.
Ebüssüûd Efendi Rahmetullahi aleyh Hayatı
Osmanlı âlimlerinin en meşhûrlarından. Büyük velî. On üçüncü Osmanlı Şeyhülislâmı olup, tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde büyük âlim idi. İsmi, Ahmed bin Mustafa'dır. Bağdâtlı İsmâil Paşa, yaptığı inceleme ve araştırma neticesinde, isminin Mehmed değil Ahmed olduğunu tesbit etmiştir. İsminin Ahmed olduğu KâmûsulA'lâm da da yazılıdır. Ebüssü'ûd elİmâdî ismiyle meşhûr olup, Hoca Çelebi ismiyle de tanınmıştır. 1492 (H.898) senesinde doğdu. Bâzı kaynaklarda İstanbul'da bugün Güngören diye bilinen semtte doğduğu kaydedilmiş ise de, kendi vakfiyesinde İskilip'de doğduğu yazılıdır. Yine onun İmâdî nisbetine dayanılarak Kürdistandaki İmâdiye şehrinden olduğunu iddiâ edenler çıkmışsa da bu görüşlerin tamamen asılsız olduğu bugün meydana çıkmıştır. 1574 (H.982) senesinde İstanbul'da vefât etti. Kabri, Eyyûb Sultan'da kendi yaptırdığı medresenin yanında, Eyyûb Câmii karşısındadır.
Ebüssü'ûd Efendi, âlimler yetiştiren bir âileye mensub idi. Dedesi, meşhûr âlim Ali Kuşcu'nun kardeşi Mustafa İmâdî'dir. Dedeleri Türkistanlı olup, Semerkand'dan Anadolu'ya gelmişlerdir. Ebüssü'ûd Efendinin dedesinin babası Mehmed Kuşcu, Tîmûr Hân'ın torunu olan Uluğ Beyin yakını ve Doğancıbaşısı idi. Senelerce Uluğ Beyin hizmetinde bulunup, sevgisini kazanmıştı. Mehmed Kuşcu'nun oğulları Ali Kuşcu ve Ebüssü'ûd Efendinin dedesi olan Mustafa İmâdî, Uluğ Beyin elinde yetişip ilim öğrenmişlerdir. Mustafa İmâdî, bilhassa tasavvufta yetişip ilerlemiştir. Uluğ Beyin vefâtından sonra, Ali Kuşçu ve Mustafa İmâdî, âileleri ile birlikte Akkoyunlu devleti pâdişâhı Uzun Hasan'ın yanına gittiler. Uzun Hasan onlara yakın alâka gösterdi. Onlarda, siyâsî ve ilmî faâliyetleriyle hizmet ettiler. Burada bulundukları sırada Ali Kuşçu, Osmanlı Sultanı Fâtih Sultan Mehmed Hana, Uzun Hasan'ın elçisi olarak gitmişti. Ali Kuşçu'ya çok iltifât eden Fâtih Sultan Mehmed Hân, onun İstanbul'a gelmesini ısrârla istedi. Uzun Hasan'dan müsâade alan Ali Eyyûb Sultan Kuşcu, kardeşi Mustafa İmâdî ile birlikte İstanbul'a gelip yerleşti. Fâtih Sultan Mehmed Hân, onların Tebrîz'den İstanbul'a yaptıkları yolculukları için, günlüğü bin akçe olarak hesaplatıp vermiştir. İstanbul'a geldiklerinde, Fâtih Sultan Mehmed Hân, Ali Kuşçu'yu Ayasofya Medresesine müderris tâyin etti. Mustafa İmâdî de, ilim öğretmekle meşgûl olan tasavvuf ehli bir âlim idi. İstanbul'a geldikten sonra, Ali Kuşçu, kızını kardeşi Mustafa İmâdî'nin oğlu Yavsi Muhyiddîn Mehmed'e nikâhladı. Bu evlilikten Ebüssü'ûd Efendi doğdu.
Ebüssü'ûd Efendinin babası, hem amcası hem de kayınbabası olan Ali Kuşcu'dan ve kendi babası Mustafa İmâdî'den ilim öğrendi. Senelerce süren bu tahsîlden sonra, babası gibi o da tasavvufa yönelip zamânının meşhûr evliyâsından ve Akşemseddîn hazretlerinin halîfesi olan İbrâhim Tennûrî'ye talebe oldu. Onun sohbetlerinde bulunarak, tasavvufda yetişti. Hocası İbrâhim Tennûrî'nin vefâtından sonra, onun halîfesi olduğu için yerine geçti ve İstanbul'da insanlara doğru yolu göstermekle meşgûl oldu. İkinci Bâyezîd Han, ona büyük bir zâviye yaptırdı ve buraya mülk vakfetti. İkinci Bayezîd Hân, onun sohbetlerinden çok tad alırdı. Bu sebeble, ekseriyâ berâber bulunurlardı. Zamânının meşhûr devlet adamları ve âlimleri, "Hünkâr Şeyhi" lakabıyla da anılan Yavsî Muhyîddîn Mehmed İskilîbî'nin sohbetine gelirler, dergâhı dolup taşardı. Meşhûr târihçi Hoca Sâdeddîn Efendi, bu hâli şöyle ifâde etmiştir: "Sultanların Şeyhi, Şeyhlerin Sultânı olmuş, herkesin gönlünü kazanmıştır."
Böyle bir zâtın oğlu olan Ebüssü'ûd Efendi, küçük yaşta ilim öğrenmeye başlayıp, çocukluk ve gençlik çağında babasından dersler aldı. Ondan Hâşiyei Tecrîd'i, fierhi Miftâh'ı bütün hâşiyeleri ile birlikte
iki kerre ve Şerhi Mevâkıf'ı baştan sona tahkîk ederek, iyice okudu. MiftâhülUlûm adlı meşhûr eserin metnini ezberledi. Babası, vefât edinceye kadar onun yetişmesi için gayret gösterip, ders vererek eğitip terbiye etti ve icâzet verdi. Babasından sonra; meşhûr Osmanlı âlimlerinden Müeyyedzâde Abdürrahmân Efendiden, tefsîr ve hadîs ilimlerinde âlim ve kayınbabası olan Mevlânâ Seyyidî Karamânî'den ve meşhûr Osmanlı âlimi MüftiyyüsSakaleyn İbni Kemâl Paşadan ilim öğrendi. Tahsîlini tamamlayıp, ilimde yetiştikten sonra, zamânının Şeyhülislâmı olan İbni Kemâl Paşanın emri ile Çankırı Medresesine müderris tâyin edildi. Fakat bu vazîfeye gitmeden, o sırada İnegöl'de İshak Paşa Medresesi müderrisi Bursalı Şems Çelebi vefât ettiğinden, 1516 senesinde onun yerine tâyin edildiği sırada yirmi altı yaşlarında idi ve bu zamanda Osmanlı Devleti, mühim hâdiselerle önemli gelişmelere sahne oldu. Yavuz Sultan Selîm Han, Çaldıran'da Şah İsmâil'i ve Safevîleri Anadolu'dan çıkararak, Güneydoğu sınırlarının güvenliğini sağladı. Bir yıl sonra Mısır üzerine yaptığı sefer neticesinde, halîfelik Osmanlılara geçti.
Ebüssü'ûd Efendi, İnegöl'deki İshak Paşa Medresesindeki müderrislik vazifesinden 1520 senesinde alındı. On ay sonra 1521'de İstanbul'da Dâvûd Paşa Medresesine müderris tayin edildi. Aynı sene, Sa'dî Efendi yerine Mahmûd Paşa Medresesine, 1524'de İkinci Vezîr Mustafa Paşanın Gebze'de yaptırdığı medreseye tâyin edildi. 1525'de ise, Kireççizâde yerine Bursa Sultâniye Medresesine tâyin edildi. 1527 senesinde Abdüllatîf Efendi yerine Sahnı semân Müftî Medresesi müderrisliğine terfî olundu. Bu vazifesi beş sene sürdü. Çok sayıda ve kıymetli âlimler yetiştirdi.
Ebüssü'ûd Efendi 1532 senesinde Bursa kâdılığına tâyin edildi. Bursa kâdılığı önemli mevkîlerden olup, bu vazîfede başarılı olan İstanbul kâdılığına, İstanbul kâdılığında muvaffak olan da Anadolu kâdıaskerliğine tâyin edilirdi. Bundan sonra da şeyhülislâmlık makâmına getirilirdi. Ebüssü'ûd Efendi, Bursa'da bir yıl kâdılık yaptıktan sonra, İstanbul kâdılığına tâyin edildi. Bu vazîfesinde başarılı hizmetler yaptı. Bu vazîfesinde adlî işlerin tamâmına, belediye reisliğine, denetleme ve tâkib müesseselerinin tamâmına ve idârî işlerin bir kısmına bakıyordu. Ebüssü'ûd Efendi, bu vazîfesinde öyle seri ve çok çalışıyor, işleri öyle yürütüyordu ki, kâtibleri ona yetişemiyorlardı. Bu sebeple kâtiplerden bir grup günün yarısında, diğer bir grub da günün diğer yarısında işleri yetiştirmeye çalışıyorlardı. İstanbul kâdılığı, ilmiye sınıfı için önemli bir mevkî idi. Ebüssü'ûd Efendinin İstanbul kâdılığı vazifesi üç sene sürdü. Bu zaman içinde fevkalâde başarı ve mehâretle kâdılık yaptı. Bundan sonra, ilmiye sınıfı için en yüksek makamlardan sayılan kadıaskerlik vazifesine tâyin edildi. Normalde Anadolu kâdıaskeri, sonra da Rumeli kâdıaskeri olması gerekirken, bir rütbe atlanarak, 1537 senesinde Rumeli kâdıaskerliğine getirildi. Sekiz sene bu vazifede bulunarak, büyük hizmetler yaptı. Ebüssü'ûd Efendi, kâdıasker tâyin edilmeden önce gördüğü bir rüyâyı şöyle anlatmıştır: "Kadıasker olmadan bir hafta önce, rüyâmda Fâtih Sultan Mehmed Câmiinin mihrâbında benim için bir seccâde serilmiş olduğunu gördüm. Halka imâm oldum ve sekiz rekat namaz kıldım. Bu rüyâdan sonra kadıasker oldum. Meğer bu rüyâ, kadıaskerlikte sekiz sene kalacağıma işâretmiş. Keşke kıldığım o sekiz rekatlık ikindi yerine yatsı namazı kılmış olsaydım."
Kânûnî Sultan Süleymân Hân kıymetini ve ilimdeki üstünlüğünü anladığı Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve değer verirdi. Onu bütün seferlerinde yanında bulundurdu. 1541 senesinde Budin'in fethinde, zafer şükrânesi olarak şehrin en büyük kilisesini câmiye çevirten pâdişâh burada ilk namazı Ebüssü'ûd Efendiye kıldırttı. Yine pâdişâhın emri üzerine, Budin'in ve Orta Macaristan'ın tapu ve tahrir işlerini yaptı. Mühim hizmetler yaptığı bu vaifesinden sonra, 1545 senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn Efendinin ihtiyarlığı ve rahatsızlığı sebebi ile şeyhülislamlıktan ayrılması üzerine bu göreve getirildi.
Bu sırada elli beş yaşında bulunuyordu. Otuz sene şeyhülislâmlık yaparak, dîne ve devlete üstün hizmetler yaptı.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân ve İkinci Sultan Selîm'in saltanatları zamânında 30 sene şeyhülislâmlık yaptı. Osmanlı şeyhülislâmları arasında en çok bu makamda kalıp hizmeti geçen Ebüssü'ûd Efendidir. Bu vazifede bulunduğu sırada çok mühim hizmetler yapmıştır. Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd Efendiyi çok sever ve her önemli işinde onun fetvâsına mürâcaat ederdi. Süleymâniye Câmiinin temel atma merâsiminde, mihrâbın temel taşını Ebüssü'ûd Efendiye koydurtmuştur. Devrinde âlimler arasında bir mesele hakkında farklı hüküm ortaya çıksa, Kânûnî Sultan Süleymân Hân, Ebüssü'ûd Efendinin tarafını tercih ederdi. Ebüssü'ûd Efendi, o devirde, devlet kânunlarını dînin hükümlerine uygun bir şekilde düzenlemiştir. Tımar ve zeâmetlere dâir mevzûlarda verilen kararlar, genellikle Ebüssü'ûd Efendinin fetvâlarına dayanmıştır. Mülâzemet usûlü de onun kadıaskerliği zamanında kurulmuştur. Kânûnî, arâzi kânunnâmesini de Ebüssü'ûd Efendiye yaptırmıştır.
Kânûnî Sultan Süleymân Hân 1566 (H.974) senesinde vefât edince, cenâze namazını Ebüssü'ûd Efendi kıldırdı. Kılınan cenâze namazından sonra Kânûnî'nin hayatta iken yaptırdığı Süleymâniye Câmii bahçesindeki türbesine gelindi. Cenâze kabre konuldu. Bu sırada bir çekmece getirilip kabre konulmak istendi. Şeyhülislâm Ebüssü'ûd Efendi müdâhale etti. Çekmecenin niçin konulduğunu, dînimizde kıymetli bir şeyin cenâzeyle gömülmesinin mümkün olmadığını söyledi. Sultan Süleymân Hanın, vefâtından bir gün önce vasiyet edip bu çekmecenin kendisi ile gömülmesini istediğini bildirdiler. Ebüssü'ûd Efendi, mutlaka içindekilerin görülmesi gerektiğini, kıymetli bir şey varsa gömülemeyeceğini söyledi. Çekmece Ebüssü'ûd Efendiye verilirken, elden kayıp düştü ve içindekiler döküldü. Kâğıtların her birinde bir fetvâ ve altında şeyhülislâmın imzâsı vardı. Ebüssü'ûd Efendi, yazıların altında kendi imzâsını görünce; "Ey Süleymân! Sen kendini kurtardın ama, biz ne yapacağız?" diyerek ağlamaya başladı. Kânûnî Sultan Süleymân Han, yapacağı her işi şeyhülislâma sormuş ve aldığı fetvâya göre hareket etmişti. Delîl olarak da, aldığı fetvâların yanında gömülmesini vasiyet etmişti.
Ebüssü'ûd Efendi, Kânûnî Sultan Süleymân Hana hayatta iken bir vesîle ile şu meâlde bir kıfa yazmıştı; "Asıl gerçek, gerçeği gören cihân pâdişâhının görüşüdür. Onun fikri ve görüşü şeriatin senedi, dînin ise direğidir." O, sultanın kaybından duyduğu büyük üzüntü ve acıyı ifâde etmek üzere Arapça olarak şu mânâda bir şiir söylemiştir:
"Yıldırım gürültüsü mü, yoksa İsrafil Sur'u mu? Ki böyle doldu kıyamet sayhalarıyla yeryüzü Bundan her tarafa büyük bir korku isabet etti, Bundan bütün insanlar Tûr'daki helak hâdisesini tattı."
Ebüssü'ûd Efendi, sekiz sene de Sultan İkinci Selîm Hân zamânında şeyhülislâmlık yaptı. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendiye çok hürmet edip, onu incitecek hareketlerden sakınırdı. Bu dönemde de pek mühim hizmetler yaptı. En mühim hizmetlerinden biri, Kıbrıs'ın fethi için fetvâ vermesi ve Kıbrıs'ın fethini sağlamasıdır. Bu ada, İslâmiyetin ilk zamanlarında Eshâbı kirâm tarafından fethedilmişti. Osmanlı Devletinin Kıbrıs üzerinde târihî bir hakka sâhib olması ve bir de o zaman Kıbrıs'a hâkim olan Venediklilerin, yapılan anlaşmayı bozarak deniz yollarına tecâvüz etmeleri sebebiyle, Kıbrıs'ın fethine fetvâ verdi.
Kuruluşundan beri durmadan gelişen Osmanlı Devleti büyüdükçe, geniş arâzileri ve değişik kabîleleri içine almıştı. Bütün bunların idâresinde, her devrin âlimleri pâdişâha yardımcı olmuşlar, aldıkları
mühim vazifeler ile hizmet etmişlerdir. Ebüssü'ûd Efendi, bu âlimlerin en başta gelenlerindendi. Zamânında en parlak dönemine ulaşan Osmanlı Devletinin bu başarısına büyük katkıları olmuştur.
Ebüssü'ûd Efendi, dînine bağlı, haramlardan ve şüpheli şeylerden son derece sakınan, Allah korkusu çok olan bir âlimdi. Güler yüzlü, tatlı dilli olup, latîfeden hoşlanırdı. Etrâfında bulunanlara yumuşaklıkla muâmele ederdi. Çok ibâdet eder ve zâhidâne, dünyâya gönül vermeden yaşardı. Gâyet temiz ve sâde giyinirdi. Heybetinden meclisinde kimse konuşmaz, onun konuşması hürmetle dinlenirdi. Devlet işlerini ve hizmetlerini mükemmel bir şekilde yürütmesi yanında, talebe yetiştirmek ve kıymetli eserler hazırlamakla da vakit geçirirdi. Meşgûliyetinin çokluğuna rağmen, talebelerine zamânında ve aksatmadan derslerini verirdi. Zeyrek civârındaki Çırçır'da bulunan konağında oturur, müslümanların işlerine bakardı. Belli zamanlarda Topkapı sarayına giderek pâdişâhı ziyâret ederdi. Bu ziyâretlerine giderken devamlı bugün Ebüssü'ûd Caddesi denilen caddeden gittiği, için onun ismine izâfeten bu caddeye Ebüssü'ûd Caddesi denildiği bâzı kaynaklarda kaydedilmiştir.
Osmanlı Devletinde yetişmiş en büyük şeyhülislâmlardan birisi idi. Cinlere de fetvâ vermesiyle meşhûrdur. Eyyûb Sultan'da Yazılı Medrese olarak bilinen medresede bulunduğu sırada, bir defâsında cinler kendisinden fetvâ sormak üzere gelmişlerdi. İçlerinden bâzısı suâl sorarken, diğerleri de medresenin duvarlarına birşeyler yazmışlardı. Cinlerin bu duvarlara yazı yazmaları sebebiyle, o medreseye "Yazılı Medrese" ismi verilmiştir. Bu yazılar daha sonra üzerlerine badana çekilmek sûretiyle kapatılmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi, kendisine sorulan suâllere gâyet yerinde ve faydalı cevaplar verirdi. Şeyhülislâmlığı dönemindeki fetvâlarının herbiri, bir kânun maddesi mâhiyetindeydi. Bu fetvâları, Fetâvâi Ebüssü'ûd adlı bir kitapta toplanmıştır. Sorulan suâl manzûm ise, cevâbı da kâfiye ve vezin bakımından suâle uygun olarak verilirdi. Sorulan suâl nesir ve secîli ise, cevâbı da öyle olurdu. Suâl Arabca ise cevabı Arabca, Farsça ise Farsça, Türkçe ise Türkçe olurdu. Çoğu gün binden fazla fetvâ verirdi. İki defa işlerin çokluğu sebebiyle, sabah namazından sonra sorulan suâllere cevap vermeye başlayıp, ikindi namazında bitirmiştir. Birinde 1412, diğerinde 1413 fetvâ verdiği tesbit edilmiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, Yavuz Sultan Selîm ile Kânûnî Sultan Süleymân Hanın fevkalâde sevgi ve iltifâtını kazandı. Kânûnî Sultan Süleymân Hanın Ebüssü'ûd Efendiye gönderdiği şu mektup, ona karşı beslediği hâlisâne duyguları dile getirmektedir. Mektup özetle şöyledir:
"Halde hâldaşım, sinde sindaşım (yaşta yaşdaşım), âhiret karındaşım, Molla Ebüssü'ûd Efendi hazretlerine, sonsuz duâlarımı bildirdikten sonra, hâl ve hâtırını suâl ederim. Hazreti Hak, gizli hazînelerinden tam bir kuvvet ve dâimî selâmet müyesser eylesin! Allahü teâlânın ihsânı ile, lütuflarınızdan niyâz olunur ki, mübârek vakitlerde, muhlislerinizi şerefli kalbinizden çıkarmayınız. Bizim için duâ buyurunuz ki, yere batasıca kâfirler hezîmete uğrayıp, bütün İslâm orduları mensûr ve muzaffer olup, Allahü teâlânın rızâsına kavuşalar... Duâlarınızı, yine duâlarınızı bekleyen, Hak teâlânın kulu Süleymânı bî riyâ."
Ebüssü'ûd Efendi, başta muhteşem bir hükümdâr olan Kânûnî Sultan Süleymân Hân, ilimde Zenbilli Ali Efendi ve İbni Kemâl Paşa, İmâmı Birgivî gibi âlimlerin, edebiyatta Fuzûlî ve Bâki gibi şâirlerin, mîmârîde Mîmar Sinân, tarihte Selânikli Mustafa ve Âlî, Nişancı Mehmed, coğrafyada Pîrî Reis, denizcilikte Barbaros ve Turgut Reis gibi meşhûr kimselerin bulunduğu bir devirde bulunmuş ve o da ilimdeki yüksek derecesi ve mahâretiyle şeyhülislâmlık makâmında hizmet etmiştir. Bu devir,
Osmanlı Devletinin en parlak dönemlerindendir. İlimde, sanatta ve diğer birçok husûslarda en meşhûr kimseler bu devrede bir araya gelmiştir. Osmanlı Devleti, o devirde dünyânın yarısına hükmeden muazzam bir devlet idi. Devletin bu hâle gelmesinde, diğer Osmanlı âlimleri gibi, Ebüssü'ûd Efendinin de büyük emeği geçti. Hattâ en çok emeği ve hizmeti geçen âlimlerdendir. Ömrü boyunca Osmanlı Devletinde adâletin yerleşmesinde ve yaygınlaşmasında her türlü çalışmayı yapmış ve pek üstün gayretler göstermiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, bütün bu meziyet ve üstünlükleri yanında, edebiyât ve şiir sâhasında da yâdigâr eserler bırakmıştır. Zamânının şâir ve edîbleri, yazdıkları nefîs kasîdelerle onu övmüşler, şânını dile getirmeğe çalışmışlardır. Kendisinin Türkçe, Arabca ve Farsça şiirleri vardır. Arabca şiirlerinden Kasîdei Mîmiyye en meşhûrudur. Sorulan bâzı suâllere şiirle cevap verdiği de olurdu. Şiirlerinde daha ziyâde fikir hâkim olup, âlimâne ve hâkimâne yazardı. Meselâ;
"Eşki pürhûn serbeser tutdı cihân eknâfını, Sînei sûzânım içre âteşi hasret gibi."
Ve aynı kasîdesinde;
"Âleme beyhûde bakma, eyle im'ânı nazar, Sun'i üstâdı ezelde, nâzırı ibret gibi. Her biri zerrâtı ekvânın lisânı hâl ile, Keşfeder sırrı cihânı hâtiki hikmet gibi."
Ebüssü'ûd Efendi, benzeri az yetişen bir âlimdi. Arabcaya ve Arab edebiyâtına vukûfiyetini ve bu husûstaki ihtisâsını zamânın âlimleri ve Arab şâirleri tasdîk etmişlerdir. Arabcayı gâyet güzel yazar ve güzel konuşurdu. Şemsi Paşanın yazdığı beş yüz beytlik manzûm Vikâye'nin incelemesini yapıp, yanlışlarını göstererek nâzik ve zarîf tarzda bir yazı ile iâde etmesi meşhûrdur. Sorulan nükteli ve garip suâllere aynı tarzda ve aynı uslûpta cevaplar verirdi. Nüktedan birinin hazîne mânâsına gelen "Hızânetü" ve çanak mânâsına gelen "Kas'atü" kelimesinin fetha ile mi yoksa kesre ile mi okunur diye sorduğu soruya; "Lâ teftahülhızânete velâ teksırulkas'ate" diye cevap verdi. Burada, "hızâne"yi feth etme, yâni "fetha" ile okuma, Kas'ayı da kesr etme, "kesre" ile okuma derken, "fetha" kelimesini açma mânâsında, "kesre" kelimesini de kırma mânâsında kullanarak; "Hazîneyi açma, çanağı da kırma" diyerek, sanatlı bir ifâde kullanmıştır.
Tefsîr ilminde de büyük bir âlim olduğu için, "Müfessirlerin hatîbi" ünvânı verilmiştir. Yine fıkıh ilmindeki yüksek derecesinden dolayı, âlimler arasında "Nu'mânüssânî (İkinci Ebû Hanîfe)" lakabıyla ve "Müftiyyüssekaleyn (cinlerin ve insanların müftîsi)" ve İbni Kemâl Paşadan sonra "Muallimi sânî" lakabıyla tanınmıştır. Bütün ilimlerde mâhir olup, bilhassa tefsîr, fıkıh ve Arabî ilimlerde mütehassıs idi. Asrında İslâm âleminde onun derecesinde bir âlim yetişmemiştir. Zamânında Hanefî mezhebinin reisliği onda idi. İslâm hukûkunda, usûl ve fürû' meselelerinde tam bir selâhiyete sâhipti. Dört mezhebin fıkıh bilgilerine vâkıf idi.
Bütün bu üstün vasıflarıyla devletine ve milletine pekçok hizmetlerde bulunan Ebüssü'ûd Efendi, 25 Ağustos 1574 (H.982) târihinde 84 yaşında iken vefât etti. İslâm âleminde çok tanınmış olduğundan, duyulduğu zaman büyük bir üzüntü ile karşılandı. Cenâze namazını Kadıasker Muhşî Sinan Efendi, Fâtih Câmiinde kıldırdı. Cenâze namazı için o devrin âlimleri, vezîrler, dîvân erkânı ve halk, büyük bir kalabalık hâlinde toplandı. Cenâzesi Eyüp semtinde kendisinin yaptırdığı medresenin bahçesine defnedildi. Yine Mekke ve Medîne âlimleri vefât haberini aldıkları zaman büyük bir üzüntü içerisinde Ebüssü'ûd Efendi için gâib cenâze namazı kılmışlardır. Sultan İkinci Selîm Hân, Ebüssü'ûd Efendinin vefâtından dolayı pek ziyâde üzülmüştür. 58 sene müddetle müderrislik, kâdılık ve şeyhülislâmlık
vazifeleri ile, millete ve devlete çok hizmeti geçmiş, pâdişâhlar ve halk tarafından çok sevilmiş müstesnâ bir âlim idi. Yetiştirdiği âlimler, yaptığı mühim hizmetler ve yazdığı eserleri ile hem yaşadığı, hem de sonraki asırlarda şükran ve rahmetle yâd edilen ve benzeri az yetişen bir İslâm âlimi idi.
Ebüssü'ûd Efendinin talebelerinden ve o devrin en meşhûr şâirlerinden olan Bâki Efendi, Ebüssü'ûd Efendiyi metheden şu şiiri yazmıştır:
"fieri efâdılâfâk müftîi âlem. Sipihri fazlukemâl, âfitâb câhücelâl. İmâmı saffı efâdıl, emîri hayli kirâm. Emîni dînüdüvel, hâcei hûceste hısâl, Ebû Hânîfei sânî Ebüssü'ûd ol kim, Fezâil içre olupdur efâdıl ona ıyâl."
Ün yapmış üstün ilim adamlarının başı ve kâinât müftüsü, kemal ve fazîletin semâsı, güneş mertebeli ve güneş otoriteli. / Âlimlerin önderi, cömertler zümresinin başı. / Din ve devletin emniyeti, güzel huyların nümûnesi. / İkinci Ebû Hanîfe denilen o Ebüssü'ûd ki, / Tam bir fazîlet timsâli, diğer âlimler onun çocukları).
Ebüssü'ûd Efendi; uzun boylu, yanakları çukurca, buğday benizli, ak sakallı, nûrânî yüzlü, vakûr ve heybetli idi. Gösterişten uzak bir şekilde giyinir, yiyip içmede, giyim ve kuşamda Eshâbı kirâmın ve Tâbiînin yolundan ayrılmazdı. İstanbul ve memleketi olan İskilip'te yaptırmış olduğu pek çok hayrâtı vardır.
