Hz. Musa (AS) zamanında sihir revaçta olduğu için, mucizelerinin çoğu ona benzer bir tarzda gelmiştir. Asasının yılan olması ve parlak el mucizeleri gibi…
Hz. İsa (AS) zamanında ise tıp revaçta olduğundan, mucizelerinin çoğu o cinsten gelmiştir. Ölüleri diriltmesi, alaca hastalığını tedavi etmesi gibi…
Bu sayede hakka karşı gelen kâfirlere, en mâhir oldukları sahada meydan okumuşlar ve Allah’ın izniyle de galip gelmişlerdir.
Hz. Muhammed (S.a.v.) zamanında ise dört şey revaçtaydı:
1- Belagat ve fesahat.
Fesahat: sözün, lafız, mana ve ahenk itibariyle kusursuz olması ve kelimelerin söylenişinin tatlı, manasının da söylenirken hemen zihne girmesidir. Bu keyfiyetlerin birincisi kelime ve cümle ahengi ile ikincisi de kullanan kimsenin kelime hazinesi ve seçme kudreti ile alakadardır. Fesahatin daha yüksek olan derecesine ise belagat denir.
2- Şiir ve hitabet.
3- Kâhinlik ve gaybdan haber vermek.
4- Geçmiş hadiseleri ve kâinatın ve varlıkların yaratılış sırlarını bilmekti.
İşte Kur’an geldiği zaman bu dört nevi bilgi sahiplerine karşı meydan okudu. Her birine diz çöktürdü. Hepsi hayretle Kur’an’ı dinlediler.
Bizler bu delilde, o asrın dâhi şairlerinin, hatiplerinin ve söz ustalarının nasıl mağlup olduğunu beyan edeceğiz ki, bununla, Kur’an’ın taklidinin mümkün olmadığı ortaya çıksın ve Allah’ın kelamı olduğu ispat edilsin.
Kur’an’ın nazil olduğu asırda, Arap yarımadası ahalisi tarihi hadiselerini ve yazıtlarını, şiir ve belagat kaydı ile muhafaza ediyorlardı. Şiir ve belagat o derece revaçta idi ki, her sene yarışmalar düzenlenir, yedi edibin yedi kasidesi “muallakat-ı seb-a” namıyla, altın yazı ile Kâbe’nin duvarına asılırdı. Ancak Kur’an geldikten sonra Meşhur şair Lebid’in kızı, babasının kasidesini Kâbe’nin duvarından indirirken şöyle diyor: “Kur’an geldi artık bunun kıymeti kalmadı.” Hatta her kabilenin edibi, en büyük milli kahramanı kabul edilirdi. En fazla o edip ile iftihar edilirdi. Bazen bir edibin sözü ile iki kavim savaş eder ve bir sözüyle barışırlardı. İşte Kur’an-ı Hakîm böyle bir zamanda 23 sene mütemadiyen şu gibi ayetlerle meydan okudu:
“Bu Kur’an Allah’tan başkası tarafından uydurulmuş bir şey değildir. Ancak kendinden önceki kitabı doğrulayan ve o kitabı açıklayandır. Onda şüphe yoktur. O âlemlerin rabbin-dendir. Yoksa “onu Muhammed uydurdu mu diyorlar? De ki: eğer sizler doğru iseniz, Allah’tan başka, gücünüzün yettiklerini çağırın da hep beraber onun benzeri bir sure getirin” (Yunus: 37-38)
“Yoksa onu kendisi mi uydurdu diyorlar? De ki: Eğer bu davada sadık iseniz Allah’tan başka güvendiklerinizden, çağı-rabildiklerinizi çağırın da Kur’an’ın misli on süre getirin. Velev ki haberleri uydurulmuş olsun, sadece belagatine benzer olsun” ( Hud: 13)
“De ki: Andolsun ki, bu Kur’an’ın bir benzerini ortaya koymak üzere insanlar ve cinler bir araya toplansa, birbirine destek de olsalar, onun benzerini ortaya getiremezler” (İsra: 88)
“Eğer kulumuza indirdiğimiz Kur’an’dan herhangi bir şüpheniz varsa ve iddianızda sadıklar iseniz. Allah’tan başka bütün şahitlerinizi çağırın da haydi onun benzeri bir sure getirin. Eğer bunu yapamazsanız, Kur’an’da ki bir sureye benzer bir sure getiremezseniz ki bunu asla yapamayacaksınız, o halde odunu insanlar ve taşlar olan ateşten sakının. Çünkü o, kafirler için hazırlanmıştır”( Bakara: 23-24)
Evet, Kur’an bu gibi ayetlerle o asrın dâhi ediplerini muaraza yani söz meydanına davet etti ve sekiz mertebe de onlara meydan okudu:
1- “Madem bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna inanmıyorsunuz ve bir insanın sözüdür diyorsunuz, o halde Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen, ümmi bir kişi böyle bir kitap yazsın da görelim.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı hiçbir ümmi meydana çıkamadı.
Ve Kur’an 2. defa meydan okudu: “Haydi bunu yapamıyorsunuz. Muhammed (S.a.v.) gibi okuma yazma bilmeyen bir kişiden böyle bir kitap getiremiyorsunuz. O halde o zat gayet âlim ve kâtip olsun. Ve Kur’an gibi bir kitap yazsın.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da hiçbir âlim ve kâtip Kur’an gibi bir kitap getiremedi.
Ve Kur’an 3. defa meydan okudu: “Haydi bir tek âlim ve kâtip zat Kur’an gibi bir kitap getiremiyor, o halde bir tek zat olmasın, bütün âlimleriniz, edipleriniz ve söz ustalarınız toplansın, birbirine yardım etsin. Hatta güvendiğiniz ilahlarınızı da çağırın size yardım etsin ve Kur’an gibi bir kitap getirin.” Kâfirler bu meydan okumaya da sessiz kaldılar ve Kur’an gibi bir kitap getiremediler.
Ve Kur’an 4. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. O halde eskiden yazılmış edebî eserlerden de istifade edin, hatta gelecekte yazılacak olanları da yardıma çağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin.” Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı yine kâfirler suskunluklarını bozamadılar.
Ve Kur’an 5. kez meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz, Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın tamamına değil, sadece 10 suresinin benzerini getiriniz.” Kâfirler bu meydan okumaya karşı da parmaklarını bile kıpırdatamadılar.
Ve Kur’an 6. kez meydan okudu: “Madem 10 suresine mukabil, hakiki ve doğru bir benzer getiremiyor ve onu taklit edemiyorsunuz, O halde hikâyelerden, asılsız kıssalardan olsun. Sadece Kur’an’ın nazmına ve belagatına benzesin. Bu da yeter.” Kâfirler bunu dahi yapamadılar. Kur’an’ın nazmına benzeyen asılsız hikâyelerden 10 sure getiremediler.
Ve Kur’an 7. defa meydan okudu: “Haydi bunu da yapamıyorsunuz. Asılsız kıssa ve hikâyelerden Kur’an’ın 10 suresine nazımca benzeyen bir misil getiremiyorsunuz. O halde Kur’an’ın bir tek suresinin benzerini getiriniz.” Ama kâfirler bu meydan okumaya karşı da sessizliklerini bozamadılar.
Ve Kur’an 8. mertebede şöyle meydan okudu. “Madem Kur’an’ın bir tek suresine bile benzer getiremediniz. O halde haydi o sure uzun olmasın, kısa bir sure olsun. Sadece kısa bir sureye benzer getiriniz. Eğer bunu da yapamazsanız bilin ki, din, can ve mallarınız dünya da da ahirette de tehlikededir.”
İşte Kur’an sekiz tabaka da 23 sene de değil, belki 1400 senedir bütün insanlara ve cinlere karşı meydan okumuş ve okuyor, damarlarına şiddetle vuruyor, gururlarını dehşetli bir surette tahrik ediyor. O kibirli akıllarını küçümsüyor. Ve diyor ki: “Ya benzerini getiriniz ya da canınız ve malınız tehlikededir. Eğer iman getirmezseniz mesulsünüz. Cehenneme gireceksiniz.”
Zira benzerine getiremezlerse islamı yok etmek için bir tek yol vardı ki o da savaşmak. Yani canın ve malın tehlikede olduğu bir yol. Hâlbuki Kur’an’ın bir suresine benzer getirebilselerdi, Hz. Muhammed’in davasını iptal edeceklerdi. Canları, malları ve dinleri kurtulacaktı.
Acaba hiç mümkün müdür ki, bir iki satırla benzerini getirip, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) davasını iptal etmek gibi kolay ve kısa bir yol varken en tehlikeli, canın ve malın helak olabileceği savaş yolu tercih edilsin.
Evet, o zeki kavim, o siyasi millet ki, bir zaman âlemi siyasetle idare ettiği halde en kısa ve rahat yolu terk etsin de, en tehlikeli, mal ve canı belaya atacak uzun bir yolu tercih etsin. Bu hiç mümkün müdür?
Hâlbuki edipleri, birkaç harfle Kur’an’ın velev ki bir suresine benzer getirebilselerdi, Kur’an davasından vazgeçerdi. Onlarda maddî ve manevî helak’tan kurtulurlardı.
Nasıl ki, siz bir dava ile ortaya çıksanız ve davanızın doğruluğunu ispat etmek için “şu taşı kimse kaldıramaz” diyerek güçlü insanlara meydan okusanız, sizin davanızı iptal etmek için en kısa yol; “kaldıramazsınız” diyerek işaret ettiğiniz taşı kaldırmaktır. O taş kaldırıldığı zaman siz ve davanız çürür gider. O taşın kaldırılmayıp, sizinle savaş edilmesi ise ispat eder ki; o taş, kimse tarafından kaldırılamayan bir taştır ve siz davanızda sadıksınızdır.
İşte bu misalde olduğu gibi Efendimiz (S.a.v.) “Bu Kur’an’ın bir suresinin bile mislini getiremezsiniz” diyerek meydan okudu. Hâlbuki kibir ve azametleri, benlik ve gururları gereği gece gündüz çalışıp Kur’an’ın bir benzerini yapmalıydılar ki, âleme karşı rezil olmasınlar.
Hem onlar, bir surenin mislini getirebilselerdi Kur’an’ın davası iptal olacaktı. Hâlbuki onlar savaş gibi en dehşetli ve uzun bir yolu tercih ettiler. Demek meşhur Cahız’ın dediği gibi “Muaraza-i bil huruf mümkün değildi, Muharebe-i bissuyufa mecbur oldular” yani harfler ile söz meydanına çıkmak mümkün olmadığından, kılıçlarla harp meydanına çıkmaya mecbur oldular.
.
Nasıl biliyoruz ki kimse söz meydanına çıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbüs edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi.
Eğer desen: Nasıl biliyoruz ki kimse söz meydanına çıkamadı ve Kur’an gibi bir kitabı getirmeye teşebbüs edemedi ve Kur’an gibi bir kitap getirilemedi. Hem birbirlerine yardımda mı fayda vermedi?
-Eğer muaraza yani sözle mücadele ve Kur’an’ın benzeri bir kitap getirmek mümkün olsaydı herhalde kati teşebbüs edilecekti. Çünkü dinleri, canları, malları ve izzetleri tehlikedeydi.
-Eğer teşebbüs edilseydi ve Kur’an’a benzer bir kitap getirilseydi her halükarda pek çok taraftar bulacaktı. Çünkü Kur’an’a karşı gelen kâfirler ve münafıklar gayet çok ve kalabalık idi.
-Eğer taraftar bulsaydı her halükarda şöhret bulacaktı. Çünkü küçük bir mücadele bile beşerin fikrini celb edip destanlarda yer alıyor. Böyle acayip bir mücadele ise asla gizli kalamaz. Nasıl ki kâfirler, İslamiyet’in aleyhinde her şeyi neşretmişler, elbette bunu da herkese neşredip, âleme yayacaklardı.
-Ve eğer neşretselerdi, tarihlere ve kitaplara şaşalı bir surette geçecekti. İşte meydanda bütün tarihler ve kitaplar. Her yerini araştırsanız Müseyleme-i kezzabın kendisini rezil ettiği bir iki fıkradan başka hiçbir şey bulamazsınız.
Demek Kur’an’ın taklidini getirmek mümkün değildir. Ve getirilememiştir. Bu da ispat eder ki Kur’an’ı Allah’ın kelamıdır.
-Eğer denilse: “ Kur’an’ın bir suresine değil, bir tek ayetine, hatta bir tek cümlesine, hatta bir tek kelimesine bile muaraza edilemez ve edilememiş” sözünde mübalağa görünüyor ve akıl kabul etmiyor. Çünkü insanların sözlerinde Kur’an cümlelerine benzeyen çok cümleler var.
Cevap: Her kelam kendisini söyleyenin mührünü taşımaktadır. Lisan aynı da olsa, kabiliyetlerin farklılığı, ilim ve belagatta ki üstünlük gibi hususlar, kelamlara ayrı ayrı meziyetler kazandırmakta ve ehli için, o sözün kime ait olduğunu adeta haykırmaktadır.
Mesela, hepimiz Türkçe konuştuğumuz halde Yunus Emre’nin veya Mehmet Akif’in bir şiirini işittiğimizde bu şiirlerin şairlerini derhal ayırt edebiliyoruz.
Demek ki sözlerde Türkçe’nin ötesinde bir şey var. O da bu zatlarda ki kemâlâtın, belâgatın ve ilmin söze aksetmesinden ibaret olan mahsus bir mühürdür ki, bizim sözlerimizde bulunmuyor.
Her ilim ve kemal ehlinin sözü sahibinin mührünü taşırsa, elbette O Allah ki, bütün kemâlât, onun kemaline nispeten zayıf bir gölgedir. Öyleyse O’nun kelamı da, o kemale yakışır bir mucizelik mührünü taşıyacaktır.
Bu sırrı idrak edemeyen ve kelamdan anlamayan bazı haddini bilmez kimseler, Kur’an’ın Arapça nazil olması cihetiyle “aynı lisandan Kur’an’ın neden benzeri getirilmesin” gibi cahilâne bir iddiada bulunuyorlar. İnsanlar, Cenab-ı Hakkın yarattığı odundan ancak tahta, tahtadan da masa ve sandalye gibi şeyler yapabilmektedir. Allah ise, odundan meyve yapıyor, yaprak ve çiçek çıkarıyor. Demek ki iş odun da değil, ustadadır. Aynı şekilde insanlar topraktan çömlek yapmakta, kâinatın sanatkârı ise topraktan insan yapmaktadır. Kâinatta ki 300 elementi, birer harfe benzetirsek, Allah bu harflerle, bitkilerden, hayvanlara, insanlardan, denizlere ve yıldızlara kadar bütün mahlûkatını yazmıştır. Cenab-ı Hakkın, element harfleriyle yazdığı bir kelime olan elmanın, insanlarca taklit edilmesi mümkün değildir. Hâlbuki onun yapılmasında kullanılan elementleri, insanlarında kullanabilmeleri imkân dâhilindedir. İnsanların bir güneş yapmaları ve duha vaktini getirmeleri mümkün olmadığı gibi “veşşemsi ve duhâha” (güneşe ve duhâ vaktine yemin olsun ki) ayetinin benzerini getirmeleri de mümkün değildir.
Kur’an’da ki ifadenin güzelliği ve manaların meziyetini taklit etmek, beşerin kuvvetinin üstündedir ve taklit edemezler. Zira Kur’an-ı Hâkimin cümleleri, kelimeleri birbirine bakar. Bazı olur, bir kelime on yere bakar. Onda, on belagat nüktesi ve on münasebet bulunur. Mesela, nasıl ki, nakışlı ve süslü bir sarayda, muhtelif nakışların düğümü hükmünde ki bir taşı, bütün nakışlara bakacak bir yerde yerleştirmek, bütün o duvarı nakışlarıyla bilmeye bağlıdır. Bütün duvarı, nakışlarıyla bilemeyen, o duvara bir nakşı ilave edemez. Eğer etse, güzelliğini bozar.
Hem nasıl ki, insanın başındaki gözü, yerine yerleştirmek, bütün cesedin münasebetlerini, acayip vazifelerini ve gözün o vazifelere karşı vaziyetini bilmekle olur. Öyle de Kur’an’ın kelimelerinde pek çok muhtelif münasebetler ve diğer ayetlere, cümlelere bakan çok vecihler ve alakalar vardır. Hatta harflerden mana çıkarıp açıklayan âlimler bir Kur’an harfinde bir sayfa kadar sırrı beyan ederek bu hakikati ispat etmişlerdir.
İşte insanın sözlerinde Kur’an kelimeleri gibi kelimeler belki cümleler olabilir. Fakat Kur’an’da ki o kelimeler ve cümleler, diğer kelime ve cümlelerle çok münasebetler içindedir. Beşer ise, sözünde bu tür münasebetleri gözetmekten acizdir.
Bu yüzden Kur’an’ın mislini getirmek mümkün değildir.
.
Kur’an’ın nazmındaki cezalet harikadır.
Kur’an’ın nazmında bir cezalet, yani ayetlerin tertip ve düzeninde bir güzellik vardır ki, beşer sözünde bu güzellik bulunmaz. Bu güzelliğin binlerce numunesi Kur’an’da mevcuttur. Bizler iki misalle Kur’an’ın nazmındaki güzelliği göstereceğiz:
وَلَئِن مَّسَّتْهُمْ نَفْحَةٌ مِّنْ عَذَابِ رَبِّكَ (Enbiya: 46)
Allah-u Teala bu ayette, azabın dehşetini göstermek için, en azının şiddetli tesirini göstermek ister. Yani “bırakın azabın dokunmasını, azabın bir esintisi bile dokunsa onlara yeter.” Demek ki ayet, azabın bir parçasını ifade ediyor ve büyüğünü düşündürmekle tehdit ediyor.
İşte Kur’an’ın nazmındaki güzelliğe bakın ki, ayetin bütün kelimeleri o azlığa bakıp, manaya kuvvet verecek şekildedir;
-Lein lafzı; Arapça da teşkik yani şüphe edatıdır. Şüphe ise azlığı ifade eder.
-Mess lafzı; “azıcık dokunmak” manasındadır ki, yine azlığı ifade eder.
-Nefhatün lafzı; Bu kelimenin manası “bir esinti, bir kokucuk” olup azlığı ifade ettiği gibi, sîgası da “bire” delalet eder. Demek bu lafız hem mana hem sîga cihetiyle azlığa işaret eder.
-Min lafzı; Arapça da “teb’iz” edatıdır. “bir parça” demektir. Demek bu edat da azlığı ifade eder.
–Rabbike lafzı; Allah bu ayette kendisini “Rab” ismiyle beyan buyurmuş. Bu isim, kahhar (kahreden), cebbar ( istediğini mutlak yapan azamet sahibi), mûntakim (intikam alan) isimlerine bedel, yine şefkati ve merhameti hissettirmekle, azlığa işaret ediyor. Allah, diğer isimlerinden birini burada zikir edebilecek iken ayetin umum manası “az bir azaptan” bahsettiği için” azlığı ifade edecek rab ismiyle beyan buyurmuştur.
-Ayet bu bütünlük ile şu manayı ifade eder “ bu kadar az bir azap böyle tesirli ise, azabın kendisi ne kadar dehşetli olur kıyas edin,”
İşte gördüğünüz gibi ayette geçen her kelime manaya kuvvet verecek şekilde gelmiştir. Adeta her bir kelime kendi lisanıyla umum manaya kuvvet verir ve onu takviye eder. Beşer sözünde ise böyle ince nükteler olmaz.
Şimdi öyle bir cümle kuracaksınız ki, kısa olsun, üç kelimeden oluşsun ve bu üç kelimede yedi farklı hüküm olsun. Ve kelimenin her bir hecesi bu manalara kuvvet versin.
Böyle bir cümle kurmak, beşerin kuvvetinin üstündedir. Beşerin en dâhi edipleri bile bunu yapamamıştır. Nerede kaldı ki bunu ümmî olan, okuma yazma bilmeyen bir zat yapabilsin?
Şimdi ikinci misalimiz:
وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنفِقُونَ(Bakara: 3)
Sadakanın ve zekâtın kabulü için bazı şartlar vardır ki, bu ayet, bu kısa ifadesiyle bütün bu şartları beyan eder:
1- Sadakayı vermekte israf etmemek ve sadakaya muhtaç olacak şekilde sadaka vermemek: Bu manayı ayetin başındaki “mimmâ” lafzındaki “min” ifade eder. “min” teb’iz edatı olduğundan azlığı ifade ederek, bütün malın sadaka olarak verilmemesi ve sadakaya muhtaç olunmamasını beyan eder.
2- Başkasından alıp, başkasına vermek değil, kendi malından vermektir: Bu şartı da “mimmâ” lafzının takdimi yani ayetin başında gelmesi ifade ediyor. Yani “size rızık olandan veriniz, başkasının rızkından değil”
3– Sadakayı verirken başa kakmamak ve minnet beklememektir: Bu şarta “razeknâ” (biz rızık verdik) lafzı işaret eder. yani “ben size rızkı veriyorum. Rızkın sahibi benim. Sizler benim malımdan, benim kuluma vermektesiniz. Bundan dolayı başa kakmaya ve minnet beklemeye hakkınız yoktur”
4- Fakirlik korkusuyla sadaka terk edilmemelidir: Bu manayı “razeknâ” da ki “nâ” işaret eder. Rızkın “nâ” ya isnadı fakirlikten korkulmamasına işaret eder. Yani “biz verdik, bizim ise hazinelerimiz bitmez ve vermekle tükenmez”
5- Sadaka öyle adama verilmeli ki, nafakasını ve geçimini temin etsin, yoksa zevke, eğlenceye ve haram şeylere sarf edenlere sadaka olmaz: Şu şarta “yunfikûn” lafzındaki “nafaka” ifadesi işaret eder. Zira nafaka: geçim için lüzumlu olan şey manasındadır
6- Sadaka sadece mala münhasır değildir, ilimle, fiille, söz ile nasihat ile de olur: Bu manaya “mimmâ” lafzındaki “mâ” ile, rızkın mutlak bırakılması yani rızık türünün belirtilmemesi işaret eder. Zira türünün belirtilmemesi, bütün rızıkları içine alır.
7- Sadaka Allah namına verilmelidir: Bu şartı da “razeknâ” ifade ediyor. Yani “mal benimdir, benim namımla vermelisiniz.”
İşte sadakayı ifade eden şu kısacık cümlede, sadakanın 7 şartına birden işaret edilmiş.
Ayetteki kelimeler bu şartları beyan edecek şekilde seçilmiş. Hâlbuki beşer böyle ince nükteleri kelamında düşünemez. Kur’an’ın nazmında ki güzelliği beyan edebileceğimiz yüzlerce ayet var. Bizler bu bahsi bu iki misalle kapatarak Kur’an’ın manasındaki belagatın ne kadar harika olduğu bahsine geçiyoruz.
.
Kur’an’ın manasındaki belagat harikadır.
Bizler iki misal ile Kur’an’ın manasındaki belagatı zevk ettireceğiz. Diğer ayetlerin manalarında ki kuvveti, belagatı ve ulvi ifadeyi sen bunlara kıyas et.
1.Misal:
سَبَّحَ لِلَّهِ مَا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ وَهُوَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
Bu ayetin manasındaki belagatı zevk etmek istersen, kendini, Kur’an’ın nuru inmeden evvel, cahiliyet asrında farz et.
Bak gör ki; Her şey cehalet karanlığı ve gaflet perdesi altında ölü, cansız, vazifesiz, şuursuz, perişan olarak, şu boş ve ıssız fezada ve kararsız ve fani bir dünya da bulunuyor. Küfrün gözüyle kâinat; manasız, kıymetsiz ve tesadüfün oyuncağı.
İşte böyle bir zamanda Kur’an, “Yerde ve gökte her şey Allah’ı tesbih eder” ayetiyle, kâinatın üstünde ve dünyanın yüzünde öyle bir perde açtı ki, bu kâinatı bir mescit hükmüne getirdi. Başta gökyüzü ve yeryüzü olarak, içindeki bütün varlıklar bu mescit de zikir ve tesbihte, ve vazife başında coşup taşarak, mesut ve memnun bir vaziyette bulunuyorlar.
Adeta o ölü, perişan ve vazifesiz zannedilen mevcudat “sebbeha” (tesbih ediyorlar) sedasıyla, ayeti dinleyenlerin zihninde diriliyor, uyanık oluyor ve kıyam edip zikrediyor.
Ve ayetin manasındaki ulviyet ile gökyüzü sanki bir ağız, yıldızlar o ağzın hikmetli kelimeleri ve yeryüzü bir baş, deniz ve karalar o başın dilleri ve bütün hayvan ve bitkiler ise, o dilin, çok tesbih eden kelimeleri suretinde gözükür.
2. Misal:
Rahman suresi 33 ve 36. ayetler arası:
يَا مَعْشَرَ الْجِنِّ وَالْإِنسِ إِنِ اسْتَطَعْتُمْ أَن تَنفُذُوا مِنْ أَقْطَارِ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ فَانفُذُوا لَا تَنفُذُونَ إِلَّا بِسُلْطَانٍ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ* يُرْسَلُ عَلَيْكُمَا شُوَاظٌ مِّن نَّارٍ وَنُحَاسٌ فَلَا تَنتَصِرَانِ * فَبِأَيِّ آلَاء رَبِّكُمَا تُكَذِّبَانِ
İmtihan sırrından dolayı insanlara ve cinlere, kötülüğü, fenalığı ve inkârı tercih etme izni verildiğinden, nihayetsiz bir inat ve inkârda bulunabilirler. Ve kendilerini yoktan var eden Allaha düşman olurlar.
İşte bunun için Kur’an-ı Kerim öyle belagatlı ve yüksek bir üslupla hitap eder ki, cin ve insanları, mananın kuvvetiyle isyandan ve azgınlıktan sakındırır. Okuduğumuz ayetin manasına kulak vererek bu belagata şahit ol:
“Ey acz ve küçüklüğü içinde gururlu ve hakka karşı direnen ve zaaf ve fakirliği içinde asi ve inatçı olan insanlar ve cinler! Emirlerime itaat etmezseniz, haydi elinizden gelirse mülkümün sınırlarından çıkınız.
Nasıl cesaret edersiniz ki, öyle bir sultanın emirlerine karşı gelirsiniz ki, yıldızlar, aylar, güneşler itaatkâr askerler gibi emirlerine boyun eğerler.
Hem azgınlığınız ile öyle celal sahibi bir hâkime karşı mücadele ediyorsunuz ki, O’nun öyle azâmetli, itaatkar askerleri var ki, faraza şeytanlarınız dayanabilseler, onları dağ gibi güllelerle taşlarlardı.
Hem inkârınızla öyle celal sahibi bir mâlikin memleketinde isyan ediyorsunuz ki, Onun askerlerinden öyleleri var ki, değil sizin gibi küçük, aciz mahluklar, belki farzı muhal olarak dağ ve yer büyüklüğünde birer kafir düşman olsaydınız, dağ ve yer büyüklüğündeki yıldızları, ateşli demirleri size atabilir ve sizi dağıtabilirlerdi.
Hem öyle bir kanunu kırıyorsunuz ki, onunla öyleleri bağlıdır ki, eğer lüzum olsa dünyanızı yüzünüze çarpar, gülleler hükmünde ki yıldızları üstünüze Allah’ın izniyle yağdırabilirler”
Diğer ayetlerin manalarındaki kuvvet ve belagatı ve ayetlerin ifadesindeki ulviyeti sen bunlara kıyas et.
Peygamber efendimiz (S.a.v.) ümmî idi. Yani okuma yazma bilmezdi. Kur’an-ı Kerim efendimizin ümmîliğini Ankebut suresi 48. ayette şöyle ifade eder:
“Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı batıla uyanlar kuşku duyarlardı.”
İşte efendimiz bu ayetin de beyanıyla bir harf bile yazmamıştır. Acaba böyle ulvi ifadelerin ümmi olan yani okuma yazma bilmeyen bir zattan çıkması hiç mümkün müdür?
.
Kur’an’ın üslubundaki bedahet harikadır.
Kur’an’ın üslubundaki bedahet yani ifade tarzındaki güzellik hayret vericidir. Üslubu hem harikadır, hem ikna edicidir. Hiçbir şeyi ve hiç kimseyi taklit etmemiş, hiç kimse de onu taklit edememiştir.
Kur’an’ın ifade tarzındaki güzelliği ve harikalığı anlamak istersen, Kur’an ayetlerinin tamamına müracaat et. Biz sadece birkaç misal ile bu bahsi izah edeceğiz.
Mesela bir kısım surelerin başında şifre misal “Elif lam mim” ,“elif lam râ” ,“tâ hâ”, “yâsîn” gibi mukattaa harfleri zikir edilmiş. Şimdi, bu harflerin icazından kısa bir bölümü beyan edeceğiz. Bununla, Kur’an’ın beyanındaki güzelliği ve harikalığı bir derece görebilirsin:
1- Hece harflerinin adedi; sakin elif sayılmamak kaydıyla 28’dir. Kur’an da, surelerin başında, bu harflerin yarısı zikir edilmiş, yarısı terk edilmiştir.
