ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
Niçin Ehl-i Sünnetiz?
Abdulkadir Yılmaz
bilgi@feyzdergisi.com
Tarih: 2014-01-01
Bir Kutsal Kitap En İyi Kendi Peygamberi Zamanında Anlaşılır
Bir kitap ve şeriat ile gelen peygamberlerin, getirdiği şeriatı tam olarak bilememesi veya yanlış uygulaması gibi bir durum mümkün olamayacağından, her şeriat en güzel ve en doğru bir şekilde kendi peygamberinin yaşadığı zaman dilimi içinde anlaşılır.
Kutsal metinler üzerinde oynamalar tahrif gibi ameliyeler ise peygamberlerin sağlığında değil, onların vefatlarından sonra aradan geçen uzun yıllar ve devirler neticesi vuku bulur. Peygamberlerin vefatıyla beraber, yanlışı düzeltmek ve doğruyu sormak için bir haber kaynağı kalmadığından, zaman içerisinde şeriatın aslından uzaklaşmalar, kopmalar başlar. Bir zaman gelir ki kutsal metin nerdeyse tamamen değişmiş, beşeri bir kitaba dönüşmüş olur. Nitekim Kur’ân’dan önceki kutsal kitaplar tam da bu şekilde tahrif edilerek kutsal olma vasfını kaybetmişlerdir. Ama son kitap olan ve en son nebiye gelen Kur’ân, bu tür tahrif ve tahripten “Zikri (Kur’ân) biz indirdik. Onun için Zikri biz koruyacağız.” (Hicr, 15/9) şeklindeki ayetin teminatı ile korunmuştur. Evet, bu iddia bir mucizedir. Bu mucizeye insanlık tanıktır. Zira aradan geçen 1400 yıl gibi çok uzun bir süreye rağmen hâlâ Kur’ân’ın bir noktasına bile dokunulamamış bir harfi dahi değiştirilememiştir.
Yukarıda tespit ettiğimiz bir gerçeği burada tekrar ederek diyebiliriz ki Kur’ân ayetlerinin en doğru bir şekilde anlaşılması, açıklanması, tefsir edilmesi, yorumlanması ve yüce Allah’ın muradına en uygun bir şekilde yaşanması yine ancak Hazreti Peygamber’in (Aleyhisselam) zamanında olmuştur. Zira Allahu Teâlâ ile vahiy yollu iletişimin devam ettiği ve Cebrail isimli vahiy meleğinin hata yapmaya imkân vermediği bu zaman diliminde yüce Kur’ân, Allahu Teâlâ’nın muradına en uygun bir şekilde hem anlaşılmış ve hem de tatbikatı ve uygulaması yapılmıştır. Bu gerçeği kimsenin tartışma konusu bile yapamayacağı ortadadır. Kur’ân’a ait bu realite sahabelerin zamanında yaşanmış olan İslam anlayışı için de geçerlidir. En az dört halife devrinde de böyledir. Her ne kadar sahabeler arasında bazı ihtilaf ve savaşlar olsa da, sadece hilafet meselesine yönelik farklı içtihat ve yorumlardan olmuş ama Kur’ân’ın aslı ile itikadi ve ameli çok önemli mevzular üzerinde sahabeler arasında tartışma, farklı anlama ve farklı uygulama olmamıştır.
Sahabeler Hazreti Peygamber’den Gördükleri Şekilde İbadet Ediyor, Kur’ân’ı O’nun Tefsir ve Yorumu ile Öğrenip Yaşıyorlardı
Kur’ân’ı Peygamber aleyhisselamdan en doğru bir şekilde öğrenen sonra da O’nun (Aleyhisselam) refakat, denetim ve gözetiminde bizzat yaşantılarına aktaran sahabeler, bu fani âlemden göçene kadar Resulullah’tan (Aleyhisselam) öğrendikleri şekilde Kur’ân’ı anlamayı ve O’na uygun bir şekilde yaşamayı tavizsiz sürdürmüşlerdir. Sahabelerden birini namaz kılarken, oruç tutarken, abdest alırken, hac yaparken, zekât verirken vs. gören bir kimse şuna kanidir ki sahabeler Hazreti Peygamber’den gördükleri şekilde ibadet ediyor, Kur’ân’ı onun tefsir ve yorumu ile yaşıyorlar.
Ne Hazreti Peygamber’in (Aleyhisselam) sağlığında ne de vefatından sonra sahabede şöyle bir anlayış hiçbir zaman olmadı: “Kur’ân Arapça biz de Arabız. Bu Kur’an’ı herhangi bir kimseye sormaya, özellikle Hazreti Peygamber’e danışmaya gerek yok.” Böyle bir şeyi asla demediler. İnen her ayetin manasını, yorumunu, uygulama şeklini bizzat Efendimiz’den (sav) öğrenmek istediler. O’nun (sav) açıklamalarını merak ettiler. Bu tutum ve davranış aklı kullanmanın, Allah’tan korkmanın ve Resulullah’a saygı duymanın ta kendisi değil miydi zaten?
Şu ayetleri nasıl anlamak gerekiyorsa öyle anladılar. Doğru anladılar ve doğru yaşadılar: “Apaçık beyan eden Kitap’a andolsun ki şüphesiz biz, (anlayıp) akıl erdiresiniz diye onu Arapça bir Kur’ân kıldık.” (Zuhruf, 43/2-3)
“Biz onu, Allah’a karşı gelmekten sakınsınlar diye hiçbir eğriliği bulunmayan Arapça bir Kur’ân olarak indirdik.” (Zümer, 39/28)
Kur’ân’ın İşlerlik Kazanması İçin Açıklanmaya İhtiyacı Vardır
Kur’an’ın her meseleye çözüm olabilmesi için onun sünnetle ve içtihatlarla açıklanmaya ihtiyacı vardır. Bu yorumların, içtihatların yapılabilmesi için ise peygamberin ve içtihat yapabilecek âlimlerin varlığına ihtiyaç kaçınılmazdır. Nitekim asrı saadette de durum böyleydi. Kur’an ayetleri ortada idi ama birçok meselenin nasıl yapılacağı, nasıl uygulanacağı bilinmediğinden Hazreti Peygamber’e (aleyhisselam) bu türden meselelerin arzları hiç bitmedi. Yani hep Hz. Peygamber’e danıştılar.
Zira çok açıktır ki İslam’ın temel esaslarından olan namaz, oruç, hac, zekât gibi vecibelerin hiçbiri Kur’ân’da detaylandırılmamıştır. Bu detayların tamamını sünnetten öğreniyoruz. Hz. Peygamber’in (Aleyhisselam) şu hadisleri de bu gerçeğe işaret etmektedir: “Namazı nasıl kıldığımı gördüyseniz siz de öyle kılın!” “Haccın vecibelerini benden alın/benden öğrenin.”
Bunlar gayet normal şeylerdi aslında, o zaman kimse bu tavrı yadırgamadı. Dolayısıyla bu devirde sadece Kur’ân değil, Peygamberimiz’in (sav) uygulamalarını içeren bir külliyat daha birikti ki çok önemliydi bu bilgiler. Bir dönem Kur’ân’la karışmasın diye hafızalarda korundu bu çok önemli bilgiler, sonra bunlar yazılara döküldü öyle saklandı.
Neticede, Peygamberimiz’in (sav) vefatından sonra da büyük sahabeler topluluğu İslam dinine ve Kur’ân’a akıllarına göre yeni yorumlar ve anlamlar yüklemeden Efendimiz’den gördükleri en doğru olan uygulamayı titizlikle sürdürdüler. Ancak, Efendimiz zamanında başa gelmemiş bir iş, bir olay, bir mesele için ise önce Kur’ân’a sonra Efendimiz’in uygulamalarına bakarak bir çıkış yolu bir çözüm aradılar. Aklı burada doğru kullandılar, şimdikilerde olduğu gibi hemen “sadece akıl” demediler. Bundan tabii de ne olabilir.
Belli Odaklar Kur’ân’la Hazreti Peygamber’in İrtibatını Kopardılar
Kur’ân’ı bozmak ve Müslümanlar arasına ihtilaf, ayrılık sokmak isteyen fitne odakları Hazreti Peygamber’den sonra, “Kur’ân ortada ve Arapça bir kitap, biz de Arabız ve Arapça biliyoruz, kelimelerin anlamlarını kimseye sormamıza ihtiyacımız yok. Allah bize akıl vermiş, kimseden akıl alacak değiliz. Peygamber’in anladığını biz de anlarız, Peygamber’in yorumuna ihtiyacımız yok...” gibi bahanelerle Kur’ân’ı sadece Arapça kelimelerin anlamları ve kendi akılları doğrultusunda yorumlamaya başladılar. Genellikle gerekçe olarak Hazreti Peygamber’in (sav) yorumuna ihtiyacımız yok demek yerine, önce sahabeler arasında bir kin, bir düşmanlık peyda ettiler. Sonra da “Sahabeler hadisleri kendi menfaatleri doğrultusunda değiştiriyor, bozuyor; Efendimiz’in yorumu olduğunu nereden biliyorsunuz?” dediler. Bu türden asılsız gerekçelerle bir taraftan büyük sahabeleri gözden düşürüp onlar hakkında su-i zanlar oluşturdular. Bir taraftan da hadislere güvensizlik gibi çok büyük bir fitneyi Müslümanlar arasına soktular. Bunda bir ölçüde başarılı da oldular. Belli bir zümreyi fitneleriyle kandırıp zehirlediler.
Sahabeleri gözden düşürünce Hazreti Peygamber’in (sav) Kur’ân’ı tefsir ve yorumları da otomatikman düşmüş oldu. Böylece çok sinsice ve kurnazca bir tuzakla, Kur’ân’la Hazreti Peygamber’in irtibatını kopardılar. Geriye, Kur’ân’ı Arapça bilgisi ve akıl ile yorumlama yönteminden başka bir şey kalmadı. Efendimiz (sav) sağlığında bir mucize olarak bu fitnenin çıkacağını gördü ve gelecek fitneden ümmetini uyardı: “Şunu iyi biliniz ki bana Kur’ân-ı Kerim ile birlikte onun bir benzeri de verilmiştir. (Bu konuda) dikkatli olun; (çünkü) koltuğuna kurulan tok bir adamın ‘Size (Hz. Peygamber’in sünneti/hadisleri değil) sadece şu Kur’ân lazımdır. Onda bulduğunuz helali helal, haramı da haram kabul ediniz yeter!’ diyeceği (günler) yakındır...” (Ebu Davud, Sünnet, 5(6), İmaret,33; Tirmizî, İlim, 10; İbn Mace, Mukaddime, 2; Darimî, Mukaddime,49; Ahmed b. Hanbel, 2/367, 4/131-132, 6/8).
Tirmizî’nin bir rivayeti de şöyledir: “Dikkat edin! Sizden birinizi; emrettiğim veya yasakladığım konulardan birisi kendisine ulaştığında -koltuğuna yaslanmış bir halde- ‘Bilmiyorum, Allah’ın Kitabı’nda ne bulursak ona uyarız (hadisleri tanımayız) derken’ bulmayayım.” (Tirmizi, İlim,10) Tirmizî, bu hadisin hasen-sahih olduğunu belirtmiştir.
İşte İslam âlimleri bu gibi hadislere dayanarak, özellikle böyle kafası karışık insanlara birçok hükmün Allah Resulü’nün (sav) sünnetiyle sabit olduğunu söylemişlerdir. İmam Şafi gibi bazı büyük âlimler bu hadislere dayanarak “Hz. Peygamber’in sünneti, Kur’ân’ın bir tefsiri, bir açıklaması hükmündedir.” diye belirtmişlerdir.
Dolayısıyla Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat sadece Kur’ân’a değil Hazreti Peygamber’in (sav) sünnetlerine ve o sünnetleri bizlere nakille ulaştıran sahabelere de sahip çıkan bir topluluğu ifade ediyor. Zira sahabeleri yok saymak, peşinden sünneti yok saymayı getiriyor ve geride Kur’ân’dan başka bir şey kalmıyor. Bu ciddi bir tuzaktır, çok dikkatli olmak gerekir.
Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat’in tanımı şu hadîs-i şerîfte açıkça görülmektedir: “Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72’si cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. Bu fırka, benim ve ashâbımın yolunda gidenlerdir.” (Tirmizi, İbni Mace)
Bu ayet de uyarıcıdır: “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir varış yeridir.” (Nisa, 4/115)
Kendilerine Ehl-i Hadis değil de Ehl-i Kur’ân diyen zümreler tarih boyu olmuştur, şimdi de olacaktır. Bu insanlar Kur’ân’ı Hazreti Peygamber’den daha iyi anlama iddiası ile ortaya düşüp “Kur’ân İslam’ı” diye kendi yorumlarına, bidat inanış ve amellerine insanları sürükleyebilirler. Müslüman kardeşlerimizin bu konuda dikkatli olmaları gerekir.
Arapçada bir kelimenin birçok anlamı olabilir. Şimdi bu kelimelerin Hazreti Peygamber zamanında anlamları bilinmiyor muydu? Bu kelimelerin yeni anlamlarına bakarak yeni yorumlar, yeni mealler ve tefsirler, bir müceddid edası ile yapılıyor. Büyük İslam âlimlerinin, Allah dostlarının adının geçtiği yerlerde onlar hafife alınıyor, istihza ile adları zikrediliyor. Bilmek gerekir ki Allah dostlarını hafife almak, o büyükleri değil bu saygısızlığı yapanları küçültür.
Netice olarak, Ehl-i Sünnet uleması “İslam’ı en iyi Hazreti Peygamber (Aleyhisselam) bilir ve en güzel şekilde yorumlar.” diyerek kendi Arapça bilgileriyle veya akıl ile ulaştıkları yorumların değil, Hazreti Peygamber’in ve ashabının anladığı ve yaşadığı İslam’ı öğrenmenin peşine düşmüşlerdir. Titizlikle Kur’ân’ı topladıkları gibi hadisleri de toplamaya özen göstermiş, bu konuda çok ciddi hayrete şayan çalışmalar yapmışlardır. Bu anlamda mezhep imamlarımızdan ve hadis imamlarımızdan Allah razı olsun. Hazreti Peygamber’in uygulamalarını, sahih sünnetlerini ve sahabelerin yaşantılarını ve yorumlarını dikkate alarak çok titiz çalışmalar yapmış, İslam’ın iman ve amel esasları konusunda eserler vücuda getirmiş, bunun için bir ömür ihlâs ve gayretle çalışmışlardır. Bize düşen bu büyüklerin izinden gitmek, onları şükran ve minnetle anmak ve arkalarından hayırla dua etmektir. Zira çok zor ve çok büyük bir görevi bizlerin üzerinden almış, işlerimizi kolaylaştırmışlardır. Dört hak mezhep imamı olarak meşhur olan mezhep imamlarımız; İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, İmam-ı Hanbel (rahmetullahi aleyh) ve itikatta İmam-ı Maturidi ve İmam-ı Eşari, Ehl-i Sünnet Ve’l Cemaat akide ve ibadet esaslarını bizler için sistematize etmiş, bunun için ihlâs ile bir ömür üstün gayret ve çaba sarf etmiş kıymeti çok yüksek İslam âlimleridir. Binlerce yıldır Müslüman ecdadımız onların tuttuğu ışıkla yollarını bulmuş, nice büyük Allah dostları bu mezhepleri taklit ederek Allah’a vasıl olmuş, yüce makamlar sahibi olmuşlar. Abdulkadir Geylani, İmam-ı Rabbani, Hz. Mevlana gibi niceleri bu mezhepleri taklit ile en yüksek derecelere ulaşmışlar. Dolayısıyla Amerika’yı yeniden keşfe gerek yok, herkesin müçtehid olmasına da… Zaten böyle bir şey mümkün de değil, herkes haddini bilmeli…
Allah’a (c.c) emanet olun.
Ehli Sünnetin Önemi
Dr. Alper Yücel Zorlu
bilgi@feyzdergisi.com
Tarih: 2007-06-28
Yaşadığımız zamanların normal zamanlar olmadığını sadece arifler, alimler değil bu yılları . Paylaştığımız, aynı asrın aynı dönemin insanları olarak hesap vereceğimiz herkes biliyor, hissediyor ve farkında. Bu farkındalık hiç şüphesiz günümüzü değerlendirmekte bir takım ortak öngörüleri, ortak tespitleri birlikte bulmamızı veya birlikte bilmemizi gerekli kılıyor. Bu cümleden olarak bugün üzerinde durulması gereken konulardan diğer konulara kıyasla üzerinde düşünüldüğünde hayatı etkileyen en önemli konunun "ehl-i sünnet", "ehl-i sünnet ve'l cemaat", konusu olduğuna inanıyorum.
Çünkü önümüzdeki yıllar hemen hemen hayatın her alanında ifrat ve tefrit gel-gitlerini yaşayan insanlığın kendisine bir çıkış yolu ararken sağlam bir dal dahi bulduğunda hemen tutunmak isteyeceği günlere gebe. Konuyu geleneğin tarihsellik boyutuna indirgememeye de özen göstererek hemen söyleyelim ki, tarihte de aynı sıkıntılar yaşandığı için, İslam ümmeti ehl-i sünnet şemsiyesi altında toplanmayı tercih etmiştir. Bu kavramın tarihsel köklerine bakarken, bu kavramın başlangıç itibariyle selef-i salihînde vücud bulduğunu, -ki burada selef; ekol, fırka ya da bir mezhebin değil, ilk neslin ve onun izlemiş olduğu metodun adıdır- görüyoruz.
Selef-i salihîn'in şahsında ehl-i sünnet, Hz. Peygamber'den (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) sahih bir senetle rivayet olunan hadislere, herhangi bir te'vîle tabi tutmaksızın inananları ifade eder ki, bu anlamda sünnet, taklit ve muhafaza demektir. Daha sonra ise, Maturîdi ve Eş'ari ekolün şahsında ehl-i sünnet denmekle tanımlanan yapının, itikadi konularda selefin tartışmadıkları meseleleri tartıştığını, nakille birlikte akla ve aklî te'villere yer verdiğini, bu çerçevede müteşâbihatla iştigali uygun görmeyen Selefin hilafına müteşâbihat nasları da te'vîl ettiklerini görüyoruz.
Buradan devamla Selef, Maturidiyye ve Eş'ariyye ekollerinden oluştuğu kabul edilen ehl-i sünnet, Abdulkâhir el-Bağdadi'ye göre şu zümrelerden oluşmaktadır: Ehl-i bid'atin hatalarına düşmeyen kelâm alimleri, ehl-i hadis ve ehl-i rey'e mensub olan ve selef itikadı üzere bulunan fukaha ve tabileri, ehl-i bid'atın inançlarına meyletmeyen muhaddisler, sarf, nahiv, lugat ve edebiyat âlimleri, Kur'an'ı ehl-i sünnetin anlayışına uygun olarak anlayan müfessirler ve kırâat alimleri, benimsedikleri prensipleri şeriat'e ters düşmeyen Sûfiyye, ehl-i sünnet itikadı üzere olan cihad ehli, ehl-i sünnet akîdesinin yayıldığı memleket ahâlisi.
Onunla muasır olan mütekellim ve mezhepler tarihçisi İbn Hazm da el Bağdadi'ye yakın bir genellemeyle ehl-i sünneti tarif etmektedir. Tüm bu tanımlamalarda mensubiyet arzeden zümrelerin şahsında ehl-i sünnetin kelâmi, fıkhi ve ahlaki temelleri olduğu anlaşılmaktadır. Böylece merkezinde Kur'an-ı Kerim, onun etrafında peygamberin sünneti ve onun etrafında da ümmetin içtihad ve uygulaması bulunan zengin bir gelenek oluşmuş, bunların tümüne uyan insanlar topluluğuna da "Ehl-i Sünnet" adı verilmiştir. Tarihsel gelişimi içinde ehl-i sünnet'in, çoğu kere bir grubu değil, sadece bir fikir birliğini ifade etmek üzere kullanıldığını da genellikle görmekteyiz.
Bu anlamda ehl-i sünnet kavramının, Emevilerin cebir anlayışına, Hâricîlerin tekfir ideolojisine, Mutezîlerin imanın temellerini rasyonelleştirme tavrına ya da Şia'nın imamet mitolojisine karşı duruşu sergileyen bir anlayış biçimi olduğunu da görebiliyoruz. Günümüze gelince, "Ehl-i sünnet, şemsiye bir kavramdır. İçinde renkler ve tonlar vardır. Başka bir ifadeyle tek bir ehl-i sünnet değil, ehl-i sünnetler vardır.
Ehl-i sünneti tek renk gibi görürsek mevcut yapıdaki zenginliği küçümsemiş oluruz. Te'vil edenin tekfir edilemeyeceği ve ehl-i kıblenin tekfir edilemeyeceği şeklindeki çerçevesinin korunması suretiyle, yeni bir ehl-i sünnet inşasının yapılıp yapılamayacağı"(*) bugün konuşulan konular arasındadır. Bu yapısıyla ehl-i sünnetin, bütün ümmeti kapsayan, bütün inananları kapsayan bir bağlamda, bu inancın temel ilkelerine, temel esaslarına yani amentüsüne inanan insanları dışlamaksızın ve onları suçlamaksızın, oluşturulabilecek yepyeni bir kavram içerisinde hepsini yeniden tarihi bir şuurla kucaklamasını beklemek ümmet kavramının günümüzdeki şümulüne daha uygun düşecektir. Ehl-i sünnet, mezhep sınırlarına sığmayan bir düşünce düzlemini temsil etmekte, standart, yegane bir anlayış biçiminden oluşmamaktadır.
O bir renkler karışımıdır. Onu, ayrı düşünce katlarının anlamlı bir biçimde üst üste tabakalanışından vücud bulmuş bir bütün olarak düşünmek mümkündür. Ehl-i sünnet, düşünce ve inanç unsurlarından 'dişe dokunur' ne buldu ise, hepsini, uç taraflarını da törpülemek suretiyle, gövdesinde eritip massetmiştir. Bunun için, ehl-i sünnet incelemelerinin, bu renk karışımına ve çeşitliliğine gereken dikkati gösteren bir perspektifle yapılması gerekmektedir. İslam düşünce tarihinde dinin anlaşılma biçimi ile ilgili olarak, ortaya çıkan çok farklı tutumlardan biri de, 'dünya'yı biçim verilebilir ve ölçülebilir unsurlarını zihnen yoğurup işlemek cihetinden, 'var' olan bir varlık kabul eden tavırdır. 'Bu dünyacı' (this wordly) diyebileceğimiz bu tavrın, en önemli özelliği, problem çözücü, akılcı, hadarî, özgürlükçü, eleştirel ve sorgulayıcı bir zihniyeti temsil etmesidir. Bu tür bir 'sosyal model'in ilk örneklerinden birinin, Ebu Hanife (V.140) olduğu söylenebilir.
İstikrar içinde değişime açık bir zihniyete sahip olan Ebu Hanife, 'yeni problemlere' cevap arama ve bunu yaparken, din yanında kamu yararı, ferdin haklarını koruma, insanîlik kıstaslarına önem verme ve olgudan hareket ederek sonuca varma yolunu tutmuştur. Ebu Hanife özellikle, dinin herhangi bir kültür koduyla özdeş hale gelmesini, bazı sosyal değerlerin Tanrı vergisi gibi görülüp değiştirilemez olmasının kabul edilmesini önlemeye çalışmıştır. Bu yüzden o, dinin temel ilkelerine vurgu yapmış, bunun üzerine sistematik aklı koymuştur. Bununla birlikte, yerine göre nas'tan yerine göre fikirden, yerine göre olgudan hareket ettiği de söylenebilir.
Ebu Hanife, öteden beri süregelen bazı anlayış ve alışkanlıkların her şeyi ifade etmediğini, bu yüzden örf ve adetlerin, aklîlik ve insanilik kıstaslarından geçirilmesi gerektiğini ortaya koymaya çalışmıştır. Buna bağlı olarak Ebu Hanife, otorite ve gelenek kalıplarıyla çepeçevre kuşatılmış, tek renkli bir bütün içinde eritilmiş, 'götürü insan' anlayışının karşısında olmuştur. Bu nedenle uygulamalarında temel dini ilkeleri ve insaniliği ön plana çıkarmıştır. Ebu Hanife'ye göre bilgi, sadece geçmişten elde edilemez. Kıyas her şeyin çaresi değildir. Onun metodu, 'istihsan'dır; yani uygun olana göre şahsi kanaat ve tercih bildirmeyi esas almaktır. İstihsan, müsamaha ile hareket etmektir, insanlar için en uygun olanı aramaktır. İstihsan, halkın menfaati, ferdin haklarının korunması, kolaylık ve benzeri düşüncelerle, bir meseleyi kendi iç bütünlüğü içinde değerlendirmektir. Tüm bu yaklaşımlarıyla Ebu Hanife, İslam toplumunda 'sosyal mesafenin genişletilmesine olan katkılarıyla' cemaatçi yapıdan 'toplum tasavvuruna' geçişin ilk temsilcilerinden biridir. Ehl-i sünnet ulemasının aklın hüccetliği konusunda herhangi bir şüpheleri yoktur.
Onlara göre de aklın bilgi kaynakları arasında bulunuşu zorunlu olarak sabittir. Bununla birlikte insanın acz ve noksanlıkla muallel, aklın kapasitesinin de sınırlı olmasından yola çıkarak, Allah'ın varlığının ispatı gibi dinin ilk ilkeleri dışında, itikadî ve şer'î alanda akla mutlak ve müstakil bir konum vermekten kaçınmışlar, akıl ve nakil birlikteliğini esas almışlardır. Diğer bir ifadeyle, vahyin otoritesi üzerine kurulu bir sistematiği hedeflediklerinden, sağlam yani mukaddimelerinde herhangi bir yanlışlık ihtimali görünmeyen aklî bilgi ile kesin yani vürûdunda herhangi bir problem bulunmayan naklî bilgi arasında bir zıtlık görmemişlerdir. Böylece, açık, sarih nassın mevcudiyeti durumunda eğer aksine zaruri bir engel yoksa, yanılma ihtimali ve hata şüphesi bulunmayan Kur'an-ı Kerim ve mütevatir hadislerde naklin esas alınmasına önem vermişlerdir. Ancak aklın bütünüyle muhal gördüğü şeylerin, nakle dayandırılamayacağını, bedîhiyyatın yanında dinin kabulü, vahyin doğruluğu, inanç esaslarının ispatı ve karşı itirazların reddinde akla başvurmanın vacip olduğunu belirtmişler, zaman zaman selefî çekinceye rağmen, naklin anlaşılması, yorumlanması ve gerektiğinde te'vil edilmesinde aklı kullanmakta bir mahzur görmemişlerdir. Ehl-i sünnet böylece, iki bilgi kaynağı arasında dengeli bir metod izlemeye özen göstermiştir.
Geçmişte bu konuda selefî tavır ile kelamcılar arasında tartışmalar olmuştur. Nasları lafziyle tasdik, müteşabihat konusunda beyan-ı acz ve sükût prensiplerine sıkı sıkıya bağlı olan Selefîler, mütevatir ve sahih naslarda kelâmî / aklî bir sistem doğrultusunda te'vil ve yorum yapılmasına şiddetle karşı çıkarlar. Sarih akıl ve sahih nakil arasında zıtlığın mümkün olmadığı, dolayısıyla te'vile ihtiyaç bulunmadığı ilkesine dayandırılan bu karşı çıkış, naklin sıhhatine bile bakılmaksızın, bazen her türlü fikri çabayı engelleme yolunda kullanıldığı olmuştur. Selefî tavrın epistemolojik bazı çıkmazları bulunduğu gibi, kelamcıların da daha sonra konformizmden kaynaklanan bazı açmazları sözkonusu olmuştur.
Ancak şu kadarı söylenebilir ki, temel itikadî ilkeler ve vahiyle gelen bilgiler, her türlü spekülasyon ve tartışmadan uzak olarak, inanılıp kabul edilmesi gereken konular olmakla birlikte, bunların kavranması ve aktarılması için, beşerî ve aklî çabaya ihtiyaç vardır. İçeriğini tam olarak kavramadan, kendi içinde gerekli ilişkileri kurmadan, tasnif ve ayrıştırmaları yapmadan ve hayatla bağlantılarını kurmadan, vahiy metnini sadece okumakla yetinerek onu bir itikad manzumesi haline getirmek mümkün değildir.
O yüzden itikadi problemlerin tesbitinde ne dogmatik ve katı lafızcılığın ne de ucu açık yorumculuğun, uygun bir metod olmadığı, ehl-i sünnet ulemasının bunların ikisinden de kaçınmaya çalıştığı gözden uzak tutulmamalıdır.
Ehl-i sünnet, din-devlet ilişkileri bağlamında toplumun genel menfaatini (kamu yararını) gözetmede, yöneticilerin kabul edilemez uygulamaları karşısında asla kayıtsızlık örneği sergilememiş, aksine, fikri planda şiddete / fiili isyana başvurmaksızın, yerine göre en ağır karşı eleştirilerde bulunmuştur. Bir nevi, toplumu ıslah yolunda bireyin ıslahı hedef alınarak tabandan tavana bir değişim projesi öngörülmüştür. Bunun manası, bireysel değişim olmadan toplumsal değişim olmaz ilkesidir. Ehl-i sünnetin din-devlet ilişkileri konusundaki mutedil tutumu, ehl-i sünnet zihniyeti bağlılarında, kalıcı bir davranış türü olarak sürdürülmüştür. Ehl-i sünnet inancında Kur'an'da geçen ulû'l- emr kavramı, Şia'nın aksine "ulema"'dan çok, "umera" bağlamında anlam alanına sahip olmuş, ehl-i sünnet, umeranın yanlış işler karşısındaki duruşlarını, kan dökmeye dayalı isyan hareketleriyle değil, -bu tür hareketleri asla tasvip etmeyip, aksine sapıklık olarak değerlendirmişler- "İmamet, seçim ve ittifakladır" - görüşüyle demokratik bir temayülden yana tercihte bulunmak suretiyle, yöneticileri değiştirme yoluna gitmişlerdir. Ehl-i sünnet olmayı belirleyen ana unsurlardan birisi de Sahabe-i Kiram'a bakışla ilgilidir. Sahabenin konumlarını adalet ve insaf ölçülerinde değerlendirmiş ve hiçbiri hakkında kötü söz söylememiştir.
İnsanlık camiasının bir parçası olduğu unutulmadan, Kur'an ve Sünnetin öngördüğü ilkelere dayanan bir çerçeve oluşturulmak durumundadır. Bu çerçeve, geniş kitlelere yer veren, insanları dışlamayan, merkezden uzaklaşanları da güzel öğütlerle yuvaya çağıran bir yapıda olmalıdır. Kur'an insanlardan düşünerek hareket etmeyi, bilgi ve verilere dayanmayı, başkalarının düşünce ve inançlarına saygılı olmayı, doğal özellikleri dolayısıyla insanlar arasında ayrım yapmamayı ve onlara karşı hoşgörülü olmayı emreder. Buna rağmen günümüzde İslam dünyasına baktığımız zaman hem taklidin hem de taassubun kol gezdiğini görmekteyiz. Kendi kendimize "İslam ülkeleri, niçin kalkınmış ülkelerin arasında değil?" diye sormak ve cevabını aramak durumundayız. Problemlerimizin nedeni olarak kaderi veya dış düşmanları gösterme kolaycılığından kurtulmalı ve bu anlamda özeleştiri yapmalıyız.
Kısaca belirtmek gerekirse, günümüzde İslam dünyası büyük problemlerle karşı karşıyadır. Bu sorunlar sadece siyasi, ekonomik veya askeri değil, aynı zamanda felsefi ve düşünseldir. Yaşadığımız sorunların üstesinden gelebilmek için camiamızın bütün zümreleri gibi entelektüellerine de görevler düşmektedir. Bizim varlıkla olan irtibatımızı yeniden kurmamız gerekmektedir. Varlıkla irtibat her şeyden önce, bizim kendi kendimizi fark etmemizle alakalıdır. Biz ise, sadece anlık bir mevcut değil, geçmişi olan ve geçmişin devamı olarak varız. Kendi kendimizi eleştirmemizin de ön şartı, kendi kendimizi fark etmemizdir. Eğer bu gerçekleşmezse, olmayanları veya "varolma cesaretini göstermeyenlerin" "çözümlerin değil, sorunların kaynağı" olacağı veya haline getirileceğinde hiçbir şüphe olmamalıdır. Tebliğde yöntem, kötülüğü kötülük olarak kabul etmek, onun değişmesini istemek ve sonunda onu düzeltmektir.
Emir ve yasakların en değişmez niteliği, uygulanabilir olmalarıdır.