İskilip'te, babası Muhyiddîn Mehmed İskilîbî'nin ve annesinin medfun bulunduğu türbenin yanında bir câmi ve bir medrese, o civarda bir de köprü yaptırmıştır. İstanbul Eyyûb'de bir medrese yaptırdı. Yine İstanbul'da Şehremini ve Mâcuncu semtlerinde birer çeşme ve hamam yaptırmıştır. Mâcuncu'da bir konağı ve Sütlüce'de bahçeli bir yalısı vardı. Tefsîrini bu yalıda yazmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi, Osmanlı sultanlarından İkinci Selîm, Üçüncü Murâd ve Üçüncü Mehmed'in zamanlarında yetişen ilim adamlarının çoğunun hocasıdır. Bunlardan bâzıları şu zâtlardır: Mâlûlzâde Seyyîd Mehmed, Abdülkâdir Şeyhî, Hoca Sa'deddîn, Bostanzâde Mehmed Sun'ullah Efendi, Bostanzâde Mustafa, meşhûr şâir Bâki Efendi, Hâcei sultan Atâullah, Kınalızâde Hasan ve Ali Cemâlî Efendinin oğlu Fudayl Efendi.
Ebüssü'ûd Efendi, kendi oğullarını da ilimde yetiştirmiştir. Dört oğlu iki kızı vardı. Oğullarından Mehmed Çelebi, ilimde yetişip, çeşitli medreselerde müderrislik, Şam vâliliği ve Haleb kadılığı yaptı. "Meylî" mahlası ile meşhûr olup, hattatlığı ve şâirliği ile de tanındı. Farsçada ve şiirde mahâretli idi. Farsça gazelleri vardır. Bu oğlu, kırk yaşında iken vefât etmiştir.
İkinci Oğlu Şemseddîn Ahmed Çelebi, Taşköprüzâde Ahmed Efendiden ve babasından ilim öğrendi. Babasına muîd, yardımcı ve asistan oldu. Daha on yedi yaşında iken, Rüstem Paşa Medresesine müderris oldu. Sahnı semân ve Şehzâde Medresesinde de müderrislik yaptı. Bu oğlu da otuz yaşlarında vefât etti.
En küçük oğlu Mustafa Efendiyi kendisi ilimde yetiştirip, icâzet verdi. Önce Sahn Medresesi müderrisliğine tâyin edildi. Edirne Selimiye Medresesinde de müderrislik yaptı. Selânik Galata, Bursa, Edirne ve İstanbul kadılığı yaptı. Bundan sonra Anadolu, bir sene sonra da Rumeli kadıaskerliği yaptı. Hat sanatında mâhir, fıkıh ve usûli fıkıh ilminde âlim idi. Meşhûr fıkıh kitabı Dürer'e hâşiye yazmıştır. Bu oğlu da 43 yaşında vefât etmiştir. Oğullarından Mustafa Çelebi hâriç, diğerleri kendisinden önce vefât etmişlerdir. Kızlarından biri, şeyhülislâm Müeyyedzâde Abdülkâdir Şeyhî'nin hanımı idi. Bu zât, Ebüssü'ûd Efendinin kız kardeşinin oğludur. Diğer kızı, yine şeyhülislâm olan Ma'lûlzâde Mehmed Efendinin hanımı idi. Bâzı kaynaklarda bir kızının daha olduğu, onun da Ali Cemâlî Efendinin oğlu Fudayl Efendinin hanımı olduğu kaydına rastlanmıştır. Ebüssü'ûd Efendinin kardeşi Şeyh Nasrüddîn de âlim ve ehli tasavvuf bir zât idi. Önce İskilib, sonra İstanbul'da insanlara rehberlik ederek irşâd vazifesi yapmıştır.
Ebüssü'ûd Efendi, tefsîr, fıkıh ve diğer ilimlerde pekçok eser yazmıştır. Eserlerinden en meşhuru, İrşâdü AklisSelîm isimli tefsîri olup pek kıymetlidir. Ebüssü'ûd Efendi yazdığı bu tefsîrde, Keşşaf Tefsîri ile, müfessirlerin baştâcı olan İmâmı Beydâvî'nin EnvârütTenzîl'ini kaynak olarak almıştır. Bu tefsîrlerden aldığı bilgiler yanına, yeni inceleme ve mütâlaalar da ilâve etmiştir. Evliyâ Çelebi, bu tefsîrden, Seyahatnâme adlı eserinde şöyle bahsetmiştir: "Üç bin ulemâdan ve bin yedi yüz kadar mûteber tefsîrden istifâde etmek, feyz almak sûretiyle yazdığı tefsîr, hâlen âlimler arasında makbûl ve medhedilen bir tefsîrdir. Ona denk bir tefsîr yoktur." Mir'âtı Kâinât müellifi Nişancızâde de bu tefsîr için; "Yazdığı güzel tefsîri şerîfi dünyânın en güzel tefsîrlerindendir." demiştir.
Ebüssü'ûd Efendi, bu tefsîrini nasıl yazdığı hakkında yaptığı açıklamanın bir bölümünde Keşşaf Tefsîri'nin ve İmâmı Beydâvî'nin EnvârütTenzîl adlı tefsîrinin, yazılmış tefsîrlerin en meşhûru ve seçilmiş tefsîrler olduğunu belirttikten sonra şöyle demektedir: "Önceden bu iki kitabı okuyup incelemekle meşgûl olurken, bunların ihtivâ ettiği cevherlere, kıymetli bilgilere, diğer kitaplarda bulduklarımı da ilâve etmek sûretiyle, güzel bir uslûb ile tertib etmek ve Allahü teâlânın lütfu olarak kalbime doğan şeyleri de, Kur'ânı kerîmin şânına uygun bir şekilde ilâve edip, Sultan Süleymân'ın hazînei şâhânesine hediye etmeyi düşündüm. Lâkin seyahatlerim azmime mâni oldu. Yapılacak işin büyüklüğü beni tereddüde düşürdü. Aradan aylar ve yıllar geçti. Meşgûliyetin çokluğu, muhârebelerde, seferlerde, beldelerde dolaşmam bu işe mâni oldu. Baktım ki fırsat elden gidiyor, ecel yaklaşıyor, hayat güneşi batmak, sönmek üzere, artık meşgalemin çokluğuna bakmadan arzu ettiğim kitabı yazmaya karar verdim. Allahü teâlâya sığınarak işe başladım."
Ebüssü'ûd Efendi, Sâd sûresine geldiği zaman Kânûnî Sultan Süleymân Hân tefsiri görmek istedi. Yazılan kısım takdim edilince, büyük bir hürmetle karşıladı. Ebüssü'ûd Efendinin o zaman iki yüz akçe olan meşihât yevmiyesini beş yüz akçeye çıkardı. Büyük ihsân ve ikrâmlarda bulunup, hil'at (elbise) giydirdi. Bu tefsîr 1566 senesinde yazılıp tamamlanınca, Ebüssü'ûd Efendinin yevmiyesi, yüz akçe daha ilâve edilerek altı yüz akçeye çıkarıldı. Tefsîr yazılıp tamamlandıktan sonra, Mekke'ye ve Medîne'ye iki nüsha gönderilip, o zaman ilim öğrenmekte olan talebelerin istinsâh edip, yazarak çoğaltmalarına izin verildi. Bu tefsîrin İstanbul ve Anadolu'nun muhtelif kütüphânelerinde bulunan çok sayıda nüshaları vardır. İlk baskısı 1858-1868 seneleri arasında, Bulak'ta müstakil olarak yapılmıştır. Yine Bulak'ta 1872 senesinde İmâmı Râzî'nin Tefsîri Kebîr'i MefâtîhülGayb kenarında ikinci baskısı yapıldı. Daha sonra 18891890 senelerinde, Kâhire'de müstakil olarak üçüncü baskısı yapıldı. Aynı yıllarda İstanbul'da Dârüttabâatilâmire matbaasında, yine İmâmı Râzî'nin tefsîri kenarında dördüncü baskısı yapıldı. 1952 senesinde, Mısır'da beş cild hâlinde beşinci baskısı yapıldı. Ebüssü'ûd Efendinin bu tefsîri üzerine şerh ve ta'likler, incelemeler yazıldı. Bu tefsîr, Mısır'da Câmi'ulEzher'de yıllarca ders olarak okutulmuştur.
Ebüssü'ûd Efendinin diğer önemli eserleri ise şunlardır:
1) Ma'rûzât, 2) HasmülHilâf, filMeshi AlelHıfâf, 3) TehâfütülEmcâd fî Evveli KitâbilCihâd, 4) MeâkıdütTaraf fî Evveli Tefsîri SûretilFethi minelKeşşâf, 5) GamezâtülMelîh fî Evveli MebâhısilKasrılâm MinetTelvîh, 6) TevâkıbülEnzâr fî Evveli MenârülEnvâr, 7) Ta'likâtün alelHidâye; Fetvâlar: Ebüssü'ûd Efendinin fetvâları, Bostanzâde Muhammed bin Ahmed Efendi tarafından toplanmıştır. Bâblara ve fasıllara ayrılmıştır. 9) Kânunnâmeler: Ebüssü'ûd Efendinin fetvâ şeklinde tertib ettiği kısımları ihtivâ eden bir eserdir. 10) Risâletü Vakfinnukûd, 11) GalatâtülAvâm, 12) TescîlülVakf, 13) KânûnülMuâmelât, 14) Risâlei Mesh, 15) Münşeât, 16) Kıssai Hârût ve Mârût,
17) TuhfetütTullâb filMünâzarât, 18) Risâletün filEd'iyyetilMe'sûre, 19)
Mektupları, 20) Şiirleri; Arabça, Farsça ve Türkçe şiirleri olup, Kasîdei Mîmiyye'si meşhûrdur.
Ebüssü'ûd Efendinin vermiş olduğu binlerce fetvâdan bir kısmı ise şu şekildedir.
"Bir tavuk boğazlanıp, içi ve kursağı çıkarılmadan, kaynar suda haşlasalar, yolsalar, yemesi helâl olmaz, haramdır. Kesip içi ve kursağı çıkarılıp, içi yıkandıktan sonra haşlanırsa, tüylerine necâset bulaşmamış ise, yemesi helâl olur."
Ebüssüûd Efendi Rahmetullahi aleyh Menkıbeleri
MÜFTÎ OLSA GEREKTİR
Ebüssü'ûd Efendi, şeyhülislâm olmasıyla ilgili bir rüyâsını şöyle anlatmıştır: "Henüz daha medresede talebe iken, bir gece rüyâmda Zeyrek Câmiine girdim. Câmi çok kalabalık idi. "Bu topluluk nedir?" dedim. "Resûli ekrem efendimizin dîvânı seâdetleridir, toplantılarıdır" denildi. Hürmetle bir köşede durdum. Önümde de, o devrin müftîsi İbni Kemâl Paşa oturuyordu. Peygamber efendimiz mihrâbda bulunuyordu. Sağ ve solunda Eshâbı kirâm efendilerimiz edeble ayakta duruyorlardı. Resûlullah efendimizin huzûrunda da bir zât vardı. Kıyâfetinden onu Arab zannetmiştim. Peygamber efendimiz ile dizdize denilecek bir hâlde oturuyor ve konuşuyordu. Acabâ bu zât kimdir ki, Eshâbı kirâm efendilerimiz ayakta oldukları hâlde, o, Resûlullah'ın huzûrunda oturuyor? diyerek hayret ettim. Konuşmalarını dinledim; Peygamber efendimiz Arabca konuşuyorlar, o zât ise Farsça söylüyordu. Peygamber efendimiz ona; "Yâ Mevlânâ Câmî, ben Arabca konuşuyorum, sen de Arabca konuş" buyurunca, Arab zannettiğim o zâtın Mevlânâ Abdürrahmân Câmî olduğunu anladım. Mevlânâ Câmî, Peygamberimize; "Yâ Resûlallah! Bir hatâmdan dolayı sizden özür dilemiştim. Acabâ özrüm makbûl olmadı mı?" dedi. Peygamber efendimiz; "Ne yolla îtirâz etmiştin?" buyurunca, şöyle dedi: "Sizi methetmek için yazdığım bir kasîdemde; "Onun sırrına eremiyorum, O Arabdır, ben ise Acemim..." demiştim" dedi. Peygamber efendimiz; "Beis yok, Farsça konuşman da makbûldür" buyurdu. Sonra Peygamberimiz, Mevlânâ Câmî'ye hitâben; "Şu oturan kimseyi bilir misin?" diyerek İbni Kemâl Paşayı gösterdiler. Mevlânâ Câmî; "Bilmem yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, İbni Kemâl Paşadır ve hâlen ümmetimin müftîsidir." buyurdu. Sonra da beni göstererek; "Ya onun arkasında oturan şu kimseyi bilir misin?" buyurdu. Mevlânâ Câmî yine; "Hayır Yâ Resûlallah" dedi. Peygamber efendimiz; "O, Ebüssü'ûd bin Yavsî'dir. O da ümmetimin müftîsi olsa gerektir." buyurdu. Bu sâdık rüyâdan tam otuz yıl sonra, bu âcize fetvâ işleri vazifesi verildi.
"İmâm, ameli kesîr oluncaya kadar tegannî ederse, yâhut üç harf ziyâde ederse, namazı fâsid olur. Tegannî, ırlamaktır, sesini hançeresinde terdîd edip, yâni tekrarlayıp türlü sesler çıkarmaktır."
"Bir köyde veya mahallede mescid olmayıp, cemâatle namaz kılmasalar, hükûmet bunlara zorla mescid yaptırmalıdır. Cemâati ihmâl edenleri tâzir etmelidir.
Suâl: Namazda otururken şehâdet parmağı kaldırmak mı kaldırmamak mı daha iyidir?
Cevap: Her ikisi de iyi demişlerdir. Fakat parmağı kaldırmamak daha iyi olduğu meydandadır.
Suâl: Bir dilenci gelip: "Allah aşkına, Peygamber aşkına; Allah'ı seversen, Peygamber'i seversen bana bir akçe ver" dese; o dilenciye: "Allah versin!" tarzında cevap verilse veya hiç bir yardımda bulunulmasa günaha girmiş olunur mu?
Cevap: Sevmek, vermeyi gerektirmez... Vermemesi sevmemesine bağlı değilse, hiçbir hatâ ve günah yoktur.
Suâl: Karacaahmet tekkesine hasta götüren ve orada kadak kesen kimseler: "Hasta oraya varınca şifâ bulur" diye inansalar" dînen onlara ne gerekir?
Cevap: Eğer şifâ verenin Allahü teâlâ olduğunu bilirler ve Karacaahmed'i de sâlih bir kişi olarak tanırlarsa bir şey gerekmez.
Suâl: Cenâbı Hak hazretleri mekan mefhumundan münezzehtir. Böyle olduğu halde "Allah göklerdedir" tarzında mı veya bir başka şekilde mi inanmak gerekir?..
Cevap: "Allahü teâlâ bütün mekanlardan münezzehtir. Gökler, yerler onun idâresindedir. İlmi ve gücüyle onlara hâkimdir" tarzında îtikâd etmek gerekir. Duâ ânında elleri yukarı kaldırmak, üst cihetin, semânın, duânın kıblesi kabul edilmesinden dolayıdır.
Suâl: Bir mescide imâm olmak mı yoksa marangozluk mu daha iyidir?
Cevap: Bir sanatı, namazı hiç terketmeden yürütmek, Allah katında makbul ameldir.
.
Çok Yönlü Bir Şeyhülislam Ebussuûd Efendi
Yusuf Ünal
Kanunî Sultan Süleyman, küçük bir sandığın kendisiyle birlikte gömülmesini vasiyet eder. Vefatından sonra sandık açıldığında herkes şaşakalır. Orada şeyhülislâmın verdiği fetvalar bulunmaktadır. Cihan Padişahı, devleti yönetirken yaptığı her işin fetvasını sorarak hareket etmiştir. Bunu gören şeyhülislâm: "Süleyman sen kendini kurtardın, Allah bize merhamet etsin." demiştir. Osmanlı'nın en parlak döneminin en ağır mesuliyetini yüklenen, padişahın her işin fetvasını sorduğu bu şeyhülislâm kimdir?Bir kimse düşünün ki, her daim padişahın yanıbaşında olsun ve padişah alacağı kararlarda onun gözüne baksın. Bir kimse düşünün ki, padişahın kimi istek ve icraatlarına dinin emirlerine uymaz diyerek karşı çıksın, tefsir ve İslâm hukukunda ehil bir âlim olsun. Süleymaniye'nin temelini atan, Kanuni'nin cenaze namazını kıldırmasını vasiyet ettiği bir kimse düşünün… İşte bu büyük zât Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi'dir.Kanunî ve 2. Selim'in en yakınlarından olan ve onlardan büyük hürmet gören; Bursa ve İstanbul kadılığı, Rumeli kazaskerliği ve şeyhülislâmlık gibi en mühim devlet görevlerinde bulunan; Kanunî devrine adını veren kanunların çoğunun altında imzası bulunan; bunların yanında büyük bir müfessir olarak İslâm dünyasında bilinen Ebussuûd Efendi'yi ve tefsirini bir makale çerçevesinde tanıtmaya çalışacağızDoğduğu OrtamEbussuûd Efendi'nin çocukluk ve gençlik yılları; Osmanlı'nın siyasî sınırlarının alabildiğine genişleyip üç kıtaya yerleştiği, İstanbul'un ilim ve imar faaliyetleriyle önemli bir merkez durumuna geldiği yıllara rastlar. Bu yıllar hem içeride hem dışarıda büyük değişimlerin yaşandığı yıllardır. Bu dönem Anadolu'da ve Müslümanlar arasında birlik tesis edilmeye çalışılmaktaydı. Cem Sultan ve Şah İsmail, Devlet-i Aliyye'nin başını ağrıtıyorlardı. İspanya'dan Müslümanların tamamen sökülüp atılması, Amerika'nın keşfi, Rönesans ve reformlar, coğrafî keşifler, matbaanın icadı, Protestanlığın ortaya çıkışı hep EbussuûdEfendi'nin yetiştiği dönemlerde meydana gelmiştir.Bütün bunlar onun şuur altının ve hassasiyetlerinin oluşmasında önemli rol oynamıştır. Ehl-i Sünnet çizgisini korumadaki hassasiyetinde, fitnelere ve siyasî çekişmelere karşı dikkatli olmasında, devletin temellerini hukuk üzerine oturtma gayretlerinde, şahit olduğu bu hâdiselerin tesiri vardır.Diğer yandan 16. yüzyıl, Osmanlı medeniyetinin zirveye ulaştığı, bu sebeple de "Türk Asrı" olarak anılan bir dönemdir. Osmanlı'nın birçok ilim, sanat ve devlet adamı bu dönemde yetişmiştir. Şiirde Fuzulî ve Bâkî; askerlikte Özdemir, Özdemiroğlu Osman ve Piyale Paşalar; denizcilikte Barbaros Hayreddin Paşa; coğrafyada Pîrî Reis; hat sanatında Ahmed Karahisarî; mimaride Mimar Sinan; meşihat makamında Ebussuûd Efendi; tahtta da 'Muhteşem Süleyman' bu dönemde yetişmiş mümtaz kişilerden bazılarıdır.İşte Ebussuûd; Osmanlı'nın dünyayı avucuna aldığı ve 'yetmiş iki milleti' bir arada tuttuğu bu 'Türk Asrı'nda yaşamıştır. Devletin dinî, hukukî, ilmî meselelerine çözüm bulma, bunları belli kaideler üzerine oturtmak gibi çok ağır bir mesuliyet onun omuzlarındaydı.Ailesi ve TahsiliEbussuûd Efendi hem anne hem baba tarafından çok âlimler yetiştirmiş bir aileye mensuptur. Annesi meşhur matematikçi ve astronom Ali Kuşçu'nun yeğeni veya kızı olan Sultan Hatun'dur. Ali Kuşçu da amcasıdır. Babası, Sultan Beyazid-i Velî'ye yakınlığıyla bilinen ve "Hünkâr Şeyhi" olarak da anılan zamanın âlimlerinden Şeyh Muhyiddin Mehmed Yavsı'dır. Mehmet Efendi bugün Çorum'un bir ilçesi olan ve her devirde yetiştirdiği âlimlerle temayüz eden İskilip'te dünyaya gelmiş, daha sonra Padişah'ın daveti üzerine İstanbul'a yerleşmiştir. Ali Kuşçu'dan da ilim öğrenmiş hem zahirî hem batınî ilimlerde söz sahibi olmuştur.Ebussuûd Efendi, yaygın görüşe göre 1490 yılında İstanbul civarındaki bugünkü Metris olarak bilinen yerdeki Müderris köyünde doğmuş ve Sütlüce muhitinde ikamet etmiştir. Birçok âlimin yetişmesinde olduğu gibi o da ilk tahsilini babasından görmüş, ondan tefsir, kelam ve belagat dersleri okumuştur. Yaşı ilerledikçe Müeyyedzade Abdurrahman Efendi, Mevlâna Seyyid Karamânî, Şeyhülislâm İbn-i Kemal ve Sa'dî Çelebi'ye talebe olmuştur. Sultan 2. Bayezid ondaki istidadı fark etmiş olmalı ki, daha talebelik yıllarında ona "Çelebi Ulûfesi" adıyla otuz akçe tahsis etmiştir. Ebussuûd, hocalarından Seyyid Karamânî'nin kızı Zeynep Hanım'la evlenmiş, bu evlilikten üçü kız beşi oğlan sekiz çocuğu olmuştur. Oğullarından Mehmed Çelebi Halep kadılığı yapmış, Mustafa Çelebi ise Anadolu ve Rumeli kazaskerliği görevlerinde bulunmuştur.İleride büyük hizmetler edecek olan birçok âlim de Ebussuûd'un halka-i tedrisinden geçmiştir. Kanunî, 2. Selim, 3. Murad, 3. Mehmed zamanlarında seyhülislâmlık, kazaskerlik, kadılık ve müderrislik yapan bu âlimlerden bazıları şunlardır: Şeyhülislâm Mâlulzâde Seyyid Mehmed, Abdulkadir Şeyhî, Hoca Sâdeddin, Cenâbî Mustafa Efendi, Şair Bâkî, Hâce-i Sultânî Atâullah, tezkireci Âşık Çelebi ve Kınalızade Hasan Çelebi, Ebulmeyâmin Mustafa Efendi, Fudayl Çelebi, bostanzade Mehmed ve Mustafa, Sun'ullah Efendi, Hoca Sadeddin, Kınalızade Hasan Çelebi...KişiliğiUzun boylu, ince yapılı, uzun sakallı, güleç yüzlü, vakarlı, haram helale son derece dikkat eden ve faziletli bir kimse olarak bilinen Ebussuûd Efendi herkese hilimle muamele ettiği hâlde insanlar onun heybetinden çekinir ve sözünü büyük bir hürmetle dinlerlermiş. Medreselerde ders okuturken bayram tatilleri dışında derslerine ara vermemesi, müftüyken de günde yüzlerce suale fetva vermesi ve üst düzey devlet görevlerini yaparken bile ilme ara vermeyişi onun ne kadar çalışkan biri olduğunun delilidir. Çok çalışır, çok okur, çok yazar ve insanların dertlerini dinleyip çözüm üretmek için kafa yorardı.Ebussuûd Efendi'yi Kanunî çok sevmekte ve ona değer vermekteydi. Öyle ki o, Ebussuûd'a mektup yazıyor ve ona: "Halde haldaşım, sinde sindaşım, âhiret karındaşım, tarîk-ı hakta yoldaşım Molla Ebussuûd Efendi Hazretleri." şeklinde hitap ediyordu. Bu sevgi ve iltifatlar sadece sözde kalmamış; Süleymaniye Camii'nin temellerini bizzat ona attırmış, cenaze namazını da vasiyetine binaen Ebussuûd kıldırmıştır.Onun padişah yanında bu kadar değerli oluşu ilmin izzetini korumasından, ilmiyle amel etmesinden ve gerektiğinde padişahın rağmına fetva verebilmesinden kaynaklanmaktadır. Meselâ; Ayasofya vakıflarının kiracılarıyla ilgili bir meselede Kanunî'ye karşı çıkarak: "Olmaz! Emr-i sultânî ile nâmeşrû olan nesne meşrû olmaz; haram olan nesne helal olmak yoktur!" diyebilmiştir.Ebussuûd Efendi aynı zamanda çok hayırseverdir. Memleketi İskilip'e babasının türbesi yanında cami, imaret ve mektep; Kırım'ın Kefe şehrinde cami; İnebahtı'da mescid; Şehremini Ereğli mahallesinde sıbyan mektebi; İstanbul'da Macuncu Odabaşı mahallesinde çeşme ve hamam yaptırmıştır. Ardında bunca hayırlı eser bırakan Ebussuûd Efendi 1574 senesinde Hakk'a yürümüştür. Mekke ve Medine'de gıyabında cenaze namazı kılınmıştır. Mezarı Ebu Eyyüb'el- Ensarî Hazretleri'nin türbesinin yakınında; yine kendisinin yaptırdığı zâviye, sıbyan mektebi ve sebilden oluşan külliyenin hazîresindedir.Üstlendiği Devlet GörevleriEbussuûd; Yavuz Sultan Selim, Kanunî Sultan Süleyman ve 2. Selim devirlerinde müderrislik, kadılık, kazaskerlik ve şeyhülislâmlık gibi ilmî payelere ve devlet makamlarına layık görülmüştür. İlk olarak Yavuz Sultan Selim zamanında (1516) Çankırı Medresesi'ne müderris olarak gönderilmesi gündeme gelmişse de bu kısmet olmamış, İnegöl Yenişehir İshak Paşa Medresesi'ne tayin edilmiştir. Daha sonra çeşitli medreselerde talebe yetiştiren Ebussuûd Efendi önce Bursa kadılığına, bir yıl sonra 1533 yılında da İstanbul kadılığına getirilmiştir.1537 senesi onun hayatındaki dönüm noktalarından biridir. Bu tarihte Kanunî, onu devletin en önemli makamlarından birine, Rumeli kazaskerliğine getirir. Kara Boğdan, Estergon ve Budin seferlerine padişahla beraber katılarak gazilik şerefine nail olur. Sekiz sene süresince Rumeli kazaskerliği yapan Ebussuûd, 1545 senesinde Fenârîzâde Muhyiddîn Efendi'nin yerine şeyhülislâmlık makamına getirilir.2. Selim döneminde verdiği fetvayla Kıbrıs'ın fethinde önemli rol oynar. Budin'in fethinden sonra camiye çevrilen katedralde ilk cuma namazını kıldırmak da ona nasip olur.Bu zamandan 1574'teki vefatına kadar yaklaşık otuz yıl aralıksız dünyanın en büyük devletinin en önemli kurumlarından birinin başında görev alır.Kazaskerliğiyle birlikte kırk seneye yakın, Osmanlı'nın tepe yöneticilerinden biri olan Ebussuûd bu zorlu görevleri sırasında kolay kolay kimseyle çekişmeye girmemiş, hele siyasî kavgalardan hep uzak kalmıştır. Onun şeyhülislâm olmasıyla birlikte bu makamın önemi artmış ve devlet yönetiminde meşihat, kazaskerliğin bile önüne geçmiştir. Osmanlı'nın, çıkardığı kanunlarla meşhur bu döneminin birçok kanunnamesinde onun emeği vardır. Özellikle arazi hukuku alanında yaptığı hizmetler dikkat çekicidir. Şeyhülislâm olarak verdiği fetvaların ise sayısı epey fazladır. Öyle ki bir günde 1413 fetva verip imzaladığı dahi olmuştur.