2- Kur’an’ın aldığı yarım, terk ettiği yarıma kıyasla daha fazla kullanılan harflerdir.
3- Telaffuzu lisana daha kolay olan “elif lam mim”, diğer harflere kıyasla daha çok tekrar edilmiştir.
4- Kur’an’da geçen bu harfler, hece harflerinin sayısı kadar surelere bölüştürülmüştür. Yani 28 hece harfinden on dört’ü alınmış ve bunlar 28 surenin başında zikir edilmiştir.
5-Hece harfleri mechure, mehmuse, şedide, rahve, zelaka, kalkale gibi kısımlara ayrılır. Kur’an bu kısımların her birisinden, yarısını almıştır.
6- Eşi olmayan “evnar” denilen harflerden ise, hafifinden çok, ağırından azını almıştır.
Kur’an’ı Kerim’in surelerinin başında geçen mukattaa harflerinin bu şekilde zikri; 504 ihtimalden bir ihtimaldir. Ve seçilen şu yoldan başka hiçbir yol ile bu tasnif mümkün değildir.
Adeta Kur’an, sadece bu harflerin dizilişindeki harikalığı göstererek bile düşmanlarına meydan okuyor ve diyor ki: “Benim mislim bir kitap getiremiyorsunuz, o halde sadece bu harflerden bir benzer yapınız, lakin bunu da yapamazsınız”
Kur’an’ın üslubunda öyle bir güzellik vardır ki, Mekkeli müşrikler, Hz. Muhammed’in (S.a.v.) peygamberliğini inkâr etseler bile, bu üslubun güzelliğinden, geceleyin gizlice Efendimiz (S.a.v.) in evinin etrafına gider ve Kur’an’ı dinlerlerdi. Birbirlerine rast geldiklerinde ise bunu kimseye söylememek üzere karşılıklı yeminleşirlerdi. Kur’an’ın üslubu adeta mıknatıs gibi onları kendine çekerdi. Onlar bile Kur’an’ın üslubundaki bu güzelliği inkâr edememiş, ancak bu güzelliğe “ Bu bir sihirdir” demişlerdir.
Aslında Kur’an’ın üslubunda ki bu güzelliği anlamak için çok Arapça bilmeğe ihtiyaç bile yoktur. Hatta hiç Arapça bilmese bile, insaflı bir kulak sahibi, Kur’an’ın üslubundaki bu güzellik karşısında hayret secdesine kapanır. İşte birkaç numune bakın bakalım! Bu emsalsiz ifadenin bir beşer sözü olması hiç mümkün mü?
“Güneş katlanıp dürüldüğünde, yıldızlar kararıp döküldüğünde, dağlar sallanıp yürütüldüğünde, gebe develer salıverildiğinde, vahşi hayvanlar hasredildiğinde, denizler kaynatıldığında, nefisler birleştiğinde, diri diri gömülen kızlara “suçunuz neydi” diye sorulduğunda, defterler getirilip açıldığında, gökyüzü kazınıp yerinden oynatıldığında, cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yakınlaştırıldığında, her kişi ne hazırladığını bilir”(Tekvir:1-14)
“Gökyüzü yarıldığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler birbirine katıldığında, kabirler deşildiğinde her nefis ne gönderdiğini ve neyi geride bıraktığını anlar. Ey insan! seni rabbine karşı azdıran nedir? Hâlbuki o seni yoktan yarattı, seni düzgün ve endamlı kıldı ve sana adaletle muamele etti.”(İnfitar:1-8)
İşte Kur’an’ın üslubundaki şu güzelliğe şahit ol, hiç mümkün müdür ki, bu harika üslup, ümmi olan, okuma yazma bilmeyen bir zatın malı olsun? Hâşâ! Asla olamaz.
Hem Efendimizin sözleri olan Hadis-i şeriflerde ki ifade tarzı ile Kur’an’ın üslubu arasında bariz fark vardır. İkisi birbirine benzemez. Hatta Kur’an’ın üslubuna azıcık âşinalığı olan birisi bile bu farkı fark eder. Kendisine, Kur’an’dan başka bir şey okunduğunda; “bu, Kur’an’ın ifadesine benzemiyor” der.
İşte hadisler ile ayetlerin arasındaki ifade tarzının farklılığı ve Kur’an’ın üslubunun harikalığı ve bu ifade tarzının beşer tarafından taklit edilemeyişi ispat eder ki; Kur’an Allah’ın kelamıdır.
.
Kur’an’ın lafzındaki fesahat harikadır.
Selâset: okunuşunun kolay ve akıcı olması ve ahenkli bir ifadenin bulunmasıdır. Selâsetin varlığına şunlar delildir:
1- Okunduğunda usandırmaması; Evet Kur’an ayetleri binler defa tekrar edilse yine usandırmıyor, belki lezzet veriyor.
2- Kur’an’ın kelimelerinde ki kusursuzluğa ve selasete belagatın dahi âlimleri şahittir. Malumdur ki, bir fende ve sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. En büyük bir mimarın sözü, küçük bir hastalığın keşfinde, küçük bir doktor kadar geçmez ve sözünün, onun sözü kadar kıymeti yoktur. O halde madem konumuz Kur’an’ın kelimelerindeki mükemmellik ve akıcılıktır. Elbette belagat ve edebiyatın dahi âlimlerinin sözü, bu fenden olmayan binlerce insanın sözüne tercih edilir. İşte o dâhilerden Zamahşeri, Sekkâki, Abdülkâhir Cürcâni gibi âlimler Kur’an’ı harf harf tetkik etmişler ve kelimelerindeki selâsete hayran olarak, bu selaseti beyan ve ispat etmişlerdir.
3- Selâsetin varlığına; küçük bir çocuğun hafızasına kolayca girmesi ve ona ağır gelmemesi delildir. Küçük bir çocuk kendi lisanında olan bir şiiri bile ezberleyemez iken 600 sayfalık Kur’an’ı kolayca ezberleyebiliyor. Bu, selasetten başka ne ile izah edilebilir?
4- Hem en hastalıklı, az bir sözden rahatsız olan kulağa, nahoş gelmiyor, hoş geliyor. O hasta, Kur’an’ı dinlerken teneffüs ediyor. Bu da Kur’an’ın ifadesindeki akıcılığa delildir.
5- Kur’an, ölüm sekerâtında olanın damağına şerbet gibi oluyor, ona leziz geliyor.
6- Kur’an’ın düşmanları dahi selasetine hayran olmuşlardır. Hatta Kureyşin reislerinden âlim bir zat, müşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek için gönderilmiş. O da gitmiş ve dinlemiş. Ve döndüğünde demiş ki: “Şu kelamın öyle bir tatlılığı var ki, insan sözüne benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların sözlerine hiç benzemez. Olsa olsa bize tabi olanları kandırmak için buna sihir demeliyiz.” İşte, Kur’an’ı kerimin ifadelerine, en inatçı düşmanları bile hayran oluyorlar.
Şimdi Kur’an’ın kelimelerindeki harika fesahate ve selasete yani ifadelerinin düzgün ve okunuşunun kolay ve akıcı oluşuna, binler numuneden bir numuneyi misal olarak beyan edelim.
ثُمَّ أَنزَلَ عَلَيْكُم مِّن بَعْدِ الْغَمِّ أَمَنَةً نُّعَاسًا يَغْشَى طَآئِفَةً مِّنكُمْ
(Al-i İmran : 154)
İşte şu ayette bütün hece harfleri mevcuttur. Buna rağmen selâset ve akıcılık bozulmamış. Okunması dile zor gelmiyor. Hem şu mucizeliğe dikkat et:
1- Hece harflerinden “yâ” ile “elif”, en hafif ve birbirine dönüştüğü için iki kardeş gibi 21 kere tekrar edilmiş.
2- “mim” ile “nun” birbirinin kardeşi ve birbirinin yerine geçtiği için her birisi 33’er defa zikir edilmiş.
3- “sin” “şın” “sad” mahreçce, sıfatça, sesce kardeş oldukları için her biri üçer defa zikredilmiş.
4- “ayın” “gayın” kardeş oldukları halde “ayın” daha hafif “gayın” daha ağır olduğundan “ayın” 6 defa “gayın” onun yarısı kadar 3 defa zikir edilmiş.
5- “zel” “zı” “tı” ve “zı” mahreçce, sıfatça, sesce kardeş oldukları için her birisi 2’şer defa zikredilmiş.
6- “lam” ile “elif” beraber ikisi “lamelif” suretinde birleştikleri için ve “elif”in “lamelif” suretinde hissesi “lam” ın yarısıdır. Onun için “lam” 42 defa, “elif” onun yarısı kadar, 21 defa zikredilmiş.
7- “hemze” “he” ile mahreçte kardeş oldukları için “hemze” 13, “he” bir derece hafif olduğu için on dört defa zikir edilmiş.
8- “fe” “kaf” “kef” harfleri kardeş oldukları için ve “kaf”ın bir noktası fazla olduğundan “kaf” 10, “fe” 9 “kef” 9 defa zikredilmiş. Ve yine “be” harfi noktalı olduğundan 9 kere, “te” ise derecesi 3 olduğu ve alfabenin üçüncü harfi olduğu için 9 artı 3 toplam 12 defa zikir edilmiş.
9-“ha” “hı” “se(peltek)” ve “dad” harfleri ağırlıklarından dolayı sadece birer defa zikredilmiş.
10- “vav”; “he” den ve hemzeden daha hafif, “ye” den ve “elif”ten daha ağır olduğu için 17 defa; ağır hemzeden 4 derece yukarı, hafif eliften 4 derece aşağı zikir edilmiştir.
İşte şu harflerin bu harika ve muntazam vaziyetleri iki kere iki dört eder derecesinde ispat eder ki; bu söz Allah’ın sözüdür. Beşerin haddine değildir ki şu vaziyeti yapabilsin. Tesadüfte imkânsızdır ki, ona karışabilsin. Hem madem harflerinde bile böyle intizam gözetilmiş, elbette kelimelerinde, cümlelerinde, manalarında öyle esrarlı bir intizam gözetilmiştir ki; göz görse “maşallah”, akıl anlasa “bârekallah” diyecektir.
.
Kur’an’ın beyanında ki beraat harikadır.
Tergib; yani şevklendirme ve ümitlendirme,
Terhib; yani korkutma,
Medih ve zemm; yani övme ve yerme,
İfham ve talim; yani bildirme ve öğretme ve
İspat ve irşad gibi, beyanın ve ifadenin bütün mertebelerinde emsalsizdir.
Mesela teşvik makamının yüzlerce misallerinden sadece İnsan suresine bakalım. Nasıl kevser suyu gibi hoş, selsebil suyu gibi tatlıdır görelim:
“İyiler ise kâfur katılmış bir kadehten içerler. Bu Allah’ın has kullarının içtikleri ve istedikleri yere akıttıkları bir pınardır. Sabretmelerine karşılık onlara cenneti ve ipekleri lütfeder. Orada koltuklara kurulmuş olarak, ne yakıcı bir sıcak görülür, ne de dondurucu bir soğuk.
Cennet ağaçlarının gölgeleri üzerlerine sarkar. Kolayca koparılan meyveler istifadelerine sunulur. Yanlarında gümüş kaplar ve billur kâseler, gümüşî beyazlıkta şeffaf kupalarla dolaşılır ki, cennet sakinlerine, iştahları ölçüsünce tayin ve takdir ederler. Orada onlara bir kâseden içirilir ki, bu şarabın karışımında zencefil vardır.
Bu şarap orada bir pınardır ki adına sel sebil denir. O insanların etrafında öyle ölümsüz genç hizmetçiler dolaşır ki, onları gördüğünde, kendilerini, etrafa saçılıp dağılmış inciler sanırsın. Ne yana bakarsan bak nimet ve ulu bir saltanat görürsün. Üzerlerinde yeşil renkli, ince ve kalın elbiseler vardır. Gümüş bilezikler takınmışlardır.
Rableri onlara tertemiz bir içki verir. Onlara şöyle denir: bu, sizin için bir mükâfattır. Sizin gayretiniz, karşılığını bulmuştur” (İnsan:5-22)
Ve şimdi de korkutma ve tehdit makamının onlarca misalinden sadece gâşiye ve duhan surelerine bakalım ve bu makamda dahi Kur’an’ın hitabının emsalsiz olduğuna şahit olalım:
“Gâşiyenin haberi sana geldi mi?
O gün bir takım yüzler alçalır, durmadan çalışır ve yorulur, kızgın ateşe atılır, kaynar su akıtan pınardan içirilir, onlar için yemek yoktur.
Ancak onlara, gıda olmayan ve açlığı da gidermeyen kuru dikenden yapılmış bir yiyecek verilir.”(Gaşiye:1-7)
“Şüphesiz hüküm günü, hepsinin bir arada buluşacağı gündür. O gün, dostun dosta hiçbir faydası olmaz, kendilerine yardım da edilmez.
Zakkum ağacı günahkârların yemeğidir. Tıpkı erimiş madenler gibi karınlarında kaynar. Kaynar suyun kaynaması gibi.
Allah, zebanilere emreder: Tutun onu, cehennemin ortasına sürükleyin, sonra azap olarak üstüne kaynar su dökün ve deyin ki; tat bakalım, çünkü sen kendince üstündün ve şerefliydin. İşte muhakkak ki bu, şüphe edip durduğunuz şeydir.”(Duhan:40-50)
Ve medih makamında dahi Kur’an’ın emsalsiz olduğunu anlamak için başlarında “Elhamdülillah” (Allaha hamd olsun) ifadesi olan 15 sureye bak ve gör ki, Kur’an’ın ifadeleri güneş gibi parlak, yıldız gibi ziynetli, gökyüzü ve zemin gibi haşmetli, melekler gibi sevimli, dünya da yavrulara rahmet gibi şefkatli ve ahirette cennet gibi güzeldir:
Medih makamında, Kur’an’ın beyanlarına hiçbir beşer sözü yetişemediği gibi, sakındırma ve men etme makamında da Kur’an’ın ifadesi eşsizdir. İşte bu makamın binler misallerinden bir misal:
أَيُحِبُّ أَحَدُكُمْ أَن يَأْكُلَ لَحْمَ أَخِيهِ مَيْتًا
İşte bu ayet gıybet etmeği yani: Başkasının hakkında, o kişinin bulunmadığı bir yerde, işittiğinde hoşlanmayacağı bir şekilde konuşmayı, şu kısacık ifadesiyle 6 derece kötüler ve şiddetle yasaklar şöyle ki:
1-Ayetin başındaki “hemze”, hayret ifade eden bir soru edatıdır. Bu kelimeler, cümlenin bütün kelimelerine girer. İşte birinci “hemze” ile der: hayret, soru ve cevap mahalli olan aklınız yok mudur ki, bu derece çirkin bir işi anlamıyor?
2- “Yuhibbu” (hoşlanır) lafzı ile der, “acaba, sevmek ve nefret etmek mahalli olan kalbiniz bozulmuş mu ki, en nefret edilen bir işi sever”
3- “Ehadüküm” (Sizden biri) kelimesiyle der ki: “cemaatten hayatını alan, sosyal hayat ve medeniyetiniz ne olmuş ki böyle hayatınızı zehirleyen bir ameli kabul eder”
4- “En ye’kule lahme” (etini yemek) kelamıyla der: “insaniyetiniz ne olmuş ki, böyle canavarcasına, arkadaşınızı dişle parçalamayı yapıyorsunuz”
5- “Ehîhi” (kardeşi) kelimesiyle der, “hiç kendi cinsinize karşı şefkat duygusu yok mu ki, çok cihetlerle kardeşiniz olan bir mazlumun manevî şahsiyetini insafsızca dişliyorsunuz.
6- “Meyten” (ölmüş olan) kelimesiyle der: vicdanınız nerede, fıtratınız bozulmuş mu ki, ölmüş kardeşine karşı etini yemek gibi en çirkin bir işi yapıyorsunuz”
Demek gıybet, aklen, kalben, insaniyeten, vicdanen, fıtraten ve kendi soyunu sevmek cihetiyle kötülenmiştir. İşte bak, şu ayet nasıl her kelimesiyle 6 mertebede gıybeti kötülemekle, menetme makamında dahi emsalsiz olduğunu ispat ediyor.
Hem Kur’an’ın ispat makamında da emsali yoktur. İşte bu makamın yüzler misallerinden bir misal:
فَانظُرْ إِلَى آثَارِ رَحْمَتِ اللَّهِ كَيْفَ يُحْيِي الْأَرْضَ بَعْدَ مَوْتِهَا
إِنَّ ذَلِكَ لَمُحْيِي الْمَوْتَى وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
Bu ayet, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için öyle bir tarzda beyan eder ki, bunun üstünde beyan olamaz.
Şöyle ki; her bahar mevsiminde, yeryüzünü diriltmek keyfiyetinde, kışın ölen mahlûkları, yazın tekrar iade etmekle, öldükten sonra dirilmenin numunelerini insana gösteriyor ve diyor ki:
“Bunları böyle yapan zata, kıyamet ve öldükten sonra diriltme ağır gelmez, şu zeminin yüzünde yüz binler çeşit canlıları; beraber, birbiri içinde, hatasız ve kusursuz icat eden zata ne ağır gelebilir ki?”
İşte Kur’an, öldükten sonra dirilmeyi, kışın ölüp, yazın dirilen bitkileri ve hayvanları göstermekle ispat eder. Ve ispat makamında dahi emsalsiz olduğunu ilan eder.
Kur’an’ın, ispat makamında eşi olmadığı gibi, irşad, yani “doğru yolu gösterme, aklı ve kalbi ikna edici ve tesirli sözlerle gafletten uyandırıp hidayet yoluna ulaştırma” makamında da eşi yoktur.
Kur’an’ı okuyarak gafletten kurtulan ve hidayet bulan yüz milyonlar buna şahittir. Hatta bazen, en azgınları bile, bir ayetiyle irşad eder. Onları tövbe kapısına sevk eder.
Amma ifham ve talimde yani anlatma ve öğretme makamında Kur’an’ın beyanı o kadar harikadır ki, en basit bir insan bile onun ifadesiyle en derin bir hakikati kolayca anlar.
Evet, nasıl ki, bir çocuk ile konuşulsa, çocukça tabirler kullanılır, öyle de, Kur’an da, muhatabın derecesine göre konuşur, en büyük âlimlerin fikirlerinin yetişemediği derin ve ince hakikatler ve sırlar, bir kısım temsiller ve teşbihler ile en cahil kimseye bile ifade edilir.
Kur’an’ın manaları, dağ gibi akılları doyurduğu gibi, küçücük ve basit akılları da ihmal etmez, onları da aynı sözlerle tatmin eder.
En âlim ile en cahil, omuz omuza, diz dize vererek Kur’an’ın dersini dinler ve istifade eder. Her kalp ve her akıl o sofradan gıdalarını bulur. Şu makama misal istersen Kur’an baştan sona bu makamın misalleridir.
.
Kur’an’ın lafzındaki câmiiyyet harikadır.
Kur’an kelimeleri, öyle bir tarzda seçilmiştir ki, her bir sözün, hatta her bir kelimenin, hatta her bir harfin, hatta bazen bir harfin harekesiz okunmasının bile çok cihetleri ve yönleri vardır. Bu özelliği ile her muhataba ayrı ayrı bir kapıdan hissesini verir. Kur’an’ın bütün kelimeleri bu bahse şahittir ve misaldir.
Bizler sadece şu ayetin dürbünüyle bu hakikate bakalım ve bazen Kur’an’ın bir kelimesinde, bir sayfalık mana olduğuna şahit olalım:
بَدِيعُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْضِ أَنَّى يَكُونُ لَهُ وَلَدٌ وَلَمْ تَكُن
لَّهُ صَاحِبَةٌ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ وهُوَ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمٌ
“Gökleri ve yerleri yoktan yaratan O’dur. Onun eşi olmadığı halde nasıl çocuğu olsun. Her şeyi o yaratmıştır ve O her şeyi hakkıyla bilendir.” (Enam: 101)
Şu kısacık ayet ile Allah, Hrıstiyanların inancının batıllığını iki kere iki dört eder derecesinde ispat etmiştir. İzahı şudur: Hrıstiyanlar, Hz. İsa’nın (a.s) babasız doğduğunu delil göstererek ona bir ilahlık makamı vermiş ve Allah’ın oğlu olduğunu iddia et-mişlerdir. Allah, Hrıstiyanların “Hz. İsa’nın babasız ve bir insan suyu olmaksızın vücuda geldiği” sözünü kabul etmiş ve şöyle buyurmuştur:
Siz İsa’ya “Allah’ın oğludur” demekle” 2 manadan birini kastetmektesiniz:
1- Ya Onun, bir babanın suyu devreye girmeksizin, bizzat Allah tarafından, hiçten yaratıldığını ve bu sebepten Allah’ın oğlu olduğunu kastetmektesiniz.
2- Ya da yoktan icat edilmeyip, herkesçe bilinen yol üzere, babadan evlat meydana gelmesi şeklinde olduğunu murat etmektesiniz.
1.İhtimalin batıllığı şöyle izah edilir:
Allah’ın Hz. İsa’yı babasız yaratması onun oğlu olduğunu ispat etmez. Çünkü Allah bu âlemi de ilk önce yoktan icat etmiştir. Eğer yoktan ve sebepsiz icat etmek, oğul edinmeyi gerektirseydi, yer ve göğün de Allah’ın oğlu olması gerekirdi. İşte bu manayı ifade etmek için Allah bu ayette “gökyüzünün ve yeryüzünün yoktan yaratılmasından” bahsetmiş, ancak içindekilerin yaratılmasından bahsetmemiştir. Çünkü içindekiler, yoktan değil, daha önce yaratılmış maddelerin bir araya getirilmesiyle icat edildiğinden, onlardan bahis bu makam uygun düşmez.
İşte ayette geçen “Allah yerin ve göğün yoktan yaratıcısıdır” sözündeki maksat: Hrıstiyanların “İsa bir baba olmaksızın yoktan yaratılmıştır o halde ilahtır” sözüne reddiyedir. Allah onların bu batıl sözlerine karşı, “Semanın ve yerin de yoktan yaratıldığını” ifade ederek, “Eğer hükmünüz doğru ise gökyüzü ve yeryüzünün de benim evladım olması gerekir” diyerek, görüşlerinin yanlış olduğunu beyan etmiştir.
2. İhtimalin batıllığı ise şöyledir:
Bu ihtimal adet olan doğum işidir. Doğum ise ancak eşi ve şehveti bulunan, kendinden “bir parça ayrılıp, eşinin karnında duran” kimseler için düşünülür. Bütün bunların Allah hakkında düşünülmesi ise imkânsızdır. O halde madem Allah’ın eşi ve şehveti olamaz ve ondan bir parça kopup başkasının karnında duramaz, o halde bilinen yollan evlat edinmekte Allah hakkında düşünülemez.
İşte ayette geçen “Onun nasıl çocuğu olabilir, onun eşi yok ki” ifadesiyle murat olan mana budur. Allah bu ifadeyle de Hz. İsa’nın evladı olduğu iddiasını reddeder.
Hem bu yolla çocuk edinmek, bir defada yaratıp icat etmeğe gücü yetmeyenler hakkında düşünülebilir. İşte ayette geçen “O her şeyi yaratmıştır” ifadesiyle kastedilen, Allah’ın kudretinin nihayetsizliği beyan ile Hrıstiyanların bu batıl sözlerini reddetmektir. Hem bu çocuk ya ezeli olur ya da sonradan yaratılmış olur. Ezeli olması düşünülemez. Çünkü ezeli olmak sadece Allah’a aittir ve Onun sıfatıdır. Geriye kalan ise sonradan yaratıldığıdır. Eğer Allah çocuk edinmekte bir kemal bilseydi, elbette iradesi ona taalluk eder ve onu çok evvel yaratırdı.
Hz. İsa’ya kadar beklemezdi. Yok, eğer çocuk edinmekte bir kemal ve fayda görmediyse, zaten onu hiçbir zaman yaratmamış olması gerekir. İşte ayette geçen “O, her şeyi hakkıyla bilendir” ifadesi bu manaya işarettir.
İşte gördüğünüz gibi kısacık bir ayetle, Hrıstiyanların davasının batıllığı ne kadar güzel ispat edilmiş.
Ayetin her bir kelimesinde farklı bir delil ve farklı bir cihet tercih edilmiş.
Diğer ayetleri sen buna kıyas et ve dilersen bu bahsi eserlerinde yüzlerce misal ile ispat eden âlimlerin eserlerine müracaat et.
.
Kur’an’ın manasındaki câmiiyyet harikadır.
Kur’an’ın ayetleri birçok manaları ifade eder. Her muhatap, kendine uygun manayı o ayetin kapısından alır.
Evet, Kur’an öyle bir kitaptır ki, bütün fıkıhçılar ve müçtehid âlimlere kaynak olmuş, Allah’ı hakkıyla tanıyan bütün arifler ondan zevk almış, hakikate ulaşan ve kavuşan bütün vâsıllar meşreplerini, bütün kâmiller mesleklerini, bütün hakikat âlimleri mezheplerini ve bütün evliyalar usullerini Kur’an’dan öğrenmiş ve Kur’an onlara, manasının hazinesinden ihsan etmiş.
Her vakit onlara mürşit ve rehber olmuş. Onlara yollarını göstermiş.
Acaba, bu kadar mezheplere, mesleklere, meşreplere kaynak olup, o meslek ve meşrep mensuplarını hakka ve hakikate ulaştıran, her vakit onlara rehber ve mürşid olan bir kitabın hâşâ bir beşer sözü olması hiç mümkün müdür?
.
Kur’an’ın ilmindeki câmiiyyet harikadır.
Evvela İslamiyet’in, başta, fıkıh, kelam, akait, tefsir, tasavvuf olmak üzere bütün ilimleri Kur’an’ın ilim denizinin damlalarıdır ve Kur’an güneşinin parlayan akisleridir.
Hem Kur’an sadece İslamiyet ilimlerine, ilim denizinden su akıtmakla kalmamış, astronomi, coğrafya, fizik gibi bütün pozitif ilimlere de, denizinden her vakit su akıtmıştır.
Kur’an’ın pozitif ilimlere ve bu ilimlerle uğraşan mensuplarına nasıl har vakit rehber olduğunu ve o ilimlerin keşfettiği hakikatlerin Kur’an’da bulunduğunu, bir başlık altında detaylarıyla inceleyeceğimizden bu bahsin misallerine burada girmiyoruz.
Acaba, böyle maddî ve manevî bütün ilimlerin çekirdeklerini kendinde bulunduran bir kitabın, Allah’ın sözü olmasından başka bir ihtimal var mıdır?
.
Kur’an’ın ilmindeki câmiiyyet harikadır.
Evvela İslamiyet’in, başta, fıkıh, kelam, akait, tefsir, tasavvuf olmak üzere bütün ilimleri Kur’an’ın ilim denizinin damlalarıdır ve Kur’an güneşinin parlayan akisleridir.
Hem Kur’an sadece İslamiyet ilimlerine, ilim denizinden su akıtmakla kalmamış, astronomi, coğrafya, fizik gibi bütün pozitif ilimlere de, denizinden her vakit su akıtmıştır.
Kur’an’ın pozitif ilimlere ve bu ilimlerle uğraşan mensuplarına nasıl har vakit rehber olduğunu ve o ilimlerin keşfettiği hakikatlerin Kur’an’da bulunduğunu, bir başlık altında detaylarıyla inceleyeceğimizden bu bahsin misallerine burada girmiyoruz.
Acaba, böyle maddî ve manevî bütün ilimlerin çekirdeklerini kendinde bulunduran bir kitabın, Allah’ın sözü olmasından başka bir ihtimal var mıdır?
.
Kur’an’ın bahislerindeki câmiiyyet harikadır.
Kur’an’ın bahislerindeki câmiiyyet yani işlediği konulardaki genişlik harikadır.
