu`r-Râye, III, 293).
Şâfiîlere göre lağv yemini, konuşma esnasında kasıt olmadan insanın ağzından çıkan “hayır vallahi, evet vallahi” gibi yeminlerdir (Şirbinî, a.g.e., IV, 324, 325). Lağv yemininin bu şekildeki izahı Hz. Âişe tarafından Hz. Peygamber`den nakledilmiştir (Buhârî, Eyman,15; Ebû Dâvud, Eyman, 6).
Hz. Peygamber`den lağv yemini için başka izahlar da rivâyet edilmiştir. Meselâ bir hadiste: “Âtıcıların yemini lağvdır, onun için keffaret yoktur” buyurmuştur (Heytemî, Mecmua`z-Zevaid, IV, 185).
Alimler kendi anladıkları lağv yemininden dolayı günah ve keffaret olmadığında hemfikirdirler. Çünkü Allah (c.c) lağv yemininden dolayı kulunun muaheze edilmeyeceğini bildirmiştir (Mâide, 5/89).
Şâfiiler, Hanefilerin lağv yemini dedikleri yeminleri bu grup içinde kabul etmedikleri için, doğru zannedilerek edilen yeminlerden dolayı da kefaretin gerekli olduğu kanaatindedirler.
Mün`akıde yemini:
Mün`akide yemini bir şeyi yapmak veya yapmamak için edilen yemindir. Bu yemin gelecek ile ilgilidir. Bir kimsenin “yarın falan yere gideceğine” veya “falan kişiyle bir daha konuşmayacağına” yemin etmesi bu kabıldendir.
Mün`akide yemini kendi arasında, mürsel, muvakkat ve fevr olmak üzere üçe ayrılır.
1- Mürsel yemin: Bir fiili yapıp yapmamayı zamana bağlamadan edilen yemindir. Meselâ, bir işi yapacağına yemin eden ama bunu zamana bağlamayan kişinin ettiği yemin mürseldir. Ölüm anına kadar ettiği şeyi yapıp yemininden kurtulabilir. Belirli bir sürenin geçmesi ile yemini bozmuş sayılmaz.
Bu yemine “mutlak yemin” de denilir.
2- Muvakkat yemin: Bir zamana bağlı olarak edilen yemindir. Bu yemin, filin bağlandığı zamanla kayıtlıdır. Zamanın dolması ile yeminin hükmü sona erer. Meselâ bir meyveyi üç gün yemeyeceğine yemin eden kişi, üç gün dolduktan sonra o meyveyi yese yeminini bozmuş sayılmaz.
Belirli bir süre içinde bir şeye yapmaya yemin eden kişi o kişi ön gördüğü süre içinde yaparsa yemininden kurtulmuş olur. O süre içinde yapmazsa, daha sonra yapsa bile yeminini bozmuştur; keffaret ödemesi gerekir. Şayet yemin eden kişi süre dolmadan ölürse, Ebû Hanife ve Muhammed`e göre yeminini bozmuş olmaz. Ebû Yusuf`a göre bozmuş olur.
Bu yemine “mukayyed yemin” de denilir.
3- Fevr yemin: Bir sebebe bağlı olarak edilen yemindir. Başka deyişle; kendisi ile gelecek değil şimdiki zaman kasdedildiğine karıneler bulunan yemindir. Bir soruya cevap verirken edilen yemin bu kabıldendir. Meselâ yemek yiyenlerin yanlarına gelen birisine “buyur ye” demelerine karşılık onun “vallahi yemem” demesi fevr yeminidir. Gelecekle değil o anla ilgilidir. Dolayısıyla daha sonra bir şey yemesi ile yeminini bozmuş olmaz (Tahânevî, Keşşafu Istılahâti`l-Fünûn, II, 1549, 1550; Muhammed Ravas Kal`acî, Hamid Sadık Kuneybî, Mu`cemu Lüğâti`l-Fukahâ, 514).
Mün`akide yemininde yeminin gereğini yapmaya berr, yapmamaya bârr, yemini bozmaya hins, bozana da hânis denilir. Bu türden bir yeminin gereğini yapan kişi yemininden kurtulmuş olur. Yemininde hânis olan kişiye ise keffaret gerekir. Yeminde aslolan ona sadakat göstermektir. Ancak bu, yemin edilen şeyin dinî hükmüne göre farklılık gösterebilir.
Yemine sadakat gösterme konusunu alimler beş grupta ele almışlardır:
1- Uyulması vacipolan yeminler: Farz olan bir ibadeti yapmak veya masum bir insanı ölümden kurtarmak, ya da bir haramı terk etmek için yapılan yeminleri yerine getirmek farzdır. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) “Âllah`a itaat etmek üzere yemin eden kişi itaat etsin” buyurmuştur. Bu kabılden olan bir yeminin gereğini yerine getirmeyen kişi günahkar olmuştur; tevbe ve istiğfar etmesi icab eder, ayrıca yemin keffareti ödemesi gerekir.
2- Edilmesi haram, uyulmaması cevap olan yeminler:
Bir farzı terk etmek veya bir haramı işlemek için yemin etmek haram bir yemindir, bozulması farzdır. Dolayısıyla, meselâ ana babası ile konuşmamaya yemin eden kişi, onlarla konuşacak, yani yeminini bozacak ama yemin keffareti ödeyecektir. Ayrıca haram birşeyi yapmaya yemin ettiği için tevbe istiğfar edecektir. Hz. Peygamber; Bir şeye yemin edip de, başkasını daha hayırlı gören kişi yemininden dolayı keffaret ödesin, sonra da o hayırlı olan şeyi yapsın”buyurmuştur (Nesâî, Eyman, 41; Ebû Dâvud, Eyman, 12).
Bir başka hadiste de şöyle buyurulmuştur: “Rabbe isyanda, sılayı rahmi kesmekte ve mâlik olmadığın şeyde sana yemin de, nezir de yoktur” (Ebû Davud Eyman, 12; Nesâi, Eyman, 17; Ibn Mâce, Keffaret, 8; Ahmed b. Hanbel, II, 185, 202).
Şâ`bî`ye göre haram bir fiili işlemek üzere yemin eden kişi yeminini bozar, yani o haramı işlemez. Ayrıca keffaret ödemesine de gerek yoktur. Çünkü Hz. Peygamber kişinin haramı işlememesinin yeminine keffaret olduğunu söylemiştir (Ebû Davud, Eyman, 12).
Hanefiler mün`akide yemininden dolayı kulların sorumlu tutulacağı bildiren âyetin zahirine dayanmaktadırlar (Mâide, 89).
3- Uyulması mendup olan yeminler: Bir maslahata müteallik olan yeminlerdir.
Yapılması mendup olan bir fiili işlemek için edilen bir yemine uymak da menduptur. Böyle bir yeminin bozulması mekruhtur, keffaret gerekir.
4- Mübah olan yeminler:
Mübah olan bir işi yapmak veya yapmamak, ya da doğru olan bir haber üzerine yemin etmek mübahtır. Böyle bir yeminin bozulması efdaldır. Bozulursa keffaret gerekir.
5- Mekruh olan yeminler:
Mekruh olan bir fiili işlemek veya mendubu terketmek için yemin etmek mekruhtur. Alış veriş esnasında yemin etmek de mekruhtur. Böyle bir yeminin bozulup keffaret ödenmesi efdaldır. Yemine sadakat ise mekruhtur (Kâsânî, a.g.e., III, 17, 18; Ibn Kudâme, el Muğnî, II, 167; Necati Yeniel-Hüseyin Kayapınar, Süneni Ebû Davud Terceme ve Şerhi, XII, 236).
Hanefî ve Malıkilere göre unutarak, hataen, ikrah yoluyla ve yemin kasdı olmadan edilen yeminler mûteberdir. Çünkü yukarıda işaret edilen ayet mutlaktır. Yeminin kasda dayanıp dayanmaması konusunda bir kayıt mevcut değildir. Ayrıca Hz. Peygamber (s.a.v) bir hadisinde; yemin, talak ve nikahın ciddisinin de, ciddi sanıldığını haber vermişlerdir (Ebu Davud, Talak; 9; Tirmizi, Talak, 9; Ibn Mâce, Talak, 13; Kâsânî, a.g.e., III,18; Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l-Islâmî ve Edilletuhû, III, 367).
Şâfiî ve Hanbelîlere göre yeminini unutarak bozan kişi, yemininde hânis sayılmaz. Dolayısıyla kendisine keffaret icab etmez. Delilleri, kulların hataen yaptıklarından dolayı günah olmadığını bildiren ayetle (Ahzab, 5) Müslümanların hatâen, unutarak ve ikrah yoluyla işlediklerinden dolayı sorumlu tutulmayacaklarını bildiren hadistir (Ibn Mâce, Talak, 16).
Ikrah yoluyla yeminini bozan kişi, Ebû Hanife ve Mâlik`e göre keffaret öder; Ahmed b. Hanbel ‚e göre ödemez. Imam Şâfiî`den ise bu konuda iki ayrı görüş nakledilmiştir (Ibn Kudâme, a.g.e., XI, 177, 178).
Yemin edildikten sonra hemen peşinden “inşallah” denilirse, bozulması halinde keffaret gerekmez. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v) “Yemin edip de istisna eden (Inşallah diyen) isterse, döner,isterse yemini bozmadan terk eder” buyurmuştur (Ebû Davud, Eyman, 9; Nesâî, Eyman,18; Ahmed b. Hanbel, II, 6, 49). Ancak bu hükmün geçerliliği yeminle “inşallah” demenin arasında konuşulmamasına veya konuşacak kadar susulmamasına bağlıdır.
Ibn Kudame`nin bildirdiğine göre “inşallah” denildiğinde kefaretin gerekmeyeceğinde dön mezhep müttefiktir (Ibn Kudâme, a.g.e., XI, 227).
YEMIN KEFFARETI
Mü`akide yemininin hangi türünden olursa olsun bozulması, keffareti gerektirir. Normalde keffaret yemin bozulduktan sonra ödenir. Yemin bozulduktan sonra ödenen kefaretin mûteber olduğu konusunda ulema arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Ancak önce kefaretin ödenip sonra yeminin bozulması durumunda bu kefaretin yeterli olup olmayacağı tartışmalıdır. Hanefilere göre, keffaret ister malla, ister oruçla ödensin mutlaka yemin bozulduktan sonra ödenmelidir. Bozulmadan önce ödenmesi caiz değildir. Şafiilere göre keffaret malla ödenecekse yemin bozulmadan önce de ödenebilir. Hanbelî ve Mâlikîlere göre kefaretin ister malla ister oruçla, yemin bozulmadan önce de sonra da ödenmesi caizdir.
Yemin edilmeden önce keffaret ödenip daha sonra yemin edilmesi ve bozulması durumunda bu keffaret mûteber değildir. Bu konuda hiçbir görüş ayrılığı yoktur (Kâsânî, a.g.e., III,18; Ibn Kudâme, a.g.e., XI, 223-226; Şevkânî, Neylü`l-Evtar VIII, 268, 269; Necati Yeniel-Hüseyin Kayapınar, a.g.e., XII, 237, 138).
Yemin keffareti; gücü yeterse bir köle azad etmek veya on fakiri sabahlı akşamlı doyurmak ya da on fakiri alışılmış biçimde giydirmektir. Kişi bu üçü arasında muhayyerdir. Ama bunlara gücü yetmezse,peşi peşine üç gün oruç tutar. Orucun arası hayız dahil hiç bir özür sebebiyle kesilmez, kesilmesi halinde yeniden başlanmalıdır. Yemin kefaretinin gereği ve bu şekilde ödeneceği Kur`ân-ı Kerîm`le sabittir. Ve âyet gayet nettir. (Bkz. Maide, 5/89). Onun için konu ile ilgili görüş farklılığı yoktur.
YEMININ HÂKIM KARARINA ETKISI
Davacı, mahkemede davasını isbat edemezse, davalıya yemin teklif etme hakkına sahiptir. Yemin onun kendi fiili veya başkasının fiili hakkında olumlu veya olumsuz yönde olabilir; “Allah`a yemin olsun ki, satmadım yahut satın almadım yahut da sattım veya satın aldım” demek gibi. Çünkü insan kendi durumunu ve fiillerini başkalarından daha iyi bilir. Bu yüzden onun yemini anlaşmazlığı sona erdiren bir delil sayılır.
Ibn Abbas (r.a)`den rivâyete göre Hz. Peygamber (s.a.s) bir adama”yemin teklif etti ve ona şöyle dedi: “De ki, kendisinden başka hiçbir ilah olmayan Allah`a yemin ederim ki, davacının bende hiç bir hakkı yoktur.” Yine Eş`as b. Kays`dan rivâyet edilmiştir. O şöyle dedi: Kindeli bir şahısla Hadramutlu birisi Yemen`deki bir toprak için Hz. Peygamber`in önünde hasımlaştılar. Hadramutlu hasımının babasının kendi toprağını gasbettiğini ve halen bu toprağın hasmının elinde bulunduğunu iddia etti. Hz. Peygamber davacıya delilini sordu O, “Delilim yok, fakat yemin ederim ki, o toprağın babası tarafından gasbedildiğini bilmiyor” dedi. Bunun üzerine Kindeliye yemin teklif edildi (Ebû Davud nakletti).
Islâm hukukçuları mahkemedeki yeminde yedi şartın bulunması gerektiğini belirtirler. Bunlar şöylece sıralanabilir:
1- Yemin edenin buluğ çağına gelmiş olması, temyiz kudretini hâiz bulunması ve iradesinin hür olması;
2- Davalının, davacının hakkını inkâr etmesi;
3- Hasımın hâkimden yemin talep etmesi ve hakimin yemin edecek olana teklifte bulunması;
4- Yemin şahsa bağlı olup, yeminde vekâlet kabul edilmez. Yemin, yemin edecek olanın zimmeti ve dini ile bağlantılı olduğu için veli veya vekil bu hakkı kullanamaz.
5- Hadler gibi Allah`a ait haklarla ilgili olmaması gerekir.
6- Ikrar caiz olan haklarla ilgili olması. Hadis-i şerifte Delil davacıya, yemin ise davalıya aittir” buyurulur. Ikrar caiz olmayan haklar konusunda yemin geçerli olmaz.
7- Isbat için delil olmaması veya mevcut delillerin yetersiz bulunması.
Mahkemedeki yeminlerin çeşitleri:
1- Şâhidin yemini: Bu, şâhidin, şehadetten önce doğru söyleyeceğine dair yaptığı yemindir. Günümüzde, şahidin tezkiyesi yerine geçmek üzere başvurulan bir yoldur. Malıkiler, Zeydiyye, Zâhiriye, Ibn Ebî Leyld ve Ibnü`l-Kayyim, devrin bozulması ve dinî duyguların zayıflaması sebebiyle bu yemine cevaz vermişlerdir. Islâm hukukçularının çoğunluğu ise şahid yeminine karşıdır (Vehbe ez-Zühaylî, el-Fıkhu`l Islâmî ve Edilletuhû, VI, 600):
3- Davacının yemini: Hanefiler dışında diğer çoğunluk hukukçulara göre, kendisinden töhmeti kaldırmak için davacı da yemin edebilir. Bu yemin, hakkını isbat veya aleyhindeki yemini reddetmek için de olabilir.
Islâm hukukçularının çoğunluğu bir şahid ve davaya verilecek yemin delilleri ile hüküm verilebileceğini söylerken Hanefîler, âyetlerde iki şahidin öngörüldüğünü, bu olmadığı takdirde, davalıya yemin teklif etme hükmünün hadisle sabit bulunduğu görüşünü benimser (Ibn Rüşd, Bidâyetü`l-Müctehid, III, 456, 459).
Yemin ancak hâkimin veya naibin huzurunda onların teklifi ile geçerli olur. Mahkeme dışındaki yemin veya yeminden kaçınma muteber değildir. Çünkü, yemin husumeti kesmek için söz konusu olur. Yemin hasmın talebi üzerine verilir. Ancak beş yerde hâkim re`sen yemin teklifi eder:
1- Bir kimse bir mirastan alacak veya bir mal dava edip de isbat ederse, hâkim başka hukukî yollarla bu hakkıdüşüren bir muamelenin olmadığı konusunda davacıya yemin teklif eder.
2- Bir malı dava edip kendisine ait olduğunu isbat eden kimseye hâkim “malın onun mülkünden başka bir muamele ile çıkmadığı” konusunda yemin teklif eder.
3- Müşteri, malı ayıp sebebiyle reddederse, ayıba razı olmadığı konusunda yemin teklif eder.
4- Hakim şüf`a hakkı sebebiyle bu hakkıdaha önce düşürmediği konusunda yemin teklif eder.
5- Kocası kayıp olan bir kadının lehine nafaka ile hükmedilince hâkim, evliliğin devam ettiği, nafaka olmadığı ve onun yanında mal bırakmadığı, konusunda yemin teklif eder.
Kendisine yemin teklif edilen kimse, yemin ederse dava konusunda hak kazanır. Yeminden kaçınırsa dava konusu şeyi kaybetmiş olur.
Fıkıh Ansiklopedisi
.
Kamil Mürşidin Farkı
Mürşid-i kâmilin diğer insanlardan farkı var mı? Bu fark nereden kaynaklanıyor? Bazı insanlar gerçekten “seçilmiş” olabilir mi? Allah dostu veya mürşid diye tarif edilen bir kimsenin söylendiği gibi olduğunu bilmek mümkün mü?
Manevi terbiye için bir mürşid arayanlara bu sorular sık sık sorulmakta.
Kur’an-ı Kerim’de, “o da bizim gibi bir insan” kıyaslamasınapeygamberler de muhatap olmuştur. İnkârcıların “bizim gibi bir insana uymayız” bahanelerinin elbette bununla bir ilgisi yoktur. Kur’an bir anlamda peygamberlerin ilâhlaştırılmasının önüne geçerken, inkârcılar ise o mübarek insanların büyüklüklerinden habersiz oluşlarını bu tür yargılarıyla göstermişlerdir.