İlmî Yönü ve TefsiriEbussuûd Efendi devlet adamlığının yanı sıra zamanının büyük bir âlimidir. Bunun içindir ki başka kimseye verilmeyen unvanlar devrinde ona verilmiş, kendisine: "Sultan'ul- Müfessirîn", "Hatîb'ul- Müfessirîn", "Numan-i Sânî", "Ebû Hanife-i Sânî", "Hoca Çelebi", "Diyar-ı Rûm'un Zemahşerîsi" denilmiştir. Onun ilmî sahadaki şöhreti, Arap ve Acem topraklarına yayılmıştır. Hattâ onun eserleri, Türklerden daha çok sair Müslümanlar arasında bilinmektedir.Müfessirliğinin dışında onun en yetkin olduğu saha şüphesiz İslâm hukukudur. Devlet bünyesinde üstlendiği vazifeler dolayısıyla birçok kanunî düzenlemenin altında imzası vardır. İslâm hukukunu kendi usulü içerisinde yorumlayarak zamanının problemlerine çözüm üretmesi, devrinin ihtiyaçlarına göre içtihat ve tercih yapabilmesi sebebiyle Ebussuûd; "ashabü't-tercih", "ashabüt't-tahrîc" veya "meselede müctehid" müctehidler arasında sayılabilir.O hem halkın problemlerini halletmek için on binlerce fetva vermiş hem de devlet yönetiminin adaletle işlemesi için kanunnâmeler hazırlamıştır. İnsanların problemlerini çözmek için farklı içtihatlardan en uygun olanını seçmeye özen göstermiştir. Soruları bilhassa sorulan dilde cevaplaması ve manzum sorulan sorulara manzum cevap vermesi onun dikkat çeken yönlerindendir.Kanunî ile, karıncaların öldürülmeleri hususundaki manzum yazışmaları meşhurdur. Aynı zamanda şair olan padişah, sarayın bahçesindeki ağaçlara zarar veren karıncalardan şikâyet ederek şu mısralarla karıncaları öldürmek için fetva ister: "Dırahta ger ziyan etse karınca / Zarar var mıdır ânı kırınca" Şeyhülislâm bu fetvaya manzum olarak şu cevabı verir: "Yarın Hakk'ın huzuruna varınca / Süleyman'dan hakkın alır karınca."Onun fetvaları Fetavâ-i Ebussuûd adıyla derlenmiş olup kütüphanelerde mevcuttur. Kanunî'ye arz ettiği fetvaları ise Ma'rûzât adlı eserinde bir araya getirilmiştir. Bunlarla birlikte sadece hukuk alanında Kanunnameler, Risale fî Mevkı'il-Ûkûl fî Vakfil- Menkûl dâhil 14 eseri vardır.Âlimliğinin yanında o Türkçe, Arapça ve Farsça şiirler yazan bir şairdir. Şiirlerinden Kaside-i Mîmiyye ve Kanûnî'ye yazdığı mersiyesi çok bilinenleridir. Edebiyat sahasında bunların dışında Galatât-ı Ebussuûd, el-Kasa'idü'l-Arabiyye ve Münşeât-ı Ebussuûd adlı eserleri vardır. Ayrıca kader inancına dair, Risale fî Beyâni'l-Kaza ve'l-Kader; tıbba dair, Risale li- Ecli't-Tâûn; dua üzerine, Duânâme-i Ebussuûd adlı eserleri kütüphanelerde meraklılarını beklemektedir.Ebussuûd, devlet adamlığı ve hukukçuluğunun yanında çok iyi bir tefsircidir. O, İslâm âleminde esas bu yönüyle bilinir. Hattâ denilebilir ki onun müfessirliği 8 senelik Rumeli kazaskerliğinin ve 30 senelik şeyhülislâmlığından daha meşhurdur. Ona gelinceye kadar Osmanlı topraklarında âlimler genelde yazılmış olan tefsirlere şerh ve talikler kaleme alıyor veya sadece bazı sureleri tefsir ediyorlardı. Osmanlı coğrafyasında ilk defa Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını tefsir edenlerden biri Ebussuûd olmuştur. Meşhur tefsiri İrşad'dan evvel o da haşiye yazmış, bazı sûre ve kıssaların tefsirini yapmıştır. Bu cümleden olarak Zemahşerî tefsirinin Fetih Sûresi'ne haşiye yazmış, müstakil olarak Furkan ve Mü'minîn surelerini tefsir etmiş, konulu tefsir diyebileceğimiz Risale fî Bahsi îmani'l-Fir'avn adlı eserinde son nefeste yapılan imanın makbul olup olmayacağıyla alâkalı âyetleri yorumlamıştır. Bu eserlerin birçok nüshası özellikle İstanbul kütüphanelerinde mevcuttur.Ebussuûd'un namı esas, bütün ilmî birikimini yansıttığı ve üstün bir Arapçayla kaleme aldığı İrşadu'l-Aklı's-Selim ilâ Mezâyâ el-Kitâb'il-Kerîm adlı tefsiriyle İslâm dünyasına yayılmıştır. İrşad, Türkçemize "Ebusuûd Tefsiri" adıyla 12 cilt hâlinde henüz kazandırılabilmiştir. Arapça yazılması sayesinde eser İslâm dünyasına mâl olmuştur.Ebussuûd, dirâyet tefsirindeki en önemli kaynaklardan olan Zemahşeri'nin Keşşaf ve Kadı Beydâvî'nin Envâru't-Tenzîl ve Esraru't-Te'vîl tefsirlerinden istifade etmiştir. Yer yer onların görüşlerini aktaran müfessirimiz yer yer de onların fikirlerini tenkit etmiş ve tercihini ortaya koymuştur. Özellikle Zemahşerî'nin itizalî yorumlarını reddedip yorumlarını Ehl-i Sünnet anlayışı çerçevesinde yapmıştır. Eserin önsözünde yazdığına göre şeyhülislâm, Keşşâf ve Envaru't-Tenzîl'i okudukça onlardaki değerli bilgilere hayran olmakla birlikte başka kaynaklardan öğrendiği bilgilerini de onlara ilâve ederek güzel bir üslûp ve anlaşılır bir tertiple bir tefsir yazıp Sultan Süleyman'a takdimi arzu edermiş. Ancak işin büyüklüğü ve kendi acziyeti sebebiyle buna cesaret edemez, bu işin üstesinden gelebileceğinden emin olamazmış. Deruhte ettiği devlet vazifelerinin icap ettirdiği seferler, seyahatler, toplantıların yoğunluğu da bu işe başlamasına engelmiş... Böyle düşüncelerle aradan aylar ve yıllar geçmiş. Ebussuûd, bakmış ki hayat güneşi sönüyor, ecel yaklaşıyor, fırsat elden gidiyor... Bütün mazeretleri terk ederek Cenab-ı Allah'a sığınmış ve başlamış yazmaya...Nihâyet Kur'ân'ın Sâd Sûresi'nin sonuna kadar olan kısmını tefsir etmeye muvaffak olmuş. 1564 tarihinde oğluyla birlikte eserini Kanunî'ye arz etmiş. Oğlunu büyük bir hürmetle karşılayan Kanunî, yıllardır beklemekte olduğu eseri taltif etmiş. O kadar memnun olmuş ki Şeyhülislâmın 200 akçe olan maaşını, 500 akçeye çıkarmıştır. Müfessirimiz, eserinin kalanını da bir yıl içerisinde tamamlayarak arz etmiştir. Bu sefer de maaşı 600 akçeye çıkarılmıştır. Kanunî devrinde Mimar Sinan, Bakî, Pirî Reis gibi zevatın yetişmesi, yöneticilerin ulemaya verdiği değerin bir göstergesi olarak değerlendirilebilir. Ziya Paşa boşuna: "Marifet iltifata tâbidir. / Müşterisiz meta zâyidir." dememiştir.Ömer Nasuhî'ye göre, onun tefsiri İslâm dünyasının en meşhur iki tefsiri olan Zemahşerî ve Kadı Beydâvî tefsirlerinden daha üstündür. Çünkü o hem onlardaki güzellikleri cem etmiş hem eksikliklerini tamamlamış hem kendi orijinal yorumlarını ortaya koymuştur. Bu sebepledir ki Ebussuûd tefsiri; kendinden sonraki Cemel, Alûsî, Konyalı Mehmed Vehbi Efendi, Elmalılı, Ömer Nasuhi, Sâbûnî ve Reşit Rıza gibi birçok müfessirin kaynakları arasında yer almıştır. Ayrıca Ebussuûd Efendi, Hanefî mezhebinden olmasına ve ahkâm âyetlerini buna göre açıklamasına rağmen, eseri el-Ezher'de ve Libya Üniversitesi'nde ders kitabı olarak okutulmuştur. Tefsirin genelde tenkit edildiği iki nokta; özellikle surelerin faziletleriyle ilgili zayıf ve uydurma olduğu söylenen hadîslere ve aklın ve naklin kabullenemeyeceği İsrailiyyâta yer vermiş olmasıdır.Tefsirinin Özellikleri1. Ebussuûd'un tefsiri dirâyet tefsirinin önemli bir örneği olmakla birlikte, ihtiyaç oldukça rivâyetler de kullanılmıştır.2. Kur'ân'ın Kur'ân'la tefsiri en önem verdiği ve sıkça başvurduğu bir tefsir yöntemidir.3. Kur'ân'ın ilk tefsiri mahiyetindeki hadîslere çokça müracaat etmiştir. Tefsirinde bine yakın hadîsi zikretmiştir. Bunlardan bazıları âyetin tefsiriyle birebir ilgili olarak zikredilirken bazıları da âyet ve sûrelerin faziletine, onları okuyanlara verilecek sevaplara dairdir. Allahu a'lem insanları Kur'ân okumaya teşvik etmek için bu neviden hadîslerin sıhhatini pek nazarı itibara almamıştır. Ne var ki, onun tefsiri âyet ve sûrelerin faziletleriyle ilgili zayıf hadisleri kullandığı gerekçesiyle tenkid almıştır. Şu kadarı var ki, zayıf hadîslerin fazâilde kullanılabileceğinde ulemanın ittifakı vardır.4. Âyetleri açıklarken nüzul sebeplerini göz önünde bulundurmuştur.5. Nesh meselesini kabul ederek nâsih- mensuh âyetleri belirtmiştir.6. Ehl-i sünnet akidesini, ilgili âyetlerde muknî bir tarzda izah etmiş, ehl-i sünnet imamlarının ve onların talebelerinin görüşlerine yer vermiştir.7. Kelamla ilgili âyetleri Maturîdî mezhebinin, hukukla ilgili âyetleri Hanefi mezhebinin zaviyesinden tefsir etmiş, Mutezile ve Haricilik'e ait görüşleri reddetmiştir.8. Müteşabih âyetleri ehl-i ilmin bilebileceğini kabul etmiş ve müteşabih âyetleri tefsir etmiştir.9. Huruf-u mukattaları tefsir etmiştir.10. Lügat ve nahive geniş yer vermiş, eseri bu yönüyle öne çıkmıştır.11. Farklı kıraatlar konusuna genişçe yer vermiştir. Hattâ onun kıraatları göz önünde bulundurduğu yerler incelense müstakil bir kıraat eserinin vücuda gelebileceği söylenmektedir.12. Asr-ı Saadet'te olmuş bazı hâdiselere âyetleri izah ederken tefsirinde yer vermiştir.14. Şiirle istişhadda en muvaffak olanların başında gelmektedir. Tefsirinde 400 beyit kullanmıştır.15. Kur'ân'ın îcaz ve belağatını göstermeye hususî ehemmiyet atfeden Ebussuûd, bu sahadaki en muvaffak müfessirlerden biri kabul edilmektedir.16. Âyetlerin ve surelerin birbirleriyle olan münasebetleri, önemle üzerinde durduğu bir başka husustur. Âyetlerin kelimelerinin ve surelerin âyetlerinin gramer ve mânâ yönünden münasebet içinde olduklarına işaret etmiştir.17. Babası, Bayramî tarikatının bir şeyhi olmasına rağmen Ebussuûd tefsirinde tasavvufa girmemiştir. Eserde işarî tefsire rastlanmaz. Tasavvufî bir kisve ile ortaya çıkan sapık cereyanların karşısında olmakla birlikte şeriatın dışına çıkmayan tarikatlarla bir mücadelesinin olmadığı açıktır.18. Tefsirinde temel olarak Zemahşerî ve Beydâvî'yi almış, bunlara sık sık atıflarda bulunmuştur. Onun kaynakları arasında bunlardan sonra Fahreddin Râzî'nin Mefâtihu'l-Ğayb tefsiri gelir. Bu üç temel kaynağın dışında Beğavî gibi müfessirlerden de yeri geldikçe istifade etmiştir. Ebussuûd yer yer bu müfessirlerin görüşlerini aynen almış, yer yer bir şeyler ilâve etmiştir. Katılmadığı görüşlerini ise tenkit ederek kendi fikrini belirtmiştir.NeticeEbussuûd Efendi, çok yönlü müstesna bir şahsiyettir. O; hem özellikle fıkıh ve tefsir sahasında ortaya koyduğu eserlerle büyük bir ilim adamı, hem şair, hem devletin en ihtişamlı günlerinde en yüksek devlet görevlerini bihakkın yerine getirmiş bir devlet adamı, hem birçok sefere katılmış bir mücahid, hem 'ardına çil çil kubbeler serpen' bir hayırseverdir. Diğer yandan o, padişahlara ne denli yakın olursa olsun ilmin izzetini hep korumuş biridir. Gerektiğinde onlara yanlışlarını söyleyebilecek kadar cesurdur. Onun hayatı, günümüz nesilleri, hasseten idareciler ve ilim adamlarınca iyi bilinmeli ve ondan ders alınmalıdır. Diğer yandan Ebussuûd Tefsiri, üzerinde çalışacak gayretli araştırmacıları beklemektedir.*Ankara Üniv. İlahiyat Fak. Doktora Öğrencisi yusuf.unal@yeniumit.com.trDİPNOTLAR1. Akgündüz, Ahmet, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, "Ebüssuûd Efendi" Maddesi, 10 cilt, İst. 1994. 2. Aydemir, Abdullah. Ebussuûd Efendi ve Tefsirdeki Metodu, Diyanet İşleri Bşk. Yay. Ankara, 1993. 3. Bilmen, Ömer Nasuhi. Tefsir Tarihi 2, Bilmen Yay. 4. Cerrahoğlu, İsmail. Tefsir Tarihi 2, Diyanet İşleri Bşk. Yay. Ankara, 1988. 5. Demir, Ziya. Osmanlı Müfessirleri ve Tefsir Çalışmaları, Ensar Neşriyat, İst. 2006. 6. Demirel, Ziya. Osmanlı Tarihinden İlginç Hikâye ve anekdotlar, Akçağ Yay. Ankara, 2010. 7. Ebussuûd Tefsiri. (İrşadu'l-Aklıs's-Selim ilâ Mezâyâ el-Kitâb'il-Kerîm'in tercümesi) 8. Kaba, Tarkan. Sahabeden Günümüze Allah Dostları, "Ebussuûd Efendi", 8. cilt, Şule Yay. İst. 1996.
XXXXXXXXXXX
Osmanlı Taşrasının Büyük Âlimi: İmam Hâdimî
Yusuf Ünal
Düşünce ve aksiyon insanı, bazen vefalı bir vatan evladı, bazen düşünce buudlu bir hareket insanı, bazen bir ilim âşığı, bazen dâhi bir sanatkâr, bazen bir devlet adamı, bazen de bunların hepsidir.İstanbul, sultanların gözbebeği, şairlerin beşiği; ulemanın yuvası, evliyanın duasıdır. Şair'in, "Bu şehr-i stanbul ki bî misl-ü bahâdır, / Bir sengine yek-pâre acem mülkü fedâdır" (Nedim) diyerek bir sengine Acem mülkünü feda ettiği şehirdir. Uğruna nice hanümanın dağıldığı, nice selvicanın feda olduğu yerdir.18. yüzyılda İstanbul bir başka güzeldir. Âlimler oraya akmakta, şiirler ona yazılmakta, âbideler orada dikilmektedir. Lâle Devri'nin izleri bahçelerdedir. Her yeri bağ-bahçe doludur İstanbul'un. Çiçeklerinin 'telli pullu', ay ve güneşin ezelden iki 'İstanbullu'1 olduğu günlerdir. "Gecesi sümbül kokan / Türkçesi bülbül kokan." yerdir İstanbul.Payitahtta âlime ve ilime büyük önem verilmektedir. Nerede bir âlimin adı duyulsa o, saraya davet edilmektedir. Bu şekilde İstanbul'a davet edilip ağırlananlardan birisi de İmam Ebû Sâid Muhammed Hâdimî Hazretleri'dir. Onun İstanbul'da verdiği dersler hem ulemanın hem sarayın öyle ilgisine mazhar olur ki, kimse onu memleketine göndermek istemez. Dünyanın incisi o şehirde kalıp orada müderrislik yapmasını, saraya yakın olmasını teklif ederler.Ancak Hâdimî Hazretleri bu teklifi kabul etmek yerine Toros dağlarının koynundaki köyüne döner. O köy ki dağların arasında kalmış, en yakın şehre günler sonra ulaşılabilen bir yerdedir. Böyle olmasına rağmen acaba mâneviyat büyüğü Hâdimî neden oraya dönmek istemiştir? Bu sorunun cevabını bulmak için o devrin genel görünümüne ve Hz. Hâdimî'nin hayatına bakmamız gerekmektedir.18. Yüzyılın Genel Görünümü 17. yüzyıl, Osmanlı fetihlerinin durakladığı, devletin en geniş sınırlarına ulaştığı dönemdir. 1699'da Karlofça Anlaşması'yla ilk defa toprak kaybedilerek gerileme dönemi başlamıştır. 18. asır ise Osmanlı'nın belli sahalarda Avrupa'nın üstünlüğünü kabul ettiği ve bu sahalarda onları yakalamaya çalıştığı bir devirdir. Bu sebeple Osmanlı, Batı'ya yönelme mecburiyeti duymuş ve Avrupa'yı yakından tanımak için Londra ve Paris gibi Batı'daki gelişmenin lokomotifi olan şehirlere elçiler göndermiştir. Bahçe, mimarî ve eğlence sahalarında bıraktığı izlerle meşhur "Lâle Devri" bu asırda yaşanmış; matbaa, Osmanlı sınırlarına bu asırda girmiştir.Öte yandan Lâle Devri'ne karşı başlatılan ve payitahtı sarsan Patrona Halil İsyanı da aynı zaman diliminde gerçekleşmiştir. Coğrafî keşifler ve sanayi atılımlarıyla ekonomisi gelişen Avrupalıların, Müslümanlara İslâmiyet'le ilgili soru sorup cevabını istemeye başlamaları da bu dönemdedir.18. yüzyıl, medreselerin köylere kadar yayılmaya başladığı yıllardır. Kütüphanelerin açıldığı, mevcutlarının zenginleştirildiği, kurulan bir tercüme heyetiyle çevirilerin yapıldığı; mimarî, bahçe düzenlemeleri, çiçekçilik, resim ve minyatürde gelişmelerin olduğu; ilk kâğıt fabrikasının açıldığı, çiçek aşısının yapıldığı, kumaş ve çini atölyelerinin açıldığı, itfaiye bölüğünün kurulduğu yıllar da aynı yıllardır. Bu asırda askerî sahalarda ıslahatlara büyük önem verilmiş, pek çok yenilik uygulanmıştır. Bütün bu gelişmelerin yanında savaşlardaki başarısızlıklar, kaybedilen topraklar, yükselen vergiler ile lüks ve israfın artması, toplumda huzursuzluklar oluşturmuştur.İşte siyasî, idarî, ilmî ve içtimaî şartların çok hareketli olduğu bu dönemde İmam Hâdimî 1701 yılında Konya'nın Hâdim kazasında dünyaya gelmiştir.Hâdimî'nin Ailesi ve Tahsil Hayatı Hâdimî Hazretleri'nin, Buhara'dan hicret ederek Hâdim civarına yerleşen ailesinin soyu Efendimiz'e (sallallahü aleyhi ve sellem) dayanır. Büyük dedelerinden Hüsameddin Efendi, Buhara'nın ilim ve faziletiyle tanınmış âlimlerindendir. 1400 yıllarında Hâdim yakınlarındaki "Karaca Sâdık" beldesine yerleşip orada açtığı medresede binlerce talebe yetiştirmiştir. Hz. Hâdimî'nin dedeleri bin altı yüzlü yılların sonuna kadar burada kalmışlar, daha sonra birtakım mânevî işaretler üzerine Hâdim'e yerleşmişlerdir. Hâdim, Konya'nın 128 km. güneyinde, Toros dağlarının arasında, engebeli bir coğrafyaya sahip eski bir yerleşim yeridir.Annesi Taşkent müftüsünün kızı Hediye Hanım, babası hem sahip olduğu ilim ve güzel ahlâkından hem de pek çok âlim yetiştirmesinden dolayı "Fahru'r-Rûm" lâkabıyla anılan Karahacı Mustafa Efendi'dir.Hz. Hâdimî hayatını ilme ve talebe yetiştirmeye vakfetmiş bir ailede büyümüştür. Dedeleri gibi kardeşi Ebû Nuaym Ahmed Hâdimî de ulemadandır. İlk tahsilini aile çevresinden alır. On yaşında hafız olur. Babasından hadîs dersleri okur. Bu arada Arapça ve Farsçayı öğrenir. Oğluna kendisinin öğreteceklerinin bittiğini fark eden babası, 1720 yılında onu asırlardır ilme merkezlik eden Konya'daki Karatay Medresesi'ne gönderir.Orada beş sene boyunca tahsilini sürdürür. Bu süre sonunda hocası İbrahim Efendi ona şöyle der: "Evlâdım, benden alacağını aldın. Artık ne benim ne de Konya'da başka bir hocanın sana ders verecek durumu yoktur. Bundan sonra İstanbul'a gitmeni ve orada Kazabâdî Ahmet Efendi'den ders almanı tavsiye ederim."Bunun üzerine Hz. Hâdimî 1725'te İstanbul'a giderek, aynı zamanda babasının arkadaşı olan, meşhur âlim Kazabâdî'nin medresesine devam eder. Yaklaşık sekiz yıl da burada öğrenim görür. Böylece zamanında okutulan bütün ilimlerde yüksek tahsilini tamamlayarak icazet alır. Arapça ve Farsçayı kitap yazacak seviyede öğrenir. Aynı yıllarda İstanbul camilerinde vaazlar verdiği, eser telif ettiği ve tasavvuf çevrelerine yakın olduğu bilinmektedir.Zekâ ve hafızasıyla herkesin takdirini kazanan Hz. Hâdimî'nin aynı zamanda çok çalışan ve az uyuyan, sağlam iradeli ve müttakî bir şahsiyet olduğu kaynaklarda zikredilir. Müderrisler büyüten bir ailenin ferdi olması, babasının dibine ışık veren bir "mum" olması, Konya ve İstanbul gibi ilim merkezlerine gitme imkânı elde etmesi, hocalarının yönlendirmesi gibi sebepler onun tahsil hayatında tesirli olmuştur. Bütün bunların yanı sıra onun ilmiyle amel etmesi ve öğrendiklerini başkalarına anlatma iştiyakı, zihninin berraklaşmasına ve kalbinin saflaşmasına vesile olmuş olmalıdır.Hâdim'e Dönüşü, Medresesi ve Müderrisliği Hz. Hâdimî, 1734-5 (?) senesinde babasının hastalığı veya vefatı üzerine, beraberinde dört katır yükü kitapla memleketine döner ve medresenin sorumluluğunu üstlenir. Babasının kurduğu medreseyle birlikte adı duyulmaya başlayan Hâdim onunla birlikte bir ilim merkezi olmaya başlar. Kısa süre sonra medrese dar gelmeye başlayınca yeni bir medrese yapılır. O medrese de yeterli gelmeyince İmam Hâdimî derslerini yaylada, açık havada yapar. Yaz aylarında sayıları binli rakamlarla ifade edilen talebeleriyle Hâdim'e 12 km uzaklıktaki Kervanpınar mevkiinde derslere devam eder. İlim-amel birlikteliğine fevkalâde önem veren Hz. Hâdimî, müderrislere şöyle bir gündüz programı tavsiye eder: "Fecirden güneşin doğuşuna kadar zikir; güneşin doğuşundan öğleye kadar ta'lim, tefekkür ve problemli meseleleri çözmek; öğleden ikindi vaktine kadar eser yazmak ve etüt etmek; günler uzunsa hafif öğle uykusu uyumak; ikindi vaktinden günün sararmasına kadar okunan tefsiri veya hadîsi veya faydalı bir ilimi dinlemek; eğer günün sararmasından gün batımına kadar eser etüt etmek ve eser yazmak göz sağlığı açısından zararlı ise istiğfar, zikir ve tesbihle meşgul olmak... " Medrese talebelerine de aynı programı tavsiye eder. Evlâtlarına ve talebelerine yaptığı vasiyetinde, nefislerini terbiye ederek, ilimlerini ve ruhî kemalâtlarını artırmalarını istemiştir.Onun zamanında küçük bir kasaba olan Hâdim, Osmanlı ülkesinin her yerinden gelen ilim âşıklarıyla dolar. Merkeze olan uzaklığına rağmen İstanbul, Bursa, Konya, Kayseri gibi bilinen ilim ve irfan mahfillerinden birisi olur. Bir yandan talebe okutan İmam Hâdimî diğer yandan medresenin kütüphanesini zenginleştirir. Kütüphanesi saray tarafından ve hayır ehli kimselerin bağışlarıyla desteklenir. Hâdim Medresesi'nde; Tefsir-Hadis, İslâm Hukuku, İslâm Felsefesi, İlm-i Kelâm ve Arap Edebiyatı Bölümleri olmak üzere beş dalda eğitim veriliyordu.Çok yönlü bir kişi olan Hz. Hâdimî, müderrisliğinin yanında hem Nakşî şeyhliği hem Hâdim müftülüğü yapmıştır. O dönemde müftüler civardaki âlimler tarafından "gizli oy" usulüyle seçilmekteydi. En yüksek oyu alan kişi Şeyhülislâmlık makamına müftü olarak bildiriliyordu. Müftü, bulunduğu yerde ilmiye sınıfını temsil eder ve idarede sözü geçerdi.Hz. Hâdimî kendisini sadece medrese talebelerine adamış biri değildi. O; toplumun içine karışan, halkı irşad etmeye önem veren gayretli bir âlim ve mâneviyat büyüğüdür. Bu maksatla zaman zaman Konya'ya gider, Alaaddin Camii'nde vaazlar ederdi.Talebeleri İlim öğretmek ve talebe yetiştirmek onun kendine biçtiği biricik misyondu diyebiliriz. O, bu uğurda kendisine teklif edilen imkân ve makamları kabul etmemiştir. Payitahtta meşhur bir âlim olarak yaşama imkânı varken geçit vermez bir dağ kasabasında ömrünü geçirmiştir."Mum dibine ışık vermez." atasözünün aksine İmam Hâdimî, babası gibi, çocuklarının tamamına ilim öğretmiştir. Oğullarından Hacı Saîd Efendi, Mekke-i Mükerreme kadılığı yapmış; Abdullah Efendi, babasının çoğu eserini istinsah etmiş, diğer beş oğlu da ilimle iştigal etmiştir.Bereketli bir ömür süren İmam Hâdimî, kendi çocuklarının dışında birçok âlim yetiştirmiştir. İsmail Gelenbevî, Gözübüyükzâde İbrahim Efendi, Muhammed b. Süleyman Kırkağacî, Hâfız Hasan Üskübî bunlardan bazılarıdır. Talebelerinin memleketlerinden anladığımıza göre Osmanlı coğrafyasının hemen her tarafından Hz. Hâdimî'nin talebesi olmuştur.Eserleri Kitap yazma işini ibadet neşvesiyle yapan Hz. Hâdimî, genç yaşlarından itibaren eser telif etmeye başlamıştır. Zîrâ ona göre eser yazmak; başkalarına faydası geçen ibâdetlerin en hayırlısı, daimî olan amellerin en büyüğü, sadaka-ı câriyenin en kuvvetlisidir. Bu inancın verdiği azimledir ki kendisi irili ufaklı 80'den fazla eser telif etmiştir.Tefsir, hadis, fıkıh, akaid, tasavvuf gibi birçok farklı sahada eserleri olduğu için o hem fıkıhçı hem tefsirci hem hadisçi hem felsefeci hem de mutasavvıflar arasında sayılabilmektedir. Eserlerinin tamamına yakınını zamanın ilim dili olan Arapça ile kaleme almıştır.En bilinen eseri İmam Birgivî'nin Tarikatü'l-Muhammediye adlı eserine yazdığı Berika isimli şerhidir. Mecâmi'ul-Hakâik adlı eseri fıkıh usulüne ait olup Mecelle'nin önemli bir kaynağıdır. Hâşiye alâ Düreri'l-Hükkam, Molla Hüsrev'in Hanefî fıkhına ait eserinin şerhidir. Arâ'isü'n-Nefâis mantık üzerinedir. İstanbul'da padişahın huzurunda ders olarak takrir edilmiş ve takdir görmüştür. Bunların dışında: Risale fi beyani mahiyeti't-tarikatı'n-Nakşibendiyye, Risale fi istihbabiyye Erbain, Risale nasâyıh ve'l-vesâyâ, Vasiyetname-i Hâdimî, Nasihat-ı Hâdimî, Risale fi'l-izâfeti'l-lafziyye, Şerh ala kasideti'l-bürde, Risaletân fi hakkı duhân, Risale fi hakkı'l-kahve, Risale fi hakkı mesnuniyyeti'l-misvak, Risale huşu fi's-salat, Risale vazâif-i cenâiz; Risaletü'l-vazâifi'l-mevtâ; Vazâifu'l-bediâ, Risale fi kavlihi teâlâ "İnne ba'za'z-zann ismün", Risale fi âdâb kıraatı'l-Kur'ân ve fazâilihâ... gibi Kur'ân okuma âdabı, Besmele tefsiri, zikrin faziletleri, evlatlarına ve talebelerine nasihat ve vasiyetleri, sigara, kahve, cenaze, namazda huşu... hakkında yazılmış onlarca eseri vardır.Vaazlarında vezinli ve kafiyeli sözler söylediği aktarılan Hz. Hâdimî'nin, şiirlerinin olduğu bir divandan söz edilmekteyse de kaynaklarda böyle bir divana ulaşılamadığı zikredilmektedir. Günümüze sadece birkaç şiiri ulaşabilmiştir.