Evet, Kur’an, insan ve insanın vazifesi, kâinatın yaratıcısı, gökyüzü ve yeryüzü, dünya ve ahiret, geçmiş ve gelecek, ezel ve ebedin kapsamlı bahislerini kendinde bulundurmakla beraber, bir damla sudan yaratmaktan tâ kabre girinceye kadar yemek, yatmak adabından, tâ kaza ve kader bahislerine kadar 6 günde âlemi yaratmaktan, tâ rüzgârların esmesindeki vazifeye kadar insanın kalbine ve iradesine müdahalesinden, ta Allah’ın bütün gökyüzünü kudret elinde tutmasına kadar zeminin çiçek, üzüm ve hurmasından tut, ta kıyametin kopmasına kadar semanın ilk yaratılışındaki halinden tut, ta kıyamet hengâmında yıldızların düşüp fezada dağılmasına kadar dünyanın imtihan için açılmasından, tâ kapanmasına kadar ahiretin birinci menzili olan kabirden, ta cennete ve ebedi saadete kadar geçmişteki vukuatlardan, Hz. Âdem’in yaratılışından, iki oğlunun kavgasından tâ Nuh tufanına ve Firavunun boğulmasına kadar Peygamberlerin önemli hadiselerinden tut, ta ruhlar âleminde alınan söze kadar, bütün mühim ve esas meseleler, Kur’an’da öyle bir tarzda beyan edilmiştir ki, bu beyanı Allah’tan başkası yapamaz.
İşte Kur’an, kendindeki bahisler cihetiyle de, bu kâinatı yaratan zatın beyanına yakışır bir şekildedir. Ve bu beyan ancak, bütün kâinatı bir saray gibi yaratıp, idare eden, maziyi ve istikbali iki sayfa gibi bir anda görüp temâşa eden bir zata yaraşır bir beyan tarzıdır.
Kendinde hiçbir taklit şaibesi ve bir beşerin sözü olması emaresi yoktur. Nasıl ki, gündüzün ışığı “güneşten geldim” der, aynen böyle de Kur’an dahi, “ben, şu âlemin yaratıcısı olan Allah’ın beyanıyım ve kelamıyım” der.
Kur’an-ı Kerim, zikir edilen bu özellikleriyle Allah’tan başka kimin sözü olabilir?
Allah’tan başka kim ona sahip çıkabilir?
Dünyayı ışıklandıran ziya, güneşten başka hangi şeye yakışır?
Kâinatın sırrını keşfedip, âlemi ışıklandıran Kur’an’ın beyanı da, Allah’tan başka kimin nuru olabilir?
Kimin haddine düşmüş ki, Kur’an’a benzer yapsın ve onun taklidini getirsin?
.
Kur’an’ın ifadelerindeki icaz harikadır.
İcaz: Az söz ile çok şey anlatmak sanatıdır.
Kur’an’ın ifadelerinde “icaz” vardır. Ve bu icaz, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunun delilidir.
Kur’an sözü az söyler ama o söz çok manaya gelir. Adeta bir tek sure, bütün Kur’an’ı içine alır.
Bir tek ayet ise, o surenin hazinesini içine alır. Ayetlerin çoğu, her birisi birer küçük sure, surelerin çoğu, her birisi birer küçük Kur’an’dır.
İşte beşerin taklitten aciz kaldığı şu icaz, Allah’ın insanlığa bir lütfu ve kolaylaştırmasıdır. Çünkü herkes her vakit Kur’an’a muhtaç olduğu halde, ya gafletten ya da başka bir sebepten dolayı her vakit bütün Kur’an’ı okumaya vakit bulamaz. İşte, bütün Kur’an’ı okumaya fırsat bulamayanlar için, her bir sure, birer küçük Kur’an hükmünde, hatta her bir uzun ayet, birer kısa sure makamındadır.
Hatta Kur’an’ın, fatiha da, fatihanın ise besmelede yazılmış olduğuna, keşif ve tahkik ehli ittifak etmiştir.
Nasıl ki Cenab-ı Hak bir ağaçtaki bütün manaları süzüp bir çekirdekte topladığı gibi, bütün Kur’an-ı Kerimi de süzüp, fatiha da cem etmiş bulunuyor.
Bazı haddini aşan kimseler, fatihanın kısa bir tercümesini getirerek; “Bütün Kur’an, mesela yasin suresi bunun neresinde?” diyerek sual ediyorlar.
Bu sualin cevabına muhatap olabilmekte büyük bir ilimle olabileceğinden meseleyi basitçe şöyle izah ediyoruz;
Elimize bir elma çekirdeği alarak o şahsa soruyoruz: “yapraklar bu çekirdeğin neresinde? Dallar neresinde yazılı? Çekirdeğin kökü nerede? Soru sahibinin bize vereceği cevap şöyle oluyor: “Bu çekirdeği toprağa atıp beklemek veya bu mesele ile ilgili ilmin derinliklerine varmak lazımdır ki, mesele anlaşılsın”
İşte kâinat kitabında durum böyle olduğu gibi, Kur’an-ı Kerim’de de böyledir. Fatiha çekirdeğinin nasıl büyüdüğünü ve ondan Kur’an ağacının nasıl çıktığını anlamak için de beklememiz yani bunun için gerekli ilmi tahsil etmemiz lazım geliyor.
Şimdi bu bahsin yüzlerce misallerinden sadece “Elhamdülillah” cümlesine bakalım:
Bu cümlenin en kısa manası şudur: “Ne kadar hamd ve medih varsa, kimden gelse kime karşı olsa ve kime yapılırsa yapılsa ezelden ebede kadar O varlığı zaruri olan zata hastır ve layıktır ki Ona Allah denilir.” Şimdi bu uzun mananın, nasıl kısacık bir ifadeden çıktığına bakalım:
“Ne kadar hamd varsa” manası; ”Elhamdülillah” ın başındaki “el” takısından çıkıyor. Arapçada bu takıya “lam-ı istiğrak” denir. İlave olduğu kelimenin manasını umumi kılar.
Sadece “hamd” kelimesi; herhangi bir hamdı ifade ettiği halde, “el-hamd” denildiğinde “her ne kadar hamd varsa, bütün hamd ve senalar” manasını ifade eder.
“Her kimden gelse” manası ise; “hamd” kelimesi mastar olup, faili terk edildiğinden, böyle makamlarda umumiyet ifade ediyor ve hamd eden herkesi içine alıyor.
“Kime karşı olsa ve kime yapılırsa yapılsa” manası ise: meful, yani “failin, fiilinin tesir ettiği şey”, terk edildiğinden, hitap makamında umumiyeti ifade ettiğinden çıkıyor. Kime karşı olursa olsun yapılan bütün hamdları içine alıyor.
“Ezelden ebede kadar” manasını ise: cümlemizin isim cümlesi olması ve fiil cümlesine tercih edilmesi ifade ediyor. Zira isim cümleleri fiil cümlelerine kıyasla sebatı ve devamı ifade eder. “Hastır ve layıktır” manasını ise: “lillah” kelimesinin başındaki “lam” ifade ediyor. Bu “lam”a Arapça’da “lam-ı tahsis” denir. Sadece ona has ve ait olmayı ve onun sahip olduğunu ifade eden bir harftir.
“Varlığı zaruri olan zat” manasını ise: Allah ismi ifade ediyor. Çünkü Allah olabilmesi için “Vacibu-l Vücud” yani, varlı-ğının zaruri ve kendinden olması gerekir.
İşte “Elhamdülillah” gibi kısacık bir ifadenin sadece Arapça gramer kaideleriyle zahiri manasını gördün.
Acaba bu kısacık kelimenin zahiri manası böyle olursa, onda ne kadar gizli manalar olur, sen kıyas et.
Ve bu misalle anla ki, her bir Kur’an harfi, bir hakikat hazinesi hükmündedir. Bazen bir tek harf, bir sayfa kadar hakikati ders verir.
Kur’an’ın şebabeti, Allah’ın Kelamı olduğunu ispat eder.
Adeta Kur’an, her asırda nazil oluyormuş gibi gençliğini ve tazeliğini koruyor.
Kelamlar, insana ve elbiseye benzer. Zamanın geçmesiyle ihtiyarlar ve eskir. Kimse yüzlerine bakmaz.
Ama Kur’an, on dört asır önce inmesine ve herkesin eline kolayca geçmesine rağmen tazeliğini ve gençliğini koruyor. Ezeli bir hutbe olarak, bütün zamanlardaki bütün insanlara hitap ediyor. Hatta her asır ahalisi, Kur’an’ı sadece kendine hitap etmiş ve kendileriyle konuşur buluyor. Her ilim grubu, ondan istifade etmek için devamlı yanlarında bulundurdukları ve ifade tarzını taklide çalıştıkları halde, Kur’an-ı Kerim, üslubundaki ve beyanındaki eşsizliği muhafaza ediyor.
Hâlbuki beşerin eserleri, sözleri ve kanunları, beşer gibi ihtiyarlıyor ve değişiyor. Fakat Kur’an’ın hükümleri ve kanunları o kadar sağlamdır ki, asırlar geçtikçe daha ziyade kuvvetini gösteriyor. Evet, Kur’an’ın hükümleri, kanunları medeniyet kanunları gibi ihtiyar olup, ölüme mahkûm değildir. Daima gençtir ve kuvvetlidir.
Bu meselenin binler misalinden numune olarak birini beyan edeceğiz:
Bakara suresi 43. ayet de
“Namaz kıl ve zekât ver” buyrularak zekât farz kılınmıştır. Ve “zekât” Kur’an’da 32 defa zikir edilmiştir.
Ve yine bakara suresi 275. ayet de “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” buyrularak faizin haram olduğu beyan edilmiştir.
Şimdi Kur’an’ın zekât emrinin ve faizin haram olması hükmünün ne derece yerinde bir hüküm olduğunu ve bu ikisi olmazsa bir toplumun asla gelişemeyeceğini anlamaya çalışalım, şöyle ki:
İnsanlar arasındaki bütün karışıkların sebebi bir kelime olduğu gibi, bütün kötü ahlakın madeni de bir kelimedir.
Birinci kelime: “Ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne.”
İkinci kelime; “Sen çalış, ben yiyeyim.”
Evet, toplum hayatında, zenginler ve fakirlerin rahatla yaşamasının ve birbirleriyle güzel bir şekilde geçinmesinin şartı şudur ki; Zenginler, fakirlere merhamet ve şefkat gösterecek, fakirler de zenginlere karşı hürmet ve itaat edecek. Yani yukarıdan aşağıya merhamet, aşağıdan yukarıya ise hürmet olacak.
Hâlbuki medeniyet bütün gayretleri ve kanunlarıyla birlikte beşerin bu iki tabakasını anlaştıramadığı ve aralarında sulh yapamadığı gibi, evvelki iki kelimenin açtığı yarayı da tedavi edememiştir.
Kur’an’ın hâkim olmadığı bütün memleketlerde bu iki grup birbirine düşmandır. Fakirler, zenginlerin mallarını çalar ve yağma eder, zenginler ise fakirleri köleleştirmeye çalışır.
Kur’an ise birinci kelime olan “ben tok olayım, başkası açlıktan ölse bana ne”yi zekât ile tedavi eder. Kendi malında fakirin de hakkı olduğunu beyan ile onu paylaşmaya davet ve emir eder. Hatta İslamiyet’i inkâr eden gayr-i müslimler dahi Kur’an’ın bu emrindeki hikmeti anlamışlar ve şöyle demişlerdir:
“İslam’ı inkâr ediyoruz ama zekât müessesesini inkâr etmek mümkün değil. Eğer zekât hayata geçirilse, beşeriyet fakirlikten kurtulacaktır.”
İkinci kelime olan “Sen çalış, ben yiyeyim”i ise faizi haram etmekle yok eder.
Evet, Kur’an, âlemin kapısında durup: “İnsan için ancak çalıştığı vardır” ve “Allah alışverişi helal, faizi ise haram kıldı” gibi ayetlerle “Faize ‘yasaktır’” der. “Kavga kapısını kapatmak için, faiz kapısını kapayınız” diyerek insanlara ferman eder ve talebelerine “girmeyiniz” diye emreder.
Şimdi Kur’an’ın diğer emir ve yasaklarındaki hikmeti ve menfaati, zekâtın farziyyeti ve faizin haramlığı hükmündeki hikmetlere kıyas edin.
Ve bununla zaman ihtiyarladıkça Kur’an’ın nasıl gençleştiğini ve tazeliğini nasıl koruduğunu bir derece anlayın.
Elbette on dört asır yaşamasına rağmen, tazeliğini ve gençliğini bu derece muhafaza eden, emir ve yasakları her asırda geçerli olan bir kitap, asla bir beşerin sözü ve fikrinin ürünü olamaz. Olsa olsa ancak, Allah’ın kelamı olabilir.
.
Kur’an ayetlerinin sonunda, Allah’ın isimlerinin zikri emsalsizdir.
Kur’an, yüzlerce ayeti ile bu bahse delilidir. Biz sadece enbiya suresinden bir sayfa ile yetinelim:
“Allah yolunda hicret edip sonra öldürülen veya ölenleri, hiç şüphesiz ki Allah güzel bir rızıkla rızıklandıracaktır. Muhakkak ki Allah rızık verenlerin en hayırlısıdır. Allah onları memnun kalacakları bir yere girdirecektir. Muhakkak ki Allah Âlimdir ve Halimdir.
İşte böyle, kim kendisine verilen eziyetin dengi ile karşılık verir de, bundan sonra kendisine yine bir tecavüz ve zulüm vaki olursa, emin olmalıdır ki, Allah ona mutlaka yardım edecektir. Muhakkak ki Allah Afuvdur (affedicidir) ve Gafurdur. (mağfiret edicidir).
Böylece Allah haksızlığa uğrayana yardım edecektir ve buna kadirdir. Çünkü Allah geceyi gündüze katar, gündüzü geceye katar. Şüphesiz Allah işitendir ve görendir.
Böyledir. Çünkü Allah hakkın tâ kendisidir. Onun dışında taptıkları ise batıldan başka bir şey değildir. Gerçek şu ki, Allah Âlidir (uludur) ve Kebirdir (büyüktür).
Görmedin mi, Allah gökten yağmur indirir de bu sayede yer-yüzünü yeşertir. Gerçekten Allah Latiftir (lütufkârdır), Habirdir. (her şeyden haberdardır).
Göklerde ve yerde ne varsa O’nundur. Hakikaten yalnız O Ganidir (zengindir) ve Hamiddir. (övülmeye layıktır)
Görmedin mi, Allah, yerdeki eşyayı ve emri uyarınca denizde yüzen gemileri sizin hizmetinize verdi. Göğü de, kendi izni olmadıkça yer üzerine düşmekten korur. Çünkü Allah insanlara karşı Rauftur (çok şefkatlidir), ve Rahimdir (çok merhametlidir).(Hac:59-65)
İşte Kur’an’dan sadece bir sayfayı dinledik. Bu sayfada zikir edilen Allah’ın isimleri bazen delil ve bazen de netice olmuş. Mesela, Allah hicret edip sonra ölen ve öldürülenleri güzel bir şekilde rızıklandıracağını ve onları memnun kalacakları bir yere sokacağını haber vermiş.
Buna delil olarak ta “hayru-r râzıkîn” yani rızık verenlerin en hayırlısı olduğunu bildirmiş. Âlim ve halim olduğundan bahsetmiş. Yani madem rızık verenlerin en hayırlısıdır, elbette kendi yolundan hicret ederek, ölen veya öldürülenlerin amellerini zayi etmez, onları da rızıklandırır, hem âlimdir, her şeyi ve onları nasıl rızıklandıracağını en iyi bilir.
Hem de halimdir, onlara eziyet vererek hicrete mecbur bırakanlardan intikamlarını sonra alır.
Hem Allah geceyi gündüze, gündüzü de geceye katar. O halde işiten ve gören olmalıdır. İşitmeyen ve göremeyen bu azametli fiile fail olamaz. Zira bu icraatlar dünyayı güneş etrafında bir nizam ile çevirmekle mümkündür ki, bu da görmek ve işitmeği gerektirir.
Hem Allah yağmuru indirir ve onunla yeryüzünü yeşertir. O halde Elbette bunu yapan Latiftir (lütufkârdır), Habirdir (her şeyden haberdardır).
Şimdi diğer ayetlerin sonlarında zikir edilen isimleri sen bunlara kıyas et.
Kur’an-ı Kerim’in Allah’ın fiillerinden ve eserlerinden nasıl bahsettiğini, kâinatı evirip, çevirip, içindeki fiil ve eserleri nasıl göze gösterdiğini ve sonra, o fiil ve eserlerden ilâhi isimleri nasıl çıkardığına şahit ol.
Acaba hiç mümkün müdür ki, bu sözler bir beşerin sözü olsun? Hayır, asla olamaz. Çünkü bir beşer kendi aklıyla Allah’ın isim ve sıfatlarını bu derece keşfedip, kâinattaki fiil ve eserlerde bu isim ve sıfatları bu derece göremez ve gösteremez.
Hele bu zat ümmî ise, okuma yazma bilmiyorsa, yaşadığı asır; küfrün karanlıkları içinde boğulmuş ve elleriyle yaptıkları putlara tapacak kadar akıldan ve insanlıktan uzaklaşmış ise, bu daha da imkânsızdır.
Evet, insan bir peygamberi işitmese de Allah’ı bulabilir hatta bulmalıdır ve onu tanımalıdır. Ancak Allah’ın isim ve sıfatlarını tamamıyla keşfedemez. Hatta bırakın tamamını, çok azına bile ulaşamaz.
Madem Kur’an bu isim ve sıfatları bize haber vermiş, O halde Kur’an’ı bize tebliğ eden zat Allah’ın peygamberidir, Kur’an’da Allah’ın sözüdür.
Ve ayetlerinin sonundaki Esma-ül Hüsna’nın latif zikrinin şehadetiyle bu Kur’an Allah’ın kelamıdır.
.
Kur’an ayetlerinin, kâinattaki fiil ve eserleri, iman hakikatlerine delil yapması harikadır.
Mesela, Rum suresi 50. ayette şöyle buyrulmuş:
“Allah’ın rahmet eserlerine bak. Yeryüzünü, ölümünün ardından nasıl diriltiyor. Şüphesiz O, ölüleri de mutlaka diriltecektir. O, her şeye gücü yetendir.”
İşte bu ayetle, ilk önce yeryüzünde, bilhassa bahar mevsiminde yaratılan canlılara dikkat çekiliyor. Tohumlardan, çekirdeklerden, yumurta ve su damlacıklarından, ne kadar çok canlının, noksansız, hatasız, birbirine karıştırılmadan, mükemmel bir şekilde icat edildiği göze gösteriliyor.
Ve daha sonra, bu fiil ve eserler, öldükten sonra dirilmeye delil yapılıyor. Yani deniliyor ki:
“Yeryüzünü böyle ihya edip, kışın ölen mahlûklar, yazın aynen iade eden Allah’a, sizin öldükten sonra diriltilmeniz mi zor gelecek? Hayır, asla zor gelmez. Çünkü O, her şeye gücü yetendir.”
Ve yine Nâziat suresinde şöyle buyrulmuş:
“Yaratma bakımından acaba sizce, yeniden sizi diriltmek mi daha zor, yoksa uçsuz bucaksız gökyüzünü yaratmak mı daha zor? Hâlbuki Allah gökyüzünü bina etti. Onu direksiz yükseltti ve onu kusursuz işleyen bir sisteme bağladı. Gecesini kararttı, gündüzünü ağarttı. Ondan sonra yerküreyi deve yumurtası şeklinde icat etti.
Hayvanlarınız ve kendiniz için bir faydalanma ve beslenmek üzere yerden sular çıkardı, orada otlaklar yarattı ve dağları sağlam bir şekilde çaktı.” (Naziat:27-33)
İşte Allah, bu ayette de, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için, ilk önce semanın ve yeryüzünün ve içindekilerinin icadından bahsetti.
Dünya daki eserlerini ve fiillerini, adeta gözümüze soktu. Bu eser ve fiillerle nihayetsiz kudretini ve sonsuz kuvvetini ispat etti. Ve daha sonra “böyle kuvvetli bir zata ne ağır gelebilir” diyerek öldükten sonra dirilmeye geniş bir kapı açtı.
Şimdi, Kur’an’ın, Allah’ın eserlerinden ve fiillerinden bahseden ve bu bahsi, iman hakikatlerine delil yapan diğer ayetlerini, bu iki misale kıyas et!
Acaba hiç mümkün müdür ki, bu ifadeler ümmî olan, hayatında bir harf bile yazmamış, bir kelime bile okumamış bir beşere ait olsun. Hayır asla!
Bu üslup Allah’tan başka kimseye ait olamaz ve Allah’tan başka kimse bu kelama sahip çıkamaz
.
Kur’an’ın ilahi sanattan bahseden ayetlerinin hatimesi harikadır.
Kur’an, beşerin nazarına, ilahi sanatın dokumalarını açar, gösterir. Sonra ayetin hatimesinde ve sonunda, o sanat eserlerini, ilahi isimlerin içine sarar ya da akla havale eder.
Mesela: Yunus suresi 31. ve 32. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“De ki, gökten ve yerden sizi rızıklandıran kimdir?
Ya da o kulak ve gözlerin sahibi kimdir?
Ölüden diriyi, diriden ölüyü kim çıkartıyor?
Her türlü işi idare eden kim?
Onlar “Allah” diyecekler.
De ki: o halde, hala korkup sakınmayacak mısınız?
İşte sizin gerçek Rabbiniz olan Allah O’dur.”
İşte Kur’an bu ayet ile başta der: Sema ve zemini, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayıp, oradan yağmuru, buradan hububatı çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr hazinedar hükmüne kimse getirebilir mi? Öyle ise şükür ona münhasırdır.
İkinci fıkrada der ki: “Sizin azalarınız içinde en kıymettar olan göz ve kulaklarınızın maliki kimdir? Hangi tezgâh ve dükkândan aldınız? Bu latif, kıymettar göz ve kulağı verecek, ancak Rabbinizdir. Sizi icad edip, terbiye eden de Odur ki, bunları vermiştir. Öyle ise, yalnız Rab O’dur. Mabud da O olabilir.”
Üçüncü fıkrada der ki: “Ölmüş yeri ihya edip, yüz binler ölmüş taifelere hayat veren kimdir? Haktan başka ve bütün kâinatın yaratıcısından başka şu işi kim yapabilir? Elbette O yapar, O hayat verir. Madem Allah Hak’tır, kimsenin hukukunu zayi etmeyecektir. Sizi büyük bir mahkemeye gönderecektir. Yeryüzünü dirilttiği gibi, sizi de diriltecektir”
Dördüncü fıkrada der: “Bu büyük kâinatı bir saray gibi, bir şehir gibi intizamla idare edip tedbirini gören, Allah’tan başka kim olabilir? Koca kâinatı, bütün yıldızlarıyla gayet kolay idare eden kudret, o derece kusursuz, nihayetsizdir ki, hiçbir ortak ve yardıma ihtiyacı olmaz. Ve bu koca kâinatı idare eden zat, küçük mahlûkları başkasına bırakmaz. Demek; ister istemez “Allah” diyeceksiniz.”
İşte, birinci ve dördüncü fıkra “Allah” der.
İkinci fıkra “Rab” der.
Üçüncü fıkra ise “el-Hak” der.
Ve ayetin sonu
فَذَلِكُمُ اللّهُ رَبُّكُمُ الْحَقُّ
diyerek biter.
Bu ifade ne kadar mucizene düşmüştür, biraz aklı olan anlar. Ve bu ifadenin Allahtan başka sahibi olamayacağına iman eder.
.
Kur’an’ın, Allah’ın fiillerini izah ile kanaat verip sonra öz bir cümle ile hıfzettirmesi harikadır.
Bu bahsinde çok misalleri var. Biz, bir tanesiyle yetineceğiz; Mesela: Ali İmran suresi 26. ve 27. ayette şöyle buyrulmuş:
“De ki: Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım!
Sen mülkü dilediğini verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın.
Her türlü iyilik senin elindedir.
Muhakkak ki sen, gücü her şeye yetensin. Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye katarsın, ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartırsın.
Ve dilediğine hesapsız rızık verirsin”
İşte bu ayetin her bir cümlesi, ayetin sonu olan “dilediğine hesapsız rızık verirsin” ifadesini ispat edecek şekildedir. Ve ayetin tamamı bu cümlede hülasa edilmiş ve özetlenmiştir.
Şöyle ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah’ım! Sen mülkü dilediğini verirsin ve mülkü dilediğinden alırsın. Dilediğini aziz eder, dilediğini alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir.” ayetiyle; Cenab-ı Hakk’ın, insanın toplum hayatındaki tasarrufu gösterilmiş.
Ve denilmiş ki; “İzzet ve zillet, fakirlik ve zenginlik doğrudan doğruya Cenab-ı Hakk’ın dilemesine ve iradesine bağlıdır. Aziz yapan da O’dur, zelil yapan da. Mülkü veren de O’dur, mülkü alan da. Demek bütün tabakaların en dağınık işlerine kadar her şey Allah’ın dilemesi ve takdiriyledir, tesadüf karışamaz.”
Ve şu hükmü, zikir edilen ayetle verdikten sonra, insanın hayatında en mühim iş onun rızkıdır. Bu sebepten devamındaki ayet olan “Muhakkak ki sen, gücü her şeye yetensin. Geceyi gündüze sokarsın, gündüzü geceye katarsın, ölüden diriyi çıkartır, diriden de ölüyü çıkartırsın” ifadeleriyle insanın rızkının, doğrudan doğruya, Allah’ın rahmet hazinesinden çıktığını ve rızkın bu hazineden gönderildiğini bir iki giriş ile ispat eder. Der ki: “Rızkınız, yerin hayatına bağlıdır. Yerin dirilmesi de, bahara bakar. Bahar ise güneş ile ayı emrine itaat ettiren, gece ve gündüzü çeviren zatın elindedir. Öyle ise, bir elmayı bir adama hakiki rızık olarak vermek, bütün yeryüzünü bütün meyvelerle dol-duran zatın işi olabilir.”
Ve bundan sonra ayet şöyle biter: “Ve dilediğine de hesapsız rızık verirsin.” İşte bu ayet ile önceki fiilleri özet yapar ve ispat eder. Yani “Hesapsız rızık veren odur ki, bu fiilleri yapar” der.
Görüldüğü gibi ayetlerde uzunca izah edilen Allah’ın fiilleri, nasıl bir cümlede ispat ve hülasa ediliyor. Adeta o cümle, kendinden önceki bütün ayetlerin manasını kendinde saklayan ve onların manalarını ispat eden bir çekirdek oluyor.
Böyle noksansız ve güzel sözler, Allah’tan başka kimin sözü olabilir? Ve nasıl bu kelama hâşâ “bir beşer sözü” denilebilir.
.
Kur’an’ın, Allah’ın yarattıklarını bir tertip ile zikrederek, o tertipten ilahi isimleri göstermesi harikadır.
Kur’an, kâh olur Allah’ın yarattıklarını bir tertip ile zikreder, sonra o mahlûklar içinde bir nizam, bir denge olduğunu ve o tertibin meyveleri ve neticeleri olduğunu göstermekle, o fiillerde cilvesi bulunan ilahi isimleri gösterir. Sanki o mahlûklar, bir kelimedir. İlahi isimler onun manalarıdır.
Mesela, Müminun suresinde şöyle buyrulmuş:
“Andolsun ki, biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu bir nutfe, bir damla su olarak sağlam bir yere, ana rahmine yerleştirdik.
Sonra nutfeyi yapışkan bir kan pıhtısı olarak yarattık.
O kan pıhtısından da bir çiğnem et yarattık.
O bir çiğnem etten de kemik yaptık.
Sonra kemiklere et giydirdik.
Sonra onu başka bir yaratılış ile inşa ettik.
Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir.” (Müminun: 12-13-14)
İşte, Kur’an, insanın yaratılışının o acayip, garip, harika, muntazam ve dengeli tavırlarını öyle güzel bir tarzda zikir edip, tertip ediyor ki, “Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir” ifadesi kendi kendine içinde görünüyor.
Hatta vahyin bir kâtibi şu ayeti yazarken, daha şu cümle gelmeden evvel, şu ifadeyi kendisi söylemiş ve “acaba bana da mı vahiy gelmiş” zannında bulunmuştur. Hâlbuki ayetin evveli o kadar tertiplidir ve birbiriyle uyumludur ki, o kelam gelmeden kendini göstermiştir.
Hem mesela Araf suresi 54. ayette şöyle buyrulmuş:
“Hiç şüphe yok ki, sizin Rabbiniz; gökleri ve yerleri altı günde yaratan sonra da arş üzerine istiva eden Allah’tır. O gündüzü, peşi sıra ile kovalayan gece ile bürüyüp örter. Gü-neş, ay ve yıldızlar emri ile ona itaatkâr kılınmışlardır. İyi bilin ki, yaratma ve emir de onundur. Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir”
İşte Kur’an bu ayette, Allah’ın kudretinin azametini ve İlahi saltanatın haşmetini öyle bir tarzda gösteriyor ki;
Gökleri ve yerleri altı günde yaratmış. Güneş, ay, yıldızlar itaatkâr askerler gibi emirlerine hazır. Geceyi ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürerek, Âlemlerin rabbi olduğunu kâinat sayfalarında yazan ve rubûbiyet arşında duran, celal sahibi bir kadiri gösterdiğinden, her ruh işitse “bârekallah,” (Allah ne mübarek kılmış), “mâşaallah” (dilemiş de güzel yapmış), fetebârakellâhü rabbül âlemîn” (Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir) demeyi arzular.