Önce şunu belirtelim ki, inkârcıların hepsi aynı seviyede olmadığı gibi, iman edenler de aynı seviyede değildir. Allahu Tealâ insanlar arasından bazılarını seçmiştir. Bunlardan birçoklarını peygamberlikle, bazı kullarını ilim, güzel anlayış, ince kavrayış ve isabetli hüküm verme nimetleri ile süslemiştir. Bazı kullarına mülk, bazı kullarına saltanat vermiştir. Bazı kullarını özel dostluğu için seçmiştir. Bütün bunlar hakikattır; tercih ve taksim Yüce Mevlâ’ya aittir.
Peygamberler de Aynı Değil
Allahu Tealâ, peygamberlerine bile farklı dereceler verdiğini, bazısını diğerlerinden üstün kıldığını belirtiyor (İsra/55). İlâhi huzurda bütün insanlığın temsilcisi, peygamberlerin imamı, Makam-ı Mahmud’un sahibi Efendimiz A.S.’dır.
Bilindiği gibi, peygamber olmak için kulun hiçbir etkisi, tercihi ve tasarrufu yoktur. Ancak, velâyet ve irşad vazifesinde Allahu Tealâ’nın tercihi yanında, kulun gayret ve amelinin bir etkisi, değeri ve gereği vardır. Yani, Allahu Tealâ’ya dost olma yolu herkese açıktır. Belki herkes kâmil mürşid olamaz fakat Yüce Mevlâ’ya dostluktan bir nasibi olabilir.
Üstünlüğün Gerçek Ölçüsü
Velâyette ilk nokta imandır. Yüce Allah’a ve 0′nun gönderdiklerine iman eden herkes Allah’ın dostluğu için ilk adımı atmış olur. Bu adımda her mümin ortaktır. Yani her mümin velidir. Ancak bu, veliliğin ilk merhalesidir.
Ariflerin belirttiği gibi, iman dairesine girdikten sonra sonsuz velâyet dereceleri, farklı kulluk makamları, birbirinden güzel manevi haller, bitmez tükenmez ilâhi zevkler ve ilimler mevcuttur. Herkesin Allah katındaki derecesi, değeri ve fazileti değişiktir. Her mümin sahip olduğu ilim, amel, yakîn, teslimiyet, marifet, muhabbet, ibadet, hizmet, edeb ve takva ölçüsünde Allah katında sevilir, O’na yakınlık kazanır, ilâhi huzurda kabul görür. Maddi rızıklar gibi manevi rızıklar da farklıdır. Allahu Tealâ dilediği kullarına bol ikram ve ihsanlarda bulunur. Bir kuluna vermediğini, diğerine verir. Bu ilâhi tercihi şu ayetlerden anlıyoruz:
“Baksana, biz insanların bir kısmını diğerine nasıl üstün kılmışızdır! Elbette ki ahiret, derece ve üstünlük bakımından daha hayırlıdır.” (İsra/20)
“Herkes için yapmış olduğu amellerden dolayı farklı dereceler vardır.” (Ahkâf/19)
“Allah iman edenleri yükseltir. Kendilerine ilim verilmiş olanları ise, dereceler ile yükseltir. Allah yaptıklarınızdan haberdardır.” (Mücadele/1 I )
Büyük veli Seyyid Abdulkadir Geylanî K.S. de, “velâyet halktan değil, Cenab-ı Hak’tan gelir. Veliliği kullar değil Yüce Allah verir” diyerek, bu işte seçimin Yüce Mevlâ’ya ait olduğunu belirtiyor.
Görülüyor ki müminler içinde ilim, marifet ve takva sahipleri, diğer müminlerden ileridedir. Alim deyince malumat sahibi değil, marifet sahibi akla gelir. Marifet, Yüce Mevlâ’yı gereğince tanımaktır. Marifetin sonucu edep ve ilâhi aşktır. “Kulları içinde Allah’tan ancak alim olanlar korkar.” (Fatır/28) ayeti, alimde bulunması gereken en önemli sıfatın edep olduğunu ortaya koymaktadır. “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer/9) ayetiyle diğer insanlardan farklı tutulan alimler, dünyaya değil, Yüce Mevlâ’ya gönül veren ilim ehlidir. Arifler, diğer müminlerle imanda ortaktırlar, fakat ilim, edep ve ilâhi aşkta apayrı bir hale ve dereceye sahiptirler. Gerçek alim, ariftir; işi Hakk’ı tarif etmektir. Kâmil mürşid yeryüzünde Allah’ın halifesidir. Gönlünü Allah’a veren alime Rabbanî alim denir. Kâmil mürşid Rabbanî alimdir. O, Allahu Tealâ tarafından seçilmiş ve sevilmiş bir kuldur.
Veli Olduğu Bilinenler
Kimin veli olduğunu Allahu Tealâ bilir. Çünkü veliliğin diplomasını Allah verir. Ancak bazı veliler irşadla görevli olduklarından, onlar bellidir. Veli olduklarını, kendileri de bilir, halk da görür.
Bazı müminler Yüce Allah’ı sever. Bunlara “muhib” denir. Bazı müminleri ise Yüce Allah sever, onlara da “mahbub” denir. Mahbub, Allah’ın sevgilisi demektir. Allah sevdiklerinin gönlünü kendisine çekmiş, onu özel olarak terbiye etmiş, nurları ile süslemiş, rahmetiyle desteklemiştir. Mahbub kulları bütün melekler tanır, sever ve desteklerler.
Allahu Tealâ, Kur’an’da müjdelediği gibi (Meryem/96), salih kullarının sevgisini gönüllere yerleştirir, onları insanlara sevdirir. Bu onların edep ve ilâhi aşkına karşılık verilmiş bir hediye ve açık bir keramettir.
Mahbub olan zatların bir kısmı, insanları irşadla görevlendirilir, kendisine hak yolunda imamlık görevi verilir. İcra ettikleri vazife, onların Allah’ın dostu olduğunu gün gibi ortaya koyar. Onlar dilleriyle değil, halleriyle kâmil veli olduklarını ispat ederler.
Arifler derler ki: Allah dostu kâmil mürşidlerin diğer insanlardan en önemli farkı, meclisine giren, yüzünü gören, sözünü işiten kimselere Yüce Allah’ı hatırlatmaları ve kalplerini O’na bağlamalarıdır. Kâmil mürşidlerin bir diğer farkı, heybet ve cazibe sahibi olmalarıdır. Kendilerini gören kimse ister istemez hallerinden etkilenir ve kalbi onların tarafına çekilir.
Mürşidlerin Sıfatları
Kamil mürşidler, “Ey iman edenler, Allah’tan korkun ve bu hali korumak için sadık kullarımla beraber olun.” (Tevbe/119) ayetiyle tarif edilen sadıklardır. Onlar hak yolda rehberlik yaparlar. Kalpleri Allah’a bağlarlar, zayıflamış imanı tazeler, sönmüş sevgiyi canlandırırlar. Bir ömür boyu dini yaşayarak ihya ederler. Onlara müceddid denir. Gerçek müceddid, herşeyini Yüce Allah’a kurban etmiştir. O’nun boyası ile boyanmıştır. Sözü ve işleri ile Yüce Allah’ın şahididir. Kur’an’da böyle kimselere “mukarrabun” makamı tahsis edilmiştir. Mukarrabun’un takvada en önde olduğu belirtilmiştir (Vakıa/11-12). Bu makamdaki kimsenin diğer insanlardan en önemli farkı, içi ve dışıyla Allah adamı olması ve gönlü yanık sadıklara ilâhi aşkı tattırmasıdır.
Kur’an’da ilâhi aşkı ve ahlâkı ayakta tutan bu Rabbanî alimlerin “ulü’l-emr” olduğu bildirilmiştir. Diğer müminlerden de onlara itaat edilmesi istenmiştir. (Nisa/59) Ulü’l-emr, işi üstlenen ve yürüten kimse demektir. Yürütülecek ve görülecek iş Allah’ın işidir. Bu da bütünüyle dindir. Şu halde ulü’l-emr, Allah’ın işini gören, emrini yerine getiren, hizmetini yürüten, dini ihya eden, kulları hakka sevk eden kimsedir.
Kur’an’da Allah’a aşık olanlara “ricalullah” denir. Ricalullah, Allah adamı demektir. Allah adamının en önemli işi zikir, fikir, şükür, hizmet, haya ve ahde vefadır (Nur/37, Ahzab/23).
Kur’an, takvada önde gidenleri pek çok farklı sıfatlarla tanıtmıştır. Sadık, sıddîk, muhsin, muttaki, evliyaullah, ebrar gibi sıfatlar onların ismi gibi zikredilmektedir.
İşte bu sıfatlara sahip olan kimseye gerçek peygamber vârisi denir. Onlar, Efendimiz A.S.’la insanlığa sunulan ilâhi sevgiye, rahmete, ilme ve edebe vâristirler. Rasulullah A.S., bu vârislerin Allah katındaki kıymetini ve diğer insanlardan farkını şöyle belirtir:
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, benim sana en düşük seviyedeki kimseye üstünlüğüm gibidir.”
Diğer bir hadiste de bu fazilet şu kıyasla ortaya konur:
“Alimin sırf ibadetle meşgul olan kimseye üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir.” (Tirmizî)
Evet, gece gündüz ilâhi emaneti taşıyan ve Yüce Hakk’ın rızası için yaşayan kâmil mürşidler, taşıdıkları bu ağır yükün kıymeti kadar değerlidirler. Allahu Tealâ onlara yüklediği yük kadar manevi destek, kuvvet, feyiz, nur ve tasarruf yetkisi vermiştir.
Onlar, bütün benlikleri ile gerçek zikri çekmektedirler. Yeryüzünde Allah diyen salihler bulunduğu sürece kıyamet kopmayacağına göre, onlar ilâhi zikir ve edeple hem insanları, hem de yeryüzünü harap olmaktan kurtarmaktadırlar. Bunun için bütün alem onlara minnet borçludur.
Gafil insanlar, bu gerçeğe gözünü kapasa da, yerdeki ve gökteki diğer varlıklar bunun farkındadır. Çünkü Rasulullah A.S. Efendimiz’in belirttiği gibi, Allahu Tealâ sevdiği bir kulunu yerdeki ve gökteki varlıklara tanıtmaktadır. (Buharî, Müslim) Gökteki melekler, yerdeki varlıklar, sudaki balıklar, yuvasındaki karıncalar kendi dillerince onun için dua ve istiğfar etmektedirler. (Ebu Davud, Tirmizî) Bu, onların Allah dostlarına, karşı sevgisi ve teşekkürüdür. Acaba bizler, Yüce Allah’ın huzurunda bütün insanlığı temsil eden, gafiller adına ağlayan ve yalvaran bu yüksek şahsiyetlere neden teşekkür edemiyoruz?
Salih kullar, Rabbanî alimler, ahirette şefaat etme şerefine de sahiptirler. Onların farkı, dünyada olduğu gibi ahirette de görülecektir. Onları Allah için sevenlerin hediyesi Allah’ın dostluğu, rahmeti ve cennetidir. Yüce Rabbimiz mahşerde şöyle buyuracaktır: “Benim rızam için birbirini sevenler nerede? Hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onlar kendi rahmet imde olacaklar.” (Müslim)
Mürşidi Tanımanın Kolay Yolu
Allah aşkını hedefleyen tasavvufu tanımak için tatmak gerekir. Nasıl bir tatlıya uzaktan bakmakla veya sırf tarifini okumakla tadı anlaşılamazsa, manevi halleri tatmak da ona ulaşmakla olur. Ulaşmak, yaklaşmakla başlar. Yaklaşmayan yabancı kalır. Yabancı kalan, o şeyin cahili olur. Bir kimse, hem cahil hem de edebi eksik olursa, onun iyi diye yaptığı çoğu şey bile yıkım ve fesat olur. En kötü cahil ise bildiğini zanneden, fakat gerçekte bilmeyendir. Edepli cahil, edepsiz okumuştan daha kârlıdır. Çünkü edepli olan, susmasını bilir. Susmakta pek çok hayır vardır. Fakat içinde edep olmayan sözde ve işte hiçbir hayır yoktur. Aksine zarar çoktur.
Kâmil mürşidi tanımak için, onunla aynı yolu, edebi, zikri, fikri, hizmeti, ibadeti sevgiyi bir derece paylaşmak gerekir. Mürşide teslim olmayan tabi olmaz. Tabi olmayan, onu lâyıkıyla tanıyamaz. Tanımayan sevmez. Sevmeyen bilmez. Bilmeyen onun hakkında şahitlik edemez. Onlar hakkında bilmeden konuşanlar, övseler de yerseler de haksızlık etmiş olurlar. İkisi de mürşidin hakkını zayi eder. Veliyi tanımadan kötüleyen kimse inkâra, metheden kimse ifrata düşer. İnkâr zulüm, ifrat ziyandır. İkisi de haramdır.
Mürşidi Övmede Ölçü
Müridin işi, mürşidinin hangi makamda olduğunu bilmek değildir. Mürşide makamı mürid değil, Allah verir. Sevgi ve sözünde haddi aşanlar, yüceltmek istedikleri kimseye iltifat edeyim derken ihanet ederler. Hiç kimseye velilerin derecelerini bilmek vazife değildir.
Veliyi sevmek, yolunca gitmek demektir. Sevgi iddia değil, ispat ister. Bir velinin büyük bir kutup olması, kendisine inanmayan veya uymayan kimseyi kurtarmaz. Mürşid kendisine methiyeler yazılmasını değil, Allah için uyulmasını ister. Hz Peygamber A.S.’ın şu ikazları herkesi uyarmak ve dengede tutmak için yeterlidir:
“Hıristiyanların Meryem oğlu İsa’yı batıl yere methettikleri ve ilâh derecesine yükselttikleri gibi, beni yüceltmeye kalkmayın. Ben ancak bir kulum. Bana Allah’ın kulu ve rasulü deyin.” (Buharî, Darimî, Ahmed)
“Ey insanlar! Sözünüzü dikkatli söyleyin. Sakın şeytan sizi basit şeylere sevketmesin. Ben, Abdullahın oğlu Muhammed ve Allah’ın rasulüyüm. Vallahi sizin beni Allah’ın yücelttiğinden daha yükseğe çıkarmanızı sevmem.” (Ahmed, Nesaî)
Kendi Dillerinden Onların Hali
Büyük veli Hakim et-Tirmizî K.S, irşadla görevli Allah dostlarının çok özel hallerinden bazılarını şöyle anlatır:
“Ehlullahın bir kısmı, en yüksek velâyet derecesine sahip olur. Bu kimse, Allahu Tealâ’nın kendisini özel dostluğuna seçtiği ve bu yolda kullandığı bir kuldur. O devamlı Allah ile beraberdir, O’nun himayesinde hareket eder. Allah ile konuşur, Allah ile görür, Allah ile alır, Allah ile verir. Allahu Tealâ onunla kullarını terbiye eder. Onun nazarı ile ölü kalpleri diriltir, onu vesile ederek halkı kendi yoluna çevirir. Onunla ilâhi ahlâkı ve adaleti ayakta tutar. Bu kimse devamlı Yüce Rabbini sena ve yüceltmekle meşgul olur. Rasulullah A.S. onunla Allah’ın huzurunda övünür, sevinir. Allah onu nefsini görmekten ve kendisine güvenmekten korur. Bu haliyle onun sözü kalpleri Allah’a bağlar. Görülmesi nefislere şifa verir. Onun bir insana teveccühü ve yakınlığı kötü huyları temizler. O herkese fayda veren bir rahmet bulutudur. Hak ile batılın arasını ayırt eder. O sıddıktır, hak adamıdır. Allah’ın has dostudur, ariftir. İlhama mazhardır.” (Nevadiru’I-Usul, I, 339)
Böyle bir insana kimin ihtiyacı yoktur?
Kalp Huzuruna Ulaşmak
Bazı zamanlar adeta ruhumuzu boğan bir sıkıntı yoklar kalbimizi. Bu anlarda içimiz öylesine daralır ki, sanki bütün benliğimize karanlıklar çöker. Bu halin sebepleri ve giderilmesiyle ilgili saysız görüş var. Ya gerçek sebep?
Kalp veya diğer bir ifadeyle gönül, insanın en önemli ceverlerinden birisi. İmanın, sevginin, nefretin, kısacası bütün duyguların yeri ve merkezi.
Bazı zamanlar adeta ruhumuzu boğan bir sıkıntı yoklar kalbimizi. Bu anlarda içimiz öylesine daralır ki, sanki bütün benliğimize karanlıklar çöker.
Bu halin sebepleri ve giderilmesiyle ilgili sayısız görüş var. Konusu insan olan bütün bilim dalları, şairler, yazarlar ve düşünürler kendi görüş ve üslubunca iç sıkıntısından söz ederler.
Muhatabı insan olan, insanın kalbine, gönlüne seslenen Mukaddes Kitabımız da bu konuya değinir.
“Biz senin kalbini, göğsünü genişletmedik mi?” (İnşirah/1)
“Ya Allah’ın gönlünü İslâm’a açtığı kimse? İşte Rabbinden bir nur üzere olan odur.”(Zümer/22)
“Allah kimi hidayete erdirmek isterse, onun gönlünü İslâm’a açar. Kimi de saptırmak isterse, onun gönlünü sanki göğe yükseliyormuşcasına dar ve sıkışık kılar.”(En’am/125)
Bu ayetlerden insanın kalbinin genişlediğini veya daraldığını anlıyoruz. Yalnız bu genişleyen yada daralan kalbin, yürek adını verdiğimiz et parçası olmadığı bellidir. Çünkü insan vücudunda bir organın genişlemesi, büyümesi ve küçülmesi bir hastalık durumudur.
Anlaşılıyor ki ayetlerde bahsedilen kalp daha başka bir şeydir. İslâm alimleri, bunun insanın vücudundaki o et parçasının içinde bulunan manevi-nuranî bir cevher olduğunu söyler ve buna “insanî kalp” adını verirler.
İşte bu kalple ile insan diğer canlılardan ayrılmakta ve bunun vasıtasıyla marifetullaha ulaşabilmekte. Nurlanan, genişleyen veya kararan, daralan, sıkılan kalp bu insanî kalptir.