İstanbul'a Davet Edilmesi Hâdim Medresesi'nin ünü, kısa sürede Osmanlı coğrafyasına yayılır. Bu ün Osmanlı sarayına kadar ulaşınca Padişah 3. Ahmed,2 Daru-s Saade Ağası Beşir Ağa vasıtasıyla Hz. Hâdimî'yi İstanbul'a davet eder. Bu daveti bizzat Konya Valisi Ali Paşa, Hâdim'e kadar giderek iletir.Hz. Hâdimî'den Ayasofya Camii'nde vaaz etmesi taleb edilir. Cemaat arasında halife, şeyhülislâm, pek çok müderris ve ulema, medrese talebeleri ve Kazabâdî olacaktır. Hâdimî, hocasının karşısında vaaz etmeyi kendisine yakıştıramazsa da: "İrade-i seniyye sâdır olmuştur, kürsiden vaazını yapman şarttır". diyerek onu ikna ederler. Vaazında Fatiha'yı tefsir eder. Öyle tesirli olur ki hocası Kazabâdî sevincinden ağlar.Halife, Anadolu'dan gelen ve henüz kırklı yaşlarını süren bu genç âlime yakın alâka gösterir. Topkapı Sarayı'nda misafir eder. Bununla kalmayıp İstanbul'da kalmasını ister ve bazı vazifeler teklif eder. Ancak Hz. Hâdimî, lisân-ı münasiple medresesine dönmek istediğini söyler. Padişah kendisinden ne tür bir isteği olduğunu sorunca hiçbir şey talep etmez. Onun bu mütevazı tavrı padişahın çok hoşuna gider ve ona şöyle der: "Senin ilim, irfan ve feyiz yuvası olan medreseni yaşatmak için Bozkır ve Mut kazalarının a'şârını vakfettim." Hz. Hâdimî, bir kere daha İstanbul'dan kasabasına dönerken yanında kütüphanesine konulacak iki katır yükü kıymetli kitap vardır.Belli Başlı Fikirleri ve Kendinden Sonraki Döneme Tesirleri Hz. Hâdimî, yönetim çevrelerinden ve idarî entrikalardan uzak durmuştur. Kendisini talebe yetiştirmeye, eser telifine ve halkı irşad etmeye adamıştır. Şaşaalı işlerden, şöhret peşinde koşmaktan sürekli kaçınmış; mütevazıane, gösterişten uzak bir şekilde kendi hizmetine yoğunlaşmış, "mesleğinin muhabbeti" ile yaşamıştır. Onun bereketli ocağında, onun terbiyesiyle nice talebeler yetişmiş, nice eserler yazılmış, nice imanlar kurtulmuştur.İmam Hâdimî'nin kendinden önceki ilmî birikime vâkıf olduğu kuşkusuzdur. Önemli eserlerin çoğunu tahsil yıllarında okuduğu, bir kısmına şerh yazdığı, bir kısmını da derslerinde okuttuğu bilinen bir durumdur. O, seleflerinden azamî derecede istifade etmeye çalışmıştır. Ancak yaşadığı asrın icaplarına göre fikir üretmekten, meselelere çözüm getirmekten ve kendi tercihini belirtmekten de geri durmamıştır.Bazı dönemlerde medrese uleması ile sufîler arasında farklı mülâhazalar olmuş ve her iki taraf birbirlerini yanlış düşünmekle itham etmişlerdir. Bazı âlimler sufîleri ilme ve şeriate aykırı davranmakla suçlarken bazı sufîler de âlimleri zâhirde kalmakla suçlamışlardır. Hâdimî Hazretleri, hem klâsik mânâda kudretli bir âlim ve müftü hem de bir tarikat şeyhidir. O, tasavvufî tecrübe nasslara uygun düşüyorsa kabullenip uygun düşmezse reddetmiş ve ilmiyle amel etmeye fevkalâde önem vermiştir. Böylece zâhirî ilimlerle bâtınî ilimleri yani akılla kalbi, medreseyle tekkeyi uzlaştırmıştır. İkisinin arasında bir çelişki olmadığını kendi yaşantısıyla ispat etmiştir. Talebeleri de onun bu yolunu devam ettirmişlerdir.Hâdimî, ihtilâflı meselelerde orta yolu bulmaya, insaf ve itidal sınırlarını aşmamaya özen göstermiştir. "İhtiyat ittifaktadır." anlayışı onun yol rehberi gibidir. O kadar ki o, "ihtiyat"ı dinî delillerden saymış, ele aldığı bütün meselelerde ihtiyata uygun görüşü tercih etmiştir. İhtilaflı meselelerde iki tarafın delillerini ortaya koyduktan sonra kendi tercihini beyan eden Hz. Hâdimî: "Söyleyene değil, söylediğine bak." diyerek meseleleri ele almıştır.Suizan hakkında bir risale de kaleme alan Hz. Hâdimî, mümkün olduğunca hüsnüzanda bulunma fikrindedir. Bu sebeple insanları tekfir etmekten azamî derecede sakınmıştır. Kişi küfrünü açıkça ilân etmedikçe ve imana dair emareler taşıdığı sürece mü'min kabul edilir. Dolayısıyla o; İbn-i Sina, Farabî gibi felsefecilerin küfürle itham edilmesini doğru bulmamaktadır.Müftü olması hasebiyle zaten halkın gündemiyle içli dışlı olmak durumunda olan Hz. Hâdimî, güncel meselelerle genişçe ilgilenmiştir. Meselâ sigara içilmesini hoş karşılamamış ve bununla alâkalı bir risale yazmıştır. Kahve içme hakkındaki risalesi de buna örnektir. Toplum ahlâkı da bir irşad eri olarak onun ilgi sahasındaydı. Zan hakkında yazdığı risale, misvak kullanmayı teşvik eden hadîsi şerh etmesi de bunlardandır.Fıkıhçı kişiliği öne çıkan İmam Hâdimî, Mecâmi'ul-Hakâik adlı eseriyle Osmanlı hukuk sisteminin zirvesini oluşturan Mecelle'yi etkilemiştir. Ö. Nasuhi Bilmen'in tesbitine göre Mecelle'nin 38 maddesi, adı geçen eserden alınmıştır.Vefatı ve Bazı Nasihatleri Ömrünü ilme adayan Hz. Hâdimî, eserlerinin de hizmet etmesi gayesiyle 1761'de Konya mahkemesinden bir karar alır. Buna göre sahip olduğu kitapları vakıf haline getirerek kütüphaneye vermiş ve oğlu Abdullah'ı mütevellî olarak atamıştır.Kul hakkına son derece dikkat eden Hz. Hâdimî, alacaklarını ve vereceklerini bir deftere kaydetmiştir. Vasiyetnamesinde bu defterin esas alınmasını, bunun dışında alacağına dair açık bir delil getirenlere de borçlarının ödenmesini belirtmiştir. Son hastalığında başına çocuklarını, talebelerini ve dostlarını çağırarak hepsiyle helâlleşmiş ve vasiyetini bildirmiştir. 1762 yılında Hâdim'de vefat etti. Mezarı Hâdim'de babasının kabrinin yanındadır. Ölüm gelip onu buluncaya kadar ilim yolundan ayrılmamıştır.Hz. Hâdimî, her âlim gibi insanlara nasihat etmekten geri durmamıştır. Nasihatlerinden bazıları şöyledir: * Şüphesiz sohbet, sirayet edicidir. Tabiat sirayet edicidir. Öyleyse sen, gücün yettiği kadar dünya düşkünlerinin davetlerinde hazır bulunma. * Şüphelilerden haramlar gibi sakın. Şüphesiz haramlar, şüphelilerle sabitleşir. Hadîs'in şehadet ettiği gibi şüpheliler içinde haramlar bulunur. * Dünyanın azına kanaat et. Önemli olan, yeterli olanıdır. * Taatlara, özellikle en faziletlilerine devam et. Düşünerek, tane tane ve edeple Kur'ân okumak gibi. Böyle yapmak Allah'la konuşmak gibidir. Evvabin, iki rekât işrak namazı, 4'ten 12'ye kadar duhâ namazına devam et. Özellikle 2'den 12 rekâta kadar teheccüde! Bu namaz, gecenin nişanesidir. * İnsanlarla münasebetlerin; yumuşaklık, sevgi, merhamet, şefkat, rıfk, alçak gönüllülük, kötülükleri affetmek gibi iyi ahlâkla olsun. * Sana çok konuşmamak gereklidir. Şüphesiz susmak, hayırların efendisi, âlimin ziynetidir. İbadeti yükselt. Sana layık olmayanlardan dilini muhafaza et. Sohbet arkadaşını ve sohbetini temizle, pak kıl. İyi olmayanları kendinden uzaklaştır. İçi harap olup da dışını süsleyenlerle meşgul olma. Zîrâ iç, gaybları en iyi bilenin nazargâhıdır.Netice Hz. Hâdimî, Osmanlı medeniyetinin zirveye ulaşıp kemale erdiği ama bir yandan da ihtiyarlık alâmetlerinin baş gösterdiği, çalkantılı bir dönemde yaşamıştır. İçeride ve dışarıda meydana gelen herc-ü merçler, Batı'nın pek çok sahada üstünlüğü ele geçirmeye başlaması gibi gelişmeler, onun zihin dünyasını bulandıramamıştır. O; bir ilim, irfan ve irşad merkezi hâline gelen medresesinde gelenekten kopmadan, çağına göre yenilenerek İslâmî düşünceyi ve yaşantıyı temsil etmiş devasâ bir kamettir. Mağlubiyet psikolojisine kapılmadan, savrulma yaşamadan, dimdik ayakta durarak ehl-i sünnet çizgisini sürdürmüştür.Osmanlı medrese geleneğinin en olgun ve en lezzetli meyvelerinden biri odur. O, sadece devrinin istifade ettiği biri değil, aynı zamanda yetiştirdiği talebeler ve telif ettiği eserleriyle geleceğe atılmış bir tohum gibidir. Bu tohumların daha geniş tarlalarda neşv-ü nema bulması için gayretkeş bahçıvanlar gerekmektedir.Hz. Hâdimî namdan, nişandan uzak durması; Azrail (as) gelene kadar ilim ve hizmet peşinde koşması; insafı ve ihtiyatı elden bırakmaması, kalble kafa bütünlüğünü sağlaması gibi yönleriyle bizlere yol göstermeye devam etmektedir. Allah ondan ve emsallerinden istifade etmeyi nasip etsin.*İlâhiyatçı-Yazar yusuf.unal@yeniumit.com.trKaynaklar • AYDIN, Lütfi; "Ebû Saîd Muhammed el-Hâdimî'nin Hayatı ve "Mecâmi'u'l – Hakâik" Adlı eserindeki Metodu", Cumhuriyet Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yüksek Lisans Tezi, Sivas, 2007. • AYDIN, Mehmet; "Ebû Sâid Muhammed El-Hâdimî'nin Hayatı, Eserleri ve Tasavvufi Görüşleri", Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yüksek Lisans Tezi, Ankara, 2006. • AYVALLI, Ramazan; "Hâdimî'nin İlmî Şahsiyetinin Teşekkülüne Tesir Eden Âmiller", SBED, S.2, Konya 1993, s.113-119. • BİLMEN,Ömer Nasuhi; Büyük Tefsir Tarihi, DİB Yayınları, 1960. • BURSALI, Mehmet Tahir Efendi; Osmanlı Müellifleri, (Haz. A. Fikri Yavuz- İsmail Özen) Meral Yayınevi, İstanbul. • HÂDİMOĞLU, Numan; Hâdim ve Hâdimliler Bibliyografyası, Ankara, 1983, c. I • http://www.biriz.biz/evliyalar/ea0733.htm • KIZILKAYA, Ramazan; Ebu Said Muhammed Hâdimi Hayatı ve Eserleri, Hâdim Belediyesi Yay. Konya 2008. • ÖZDİL, Mahmut Sami; "Ebû Saîd Hâdimî'nin Mantık Görüşleri", Erciyes Ünv. Sos. Bil. Enst., Y. Lisans Tezi, Kayseri, 2010. • Rehber Ansiklopedisi,"Hâdimî", maddesi. • YAYLA, Mustafa; "Hâdimî, Ebû Saîd", Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1997, c. 15, s. 24-25-26.Dipnotlar "Çiçeği altın yaldız, suyu telli pulludur; / Ay ve güneş ezelden iki İstanbulludur." (N.Fazıl) Bazı kaynaklar bu daveti yapan padişahın I. Mahmud, bazı kaynaklar da iki padişah tarafından iki farklı davet olduğunu ifade etmektedir.
xxxx
DOĞUNUN BÜYÜK ÂLİMİ ERZURUM MÜFTÜSÜ: SOLAKZâDE MUHAMMED SADIK SOLAKBAY
Prof. Dr. Selahattin Kıyıcı
Solakzâde Müftü Sadık Efendi zengin ve kültürlü bir ailenin çocuğu olarak 1302/1884 yılında Erzurum'da doğdu. Babası ulemadan Erzurum müftüsü Muhammed Hamid Efendi (1332/1913)'dir. Büyük babası ise zamanın en büyük ilim ve fikir adamlarından olup sadrazam Küçük Said Paşa (1333/1914) gibi devlet adamları yetiştiren ve Erzurum'da Büyük Hoca diye anılan Solakzâde Ahmed Tevfik (1313/1895) Efendi’dir. Tarihçe-i Erzurum müellifi Mehmed Nusret Efendi (1357/1930), bu zattan bahsederken; "Onu ilk defa gören kemâl-i heybetinden ürperirdi, sohbetine katılan ise saatlerce sohbetinden ayrılmak istemezdi. Bu iki fazilet Cenâb-ı Peygamber'den ulemâ-yı hâssına mütevares olan ahlâk-ı âliye-yi maneviyedendir."1 diyerek Ahmed Tevfik Efendi'yi tasvir etmeye çalışmıştır.
Müftü Sâdık Efendi'nin doğum tarihi hakkında farklı görüşler varsa da, bu farklılığı ortadan kaldıran merhumun kendi notlarıdır. Muhammed Sâdık Solakbay, kendi el yazısıyla yazdığı notlarında: "Büyük babam Ahmed Tevfik Efendi, 27 Şaban 1313 tarihinde Cumartesi gecesi vefat etti. O vefat ettiği zaman ben on bir yaşındaydım" der. Bu itibarla 1313'den 11 çıkarılınca, onun doğum tarihinin 1302/1884 olduğu anlaşılır.
Bu aileye Solakzâde denilmesinin sebebini ise Müftü Sadık Efendi şöyle açıklardı: "Dedem Ahmed Tevfik Efendi'nin babası Hacı Lütfullah Ağa (1237/1821) yarımkan Arap atı besler ve beslediği bu atlarla Erzurum ve çevresinin geleneksel atlı sporlarından cirit oyunlarına katılırmış. Cirit sopasını sol eliyle tutup attığından kendisine solak, çocuklarına da solak'ın oğlu anlamına Solakzâde denilmiştir. 1934 tarihinde çıkarılan soyadı kanunundan sonra Solakbay soyadını almıştır.
Hocaları
Müftü Sadık Efendi'nin yetişmesinde emeği geçen hocalarının sayısı fazla değildir. İlk hocası Salih Efendi adında bir zattır. Daha dört yaşında iken Kur’ân-ı Kerim'i okumayı ve yazı yazmayı ondan öğrendi. İlim tahsilinde Hacı Derviş Efendi adında bir hoca efendiden de istifade ettiği söylenmektedir. Muhammed Sadık Efendi'nin esas hocaları dedesi Ahmet Tevfik Efendi ile babası Muhammed Hamid Efendi’dir. Sadık Efendi daha küçük yaşta Erzurum İbrahim Paşa medreselerinde fahrî müderris olan dedesi Ahmet Tevfik Efendi'nin derslerine devam etti. Dedesinden çok istifade ettiğini ve sekiz-dokuz yaşlarında iken ilm-i nahivden Molla Cami okuttuğunu merhumun kendisi anlatırdı. Aklî ve naklî ilimleri hep dedesinden almıştır. 1895’te dedesi Ahmet Tevfik Efendi ölünce aynı medresenin müderrisliğine getirilen babası Hamid Efendi'nin derslerine devam etti. Eksik kalan tahsilini tamamlayarak babasından icazet aldı.
Sadık Efendi’nin, 1910 yılında 26 yaşlarında olduğu halde Erzurum Müftü müsevvidliğine tayin edildiğini görüyoruz. O tarihte Erzurum Müftülüğü'nde merhumun babası Muhammed Hamid Efendi bulunuyordu. O tarihlerde Osmanlı Devleti'nin başı gailelerden kurtulamıyordu. Biz bunun detaylarına inecek değiliz. Bunun neticesi olarak 1912 yılında Balkan savaşı patlak verdi. Yukarıda da söylendiği gibi adı geçen tarihte merhumun babası Erzurum müftülüğünde, kendisi ise müftü yardımcılığında bulunuyordu. İşte bu tarihlerde Şeyhülislâmlık makamında bulunan Ahıskalızâde Mehmet Esad Efendi’nin, Erzurum Valiliği'ne gönderdiği 17 Şubat 1912 tarihli bir yazıda, ulemanın ve halkın orduyu desteklemeleri isteniyordu. Merhum Sadık Efendi babası ile baş başa vererek halkın orduya her bakımdan yardımcı olmaları hususunda ellerinden gelen her türlü gayreti sarf etmişlerdir.
1913 yılında Erzurum Müftüsü Hamid Efendi vefat edince, babasının yerine Erzurum Müftülüğüne M. Sadık Efendi getirildi. Çok değerli âlimlerin bulunduğu bu zamanda Erzurum Müftülüğüne Sadık Efendi'nin getirilişi onun ilmî kudretinin bir göstergesidir. M. Sadık Efendi, müftülük görevinin yanında babasının ölümüyle boşalan İbrahim Paşa medreseleri müderrisliğini de üzerine aldı. Yine bu sıralarda Erzurum'daki Mekteb-i İdadi ve Mekteb-i Rüştiye'de din dersleri verdi. Memleketine ve milletine her yönden hizmet aşkıyla yanan genç müftü Sadık Efendi'nin bu heyecanlı günleri fazla uzun sürmedi. Zira memleketimiz için her bakımdan felaket olan Birinci Cihan Harbi başladı. Bunun neticesi olarak da 16 Şubat 1916 yılında Ruslar Erzurum'u işgal ettiler. Bu durumda Müftü Sadık Efendi için de Erzurum'dan göç etmekten başka bir seçenek kalmamıştı. Daha önce verilen hicret izni sonucu kendisine tahsis edilen bir at arabası ile yola koyuldu. Ordumuzun art birliklerinin Erzurum'u terk ettiği bir sırada o da, çok sevdiği memleketi Erzurum'u gözyaşları ile terk etmek zorunda kaldı.
Batıya doğru hicret ediyordu, Erzincan ve Sivas üzerinden Kayseri'ye ulaştı. Bir müddet Kayseri'de kaldı. Oradaki hatıralarını zaman zaman anlatırdı. Kayseri'de ne kadar kaldığı bilinmemektedir. Bilinen bir şey varsa o da misafirperver Kayserililerin onu çok sevmeleri, onun da onlardan çok hoşlanmış olmasıdır.
Müftü Sadık Efendi Kayseri'de bir müddet kaldıktan sonra Konya'ya geçti. Biraz da orada kaldı. Konya'da kaldığı sırada Konya Müftülüğü teklif edildi. Tayin işlemlerine başlanacağı esnada gördüğü bir rüya üzerine bu tayinden vazgeçti.
Müftü Sadık Efendi ailesi ile sürdürdüğü bu göç yolculuğunun en sonunda İstanbul'a kadar uzandı. Dâru'l-Hilâfe'de dersler verdi, ilim çevreleri ile temasta bulundu. Bir yıl on dört gün süren hicret yolculuğundan ve çok sıkıntılı geçen günlerden sonra, Rusların Doğu Anadolu'dan çekilmeleri üzerine 1917 yılının son günlerinde Erzurum'a döndü.
Milli Mücadele'ye Katkıları
Müftü Sadık Efendi Erzurum'a döndüğünde Erzurum'un manzarası çok feci ve dayanılmazdı. Şehir yakılıp yıkılmış, âdeta bir harabeye dönmüştü. Cevat Dursunoğlu (1390/1970)'nun ifadesine göre; savaştan önce 70.000 nüfusa sahip olan Erzurum, savaş sonrası 8.500 nüfusa düşmüştü.2 Halk, savaş, yokluk ve hastalıktan ölmüş ve birçoğu da muhacir olmuştu. Merhum müftü Sadık Efendi sokaklara atılan kendi kitaplarını çöp yığınlarından topladığını anlatırdı.
İşte bu şartlar altında Erzurum'a dönen Müftü Sadık Efendi çok namüsait şartlar altında hayatını sürdürmeye çalışırken, diğer taraftan vahşi Ermeni çeteleriyle amansızca mücadele etmeye başlamıştı. Ne pahasına olursa olsun, halkı Ermenilere karşı koymaya çağırıyordu. Bir de halkın artık Erzurum'dan göç etmemelerini, gerekirse evlerinin önünde ölmelerinin daha iyi olacağını telkin ediyordu.
Bilindiği gibi, Anadolu'nun parçalanmasını öngören Mondros Mütareke'si 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanmıştı. Bu anlaşma ile Doğu Anadolu'da Büyük Ermenistan Devleti'nin kurulması hayalleri kuruluyordu. Asırlarca Müslüman Türklerin yurdu olmuş bu vatan parçası Ermenilere bırakılamazdı. Bu durum muvacehesinde Müftü Sadık Efendi ve bir grup vatanperver Erzurumlu, dinî ve insanî bütün haklarını korumak için harekete geçtiler. 3 Mart 1919’da Erzurum'da Vilâyât-ı Şarkiyye ve Müdafâyı Hukuk-u Milliyye Cemiyet'ini kurdular. Müftü Sadık Efendi Türkiye Cumhuriyeti'nin temelini teşkil eden bu cemiyetin kurucuları arasında yer aldı ve başkan yardımcılığında bulundu. Adı geçen cemiyet 19 Mart 1919’da kuruluş gayesini açıklayan ve tarihe ışık tutacak çok önemli bir beyanname yayınladı. Müftü Sadık Efendi'nin bu beyannamede imzası vardır.
Bu tarihi olayların detaylarına inmek istemiyorum. Şu kadarını söyleyeyim ki yine Mondros Mütarekesi hükümlerine göre Türk Ordusunun silahlarını galip sayılan devletlere bırakması gerekiyordu. O zaman Erzurum'da bulunan 15. Kolordu'nun silahlarını da galip devletler teslim almak için Erzurum'a gelmişlerdi. O sırada 15. Kolordu'nun başında Kâzım Karabekir Paşa bulunuyordu. Kâzım Karabekir Paşa, bu heyeti mütemadiyen oyalıyor ve silahları teslim etmek istemiyordu. Müftü Sadık Efendi, Kâzım Karabekir ile işbirliği yaparak bu konuda halkın Karabekir Paşa'ya yardımcı olmalarını sağladı. Tarihe mal olmuş olan bu gerçeği Karabekir Paşa, İstiklâl Harbimiz adlı eserinde, uzunca anlatmaktadır. 3 Yine bilinen bir gerçektir ki, Kâzım Karabekir Paşa teslim etmediği bu silahlarla Ermenileri tepeledikten sonra adı geçen silahlar batı cephesine gönderilmiş ve kesin zaferin elde edilmesinde büyük rol oynamıştır.
Müftü Sadık Efendi’nin, tarihi Erzurum Kongresi'ne (23 Temmuz 1919) de katıldığı bir vakıadır. Hatta Kongrenin açılış gündeminde kongrenin açılış duasını onun yapması öngörülmüşken her nasılsa duayı o yapmamış onun yerine Şiran müftüsü Hasan Fehmi Efendi yapmıştır.
Müftü Sadık Efendi, Anadolu'da başlayan ve vatanın kurtuluşunu hedef alan kurtuluş hareketinin her safhasında önemli hizmetlerde bulunmuştur. İşte bunlardan biri de zamanın Şeyhülislâm’ı Dürrizâde es-Seyyid Abdullah Efendi'nin İngilizlerin baskısı altında verdiği fetvaya mukabil Anadolu müftülerinin verdikleri fetvaya katılmış olmasıdır. 17 Nisan 1920 tarihinde Ankara merkez müftüsü Mahmut Rıfat Efendi olduğu halde çevre müftüleri "Anadolu'daki hareketin Şer'-i Şerife uygun" olduğunu ifade eden bir fetva vermişlerdir. Bu fetvayı bir daha gözden geçirmek ve kaynaklarını göstermek için Erzurum müftüsü Sadık Efendi'ye göndermişlerdi. Müftü Sadık Efendi hemen ilmi bir heyet toplayarak gerekli işlemleri yaptıktan sonra adı geçen fetvayı 19 Nisan 1920’de Ankara Müftülüğüne göndermiştir. (Bu konudaki yazışma belgeleri nezdimizde mevcuttur.)
Bilindiği gibi Anadolu Kurtuluş Harekâtında ulemanın rolü büyük olmuştur. Bunun örnekleri sayılamayacak kadar çoktur. Biz sadece Müftü Sadık Efendi'nin sayısız hizmetlerinden yine bir tanesini belirtmek istiyoruz. 7 Haziran 1920 tarihinde Kâzım Karabekir Paşa, şark cephesi komutanı olarak Erzurum’a gelmişti.
Burada yine Müftü Sadık Efendi'yi Kâzım Karabekir Paşa'nın yanında görüyoruz. Erzurum'un en büyük binalarından olan tarihi Ulu Camii boşaltarak ordunun emrine verdi. 11 Haziran 1920’de Müdafa-i Hukuk Cemiyeti merkezi tarafından yayınlanan ve halkı, orduyu desteklemeye çağıran tarihi beyannameden binlercesinin en ücra köylere kadar dağıtılmasını sağladı. Aynı tarihte verdiği bir fetva ile "Düşmanla savaşan ordumuza yardımın farz" olduğunu halka duyurdu. Ordunun yiyecek ve giyecek ihtiyaçlarını karşılamak üzere komiteler kurdu ve toplanan malzemelerin cepheye ulaşmasını sağladı.