Demek “Tebârakellâhü Rabbül âlemîn” (Âlemlerin rabbi olan Allah’ın şanı ne de yücedir) cümlesi, önceki beyanın özeti, çekirdeği ve meyvesi hükmüne geçer.
.
Kur’an’ın, değişikliğe maruz maddî şeyleri zikredip, onları sabit hakikatler suretine çevirmek için ilahi isimler ile bağlaması harikadır.
Bazen de tefekküre ve ibrete teşvik etmek için bir netice ile son verir. Kur’an’ın bu meziyeti de beşerin taklitten aciz kaldığı bir özelliğidir.
Mesela: Bakara suresi 30, 31 ve 32. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“Bir vakit Rabbin meleklere; “Yeryüzünde bir halife yaratacağım” dedi.
Onlar; “bizler, hamdin ile seni tesbih ve takdis ederken, yeryüzünde fesat çıkaracak ve kan dökecek insanı mı halife kılıyorsun” dediler.
Allah da onlara; “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. Ve Allah, Âdem’e bütün isimleri öğretti.
Sonra onları meleklere göstererek; “Eğer siz sözünüzde sadık iseniz, şunların isimlerini bana bildirin” dedi.
Melekler; “Ya Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz ki, senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz ki sen âlimsin ve hâkimsin” dediler.”
İşte şu ayet, evvela; Hazreti Âdem’in yeryüzüne halife olmasından, meleklere olan üstünlüğünden ve bu üstünlüğün sebebinin “ilim” olmasından bahisle, cüz’i bir meseleyi zikreder. Sonra, o hadisede meleklerin Hz. Âdem’e karşı ilim noktasında mağlup olma hadisesini beyan eder.
Ve sonrada bu iki hadiseyi iki isim ile özetler. Yani melekler, ayetin sonunda Allah’a hitaben; “Entel Alîmul Hâkim” “Sen Âlimsin ve Hâkimsin” der.
Evet, “Âlimsin, her şeyi bildiğinden, Hz. Âdem’e eşyaların ismini öğrettin de bize galip oldu.
Ve Hâkimsin, bize kabiliyetimize göre veriyorsun, bizi melek yapıyorsun, ona kabiliyetine göre veriyorsun, yeryüzüne halife yapıyorsun.”
İşte ayetin sonu, evvelinde zikir edilen hadiseyi özetleyecek şekilde iki isim ile ne de güzel tamamlanmış. Elbette bu nükteler, ancak Allah’ın kelamına has nüktelerdir. Ve beşerin sözünde böyle ince nükteler bulunmaz.
Kur’an bazen de, değişikliğe maruz olan ve muhtelif tavırlara giren maddî eşyadan bahseder ve sonra tefekküre ve ibrete teşvik etmek için akla havale eder.
Mesela, Nahl suresi 66 ve 67. ayet de şöyle buyrulmuş:
“Muhakkak ki sizin için hayvanlarda bir ibret vardır. Zira size, onların karınlarında ki, kan ve fışkı arasından gelen, içenlerin boğazından kolayca geçen bir süt içiriyoruz.
Hurma üzüm gibi meyvelerden hem içecek hem de güzel gıdalar edinirsiniz.
İşte bunlar da aklını kullanan kimseler için büyük bir ibret vardır.
Ve rabbin bal arısına; ‘dağlardan, ağaçlardan ve insanların yaptıkları çardaklardan kendine evler edin, kovanlar yap. Sonra meyvelerin her birinden ye ve Rabbinin sana kolaylaştırdığı yaylım yollarına git’ diye vahyetti.
Onların karınlarından, renkleri çeşitli bir şerbet bal çıkar. On da insanlar için bir şifa vardır.
Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır.”
İşte şu ayetler, Cenab-ı Hakk’ın koyun, keçi, inek, deve gibi mahlûklarını insanlara, halis, safi, leziz bir süt çeşmesi, üzüm ve hurma gibi yiyecekleri insanlara latif, leziz nimet kazanları ve arı gibi küçücük kudret mucizelerini de şifalı ve tatlı güzel bir şerbetçi yaptığını gösterdikten sonra tefekküre, ibrete, başka şeyleri de bunlara kıyas etmeğe teşvik için “Elbette bunda düşünen bir kavim için büyük bir ibret vardır” der, ayete son verir.
Bu öyle harika bir hatimedir ki, beşerin en dâhi söz ustaları taklidini getirmekten aciz kalmışlardır.
Nerede kaldı ki, okuma yazma bilmeyen bir beşerden sudur etsin. Elbette böyle bir kelam ancak Allah’ın kelamı olabilir.
.
Kur’an’ın, kâinatta ki fiillerden bahsedip, onu genel bir kaide içinde yerleştirmesi ve bir birlik ciheti ile birleştirmesi harikadır.
Mesela: İbrahim suresi 32. ve 33 ve 34. ayetlerde şöyle buyrulmuş:
“O Allah ki, gökleri ve yeri yarattı ve gökten su indirdi. Böylece onunla sizlere rızık olarak çeşitli meyveler çıkardı.
Emriyle denizlerde seyretsinler diye gemileri emrinize verdi. Ve nehirleri de emrinize verdi.
Güneşi ve ayı emrinize sürekli amade kıldı. Geceyi ve gündüzü de emrinize verdi.
Ve istediğiniz her şeyi size verdi.
Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz”
İşte şu ayetler, evvela Cenab-ı Hakk’ın insana karşı şu koca kâinatı nasıl bir saray hükmünde yaratıp, semadan zemine ab-ı hayatı gönderip, insanlara rızkı yetiştirmek için zemini ve semayı iki hizmetkâr ettiği gibi, zeminin diğer taraflarında bulunan her bir nevi meyvelerden, her bir kişiye istifade imkânı vermek, hem insanlara, her çeşit geçim vesilelerini temin etmek için gemiyi insana itaatkâr kılmıştır.
Yani denize, rüzgâra, ağaca öyle bir vaziyet vermiş ki, rüzgâr bir kamçı, gemi bir at, deniz onun ayağı altında bir çöl gibi olur. İnsanlar gemi vasıtasıyla bütün zeminle alaka kurmakla beraber, ırmakları, büyük nehirleri, insanın nakil vasıtaları hükmünde emrine vermiştir.
Hem güneş ile ayı gezdirip, mevsimleri ve mevsimlerden değişen Allah’ın renk renk nimetlerini insana takdim etmek içim iki itaatkâr hizmetkâr ve o büyük dolabı çevirmek için iki dümenci hükmünde yaratmış.
Hem gece ve gündüzü, geçimlerine ticaret yeri hükmünde emirlerine vermiş. İşte bu ilahi nimetleri saydıktan sonra, insana verilen nimetlerin ne kadar geniş bir dairesi olduğunu gösterip, o dairede ne derece hadsiz nimetler olduğunu şu “Ve istediğiniz her şeyi size verdi.
Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalksanız, saymakla bitiremezsiniz” özetiyle gösterir.
Yani kabiliyet ve ihtiyaç lisanıyla insan ne istemişse, bütün onlar verilmiş. Allah’ın İnsana olan ihsanları, nimetleri saymakla bitmez.
Evet, insanın bir nimet sofrası gökyüzü ve yeryüzü ise ve o sofradaki nimetlerden bir kısmı güneş, ay, gece, gündüz gibi şeyler ise, elbette insana müteveccih olan nimetler had ve hesaba gelmez.
.
Kur’an’ın, eşyanın icadında, zahiri sebeplerin etkisi olmadığını gösteren ifadeleri harikadır.
Bazen Kur’an ayetleri, görünen sebebin icada kabiliyeti olmadığını ispat etmek için, neticenin gayelerini, meyvelerini ve faydalarını gösterir.
Ta anlaşılsın ki, sebep yalnız, zahiri bir perdedir. Çünkü hikmetle gayeleri irade etmek, gayet âlim, hâkim birinin işi olabilir. Sebepler ise, şuursuz, cansız şeylerdir. Sebepten, neticenin icat edilmesinde o kadar uzaklık vardır ki, en büyük sebebin eli, en küçük bir neticenin icadına yetişmez. Güneş o büyüklüğü ile birlikte, bir sineğe kanat takamaz.
Mesela: Abese suresi 24 ve 32. ayetler arasında Allah şöyle buyurmuş:
“İnsan, yiyeceğine bir baksın. Biz suyu akıttıkça akıttık. Sonra toprağı yardıkça yardık. Size ve hayvanlarınıza rızık olsun diye ondan, taneler; üzümler ve yoncalar; zeytinler ve hurmalar; bol ağaçlı bahçeler, meyveler ve otlar bitirdik.”
İşte şu ayet, Allah’ın kudret mucizelerini, hikmetli bir tertip ile zikrederek, sebepleri, neticelere bağlar.
Ve en sonunda, “size ve hayvanlarınıza bir rızık olsun diye” cümlesiyle tamamlanarak bir gayeyi gösterir ki, o gaye, o sebep ve neticelerin içinde, o gayeyi gören ve takip eden gizli bir idarecinin bulunduğunu ve sebepler; sadece onun perdesi olduğunu ispat eder.
Ve manen der ki: “Size ve hayvanlarınıza rızık yetiştirmek için su semadan geliyor. Hâlbuki O suda, size ve hayvanlarınıza acıyıp, şefkat edip rızık yetiştirmek kabiliyeti yoktur. Demek, su gelmiyor, gönderiliyor.
Hem toprak, bitkileriyle açılıp, rızkınız oradan geliyor. Hissiz, şuursuz toprak sizin rızkınızı düşünüp şefkat etmek kabiliyeti olmadığından toprak kendi kendine açılmıyor, birisi o kapıyı açıyor, nimetleri ellerinize veriyor.
Hem otlar, ağaçlar, sizin rızkınızı düşünüp, merhâmet edip, size meyveleri, hububatı yetiştirmekten pek çok uzak olduğundan, ayet gösteriyor ki; Onlar, Hakîm bir Rabbin, perde arkasından uzattığı ipler ve şeritlerdir ki, nimetlerini onlara takmış, hayat sahiplerine uzatıyor.
İşte Kur’an’ın, zahiri sebeplerin icada kabiliyetleri olmadığını ispat etmek için, gayeleri neticeleri ve meyveleri ayetin sonunda göstermesi böyle harikadır.
Şimdi Kur’an’ın, eşyanın icadında, sebeplerin etkisi olmadığını gösteren diğer ayetlerini sen bu ayete kıyas et. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu ifadeler Allah’tan başkasına ait olsun? Ve Allah’tan başkası o silsileler içinde, gayeleri ve neticeleri göstererek sebepleri faillikten azledebilsin?
Hayır olamaz. Bu ifadeler, sebepleri ve neticeleri birlikte yaratan Allah’tan başkasına ait olamaz.
.
Kur’an’ın, ahireti veya istikbalde olacak hadiseleri kalbe kabul ettirmek için, dünya’da ki acayip fiilleri zikir ile delil yapması harikadır.
Kur’an ayetleri, Cenab-ı Hakk’ın ahirette ki, harika fiillerini kabul ettirmek için, hazırlık mahiyetinde ve zihni tasdike hazırlamak için bir giriş hükmünde, dünyadaki fiilleri zikreder. Veyahut istikbali ve ahiret hadiselerini öyle bir surette zikreder ki, gözümüzle gördüğümüz hadiseler, o haberlerin doğruluğuna kanaat verir.
Mesela: Yasin suresi 77 ve 83. ayetler arasında şöyle buyrulur:
“İnsan görmüyor mu ki, biz onu nutfeden; bir damla sudan yarattık.
Bir de bakıyorsun ki, o apaçık bir düşman olmuş. Kendi yaratılışını unutarak bize karşı misal vermeye kalkışıyor ve ‘şu çürümüş, un olmuş kemikleri kim diriltecek’ diyor.
De ki: “Onları ilk defa kim yaratmış ise o diriltecek’ Çünkü o her türlü yaratmayı gayet iyi bilir.
Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran odur. İşte siz ateşi ondan yakıyorsunuz.
Semavat ve arzı yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kadir değil midir?
Evet! Onların benzerlerini yaratmaya her zaman hakkıyla kadirdir. O her şeyi hakkıyla bilen yaratıcıdır.
O, bir şeyi yaratmak istediğinde, sadece “ol” der. O şey derhal oluverir.
Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah Subhandır. Siz elbette ona gönderileceksiniz.”
İşte şu ayetlerde, öldükten sonra dirilme, yedi sekiz değişik tarz ve surette ispat ediliyor. Evvela, ilk yaratılışı akla gösterir ki, ‘bir damla sudan, kan pıhtısına, kan pıhtısından, bir çiğnem ete, bir çiğnem etten, insanın icadına kadar olan yaratılışınızı görüyorsunuz. Nasıl olur da, öldükten sonra ki yaratılışı inkâr ediyorsunuz? der.
Hem, Cenab-ı Hakk’ın insana karşı yaptığı büyük ihsanlara, “Yeşil ağaçtan sizin için ateş çıkaran odur.” ayetiyle işaret edip, der: “Size böyle nimet veren zat, sizi başıboş bırakmaz ki, kabre girip kalkmamak üzere yatasınız.”
Hem gizli bir işaret ile der ki: “Ölmüş ağaçların dirilip yeşillenmesini görüyorsunuz. Odun gibi kemiklerin hayat bulmasını kıyas edemeyip, öldükten sonraki dirilmeyi akıldan uzak mı görüyorsunuz?
Hem, “Semavat ve arzı yaratan, onların benzerlerini yaratmaya kâdir değil midir? Evet! Onların benzerlerini yaratmaya her zaman hakkıyla kâdirdir.” ayetiyle der ki: “Semavat ve yeryüzünü yaratan, Semavat ve yeryüzünün meyvesi olan insanın hayat ve ölümünden aciz kalır mı? Koca ağacı idare eden, o ağacın meyvesine ehemmiyet vermeyip başkasına mal eder mi? Bütün ağacın neticesini terk etmekle, bütün parçaları hikmetle yoğrulmuş yaratılış ağacını abes ve beyhude yapar mı zannediyorsun?
Hem “O, bir şeyi yaratmak istediğinde, sadece “ol” der. O şey derhal oluverir.” ayetiyle der ki: “Öldükten sonra sizi diriltecek Zat öyle bir zattır ki, bütün kâinat ona itaatkâr bir asker hükmündedir. O “Ol” dediği zaman, her şey ona itaat eder. Bir baharı yaratmak, bir çiçek kadar ona kolay gelir. Bütün hayvanları icat etmek, bir sineği icat etmek kadar kudretine rahat gelir. Böyle bir zata karşı “kemikleri kim diriltecek” deyip, kudretine karşı, acizlik isnad ederek meydan okunmaz.
Ve “Her şeyin mülkü kendi elinde olan Allah Subhandır” tabiriyle; Her şeyin dizgini elinde, her şeyin anahtarı yanında, gece ve gündüzü, kış ve yazı bir kitap sahifeleri gibi kolayca çevirir, dünya ve ahireti iki oda gibi bunu kapar, onu açar bir Kadir-i Zülcelaldir. Madem böyledir, bütün delillerin neticesi olarak وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ yani Kabirden sizi diriltip, haşre getirip, huzurunda hesabınızı görecektir.
İşte şu ayetler, öldükten sonra dirilmenin kabulüne zihni hazırladı. Kalbi ikna etti. Çünkü benzerini, dünyadaki fiiller ile gösterdi.
Elbette bu ifadeler, okuma yazma bilmeyen, ümmî bir zata ait olamaz. Ancak ve ancak Allah’ın sözü olabilir.
.
Kur’an’ın, cüz’i maksatları zikrederek, zihinleri kapsamlı kurallara sevk etmek için, o cüz’i maksadı, Esma-ül Hüsna içinde yerleştirmesi harikadır.
Kur’an-ı Kerim, kâh olur, cüz’i yani küçücük bazı maksatları zikreder. Sonra o küçücük maksatlar vasıtasıyla, kapsamlı makamlara zihni sevk etmek için, o cüz’i maksadı, kapsamlı bir kaide hükmün-deki Esma-ül Hüsna içinde yerleştirerek ispat eder.
Mesela: Mücadele suresi 1. ayette şöyle buyrulmuş:
“Muhakkak ki Allah, kocası hakkında tartışan ve Allaha şikâyette bulunan kadının sözünü işitti. Allah aranızda geçen konuşmalarınızı işitiyordu. Hiç şüphesiz Allah, her şeyi işiten ve her şeyi hakkıyla görendir”
İşte bu ayetiyle Kur’an der: “Cenab-ı Hak, her şeyi işitir. Hatta en küçük bir macera olan ve eşinden şikâyet eden bir kadının sana karşı mücadelesini Hak ismiyle işitir.
Hem, rahmetin en latif cilvesine mahzar olan ve şefkatin en fedakâr bir hakikatine maden olan bir kadının, haklı olarak eşinden davasını ve Cenab-ı Hakk’a şikâyetini, büyük işler suretinde Rahim ismiyle ehemmiyetle işitir ve hak ismiyle ciddiyetle bakar.
İşte Kur’an, kadının kocasından şikâyet etmesi gibi cüz’i bir hadiseyi, umumileştirmek için, ayetin sonunda der;
إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ بَصِيرٌ
“Muhakkak ki Allah, işiten ve görendir.”
Yani, bir kadının kocasından haklı şikâyeti gibi, mahlûkatın en küçük hadiselerini işiten, gören bir zat, elbette her şeyi işitir ve her şeyi görür olmak lazım gelir.
Ve kâinata Rab olanın, kâinat içindeki mazlum, küçük mahlûklarının dertlerini görmesi ve feryatlarını işitmesi gerekir. Dertlerini göremeyen, feryatlarını işitemeyen, Rab olamaz.
.
Kur’an’ın, insanın isyankârane amellerini zikredip, şiddetli bir tehdit ile sakındırması ve daha sonra ümitsizliğe düşmemeleri için rahmet ifade eden bir isim ile ayeti tamamlaması harikadır.
Kur’an ayetleri bazen, insanın isyankârane amellerini zikreder, sonra şiddetli bir tehdit ile o günahtan men eder. Ve sonra o şiddetli tehdit, kulu ümitsizliğe düşürmesin diye, Allah’ın rahmetine işaret eden bir ismi ile teselli verir.
Mesela Zümer suresi 47 -51.ayetlerde şöyle buyrulmuş:
Eğer yerde ne varsa hepsi zalimlerin olsaydı ve bununla birlikte bir dünya daha onların olsaydı, onlar bu iki dünyayı azaptan kurtulmak için fidye verirlerdi.
Hâlbuki o gün onlar için, Allah tarafından, hiç hesaba katmadıkları şeyler ortaya çıkarılmıştır. Onların dünya da işledikleri kötülükler o gün açığa çıkmış, alaya aldıkları şey, kendilerini kuşatmıştır. Bunun için işledikleri kötülükler, onları musibete uğrattı.
Bunlardan zulmedenler, işledikleri kötülüklerin karşılığı elbette görecektir. Bu hususta Allah’ı aciz bırakacak ta değildirler”
İşte bu ayetlerde Allah, zalimlerin akıbetlerini bildirmekle, zulümden sakındırıyor ve kulları ümitsizliğe düşmesin diye bakın ayetleri nasıl tamamlıyor:
Ey nefislerine zulmeden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümitlerinizi kesmeyin. Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan ve çok esirgeyendir.” er:53)
Bu bahse başka bir misal: Zümer suresi ayet 67- 68 ve 69:
“Yine onlar ki, Allah ile beraber hiçbir ilaha ibadet etmezler. Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina et-mezler. Bunları yapan günahının cezasını görür. Kıyamet günü azabı kat kat olur ve orada alçaltılmış olarak temelli kalır”
İşte bu ayetler ile Allah mezkûr günahları işleyenleri cehennem ile tehdit eder. Ve ümitler yok olmasın diye ayeti şöyle tamamlar:
Ancak tövbe ve iman edip, salih amel işleyenler müstesna: Allah onların kötülüklerini iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayıcıdır. Engin merhamet sahibidir.
Kim tövbe edip, salih amel işlerse, O, tövbesi kabul edilmiş olarak Allah’a döner.”
İşte Kur’an’ın, insanın isyankârane amellerini zikredip, şiddetli bir tehdit ile sakındırması ve daha sonra ümitsizliğe düşmemeleri için rahmet ifade eden bir isim ile ayeti tamamlaması harikadır. Bu sayede kul, ümit ile korku arasında bir makamda durur. Korkusu onu günah işlemekten korur. Ümidi ise Allaha yaklaştırır. Allah hakkında hüsn-ü zan besletir.
Elbette bu ifadeler, ancak Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmasıyla izah edilebilir. Bir beşerin hele okuma yazma bilmeyen ümmî bir zatın, kaleminden ve dilinden bu ifadeler dökülemez.
İşte Kur’an’ın mucize oluşuna dair beyan ettiğimiz şu 10 işaret ile anladık ki, ayetlerin sonundaki ifadelerde çok mucizelik parıltıları vardır.
Belagatın ve edebiyatın en büyük dâhileri, şu üslup karşısında hayretle secde etmişler ve bu kelamın güzelliğinden dolayı parmaklarını ısırmışlar, dudaklarını dişlemişler ve “Bu beşer kelamı değildir” diyerek, onun vahiy olduğuna iman etmişler.
.
Kur’an başka kelamlarla kıyas edilemez.
Biri mütekellim; yani sözün sahibi.
Biri muhatap; sözün söylendiği kişi.
Biri maksat; söz niçin söylenmiş.
Biri de makamdır; hangi makamda söylenmiş?
Öyle ise söze; “kim söylemiş? Kime söylemiş? Niçin söylemiş? Ve hangi makamda söylemiş? Diyerek bakmak gerekir.
Yoksa yalnız söze bakmak hatadır. Madem kelam kuvvetini bu dört kaynaktan alır, o halde Kur’an’ın derecesine hiçbir söz yetişemez.
Zira Kur’an; bütün âlemlerin Rabbi ve bütün kâinatın yaratıcısı olan Allah’ın hitabı ve konuşmasıdır.
Muhatabı ise bütün insanların belki bütün mahlûkatın namına Hz. Muhammed (S.a.v.)’dir. Bu kitabın içi halis hidayettir. Dünya ve ahiret saadetinin düsturlarını, kâinatın yaratılış sebeplerini, ondaki rabbanî maksatları ve daha birçok sırrı izah etmiştir. Elbette böyle bir kitabın mislini getirmek mümkün değildir. Hem madem kelam, kuvvetini, sahibinden alıyor. Bir de o kelam eğer bir emir veya yasak ise, sahibinin derecesine göre irade ve kuvveti de içine alıyor. O vakit söz, muhatabın dayanma gücünü kıran bir söz oluyor, elektrik gibi tesir ediyor. Sözün kuvveti o nispette artıyor.
Mesela, Nuh tufanının sonunu anlatan Hud suresi 44. ayette şöyle buyrulmuş:
“Ey yeryüzü vazifen bitti, suyunu yut! Ey sema, ihtiyaç kalmadı, yağmuru kes.”
Ya da Fussilet suresi 11. ayet:
“Ve Allah dedi; Ey arz, ey sema! İster istemez geliniz. Hikmet ve kudretime boyun eğiniz. Yokluktan çıkıp, varlıkta sanat eserlerimin sergilendiği yere geliniz.”
İşte kuvvet ve iradeyi içine alan şu emirlerin kuvvet ve yüksekliğine bakın, sonra da insanların, bu ve benzeri emirleri yere ve göğe vermesini düşünün. Nerede bir mikroba mağlup olan insanın fuzuli emirleri, nerede her şey emrine itaatkâr olan Allah’ın emirleri…
Evet, emri etkili büyük bir amirin iş başında, kendisine itaat eden büyük ordusuna “Arş” emri ile o kocaman ordu harekete geçer. Acaba şöyle bir emir, adi bir askerden işitilse, iki emir surette bir iken, manen, bir askerle, bir ordu kumandanı arasındaki fark kadar fark olmaz mı?
Mesela: Yasin suresi 82. ayette:
“O Allah bir şeyin olmasını dilediği vakit ona “ol” der. O da hemen oluverir”
Ve Bakara suresi 34.ayette
“Bir vakit biz meleklere secde edin dedik. Melekler hemen secde ettiler”
İşte şu iki ayetteki emrin kuvvetine ve ulviyetine bak. Sonra beşerin emirler nevindeki kelamına bak. Acaba yıldız böceğinin, güneşe nisbeti gibi kalmıyor mu?
Evet, hakiki bir malikin iş başındaki tasviri, hakiki bir sanatkârın iş başında sanatına dair verdiği beyanlar ve hakiki nimet verenin ihsan başında iken beyan ettiği ihsanlar, yani sözü ile fiilini birleştirmek, kendi fiilini hem göze hem de kulağa tasvir etmek için şöyle dese:
“Bakınız, işte bunu yaptım, böyle yapıyorum, işte bunu bunun için yaptım, bu böyle olacak…” hiç onun sözü ile o sıfat ve sanatları taşıyamayanın aynı sözü bir olur mu?
Taklit suretinde ki çiçek resimleri, hakiki ve hayatlı çiçeklerle kıyas edilebilir mi?
Mesela Kaf suresi 6 ve 11. ayetler arasına bakalım,
“Acaba üstünüzdeki semaya bakmıyor musunuz ki, biz onu ne keyfiyette, ne kadar muntazam ve muhteşem bir surette yaratmışız.
Hem görmüyor musunuz ki, o semayı nasıl yıldızlarla, ay ve güneş ile süslemişiz. Hiçbir kusur ve noksan bırakmamışız. Hem görmüyor musunuz ki, zemini size ne keyfiyette sermişiz, ne kadar hikmetle döşemişiz. O yerde dağları sabitleştirmiş, sizleri denizin istilasından muhafaza etmişiz.
Hem görmüyor musunuz, o yerde ne kadar güzel, rengârenk, her bir cinsten çift çift sebzeleri, yeşillikleri yaratmışız. Yerin her tarafını o güzeller ile güzelleştirmişiz.
Hem görmüyor musunuz, ne keyfiyette semadan bereketli bir suyu gönderiyoruz. O su ile bağ ve bostanları, bitkileri, yüksek ve lezzetli hurma gibi meyveli ağaçları yaratıp, kullarıma rızık olarak gönderiyorum, yetiştiriyorum.
Hem görmüyor musunuz ki, o su ile ölmüş memleketi diriltiyorum, binler dünyevi haşirleri icat ediyorum. Nasıl bu bitkileri kudretimle bu ölmüş memleketten çıkarıyorum, sizin öldükten sonra dirilmeniz de böyledir.
Kıyamette yeryüzü ölü, siz sağ olarak çıkacaksınız.”
İşte Allah şu ayetlerde, öldükten sonra dirilmeyi ispat etmek için bir kısım icraatlarından bahsetmiş. Ve onları delil getirerek “sizi de topraktan böyle çıkartacağım” demiş.
Şimdi nerede Kur’an’ın bu ifadelerindeki güzellik ve nerede insanların bir davayı ispat için söyledikleri kelimeler?
Evet, diğer kelamların, Kur’an ayetlerine olan nisbeti, şişelerde görünen yıldızların küçücük akisleriyle, yıldızların aynına nisbeti gibidir.
.
Kur’an, ayetlerindeki hikmet, denge ve uyum cihetiyle emsalsizdir.
Kur’an-ı Kerim’in yüksekliğine en doğru bir delil ve hak kelam olduğuna en açık bir burhan ve mucize olduğuna en kuvvetli bir alamet şudur ki:
Kur’an, Allah’ın varlığına ve birliğine dair imanın bütün kısımlarını, bütün mertebelerini muhafaza ederek beyan etmiş ve bu beyanda dengeyi bozmamış, muhafaza etmiş. Hem Kur’an, yüksek ilahi hakikatlerin tamamını beyan etmiş ve bunda da dengeyi muhafaza etmiş.
Hem Esma-ül Hüsna’nın gerektirdiği bütün hükümleri bir araya toplamış, o hükümlerin karşılıklı uyumunu muhafaza etmiş. Hem Allah’ın rablığının ve uluhiyyetinin işlerini, tam bir denge ile bildirmiş ve beyan etmiştir.
İşte şu muhafaza ve denge öyle bir özelliktir ki, katiyen beşerin eserlerinde mevcut değildir. Hatta insanların en büyüklerinin bile fikirlerinde bulunmuyor. Ne manevî âlemlere geçen evliyanın eserlerinde, ne işlerin içine nüfuz eden filozofların kitaplarında, ne de gayb âlemlerine yükselen ruhanilerin eserlerinde hiç mi hiç bulunmuyor.
Güya iş bölümü hükmünde, onlar her bir kısım hakikatin bir iki dalına yapışıyor. Yalnız o dalın meyvesiyle, yaprağıyla uğraşıyor. Başkasından ya haberi yok yahut bakmıyor.