Manevi kalbimiz genişleyerek yerleri ve gökleri, hatta Allah’ın tecellisini bile içine aldığına göre, mümin ne yapıp yapıp, bunun yollarını bulmalı ve önce kendi nefsine bu yolları tatbik etmeli. Çünkü, insanın kendi kalbî yetkinliğini kazanmadan başkalarının kalbini geliştirmesi ve olgunlaştırması mümkün değildir.
Kalbin Gerçek Dostu İman
Kalp genişliğinin ve gönül ferahlığının yolları ve sebepleri neler olabilir?
Kalbi genişleten, gönlü ferahlatan ve ruhu rahatlatan etkenlerin başında tevhid inancı yer alır. Yüce Dinimiz bize Allah’ın birliğini, her şeyin tek yaratıcısının O olduğunu, sebepler perdesinin arkasında gerçekte O bulunduğunu, gerçekte teslim olunacak tek varlığın O olduğunu öğretiyor. Yani tevhide davet ediyor. Hayatı ve olayları bu imanla değerlediren bir kalbin günlük olaylar sebebiyle bunalmayacağı açıktır.
Gerçek tevhidi kalbimizde yaşayabilmek için ona ulaşmış bir Allah dostunu rehber edinmek, zannedildiğinin aksine tevhidden kopmak değidir. Tevessül dediğimiz bu yöntem, sadece bir sonuç elde etmek için tedbir ve sebebe başvurmaktır. Tıpkı ilaç alıp şifayı Allah’tan bilmek ve beklemek gibi. Alim ve salih zatlardan manevi yardım talep eden bir kimse, onların kendi kudretleriyle değil, Allah’ın kudretiyle kendisine yardım ettiklerine inanır. Eğer sadece kendi kudretleriyle yardım ettiklerine inansaydı o zaman şirk olurdu.
Kalp genişleten diğer bir etken, Allah’ın mümin kulun kalbine attığı iman nurudur. Peygamber A.S. buyurdu ki: “Kalbe iman nuru girince genişler ve açılır.” Ashab-ı Kiram sordular: “Ya Rasulallah, o nurun kalbe girmesinin işareti nedir?” Buyurdu ki: “Ebedi olan ahirete yönelmek, aldanma yeri olan dünyadan yüz çevirmek ve gelmeden önce ölüme hazırlanmak.”
İşte, kişinin kalbinin genişliği bu iman nurundan olan nasibi kadardır. Çünkü nurun ve aydınlığın, kalbin ferahlamasında tam bir tesiri vardır. Belki bu yüzden dünyadaki ışık bile ferahlığa, karanlık da sıkıntıya sebep olmaktadır. Bunun için ruhun nura ve ışığa aşık olduğu söylenir. Ruh nerede bir ışık parıltısı görse, oraya yönelir. Demek ki, kalpteki iman nuru, kalbin ferahlama ve sevinme sebebidir.
Kalp Huzuruna Giden Yol
Gönül açıklığı ve kalp yumuşaklığında, zikrin insanı hayrette bırakan bir tesiri vardır. Zikirsizlik ve gafletin de gönül darlığı ve katılığında hayret verici bir etkisi vardır. “Dikkat edin, kalpler ancak Allah’ı zikirle huzura kavuşur” ayeti bu manaya işaret eder. Gerçekten de asıl ve kâmil manada ruhî tatmin yalnızca zikirle gerçekleşir. Diğer ibadetler de insana kemalât, ruha huzur ve sükûnet vermekle beraber, İmam Rabbanî K.S. Hazretleri’nin de belirttiği gibi, kalp itminanı yalnız ve yalnız zikirledir. Bu yüzden, zaruret olmadıkça günlük virdi terk etmemek gerekir.
İnsanlara ihsanda bulunmak, cömert olmak da kalp genişliğinin en dikkate değer sebeplerinden biridir. Kimin eli daha açıksa, kalbi de daha geniştir. Ve elbette kimin eli daha sıkıysa, kalbi de o nisbette dardır.
Tevbe edip Allah’a dönmek, kalbi O’na bağlayıp O’nu sevmek kalbin ilacıdır. Kulun gönlünü bundan daha çok ferahlatan, açan bir sebep yoktur. Allah sevgisi ne kadar güçlü olursa, gönül de o kadar geniş ve açık olur.
Kalp ferahlığı için onu haset, kibir, gurur, öfke, riya, Allah için olmayan mal ve makam, dünya sevgisi gibi hastalıklardan temizlemek gerekir. İnsanın kalbinde bu kötü haller bulunmaya devam ediyorsa, kalbin diğer tedbirlerle genişlemesinden bir fayda elde edilmez. Sonuçta kalpte, birbirine aykırı iki hal bulunur ve bunlardan hangisi ağır basarsa, netice ona göre şekillenir. Bu yüzden maddi hastalıkların tedavisi için doktora gidildiği gibi, bu çeşit manevi hastalıkların tedavisi için de manevi kalp doktoru olan rabbani alimlere gidilmelidir.
Cesur ve yiğit olmak, daima hakkı ve doğruyu söylemek de kalbi diri ve ferah tutar. Bu hal, kişinin kalbiyle yaşantısı arasında uyum ve denge sağlar. İnsan, korkaklık veya gereksiz ince hesaplar sebebiyle inandığını, düşündüğünü varya hissettiğini dile getiremediği zaman kendisiyle çelişiyor demektir. Bu da kalbi daraltır ve bunaltır.
Nihayet, Allah’ın yasak kıldığı şeylerin insanın temiz fıtratını tahrip eden şeyler olduğu dikkate alınmalıdır. Dolayısıyla harama bakmak, dinimizin uygun görmediği şeyleri konuşmak ve dinlemek, kötü arkadaşlarla birlikte bulunmak gibi haller kalbi yıpratır. Çünkü bu tür davranışlar, sonuçta kalbe elem veren sıkıntılar, tasalar, dertler haline dönüşür. Haram-helal hassasiyetini terk eden toplumlarda, insanların pençesine düştüğü bunalımların önemli sebeplerinden biri budur.
Evet; insanın kalbinin genişlemesini ve gönlünün ferahlamasını sağlayan sebeplerin en önemlileri kısaca böyle. Kısaca, İslâm’ın emrettiği ibadet ve taat hali içinde yaşamak kalbin genişlik ve ferahlığına, günah ve yasakları yapmak da darlık ve sıkıntısına sebep olmaktadır.
Burada, kalbin genişlik veya darlığı ile ilgili dikkat edilecek ölçü, kalpte yerleşip kalıcı hale gelen hal ve sıfattır. Yoksa, gelip geçici olarak kalbe ferahlık veya sıkıntı veren durumlar değildir. Aynı zamanda, genişlik veya darlık bakımından kalbin göğüsteki hali, kulun kabirdeki hali gibidir. Yani ibadet ve taattan meydana gelen sevinç ve ferahlık kulun kabrini cennetbahçelerinden bir bahçe, günah ve gafletten meydana gelen sıkıntı ve karanlık da -Allah korusun- cehennem çukurlarından bir çukur yapacaktır.
Süleyman Gönülal
.
Tevbe İlahi Bir Yardımdır
Tevbe ilâhi bir yardımve rabbani mağfirettir. Allahu Tealâtevbe ile mümini hiçgünahişlememiş gibi bir haledöndürür. Tevbeyi anlamadan, tevbeyi gerçekleştirip hayatımıza tatbik etmeden gerçek olgunluğa giden yolda mesafe katetmemiz mümkün değildir.
Tevbe ilim, hal ve fiilden ibarettir. Tevbe ilmi, günahın zararını ve günahın Allahu Tealâ’nın azametine karşı edepsizlik olduğunu bilmektir.
Evet, işlenen günah Allah’a karşı yapılan bir edepsizlik ve isyandır. Allah’ın rahmetinin celbi için bu isyan ve edepsizlik perdesinin kaldırılması gerekir. Ayrıca Allah’ın azametini bilen kalbe işlenen günahtan dolayı bir eziklik ve mahcubiyet gelir ki bu, tövbenin birinci hakikatidir. Eğer kulun dudağından tevbenin kelimeleri çıkıyor da kalbinde bir eziklik ve arlanma duymuyorsa, bu tevbe hem taklit, belki hem de günah olur.
Bir kimse Allah’a karşı eziklik ve mahcubiyet hissetmedikçe ne günahtan dönebilir, ne de tevbesi ciddi bir fayda verir. Eziklik ve mahcubiyet duygusu kalpte parladı mı, Allah’ın nuru kalpte tecelli eder.
Sevdiğim bir yakınıma karşı bir kusur işlesem, onu görünce utanç duyar ve keşke yapmasaydım diye özür dilerim. Utanç veya pişmanlık duygusu olmadan, sadece görünüşte dilenen özüre kibir karışır ve alay etmek gibi olur. İşte tevbe eden de buna dikkat etmelidir. Aksi takdirde sahibini günahtan temizlemediği gibi, belki günaha girmesine sebep olur.
Mahcubiyet ve eziklik olunca Allah’ın nuru kalbe inmeye başlar demiştik. Allah’ın nuru inmeye başlayınca günahın, şehvetin, gazabın ateşi söner. Demek ki tevbe Allah’tan gelir. O halde Cenab-ı Rabbül Alemin’den sağlam bir tevbe için yardım ve rahmet dilemek lazım gelir.
Pişmanlık dua ve zikre yol açar. Bundan dolayı ayet-i kerimedeki hakikat karşımıza çıkar: “Müminler onlardır ki, bir kötülük yaptıklarında ya da (cehennemi hak edecek işlerle) kendilerine zulmettiklerinde Allah’ın azabını, hesabını hatırlayıp günahlardan hemen dönerek affedilmeyi dilerler.” Allah’dan bağışlanmayı isteyen kişi “ya Rabbim” dediğinde, Allahu Tealâ “buyur ey kulum” der ve böylece rahmet kapısı açılır.
Günahlar iki kısımdır. Birinci kısım, kulun Allah ile arasında olan, ikinci kısım, kulun kullar ile arasında olan günahlardır. Kul ile Allah arasında olan günahlar namaz, oruç, hac, zekât gibi yapmakla telafi edilen amellerdir. Bu amelleri ihmal etmekle günah kazanılır. Tevbe eden kimse bu amellerin noksanlarını kaza etmekle mükelleftir. Kazayı gerektirmeyen haller de vardır. Mesela Kur’an’a abdestsiz dokunmanın kazası olmaz. Bir daha yapmamaya azmedilir ve yapılmazsa tevbe gerçekleşmiş olur.
Kullarla ilgili günahlarda ise, yaptığı zulümden dolayı hak sahipleriyle helâlleşmesi şartıyla tevbesi gerçekleşmiş olur. Mesela bir kimseden ödünç bir şey aldım. Onu iade etmem lazımken aldığımı inkâr ediyorum, sadece tevbe ediyorum. Bu tevbe kabul olmaz. Kula karşı olan haklar iade edilecek, bazı haklar için de helâlleşilecek. Hakaret, dövme, sövme helâlleşmeyi gerektirir. Miras, mehir, alışveriş gibi meselelerde de hak geçtiyse helâlleşmek lazım gelir.
Mehmet Ildırar
.
Ömür Aldatıcıdır
İnsanın dünyaya gönlünde gerektiğinden fazla yer vermemesi, ömür denilen mühlete aldanmaması ve bu ömrün göz kırpması kadar kısa zamanda geçeceğini bilmesi lazımdır. Ne yazık ki insanoğlu bu mühlete aldanır.
Ayet-i kerimede buyuruluyor ki: “O gün her bir kimse kazandığı neyse, onun karşılığını görecektir.” Allah nefsine aladananlara mühlet verir ama onu ihmal etmez. Dünyanın alâyişi ve gösterişi kimseyi aldatmamalıdır. İtaat edenin de, isyan edenin de bir nasibi vardır. Ama ahirette üstünlük, nimetlere şükredip, ibadet ve taatta sebat eden, günahlardan sakınanlarındır.
Herbirimiz çeşitli günahlara daldığımız halde, bela ve musibetimizin gecikmesi veya ahirete bırakılması ile verilen mühlete aldanmamalıyız. Elbette Allahu Tealâ’nın isyan halinde bulunan kullarını helak etmeyerek mühlet vermesinin hikmet ve sebepleri var. Bu hikmet ve sebepler şunlardır:
* Allah’ın rahmetinin afv ve ihsanının büyüklüğü ile isyankârların tevbeye zaman bulmaları içindir.
* Taatta bulunanların, ibadet ve taatını artırması içindir.
* Muhabbette olanların kemâl bulması içindir.
Yani Allahu Tealâ sevdiği kullarına tövbekar olsun diye, gazap ettiği kullarına da ya isyandan vaz geçsinler ya da azabı, hesabı şiddetlensin diye mühlet verir.
Rab Tealâ Hazretleri ayet-i celilede bize beyan buyurmuştur ki: “Allah katında makbul olan tevbe, gaflet sebebiyle bir kötülük işleyip, sonra acele olarak yapılan tevbedir. İşte Allah böyle kimselerin tevbelerini kabul eder. Allah herşeyi bilendir, hikmet sahibidir.”
Bu ayeti acele tevbe etmenin önemini bildiriyor. Bugün, yarın tevbe ettim, ediyorum derken ölüm gelip çatar. Kimisi günahkâr, kimisi küfürle gider.
Tevbeyi geciktirmenin bu vahim sonucu da sonraki ayet-i celile de bildiriliyor: “Kötülükleri yapıp yapıp da ölüm gelip çatınca, ‘ben şimdi tövbe ettim’ diyenler ile kâfir olarak ölenler için kabul edilecek tevbe yoktur. Onlar için acı bir azap hazırlamışızdır.”
Demek ki, bu kısacık dünya hayatını hiç bitmeyecek gibi görüp aldanmamalıyız. İbadet ve taatı, hele de tevbeyi asla tehir etmemeliyiz.
Mehmet Ildırar
.
Mecâzi Sıladan Gerçek Sılaya
Sıla-i Rahim, ilk bakışta çağrıştırdığı manaların çok ötesinde ufuklara işaret eden bir kavram. Baba ocağını, bizi doğuran büyüten toprakları hatırlatırlamamız istenirken, bizi yaratan ve yaşatan Rabbimiz’i, geldiğimiz o ebediyyet yurdunu unutmamamız gerektiği de hatırlatılmış oluyor. Ve bütün insanlık olarak ilk anne-babamıza sılamız nisbetinde aramızdaki sılamız derinlik ve anlam kazanıyor.
Evrende her varlığın karmaşadan kaçıp bir birliğe katılma temayülünde olduğunu sezmekteyiz. Her çokluk kendi birliğini oluşturma sevdasında…
Arıların bir topluluk halinde vızıldayıp bal yapmaları, karıncaların emsalsiz bir birlik içinde çalışmaları, gökte bulutların kümelenişi varlıktaki birlik sevdasının ifadesi gibi gözükmekte. Bulutlar kümelenmezse yağmur yağmayacak, insan ve hayat için rahmet kesilecek. İnsanlığın iman etrafındaki cemaati olmazsa kainat can bulmayacak, manasını kaybedecek.
Kainata bu gözle baktığımızda görüyoruz ki, birlik ve beraberlik her zaman ve mekânda rahmettir. Ancak, Allah’tan uzak ve nefsaniyet ekseninde oluşmuş, hayatın yasak hazlarına tutsak hayat süren kalabalıklar müstesna.
Rabbimiz, işaret ettiğimiz alemlerdeki bu birlik ve ahenkli işleyişi insanlık aleminde de görmek istiyor. Bu yüzden kullarını Allah’a imanda ve İslâm’da birliğe çağırıyor: “Hep birlikte Allah’ın ipine sımsıkı yapışın, parçalanmayın. Allah’ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişiler idiniz de, O gönüllerinizi birleştirmişti ve O’nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz…” (Âl-i İmran/103)
Sevgili Peygamberimiz A.S. da aynı çağrıyı dile getiriyor: “Birbirinize sırt çevirmeyiniz, birbirinizin arasını açmayınız, hasetleşmeyiniz. Ey Allah’ın kulları kardeş olunuz!”
Allah’ın da, kutlu elçisinin de çağrısı birliğe, beraber olmaya. Çünkü insan Allah’a itaat eden bir cemiyet içerisinde terbiye olup kemale erecektir. Bu yüzden Hak ve hayır etrafında bir araya toplanmış cemaatin Allah katında kıymeti ve rahmeti büyüktür.
Yüce Rabbimiz, ilâhi muhabbetle bir araya gelmiş kutsî bir cemaatin oluşmasını ve devamını istiyor. Sonra da bu birliği korumak için emirler, yasaklar ve prensipler koyuyor ve kullarını bu birliği korumakla sorumlu tutuyor. İşte sıla-i rahim, bu birliği korumaya matuf ilahî bir emirdir.
İnsanın Yaratıcı İle Sılası
Bu emir ilk bakışta yakın akrabalarla yardımlaşmayı, onlarla gönülden muhabbet bağları dokumayı emrediyor olsa da, temeli insan ve Allah ilişkisine dayanır ve alanı bütün insanlığı kuşatır.
Bununla şunu demek istiyoruz: İnsan önce yaratıcısına bağlanmak zorunda. Yani yaratıcısı ile sılasını kesmemekle mükellef. Çünkü Rabbi ile muhabbet ve minnet bağları kopmuş bir insanın artık tutunacak bir dalı, sığınacak bir yeri kalmamıştır. Böyle bir insanın diğer insanlarla oluşturduğu bağ ve birlik, özünde bir kıymet ifade etmez. Çünkü kurduğu aile ve toplum, ancak zaruretlerin, dünyevî menfaatlerin bir araya getirdiği bir topluluk olabilir. Yani sahte bağları olan bir toplum, yığın, kalabalık… Bugün modern Batı toplumlarının yaşadığı büyük sosyal bunalımın asıl sebebi bu durum değil mi?