Bismillâhirrâhmânirrahîm
Her hayrın ve şerrin yegane yaratıcısı kendisinden başka İlah olmayan Allahu Tealadır. O’nun eşi ve benzeri ve dengi yoktur. Herkese kuvvet ve hayat veren O’dur.
Ebedî Kurtuluş Yolu Olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat İnancı Nedir?
Ehl-i Sünnet Velcemaat İtikadı; Kur’an, Sünnet, İcma-i Ümmet(eshabın icması) ve Kıyas-ı fukahadan oluşur. Bu 4 delilden birini reddedenler ise, Ehl-i Sünnet İtkadından sayılamazlar. Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz Ehl-i Sünnet yolu hakkında şöyle buyurdular: –“Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır, biri müstesna geri kalanları cehennemlik olacaklardır.”Bunu duyan Eshab-ı Kiram (Allah Onlardan Razı olsun) sorar:
–“Ey Allah’ın Rasulü bunlardan, kurtulacak olanlar hangisidir?” Peygamberimiz (s.a.v.): –“Benim ve eshabımın yolunda gidenlerdir.” diye cevap verirler. (Kaynak: İbn-i Mace, Tirmizi , Ebu Davud)
Allahu Teala buyurduki: “İnneke leminel-murselîn. Alâ sırâtın müstekîm.”(Yâ Sîn-3,4) Mealen; “Ey Muhammed(s.a.v.) şüphesiz sen gönderdiğimiz rasullerdensin.(3) Ve sen, en doğru yol (mezhep)üzerindesin. “ Kur’an, Peygamber Efendimizin en doğru yolda olduğunu Yâsîn Suresinde açıkça belirtiyor. Yol, yani mezhep ifadesi, Yâsîn Suresinde sırat olarak ifade edilir. müstekîm ise, en doğru olarak ifade edilir. İki kelime birleştirildiğinde “endoğru yol“, yani “en doğru mezhep” anlamı açığa çıkar. Rasulullah’ın yolunu tavizsiz takip eden Eshab-ı Kiram ve sonra gelen alimlere de Ehl-i Sünnet alimleri denir. Onların tuttuğu yola da, ehli sünnet yolu, yani mezhebi denir. Mezheb kelimesinin kökü “zehebe”=arabçada”gitti” anlamındaki üçüncü tekil sahıs, mazi fiilidir. Bu kök kalıbın başına “mim” harfi getirildiğinde gidilen yol anlamını kazanır. Yani; mezhep kelimesinin anlamı gidilen, takip edilen yol demektir. Kur’an-ı Kerim’de mezhebe, “sırât” denilmektedir. Fatiha suresinde iki mezhepten söz edilir. Biri sırat-ı müstekîm diğeri sırat-ı dâllîndir. Rasulullah’ın ve ona tabi olanların yolu ise sıratı müstekîmdir. Ehl-i Sünnet Velcemaat İnancı, İslamiyeti Allahu Tealanın son Peygamberi Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ve eshabının ve ehli sünnet yolunun ictihat derecesine yükselmiş alimlerinin anladıkları gibi anlayıp inanmaya denilir.
İşte kurtuluşumuzun Kur’an, Hadis ve Eshabın(Allah onlardan razı olsun) icmasına dayalı olan, İmam-ı Maturidi Hazretlerinin çalışmaları ile hazırlanan reçetesi:
EHL-İ SÜNNET İTİKADI
1- ALEMİN YARATILIŞI VE ALLAH’IN VARLIĞI:
Allah’ın varlığı, varlığı en gerekli bir varlıktır. Her yaratılmışın varlığının bir başlangıcı bir de sonu olduğu her kimse için bilinen bir gerçektir. Öyle ise varlığının başlangıcı ve sonu olan her varlığın, varlığının başlangıcı ve sonu olmayan bir Varlğın, varlığına muhtaçtır.
Alem a’yan ve araz olmak üzere ikiye ayrılır.
Aynlar: kendi halinde yer tutan ve kendilerini taşıyacak bir yer olmaksızın var olan yaratıklardır.
a- Basit ayınlar: Bölünmeyen en küçük parçalardır. Bunlara cevher de denir.
b- Mürekkep ayınlar: cisimlere denir. Bölünen parçalardan oluşur.
Arazlar:
Devamlı olmayan, varlığı başkasının varlığına bağlı olan şeydir. Renkler, hareketler, duruşlar, tad, koku ses gibi. A’yanda arazda hadistir. Yokken sonradan oluşturulmuştur. Varlığının başlangıcı olan herşeyin sonuda var demektir. Başlangıcı ve sonu olan ise mahluktur.
Kadim: varlığının başlangıcı olmayandır. Kadim ise, Allah’ın sıfatıdır.
2- ALLAHIN VARLIĞI VE BİRLİĞİ :
Allah vardır, bu kainat, evren, eşyalar, oluşlar O’nun varlığının alametleri, belirtileridir. Bir evin bacasından duman çıkıyorsa, sen o ateşi görmesen de, o evin ocağında ateş yanıyor demektir. Allah’ı görmesek de eserleri açıkta görülmektedir.“Hem ez ost” (Her görünen, her işitilen, her hissedilen O’ndandır.)
NOT:
Makro ve mikro düzeyindeki herşey muhteşem bir düzen içindedir. Yani; yıldızlar, galaksiler, gezegenler, atomlar, nötronlar, protonlar ve elektronlar tam bir düzen içerisindedir. Bunların düzenlerinin bozulması durumunda, evrende herşey altüst olurdu.
Eğer ki haşa, Allah’tan başka ilahlar bulunsaydı bu evrendeki bu düzen olamazdı. Biri diğerine muhalefet eder, ortam düzen bozulurdu. Biri diğerine tabi olsa idi, tabi olan aciz olur, aciz olan da ilah olamazdı. Her arabada bir direksiyon bulunur, iki direksiyon ve iki şöfor olsaydı her an kaza olması muhtemel idi. Lâ ilahe illallah; Allah’tan başka ilah yoktur.
Hem zaten insanlık tarihinde insanlara Allah’tan (c.c.) başka, kitab gönderen de olmamıştır. “Niye denilirse?” Çünkü Allah’tan başka İlah yokturki, kendisini tanımaları için uyarıcı bir rasul ve bir kitab göndersin. İnsanlık tarihi boyunca sadece Allah(c.c.) rasul ve kitab göndermiştir. Sahte peygamberlerde güya Allah adına geldiklerini iddia etmişlerse de Allahu Teala onları başarıya değil hezimete uğratmıştır.
3- ALLAH’ın YARATIKLARA BENZEMEMESİ:
Allah (c.c.) yönden, yer kaplamaktan, yukarıda, aşağıda, sağda, solda olmaktan ve bir yönde veya bir yerde olmaktan münezzehtir…“Allah her yerdedir “ demek çok önemli bir hatadır. ”Kul, her nerede Allah’ı anarsa, Allah o kimseyi orada görür ve bilir.” demek gerekir. O’nun ilmi her şeyi kuşatmıştır. Yerleri, yani cisimlerin kapladığı alanları da Allahu Teala yaratmıştır. Cisimlerin kapladığı alanlar yok iken de Allah(c.c.) vardı ve O, hep vardır. Her şeyin var olması, ancak O’nun varlığına muhtaçtır. İmam-ı Rabbani hz.leri; “Allah, bu alemin ne içindedir ne de dışındadır. Kula kuldan daha yakındır.” demişlerdir. Hz. Ebu Bekr, “Ya Rabbi zatına olan cehlimi artır” diye dua etmişlerdir. Şahı Nakşibendi hz. “Allah’ın Zatı hakkında aklına ve hayaline ne gelirse, o Allah’ın mahlukudur.”demişlerdir.
4- ALLAH’ın SIFATLARI:
A- ALLAHU TEALANIN ZATİ SIFATLARI:
1–Vücud: Allah vardır, varlığı kendisindendir. Madde ve cisim değil, nasıldır diye düşünmek haramdır. Çünkü hayal edilen her şekil, akla gelen her görüntü mahluktur.
2-Kıdem: Varlığının öncesi yoktur, yani ezelidir. Varlığının başlangıcı olan tüm mahlukata, varlığının bir başlangıcı olmayan, ezelî bir varlığın olması gereklidir..
3-Bekâ: Allah’ın varlığının sonu yoktur.
4-Kıyambinefsihi: Hiçbir kimseye muhtaç değildir. Yemeğe, içmeğe, uykuya ihtiyacı yoktur. O’nu bir an ne uyku, ne de dalgınlık tutamaz.
5-Vahdaniyet: Birdir, eş ve oğul edinmekten münezzehtir(Temizdir, yücedir.) Ortağı ve benzeri yoktur. O doğurmamıştır, doğurulmamıştır. Hiç bir kimse O’na denk olamaz.
2- İlim: O Allah(c.c.) ilim sahibidir. 6- İrade: Evrende herşey O’nun iradesi ile olur.
3- İşitme: O Allah(c.c.) işitendir. 7- Kelam: Allah’ın kelam sıfatı vardır.
4- Görme: O Allah(c.c.) görendir. 8- Tekvîn: Allah’ın fiili sıfatıdır. Var eder veya yokeder.
Allahu Teala’nın sıfatları ezeli ve ebedi olup, bütün kemal sıfatlar O’nundur ve eksik sıfatlardan münezzehtir.(temiz ve yücedir) . O’nun sıfatları ne zatının aynı, ne gayrısıdır. Kemal sıfatları ile ezelde vasıflanmıştır. Mahlukata güç veren , hayat verip yaşatan onları her an varlıkta durduran O’dur. Bilmek için beyine, görmek için göze, işitmek için kulağa, söylemek için dile, sese ve harflere ihtiyacı yoktur. O ezelden ebede bir tek kelam konuşucudur. O’nun yüce Zatının ve sıfatlarının hakikatını düşünmek haramdır. Akıllar buna asla güç getiremez.h O’nu kalbde nasılsız ve niçinsiz, hiç bir şeye benzetmeden sevgi, saygı ve edeble ile hatırlamak Allah’ı zikirdir.
5- İSİM VE MÜSEMMA (İsmi anılan )
Ehl-i Sünnete göre isim ve müsemma aynı şeydir. Allah’ın adını anan O’nu anmıştır.
6- ALLAH’IN DENGİ VE BENZERİ OLMADIĞI
Hiç bir şey O’na denk olamaz. O’na her an muhtaç olan, O’na asla denk olamaz. O benzersizdir.
7- KELAM SIFATININ EZELİ OLUŞU
Allahu Teala ezeli ve ebedidir, tek bir kelam konuşucudur. Bu kelam O’nnun zâtı ile kaim olup O’ndan ne ayrı bulunur, ne de zail olur. Allah’ın kelam sıfatı harflerden ve seslerden müteşekkül olmadığı gibi onun parçalara da ayrılması mümkün değildir. Kur’an-ı Kerim Allahu Teala’nın kelamıdır, mahluk değidir. sesler ve harfleri Allah(c.c.) yaratmış ve Cebrail ile peygamberimiz, Muhammed Mustafa (s.a.v.) efendimize göndermiştir.
Kelam-ı nefsî : Kelamın Mahiyeti(hakikatı) zât ile kaim olan ve harf ve sesler tarafından ifade edilen bir manadan ibarettir. Yüce Allah’ın haber verişi hakikatte mazi veya müstakbele ayrılamaz.
8- TEKVÎN VE MÜKEVVEN:
Yaratmak ve yaratılmak… O tek Yaratıcıdır. O’ndan başkasına yaratıcı demek şirktir. Şirk ise asla affedilmeyen bir günahtır. Kur’an-ı Kerim’in haberine göre, şirk işleyen bir kimse eğer iman edip tevbe etmezse, cehennemde sonsuz kalıcıdır.
9- ALLAHU TEALA’nın GÖRÜLEBİLMESİ:
Ehl-i Sünnet , ahirette mü’minlerin Allahu Teala’yı görmelerinin aklen ve naklen vacib olacağını kabul etmiştir.
10- ALLAHU TEALANIN YAKINLIĞI:
Allah’a yakınlık ve uzaklık keyfiyetsizdir. Allah’a uzaklık ve yakınlık, mesafe uzaklığı ve yakınlığı yönünden değil, belki keramet (üstünlük) ve zillet (önemsizlik) bakımındandır. Allah’a itaat eden kişi keyfiyetsiz olarak ona yakın, isyan eden kişi de yine keyfiyetsiz olarak ondan uzaklaşır.
Mesafe yönünden uzaklık veya yakınlık, varlığı kendinden olmayan ve bir yer ve yönde yerleşmiş olan yaratıklar hakkında düşünülebilir. Allah Tealâ ise mekândan, mekâna yerleşmekten ve bir yönde bulunmaktan münezzehtir.
11- İRADE BAHSİ:
Ehl-i Sünnet Ulemaları Allahu Teala’nın Zatı ile kaim, kadim bir irade sıfatının varlığına iman etmiştir.
12- PEYGAMBERLİĞİN VARLIĞINI İSBAT:
Peygamber, aklın bilmekten aciz kaldığı şeyleri getirebilir. Akılların vereceği hükümleri üç kısma ayırmışlardır.
Vacib olan, mümteni(imkansız şey), caiz. Akıl vacib ile mümteni konusunda kolaylıkla hüküm verebilsede caiz hakkında duraklar. Olumlu veya olumsuz bir hüküm veremez.
13-Hz. MUHAMMED’in (sallallahu aleyhi ve sellem) PEYGAMBERLİĞİNİN İSBATI:
Şimdi şu hakikat biline ki: bir peygamberin peygamberliğini isbat etmesi, yani kanıtlaması için bir mucize göstermesi ve bu mucizeyi görenlerin yalan söylemekten arınmış bir toluluğun sonrakilere nakletmesi ile ancak, o peygamberin peygamberliği kanıtlanması mümkün olabilir. Muhammed alehisselamdan önceki peygamberlerin, peygamberliğinin isbatı Kur’an-ı Kerim’de adlarının peygamber olarak geçmeleri ile kanıtlanmıştır.
Peygamberlerin kesin sayısını ancak Allahu Teala bilir deriz.
Peygamber (s.a.v.) efendimizin nübüvvetini (peygamberliğini ) kanıtlayan islam alimleri, bu hususu üç bölümde incelemiş bulunmaktalar.
1-Akli Mucize: Bu Kur’an-ı Kerimdir ki O’nun gibi bir kitabı hiç bir insan ve cinnin ve hatta bunların tamamının anlaşarak böyle bir kitabın bir benzerini oluşturmaları asla mümkün olamayacağını Allahu Teala Kur’an’da bildirmiştir. Bak:İsra Suresi Ayet: 88
Ayrıca şunuda burada belirtelim ki; Teknoloik bilgiler geliştikçe Kuar’an’da haberi verilen gökler, yerler, denizler ve sair şeylerle ilgili haberleri veren ayetlerin mucizevi bilgileri açığa çıkmaktadır. İlerde bu gibi konulara da inşâllah girilecek.
2-Hissi Mucizeler: Bunlar Allah’ın Rasulünün mubarek şahısları ile ilgili olanlardır ki; gölgesinin yere düşmemesi ve kendisinin dışında olan mucizeler ki, ayın ikiye bölünmesi ve sairleri gibi.
3-Mu’cizat-ı Haberiyye: Çok eski devirlerden vermiş olduğu haberlerin doğruluğunun kanıtlanmış olması ve Kıyamete kadar olacak zamanların içinde gelişecek olayların kendisince haber verilmesi ki, Fıratın suyunun kesileceğini haber vermesi bunlardan biridir. Oraya baraj yapıldığında Fıratın suyunun ilk kez belli bir süreye kadar kesilmiş olmasıdır.
14- PEYGAMBERLİĞİN ÖZELLİKLERİ:
a- Sıdk: Bütün Peygamberler doğrulukları ile bilinmektedir. Hiçbir peygamberin asla yalancılığı olmamıştır.
b- Emanet: Her peygamber emin yani güvenilir insandır. Onlarda asla bir ihanet olmamıştır.
c- Akıl: Peygamberlerin kendilerine mahsus bazı sıfatları bulunmaktadır: Bu akıldır ki peygamberler; peygamber olmayan diğer insanlardan daha akıllıdır.
d- İsmet: günahsız olmalarıdır. Hayatlarının hiçbir devresinde günah olan bir fiili işlememiş olmalarıdır.
e- Tebliğ: Kendilerine Allah’tan vahyin gelmesidir.
15- VELİLERİN KERAMETLERİ
Velilerin kerameti Ehli Sünnete göre caizdir. Hazreti Ömer’ın (radıyallahu anh) “Ya Sariyel Cebel” diyerek islam ordusunu 3 aylık mesafeden yönlendirmesi, Kura’an’da Süleyman (a.s.) kıssasında geçen, Saba melikesinin tahtını Süleyman peygamberin huzuruna bir anda getirmesi olayı vs. gibi kerametlerin görülmesi, velilerin keramet göstermesini caiz kılar. Şu husus unutulmamalı; her velinin gösterdiği keramet, tabi olduğu peygamberin vesilesi ile Allah (c.c.) tarafından yaratılmıştır. Hak yoldan sapan Mutezile Mezhebine göre keramet, nazar ve sihir mümkün görülmez. Ehli Sünnet Yoluna göre bunlar olağandır. Nazar; Kötü kalpli bir insanın kalbindeki kötülüklerin dışa radyasyon ışınları gibi bir ışın yayarak, üzerinde odaklanan kişiyi hasta yapmaya sebep olur. Bu husus, Rasulullah’ın (s.a.v.)hadisi şerifinde mealen şöyledir: Şüphesiz Nazar haktır. Nazar deveyi kazana, ademi mezara sokar.
Günümüzde kerametleri inkar edenler, sapık Mutezile Mezhebi’nin mensuplarıdır.
16- Dört Halife ve Hz. Ali ve Hz. Muaviye Konusu
Ehli Sünnet Yoluna göre dört halifenin faziletleri, halifelik sırasına göredir.
Hazreti Ali(r.a.) ve Hz. Muaviye(r.a.) arasında ki mesele içtihat meselesidir. Cahiller bunu kendi mesleleri gibi, nefsani olarak addederler. Amma ki Hz.Ali içtihadında isabetli görülmüş olup, Hz.Muaviye ise içtihadında yanıldığı belirtilmiştir. Müctehitlere ictihadında isabet ettiğinde on misli, yanıldığında ise, bir misli sevap olduğu bildirilmiştir. Bundan fazla bu konularda söz etmek bizim haddimize değildir.
17- İstitâat(kuvvet, kudret)
Ehli Sünnete göre ihtiyari (istekli)fiillerin işlenmesi için gerekli olan kuvvet kulda vardır. Bu kudret fiil ile birlikte yaratılır. Kul bir işi yapmayı irade edince, Allah’ta o işin kudretini ve o işi yaratır. Kulun o yapılan işe iradesi sebep olmasından dolayı, kul o işten sorumludur.
Bu hususta kul; işinin yaratıcısıdır diyenler, yanılgıdadır. Kul yaptığı işte hiçbir girişimi(yani; iradesi) yoktur diyenlerde yanılgı içindedirler. İşin yapılmasına kulun iradesi sebep oldu diye iman eden doğru yoldadır.
18- Güç Yetiremiyeceğimiz Şeyleri Yapmakla Sorumlumuyuz?
Ehli Sünnet alimlerinin açıklamalarına göre, Allah (c.c.) kullarını güç yetiremeyeceği işleri yapmakla sorumlu tutmayacağını bildirmişlerdir. ( Kaynak Maturidiyye Akaidi)
Allah(c.c.) dinde kolaylık göstermiştir. Bunu yanlış yorumlayanlara mahal vermemek için burada şöyle açıklayabiliriz: Ayakları olmayanı , Allah(c.c.) Ayakta namaz kılmaya zorunlu kılmaz. Yıkanacak su bulamayana teyemmüm abdesti kolaylığını göterdiği gibi. Bu konular Ehli Sünnet Yolunun İlmihallerinde açık ve net olarak belirtilmiştir.
19- Kabir Hayatı Vardır
Mü’min Suresi 45 . ayette “ Fevekâhullâhu seyyiâti mâ mekerû ve hâka biâli firavne sûül azâbi ” Mealen “ Nihayet Allah O’nu onların tuzaklarının kötülüklerinden korudu ve Firavun’un kavmini de, o kötü azab kuşatıverdi.” Aynı surenin 46. ayetinde : ” Ennâru yu’raDûne aleyhâ ğuduvven ve aşiyyê” mealen: “Onlara ateş,(kabirde) sabah ve akşam arz olunur.” ” Ve yevme tekûmussâah. EdHılû âle Firavne eşeddel azâb” ” Kıyamet koptuğu gün ise, Firavun ve O’na tabi olanları azabın en şiddetlisine sokunuz.” diye, Rabbul alemîn buyurur. Kabir azabını bilmem’ diyen kimse, helake uğrayan Cehmiyye’dendir. Çünkü o, Allah’ın ‘Biz onları iki defa azaplandıracağız’ (et-Tevbe, 101),ki burada kabir azabı kastolunmaktadır, ve ‘Zâlimler, bundan başka azaba uğrayacaklar’ (et-Tur, 47), yani kabir azabına çarptırılacaklardır âyetlerini inkâr etmiş olur. Eğer ‘Ben âyete inanıyorum, fakat tefsir ve te’viline inanmıyorum’ derse de kâfir olur. Çünkü Kur’ân’da, te’vili tenzilinin (lafzının) aynı olan âyetler vardır. Eğer bunu inkâr ederse küfre girmiş olur.”
Ayeti Kerimede görüldüğü üzere,” ateşin Firavun ve tabilerine sabah ve akşam sunulacağı” ifadesi ile bu azabın, kıyametten önce olacağı anlaşılmaktadır. Zaten ayetin devamında: ” kıyamet koptuğu gün ise onları azabın en şiddetlisine sokunuz.” ifadesi ile kabir azabının dünya hayatı ile, kıyametin kopması arasında olduğu apaçık belirtilmiş oluyor. Şimdi Kabir azabı gerek Kur’an-ı Kerim’de ve gerekse sahih hadisi şeriflerde bu kadar açık bir ifade ile belirtimiş olmasına rağmen, Hâlen kabir azabını inkar eden kimseler, cahilmi, yoksa bilen kafirmi ?
Ehli Sünnet Yolunun alimleri kabir hayatının var olduğunu, kabirde bulunan bazı ruhlara, kabir azabının yapıldığını ve bazı ruhlarında cennet hayatına benzer bir yaşayışla ödüllendirilmekte olduğunu, ayet ve hadis-i şeriflerle açıklamışlardır. Sanırım iman etmek isteyenlere sözün bu kadarı yeterli olur inşêallâhu rahmân.
20- İlahi İradenin Her Şeye Şamil(kapsaması) Olması
Allah’ın dilediği olur, dilemediği hiç bir şey de olmaz. Meydana gelen her şey Allahu Teala’nın iradesi, kaza ve kaderi ile olur. Hayır veya şer olsun fark etmez. Kullarının iradesinin sebep olduğu hayrı ve şerri Allah(c.c.) yaratır. Hayır işlerden razıdır, şer işlerden razı değildir. Madem ki yaptığımız işlerin yaratılmasına irademiz sebep olmakta, o halde biz yaptıklarımızdan sorumluyuz. ”Dileyen inansın, dileyen inkar etsin. (Kehf Suresi Ayet: 29)
Alimlerimiz” Allahu Teala’nın iradesi ilmi ile beraber yürür.” demişlerdir. Yani; irade fiil ile beraber yürür. Allahu Teala’nın yarattığı her şey O’nun eseri olup, bu eserler O’nun muradıdır.
21- Kul İçin En Uygun Olanı Yaratmak Allah’a Vacib Değildir
Kullar için en uygun olanı yerine getirmek Allahu Teala’ya vacib olmadığı gibi, onlar için kötü olmayan şeyi seçerek yaratmakta üzerine bir borç değildir. Çünki biz imtihanda olduğumuzu bilelim.
22- Rızıklar
Ehli Sünnet Uleması bu konuda : “İnsanın yediği içtiği gerek helal, gerekse haram olsun, o kimsenin rızkıdır.” Kul ise rızkını helal sebeplerden araması kendisine Allah(c.c.)’ün emridir.
23- Eceller
Öldürülen bir kimse eceli geldiği için ölmüştür. Öldüren ise Allah katında sorumludur.
24- Kaza ve Kader
Hak ehli Ulema şöyle dediler: “Yaratıkların her türlü işleri, durumları ve sözlerinin hepsi Allahu Teala’nın kaza ve kaderi ile vücud bulmaktadır. Kaza: yapmak, takdir etmek demektir. Kader: Her bir yaratığı ona ait sıfatları ile belirleyip, tesbit etmektir.
25- Hidayete erdirmek ve Saptırmak
Ehli Sünnet alimleri şöyle belirtti” Allahu Teala’nın bir kulunu hidayete(doğruya) erdirmesi, o kulun nefsinde hidayetlenmeyi yaratması demektir. Saptırmak hususunda ise, o kimsenin nefsinde sapmayı yaratması demektir.
26- Büyük Günah İşleyenlerin Durumu
İnkardan ve şirk koşmaktan başka büyük günah işleyen kimse, ne kafir ne de münafık olur. Günahkarlar gurubuna girerler.
27- İman ve İslam
Allahu Teala’ya iman etmenin farz olduğunu ehli kıble ittifakla kabul etmiştir. İhtilaf akıl ilemi iman etmenin , nakil ilemi iman edilmesinin gerekli olduğudur. Allahu Teala Kur’an-ı Kerim’de mealen” peygamber göndermediği bir kavime azab etmeyeceğini ” bildirmesiyle, İmam-ı Rabbani (k.s.) hazretleri kendilerine peygamber gönderilmeyen bir toluluğun imandan sorumlu olmayacağına ictihat etmiş, Eşarilerde bu görüştedir. İmam Maturudi(k.s.) hazretlerinin ictihadına göre ise, akıl sahibi olan kimse imandan sorumlu tutulacağı yönündedir.
28-İMANIN MAHİYETİ
Hadis alimleri “iman kalb ile tasdik , dil ile ikrar, uzuvlarla amel etmektir.”dediler. Muhakkık alimlerimiz ise; “İman sadece kalb ile tasdiktir, dil ile ikrar dünyada islami ahkamın yürütülmesinde gereklidir. “ demişlerdir. Bu hükmü İmamı Azam Ebu Hanife eserinde zikretmiştir. Kur’an-ı Kerim’de geçen,” İman edip, salih amel işleyenler” ifadelerinden alimler, İman ve amelin birbirinden ayrı şeyler olduğunu anlamışlardır.
29- TAKLİT İMAN SAHİBİNİN DURUMU
İmamı Azam Ebu Hanife, ve Süfyan-ı Sevri gibi alimler; “mukallidin imanı sahihtir, fakat; istidlalı terk etmesi sebebiyle günahkardır.” demişlerdir. İstidlal demek; bir şeyi kanıtlamak için, delil, yani kanıt bulmak demektir.
30- İMAN ARTMAZ ve EKSİLMEZ
İman tasdikten ibarettir. Bu imanda azalma veya çoğalma düşünülemez. İman edilecek şeyler artmaz ve eksilmez demektir, ancak imanın nuru artar ve eksilir. Kendisine “sen müminmisin?” denilen kişi “ben inşeallah müminim ” demesi doğru değildir. “Ben elhamdulillah mü’minim “demesi ge
31- ÖLDÜKTEN SONRA TEKRAR DİRİLİŞ ve KIYAMET HAKTIR
Öldükten sonra kabir hayatı, kıyametin kopması, Sur, Ruhların tekrar bedenlere dönüp yeniden diriliş, Mizan(Amellerin tartılması) , Sırat Köprüsü, İyilerin Cennete kötülerin cehenneme atılacağı haktır, doğrudur. Allah’ı ve peygamberlerini, kitablarını ve onun içeriğini inkar edenler , meleklerini , yeniden dirilmeyi inkar edenler, Allah’a inandığı halde O’na ortak koşanlar, bütün bunlarla alay edenler hiç affedilmeyecek ve cehennemde sonsuz kalıcılardan olacaklar.
32- Melekler
Melekler erkek veya dişi değildirler. Nurdan yaratılmışlardır. Allahu Teala’nın emrinden asla çıkmazlar. Masum ve günahsızlardır.
33- KIYAMET ALAMETLERİ
1- Küçük Alametler: Alimlerin azalması, Din ilminin azalması, Bilgisizliğin yayılması, Zina ve içkinin çoğalması, Erkeklerin azalması, Kadınların çoğalması, Mescitlerin çoğalıp cemaatın azalması, Binaların yükselmesi, Yolculuklar kısa olup, uzaklığın aradan kalkması.
2- Büyük Alametler: Doğuda, Batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer batması, Dumanın yaygınlaşması, Hz. İsa’nın nüzulü, Yecüc ve Mecücün zuhuru, Dabbetül ardın çıkşı, Güneşin batıdan doğuşu, Kur’an’ın kalblerden ve mushaflardan silinmesi, Kabenin yıkılması.
34- BÜYÜK GÜNAHLAR
Büyük günahlar mümini imandan çıkarmaz. Kendisine fasık mümin denilebilir. Kendisine günah olan bir şeye, “bu günah değildir” demedikçe kafir denilmez.
35- KÜFÜR SÖZLER ( Kişyi imandan çıkaran sözler)
Bir müslüman şu hallerden birine düşerse imandan çıkmış olur: İnanılması farz olanlara ve haram olduğu kesin olanlara inanmayan, veya şüphe eden, veya alay eden kimse imandan çıkmış olur. Aşağıda bunlar maddeler halinde sıralanmıştır.
EK 1: Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allahü tealadan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]
2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]
3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]
4- Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.
5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]
8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.
9- Evliyanın kerameti haktır.
10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)
11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.
12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günah işlemez.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]
17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.
19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]
20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.
Bir hadis-i şerif meali: (Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]
Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.
21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.
22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
24- Sultana isyan caiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)
Bir kimsenin ilmi ve ameli ne kadar çok olursa olsun, Ehl-i Sünnet inancı üzere inanmazsa, cehennemden kurtuluşu asla mümkün olmayacaktır. Bu hususta Peygamber (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin İbn-i Mace, Tirmizi ve Ebu Davut gibi sahih hadis kitablarında şu mealde bir hadis-i şerif bulunmaktadır:
Dini sahada şöhret bulmuş bazı ünvan sahibi kimseler kendisini dinde müctehit zannederek dini kendi anlayış ve görüşlerine göre yorumlamaya kalkışmakta oldukları görülmektedir. Bunlardan bazıları Buhari şerif’teki hadislerin bile bir çoğunu inkar ederler. Bu kimseler şu anlamda sözler sarf ederler: “Emevi hükümdarları ehli beyti kötülemek için bir çok hadisler uydurdular. Ehli sünnette bunların etkisi altında kaldı” derler. Bunların bu sözleri açık bir yalan ve iftiradan ibarettir. Zira, İmamı Azam hazretleri ilmini üvey babası ehli beyt imamlarından Caferi Sadık hazretlerinden almıştır. İmamı Azamı ise, Emevi hükümdarları kendi lehlerine fetva vermediği için hapsederek kırbaçlatmışlardır. Bu hapis işlemi Emevi Devleti yıkılana kadar sürmüş ve onların yerine gelen Abbasi hükümdarları ise, büyük İmamı katletmişlerdir. Dört mezhebin imamlarının hocaları olan İmamı Azam hazretlerinin, kendisini hapsedip katleden bu hükümdaların uydurduğu hadisleri, hadis olarak halifelerine öğrettiğini söyleyen kimseler, hain değilse aklı kaçık birer zavallılar güruhu demektir. Hadis münkirlerinin kaynakları neresidir? Bunların çürük fikirlerinin kaynakları o devirde yaşamış İslam düşmanları ve sapık mezheplerin sözde alimleridir.
Bir fıkra: Merhum Nasreddin Hoca’dan komşusu ödünç eşek istemiş. Merhum Hoca’da: – “Yoktur!” cevabını verince, tam o esnada Hoca’nın ahırından geldiği sanılan bir eşek anırtısı duyulmuş. Komşu adam : – “Hocam ayıp be! Günah be! Niye yalan söylüyorsun? Bak eşeğin sesi ahırdan geliyor ya! “demiş. Hoca: -“Sana ayıp be komşu! Hocanın sözüne inanmıyorsunda eşeğin sözüne mi inanıyorsun? O ses bitişikteki komşunun eşeğinin sesidir.”diyerek bu sui zan sahibi adama haddini bildirmiş.