Zira böyle geniş hakikatler, kayıtlı gözler ile tamamen görülemez. Kur’an gibi, geniş bir görüş sahibi olmak gerekir ki, o ağacın tamamını ihata etsin, görebilsin. Diğerleri her ne kadar Kur’andan ders alsalar da, cüz’i zihinleriyle, o hakikatin yalnız bir iki tarafını tamamen görür, onunla meşgul olur, onda hapis olur. Ya ifrat veya tefrit ile hakikatlerin dengesini ihlal edip, tenasübünü izale eder. Şimdi bir temsil ile şu meseleyi anlamaya çalışalım:
Mesela, bir denizde hesapsız mücevherlerle dolu bir hazine olsun. Dalgıçlar, o definenin cevherlerini aramak için dalıyorlar. Gözleri kapalı olduğundan, el yordamıyla anlıyorlar.
Bir kısmının eline uzunca bir elmas geçer. O dalgıç hükmeder ki, bütün hazine uzun direk gibi elmastan ibarettir. Arkadaşlarından başka bir mücevheri işittiğinde hayal eder ki, o mücevher, bulduğu elmasın taşları ve nakışlarıdır. Asıl olan kendi bulduğudur.
Bir kısım dalgıçların eline de yuvarlak bir yakut geçer. Başkası dörtgen bir mücevher bulur. Ve bunlar gibi, her biri eliyle gördüğü cevheri o hazinenin aslı ve en büyüğü zan edip, arkadaşlarından işittiklerini ise o hazineni teferruatı ve nakışları zan eder.
O vakit hakikatin dengesi bozulur, uyumu da gider. Çok hakikatlerin rengi değişir. Sadece keşfiyatlarına güvenerek, bunları sünnet ve şeriat terazisiyle tartmayan mutasavvıfların kitaplarını inceleyenler, bu hükmü gözleriyle görürler. Demek onlar Kur’an’dan ders aldıkları halde kitapları böyle noksan kalıyor. Çünkü kitapları Kur’an değildir.
Hakikatlerin denizi olan Kur’an ayetleri de, o deniz içindeki definenin bir dalgıcıdır. Lakin Kur’an’ın gözü açık, defineyi tamamen görür. Definede ne var, ne yok, hepsini bilir. O defineyi öyle intizamla, dengeyle, uyum ile vasfeder ki, üzerine beyan olamaz.
Mesela Zümer suresi 67 :
“Kıyamet günü yeryüzü bütünüyle onun kabzasındadır. Göklerde onun kudret elinde toplanıp dürülmüştür”
Enbiya suresi 104:
“O gün, gökyüzünü bir kitabın sayfalarını dürer gibi tomar yapar düreriz” ayetleriyle rablığın azametini gördüğü gibi,
Ali İmran suresi 5-6:
“Hiç şüphe yok ki, ne yerde ve ne de gökte hiçbir şey Allah’a gizli kalmaz. Rahimlerde dilediği gibi size şekil veren odur.”
Hud suresi 56:
“Onun, alnından tutup kudretine boyun eğdirmediği hiçbir canlı yoktur.”
Ankebut suresi 60 :
“Kendi rızkını taşıyamayan nice canlılar vardır ki, sizin de, onlarında rızkını Allah verir”ayetleriyle Allah’ın her tarafı kuşatmış rahmetini görüyor.
Enam suresi 1:
“Gökleri ve yeri yarattı, karanlığı ve aydınlığı var etti.”
Nur suresi 45:
“Allah her hayvanı sudan yarattı. İşte bunlardan kimi karnı üzerinde sürünür, kimi iki ayağı üzerinde yürür, kimi de dört ayağı üzerinde yürür. Allah dilediğini yaratır. Çünkü Allah her şeye kadirdir” ayetleriyle Allah’ın yaratıcılığının genişliğini görüp gösterdiği gibi, “sizi de yaptıklarınızı da Allah yarattı” ayetiyle Allah’ın her tarafı kaplayan tasarrufunu görüp, gösterir.”
Rum suresi 60:
“O Allah yeryüzünü ölümünden sonra diriltir”
Nahl suresi 68:
“Rabbin bal arısına vahyetti” ayetleriyle ikram ve ihsanda bulunma hakikatini gösterdiği gibi,
Araf suresi 54:
“Güneşi ayı ve yıldızları emrine boyun eğdiren odur” ayetiyle hikmetle emretme hakikatinin büyüklüğünü gösterir.
Mülk suresi 19:
“Üstlerinde kanatlarını açıp yumarak uçan kuşları görmüyorlar mı? Onları havada tutan Rahmandan başkası değildir. Muhakkak ki O her şeyi görendir” ayetiyle rahmetle idare etmek hakikatini ders verdiği gibi ,
Bakara suresi 255:
“Onun kürsüsü gökleri ve yeri kaplamıştır. Onları koruyup gözetmek ona ağır gelmez”
Hadid suresi 4:
“Nerede olursanız olun,O sizinle beraberdir” ayetleriyle her şeyin gözeticisi olduğunu hakikatini haber verir.
İşte Kur’an, bunlar gibi, ahirete ve dünyaya ait, ilmi ve ameli olan, iki dünyanın saadetini temin edecek bütün düsturları görür ve gösterir.
Bununla birlikte İman’ın altı erkânını ve İslam’ın beş şartının her birisini izah eder.
Elbette böyle bir kitap asla ümmi olan, okuma yazama bilmeyen bir zatın el yazması kitabı olamaz. Ancak Allah’ın kelamı olabilir.
.XXXXXXXXXXX
XXXXXXXXXX
Kur’an’ın meydan okumasına karşı acziyetKur’an’ın nazil olduğu dönemde Araplar belagatın yani söz söyleme sanatının zirvesinde idiler. Şiir ve edebiyat o kadar revaçta idi ki, her sene yarışmalar düzenlenir ve birinci olan kaside altın yazıyla Kâbe’nin duvarına asılırdı. İşte Kur’an böyle bir zamanda nazil oldu ve bütün dâhi ediplere ve söz söyleme sanatının sultanlarına 8 mertebede meydan okudu. 8 mertebede meydan okumaya geçmeden önce şu sorumuzun cevabını arıyoruz: Acaba birisi şöyle bir iddiada bulunsa: Kimse şu taşı kaldıramaz. Bu taşı kaldırabilecek dünyada kimse yoktur… Siz de bu kişinin davasını çürütmek istiyorsunuz. Acaba bu kişinin davasını çürütmek için o taşı kaldırma yoluna mı gidersiniz? Yoksa o kişiyle kavga etme yoluna mı gidersiniz? Bir de düşünün, bu kişinin taraftarları var. Eğer kavga yoluna giderseniz, bu yolda binler tehlike, mal ve can kaybı da var… Acaba “kaldırılmaz” dediği taşı kaldırarak davasını çürütebilme imkânı varken, hiç uzun ve zahmetli yol olan kavga yolunu tercih eder misiniz? Herhalde aklı olan hiç kimse 2. yolu tercih etmezdi. Sonra görseniz ki, bu kişinin davasını çürütmek için kimse taşı kaldırmıyor. Herkes onunla kavga yolunu tercih ediyor. Ve kavga yolunda da müthiş zararlara uğruyor. Bu zararlara rağmen de hala basit yol olan “taşı kaldırma” yolunu tercih etmiyor. Herhalde bunu görseniz derdiniz ki: Demek bu kişinin “taşı kimse kaldıramaz” davası haklı bir davadır. Zira bu düşmanları taşı kaldırabilseydi elbette bu kısa yoldan giderek bu kişinin davasını çürütebilirlerdi. Bunlar ise bu kısa yol yerine, uzun ve tehlikeli yol olan kavga yolunu tercih etmişler. Demek kısa yol olan “taşı kaldırma” yolu kapalıdır. Aynen bu misalde olduğu gibi, peygamber efendimiz (s.a.v) de bir dava ile ortaya çıkmıştır. Davası: “Bu Kur’an Allah’ın kelamıdır” sözüdür. Bunu inkâr edenlere de 8 mertebede meydan okuyarak, davasını kolayca çürütebilecekleri yolu göstermiştir. Bu 8 mertebe meydan okuma şu şekildedir: Efendimiz (s.a.v.) Kur’an’ın ayetleriyle şöyle meydan okumuştur: 1- Eğer Bu Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğundan şüpheniz varsa, yani bu kitabı benim yazdığımı iddia ediyorsanız, o zaman haydi sizlerden benim gibi okuma-yazma bilmeyen birisi böyle bir kitap yazsın da görelim. Eğer bu kitabı -hâşâ- ben yazdıysam, benim gibi okuma-yazma bilmeyen sizlerden birisi de yazabilir. Hadi yazsın, getirsin, görelim… Bu meydan okumaya karşı müşriklerin sesi çıkmayınca 2. mertebede meydan okuma yapıldı: Madem benim gibi okuma-yazma bilmeyen birisi böyle bir kitap yazamıyor. Hadi o kişi okuma-yazma bilsin. Hem gayet âlim ve söz söyleme sanatının üstadı olsun, Kur’an gibi bir kitap yazsın da görelim… Bu meydan okumaya karşı da o zamanın dâhi edipleri sessiz kalmış ve Kur’an gibi bir kitap yazamamışlardır. Bundan sonra Kur’an’ın lisanıyla 3. mertebede meydan okuma yapılmıştır: Madem tek başınıza böyle bir kitap yazamıyorsunuz, o halde birleşin, kafa kafaya verin, bütün edip ve söz sultanlarınızı toplayın, hatta eski yazılmış eserlerden de istifade edin. Hatta güvendiğiniz ilahlarınızı da yardıma çağırın ve Kur’an gibi bir kitap getirin. Bu mertebede meydan okumaya da müşrikler sessiz kalmış ve Kur’an gibi bir kitap getirememişlerdir. Sonra Kur’an 4. mertebede meydana okumayı şu şekilde yapmıştır: Madem Kur’an’ın bütün inceliklerine benzer bir kitap getiremiyorsunuz, o halde gelin sadece belagatına benzer bir kitap yazınız. Bunu yapınız ve Kur’an’ın davasını çürütünüz. Bu meydan okumaya karşı da müşrikler sessizliğini bozamamış ve Kur’an’ın belagatına benzer bir kitap yazamamışlardır. Bundan sonra Kur’an 5. mertebede şöyle meydan okumuştur: Madem Kur’an’ın belagatına benzer bir kitap da getiremiyorsunuz, o halde, verdiği haberlerin doğru olmasını da sizlerden istemiyorum. Verdiği haberler yalan olsun, önemli değil, sadece belagatına benzese yeter. Bunu yapınız… Müşrikler bu meydan okumaya karşı da çaresizce susunca, Kur’an 6. meydan okumasını yaptı: Madem Kur’an’ın tamamına benzer bir kitap getiremiyorsunuz, öyleyse 10 suresi kadar bir kitap yazınız ve Kur’an’a benzetiniz. Müşrikler 10 suresinin de benzerini getiremeyince, Kur’an 7. meydan okumasını yaptı: Hadi madem 10 sureye benzer bir kitap yazamıyorsunuz, 10 sure olmasın, sadece bir suresine benzesin bu da yeter. Bunu yapınız ve Kur’an’ın davasını çürütünüz. Müşrikler bunu da yapamadılar ve Kur’an’ın bir suresine benzer getiremediler. Bunun üzerine Kur’an 8. ve son meydan okumasını yaptı: Madem uzun bir sureye benzer getiremediniz, o halde o sure uzun olmasın kısa olsun, kısa bir surenin benzerini getiriniz. Hiç değilse bunu yapınız. Zira bu dünyada haysiyet ve namusunuz, izzet ve dininiz, asabiyet ve şerefiniz, can ve malınız, dünya ve ahiretiniz bunu yapmakla kurtulabilir. Eğer bunu da yapamazsanız –ki yapamayacaksınız- o halde bilin ki, dünyada haysiyetsiz, namussuz, dinsiz, şerefsiz, zillet içinde yaşayacak, can ve malınız helakette mahvolup gidecek. Ahirette de Cehennemin ebedî hapsi ile mahkûm olup, putlarınız ile beraber ateşe odun olacaksınız… Kur’an’ın bu meydan okumasına karşı da müşrikler sessizliklerini bozamadılar. Kur’an’ın davasını çürütmek için, kısa yol olan Kur’an’ın benzeri bir suresini yazamayıp, uzun ve tehlikeli olan, canların ve malların heder edildiği savaş yolunu tercih ettiler. Hâlbuki Kur’an’ın kısa bir suresinin benzerini yapabilselerdi, savaşa gerek kalmayacak ve Kur’an’ın davasını iptal edeceklerdi. Ama onlar savaşı tercih ettiler. İşte bu hal gösterir ki, kısa yol olan, Kur’an’ın benzerini getirmek mümkün değildir. Madem Kur’an’ın benzerini getirmek mümkün değildir, o halde Kur’an bir beşer sözü olamaz. Okuma- yazma bilmeyen bir beşerden asla sudur edemez. Bu makamda şöyle bir soru akla gelebilir: Kur’an’ın 8 mertebede bu meydan okumasına karşı müşriklerin benzer bir kitap yazamadıklarını nereden bilelim. Belki de yazmışlardır. Bu soruya karşı cevabımız şudur: Eğer onlar Kur’an’ın bir suresine benzer bir şey yazabilselerdi, elbette bu, âlemde şöhret bulacak ve Kur’an’ın davasını iptal etmek isteyen insanlar ona taraftar olacaktı. Hem nasıl ki onlar Kur’an’ın aleyhine zannettikleri her şeyi âleme neşretmişler, o halde bunu da neşredecekler ve bu da tarih ve siyer kitaplarına girecekti. Hâlbuki bütün tarih ver siyer kitapları araştırılsa, Kur’an’a benzer olarak yazılmış bir kitap, hatta kısa bir sure bile bulunamaz. İşte bu durum ispat eder ki, O asrın dâhi edipleri Kur’an’a benzer bir kitap yazmaktan aciz kalmışlardır. Hatta bir edip, onların bu aczini şöyle ifade etmiştir: “Muarazayı bi-l huruf mümkün olmadı, muharabe-i bis-suyûfa mecbur oldular.” Yani “harfler ile karşı gelmek mümkün olmadığından, kılıçlar ile savaşmaya mecbur oldular.” İşte Kur’an’ın 8 mertebede onlara meydan okuması, onların ise bu meydan okumaya karşı aciz kalmaları ve birkaç satır yazmak gibi kısa bir yolu bırakarak, uzun ve tehlikeli yol olan savaş yolunu tercih etmeleri ispat eder ki: Kur’an Allah’ın kelamıdır ve Onun sözüdür.. 600 sayfalık bir kitabın kelime kelime, harf harf ezberlenmesi mümkün müdür?Sizce 600 sayfalık bir kitabın kelime kelime, harf harf ezberlenmesi mümkün müdür?
Hem de bu kitap lisanını hiç bilmediğiniz bir dilde yazılmış olsa? Hem de her sayfasında karışıklığa sebep olacak birbirine benzeyen çok cümle ve kelime bulunsa? Herhalde böyle bir kitabı ezberlemek için dâhi olmak gerekirdi. Acaba böyle bir kitabın küçücük çocuklar tarafından kolayca ezberlendiğini görseydiniz ne düşünürdünüz? Herhalde derdiniz ki “Ya bu çocuklarda bir şey var, bu çocuklar dâhidir” Ya da “Bu kitap da bir tılsım var ki, sıradan bir kitap değildir.” Ve sonra görseniz ki, o çocuklar kendi lisanlarında yazılmış kısacık bir şiiri bile ezberleyemiyorlar. Acaba hiç şüpheniz kalır mıydı ki, bu kitap harikulade olmasın? Yeryüzünde hiçbir kitap yoktur ki, milyonlarca kişi tarafından kelime, kelime ezberlenip, her vakit milyonlarca dilde okunur olsun. Kur’an müstesna! Evet, 7-8 yaşlarındaki küçücük bir çocuk, kendi lisanında olan bir şiiri bile ezberleyemez iken; Arapça bilmemesine, manasını anlayamamasına, ayetlerin birbirine benzemesinden dolayı karıştırma ihtimali olmasına ve Arapça harflerin mahreçlerinin birbirine benzemesine rağmen 600 sayfalık Kur’an’ı kolayca ezberleyebiliyor. Hiçbir ayeti başkasıyla karıştırmıyor. İşte Kur’an’ın bir çocuğun bile hafızasına girmesi ve ona ağır gelmemesi ve milyonlarca hafızalarda gezmesi ve her vakit milyonlarca dilde okunması ispat eder ki, Kur’an; Allah’ın kelamıdır ve onun sözüdür. Kur’an’ın usandırmamasıÇok sevdiğiniz bir kitabı kaç defa okuyabilirsiniz? 3 defa mı? 5 defa mı? 10 defa mı? Yoksa 100 defa mı? Ya da sevdiğiniz bir yemeği kaç gün üst üste yiyebilirsiniz? 3 gün? 5 gün? Ya da 10 gün mü? Evet, en tatlı ve en hoş şeylerde bile tekrar Sebebiyle bir usanç ve bıkkınlık vardır. Hâlbuki Kur’an öyle hoş bir tatlılık göstermiş ki, en tatlı bir şeyden dahi usandıran çok tekrar, Kur’an’ı okuyanlar için değil usandırmak, belki kalbi çürümemiş ve zevki bozulmamış insanlara tekrar tekrar okunması lezzetini artırmış ve bu hakikat herkes tarafından tasdik edilmiş. Evet, Kur’an ayetleri binler defa tekrar edilse yine usandırmıyor, belki lezzet veriyor. Bir Müslüman namazlarında, günde 40 defa Fatiha suresini okur. Bir yılda aynı sureyi 14.600 defa, bir ömürde ise 1.000.000 küsur defa okur ama bıkmaz ve usanmaz. Her okuyuşta, sanki yeni nazil olmuş ve ilk defa okuyormuş gibi heyecanla okur. Kur’an’dan başka hiçbir kitapta bu özellik yoktur. Elbette bu müstesna özelliği kendinde taşıyan ve her an milyonlarca dilde okunan bir kitap, beşerin sözü olamaz. Ve hiçbir beşer sözünde bu tesir bulunmaz. O halde Kur’an Allah’ın kelamıdır Belagatin dahi alimleri Kur’an’ın Allah Kelamı olduğuna şahittir.Eğer bir hastalığa yakalansaydınız, tedavi için kime gider ve kimin sözüne itibar ederdiniz? Büyük bir mimarın mı? Yoksa büyük bir elektrik mühendisinin mi? Yoksa bir fizikçinin mi? Ya da küçük bir doktorun mu? Elbette doktorun sözünü dinler ve onun sözüne itibar ederdiniz. Çünkü bilinen bir kaidedir ki; Bir fende ve bir sanatta, münakaşaya sebep olan bir meselede, o fen ve sanatın dâhilerinin sözü geçer. En büyük bir mimarın sözü, küçük bir hastalığın keşfinde, küçük bir doktor kadar geçmez ve onun sözü kadar kıymeti yoktur. O halde madem konumuz Kur’an’ın bir beşer sözü olup olamayacağıdır, elbette belagat ve edebiyatın dâhi âlimlerinin sözleri, bu fenden olmayan binlerce insanın sözüne tercih edilir. Evet, Kur’an’ın kelimelerindeki kusursuzluğa ve beşerin sözü olamayacağına, belagat ilminin yani söz söyleme sanatının dâhi âlimleri şahittir. Evet, Kur’an 20 senede hem muhtelif ve birbirinden farklı mevkilerde ve parça parça nazil olduğu halde, kelimeler ve ayetler arasında öyle bir uygunluk vardır ki, sanki bir defada nazil olmuş gibidir. İşte o âlimlerden Zemahşeri, Sekkâki, Abdülkâhir Cürcâni gibi âlimler Kur’an’ı harf harf tetkik etmişler ve bu kelamın Allah’ın sözü olduğunda ve bir beşer sözü olamayacağında ittifak etmişlerdir. Nasıl ki, bir yıldız böceği, bin sene, hakiki bir yıldız gibi gözlem ehline gözükemez ve onları aldatamaz. Gözlem ehli kısa bir süre aldansa da bir zaman sonra onun yıldız olmadığını, bir yıldız böceği olduğunu fark eder. Hem bir sinek, bir sene, tamamen tavus kuşu suretini, sinek olduğunu hissettirmeden seyredenlere gösteremez. Ve bunların yapmacık vaziyetleri en dikkatli gözlerden sakla-namaz. Nasıl bunlar mümkün değildir. Aynen öyle de İslam âleminin semasında parlayan ve daima hakikati neşreden Kur’an yıldızı, “hâşâ” bir yıldız böceği hükmünde, bir beşerin uydurması olsaydı, onun en yakınında olan ve onu dikkatle inceleyen belagatin dâhi âlimleri ve söz sanatının ustaları elbette bunun farkında olacaktı. Belagatin bu dâhi âlimlerinin, bir beşerin sözünü, Allah’ın sözü zannetmeleri ve on dört asır bunu fark edememeleri mümkün değildir. Hatta şeytan bile yüz derece şeytanlıkta ileriye gitse buna imkân verdiremez. Kur’an’ın kulağa hoş gelmesi, Allah’ın kelamı olduğuna delildir.Kur’an her kulağa hoş geliyor. Hatta en hastalıklı, az bir sözden rahatsız olan bir kulağa bile nahoş gelmiyor, hoş geliyor. O hasta, Kur’an’ı dinlerken teneffüs ediyor. Hastalara böyle hoş geldiği gibi ölüm sekeratında olanın damağına da şerbet gibi oluyor, ona da leziz geliyor. Hatta birçok kişi, Kur’an’ı dinlerken aldığı manevî lezzetten Müslüman olmuş ve bu kelamın dinlenmesindeki lezzete şahit olmuştur. Bu lezzet, beşerin hiçbir sözünde yoktur. Hatta yüzlerce çalgı aleti ile çalınan şarkıları dinlemek bile kısa bir müddet sonra bıkkınlık veriyor. Kulak artık o sözleri duymaktan hoşlanmıyor. Hâlbuki Kur’an’ın o sadeliği ile birlikte, dinlenmesi, insanı hiç mi hiç bıktırmıyor. Hâşâ, eğer Kur’an bir beşer sözü olsaydı, beşer sözünün özelliği olan, “çok dinlemenin bıktırması” Kur’an’da da gözükecekti. Madem dost ve düşmanın şehadetiyle gözükmemiş ve bıkkınlık yok ve dinlemekteki lezzet devam ediyor o halde Kur’an beşer sözü olamaz; ancak ezel ve ebed sultanı olan Allah’ın sözüdür. Kur’an, düşmanlarının tasdikiyle dahi Allah’ın kelamıdır.“Asıl mükemmellik” o dur ki, dostlardan ziyade düşmanlar tasdik edecek. Düşman bile, onun güzelliği karşısında secde edecek. İşte Kur’an bu yönden de emsalsizdir. Zira Kur’an’ın düşmanları dahi, Kur’an’ın ifadelerindeki güzelliğe hayran olmuşlardır. Hatta Kureyş’in reislerinden âlim bir zat, müşrikler tarafından, Kur’an’ı dinlemek için gönderilmiş. O da gitmiş ve dinlemiş. Ve döndüğünde demiş ki: “Şu kelamın öyle bir tatlılığı var ki, insan sözüne benzemez. Ben şairleri, kâhinleri biliyorum. Bu, onların sözlerine hiç benzemez. Olsa olsa bize tâbi olanları kandırmak için buna sihir demeliyiz.” Yine bir edip, “فَاصْدَعْ بِمَا تُؤْمَرُ” ayetini işitince secdeye kapandı. Ona soruldu: “sen Müslüman mı oldun?” O cevaben dedi ki: “Hayır, ben bu ayetin belâgatine secde ettim.” İslam tarihini anlatan kitapların sayfaları, Kur’an’ı kabul etmediği halde onun üstünlüğünü ve mükemmelliğini inkâr edemeyen ve karşısında secdeye kapanan ediplerin şahadetleriyle doludur. İşte, Kur’an-ı Kerimin en inatçı düşmanlarının bile ifadesine hayran olması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır. Kur’an hiçbir beşer sözüne benzemez.Kur’an’ın benzeri bir kitap yazmak ve taklidini yapmak için iki ciddi sebep vardı: Birisi, düşmanlarının karşı koyma ve tenkit hırsı, diğeri ise dostlarının üsluplarını Kur’an’a benzetmek ve taklit etmek şevki. Biri düşmanlıktan diğeri muhabbetten doğan iki sebep. İşte şu iki sebep altında milyonlarca Arapça kitap yazılmış ki, o kitaplar ortada geziyor. Lakin hiçbiri Kur’an’a benzemez. Âlim olsun, cahil olsun, her kim Kur’an’a ve diğer arapça eserlere baksa katiyen diyecek ki “Kur’an bunlara benzemiyor. Ve onların mertebesinde değil.” Şu halde iki ihtimal var: 1-Kur’an, bütün bu yazılan kitapların altındadır, 2-Ya da o yazılan bütün kitapların üstündedir. Birinci şık, dost ve düşmanın ittifakıyla batıldır. Hatta şeytan bile bunu iddia edemez. Zira o kitapların altında olsaydı, taklit edilmeye çalışılmazdı. O halde geriye ikinci şıkkı kabul etmek kalır ki, Kur’an diğer bütün kitapların üstündedir. Bu üstünlük ise Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğuna delildir. Kur’an’ın yaptığı inkılâplar ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır.Büyük bir hükümdar düşünün, acaba sigara gibi küçük bir alışkanlığı, büyük bir gayretle, küçük bir topluluktan ne kadar bir zamanda kaldırabilir? Herhalde bu soruya cevabınız şu olurdu: “Yıllarca değil, asırlarca çalışsa yine de tam başaramaz, herkese sigarayı bıraktıramaz.” Hâlbuki hükümdar olmamakla ve gayet zayıf olmakla beraber, tek başına bir insan, Hz. Muhammed (S.a.v), elinde ilahî bir ferman: Kur’an-ı Hâkim. Ve işte o ilahî kitabın âlemde yaptığı eşsiz inkılâp; Sigara gibi küçük bir âdeti değil, kan ve damarlara karışan çok büyük adetleri ve inançları, hem de öyle küçük bir topluluk içinde değil, gayet büyük ve kalabalık ve aynı zamanda adetlerine son derece bağlı ve inatçı bir topluluk içinde, cebir ve zorlama olmaksızın, az bir kuvvetle ve gayretle, az bir zamanda tüm bu adetleri kaldırıp, yerlerine en güzel ahlakı tesis etmesi ancak Kur’an güneşinin gönüllerde ki aksindendir. İşte Kur’an, bu dünya da öyle nuranî, saadetli ve hakikatli inkılâplar yapmış ve beşerin sosyal ve toplum hayatını öyle değiştirmiştir ki, bunun emsali yoktur. Bunun ile birlikte insanların hem nefislerinde, hem kalplerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem şahsî hayatlarında, hem siyasî hayatlarında öyle değişiklikler yapmış ki, insanı, aşağıların en aşağısı olan esfel-i safilinden kurtarıp, yükseklerin en yükseği olan âlâyı illiyyîne çıkarmış ve onu insan-ı kâmil yapmış. Bu inkılâplardan sadece kalplerde yaptığı inkılâba bakalım. Ve bu inkılâbın milyonlarca numunesinden sadece Hz. Ömer’i görelim: İslam ile tanışmadan evvel, kendi kız çocuğunu diri diri toprağa gömen Ömer, İslam ile tanışıp, Müslüman olduktan sonra bir karıncayı bile ezemeyerek Hz. Ömer oluyor. Acaba Hz. Ömer’in kalbi, İslam’dan önce kendi öz kızını, hem de diri diri toprağa gömebilecek kadar katı iken, ona ne oldu ki karıncayı bile ezemeyecek bir hale geldi, kalbi nasıl merhamet ile doldu? Ondaki bu değişikliği kim yaptı? Elbette Kur’an! Şimdi Kur’an’ın milyonlarca kalpte yaptığı inkılâbı, Hz. Ömer’in kalbinde yaptığı inkılâba kıyas edelim. Ve daha sonra Kur’an’ın, kalpler ile birlikte nefislerde, ruhlarda, akıllarda, şahsî hayatta, siyasî hayatta ve sosyal hayat da yaptığı değişikleri düşünelim. Ve şu soruyu kendimize soralım; Hiç mümkün müdür ki, böyle büyük inkılâplar yapan bir kitap, Allah’ın kelamı değil de, bir beşerin sözü olsun. Hâşâ, olamaz. Zira Kur’an’ın yaptığı bu inkılâpların yüzde birisini bile hiçbir beşer kitabı yapamamıştır. O halde Kur’an, kalplerde, nefislerde, ruhlarda, akıllarda, şahsî hayatta, siyasî hayatta ve sosyal hayat da yaptığı değişikliklerin ve inkılâpların şehadetiyle Allah’ın kelamıdır. Kur’an’ın, her an milyonlarca dil tarafından okunması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an ayetleri her an milyonlarca dilde saygı ile okunur. Hâlbuki hiçbir beşer sözü, asırlarca ve her asırda milyonlarca dil tarafından okunmamıştır. Eğer hâşâ Kur’an bir beşer sözü olsaydı, o da diğer beşer sözleri gibi, sayılı kişiler tarafından, o da az bir zamanda okunacak ve yok olacaktı. Çünkü beşer sözünün özelliği budur. Hâlbuki Kur’an ayetleri, ifade ettiğimiz gibi, her an milyonlarca dilde okunuyor. Ve on dört asır bu, böyle olmuş. O halde Kur’an beşer sözü olamaz. Geriye tek bir ihtimal kaldı ki, o da, Kur’an’ın Allah’ın kelamı olmasıdır. Evet, Kur’an Allah’ın kitabıdır. Zira her an milyonlarca dilde okunmak, ancak Allah’ın kitabına has bir özelliktir. Efendimiz Hz. Muhammed’in (S.a.v.) peygamberliğini ispat eden bütün deliller, aynı zamanda Kur’an’ın da Allah’ın sözü olduğunu ispat eder.Nasıl ki Kur’an, Allah’ın kelamı olduğuna dair bütün mucizeleriyle, Efendimiz Hz. Muhammed (S.a.v)’in peygamberliğine bir delildir. Çünkü Kur’an’ın, Allah’ın kitabı olduğu ispat edilirse, elbette bu kitabı tebliğ eden zatın peygamberliği de kabul edilmiş ve ispat edilmiş olur. Zira Allah’ın kitabı, onun peygamberi olan zattan başka kime inebilir? O kitabı Allah’ın peygamberinden başka kim tebliğ edebilir? Dolayısıyla şöyle bir delil sunsak: “Hz. Muhammed (S.a.v.) Allah’ın peygamberidir. Çünkü Kur’an, o kadar çok okunmasına rağmen usandırmıyor.” Yani, Kur’an’ın, hak olduğuna dair bir delili olan, “çok okunmakla usandırmamasını”, Hz. Muhammed’in (S.a.v) peygamberliğine delil göstersek, bu yanlış olmaz. Zira madem usandırmıyor, o halde Allah’ın sözü olmalı ve madem Allah’ın sözü, o halde o sözü insanlara bildiren insan da onun resulüdür. Aynen bunun gibi Peygamber Efendimiz de bütün mucizeleriyle, zatının kemaliyle ve peygamberlik delilleriyle Kur’an’ın bir mucizesi ve Kur’an’ın kelâmullah olduğuna kat’i bir delildir. Zira madem peygamberdir, o halde elbette Allaha yalan isnat etmek gibi bir zulmü işlemeyecektir. Allah’ın söylemediği bir sözü, Allah’ın sözü gibi göstermeyecektir. Ve madem Kur’an’a “Allah’ın sözü” demiştir. Elbette Kur’an Allah’ın sözü olmalıdır. Zira bir peygambere “yalan söyleme” isnadı mümkün değildir. Dolayısıyla Kur’an’ın Allah’ın kitabı olması hakkında şöyle bir delil sunsak: “Kur’an Allah’ın kitabıdır. Çünkü Hz. Muhammed (S.a.v), bir elinin işareti ile ayı ikiye bölmüştür.” Bu söz son derece yerindedir. Yani Efendimizin ayı ikiye bölmesini, Kur’an’ın kelâmullah olduğuna delil getirebiliriz. Yani madem parmağının bir işaretiyle ayı ikiye bölmüştür, o halde Allah’ın peygamberidir. Ve madem Allah’ın peygamberidir, o halde yalan söylemez ve Allah’a iftira etmez ve madem yalan söylemez ve Allah’a iftira etmez, o halde Kur’an Allah’ın kitabı olmalıdır. Zira o kişi, Kur’an’ın, Allah’ın kitabı olduğunu bildirmiştir. Evet, bizler Kur’an’ın her bir delilini kullanarak Hz. Muhammed (S.a.v)’in peygamberliğini ispat edebileceğimiz gibi, Efendimiz’in peygamberliğini ispat eden bütün delilleri de, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasında kullanabiliriz. O halde Kur’an’ın delilleri had ve hesaba gelmez. Ve diyebiliriz ki: “Hz. Muhammed’in (S.a.v.) peygamberliğini ispat eden bütün mucizeleri, güzel ahlakı, yaptığı inkılâplar, kalplere nüfuzu gibi, ciltlerce kitaba ancak sığabilecek delillerin şehadetiyle Kur’an, Allah’ın kitabıdır. Kur’an’ın getirdiği ve aleme ders verdiği kanunlar, ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an’dan çıkan kanunlar, bütün hak hükümleriyle, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu ispat eder. O hükümler ki, on dört asır boyunca her asırda insanların en az dörtte birini adaletle idare etmiş. Bir beşerin kendi başına bunu yapması mümkün değildir. Zira yıllarca hukuk okuyarak kendilerini yetiştiren hukukçuların, hem de birbirlerini kuvvet vererek çıkardığı kanunlar, üç beş sene sonra eskiyor ve başka bir kanunla iptal ediliyor. Hal böyle iken nasıl olurda on dört asır insanları adaletle idare eden bir kitap ve içindeki kanunlar, ümmî olan, okuma yazma bilmeyen bir kişiye mal edilir. Bu hiç mümkün müdür? Asrımızın filozoflarının tasdikiyle, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Bütün temiz vicdanlar ve selim fıtratlar Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu tasdik eder. Çünkü kalbin huzuru ve vicdanın tatmin olması ancak Kur’an’ın nuruyla olur. İnsanın yaratılışı hal diliyle Kur’an’a; “Yaratılışımızın kemali sensiz olamaz” der. Vicdanı temiz olan insan hakikati görünce ona karşı meyleder ve gerçeği söyler, batıla karşı bağlılık gösteremez. Zaten bu sıfatta ki kişinin maksadı gerçeği bulmaktır. Bu insanlar başka dinlere mensup olsalar da insaf ile gerçeği konuşmaktan kaçınmazlar. Hem “Kemal odur ki, dost değil, düşman onu takdir etsin.” İşte bu bahiste Kur’an’ın kemalini takdir eden yabancı filozofların ve dünya çapında binlerce ilim adamının Kur’an ve kanunları hakkındaki görüşlerinden bazılarını beyan edeceğiz. Onlar bu sözler ile Kur’an’ın hakkaniyetine canlı şahitler olmuşlardır.