Yüce Rabbimiz, “Allah’a söz verdikten sonra sözlerinden dönenler, Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şeyi ayıranlar,akrabalık bağlarını koparanlar, yeryüzünde bozgunculuk çıkaranlar; işte onlar ziyana uğrayanlardır.” (Bakara/27) buyuruyor. Bir başka ayette ise şu ihtar var: “…Allah’ın birleştirin diye emrettiği akrabalık bağlarını koparanlar, yeryüzünde ayrılıkçılık yapanlar; lanet onlar için. Yurdun kötüsü de onlara!” (Raad/25)
Bu ayetlerde geçen “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği şey”in iman olduğunu seziyoruz. Çünkü iman, kul ile Allah arasındaki ilişkinin kalbî boyutudur, asıl yüzüdür. “Allah’a söz verdikten sonra sözlerinden dönenler” ifadesi ise, Yaratıcımız’ın “ben sizin Rabbiniz değil miyim?” sorusuna verdiğimiz “evet, sen bizim Rabbimizsin” cevabına bir hatırlatmadır.
Demek ki sıla-i rahmin çekirdeğini iman teşkil ediyor. Yani iman sıla-i rahmin esasıdır. Allah’a verdikleri sözden dönenler, imandan dönmüş kimselerdir. İmanından dönen kimseler ise Rabbi ile kalbî bağını, yani “sılasını” kesen kimselerdir.
Bu açıdan düşündüğümüzde imanın, zikrin, namazın ve diğer bütün salih amellerin bu manada sıla-i rahim olduğu söyleyebiliriz. Fahr-i Kainat A.S. Efendimiz’e salâvat okumakla da onunla bir sıla, yani gönül bağı oluşturduğumuzu hissederiz. Aynı şekilde diğer peygamberlere selam gönderişimiz, salih kimselere dua ve rabıtalarımız da böyle bir sıladır.
İnsanlık: En Büyük Aile
Yüce Rabbimiz insanların imanda kardeş ve birlik olmalarını arzuluyor ve bu birliğin korunmasını istiyor. Buyuruyor ki:
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık. Sonra da birbirinizi tanıyasınız diye kavim ve kabileler kıldık. Allah katında en üstünün olanınız, (şu veya bu ırka ya da kavime mensup olanınız değil) Allah’ın yasaklarından en ziyade sakınanızdır.” (Hucurat/13)
Bu ifadelerde hemen dikkatimizi çeken bir nokta var: Yüce Yaratıcımız aramızdaki bağı, tanışıklığı, sevgiyi ve muhabbetimizi; yani sılamızı ta Adem Babamız ve Havva Annemiz’e kadar götürmemiz gerektiğini hatırlatıyor. Böylece ırk, kavim, aşiret ve cins ayrımcılığını reddediyor. Çünkü bu tür ayrımcılıkların hepsi, sıla-i rahmin özündeki birlik-beraberlik vekardeşlik ruhunu yok eden tutumlardır.
Yine bu açıdan baktığımızda, sıla-i rahmin aileden, anne ve babadan başlayarak yakın akrabalara ve onlardan da bütün insanlığa dalga dalga yayılan bir birlik çağrısı mesajı taşıdığını anlamamız hiç zor değil.
Sonuç olarak, sıla-i rahim evrensel bir mana taşımakta. Aileden akrabalara, akrabalardan bütün insanlara uzanan bir alanı kapsamakta. Maksadı ise insanlığın yardılış hakikatı etrafında bir birlik oluşturmak. Yani kainatın en güzide birliğini,cennet toplumunu kurmak… Selamlaşan, birbirlerine kin ve haset duyguları beslemeyen, Allah için kardeş olan, hayırda ve iyilikte yarışan, fitne fesat ve düşmanlıktan uzak bir insanlık ailesi inşa etmek…
Cemil Mollahanoğlu
.
Sıla-i Rahim Nedir ve Hakkında Bilmemiz Gerekenler.
Sıla, türkülerimizde, şiirlerimizde hasret ve hüzün dolu çağrışımlarla bizi gönlümüzden yakalayan bir kavram. Vatan hasretimiz, ana-baba özlemimiz, doğduğumuz büyüdüğümüz toprakların kokusu bazen bu bir tek kelimede gizlenir. Sözlükler sıla için “doğup büyüdüğü yere gidip, ayrı kaldığı yakınlarına kavuşma” diyor. Sıladan söz ederken, dilimizin ucuna bir başka kavram geliyor: Sıla-i Rahim. Sıla-i rahim, anne-baba ve akrabaları ziyaret vazifesi için kullanılan tanım. Vazife diyoruz, çünküsıla-i rahim Yüce Yaratıcımız’ın bir emri. Dinimizin, insanı dertleriyle başbaşa yapayalnız kalmaktan koruyan, toplumu bir kalabalıklar yığını olmak yerine, bir aileye dönüştüren hayatî prensiplerinden biri.
İnsan hayatında doğumdan ölüme kadar etkili olan bir kader çizgisi var. Doğduğumuzda, hiç bir seçme hakkımızın olmadığı bir ortamda kendimizi buluruz. Tıpkı ten rengimiz, boyumuz, cinsiyetimiz, kan grubumuz gibi, annemiz, babamız, kardeşlerimiz ve akrabalarımız da ilâhi irade tarafından belirlenmiştir.
Anlıyoruz ki, nasıl insan olmamızdan kaynaklanan fıtrî özelliklerimiz varsa, Yaratıcımız’ın bizim için belirlediği bir sosyal ortam da bulunmakta. Ve tıpkı insan olarak var oluşumuzla ilgili vazifelerimiz gibi, bu sosyal ortamla ilgili görevlerimiz de olmak zorunda.
Doğduğumuz sosyal ortam deyince, aklımıza önce anne-babamız, sonra kardeşler ve akrabalarımız, nihayet komşularımız ve içinde bulunduğumuz bütün toplum geliyor.
“İslâm hayat dinidir” sözü, işte bu sosyal ortamı bir huzur ve mutluluk pınarına dönüştermeyi hedefleyen hakları, görevleri ve tavsiyeleri ifade etmek içindir. Bu hüküm ve tavsiyelerin hepsine birden, “akrabalık hukuku” ismini vermek mümkün.
Önce Anne-Baba
Akrabalık hukuku derken, en başta dinimizin anne-babayla ilgili emir ve tavsiyeleri gelir.
Annemizin ve babamızın hizmetini görmek, Allah’a kulluktan sonraki ilk vazifemiz. Haklı bile olsak onları hiçbir şekilde incitemeyiz, bir şikayet ve yakınma olarak ‘öf’ bile diyemeyiz. Bu, Yüce Rabbimiz’in Mukaddes Kitabımız’da hepimize verdiği bir emirdir. Anne-babamız için Rabbimiz bize şu duayı öğretiyor:
“Ey Rabbim! Beni küçükken koruyup büyüttükleri gibi, sen de onlara şefkat ve merhamet et!” (İsra/23-27)
Anne-babadan sonra yakın akrabalarla ilgili vazifelerimiz geliyor. Geçinemeyen akrabanın ihtiyaçlarını karşılamak, imkanımız olduğu takdirde zorunlu bir görev. Biz de muhtaç bir hale düşersek, yakından uzağa doğru maddi durumu müsait olan akrabalarımızın da bizim ihtiyaçlarımızı karşılamaları zorunlu.
Dinimizin öngördüğü bu zorunluluk, anne-baba ve çocuklar gibi en yakın akrabadan başlar, aralarında evlenme yasağı bulunan bütün akrabaları içine alır. Kardeşler, kardeş çocukları, amcalar, halalar, dayılar, teyzeler… birbirlerine karşı hukuken sorumludurlar.
Akrabaya Yardım Farz
Mesela amcanız, dayınız veya teyzeniz muhtaç duruma düşse ve imkan sahibi olan en yakın akrabası siz olursanız, onun aylık geçimini temin etmek zorundasınız. Siz muhtaç duruma düşerseniz, onlar da sizin ihtiyaçlarınızı karşılamak mecburiyetindeler. Huzurevi meftunlarının kulağına küpe olur mu bilemeyiz ama bu, İslâm’da farz hükmünde bir görevdir.
Herhangi birimiz vefat ettiğinde malvarlığımız hayatta kalan akrabalarımıza geçer. Onlardan birisi vefat ederse, bizler onların mirasçısı oluruz. Ömür boyunca kazanılan bütün mallar, yakınlık derecelerine göre akrabalara taksim edilir. Anne-babalar, dedeler, nineler, çocuklar, torunlar, eşler, kardeşler, kardeş çocukları, amcalar, amca çocukları, dayılar, halalar, teyzeler, bunların çocukları sırası geldiğinde mirasçı olur. Yani biz bir kimsenin teyzesinin çocuğu isek ve hayatta bizden daha yakın akrabası kalmadı ise onun mirasçısı oluruz. Aramızdaki ilişkiler güçlü olmasa dahi mirası bize kalır.
Birinci derecede yakın akrabalarımızla ebediyyen evlenemeyiz. Bunun anlamı şudur: Onlarla olan bağımız aramızda öyle bir yakınlıık meydana getiriyor ki, Allah bu yakınlığın herhangi bir şekilde değiştirilmesine müsaade etmemekte ve onu dokunulmaz kılmaktadır. Buna bağlı olarak, mahrememiz olan karşı cinsten yakın akrabalarımızla bir arada bulunmamıza müsaade etmektedir.
Diyet gibi ağır tazminatlarda maddi külfeti paylaşmak da akrabalarımıza karşı zorunlu bir görevdir. Böylece, ağır tazminatlar gerektirecek hataları işlemeden önce akrabaların birbirlerini gözetip, yanlış işlere düşmekten korumaları mümkün olabilmektedir. Dinimizin öngördüğü bu sorumluluk, ağır maddi külfet altında adeta yaşayan ölü durumuna gelecek olan akrabayı hayata kazandırmayı da hedefler.
Bakıma muhtaç olan küçüklerin bakımı ve terbiyesi de yakından uzağa doğru akrabaların görevleri arasındadır.
Çok özet olarak sunduğumuz bu hususlar, akrabalıkhukukunun en önemli maddeleri arasında yer alır. Akrabalık hukuku içerisinde yer alan velayet ve vesayet gibi daha birçok konu bulunur. Bu haklar ve görevler, inanan bütün insanların boynunun borcu.
Akrabalık Bağını Kuran Allah
Bu görevlerin yanı sıra çok önemli bir görevimiz daha var: Rabbimiz, akrabalarımız ile ilişkilerimizi canlı tutmamızı istiyor. Sıla-i rahim, üzerimize farz. Bu görev, akrabalarımızı ziyaret etmek, haberleşmek ve yardımlaşmaktan ibarettir. Akrabalığımızın oluşumunda kendi iradesinin dışında hiçbir etkiye yer vermeyen yüce Allah, akrabalarımızla aramızda kurmuş olduğu bu yakınlığından devam ettirilmesinde bizim irademize yer vermiştir. Bize bahşettiği iradeyi, O’nun mutlak iradesine tabi kılmamızı istemiştir. Böylece bizi sınamayı ve imtihan etmeyi dilemiştir.
Akrabalık hukukunu gözetmenin hem kendimiz ve hem de toplum için ne kadar hayati önem taşıdığını ifade etmeye gerek var mı? O halde sözü uzatmadan kendimize dönelim ve şunları düşünelim:
Herbirimizin, beğensek de beğenmesek de, arzu etsek de etmesek de akrabalarımız var. Bunların bir kısmı yakınımızda olabilir, bir kısmı da ancak telefon kadar uzak olabilir. Darda olabilir, hali vakti iyi olabilir; farketmez. Acaba akrabalarımız ile haberleşiyor muyuz? Onları ziyaret ediyor muyuz? Onlarla yardımlaşıyor muyuz? Rabbimiz’in aramızda kurduğu akrabalık bağlarımızı biz kesiyor muyuz, güçlendiriyor muyuz?
Bu sorulara verdiğimiz cevaplar, nasıl bir mümin olduğumuzun ip uçlarını taşımıyor mu?
Kemal Süleymanoğlu – Semerkand
.
Allah’a İtaat İle Geçen Uzun Ömrün Üstünlükleri
Ebû Bekir (Radıyallahü anh) ‘dan rivayet edildiğine göre; Bir adam
«Ya ResûIIullah İnsanların hangisi daha hayırlıdır?» diye sordu. Rasullullah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cevaben Ömrü uzun olup ameli güzel olandır» buyurdu.
Sonra, adam:
«İnsanların hangisi daha şerlidir?» diye sordu. Resullullah (Sallahü Aleyhi ve Sellem) «Ömrü uzun ameli kötü olandır» diye buyurdu»
Olup Hakim, Câbir (Radıyallahü anh)’den rivayet ettiğine göre Resûlüllah (Sallâhû Aleyhi ve Sellem) :
«En hayırlınız Ömrü en uzun, ameli en güzel olanınızdır» buyurdu.
İmam Ahmed, Ebû Hüreyre (Radıyallahü anh) ‘dan rivayetettiğine göre, Resûlüllah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :
«En iyiniz, ömrü uzun olup, ameli güzel olandır» diye buyurdu.
Taberâni’nin Ubâde bin Sâmit (Radıyaîlahû anh)’dan rivayetine göre, Resûlüllah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem):
«En iyinizin kim olduğunu söyleyeyim mi?» dedi.
Sahabe
«Evet ey Allah’ın Resûlu!..»
ResûIullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) :
«Doğru dürüst gitmek şartıyla İslâmiyet için de en uzun yaşayanınızdır» diye buyurdu.
Yine Taberâni’nin Avf bin Mâlik (Radıyallahû anh)’dan rivâyatine göre, şöyle demiştir:
«Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve SellemVden işittim şöyle diyordu:
«Müslümanın ömrü uzadıkça kendisinin hayrı artar.»
Ahmed ve îbn Zenceveyh Ebû Hûreyre (Kadıyallahû ai hü) ‘dan rivayetlerine göre şöyle demiştir:
«Kuza’a kabilesinin bir köyünden iki adam vardı. Resûlulla (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem) hidayetiyle müslümanolmuştular. Biri şehit düştü, diğerinin eceli bir sene ertelendi.»
Talha bin Ubeydullah (Radıyallahû anh) şöyle dedi:
«Cennet bana göründü.» Eceli ertelenen şehidden önce cennete konduğunu gördüm. Bundan hayrette kaldım. Sabahleyin bunu Resûlullah (Sallalîâhû Aleyhi ve Sellemî’e anlattım, Resûlullah (Sa lallâhû Aleyhi ve Sellem) :
«O, diğerinden sonra bir Ramazan orucunu, altı bin rekât farz ve nice sünnet rekâtlarını edâ etmedi mi?» diye buyurdu.
îmam Ahmed ve Bezzar, Talha (Radıyallâhû anh) ‘dan rivâyetlerine göre, Resûlullah (Sallallâhû Aleyhi ve Sellem)
«Allah katında teşbihinden, tekbirinden, tehlilinden Ötürü; İslamiyet dini içinde ihtiyarlayan kişiden daha üstün yoktur» diye buyurdu.
Ebû Nuaym’in, Said bin Cübeyr {Radıyallahû anh) ‘den rivâyetine göre şöyle demiştir:
«Farzları yapmak, namazları kılmak ve Allah’ın nasip ettiği yapmak üzere müslümanın her bir gün yaşaması onun için ganimettir.» [1]
[1] İmam Celaleddin Es-Suyuti, Kabir Alemi, Kahraman Yayınları: 21-22.
.
HARAM
HARAM MALDAN İKRAM
HARAM PARA İLE TAHSİL
HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?
HARAM
Kelime anlamı, hürmet gösterilen, dokunulmayan, saygın demektir. Terim olarak; farzın tam zıddıdır, yani Allah`ın, ya kendi sözüyle, ya da Elçisinin sözüyle yapılmamasını kesinkes istediği şeylerdir. Ancak haram herkes için haramdır. Geri kalan yönleri ise aynen farz gibidir. Meselâ kabullenmeyen kâfir olur.
HARAM MALDAN İKRAM
Malına herhangi bir yolla haram karıştığı bilinen birisinin ikramını, ya da hediyesini kabul etmek için bakılır, eğer malının veya kazancının çoğu haramdan değilse alınır ve yenilir. Bu durumda ikram ettiği şeyin haramdan olduğu bilinse, malının çoğu helâldan olsa dahi kabul edilemez, yenemez. Aksine, malının çoğu haramdan olsa ve fakat ikram ettiği şeyin helâldan olduğu bilinse, ya da ikram eden öyle olduğunu söylese alınır ve yenilir.(Hindiyye, V/342; Kâdihan, NI/400-402). Faizle para kazanan için de durum aynıdır.(Hindiyye, V/343) Helâl kazancı daha çoksa ikramı alınır, değilse alınmaz. Durumu bilinmiyorsa, bir mü`min ancak helâl yolla kazanır diye hüsn-i zan edilir ve yine kabul edilir.
HARAM PARA İLE TAHSİL
Diploma belli bir ilmi ya da meslegi öğrenmiş olmanın belgesidir. Ehil olma açısından hakederek alınmış olduktan sonra, haramla beslenerek alınmış olsa bile onu kullanmamak, bildiklerini unutmakla eş anlamlıdır. Bu olmayacağına göre, söz konusu diplomadan yararlanmamak da olmaz. Ama ne var ki, haram yapacağı tahribatı yapar. Içe doğru olan duyuların, alıcıların (letaif) paslanıp körelmesine vereceği zarardan da geri durmaz. Bunun için de ondan sakınarak çok tevbe edip bağışlanma dilemek gerekir. Işi daha sağlama bağlamak isteyenler için, (Allah`u a`lem) bir de yediği paraya karışan faiz (haram) miktarını hesap ederek eline para geçtikçe, ne olduğunu söylemeden halka yönelik meşru hizmetlere (çünkü faiz bütün bir milletten sömürülmektedir) vermek iyi olur bu konuda fıkıhçılarımız şöyle açıklamalarda bulunmuşlardır: “Birisine bir hediye ya da ziyafet verenin, malının çoğu haramdan ise alanın kabul etmemesi ve yememesi gekerir. Ama ona verdiği kısmı, miras ve karz gibi helâl yoldan edindiği bir malından ise onu almasında ya da yemesinde mahzur yoktur. Malının çoğu helâl olan ise almasında ve yemesinde zaten mahzur yoktur. Yeter ki bizzat verdiği kısmın haramdan olduğunu biliyor olmasın. O takdirde onu da alamaz ve yiyemez. Böyle olmadıkça yer çünkü az da olsa malına haram bulaşmayan insan (özellikle de günümüzde) yoktur.”(Hâniyye (Hindiyye kenarında), NI/400; Hindiyye; V/343)”Böyle bir durumda hediyesi ya da ziyafeti kabul edilmeyecek olan kişi kırılacaksa, hediye ya da ziyafet verilen yiyeceğinin tutarı (Bezzâziye, VI/360) kadar bir hediyeyi ona götürür ve adeta kendi malından yemiş olur.”