Evet! Maksadı inkar olan bu kimseler, 1400 yıldır İslamiyetin bizlere dosdoğru ulaşmasına sebeb olan yüzbinlerce ehl-i sünnet ulemalarına, evliyalarına inanmayan bu münkirler, o devirde yaşamış yahudi münafıklarının, İslam düşmanı papazların ve sapkın mezhep alimlerinin İslamiyet hakkında, karalayıcı ve kötüleyici yazılarına itibar ederek Ehli Sünnete çamur atmaya kalkışmaktadırlar. Güneş balçıkla sıvanamaz. Olsa olsa attıkları çamur ancak; habis suratlarına geri düşer. Yani; bunlar eşeğin sözüne inanıp, gerçek alimlerin nakillerini inkar eden nasipsizlerdir. Şunu unutmayalım ki;“Eğri asanın gölgeside eğridir.” Bu adamları anlamak için, icraatlarına bakmak yeter. Hepsinin de işleri kendileri gibi eğridir. Bir de 1400 yıldır İslama hizmet eden ulemalara bakılsın! Devesini bir tutam otla çağırıp sonra ona otu vermeyen adamın rivayet ettiği hadis hakkında; “devesini aldatan bizi de aldatır , böyle bir şahıstan hadis alamam”diyen doğruluk timsali İmamı Buhari gibi alimlerden ve dergaha eğri odunu bile layık görmeyip getirmeyen Yunus gibi erdemli insanlardan devralındı bu tertemiz Din-i İslam.
Zamanımızda Kur’an’dan ve Sünnetten bihaber bir çok kimse sırf dünyalık elde etmek ve nefislerini tatmin etmek için şeyhlik yapmaya soyunmaktadır. Bunların bir çoğu Kur’an-ı Kerimi tecvidli okumaktan bile acizdirler. Bir kısmı Kur’an-ı okuyabilseler de, Kur’an’ın emir ve yasaklarından bihaberdirler. Bu cehaletlik yetmezmiş gibi bir de insanları irşad etmeye kalkarak yol kesicilik yaparlar. Bunların ne hadis-i Şeriflerden, ne ehl-i sünnet inancından, ne de şeriattan haberleri yoktur. Esas amaçları taptıkları dünya için mal biriktirmek ve şöhret sahibi olmaktır. Bu sahte şeyhlere tabi olanlar da cahil olunca, sahte şeyhlerin emirlerini Allah’ın emirleri gibi görürler. Hatta Allah’ın emirlerinden daha önemli gören cahil mürit ve sofiler, bu cahil adamları o kadar abartıp yüceltirler ki, bütün işlerinin şeyhleri tarafından yürütüldüğü vehmine kapılırlar. Bu adamlar işi o kadarla da bırakmazlar, daha da ifratta ileri giderler ve o mel’un şahsa tapmaya başlarlar. Şu ifadeyi de Vahdet-i Vücuda erdiğine inandıkları kimselere gizli gizli söylerler:
“Biz şeyhimize tam teslim olduk. Artık ona ibadet ederiz ve ondan yardım taleb ederiz “derler. Halbuki bütün işlerinin şeyhleri tarafından yürütüldüğünü sandıkları esnada o sefil adam, geceleyin yatağında horlayarak uyumaktadır. Bu sefil şeyh müsvetteleri, Allahu Tealanın yarattığı her beşer gibi aciz birer mahluktur. Tuvalette def-i hacetini yaparken bile binbir zorluk çekmekte olan bu zavallı şeyh müsvetteleri, nasıl oluyor da, sefil sofilerin ve müritlerin bütün işlerini görüp organize edebiliyor? Bu cahil sofiler, güya kendileri cennetlikmiş gibi başkalarını da: “Şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır “diyerek kandırmaya çalışırlar. Bunlardan daha tehlikeli şeytan olur mu? Artık cin şeytanları, bunların vasıtası ile işlerini kolayca yapabilmektedir. Allahu Teala bu sefillere hidayet eylesin ve doğruyu düşünmek için akıl ve anlayış lutfetsin.
Burada yazdıklarımızdan dolayı, bizim gerçek mürşitlere ve tarikatlara düşman olduğumuz anlaşılmasın. Zira bize gelen meyillerden anlıyoruz ki, bazı kimseler yazdıklarımızı yanlış anlayarak bizim gerçek mürşitlere ve tarikatlara buğz ettiğimizi sanmaktalar. Bizim buradaki eleştirimiz, şeyh geçinip insanları aldatan yalancılar içindir. Allahu Teala nasıl ki bir kimseye mal ve servet verip onunla tasarruf etme gücü ve imkanını veriyorsa, gerçek mürşitlere de manen tasarruf etme gücü vermeye elbette gücü yeter. Bunu inkâr eden selefiyeci mezhepsiz tarikat münkirlerinden değiliz Rabbimize hamdü senalar olsun…
Allahu Teala gerçek şeyhlerin ruhlarının kudsiyetini âli eylesin.
BİR MENKIBE:
DİNİMİZİ KİMLERDEN ÖĞRENMELİYİZ Evliyanın büyüklerinden altın silsilenin yirmi altıncısı olan, Seyyid Nur Bedvâni’nin (Allah Onun sırrının kudsiyetini artırsın) talebelerinden iyi ve temiz giyinimli bir genç yanına geldiğinde O muhterem zat genç talebeyi şöyle uyardı: – Evladım senden çok kötü bir koku geliyor. Genç talebe üzülerek şöyle dedi: – Afedersiniz efendim, bugün yıkandım ve elbiselerimde yeni ve temizdir. O koku ne olabilirki? – Bilmem evlat, üzerini bir yokla bakalım. Genç talebe üzerini şöyle bir karıştırıp yokladıktan sonra cebinden ufak bir kitab çıkararak uzattı ve Seyyid Nur Bedevâni Hazretlerine dedi ki: – İşte hocam! Üzerimde sadece bu kitap var. Seyyid Nur Bedevâni Hazretleri kitabı alıp inceledikten sonra şöyle dedi: – İşte o pis koku bu kitaptan geliyordu. Bunu nereden aldın?
– Bir arkadaşımdan almıştım üstadım. – Evlat hiç rastgele din kitabı okunurmu? İyi kitap insanın hidayetine vesile olduğu gibi, böyle bozuk kitaplarda insanın felaketine sebep olur. – Peki efendim, öyleyse hangi kitapları okuyalım? – Evladım, sadece Ehl-i Sünnet alimlerinin yazdığı kitapları okuyunuz. Çünkü onlar, yalnız Allah rızası için yazarlar ve Allah için söylerler.
EK: 2
EHL-İ SÜNNET İTİKADI NELERDİR?
Allahü teâlâ, bütün müslümanların Ehl-i sünnet itikâdına uygun imân etmelerinden râzıdır. Böyle inanmış olmanın birçok şartları, âlametleri vardır, Hakîkî İslâm âlimleri, bunları kitaplara geçirmişlerdir. Bu doğru imânın şartlarından başlıcaları şöyledir:
1- Allahü teâlânın varlığına, bir olduğuna, bir olduğuna, eşi ve benzeri olmadığına, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret hayatındaki hâllere, hayır ve şerrin, iyilik ve kötülüğün Allahü teâlâ tarafından yaratıldığına doğru yazılmış kitaplarda açıklandığı şekilde inanmalıdır.
2- Allahü teâlânın son kitabı olan Kur’ân-ı kerîmin Allah kelâ…mı olduğuna inanmalıdır.
3- Kendi imânından hiç şüphe etmemelidir.
4- Peygamberimize îmân edip, hayatta iken görmek şerefine kavuşan Eshâb-ı kirâmın hepsini çok sevmelidir. Dört halifesine, yakın akrabâları olan ehl-i beytine ve muhterem hanımlarından hiçbirine dil uzatmamalıdır.
5- İbâdetleri, îmândan bir parça bilmemelidir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına inânıp, tembellikle yapmayan mü’minler kâfir değildirler. Ehemmiyet vermeyenlerin, hafife alanların, İslâmiyetle alay edenlerin îmânı gider.
6- Ehl-i kıble olduklarını söyleyen, Allahü teâlâya ve Peygamberi Muhammed aleyhisselâma inandım dediği halde, yanlış itikâtta olanları tekfir etmemelidir. Kâfir olduklarını söylememelidir.
7- Açıkça günah işlediği bilinmeyen her imâmın arkasında namaz kılınır.
8- Devlet büyüklerine isyân etmemeli ve onların hayırlı iş yapmalarına duâ etmelidir.
9- Ayağa giyilen mestin üzerine mesh ederek abdest alınabilmesi dinimizin bir emridir. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
10- Peygamberimizin mi’râcının ruh ve beden ile birlikte olduğuna, Cennete mü’minlerin Allahü teâlâyı da göreceklerine, kıyâmet gününde peygamberlerin ve iyi kulların şefâat edeceklerine, kabir azâbının ruh ve bedene olacağına, Evliyânın kerametinin hak olduğuna, Kur’ân-ı kerîm okuyarak ve sadaka vererek bunların sevaplarını ölenlerin ruhlarına gönderilmesinin fayda verdiğine ve azaplarının azalmasına sebep olacağına inanmalıdır.
ELFÂZ-I KÜFÜR: Dinden Çıkaran Ve Amelleri İptal Eden Söz ve İşler Bölümü; sitemizdeki “Elfâzı Küfür “kategorisine bakabilirsiniz. 1- Bir kimse Allah’ın varlğına birliğine inanmazsa, veya varlığından tereddüt ederse, O’nun eşi ve çocuğu olduğuna inanırsa, yeme, içme, evlenme gibi eksik sıfatlarla vasıflandığına inanırsa veya söylerse, bu kimse namaz da kılsa müslüman değildir.
3– Allah’ın yanılması veya pişman olması inancı küfürdür. (Kessaniye Mezhebi inancı)
4– Reenkarnasyoncular, yani ölen kimselerin ruhu başka cesedlere geçerek dünyaya tekrar tekrar geleceğine inananlar kâfirdir. ( Bu inanç da Rafizilerin inancıdır.)
selamün aleyküm degerli hocam her hadise inanmak şartmi bazi hadisler var peygamber efendimizin soyledigini iddia ettikleri.. mesela Peygamber hiç bir vakit ayak üstünde işemedi” (Hanbel 4/196; 6/136, 192, 213).
“Peygamberin ayak üstünde işediğini gördüm” (Buhari 4/60, 62; Hanbel 4/246; 5/382, 394).
eygamber, savaşta kadınların va çocukların öldürülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi” (Buhari, Cihad/146; Ebu Davud 113). peygamberimiz cocuklarin öldürülmesine nasil hüküm verebilirki Dünya balığın üzerindedir. Balık başını sallayınca dünyada depremler olur” (İbni Kesir, 2/29; 50/1). boyle daha cok hadis var hocam ben ehli sünnet disi biriyle tartismaya basladigimda ona bak kardes yanliş yoldasin dedigimde oda bana bu hadisi şerifleri soylediginde ben bir şey diyemiyorum acikcasi benimde aklim karisiyor…
Muhterem Yiğit kardeşim Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Muteber hadis kitaplarının belirttiği hadisi şerifleri kabul etmek durumundayız. Ancak bunların bazıları te’vile muhtaçtır. Örneğin: Dünyanın öküzün üzerinde durması konusu. Konuya etraflıca vakıf olmayan sözde ilahiyatçı hocalar mal bulmuş mağribi gibi hemen işin üstüne atlıyorlarlar “işte hadislerde açık buldum” der gibi inkar yolunu tutuyorlar.
Müslüman olan bir adam hadisi şeriflerde açık aramaz. Hadisleri anlamaya çalışır. Anlayamazsa “bundaki sırrı Allah bilir” der, ileri gitmez.
Bir gün Peygamerimizin huzuruna bir adam gelir ve bir soru sorar. “Ya Rasulullah dünya nerededir.?” der. Rasulullah: Dünya öküzün boynuzları üstündedir.” der. Daha sonra bir başkası gelir ve aynı soruyu sorar. Rasulü Ekrem ona: “Dünya balığın sırtındadır” der.
O gider meclise üçüncü bir şahıs gelir o da benzer bir soru sorduğunda ona da şöyle cevap verir:
“Dünya muallaktadır(boşluktadır).” buyurur.
Bu üç ayrı cevaba taaccüp eden mecliste bulunanlara Rasulü Ekrem konunun derinliğini izah eder.
Birinci kişi çiftçi olduğu için ona geçiminin öküzle alakalı olduğu ima edilmiştir. İkicisi balıkçı imiş ona geçimiminin balığa bağlı olduğu anlatılmak istenmiştir. Üçüncü sahıs alim olduğu için ona da işin gerçek yüzü anlatılmış.
Savaşta kadın ve çocukların öldürülmesi kaza ile öldürülenler hakkındadır. Halbuki savaşa başlamadan “kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dokunmayın buyuran da odur.
Bunlar gibi birbiri ile çelişiyor görünen hadisler tevile muhtaçtır. Ama gel gör ki bazı öküz beyinliler bu hadisleri tevil etme yolunu değil de hadisin zahirine bakarak hadisleri inkar yolunu seçmişlerdir. Bunların amaçları üzüm yemek değil bağcı dövmektir. Zira bu kimseler kesinlikle art niyetli kimselerdir.
Rasulü Ekrem bir defa ayakta su içmiştir. Ama ayakta su içmenin iyi olmadığını buyurmuştur. Bunun anlamı zaruri bir durum olduğunda ayakta da içilebilir demektir. Ayakta bevl etmekte bunun gibidir.
Bazı hadisler de vardır ki hükmü kaldırılmıştır. Bazı ayetlerin hükmünün kaldırıldığı gibi.
Bu konuları şimdiki cahil ilahiyatçılar bilemez. Onları ancak muhaddisler yani hadis alimleri bilebilmektedir.
Bir kimse sahih ve mütevatür hadislere inanmaz ve inkar ederse kafir olur. Diğer hadisler konusunda da inkardan çok sakınmak lazımdır.
NOT. ŞU YAZILARIMIZI OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM: http://www.islamdergisi.com/genel/uydurma-hadislerin-listesi-cikarilsa-da-herkes-bunlari-bilse-olmaz-mi/
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır Büyük veli Beyazid-i Bistamî (K.S.)
Evet çok doğru bir söz fakat bu zamanda ( istisna insanlar hariç )bunu öyle bi anlaşıya getirmişlerki Sofiler konuşurken Allah ve resulü sallallahu aleyhi vesselam efendimizden ashabı kiram radıyallahu anhden Cihaddan faizden kız erkek karışık ( hatta bazı cemaatler kendi elleri ile kolej açıyorlar ) okumadan ve çalışmakdan yer yüzündeki vahşetten haramdan helalden hiç bahsedilmez bi halde Şeyhden bahsediyor (rüya keramet hakk )rüyalar kerametler gırla uçuyor şeyhim beni kurtarır diyor putlaştırıyor Allahı unutup şeyhide şeyhi diyor.
senin ellerinden öpüyorum çok teşekkür ederim hem anlayışına hem kibarlığına… benim böyle yapmamın sebebi ise biliyorsun sanal ortamlarda yazmış olduğun evliyalara çok hakaretler var bende onlardan zannettim.. ehli sünnet itikadı gibi çok mühim bir meseleyi bu zatlardan öğrendik o yüzden onlara olan hakaretlere dayanamıyorum …Allah ‘a emanetsiniz….
güzel kardeşim şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü imamı gazali hazretlerinin ihya adlı eserinde geçiyor…ikincisi bu kıssa cüneydi bağdadi hazretlerinin değil Abdulkadir Geylani hazretlerinin kıssasıdır… üçünsü maksadım seni kırmak değil eğer böyle bir şey yaptıysam şerefle hakkını helal etmeni isterim.. bu zamanda keramet gösteren velilerden bana bir kaç tane yazarsanda çok sevinirim
Abdussamed Efendi kardeşim, Kur’an ve Hadisler dışındaki dini kıssaların nakilleri çok zayıftır. Bu sebeple çok fazla iddiacı olmayın bu konuda. Doktor Dilaver Selvi’ye göre o söz ve kıssa Bayezid-i Bestami hazretlerine aittir. Evliyalar Ansiklopedisine göre ise Cüneydi Bağdadi hazretlerine aittir. Önemli olan kime ait olduğu değil, verilmek istenen mesajdır. Lütfen oralara takılmayalım.
Mademki siz helallik dilemek nezaketinde bulunuyorsunuz hakkımız size helal olsun.
Bu zamanda keramet gösteren veliler elbette vardır. Muhammed Raşid Hazretleri, Hacı Mahmud Efendi Hazretleri, Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Gönenli Mehmed ve H.H. Fahreddin Efendi Hazretleri, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri gibi büyükler ve diğerleri…
Tabi bu zatı muhteremlerin bazıları vefat etmiş olup bu gün yaşayan halifelerine de saygımız sonsuzdur.
Bu değerli zatların dışında bulunan veliler ve mürşidler de mevcut olup gönlümüze şu an gelen bunlar olmakla birlikte veli ve mürşidleri bu kadarla sınırlamak edepsizliğinde de bulunmak istemem.
lütfen admin objektif bir şekilde oku maksadım hakkın ortaya çıkmasıdır ”şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” bu söz imamı gazalinin… bu zata şeyh müsveddesi diyorsan daha fazla bir şey yazmaya gerek… yok demiyorsan okumaya devam et….bu birincisi idi… ikincisi şeyhime ibadet ediyorum diyen kafirdir şeyh vesiledir asıl maksat Allah tır …. bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin…buda ikincisi…üçüncüsü muhammed bedavüni seyyid nur (ks) evliyanın büyüklerindendir kendisi büyük şeyhtir insanları tasavvuf ve tarikat teşvik etmiştir.hem bu zatı örnek veriyorsun hemde şeyhleri kötülüyorsun(sahte şeyhler var onlar sahtekar onu kabul ediyorum lakin hepsini genelleyemezsin) mantığınla bu şeyhler bu işleri nasıl yapıyor diyorsun bana ay ortadan ikiye nasıl ayrıldı söyle???? mucize diyeceksin bende bu işler sana keramet diyicem…. mümkünse anlamadığın şeyler için yorum yapma…. amerikanın bütün dünyayı izlediğine inanırsın bir Allah dostunun izlediğine inanmazsın ne diymki anla işte ona o gezdirme görme işini yaptıranda Allah anlasana
Muhterem Abdussamed, bizim objektif olarak yazmamızı istiyorsunuz ancak; şunu bilmelisiniz ki, bazı kimseler yazılarımız ya heyecanla okudukları için, ya da okuduklarını anlamaya alt yapılarının yeterli olmadıkları için olsa gerek, bizim yazdıklarımızı bazen yanlış algılıyorlar. Gelelim sorularınıza:
SORU 1: Siz diyorsunuz ki; ”
”şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” bu söz imamı gazalinin… bu zata şeyh müsveddesi diyorsan daha fazla bir şey yazmaya gerek… yok demiyorsan okumaya devam et….bu birincisi idi…”
CEVAP: İmamı Gazali(kuddise sirruh ) Hazretleri evliyanın büyüklerinden büyük bir alimdir. Allah için ona saygımız tamdır. Ancak o söz Gazali hazretlerinin değil Bayezid-i Bestami hazretlerinindir. İşte şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözünün gerekçesi:
ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTANDIR
Bayezid-i Bestami Hazretlerinin müridlerinden birisi kendi kendine:
— Ben artık kemale erdim, bir mürşidin himayesine ihtiyacım yoktur, diye düşünüyor ve sohbeti terkederek kendi halvetinde kalıyordu. Bu derviş birgün seher vakti uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisini gayet güzel bağlar ve bahçeler içinde buldu. Etraftan akan ırmaklar ve kendisine her hizmeti gören hizmetçiler vardı. İstediği leziz yemeklerden yedi ve gönlünce eğlendi.
Uyandığı zaman gayet sürür duyuyordu. Bu rüyasını diğer müridlere anlattı. Müritler de gelip Şeyh Bayezid-i Bestami Hazretlerine anlattılar. Hazreti Şeyh onun halvetine gelip halini şöyle bir seyredince, baktı ki, gurur ve kibir dimağına işlemiş, şeytanın tamamen esiri olmuş, nefs-i emmare tam hakim halde.
— Bu gece seni Cennete götürecekler. Cennete girince üç defa «La havle velâ kuvvete illa billahil aliyyil aziym» de, dedi.
Gece müridi rüyasında Cennete götürdüler. Şeyhin sözü aklına gelip üç kere okudu. O anda gördüklerini hep unutup kendisini bir çöplükte buldu. Etrafına baktı ki, çöplük ve pislik içinde kalmış. Hata ettiğini anladı. Çok göz yaşı döktü. Şeyhin huzuruna varıp ayaklarına sarıldı, kusurunun bağışlanmasını diledi. Hazreti Şeyh de onun kusurunu afvedip müridleri arasındaki yerini almasını sağladı. Hazreti Bayezid bu hadise üzerine şöyle söyledi:
— Her müride bir mürşid gerek, aksi takdirde şeytan-ı aleyhilâ’ne gelir ona mürşid olur. ”
SORU 2:”ikincisi şeyhime ibadet ediyorum diyen kafirdir şeyh vesiledir asıl maksat Allah tır …. bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin…buda ikincisi…”
CEVAP: Evet, “Allah’tan başkasına ibadet eden kâfirdir.” sözünün sonuna kadar ardındayız. Aksini iddia eden varsa oda kâfirdir. Buna dair delilim Kur’an ve Sünnettir. Sadatlar “ALLAH” lafzinın virdini çeken sufilere her 100’de veya 99’da “ilahi ente maksudi ve rıdake matlubi”yi emretmiyorlar mı? Bunun anlamı Allah’ım maksudum sensin ve senin rızanı talep etmektir.
Sofi, sizin hatanız şu:
Biz o yazımızdaki ithamları sahte şeyhlere atfen yazdığımız ve gerçek velilerin o ithamdan müstesna olduğunu yazdığımız halde siz diyorsunuz ki; ” bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin, genelleyemezsiniz.” Galiba siz yazımızı ya sonuna kadar okumak zahmetine girmediniz veya heyecandan tam algılayamadınız.
SORU 3: diyorsunuz ki; “Bu şeyhler bu işleri(kerametleri) nasıl yapıyorlar? diyormuşum.
CEVAP: Muhterem Abdussamed biz öyle bir ifade kullanmadık. Varsa göster hemen çıkarayım yazıdan. Ayrıca ayın yarılması keramet değil mucizedir. Zira bir Peygamberden meydana gelen harika bir olaya mucize, evliyadan meydana gelen harika hale keramet, salih müminden meydana gelen harika hale firaset, sahirden meydana gelen hale istidraç denir. Onların hepsi Allah tarafından halk olunur kullar o işte vesiledir. O bilginizi lütfen düzeltiniz.
SORU 4: “Mümkünse anlamadığın şeyler için yorum yapma….
CEVAP: Size tavsiyem, mümkünse tereciye tere satmayınız. Okuduğunuz şeyleri yarım yamalak okuyarak kimseye zan yapmayınız sofi…
SORU 5: Amerikanın bütün dünyayı izlediğine inanırsın bir Allah dostunun izlediğine inanmazsın ne diyem ki anla işte. ona o gezdirme görme işini yaptıranda Allah anlasana.”
CEVAP: Sizin bize atfettiğiniz bu töhmeti neye dayanarak yazmış bulunmaktasınız bilmiyorum? Biz evliyanın ne keşfini ve ne de kerametini asla inkar etmiş değiliz. Yazılarımız da böyle bir şeyi bulup isbat ederseniz, bu siteyi hemen kapatacağım. Sofi, sizin tarafımıza yaptığınız bu hakaret ve sui zannınızdan dolayı kul hakkına girmiş olduğunuzu hatırlatırım.
Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile var olmuş, Onun yaratması ile yoklukdan varlığa gelmişdir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm yokdur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiçbirşey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm veTekvîndir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz. Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, aklları da noksân olduğundan, müslimânlardan mu’tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi, inkâr etdiler. İlm sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilm sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz, dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdisdir.
Noksân sıfatlar, Onda yokdur. Allahü teâlâ, maddelerin, cismlerin, arazların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zemânlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafda değildir. Zemânları, yerleri, cihetleri O yaratmışdır. Birşey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zemân var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Herşeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona(Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkudur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yokdur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde değildir, cism değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fekat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Ya’nî herşeyi çevirmişdir. Fekat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (KARÎB)dir. Yakındır ve bizimledir. Fekat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fekat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbirşeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbirşey de Onunla birleşmez. Ona hiçbirşey hulûl etmez. O da, birşeye hulûl etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yokdur. Kadını, çocukları yokdur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fekat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda, Onu
anlıyanlar, O vardır diyip kesdiler sözü.
Allahü teâlânın ismleri, dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği ismi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği ism söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel ism olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki islâmiyyet, Cevâd demekdedir. Fekat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) ismi söylenemez. Çünki islâmiyyet, Ona sahî dememişdir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah ismi yerine, tanrı demek, çok günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, islâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermişdir. Bununla kullarına emrlerini, nehy [ya’nî yasak]lerini bildirmişdir.
Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermişdir. Emrlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her iki kelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfrdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” gönderilen kitâblar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, (Ahkâm-ı ilâhî)dir. Her vakte uygun olan hükmleri, o zemânın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuşdur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şeklde olmıyarak görecekdir. Allahü teâlâyı âhıretde görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akl anlıyamaz. İnanmakdan başka çâre yokdur. Felsefecilere ve mu’tezile ismindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetden başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmakdan mahrûm kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda kendini göstermedi. His uzvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmetdir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebeb olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]
Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fekat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fekat, pisliklerin veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur. Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, ya’nî Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu te’sîre (Kesb) ismini verdiler. Çünki, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, süâle ve cezâya sebeb olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan eden, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kullukdan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emr olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt nemâz kılabilir. Malın kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruc tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların za’îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emr etmişdir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emr etmek istiyor. İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır) meâlindeki âyet-i kerîmeler meşhûrdur.
[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık emr etmişdir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değişdirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfrdür, dinsizlikdir.]
Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, se’âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâ’vetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yokdur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır “sallallahü aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitâbı, geçmiş kitâbların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecekdir. Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.
[Ba’zı kimseler, din, zemâna göre değişir, islâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimişdir. Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zemânla değişir. Fekat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem aleyhisselâmdan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermişdir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zemânla değişir. Fekat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zemânla değişir. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zemânla değişmez.)]
Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabr azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabrde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin süâl sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol tarafdan verilmesi ve iyiliklerin ve günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecekdir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîfdir. [Orada yer çekimi kuvveti yokdur.]
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar ya’nî Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni ile, günâhı çok olan mü’minlere şefâ’at edecekdir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ’at edeceğim). Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennete gidecekdir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
[Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yokdur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fekat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fekat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]
Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yokdan var etmişdir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıkdan sonra] ebedî olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır. Süâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. [İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmekdedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emrlerine ısyân etmeleri câiz değildir. Emr olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yokdur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmişdir. [Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmişdir. Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmat” kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. [Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmişbin melek getirmişdir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emrleri yapmakdan başka işleri yokdur.
TAM İLMİHAL SAYFA 59.
Ehl-i sünnet âlimlerine “Allahü teâlâ onların çalışmasına bol bol mükâfât versin!” göre halîfelikden konuşmak, dînin esâs bilgilerinden değildir. Ya’nî îmâna bağlı birşey değildir. Fekat, ba’zıları bunda taşkınlık yapdığından, [hoca şekline giren, çenesi kuvvetli birkaç câhil, kendilerine âlim deyip, sözleri ile, kitâb ve mecmû’aları ile, iftirâ ederek, müslimânları zehrlediklerinden], doğru müslimânların âlimleri, halîfeliğe âid bilgileri, kelâm ilmine, ya’nî îmân bilgisine sokmuş, işin doğrusunu bildirmişlerdir. Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâdan sonra “aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” müslimânların halîfesi, ya’nî Peygamber efendimizin “aleyhisselâm” vekîli ve müslimânların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîkdır “radıyallahü anh”. Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûkdur “radıyallahü anh”. Ondan sonra, Osmân-ı Zinnûreyn “radıyallahü anh”, ondan sonra, Alî ibni Ebî Tâlibdir “radıyallahü anh”. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir. Bunlardan Şeyhaynın [ya’nî ilk ikisinin], diğer ikisinden dahâ üstün olduğunu, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın hepsi söylemişdir. Bu sözbirliğini, din imâmlarımız bildirmekdedir. Meselâ imâm-ı Şâfi’înin “aleyhirrahme” sözü meşhûrdur. Ehl-i sünnetin reîslerinden olan Ebül-Hasen-i Eş’ârî buyuruyor ki, (Şeyhaynın, diğer bütün ümmetden üstün olduğu muhakkakdır. Buna inanmıyan, yâ câhildir veyâ inâdcıdır). İmâm-ı Alî “radıyallahü anh” buyuruyor ki, (Beni, Ebû Bekr ile Ömerden “radıyallahü anhümâ” üstün tutan, iftirâ etmiş olur. İftirâ edenleri dövdükleri gibi, onu döverim). Abdülkâdir-i Geylânî hazretleri, (Gunye-tüt-tâlibîn) kitâbında buyuruyor ki: Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (ALLAHÜ TEÂLÂDAN ISTEDIM KI, BENDEN SONRA ALÎ “radıyallahü anh” halîfe olsun. Melekler dedi ki: Yâ Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”! Allahü teâlânın dilediği olur. Senden sonra halîfe, Ebû Bekr-i Sıddîkdır.) Abdülkâdir-i Geylânî “kuddise sirruh” yine buyurdu ki, Alî “radıyallahü anh” dedi ki, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” bana buyurdu ki: (Benden sonra halîfe Ebû Bekr olacakdır. Ondan sonra Ömer, ondan sonra Osmân, ondan sonra da sen “radıyallahü anhüm” olacaksın!).
İmâm-ı Hasen, İmâm-ı Hüseynden dahâ üstündür “radıyallahü anhümâ”. Ehl-i sünnet âlimleri “rahmetullahi aleyhim ecma’în” buyurdu ki: İlmde ve ictihâdda Âişe “radıyallahü anhâ”, Fâtımadan “radıyallahü anhâ” üstündür. Abdülkâdir-i Geylânî “radıyallahü anh”, (Gunye) kitâbında diyor ki, (Âişe “radıyallahü anhâ” dahâ üstündür). Bu fakîre göre ise, ilmde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekde ise, Fâtıma dahâ ileridir. Bunun içindir ki, hazret-i Fâtımaya (Betûl) [ya’nî çok temiz] demişlerdir “radıyallahü anhümâ”. Âişe “radıyallahü anhâ” ise, Eshâb-ı kirâma islâmiyyeti öğretirdi. Eshâb-ı kirâm, bütün müşkillerini, ondan sorup öğrenirdi.
Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” arasındaki muhârebeler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, iyi niyyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzûları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Çünki, onların hepsi büyük idi. Kalbleri Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde ve mubârek nazarları karşısında temizlenmiş, hırs, kin ve düşmanlık gibi şeyler kalmamışdı. Bunların sulhları da, ayrılık ve muhârebeleri de, Hak için idi. Herbiri, kendi ictihâdına göre hareket etmişdir. İctihâdlarına uymıyanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmışdır. İctihâdı doğru olanlara iki veyâ on sevâb, isâbet etmiyenlere de, bir sevâb vardır. O hâlde, doğruyu bulmağa çalışıp da bulamayıp yanılanlarına da, doğru olanlar gibi, dil uzatmamak lâzımdır. Çünki, bunlar da, sevâb kazanmışdır. Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki, bu muhârebelerde Emîr [ya’nî Alî] “radıyallahü anh” haklı idi. Ona uymıyan ictihâdlar doğru değildi. Fekat, hiçbirine dil uzatılamaz. Nerde kaldı ki, kâfir ve fâsık denilebilsin! Bu muhârebelerde Alî “radıyallahü anh” buyurdu ki, (Kardeşlerimiz bizden ayrıldı. Onlar kâfir, fâsık değildir. Çünki, ictihâdlarına göre hareket ediyorlar). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Eshâbıma dil uzatmakdan sakınınız!). Görülüyor ki, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Bu büyüklerden hiçbirini fenâ bilmemeli, kötü sanmamalıyız! Onların birbirleri ile olan muhârebelerini, başkalarının sulhlarından dahâ iyi bilmelidir. Kurtuluş yolu budur. Çünki, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi “sallallahü aleyhi ve sellem” sevmekden ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur. Büyük âlim, Ebû Bekr-i Şiblî “kuddise sirruh” buyurdu ki: (Eshâb-ı kirâma hurmet etmiyen bir kimse, Muhammed aleyhisselâma îmân etmiş olmaz “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în”.)].