Prens Bismarc’ın Beyanatı;
“Sana muasır bir vücut olamadığımdan müteessirim ey Muhammed! (S.a.v) Muhtelif devirlerde, beşeriyeti idare etmek için Allah tarafından geldiği iddia olunan bütün indirilmiş semavî kitapları tam ve etrafıyla tetkik ettimse de, tahrif olundukları için hiçbirisinde aradığım hikmet ve tam isabeti göremedim. Bu kanunlar değil bir cemiyet, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Muhammedîlerin (S.a.v) Kur’an’ı, bu kayıttan azadedir. Ben Kur’an’ı her cihetten tetkik ettim, her kelimesinde büyük hikmetler gördüm. Muhammedîlerin (S.a.v) düşmanları, bu kitabın Muhammed’in (S.a.v)) zatının eseri olduğunu iddia ediyorlarsa da, en mükemmel bir dimağdan böyle bir harikanın meydana gelebileceğini iddia etmek, hakikatlere göz kapayarak kin ve garaza âlet olmak manasını ifade eder ki; bu da ilim ve hikmetle izah edilemez. Ben şunu iddia ediyorum ki Muhammed (A.S.M.) mümtaz bir kuvvettir. İlahi kudretin böyle ikinci bir vücudu imkân sahasına getirmesi ihtimalden uzaktır. Seninle aynı asırda yaşayamadığımdan dolayı müteessirim ey Muhammed (S.a.v)! Muallimi ve naşiri olduğun bu kitap, senin değildir; o ilâhidir. Bu kitabın ilâhi olduğunu inkâr etmek, mevzu ilimlerin batıllığını ileri sürmek kadar gülünçtür. Bunun için, beşeriyet senin gibi mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, bundan sonra göremeyecektir. Ben, heybetli huzurunda kemal-i hürmetle eğilirim.” Meşhur araştırmacı, müsteşrik, Arap Edebiyatı Mütehassısı Doktor Maurice şöyle diyor:
Bizans Hristiyanlarını, içine düştükleri “bâtıl itikatlar” çıkmaz sokağından, ancak Arabistan’ın Hira Dağı’nda yükselen ses kurtarabilmiştir. İlahî kelimeyi en ulvî makama yükselten ses, bu ses idi. Fakat Rumlar bu sesi dinleyememişlerdi. Bu ses, insanlara en temiz ve en doğru dini talim ediyordu. Kur’an nedir? Her tenkidin üstünde bir fesahat ve belâgat mucizesidir. Kur’an’ın, bir milyar Müslüman’ın göğsünü haklı bir gururla kabartan meziyeti, onun her manayı en güzel bir şekilde ifade etmesi itibariyle, indirilmiş kitapların en mükemmeli ve ezelî olmasıdır. Hayır, daha ileri gidebiliriz: Kur’an, ezeli kudretin inayeti ile insana bahşettiği semavi kitapların en güzelidir. Beşeriyetin refahı nokta-i nazarından Kur’an’ın beyanatı, Yunan felsefesinin ifadelerinden pek ziyade ulvîdir. Kur’an, arz ve semanın yaratıcısına hamd ve şükranla doludur.
Mister John Davenport;
“Hazret-i Muhammed (S.a.v) ve Kur’an-ı Kerim” ismindeki eserinde Kur’an-ı Kerim’den bahsederken, şu sözleri söylüyor: Kur’an’ın sayısız özellikleri içinde bilhassa ikisi fevkalâde mühimdir: 1- Allah’ın büyüklüğünü ifade eden ayetlerin ahengindeki ulviyettir. Kur’an-ı Kerim, beşerî zaaflardan herhangi birisini Allah’a isnaddan münezzehtir. 2- Kur’an başından sonuna kadar beliğ olmayan, ahlaka aykırı yahut terbiyeye muhalif fikirlerden, cümlelerden ve hikâyelerden tamamen münezzehtir. Hâlbuki bütün bu noksanlıklar ve kusurlar, Hristiyanların ellerindeki tahrif edilmiş Kitab-ı Mukaddes’te bollukla vardır. Carlyle şöyle diyor;
Kur’an’ı bir kere dikkatle okursanız, onun özelliklerini göstermeye başladığını görürsünüz. Kur’an’ın güzelliği, diğer bütün edebî eserlerin güzelliklerinden fark edilir. Kur’an’ın başlıca hususiyetlerinden biri, onun aslıyetidir. Benim fikir ve kanaatime göre, Kur’an baştan sona samimiyet ve hakkaniyetle doludur. Hazret-i Muhammed’in (S.a.v.) cihana tebliğ ettiği davet, hak ve hakikattir. Edward Gibbon;
İngiltere’nin en meşhur ve en büyük tarihçilerinden Edward Gibbon “Roma İmparatorluğu’nun gerilemesi ve çöküşü” adlı eserinde şöyle diyor: Ganj Nehri ile Atlas Okyanusu arasındaki memleketler, Kur’an’ı bir temel kanunlar ve onun hükümlerini de hayatın ruhu olarak tanımışlardır. Kur’an’ın nazarında, kuvvetli bir hükümdarla, zavallı bir fakir arasında fark yoktur. Kur’an bu gibi esaslar üzerinde öyle bir sistemi vücuda getirmiştir ki, dünya da bir benzeri yoktur. Müslümanlığın esası; teslisi ve Allah’ın cisim olduğunu ve vahdet-i vücud akidesini reddetmektedir. Kur’an bu gibi karışıklıklardan, belirsizliklerden âzadedir. Kur’an, Allah’ın birliğine en kuvvetli delildir. Müslümanlık belki bugünkü fikrîmizin seviyesinden daha yüksek bir dindir. Marmadüke Picktahall;
Kur’an’ın telkin ve Hazret-i Muhammed’in tebliğ ettiği esaslardan mükemmel bir ahlâk kitabı vücud bulur. Kur’an hakikatlerinin muhtelif memleketlerde insanlığa ettiği iyiliği ve sonra da Allah’a yaklaşmak isteyen insanları Cenab-ı Hakk’a ulaştırdığını inkâr etmek mümkün değildir. Yaratıcının hukuku ile yaratılmışın hukuku, ancak müslümanlık tarafından mükemmel bir surette tarif olunmuştur. Bunu yalnız Müslümanlar değil, Hıristiyanlar da Musevîler de itiraf ediyorlar. Levazaune;
Yeni keşiflerin veya ilmin yardımıyla hallolunan yahut halline uğraşılan meseleler arasında hiç bir mesele yoktur ki; İslâmiyet’in esaslarına taarruz etsin. Bizim, Hristiyanlığı, tabiat kanunları ile telif için sarf ettiğimiz mesaiye mukabil, Kur’an-ı Kerim ve Kur’an’ın talimiyle, tabiat kanunları arasında tam bir ahenk görülmektedir. Kur’an, her hürmete layık olan eserdir. Corsele;
Kur’an, Arapça’nın en mükemmel ve pek sağlam bir eseridir. Müslümanların itikadı veçhile; bir insan kalemi, bu mucize eseri vücuda getiremez. Kur’an bizâtihî daimî bir mucizedir; hem öyle bir mucize ki, ölüleri diriltmekten daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın ta kendisi, menşeinin semavî olduğunu ispata kâfidir. Muhammed (Sa.v.) bu mucizeye dayanarak, bir peygamber olarak tanınmasını istemiştir. Arabistan’ın çıplak ve kısır çöllerini aydınlatan, şâir ve hatiplere meydan okuyan Kur’an’ın, bir âyetine bir benzer istemiş; hiçbir kimse bu meydan okumaya karşı gelememişti.
Rodwel;
Kur’an âyetlerini indiriliş tarihine göre tercüme ve tertip eden İngiltere’nin en mutaassıp papazlarından Rodwell, şu hakikatleri itiraf ediyor: Kur’an Arabistan’ın basit bedevilerini öyle bir değişikliğe uğratmıştır ki, bunların âdeta sihirlendiklerini zannedersiniz. Hristiyanların anlayışına göre Kur’an’ın nâzil olmuş bir kitap olduğunu inkâr edecek olsak bile, Kur’an putperestliği imha, Allah’ın birliği inancını tesis, cinlere, perilere, taşlara ibadeti kaldırma, çocukları diri diri gömmek gibi vahşi âdetleri ve bütün hurafeleri izale ile, bütün Araplar için ilahî lütuf ve nimet olmuştur. Kur’an bu Sebeplerden her türlü övgüye layıktır.
Jochahim;
İslâm Peygamberinin seciyesini aydınlatan Kur’an ayetleri, son derece mükemmel ve son derece tesirlidir. Bu kısım ayetler, Müslümanlığın ahlâkî kaidelerini ifade eder. Fakat bu kaideler, bir iki sureye münhasır değildir. İnsafsızlık, yalancılık, hırs, israf, fuhuş, hıyanet, gıybet; bunların hepsi Kur’an tarafından en şiddetli surette yasaklanmış ve bunlar, rezaletin ta kendisi bilinmiştir. Diğer taraftan hüsn-ü niyet sahibi olmak, başkalarına iyilik etmek, iffet, hayâ, müsamaha, sabır ve tahammül, iktisat, doğruluk, istikamet, sulhperverlik, hakperestlik, her şeyden fazla Cenab-ı Hakka itimat ve tevekkül, Allah’a itaat Müslümanlık nazarında hakikî iman esasları ve hakikî bir müminin başlıca sıfatları olarak gösterilmiştir. Resul-i Ekrem idrak ve şuur timsalidir İşte Kur’an hakkında Batılı filozofların görüşlerinden bir kısmını işittin. Bütün filozofların sözlerini toplasak, ciltler dolusu kitap olur. Biz sadece denizden bir damlayı gösterdik. Acaba hiç mümkün müdür ki, bu kadar filozof ve bilim adamları yanılsın. Hâşâ, içinde hurafeler olan bir kitabı hak ve hakikat madeni zannetsin. Bu mümkün değildir. O halde geriye sadece tek bir seçenek kalıyor ki, o da Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasıdır. Kur’an’ın meyveleri olan evliyalar ve asfiyalar ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an’ı bir ağaca benzetirsek, o ağacın dalları; asırları, o dallardaki meyveler ve çiçekler de, o asırda yetişmiş evliyaları ve yüksek ilim sahibi olan âlimleri ifade eder. Nasıl ki, ağacın hayat sahibi olması, meyvesi ve çiçeği ile bilinir. Dallarında binlerce meyve ve çiçek olan bir ağacın ölü olduğunu kimse iddia edemez. Zira böyle bir iddiaya karşı her bir meyve ve çiçek; “Bize bakın, bizim hayatımız ağacımızın hayatından geliyor. Bizler ağacımızın kökünden besleniyoruz, o halde ağacımız hayattadır” derler. Dolayısıyla ağacın hayatını inkâr etmek için, ilk önce dallarındaki meyvelerin hayatını inkâr etmek ve sözlerini çürütmek gerekir. Meyvenin ve çiçeğin hayatını inkâr edemeyen, ağaca ilişemez. Aynen bunun gibi Kur’an ağacının meyveleri olan evliya ve âlimleri inkâr edemeyen, o meyvelerin ağacı olan Kur’an’ı da inkâr edemez. Dolayısıyla şöyle bir söz söylesek: “Kur’an Allah’ın kelamıdır, çünkü Abdülkâdir-i Geylani hazretleri o kadar kemal sahibidir ki, asrında yaşayan Yahudiler; “İslamı kabul etmiyoruz ama Abdülkadir’i de inkâr edemiyoruz” demişlerdir.” Bu söz doğrudur. Yani bizler Geylani hazretlerinin kemalini, Kur’an’ın hak kelam olduğuna delil getirebiliriz. Zira O, Kur’an’ın bir talebesidir. Ondaki kemal ve kerametler de, Kur’an’ın kökünden geliyor. Hâşâ, eğer Kur’an Allah’ın kelamı olmasaydı, o zaman bu ağaçta meyveler gözükmeyecekti. Madem gözükmüş, elbette Allah’ın kitabıdır. O halde on dört asırda yaşamış bütün evliyalar ve yüksek âlimler, kerametleriyle, ilimleriyle, kemalleriyle, bütün güzel sıfatlarıyla ve hakikati gösteren yaşantılarıyla, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna delildir. Onları tamamıyla inkâr edemeyen, nuranî ağaçları olan Kur’an’a ilişemez. Acaba, bir Geylani hazretleri bile inkâr edilemezken, nerede kaldı tamamını inkâr etmek!. İslamiyet’in bütün hak ilimleri ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır.Kur’an’ı yine bir ağaca benzetirsek, fıkıh, usul-ü fıkıh, tefsir, kelam, akait, tasavvuf gibi İslamiyet’in bütün hak ilimleri o ağacın birer meyvesi olur. Acaba dallarında bu kadar hak meyveler olan bir ağacın hayatından hiç şüphe edilebilir mi? Madem ağacın hayatını inkâr edebilmek için, ilk önce hayatının belirtileri olan meyvelerini inkâr etmek gerekir ve madem meyveye dil uzatamayan ağaca dil uzatamaz. Aynen öyle de Kur’an’a dil uzatabilmek ve bu nuranî ağacın hayatını inkâr edebilmek için ilk önce meyveleri hükmünde olan İslamiyet’in hak ilimlerini inkâr etmek gerekir. Bu ise mümkün değildir. Zira her bir ilim, sağlam kaidelere, aklî ve vicdanî delillere ve mantıkî kurallara bina edilmiştir. Bu ilimlerin sadece bir tanesini tamamen öğrenmek bile yıllar süren tahsile bağlıdır. Hele bir iki tanesinde mütehassıs olmak ancak dâhilere nasip olur. Acaba hiç mümkün müdür ki, meyvesi, böyle hak ilimler olan Kur’an, okuma yazma bilmeyen bir beşerin sözü olsun ve bütün bu hak ilimler o zatın sözünden süzülsün. Hâşâ olamaz. O halde Kur’an, meyveleri olan bu ilimlerinin şehadetiyle Allah’ın kelamıdır ve mukaddes kitabıdır. Kur’an’ın tercümanı olan zatın herkesten ziyade ona itikadı ve hürmeti ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an-ı Kerim, ortaya koyduğu hikmetli kanunların şehadetiyle Allah’ın kelamı olduğu gibi, Kur’an’ın tercümanı olan zatın herkesten ziyade ona itikadı, inancı ve hürmet etmesi de ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır. Zira tarihte birçok kanun koyucular gelmiştir ki, koydukları kanunları ilk önce kendileri çiğnemişler, yasakları ilk önce kendileri ihlal etmişlerdir. Demek mesele sadece kanun yapmak değil, aynı zamanda o kanuna boyun eğmek ve itaat etmektir. Peygamber Efendimiz (S.a.v.) Kur’an’ın her bir hükmüne öyle itaat etmiş, öyle iman etmiş ve öyle hürmet etmiştir ki, tarih-lerde emsali yoktur. Hatta “Hud Suresi”ndeki “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” ayeti nazil olduğunda, “Bu sure beni ihtiyarlattı” buyurmuştur. Evet, o Allah’ın peygamberinin Kur’an’a karşı öyle bir itikadı ve imanı vardır ki, o zamanın hükümranı olan bütün fikirler ve inançlar ve bilginlerin hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona karşı ve ona muhalif oldukları halde; onun ne imanına, ne itikadına, ne inancına ve ne de itimadına, hiçbir şüphe, hiçbir tereddüt, hiçbir zaaf, hiçbir vesvese verememişler. Bu da ispat eder ki, Hazreti Muhammed (S.a.v.) Allah’ın elçisidir. Kur’an da Allah’ın kelamıdır. En cahilden tutun, en zeki ve en alime kadar herkesin Kur’an’ın dersinden tam hisse almaları ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Bir kitap düşünün! O kitabı hem en âlim okuyacak, hem en cahil, hem en zeki okuyacak, hem en anlayışsız, hem en dâhi okuyacak, hem bir çoban ve her birisi hissesini tam alacak. Kur’an’dan başka böyle bir kitap var mıdır? O Kur’an ki, fıkıhçısından tutun, fizikçisine kadar, siyercisinden tutun, sosyoloğuna kadar, müfessirinden tutun, matematikçisine kadar, kelamcısından tutun, tarihçisine kadar saymakla bitiremeyeceğimiz bütün taifeler o Kur’an’ı okur ve onun dersinden tam istifade eder. Her bir ayeti kendisine hitap eder bulur. Böyle bir kitabın Allah’ın kelamı olmasından başka bir ihtimal var mıdır? Kur’an’ın sosyal hayata verdiği terbiye ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an’ın toplum hayatına verdiği terbiye ile felsefenin verdiği terbiyeyi kıyas ettiğimizde Kur’an’ın bir beşer kelamı olamayacağı ortaya çıkar. Zira bir beşerin tek başına bu terbiyeyi vermesi ve bu icraatları yapması mümkün değildir. Şimdi felsefe ile Kur’an’ın terbiyesini ve hayat görüşlerini kıyas edelim: Felsefe, sosyal hayatta dayanak noktasını “kuvvet” kabul eder. Hedefi “menfaat” bilir. Hayat prensibini “savaş” tanır. Toplumların arasındaki bağı “ırkçılık”tır. Meyvesi ise “nefsin arzularını tatmin ve insanların ihtiyaçlarını artırmaktır.” Hâlbuki kuvvetin neticesi başkasına tecavüzdür. Menfaatin neticesi, her arzuya kâfi gelmediğinden üstünde boğuşmaktır. Savaşın neticesi çarpışmaktır. Irkçılığın neticesi ise başkasını yutmakla beslenmek olduğundan tecavüzdür. İşte bu sebeplerdendir ki, felsefe, insanlığın saadetine sebep olamamıştır. Hâlbuki Kur’an ise, dayanak noktasında kuvvete bedel hakkı kabul eder. Gayede menfaate bedel, fazilet ve Allah’ın rızasını kabul eder. Hayat prensibinde savaş yerine yardımlaşmayı esas tutar. Toplumların arasındaki bağı ırkçılık yerine din ve vatan rabıtasını kabul eder. Meyvesi, nefsin ve arzuların hücumuna set çekip, ruhu yüksek manalara teşvik eder ve ulvi hisleri tatmin eder. Ve insanı, insan-ı kâmil olmaya sevk edip insan eder. Hakkın neticesi ittifaktır, Faziletin neticesi dayanışmadır. Yardımlaşmanın neticesi birbirinin imdadına koşmaktır. Dinin neticesi kardeşliktir. Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalata kamçılamakla serbest bırakmanın neticesi ise dünya ve ahiret saadetidir. Elbette böyle ulvî neticeleri olan bir kitap ancak ve ancak Allah’ın kitabı olabilir. Ümmî olan, okuma yazma bilmeyen bir beşer asla şu neticeleri verecek bir kitabı yazamaz. Çok farklı ve karışık bilgileri ihtiva etmesine rağmen hata ve tezatların olmaması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kitabıdır.Kur’an bir lisan mucizesidir. Onda söze ve üsluba ait bütün güzellikleri, yüksek ifadelerin bütün çeşitleri, ahlaka ait bütün yüce esaslar, kâinata ait bütün kanunlar, müspet ilimlerin özü ve ilahi bilgilerin fihristi geçmişe ve geleceğe ait gaybi haberlerin bulunmasına rağmen hiçbir karışıklık izi görülmez. Ve Kur’an’ın ayetlerine insaf ile dikkat edilirse görülür ki diğer kitaplar gibi bir iki fikri takip eden bir fikrin silsilesine benzemez. Bu kadar farklı ve teferruatlı türleri bir yerde toplayıp herhangi bir karışıklık, zıtlık göstermemesi ispat eder ki Kur’an asla okuma yazma bilmeyen bir beşerin fikrinin mahsulü değildir. Hâlbuki hangi seviyede olursa olsun, hiçbir beşeri eser, hata ve yanlıştan salim olamaz. Edebiyatta ileri olan Arap edipleri ve belagatin âlimleri ve kelamların özelliklerini ortaya çıkarmaya çalışan edebiyat eleştirmenleri altının ayarını anlamak için onu mihenk taşına vuran bir sarraf titizliği ile asırlar boyunca Kur’an’ı incelemişler ve sonuçta onun bütün hata ve tezatlardan uzak olup bir beşerin böyle bir eseri vücuda getirmekten aciz olduğunu kabul etmişlerdir. Onlar hâlâ Kur’ân’ı gereği gibi düşünüp anlamaya çalışmazlar mı? Eğer o Allah’tan başkası tarafından indirilmiş olsaydı mutlaka onda birçok çelişkiler bulurlardı.”(Nisa:82) Kur’an’ın gaybdan haber vermesi ispat eder ki, Kur’an Allah’ın kelamıdır.Evet, Kur’an-ı Kerim, Hz. Âdem’in zamanından, ta saadet asrına kadar, peygamberlerin mühim hallerini, ehemmiyetli vukuatlarını, kavimleriyle olan mücadelelerini ve Nuh kavmi, Ad kavmi, Semud kavmi, Lut kavmi gibi kavimlerin hikâyelerini öyle bir tarzda beyan ediyor ki, tahrif edilmelerine rağmen Tevrat ve İncil gibi kitaplarda o meseleler aynı şekilde zikir ediliyor. İşte Tevrat ve İncil ile birlikte Kur’an’dan önceki diğer kitaplar, Kur’an’da geçen bu haberleri ve kıssaları doğrulamak ile Kur’an’ı tasdik ediyorlar. Adeta lisan-ı halleriyle “Bizi kim göndermiş ise, Kur’an’ı da o göndermiştir, çünkü haberlerimiz birbirine benziyor” diyorlar. Kur’an, geçmiş kitapların ittifak ettikleri noktalarda aynen onların verdiği haberleri verdiği gibi, o kitapların ihtilaf ettiği noktalarda ise, yanlışlarını düzelterek aralarında hakem oluyor, doğrusunu söylüyor. Kur’an’ın geçmişteki vukuatlara ve hallere dair verdiği haberler akıl ile keşfedilebilecek ve bilinecek işlerden değildir. Belki bu haberler işitmeye ve okumaya bağlı olarak nakildir. Nakil ise okuma-yazma bilen insanların işidir. Hâlbuki Hz. Muhammed (S.a.v.) dost ve düşmanın ittifakıyla okuma yazma bilmezdi. Ve kimseden Tevrat’ı, İncil’i ve diğer semavî kitapları ders almamıştı. O halde Kur’an’ın geçmişten haber vermesi hakkında, iki hükümden birisini kabul etmek lazım gelir: 1- Ya bu Kur’an, geçmişi bilen ve onu yaratan Allah’ın sözüdür. 2- Ya da bir beşer, zamanları ve mekânları geçerek, tâ mazinin en karanlık noktalarına ulaşmış, geçmişi görmüş, oralarda gezmiş ve gelmiş bize haber vermiş. İkinci şık, ittifakla imkânsızdır. O halde geriye 1. şıkkı kabul etmekten başka bir çare kalmaz ki, o da Kur’an’ın Allah’ın sözü ve kelamı olduğu hükmüdür. Eğer bu ihtimal kabul edilmezse, Kur’an’ın geçmiş peygamberlerin ve kavimlerin hallerini ve hikâyelerini beyanı, ne ile izah edilebilir? Rum’un zaferiBir beşerin hem de okuma – yazma bilmeyen bir beşerin gaybdan haber vermesi ve verdiği haberlerin her zaman doğru çıkması asla mümkün değildir. Gaybı, gelecek ve geçmiş olarak ikiye ayırdığımızda; gelecekten haber vermesi hiçbir cihetle mümkün değildir. Geçmişten haber vermesi ise, şayet haber verilen olay meşhur değil ve insanların günlük hayatta konuştuğu bir konu değilse ancak okuma – yazma bilmesi ve geçmişe dair eserleri incelemesi ile mümkündür. Hal böyle iken, bir beşer görseniz ki, hem gelecekten haber veriyor, hem de okuma – yazma bilmemesine ve bir satır bile okuyamamasına rağmen geçmişten haber veriyor ve verdiği bu haberler doğru çıkıyor. Acaba, bu haberleri veren zatın Allah’ın peygamberi olduğundan ve bu haberlerin yazılı bulunduğu kitabın Allah’ın kitabı olduğundan hiç şüphe edilir mi? Hayır, asla… Zira gaybı, Allah-u Teâlâ’dan ve O’nun öğrettiği kişiden başka kimse bilemez. Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğuna dair eserimizin bu 2. bölümünde, Kur’an’ın gaybdan verdiği haberlerin doğruluğunu gösterecek ve bununla, Kur’an’ın Allah’ın sözü ve kelamı olduğunu ispat edeceğiz. Eserimize, Kur’an’ın, Bizans ordularının galibiyetini haber Rum suresinin ayetleriyle başlıyoruz: “Elif, Lam, Mim. Rum (orduları) yenilgiye uğradı. Dünyanın en alçak yerinde. Ama onlar, yenilgilerinden sonra yeneceklerdir. Üç ile dokuz yıl içinde. Bundan önce de sonra da emir Allah’ındır. Ve o gün müminler sevineceklerdir. (Rum Suresi, 1-4) Şimdi, bu ayet-i kerimenin işaret ettiği delilimizi inceleyelim: 613-614 yılları arasında Mecusi olan Pers orduları, Hıristiyan olan Bizans ordularını mağlup etmiş ve çok ağır bir yenilgiye uğratmıştı. Mekke müşrikleri, Ehl-i kitap olan Hıristiyanların mağlubiyetine çok sevinmiş ve Müslümanlara: “Eğer Allah sizin dediğiniz gibi yegâne galip olsaydı, Ehl-i Kitap olan Bizans’ı üstün getirir ve Perslere karşı galip kılardı.” demişlerdi. Bunun üzerine Kur’an- Kerim, bir mucize olarak, o an imkânsız gibi gözüken gelecekteki bir sonucu haber verdi: 3 ilâ 9 yıl arasında Bizans Perslere galip gelecek ve bununla Müslümanlar sevinecekti… Nitekim Hz. Ebubekir Allah’ın bu vaadine dayanarak, Perslerin galibiyetine sevinen müşriklere: “Allah sizin sevincinizi fazla sürdürmeyecek, çünkü O birkaç sene içinde Rumların tekrar galip geleceğini haber verdi” dedi. Hz. Ebubekir’in bu sözü üzerine müşriklerden Ubey b. Halef iddiaya girmeyi teklif etti. On deve üzerine ve üç yıl içinde Bizans’ın galip gelip gelemeyeceği hususunda iddiaya girdiler. Hz. Ebubekir olup biteni Peygamber Efendimiz (sav)’e anlatınca, Efendimiz: “Ayette geçen “bid’” (بِضْعِ) sözünün 3 sene değil; 3 sene ile 9 sene arasını ifade ettiğini, bu sebeple, süreyi de deve sayısını da üç katına çıkarmasını Hz. Ebubekir’e söyledi. Bu sefer, 9 sene içinde Bizans’ın galip gelip gelmeyeceğine dair 100 deve üzerine bahse girdiler. Gerçekten de, Tirmizi’nin Sahih’inde haber verdiğine göre, Bedir savaşına tesadüf eden günlerde Bizanslar Perslere karşı yaptıkları savaşta galip gelmiş ve böylece Kuran’ın gaybdan verdiği haber tahakkuk etmiştir. Hz. Ebubekir, Ubey İbn-i Halef’ın varislerinden, kazandığı develeri alarak Peygamber Efendimizin tavsiyesi üzerine fakirlere dağıtmıştır. Dilerseniz, şimdi Bizans’ın o dönemdeki durumuna biraz daha yakından bakarak Kur’an’ın verdiği bu haberin nasıl muzicevi olduğunu daha net görelim: Bizans İmparatorluğu o dönemde öyle bir çöküş yaşıyordu ki, değil Pers ordularını yenmesi, ayakta kalması bile imkânsız görülüyordu. Persler Bizanslıları 613 yılında Antakya’da mağlup etmişler; Şam, Kilikya, Tarsus, Ermenistan ve Kudüs’ü ele geçirmişlerdi. Aynı dönemde yalnız Persler değil, Avarlar, Slavlar ve Lombardlar da Bizans Devleti’ne karşı savaş açmışlardı. Bizans Kralı Heraklius, ordunun masraflarını karşılayabilmek için kiliselerdeki altın ve gümüş süs eşyalarının eritilip paraya çevrilmesini emretmişti. Hatta bunlar da yetmeyince bronzdan heykeller bile para yapımı için eritilmeye başlanmıştı. Pek çok vali, Kral Heraklius’a isyan etmiş, İmparatorluk parçalanma noktasına gelmişti. Bütün Bizans toprakları Perslerin işgali altına girmişti. Kısacası, herkes Bizans’ın yok olmasını bekliyordu. Ama tam bu dönemde, biraz önce ifade ettiğimiz gibi, Rum Suresi’nin ilk ayetleri vahyedildi ve Bizans’ın 3 ilâ 9 yıl içinde yeniden galip geleceği haber verildi. Bu galibiyet öylesine imkânsız gözüküyordu ki, bu habere Müslümanlar dışında kimse inanmamıştı. Ama Kur’an’ın tüm haberleri gibi bu da hiç kuşkusuz gerçekleşecekti ve gerçekleşti. 622 yılında Heraklius Ermenistan’ı işgal edip Persleri yenerek çeşitli zaferler kazandı. 627 yılının Aralık ayında, Bizans ordusu ile Persler arasında büyük bir savaş daha oldu. Bizans ordusu, Persleri bu savaşta yenilgiye uğrattı. Birkaç ay sonra da Persler işgal ettikleri yerleri Bizans’a geri veren bir anlaşma imzalamak zorunda kaldılar. Böylece Allah’ın Kur’an’da bildirdiği “Rum’un zaferi”, ayetteki “üç ile dokuz yıl içinde” ifadesiyle dikkat çekilen zaman aralığında, mucizevî bir şekilde gerçekleşmiş oldu. Bir insan düşünün; tek başına çıkmış, “Ben Allah’ın peygamberiyim ve bu kitap da onun kitabıdır.” diyor. Ve inatçı kavminin içinde ona iman eden çok az insan var. Ve o olması imkânsız gibi çok zor görünen bir mesele hakkında korkusuzca, hiç tereddüt ve telaş göstermeden büyük bir cesaretle hatta vaktini ve yerini dahi tayin ederek haber veriyor. Etrafındaki insanlar şaşkınlık içinde, hatta bu meselenin olmasını imkânsız görenler müminler ile iddiaya giriyorlar. Eğer bu haber yanlış çıksa, “olacak” dediği hadise olmasa, onun doğruluğuna ve peygamberlik davasına gölge düşecek; ama o kendinden çok emin bir tavırla “Olacak!” diyor. Peki, bu hadise bir zaman sonra tıpkı onun dediği gibi vuku bulsa, acaba o zatın harikulade bir zat olduğu ve getirdiği kitabın da Allah’ın kitabı olduğu hususunda bir şüpheniz olur muydu? Elbette hayır! Çünkü gaybı ancak Allah ve Allah’ın öğrettiği kişiler bilir. Bir insanın gaybı bilmesi mümkün olmadığı gibi, gelecekten haber vermesi de hiç mümkün değildir. Bu ayetlerde yer alan bir başka mucize de, o dönemde kimsenin tespit etmesinin mümkün olmadığı coğrafi bir gerçeğin haber verilmesidir. Rum Suresi’nin 3. ayetinde, Rumlar’ın “Dünyanın en alçak yerinde” yenildikleri belirtilir. Bu ifadenin Arapçası “edna-l arz(d)” dır. “Edna” kelimesi, Arapça’da “alçak” manasında olan “deni” kelimesinden türemiştir ve “en alçak” anlamına gelir. “Arz(d)” ise yeryüzü demektir. Dolayısıyla “edna-l arz(d)” ifadesi “yeryüzünün en alçak yeri” manasına gelmektedir. Bu ifade, Kur’an’ın indirildiği dönemde bilinmesi asla mümkün olmayan çok önemli bir jeolojik gerçeğe işaret etmektedir. Şöyle ki: Dünyanın en alçak yerini araştıran bilim adamları, bu noktanın, Bizanslıların, 613-614 yıllarında yenilgiye uğradığı yer olan Lut Gölü havzası olduğunu bulmuşlardır. Bizans İmparatorluğu ile Persler arasındaki savaşın gerçekleştiği söz konusu yer, Suriye, Filistin ve şimdiki Ürdün topraklarının kesiştiği bölgede yer alan Lut Gölü havzasıdır. Lut Gölü çevresi deniz seviyesinden 395 metre aşağıda yeryüzünün “en alçak” bölgesidir. Yeryüzünün en alçak bölgesini bilimsel bir çalışma olmadan tespit etmek imkânsızdır. Ve bir insanın kendi ilmi ile bunu bilmesi asla mümkün değildir. O halde sorumuz şu olsun: Çağımızdaki teknik imkânlar ile ancak tespit edilen bir gerçeğin bundan 1400 sene önce Kur’an’da ifade edilmesini ne ile izah edeceğiz? Ona “Allah’ın kitabı” demeyeceğiz de “Bir beşer sözüdür” mü diyeceğiz? Böyle bir kitaba “beşer sözüdür” demek, hakikate göz kapamak ve hakkı inkâr etmek demektir. Haman ve eski mısır yazıtlarıFiravun dedi ki: “Ey önde gelenler, sizin için benden başka İlah olduğunu bilmiyorum. Ey Hâman, çamurun üstünde bir ateş yak da bana yüksekçe bir kule inşa et, belki Musa’nın İlahına çıkarım. Çünkü gerçekten ben onu yalancılardan biri sanıyorum.” (Kasas Suresi:38) Hâman ismi, bu ayet-i kerime ile birlikte Kur’an’da 6 yerde geçmektedir: Kasas suresi 6. ve 8. ayetlerde; Ankebut suresi 39. ayette; Mümin suresi 24. ve 26. ayetlerde yine Hâman’dan bahsedilmekte ve Hâman’ın Firavun’un veziri olduğu haber verilmektedir. Acaba Hâman isminde birisi yaşamış mıdır? Ve bu kişinin Firavun ile bir ilgisi var mıdır? Bu konuda tarih kitapları ne diyor? Eski Mısırlıların kelimeleri yazmak için kullandıkları işaretlere “hiyeroglif” denir. Eski Mısırlılar, Hititler, Maya ve Aztekler hiyeroglif yazısını kullanırlardı. Hiyeroglif yazısı çeşitli yaratık ve eşyalarla ilgili düşünceleri temsil eden ilkel resim ve işaretlerden meydana gelen bir yazıdır. Resimlere uygun manalar verilmeye çalışılmasına rağmen, hiyeroglifi çok karmaşık bir yazıdır. Mısırın tarihi ve dili Roma İmparatorluğunun işgali esnasında tümüyle değişmiştir. Hıristiyanlığı resmi din olarak kabul eden Roma, putperest olduğunu düşündükleri Eski Mısır dinine karşı yasaklayıcı bir tavır aldı. Mısır tapınaklarını yıkıp, kitabeleri söktüler. Hiyeroglif yazısının kullanılmasını yasakladılar. M.S 300’lerden sonra Hiyeroglif yazısı unutuldu ve yeryüzünde bu yazıyı okuyabilen kimse kalmadı. 18. yüzyıla kadar bu böyle sürdü. Bu dili bilen olmadığı için Mısır papirüslerinde ve yazıtlarında neler yazdığı hiç kimse tarafından bilinemiyordu. Bu durum 1799’da Mısır’ı işgal eden Fransız ordusundaki bir askerin, kendine siper kazarken bulduğu Rosetta Stone isimli bir yazıtla değişti. Bu yazıtı diğer yazıtlardan ayıran özellik, aynı metnin hem Hiyeroglif, hem demotik hem de Yunanca olarak yazılmış olmasıydı. Yunanca bilinen bir dil olduğu için buna bakılarak Hiyeroglif yazısı Jean Françoise Champollion adlı bir Fransız tarafından çözüldü. Bu şekilde Eski Mısır dolayısıyla Firavun hakkında birçok şey öğrenilebildi. Hiyeroglif yazısının çözümüyle konumuzu ilgilendiren çok önemli bir bilgiye ulaşılmış oldu. “Haman”ismi gerçekten de Mısır yazıtlarında geçiyordu. Viyana’daki Hof Müzesi’nde bulunan bir anıt üzerinde bu isimden söz ediliyordu. Aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığı da vurgulanıyordu. Antik Mısır kültürü ve tarihini incelemiş ve yazdığı eserler Atlas başyapıtı olarak kabul edilmiş Alman bilim adamı Walter Wreszinski, Hof müzesinde sergilenen bir anıt üzerinde Haman isminin geçtiğinden ve aynı yazıtta Haman’ın Firavun’a olan yakınlığından bahsedildiğini eserinde haber vermektedir. (207. Walter Wreszinski, Aegyptische Inschriften aus dem K.K. Hof Museum in Wien, 1906, J. C. Hinrichs’ sche Buchhandlung.)Yine bir antik Mısır tarihçisi olan Hermann Ranke tüm bu yazıtlara dayanarak hazırladığı “Yeni Krallıktaki Kişiler” sözlüğünde Haman’dan “Taş ocaklarında çalışanların başı” olarak bahsetmektedir. (Hermann Ranke, Die Ägyptischen Personennamen, Verzeichnis der Namen, Verlag Von J. J. Augustin in Glückstadt, Band I, 1935, Band II, 1952.)Evet, Hâman, aynen Kur’an’da geçtiği gibi Hz. Musa zamanında Mısır’da yaşayan bir kişiydi. Kur’an’da bahsedildiği gibi, Firavun’a çok yakındı ve inşaat işleriyle ilgileniyordu. Kur’an’da, Firavun’un kule yapma işini Haman’dan istemesini haber veren ayet, bu arkeolojik bilgiyle tam bir uyum içindedir. Şimdi şu soruyu sormak istiyoruz: Peygamber Efendimiz (s.a.v.) okuma-yazma bilmiyordu ve tek bir satır ne okumuştu ne de yazmıştı. Hal böyle iken, Kur’an’da, Eski Mısır’da yaşamış ve Firavun’un vezirliğini yapmış kişi, hem de ismiyle geçmektedir. Ve bu bahis, 200 yıl önce keşfedilen tarihi bulgular ile aynen uyum içinde gözüküyor. Tarih de bize Hâman isimli bir kişiden, bu kişinin Firavun ile beraber yaşamasından ve Firavun’un veziri olup inşaat işleri ile uğraştığından haber veriyor. Kur’an’ın indirildiği dönemde erişilmesi mümkün olmayan bu bilgiden mucizevî bir şekilde bahsedilmesi ve aynı bahsin eski Mısır yazıtlarında da bulunması ne ile izah edilebilir? Bunun tek bir izahı vardır, o da şudur: Kur’an, gaybı en iyi bilen Allah tarafından nazil olmuştur, O’nun kitabıdır ve O’nun sözüdür. Hz. Musa ve denizin yarılması“Hani bir zaman sizin için denizi yarmıştık. Sizi kurtarıp, Firavun’u ve adamlarını suda boğmuştuk. Siz de bakıp duruyordunuz.” (Bakara 50) “Biz de ayetlerimizi inkâr ettikleri ve onlara kulak vermedikleri için kendilerinden intikam aldık ve hepsini denizde boğduk.” (Araf 136) “Rablerinin ayetlerini yalanladılar. Biz de günahları yüzünden onları helâk ettik. Firavun ile arkasından gidenleri suda boğduk. Hepsi de zalim idiler. (Enfal 54) “Derken Firavun, Musa’yı ve İsrailoğullarını Mısır’dan sürmek istedi. Biz de onu ve beraberindekilerin hepsini suda boğduk. (İsra 103) “İki topluluk birbirini görünce, Musa’nın adamları “Eyvah, yakalandık!” dediler. Musa: “Hayır, asla! Rabbim şüphesiz benimledir, bana yolu gösterecektir.” dedi. Bunun üzerine Musa’ya: “Vur asan ile denize!” diye vahyettik; vurunca deniz hemen yarılıverdi ve her parçası kocaman bir dağ gibi oldu. Ötekilerini de buraya yaklaştırdık. Musa ve beraberindekilerin hepsini kurtardık, sonra da ötekileri suda boğduk. (Şuara 61-66) Kur’an-ı Kerim, zikrettiğimiz ayet-i kerimeler ile Firavun’un akıbetini haber vermekte; Firavun ile ordusunun denizde boğulduklarını bildirmektedir. Şimdi, Kur’an’ın şu ayet-i kerimesine dikkat edelim. Ankebut suresi 48. ayet-i kerimede şöyle buyrulmuştur: “Resulüm! Sen bundan önce ne bir yazı okur, ne de elinle onu yazardın. Öyle olsaydı, batıla uyanlar kuşku duyarlardı.” Bu ayet-i kerimenin açıkça beyanına göre, Peygamber Efendimiz (s.a.v.) okuma-yazma bilmiyordu. Ne bir harf yazmış, ne de bir harf okumuştu. Peki hal böyle iken, nasıl oluyor da kendisinden asırlar önce yaşamış Firavun’dan ve onun denizde boğulma akıbetinden haber veriyor? Nasıl haber verdiği sorusunun cevabını sonraya bırakalım ve şimdi şu sorunun cevabını arayalım: Acaba gerçekten de Firavun suda boğularak mı ölmüştür? Firavun’un akıbetine dair Kur’an’ın verdiği haberi tarih tasdik ediyor mu? Şimdi, bu konuyla ilgili olarak İngiltere’de British müzesindeki Firavun zamanından kalma 6 no lu Mısır papirüsündeki yazıyı okumak istiyoruz: “Sarayın beyaz odasının muhafızı, kitaplarının reisi Amenamoni’den kâtip Penterhor’a: Bu mektup elinize ulaştığı vakitte ve noktası noktasına okunduğu zaman, kalbini müteessir edecek bir halde olan acıklı felaketi, dalgalarda boğulma felaketlerini öğrenerek kalbini kasırga önündeki yaprak gibi en şiddetli ıstıraba teslim et. Musibet şiddetli, zaruret birden bire onu zabdetti. Sular içinde uyku, canlıyı acınacak bir şey yaptı. Reislerin ölümünü, kavimlerin efendisini, şarkların ve garpların kralının mahvolmasını tasvir et. Sana gönderdiğim haber hangi habere kıyas edilebilir?”İşte bu yazıtta Mısır Firavun’unun denizde boğulduğu açıkça anlatılmaktadır. Yani 6 no lu Mısır papirüsü Kur’an’ın verdiği haberi tasdik etmektedir. Kur’an’ın verdiği haber, tarihi yazıtlarla da doğrulanmıştır. O halde şimdi ilk sorumuza dönüyoruz: Bir harf yazmamış ve bir harf okumamış bir insan, kendinden asırlar önce yaşamış bir kişinin feci akıbetini nereden biliyor ve nasıl öğrenmiş? Eğer Kur’an’ı Allah’ın kitabı olarak kabul etmezsek, bu soruya nasıl cevap veririz? Yoksa sadece “tesadüf” deyip geçecek miyiz? Hayır, tesadüf olamaz. Bu sorunun bir cevabı olmalı… Bu sorunun tek bir cevabı vardır ki o da şudur; Bu kitap, ezelden ebede kadar bütün zamanları bilen Allah-u Teâlâ tarafından nazil olmuş bir kitaptır. Allah-u Teâlâ, Kur’an’ın bir mucizesi olarak, geçmiş zamanda olmuş ve gelecek zamanda olacak haberleri Kur’an ile bildirmiş ve bu haberleri Kur’an’ın bir mucizesi yapmıştır…” Evet Kur’an’ın Allah’ın kitabı olduğunu inkâr edenler Kur’an’ın mucizevi bir şekilde vermiş olduğu Firavun’un denizde boğulması haberini ve Kur’an’ın diğer gaybi haberlerini ne ile izah ediyorlar? Bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu kabul etmemek, hakikate göz kapatmak ve hakkı inkar etmek demektir. Kur’an gaybdan verdiği haberlerin doğruluğu ile Allah’ın kitabıdır ve onun kelamıdır. Firavun ve yakın çevresine gelen belalar“Andolsun ki biz, Firavun ve çevresini belki öğüt alıp düşünürler diye yıllar yılı kuraklığa ve ürün kıtlığına uğrattık.” (Araf Suresi: 130) “Bunun üzerine, ayrı ayrı mucizeler olarak üzerlerine tufan, çekirge, haşerat, kurbağa ve kan gönderdik. Yine büyüklük tasladılar ve günahkâr bir kavim oldular. (Araf Suresi: 133) Kur’an’ın bu ve benzeri ayet-i kerimeleri, Firavun ve çevresine gelen musibetlerden haber vermekte; onlara gönderilen kıtlık, tufan, çekirge, kurbağa ve kan musibetlerinden bahsetmektedir. Şöyle ki: Cenab-ı Hak, inkârda ısrar eden Firavun’un kavmine ilk önce şiddetli bir yağmur göndermiştir. Bu yağmur 8 gün 8 gece devam etmiş, kimse dışarı çıkamamış ve Nil nehrinin taşmasıyla seller meydana gelip evleri, ekinleri ve hayvanları telef etmiştir. Bu musibet karşısında Firavun’un adamları Hz. Musa’ya gelerek: “Rabbine dua et. Bu belayı başımızdan kaldırsın da sana iman edelim.” demişlerdir. Hz. Musa da dua etmiş ve duasının bereketiyle tufan sona ermiştir. Ancak onlar yine iman etmediler ve inkârlarında ısrar ettiler. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, bir ayet ve mucize olarak onlara çekirge musibetini gönderdi. Ekin ve meyve bahçelerini yiyen çekirge sürüleri evlerin tavanına ve elbiselerin içlerine kadar ulaştı. Bu durum karşısında onlar yine Hz. Musa’ya gelerek dua etmesini ve bu musibeti kaldırmasını istediler ve bunu yaparsa O’na iman edeceklerini söylediler. Hz. Musa bunun üzerine tekrar dua etti ve duasının bereketiyle bir rüzgâr gelip çekirgeleri nehre döktü. Ancak kalpleri körelmiş Firavun ve çevresi bu mucizeye karşı da iman etmediler ve sözlerinde durmadılar. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların üzerine haşerat musibetini gönderdi. Gönderilen haşerat, çekirgelerden arta kalan ekinleri yediler ve elbiselerine girerek kanlarını emdiler. Buna karşı onlar üçüncü kez Hz. Musa’ya gelerek yine dua etmesini ve bu musibeti kaldırmasını istediler ve bunu yaparsa iman edeceklerini söylediler. Hz. Musa yine dua etti ve Allah-u Teâlâ duasını kabul ederek haşeratı yok etti. Ancak Firavun ve çevresi yine iman etmediler ve Hz. Musa’ya: “Sen bir sihirbazsın. Sihrinle bunları yapıyorsun.” dediler. Bunun üzerine Allah-u Teâlâ onların üzerine kurbağaları yağdırdı. Kurbağalar o kadar çoktu ki, yerleri yurtları kurbağalar ile dolmuştu. Kurbağalardan bir türlü kurtulamayan Firavun ve çevresi yine kurtuluş çaresini Hz. Musa’ya gelmekte buldular ve ona gelerek dua etmesini ve bu kurbağaların yok olmasını istediler. Buna karşı, “Bu sefer muhakkak iman edeceğiz.” diye söz verdiler. Hz. Musa yine dua etti ve duasının bereketiyle bir yağmur yağarak bütün kurbağalar denize döküldü. Lakin onlar yine iman etmediler ve azgınlıklarına devam ettiler. Bunun üzerine de Allah-u Teâlâ onların üzerine kan yağdırmış ve içecekleri dahi her şey kan olmuştur. İşte Kuran’ın mezkûr ayetleri, Firavun ve çevresinin başına gelen bu musibetleri haber vermekte ve bizlere bir ibret dersi yapmaktadır. Acaba Kur’an’ın haber verdiği bu hadiseler gerçekten vuku bulmuş mudur? Bu konuda tarih kitapları ne demektedir? Şimdi, tarihi yazıtların bu konudaki sözlerini dinleyelim: Orta Krallık devrinden kalan Ipuwer papirüsü 19. yüzyılın başında Mısır’da bulunmuştur. Bu papirüs bulunduktan sonra, 1909 yılında Leiden Hollanda Müzesi’ne götürülüp Gardiner tarafından çevrilmiştir. Papirüste Mısır’daki kıtlık, kuraklık gibi felaketler ve Mısır’dan kölelerin kaçışı anlatılmaktadır. Ayrıca söz konusu papirüsün yazarı İpuwer’in de bu olayların tanığı olduğu anlaşılmaktadır. Kur’an’da da bildirilen bu felaketlerden Ipuwer papirüslerinde şöyle bahsedilmektedir: “Felaketler tüm memleketi sarmıştı. Her yerde kan vardı. Nehir kan oldu. Böyle dün gördüğüm her şey helak oldu. Biçilmiş gibi her toprak çırılçıplak… Mısır’ın aşağısı mahvoldu. Tüm saray ıssız kaldı. Sahip olunan her şey: buğday ve arpa, kazlar ve balıklar… Gerçekten ekin her yerde mahvoldu. Topraklar tüm kargaşaya ve gürültüye rağmen… Dokuz gün boyunca saraydan hiçbir çıkış yoktu ve kimse o şahsın yüzünü göremedi. Şehirler kuvvetli akıntılar tarafından yerle bir oldu. Yukarı Mısır harap olmuştu. Her yerde kan vardı. Ülkede salgın hastalıklar baş gösterdi. Bugün gerçekten kimse kuzeye Byblos’a gidemiyor. Mumyalarımız için ne yapacağız? Altın azalıyor… İnsanlar sudan korkar oldu. Su içtikten sonra bile susadılar. İşte suyumuz! Mutluluğumuz! Yapabileceğimiz ne var? Her şey talan… Şehirler yıkıldı. Yukarı Mısır kurudu. Yerleşim alanları bir dakika içinde altüst oldu.“ 20. yüzyılda bilgi sahibi olduğumuz bu papirüste yazılan yazıyı dinlerken sanki ayet-i kerimeleri dinliyormuş gibi oldunuz değil mi? Bunun sebebi, papirüsteki yazıların Kur’an ayetleriyle neredeyse aynı olması Kur’an’ın verdiği haberleri birebir doğrulamasıdır. O halde şimdi şu soruyu soruyoruz: Firavun ve kavmine gönderilen felaketleri haber veren bu papirüsteki yazıların Kur’an’la büyük bir paralellik içinde olması, Kur’an’ın Allah’ın kitabı olmasından başka ne ile izah edilebilir? Bir beşerin hem de okuma yazma bilmeyen bir beşerin kendi başına bunları bilmesi ve haber vermesi hiç mümkün müdür? Hayır, asla mümkün değildir! Bir beşer kendi aklıyla bu bilgileri keşfedemez. O halde Kur’an asla bir beşer sözü olamaz, ancak ve ancak ezel ve ebed sultanı olan, geçmişi ve geleceği tek bir sayfa gibi gören Allah’ın sözü olabilir. Nuh tufanı“Andolsun ki Nuhu kavmine gönderdik te, onların arasında bin seneden elli yıl eksik kaldı. Onlar zalim kimseler iken nihayet tufan onları yakaladı. Fakat Nuhu ve gemi halkını kurtardık. Ve bu hadiseyi âlemler için bir ibret kıldık” (Ankebut: 14-15) Kur’an’ın bu ayetleri ve diğer surelerde geçen ayet-i kerimeleri yeryüzünde yaşanmış büyük bir tufanı bizlere haber vermektedir. Öyle bir tufan ki, yeryüzünün büyük bir bölümünü kaplamış ve bir uygarlığı ortadan kaldırmıştır. Acaba Kur’an’ın verdiği bu haber hakkında bilim adamları ne demektedir? Gerçekten de böyle bir tufanın olduğunu onlarda kabul etmekte midirler? Bu konu hakkında bilimin ve bilim adamlarının görüşü nedir? Şimdi, Kur’an’ın haber verdiği bu tufan hadisesinin bilim adamları tarafından nasıl ispat edildiğine izah edelim: Bir uygarlığın birdenbire ortadan kalkması durumunda -ki bu bir doğal felaket, ani bir göç veya bir savaş sonucu olabilir- bu uygarlığa ait izler çok daha iyi korunmaktadır. Çünkü bu gibi felaketlerde insanların içinde yaşadıkları evler ve günlük hayatta kullandıkları eşyalar kısa bir zaman içinde toprağın altına gömülmekte ve böylece uzunca bir süre insan eli değmeden saklanmaktadır. Ve nihayet gün ışığına çıkartılmalarıyla da geçmişteki yaşamları hakkında önemli bilgiler elde edilmektedir. Nuh tufanıyla ilgili birçok delilin günümüzde ortaya çıkarılması da bu sayede olmuştur. M.Ö. 3000 yılları civarında gerçekleştiği düşünülen tufan, tüm uygarlığı bir anda yok etmiş ve bunun yerine tamamen yeni bir uygarlık kurulmasını sağlamıştır. Böylece tufanın açık delilleri, bizlerin ibret alması için binlerce yıl boyunca korunmuştur. Mezopotamya Ovası’nı etkisi altına alan Tufan’ı araştırmak için yapılmış birçok kazılar vardır. Bölgede yapılan kazılarda başlıca dört şehirde, büyük bir tufan sonucu gerçekleşmiş olabilecek sel felaketinin izlerine rastlanmıştır. Bu şehirler Mezopotamya Ovası’nın önemli şehirleri Ur, Uruk, Kiş ve Şuruppak’tır. Bu şehirlerde yapılan kazılar, bunların tümünün M.