Artık Ermeni savaşı bitmiş Kars, Ardahan ve Artvin Anayurda katılmıştır. Kâzım Karabekir Paşa tam bir yıl sonra yani 11 Haziran 1921 de Erzurum'a dönmüştür. Erzurumlular Kâzım Karabekir Paşa'yı büyük bir coşku ile karşıladı ve üzerine "Kars Fatihi Şark Ordusuna Erzurum'un Hediyesidir" ifadesi yazılı çok nadide el yazması bir Kur’ân-ı Kerim hediye ettiler. Bu Kur’ân-ı Kerimi Erzurumlular adına Müftü Sadık Efendi takdim etmiştir.
Komünizm'le Mücadelesi
Ne var ki, memleketi dış düşmanlardan temizleme harekâtı yeterli olmamış, doğudan memlekete yönelik yeni bir tehlike baş göstermiştir. Bilindiği gibi, Azerbaycan, Revan, Tiflis ve Gürcistan'ı hâkimiyeti altına alan Sovyet Rusya 1921’lerde Türkiye üzerinde özellikle doğu bölgesinde Bolşevizm propagandalarını artırmaya başlamıştı. Kökü dışarıda olan bu cereyana kapılarak memleketi içten yıkmaya çalışan ve bütün mukaddesatı yok etmeye uğraşan bazı gruplar türemeye başlamıştır. İşte bu durumu sezen Müftü Sadık Efendi ve bir grup mukaddesatçı Erzurumlular "Muhafaza- i Mukaddesat ve Müdafa-i Hukuk Cemiyeti'ni kurdular. Adı geçen cemiyet dört maddelik bir nizamname ile Türkiye'de ilk defa komünizmle ve dinsizlikle mücadeleyi amaçlayan bir cemiyet olmuştur.
Müftü Sadık Efendi, Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyetinin bütün faaliyetlerine katılmıştır. Hele bu cemiyetin "Ey Ümmet- i Muhammed Ey aziz hemşehrilerimiz!" diye başlayan komünizm ve dinsizlik cereyanına karşı, halkı uyanık tutmaya çağıran eski harflerle kırk beş satır hacminde tarihe ışık tutan beyannamesi gerçekten görmeye değer bir belgedir.
Müftü Sadık Efendi, bu yoğun çalışmaları yanında ilmi çalışmalarını da ihmal etmedi. Erzurum'da mevcut ve faaliyetlerini sürdüren çeşitli medreselerde ders verirken, modern bir programla hizmete açtıkları "Erzurum Daru'l- Hilafe"de dersler verdi ve idarecilikte bulundu.
29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet'in ilanından sonra, Rus işgali ve Ermeni mezalimi sonucu harabe haline gelen Erzurum'un camii, mescid ve medreselerinin imarıyla uğraştı. Cami ve mescidleri gayesi dışında kullanmak isteyenlerle amansız mücadele etti. Bazı tarihi eserlerin yok olmasını önlemeye çalıştı.
Müftü Sadık Efendi'nin ilmi hüviyetini anlatmaya geçmeden önce önemli iki hizmetini nakletmek isterim.
Bunlardan birincisi; babasından ve dedesinden kendisine intikal eden bir gelenektir. Bu da Kur’ân-ı Kerimi vaaz u nasihat yoluyla tefsir ederek ve camideki cemaate anlatarak hatmetme geleneğidir. Dedesi Ahmet Tevfık Efendi Kur’ân’ı halka böyle anlatmış, babası Hamid Efendi aynı şeyi yapmış ve kendisi de aynı geleneği sürdürmüştür. Müftü Sadık Efendi, dedesinin yarım bırakarak babasının tamamlayamadığı hatmi bitirdikten sonra, Lâlâ Paşa camii kürsüsünden cemaate anlatarak bu şekilde iki defa hatmetmeye muvaffak olmuş üçüncüyü ikmal etmeye ömrü vefa etmemiştir. Bu çok önemli bir hizmettir. Bu tip vaaz u nasihatin özel bir cemaati vardı. Kur’ân'ın muhtevasını öğrenmek isteyen cemaat bu ilmi sohbetleri asla kaçırmak istemiyordu.
Merhumun ikinci önemli hizmeti ise; Erzurum'umuzda hâlâ devam ettirilmeye çalışılan ‘Bin Bir Hatim’ geleneğidir. Bu ulvi hizmet Pîr Ali Baba adında salih bir zat tarafından başlatılmış ve Erzurum'da dînî bir gelenek haline gelmiştir. Birinci Cihan Savaşı ve Milli Mücadele yıllarında kesintiye uğrayan ‘Bin Bir Hatim’ faaliyetleri Müftü Sadık Efendi'nin girişimi ile 1937 yılında yeniden başlatılmış ve halen devam etmektedir.
Müftü Sadık Efendi'nin en önemli özelliklerinden biri de talebe yetiştirmeye son derece haris olmasıdır. Birinci Cihan Harbi’nden önce ve sonra kendisinden feyz alan çok sayıda talebeleri vardır. Bunlardan bazıları kendisinden icazet almakla beraber, ömrünün sonuna doğru yetiştirmeye çalıştığı icazet alamayan talebeleri de vardır. Bugün hala hayatta olup memleket irfanına hizmet eden talebeleri mevcuttur.
Eser yazmaktan daha çok talebe yetiştirmeye önem veren Sadık Efendi'nin ferâiz konusunda basılmamış Muhezzebu'l- Metâlib fi'l-Ferâiz, coğrafya konusunda, Dini Yönden Coğrafya adlı eserleriyle mantıkla ilgili, Tasavvurât ve Tasdikat üzerine bir şerhinin olduğu söylenmektedir.
İlmî Şahsiyeti
Muhammed Sadık Solakbay gibi, asırların ender yetiştirdiği bir zatın ilmi hüviyetini ortaya koymak gerçekten çok güç bir olaydır. Hemen şunu söyleyeyim ki; Müftü Sadık Efendi, çok yönlü bir âlimdi. Zamanımızda ilim adamları ancak bir bilim dalında ihtisas yapabilmekte ve uzmanlık kazanabilmektedirler. Hâlbuki Müftü Sadık Efendi birçok ilim dalında uzmanlığın da üstünde bir ilme sahipti.
Mesela Arapça ve Farsça'yı ana dili gibi bütün fesahat ve belagatiyle konuşur ve yazardı, hatta bu dillerde yazdığı şiirleri bile vardır. Ana dili olan Türkçeyi çeşitli lehçeleri, nükteleri ve latifeleriyle en güzel şekilde konuşurdu. Şiir ve edebiyattan hoşlanır, vaaz ve sohbetlerinde konuya göre sözlerini mısralar ve beyitlerle süslerdi. Divan edebiyatından halk ve tasavvuf edebiyatına kadar şiirin her çeşidini severdi. Bütün bu şiir çeşitlerini incelemiş, karşılaştırmış; hoşuna gidenlerini ezberlemiş, bunların bir kısmını “tanzim” ve “tahmis” eylemiştir. Kendisinin de bazı şiirleri, özellikle ilahi aşk konusunda kasideleri bulunmaktadır. Vaazlarında ve ders esnasında söylediği binlerce beyit, talebeleri tarafından not edilip ezberlenmiştir. "Felsefe ve mantık ilimleri sahasında zamanında Müftü Sadık Efendi'ye ulaşan kimse yoktu." denilirse mübalağa olmaz. Hatta yetiştirdiği talebelerine verdiği derslerde mantık ilmine ağırlık verirdi. "Mantık ilmini iyi bilmeyen hiçbir ilimde başarılı olmaz" derdi. O mantığı bütün ilimlere uygulardı. Gazzali'nin (ö. 555/1111) "Mantık ilmini bilmeyenin ilmine itibar yoktur.” 4 sözünü sık sık tekrarlardı. Müftü Sadık Efendi, derslerinde mantığa fazla ağırlık verdiği için zamanında tenkit edilmiştir.
Fıkıh ve Usul-ü Fıkıh ilimlerinde engin bir anlayışa sahipti. Usul-ü fıkhın en zor meselelerini en kolay ve anlaşılır biçimde çözerdi. Ferâiz ilminin en karmaşık problemlerini kolayca halletmesini bilirdi. Yarım asır müftülük makamında bulunması ise fıkıh sahasında onu ayaklı bir kütüphane haline getirmişti. İslâm Hukuku'nun bütün meselelerini kaynaklara inerek rahatlıkla çözerdi.
Akaid ve Kelam konularına gelince Müftü Sadık Efendi, bu sahada da engin bir denizdi. Ehl-i Sünnet inanç sistemini başlangıçtan günümüze kadar delilleriyle sebep ve sonuçlarıyla beraber anlatır, zihinlerde şek ve şüpheye asla yer bırakmazdı. İslâm'a yöneltilen haksız hücumlara çok mukni ve susturucu cevaplar verirdi. Tefsir ve Hadis ilimlerindeki tetebbuatı da bunlardan geri değildi.
Tasavvuf sahasında inanılmayacak kadar geniş bilgisi vardı. Tasavvuf erbabına, ilahi aşk yolcularına hayrandı. Mevlana'yı, Yunus’u çok severdi. İmam Rabbani, Hallac-ı Mansur ve Cüneyd-i Bağdadî gibi arifleri hiç dilinden düşürmezdi. Onların hikmetli sözlerinden örnekler verirdi.
Belli bir tarikata bağlı olmayan Müftü Sadık Efendi; ‘Benim mürşidim Hazreti Muhammed (s.a.s.) ve Kur’ân’dır.’ derdi. Cemaleddin Server Ravnakoğlu, merhumun bu yönünü şöyle anlatır: "O, hususi bir şekilde bir tarikata bağlanmış değildi, fakat gönlünü kaptırmaktan kendini kurtaramamıştı. Allah dostlarının manevi kemâlatından, büyük sofilerin ilahi irfanından, feyizli nazarlarından hayranlıkla bahsederdi. Hele onda bulunan Peygamber aşkı, Hz. Muhammed (s.a.s.) sevgisi anlatılacak gibi değildi. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ism-i şerifi anıldığı zaman gözlerinden yaşlar akar, rengi değişir ve âdeta kendinden geçerdi.5
Değişen ve gelişen bilim ve teknolojiyi yakından takip eden Müftü Efendi, astronomiden tıbba kadar çağının bütün müspet ilimleriyle yakinen ilgilenirdi.
Fiziki Yapısı ve Ölümü
Orta uzun boylu, geniş omuzlu, beyaz tenli, yuvarlak gözlü kumral saçlı ve hiç ustura görmemiş sakalı son zamanlarında kolundan hiç bırakmadığı bastonu ile Müftü Efendi, heybetli bir görünüme sahipti. Onu gören herkes -tanısın tanımasın- selam vermek mecburiyetini kendinde hissederdi. Son derece şık giyinen, Cemaleddin Server'- in ifadesi ile6 Erzurum'un pırlanta Müftüsü Muhammed Sadık Solakbay, 3 Temmuz 1960 yılında 78 yaşında iken Hakk’ın rahmetine kavuştu. Çok kalabalık bir cemaatin kıldığı cenaze namazından sonra merhumun naaşı eller üzerinde Erzurum Asri Mezarlığına götürülerek aile mezarlığına defnedilmiştir.
Müftü Sadık Efendi'nin vefat haberi İslâm âleminde büyük üzüntüye sebep olmuştur. Vefatıyla yerini doldurulamayacağına dair gazetelerde ve dergilerde yazılar yazıldı, mersiyeler söylendi ve tarih düşürüldü.
Merhum Ali Ulvî Kurucu Bey'in Sadık Efendi için yazdığı mersiyenin son beyitleri şöyledir:
Serhat şehri cihana imanda örnek olsun
Hep ağlayan gönüller tekmil imanla dolsun
Tarihe devr açarken fatihlerin hayatı
Arş-ı hüdâyı sarsar bir âlimin vefatı
* Yüzüncü Yıl Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi skiyici@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. Mehmet Nusret Efendi, Tarihçe-i Erzurum, basılmamış bitirme tezi, Hasan Sarıçam, Ata. Ün. Fen- Ed. Fak, Tarih Bölümü, Erzurum, 1980.
2. Cevat Dursunoğlu, Milli Mücadelede Erzurum, Ankara -1946 s. 38,49–54
3. Kazım Karabekir, İstiklâl Harbimiz, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1960,s. 90–91,1130–1133,1163–1164
4. Muğni't-Tullab Şerhu İsagoci, s. 9
5. Cemaleddin Server Revnakoğlu, Tarih Yolunda Erzurum Dergisi, Ocak 1961, Sayı
6. a.g.e., a.y 7–8, s. 14–16, a.g.e., Aralık, 1962, sayı, 9-10, s. 12-13
x
Zünnûn-i Mısrî
Orhan Bircan
Mürşid, bir hâl insanı ve yaşadıklarını seslendiren bir sadakat kahramanıdır. Zaten, davranışları itibarıyla inandırıcı olmayan bir kimsenin başkalarına bir şeyi kabul ettirmesi de mümkün değildir.
Zünnûn-i Mısrî (d.175/791–v.245/860), tasavvuf tarihinin en mühim şahsiyetlerinden biridir. O, Cenâb-ı Hakk tarafından kendisine bahşedilen ledün ilmi sayesinde marifet kavramından bahseden ilk sûfîlerden biri olmuş ve bu yönüyle tasavvuf tarihinin de en seçkin simalarından biri hâline gelmiştir.1 Bu ölçüde önemli biri olmasına rağmen, üzülerek belirtmeliyiz ki; Zünnûn-i Mısrî’nin hayatıyla alâkalı elimizdeki kaynaklar son derece sınırlıdır. Dolayısıyla bu âbide şahsiyet hakkında detaylı bilgi vermek ciddi mânâda zordur. Mevcut zorluğa rağmen biz bu makalede, Allah’a kulluk ve marifette derinliğiyle öne çıkan Zünnûn-i Mısrî’nin hayatını farklı açılardan ele almaya ve aydınlatmaya çalışacağız.
Kimliği ve şahsiyeti
Tam adı Ebu’l-Feyz Zünnûn Sevbân b. İbrahim olan Zünnûn; Mısır’ın güneyi, Nil nehrinin de doğusunda yer alan Ahmîm şehrinde dünyaya gelmiştir. Doğum tarihi tam bilinememekle birlikte, Hicrî 175 (791) civarında olduğu tahmin edilmektedir. Kaynakların belirttiğine göre, soy itibariyle Nevb Kabilesi’ne2 mensup olan babası, Kureyş ailelerinden birinin kölesiyken âzâd edilerek hürriyetine kavuşturulmuştur.3
Zünnûn diye adlandırılmasıyla alâkalı olarak şöyle bir hâdise nakledilmektedir: Bir gün zengin tüccarlarla büyük bir gemide yolculuk yaparken, genç Zünnûn, yüklü miktarda inci çalmakla itham edilir. Tüccarların ağır hakaret ve tazyiklerine maruz kalan Zünnûn, ne dedi, ne yaptıysa, kimseyi masumiyetine inandıramaz. Tam o esnada, Allah’a (celle celâluhu) yakarır ve kendini bu zor durumdan kurtarmasını ister. Bunun üzerine ağızlarında inci taşıyan bir balık sürüsü, kafalarını sudan çıkararak gemiye yanaşır ve incileri Zünnûn’a uzatır. Tek tek bu incileri toplayan Zünnûn bunları mal sahiplerine teslim ederek onların sesini keser. Bu kerâmete şahit olan müfterî tüccarlar, Zünnûn’a karşı mahcup olur ve onun elini eteğini öpüp af dilenirler. Bu hâdiseden sonra o, Zünnûn (balıkları olan kişi) adıyla anılmaya başlanmıştır.4
Kuşeyrî, Zünnûn-i Mısrî Hazretleri’nin son derece nahîf bir insan olduğunu, ilerleyen yaşlarda bile simsiyah kalabilmiş bir sakala ve hafif kızıla çalan bir ten rengine sahip olduğunu aktarmaktadır.5
Yaşadığı Devir ve Ortam
Zünnûn-i Mısrî, Abbâsiler zamanında yaşamış bir sûfîdir. O, Abbâsilerin hem yükselme hem de gerileme dönemlerine (m. 791-860) şahitlik etmiştir. Fakat Zünnûn’un hayatıyla ilgili en dikkat çekici bilgiler 10. Abbâsi Halifesi Mütevekkil zamanına (847 – 861) aittir. Bilindiği üzere, Vâsık’tan sonra hilafete geçen Mütevekkil, zaten gerileme sürecine girmiş olan devleti ayakta tutmak için büyük gayret sarf etmiş; içte ve dışta zuhûr eden pek çok problemle mücadele etmek durumunda kalmıştır.
Güzel ahlâkı ve ledünnî ilimlere olan vukûfuyla insanların hayranlığını kazanan Zünnûn, pek çok hususta devrin baskıcı akımlarından biri olan Mutezile ekolunü eleştiriyor; Kur’ân’ın ‘mahlûk’ (yaratılmış) olduğu düşüncesine şiddetle karşı çıkarak onun “Allah’ın ezelî kelâmı” olduğunu savunuyordu.6 Bu Sünnî çizgisine rağmen o, ledün ilmine kapalı âlim görünümlü softalar tarafından, anlaşılamayan sözler sarf ettiği gerekçesiyle zındıklıkla suçlanarak Mütevekkil’e şikâyet edilmiş;7 hakkında idam kararı istenmiştir. Zaten Zünnûn’un Mütevekkil ile tanışması da bu şikâyet sebebiyle gerçekleşmiştir. Münâvî bu hâdiseyle alâkalı şunları nakletmektedir:8
Zünnûn, o zamanlar Mısır halkı tarafından bilinmeyen ledünnî ilimlerden bahsedince onu derhal halifeye şikâyet ettiler. Bu şikâyet üzerine o, bir grup insan eşliğinde ve eli kolu bağlı bir vaziyette Bağdat’a götürüldü. Hakkında idam talep edilen Zünnûn’a halife bazı sorular yöneltti. Aldığı cevaplar karşısında şaşıran Mütevekkil, onu serbest bıraktı ve ona son derece iyi davrandı. Ardından halifenin ağzından hakikat gamzeden şu sözler döküldü: Eğer bunun gibiler zındıksa yeryüzünde Müslüman yok demektir!
Kaynaklar, Zünnûn-i Mısrî’nin zındıklıkla suçlandığı bu zor durumda bile Allah’a tevekkül ve itimaddan asla dûr olmadığını nakletmektedir. Derdest edilip götürülürken hâline üzülüp ağlayanlara hitaben söyledikleri son derece ibret vericidir:
“Bu, Allah’ın bana olan bir mevhibesi ve atâsıdır. İnanın O’nun her işi hoş ve güzeldir.”9
O, bu şekilde Rabb’ine güvenip O’nun hakkında hüsn-ü zan sahibi olunca Rabbi de bu mihnet görünümlü hâdiseyi hakkında rahmete kalb etmiştir. Zîrâ beraatle neticelenen bu hâdise, Mütevekkil ile Zünnûn arasında teessüs eden samimi dostluğa da vesile olmuştur.10
Kaynaklar Mütevekkil ve Zünnûn’un bu ilk karşılaşma dışında da bir araya gelip kalb ve ruh hayatına dâir sohbet yaptıklarını bildirmektedir.11 Sonraki zamanlarda, yanında kalb ve gönül adamlarından bahisler açıldığında Mütevekkil’in duygulanıp şöyle dediği rivâyet edilir:
“Böyle mübarek şahıslarla ilgili konuşunca aklıma hemen Zünnûn geliyor.”12
İlmî Yönü
Zünnûn-i Mısrî’nin çocukluğu ve gençliğiyle alâkalı mevcut bilgilerin sınırlı olduğunu yukarıda belirtmiştik. Bu sınırlılık içinde onun ilmî yönüyle ilgili olarak kaynaklarda geçen bilgilerden şu neticelere ulaşmak mümkündür:
Zünnûn-i Mısrî hem bir ilim adamı hem de kelimenin tam anlamıyla bir sûfîdir. İlk eğitimini Ahmim’de aldıktan sonra İslâmî ilimlerde derinleşme cihetine gitmiş; Mâlik b. Enes, Leys b. Sa’d, Süfyan b. Uyeyne gibi devâsâ kametlerden hadîs ve fıkıh dersleri almıştır.
Zünnûn-i Mısrî Hazretleri’nin rivayet etmiş olduğu hadîslerden bazısı şu şekildedir:
Zünnûn Fudayl b. İyaz’dan, O Leys’ten, Leys Mücâhid’den, Mücâhid İbn Abbas’tan rivayet etmektedir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) buyurdu ki:
“Cömert kimsenin günahlarından uzak durun (sakın ha ayıplayıp dilinize dolamayın)! Zîrâ o her düştüğünde Allah onun elinden tutar ve kaldırır.”
Zünnûn Leys b. Sa’d’dan, O Nâfi’den, Nâfi’ İbn Ömer’den rivayet etmektedir. Resûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) dedi ki: “Dünya (ötelere mukayese edildiğinde) müminin zindanı kâfirin ise cennetidir.”
Şer’i ilimlere yönelik bu gayretleri ona tasavvufta sağlam kadem olma ayrıcalığını bahşetmiştir. Zîrâ Cüneyd-i Bağdâdî’nin de ifade ettiği gibi sûfîlerin kutlu yolu başka değil; Kitap (Kur’ân) ve Sünnet’e bağlılıktan ibarettir.13 Zünnûn-i Mısrî de bu anlayışın en önemli temsilcilerinden biri olmuş, o gün itibariyle mevcut İslâmî ilimlerin hemen hepsinden kendine yol azığı ve rehber olabilecek kifayette ilim tahsil etmiştir.14
Bunun yanında İbn Kıftî, onun kimya ve tıp ilmiyle de meşgul olduğunu aktarmaktadır.15 Yine kendisinden 100 yıl kadar sonra vefat eden Mes’udî’nin naklettiğine göre Zünnûn, Ahmîm halkı tarafından hakîm sûfî olarak bilinmekte, dini anlama ve yorumlamada kendine has yaklaşımlarıyla öne çıkmaktaydı. Ayrıca kaynaklar Zünnûn’un, taşlar ve anıtlar üzerine işlenmiş suret ve nakışlardaki mânâları çözebildiğini de aktarmaktadır.16 Bu yönüyle Zünnûn-i Mısrî Hazretleri, tasavvuf tarihinde kalb-kafa izdivacını gerçekleştirmeye muvaffak olmuş ender şahsiyetlerden biridir.
Tasavvuftaki Yeri
A) Kalb Hayatına Yönelişi, Şeyhleri, Müritleri
Zünnûn-ı Mısrî'nin öne çıktığı asıl saha, hiç şüphesiz, tasavvuftur. Onun tasavvuf yoluna nasıl ve neden girdiğiyle alâkalı farklı ihtimaller olmakla birlikte Kuşeyrî’nin aktardığı hâdise konuyla ilgili elimizdeki en net bilgidir. Buna göre, Zünnûn’a tevbesinin (tasavvuf yoluna giriş) sebebi sorulmuş, o da: “Tevbemin sebebi, bir seyahat esnasında gördüklerimdir.” şeklinde karşılık vermiştir. Zünnûn devamla şunları aktarmaktadır:
“Çöl boyu yürümekten yorulmuş; derince bir uykuya dalmıştım. Gözümü açar açmaz kör bir tarla kuşunun yuvasından yere düştüğüne şahit oldum. O düşünce yer yarıldı ve içinden iki çanak çıkıverdi. Bunlardan biri altın, diğeri gümüştü. Birinde susam diğerinde ise su vardı. Yere düşen tarla kuşu susam dolu çanaktan yemeye, su dolu olandan içmeye başladı. Ben hayretler içinde kalarak kendi kendime dedim ki: İşte şimdi tevbe ettim. Bundan böyle kalb hayatına tam yöneleceğim; kabul göreceğim âna kadar da Hakk kapısından ayrılmayacağım.”17
Bu ifadelerden anlaşılan o ki; Zünnûn-i Mısrî, hakikat yolunda sûfînin önündeki en büyük engellerden biri olan maişet endişesinden kurtulmuş ve tam tevekkül ile tasavvuf yoluna yönelmiştir. Bu yönelişte etkili olduğu düşünülen bir diğer âmil ise; henüz genç yaşlardayken ifâ etmiş olduğu hac ibadetidir.18 Yukarıda da görüldüğü gibi iyi bir gözlemci olan Zünnûn-i Mısrî, yerine getirdiği bu hacdan bahsederken Cenâb-ı Hakk’ın seçkin kullarına olan ihsanât-ı şâhânesini müşahede ettiğini ve bu ihsanlar karşısında hayretler içinde kaldığını belirtir. Dolayısıyla hakikate susamış bu gönül adamının, genç yaşta ifâ etmiş olduğu hac ibadetinden ve orada gördüklerinden etkilenip bütün benliğiyle kalb hayatının aydınlık iklimine yöneldiğini söylemek yanlış olmasa gerektir. Onun kalb hayatına sülûk etmesindeki muhtemel etkenlerden bir diğeri ise, hiç şüphesiz, kendisine rehberlik eden Şakrânu’l-Âbid’dir. Şakrân hakkındaki bilgilerimiz Zünnûn’da olduğu gibi sınırlıysa da İmam Şa’rânî’nin bildirdiğine göre; kendisi son derece mümtaz bir şahsiyete sahip, ârif-i billâh, sohbeti üns edâlı, parlak hâllere ve yüksek makamlara mazhar bir Hakk dostudur.19 Zünnûn-i Mısrî de, mânâ âlemine otağını kurmuş bu büyük zâtın sohbetinden feyizyâb olmuş ve uzun süre şeyh olarak kendisine mülâzemette bulunmuştur. Hazreti Şakrân’la ilgili kaynaklarda geçen nadir bilgilerden biri, göstermiş olduğu kerâmetleridir. Bu kerâmetlerden birine göre bir gece yarısı yerinden kalkan Şakrân gusül ihtiyacı duyar. Ama bir türlü su temin edemez. O hâldeyken, aczini itirafla Rabbi’ne şöyle nida eder: “Allah’ım, halim sana ayan! Aciz düştüm, su bulamıyorum. Sen aczimi gör, bana merhamet et!”
Böyle dedikten hemen sonra yanındaki kaptan su şırıltısı duyar. Kaba baktığında su dolu olduğunu hayretle müşahede eder. Ardından suya dokunur ve soğuk olduğunu fark eder. Nihayet bir kez daha Allah’a yalvarır ve bu sefer de suyun ısındığını hisseder. Hayatı boyunca Allah’a kulluk ve istikametten ayrılmayan bu Hakk dostunun Zünnûn-i Mısrî üzerinde çok ciddi tesir icra ettiği izahtan vâreste bir husustur.