HARAM VE TEMİZ OLMAYAN BİR İLACI TEDAVİDE KULLANMAK CAİZ MİDİR?
İslam dini sağlığa büyük ihtimam gösterip hasta olmamak için tedbir almamızı emrettiği gibi, hastalık olduktan sonra tedaviyi de emretmiştir. Ancak varsa tahir bir ilaç kullanmak gerekir. Necis veya müteneccisi kullanmak caiz değildir. Remli ve Şirazı: Temiz bir ilaç bulunmadığı takdirde müslüman bir doktorun tavsiyesine binaen necis veya mütenecis bir ilacı tedavide kullanmakta beis yoktur, diyorlar. Bir hastalık için, “İçkiden başka ilaç bulunmazsa içilmesi caizdir” diyen olduğu gibi “caiz değildir” diyen de olmuştur. Yalnız Şafi`i mezhebine göre, ilaca maslahata binaen müteneccis bir şey katmakta beis yoktur. Binaenaleyh çeşitli hastalıklara yarayan ve içinde alkol bulunan şurubu ( başka bir ilacın bulunmaması şartıyla) içmek caizdir.
Alıntı Fıkıh Ansiklopedisi
.
DİNDE ZORLAMA VAR MIDIR?
İmam fiili değil, kalbi bir iştir. Yani kalb ile Allah`a ve ondan gelene inanıp tasdik etmektedir. Binaenaleyh bir kimse kalbiyle tasdik etmedenhayatı boyunca inananlar gibi kelime-i şehadeti getirip Allah`akulluk ederse mü`min sayılmaz.
Bu itibarla müslüman olmayanları zorla İslama getirmek için çalışmak fayda vermeyeceği gibi nifakın ve iki yüzlülüğün çoğalmasına sebeb olacağından fayda yerine zarar verecektir.
Ensar`dan, Huseyn`in hıristiyan iki oğlu vardı. Bir türlümüslüman olmadılar, bunun üzerine Huseyn nasıl benim bir parçam Cehennemde yansın deyip onları zorla müslümanlaştırmak istedi, bu vesile ile “dinde zorlama yoktur” mealıkindeki ayet-i celile nazil oldu.
Tarih boyunca müslümanlar, zimmilerin (İslam hakimiyeti altında yaşayan gayr-i müslimler) namus, can ve mallarını muhafaza etmişler ve onlara dokunmamışlardır. Onları inanç ve ibadetlerinde serbest bırakmışlardır. Tabii ki kanun dışı ferdi olaylar müstesnadır. Yalnız İslam dinini kabul eden kimse dinin icabı yerine getirmeğe mecburdur ve bunun için dinen zor kullanılır. Mesela namaz kılmayan kimsenin –Şafii`i mezhebine göre tevbe etmezse- cezası idamdır. Hanefi mezhebine göre hapistir. Oruç tutmayan kimse her iki mezhebe göre hapsedilir. İçki içen kimseye ceza olarak seksen değnek vurulur, görüldüğü gibi İslama göre İslamiyet dairesine girmeden evvel zora baş vurulmaz. Fakat İslamiyeti kabul ettikten sonra İslam`ın icabını yerine getirmek için zor kullanılır.
Alıntı – Fıkıh Ansiklopedisi
.
AMEL DEFTERİ
Insanın dünya hayatında yaptığı iyi ve kötü bütün işlerin sözlerin kayıt edildiği defter. Bu defter sesli bir film misali insanın her türlü hâl ve hareketini, konuşmalarını zapt eden bir defterdir. Bu kayıt ve zabıtlarla insan ahirette hesaba çekilecek, bu defter insanın leh veya aleyhinde bir şahid olacaktır. Kur`an`da “kitab” olarak zikredilmektedir .
Dünya hayatında devamlı olarak insanla beraber bulunan ve onun yaptıklarını kaydeden melekler vardır. Kur`an-ı Kerîm bu melekler hakkında şöyle buyurur:
“…Halbuki üzerinizde gözetleyici melekler var, şerefli yazıcı (melekler). Her ne yaparsanız bilirler” (el-Infitâr, 82/10-12). “O, (Insan) her ne söz söylerse muhakkak yanında hazır bir gözcü vardır” (Kaf, 50/18).
Amel defterine insanın yaptıklarını yazan meleklere Hafaza* (Hâfıza) melekleri veya Kirâmen Kâtibîn * (Şerefli Yazıcılar) yahut “Rakîb Atîd” denmiştir.
Her insana, kendi amel defteri, Ahiret gününde verilecek ve insan kendi yaptıklarını orada bizzat görüp okuyacaktır. Defterleri sağ tarafından verilen kimseler Cennetlik bahtiyarlar, sol tarafından veya arkasından verilen kimseler ise Cehennemlik bedbahtlar olacaklardır. Bahtiyarların hesabı ya çok basit geçecek veya onlar hiç hesaba çekilmeyecek; bedbahtlar ise çok çetin bir hesapla karşılaşacaklardır. Kur`an-ı Kerîm bu hususta da şöyle buyurur:
“….Işte o vakit kitabı (amel defteri sağ eline verilmiş olan kimse der ki: Gelin kitabımı okuyun. Çünkü ben hesabıma ulaşacağımı (hesaba çekileceğimi) zannetmiştim!. Artık o hoşnut bir hayatta yüksek bir Cennet`tedir ” (el-Hâkka, 69/19-22). “Kitabı sol eline verilmiş olan ise, der ki: Eyvah, keşke kitabım bana verilmeseydi… Hesabının da ne olduğunu bilmeseydim!… Tutun onu hemen bağlayın onu, sonraCehennem`e atın onu…”(el-Hâkka, 69/25-27, 30-31).
Insan, kendi amel defterinde hayatının bütün teferruatını görünce hayret edecek ve Kur`an`ın tabiriyle şöyle diyecek “Eyvah bize, bu deftere ne olmuş, küçük büyük bırakmayıp hepsini toplamış… ” (el-Kehf, 18/49).
Amel defteri insanın dünya hayatındaki kendi yaptıkları ameller doğrultusunda doldurulduğuna, insan da iradeye sahip olduğuna göre amel defterının iyi veya kötü şeyleri ihtiva etmesinde insanın kendisi etkilidir. “Iman edecek salih amel işleyenlerin amelleri zâyi` olmaz. Biz onu yazmaktayız. ” (el-Enbiyâ, 21/94). Bu hususta başkasını suçlamasına mahâl yoktur. Arzu edilir ki o defter yüz ağartıcı sahifelerle dolu olsun. Yüzümüzün akı olacak salih ameller, o defteri süsleyecek olanlardır. Bu da ancak Allah`ın dinini yeryüzünde hakim kılmak, bu dini yaşamak ve Allah Resulu`nün gösterdiği yoldan gitmekle elde edilir.
CÖMERTLİK
Cömert; Eli açık, ikramcı,keremsahibi.
Cömertlik; Sehâvet, İkram,ihsan ve yardım alışkanlığı.
Cömertlik; insanın, sahip olduğu imkânlardan, muhtaçlara meşrû ölçüler dahilinde, ve Allah rızasından başka hiç bir gaye gütmeden, ihsan ve yardımda bulunmasını sağlayan üstün bir ahlâk kuralıdır.
Cömertlik, ruhun bir melekesidir. İnsanları, muhtaç olanlara vermeye, ihsanda bulunmaya sevkeder. Bu melekeye sahip olan kişi, ferdî ve ictimaî alanda lüzumlu olan her şeye yardım eder. Hiç bir kimsenin zorlaması olmadan ihsanda bulunmayı can ve gönülden ister. “Rızkı veren Allah`tır.” (Neml, 27/64; Zâriyât, 51/58) düşüncesi ile hareket ettiklerinden kalpleri de temiz ve zengindir. (Leyl, 92/17-20). Kendi varlıklarıyla, her ne suretle olursa olsun başkalarına faydalı olmaya çalışırlar. Allah Teâlâ`nın kendilerine fazl ve kereminden verdiğine ve bunlarda da muhtaçların hakkı olduğuna (Hüd, 11/6) inanırlar. Cömertliği kul hakkının temeli sayarlar. Kendi haklarını affederler. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeden başkasının ihtiyaçlarını gidermeye çalışırlar. Hatta zarurî ihtiyacı olan bir şeyi, başka birine vermeyi tercih ederler.
Cömertlik vasf`ının elde edilebilmesi için; yardımın gönüllü olarak yapılması (Haşr, 59/5; Hadid, 57/11-18; Maide, 5/13); karşılığında hizmet, övgü, mükâfaat beklenilmemesi (İnsan, 76/8-l0); yardım edileni rencide edebilecek davranışlardan kaçınılması (Bakara, 2/263-264); yapılan yardımın sahibi katında üstün bir değeri olması (Âli İmrân, 3/92) şarttır.
Sıralanan şartlar altında, İslam âlimleri cömertliği şöyle derecelendirirler:
Sehâvet: Malının bir kısmını dağıtarak yapılan cömertlik. Bu, cömertliğin asgarî derecesi olarak kabul edilir. Zekât vermek gibi.
Cûd: Malının çoğunu dağıtıp, geriye azını bırakarak yapılan cömertlik. Hz. Ebû Bekir`in çoğu zaman cihat için yaptığı yardım gibi.
Îsâr: Kendi için gerekli olan bir şeyi, zarar ve sıkıntılara katlanarak kendisi kullanma yerine, başkalarının istifadesine sunmak sureti ile yapılan cömertlik. Bunun Asr-ı Saadet`teki misâli; Medineli müslümanların (Ensar), Mekkeli Muhacirleri şehirlerine davet edip onları her şeylerine ortak ederek Allah Teâlâ`nın takdirini kazanmalarıdır. (bk. Haşr, 59/5) Bir başka örnek de Hz. Ebû Bekir`in Hicret esnasında mağarada hayatını tehlikeye atarak canını, sevdiği Hz. Peygamber için feda etmesidir. (Tevbe, 9/40)
Kur`an-ı Kerîm`de cömertlik, cihat ile aynı seviyede tutulmakta; Allah`ın insanlara verdiği rızıktan diğer kulların da yararlandırılması istenmektedir. (Bakara, 2/254). Cömertliğin, kıyamet gününde insanı her türlü sıkıntı, elem ve kederden kurtarmaya vesile olacağı bildirilmektedir. (Bakara, 2/222). Bazı ayetlerde cömertlik alışverişe benzetilmekte; Allah Teâlâ`ya verilen bir borç olarak temsil edilmektedir. (Bakara, 2/244; Maide, 5/13; Hadid, 57/11).
Kalpler cömertlik sayesinde temizlenir. (Leyl, 92/17-20). Çünkü, küfür ve nifaktan sonra kalbi karartan âmillerden biri de, aşırı mal sevgisi ve servete bağlılık arzusudur. Nitekim Kur`an-ı Kerîm`de; “Serveti de düşkünce seviyorsunuz. ” (Fecr, 89/20) buyurulur. İşte bu sevgi ile insan, “Ben bu malı sarfedersem bana bir şey kalmaz” korkusuna düşer ve hemen şeytan harekete geçer: “Şeytan sizi fakirlikle korkutur, size cimriliği emreder. ” (Bakara, 2/268) Oysa ki Allah Teâlâ`nın bildirdiğine göre:
“Mal ve servet insan için bir imtihandır.” (Zümer, 39/49-52) Bu imtihandan başarılı çıkmanın yolu da cömertliktir. (Tegabün, 64/15-17).
İnsanların cömertlikten kaçmasının sebepleri başında: “Benim olan varlığı başkalarına niçin vereyim?” duygusu ile, “Başkalarına verirsem, benim varlığım azalır ve zaruret zamanında zahmete düşerim” düşüncesi gelir. İslam dini ise bu duygu ve düşünceyi kökünden kaldırmıştır. İslâm`a göre mal ve servet herhangi bir şahsın inhisarı altında değildir. Mal ve servet yalnız Allah Teâlâ`nındır. Her şeyin gerçek Mâlik`i O`dur. (Âli İmrân, 3/179; Hadîd, 57/10) Kur`an-ı Kerîm`de bu durum yirmiyi aşkın ayette vurgulanmaktadır. Mülk Allah Teâlâ`nın olduğuna göre, tabiî olarak sahibinin yolunda sarfedilmesi, inanan için en makûl bir hadise olarak değerlendirilir. Mümindeki cömertlik duygusu da bu düşünceden kaynaklanır. Hz. Peygamber, şöyle buyurur:
“Cömert kişi, Allah`a yakın, Cennet`e yakın, insanlara yakın ve Cehennem ateşinden uzaktır. Hasis insan, Allah`tan uzak,Cennet`ten uzak ve Cehennem ateşine yakındır. Cömert cahil, ibadet eden cimriden Allah`a daha sevimlidir” (Tirmizî, Birr, 40) “Gıbta edilecek kişilerden biri de cömertlerdir” (Buhârî, Temennâ, 5; Tevhid, 45). Peygamberimiz, insanlara dünyada yaşadıkları sürece cömert olmalarını, işi öldükten sonraya bırakmamalarını tavsiye eder: “Sadakanın en iyisi bizzat kendisinin vereceği sadakadır. Sadaka sağ iken, malınız elinizde iken, istediğiniz kimseye istediğiniz kadar verdiğinizdir. Yoksa can boğaza geldikten sonra geç kalmış olursunuz. Sizden sonrakiler istediklerini yapar. ” (Buhârî, Vesâya, 14).
Abdullah b. Abbâs, Hz. Peygamber`in cömertliğini şöyle anlatır: “Allah`ın Rasûlü, insanların en cömerdi ve en iyilik severi idi. Ramazan`da Cebrâil ile beraber bulunduğu zamanlarda her şeyini verirdi.” Cebrâil, her Ramazan gecesi Rasûlullah`ın yanına gelir, ona Kur`an öğretirdi. Cebrâil şöyle derdi: “Allah`ın Râsulü bereket getiren rüzgârlardan daha cömerttir” (Müslim, Fezâil, 12, 2308).
Câbir b. Abdullah şöyle derdi:
“Rasûlullah (s.a.s.) kendisinden herhangi bir şey istendiğinde, asla, “hayır” dememiştir.” (Y. Kandehlevî, Hayâtü`s-Sahâbe, III, 1181).
Hz. Ali`den şöyle rivayet edilmiştir: “Rasûlullah`dan bir şey istendiği zaman, eğer bu isteği yerine getirmek isterse, “peki” derdi. Yapmak istemediği zaman da susardı. Hiç bir şey için “hayır” dememiştir” (Y. Kandehlevî, aynı yer).
“Öyle zamanlar yaşadık ki, aramızdan hiç biri, müslümankardeşinden daha çok altın ve gümüşe sahip olmayı düşünmedi…” diyen Abdullah b. Ömer (r.a.)`ın sözü, bize, ashabın cömertlik ve isâr konusunda nasıl davrandığını göstermektedir. Şu halde, sonradan pişmanlık duymamak için,müslümanın cömert davranarak Allah Teâlâ`nın kendisine ihsan ettiği malını sağlığında Allah yolunda ve O`nun rızasına uygun bir biçimde harcaması gerekir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor: “Sizden birinize ölüm (alâmetleri) gelip de: “-Ey Rabbim, beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de, sadaka versem ve salihlerden olsam” demeden önce size, rızık olarak verdiğimiz şeylerden (Allah yolunda) harcayın.” (Münâfikûn, 63/10).
Gazzali der ki: “Malı olmayan kişide hırs değil kanaat olmalıdır. Malı olan kişide ise cimrilik değil cömertlik olmalıdır.”
.
CUMA KILINIP KILINMAMASINDA SONUÇ
Cuma meseleşinin sâdece bir noktası üzerinde durduğumuz bu araştırmamızda vardığımız sonucu ve tercihimizi şöyle özetleyebiliriz:
1. Cuma, kılma imkânı bulunulan her yerde mutlaka kılınması gereken “şiar” bir ibadettir.
2. Cuma kılmama fikrini yaymaya çalışanların tutundukları deliller çeliskili ve zayıftır. Bu fikri benimseyenler iyi niyetli de olsalar, başlattıkları hareket yanlış, tehlikeli, gençleri camiden koparıp kahveye alıştıran ve birlik bozucu bir harekettir.
3. Münferit hadiseler dışında cumanın tarih boyunca kılınmadığı hiç olmamıştır.
4. Resulullah`ın hadisleriyle kendilerine cumanın farz olmadığı bildirilen zümreler içerisinde, sultanı bulunmayan diye bir zümre yoktur.
5. Cuma kılmayanları acı azap ve cezalarla tekdîr eden hadisi şerifler mutlaktır.
6. Aksi fikirde olanların tutundukları hadis, hem kendi içinde, hem de bu fikirle çelişki halindedir. Senedi dolayısıyla zayıftır. Ayrıca “ibaresi” ile cumanın “imamı” yokken kılınmayacağı değil, terkedilmesinin tehlikesini anlatmaktadır.
7. Cumayı emreden âyet “ibaresi” ile cumanın mutlak anlamda kılınmasına çağırmakta, söz konusu hadiste ise “işaretiyle” imamdan söz edilmektedir. “Ibare” ile “Işaret”in tearuzunda “ibare”nin dediğine itibar edileceği, bilinen önemli bir usûl kaidesidir.