[Âlûsî, (Gâliyye) kitâbında diyor ki, (Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Eshâb-ı kirâmı övmekdedir. İlk hicret edenlerden ve Ensârdan ve iyilikde bunların izinde olanlardan râzı olduğunu bildirmekdedir. Allahü teâlâ, ancak mü’min olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olur. Kâfir olarak öleceğini bildiği kulundan râzı olduğunu bildirmesine imkân yokdur. Bunun için, Eshâb-ı kirâmı öven âyet-i kerîmeler, onların âdil olmadıklarını ve Resûlullahın vefâtından sonra mürted olduklarını söyliyenleri red etmekde, böyle söyliyenlerin kötü niyyetli olduklarını bildirmekdedir. Eshâb-ı kirâmın hepsini öven hadîs-i şerîfler pek çokdur. Bunların meşhûrlarından biri, Dârimînin ve İbni Adînin bildirdikleri (Eshâbım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız hidâyete kavuşursunuz!) hadîs-i şerîfidir). Ahmed Nâmıkî Câmînin “rahmetullahi aleyh” (Üns-üt-tâibîn) kitâbı fârisîdir. Rızâ şâh zemânında Tahranda basılmış olanın kırkdördüncü sahîfesinde, dört halîfe ismleri ile yazılarak herbiri ve Eshâb-ı kirâmın hepsi çok övülmekde ve hepsini sevmemiz lâzımdır demekdedir. Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” kıymetini, büyüklüğünü bilemiyen, bu büyükleri kendileri gibi sanıp, kötüleyen sapıklara çok şaşılır. Cehenneme gidecekleri bildirilen, yetmişiki bid’at fırkasının en kötüsü bunlardır. Bunlar, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” izinde gidiyoruz diyerek, müslimânların çok sevdiği, mubârek (Alevî) ismini kendilerine takıyorlar. İslâm düşmanlığını bu mubârek ismin maskesi altında yapıyorlar. Şunu iyi bilmelidir ki, (Alevî) ismini taşıyan kimseler iki kısmdır. Biri, müslimân ismini taşıyan sinsi islâm düşmanlarıdır. Bunların ismine aldanmamalıdır. İkinci kısm (Alevîler), hazret-i Alîyi seven hakîkî müslimânlardır. Yalancı alevîler, temiz gençleri aldatıyorlar. [m. 1958] de, İstanbulda türkçe basdırdıkları (Hüsniyye) ismli bir kitâbdaki, uydurma hikâyeleri, câhiller ve en çok köylü kadınlar arasına yayarak, islâm büyüklerini kötüliyorlar. Bu kitâbın, Mürtezâ adındaki bir yehûdî tarafından arabî olarak yazıldığı, (Tuhfe) kitâbında bildirilmekdedir. Sonra, İbrâhîm Esterâbâdî isminde bir hurûfînin fârisîye terceme etdiği ve 958 [m. 1551] de öldüğü(Esmâ-ül müellifîn)de yazılıdır. (Eshâb-ı Kirâm)da ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbındaki (Tezkiye-i Ehl-i beyt) risâlesinde o bozuk yazılar, çirkin iftirâlar, vesîkalarla çürütülmüş, Mürtedâ, 436 [m. 1044] de, kardeşi Radî bin Tâhir de, [406] da Bağdâdda ölmüşdür. Türkçe (Menâkıb-i Çihâr yâr-ı güzîn)kitâbında, Eshâb-ı kirâmın üstünlükleri uzun yazılıdır. Bu kitâb, 1998 de İstanbulda (Hakîkat Kitâbevi) tarafından basdırılmışdır.
Hurûfî denilen sapıkların i’tikâdda ve amelde birçok noktaları, Ehl-i sünnetden ayrılıyor ise de, bunların taşkınlık yapanları, kâfir olmakdadır. Bunlar, yok olmak üzere iken, içlerinden, şâh İsmâ’îlin devlet kurması ile, çoğaldılar. Memleketimize de sokularak, hemen hemen bütün tekkelere bulaşmış ve birçok ma’sûmlar bu sârî hastalığa yakalanarak, ebedî ölüme sürüklenmişdir. Cenâb-ı Hak, bizleri, Ehl-i sünnetin doğru, temiz i’tikâdından ayırmasın. Müslimânlar arasında bölücülük yapan vehhâbîlik ve kızılbaşlık tehlükesinden muhâfaza buyursun! Âmîn. (Tuhfe-i isnâ aşeriyye) başında diyor ki: Bu sapık inanışı kuran, Abdüllah bin Sebe’ adında Yemenli bir yehûdîdir. Sen tanrısın dediği için hazret-i Alî bunu Medâyine sürdü. [Bunun yehûdî olduğu, 34 [m. 654] senesinde Mısrdan Medîneye gelip, müslimân olduğunu söylediği, (Müncid)de yazılıdır.] Bu dalâlet fırkası, her asrda başka bir hâl almış, şâh İsmâ’îl zemânında, belli bir şekle sokularak, kitâblar yazılmışdır. Şî’îlik, hazret-i Alî zemânında kuruldu. İnsanlar arasında yayılması dahâ sonra başladı. Hicretin altmış senesinde (Kîsâniyye), altmışaltı senesinde(Muhtâriyye) ve yüzdokuz senesinde (Hişâmiyye) fırkaları ortaya çıkdı ise de, tutunamadılar, yok oldular. Asrlar boyunca müslimânları doğru yoldan ayıran (Zeydiyye) fırkası, yüzoniki senesinde ve öteki fırkaların hepsi dahâ sonra meydâna çıkdı. Müslimânlar arasında bölücülük yapan bid’at fırkalarının birkaçı Eshâb-ı kirâm zemânında ortaya çıkmış, diğerlerinin ortaya çıkması ve hepsinin kuvvetlenerek müslimânlar arasına yayılması, Eshâb-ı kirâmın hepsinin ölümünden sonra olmuşdur. Eshâb-ı kirâma iftirâ edenler, üç grubda toplanmakdadır:
1) (Tafdîliyye), hazret-i Alî, Eshâbın en üstünüdür, diyorlar.
3) (Gulât), hazret-i Alî “kerremallahü teâlâ vecheh” tanrıdır diyorlar. (Sebeiyye) ve (Nusayriyye)fırkaları böyledir. İbâdet etmezler. Bu fırkayı, Abdüllah bin Sebe’ ismindeki bir yehûdî kurmuşdur.
Bunlar, her zemân, hazret-i Alînin ve hazret-i Abbâsın “radıyallahü anhümâ” torunlarından birinin etrâfına toplanıp çeşidli fırkalara ayrıldılar. İmâm-ı Zeynel’âbidîn vefât edince, çoğu bunun oğlu Zeydin yanında toplandı. Emevî hükümdârı Hişâm bin Abdülmelik tarafından Irâk vâlîsi olan Yûsüf-i Sekafî ile harb etmeğe giderlerken, bir kısmı Zeydden ayrıldı. Zeyd bunlara (Râfizî) dedi. Kendileri ise(İmâmiyye) adını aldılar. Zeydin yanında kalanlara (Zeydî) denildi. Her ikisi de, (Resûlullahdan sonra hilâfet oniki imâmdadır) dediler.
(Oniki imâm): Alî bin Ebî Tâlib, Hasen, Hüseyn, Zeynel’âbidîn, Muhammed Bâkır, Ca’fer-i Sâdık, Mûsâ Kâzım, Alî Rızâ, Muhammed Cevâd Takıy, Alî Nakıy, Hasen Askerî Zekiy ve Muhammed Mehdîdir. Bu oniki imâmın çeşidli oğullarına bağlanarak başka başka fırka oldular. Bugün, çoğu imâmiyye olup üç ana inançdan birincisinde iseler de, inançlarında, zemânla çeşidli değişiklikler olmuşdur. Bunlar, şimdi kendilerine (Ca’ferî) diyorlar. Ca’ferîler hakkında, kitâbın sonundaki ism cedvelinde, (Ca’fer-i Sâdık)kelimesinde uzun bilgi vardır].
Muhbir-i sâdık [ya’nî hep doğru haber verici] “sallallahü teâlâ aleyhi ve sellem” kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zemân güneş, âdet dışı olarak garbdan doğacakdır. Hazret-i Mehdî “aleyhirrıdvân” çıkacak, Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacakdır.
[(Huccet-ullahi alel’âlemîn)de diyor ki, (Ye’cûc ve Me’cûc denilen kimseler, Nûh aleyhisselâmın oğlu Yâfesin soyundandırlar. Yüzleri yassı, gözleri küçük, kulakları çok büyük, boyları kısadır. Herbirinin bin çocuğu olur. Cin ve insanların adedlerinin onda dokuzu Ye’cûc ve Me’cûcdur. Arkasında kaldıkları seddi hergün oyarlar. Gece eskisi gibi olur. Kâfirdirler. Sed arkasından çıkınca insanlara saldırırlar. İnsanlar şehrlere, binâlara saklanırlar. Hayvanları bitirirler. Nehrleri içip kuruturlar. Îsâ aleyhisselâm ve Eshâbı düâ ederler. Boyunlarında yara hâsıl olup, bir gecede hepsi ölür. Hayvanlar bunları yiyerek çoğalırlar. Pis kokularından yer yüzü yaşanamıyacak bir hâl alır). (Ye’cûc) ve (Me’cûc) çok eski zemânda, bir dıvâr arkasına bırakılmış, kıyâmete yakın, yeryüzüne yayılacak, iki kötü millet olduğu, Kur’ân-ı kerîmde haber verilmişdir. Arkeolojik araşdırmalar, yer altında kalmış şehrleri, dağ tepelerindeki deniz fosillerini bulduğuna göre, o dıvârın bugün meydânda bulunması ve bu insanların çok sayıda olmaları lâzım gelmez. Nitekim, bugünkü milyarlarca insan nasıl iki kişiden meydâna geldi ise, o iki milletin de, bugün nerde oldukları bilinemiyen birkaç kişiden üreyerek yeryüzünü kaplıyacakları düşünülebilir].
(Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, cânlarını yakacak, herkes bunun acısından düâ edip, (Yâ Rabbî! Bu azâbı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!) diyecekdir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateşdir ki, Adenden çıkacakdır. [Aden, Yemendedir.] Hindistânda birisi, Mehdî olduğunu iddi’â etmişdi. Mezârı da Fere şehrinde imiş. Meşhûr, hattâ ma’nâsı tevâtür derecesine varmış birçok hadîs-i şerîfler böylelerinin bu i’tikâd ve sözlerini yalanlamakdadır. [Memleketimizde de, ba’zı câhiller, tesavvuf kitâblarından terceme ederek söyliyen ve yazan kimselere Mehdî diyor. Bunları, kendisi yazıyor sanıyorlar.] Hâlbuki birçok hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki,(Mehdînin başı hizâsında bir bulut olacakdır. Bulutdan bir melek: Bu Mehdîdir, sözünü dinleyiniz!) diyecekdir. Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (İsmini duyduğunuz kimselerden, yeryüzüne [ya’nî, o zemân bilinen memleketlerin çoğuna] dört kişi mâlik oldu. İkisi mü’min, ikisi de kâfir idi. Mü’min olan iki kişi, Zülkarneyn ile Süleymân “aleyhimesselâm” idi. Kâfir olan ikisi de, Nemrûd ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, yeryüzüne, benim evlâdımdan biri, ya’nî Mehdî de, mâlik olacakdır).
Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Kıyâmet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evlâdımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur ve dünyâyı adâletle doldurur. Ondan önce dünyâ zulmle dolu iken, onun zemânında adl ile dolar). Bir hadîs-i şerîfde buyuruldu ki: (Eshâb-ı Kehf, hazret-i Mehdînin yardımcıları olacakdır ve Îsâ “aleyhisselâm” bunun zemânında gökden inecekdir. Îsâ “aleyhisselâm”, Deccâl ile harb ederken, hazret-i Mehdî, onunla berâber olacakdır. Bunun hükümdârlığı zemânında, her zemânkinin aksine olarak ve hesâbların tersine olarak, Ramezân-ı şerîfin ondördüncü günü güneş tutulacakdır ve birinci gecesinde ay tutulacakdır). O hâlde, insâf etsinler ki, bu alâmetler, [câhillerin, Mehdî zan etdikleri kimselerde ve] o ölen adamda var mıdır, yok mudur. Hazret-i Mehdînin dahâ birçok alâmetlerini, Muhbir-i sâdık “aleyhissalâtü vesselâm” haber vermişdir. Ahmed ibni Hacer-i Mekkî hazretleri (Elkavlülmuhtasar fî alâmâtil-Mehdî) ismindeki kitâbında, hazret-i Mehdînin ikiyüze yakın alâmetlerini yazmışdır. Geleceği bildirilen Mehdînin alâmetleri meydânda iken, başkalarını Mehdî sananlar, ne kadar câhildir. Allahü teâlâ, onlara, doğruyu görmek nasîb eylesin! [Celâleddîn-i Süyûtînin(Cüz’ün minel-ehâdis vel-âsâr-il-vâride-ti fî hakk-ıl-Mehdî) kitâbında da hazret-i Mehdînin alâmetleri bildirilmekdedir].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benî İsrâîl, yetmişbir fırkaya ayrılmışdı. Bunlardan yetmişi Cehenneme gidip, ancak bir fırkası kurtulmuşdur. Nasârâ da, yetmişiki fırkaya ayrılmışdı. Yetmişbiri Cehenneme gitmişdir. Bir zemân sonra, benim ümmetim de yetmişüç kısma ayrılır. Bunlardan yetmişikisi, Cehenneme gidip, yalnız bir fırkası kurtulur).Eshâb-ı kirâm, bu bir fırkanın kimler olduğunu sordukda, (Cehennemden kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gitdiği yolda gidenlerdir) buyurdu. [Bu hadîs-i şerîfin dört (Sünen) kitâbında bulunduğu(Milel-Nihâl) tercemesinde yazılıdır.] O kurtulan fırka, Ehl-i sünnet velcemâ’atdir ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” yoluna sarılmışlardır. Yâ Rabbî! Bizleri, Ehl-i sünnet âlimlerinin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” bildirdiği îmândan, i’tikâddan ayırma! Onlarla birlik olduğumuz hâlde, bu dünyâdan çıkar! Bizi onlarla haşr eyle, yâ Rabbî! Bize hidâyet verdikden sonra, kalblerimizi doğrudan kaydırma ve bize yüce katından rahmet ver. Sen ihsân edenlerin en büyüğüsün!
İslâmın birinci şartı, Allahü teâlâya ve Peygamberine “sallallahü aleyhi ve sellem” îmândır. Ya’nî onları sevmek ve sözlerini beğenip, kabûl etmekdir.
İ’tikâdı düzeltdikden sonra, islâmiyyetin emrlerini yapmak ve yasak etdiği şeylerden kaçınmak, ya’nî ahkâm-ı islâmiyyeyi yapmak, elbette lâzımdır. Beş vakt nemâzı, gevşek ve tenbel olmaksızın, kılmalıdır. Ta’dîl-i erkân ile kılmalıdır ve cemâ’at ile kılmalıdır. (Müslimân ile kâfiri birbirinden ayıran nemâzdır).[Nemâzı doğru ve iyi kılan bir kimse müslimândır. Nemâzı doğru kılmıyan veyâ hiç kılmıyan kimsenin müslimânlığı şübhelidir.] Bir kimse, nemâzı doğru ve iyi kılınca, islâm ipine yapışmış olur. Çünki, nemâz, islâmın beş şartından ikincisidir.
İslâmın üçüncü şartı, zekât vermekdir.
İslâmın dördüncü şartı, Ramezân-ı şerîf ayında hergün oruc tutmakdır.
Beşinci şart, Kâ’be-i mu’azzamayı hac etmekdir.
İslâmın birinci şartı, îmân olup, kalb ile inanmak ve dil ile de söylemekdir. Diğer dört şart ise, vücûd ile yapılacak ve kalb ile niyyet edilecek ibâdetlerdir. Nemâz, bütün ibâdetleri kendisinde toplamışdır ve hepsinden dahâ üstündür. Kıyâmetde evvelâ nemâz sorulacakdır. Nemâz doğru ise, diğerlerinin hesâbı, Allahü teâlânın yardımı ile, kolay geçecekdir.
Dinde yapılması yasak edilenlerden, mümkin olduğu kadar sakınmalıdır. Allahü teâlânın râzı olmadığı şeyleri, öldürücü zehr bilmelidir. Kusûrlarını düşünüp, bunları yapdığına mahcûb olmalı, utanmalıdır. Pişmân olup üzülmelidir. Hiç günâh yapmamağa karâr vermelidir. [Bu üzülmeğe ve karâra (Tevbe etmek) denir. Günâhlarını afv etmesi için Allahü teâlâya yalvarmağa (İstigfâr etmek) denir.] Allahü teâlânın beğenmediği şeyleri utanmadan, sıkılmadan söyliyen ve yapan, Allahü teâlâya karşı durmuş, inâd etmiş olur. Bu inâdları, hemen hemen onları islâmiyyetden çıkarır.
[(Rıyâd-un-nâsıhîn) kitâbının dördüncü kısmı, ikinci bâbının, üçüncü faslında buyuruyor ki: (Harâmları, büyük günâh ve küçük günâh diye ikiye ayırmışlar ise de, küçük günâhlardan da, büyük günâh gibi kaçınmak, hiçbir günâhı küçümsememek gerekdir. Çünki, Allahü teâlâ, intikâm alıcıdır ve ganîdir. İstediğini yapmakda hiç kimseden çekinmez. Gazabını, düşmanlığını günâhlar içinde gizlemişdir. Küçük sanılan bir günâh, intikâmına, gadabına sebeb olabilir).
(Rıyâd-un-nâsıhîn) üçüncü bâbı, birinci faslında buyuruyor ki: (Küfrden ve bid’atden başka günâhlar ikiye ayrılır: Birinci kısm, Allahü teâlâ ile kul arasında olan günâhlardır. İçki içmek, nemâz kılmamak ve bunlar gibi. Bu günâhların, büyüğünden ve küçüğünden, çok sakınmalıdır. Resûlullah “aleyhisselâm” buyurdu ki: (Bir zerrecik [ya’nî çok az] bir günâhdan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibâdetleri toplamından dahâ iyidir). Günâhların hepsi, Allahü teâlânın emrini yapmamak olduğundan, büyükdür. Fekat, ba’zısı, ba’zısına göre küçük görünür. Meselâ, yabancı kadına şehvetle bakmak, zinâ yapmakdan dahâ küçükdür. [El ile, ihtiyâcını gidermek, her ikisinden dahâ küçükdür.] Bir küçük günâhı yapmamak bütün cihânın nâfile ibâdetlerinden dahâ sevâbdır. Çünki, nâfile ibâdet yapmak farz değildir. Günâhlardan kaçınmak ise, herkese farzdır. Büyük günâhlardan kaçınabilmek için, başka çâre yoksa, küçük günâhı işlemek câiz olur.
Her günâhı yapdıkdan sonra tevbe ve (istigfâr etmek) de farzdır. Her günâhın tevbesi kabûl olur.(Kimyâ-i se’âdet)de buyuruyor ki: (Şartlarına uygun yapılan tevbe, muhakkak kabûl olur. Tevbenin kabûl edileceğinde şübhe etmemelidir. Tevbenin şartlarına uygun olmasında şübhe etmelidir). Tevbe edilmiyen herhangi bir günâhdan Allahü teâlâ intikâm alabilir. Çünki, Allahü teâlânın gadabı, günâhlar içinde saklıdır. Allahü teâlâ pek kuvvetli, herkese gâlib ve intikâm alıcıdır. Yüzbin sene ibâdet eden makbûl bir kulunu, bir günâh için, sonsuz olarak red edebilir ve hiçbirşeyden çekinmez. Bunu Kur’ân-ı kerîm bildiriyor ve ikiyüzbin sene itâ’at eden iblîsin [şeytânın], kibr edip, secde etmediği için, ebedî mel’ûn olduğunu, haber veriyor. Yeryüzünde halîfesi olan, Âdem aleyhisselâmın oğlunu, bir adam öldürdüğü için, ebedî tard eyledi. Mûsâ “aleyhisselâm” zemânında, Bel’am bin Bâûrâ (İsm-i a’zam)ı biliyordu. Her düâsı kabûl olurdu. İlmi ve ibâdeti, o derecede idi ki, sözlerini yazıp istifâde etmek için, ikibin kişi hokka, kalem ile yanında bulunurdu. Bu Bel’am, Allahü teâlânın bir harâmına, az bir meyl etdiği için, îmânsız gitdi. (Onun gibiler köpek gibidir) diye dillerde kaldı. Kârûn, Mûsâ aleyhisselâmın akrabâsı idi. Mûsâ “aleyhisselâm” buna hayr düâ edip ve kimyâ ilmi öğretip, o kadar zengin olmuşdu ki, yalnız hazînelerinin anahtarlarını kırk katır taşırdı. Birkaç kuruş zekât vermediği için, bütün malı ile birlikde, yer altına sokuldu. Sa’lebe, sahâbe arasında çok zâhid idi. Çok ibâdet ederdi. Câmi’den çıkmazdı. Bir kerre sözünde durmadığı için, sahâbîlik şerefine kavuşamadı, îmânsız gitdi. Peygamber efendimize “sallallahü aleyhi ve sellem” onun için düâ etmemesi emr olundu. Allahü teâlâ, nice kimselerden, bir günâh sebebi ile, böyle intikâm almışdır. O hâlde, her mü’minin günâh işlemekden çok korkması lâzımdır. Ufak bir günâh işledikde tevbe, istigfâr etmesi, yalvarması lâzımdır).
(Rıyâd-un-nâsıhîn) ikinci kısm, ikinci bâbı, birinci faslda diyor ki, (Tevbe ve istigfâr kalb ile, dil ile ve günâh işliyen a’zâ ile birlikde olmalıdır. Kalb pişmân olmalı. Dil, düâ etmeli, yalvarmalı. A’zâ da günâhdan çekilmelidir. [Birçok âyet-i kerîmede (Beni çok zikr edin) ve (İzâ câe) sûresinde (Bana istigfâr edin. Düâlarınızı kabûl ederim, günâhlarınızı afv ederim) buyuruldu. Görülüyor ki, Allahü teâlâ, çok istigfâr edilmesini emr ediyor. Bunun için, Muhammed Ma’sûm hazretleri, ikinci cild, 80.ci mektûbunda (Bu emre uyarak, her nemâzdan sonra yetmiş kerre istigfâr ediyorum. Ya’nî,(Estagfirullah) diyorum. Siz de bunu çok okuyunuz! Herbirini söylerken ma’nâsını (Beni afv et Allahım) olarak düşünmelidir. Okuyanı ve yanındakileri, derdlerden, sıkıntılardan, hastalıklardan kurtarır. Çok kimse, okudu. Fâidesi hep görüldü) buyurdu.] [Yatarken, sağ tarafa yatıp, bir e’ûzü ve Besmele, bir Âyetelkürsî, üç İhlâs, bir Fâtiha, bir Kul e’ûzüler, bir (tevekkeltü alellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah) oku. Büyüklerimiz, cinleri def’ için, bu kelime-i temcîdi okurdu. Sonra, bir istigfâr düâsı ya’nî,(Estagfirullâhel’azîm, ellezî lâ ilâhe illâ hüv el hayyel kayyûme ve etûbü ileyh), bir(Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye ve lil mü’minîne vel mü’minât) ve bir salevât-ı şerîfe ve bir(Allahümme rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil-âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr bi-rahmetike yâ Erhamerrâhimîn) ve üç veyâ on veyâ kırk yâhud yetmiş kerre istigfâr ve bir kelime-i tevhîd okuyup uyumalıdır. Bütün gece okuyup uykusuz kalmamalıdır. Hastaya şifâ için, yetmiş istigfâr okumalı, temâm olunca, başı üzerine üfürmeli ve kısa bir düâ etmelidir. Düâların ve istigfârın kabûl olması için, nemâzları kılmak ve harâmlardan sakınmak ve abdestli okumak lâzımdır. İstigfârı ve düâları abdestli okumak müstehabdır.] Ey büyüklerin büyüğü Allahım! Muhammed aleyhisselâmın haber verdiği gibi, Sana inanıyorum. Beni kabûl et! Beni afv et! Muhammed aleyhisselâm, Seni bize haber vermeseydi, bu noksan aklımızla, kendimiz bulmak, Seni tanımak şerefine kavuşamazdık. Hayvanlardan aşağı olur, Cehennemin ateşinde yanmak, cezâmız olurdu. Ey büyük Peygamber! Senin bizim üzerimizdeki hakkın sonsuzdur. Bizi, Allahımızı tanımakla şereflendirdin. Müslimân olmak se’âdetine kavuşdurdun. Sonsuz yanmak azâbından kurtardın. Bunun için, benden sana sonsuz selâmlar, sonsuz düâlar olsun! Allahım! Bu büyük Peygamberi bize tanıtan, analarımıza, babalarımıza ve hocalarımıza ve Ehl-i sünnet kitâblarını yazanlara ve yayanlara rahmet eyle yâ Rabbî! Âmîn.
İkinci kısm günâhlar, kullar arasındadır ki, bunlara tevbe etmek için, o kulu hoşnûd etmek, râzı etmek de lâzımdır). (Kimyâ-i se’âdet) kitâbında buyuruyor ki, hadîs-i şerîfde buyuruldu ki, (Gizli yapılan günâhın tevbesini gizli yapınız! Âşikâre yapılan günâhın tevbesini âşikâre yapınız! Günâhınızı bilenlere, tevbenizi duyurunuz!).
O hâlde islâm dînine inanmıyanlar, müslimânlara sıkıntı verenler öldükden sonra, bunlar için, (Belki tevbe etmişdir, irtidâddan vaz geçmişdir) demek boşdur. Bunların zulm yapan a’zâlarının iyilik yapması, dili ile düâ etmesi ve mazlûmları hoşnûd edecek vasıyyetde bulunmaları lâzımdır. Böyle tevbe etmiyen mürtedlerin ölülerine hüsn-i zan edilmez].
Oradaki insanların bilmediği, belki sizin dahî anlamadığınız, Cenâb-ı Hakkın size mahsûs kıldığı bir devlete, bir ni’mete sâhibsiniz. Şöyle ki, vaktin sultânı yedinci ceddinden i’tibâren müslimân olup, Ehl-i sünnetdendir ve hanefî mezhebindendir. Her ne kadar, kıyâmetin yakın olduğu, Resûlullahın zemânından uzak bulunan zemânımızda, bir kaç seneden beri ba’zı ilm talebeleri, içlerindeki pislikden doğan ihtirâs ve çirkin isteklerini tatmin için devlet adamlarına ve sultânlara yaklaşmış ve onların gözlerine girmeğe çalışmış ve böylece sağlam dinde şek ve şübheler ortaya çıkarmışlar, ahmakları doğru yoldan ayırmışlar ise de, böyle şânı büyük bir pâdişâhın, sizin sözünüzü dinleyip, kabûl buyurması büyük bir se’âdetdir. Ehl-i sünnet ve cemâ’at i’tikâdına uygun olan hak ve islâm kelimesini açık veyâ işâret ile ona anlatınız! Onun huzûrunda imkân nisbetinde hak ehlinin, doğru yolun âlimlerinin sözlerini arz ediniz! Hattâ dâimâ, bir yolunu bulup, mezheb ve dinle ilgili bilgileri anlatmak için fırsat kollayınız! Böylece, İslâmın hakîkati ortaya çıkar. Sapıklık, bâtıllık ve küfrün ve kâfirliğin çirkinliği ve kötülüğü anlaşılmış olur. Küfrün bâtıl olduğu zâten âşikârdır. Aklı olan bir kimse onu beğenmez. Küfrün bâtıl olduğunu çekinmeden söylemeli, onların tapındıkları bâtıl ilâhları, tanrıları, en ağır dille nefy ve red etmelidir. Çünki hak üzere ilâh, ancak ve ancak tereddütsüz ve şübhesiz, göklerin yaratıcısıdır. Kâfirlerin tapındıkları, yaratıcı diye övdükleri şeyler, bir sivrisineği yaratmış mıdır? Hepsi bir araya gelse, birşey yaratamaz. İbâdet etdikleri şeylerden birini, bir sivrisinek ısırsa, kendini bundan koruyamaz. Nasıl olur da, başkalarını zarardan koruyabilir? Kâfirler, bu yapdıklarının kötü olduğunu işitince, kabâhatlerini anlıyarak, putlarımız, heykellerimiz, Allahü teâlânın yanında bize şefâ’at edecek. Bizi Ona yaklaşdıracaklar. Onun için, bunlara ibâdet ediyoruz diyorlar. Bunlar, ne kadar abdaldır. Bu cânsız şeylerin, kendilerine şefâ’at edeceklerini nereden bilmişler? Hak teâlânın, kendisine ortak yapılan ve büyük düşmanı olan bu putların, şefâ’atlerini kabûl edeceğini, nereden anlamışlardır? Bunların hâli, şu ahmaklara benzer ki, hükûmete karşı ısyân edenlere, yardım eder. Sıkışdığımız zemân, hükûmetin yardımına kavuşmamız için, bu âsîler, bize şefâ’at ve iltimâs edecekdir derler. Ne kadar ahmaklıkdır ki, âsîlere hurmet ediyor ve bunların şefâ’ati ile hükûmet bizi afv edecekdir diyorlar. Hâlbuki, bunların hükûmete yardım etmesi ve âsîleri basdırması lâzım idi. Ancak böylece hükûmete yaklaşır ve doğru yolda yürümüş olur ve emniyyete ve râhata kavuşmuş olurlardı. Ahmaklar, birkaç taşı elleri ile yontarak, senelerle ona tapıyor. Kıyâmet günü, ondan yardım bekliyorlar. O hâlde, kâfirlerin dinlerinin bozukluğu meydândadır.
Müslimânlardan, doğru yoldan ayrılanlara, (Bid’at sâhibi) denir. Doğru yol, Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”in ve Onun dört halîfesinin “aleyhimürrıdvân” yoludur. Abdülkâdir Geylânî “kuddise sirruh” (Gunye) kitâbında buyuruyor ki: (Yetmişiki bid’at yolunun esâsı, dokuz fırkadır ki, hâricî, şî’î, mu’tezile, mürci’e, müşebbihe, cehmiyye, dırâriyye, neccâriyye ve kilâbiyyedir. Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Çihâr yâr-i güzînin “aleyhimürrıdvân” zemânında bunların hiçbiri yokdu. Bunların meydâna çıkması, ayrı ayrı yollara ayrılması, Eshâb-ı kirâmın ve Tâbi’în-i ızâmın ve Fükahâ-i seb’anın “rıdvânullahi aleyhim ecma’în” ölümlerinden senelerce sonra idi).
[(Fükahâ-i seb’a), yedi büyük âlim demekdir. Buhârî muhtasarı olan (Tecrîd-i sarîh) tercemesi, birinci cild, otuzdördüncü sahîfesinde diyor ki, (Medîne-i münevverenin bu yedi âlimi, Sa’îd ibni Müseyyib, Kâsım bin Muhammed bin Ebî Bekr-i Sıddîk, Urve-tebniz-Zübeyr, Hârice-tebni-Zeyd, Ebû Seleme-tebni-Abdürrahmân bin Afv, Ubeydüllah ibni Utbe ve Ebû Eyyûb Süleymân “radıyallahü anhüm” idi)].
Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Benden sonra müslimânlar arasında çok ayrılık olacakdır. O zemânlarda yaşıyanlar benim yoluma ve Hulefâ-i râşidînin “aleyhimürrıdvân” yoluna yapışsın! Sonradan meydâna çıkan, moda olan şeylerden kaçınsın! Çünki, dinde yenilik, reform yapmak doğru yoldan çıkmakdır. Benden sonra, dinde yapılacak değişikliklerin hepsi dinsizlikdir).