Hucvirî, Zünnûn-i Mısrî’nin mâneviyatta derinleşmek maksadıyla farklı beldelere seyahatler yaptığını bildirmektedir. Bu geziler sayesinde o; Bağdat, Şam, Antakya, Kudüs ve Mekke’de birçok âlim ve zâhidle görüşmüş, onlardan farklı cihetlerde istifade etmiştir. Diğer taraftan o, pek çok zâhid ve sûfîye mürşidlik ederek onlara insan-ı kâmil olma yollarını göstermiştir. Onun yetiştirdiği sûfîler içinde en meşhuru tasavvuf tarihinin seçkin simalarından biri olan Sehl et-Tüsterî Hazretleridir (ö. 283/896).20 Tüsterî Zünnûn’a büyük ihtiram gösteriyordu. Hattâ gelen rivayetlere göre Tüsteri vaaz ve irşada ancak Zünnûn’un vefatından sonra başlayabilmiştir. Bu konudaki tavrını soranlara da: “Ben o (Zünnûn’u kastederek) hayatta iken konuşmaktan hayâ ediyordum; o vefat ettiğinde: 'Artık konuşabilirsin' diye izin geldi.” demiştir.21
B) Tasavvuftaki Yaklaşımı
Elimizde Zünnûn-i Mısrî’ye ait yazılı bir metin yoktur. Onun görüş ve yaklaşımlarını kendinden sonraki devirlerde kaleme alınan tasavvuf kaynaklarından öğrenebilmekteyiz. Bu kaynaklarda belirtildiğine göre Zünnûn, marifet kavramından bahseden ilk sûfîlerden biridir ve bu yönü itibariyle o, tasavvufa nazarî bir boyut kazandırmıştır.22 Zünnûn tarafından ilk defa seslendirilip sonra gelenlerce kavramsal çerçevesi çizilen marifet; düşünce ve himmetle, vicdan ve iç tefahhusla elde edilen hususî bir bilgidir ki, ilimden farklı bir muhtevaya sahiptir. İlim; okuma, öğrenme, araştırma, terkip ve tahlil yoluyla elde edilen bir müktesebatken, mârifet; tefekkür, sezi ve iç müşahedeyle ulaşılan ilmin özü demektir.23 Zünnûn’a göre marifet mükteseb ilimden veya akletmekten farklı bir şeydir. O, zevken duyulup keşfen bilinen bir bilgi türü olup elde etmenin yegâne vasıtası ise muhabbetullahta derinleşmektir.24 Sonraki zamanlarda irfan geleneği olarak adlandırılan yaklaşımın temelinde de Zünnûn’un marifet kavramıyla ilgili bu görüşleri yatmaktadır.25
Hucvirî’nin naklettiğine göre Zünnûn, çile metodunu tercih edip melâmet anlayışını benimseyen bir sûfîdir.26 Ayrıca o, tasavvuf literatüründe sembolik açıdan önemli bir yere sahip olan şarap ve kadeh metaforunu ilk kullanan sûfîlerden biri olarak da temâyüz etmiştir.27
O vakte kadar duyulmamış şeyler söylemesi sebebiyle Zünnûn, yaşadığı toplum tarafından tepkiyle karşılanmış; felsefecilik, simyacılık, büyücülük ve zındıklıkla itham edilmiştir.28 Birçok mâneviyat büyüğü gibi, hayattayken anlaşılamayan Zünnûn-i Mısrî, zaman zaman bu durumdan yakınmış ve çevresindekilere Hz. Musa ile Cenâb-ı Hakk arasında geçtiği ifade edilen şu mükâlemeyi hatırlatmıştır: Hz. Musa hüşyâr bir kalble Rabbine: “Yâ Rab! Sen’i nerede bulurum?” diye sorar. Cenâb-ı Hakk ise ona: “Kalbi kırıkların yanında!” diye karşılık verir. Hz. Musa da: “Rabbim! Yarattıkların içinde kalbi benden daha çok kırılmış kimse yok ki!” der. Rabbi de ona: “O vakit Ben, inayet ve keremimle senin yanındayım.” buyurur.29
Hikmetli Sözleri
Tasavvuf kaynaklarında Zünnûn-i Mısrî Hazretleri’ne pek çok hikmetli söz nisbet edilmektedir. Bunlardan bazısını vermekle iktifa edelim:
“Sizden önce Allah’ın öyle has kullarına şahit oldum ki; onlar ilimde derinleştikçe dünyadan uzaklaşıyorlardı. Bugün ise sizler tam tersini yapıyorsunuz. Onlar ilim tahsili yolunda ellerindeki her şeyi harcıyorlardı, siz ise; tahsil ettiğiniz ilmi dünyalık kazanmak yolunda sarf ediyorsunuz.”
“Sizden kim hakikat yolunda terakki etmek isterse ulemâya karşı cehl, zâhidlere karşı rağbet ve âriflere karşı samt (sükût) izhar eylesin. Bu şekilde davranmak âlimden ilim, zâhidden zühd, ârifden de marifet elde edebilmenin yegâne yoludur.”
“Yemekle dolu mideye hikmet misafir olmaz.”
“Avâm işlediği günahlardan tevbe eder, havâs ise (yaşadığını düşündüğü) gaflet hâlinden.”
“Ubûdiyet her lahzada o müteâl Zât’a karşı kul olmandır. Tıpkı O, her lahza senin Rabbin olduğu gibi…”
“Ârif her ân haşyet içindedir. Çünkü o her lahza Hakk’a yakın bulunur.”
“Kim fakr ve meskenetle Allah’a tam teveccüh ederse Allah onu, sadece kendi kapısına teveccüh etmek izzetiyle şereflendirir.”
“Allah seni kullarıyla ünsiyete ve o ünsiyette telezzüze sevk ediyorsa,30 bil ki O (celle celâluhu), seni kendinden soğutmuştur. Yine bil ki; eğer insanlarla ihtilattan soğutmuşsa kendi ünsiyetine mazhar etmiştir.”
“Kim dünyevî bir şeyle ünsiyet ederse Allah’ı zikirdeki sâfi lezzeti bulamaz.”
“Zikirdeki lezzeti tadıp da (nefsin hoşuna giden) sâir şeyleri terk etmemek muhaldir.”
“Herkesin bir felaketi vardır. Ârifin felâketi ise zikirden inkıtâdır.”
“Sıdk Allah’ın yeryüzündeki kılıcıdır, neye vursa keser.”
“Allah’ın takdirine razı olmayan O’nu (gerçek manada) sevmez. Allah’a itimad etmeyen O’ndan isteyemez (dua dua yalvarmak o kişiye nasip olmaz).”
“Kim ki, “Şayet şöyle olsaydı, böyle olurdu.” derse, işi Allah dışında bir merciye havale etmiş (ve böylelikle şirk batağına saplanmış) olur.”
Vefatı
Zünnûn-i Mısrî yaşantısı ve hikmetli sözleriyle tasavvufa yön vermiş büyük bir Hakk dostudur. O marifet kavramıyla ilgili konuşan ilk sûfîlerden biri olmuş; hakiki bilginin ancak muhabbetullahta derinleşmekle mümkün olacağını ifade etmiştir. Allah’a (celle celâluhu) kullukta sultanlığı bulmuş bu büyük irfan adamı, 859 yılında Kahire’de vefat etmiştir. Sekerât anında yanındakilere: “Benden uzak durun! Zîrâ şu ân Allah’ın bana olan lütuflarını temâşâ ile meşgulüm.” dediği rivayet edilir. Türbesi, Kahire yakınlarında “Ölüler Şehri” adı verilen mevkîdedir. Rivayete göre, defnedildikten sonra mezar taşında yeşil harflerle; “O bir Hakk dostuydu ve Allah sevgisiyle dolu olarak ruhunu Rahman’a teslim etti. (Bu itibarla) O, Hakk kılıcının kurbanıdır.” yazıldığı görülmüştür. Yine başka bir rivayete göre; vefat ettiği gece 70 küsur kişi Efendimiz’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) rüyasında görmüş ve onlara hitaben Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Ben, buralarda kendinden ‘Hakk dostu’ diye söz edilen Zünnûn’u ziyarete geldim.” buyurmuştur.31
DİPNOTLAR
1. Zünnûn-i Mısrî, Cüneyd-i Bağdâdî ve Bâyezid Bistâmî ilk devir tasavvufuna yön veren sûfîler olarak değerlendirilirler.
2. Sudan’ın kuzeyi, Mısır’ın güneyinde yaşayan kabilelerdir.
3. Sulemî, Tabakâtu’s-Sûfiyye, s. 27, Suyûtî, el-Meknûn, s. 62.
4. Mahmud Tebrîzî, Reyhanetü’l-Edeb fî Terâcimi’l-Ma’rûfîne bi’l-Künye ve’l-Lakab, c. 5, s. 85.
5. Kuşeyrî, er-Risâletu’l-Kuşeyriyye, s. 25.
6. John Renard, Historical Doctrine of Sufism, s. 74.
7. Serrâc, Lüm’a, s. 398.
8. Münâvî, el-Kevâkibu’d-Düriyye fi Tercemeti’s-Sûfiyye, s. 401.
9. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 37.
10. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 37.
11. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 36.
12. Kuşeyri, a.g.e, s. 25.
13. Kuşeyrî, Risale, s. 46.
14. Burada “yol azığı ve rehber olabilecek kifayette” dememizin sebebi bu büyük zatın fazlaca hadis rivayet etmediğinden dolayı tenkit edilmesi ve mertebesinin küçük görülmesidir. Hâlbuki Hilye sahibinin çok yerinde ifadesiyle “Yol edebine riâyet, onu rivâyetten alıkoymuştur.”
15. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 17.
16. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 35.
17. Kuşeyrî, Risâle, s. 26.
18. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 20.
19. Şa’ranî, a.g.e, s. 103-105.
20. Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb, s. 311.
21. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 55-56.
22. İsfahanî, Hilyetu’l-Evliyâ, c.9, Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 54.
23. M. Fethullah Gülen, Kalbin Zümrüt Tepeleri-2, s. 140.
24. İsfahanî, a.g.e, c.9, s.348-349.
25. Schimmel, a.g.e, s. 43
26. Hucvirî, a.g.e, s. 311.
27. John Renard, a.g.e, s. 74.
28. Hucvirî, a.g.e, s. 311-312; Münâvî, a.g.e, s. 400.
29. Abdu’l-Halîm Mahmûd, a.g.e, s. 20.
30. Buradaki ihtilat ve ünsiyet dünya ve nefsin gayr-ı meşru arzuları adına olmalıdır. Zira Allah adına olan yakınlaşma ve kaynaşma (irşad, tebliğ ve insanî değerler namına) dinimizin teşvik ettiği bir husustur.
31. Hucvirî, a.g.e, s. 312.
İmam Nevevî
Dr. Muharrem Yıldız
İnsanoğlu için gerçek hayat, ilim ve irfanla kâbil olacağından, öğrenip öğretmeyi ihmal edenler, hayatta olsalar dahi ölü sayılırlar. Zira, insanın yaratılışının en önemli gâyesi, görüp bilmek ve öğrendiklerini başkalarına bildirmekten ibarettir.
|
İmam Nevevî, hicrî 631 senesinin Muharrem ayında, Şam'ın Nevâ kasabasında doğdu. Doğduğu yere nispetle kendisine Nevevî denmiştir. İsmi Yahya olmasına rağmen, Ebu Zekeriyyâ unvanını kullanmıştır. Bu, genel olarak ismi Yahya olanların kullandığı bir unvandır.
Küçük yaşta, baba Muhyiddin Efendi, oğlunu Kur'ân-ı Kerîm öğrenmesi için ilk mektebe başlatmıştı. Ticareti hiç sevmediği hâlde gençlik yıllarında babasının demir dökümhanesinde çalışmıştı. Yaşadığı devrin birçok meşhur âliminden ders aldı. On dokuz yaşına gelince, babası onu, ilim tahsili için, Şam'daki Revâhiyye Medresesi'ne gönderdi.
Önce tıp ilmine merak sarmıştı. İbn-i Sina'nın 'el-Kanun'unu okumaya başlamış; fakat sıkıntıdan bırakmıştı. Buradan anladı ki, bu işin erbabı değildi. Kendini tamamen hadîs ilmine verdi. Çeşitli ilimleri okudu ve öğrendi. Keskin bir zekâya ve kuvvetli bir hafızaya sahipti. Küçük yaşta Kur'ân-ı Kerîm'i dört buçuk ayda, Şafiî Mezhebi'nin temel kitaplarından olan et-Tenbîh adlı eseri sekiz buçuk ayda ezberlemişti.1
Her gün hocalarından on iki ayrı ilim okurdu. Zamanla, usûl, nahiv, lügat ve benzeri ilimlerin inceliklerine vukûfiyet kazandı. Kısa zamanda, ilimde devrinin en büyük âlimlerinden oldu ve insanlığın irşadı, mutluluk ve saadeti için pek çok kitap yazdı. Şafiî âlimlerinden olan Nevevî, kitaplarında Şafiî Mezhebi'nin esaslarını işledi. Kendisi hicrî 7. asrın hadîs âlimlerinden ve İslâm hukukçularındandı.
Pamuklu elbise giyer ve sincabi renkte sarık sarardı. Sakalında birkaç beyaz kıl vardı. Nefsî ve dünyevî arzu ve isteklerden geçmişti. Evliliğin kendisini meşgul edeceğini düşündüğü için hiç evlenmemişti. Medresedeki hocalığından dolayı verilen para ile kitap alır, onları okuduktan sonra da medresenin kütüphanesine hediye ederdi. İmam Nevevî Hazretleri, ömrünün sonlarına doğru, üzerindeki emanetleri sahiplerine verip, borçlarını ödedi. Kitaplarını da kütüphaneye bağışladı.
665 yılında Eşrefiye Dârü'l-Hadîs Reisliğine tayin edilmiş, vefatına kadar o vazifede kalmıştı. Vefat ettiğinde 45 yaşında idi. Mübarek bir ömür sürdü. Ömrünü ibadet, itaat, ilim öğrenmek, öğretmek ve te'lifle geçirdi. Hazret, geçinmede kanaat üzere idi. Geçimini annesi ve babasından gelen şeylerle sağlardı. Maddî yönden fakir bir insandı. Ama "manâ âleminin sultanı" idi.2 Bugün bile Türbesi ziyaret edilmekte, sevenleri mübarek ruhundan feyiz almaktadır.
İbadet ve Taatı
Kendisindeki sekîne ve vakar hâli herkes tarafından fark edilirdi. Nevevî, Rabbanî bir âlimdi. Zahit, vera' sahibi, vakûr ve heybetli bir görünüşü vardı. Allah'a ibadet ve itaat dışında vaktini bir an dahi boş geçirmezdi. İyiliği emreder, kötülükten nehyederdi. Bu vazifesini hükümdarlara, valilere ve zalimlere de ulaştırmaktan çekinmezdi. Yöneticilere öğüt verir, onlara, mektup yazar, hakikati bildirir, onları ilâhî azab ile korkuturdu. Bu konuda da kınayanların kınamasından korkmazdı.3
Dinî münazaralarda sekînet ve vakarını muhafaza ederdi. Doğru konuşur, yerinde söyler, gecelerini ibadet ve itaatle geçirirdi. İlim tahsilinde gayretli, salih ameller yapmakta sabrı çoktu. Takva ehliydi. Şam halkının yediği şeylerden yemez, memleketinden, anne-babasının yanından getirdiği, helâl olduğundan tam emin olduğu şeyleri yemekle kanaat ederdi.
Yirmi dört saatte bir defa, yatsıdan sonra yemek yerdi. Yine günde bir defa, sahur vaktinde su içerdi. O diyarın bir alışkanlığı olan kar suyu içme âdetine uymazdı.
Geceleri uyumaz, ibadet eder ve kitap yazardı. Fıkıhta ve hadîste nasıl bir imam idi ise, zühd ve takvada da o derece ileri idi. O şöyle buyururdu:
"İnsanlar, Yüce Allah'a kulluk ve ibadet etmek için yaratılmıştır. İnsanlar saadete kavuşmak için yaratılış gayelerine uygun davranmalı ve dünyaya düşkün olmaktan kaçınmalıdır. Dünya nimetleri geçicidir. Dünya ebedî kalınacak bir menzil değildir. O, âhirette saadete ulaştıran bir binek gibidir. Sevinç, keyif, zevk ü sefa yeri değil, ayrılık yeridir. Akıllı kimseler, bu fânî dünyaya düşkün olmayıp kulluk vazifesini hakkıyla yapanlardır."
Ona göre, gecenin on iki saatinden bir saat kadarını ibadetle ihya etmek, bütün geceyi ihya etmek gibidir. Yaz ve kış geceleri için bu hep böyledir.
En büyük ibadetin, samimi bir niyetle "helâlleri ve haramları öğrenmek" olduğunu söylerdi.
İdarecilerle Münasebeti
İmam Nevevî, haksızlığa boyun eğmez, doğru bildiğini söylemekten çekinmezdi. Devlet reislerine, valilere ve diğerlerine Allah Teâlâ'nın emirlerini bildirir, yasaklarından sakınmanın lüzumunu anlatırdı. Bu hususta hiçkimseye müdâhene etmez ve gevşeklik göstermezdi.
O dönemde Şam ve Mısır'da hüküm süren Kölemen Emiri Zahir Baybars ile ihtilâfa düşmüştü. Bu alanda, Zahir Baybars'a hitaben yazdığı, ona nasihatte bulunup emirler verdiği risaleleri vardır.4 Zahir Baybars'a yazdığı mektupların bir kısmını diğer âlimlere de imzalatmış ve ortak bir dilekçe olarak sunmuştu. Haksızlığa boyun eğmemesi, sözünü sakınmadan söylemesi ve sözlerinin de arkasında olmasından dolayı eserleri halk arasında da büyük rağbet görmüştür.
Tatarlar, hicretin 658. yılında Filistin'e kadar gelip Şam'a saldırıya hazırlandıkları bir sırada, Baybars, onlarla savaşmak üzere orduyu teçhiz etmek için, halkın malını almanın caiz olacağına dâir âlimlerden fetva istemişti. İmam Nevevî'nin dışında, bütün âlimler buna fetva vermişlerdi. Bunun üzerine İmam Nevevî;
"Hayır, sana fetva vermiyorum." demiş; Baybars ise: "Neden fetva vermiyorsun? Biz Tatarlara karşı cihad için silâh alacağız. Tatarların zulmüyle ümmet ve din zayi olmaktadır." cevabını vermişti. Bunun üzerine İmam Nevevî de:
"Sen buraya geldiğinde bir köleydin ve hiçbir şeye sahip değildin. Ben şu anda senin yanında birçok bağların, bahçelerin, köle ve cariyelerin, altın ve gümüşlerin olduğunu görüyorum. Bunları cihad için sattığın zaman ancak, bana karşı haklı olabilirsin ve ben de sana cihadda kullanmak üzere halkın malını almana, o zaman fetva veririm." diyerek hakikati ifade etmişti.
Bu cevaptan hoşlanmayan Baybars, Nevevî'yi Şam'dan sürgün etmişti. Sürgün edilen Nevevî kendi memleketi olan Neva köyüne dönmüş ve oraya yerleşmişti. Bu hâdise üzerine devrin âlimleri Zahir Baybars'a gelerek: "Şam uleması ona muhtaçtır." demişlerdi. Baybars da o âlimlere: "Onu geri getirin." diye emir vermiş; ancak o:
"Allah'a yemin ederim ki Zahir Baybars orada bulunduğu sürece ben Şam'a girmeyeceğim." diyerek teklifi reddetmişti. Allah onun yeminini boşa çıkartmamış, bir ay sonra gerçekten Zahir Baybars vefat etmiş. Ve bundan sonra İmam Nevevî Şam'a dönmüştü.
İlmî Yönü
İmam Nevevî, İslâm tarihinde en önde gelen fıkıh âlimlerindendir. Hicrî 7. asrın hadîsçilerinden, meşhur İslâm hukukçularından ve Şafiî âlimlerinin büyüklerindendir. Bütün İslâm tarihi boyunca İslâm âlimlerinden en bilgili on isim zikredilecek olsa, İmam Nevevî bu seçkin on fukahanın içerisinde yer alırdı.
Şafiî fıkhının gelişmesinde çok büyük rolü vardır. Zamanında Şafiî Mezhebi'ni o temsil ediyordu. Usûl ve fürû'da imamdı. Sözü, fıkıh âlimleri arasında senet kabul edilmiştir. Nevevî'nin, çağdaşı olan âlimlerin de kabul ettiği çok büyük ilmî bir ağırlığı vardır. Bıraktığı eserlerden hareketle, ondan sonra gelen ilim adamları da onun bu ağırlığını kabul etmişlerdir.
Gecelerini ibadetle, Kur'ân okumakla geçirmenin yanında eser yazmakla değerlendirirdi. Anlatıldığına göre; bir gece ilmî tetebbuat ile meşgul olup, yazı yazarken aydınlandığı çırası sönmüştü. Bunun üzerine ilâhî bir ikram olarak eli, yanan bir ampul gibi parlamış ve elinin ışığıyla yazısını yazmaya devam etmişti.
Hadîs ilmine ve hadîs ricaline de tam mânâsıyla vâkıftı. Nevevî, Hâlid b. Yusuf tarîkıyla Enes bin Mâlik'ten: "Bir kimse cân ü gönülden şehâdet arzu ederse fiilen şehit olmasa bile şehitlik sevabını kazanır." mealindeki hadîsi tahriç ile teferrüt etmiştir. Kendisinden de Ebü'l-Feth ve İbni'l-Attâr hadîs rivâyet etmiştir.
Onun hakkında birçok âlim zât sitayişkâr sözler sarf etmiştir. Ezcümle Şeyh Kutbuddîn el-Yûnînî, "İlim, vera', ibadet, azla yetinmek ve hayatın sıkıntılarına katlanma hususunda zamanında tek idi." der.5
Şeyh b. Ferah da der ki: "Şeyh Muhyiddin üç mertebeyi elde etmişti. Birincisi İlim, ikincisi zühd ve üçüncüsü ise iyiliği emredip münkerden alıkoymak."6 Bu mertebelerin her birisi bir kişide bulunsaydı, hiç şüphesiz bunların birisi için bile olsa o kişiden feyiz almak için yolculuk yapılabilirdi."
Zehebî ise onun hakkında, "Hadîs âlimlerinin efendisidir. Sahih hadîsleri, zayıf ve uydurma rivayetlerden kolayca ayırırdı… İyiliği emir kötülüğü nehy etme hususunda benzeri yoktur, azla yetinip sade giyinen vakûr ve heybetli bir kişi idi." der.7
İmam Nevevî, hadîslerden fıkhî hüküm çıkarmada mahirdi. Tartışmadan hoşlanmaz; ancak Sünnet'e aykırı bulduğu görüşleri de tenkit etmekten çekinmezdi.
İmam Nevevî Hazretleri'nin, Kütüb-i Sitte'de geçen hadîslerden topladığı Riyâzüs-Salihîn isimli eseri meşhurdur. Sahih-i Müslim'i şerh etmiştir. İbni Kesir, Nevevî'nin bu kitabı hakkında "benzeri bir kitap telif olunmamıştır." diye bahsetmektedir.
İmam Nevevî'nin kitaplarını okuyan bir kimse, onları okurken ilme olan susuzluğunu giderdiğini hisseder. Mânâların derinliğine ve cazibesine hayran kalır. Kitaplarındaki bereket buna en güzel örnektir. Riyazü's-Salihîn'e, Kırk Hadis'e ve Kitabu'l-Ezkâr'ına bakıldığında onların her birinde bu bereket ve feyiz fark edilir. Onun kitapları, dünyanın pek çok İslâm ülkesinde ilgi duyulan ve ses getiren nadir telif kitaplar arasındadır.
Nevevî, din ilimlerinin çeşitli alanlarında oldukça değerli eserler bırakmıştı. Bu eserlere muttali olan kimse, İmam Nevevî'nin büyüklüğünü daha iyi takdir edecektir.
Nevevî'ye hem güçlü bir hafıza, hatırlama gücü, hem de nasları inceden inceye kavrama kabiliyeti verilmişti. Birçok ilim dalında oldukça geniş bilgiye sahip fıkıh, usûl, ıstılahlar, lügat ve bunun dışındaki çeşitli dallarda oldukça derinlik sahibi idi. İmam Nevevî 45 yaş gibi bir insan ömrü için çok kısa sayılabilecek bir zaman aralığına -Allah'ın izn-i keremi ile- 42'yi aşan eseri sığdırmıştır. Bu çok mühim bir başarıdır.
Bıraktığı eserlerden bazıları şunlardır:
1- Riyâzü's-sâlihîn min Kelâmi Seyyidi'l-Mürselîn
2- Erbaînü'n-Nevevî
3- El-Minhâc
4- Et-Takrîb ve't-teysîr li ma'rifeti Süneni'l-beşîr en-nezîr
5- Tehzîbü'l-Esmâ' ve'l-lûgât
6 -El-İrşad
Yüce Allah'tan ona sonsuz rahmet ve mağfiret diler, geriye bıraktığı bu değerli ilmî eserlerin ecrini Kıyamet günü kendisine vermesini, bizi de bu eserlerle faydalandırmasını niyaz ederiz.
* Araştırmacı - Yazar
myildiz@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Nazım Muhammed Sultan, Nevevî Kırk Hadîs Şerhi, (Ana Çizgileriyle İslam) s. 17.
2. Nevevî'nin biyografisi ile ilgili geniş bilgi için bakınız: es-Sübkî, Tabakatu'ş-Şâfiiyye, c.5, s.165; ez-Ziriklî, el-A'lâm, c.9, s. 85, en-Nucûmu'z- Zâhire, c.5, 278; Nazım Muhammed Sultan, Nevevi Kırk Hadis Şerhi, (Ana Çizgileriyle İslâm) s. 18. Guraba Yayınları.
3. Sultan, a.g.e, s. 17-18.
4. Sultan, a.g.e, s. 17-18.
5. Sahihi Müslim mukaddimesi, Mektebetü'ş'Şa'b, Kahire.
6. Sultan, a.g.e, s. 18.
7. M. Yaşar Kandemir, İslâm Ansiklopedisi, c.33, s.45, Türkiye Diyanet Vakfı yayınları.
İdrîs-i Bitlisî ve Tefsirciliği
Prof Dr. Mesut Erdal
İdrîs-i Bitlisî (H.926/M.1520), Osmanlı Devleti döneminde yaşamış en ünlü siyaset adamlarından ve âlimlerden biridir. Onun Arapça, Farsça ve Türkçe el yazma eserleri vardır. Bu makalenin mihveri ise, onun tefsir yönü etrafında dönmektedir. "Hâşiye alâ tefsîri'l- Beydâvî" adlı Kur'ân tefsiri, sahasında geride bıraktığı tek mirastır. Sözünü ettiğimiz el yazma eser, Tefsir, Kelam, Dilbilim ve Tasavvufla alâkalı derin analizler ihtiva etmektedir. Burada onun tefsirinin en önemli ve dikkat çeken "filoloji, tefsir ve tasavvuf" yönlerini örneklerle aksettirmeye çalışacağız. Ancak bu konuya geçmeden evvel, hayatı, yaşadığı dönem ve eserleri üzerinde bir nebze durmak faydalı olacaktır.
I- İdrîs-i Bitlisî'nin Hayatı
Tam adı şöyledir: Mevlânâ Hakîmüddin İdrîs b. Mevlânâ Husameddin Ali el-Bitlisî.
Onun doğum tarihiyle ilgili kesin tarih bilinmemekle birlikte bazı karinelerden hareketle 1452 yılında doğduğu tahmin edilmektedir. Doğum yeri Bitlis olabileceği gibi, henüz çocuk yaşta iken babasının Diyarbakır'da Uzun Hasan'ın hizmetinde olmasından hareketle Diyarbakır'da doğduğu da söylenebilir.1Onun ilmî şahsiyetinden ve eserlerinden hareketle gençliğinde iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. İlk tahsilini, özellikle de Hadîs ve Tasavvuf ilmini babasından almıştır. Devrinin geleneğine uyarak Arapça ve Farsçanın yanı sıra aklî ve dinî ilimleri de öğrenmiştir. Bu ilimleri, gençliğini geçirdiği Diyarbakır'da ve babasıyla birlikte gittiği ve bir dönem ikamet ettiği Tebriz'de aldığı bilinmektedir.2Diğer taraftan İdrîs-i Bitlisi, Akkoyunlular Devleti'nin sarayında hükümdar ve hanedanın çocuklarına müderrislik ve lalalık yaptı. Bu hizmetleri esnasında bu devletin seçkin idarecileriyle tanıştı ve onlarla arkadaşlık etti. Onun devlet işlerini yakından tanıması bu döneme rastlar.3Şah İsmail'in Akkoyunlu Devleti'ne son vermesiyle birlikte İdrîs-i Bitlisî onun davetine icabet etmedi ve Osmanlı'ya sığınarak H.907/M.1501 yılında İstanbul'a göç etti. Zamanın Osmanlı sultanı 2. Bayezit kendisini hürmetle karşıladı. Zîrâ onu gönderdiği bir mektup vesilesiyle ismen tanıyordu. 2.