8. Türkiye`den başka hiç bir ülkede böyle bir fikir ortaya atılmamış ve böyle bir yönteme başvurulmamıştır.
9. Bu konuda söyleneceklerin tamamına yakın bir çoğunluğu, onlarca sahih nassın karşısındaki zayıf bir nassa dayanan ictihatlar üzerinde, nas gibi görülerek yapılmış spekülasyonlardır.
10. Cumanın özellikleri konusunda müstakil kitap yazan ve cumanın özelliğinden sözeden Suyûtî, böyle bir özellikten bahsetmemiştir.
11. Dolayısı ile cumanın farzıyeti, mükelleflerin üzerinden hiçbir zaman kalkmaz. Bu konuda sultanı şart koşmayanların görüşü ile amel etmek gerekir. Sonra mademki, cuma bir devlet namazıdır, devletin mezhebi olmayacağına göre, bu mezhepte israr etmenin anlamı yoktur.
12. Sözkonusu hadisde “Imâmı olmayan cuma kılmasın” denmiyor. Bu şart ifadenin mefhumu muhalifinden çıkarılıyor. Halbuki Hanefiler “mefhum-u muhalife” itibar etmemektedir.
13. Hanefiler bu hükme illet olarak, hep cuma ve bayram namazlarının kalabalık olacağını, sultanın bulunmaması halinde münazaa çıkabileceğini göstermişlerdir. Illetin bulunmayacağı yerde malûlün dahi olmayacağı, dolayısı ile münazaa ihtimalinin herhangi bir yolla ortadan kaldırılması halinde, sultana da ihtiyaç kalmayacağı açıktır.
.
CUMA GÜNÜ CEMAATLE ÖĞLE NAMAZI KILMAK
Herhangi bir sebeple cumaya gidemeyenler öğlenamazını cemaatle kılamazlar mı? Bu olmazsa kıldığımızı kaza mı etmeliyiz?
Cuma günü herhangi bir özrü sebebiyle cumaya gidemeyenler, şehirlerde ve şehirlerdeki hapishanelerde, gerek cuma namazı kılındıktan sonra, gerek önce, öğle namazını cemaatle kılamazlar. Çünkü bundacuma cemaatini bölme anlamı vardır. (Merginânî, el-Hidaye I/84)
Zira bazılarına göre cuma, bir şehirde bir yerde sahih olur. Ama tercih edilen görüşe göre (ki, Imam Serahsî`nin görüşüdür) bir şehirde birden çok yerde de cuma namazı sahih olur. Buna göre de öğle namazının cemaatle kılınamamasının izahı şudur:
Herhangi bir camide kılınan cumayı kaçıran, muhtemeldir ki, öbür camilerden birine yetişebilir. Binaenaleyh, öğleyi cemaatle kılmamalıdır. Çünkü birisi cumaya gitmemekte mazur olabilir ama, öğleyi cemaatle kıldırırsa kendisine uyacak olanları da muhtemelen yetişebilecekleri bir cumadan alıkoymuş olur. (Ibn Hümam, Fethu`l-Kadir, N/65 )
.
Siz Cuma’yı Bilir misiniz?
FAKİH Anlatıyor:
-Babam bana şöyle anlattı:
-Salih Meri, cuma gecesi,cuma namazını kılmak üzere mescide gitmek için yola çıktı. Kabristana uğradı. Kendi kendine şöyle dedi:
-Tan yeri ağarıncaya kadar kalayım.
Kabristanın içine girdi. İki rekat namaz kıldı. Bir kabre dayandı. Gözlerine uyku geldi. Şöyle bir rüya gördü: Kabirde yatanlar kabirlerinden çıkmışlar, halka halka olup oturmuş, konuşuyorlar.
Bir de baktı ki,onlardan ayrı, kirli elbiseli bir genç, bir köşede, üzüntülü bir halde oturuyor. Onu yanlarına oturtmuyorlar. Oradakilerin hepsine tepsi tepsi, üzeri mendillerle örtülü hediyeler gelip dağıldı. Herkes kendi tabağını aldı; sonra kabrine girdi. En sonuna bu genç kaldı.
O da üzüntülü bir halde, kalktı; kabre girmek istedi. Hemen ona sordum:
-Hey Allah’ın kulu, sende gördüğüm bu üzüntü neden? Sonra gördüğüm bu hal nedir?
Bana şöyle dedi:
- Ey Salih Meri, sen o tepsileri gördün mü?
- Evet, gördüm, deyince şöyle anlattı:
- O tabaklar, hayattakilerin ölülerine hediyeleridir. Onların adına verdikleri sadaka, yaptıkları dua, cuma geceleri onlara gelir.
Daha sonra şöyle dedi:
- Ben, Sindli biriyim. Anam hacca gitmek istedi; beraber yola çıktık. Basra’ya gelince öldüm. Bundan sonra anam evlendi. Kendisinin bir oğlu olduğunu ve öldüğünü kocasına anlatmadı. Dünyaya daldı. Ne bir işaretle ne de bir sözle beni andılar.
Ölümümden sonra beni hatırlayan kimse olmayınca üzülmek bana haktır.
Sordum:
-Senin ananın evi nerede?
Onun yerini bana anlattı.
Sabah oldu Namazımı kıldım. Sonra gittim. O kadının evini sordum, buldum.
Yanına gittim,izin istedim. Kendimi ona tanıttım, kapıdan:
-Ben Salih Meri’yim, dedim. İzin verdi, içeri girdim.
Şöyle dedim:
-Benim söyleyeceğim söz, senin söyleyeceğin söz hiç kimse tarafından duyulmamalıdır. Böyle istiyorum.
Ona yaklaştım, aramızda bir perde kaldı.
Şöyle sordum:
-Sana Allah’tan rahmet dilerim, çocuğun varmı?
-Yoktur.
Tekrar sordum:
-Daha önce bir çocuğun olmuş muydu?
Derin bir nefes aldı, sonra şöyle dedi:
-Benim bir genç oğlum vardı, öldü.
Bunun üzerine durumu ona anlattım. Ağlamaya başladı.
Sonra şöyle dedi:
-Ey Salih! O benim ciğerparem, kalbim idi. İçim onun yuvası olmuştu. Göğüslerimden ona süt içirdim. Kucağım onun sığınağı idi.
Daha sonra çıkardı bana bin dirhem verdi. Ve şöyle dedi:
-O sevdiğim göz nurum için bunları dağıt. Kalan ömrümde onu duadan unutmayacağım. Onun için sadaka vereceğim.
Gittim, o bin dirhemi dağıttım.
Ertesi cuma geldi. Cumaya gitmeyi istedim. Yine kabristana uğradım.İki rekat namaz kıldım, sonra bir kabre dayandım. Yine dalmışım. Baktım ki, bir cemaat yine çıkmış. Bu arada o genci gördüm. Üzerinde beyaz bir elbise vardı. Sevinçli ve mesrurdu.
-Ey Salih! Allah bizim için seni mükafatlandırsın. Gönderdiğiniz hediye bize geldi.
Ona dedim ki:
-Siz kabirdekiler cumayı bilir misiniz?
Şöyle anlattı:
-Evet biliriz. Havadaki kuşlar bile onu bilir. Cuma günü için birbirlerine şöyle derler:
-Bu faziletli gün için, selam,selam…
.
Namazın Önemi, Namaz Kılmamanın Ahiretteki Cezaları
Sizi cehenneme sürükleyen sebep nedir? Derler ki: ‘Biz namazkılanlardan değildik’” Müddessir/42
Namaz..Namaz..Namaz..
“Sonra onların arkasından namazı savsaklayan ve nefislerinin azgın arzularına uyan bir nesil geldi Onlar ileride cehennemin en derin yerini boylayacaklar” Meryem/59 (İbn’i Mesud Tefsirinde:Namazı büsbütün terk ettiler değil, vaktinde kılmadılar buyurulmuştur)
“Kıldıkları namazın önemini kavramadan namaz kılanların vay haline” Mâun/4-5 (Efendimiz SAV burada namazı vaktinde kılmayanların kastedildiğini bildirmiştir)
“Namazlarında hataya düşen, kıldıkları namaza önem vermeyen namaz kılanların vay haline” Ayeti Celilesindeki veyl’in(vay haline) kelime manası ağır azab olmakla beraber, cehennemdeki içinden dünya dağları geçirilse dağları eritecek “veyl vadisi’de” olabileceği bildirilmiştir
“Kul ile küfür arasında namazı terk etmek vardır” Hadis’i Şerif (Ahmed İbn’i Hanbel)
“Kul ile küfür arasında sadece namaz kılmamak vardır” Hadis’i Şerif (Ebu Davud, Nesei)
°“Kul ile şirk arasında sadece namaz kılmamak vardır” Hadis’i Şerif (Tirmizi)
°“İslâm’ın özü, dinin temeli üçtür, İslâm bunlara dayanır. Bunlardan herhangi birine yüz çeviren kimse o yüzden kafir olur, kanı helâldir1) Allah’tan CC başka ilah yoktur (LAİLAHEİLLALLAH) 2)Farz namazlar 3)Ramazan orucu ” Hadis’i Şerif (Tirmizi)
“Namaz kılmayanın İslâm’dan payı yoktur, namaz kılmayanın dini yoktur” Hadis’i Şerif (Taberani)
“Mazeretsiz ve kasden namaz kılmayanın adını Allah CC cehenneme gireceklerden biri olarak cehennemin kapısına yazar” Hadis’i Şerif (Ebû Nuaym)
“Allah CC İslâm’da dört şeyi farz kılmıştır: Hepsini bir arada yerine getirmeyenin üçünü işlemiş olması kendisine hiçbir fayda sağlamaz” (Bunlar: Namaz,Zekat,Oruç,Hac) Hadis’i Şerif (Ahmed İbn’i Hanbel)
“Hiçbir mazereti olmaksızın ve kasden namaz kılmayanın Allah CC bütün iyi amellerini siler, tevbe edip yeniden Allah’a dönünceye kadar onunla hiçbir ilgisi kalmaz” Hadis’i Şerif (İsfahani)
“Hiçbir mazereti olmaksızın ikindi namazını kılmayıp kaçıranların bütün iyi amelleri silinir” Hadis’i Şerif (Ahmed İbn’i Hanbel)
Kıyamet günü kulun ilk hesap konusu ve ilk gözden geçirilecek amel hanesi namazdır Bu konudaki hesaplaşma iyi geçerse kul kurtulur, bozuk geçtiği taktirde ise aldanmış ve hüsrana uğramış olur Hadis’i Şerif (Taberani)
“Allah’tan CC başka hiçbir ilah olmadığına ve Muhammed ‘in (SAV) O’nun Rasûlü olduğuna şehadet edinceye kadar ve beş vakit namazı hakkıyla kılıp, zekatlarını verinceye kadar, insanlarla savaşmakla emrolundum” Hadis’i Şerif (Buhari,Müslim,Darimi,İbn’i Mâce, Ebû Davud, Nesei)
Kıyamet gününde insanın ilk hasmı rükû ve sücûdu (secdesi) tamamlanmayan namazdır (Beni zayi ettiğin gibi Allah’da seni zayi etsin der (İmam-ı Gazali) – Efendimiz (SAV) namazı hızlı kılan bir kişiye “sen namaz kılmadın tekrar kıl” buyurmuştur
Kişinin kıldığı namazdan kendisine kârı dokunan ancak akıl erdirerek kıldığı kısımdır (Yani aklı başka yerde iken kıldığı namazın kendisine kârı dokunmaz) (İmam-ı Gazali)
Kur’an-ı Kerim tefsirinde (Ruhül Furkan) bir vakit namazı özürsüz kazaya (özür: ölü,deli yada kılıç kılıca harb esnasında olmak vs gibi) bırakmanın cezasının, 80 sene cehennem ateşi olduğu beyan edilmiştir (Hadis Şerif’de geçmektedir)
Nice namaz kılanlar var ki, onların namazdan nasibi, yorgunluk ve zahmetten başka bir şey değildir. Hadis’i Şerif (Nesei, Ebu Hûreyre) °“Namaza önem vermeyenlerin kıyamet günü Karun, Firavun, Haman ve Übey İbni Halef’e arkadaş olacakları hadis şerifle bildirilmiştir” (Ahmed İbni Hanbel, Taberani ve İbn’i Hıbban Rivayetinde)
°Bütün farzlar Cebrail AS aracılığıyla Peygamber Efendimize (SAV) bildirilmiştir Ancak “namaz” Allah’u Teâlâ CC tarafından (Mirac’da) aracısız olarak verilmiştir. Bu da namaz’ın önemini anlatmaya kâfidir
°Peygamber Efendimiz SAV buyurdular ki; namaz’ı savsaklayanlara Allah’u Teâlâ CC dünyada, ölürken, kabirde ve ahirette olmak üzere 15 ceza verir Dünyada:Ömrünün bereketi kaldırılır, yüzünden iyiler siması silinir, Allah CC hiçbir iyiliğine sevap vermez, duaları kabul olmaz, iyilerin dualarında payı bulunmaz Ölürken: Zelil, kötü, çirkin can verir, aç olarak can verir, bütün dünya denizleri gırtlaklarına akıtılsa kanmayacak şekilde susuzluk çeke çeke ölür. (Ölüm acısının bir damlası, dağlara damlatılsa dağlar dayanamaz erirdi) Kabirde:Kabir onu sıkar, kemikleri birbirine geçer, kabri ateşle doldurulur (gece gündüz onu yakar), Allah CC Şuca isimli dehşetli çok büyük bir yılan gönderir, Hergün her namaz vaktinde onu sokar bir an bırakmaz (Efendimiz (SAV) “kabirden korkunç bir manzara görmedim” buyurdu) Ahirette:Cehenneme sürükleyen azab melekleri yanından ayrılmaz, Allah CC onu kızgın olarak karşılar, hesabı çetin olup cehenneme atılır. (Cehennemdeki en hafif azap ayak çukuruna konulan bir ateş parçasının beynini fokur fokur kaynatmasıdır. Cehennemlikler çok çirkindir alt dudakları göğsüne sarkmış, üst dudakları yüzünü kaplamış olduğu halde sadece bir dişi (azabı daha iyi tatmaları için) Uhûd dağı büyüklüğündedir Cehennemlikler dünyadaki ateşi görseler, ferahlanmak için, içine dalarlardı «İhya-u Ulumiddin»)
°Kıyamet günü adamın biri getirilerek Allah’ın CC huzuruna dikilir ve Allah CC onun cehenneme götürülmesini emreder Adam:”Ya Rabbi beni ne yüzden cehenneme yolluyorsun?” deyince Yüce Allah CC ona:”Namazı vaktinde kılmadığın ve adıma yalan yere yemin ettiğin için” diye buyurur Hadis’i Şerif (İbn’i Abbas’dan rivayet)
°Mezheplere göre namaz
Hanefi Mezhebi:Namaz kılmayan, kan çıkıncaya kadar dövülür ve namaza dönünceye kadar hapsedilir.
Şafii Mezhebi: Mürted(dinden çıkmış) olmaz ise’de cezası idamdır.
Maliki Mezhebi:Şafii mezhebiyle hükmü aynıdır.
Hanbeli Mezhebi:Bir namazı özürsüz kılmayan, mürted gibi idam edilir. Yıkanmaz, kefenlenmez ve namazı kılınmaz, Müslüman mezarlığına gömülmez ve mezarı belli edilmez. Dağda bir çukura konulur
°İmansız ölenin yerinin ebedi cehennem olduğu Ayet’i Kerime ile sabittir. İman’ın en büyük âlâmeti namazdır. Bazı alimlere göre namazı terk eden kişinin son nefeste imanını kurtarması zordur. (her halde Allah’ın CC dilediği olur)
°Sur ‘a ikinci kez üflenip insanlar mahşer yerine geldiğinde, güneş 2 mızrak boyu (başka rivayette 1 mızrak boyu) yaklaştırılmış olduğu halde 50000 senelik(Ahiret senesi) bir bekleyiş vardır. Beyinlerin kaynayacağı, açlıktan boyunların kopacağı midelerin yanacağı bu günde, insanlar öyle terleyecek ki bu ter 70 arşın yerin dibine gidecek sonra insanların seyyiatına göre kimisinin kulak memesine kimisinin çenesine kadar çıkacaktır orada terlemek istemeyenlerin bu terlerini dünyada iken namaz, oruç, zekat, cihad ve amellerle atmaları gerektiğini bildirmiştir. İmam-ı Gazali (RA)
°Allah’ın CCRızasını, kazanmak isteyen, yüzünün nurlanmasını ve güzelleşmesini isteyen ve daha bir çok faydalar isteyen Teheccüd (gece namazı)kılsın
°Üç şey dinden çıkartır, iman ve nikah tazelemesi gerektirir
1)İstihlâl:Harama helal demek
2)İstihza:İslâm’ın Farz, vacip, sünnet, müstehap ve edeplerinden biriyle ALAY ETMEK
3)İstihfâfini herhangi meseleyi hafife almak Küfre düşen kişinin ise 50 sene namaz kılmış olsa farz namazlarını, Hacc’ını vs iade etmesi gerekmektedir
İki şeyde şaka yoktur 1)Dinde 2)Nikâh’ta (Hanımına şaka dahi olsa “boş ol” dememesi gerekir)
Namazı savsaklayanlara Allah, beşi dünyada, üçü ölürken, üçü kabirde ve üçü de kabirden çıkarken olmak üzere on beş çeşit ceza verir.