Bu hadîs-i şerîf gösteriyor ki, Peygamberimizden “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Hulefâ-i râşidînden sonra, dinde meydâna çıkarılan bu bozuk mezhebler, kıymetsizdir. Bunlara güvenilmez. Allahü teâlâya çok şükr edelim ki, bizi, Cehennemden kurtulan (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) fırkasından eyledi. Cehenneme gidecek olan yetmişiki bid’at fırkasından etmedi. Onların bozuk i’tikâdlarına kapılmakdan muhâfaza buyurdu ve ba’zı kimseleri Allahlık derecesine çıkaran, [Sen yaratdın, senden din isteriz] diyenlerden eylemedi. İnsan kendi işini, hareketini kendi yaratıyor diyenlerden de eylemedi. Cennetde Allahü teâlâyı görmeğe inanmıyanlardan da etmedi. Hâlbuki bu görmek, dünyâ ve âhıret ni’metlerinin en büyüğüdür. Şu iki fırkadan da etmedi ki, insanların en iyisinin “sallallahü aleyhi ve sellem” Eshâbına dil uzatarak, onları incitiyor. Bu din büyüklerini fenâ sanıyor. Onları, birbirine düşman idi, düşmanlıklarını ve kinlerini gizliyerek iki yüzlülükle geçiniyorlardı biliyorlar. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” birbirlerini her zemân sevdiklerini bildiriyor. Bu iki fırka, Kur’ân-ı kerîme inanmamış oluyor. Aralarında kin ve düşmanlık vardır diyorlar. Allahü teâlâ akl ve insâf versin ve doğru yolu göstersin! Yine şükrler olsun ki, bizleri, Allahü teâlâya madde ve cism diyen, Onu zemânlı, mekânlı bilenlerden, yaratanı, mahlûklarına benzetenlerden etmedi ve [paraya, mevkı’a, rütbeye, râhata kavuşmak, keyf sürmek için, dinlerini satan, ecdâdının mukaddesâtını ayaklar altına alan(Mürted)lerden, ahmaklardan eylemedi].
Şunu da iyi bilmek lâzımdır ki, idâreciler, cem’ıyyetleri idâre edenler, rûh gibidir, cân gibidir. Millet, ya’nî bütün insanlar da, cesed, beden gibidir. Rûh iyi ise, beden de sâlih, iyi olur. Rûh bozuk ise, beden de bozuk olur. O hâlde, âmirlerin iyi olmalarına, [milleti idâre için, islâm düşmanı olmıyanların seçilmesine] çalışmak, herkesin iyiliğine çalışmak olur. Herhangi bir kimseyi ıslâh etmeğe çalışmak, ona islâmiyyeti bildirmekle olur. Her ne yolla olursa olsun, milleti idâre edeceklerin müslimân olmalarına çalışmak lâzımdır. Müslimân oldukdan sonra, onlara, (Ehl-i sünnet vel-cemâ’at) i’tikâdını bildirmelidir. Bozuk fikrlerin ortadan kalkmasına çalışmalıdır. Bunları yapmak nasîb olan bir kimse, Peygamberlerin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” vârisi olur. Bu fırsat, size bedâva nasîb olmuşdur. Bunun kıymetini biliniz! Bu yolda ne kadar çok yazsam, yeridir. Fekat size bu kadar yetişir. İnsanları herşeye kavuşduran, ancak Allahü teâlâdır.
[(Mecelle)nin otuzdokuzuncu (39) maddesinde, (Zemânın değişmesi ile, âdete dayanan hükmler değişebilir) diyor. Fekat, (Nass) ile bildirilmiş olan ahkâm hiçbir zemân değişmez. Her âdet, delîl-i şer’î olamaz. Bir âdetden hükm çıkarılabilmesi için, bu âdetin Nasslara muhâlif olmaması ve sâlih müslimânlar arasında Selefden gelmiş olması lâzımdır. Harâm işliyenler çoğalır, harâmlar âdet hâline gelirse, yine halâl olmazlar. Küfr alâmetleri de âdet olur, müslimânlar arasına yayılırsa, islâm âdeti olmaz. Küfr alâmeti olmakdan çıkmazlar. Mubâh olan âdetlerde ve fen bilgilerinde zemâna uyulur. Teknikde ilerliyenlere ayak uydurulur. Din bilgilerinde, ibâdetlerde zemâna uyulmaz. Îmân bilgileri, din bilgileri zemânla değişmez. Bunları değişdirmek, zemâna uydurmak istiyenler, Ehl-i sünnetden ayrılır, kâfir veyâ sapık olurlar].
ÇOK MÜHİM TENBÎH
Erkek olsun, kadın olsun, her insanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emrlerine, ya’nî farzlara ve yasak etdiklerine [harâmlara] uyması lâzımdır. Bir farzın yapılmasına, bir harâmdan sakınmağa ehemmiyyet vermiyenin îmânı gider, kâfir olur. Kâfir olarak ölen kimse, kabrde azâb çeker. Âhıretde Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Afv edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkân ve ihtimâl yokdur. Kâfir olmak çok kolaydır. Her sözde, her işde kâfir olmak ihtimâli çokdur. Küfrden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahî, hergün bir kerre (Yâ Rabbî! Bilerek veyâ bilmiyerek küfre sebeb olan bir söz söyledim veyâ iş yapdım ise, nâdim oldum, pişmân oldum. Beni afv et) diyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak afv olur. Cehenneme gitmekden kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, hergün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden dahâ mühim bir vazîfe yokdur. Kul hakkı bulunan günâhlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş nemâzlara tevbe ederken, farzları kazâ etmek lâzımdır. (Se’âdet-i Ebediyye) 276 dan 287 ortasına kadar okuyunuz!
TAM İLMİHAL 89.SAYFA
40 — ÜÇÜNCÜ CİLD, 31. ci MEKTÛB
Bu mektûb, Molla Bedreddîne yazılmışdır. Âlem-i ervâh ve âlem-i misâl ve âlem-i ecsâd üzerinde bilgi vermekde, kabr azâbını anlatmakdadır:
Allahü teâlâya hamd olsun. Onun seçdiği, sevdiği kimselere selâm olsun! Diyorsunuz ki, rûh bu bedene bağlanmadan önce, âlem-i misâlde idi. Bedenden ayrıldıkdan sonra da, âlem-i misâle gidecekdir. Bunun için, kabr azâbı âlem-i misâlde olacakdır. Âlem-i misâldeki elemi, acıları, rü’yâda duymak gibi olacakdır. Sonra, bu bilginin çeşidli kolları vardır. Eğer izn verirseniz, bu konuda size çok şeyler yazarım.
Cevâb: Böyle hayâller, aslsız sözler, doğru olmakdan çok uzakdır. Böyle düşüncelerin, sizi doğru yoldan sapdırmasından korkuyorum. Hiç vaktim yok ise de, bu konuda birkaç kelime yazmak için kendimi zorlayacağım. İnsanları doğru yola kavuşduran, yalnız Allahü teâlâdır.
Kıymetli kardeşim! Mümkinler âlemini, ya’nî mahlûkları, üç kısma ayırmışlardır: (Âlem-i ervâh), (Âlem-i misâl) ve (Âlem-i ecsâd). Âlem-i misâle (Âlem-i berzah) da demişlerdir. Çünki bu âlem,(Âlem-i ervâh) ile (Âlem-i ecsâd) arasındadır. Bu âlem, ayna gibidir. Diğer iki âlemdeki hakîkî varlıklar ve ma’nâlar, bu âlemde latîf şekllerde görünürler. Çünki, iki âlemdeki her hakîkate ve her ma’nâya uygun birer şekl, heyet, bu âlemde bulunur. Bu âlemde, kendiliğinden hiçbir hakîkat, hiçbir madde ve ma’nâ yokdur. Buradaki şekller, heyetler, öteki âlemlerden aks eden görüntülerdir. Aynada hiçbir şekl ve sûret yokdur. Aynada bir şekl görünürse, başka yerden gelen bir görünüşdür. Âlem-i misâl de böyledir. Bu iyi anlaşılınca, deriz ki, rûh bu bedene te’alluk etmeden önce, kendi âleminde idi. Rûh âlemi, âlem-i misâlden dahâ üstündür. Rûh, bedene te’alluk edince, bedene âşık olarak, bu madde âlemine iner. Âlem-i misâl ile bir ilgisi yokdur. Rûh bu bedene te’alluk etmeden, ilgilenmeden önce, âlem-i misâl ile ilgisi olmadığı gibi, bedene olan ilgisi bitdikden sonra da, bu âlem ile ilgisi olmaz. Şu kadar var ki, Allahü teâlânın dilediği zemânlarda, rûhun ba’zı hâlleri, bu âlemin aynasında görünür. Rûhun hâllerinin iyiliği, kötülüğü buradan anlaşılır. Keşf ve rü’yâlar, böyle hâsıl olmakdadır. İnsanın hisleri, duyguları gayb olmadan da, âlem-i misâldeki şeklleri gördüğü çok olmuşdur. Rûh, bedenden ayrıldıkdan sonra, ulvî ise, yükselir. Süflî ise, alçalır. Âlem-i misâl ile bir ilişiği olmaz. Âlem-i misâl, görünen bir âlemdir. Bir varlık âlemi değildir. Varlık âlemleri ikidir. Âlem-i ervâh ve Âlem-i ecsâd. Ya’nî rûh âlemi ile madde âlemi, varlık âlemidir. Bunlarda bulunan şeyler, yalnız görünüş değildir. Kendileri de vardır. Âlem-i misâlde ise, hiçbir varlık yokdur. Yalnız, âlem-i ervâhda ve âlem-i ecsâdda bulunan varlıklar için bir ayna gibidir. Rü’yâda, âlem-i misâldeki elem, acı, sıkıntı görünür. Bu da, görenin hak etdiği azâbın, âlem-i misâldeki görüntüsünün görülmesidir. Onu gafletden uyandırmak için, kendini düzeltmesi için, kendisine gösterirler.
Kabr azâbı, rü’yâda, âlem-i misâldeki görüntüleri görmek değildir. Kabr azâbı, rü’yâ gibi değildir. Kabr azâbı, azâbın görüntüsü değildir. Azâbın kendisidir. Bundan başka, rü’yâda görülen acı, azâb, azâbın kendisidir denilse bile, dünyâdaki acılar, azâblar gibidir. Kabr azâbı ise, âhıret azâblarındandır. Birbirlerine hiç benzemezler. Çünki, dünyâ azâbları, âhıret azâbları yanında hiç kalır. Allahü teâlâ, o azâblardan bizi korusun! Eğer, âhıret azâblarından bir kıvılcım dünyâya gelse, herşeyi yakar, yok eder. Kabr azâbını, rü’yâda görülen azâb gibi sanmak, kabr azâbını bilmemekden, anlamamış olmakdan ileri gelmekdedir. Azâbın kendisi ile, görünüşünü karışdırmakdan hâsıl olmakdadır. Böyle yanlış düşünmek, dünyâ azâbı ile âhıret azâbını aynı sanmakdan da olur. Böyle sanmak, pek yanlışdır. Yanlış ve bozuk olduğu meydândadır.
Süâl: Zümer sûresinin kırkikinci âyetinin meâli, (Allahü teâlâ, insan ölürken rûhunu bedeninden ayırır. Ölmediği zemân, uykuda da, rûhunu ayırır)dir. Bu âyet-i kerîmeden anlaşılıyor ki, insan ölürken rûhu ayrıldığı gibi, uyurken de ayrılmakdadır. Böyle olunca, rü’yâdaki azâbı, dünyâ azâblarından saymak, kabr azâbını ise, âhıret azâblarındandır demek nasıl doğru olur?
Cevâb: Uykuda iken, rûhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, geziye, eğlenmek için, kendi vatanından, gülerek, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikden sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Rûhun gezinti yeri, âlem-i misâldir. Bu âlemde görecek meraklı ve tatlı şeyler vardır. Ölürken rûhun ayrılması böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binâları yok olan kimsenin vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yokdur. Tersine, sevinç ve râhatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyan insanın vatanı dünyâdır. Ona, dünyâdaki işler gibi iş yaparlar. Ölen kimsenin ise, vatanı yıkılır. Âhırete göç eder. Ona âhıret işleri yaparlar. Bunun içindir ki, [Deylemînin “rahmetullahi aleyh” bildirdiği hadîs-i şerîfde], (İnsan ölünce, kıyâmeti kopmuş olur) buyuruldu.
Sakın, hayâlde hâsıl olan keşflere ve âlem-i misâlde görünen şeylere aldanarak, (Ehl-i sünnet ve cemâ’at) fırkası âlimlerinin bildirdikleri i’tikâddan ayrılmayınız! Allahü teâlâ, o büyük âlimlerin çalışmalarına bol bol mükâfât versin! Rü’yâlara, hayâllere aldanmayınız! Çünki, bu kurtuluş fırkasına uymadıkca, âhıretde azâblardan kurtulmak düşünülemez. Kıyâmetde kurtulmak istiyenler, kendi görüşlerini bırakarak, bu büyüklere uymağa canla başla çalışmalıdır. [Ehl-i sünnet fırkası âlimlerinin bildirdikleri doğru i’tikâdı anlatan, her lisânda binlerce kitâb yazılmışdır. Arabî (Emâlî kasîdesi) ve bunun arabî şerhi olan (Nuhbe) kitâbı ve fârisî (Türpüştî risâlesi) meşhûrdur. Türkçe (Birgivî vasıyyetnâmesi) ve Hüseyn Hilmi Işıkın (Ehl-i sünnet kasîdesi) çok fâidelidir. Bu kasîde (Fâideli bilgiler) ve (Cevâb veremedi) kitâblarında mevcûddur.] Habercinin vazîfesi, bildiğini söylemekdir. Yazınızdaki gevşekliği görünce, hayâllerinize kapılarak, bu büyüklere uymak se’âdetinden ayrılmak felâketine düşeceğinizden ve kendi keşflerinizin akıntısına kapılacağınızdan çok korkdum. Nefslerimizin kötülüklerinden ve işlerimizin bozukluğundan Allahü teâlâya sığınırız. Şeytân, büyük düşmanımızdır. Doğru yoldan kaydırıp sapdırmaması için, çok uyanık olmalısınız! Ayrılık bir sene olmadan, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sünnetine [ya’nî Ehl-i sünnet fırkası âlimlerinin gösterdikleri yola] uymak için yapdığınız titizlikler ve kurtuluşun, ancak o büyüklerin yoluna sarılmakda olduğunu gösteren çalışmalarınız ne olmuş? Bunlar ne çabuk unutulmuş. Hayâllerinizin arkasında sürükleniyorsunuz. Sizinle buluşmamızın çok gecikeceği anlaşılıyor. Yaşayışına öyle düzen vermelisin ki, kendini kurtarmak ümmîdi yok olmasın! Yâ Rabbî! Bizlere merhamet et! İşlerimizin iyi olmasını nasîb eyle! Doğru yolda bulunanlara bizden selâm olsun.
Hudâ Rabbim, nebîm hakkâ Muhammeddir Resûlullah,
hem islâm dînidir dînim, kitâbımdır kelâmullah.
Akâidde, ehl-i sünnet oldu mezhebim, hamdolsun,
amelde, Ebû Hanîfe mezhebi, mezhebim vallah.
Dahî zürriyyetiyim Âdem aleyhisselâmın hem,
Halîlin milletiyim, dahî kıblem Kâ’be, Beytullah.
Hep eshâb-ı güzîn, tâbi’în ve müctehidlerin,
nekim var ehl-i sünnet velcemâat, cümle ehlullah.
EHL-İ SÜNNET
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Esbabının (aleyhimürrıdvân) yolu, bildirdikleri îtikâd. Eshâb-ı kiramın, Resûlullah’dan naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasıveya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya fırak-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca sünnî, bid’at fırkalarında olanlara mübtedî adı verildi.
Allahü teâla, müslümanlardan, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefatından sonra insanlar, İslâmiyet’i Eshâb-ı kiramdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet itikadını) bildirdiler. Bu îmân bilgilerini; kendilerinden hiç bir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak... gibi hepsinde kemâl derecede mevcut bulunan vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhafaza ettiler.
Eshâb-ı kiram, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan Tabiîn denilen müslümanlara öğrettiler. Tabiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından gerekli bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevatür yoluyla doğru olarak geldi.
Resûl-i ekrem efendimiz, müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan O’nun (aleyhisselâm) ve Eshâbının (r. anhüm) yolunda gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Nitekim; “Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasâra (yâni hıristiyanlar) da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur!” buyurmaktadır. Eshâb-ı kiram, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda;
“Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfde bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan haricî, râfızî ve bâtınî(Bkz. ilgili maddeler) gibi bâzıları meşhûr olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı te’sirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yazdıkları îtikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhafaza etmişdir.
Dört büyük halîfe (r. anhüm) devrinden sonra, müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münafıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan yahûdî, hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyet’i söndürmek, müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikâdlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, müslümanların îtikâdlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pek çok saf müslümanın îtikâd ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yolaçtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faaliyeti netîcesinde, pek çok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi....
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Esbabının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kiramın (r. anhüm) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu olarak kabul edildi. İmâm-ı a’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi el-Fıkh-ul-ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı Iyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mensur, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkan’da vefat etti.
İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şafiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan (Ehl-i sünnet ve cemâat) dan dışarı çıkmamışlardır.
Ehl-i sünnetin îtikâdda iki imâmı olan Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır.” Hurafelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savuşma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheblerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, fena, bozuk îtikâdlar, îmânlar; gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azaba yâni, Cehennem’e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir, fakat îtikâdda gevşek, davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şirki (yâni kâfiri, inanmıyanı, îmânı bozuk olanı) asla affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim” (Nisa sûresi: 116) buyurmaktadır.
Kelâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, hâilen bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ilesüslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem” buyurmuşlardır.
Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muamelât ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir müslümanın, Ehl-i sünnet itikadında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şafiî, Mâliki, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet’ten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise; ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklid etmekle; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imamları, îtikâdda Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.
Ehl-i sünnet’in dört mezhebe ayrılması, îmân ayrılığı değildir. Dört mezhepte olan müslümanların îmânları, inanışları birdir. İbâdetlerde ve günlük işlerde, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin açıkça bildirmediği teferruata ait pek az mes’elede ayrılmışlardır. Bunun da rahmet olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.
Ehl-i sünnet’in başlıca îtikâd esasları: Allahü teâlâ, kadîm olan zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuş, O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O’ndan başka bir şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bakî ve ebedî olur. Hadis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiç bir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, irâde, Kelâm ve Tekvin’dir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Allahü teâlâ iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her an meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan varolması, sıfatların ezelî olmasına mâni olmaz.
Allahü teâlâda noksan sıfatlar yoktur. Maddelerin, cisimlerin, arazların, yâni hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzaktır. Allahü teâlânın sıfatları, zâtının ne aynı ne de gayrıdır. Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmiyen bir kimse, O’nu, Arşın üstünde sanır, yukarda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir.. O’na, vâsi’ yâni geniş deriz. Fakat, bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, Muhît’dir. Yâni her şeyi çevirmiştir. Fakat; bu ihata, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir, O, karîb’dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! O’nun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile beraber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz.
Buna dâir akla gelen her şey yanlıştır deriz. Allahü teâlâ, hiç bir şeyle ittihat etmez, birleşmez. Hiç bir şey de O’nunla birleşmez. O’na hiç bir şey hulul etmez. O da, bir şeye hulul etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl (analiz), terkîb (sentez) edilmez. O’nun benzeri, eşi yoktur. Kadını, çocukları yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, numûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen her şeyden münezzehtir, uzaktır. İnsanlar O’nu anlıyamaz.
Allahü teâlânıh isimleri, Tevkîfî’dir. Yâni serî’atin sahibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. Serî’atin söylediği ismi söylemelidir. Serî’atin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylememelidir. Cevâd denir. Çünkü şerî’at, Cevâd demektedir. Fakat, yine cömerd mânâsında olan sehî ismi söylenemez. Çünkü şerî’at, O’na sehî dememiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. O’nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Bununla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.
Mahlûklar, boğazlarındaki ses iplikçikleri, dil ve damakları ile konuşuyor, arzularını harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyorlar. Allahü teâlâ, ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da O’nundur. Yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki Kelâm-ı nefsî’si ve harf ve ses içinde bulunan Kelâm-ı lafzî’si hep O’nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecaz demek, yâni kelâm gibi demek, yanlıştır. Çünkü, mecaz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (âlâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) gönderilen kitâblar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahifelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, Ahkâm-ı ilâhiyyedir. Her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuştur. Kur’ân-ı kerîmin hepsine, Kur’ân-ı kerîm denildiği gibi bir parçasına da Kur’ân-ı kerîm denilir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te, cihetsiz olarak, karşısında bulunmıyarak, nasıl olduğu anlaşılamayarak ve ihâtasız, yâni bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı âhırette görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, O’nu görmeği akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur. Felseseciler, mu’tezile ismindeki müslümanlar ve Ehl-i sünnet’ten başka bütün fırkalar buna inanmadılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi onların işlerini de yaratıyor. İyi ve fena şeylerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden razıdır, beğenir. Fenalardan razı değildir, beğenmez, iyi ve kötü her iş, O’nun istemesi ve yaratması iledir. Mu’tezile fırkası ve bâzı sapık kimseler iyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akıl ve din bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, yâni Ehl-i sünnetin büyükleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) insanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sir ediyor dedi ve bu te’sire kesb ismini verdiler. Çünkü, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyarî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, suâle ve cezaya sebeb olmakta, insan, sevâb veya günah kazanmaktadır.
Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabul edenlere Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azabı ile korkutmuşlardır. Onların, Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun şerî’ati kıyamete kadar bakidir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, O’nun şerî’ati ile amel edecek, yâni O’nun ümmeti olacaktır.
Peygamber efendimizin mi’râcı uyanık iken, kalb, ruh ve beden ile birlikte olmuştur; haktır. Allahü teâlâ, peygamberleri aleyhimüsselâm mucizelerle kuvvetlendirdi. Muhammed aleyhisselâmın kıyametten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i erdin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyamette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terazide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevabı ağır gelen, Cehennem’den kurtulacak, az gelen, ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır. Aşağı inen hafiftir.
Orada önce peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslimât), sonra sâlih kullar yâni Evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan mü’minlere şefaat edeceklerdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim.” Cehennem’in üzerinde sırat köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennet’e gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehennem’e düşeceklerdir.
Mü’minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Kıyamette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra, ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennet’e girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennet’ten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehennem’e girince, Cehennem’de sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması caiz değildir. “Onların azâbları hafifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennem’den çıkarılır ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü’minleri Cehennem’de zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hürmeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyan etmeleri caiz değildir. Emir olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yoktur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan bâzılarını peygamber olarak seçmiştir. Diğer meleklere vahy, haber götürmek vazifesi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin (aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât) kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. Meselâ En’âm sûresini Cebrail aleyhisselâm ile birlikte yetmiş bin melek getirmiştir. Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüpheli, ihtimalli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.
Îmân: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında yazılı olan, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. (Her lisân ile söylemenin caiz olduğu, Dürr-i yektâ’da yazılıdır.) İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Maruf’e (aleyhirrahme), îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü îmân, kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir, îmânın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, peygamberlerin (aleyhimüsselevâtü vetteslîmât) îmânları gibi olmaz. Çünkü, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin zirvesine varmıştır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakta, peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (aleyhirrahme); “Ben elbette mü’minim” demelidir, diyor. İmâm-ı Şafiî (aleyhirrahme) ise; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken; “Ben elbette mü’minim” demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir. Fakat, burada da, şüpheli söylemektense, elbette demek daha iyidir.
Mü’minin, büyük dahî olsa, günah işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günahı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabul edeceğini vâd buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlâya kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini affederek Cennet’e sokar, isterse Cehennem’de ateş ile veya sıkıntılar ile, günahları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennet’e girer.
Çünkü, âhırette merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lütfü, inâyeti ile kavuşacaktır.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’dan sonra, (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) müslümanların halîfesi, yâni Peygamber efendimizin aleyhisselâm vekili ve müslümanların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk’dır (r. anh). Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûk’tur (r. anh). Ondan sonra, Osman-ı Zinnûreyn (r. anh), ondan sonra Ali ibni Ebî Tâlib’dir (r. anh). Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikteki sırası gibidir. Peygamber efendimizin Cennet’le müjdelediği Aşere-i mübeşşere ismi verilen on Eshâb-ı kiramın Cennet’lik olduklarına şehâdet etmek haktır. Bunlar peygamberlerden sonra Cennet’e gireceklerdir. Bu on sahâbî, Ebû Bekr Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyy-ül-Mürtezâ, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Sa’îd bin Zeyd’dir (r. anhüm). İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekte ise, Fâtıma daha ileridir.
Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân arasıhdaki muharebeler, meselâ Deve ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzuları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Her biri, kendi içtihadına göre hareket etmiştir. İctihâdlarına uymayanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmıştır. İçtihadı doğru olanlara iki veya on sevâb, isabet etmeyenlere de, bir sevâb vardır. Bu muharebelerde Emîr yâni Ali (r. anh) haklı idi. Ona uymayan ictihâdlar doğru değildi. Fakat, hiç birine dil uzatılamaz.
Muhbir-i sâdık yâni hep doğru haber verici, kıyamet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, Yanlışlık olamaz. O zaman güneş âdet dışı olarak garbdan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, Deccâl çıkacak, Ye’cûc Me’cûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. Dâbbet-ül-erd denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından dua edip; “Yâ Rabbî! Bu azabı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır. Aden, Yemen’dedir.
Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâl yemekten razıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer. “Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.
Günahları önemsememek, dînin emirleri ile alay etmek küfürdür.
Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yâhud herhalde O’ndan emîn olmak da küfürdür.
Sağ olanların ölülere duasında, ölüler için fayda vardır.
İnsanlardan olan Resûller, meleklerin Resûllerinden, meleklerin Resûlleri yâni peygamberleri müslümanların avamından üstündür. Müslümanların avamı ise, meleklerin avamından üstündür.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Matem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz; “İki şey vardır ki, insanı küfre(îmânın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için matem tutmaktır” buyurdu.
Resûl-i ekreme, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyaya tevessül ederek, yâni onları vesîle ederek, dua etmek; duanın kabulüne sebeb olur.
Tenasühe, yâni Ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.
Peygamberimizin mucizesi, evliyanın kerameti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.
Her ümmetteki evliyanın kerameti, kendi peygamberlerinin mû’cizesidir. Hiç bir velî, bir peygamber derecesine yetişemez.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Resûl-i ekrem efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir ve büyük felâkettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günah.
Farz olan ameller; Allahü teâlânın emri, meşiyyeti, muhabbeti, rızâsı, kaza sı, kaderi, yaratması, hükmü, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı, kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-muhfûza yazması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir. Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi’li iledir.
Sûr haktır. O, İsrâfîl aleyhisselâmın üfleyeceği bir borudur. İki defa üflenir. Birincisinde, bütün canlılar ölürler. İkincisinde de, tekrar dirilirler.
Binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikâd esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
KİMLER EHL-İ SÜNNETTİR?
Ahmed-i Nâmık-ı Cami, Miftâh-un-necâî kitabında Ebü’l-Hasen bin Ali’den (r. anh) şöyle bildirmiştir. Resûlü ilah sallallahü aleyhi ve sellem, Ehl-i sünnet’in kavuşacağı nîmetleri saymaları üzerine, Eshâb-ı kiram, aleyhimürrıdvân dediler ki: Tâ Resûl allah! Bir kişinin sünnet ve cemâat üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?” Buyurdular ki: “Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir. 1-Cemâati terk etmez, 2-Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez, 3-Bu ümmete (müslüman ümmete) kılıçla karşı çıkmaz, kılıç çekmez. 4-Kaderi tekzîb etmez (kadere inarır), 5-îmânda şüphe etmez, 6-Allahü teâlânın dininde münazaa (itiraz, münâkaşa) etmez, 7-Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmayı terk etmez, 8-Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9-Seferde ve hazarda (mukim iken ve yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10-iyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz, kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati terk etmiş olur.”
26 Temmuz 2002 Cuma
“Amentü” esasları nelerdir?
İman esaslarını kendinde toplayan bir kelime veya söz olan Amentü kelimesi, sözlük manasında kısaca iman ettim=inandım, tasdik ettim, güvendim demek ise de, ilmi bir ıstılah (terim) olarak: İman etmek için inanılması lazım olan esasları ifade etmektedir. Yani mü’min (imanlı) olmanın altı şartı, inanılacak 6 esastır. Asırlardan beri, her müslümanın çocuğuna ezberletip, öğrettiği amentü duasının orijinali, Arabisi şöyledir:
Amentü billahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusülihi ve’l-yevmi’l- ahiri ve bi’l-kaderi hayrihi ve şerrihi mine’llahi teala, ve’l-ba’sü ba’de’l-mevti hakkun, eşhedü enla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulüh.
Hz. Âdem’den beri...
Amentü’de bildirilen altı şeyin manalarını bilip beğenen ve kabul eden kimseye müslüman denir. Dünyaya gönderilen ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Hz. Âdem’den itibaren bütün ülü’l-azm peygamberler, resuller ve nebiler hep aynı iman esaslarını bildirmişlerdir. Amentü’deki iman esasları altıdır:
1. Allahü tealaya inanmak: Allahü teala, hakiki ma’bud ve bütün varlıkların tek yaratıcısı ve sahibidir. Dünya ve ahiret âlemlerinde bulunan her şeyi yoktan var eden ancak Allahü tealadır. Her üstünlük ve bütün kemal sıfatlar O’nundur. Bütün noksan sıfatlardan uzaktır. Zamanlı ve mekanlı değildir. O’nun zıddı, tersi ve benzeri, ortağı, yardımcısı, koruyucusu yoktur. Anası, babası, oğlu, kızı, eşi yoktur. O, “Bir”dir; yani benzeri yoktur. O’nda hiç bir surette değişme olmaz. Ezeli ve ebedidir. Bütün bunlara kesin olarak inanmak lazımdır. “İhlas” suresinde ve diğer bazı ayet-i kerimelerde, bu hususlar veciz bir tarzda ifade edilmektedir. Maalesef itikadi konularda bugün bazı insanlarda çok ciddi sapmalar vardır. Düalizme (2 tanrı bulunduğuna) ve teslise (üçlü ilah sistemine) inanmak açıkça küfür olur. Müteaddit ayet-i kerimelerde bunların küfür (imansızlık) olduğu açıkça beyan buyurulmuştur.
Meleklere iman...
2. Allahü tealanın meleklerine inanmak: Melekler, Allahü tealanın kıymetli kullarıdır; nurani varlıklardır. Diridirler, akıllıdırlar, emindirler. İnsanlarda bulunan kötülükler meleklerde yoktur. Günah işlemezler, emirlere isyan etmezler, emrolundukları işleri yaparlar. Erkek veya dişi değildirler. Bazı resimlerde kadın halinde gösterilmeleri kat’i surette uygun değildir. Yemeleri, içmeleri yoktur. Evlenmezler, çocukları olmaz. Meleklerin varlığını inkar etmek, onlara düşman olmak, Allahü tealaya karşı gelmek olur.
3. Allahü tealanın indirdiği kitaplarına inanmak: Peygamberlere inen kitapların hepsi haktır, doğrudur. Allahü teala bu kutsal kitapları bazı peygamberlere, melekle okutarak, bazılarına ise, yazılı olarak, bazılarına da, meleksiz işittirerek indirdi. Bu kitapların hepsi Allahü tealanın sözleridir. Ebedi ve ezelidirler; sonradan yaratılmış değildirler. Bunlar meleklerin veya peygamberlerin kendi sözleri değildir. Dört peygambere toplam 100 suhuf (forma, risale, kitapçık), dört peygambere de 4 büyük kitap gönderilmiştir. Bunlardan bozulmayan, değiştirilmeyen sadece Kur’an-ı kerimdir, diğerleri tahrif edilmişlerdir. Kur’an-ı kerim gelince, diğerleri yürürlükten kaldırılmıştır. Mü’min, müslüman olabilmek için mutlaka Kur’an-ı kerime inanmak lazımdır.
Nebi ve resul...
4. Peygamberlere iman: İnsanları, Allahü tealanın beğendiği yola kavuşturmak, doğru yolu göstermek için gönderilmişlerdir. Bu peygamberlerin hiçbir kötü huyu, beğenilmeyecek hali yoktur. Peygamber olmadan önce de, sonra da büyük, küçük hiçbir günah işlemezler. Yeni din getiren peygamberlere Resul, yeni din getirmeyip, insanları önceki dine davet edenlere Nebi denir. Emirleri tebliğ etmekte, duyurmakta ve insanları Allahü tealanın dinine çağırmakta Resul ile Nebi arasında herhangi bir fark, bir ayrılık yoktur. Peygamberlere iman etmek, aralarında hiç fark görmiyerek hepsinin doğru sözlü olduğuna inanmak demektir. Onlardan birine inanmayan hiç birine inanmamış olur. Şimdi, son peygamber olan Muhammed aleyhisselam’a inanmıyan bir kimse, peygamberlerin hepsini inkar etmiş sayılır. Peygamberlerin sayısı net olarak bildirilmemiştir. Yüz yirmi dört binden çok olduğu meşhurdur. Bunlardan üç yüz on üç (313) veya üç yüz on beş (315) adedi resuldür. 6’sı da ülü’l-azm peygamberdir. İlk peygamber Hazret-i Âdem, son peygamber Muhammed aleyhisselamdır. Kur’an-ı kerimde yirmi sekiz peygamberin ismi geçmektedir Bunlardan Zülkarneyn, Lokman ve Üzeyr’in peygamber olup olmadıkları kesin belli değildir; yani bunlar hakkında nebi diyenler olduğu gibi, veli diyenler de olmuştur.