Bayezit onu sarayına aldı, maaş bağlayıp hediyelerle taltif etti. Sultan ona vakanüvislik, yani tarih yazıcılığı, vazifesini verdi. Bitlisî de üstlendiği bu işi 30 ay içinde tamamladı ve eserine Heşt Behişt adını vererek padişaha sundu. Padişahın iltifatlarına mazhar oldu. 4Bitlisî 1511 yılında hacca gitti. Deniz yoluyla bir aylık yolculuktan sonra Mısır'ın İskenderiye şehrine ulaştı, oradan da Kahire'ye geçti. Memluklu Sultanı Kansu Gavri ve Halveti şeyhi İbrahim Gülşenî ile görüştü, hattâ bir müddet Gülşenî'nin hizmetinde bulundu. İdrîs-i Bitlisî Kahire'den kalktı ve hac emiri olan yeğeniyle hac için Mekke'ye gitti. Bir yıla yakın Mekke'de kaldı. 1512 yılında 2. Bayezit'in vefatı sebebiyle yerine geçen Yavuz Selim onu İstanbul'a çağırdı, kendisine resmî davetiye ve para gönderdi. Bunun üzerine İdrîs-i Bitlisî, Mekke'den kara yoluyla Şam'a geldi. Burada bir süre kalıp Halep'e geçti. Bu arada Şam ve Halep'teki ulemâ ile tanışma ve münazara etme fırsatı buldu. Aynı yıl, yani 1512'de İstanbul'a döndü.5İstanbul'da Yavuz Sultan Selim'e şark siyaseti konusunda müşavirlik yaptı.6 Hattâ ona gönderdiği mektubu meşhurdur.7 Bu sırada eserler telif etmeye devam etti. 1514'te cereyan eden Çaldıran Savaşı'na katıldı.
Sultan'ın ayrılmasından sonra Tebriz'de kaldı ve oradaki Ulu Cami'de Osmanlı'ya itaat etmeleri konusunda halka vaaz ve nasihatlerde bulundu.8Bitlisî, Çaldıran Zaferi'nin akabinde Güneydoğu Anadolu vilâyetlerinin Osmanlı yönetimine geçmesinde görev aldı. Şah İsmail'in yeniden Doğu ve Güneydoğuya çıkarma yapacağı öğrenilince Yavuz Selim, orduyu Diyarbakır ve havalisini muhasara altına alan Safevilerin üzerine gönderdi. Bir rivâyette İdrîs-i Bitlisî de ona 5 bin, diğer bir rivâyete göre 10 bin gönüllü askerle destek verdi. Mücadele sonunda kuşatmayı kırmaya muvaffak oldular ve Diyarbakır ve Mardin Osmanlı'ya dâhil oldu. Akabinde Bitlisî, Sultan Selim adına bölgedeki Kürt ve Türk beyleriyle anlaşma yaptı; böylece Bitlis, Urmiye, İtak, İmadiye, Cizre, Eğil, Hizan, Garzan, Palu, Siirt, Hasankeyf, Meyyafarıkın ve Cezire-i İbn-i Ömer'den oluşan toplam beş bölge sulh yoluyla Osmanlı devletine bağlanmış oldu.9İdrîs-i Bitlisî, Urfa ve Musul'dan başlayarak Suriye ve Mısır'ın fethi konusunda da Yavuz Selim'e stratejik anlamda destek verdi, buralarda yaşayan halklara nasıl yaklaşılması gerektiği konusunda değerli mütalâalarda bulundu. Kısaca Bitlisî yirmi yıl kadar Osmanlı'nın hizmetinde oldu.10Mezhep ve meşrebine gelince, M. Ş. Fırat ve Tavakkolî, İdrîs-i Bitlîsî'nin Şâfiî olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu görüşün hiçbir dayanağı yoktur. Oysa eski kaynaklar Bitlîsî'nin Hanefî olduğunu belirtmişlerdir.11İdrîs-i Bitlisî, ömrünün son senelerini İstanbul'da ilmî çalışmalar yaparak ve eserler telif ederek geçirirken, orada H.926/12.11.1520 tarihinde takriben 65-70 yaşlarında vefat etmiştir. Kabri, bugünkü Eyüp semtinde kendi adıyla anılan "İdrîs Köşkü" denilen yerde, hanımı Zeynep Hatun'un yaptırdığı mescidin bahçesindedir.12
II- ESERLERİ
İdrîs-i Bitlisî, çok değişik alanlarda eser vermiş bir âlimdir. Tıp, Zooloji, Kozmoloji gibi fen bilimlerinin yanı sıra Felsefî, Kelâmî, Tasavvufî, Siyasi, Ahlakî içerikli eserlere imza atmıştır. Çoğu Farsça olmak üzere, Arapça ve Türkçe dillerinde, Fıkıh, Hadis, Tefsir, Tarih, Şiir ve Hâtırât alanlarında yazılmış eserleri vardır. Bu eserlerin yirmisi muhtelif kütüphanelerde bulunmakta, sekizi de kayıptır.13
III- İDRÎS-İ BİTLİSÎ'NİN TEFSİRİ
İdrîs-i Bitlisî'nin hayatı ve eserleriyle alâkalı olarak verdiğimiz özet bilgilerden sonra, tefsirciliği hakkında söz edeceğiz. Onun elimizde tefsir yönünü ele alıp ortaya koyabileceğimiz tek eseri mevcuttur; o da "Hâşiye alâ tefsîri'l- Beydâvî" adıyla bilinen el yazma eseridir. Bu yazma, Süleymaniye Kütüphanesi Ayasofya Bölümü, 303 nr.'dadır. 144 varaktan oluşmaktadır. Bu haşiye, Beydâvi'nin tefsir ettiği bütün âyetleri kapsamamaktadır. Kendi seçtiği bazı âyetler ve bu âyetlerin tefsirlerine düştüğü haşiyelerden ibarettir. Yazmanın en başında uzun ve son derece edebî bir dîbace/önsöz (vr.2-8), ardından yaklaşık bir sahifelik bir kaside (vr.8) ve akabinde de İdrîs-i Bitlisî'nin Sultan Bayezid'e ithafen yazdığı diğer bir "Kasîde" yer almaktadır. (vr. 9-10)Bitlisî'nin bu yazması Kur'ân üzerine yapılan bir tefsire hâşiye niteliğinde olduğundan analitik özellikler taşımaktadır. Sözgelimi Beydâvi'nin birkaç kelimelik veya bir cümlelik açıklamasını ele almış ve bu tefsirdeki her bir kelimeyi derinlemesine izah etme yoluna gitmiştir. Onun izahları içinde en çok dikkatimizi çekenler, filolojik, kelâmî ve tasavvufî izahlarıdır. Bunların yanı sıra gerektiğinde hadis rivâyetlerine ve usul-ü fıkıhla ilgili bazı meselelere dolaylı olarak temas etmektedir.Bu kısa girizgâhtan sonra müellifimizin Beydâvi tefsiri üzerine yaptığı haşiyesinde takip ettiği tefsir metoduna intikal edebiliriz. Onun metodunu eserin değişik yönlerini aksettiren başlıklar hâlinde sunmak istiyoruz.
A- Filolojik açıklamaları
Bu hususta getirdiği açıklamalar, onun Arap dili ve belâğatına olan vukufunu açıkça göstermektedir. Bir-iki misâl yardımıyla bunu göstermeye çalışalım:Birinci Misâl: Furkan Sûresi'nin ilk âyetinde yer alan تَبَارَكَ الَّذِي نَزَّلَ الْفُرْقَانَ (Furkan'ı indiren, Allah, yüceler yücesidir.) cümlesindeki الْفُرْقَانَ kelimesini şöyle izah etmektedir:"Kur'ân" kelimesi birleştirmeye cem'etmeye delalet ettiği gibi, "furkan" da "ayrışma ve ayrı ayrı olma hâline delalet eder. Lugat ilmi açısından bakılırsa el-Cevherî'nin de dediği gibi, "Furkan", Kur'ân'dır ve hak ile bâtıl arasını tefrik eden her şeye de "furkân" denilir. وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى وَهَارُونَ الْفُرْقَانَ "Biz Musa ve Harun'a furkânı verdik" (Enbiya, 21/48) âyetinde de bu anlamda kullanılmıştır. يَوْمَ الْفُرْقَان يَوْمَ الْتَقَى الْجَمْعَانِ "iki ordunun karşılaştığı gün, furkan günü (hak ve bâtılın ayrıldığı gün" (Enfal, 8/41), yani, "hak ile batılın birbirinden ayrıldığı günde" âyetinde de aynı mânâya gelir. "Kur'ân" ise cem'etmek demektir. قَرَأْتُ الشَّيْءَ قُرْآنًا denildiği zaman bunun anlamı, "onu derledim, bir araya getirdim, bazısını bazısı üzerine ilave ettim" demektir. Yine مَا قَرَأَتْ هٰذِهِ النَّاقَةُ حِينًا denildiğinde devenin bir süredir yavrulamadığı kastedilir. "Kur'ân", قَرَأْتُ الْكِتَابَ قُرْآٰنًا aslına dayanır. Ebû Ubeyde şöyle der: Kur'ân adının verilmesi onun sûreleri bir araya getirip cemetmesinden ve bazısını bazısına eklemesinden ileri gelir.إِنَّ عَلَيْنَا جَمْعَهُ وَقُرْآٰنَهُ "Şüphe yok ki, onu toplamak da, onu okutmak da Bize aittir." (Kıyâme, 75/16) âyetinde "cemedilmesi ve kıraati" demektir. Keza, فَإِذَا قَرَأْنَاهُ فَاتَّبِعْ قُرْآنَهُ "Okuduğumuz zaman onun okunuşuna tabi ol" (Kıyame, 75/18) âyetinde aynı manaya gelir. (vr.13)Beyzâvi tefsirine baktığımızda ilgili âyette çok daha farklı ve kısa izahlar görüyoruz. Öyle anlaşılıyor ki İdrîs-i Bitlisî, burada Beyzavi'nin girmediği farklı filolojik açıklamalarda bulunmuştur. Zaten bizim şerh ve haşiye geleneğimizde de aynı durumu müşahede ederiz. Yani âlimlerimiz selefe olan saygılarından dolayı yeni ve müstakil bir eser yazmak yerine şerh veya haşiye adı altında çalışmalar yapmayı tercih etmişlerdir.İkinci Misâl: Yine Furkan Sûresi birinci âyetin son cümleciği olan لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيراً("Âlemlere uyarıcı olması için" mealindeki kısmını ele alan Bitlisî, buradaki "âlem" kelimesi üzerinde durur ve kelimenin lügavî analizini yapar:"Âlem, sanatkârın bilinmesini sağlayan objeye verilen addır. Lâkin bu âyette mânânın bütün ilim sahiplerine şâmil olabilmesi için "âlem" kelimesi vâv ve nûn ile çoğul yapılmıştır; sadece akıl sahiplerine hasredip, muhtelif cinsleri dışlamamak için." (vr. 15)Beyzavi ise sadece âlemler'den maksadın insanlar ve cinler olduğunu belirtmekle yetinir.14
B- Kelamî açıklamaları
Birinci Misâl: Bitlisî, Furkan Sûresi 1. âyetin sonundakiنذيرا kelimesi üzerinde durur ve bundan hareketle bazı kelâmî çıkarımlarda bulunur:"Yani "uyaran/uyarıcı demektir. Zîrâ uyarmak ancak akıl sahibi olanlar için söz konusu olabilir. Aklı olmayan kişileri uyarmak nübüvvetin şanına yaraşmayan bir durumdur. İnzarın mânâsı, korku uyandırarak uyarmaktır (…) Buradaki inzâr sadece tenzîle illet olarak gelmiştir; teşrîe değil. Bununla birlikte Allah Teâlâ, Peygamberine ve onun kavmine ihsanını ve lütfunu, "Biz seni ancak şâhid, müjdeleyici (mübeşşir) ve uyarıcı (nezîr) olarak gönderdik (Feth, 48/8) âyetiyle beyan etmiştir. Aslında onun hâline ve tavrına daha münasip gelen de tebşîrdir. Zîrâ Hak Tealâ meâlen; "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." buyurmuştur. Ne var ki peygamberlik davasının ve ahkâmın tebliğine daha uygun bir isim varsa, o da inzârdır. İnsanları hak dine davette ve gaybî haberlerin verilmesinden beklenen maksatların husûlünde en fazla yardımcı olacak tutum, inzardır. Davetin esas maksadı ise insanları, korku ve ümit arası, dosdoğru yola hidâyet etmektir. Bu sebeple peygamberlik davasının doğruluğuna delil olarak gelen âyetlerin çoğu, inzâr, tehdit ve korku eksenlidir: وَجَاءكُمُ النَّذِيرُ "Size uyarıcı da geldi"(Fâtır, 35/37), إِنِّي لَكُمْ نَذِيرٌ مُّبِينٌ "Ben sizin için apaçık bir uyarıcıyım" (Hûd, 11/25) Bu mealde âyet çoktur. Keza Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bir beyanında أَنا النَّذِيرُالْعُرْيَانُ Yani "Ben apaçık15 bir uyarıcıyım." demiştir. Zîrâ inkârcılar inkârlarında şiddetli bir inat ve ısrar içindeydiler. Kur'ân'ın her âyetine karşı geliyorlardı. İnzârın bir faydası da beşeri ceza korkusuyla yasaklanan şeylerden sakınmaya yöneltmek, sevap arzusuyla da emirleri yerine getirmelerini temin etmektir…" (vr. 16)Beyzavi ise şu tefsiri yapar: Nezîr, münzir (uyarıcı) mânâsınadır. Bu cümle (yani لِيَكُونَ لِلْعَالَمِينَ نَذِيراً cümlesi) her ne kadar malum olmasa da delaletinin kuvvetli olması sebebiyle malum olarak işlem görmüş ve (ism-i mevsule) sıla yapılmıştır.16İkinci Misâl: Yine aynı sûrenin 1. âyetinde zikredilen عبده terkibini derinlemesine ve genişçe ele alır:"Bununla kastedilen Hz. Peygamber'dir (sallallâhu aleyhi ve sellem). Fakat burada عبده buyrulmasındaki nükte şu olsa gerektir: İtaatkâr bir nefsin kemali, ubudiyetini takdim etmesinde ve bu yolda azimli olmasındadır. Zîrâ Allah Tealâ meâlen "Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etsinler diye yarattım."17 buyurarak mübalağalı bir şekilde yaratmayı ibadet illetine hasretmesi bu gerçeğe delildir. لِيَعْبُدُونِ demek "bana itaat etsinler, huzurumda boyun eğsinler ve ibadet yoluyla beni tanısınlar diye" anlamınadır. Arap dilinde ubûdiyyetin aslı, tezellülünü (küçüklüğünü) izhar etmektir. İbadet tezellülden daha belağatlı/edebî bir kelimedir. Çünkü ibadet, tezellülün/küçüklüğün en son noktasıdır… Bu sebeple Cenab-ı Hak أَمَرَ أَلاَّ تَعْبُدُواْ إِلاَّ إِيَّاهُ "Yalnızca kendisine ibadet/kulluk etmenizi emretti."18 buyurmaktadır.
İbadet iki kısma ayrılır: Birincisi, 'ibâdetü't- teshîr' yani kulun, Hakiki Mabûdun zelil bir mahlûku olduğuna delalet eden duruşudur. Bu abd ister ilim sahiplerinden biri olsun, isterse de sair hayvanat, nebatat ve cemadattan olsun fark etmez. Şu âyette buna işaret vardır: "Hâlbuki göklerde olsun, yerde olsun kim varsa isteyerek veya istemeyerek, hem kendileri hem gölgeleri hepsi sabah akşam Allah'a secde ederler."19 İkincisi, "ibâdetü't- tahyîr"dir ki, ihtiyar ve iradeyle olan ibadeti kastediyorum. Bu ibadet de 'nutk' yani konuşma kabiliyetine sahip olanlara mahsustur. Bu ibadet de "Rabbinize kulluk ediniz"20, "Rabbinize ihlâsla ve samimiyetle kulluk ediniz"21 …ve benzeri âyetlerde beyan edilir. Keza 'abd' şu kısımlara da ayrılır: Birincisi, alınıp satılan köledir ki, Şer-i Şerîf bunu haklarında alışveriş vb. muamelâtın cereyan ettiği mal ve mülklerden saymıştır. Bu gibileri insanların kölesidirler. Âyette "köleye karşılık köle"22 denildiği gibi. İkincisi de Allah'ın (celle celâluhu) halk ve îcâdıyla olan kuldur ki, bu başkasının değil sadece Allah'ın kuludur. "Göklerde ve yerde kim varsa, Rahman'a sadece ve sadece kul olarak gelecektir."23 mealindeki âyet de buna işaret eder. Üçüncüsü Allah'a ibadet ve hizmet ederek kul olandır. İnsanlar bu ubudiyette iki kısımdır: Birincisi, hizmet vesilesiyle sadece ona samimi olarak kulluk eden kimsedir. "Kulumuz Eyyûb'u da hatırla! Hani o Rabbine: "Ya Rabbî, şeytan bana bir yorgunluk ve azap verdi." diye yalvarmıştı."24 , "Hamd O Allah'a mahsustur ki kuluna kitabı indirdi."25, "Şüphesiz Benim o seçkin kullarım üzerinde senin hiçbir nüfûzun yoktur."26 , "Orada bizim seçkin kullarımızdan öyle bir has kulumuzu buldular ki, Biz, ona lütfedip, nezdimizden rabbanî bir ilim öğretmiştik."27 Ve benzeri âyetler buna misâl verilebilir ki, Kur'ân'da bunun emsali çoktur. İkincisi de dünya ve arzuların kulu/kölesidir. Bu sadece dünyasına ve hevasına hizmet eder. Hevasını ilâh edinmiştir. Allah Resulü'nün (sallallâhu aleyhi ve sellem), "Dinar ve dirheme kul olanlar helâk olsun!"28 beyanıyla kastettiği kişiler de bunlardır. Bu mânâdaki abd, mezkur ve bilinmektedir. Bu arada abd âbid'den daha belîğdir. Aslında insanların tamamı Allah'ın kullarıdırlar. Hatta mümkinü'l-vücud olan bütün eşya bu daireye girer. Ne var ki bunların tamamı "teshîr" anlamındaki ubudiyette müşterektirler. Hepsinde de Mabud-u Hakk'ın mahluku olduğunu gösteren bir delil vardır. O delil ise mümkin olmaları ve meydana getirilmeye (ihdâs) muhtaç bulunmalarıdır…" (vr. 14-15)Beyzavi ise sadece "abdihî (kulu üzerine)" ile ilgili farklı bir kıraati zikrederek: "Alâ ibâdihî (kulları üzerine)" şeklinde de okunmuştur. Bunun anlamı ise Kur'an'ın, Allah Resulü ile birlikte onun ümmeti indirilmiş olmasıdır." der.29
C. Tasavvufî yorumları
İdrîs-i Bitlisî, yeri geldikçe âyetlerin tasavvufî ve işarî yorumlarına da temas etmektedir. Bunu onun tasavvufi ortamlarda uzun süre bulunmasıyla ve İbrahim Gülşenî gibi zevatın hizmetinde bulunmasına bağlamak mümkündür. Bir örnek vererek onun tasavvufi tefsir yönünü aksettirmeye çalışalım:Bitlisî, لِمَنْ كَانَ لَهُ قَلْبٌ إلخ... "içinde bir kalb taşıyan"30 mealindeki âyette geçen "kalb" üzerinde durur ve şu açıklamaları yapar:"Burada kalb, kutsî âlemle cismânî tabiat arası bir yerde duran kuvve-i kutsiyyeden mecazdır. Kalbin cilalı parlak yüzüyle Yaratıcı idrak edilir. Gözlerin idrak edemediği âlem-i melekût ve âlem-i ceberûta ait hissî amellerin ve haricî mahiyetlerin hakâiki bu kalb ile idrak edilir. Denilmiştir ki, kalbe kalb denilmesi onun birbiriyle alâkalı iki yöne de çevrilebilmesinden ileri gelir. Dilde bir şeyi kalbetmek, onun yönünü bir taraftan başka tarafa çevirmek demektir. Sözgelimi elbiseyi kalbetmek, yani ters çevirmek gibi. Bu konuda pek çok Arapça ve Farsça darb-ı meseller vardır… Dolayısıyla âyette geçen kalb mecaz-ı mürsel olmaktadır. Alâka ise şudur: Çam kozalağı biçimindeki kalp, rûh-u hayvânîye ait nurların mahalli ve nefs-i nâtıkanın eserlerinin de menzili/konağıdır." (vr. 26)Beyzavi ise âyetin tefsirinde şöyle demiştir: "Bu surede zikredilen hususlarda onun hakâikini tefekkür eden ve iyi anlayanlar veya zihnen hazır bulunmuşluk içinde iyice kulak verip dinleyenler için bir öğüt ve ibret vardır."31
D. Konulu tefsir tarzındaki izahları
Bitlisî'nin bu çalışmasında en çok göze çarpan metotlardan biri de kavramları Kur'ân çerçevesinde ele alarak bugünkü mânâda olmasa da bir nevi konulu tefsir yapmış olmasıdır.Meselâ yukarıda mezkûr âyetin devamındaki أَوْ أَلْقَى السَّمْعَ kısmıyla alâkalı olarak, buradaki sem' yani kulak mânâsına gelen kelimeyi Kur'ân'ın diğer âyetleriyle mukayeseli olarak şöyle izah etmektedir: "İlkâu's-sem' yani kulak vermeye gelince, bu, kalble olan iz'andan/içselleştirme/ ruhuna mal etmekten kinayedir. Tıpkı kulaklarla olan işitme gibi. Zîrâ bütün organlar, kalbe kaynaklık teşkil ederler. Sem' bazen kulak organı için kullanılır. خَتَمَ اللّهُ عَلَى قُلُوبِهمْ وَعَلَى سَمْعِهِمْ âyetinde32 olduğu gibi. Bazen de işitme kuvveti mânâsındadır: إِنَّهُمْ عَنِ السَّمْعِ لَمَعْزُولُونَ âyetinde33 olduğu gibi. Yer yer de itaat mânâsıyla karşımıza çıkar. سمعنا وأطعنا gibi âyetlerde34 böyledir. Arapların "sem'an ve tâaten" sözü de bu meyanda zikredilebilir. Sem', anlamak manasına da kullanılır. Kur'ân-ı Kerîm'de müminlerin sem'e sahip olduğunu isbat eden ve kâfirlerde de sem' olmadığını beyan eden her bir âyet, 'âyetlerin mânâlarını düşünmek ve tefekkürde bulunmak' anlamındadır.' وَلَهُمْ آذَانٌ لاَّ يَسْمَعُونَ بها âyetinde35 tefekkür etme mânâsı mevcuttur. وَلاَ تَكُونُواْ كَالَّذِينَ قَالُوا سَمِعْنَا وَهُمْ لاَ يَسْمَعُونَ âyetinde36 de sem' aynı anlama gelir. Yani لايفقهون, 'derinlemesine veya inceden inceye tefekkür etmezler' manasınadır. (vr. 26)
NETİCE
Sonuç itibariyle Bitlisî'nin bu yazma eseri, bizim hâşiye geleneğimizin nâdide örneklerinden birini teşkil etmektetir. Eser konulu tefsirin yanı sıra, içinde Arap Dili Belâğatı, Kelam, Tasavvuf gibi ilimlere dâir önemli tespitler barındırmaktadır. Aslında izahlarındaki derinliğe bakılacak olunursa, bu hâşiye neredeyse müstakil tefsir çalışması gibidir. Eserin tamamı 144 varaktan oluşuyor; ancak yazmayı tanıtabilmek için yeterli olur düşüncesiyle, sadece bazı âyetler üzerinde yaptığımız inceleme neticesi bu kanaate ulaştık. Bu çalışma vesilesiyle bir recâmız da şudur: Dilerim, bu gibi mütevazı çalışmalara bakan ehl-i himmet ilim adamlarımız ve lisansüstü çalışma yapan gençlerimiz, Bitlisî'nin tefsiri ve diğer eserleri hakkında daha geniş ve daha derin analitik çalışmalar yaparlar ve kütüphanelerimizin tozlu raflarında bekleyen nice eserleri insanlığın faydasına sunarlar.
DİPNOTLAR
1. Bayraktar, Mehmet, Bitlisli İdris, Kültür Bakanlığı yay., Ankara, 1990, s.4-5.
2. Bitlisli İdris, s. 5.
3. A.g.e., s. 6.
4. Özcan, Abdülkadir, DİA, İdris-i Bitlisî mad., XXI, 485-486.
5. Bayraktar, s. 9.
6. Bazı kaynaklarda İdris-i Bitlisî, padişahlara halka zulmetmemeleri konusunda yol gösterenlerin başında gösterilir. Bkz. Hasan İbrahim Hasan, İslam Tarihi, çev. Ziya Kazıcı, Kayıhan yay., İstanbul, Tarihsiz, XII, 445.
7. Akgündüz, Ahmet, Belgeler Gerçekleri Konuşuyor, Nil yay, İzmir, 1991, IV, 24.
8. A.g.e., s. 9.
9. A.g.e., s. 10; Ayrıca bkz. Cl., Huart, İA, İdrisî mad., 5/II, s.936.
10. A.g.e., s. 10.
11. Bayraktar, Mehmet: Http://www.2023.gen.tr/mayis2011/12.htm
12. A.g.e., s. 11; Özcan, Abdülkadir, DİA, İdris-i Bitlisî mad., XXI, 486.
13. Bayraktar, s. 50-52; Özcan, Abdülkadir, DİA, İdris-i Bitlisî mad., XXI, 487-488.
14. bkz.http://www.altafsir.com/Tafasir.asp?tMadhNo=1&tTafsirNo=6&tSoraNo=25&tAyahNo=1.
15. Bu kelime Türkçe'de her ne kadar 'çıplak' anlamına geliyorsa da aslında bu ifade, mecaz anlamındadır. Cahiliyye Araplarında bir adet vardı: Herhangi bir düşman saldırısı olacağı zaman biri yüksekçe bir yere çıkardı. Düşmanın kendilerine doğru geldiğini gördüğünde elbiselerini çıkarır ve kavmini uyarmak için eliyle sallardı. İşte Efendimiz bu ifadesiyle Arapların mezkur adetine göndermede bulunmuştur.
16. bkz.http://www.altafsir.com/Tafasir.asp?tMadhNo=1&tTafsirNo=6&tSoraNo=25&tAyahNo=1.
17. Zâriyât, 51/ 56.
18. Yusuf, 12/ 40.
19. Ra'd, 13/ 15.
20. Bakara, 2/ 21.
21. Bkz. Beyyine, 98/ 5.
22. Bakara, 2/ 178.
23. Meryem, 19/ 93.
24. Sâd, 38/ 41.
25. Kehf, 18/ 1.
26. Hicr, 15/ 42.
27. Kehf, 18/ 65.
28. Buhari, es-Sahih, Cihad, 7; Rikâk, 10; İbn Mâce, Zühd, 8.
29. bkz.http://www.altafsir.com/Tafasir.asp?tMadhNo=1&tTafsirNo=6&tSoraNo=25&tAyahNo=1.
30. Kâf, 50/ 37.
31. http://www.altafsir.com/Tafasir.asp?tMadhNo=1&tTafsirNo=6&tSoraNo=50&tAyahNo=37.
32. Bakara, 2/ 7.
33. Şuarâ, 26/ 212.
34. Bakara, 2/ 285; Nisâ, 4/ 46; Mâide, 5/ 7.
35. A'râf, 7/ 179.
36. Enfâl, 8/ 21.
Bir İlim ve Zühd Kahramanı Süfyan-ı Sevrî Hazretleri
Prof. Dr. Muhittin Akgül
Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasına büyük emekleri olan, bundan dolayı da Tefsir Usulü literatürüne “müfessir” unvanıyla geçen zevatı, sahabe ve tâbiîn dönemlerinde, Mekke, Medine ve Kûfe ekolleri olarak üç kategoride ele alabiliriz. Mekke ekolünün başında, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) de mübarek dualarına mazhar olan İbn Abbas; Medine ekolünün başında Zeyd b. Eslem el-Adevî; Kûfe ekolünün başında ise Peygamber Efendimiz’in (sallallahü aleyhi ve sellem) değişik övgülerine mazhar olan İbn Mesud Hazretleri gelmektedir.