Dünyadakiler şunlardır:
1- Ömrünün bereketi kaldırılır
2- Yüzünden “iyiler” siması silinir
3- Allah hiç bir amelinin mükafatını vermez
4- Duası göğe yücelmez
5- İyilerin duasında payı bulunmaz
Ölürken çekilen cezalar şunlardır:
1- Boynu bükük ölür
2- Aç olarak can verir
3- Bütün dünya denizleri gırtlağına akıtılsa kanmayacak şekilde
susuzluk çeke çeke ölür
Kabirde başına gelenler şunlardır:
1- Kaburgaları birbirine geçecek şekilde sıkışır
2- Kabrinde üzerine ateş yakılır ve sabah-akşam bu ateşin üzerinde dağlanır
3- Kabirde üzerine “Sucaul Akra” adında gözleri ateş ve tırnakları demirden olan bir yılan salınır
Yeniden dirilip kabrinden çıktığında Kıyamet durağında ise başına gelenler şunlardır:
1- Ağır hesaplaşma
2- RABBİN gazabı
3- Cehenneme girmek
KAYNAK: Mukaşefet’ül Kulüp- İMAM
.
.
DUA EDELİM
Bildiğimiz gibi bu yıl ülkemizin çoğu kısımlarına kar yağmadı.Yağmurda yeteri kadar olmadı. Rabimizin hikmetinden sual olmaz, biz Yüce Rabbimize Yağmur için, Kuraklık olmaması için, Bereket İçin YAĞMUR DUASIYLA YAKARALIM…
YAĞMUR DUASININ OKUNUŞU…
…
“Allahümmel Eskına ğaysen muğisen henien merien ğadekan mücellilen şeyhan âmmen tabekan. Allahümme! Eskıne’l ğayse ve la tec’alna mine’l kanitin. Allahümme! Inne bil biladi vel ibadi vel hakkı minel levai vaddanki mâlâ neşku illa ileyk. Allahümme! Enbit lena ezzer’a ve edirre lenaddar’a ve eskına min berekatis-sema ve enbit lena min berekatil arz. Allahümme! Inna nestağfirüke inneke künte ğaffaren fe erseles-semae aleyna midraran.”
YAĞMUR DUASININ TÜRKÇE ANLAMI…
….
“Ya Rab! Bize bol yararlı, her tarafa akıp giden, her tarafı sulayan umumi bir yağmur ihsan et…
Ya Rab! Bizi yağmurla su ver. Bizi, ümitlerini kesmiş kimselerden eyleme. Kullarında, beldelerde ve yaratılmış şeylerde öyle darlık vardır ki senden başkasına arzedemeyiz…
Ya Rab! Bizim için ekinleri bitir, bizim için hayvanlarımızın göğüslerini sütle doldur, bize göğün bereketinden su ver, bize yeryüzünün bereketinden hasatlar ver.
“Ey Rabbim’iz! Biz senden mağfiret deleriz. Şüphesiz sen çokmağfiret edicisin. Bize gökten bol bol yağmurlar yağdır.”
……
Bizi nefsimizde imtihan etme… Şüphesiz ki sen bizi karşılıksız seversin. İyiliği emreden kötülüğü men edensin. Bize yardımet ve bağışla. Âmin.
.
TAKVÂ
Kısaca ifade etmek gerekirse takvâ Allah-u Tealâ’ya karşı saygılı olmaktır.
Takvâ, inancımızın esaslarının yerli yerine oturmasını sağlayan en mühim kavramlardan birisidir. Basit bir şekilde değerlendirilip düşünülmesi asla mümkün değildir. Aşağıda zikredeceğimiz bir kaç ayet-i kerimede görüleceği üzere dünya ve ahiret hayatımızdaki mükâfat ve cezalarımız, takvâ düşüncesine sahip oluşumuz veya uzak kalışımızla şekillenecektir. Bundan dolayı müminler olarak takvâyı bir yaşama tarzı olarak kabul etmeli hayatımıza aktarmanın gayreti içerisinde bulunmalıyız. Bunun içinde yukarıda ifade ettiğimiz üzere mutlaka tevhîd ilmini, takva düşüncesinin aydınlığı altında tahsil etmenin gayreti içerisinde olmalıyız.
Bunun içinde takvâ hakkındaki bazı ayet-i celileleri ve hadis-i şerifleri öğrenerek tefekkür edebilmemiz ve hayatımıza aktarabilmemiz için insanlığın şerefi olan ilimden faydalanmalıyız.
Kur’an’ı Kerim’i incelediğimiz vakit Allah Zülcelâl’in ilimle takvayı birleştirdiğini görürüz. Allah-u Teâlâ Kur’an’ı Kerim’de:
“Ey iman edenler! Eğer Allah’tan korkarsanız O size Furkan/iyi ile kötüyü ayırt edecek bir anlayış verir, suçlarınızı örter ve sizi bağışlar. Çünkü Allah büyük lütuf sahibidir.” ( Enfal Suresi 29)
Buyurarak müminlere Eğer Allah’tan korkarlarsa iyiyi kötüden ayıracak bir anlayışı vereceğini, beyan etmektedir. Bir diğer âyet-i kerime’de ise:
“Ey insanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir kadından yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi kavimlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en kerâmetlileriniz, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir ve her şeyden haberdardır. “ (Hucûrat Sûresi 13)
Buyurarak en büyük kerâmetin takvâda olduğunu beyan etmiştir.
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki ilimle takvâ, etle kemik gibi birbirinden ayrı olarak sahip olunduğu vakit, bunlar insanlığın felâketine sebep olacak en tehlikeli varlıklar haline gelirler.
Takvadan mahrum bir ilim sahibi hiçbir zaman insanların faydasını, kendi menfeatinin önüne getiremeyeceği gibi, ilimden mahrum bir şekilde takvâ sahibi olduğunu ifâde eden, nefislerinin ve şeytanın oyuncağı haline gelen zavallılarda kendilerini ve müntesiplerini dünya ve ahiretin felaketlerine doğru sürüklediklerini fark edemezler.
TAKVA İLE İLGİLİ ÂYET-İ KERİMELER
Cenâb-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de takvâ ve takvâ ehlinin sahip olacağı nimetler hakkında bizlere bir çok müjdeler vermiştir. Bunların bir kısmını tefekkür etmeniz hayatınıza aktarma gayreti içinde olmanız için aşağıda zikredeceğiz:
“Elif Lâm Mim. O kitap (Kur’an) kendisinde asla şüphe yoktur. O, müttakîler için bir yol göstericidir. Onlar (müttakîler) gayba inanırlar, namaz kılarlar, kendilerine verdiğimiz mallardan Allah yolunda harcarlar. Yine onlar, sana indirilene ve senden önce indirilene imân ederler; âhiret gününe de kesinkes inanırlar. İşte onlar, rablerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve kurtuluşa erenler de ancak onlardır.” (Bakara Sûresi 1-5)
“Rabbinizin bağışlama ve takvâ sahipleri için hazırlanmış olup genişliği gökler ve yer kadar olan cennete koşun! O takvâ sahipleri ki, bollukta da darlıkta da Allah için harcarlar; öfkelerini yutarlar ve insanları affederler. Allah da güzel davranışta bulunanları sever. Yine onlar ki, bir kötülük yaptıklarında, yada kendilerine zulmettiklerinde Allah’ı hatırlayıp günahlarından dolayı hemen tevbe – istiğfar ederler. Zaten günahları Allahtan başka kim bağışlayabilir ki! Bir de onlar, işledikleri kötülüklerde, bile bile ısrar etmezler. İşte onların mükafatı, Rableri tarafından bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetlerdir. Böyle amel edenlerin mükafatı ne güzeldir!”(Âl-i İmran Sûresi 133-136)
Cenâb-ı Allah bu ayet-i kerimede bizlere cennet ve içindeki nimetlere sahip olmanın ancak takvâ düşüncesine sahip olup, takvâ üzere yaşamakla mümkün olacağını haber vermektedir. Bazılarının sandığı gibi sahip olunan fakat hayata aktarılmayan bilgiler, insanı bu yüksek makamlara ulaştıramaz.
“Bu (Kur’an), bütün insanlığa bir açıklamadır, takvâ sahipleri için de bir hidâyet ve bir öğüttür.” Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız, üstün gelecek olan sizsiniz. “ (Âl-i İmran Sûresi 138-139)
Bu ayetten anlamamız gereken husus; bütün insanlığa gelen Kur’an-ı Kerim’in yalnız muttakiler için bir hidâyet ve öğüt kaynağı olduğudur. Takvâdan mahrum insanların Kur’an-ı Kerim’in ayetlerinden hakkıyla faydalanmaları mümkün değildir. Bir diğer husus ise insanlar arasından üstün olanların servet ve makam sahipleri değil takvâ düşüncesine sahip olup muttaki bir hayat yaşayanlar olduğudur.
“Takvâya erenler var ya, onlara şeytan tarafından bir vesvese dokunduğunda (Allah’ın emir ve yasaklarını) hatırlayıp hemen gerçeği görürler.”(Âraf Sûresi 201)
“Bilmelisiniz ki, Allah’ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyecekler de. Onlar iman edip de takvâya ermiş olanlardır.” (Yûnus Sûresi 62-63)
“(Allah’ın azabından korkup rahmetine sığınan) takvâ sahipleri, mutlaka cennetlerde ve pınar başlarında olacaklar. “Oraya emniyet ve selametle girin” (denilir, onlara). Biz, onların gönüllerindeki kini söküp attık; onlar artık köşkler üzerinde karşı karşıya oturan kardeşler olacaklar. Onlara orada hiçbir yorgunluk gelmeyecek ve onlar, oradan çıkarılmayacaklardır.” (Hicr SÛresi 45-48)
“Doğruyu getiren ve onu tasdik edenler var ya, işte onlar muttaki olanlardır. Onlar için Rableri yanında diledikleri her şey vardır. İşte bu iyilik edenlerin mükafatıdır. Böylece Allah, onların geçmişte yaptıkları en kötü hareketleri bile örtecek ve yaptıklarının en güzeline denk olarak mükafatlarını verecektir.”(Zümer Sûresi 33-35)
“Allah, takvâ sahiplerini kurtuluşa erdirir. Onlara hiçbir fenalık dokunmaz. Onlar mahzun da olmazlar.” (Zümer Sûesi 61)
“Şüphesiz ki Allah’a isyandan sakınan takvâ sahipleri Rabb’lerinin kendilerine verdiğini almış olarak cennetlerde ve pınar başlarında bulunacaklar. Kuşkusuz onlar, bundan önce dünya da güzel davrananlardı. Geceleri pek az uyurlardı. Seher vakitlerinde de istiğfar ederlerdi. Mallarında, muhtaç ve yoksullar için bir hak vardı.”(Zâriyat Sûresi 15-19)
“ Takvâ sahipleri cennetlerde ve ırmakların kenarlarındadır. Güçlü ve Yüce Allah’ın huzurunda hak meclisindedirler.” (Kamer Sûresi 54-55)
“Şu da muhakkak ki, takvâ sahipleri için Rabb’leri katında nimetleri bol cennetler vardır. Öyle ya, (Allah’a)teslimiyetgösterenleri, (o) günahkarlar gibi tutarmıyız hiç?” (kalem Sûresi 34-35)
Zikrettiğimiz bütün bu ayetlerden Takvâ mefhumu hiç de hafife alınacak bir mevzu değildir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere hesap günü göreceğimiz muamele, takvâ düşüncesine yakınlık veya uzaklığımıza göre olacaktır. Bundan dolayı gerek bu ayetleri gerekse zikredemediğimiz diğer ayet-i kerimeleri tefsir kitaparından araştırarak onlarda saklı hikmetleri keşfetmeye gayret ediniz. Bu düşünce ile tefekkür edip gönlünüzü rahmet deryalarına doğru yönelterek oradan akacak olan feyz ve bereket tecellilerinden istifâde etmenin gayreti içerisinde olunuz.
TAKVÂ İLE İLGİLİ BAZI HADİS-İ ŞERİFLER
Resûlullah’ın takvâ ile ilgili hadii şeriflerinden bazılarını da zikrederek mevzumuzu toparlayalım.
Câbir şöyle rivayet ediyor:
Resûl-ü Ekrem teşrik günlerinin ortasında bize bir hutbe okudu. Ve buyurdu ki;
- Ey insanlar Rabb’iniz birdir. Hiçbir Arabın Acem üzerine, hiçbir Acemin Arap üzerine, hiçbir siyahın beyaz üzerine, hiçbir sizyahın beyaz üzerine üstünlüğü yoktur. Çünkü sizin babanız tektir. Üstünlük sadece takvâdadır. Allah katında en üstününüz ise takvâca en üstün olanınızdır. Dikkat edin size tebliğ ettim mi?Sahabe de
- Evet ya Resûlullah, diye cevap verdi. Bunun üzerine Resûlullah
- Burada hazır olanlar olmayanlara bunu tebliğ etsinler, buyurdu.
Ebu Said el Hudri şöyle rivayet ediyor:
Ya Resûlullah bana bir tavsiyede bulun! Dedi. Resûlullah fendimiz ona:
Sana takvâyı vasiyet ediyorum. Çünkü takvâ bütün hayırları içerisinde toplamıştır. Buyurur.
Bir hadis-i kudsi de ise Resûlu Ekrem Efendimiz şöyle buyurmuşlardır.
Allah-u Te’âlâ belirli bir günde, hesap için tespit ettiği bir mekânda evvelki ve sonraki bütün mahlûkatı toplar ve onlara seslenir. Bu sesi en yakındakiler duyduğu gibi, en uzaktakilerde aynı şekilde duyar.
Allah-u Te’âlâ onlara:
Ey insanlar bugüne kadar ben sustum, siz konuştunuz. Bugün ise sizler susacaksınız ben konuşacağım,buyurur.
Bir anda ses seda kesilir ve Allah-u Te’âlâ;
İçinde bulunduğunuz bu hal sizlerin dünyada benim emir ve yasaklarımı dinlememenizin karşılığıdır. Buyurur ve devam eder:
Ey insanlar ben sizin aranıza bir sülâle koymuştum, sizlerde buna karşılık olarak ortaya ayrı ayrı sülaleler koymuştunuz. Benim koyduğum sülâleye kıymet vermediniz, onu alçak görüp ayaklarınızın altına alırken kendi ihdas ettiğiniz sülâleleri yükselttiniz. Benim koyduğum sülâleye itiraz edip ’Falan oğlu falan, falan oğullarından daha değerlidir,’ dediniz. Bugün ise Benim sülâlemi yükselterek sizlerin sülâlelerini ayaklar altına serdim. Nerede benim sülâlemden alan muttakiler buyurur ve muttakiler için bir sancak kaldırılır. Muttakiler o sancağın etrafında toplanırlar. Ve o sancağın ardından cennetteki makam ve mevkilerine hesapsız ve azapsız olarak ulaşırlar.
Atyle es-Sadi şöyle anlatıyor:
Resûlullah buyurdular ki:
Kişi haram olan şeyden korkarak şüpheli olanları terk etmedikçe gerçek takvâ düşünce ve yaşayışına ulaşamaz.
Hz. Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resûllullah:
Allah sizin suretlerinize kalıplarınıza bakmaz, fakat kalplerinize ve amellerinize bakar. (Ardından da) takvâ şuradadır diye eliyle göğsünü işaret etti, buyurur.
Allah-u Te’âlâ Kur’an-ı Kerimde şöyle buyuruyor:
“Dikkat edin benim velilerim muttakîlerdir…”(Enfal Sûresi 34)
Yukarıda sizlere aktarmış bulunduğumuz ayet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden anlıyoruz ki; Cenâb-ı Allah muttakilere dünya ve ahirette bir çok nimetleri, cennet ve cemâline kavuşmayı vaad ettiğini ve bizlere hidâyet kaynağı olarak gönderdiği kitaptan istifade edebilmemiz içinde takvâ düşüncesine sahip olmamız gerektiğini açıkça beyan etmektedir.
Bu müjde ikazları çok iyi tefekkür edip kavrayarak hayatımıza aktarma gayretinde olmalıyız. Akâid yani inanç esasları üzerine yapacağımız derslerimizi bu bakış açısı açısı altında değerlendirerek istifade etmenin gayretinde olalım.
Takvâ, ilme ışık tutan ve onu bereketli bir şekilde kullanmamızı sağlayan mânevî bir güçtür.
Takvâ, insana iyiyi ve kötüyü,hakkı ve batılı tanıtır, insanları hatalardan,günahların en büyükleri olan küfür, şirk, nifak, ve diğer günâh-ı kebâirlerden uzaklaştırdığı gibi, şüpheli şeylerden de uzaklaştırır. Böylelikle takvâ her yerde emniyet ve huzurun teminatı olur.
Kısa bir araştırmadan sonra anlaşılır ki, takvâ düşüncesine sahip olarak elde edilen ilim her şeyden faziletli olup bütün meselelerden önce bilinmesi gereken bir husustur. Çünkü her şey ilahi ilimden ortaya çıkmıştır. Tevhid ve sıfat ilmi her şeyin hakikatini olduğu gibi bilmemizi sağlayan bir ölçüdür. Eğer ilimden mahrum olursak neye, nasıl, niçin inanacağımızı ve vazifelerimizi ne şekilde yerine getirerek vaad edilen mükâfatlara sahip olacağımızı bilmemiz asla mümkün değildir.
Bu sebeple bizler her şeyi olduğu gibi öğrenmeye, takva düşüncesine sahip olarak ihlaslı ve samimi bir şekilde ilimlerin en faziletlisi olan tevhid ve sıfat ilminden başlamalıyız.
Ve şunu da kesinlikle bilmeliyiz ki, ilimlerin en faziletlisi insanı yaratıcısına, cennetin nimetlerine, Resulullah’ın, Salihlerin ve sıddıkların komşuluğuna kavuşturacak olan tevhid ve sıfat ilmidir.
AKÂİD SOHBETLERİ
AHMET YAŞAR (HOCAEFENDİ)
.
Şeyhimden işittim, buyurdu ki:
- Bence kulun kalbi Allah’tan, meleklerden, kitaplarından, peygamberlerinden ve âhiret gününden iç yönüyle kopmadıkça büyük günah işlenmez. Kalbin belirtilenlerden iç yönüyle kopması ve sadece dış yönüyle bağlı gibi görünmesi hiçbir yarar sağlamaz. Böyle halde işlenen günahın büyük sayılması şundandır: Çünkü kul bu durumda Allah’tan kopmuş (kalbi ve kafası başka şeye bağlanıp kalmış)tır. Bu durumda kul kalbiyle, kalıbıyla, sevgi ve özüyle, el ve ayağıyla, hulâsa bütün zatıyla günaha düşmüştür, onu bundan vazgeçiren kalbinde bir güç yoktur, ona Rabbini hatırlatıcı da mevcut değildir.