Ahiretin başlangıcı...
5. Ahiret gününe, yani öldükten sonra dirilmeye, ebedi bir hayatın olduğuna inanmak: Ahiretin başlangıcı insanın öldüğü gündür. Kabirde Münker ve Nekir adlı melekler sual soracaklardır. Kıyamet kopacak, sonra herkes dirilecek, dünyada yaptıkları her türlü kötülük ve iyilikten hesap sorulacaktır. Bütün insanlar, Sırat Köprüsünden geçecektir. Cennet iyiler (müminler) için ve Cehennem kötüler (kafir ve günahkarlar) içindir. Her ikisi de şimdi vardır; ama henüz Cennet ve Cehennem hayatı başlamamıştır.
6. Kadere, hayır ve şerrin Allahü tealanın takdiriyle olduğuna inanmak: İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zarar, kazanç ve ziyanların hepsi Allahü tealanın takdir etmesi iledir. Allahü tealanın bir şeyin varlığını, var olmasını dilemesine “kader” denir. Zamanı gelince meydana gelmesine de “kaza” denir. Kaza ve kader kelimeleri birbirinin yerine de kullanılmaktadır.
Bu inanılacak altı şeye veya herhangi birisine bir insan inanmaz ise müslüman olamaz. Çocuk, baliğ olduğu (ergenlik yaşına geldiği) zaman, bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse müslüman sayılmaz. İnşaallah, ileride, bu maddelerin her birini ayrı ayrı makaleler halinde ele almak nasip olur.
02 Ağustos 2002 Cuma
Akaid ilminin önemi
"Akide" (çoğulu akaid): İnanılacak şeyler, iman bilgileri demektir. Akaid, ibadeti değil, itikadı esas alan İslami kaidelerdir.
Allahü tealanın bildirdiği her din iki kısımdan meydana gelmiştir: 1) İtikadi (inançla ilgili) esaslar, 2) Ameli esaslar (emir ve yasaklar).
İtikadi esaslardan bahseden ilme "akaid ilmi", ameli esaslardan bahseden ilme de "fıkıh ilmi" denir. Daha önce yazdığımız 2 makalemizde, Fıkıh ilminin müslümanlar için lüzumu ve Fıkıh ilminin kolları üzerinde durmuştuk.
Kelime-i şehadet ve Kelime-i tevhid ile bunlara bağlı olan ve "Amentü" denilen imanın altı şartı, imanla ilgili bilgilerdir. Allahü tealanın zatı ve sıfatları, melekler, peygamberler, mukaddes kitaplar, ahiret, kabir, haşir ve neşir, Cennet ve Cehennem... hepsi bu ilmin konusudur.
Kelime-i şehadet...
Bu vesile ile birazcık kelime-i şehadetten bahsedelim:
İslâmın beş şartından birincisi ve esâsı olan "Eşhedü en lâ ilâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühû ve resûlüh" ibâresinin tamâmına kelime-i şehadet (Şehâdet kelimesi) denir.
Şehâdet kelimesinin mânâsı şöyledir:
"Ben şehâdet ederim ki, yani görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Allahü teâlâdan başka hiçbir ilah yoktur. Yine görmüş gibi bilir ve inanırım ki, Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem) Allahü teâlânın hem kulu, hem peygamberidir."
Bu mânâya göre:
"Allahü teâlâdan başka sonsuz, varlığı lâzım olan, ibâdet ve itâat olunmaya hakkı olan hiçbir ilah ve hiçbir kimse yoktur. İlâhî vahy ile göndermiş olduğu Muhammed (s.a.s) de Allahü teâlânın hem kulu, hem de peygamberidir. O'nun gönderilmesi ile O'ndan önceki Peygamberlerin dinleri tamam olmuş, hükümleri kalkmıştır. Ebedî saâdete kavuşmak için ancak O'na uymak lâzımdır. O'nun dinle ilgili her sözü, Allahü teâlâ tarafından kendisine bildirilmiştir; hepsi doğrudur; yanlışlık ihtimâli yoktur."
Müslüman olmanın ilk şartı îmân etmektir. İmân etmek için, kelime-i şehâdeti tam olarak söylemek (yani Muhammed aleyhisselamın peygamberliğini bildiren ikinci kısmı da kabul etmek), bunun mânâsını bilmek ve inanmak lâzımdır.
Kelime-i tevhid...
Şimdi bir nebze de kelime-i tevhid'den bahsedelim:
"Lâ ilâhe illallah, Muhammedün Resûlullah" ibâresine kelime-i tevhid (Tevhid kelimesi) denir. Bu ifade, İslâm dîninde tevhid inancını bildiren söz olup, tevhid inancı da, Allahü teâlânın var ve bir olduğuna ve Muhammed aleyhisselâmın O'nun peygamberi olduğuna inanmaktır. Müslüman bir kimsenin, ilk önce "Lâ ilâhe illallah Muhammedün Resûlullah" sözünün mânâsını bilmesi ve inanması farzdır.
Kelime-i tevhîdin mânâsı şöyledir:
"Allah'tan başka (ibâdete hakkı olan) hiçbir ilâh yoktur. Hazret-i Muhammed, Allah'ın peygamberidir."
Bunun geniş manası ise şu şekildedir:
Allahü teâlâ tektir; eşi, ortağı yoktur. Azamet, büyüklük sâhibi olmak O'na mahsustur. İnsanlar yoktu; sonradan yaratıldı. İnsanların bir yaratanı vardır. Her varlığı O yaratmıştır. Bu yaratan birdir; ortağı, benzeri yoktur; bir ikincisi yoktur. O, hep vardı; varlığının başlangıcı yoktur. Hep vardır; varlığının sonu olmaz. Yok olmaz; O'nun hep var olması lâzımdır. O, yok olamaz. Varlığı kendindendir, hiçbir sebebe ihtiyacı yoktur. O'na muhtâc olmayan hiçbir şey yoktur. Her şeyi var eden, her varı her an varlıkta durduran O'dur. O, madde değildir; cisim değildir. Bir yerde değildir. Hiçbir maddede bulunmaz. Şekli yoktur. Ölçülmez. Nasıldır? diye sorulmaz. O'ndan bahsedilince, akla hayâle gelen her şey, O değildir. O, bunlara benzemez. Bunlar, hep O'nun mahlûklarıdır. O, mahlûkları gibi değildir. Akla, vehme, hayâle gelen her şeyi, O yaratmaktadır. Yukarıda, aşağıda, yanda değildir. Yeri yoktur. O, ezelde, sonsuz öncelerde nasıl ise, şimdi de hep öyledir. O'nda değişiklik olmaz. O'nun zati ve sübuti sıfatları vardır. Bu sıfatlarında da, hiç değişiklik olmaz Bunlardan, Allahü teâlâ hakkında müslümanların imanları nasıl olmalıdır konusunda daha önce yazdığımız bir makalede bahsetmiştik.
Peygamberlerin en yükseği
Allahü teâlâ, kullarına, peygamberler gönderdi. Bu büyük insanlar vâsıtasıyla kullarına, saâdete ve felâkete sebeb olan işleri bildirdi. Peygamberlerin en yükseği, son peygamberi olan Muhammed aleyhisselâmdır. Yeryüzündeki dinli-dinsiz herkese, her yere, her millete peygamber olarak gönderilmiştir. Bütün insanların, meleklerin ve cinnilerin peygamberidir. Dünyânın her yerinde de, herkesin, O yüce peygambere tâbi' olması, uyması lâzımdır. İslâm dîninin hükmü, kıyâmete kadar bâkidir.
Kelime-i tevhîdin mânâsı Kur'ân-ı kerîmde bildirilmekte, Resûlullah efendimiz de bu bildirilenleri açıklamaktadır. Eshâb-ı kirâmın hepsi, bu açıklamaları öğrenip kendilerinden sonra gelenlere bildirdiler. Eshâb-ı kirâmın bildirdiklerini hiç değiştirmeden, olduğu gibi kitaplara geçirerek bugüne kadar ulaştıran yüksek din âlimlerine "Ehl-i Sünnet alimleri" denir.
Ehl-i sünnet ve cemaat mezhebini bildiren itikad imamları ikidir. Bunlar; İmam Ebü'l-Hasen Eş'ari ile İmam Ebu Mansur Matüridi'dir. Bu iki büyük alim, Selef-i salihinin (daha önce gelen büyük İslam alimlerinin, yani Sahabe-i Güzin, Tabiin-i kiram ve sonraki alimlerin) bildirdikleri iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, insanların anlayabileceği şekilde açıklayıp yazmışlardır.
İtikadda mezheb...
Akaid ilminde söz sahibi olan alimlerin naklettikleri inanç esaslarına "itikadda mezheb" denir. İtikadda doğru yolu gösteren mezheb tektir. Buna da "Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebi" denir. Diğerleri bozuk fırkalar olup, bunlara "bid'at ehli" veya "fırka-ı dalle" yani sapık fırkalar adı verilmektedir. Peygamber efendimiz bir hadis-i şerifinde bu hususta şöyle buyurmaktadır: "Ümmetim (itikadda) yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır; birisi kurtulup Cennet'e gidecek, diğerleri Cehenneme gideceklerdir. Kurtulan fırka, benim ve Eshabımın yolunda olan fırkadır."
Ehl-i sünnet itikadından, önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1- Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]
2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]
3- İman ya vardır ya yoktur, artıp eksilmez. [Parlaklığı artıp eksilir.]
4- Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir.
5- Allah mekândan münezzehtir. [Vehhabiler, (Allah gökte veya Arşta) derler. Bu küfürdür.]
8- Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.
9- Evliyanın kerameti haktır.
10- Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’anda, tamamı cennetlik deniyor.](Hadid 10)
11- Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.
12- Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günah işlemez.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16- Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Şit’in, Hazret-i İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hazret-i Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]
17- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
18- Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.
19- Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden Sünnilere ve Şiilere müşrik, yani kâfir derler.]
20- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak.
(Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim]
Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, imam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneşin batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, güneş batıdan doğmuş olur.
21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.
22- Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
24- Sultana isyan caiz değildir.
(Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)
EHL-İ SÜNNET İTIKÂDI.......İSLAMAŞIKLARI.COM
1- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmez, şefaati haktır
2- Kabir ziyareti, enbiya ve evliyadan yardım istemek caizdir.
3- Kabir suâli haktır.
4- Kabir azabı hak olup, ruh ve bedene birlikte olacaktır.
5- Okunan Kur'ân-ı Kerim' in ve verilen sadakanın sevabı ölülere gönderilir. Bu sevaplar ve edilen duâlar ölülere ulaşır, azaplarının azalmasına sebep olur.
6- Kıyamette hesap vardır.
7- Mizan vardır.
8- Sırat köprüsü vardır.
9- Şefaat haktır.
10- Cennet ve cehennem şu anda vardır ve ebedîdir.
11- Mirâc, ruh ve bedenle olmuştur.
12- Eshâb-ı kirâmın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek gerekir.
13- Eshâb-ı kirâmın tamamı cennetliktir. Bunlardan on tanesi [aşere-i mübeşşere] dünyada ismen de cennetle müjdelenmiştir. Dört halife bunlardandır.
14- Peygamberlerden sonra en üstün insanlar 4 halifedir. Üstünlükleri halifelik sırasına göredir.
15- Cennet ehli Allah-ü Teâlâyı görecektir.
16- Enbiyanın mucizesi ve evliyanın kerameti haktır.
17- Günahkâr mümin, günahları nisbetinde cehennemde azap görür, yahut şefaate veya affa kavuşup cennete girer. Kâfirler ise, ebedî cehennemde kalır.
18- Kur'ân-ı Kerim, kelâm-ı İlâhîdir, mahluk [yaratık] değildir.
19- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
20- İman, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır.
21- Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek [yani namaz kılan müslümana günahlarından dolayı kâfir dememek.] (Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, anlamı açık olan kesin bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibâdeti yapsa da kâfir olur.)
22- Allahü Teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.
23- İbadet imandan parça değildir. Büyük günah işliyen mümine kâfir denmez.
24- Ölümden sonra herkes dirilir.
25- Hak aşıklarından, evliyadan da ilâhî teklifler kalkmaz. Onların da ibâdetleri yapma mecburiyeti vardır.
26- İmansız ölmekten korkmak gerekir.
27- Hak bir mezhebe mensup olmak, mezhepsiz olmamak gerekir.
28- Allahü teâlânın sıfatları vardır.
29- Îmân artmaz ve azalmaz.
30- Gayba îmân esâsdır.
31- Îmân konusunda kıyas olmaz.
32- Tevekkül ve kadere inanmak îmânın şartıdır.
33- Namaz, oruc, sadaka gibi nâfile ibâdetlerin sevâbını başkasına hediyye etmek câizdir.
34- İnsanları ve işlerini de Allahü teâlâ yaratır. İnsanda irâde-i cüz’iyye vardır.
35- Rızk, halâlden de olur, harâmdan da olur.
VEDA HUTBESİ
Ey İnsanlar!
Sözümü iyi dinleyiniz! Bilmiyorum, bu seneden sonra sizinle burada belki de bir daha hiç buluşamayacağım.
İnsanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mukaddes bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, namuslarınız da öyle mukaddestir, her türlü tecavüzden korunmuştur.
Ashabım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hal ve hareketinizden muhakkak sorulacaksınız. Sakın benden sonra eski sapıklıklara dönüp de birbirinizin boynunu vurmayasınız.
Bu vasiyetimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki bildirilen kimse, burada bulunup doğrudan işitenden daha iyi anlayarak muhafaza etmiş olur.
Ashabım!
Kimin yanında bir emanet varsa onu sahibine versin! Faizin her çeşidi kaldırılmıştır, ayağımın altındadır. Lakin borcunuzun aslını vermeniz gerekir. Ne zulmediniz, ne de zulme uğrayınız. Allah'ın emriyle faizcilik artık yasaktır. Cahiliyeden kalma bu çirkin adetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de Abdülmüttalib'in oğlu (amcam) Abbas'ın faizidir.
Ashabım!
Cahiliye devrinde güdülen kan davaları da tamamen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan davası Abdülmüttalib'in torunu (amcazadem) Rebia'nın kan davasıdır.
İnsanlar!
Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hakimiyetini kurmak gücünü ebedi surette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında, küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız bu da onu memnun edecektir. Dininizi korumak için bunlardan da sakınınız.
İnsanlar!
Kadınların haklarını gözetmenizi ve bu hususta Allah'tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allah emaneti olarak aldınız; onların namuslarını ve iffetlerini Allah adına söz vererek helal edindiniz. Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların aile yuvasını sizin hoşlanmadığınız hiçbir kimseye çiğnetmemeleridir. Eğer razı olmadığınız herhangi bir kimseyi aile yuvanıza alırlarsa, onları te'dib edebilirsiniz. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşru bir şekilde, her türlü yiyim ve giyimlerini temin etmenizdir.
Mü'minler!
Size bir emanet bırakıyorum ki ona sıkı sarıldıkça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanet Allah'ın kitabı Kur'an'dır.
Mü'minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman müslümanın kardeşidir, böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize ait olan herhangi bir hakka tecavüz helal değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun.
Ashabım!
Kendinize de zulmetmeyiniz. Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
İnsanlar!
Cenab-ı Hak her hak sahibine hakkını (Kur'an'da) vermiştir. Varise vasiyet etmeye lüzum yoktur. Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa ona aittir. Zina eden için mahrumiyet vardır. Babasından başkasına ait soy iddia eden soysuz, yahut efendisinden başkasına intisaba kalkan nankör, Allah'ın gazabına, meleklerin lanetine ve bütün müslümanların ilencine uğrasın! Cenab-ı Hak, bu gibi insanların ne tövbelerini ne de şehadetlerini kabul eder.
İnsanlar!
Yarın beni sizden soracaklar, ne diyeceksiniz?
"-Allah'ın elçiliğini ifa ettin, vazifeni yerine getirdin, bize vasiyet ve öğütte bulundun, diye şehadet ederiz" cevabını verdiler.
Bunun üzerine Hz.Muhammed (sav):
Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! Şahit ol Ya Rab! dedi.
6. EHL-İ SÜNNETE AYKIRI GÖRÜŞLER
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim
Hadis-i şerifte, ümmetin 73 fırkaya ayrılacağı, birisi hariç diğerlerinin Cehenneme gideceği, Cennete gidecek tek fırkanın Peygamber aleyhisselâmın ve Eshâb-ı kirâmın yolundan giden fırka olduğu bildirilmiştir. İtikatda ayrılık olmaz. İslâm âlimleri, Hadis-i şerifler ve icma ile hâsıl olan hükümleri sistemleştirmişlerdir. Bu sisteme Ehl-i sünnet vel cemaat dendiği bütün mu’teber kitaplarda yazılıdır. Sonradan çıkmış değildir. Tek doğru olan islâm itikadının adıdır.
Ehl-i sünnete aykırı görüşlerden bazıları şunlardır:
1- Amentü’deki altı esastan birini inkâr etmek, mesela (Hayır Allah’tan, şer şeytandandır) demek veya kaderi inkâr etmek,
2- (Amel, imandan cüzdür demek) [mesela namaz kılmayana kâfir demek],
7- (Allah gaybı, enbiya veya evliyasına bildirmez) demek,
8- Evliyanın kerametini inkâr etmek,
9- Eshab-ı kiramın hepsi cennetlik iken, herhangi birini kötülemek,
10- İki kayınpederi [Hazret-i Ebu Bekir’le hazret-i Ömer’i] diğer sahabeden üstün bilmemek. İki damadı [Hazret-i Osman’la hazret-i Ali’yi] sevmemek,
11- Mirac’ın, ruh ve bedenle birlikte olduğunu inkâr etmek,
12- Peygamberlerin günah işlediğini söylemek,
13- Dindeki dört delili kabul etmeyip, (Yalnız Kur’an, yalnız Kitap ve Sünnet) demek.
14- Bugün için, dört hak mezhepten birinde olmamak. (Bütün mezhepleri tahkik ederim, doğru olanı alırım) veya (Mezhebe girmeyi caiz görürüm) demek, yani mezhepsizliği de caiz görmek. Dört hak mezhep tabirini kullanmamak.
15- (Resulullah’tan sonra, nebi gelmez, ama resul gelir) demek,
16- Öldürülenin, intihar edenin eceliyle öldüğünü inkâr etmek,
17- (Peygamberin üstünlüğü, çalışmakla elde edilmiştir) demek,
18- Deccal’in, Dabbet-ül-arz’ın, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine ve diğer Kıyamet alametlerinden birine bile inanmamak,
21- (Günahkâr müminler Cehenneme girmez, Cehenneme giren hiç çıkmaz) demek,
22- Mest üzerine meshi caiz görmemek,
23-Sultana [devlete] isyanı caiz görmek,
24- (Yahudiler de, Hıristiyanlar da Cennete girecek) demek,
25- (La ilahe illallah diyen Cennete girer, Muhammedün Resulullah) demeye gerek yok demek,
26- (Deccal bir akımdır, İsa ve Mehdi de manevi şahıs yani ruh olarak gelecekler) demek,
27- (Hazret-i İsa gelince hakiki Hıristiyanlığı yayacak) demek,
28- Hazret-i Mehdi’nin vasıfları uymadığıhâlde, birilerine Mehdi demek,
29- İbni Teymiyye’yi, mason Abduh’u, diğer mezhepsizleri ve bid’at ehlini savunmak,
30- Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip onların hürmetine dua etmeyi caiz görmemek,
31- (Vehhabi olsun, Mutezile olsun, yani bid’at ehli de olsa, herkesi severim) demek,
32- (Ruh ölür, ruhlar ve ölüler işitmez) demek,
33- Naylon çoraba meshi caiz görmek,
34- İslam halifelerini, Osmanlı sultanlarını kötülemek,
35- (Ölmeden önce ruhunu Allah’a ulaştırmak gerekir) demek,
36- (Kaza namazı kılmak gerekmez) demek,
37- İhtiyaç veya zaruret halinde dört hak mezhepten birini taklit etmeyi kabul etmemek veya her mezhepten kolay gelen hükümle amel etmek,
38- İslâm âlimlerini kötülemek maksadıyla, kitaplarında uydurma hadis olduğunu söylemek,
39- Organ nakline haram demek. (Yukarıdaki bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mekt. Rabbani, S. Ebediyye, F. Fevaid‘den alınmıştır.)
“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Cehennemden kurtulan tek fırka
Sual: Ben dini bilgilerden mahrum olarak yetiştim. Dinimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Birçok kitap aldım. Kitaplarda oldukça çok farklılık var. Kur'an mealleri de farklı. Kendi başıma doğruyu bulmam mümkün değildir. Aynı konuları hocalara sordum. Onlar da farklı şeyler söylediler. Dinimi doğru olarak öğrenmeden ölürsem, mazur sayılır mıyım? Yoksa yanlış bildiğimden sorumlu olur muyum?
CEVAP
Aynı ve benzer sualleri çok kimse soruyor. Her fırka, her grup, benim yolum doğru diyor. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Hadis-i şerifte, müslümanların 73 fırkaya ayrılacakları bildirildi. Bu 73 fırkadan herbiri, İslamiyet’e uyduğunu, Cehennemden kurtulacağı bildirilen bu fırkanın kendi fırkası olduğunu söylemektedir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Her fırka, doğru yolda olduğunu sanarak, sevinmektedir.)[Müminun 53 ve Rum 32]
Bu çeşitli fırkalar arasında kurtuluş fırkasının alametini Peygamber efendimiz bildirmiştir:
(Bu fırkada olanlar, benim ve Eshabımın gittiği yolda bulunanlardır.) [Tirmizi]
Peygamber efendimiz, kendini söyledikten sonra, Eshab-ı kiramı da söylemesine lüzum olmadığı halde, bunları da söylemesi, (Benim yolum, Eshabımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu, yalnız Eshabımın gittiği yoldur) demektir. Eshab-ı kiramın yolunda giden, elbette Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Cehennemden kurtulan fırka, yalnız bunlardır. (C.1, m.80)
Bugün çok kimse de kendilerinin Ehl-i sünnet olduğunu söylüyor. Bu bakımdan Ehl-i sünnet itikadının ne olduğunu bilmek şarttır. Bu bilindikten sonra doğruyu, hakkı bilmek zor olmaz.
Şirki affetmez ne demek?
Sual: Allah’ın her günahı affedebileceği söyleniyor. Halbuki en büyük günah olan şirki affetmeyeceği Kur'anda yazılı imiş. Bu hususu açıklar mısınız?
İtikad edilecek şeylerde, bir sarsıntı olursa, kıyamette Cehennemden hiç kurtulmak olmaz. İtikad doğru olup da işlerde [ibadetleri yapmakta, haramlardan kaçmakta] gevşeklik olursa, tevbe ile ve belki tevbesiz de af olabilir. Eğer af olunmazsa, Cehenneme girse bile, sonunda yine kurtulur. İşin aslı, temeli itikadı düzeltmektir. (1/193)
Yine İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Her müslüman, Ehl-i sünnet itikadını öğrenmeli, imanını buna göre düzeltmelidir. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı olan itikada uymayan fena, bozuk itikadlar, imanlar, yani bunlara gönül bağlamak, gönlü öldüren bir zehirdir. İnsanı sonsuz azaba götürür. Amelde, ibadetlerde tembellik, gevşeklik olursa, affolunabilir. Amma itikadda gevşek davranmak affolunmaz. Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Allah [ahirette] şirki [küfrü, bozuk imanı] asla affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediği kimselerden affeder.) [Nisa-48]
O halde ölmeden önce itikadı düzeltmelidir. (2/67)
Görüldüğü gibi, şirk yani küfür üzere ölen kimse, ebedi olarak Cehennemde kalır. Dünyada iken, yani ölmeden önce şirke [küfre] düşen kimse, tevbe ederse affolur.
Bir kâfir, kâfirliğine tevbe ederse, tertemiz, günahsız müslüman olur. Bir müslüman da şirke [küfre] düşerek kâfir olur, sonra pişman olup tevbe ederse, yine müslüman olur. Tevbe etmek için yalnız Kelime-i şehadet söylemek kafi değildir. Küfre sebep olan şeyden de tevbe etmek lazımdır. (Allah şirki affetmez) sözü yanlış anlaşılmaktadır. Şirk üzere ölmüş olan affolmaz; fakat hayattayken, defalarca şirke düşüp sonra tevbe eden affolur.
Ehl-i sünnet olmak için
Sual: Okuduğum bir kitapta, (Tafdil-uş-şeyhayn, hubb-ül-hateneyn ve mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametidir) deniyor. Burada ne denmek isteniyor?
CEVAP
Tafdil-uş-şeyhayn, iki kayınpeder olan hazret-i Ebu Bekir ile hazret-i Ömer’i diğer sahabe-i kiramdan üstün tutmak demektir. Hubb-ül-hateneyn, iki damat olan hazret-i Osman ile hazret-i Ali’yi sevmek demektir. Bir de, mest üzerine mesh etmek, Ehl-i sünnet olmanın alametlerindendir. Özellikle İbni Sebeciler, ilk üç halifeyi sevmezler ve mest üzerine mesti caiz görmezler. Çıplak ayağa mesh ederler. Bir kimsenin Ehl-i sünnet olup olmadığı, bunlardan da bilinebilir.
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan
Sual: Yazılarınızda hep ehl-i sünnet itikadının öneminden bahsediyorsunuz. Bu itikadı ortaya koyan kimdir?
CEVAP
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah efendimizdir. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tâbiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır. Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan (Nass)ları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle Nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tâbiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.
Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilmi kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Eşari de; imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tâbiin ve Tebe-i tâbiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imamın ve hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz aleyhisselam tebliğ etmiştir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
(Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir.)
Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)
Doğru iman ve imanı korumak
Sual: Ahirette kurtulmak neye bağlıdır?
CEVAP
Bazıları Allah’a inanan herkesin Cennete gideceğini sanıyor. Bu çok yanlıştır. Amentü’deki altı esastan birine inanmayanın imanı geçersizdir. Bunun için inanmak değil, doğru inanmak önemlidir. Ahirette kurtulmak, ibadetin çok olmasına değil, doğru imana bağlıdır. İhlaslı ameli az da olsa, hatta hiç ameli olmasa, zerre kadar doğru imanı olsa yine Cennete girer. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.) [Buhari, Müslim]
Dünyadan herkes ahirete yolculuk yapıyor. Herkes bir vasıtaya binip gidiyor. Bir vasıtaya binmek değil, doğru vasıtaya binmek önemlidir. Yanlış vasıtaya binen, istediği yere değil, vasıtanın gittiği yere gider. Kâbe’ye gitmek için niyet edip Paris’e giden uçağa binen, niyeti halis olsa da Kâbe’ye varamaz.
Allahü teâlâ, doğruyu azıcık merak edene, doğruyu arayana doğru yolu yani hakiki İslamiyet’i nasip edeceğine söz vermiştir. [Ankebut 69, Şûra 13], Allah sözünden dönmez. (Al-i imran 9)
Demek ki bâtıl yollardaki insanlar istemek bir yana merak bile etmiyorlar. Allahü teâlâ rızka kefildir ama imana kefil değildir. Doğru iman sahibi olmaya çalışmalıdır. İtikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, yani riya ile yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. İtikad doğru olunca ibadetleri arttırmak, insanın gayretine, ihlasına, ilmine bağlıdır. İstediği kadar artırır. Ancak, doğru itikadı, yani ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir.
Mutezile ve benzeri akılcı gruplara göre ibadetler imandan bir parçadır. Onlara göre günah işleyen ve farzları yapmayan kâfir olur, yani iman X amel diyorlar. Bunlardan birisi sıfır olursa netice de sıfır olur diyorlar. Yani imansız amel de amelsiz iman da makbul değil diyorlar. Ehl-i sünnete göre, amelsiz iman makbul, imansız amel makbul değildir. Ehl-i sünnete göre amel X ihlas denebilir. Ancak amel işlemeden, (Param olsaydı şu fakire yardım ederdim diye ihlasla düşünen de, vermediği halde, amel işlemediği halde ihlaslı niyetinden dolayı sevaba kavuşur. Bir kimsenin ihlası ne kadar çoksa, amel ile çarpılınca netice büyük olur. Bizim ihlasımız 1 ise, bin fakire birer ekmek versek, 1x1000 = bin sevap eder. Eshab-ı kiramın ihlası çok kuvvetli olduğu için, mesela onların ihlası 1 milyon olsun, bir fakire bir ekmek verse bir milyon sevap alır. Nitekim hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Yemin ederim ki, bir kimse, Uhud dağı kadar altın sadaka verse, eshabımdan birinin bir avuç kadar arpa sadakasının sevabına kavuşamaz.) [Buhari]
Eshab-ı kiramın imanları çok kuvvetli ve ihlasları çok fazla olduğu için böyle sevaplara kavuşuyorlar. Eshab-ı kiramdan biri diğerinden daha yüksek idi. Bunun için Hazret-i Ebu Bekir’in verdiği bir avuç hurmanın sevabı, diğer sahabeden birinin vereceği sevap arasında dağlar kadar fark vardır. Bir hadis-i şerifte de buyuruluyor ki:
(Benden sonra, Eshabımın ihtilaf edecekleri meseleler hakkında sual ettim. Rabbim bana “Senin eshabın benim yanımda gökteki yıldızlar gibidir. Bazısı diğerinden daha parlaktır. Onlardan birisine uyan hidayet üzerindedir” buyurdu.) [Deylemi]
Sual: İmanın doğru olması için gerekli şartlar nelerdir?
CEVAP
İman doğru olmadıkça, ibadetlere sevab verilmez. Onun için, doğru imanı öğrenip ona göre iman etmek şarttır. İmanın doğru olması için gerekli şartlardan bazıları:
1- İmanda sabit olmak:
Üç yıl sonra İslamiyet’i bırakıp Hıristiyan olacağım diyen, o anda dinden çıkıp kâfir olur.
2- Havf ve reca arasında olmak:
Allah’ın azabından korkup, rahmetinden ümit kesmemek gerekir.
3- Can boğaza gelmeden iman etmek:
Ölürken, ahiret hallerini gördükten sonra kâfirin imanı geçerli olmaz; fakat o anda da, müslümanın günahlardan tevbesi kabul olur.
4- Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek:
Güneş batıdan doğunca tevbe kapısı kapanır.
5- Gaybı yalnız Allahü teâlâ bilir:
Allah’ın bildirdiğini peygamberin veya evliyanın da bilebileceğine inanmak gerekir.
6- Kâfirliğe sebep olan bir şeyi kullanmamak ve söylememek:
Mesela haç takmamak, şakadan da olsa, ben kâfirim dememek gerekir.
7- Dini bir hükümde şüphe etmemek:
Mesela namaz ve tesettür farz mı, şarap haram mı diye tereddüt etmemek gerekir.
8- İtikadını İslam dininden almak:
Tarihçilerin, felsefecilerin değil, Resulullahın bildirdiği ve Ehl-i sünnet âlimlerinin açıkladığı şekilde iman etmek.
9- Amentü’deki altı esasa inanmak:
Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak gerekir. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür. İmanın şartını beşe indiren ve yediye çıkaran sapıklar varsa da, imanın şartlarından herhangi birini inkâr eden veya yeni şart ilave eden kâfir olur.
10- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak:
Sevgi ve nefreti yalnız Allah için olmak. Allah düşmanlarını sevmek, onları dost edinmek, Allah dostlarına düşman olmak küfrü gerektirir. Mesela Sokrat’ı sevmek, imam-ı Gazali’ye düşman olmak gibi.
11- Ehl-i kitabın da cehennemlik olduğuna inanmak:
2- Allahü teala hiçbir şeye benzemez. Mesela eli var, ayağı var, yürür iner, çıkar gibi insanlara benzetmek küfür olur.
3- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmez. (Nebi gelmez; ama resul gelir) gibi şeyler söylemek küfürdür.
4- Ehl-i kıbleye [namaz kılan Müslümana], işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. İbadetler, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen ve günah işleyen mümine kâfir denmez. Allahü teâlâ, küçük günaha azap edebilir, büyük günahları affedebilir.