Tebe-i Tâbiîn asrına gelince, bu dönemdeki müfessirler, başlangıçtan kendi dönemlerine kadar gelen bütün ekolleri birleştirmiş, rivayetleri toplamış ve böylece tefsire ayrı bir zenginlik katmışlardır. Bu dönemin önde gelen müfessirleri, Şu’be b. Haccac (v.160), Süfyan-ı Sevrî (v.161), Veki’ b. Cerrah (v.197), Süfyan b. Uyeyne (v.198), Yezid b. Harun (v.206) ve İshak b. Râhuyeh’tir (238). Bu zâtların tefsirleri müstakil olarak günümüze kadar ulaşmasa da Taberi ve daha sonraki bütün müfessirlerin asıl kaynaklarını teşkil etmiştir.
Tanıtacağımız şahsiyet, yukarıda ismi geçenlerden, hadîs, fıkıh ve tefsirde önemli bir sima olan Süfyan-ı Sevrî’dir. Sevrî’nin babası Said b. Mesruk, devrinin önemli şahsiyetlerindendir. Muhaddislerin, sika (hadiste güvenilir) olarak kabul ettikleri sınıftandır. İlim ve takvada, devrinin önde gelenlerindendir. Kûfe’de yetişmiş, Abbasi Halifesi Mansur’un kadılık teklifini kabul etmemiş, oradan ayrılarak Mekke-Medine’de hayatını sürdürmüştür. Daha sonra da Halife Mehdi’nin kadılıkla ilgili teklifini kabul etmemiş, Basra’ya gitmiş ve orada vefat etmiştir.1
Süfyan-ı Sevrî, hicri 97’de Kûfe’de doğmuş, 161 yılında da Basra’da vefat etmiştir. Sevrî, küçük yaşta ilim tedrisine başlamış, erken yaşlarda çevresindeki kimselerin dikkatini çekmiştir. Devrinin önde gelen pek çok âliminden ders almıştır. Fıkıhta müstakil bir mezhep sahibi olup, zamanla takipçisi olmadığından mezhebi yaygınlık kazanmamıştır. Özellikle hadîs, tefsir ve fıkıhta önemli bir simadır.
Yaşadığı Dönemin Genel Durumu
Süfyan-ı Sevrî’nin hayatı, Emevîler’in son dönemi ile Abbasiler’in ilk yıllarına rastlamaktadır. Hadîslerin cem ve hıfz işinin zirvede olduğu bir dönem olduğu gibi, değişik konularda ictihad da yine bu dönemdedir. Ebû Hanife Hazretleri, İmam Malik, Evzai gibi İslâm tarihinin özellikle fıkıh sahasının zirvesini tutanlar bu dönemin parlak simalarından sadece birkaçıdır. Bu dönem, Mu’tezile, Cehmiyye, Mürcie gibi Ehl-i Sünnet’in dışındaki fırkaların da ortaya çıkışına rastlamaktadır. Bu dönem, aynı zamanda bid’at fırkaların da ortaya çıktığı bir asırdır. Yine Fudayl b. Iyaz, Ebû Süleyman ed-Dârâni gibi mâneviyat dünyasının zirveleri de aynı asırda yaşamışlardır.2
Eserleri
Tek ciltlik bir tefsiri olup, sahabe ve tâbiinin rivayetleriyle Kur’ân’ı tefsir etmiştir. Hadîse dair el-Câmiu’l-Kebir ve el-Câmiu’s-Sağir eserleri vardır. Fıkıhla ilgili olarak da Kitâbu’l-Ferâiz adlı eseri vardır.
Kur’ân’la Meşguliyeti
Süfyan, bir mü’min için hayatın gayesi olan Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasını her şeye tercih eder ve şöyle derdi: “Bir mü’minin kalbinde, Kur’ân’ın anlaşılmasıyla dünya metaı arkasında koşmak, asla beraber bulunmaz.”3
Yine o, Kur’ân-ı Kerîm’le meşguliyeti her şeyden daha faziletli olarak kabul ederdi. Bir defasında kendisine: “Allah yolunda savaşan kimseden mi, Kur’ân-ı Kerîm okuyandan mı daha çok hoşlanırsınız?” diye sorulduğunda Süfyan: “Elbette Kur’ân okuyan benim katımda daha sevimlidir. Zîrâ Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem): “Sizin en hayırlınız, Kur’ân’ı öğrenen ve öğretendir, buyuruyor.” cevabını vermiştir.4
Hadîsle Meşguliyeti
Süfyan, devrindeki âlimler tarafından da bir otorite olarak kabul edilmektedir. Devrinin önemli simalarından Abdullah ibn Mübarek: “1100 kişiden ilim yazdım. Ancak Süfyan-ı Sevrî’den daha faziletlisini görmedim.” demiştir. Yine hadîste devasa bir isim olan Şu’be, Yahya b. Main ve dönemin önemli âlimleri de: “Süfyan, hadîste emirü’l-mü’minindir.”5 takdirleriyle bu hususa vurgu yapmışlardır.
Said b. Mansur da konuyla ilgili olarak: “İmam Malik’i gördüm. Hadîs için sağa sola gidiyordu. Arkasında da onu adım adım takip eden biri vardı ki, o da Süfyan-ı Sevrî idi. Âdeta bir talebenin, hocasından ilim öğrenmesi gibi ondan ilim öğreniyordu. İmam Malik ne zaman herhangi bir davranış sergilese, Süfyan onun aynısını yapıyordu.6 Süfyan, devrinde büyük bir hadîs otoritesidir. Nitekim Sevrî bir defasında, adaşı ve aynı zamanda o dönemin önde gelen âlimlerinden biri olan Süfyan b. Uyeyne’ye, neden hadîs rivayet etmediğini sorunca, ondan “Sen hayatta iken ben bunu yapamam!”7 şeklinde bir cevap almıştır. Süfyan b. Uyeyne de: “Devrin büyük muhaddisleri Süfyan’ın yanına gelip, ondan konuyla ilgili alacaklarını alırlardı.”8 demektedir.
Süfyan, hadîs rivayeti konusunda son derece titizdir. Bu titizliğini konuyla ilgili söylediği şu sözler de açıkça ortaya koymaktadır: “Kendi hakkımda Cehennem ateşinden en fazla korktuğum şey, hadîs rivayetidir. Hadîsle imtihan, altının ateşle imtihanından daha çetindir.”9
Süfyan, Allah Resûlü’nün (sallallahü aleyhi ve sellem) Sünnet’i dediğimiz söz, davranış ve takrirlerinin tespit edilip sonraki nesillere aktarılmasını, âdeta hayatının gayesi hâline getirmişti. Ona göre insanlar için hadîsten daha faydalı bir şey yoktu.10 Hadîslerin belletilmesine o kadar önem verirdi ki, “Şayet bir kimsenin hadîs öğrenme niyetinde olduğunu bilsem, evine kadar gider de onu öğretirdim.”11 sözü de bunu göstermektedir.
Süfyan, başkaları tarafından rüyada görülmüştür ve bu rüyalarda bile onun hadîs ilmine dikkat çektiği anlatılmaktadır. Konuyla ilgili olarak Abdurrahman b. Mehdi, babasından şunu nakletmektedir: “Süfyan’ı rüyamda gördüm. Ona hangi şeyi daha faziletli bulduğunu sorunca, en faziletli şeyin hadîs olduğunu söyledi.”12 Süfyan, hâlis bir niyetle hadîsle meşguliyetten daha hayırlı bir amel olmadığını söyleyince, hâlis niyetin ne olduğu sorulmuş. O da: “Kendisiyle Allah rızası ve ahiret yurdu istenilen şeydir.” demiştir.13
İlmî derinliği müsellem olan Süfyan için Bişr b. Hâris: “İlim sanki Süfyan’ın kaşlarının arasındaydı. Dilediğini oradan alır, dilediğini de bırakırdı.”14 demektedir. Kendisinden herhangi bir nasihat isteyeni, en faydalı bir şekilde irşad ederdi. Nitekim kendisiyle karşılaşan ve nasihat etmesini isteyen birine: “Dünyaya, dünyada kalacağın kadar, ahirete de ahirette kalacağın kadar çalış vesselâm!” demişti.15
İlimden Gaye
Süfyan, ilmin önemine vurgu yaparak, ilmi âdeta bir doktora benzetir ve ilmin, hastalığın bulunduğu yere ancak şifayı getirdiğini söylerdi.16 Süfyan ilim talebini, falanın filandan öğrendiği bir şey değil de asıl ilim talebinin Allah’a karşı saygı ve korku olduğunu belirtirdi.17
Süfyan, ilmin, memuriyet için değil de Allah rızası için olmasına çok önem verirdi. Bir defasında oldukça üzüntülüydü. Kendisine üzüntüsünün sebebi sorulunca şu anlamlı cevabı verdi: “Ben bu kadar insanı önüme aldım, onlara hadîs, fıkıh ve tefsir okuttum. Fakat gördüm ki, bu insanların çoğu kadılık veya bir başka memuriyet alıp devlete intisap ediyorlar. Bu durum beni çok üzüyor. Yarın mahşer gününde, onların yaptıklarının hesabı da benden sorulur diye çok korkuyorum.”18 Muhtemelen Süfyan-ı Sevrî’nin buradaki endişesi, devlette memur olmanın haramlığından değil, insanların öğrendikleri ilmi, sadece bir yerlere gelmek için bir vesile olarak kullanıp, ilimde asıl maksat olan mârifet derinliğinin hedeflenmemesidir.
Süfyan, sadece ilimle meşgul olup, ibadet hayatını gevşek tutan biri değildi. İlimle ibadetin birbirinden ayrılmayan bir bütünün iki parçası olduğunu kabul ederdi. Özellikle gece hayatına önem verir ve Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlerin şükrünü yerine getirmeye özen gösterirdi. Nitekim Süfyan b. Uyeyne’nin anlattığına göre bir defasında gece vakti yemek yiyip de yemekten doyunca: “Eşeğin alafı (yiyeceği) bol olunca, yapacağı iş de fazla olur.” demiş ve geceyi sabaha kadar ibadetle geçirmiştir. Uyeyne devamla der ki, Süfyan bir defasında bizi evine davet etmiş ve bize sütle yanında bir şeyler ikram etmişti. Yemeğin ortasına gelince: “Kalkın da iki rekât bu nimetlere karşı şükür olarak namaz kılalım.”19 hatırlatmasını yapmıştı.
Beklentisiz Olması
Sevrî, aynı zamanda dünyevî makamlar karşısında hiçbir beklentisi olmayan ve dönemin idarecilerinden bir şeyler elde etmek için onlara yakın durmayan biriydi. Makam teklifleri karşısında müstenkif davranmış, böyle bir işin insana getireceği ağır sorumluluktan duyduğu endişeden olacak ki, asla yapılan cazip idarecilik tekliflerini kabul etmemişti. Nitekim nakledildiğine göre Süfyan-ı Sevrî, Halife Mehdi tarafından huzuruna çağrıldığında, halifenin yanına herhangi bir insanın yanına girer gibi girmiş, hilâfet makamını zikretmeksizin herhangi bir mü’mine verilen selâmı vermişti. Halifenin adamlarından Rebi’ ise o sırada elindeki kılıcına yaslanarak, halifenin Süfyanla ilgili kararını beklemekteydi. Halife onu güler bir yüzle karşılayarak şöyle dedi:
“Ey Süfyan! Bizden, oradan buraya, buradan oraya köşe bucak kaçıp duruyordun. Seni yakalayıp da bir şey yapamayacağımızı zannediyordun? İşte şimdi gördüğün gibi elimizdesin. Söyle bakalım korkuyor musun sana bir kötülük yapacağımızdan?” Bu soru karşısında hiçbir korku duymayan Süfyan şöyle cevap verdi:
“Şayet benim hakkımda, istediğin bu kararı verecek olursan, hak ile bâtılı birbirinden ayırt eden Melik ve Kadir sıfatlarına sahip olan Allah Teâlâ da senin hakkında hükmünü icra eder.” Bu fütursuz cevap karşısında şaşıran Mehdi’ye, yanındaki adamı Rebi’ hemen araya girerek: Ey emire’l-mü’minin, müsaade et de bunun kellesini alayım!” deyince Mehdi:
“Sus! Şaşırdın mı? Süfyan gibileri öldürüp de onların mutluluğu bizim de şekavetimiz olacak bir sonucu mu arzu ediyorsun?” dedi. Sonra da adamlarına Süfyan’ın Kûfe kadısı olması için ferman yazmalarını emretti. Fermanı alan Süfyan, halifenin yanından çıkar çıkmaz, aldığı fermanı Dicle nehrine atarak tekrar kayıplara karıştı. Her yerde aranmasına rağmen bir türlü bulunamayınca, onun yerine kadılık makamını Şerik b. Nehai üstlendi.20
Muhtemelen halife kendisini bu işe oldukça ehil bir kimse olarak görüp, bu önemli vazifeyi ona vermek istemesine rağmen Sevrî, derin mesuliyet şuuru ve ahirette, yapacağı işlerden tek tek hesap verme endişesinden dolayı, bu görevi kabul etmekte diretiyordu. Böylece Süfyan, oldukça cazip olan bir teklifi kabul etmemiş, aynı zamanda kıyamete kadar gelecek âlimlere de konuyla ilgili önemli bir örneklik teşkil etmiştir.
Mânevî Derinliği
Süfyan-ı Sevrî, ilminin yanında mânevî olarak da derindi. O, bu dünyada insanın kazanıp elde ettiklerinin ne kadar büyük bir mesuliyet getirdiği şuuruyla şöyle demektedir: “Arkada on bin dirhem bırakıp ondan kıyamet gününde hesap vermektense, fakir olup insanlara muhtaç olmayı tercih ederim.”21 Yine O: “İnsanın ahirete ait amellerinin karşılığını dünyada beklemesinden daha kötü bir istek yoktur.”22 diyerek, mü’minlerin yaptıkları işler karşısında herhangi bir beklenti içine girmemelerine dikkatleri çekmiştir.
Allah korkusu da Süfyan’da oldukça derindir. O, günahlarından değil, imansız gideceğinden tir tir titremektedir. Nitekim arkadaşı olan ve aynı zamanda hizmetine de bakan Mücîb b. Musa el-İsbahanî’nin anlattığına göre, bir defasında Mekke’den dönerken yolda Süfyan hüngür hüngür ağlamaya başlamış. “Bu ağlaman günahlarından dolayı mı?” deyince, bineğindeki eşyaların içinden bir çubuğu alıp yere atmış ve: “Günahlar, şu attığım çubuktan daha basit bir şey. Allah’a karşı imansız gideceğimden endişe ediyorum!”23 demiştir.
Onun bu mânevî derinliğine işaret eden olaylardan birisi de şudur. Bir defasında Allah Resûlü’nü (sallallahü aleyhi ve sellem) rüyasında görmüştür. Kendi anlatımıyla hâdise şöyledir: “Makam-ı İbrahim ile Rükün arasında uyuyakalmıştım. Birden bana doğru gelen birisini gördüm. Bana yaklaşarak: ‘Sen böyle bir mekânda uyuyor musun? Burası öyle bir mekândır ki, dualar asla geri çevrilmez.’ dedi. Derken hemen uyanıp toparlandım, Müslüman ve mü’minlere dua ettim. O kadar uzun dualar ettim ki gözlerim tekrar kapanıp kendimden geçmişim. Bir de ne göreyim! Allah Resûlü (sallallahü aleyhi ve sellem) bana doğru yaklaştı. Ben de: ’Yâ Resûlallah! Nu’man lakabıyla anılan Kûfe’deki o adam (Ebû Hanife) hakkında ne diyorsun? Onun dediklerini alayım mı?’ deyince Resûlullah (sallallahü aleyhi ve sellem): ‘Onun dediklerini al ve onlarla amel et. O ne iyi bir insandır!’ buyurdular. Derken uyandım. Sabah ezanları okunuyordu. Gerçekten o güne kadar Ebu Hanife ile ilgili içimde bazı hoş olmayan hisler vardı. Gördüğüm bu hâdiseden sonra hemen Allah Teâlâ’ya bunlardan dolayı tevbe istiğfarda bulundum.”24
Fakirlere Karşı Tutumu
Süfyan, fakirlere karşı da oldukça hassas davranır, meclislerinde onlara büyük değer verirdi. Nitekim bir rivayete göre zenginlerin kendilerini en alt derecede gördükleri yer Süfyan’ın meclisleri olduğu gibi, fakirlerin de kendilerini en itibarlı gördükleri yer, yine Süfyan’ın meclisleriydi.25
Doğruyu Her Yerde Dile Getirmesi
Süfyan-ı Sevrî’nin, Halife Harun Reşid’e yazdığı mektup ise örnek bir âlim davranışını gösterir. Harun Reşid halife olunca, eski bir dostu ve arkadaşı olan Süfyan’ın da kendisine gelip biat etmesini bekler. Ancak Süfyan hiç de onun gibi düşünmez. Derken Harun Reşid artık dayanamaz ve bir mektup yazıp Süfyan-ı Sevrî’ye gönderir. Mektubunda biraz da sitemle: “Herkes geldi biat etti, alacağını aldı. Hâlbuki benim gözlerim hep seni bekledi durdu.” der. Süfyan, gelen mektubu kendisi açıp okumaz. Talebelerinden birine okutur. “Bir zalimin yazdığı mektuba ben el süremem!” der. Sonra da cevabı aynı kâğıdın arkasına yazdırır. Talebesi, kirli bir kâğıda, halifeye gidecek mektubu yazmak uygun olmaz mânâsına itirazda bulunursa da bu büyük insan ona şu cevabı verir: “Eğer bu kâğıt milletin malından alınmışsa onu geri göndermiş olacağız. Eğer kendi malından ise benim onun için harcayacak param yok...”
Sonra da şunları dikte ettirir:
“Harun, halife oldun. Milletin parasını sağa-sola savurdun. Beni de bu işe şahit tutmak için yanına çağırıyorsun. Unutma, bir gün Rabbinin huzuruna çıkacak ve bütün bu yaptıklarından hesap vereceksin…” diye başlayarak uzun uzun nasihatlerde bulunur. Hâdisenin gerisini, Harun Reşid’in sarayında bulunan bir müşahit bize şöyle nakletmektedir:
Harun Reşid, mektubu alıp okudu. Hıçkıra hıçkıra ağladı. Her namazdan sonra bu mektubu getirtip okutuyor ve ardından da: “Senin gibi bir dost, esas bu günlerimde benim yanımda olmalıydı. İşte o zaman inhiraftan, kaymaktan kurtulmuş olurdum...” derdi.26
Aslında Harun Reşid, kendinden önce halifelik yapmış raşid halifelere benzemek için her türlü gayreti sarfeden biriydi. Buna rağmen Sevrî’nin ona zalim demesi, muhtemelen onun daha dikkatli davranması, kendisiyle yakın arkadaş olması dolayısıyla nazının geçmesi ve irşad makamında olmasından dolayıdır. Yoksa Harun Reşid’in anladığımız mânâda bir zalim olmasından değildir.
Doğruyu Görünce Hemen Kabul Ederdi
Süfyan, aynı zamanda doğruyu gördüğünde daha önceki kararından vazgeçen, doğru karşısında bildiğinin tam tersi bile olsa direnmeyen kadirşinas bir simaydı. Bir defasında kendisi, Mukatil b. Hayyan, Hammad b. Seleme ve devrin önde gelen uleması kendi aralarında toplanarak dediler ki: “Fakihlik yaptığını zanneden Numan b. Sabit (Ebû Hanife), aslında kıyastan başka bir şey yapmıyor. Beraberce yanına gidip, yaptığının kıyastan başka bir şey olmadığını kendisine söyleyelim ve bu konuda kendisiyle münakaşa edelim. Şayet yaptığının kıyas olduğunu kabul ederse, o zaman da kendisine kıyaslar yapmakla büyük bir hata işlediğini hatırlatalım. Zîrâ kıyası ilk yapan şeytandır. Nitekim şeytan Allah Teâlâ’ya: ‘Beni ateşten, Âdem’i topraktan yarattın!’ demişti.”
Ebu Hanife Hazretleri, bunlarla Cuma günü Kûfe Camiî’nde münazaraya girişti. Kullandığı yöntemle ilgili delillerini ortaya koydu. Gösterilen bu deliller karşısında hepsi Ebû Hanife Hazretlerine: “Sen gerçekten ulemanın efendisi (yani en büyüğüsün)! Hakkında olumsuz şeyler konuştuğumuzdan dolayı bizi bağışla! Gerçekten senin hakkında delilsiz ve bilmeden konuşmuşuz” dediler. Ebû Hanife Hazretleri de büyük bir olgunluk göstererek onları mazur gördü ve hiçbir şey demedi.27
İdarecilere Karşı Cesareti
Süfyan, yaşadığı dönemdeki idarecilere karşı da oldukça cesur davranmış, yanlışlarını düzeltici yollar bulmuş ve derin Kur’ân bilgisiyle âdeta onları dize getirmiştir. İdarecilerden hiçbir zaman beklenti içinde olmamış ve onların verdiği yüksek meblağları asla kabul etmemiştir. Buna örnek olarak şu hâdiseyi verebiliriz. Bir defasında zamanın halifesi Harun Reşid, eşi Zübeyde’nin üzerine evlenmek istemiş ve bunu eşine açmış. Eşi ona böyle bir şeyin asla helâl olmayacağını söyleyince, Harun Reşid, böyle bir evliliğin helâl olduğu konusunda ısrar etmiş. Bu defa eşi: “O zaman beni bırakır ondan sonra dilediğinle evlenirsin!” deyince Harun Reşid ona: “Aramızda hüküm vermesi için Süfyan’a ne dersin deyince, Zübeyde: “Tamam o olur.” demiş. Harun Reşid Süfyan’a, eşi Zübeyde’nin, kendi üzerine ikinci bir hanımla evlenmesini helâl görmediğini söyleyip, birden fazla evlenmenin cevazıyla ilgili Nisâ Sûre’si 3. âyetindeki konuyla ilgili:
فَانْكِحوُا مَا طَابَ لَكُمْ مِنَ النِّسَاءِ مَثْنىَ وَثُلاَثَ وَرُبَاعَ
“Dilediğiniz kadınlardan iki, üç veya dört tane evlenin…” kısmını okumuş. Sonra da susup Süfyan’ın fetvasını beklemeye koyulmuş. Süfyan Harun Reşid’e âyetin geri kalanını da okumasını istemiş. Âyetin geri kalan kısmında ise: فَإِنْ خِفْتُمْ أَنْ لاَ تَعْدِلوُا فَوَاحِدَةً “Şayet adaletle davranamamaktan endişe ederseniz, o zaman birle yetinin” hususu vardır. Süfyan, Harun Reşid’e: “Sen adaletli davranamazsın.” diyerek, böyle bir evliliğin onun için helâl olmayacağını bildirmiştir. Süfyan’ın, bu cesaret ve adaletle verdiği fetva karşısında duygulanan Harun Reşid, kendisine on bin dirhem verilmesini emretmişse de Süfyan bunu kesinlikle kabul etmemiştir.28
Süfyan, adaletli halifelerin beş kişiden ibaret olup, onların da Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali ve Ömer b. Abdulaziz olduğunu, bunlardan başkasını aynı kategoride sayanın ise haddi aşmış bir zalim olduğunu belirtmiştir.29
Süfyan, kimseye kin gütmez ve asla beddua etmezdi. Herhangi bir kimseyle düşmanlığı gerektiren bir durum zuhur edecek olduğunda ise: “Allah sana Cehennem ateşinden koruma afiyetini ihsan buyursun!”30 şeklinde dua ederdi.
*Sakarya Üniv. İlâhiyat Fak. Öğretim Üyesi
makgul@yeniumit.com.tr
Dipnotlar
1. Zirikli, A’lam,3/104.
2. Bkz: Abdul-Ğani ed-Dakar, el-İmam Süfyân’us-Sevrî, Dâru’l-Kalem, Beyrut 1994, s. 5-14.
3. Zerkeşî, el-Burhan, 1/6.
4. Nevevî, Et-Tibyan fî Âdâb-i Hameleti’l-Kur’ân, 1/7.
5. Zehebî, İber, 1/43.
6. Kadı Iyaz, Tertîbü’l-Medârik ve Takrîbü’l-Mesâlik, 1/39.
7. İbn Adiy, el-Kâmil, 1/85.
8. Aynı yer.
9. Safedi, et-Terâcim ve’t-Tabakât, 5/89.
10. Ebû Nuaym, Hilye, 3/132.
11. Ebû Nuaym, 3/132.
12. Ebû Nuaym, 3/132.
13. Ebû Nuaym, 3/133.
14. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.
15. İbn Hallikan, a.g.e; 2/387.
16. Ebû Nuaym, 3/134.
17. Ebû Nuaym, 3/134.
18. Gazâli, İhyâ, 1/48.
19. İbn Hallikân, Vefeyâtu’l-A’yân, 2/386.
20. Safedî, El-Vâfî bi’l-vefeyât, 5/89-90.
21. Ebû Nuaym, 3/140.
22. Ebû Nuaym, 4/18.
23. Zehebî, Târîhu’l-İslâm, 4/77.
24. Et-Takiyyu’l-Ğuzzî, et-Tabakâtü’s-seniyye fî terâcîmi’l-Hanefiyye, 1/46.
25. Ebû Nuaym, 3/132.
26. Gazali, İhyâ, 2/507-509.
27. et-Takiyyü’l-Ğuzzî, age, 1/40.
28. Ebû Nuaym, 3/138.
29. Ebû Nuaym, 3/139.
30. Ebû Nuaym, 4/24.
Muhammed Hadimi hazretleri
|
I. Mahmut Han, Medine-i Münevvere'ye gitmişti. O zaman Medine'de Harem muhafızı olarak bulunan Hacı Beşir Ağa’ya, (Harem-i şerifte, kaldığın bu zaman zarfında önemli bir olay oldu mu?) diye sordu.
O da şöyle anlattı:
“Ravza-i Mutahharedeki Cibril kapısı bazı geceler seher vakti açılır, fakat içeri kimsenin girdiğini göremezdim. Bir defasında kararımı verdim, her gece sabaha kadar uyanık kalacak, ne pahasına olursa olsun bunun hikmetini öğrenecektim. Epey gün böyle bekledim. Bir gece kapı yine açıldı. Hemen koştum, içeride bir zat vardı. Kim olduğunu sordum. Bana, Konya Hadim’den olduğunu söyledi. İmam-ı Birgivi’in (Tarikat-ı Muhammediyye) isimli kitabını şerh ettiğini, şüphe ettiği bazı yerleri Resulullahın bizzat kendisinden öğrenmeye geldiğini söyledi. Kendisini odama götürdüm. Bir müddet kaldıktan sonra benden izin isteyerek ayrıldı. Ben, sabah namazından sonra gene odama şeref vermesini rica ettim. (Memleketimde imamlık vazifem var! Bana izin ver) dedi ve ayrılıp gitti. Bundan sonra da arada sırada gelirdi, kendisiyle görüşürdük...”
I. Mahmut Han, olayın doğruluğuna iyice kanaat getirmek için de memleketin birçok âlimleri ile beraber Hadimli Muhammed efendiyi davet etti. Sonra Hacı Beşir Ağa'yı çağırdı. Hacı Beşir Ağa, o kadar topluluk içinde Muhammed Hadimi hazretlerini tanıyarak yanına vardı, (Hoş geldiniz) dedi. Padişah ve orada bulunan zevat da olayın doğruluğuna iyice inanmış oldular.
Not: Hakikat Kitabevi yayınlarından İslam Ahlakı kitabı, Muhammed Hadimi hazretlerinindir. www.hakikatkitabevi.com adresinden okunabilir.
.
|
|