Ö. 3000’li yılları civarında bir sele maruz kaldıklarını göstermektedir. Leonard Woolley bu tufanı araştırmış çok önemli bir bilim adamıdır. British Museum ve Pennsylvania Üniversitesi tarafından ortaklaşa yürütülen bir kazı çalışmasına da başkanlık etmiştir. Sir Woolley’in kazıları Bağdat ile Basra Körfezi arasındaki çölün ortalarında gerçekleşti. Reader’s Digest dergisinde Woolley’in kazıları şöyle anlatılmaktadır: Kazı yapılan bölgede derine inildikçe çok önemli bir buluntu ortaya çıkarılmıştı; bu, Ur şehrinin krallar mezarlığıydı. Araştırmacılar Sümer krallarının ve soyluların gömülmüş olduğu bu mezarlıkta birçok efsanevi sanat eserlerine rastladılar. Miğferler, kılıçlar, müzik aletleri, altından ve kıymetli taşlardan yapılmış sanat yapıtları. İşçiler, çamur olmuş tuğlaların içinden bir metre kadar derine daldılar ve çanak çömlekleri çıkarmaya başladılar. Ve sonra birdenbire her şey durdu. Artık ne çanak, ne çömlek, ne kül vardı; yalnız suyun getirdiği temiz çamur…” Woolley kazıya devam etti. İki buçuk metre kadar temiz kil tabakasından geçilerek derine dalındı ve sonra birdenbire işçiler, bu devrin insanları tarafından yapılmış zımpara taşından aletler ve çanak çömlek parçalarına rastladılar. Çamur iyice temizlenince altında kalmış bir medeniyet ortaya çıktı. Bu durum, bölgede büyük bir su baskınının meydana geldiğini gösteriyordu. Ayrıca mikroskobik analiz, temiz kilden kalın bir katmanın eski Sümer uygarlığını yok edecek kadar büyük bir tufan tarafından buraya yığılmış olduğunu gösteriyordu. Bu araştırmalar sonunda kazıya başkanlık eden Woolleyin vardığı neticeyi dikkatle dinleyelim: “Tek bir zaman diliminde oluşmuş böylesine büyük bir kil kütlesi sadece çok büyük bir sel felaketinin sonucu olabilir. Bu ancak efsanevi Nuh Tufanının kalıntıları olabilir.” Alman arkeolog Werner Keller de söz konusu kazının neticesini şöyle ifade etmiştir. “Mezopotamya’da yapılan arkeolojik kazılarda balçıklı bir tabakanın altından şehir kalıntılarının çıkması burada bir sel olduğunu ispatlamış oldu.” Şimdi bilim adamlarının bahsettiği efsanevi tufanının 1400 sene evvel Kur’an’da nasıl haber verildiğine bakalım: AŞAĞISI ÇOK UZUN BİR KISSA OLDUĞUNDAN ARALARINI ALDIM. “Nuh’a şöyle vahyettik: “Bil ki kavminden şimdiye kadar iman etmiş olanlardan başka artık kimse iman etmeyecektir. Onun için yaptıkları şeylerden dolayı kederlenme. Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır.” (Hud 36-37) Gemi, içindekilerle birlikte, dağlar gibi dalgalar arasında akıp gidiyordu. Nuh ayrı bir yere çekilmiş olan oğluna bağırdı: “Yavrucuğum, gel, bizimle beraber bin! Kâfirlerle beraber olma!”O dedi ki: “Ben, beni sudan koruyacak bir dağa çıkacağım.” Nuh da: “Bu gün Allah’ın merhamet ettiğinden başkasını, Allah’ın bu azabından koruyacak kimse yoktur.” dedi. Derken dalga aralarına giriverdi. O da boğulanlardan oldu. Allah tarafından denildi ki: “Ey yeryüzü suyunu yut! Ey gökyüzü sen de suyunu kes! Ve sular çekildi. Emir yerine gelmiş oldu. (Hud 42-43-44) Acaba, Kur’an’ın verdiği bu haberin, bilim adamlarının tespitleriyle birebir uyum içinde olması ne manaya gelmektedir? Kur’an’ın Allah’ın kelamı olduğunu kabul etmeyenler, Kur’an’ın 1400 sene evvel bu tufanı haber vermesini ne ile izah edeceklerdir? Bir beşerin tek başına binler sene evvel yaşanmış bir tufanı görür gibi haber vermesi mümkün müdür? -Başka meselelerde bilim adamlarının sözlerine delil olarak kabul edenler, Nuh tufanı konusunda bu kadar ilmi açıklamaya gözlerini mi kapatacaklar, ya da kulaklarını mı tıkayacaklar? Evet, bilim yine Kur’an’ı tasdik etti ve bilim adamları yine Kur’an’ın vermiş olduğu haberlerin doğruluğuna imza attı. Şu soruyu sorarak bu delili tamamlamak istiyoruz: Acaba ümmi olan, yani okuma yazma bilmeyen; hiçbir kitap okumamış ve hiçbir harf yazmamış bir zat; elindeki kitaba dayanarak, asırlar öncesinde yaşanmış bu tufanı, sanki görüyormuş gibi bizlere haber verse ve verdiği bu haber, asırlar sonra bütün tarihçiler ve arkeologlar tarafından ilmi çalışmalar neticesinde tasdik edilse, acaba hiç şüphemiz kalır mıydı ki bu zat, geçmişi ve geleceği bilen Allah’ın peygamberi ve elindeki kitap da o zatın fermanı olmasın? İrem şehriHiçbir kitap okumamış ve hiç bir harf yazmamış bir insan, tarihin karanlıklarında gizli kalmış bir medeniyetten sanki görüyormuş gibi bahsetse ve verdiği bu haber, kendinden tam on dört sene sonra, bilim adamlarının araştırmalarıyla tasdik edilse böyle bir durum karşısında ne düşünürdünüz? Ve şu ihtimallerden hangisini kabul ederdiniz? 1- Bu zat, zaman ve mekanları aşıp, ta o kavmin yaşadığı asra gitmiş, ve gördüklerini, tekrar asrına dönerek haber vermiş. Bu şıkkı hiçbir akıl sahibi kabul edemez, bunu kabul etmek, ancak ve ancak akıldan istifa etmekle mümkündür. 2- Bu zat, zaman ve mekanları yaratan ve ilmiyle her zaman ve mekanı kuşatan Allah’ın elçisidir ve Onun peygamberidir. O’nun bildirmesiyle biliyor ve O’nun haber vermesiyle bildiriyor. Bu şık kabul edilmelidir zira kabul edilebilecek bundan başka seçenek yoktur. Evet yol iki değil tektir, bu da; O zatın kesinlikle ve kesinlikle Allah’ın peygamberi olduğuna inanmaktır. Şimdi O zatın peygamberliğini ve elindeki fermanın Allah’ın kitabı olduğunu ispat eden mucizevî habere geçiyoruz “Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? Yüksek sütunlar sahibi İrem’e ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi.” (Fecr Suresi, 6-8) 1990’lı yılların başında dünyanın tanınmış gazeteleri çok önemli bir arkeolojik bulguya “Muhteşem Arap Şehri Bulundu”, “Efsanevi Arap Şehri Bulundu”, “Kumların Atlantisi Ubar” başlıklarıyla yer verdiler. Bu ilginç arkeolojik bulguyu daha önemli hale getiren, isminin Kur’an’da anılıyor olmasıydı. O güne kadar Kur’an’da bahsi geçen Ad kavminin bir efsane olduğunu veya hiçbir zaman bulunamayacağını düşünen birçok kişi, bu yeni bulgu karşısında hayrete düştü. Kur’an’da sözü edilen bu şehri bulan kişi, amatör bir arkeolog olan Nicholas Clapp idi. Bir Arap tarihi uzmanı ve belgesel yapımcısı olan Nicholas Clapp, Arap tarihi üzerine yaptığı araştırmalar sırasında, 1932 yılında İngiliz araştırmacı Bertram Thomas tarafından yazılmış Arabia Felix adında bir kitaba rastlamıştı. Arabia Felix Romalıların Arap Yarımadası’nın güneyinde bulunan ve günümüzdeki Yemen ve Umman’ı kapsayan bölgeye verdikleri isimdi. İngiliz araştırmacı Bertram Thomas, Ad kavminin yaşadığı Ubar kentinin kalıntılarının bulunduğu Umman’ın sahile yakın bir bölgesine araştıma gezisi yapmıştı. Gezisi sırasında, çölde yaşayan bedeviler ile görüşmüş ve bu bedeviler O’na, eski bir patika yolu göstermişler ve bu patikanın Ubar isimli çok eski bir şehre ait olduğunu anlatmışlardı. Bertram Thomasın kitabını inceleyen Nicholas Clapp, Thomas’ın haber verdiği Ubar’ın varlığını kanıtlamak için iki ayrı yola başvurdu. Önce Bedeviler tarafından var olduğu söylenen patika izlerini buldu. NASA’ya başvurarak bu bölgenin resimlerinin uydu aracılığıyla çekilmesini istedi. Daha sonra da California’da Huntington Kütüphanesi’nde bulunan eski yazıtları ve haritaları incelemeye başladı. Kısa bir araştırmadan sonra Mısır-Yunan coğrafyacısı Batlamyus tarafından MS 200 yılında çizilmiş bir harita buldu. Haritada, bölgede bulunan eski bir şehrin yeri ve bu şehre doğru giden yolların çizimi gösterilmişti. Bu arada NASA’nın çektiği resimlerde, yerden çıplak gözle görülmesi mümkün olmayan, ancak havadan bir bütün halinde görülebilen bazı yol izleri ortaya çıkmıştı. Hem eski harita da belirtilen yollar hem de uydudan çekilen resimler de görülen yollar birbirleriyle kesişiyorlardı. Bu yolların bitiş noktası ise eskiden bir şehir olduğu anlaşılan geniş bir alandı. Böylece Bedevilerin sözlü olarak anlattıkları hikayelere konu olan efsanevi şehrin yeri bulunmuş oldu. Yapılan kazılarda kumların içinden eski bir şehrin kalıntıları çıkmaya başladı. Bu nedenle de bu kayıp şehir “Kumların Atlantisi Ubar” olarak tanımlandı. Bu eski şehrin Kur’an’da bahsedilen Ad kavminin şehri olduğunu kanıtlayan asıl delil ise şehrin kalıntılarıydı. Yıkıntıların ilk ortaya çıkarılışından itibaren, bu yıkık şehrin Kur’an’da bahsedilen Ad kavmi ve İrem’in sütunları olduğu anlaşılmıştı. Zira kazılarda ortaya çıkartılan yapılar arasında Kur’an’da varlığına dikkat çekilen uzun sütunlar yer alıyordu. Kazıyı yürüten araştırma ekibinden Dr. Juris Zarins şöyle diyor; “Bu şehri diğer arkeolojik bulgulardan ayıran şey; yüksek sütunlarıdır. Dolayısıyla bu şehir Kur’an’da bahsi geçen Ad kavminin kenti İremdir” “Rabbinin Ad kavmine ne yaptığını görmedin mi? ‘Yüksek sütunlar’ sahibi İrem’e ki şehirler içinde onun bir benzeri yaratılmış değildi. ” (Fecr Suresi: 6-8) Sebe halkı ve arim seli“Andolsun, Sebe’ (halkı)nın oturduğu yerlerde de bir ayet vardır. (Evleri) Sağdan ve soldan iki bahçeliydi.” (Onlara demiştik ki: ) “Rabbinizin rızkından yiyin ve O’na şükredin. Güzel bir şehir ve bağışlayan bir Rabbiniz var.” Ancak onlar yüz çevirdiler, böylece biz de onlara Arim selini gönderdik.
Ve onların iki bahçesini, buruk yemişli, acı ılgınlı ve içinde az bir şey de sedir ağacı olan iki bahçeye dönüştürdük. Böylelikle nankörlük etmeleri dolayısıyla onları cezalandırdık. Biz (nimete) nankörlük edenden başkasını cezalandırır mıyız? (Sebe Suresi: 15-17) Kur’an’da Sebe halkından ve nankörlükleri sebebiyle bu halkın başına gelen sel felaketinden bahsedilir. Hatta bu felaketin nasıl meydana geldiği ayrıntılarıyla anlatılır. Zira Sebe kavmine gönderilen azaptan “Seyl-ül Arim” yani “Arim seli” olarak bahsedilmektedir. Kur’an’da geçen bu ifade, aynı zamanda bu selin meydana geliş şeklini de göstermektedir. “Arim” kelimesinin anlamı, baraj ya da settir. “Seyl-ül Arim” kelimesi de, setin yıkılması sonucunda meydana gelen bir seli anlatmaktadır. Şimdi Kur’an’ın Sebe halkı hakkında verdiği bu haberin, tarihçiler tarafından nasıl tasdik edildiğini tarihi kayıtların lisanıyla dinleyelim; “Sebe halkı, Güney Arabistan’da yaşamış olan dört büyük uygarlıktan biridir. Sebe kavmini anlatan tarihi kaynaklar, bu kavmin Fenikeliler gibi yoğun ticari faaliyetlerde bulunan bir devlet olduğunu söylerler. Sebeliler, tarihte medeni bir kavim olarak bilinmişlerdir. Sebe hükümdarlarının yazıtlarında onarma, vakfetme, inşa etme gibi kelimeler ağırlıktadır. Bu kavmin en önemli eserlerinden olan Marib Barajı da, ulaştıkları teknolojik seviyenin önemli göstergelerindendir.” Sebe halkı, o döneme göre oldukça ileri bir teknoloji ile kurdukları Marib Barajı’yla birlikte büyük bir sulama kapasitesine sahip olmuştu. Bu yöntemle elde ettikleri bol ürünlü toprakları ve ticaret yolu üzerindeki kontrolleri, onlara görkemli ve refah dolu bir hayat yaşatıyordu. Marib’deki bu baraj aracılığıyla sulanabilen toplam alan 9.600 hektardı ki, bunun 5.300 hektarı güney, geri kalanı ise kuzey ovasına aitti. Bu iki ova, Sebe kitabelerinde bazen “Marib ve iki ova” diye anılırdı.İşte Kur’an’daki “sağdan ve soldan iki bahçe” ifadesi, muhtemelen bu iki vadideki gösterişli bağ ve bahçelere işaret eder. Bu baraj ve sulama tesisleri sayesinde bölge, Yemen’in en iyi sulanan ve en verimli kesimi olarak ün yapmıştı. Fransız J. Holevy ve Avusturyalı Glaser, Marib setinin çok eski devirlerden beri var olduğunu yazılı belgelerle ispat ettiler. Himer lehçesiyle yazılan belgelerde bu barajın ülke topraklarını verimli kıldığı yazılıydı. Daha sonra bu barajın yıkılmasıyla meydana gelen sel sonucu bütün ülke harab oldu. Sebelilerin dağların arasına setler inşa ederek kazdıkları kanallar yıkıldı ve bütün sulama sistemi bozuldu. Bunun sonucu daha önceden bir bahçe gibi olan ülke yabani otların yetiştiği bir hale geldi ve küçük bodur ağaçların kiraza benzer yemişi dışında yenebilecek hiçbir meyve kalmadı. Ayrıca Sebe kavmine ait sütunların yüzeyinde Sebe dilinde yazılmış yazıtlar bulunuyordu. Bu yazıtları inceleyen Hrıstiyan arkeolog Werner Keller Kutsal Kitap Doğruyu Söyledi isimli kitabında şöyle demektedir; Arim seli Kur’an’da haber verildiği gibi gerçekleşmiştir. “Zira Böyle bir barajın olması ve yıkılarak şehri tamamen harap etmesi, Kur’an’daki bahçe sahipleriyle ilgili verilen örneğin gerçekten de meydana geldiğini kanıtlıyor. ” Şimdi şu noktalara dikkat çekiyoruz: 1- Kur’an’ın geçmişte yaşamış Sebe halkından bahsediyor, tarihçiler bunu kabul ediyor, 2- Kur’an, Sebe halkının yeşillikler, bağlar ve bahçeler içinde güzel bir şehirde yaşadığını haber veriyor, tarihçiler bunu da kabul ediyor, 3-Kur’an bu şehirde bulunan büyük bir barajdan bahsediyor, tarihçiler bunu da kabul ediyor, 4-Kur’an bu barajın iki bahçeyi suladığını haber veriyor, tarihçiler marib ve iki ova diyerek bunu da kabul ediyor, 5-Kur’an bu barajın yıkılmasıyla meydana gelen bir sel felaketinden bahsediyor, tarihçiler bunu da kabul ediyor, 6-Kur’an selden sonra bağ ve bahçelerin harab olduğundan haber veriyor, tarihçiler bunu da kabul ediyor. Acaba bütün bu kabul etmekler sizce ne manaya geliyor? Evet, tarihçiler Kur’an’ın haber verdiği bütün bu maddeleri kabul etmekle, aslında bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu tasdik ediyor, zira ümmi, yani okuma yazma bilmeyen bir beşerin, kendi kendine bunları keşfetmesi ve haber vermesi mümkün değildir. Şimdi soruyoruz; Kur’an’a haşa, bir beşer sözüdür diyenler, Kur’an’ın geçmişten verdiği bu haberlerin doğruluğunu ne ile izah edebilirler? Kur’an, geçmişten verdiği haberlerin doğruluğu ile adeta “Ben Allah’ın kitabıyım” diye gök gürültüsügibi seda verirken, onlar sivrisinek vızıltısı hükmündeki hangi hezeyan ile bu sedayı susturabilirler? Mekke’yi fethedeceksinizFetih suresinin 27 ve 28. ayetlerinde şöyle buyrulmuş:
“Allah dilerse siz güven içinde, korkmadan, bazılarınız saçlarını tamamen tıraş etmiş, bazılarınız da saçlarınızı kısaltmış olarak Mescid-i Harama mutlaka gireceksiniz. Bütün dinlere üstün gelsin diye resulünü hak ile gönderen odur.” Peygamber Efendimiz,(S.a.v.) Medine’de iken bir rüya görmüştü rüyasında, müminler güven içinde Mescid-i Haram’a girip ve Kâbe’yi tavaf ediyorlardı. Bunun üzerine efendimiz müminleri bu haberle müjdelemişti. Çünkü Mekke’den Medine’ye hicret eden müminler, o zamandan beri Mekke’ye gidemiyorlardı. Allah, Peygamberimiz (S.a.v.)’e katından bir yardım ve destek olarak Fetih Suresi’nin 27. ayetini vahyetmiş ve rüyasının doğru olduğunu eğer Allah dilerse müminlerin Mekke’ye girebileceklerini bildirmiştir. Gerçekten de, bir süre sonra, önce Hudeybiye Barışı ve ardından gelen Mekke’nin fethi ile Müslümanlar aynı ayette bildirildiği gibi güven içinde Mescid-i Haram’a girmişlerdir. Bu ayetin verdiği iki gaybî haber de çıkmış. Müslümanlar Mekke’yi fethetmişler ve Hak din olan İslam bütün dinlere üstün gelmiştir. Şunu da unutmamak ve ayetlere öyle bakmak gerekir. Baharın başında baharı müjdelemek kolaydır. Zor olan kışın ortasında baharı müjdelemektir. Kur’an’ın verdiği haberler, kış ortasında baharı müjdelemek gibidir. Zira bu ayetlerin indiği dönemde Müslümanlar gayet zayıf ve azdı. Hicrete mecbur bırakılarak, vatanlarını ve mallarını terk etmişlerdi. Medine’den, Mekke’ye, Kâbe’yi ziyaret için gelmişler ama Mekke müşrikleri buna bile müsaade etmediğinden üzülerek Medine’ye dönmüşlerdi. İşte böyle bir hengâmda Kur’an; “Kâbe ye güvenle gireceklerini ve İslam’ın diğer dinlere üstün geleceğini” haber vermiş ve verdiği haber tam dediği gibi doğru çıkmıştır. Firavun’un cesedinin korunmasıFiravun Hz. Musa (as) zamanında mısırda yaşamış zalim bir hükümdardır. Firavun kendini ilah olarak kabul etmekte ve Hz. Musa’nın Allah’a iman etmesi için yaptığı davetlere karşı iftira ve tehditle karşılık vermektedir. Hz Musa’nın izni ilahi ile gösterdiği mucizeler karşısında ona sihir isnadında bulunan Firavun daha sonra bu mucizeler karşısında korkmuş ve Musa aleyhisselam ile inananların Mısır’dan gitmesine izin vermiştir. Sonra Firavun bu iznine pişman olup askerleriyle Hz Musa ve yanındaki İsrailoğullarının peşine düşmüştür. Firavun bu kibirli ve inatçı tavrını Allah’ın azabıyla karşılaşıncaya kadar sürdürmüş ve azgın dalgaların karşısında çaresizliğini anlayınca imana yönelmiştir. Bu hadise Kur’an da şöyle geçmektedir. “Biz, İsrailoğulları’nı denizden geçirdik; Firavun ve askerleri azgınlıkla ve düşmanlıkla peşlerine düştü. Sular onu boğacak düzeye erişince (Firavun): “İsrailoğulları’nın kendisine inandığı (İlahtan) başka İlah olmadığına inandım ve ben de müslümanlardanım” dedi. (Yunus Suresi:90) Ancak Allah Firavun’un böyle bir anda iman etmesini kabul etmemiştir. Allah Firavun’un bu samimiyetsiz tavrını Kur’an’da şu ayetlerle bildirir; “Şimdi, öyle mi? Oysa sen önceleri isyan etmiştin ve bozgunculuk çıkaranlardandın. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet (tarihi bir belge, ibret) olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız “(herkese cesedini göstereceğiz). Gerçekten insanlardan çoğu, Bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi: 91-92) Ayetin açık ifadesinden de anlaşılacağı gibi Allah firavunun cesedini insanlara bir ibret ve bir ayet olması için kurtaracağını haber vermiştir. Tıpkı haber verildiği gibi sular üstüne kapanıp boğulduktan sonra, Firavun’un cesedi kıyıya vurmuş ve Mısırlılar tarafından bulunarak önceden yapılmış olan mezarına götürülmüştür. İşte Kur’an’ın akılları hayrete düşüren bir mucizesi daha; Ve yapılan arkeolojik çalışmalar neticesinde firavunun bozulmamış cesedi bulunmuş ve kıyamete kadar gelecek tüm insanlığa bir ibret levhası olarak Kahire’deki Mısır Müzesi’nin Kraliyet Mumyaları Odasında sergilenmektedir. Ve bu ceset Allah’a karşı gelenlerin akıbetini insanlara ders verdiği gibi Kur’an’ın bu ayetini tasdik ederek onun Allah’ın kitabı olduğunu da doğrulamaktadır. Bugün ise, senden sonrakilere bir ayet olman için seni yalnızca bedeninle kurtaracağız. Gerçekten insanlardan çoğu, bizim ayetlerimizden habersizdirler. (Yunus Suresi: 91-92) Peygamber Efendimiz (S.a.v.)’in Allah tarafından korunacağıMaide suresi 67. ayette şöyle buyrulmuş: “Allah seni insanlardan koruyacaktır.” Bu ayet-i celile inmeden evvel, Peygamber Efendimiz Medine’ye hicret etmişti. Ve Yahudiler, Efendimize: “Ya Muhammed, biz çok kalabalığız ve silah sahibiyiz, eğer bu davandan ve dininden vazgeçmezsen seni öldürürüz” demişlerdi. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz’i Ensar’dan ve Muhacirlerden yüz kişi bekliyordu. Yahudilerin suikast korkusundan onun yanında geceliyor ve onun ile beraber her gittiği yere gidiyorlardı. Bu ayeti kerime inince, Allah’ın Resulü, kendisini bekleyenlere şöyle dedi: “Ey insanlar, gideceğiniz yerlere gidin, artık beni beklemeyin, şüphesiz ki Allah beni insanlardan koruyacaktır.” Allah’ın bu vaadinden sonra peygamber Efendimiz gecenin evvelinde ve geç saatlerinde Medine’nin vadilerinde ve tenha yerlerinde düşmanlarının çokluğuna rağmen tek başına gezerdi. Ve ona suikast planı yapanlar bir türlü planlarını gerçekleştiremezlerdi. Yani Kur’an’ın gelecekten verdiği bu haber de tam doğru ve hakikat çıkmış, düşmanları son derece hevesli olmalarına rağmen peygamberimize ilişememişlerdir. Kur’an’ın bir tek harfini bile kimse değiştiremeyecektir.“Muhakkak ki Kur’an’ı biz indirdik ve elbette onu biz koruyacağız” (Hicr: 9 ) Bir beşer, gayet zayıf, yalnız ve tek başına hem inatçı ve kendisine düşman bir kavmin içinde, elinde bir ferman ve kendinden emin bir tarzda meydan okuyor ve diyor ki; “Elimdeki bu fermanın bir harfini bile ne siz ne de sizden sonraki asırlar asla değiştiremeyecek ” Kendisine düşman olanların en büyük arzusu ve isteği ise, o fermana ilişmek, onu yok etmek ya da en azından değiştirmek. Acaba, bu yok etme ve tahrif etme planlarının ve çalışmalarının neticesiz kalması ve çok istemelerine rağmen o fermanın bir harfine bile dokunamamaları, bu kitabın Allah’ın kitabı olduğunu ispata kâfi değil midir? Evet, Allah “Muhakkak ki Kur’an’ı biz indirdik ve elbette onu biz koruyacağız” ayetiyle Kur’an’ı muhafaza edeceğini ve koruyacağını, kimsenin ona ilişemeyeceğini, değil bir cümlesi ve bir kelimesi, bir harfini bile değiştiremeyeceklerini vaad etmiş ve haber vermiştir. Bu ayetin verdiği haber de tam doğru çıkmıştır. Kur’an’ın indirilmesinden on dört asır geçmesine ve bu kadar çok Kur’an düşmanları olmasına rağmen, Kur’an’ın tek bir harfi bile değiştirilememiştir. Diğer semavi kitaplar olan İncil ve Tevrat’ı değiştiren zihniyet ve eller Kur’an’a ilişememişlerdir. İşte geleceğe ait diğer gaybî haberler gibi, “Kur’an’ın değiştirilemeyeceğine” ait bu haberinde doğru çıkması ispat eder ki, Kur’an Allah’ın sözüdür. Ve Hz. Muhammed (S.a.v.) Allah’ın peygamberidir. |