5- Cennetteki Müslümanların Allahü teâlâyı göreceğine inanmak. Mutezile buna inanmaz.
6- İman ya vardır, ya yoktur, artıp eksilmez. Parlaklığı, kuvveti artıp eksilir.
7- Kur’an-ı kerim mahlûk [yaratık] değildir.
8- Mest üzerine mesh etmek caizdir. Caiz değil diyen Ehl-i sünnet olamaz.
9- Miracın ruh ve bedenle birlikte olduğuna inanmak.
10- Mucize ve keramet haktır.
11- Sahabenin hepsini sevip, hiçbirini kötülememek; çünkü hepsi cennetliktir. (Hadid 10)
12- Ebu Bekr-i Sıddık, Eshab-ı kiramın en üstünüdür.
13- Ruh ölmez. Kâfir ve müslüman ölülerin ruhları işitir.
14- Kabir ziyareti caizdir. Kabirdeki peygamber, şehit ve evliya zatlardan yardım istemek caizdir.
15- Kabir suali ve kabir azabı haktır. Kabir azabı ruh ve bedene olacaktır.
16- Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
17- Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere bağışlamanın caiz olduğuna, bu sevabların ve duaların ölülere ulaşarak, azaplarının azalmasına veya kalkmasına sebep olacağına inanmak.
18- Öldürülen, intihar eden eceliyle ölmüştür.
19- Peygamberler küçük büyük, hiçbir günah işlemez.
20- Cennet ve cehennem ebedi yani sonsuzdur. Cennet ve cehennem şu anda vardır. Günahkâr müminler, cehennemde sonsuz kalmaz, kâfirler sonsuz kalır.
21- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak. Birinde bulunmayan Ehl-i sünnetten ayrılır. (Dürr-ül-Muhtar haşiyesi)
22- Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hazret-i Mehdi’nin geleceğine, Hazret-i İsa’nın gökten ineceğine, güneşin batıdan doğacağına ve diğer bildirilenlere inanmak.
23- Sultana, halifeye isyan caiz değildir. (Bu bilgiler, Fıkh-ı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, F. Fevaid’den alındı.)
İmanından şüphe etmek
Sual: Kitaplarda, (Şimdi imanım var mı veya imanım devam edecek mi diye şüphe etmek küfür olur) denirken, (Son nefeste imansız gitmekten korkmak gerekir, korkmayan imansız gider) de deniyor. Bunların ikisi aynı değil mi?
CEVAP
Hayır, aynı değildir. İbadetleri yapan kimse, imanının bozulmasında şüphe eder ve günahım çoktur, ibadetlerim beni kurtarmaz diye düşünürse, imanının kuvvetli olduğu anlaşılır. İmanının devam edeceğinden şüphe eden kâfir olur. Şüphe etmeyi beğenmezse, mümin olduğu anlaşılır. (Bezzaziyye)
İmanı olduğundan veya imanının hep devam edeceğinden şüphe etmek caiz değildir, küfür olur. Mümin şimdiki ve gelecekteki imanı hakkında hiç şüphe etmemeli, ölünceye kadar imanlıyım demelidir.
Son nefes için ise, korku ve ümit arasında olmalı. Son nefeste imansız gitmekten korkmak, şüphe değil iman alametidir. Ehl-i sünnet âlimleri,(Son nefeste imansız gitmekten korkmayan, imansız ölür)buyurmuştur; çünkü son nefese kadar bu imanı muhafaza edip etmeyeceğimiz belli değildir. Bunun için, daima korku içinde yaşamak, haramlardan kaçmak, dinimizin bütün emirlerini yapmak ve Allah’ın rahmetinden de ümit kesmemek gerekir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Havf ve reca [korku ve ümit] arasında bulunan mümin umduğuna kavuşur, korktuğundan emin olur.) [Tirmizi]
İmanı korumak için
Sual: En kıymetli nimet iman olduğuna göre, bunu korumak için ne yapmak gerekir?
CEVAP
İmanı korumak için şunlara uymak gerekir:
1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem vardır" demek iman olmaz. Gayri müslimlerin hepsi, ölürken Cenneti Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; ama kabul olmayacaktır. Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3)
2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır. Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse, bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz değildir.
3- Haramı haram, helali helal bilmek yani kabul etmek. Kasten, harama helal, helale haram diyen dinden çıkar.
4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok korkmak gerekir. Kur’an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların, Onun azabından emin olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28)
5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini garanti Cehennemlik bilmemeli. Bir hadis-i kudsi meali:
(Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim.) [Tirmizi]
Bir âyet meali:
(De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53]
6- Allah’ın azabından emin olmamalı, rahmetinden de ümit kesmemeli! Bir hadis-i şerif meali:
(Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizi]
7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Bu, imanın temelidir. Bir hadis-i şerif meali:
(İmanın temeli Müslümanları sevmek ve Allah düşmanlarını sevmemektir.) [İ. Ahmed]
Cenab-ı Hak, Hazret-i İsa’ya buyurdu ki:
(Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibadetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet]
8- İmanın makbul olması ve korunması için gerekli şartlardan bazıları da şunlardır:
Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud ve hakiki mabud ve bütün varlıkların yaratıcısıdır.
Dünya ve ahiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır.
Tevekkül farzdır.
Zaruri olarak ve icma ile bilinen, inanılacak şeylerde, kıyas olmaz. Bunlarda ictihad veya kıyas edip yanılan kâfir olur. Zaruri olarak ve icma ile bildirilmemiş olan iman bilgilerinde ictihad edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur.
İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
İtikadını İslam dininden almak. Resulullah efendimizin bildirdiği şekilde iman etmek.
Günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimseyi Allah dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.
Melekler, kâfirlerin dediği gibi, Allahü teâlânın ortakları veya kızları değildir. Günah işlemezler. Meleklerde erkeklik dişilik yoktur.
Kur’an-ı kerimdeki veya diğer din kitaplarımızdaki dini bir hükümden şüphe etmemek: Mesela tesettür acaba farz mı diye şüphe etmemek.
Helal da haram da rızktır. Herkes kendi rızkını yer, kimse kimsenin rızkını yiyemez.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela şakadan ben peygamberim dese küfür olur.]
Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Bu kâinat sonradan yaratılmıştır. [Felsefeciler, bunu kabul etmiyor, kâinat böyle gelmiş, böyle gider diyerek kâfir oluyorlar.]
Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. [Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, manası çok açık olan kati bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da kâfir olur.]
Tasavvufu inkâr etmemek. (Avarif-ül-mearif)
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra sırası ile diğer üç halifedir.
Eshab-ı kiramın hepsi Cennetliktir. (Hadid suresi 10)
Allahü teâlânın Eshab-ı kiramdan razı olduğu Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerimelere inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir.
Kader, Allahü teâlânın ezeli ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir.
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Çünkü insanların işlerini Allahü teâlâ yaratır, fakat insana da irade-i cüziye vermiş, yaptığından sorumlu tutmuştur.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Hiç kimse, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.) [Araf 34]
İntihar eden müslümanın namazı kılınır. (Dürr-ül-muhtar)
Öldükten sonra herkes dirilecektir.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı vardır.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.
Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefaat edecektir. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir. Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Her peygamberin, müstecab [kabul olan] bir duası vardır. Ben duamı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.) [Buhari]
Şefaati inkârdan sakınmalı. Çünkü hadis-i şerifte, (Şefaatime inanmayan, ona kavuşamaz) buyuruldu. (Şir’a)
(Şu alametler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan doğar, üç yer batar, İsa gökten iner, Duman, Dabbetül arz, Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden’den bir ateş çıkar.) [Müslim]
(Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizi, İ. Asakir]
[Bu bilgilerin hepsi, Fıkh-ı ekber, Emali, R. Nasıhin, Mektubat-ı Rabbani, Feraidül fevaid kitaplarından alınmıştır. Başka kitaplardan alınanların ise kaynağı sonunda bildirildi.]
Doğru itikadın önemi
Sual: İtikad üzerinde çok durmanızın sebebi nedir?
CEVAP
Çünkü, itikadı düzeltmeden önce ibadet etmenin faydası olmaz. Doğru itikad, ehl-i sünnet itikadıdır. Doğru itikad 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır rakamı gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1çekilirse hepsi 0 olur. İhlassız, [riya ile] yapılan ameller de, soldaki sıfır gibi yani 1 rakamının soluna konan sıfır gibi değersizdir. Ehl-i sünnet itikadı yoksa ibadetlerinin hiç faydası olmaz, soldaki sıfır gibi değersizdir. İşte bu kadar önemli olduğu için Ubeydullah-i Ahrarhazretleri (Bütün kerametleri bize verseler, fakat itikadımız düzgün değilse, hâlimiz haraptır. Eğer bütün çirkinlikleri verseler itikadımız düzgün ise, hiç üzülmeyiz) buyuruyor.
İtikadı düzgün olan
Sual: İtikadı düzgün Müslümanlar Cehenneme girmez deniyor. Günahları ne olacaktır?
CEVAP
Haramlardan kaçan ve ibadetlerini yapan Müslüman Allah’ın dostudur. Allah dostunu Cehenneme koymaz. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Vallahi, Allah dostunu ateşe atmaz.) [Cami-us-sagir]
Eğer Müslümana küfre düşmemişse, dünyada çektiği sıkıntılar günahlarına kefaret olur, şefaate de kavuşur ve Cehenneme hiç girmez.
Ehl-i sünnet yolunun iki esası
Sual: Ehl-i sünnet bilgilerinin bozulmadan günümüze kadar gelmesinin sebebi nedir?
CEVAP
Ehl-i sünnet âlimlerinin gayretleri sayesinde bozulmaktan korunarak gelmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri şu iki şeye titizlikle riayet etmişlerdir:
Birincisi: Olduğu gibi muhafaza edip, ondan hiçbir şey çıkarmadılar.
İkincisi: Ona bir şey ilave etmediler. Yani sünnete uyup, bidate karşı çıktılar.
Sünnete uymak demek, İslam’a uymak demektir; ama bildirildiği şekilde, hiç değiştirmeden uymak gerekir. Onun için Ehl-i sünnet âlimleri, Resulullah’tan gelene, hiçbir şey ilave etmemişler, bir şey de çıkarmamışlardır. Metni aynen almışlar, ona şerhler yapmışlar yani açıklamışlardır. İşte bu sebeple, Ehl-i sünnet bilgileri günümüze kadar bozulmadan gelmiştir.
İmanı muhafaza
Sual: İmanı muhafaza etmek için nelere dikkat etmeli?
CEVAP
İman, beş katlı bir kaleye benzer. Bunlar, bakır, demir, tunç, gümüş ve altın katıdır.
1- Bakır katı, edeblerdir.
2- Demir katı, sünnetlerdir.
3- Tunç katı, farzlardır.
4- Gümüş katı, ihlâstır.
5- Altın katı, Allahü teâlâya yakınlıktır.
Edebleri gözetmeyen, sünnete yol bulamaz. Sünnete uymayan, farza yol bulamaz. Farzı tutmayan, ihlâsa yol bulamaz. İhlâsı olmayan da, Allahü teâlânın sevgisine kavuşmaya yol bulamaz.
Demek ki, son yani beşinci kata çıkabilmek için, sırayla, birinci, ikinci, üçüncü ve dördüncü katlardan geçerek çıkmak gerekir. Bunlara uğramadan, bir anda beşinci kata çıkılmaz.
Felaketlerin en büyüğü
Sual: Felaketlerin en büyüğü nedir?
CEVAP
En büyük felaket imansız ölmektir. İmansız, yani kâfir olarak ölmemek için, ilim sahibi olmak, ihlâsla amel etmek, haramlardan kaçıp ibadetleri yapmak şarttır. İnsan nasıl yaşarsa öyle ölür. O hâlde, imanlı yaşamak lazımdır. İmanlı yaşamak için de, haramlardan sakınmak ve ibadetleri yapmak gerekir.
İkinci bir felaket de, bir kimse, bir sözüyle, bir işiyle küfre düşer yani kâfir olur da, kendini Müslüman zanneder. Yaptığı işin küfür olduğunu bilmediği için tevbe de etmez, imansız olarak ölebilir. Bunlardan da kötüsü, günahı ibadet olarak işlemektir. Bid’at inanış ve diğer bid’atler böyledir. Bu felaketlerden kurtulmak için, İmam-ı Rabbani hazretleri,(İlim, amel ve ihlâs şarttır) buyuruyor. Yani dinimizi doğru olarak öğrenip, ihlâsla amel edeceğiz. Bilmeden yapmak felaket olduğu gibi, bildiklerini de ihlâssız yapmak felakettir.
Fıkh-ı ekberden parçalar
İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri şöyledir:
İman Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, Cennet ve Cehenneme inanmak ve hepsini hak bilmektir.
Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. Ona hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiçbirine benzemez, isimleri, zati ve fiili sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. Onun İsim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir, kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahluktur. Allah’ın fiili ise mahluk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye gücü yetendir.]
Tevhidin aslı, Amentü’ye inanmaktır. Kur’anda zikredilen el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. Onun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. [Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için, bu sıfatları aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu imam-ı Gazali hazretleri bildiriyor.]
Allahü teâlâ ahirette Cennette görülecektir.
Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazilette eşittir, aralarında farklılık yoktur.
Onun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah’ın kelamı mahluk değildir.
Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir, orada Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblisten naklen verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahluk değildir.
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur.
Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur. [Buna zelle denir. Zelle, doğrular içinde en doğruyu bulamamak demektir.]
Peygamberlerin mucizeleri ve velilerin kerametleri haktır.
Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma olması haktır.
Cennet ve Cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok olmayacaktır.
Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Hazret-i Ebu Bekir, sonra diğer üç halifedir. [Fazilet sırası, halifelik sıralarına göredir.]
İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir.
Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır.
[İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez. Ancak parlaklığında, kuvvetinde çoğalma olur. Amel, imandan parça değildir. Günah işleyene kâfir denmez. İman herkese lazım iken, her amel herkese lazım değildir. Mesela nisaba ulaşmayan fakir zekat vermez. Hayz ve nifas halinde namaz kılınmaz. Fakat fakire ve böyle kadına iman lazım değildir denemez.]
Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.
Mirac haberi haktır. Deccal’ın, Yecüc ve Mecüc’ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hazret-i İsa’nın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı haktır.
Mestler üzerine meshetmeyi bildiren hadise göre; mestin mesh müddeti, mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkâr edenin küfründen korkulur.
Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha efdaldir.
Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek], kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir.
Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Günahlar, mümine zarar vermez de demeyiz. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tevbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allah’ın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona Cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz.
İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suali sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.
İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.
Şeytan, müminden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk ederse şeytan da onun imanını alır.
Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak Cehennemde kalır.
Peygamberlerin ilki Adem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.
Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz.
Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler fayda görür.
Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
Emali kasidesi
Sual: Emali kasidesini çok övüyorlar. Bu kaside hakkında bilgi verir misiniz?
CEVAP
Büyük İslam âlimlerinden, Siraciyye fetva kitabının sahibi, Ali Uşi hazretlerinin yazdığı Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki:
Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayır da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre razı değildir.
Allah’ın sıfatları, zatının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez.
Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arşı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arşı yaratmadan önce de var idi. Mekandan ve zamandan münezzehtir.
Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.]
Kuran-ı kerim kelam-ı ilahidir, mahluk [yaratık] değildir.
Cennette nimetler, Cehennemde azap vardır. Cennet ve Cehennem hiç yok olmaz.
Müminler, Cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar.
Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz [mecbur] değildir.
Peygamberlere ve meleklere [ve Amentü’deki diğer esaslara] inanmak farzdır.
Hazret-i Muhammed aleyhisselam son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkidir, miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir.
Hazret-i İsa gelecek, Deccalı öldürecektir.
Evliyanın kerameti haktır.
Ebu Bekr-i Sıddık, bütün eshab-ı kiramdan üstündür.
Akıl baliğ olanın Allah’ı bilmemesi özür olmaz.
Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir.
İbadetler, ameller imanın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Helal da haram da rızktır.
Kabir suali ve kabir azabı haktır.
Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.
İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir.
Kıyamet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır.
Bu dünya sonradan yaratılmıştır.
Duaların etkisi vardır.
Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır.
Sual: Amel imandan parça mıdır, yani bir farzı yapmayan veya bir haramı işleyen kâfir olur mu?
CEVAP
Hayır, kâfir olmaz. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen kâfir olurdu. Hiç müslüman kalmazdı.
Mutezile ile Vehhabiler ve diğer bazı bid’at fırkaları, (Amel, imandan parçadır) demişlerse de, amel, imanın parçası değildir. Küfrün zıddı iman, günahın zıddı ise ibadettir. İmanı bırakan kâfir olur, ibadeti terk eden günahkâr olur. Amelsiz iman makbuldür, imansız amel ise makbul değildir. Kadınların muayyen hallerinde olduğu gibi, namaz, oruç gibi ibadetleri bırakmak caiz ve gerekirken, imanı hiçbir zaman bırakmak caiz olmaz.
Yalnız iman ile Cennete girilirse de, yalnız amel ile Cennete girilmez. Amelsiz iman makbul, imansız amel ise makbul değildir. İmanı olmayanların yaptığı ibadetler, ahirette hiçbir işe yaramaz. İman başkasına hediye edilmez, fakat amelin sevabı, başkalarına hediye edilir. İman vasiyet edilmez, fakat kendi için amel yapılması vasiyet edilir. Ameli terk eden kâfir olmaz ise de, imanı terk eden hemen kâfir olur. Özrü olan kimseden amel affolur ise de, iman kimseden affolunmaz.
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Sapık fırkalar, (Onlar, iman edip salih amel işlediler) mealindeki (Rad) suresinin 29.âyet-i kerimesini delil gösterip, (Amel imanın parçasıdır) dediler. Halbuki bu ve benzeri âyetler, amelin, imanın içinde değil, dışında olduğunu gösterir. Eğer aksi olsaydı, (ve amilussalihat) sözü lüzumsuz tekrar edilmiş olurdu. Mutezile fırkasının [ve vehhabilerin], günah işleyenlerin ebedi Cehennemde kalacağını söylemesi yanlıştır. Çünkü hadis-i şerifte, (İkrar ettiği şeyi, inkâr etmeyen, kâfir olmaz) buyuruldu. Günah işleyen, tasdik ettiği imanın esaslarını inkâr etmiş olmaz. Ahirette yalnız imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını gösterir. Hadis-i şerifte, (Büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim) buyuruldu. Ebüdderda hazretleri, (Ya Resulallah, zina ve hırsızlık eden de, şefaate kavuşacak mıdır?) diye sual etti. Cevabında, (Evet zina ve hırsızlık edene de şefaat edeceğim)buyurdu. İman ile ölen herkes, er geç Cennete girer. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Şirk üzere ölmeyen her mümine şefaat edeceğim.) [Bezzar, Hakim, Beyheki]
(Zina etmiş, hırsızlık yapmış, içki içmiş mümin de Cennete girer.) [Buhari]
(Kalbinde zerre kadar imanı olan Cehennemde kalmaz.) [Buhari]
(Büyük günah işleyen her mümine şefaat edeceğim.) [Nesai, Tirmizi]
(İmanla ölen günahkârlara şefaat edeceğim.) [Buhari, Müslim]
Günahkâr mümin, cezasını çektikten sonra, Cennete girer. (Zina edenden, içki içenden iman çıkar) hadis-i şerifi, günahkârların kâmil mümin olmadığını bildirmektedir. (İman, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve azalarla ameldir) sözünün manası şudur: İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El kol gibi uzuvlar da ameller gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz. Normal bir insan tarif edilirken, bütün azaları ile tarif edilir. Yani bazı azaları eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil mümin tarif edilirken, amel de dahil edilmiştir. Eli ayağı kesik kimseye (yaşayan ölü) dendiği gibi, büyük günah işleyene de, kâmil mümin değil manasına "mümin değildir"buyurulmuştur. (İhya)
Şarap içeri, iman dışarı mı?
Sual: İslam Ahlakı kitabında, Hazret-i Osman’ın, "Allahü teâlâya yemin ederim ki, bir kimse, şarap içerken, iman o şaraba der ki, ey melun dur, ben çıkayım da ondan sonra sen gir" dediği bildiriliyor. Bir de bu anlamda hadis-i şerifler de var:
(İnsan, mümin olduğu halde içki içemez.) [Nesai]
(Şarap içenin imanı, gömleğin sırttan çıktığı gibi çıkar.) [Hakim]
(İçki ile iman, bir arada bulunmaz, biri, diğerini uzaklaştırır.)[Beyheki]
(İçki içenin kalbinden iman nuru çıkar.) [Taberani]
Sualim, şarap içenin imanı çıkıyor mu, yani kâfir mi oluyor?
CEVAP
Hayır. Dinimizde amel imandan parça değildir, yani şarap içen veya başka günah işleyene kâfir denmez. Amel imandan bir parça olsaydı, her günah işleyen kâfir olur, hiç müslüman kalmazdı. Hatta (amel imandan parçadır, günah işleyen kâfir olur) diyen sapıklar da, müslüman olamazdı. Çünkü masum yani günahsız olmak Peygamberlere mahsustur.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İmam-ı a’zam hazretleri, "Mümin büyük günah işlese de imanı gitmez, kâfir olmaz” buyurdu. Günahı çok olan bir mümin, tevbesiz ölmüş ise, Allahü teâlâ dilerse, günahlarının hepsini affeder, dilerse günahları kadar azap eder; fakat sonunda yine Cennete koyar. Ahirette kurtulmayacak olan yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar imanı olan kurtuluşa erer. (2/67)
İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki:
Günah işleyene kâfir denmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Cebrail aleyhisselam, “Allah’a şirk koşmadan ölen her Müslüman Cennete girer” dedi. Zina ve hırsızlık eden de Cennete girer mi dedim. “Evet” dedi. Aynı suali üç defa sordum. Üçüncüsünde ise “Evet zina ve hırsızlık eden mümin de [Affa veya şefaate kavuştuktan sonra yahut sevabları günahlarından çoksa veyahut günahının cezasını çektikten sonra] Cennete girer” dedi.)[Buhari, Müslim, Bezzar]
Amel imanın parçası mı?
Sual: Amelin, imandan bir parça olmadığını biliyoruz, fakat (İman, dille ikrar, kalble tasdik ve uzuvlarla amel etmektir) mealindeki hadis-i şerifin manası nedir? Günah işleyene kâfir denebilir mi?
CEVAP
Asla denemez. İmam-ı Gazâli hazretleri bu hadis-i şerifi şöyle açıklıyor:
Bir hadis-i şerifte, (İkrar ettiği şeyi, inkâr etmeyen, kâfir olmaz)buyuruldu. Bir Müslüman günah işleyince, tasdik ettiği imanın esaslarını inkâr etmiş olmuyor. Ahirette yalnız imansızlara şefaat edilmez. Bu da, şefaat edilen günahkârların kâfir olmadığını gösterir.(İman, kalble tasdik, dille ikrar ve uzuvlarla ameldir) ifadesinin mânâsı şudur:
İnsanda iman, vücuttaki baş gibidir. El, kol gibi uzuvlar da, ameller gibidir. Elsiz, kolsuz insan olursa da, başsız insan olmaz. Normal bir insan tarif edilirken, bütün uzuvlarıyla tarif edilir. Yani bazı uzuvları eksik olsa bile insan yine insandır. Bunun gibi, kâmil mümin tarif edilirken, amel de dâhil edilerek bildirilmiştir. Elsiz ayaksız kimseye (Yaşayan ölü) dendiği gibi, büyük günah işleyene de, (Kâmil mümin değildir) manasına (Mümin değildir) buyurulmuştur. (İhya)
İman azalıp çoğalmaz
Sual: İman azalıp çoğalır mı?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
İman kalbin tasdiki ve yakîni olduğundan, azalması, çoğalması olmaz. Azalıp çoğalan bir inanış, iman olmaz. Buna zan denir. İbadetleri, Allahü teâlânın sevdiği şeyleri yapmakla iman cilalanır, nurlanır, parlar. Haram işleyince, bulanır, lekelenir. O halde, çoğalmak ve azalmak, amellerden, işlerden dolayı, imanın cilasının, parlaklığının değişmesidir. Kendisinde azalıp çoğalmak olmaz. Cilası, parlaklığı çok olan imana çok dediler. Bunlar, sanki, cilalı olmayan imanı, iman bilmedi. Cilalılardan bazısını da, iman bilip, fakat az dedi. İman, parlaklıkları başka başka olan, karşılıklı iki ayna gibi oluyor. Cilası çok olup, cisimleri parlak gösteren ayna, az parlak gösteren aynadan daha çoktur demeye benzer. Başka birisi de, iki ayna müsavidir. Yalnız, cilaları ve cisimleri göstermeleri, yani sıfatları başkadır demesi gibidir. Bu iki adamdan birincisi, görünüşe bakmış, öze, içe girmemiştir. (Ebu Bekir’in imanı, ümmetimin imanları toplamından daha ağırdır)hadis-i şerifi, imanın cilası, parlaklığı bakımındandır. (Mektubat, m.266)
Not: Geniş bilgi için Vehhabilik maddesinde (Her günah işleyen kâfir mi?) kısmına bakınız.
Ehl-i kıble kime denir?
Sual: (Bir insanda müslümanlık alametlerinden biri bile olsa, mesela namaz kılsa, onda başka küfür alameti bulunsa da artık ehl-i kıbledir, tekfir edilemez) sözü doğru mudur?
CEVAP
Doğru değildir. İslam âlimleri bunun aksini bildiriyor:
1- İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii, (Ehl-i kıble olana kâfir denilmez) buyurdu. Bu söz, (Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz) demektir. 72 sapık fırka, ehl-i kıbledir. İctihad yapılması caiz olan, açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez; fakat zaruri olan ve tevatürle bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliğiyle kâfir olur. Çünkü bunlara inanmayan, Resulullaha inanmamış olur. İman demek, Resulullahın Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur. (Milel-nihal) [Resulullahın getirdiklerinden birine bile inanmayan kâfir olunca Resulullaha inanmayanın kâfir olacağı açıktır. La ilahe illallah dediği halde, kastenMuhammed-ün resulullah demeyen kâfirdir.]
2- 72 bid’at fırkası, namaz kıldığı ve her ibadeti yaptığı halde, bir kısmı mülhid olmuş yani dinden çıkmıştır. Dinde sözbirliğiyle bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir ve mürted olacağı için, La ilahe illallah dese, her ibadeti yapsa ve her günahtan da sakınsa bile, artık buna ehl-i kıble denmez. (Hadika)
3- Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine bile inanmayan, La ilahe illallah Muhammed-ün resulullah dese de kâfir olur. Sadece Allah’a inanmak kâfi değildir. Amentü’de bildirilen altı husustan birini, mesela kaderi inkâr eden de kâfir olur, bütün iyi amelleri yok olur. (Redd-ül-muhtar)
4- 72 bid’at fırkası ehl-i kıble olduğu için, bunlara kâfir denmez; fakat bunların, dinde inanması zaruri olan şeylere inanmayanları kâfir olur.(Mektubat-ı Rabbani 2/67, 3/38)
5- Meşhur bir farzı inkâr eden kimse, namaz kılsa da kâfir olur.(Berika) [Mesela, günümüzde tesettüre gerek yok demek küfürdür.]
6- Bizim kıblemize dönerek namaz kılan herkes ehl-i kıble sayılmaz. Kâfir oldukları icmayla sabit olan münafıklar da, kıblemize dönüp namaz kılmaktadır. (Tabakat-üş-Şafii)
7- Her namaz kılana ehl-i kıble denmez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Yalan söyleyen, sözünde durmayan ve emanete hıyanet eden, müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, oruç tutsa da münafıktır.) [Buhari] (Burada bildirilen kimse, Allah rızası için değil, inanmadığından dolayı, ibadetlerini gösteriş maksadıyla yaptığı için münafık oluyor. Yoksa büyük günah işleyen kimse kâfir olmaz.)
8- İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir.(Eşiat-ül-lemeat)
9- Bir Müslümanın, bir sözünden veya bir işinden yüz şey anlaşılsa, bunlardan 99’u küfre sebep olsa, biri Müslüman olduğunu gösterse, o bir şeyi anlamak ve ona kâfir dememek gerekir; fakat bu husus, bir sözün veya bir işin, yüz manası olduğu durum içindir. Yoksa yüz sözden veya yüz işten biri imanı gösterse, 99’u küfrünü gösterse, bu kimseye Müslüman denilmez; çünkü bir kimsenin yalnız bir sözü veya bir işi bile, açık olarak küfrü gösterse, yani imanı gösterecek hiçbir manası olmasa, o kimsenin kâfir olduğu anlaşılır. Başka sözlerinin ve işlerinin imanı göstermeleri, imanlı olduğunu bildirmeleri, o kimseyi küfürden kurtarmaz, Müslüman olduğuna hükmedilmez. (Kıyamet ve Ahiret)
Müslüman olmanın en önemli alametlerinden birisi, namaz kılmaktır. Cemaatle kılması da, ayrıca bir önem taşır. Buna rağmen Peygamber efendimiz buyuruyor ki:
(Ahir zamanda bir camide binden fazla kişi namaz kılacak; fakat içlerinde bir tane mümin bulunmayacaktır.) [Deylemi]
Demek ki, müslüman olmak için, sadece müslüman alametlerinin olması yetmez. Dinde zaruri bilinmesi ve inanılması gereken bilgilerden, birini bile inkâr etmemesi şarttır.
Sual: Müslümanda, küfrü gerektiren bir durum görülse, buna kâfir denir mi?
CEVAP
Müslüman olduğunu söyleyen, kelime-i şehadet okuyana, şüphe ile küfür damgası basılamaz.
Müslüman olduğunu söyleyen bir kimsenin bir işinde veya sözünde birçok küfür alametleri ile bir iman alameti veya küfür olması şüpheli olan bir alamet bulunsa, buna kâfir dememelidir. Çünkü Müslümana iyi zan olunur. (Redd-ül-muhtar)
Küfür alametini dilediği açıkça anlaşınca, kâfir olur. Tevil etmemiz fayda vermez. (Bezzâziyye)
Sual: 72 bid’at fırkasının Cehennemde günahları ve itikatlarının bozukluğu kadar kaldıktan sonra Cennete gideceği hadis-i şeriflerle ve İslam âlimlerinin sözleriyle bildirilmiyor mu?
CEVAP
Ama bid'at fırkası öyle olacak, her ehl-i kıble olan değil ki. Küfre düşmemiş olanları öyle olacak. Küfre düşenleri sonsuz Cehennemde kalacak.
Sual: (Günde beş defa Kâbe’ye yönelip, tehiyyatta kelime-i şehadeti söyleyen, küfre düşüp küfrüne tevbe etmese de, küfrü üzerinde sabit kalmaz) diyenler çıkıyor. Bu yanlış değil mi?
CEVAP
Bu söz ehl-i sünnet itikadına aykırıdır. İmam-ı a’zam hazretleri buyuruyor ki: Tevbe için yalnız kelime-i şehadet söylemek kâfi değildir, küfre sebep olan şeyden de tevbe etmesi gerekir. O şeyden tevbe etmezse, namaz kılsa da kâfirdir.
Sual: Bazısı, (La ilahe illallah diyen Cennete girer) hadisine göre, 72 dalalet fırkası da Cehennemde sonsuz kalmaz” diyor. Bu açıklama doğru mudur?
CEVAP
Yanlıştır. Bir münafık da La ilahe illallah diyebilir. Kâfir olarak ölenleri Cennete giremez.
Sual: Tekfir hastalığımızın özünde bir nevi kendimizi ilahlaştırma virüsü vardır demek caiz mi?
CEVAP
Bu söz, Resulullaha ve İslam âlimlerine bir iftiradır. Hâşâ Resulullah ve onun vârisleri olan ehl-i sünnet âlimleri, küfre düşenleri tekfir ettikleri için kendilerini ilahlaştıran bir virüse mi yakalanmışlardır? Bu ne çirkin iftira? İtikadı küfür olan dalalet ehli, ehl-i kıble değildir, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da Cehennemde sonsuz kalır. Ehl-i kıble olması için, küfür olan itikadından tevbe etmesi lazım. Vesikalarını yukarıda bildirdik.
Günah işlemek ve iman
Sual: Günah işlemek ve işlemeye devam etmek insanın imansız ölmesine sebep olmaz mı?
CEVAP
Büyük günahları işlemek ve devam etmek insanı küfre sürükleyip, imansız ölmesine sebep olabilir.
Sual: Büyük günahlar nelerdir?