Küçük günahlar ise, Kalb Allah’a ve insanı O’na ulaştıran hususlara (peygamberler, melekler ve kitaplar) bağlı bulunduğu bir halde işlenmez. Çünkü kul böyle bir durumda günaha düşecek olursa, bu günahı işlemeye hiçbir niyet taşımadığı, üstelik içindeki sakındırıp men’edici kuvvetin doğurduğu ilahî gazab kokusu hissedildiği halde meydana geldiği söylenebilir. Çünkü kul küçük günaha düşerken de Rabbinden yana edeb ve terbiye içinde bulunuyordu.
Bu açıklama üzerine Resûlüllah (S.A.V.) Efendimizin aşağıdaki hadisle belirttiği büyük günahlar ölçüsü müşkil bir durum arzetmektedir. Resûlullah (S.A.V.) Efendimiz büyük günahları sayarken bunların Azîz ve Celîl olan Allah’tan kopma (kalp ve kafanın ondan ilgisini kesme) halinde meydana geldiğini buyurmamıştır. Buharî ve Müslim’in de naklettiği iki sahih hadiste Efendimiz buyurdu ki:
“Büyük günahlar: Allah’a ortak koşmak, sihir yapmak, ana babaya karşı gelmek, (haksız yere) adam öldürmektir.” Buharî şu fazlalıkla hadisi rivayet etmiştir: “Bir de yalan yere yemin..” Müslim ise şunu da ilâveli nakletmiştir: “Bir de yalan söz…”
Yine Buharî ve Müslim’in ittifakla naklettikleri hadiste buyuruluyor ki:
“Yedi helâk edici (büyük günahtan) sakının:
- Allah’a ortak koşmak,
- Sihir yamak,
- Allah’ın haram kıldığı bir cana haksız yere kıymak,
- Yetim malı yemek,
- Ribâ (faiz) yemek,
- Düşmanla karşılaşıldığında savaştan yüz çevirip kaçmak…”
- Evli, iffetli, namuslu mü’mine kadınlara zinâ isnad etmek…”
Bu hadisleri naklettikten sonra Şeyhime dedim ki:
- Efendim, Peygamber (S.A.V.) efendimizin bu açıklamasıyla sizin vermiş olduğunuz bilgiyi nasıl bağdaştırabiliriz?
Allah kendisinden razı olsun, şu cevabı verdi:
- Yukarıda hadiste belirtilen günahlar, kul Rabbisinden kopmadıkça onları işlemez. Kalp Allah’a bağlı bulunduğu, yani onunla meşgul olduğu sürece ne O’na ortak koşar, ne sihir yapar, ne de ismi geçen günahlardan birini işler.
Falan adamı görmüyor musun? İleri de o Allah’ın velî kullarından biri olacaktır. Şu anda ise mahcup perde gerisinde kalanlardan biridir; halbuki kalbi Rabbisine bağlanıp O’nunla meşguldür. Ne haddine şu belirtilen günahlardan birini işlesin. Ateşten korkar gibi bu günahlardan korkar. Falan adama da bakmıyor musun? O da kendisine fetih yapılanlardan değildir. Kalbi Allah’tan kopmuş, ilgisini kesmiş, dili ise zikrullah ile meşgul bulunuyor. Böylesine bir zikrin hiçbir yararı olmaz ona. Onun işlediği kötülüklere dikkat et; hiç korkusu var mı? Böyle olmaktan Allah’a sığınır, O’nun minnet ve keremine dayanıp selâmet dileriz.
Allah’tan ilgisini kesenlerin günahları gizli ve kapalı değildir. Vuslat ehlinin günahları ise gizlidir, kapalıdır.
Eş-Şehy Abdülâziz Derbağ Hazretleri El-İbriz
Çeviren Celâl Yıldırım
.
Allah’a Götüren Her İz Mukaddestir
S.Muhammed Saki Erol’un Hayat Dengemiz adlı kitabında işlemiş olduğu güzel bir konu.
Gerek kendi varlığımıza, gerek canlı-cansız bütün alemlere ibret nazarıyla baktığımızda ne görürüz? Hiç şüphesiz, kusursuz bir sanat ve mükemmel bir işleyiş. Bu, Rabbimiz’in “Kuddüs” isminin bir tecellisidir. Elbette kusursuz, yüce bir varlığın sanatı olan bu alemler de kusursuz olacaktır.
Bu noktadan hareketle, her türlü düzensizlikten, dengesizlikten, karışıklık ve isyandan uzak ve temiz olarak yaratılan mevcudatın mukaddesliği kendiliğinden anlaşılacaktır. Zira mukaddes kelimesi, saf, temizlenmiş, arınmış gibi manalara geliyor.
Mevcudatın fıtratındaki bu safiyetin yanı sıra, çok önemli bir tarafları daha var: Bütün varlıklar Yüce Yaratıcı’yı hatırlatan birer izdir. Tefekkür gözü açık insanlar için Alemlerin Rabbi’ne götüren birer iz. İnsan hem kendi varlığında, hem de bütün kainatta O’nu hatırlatacak, O’nun kudretini ve azametini anlatacak binlerce işaretle her an yüz yüzedir. Enfüsî ve afakî ayetler diye adlandırdığımız bütün bu işaretler elbette mukaddestir.
Bir aşık, sevgilisinin küçücük bir hatırasını en değerli emanet gibi saklarken, Sevgililer Sevgilisi’nin mührünü taşıyan varlıklar nasıl sıradan ve değersiz olabilir? Daha da önemlisi, o sevgilinin en güzel eseri olan insan nasıl hor ve hakir görülebilir?
Kainattaki bütün varlıklar yaradılışları gereği mükemmel bir denge ve uyum içinde vazifesini yerine getirirken, akıl ve irade sahibi insan hür bırakılmış: Ya o da yaratıcısına teslim olarak bu mükemmel nizamın bir unsuru olacak, ya da isyanla kendine ve mevcudata zulmedecek ve kirletecek. İşte İslâm bu uyumun, kendi varlığının ve bütün varlıkların hukukunu korumanın reçetesi. Mümin de bu reçeteyi hem kendi varlığına, hem de temas halinde olduğu her şeye uygulayan insan.
Anlaşılıyor ki, Yüce Rabbimiz mukaddes olarak yarattığı varlıkların kadr ü kıymetinin muhafazasını insana vermiş, kudsiyetini ona emanet etmiş. İnsana; çünkü dağları bile titreten emanet onun omuzlarında. Ve o, Allah’ın yeyüzündeki halifesi.
Mukaddes veya kutsal kavramını düşünürken, mevcudat boyutunu mutlaka dikkate almak zorundayız. Günümüz dünyası bu boyutu unuttuğu veya görmezden geldiği için bütün yeryüzü bu kadar ızdırap çekiyor. Büyük refahların yanı başında büyük sefaletler, insanların, hayvanların, ağaçların-ormanların yaşadığı kıyım… Kirli su, zehirli hava, bozulmuş toprak… “İnsanların yaptıkları yüzünden karada ve denizde bozulma zuhur etti.” (Rum/41) ayet-i kerimesinin işaret ettiği hakikat bu olamaz mı? Allah bize her şeyi ilk yaratılışıyla tertemiz teslim etmemiş miydi?
Evet, insanoğlu, hem kendi, hem de bütün varlıkların kudsiyetini vakit kaybetmeden yaniden hatırlamak zorunda.
Mukaddes veya kutsal kavramına bu geniş mana yeniden nasıl kazandırılabilir? Şüphesiz, bir ve mutlak olan Yüce Yaratıcı’ya imanın ve teslimiyetin saflığını ve temizliğini koruyarak. Yani kudsiyetini koruyarak.
Evet, insan her şeyden önce mukaddeslerin en başında yer alan tertemiz bir Allah inancını, tevhidi her türlü şirkten korumakla görevli. Çünkü şirkin her türlüsü pistir, bulanık ve kirleticidir. Sadece tertemiz yaratılan kalbi değil; hayatın bütün tezahürlerini, bütün bir dünyayı kirletir. Yeryüzünün yaşadığı yukarıda belirttiğimiz bozulmanın en dipteki sebebi, insanlığın imanındaki bu karmaşa değil mi?
Her türlü şirkten itikadını arındıran insan, kendine tertemiz ve kutsal bir lâtife olarak verilen kalbinin ve iç dünyasının mukaddesliğini korumuş olur. Kalp salim olduğu sürece insanın bütün varlığı da kudsiliğini muhafaza etmiş olacak, insanların kudsilik sıfatıyla üzerinde yaşadığı dünya tertemiz kalacak.
Yaradılışlarındaki safiyetten ve Alemlerin Rabbi’ni hatırlatmalarından dolayı bütün mevcudatın mukaddeslik özelliğinden söz etmiştik. Bu genel mananın yanı sıra, bir de doğrudan Alemlerin Rabbi’yle irtibatımıza vesile olan mukaddes kişiler, mekânlar ve zamanlar vardır. Bunlara mukaddeslik özelliği bizzat Allahu Tealâ tarafından verilmiştir.
Bazıları Kur’an-ı Kerimde zikredilen bu mukaddesler Allahın şiarlarıdır. Yani O’nun özel kıldığı, binlerce emsali arasından seçip “bana aittir” buyurduğu simge varlıklar. Bu şiarların en başında Kitabımız, Rasulullah A.S. Efendimiz ve Kâbe gelir.
Arafat, Müzdelife, Safa ve Merve tepeleri, Mescid-i Aksa gibi mekânlar da mukaddes simgelerdir. Buralar Allah’ın peygamberlerinin, veli kullarının hatıralarını saklar. O yerleri ziyaret etmekle Allah’ı hatırlar, O’nun rahmetiyle yıkanırsınız. Kâbe’de, Safa ve Merve’de ilk insan ve ilk peygamber Hz. Adem A.S.’ın, İbrahim ve İsmail Aleyhisselâm’ın, Hacer Validemiz’in ve nihayet İki Cihan Güneşi Efendimiz A.S.’ın hatıraları canlanır. Buralarda günah kirlerinden arındığınızı ve Allah’a daha yakın olduğunuzu hissedersiniz.
Tıpkı bu mekânlar gibi simge zamanlar da vardır. Kadir gecesi, cuma günü, bayram günleri, haram aylar, duha venamaz vakitleri gibi zamanlar, bizzat Alemlerin Rabbi tarafından diğer zamanlardan ayrı tutulmuştur. Akıp giden bütün zamanda, gündüzlerin geceyi takip etmesinde şüphesiz ibretler vardır ve bu yönüyle mukaddestir. Ama zikrettiğimiz türdeki seçilmiş zamanların kudsiyeti daha başkadır.
Görünüşüyle diğer herhangi bir yapıya benzeyen bir yapıyı, yine görünürde diğer mekânlardan bir farkı olmayan mekânı, akıp durmakta olan zamanın bir dilimini seçip mukaddes kılan Yüce Allah, hiç şüphesiz yaratılmışların en güzeli ve alemin özeti olan insanoğlundan bazılarını da seçmiş, simge insanlar olarak numune kılmıştır.
Başta Server-i Kâinat A.S. Efendimiz olmak üzere bütün peygamberler böyledir. Sonra derece derece Ashab-ı Kiram, kâmil veliler, diğer sadık ve salih zatlar gelir. Bütün bu ve benzeri zatlar Alemlerin Rabbi’ne giden yolun işaretleridir.
Allah’ın Mukaddes Kitabımız’da zikredettiği veya Rasul-i Ekrem A.S. Efendimiz’in Sünnet-i Seniyyesi’nde öğrettiği mukaddeslerimiz, günümüzde ne yazık ki sıradan kişi, mekân veya zaman gibi gösterilmeye çalışılıyor. Hatta hürmet ve tapınma arasındaki çok büyük fark dikkatlerden kaçırılarak müminlere ağır ithamlarda bulunulmaktadır.
Müminler, Kendilerine Allah’ı hatırlatan, O’nun yüce varlığı ile kalpler arasında bir irtibata vesile olan her şeyi elbette sevecek, hürmet edecektir. müminin en büyük derdi, bu hayatı Cenâb-ı Mevlâ’sının rızasını, sevgi ve hoşnutluğunu kazanarak tamamlamaktır. o rızaya giden yolda uzanan her el, sığınılacak her mekân, yürüme azmini tazeleyen her an elbette mukaddestir. Ölçümüz çok net olmalı: Sevdiğimizi O’nun için sevmek, yaptığımızı O’nun için yapmak, tertemiz Ehl-i sünnet yolumuzdan sapmamak.
S.Muhammed Saki Erol
.
CUMA GÜNÜNÜN FAZİLETİ
Allah Teâlâ kullarınaCumanamazını farz kılmış ve bu görevi ifa eden ve bu günün kıymetini bilen müminlere pek çok ihsan verileceğini müjdelemiştir.
Hz. Ali’den (kerremallahu vechehû) rivayet edildiğine göre o şöyle demiştir. “Cuma günü olduğunda, kuş kuşa, vahşi hayvanlar vahşi hayvanlara, yırtıcılar da yırtıcılara, ‘Selâmün aleyküm bu gün Cuma günüdür’ derler.”
Allah Teâlâ her ümmete haftanın bir gününü ibadet ve toplanma günü olarak vermiş, ümmet-i Muhammed için ise günlerin efendisi Cuma gününü hediye etmiştir.
Günlerin En Hayırlısı
Ebû Hümeyre (ra) anlatıyor:
Resûlullah’tan işittim, şöyle diyordu: “Allah Teâlâ yedi gün içinden bir günü seçmiş, onu diğerlerine üstün kılmıştır. O günCuma günüdür. Allah (celle celâluhû) o gün yeryüzünü ve gökyüzünü yaratmış (tamamlamış) ve o gün kulları hakkındaki hükmünü (kazâ-kader) vermiştir. Cennet ve Cehennemi o gün yaratmıştır. Âdem aleyisselâm cennete o gün sokulmuş ve yine o günde (dünyaya) indirilmiştir. Tövbesi de o gün kabul olunmuştur. Kıyamet ise yine bu gün kopacaktır.”
Allah’ın Bu Ümmete Sakladığı Gün
Takdir-i ilâhîdir ki Cuma günü geçmiş ümmetlere sunulmuş ancak onlar, peygamberlerinden ve dolayısıyla Allah’tan gelen bu emre itaat etmeyerek kendileri için başka günleri mübarekaddetmişlerdir. Bu gösteriyor ki Cuma günü, Allah Teâlâ’nın bu ümmet için sakladığı bir gündür.
Muhammed b.Eş’as (rahmetullahi aleyhi) Hz. Âişe’den (radıyallahu anhâ) rivayetle anlatıyor:
“Resûlullah’ın (sav) yanındaydım. Bir Yahudi içeri girmek için izin istedi. Resûlullah (sav) ona izin verdi. Yahudi (es-Selâmü demedi ve ‘Ölüm sana olsun’ anlamında), ‘es-Sâmü aleyke’ dedi. Resûlullah (sav), ‘Ve aleyke=sana da oldun’ diye karşılık verdi. Hz. Âişe (ra) diyor ki: ‘içimden bir söz söylemek geldi ama söylemedim.’ Sonra ikinci bir Yahudi geldi. O da aynı şekilde söyledi. Resûlullah da (sav) ‘Ve aleyke’ diye karşılık verdi. ‘Yine içimden bir söz söylemek geldi ama söylemedim.’ Daha sonra yine başka bir Yahudi geldi ‘es-Sâmü aleyküm= ölüm üzerinize olsun’ dedi. Bunun üzerine ben, Hayır… Ölüm ve Allah’ın gazabı, sizin üzerinize olsun, domuzların kardeşleri! Allah’ın peygamberini Allah’ın (cc) selamlamadığı bir şekilde mi selamlıyorsunuz? Diye söze karıştım. Resûlullah (sav)bana baktı ve ‘Sakin ol! Allah çirkin söz söylemeyi de çirkin sözlerle atışmayı da sevmez. Onlar bir söz söylediler bizde sözlerini onlara iade ettik. Bize hiçbir zararrı dokunmadı; ama kıyamete kadar onlara bağlı kalır. Onlar bize şu meselelerde haset ettikleri gibi hiçbir şeyde haset etmezler.
- Cuma Günü: Allah bize onu tayin edip gösterdi. Onlar ise şaşırıp sapıttılar; bu günün kıymetini bilmediler.
- Kıble: Allah bize onu tayin edip gösterdi, onlar şaşırdılar.
- İmamın arkasında söylediğimiz âmin sözü’”
Cuma Günü
Resul-i Ekrem (sav) şöyle buyurmuşlardır.
“ Bir gün Cibrîl bana geldi. Elinde beyaz bir ayna vardı. Aynanın ortasında da siyah bir nokta bulunmaktaydı.
- Ey Cibrîl, bu nedir, diye sordum.
- Bu cumadır. Sana ve senden sonraki ümmetine bir bayram olsun diye Rabbin gönderdi, dedi.
- Bizim için bu günde ne vardır, diye sordum.
- O günde sizler için bir çok hayır vardır. Bir kimse o gün Rabb’ine dua etse ve bir şey istese; eğer onun kısmetinde varsa verilir. Kısmetinde yoksa istediğinden daha hayırlısı ve büyüğü kendisine verilmek üzere kıyamete saklanır. Yahut o kimse kendisine yazılmış bir şerden korunmak için dua ederse Allah (cc) onu daha büyüklerinden de korur, dedi. Ben,
- Peki bu siyah nokta da neyin nesidir, diye sordum.
- Kıyamet Cuma günü kopacaktır (bu onun işaretidir). Cuma bizim katımızda günlerin efendisidir. Biz onu ahirette ‘yevmü’l-mezîd’ diye çağırırız (o şekilde isimlendiririz), dedi.
……
Son Yorumlar