CEVAP
Büyük günahlardan bazıları şunlardır:
1- Bid'at sahibi olmak
2- Günah işlemeye devam etmek
3- Müslüman olduğuna şükretmemek
4- İmansız ölmekten korkmamak
5- Zulmetmek
6- Anaya-babaya âsi olmak
7- Doğru olsa da çok yemin etmek
8- Namazı öğrenmeye ve çoluk-çocuğa öğretmeye önem vermemek
9- İçki içmek
10- Yalan yere evliyalık taslamak
11- Günahını küçük görmek
12- Kendini beğenmek
13- İlim ve ibadeti ile kendini üstün görmek
14- Haset etmek
15- Tecrübe etmeden bir kimseye iyi demek
16- Yalana, gıybete devam etmek
17- Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından uzak durmak
18- Kâfir olsa da komşusuna eziyet etmek
19- Dünya işleri için, çok sinirlenmek
20- Büyü yapmak
21- Salih olan mahrem akrabayı ziyareti terk etmek
39- Kur'an-ı kerimi öğrendikten sonra, okumasını unutmak
40- Allah’ın rahmetinden ümidini kesmek
41- Hainlik etmek
42- Eshab-ı kiramdan herhangi birisini sevmemek
43- Namuslu kadına, kötü kadın demek
44- Müslümanlar arasında söz taşımak
45- Avret yerini açmak veya başkasının avret yerine bakmak
46- Emanete hıyanet etmek
47- Cimrilik
48- Dünyaya düşkünlük
49- Allahü teâlânın azabından korkmamak
50- Haramı haram helali helal bilmemek
51- Falcıların falına inanmak
52- Kadına, kıza yani harama bakmak
53- Kadınların erkek, erkeklerin kadın elbisesi giymesi
54- Ettiği iyiliği başa kakmak
55- Allah’tan gayriye yemin etmek. Mesela çocuğumun ölüsünü öpeyim gibi
56- Küçük günahı işlemeye devam etmek
57- Bir namaz vaktini kaçıracak zaman kadar cünüp durmak
58- Çalgı çalmak ve dinlemek
59- İntihar etmek
60- Dinini öğrenmemek.
Günahı önemsiz saymak
Sual: Günahı önemsiz saymak ne demektir, nasıl olur?
CEVAP
Günahı önemsiz saymanın ne demek olduğu çok kimse tarafından bilinmemekte, bu yüzden günahkârlara kâfir denmektedir. Mesela (İçki içmeye devam eden kimse, haram olduğuna önem verse, içmez, açık gezen bayan, bunun haram olduğuna önem verse kapanır. O halde bunlar, işlediği günahlarına üzülmedikleri, yani haramı önemsiz saydıkları için kâfirdir) demek yanlıştır.
Üzülmeyen, önem vermeyen kâfir olur ama, üzülmek, önem vermemek ne demektir? Mesela namazını kılan bir bayan, açık gezmenin günah olduğunu biliyorsa, (Kapanmak Allah’ın emri, kapansak iyi olur ama, bu zamanda kapanamıyoruz) derse, bu bayana kâfir denmez. Bunun gibi içki içen kimse de, (İçki haramdır, fakat alıştık bırakamıyoruz) derse, bu kimseye kâfir denmez. Aksine, hiç içki içmeyen birisi, (bir bardak şarap içmek günah sayılmaz) dese küfre girer. Yahut, (Herkes açık geziyor, ne oluyor, biz de geziyoruz, herkes içiyor, biz de içiyoruz, sarhoş olmadıktan sonra ne zararı olur) diyerek haramı önemsiz saymak küfür olur.
Allahü teâlânın gazabı günahlar içinde saklıdır. Bir günah yüzünden büyük azaba maruz bırakabilir. Yüz bin sene ibadet eden iyi bir kulunu, sonsuz olarak Cehenneme koyabilir. Mesela yüz bin sene itaat eden İblis, kibrederek secde etmediği için sonsuz olarak Cehennemlik oldu. Âdem aleyhisselamın oğlu, bir adam öldürdüğü için ebedi Cehennemlik oldu. Her duası kabul olan Belam-ı Baura, bir günaha meylettiği için imansız gitti. Karun zekat vermediği için malı ile helak oldu. O halde her günahtan kaçmaya çalışmalı. Bir hadis-i şerifte,(Çok az bir günahtan kaçınmak, bütün cin ve insanların ibadetleri toplamından daha iyidir) buyuruluyor. Her günah, Allahü teâlâya isyan olduğundan, büyüktür; fakat bazısı, bazısına göre küçük görünür. Bir küçük günahı yapmamak bütün cihanın nafile ibadetlerinden daha sevabdır, çünkü nafile ibadet yapmak farz değildir. Günahlardan kaçınmaksa farzdır. (Rıyad-un-nasıhin)
Günah işleyince de ümitsizliğe kapılmamalı, hemen tevbe etmelidir. Mümin hem Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemeli, hem de Ondan çok korkmalıdır. Hadis-i şerifte (Müminin kalbinde korku ile ümit varsa, Allahü teâlâ onu umduğuna kavuşturur, korktuğundan da emin eder) buyuruldu. Yani bir mümin, Allah’ın azabından korkar, rahmetinden de ümidini kesmez, haramlardan kaçıp ibadetlerini yapmaya çalışırsa Cennete gider.
Bir insan ne kadar büyük günah işlerse işlesin, Allah’ın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Hatta azılı bir kâfir bile tevbe edip "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" dese, bütün günahları affolur, tertemiz bir insan olur. Yani dünyada iken Allah’ın affetmediği günah yoktur. Tevbe edince şirki yani kâfirliği de affeder. Öldükten sonra artık kâfirlere af yoktur. Kur'an-ı kerimde, (De ki, ey çok günah işlemekle haddi aşan kullarım, Allah’ın rahmetinden [bizi affetmez diye] ümidinizi kesmeyin! Çünkü Allah, [iman ehlinin] bütün günahlarını hiç şüphesiz affeder. Elbette O, sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) buyuruluyor. (Zümer 53)
Allahü teâlânın rızasının ve gazabının hangi işte, hangi sözde olduğunu bilmeyiz. Bu bakımdan hiçbir sözü, hiçbir iyiliği ve kötülüğü küçük görmemelidir. Cenab-ı Hak, rızasını iyilikler içinde, gazabını da günahlar içinde saklamıştır. Önem verilmeyen bir günah, Allah’ın gazabına sebep olabilir. Onun için sözümüze dikkat etmeliyiz. Atalarımız, (Söz var iş bitirir, söz var baş yitirir) demişlerdir.
İbadet yapmamak, günahlardan kaçmamak insanın kalbini karartır, zamanla küfre sokar, kâfir olur. Günahların hepsi Allah’ın emrini yapmamak olduğundan büyüktür. İbni Münkedir hazretleri ölüm döşeğinde ağlıyordu. Sebebini sordular. "Kasten büyük bir günah işlemedim. Önemsiz saydığım küçük bir günah, Allah’ın gazabına sebep olduysa diye korktuğum için ağlıyorum" dedi. İşte böyle korkular müslümanın kurtuluşuna sebeptir. Çünkü hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, kıyamette buyurur ki: "Dünyada iken bir gün beni hatırlayıp ananı, benden bir kerecik korkanı, Cehennemden çıkarın") buyuruldu.
Çok önemli tembih
Erkek olsun, kadın olsun, her Müslümanın, her sözünde, her işinde, Allahü teâlânın emirlerine, yani farzlara ve yasak ettiklerine yani haramlara riayet etmesi lazımdır. Bir farzın yapılmasına, bir haramdan sakınmaya önem vermeyenin imanı gider. İmansız kimse, kabirde azap çeker. Ahirette Cehenneme gider. Cehennemde sonsuz yanar. Af edilmesine, Cehennemden çıkmasına imkan ve ihtimal yoktur. Küfre düşmek çok kolaydır. Her sözde, her işte küfre düşülebilir. Küfürden kurtulmak da çok kolaydır. Küfrün sebebi bilinmese dahi, her gün bir kere, Ya Rabbi, bilerek veya bilmeyerek küfre sebep olan bir söz söyledim veya bir iş yaptım ise, pişman oldum. Beni affetdiyerek tevbe etse, Allahü teâlâya yalvarsa, muhakkak affolur. Cehenneme gitmekten kurtulur. Cehennemde sonsuz yanmamak için, her gün muhakkak tevbe etmelidir. Bu tevbeden daha önemli bir vazife yoktur. Kul hakkı bulunan günahlara tevbe ederken, bu hakları ödemek ve terk edilmiş namazlar için tevbe ederken, bunları kaza etmek lazımdır. (Seadet-i Ebediyye)
İmanın alameti
Sual: İnsan, kendisinin mümin olduğunu bilebilir mi? İmanın alameti nedir?
CEVAP
İman, Amentü'de bildirilen altı esasa inanmaktır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(İman; Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahiret gününe, [yani Kıyamete, Cennete, Cehenneme, hesaba, mizana],kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, ölüme, öldükten sonra dirilmeye, inanmaktır. Allah’tan başka ilah olmadığına ve benim Onun kulu ve resulü olduğuma şehadet etmektir.) [Buhari, Müslim, Nesai] (Bunları kalb ile tasdik etmek de şarttır.)
İmanın kuvvetli olmasının alametleri çoktur. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir:
(İmanı en kuvvetli mümin, güzel ahlaklı olandır. Yanına herkes kolayca yaklaşır, geleni gideni çok olur. Herkesle iyi geçinir. Çevresi ile iyi geçinemeyen de hayır yoktur.) [Taberani]
(Nerede olursa olsun, Allahü teâlâyı unutmayanın imanı kuvvetlidir.) [Beyheki]
(Allah ve Resulünü her şeyden çok seven, sevdiğini yalnız Allah rızası için seven ve ateşe düşmekten çok, küfre düşmekten korkan imanın tadını bulur.) [Buhari]
(Birbirinizi sevmedikçe, iman etmiş olmazsınız.) [Taberani]
(Hayâ imandandır.) [Buhari]
(Temizlik imanın yarısıdır.) [Müslim]
(Ahde vefa [sözünde durmak] imandandır.) [Hâkim]
(Kendi aleyhine de olsa âdil davranmak imandandır.) [Bezzar]
(İman yetmiş küsur şubedir. En üstünü “La ilahe illallah”, en aşağısı da, yolda sıkıntı veren bir şeyi kaldırmaktır. Haya da imandan bir şubedir.) [Tirmizi]
(İman, namaz demektir. Namazı itina ile, vaktine, sünnetine [ve diğer şartlarına] riayet ederek kılan mümindir.) [İ. Neccar]
(İmandan olan üç şey: Darlıkta infak etmek [Hayra harcamak],rastladığı Müslümana selam vermek ve kendi aleyhine de olsa adaletli davranmak.) [Nesai]
(Şu kimsenin imanı kuvvetlidir: Allah için yaptığı işlerde tanınmaktan hiç korkmaz, gösterişten uzak amel işler, iki işten biri ahirete, diğeri de dünyaya faydalı olsa, ahirete faydalı olanı tercih eder.) [Deylemi]
(Kötüleyen, lanet eden, fuhuş konuşan ve hayâsız olan mümin-i kâmil değildir.) [Buhari]
(Beni evladından, ana-babasından ve bütün insanlardan daha fazla sevmeyen, iman etmiş olmaz.) [Buhari]
(Kendi istediğini insanlar için de istemeyen, imana kavuşamaz.)[Ebu Ya'la]
Üst kısımdaki hadis-i şeriflere bakınca temiz olan herkes imanlı olur gibi yanlış anlaşılır. Hâlbuki bir kâfir de temiz olabilir. Bir kâfir de hayâlı olabilir. Bir kâfir de adaletli davranabilir. Bir kâfir de süsten kaçabilir. Hadisleri âlimlerin açıklamaları ile okumak gerekir. Biz okursak yanlış anlarız.
Günah için de durum aynıdır. Günah işleyene kâfir denmez. (Söz taşıyan Cennete girmez) hadisinden maksat, günahının cezasını çekmeden yahut affa, şefaate kavuşmadan giremez demektir. (Gıybet eden Cehennemlik) hadisinden maksat, sevapları günahlarından az olursa, gıybet Cehenneme götürür demektir.
(Kalbinde zerre kadar kibir olan, Cennete giremez) hadisinden maksat, günahının cezasını çekmeden yahut affa, şefaate kavuşmadan Cennete giremez demektir.
Yine hadis-i şerifte, müminin her günahı yapabileceği, üç şeyi yapamayacağı, bunlardan birinin de yalan olduğu bildirilmiştir. Hadis-i şeriften zahire göre, yalan söyleyenin mümin olmadığı anlaşılır. Kâmil mümin değil demektir. Ayrıca yalanın münafıklık alameti olduğu bildirilmiştir. Yalan söyleyen münafık değildir, fakat münafıklık alametinden birini işlemiş olur.
Bir zat, (Ya Resulallah, ana-baba, evladına zulmetse de rızalarını almayan Cehenneme girer mi) diye sorunca, cevaben 3 defa (Evet zulmetseler de rızalarını almayan Cehenneme girer) buyurdu. Sanki buradan ana babasının rızasını almayan kâfir gibi anlaşılıyor. Hâlbuki öyle değildir. Günahlarının cezasını çekmeden Cennete giremez demektir.
(Cimri, Cennete girmez), (Cimrilik küfürdür) gibi hadis-i şerifleri açıklaması ile birlikte okumalıdır.
Açıklamasız okunursa yanlış anlamaya sebep olur. Cimrilik her ne kadar kötü ahlaktan ise de, imansızlık değildir. (Cimri, günahının cezasını çekmedikçe Cennete giremez) demektir. Hatta sevabı günahından çok gelirse, Cehenneme girmeden de Cennete gider. Affa ve şefaate uğrayarak da Cennete gidebilir.
Doğru imanın alameti
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Doğru imanın alameti, kâfirleri düşman bilip, onlara mahsus olan ve kâfirlik alameti olan şeyleri yapmamaktır; çünkü İslam ile küfür, birbirinin aksidir. Bunlardan birisine kıymet vermek, diğerine hakaret ve kötülemek olur. Allah’ın düşmanlarını sevmek ve onlarla kaynaşmak, insanı Allah’a düşman olmaya sürükler. Bir kişi, kendini Müslüman zanneder. Kelime-i tevhidi söyler, inanıyorum der. Namaz kılar ve ibadet yapar. Hâlbuki bilmez ki, Allah’ın dostlarını sevmemek veya Allah’ın düşmanlarını sevmek onun imanını yok eder. (1/163)
Âyet-i kerimelerde mealen buyuruluyor ki:
(Allah’a ve kıyamet gününe iman edenler; babaları, kardeşleri ve akrabası olsa da, Allah’ın ve Resulünün düşmanlarını sevmez.) [Mücadele 22]
(Ey iman edenler, bana ve size düşman olanları dost edinmeyin, sevmeyin!) [Mümtehine 1]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki:
(Üç şey imanın lezzetini artırır: Allah ve Resulünü her şeyden çok sevmek, kendisini sevmeyen müslümanı Allah rızası için sevmek ve Allah’ın düşmanlarını sevmemek.) [Taberani]
(İmanın en sağlam temeli ve en kuvvetli alameti, hubb-i fillah, buğd-i fillahtır.) [Ebu Davud] (Buğz, sevmemek, düşmanlık demektir. Buğd-i fillah, Allah için sevmemek, Allah için düşmanlık etmek demektir. Zıddı olan Hubb-i fillah, Allah için sevmek, Allah için dost olmak demektir.)
(Allah’ın düşmanlarını düşman bilmeyen, hakiki iman etmiş olmaz.) [İ. Ahmed]
Sual: Çok günah işliyor, pişman oluyorum. Kendi kendime acaba ben imansız mıyım diyorum. İmanlı olduğumu gösteren net bir ölçü yok mu?
CEVAP
Namaz kılmak, kişinin imanlı olduğunun kesin alametidir. Şu hadis-i şerif de, iman için bir ölçüdür: (İyilik edince sevinen, günah işleyince üzülen gerçek mümindir.) [Tirmizi, Hâkim]
Daha sonra, işlediği günaha üzülmek de, iman alametidir.
İman alameti
Sual: Bir kimsenin imanlı olduğunu nasıl biliriz?
CEVAP
Sadece yüzüne bakmakla anlaşılmaz.
Namaz kılıyorsa, imanlı olduğu anlaşılır. Allah’tan korkup, bir günahı bırakmışsa, bu da iman alametidir. Yahut günah işleyince üzülmüşse, bu da imanlı olduğunu gösterir.
Müslümanları seviyor, din düşmanlarını, sevmiyorsa bu da iman alametidir.
Allahü teâlâya sevgisi varsa, bu da imanlı olduğunu gösterir. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Kalbde iman demek, Allah’ı sevmek demektir.) [Deylemi]
Ehl-i Sünnet Kasidesi
Ehl-i sünnet itikadı, sana önce, lazım olan,
Yetmişüç fırka var, amma, Cehennemlik geri kalan,
Müslümanlar, hep sünnidir; cümlenin reisi Numan.
Cennet ile müjdelendi; imanda bunlara uyan.
İtikadı sağlam edip; sonra İslamiyet'e bağlan!
İslamın beş şartını yap; haramlardan sakın heman!
Bir günahı işler isen, tevbe et, kaçırma zaman!
Kim ki uymaz İslam'a, bir gün olur, elbet pişman.
Dinsize sakın aldanma, mahv olursun sen de, aman!
Tatlı söze inanırsan; olur sonra, halin yaman!
İki yüzlüler çoğaldı: dışı melek, içi yılan,
Tuzağa düşürmek için; dost görünür, hem de candan.
Herkes kendin haklı sanır: Kötü der, bana uymayan.
İslamiyet terazidir, odur haklıyı ayıran!
İslam'a uymayan bil ki; doğru yoldan sapık insan.
Bu söze inanır elbet: Tarihi iyi anlayan.
Neden doktora koşuyor; herhangi bir yeri ağran?
Çünkü, ölmek sevmez kimse; her şeyden daha tatlı, can.
Sonsuz yaşamak arzusu; bende yoktur, var mı diyen?
Ölmek, yok olmak değildir; kabir hayatına inan!
Cennet sonsuz, Cehennem de; haber verdi, bunu Kur’an,
Sonsuz dertten sakınmalı; hatta, olsa da, bi güman,
Buna inanmayan da var; yarasa kaçar ziyadan.
Karga çöplükten tad alır; bülbüldür, gülü arayan.
İslamı elbet sevemez, nefse, keyfe düşkün olan.
Bu ikisi, bir olur mu? Ayrıdır iyi, fenadan!
Müslümanlar, hakkı tanır, her mahluka eyler ihsan,
İmansızlar, yılan gibi; lezzet alır can yakmaktan.
Aman ya Rabbi elaman; ne müşkilmiş ahir zaman,
Din bilgisi unutuldu; pek azaldı namaz kılan,
Mason olanlar, sinsice; dini yıkmakta her yandan,
Komünistlerde işkence; Müslümana ölüm, zından.
Bugünkü şaşkın halleri, eylemişti, Resul beyan.
Demişti: (Bir gün gelecek; garib olur, bana uyan.
Her evde, çalgı çalınır; işitilmez olur ezan,
Âlim bulunmaz bir yerde, cahillere kalır meydan!
Müminler, olur zavallı; kafirler, sanki Süleyman,
Kadına uyar her erkek; olur evde hakim, zenan,
Yüksek binalar yapılır; kelb dişi gibi apartman.
Yolculuk süratli olur; uzaklık kalkar aradan.
Zeka, çok şey bulursa da; gaflet, gitmez insanlardan.)
Birgivi kitapta yazdı, eyledi çok hadis beyan:
Kıyamet alametleri, çıkar, birbiri ardından,
Alametlerin meşhuru, sarhoş olur; pek çok kesan.
Âlim diye tanıtılır, dinden haberi olmayan.
Zâlime ikram olunur, kurtulmak için beladan.
Hayasızlık pek çoğalır, deyyuslara kalır meydan,
İnsanların en alçağı, Moskova’da okur ferman.
Herkes kendin âlim sanır, Müslümana denir nadan.
Doğru konuşan azalır, yalancı söyler durmadan.
Çok medh edilen kimsede, bir zerre bulunmaz iman,
Erkekler de kadın gibi, ipek giyer, sıkılmadan.
Gına, zina sanat olup, kız yerine geçer oğlan.
Kadınlar dar libas giyer, hep açılır baldır, gerdan.
Fitne kaplar her tarafı, adam öldürülür yoktan.
Bidat yayılır her yere, kalmaz sünnetlere uyan.
Deccal gibi vicdansızlar, uydururlar binbir yalan,
Bir kimse doğru söylerse, saldırırlar her taraftan.
Erkekler dinini bilmez, taşkınlık eder çok nisvan,
Emir-i maruf unutulur, fısk emir eder şaklaban.
İslamiyet kötülenir, haram işlenir her yandan.
Müslümanlık lafda kalır, ses için dinlenir Kur’an.
Mümine gerici denir, kayrılır mürtet olan.
Bunların hepsi muhakkak, olur kıyamet kopmadan.
Büyük alamet Deccaldir, çıkacağı yer, Horasan.
Sonra, Şam’daki Camie İsa inecek semadan.
Bir hadisde buyuruldu, (Kızım Fatıma evladından,
Babası Abdüllah olan, Mehdi adında bir civan.
Çıkıp dine kuvvet verir, cihana yayılır iman,
İsa aleyhisselamla, birleşerek ol pehlivan.
Deccalı da öldürürler, dünya dolar adl-ü eman.
Yecüc Mecüc adındaki, kavim çıkar sed ardından.
Sayısı milyonlarcadır, her tarafda dökerler kan.
Dabbet-ül-erd çıkar sonra, Mekke’de Safa altından.
Dağ kadar bir hayvandır, ayırır iyiyi fenadan.
Daha sonraki alamet, güneş, doğacaktır garbdan.
Kafirler bunu görünce, imana gelecek ceman,
Fakat, kabul olmaz artık, doğru yola gelen mihman.
Alametlerin biri de, Aden’den çıkan bir duhan.
Kâ’beyi yıkacak hem de habeş renkli birkaç yaban,
Yer yüzünde kalmayacak, büyük nimet olan Kur’an.
Müslümanlar hep ölecek, yaşayacak Ehli tuğyan.
Her kötülüğü yapacak, insan adlı canaveran,
Lakin Hicazdan bir ateş, verip herkese heyecan.
Şaşkın, azgın dolaşırken, kıyamet kopar na-gehan.
Daha neler olur, amma söyleyemez onu, lisan.)
Ne hazindir, ne yazıktır; Mabud oldu, falan filan,
İlahi, sen korumazsan, olur hep sonumuz giryan.
Bu irtidad modasında; işimiz suç, günah, isyan.
İnsanlar, yolu şaşırdı; gemisin kurtaran kaptan!
Etrafımın zulmetinden, beni de kapladı nisyan.
Ömür geçti, pek süratle, uyan gönül, artık uyan!
Hep, bu dünyaya çalıştın; ahiretin oldu ziyan.
Düştün bedenin peşine, kalbini eyledin viran.
Akla, ilme hiç uymadın; nefis oldu, sana kumandan,
Geçti gençlik, hep gafletle; dünya hırsındasın elan.
Nasihat hiç dinlemedin; yoldan çıktın, sanki sekran.
Bir hadisde buyurdu ki (Rabbe mahbubdur, çalışan!)
Ruhu da, düşünmek lazım; hep bedeni besler, hayvan!
Bu bedenin sağlamlığı; geçer, sanki ab-ı revan!
Evet, beden lazım, Çünkü; odur, ruhumuz taşıyan.
Her birin korumak gerek, böyle olmalı, Müslüman!
Nebiyyullah, boş durdu mu? İyi düşün, eyle izan!
Eshabın hepsi olmuştu; sulhda üstad, harpte arslan.
Bunları bildiğim halde, nefse uydum, halim lerzan.
Günahlardan sakınmadım; böyle mi olurdu şükran?
Hilmi ümidini kesme, Rabbinin ismidir, Rahman!
İlahi imdad et bize; etrafımız sarmış düşman!
Kitab, gazete, film, radyo; olmuş hepsi birer şeytan.
Bunlar doğruyu gösterse; olur idi, hepsi burhan.
Bilgi, fen kaynakları da; niye aceb, böyle husran?
Yeni fizik, modern kimya seni gösteriyor, her an!
Her zerre diyor, Allah var; atomdan ta be asüman!
Fakat, bunları gören yok; kalplerden silinmiş irfan.
Hakka inad edenlere; olur dünya elbet zindan!
Avrupa, Amerika hem; Asya’da da, niçin buhran?
Çünkü, Hakkı görmüyorlar; kafalarını sarmış duman,
Maddede yükselmiş amma; haberi yok insanlıktan!
Rahat, huzur beklenir mi komünizm ve masonluktan?
Seadete kavuşamaz; İslamlıktan uzaklaşan!
Moskova radyosu her gün; dine çattı, bu Ramazan.
Çok alçakça, pek namerdce; İslam'a eyledi bühtan.
Küfür, devam ederse de; zâlimler kalkar aradan,
Zâlime imhal ederim; ihmalim yok! dedi Yezdan.
Müslümanlar üzülmesin; Kuranı hıfz eder Deyyan!
Tarihde hep böyle oldu; küfürde geldi, Peygamberan,
Dünyayı zulmet basınca; doğar idi şems-i taban,
Şimdi de hidayet şemsi; doğacak, Anadoludan!
Hidayete ermek için; Habibullah, verdi imkan!
Habib ne demek? Düşünse; kemalini anlar, insan.
Ya Rab! büyük nebidir O; köleleri, olur sultan!
Bir kalbe sevgisi dolsa; eder envar, ondan feyzan.
Niye görünmüyor o şems? Ama olmuş, bütün cihan,
Sonsuz nimet, büyük şeref; Onu sevmekte, bi güman.
Onun sevgisine vallah; malım, canım olsun kurban!
Şekerin tadını bilmez; ağzına koymayan bir an.
Günahkârım, yüzüm kara; fakat kalbim, aşkla leman.
Aşkile pek çok yaş döktüm; şahiddir, hak-i Erzincan!
Bu sevgi, cürme son verdi; halim oldu, nale figan.
Bilinmez son nefes, amma; seadete budur nişan!
Nimet, Onu sevmek imiş; oldu bana şimdi ıyan!
Habibin yanında olsun; bu aşkı bizlere sunan!
----------------
mehmet oruç yazıları
30.03.2012
BİZ EHL-İ SÜNNET
1. Yüce dinimizin hüküm ve bilgi kaynakları olarak Edille-i Erbaa'yı (Dört delili), yani Kur'ân'ı, Sünnet'i, icmâ-i ümmeti ve kıyas-ı fukahayı kabul ederiz.
2. Dini öğrenmekte, anlamakta ve uygulamakta Selef-i Sâlihîn hazeratına bağlıyız. (Selefîlere değil!)
3. Din eğitiminde, dinin doğru şekilde anlaşılmasında ve anlatılmasında Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda olan icazetli ulemâya ve fukahaya tabiyiz. Onları Resûl-i Kibriya (Salat ve selâm olsun O'na) efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olarak görürüz ve kendilerine itaat ederiz.
4. Dini anlamak, bilmek, öğrenmek, uygulamak konusunda iyi bilenleri taklid ederiz; cahil veya yetersiz olanların kendi kafalarına göre hareket etmelerini doğru bulmayız.
5. Dinimizin hayata uygulanmasında fıkha ve dört doğru fıkıh mezhebine bağlıyız.
6. Bu dört hak mezhepten hangisine bağlı isek onu bütünüyle uygularız. (Bazı istisnaî zaruret halleri dışında...) Telfik-i mezahibi, yani mezheplerin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını kabul etmeyiz.
7.Kur'ân-ı Azimüşşanı dinin ana kaynağı olarak kabul ederiz ama yeterli ilmi olmayanların onu kendi re'ylerine, hevalarına ve heveslerine göre yorumlamalarını ve ondan hüküm çıkartmalarını kabul etmeyiz. Böyle bir şeyi Kitabullaha yapılmış en büyük saygısızlık ve laubalilik olarak kabul ederiz.
8.Kur'ân'ın Sünnet ve sahih hadîsler olmadan doğru yorumlanacağını kabul etmeyiz.
9.Buharî'nin Sahih'ini, Allah'ın kitabından sonra kitapların en doğrusu olarak kabul ederiz.
10. Kütüb-i Sitte'nin geri kalan beş kitabını da din, fıkıh, hikmet kaynağı olarak kabul ederiz.
11. Kütüb-i Sitte dışındaki muteber hadîs kitaplarını da din kaynağı olarak kabul ederiz.
12. Dini anlamak, öğrenmek, uygulamak konusunda İslâm'ın Cadde-i Kübrasında yürürüz. Dar sokaklara, çıkmazlara, patikalara sapmayız.
13. Ümmet arasında ihtilâf ve tefrika çıktığında Sevad-ı Azam dairesi içinde oluruz. (Büyük karaltı, büyük topluluk)
14. İtikad konusunda temel prensibimiz "Allah'ın kemal sıfatlarla sıfatlı olduğu ve noksan sıfatlardan, insanlara benzer uzuvlara sahip olmaktan münezzeh olduğu"dur.
16. Dini; zamana, insanlara, toplumlara, medeniyetlere, kültürlere uydurmak ve ayarlamak için reform, değişiklik, yenilik yapılmasını asla kabul etmeyiz.
17. Gerçek din âlimlerinin, gerçek fukahanın, gerçek müfessirlerin, gerçek muhaddislerin İslâm medreselerinde yetişeceğini biliriz.
18. Gerçek ulemâ ve fukahanın mutlaka icazetli olması gerektiğini biliriz.
19.İslâm'ın ahlâk boyutu olduğunu iyi biliriz.
20. Çağların (karnların) en hayırlısının Asr-ı Saadet, ikinci olarak Tâbiîn, ondan sonra Tebe-i Tâbiîn olduğuna inanır ve kabul ederiz.
21. Peygamberimizin BÜTÜN Ashabının din konusunda, Kur'ân'ı ve Sünneti bildirmek, nakl etmek ve öğretmek konusunda âdil olduklarını, İslâm'a ve Ümmet'e hıyanet etmediklerine inanırız.
22. Hulefa-i Râşidîn'in insanların en hayırlıları olduğunu kabul ederiz ve onlardan hiçbirini kötülemeyiz.
23. Ashab arasındaki ihtilâfları ve savaşları ictihad meselesi olarak kabul eder ve ictihadında yanılmış olabilen Ashabı dışlamayız ve kötülemeyiz. Bu işin içyüzünü ve hallini Yüce Rabbimize havale ederiz.
24. Ehl-i Beyt efendilerimizi tutarız, severiz, onlara saygısızlık etmeyiz.
25. Allah'ın her asırda bu dini güçlendirmek ve tecdid etmek için mübarek bir müceddid yaratacağını, Peygamberimizin meşhur hadîsine dayanarak biliriz.
26. Ahir zamanda Ehl-i Beyt'ten Mehdi'nin çıkacağına, İsa aleyhisselâmın nüzul edeceğine inanırız.
27. Kıyamet'e kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab çıkacağını biliriz.
28. Zamanındaki İmam'a (Din önderine) biat etmeden ölen kimsenin sanki cahiliyet ölümü ile öleceğini biliriz.
29. Salih veya fasık (fıskı ve bid'ati kendisini küfre götürmemek şartıyla) her imamın ardında namaz kılarız.
30. Ehl-i Tevhidi ve Ehl-i Kıbleyi tekfir etmeyiz.
31. Peygamberimizi en büyük ve en güzel örnek ve model olarak kabul ederiz.
32. Allah ile işlerimizde ihlâsı, yaratıkları ile olan muamelelerimizde adaleti esas kabul ederiz.
33. Bid'at fırkalarının, Ehl-i Sünnete ters düşen, aykırı olan, onunla uyuşmayan BÜTÜN inanç, görüş ve hükümlerinin yanlış olduğuna, bu konularda Ehl-i Sünnet'in doğru olduğuna inanırız.
2 Ekim 2007 Salı
Ehli sünnet yolunun esasları
Ehli sünnet vel cemaat yolu; Peygamber efendimiz ve onun Eshabının yolu. İslamda, Cennete götüren orta yol, ana cadde. Bunun dışındakiler, ana caddeden ayrılmış çıkmaz sokak. Bu yolun reisi, kurucusu İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İslâm âleminde Eshâb-ı kiramdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta gelenlerinden.
Hicri ikinci asrın ortalarına doğru, Dehriyyun denilen dinsizler ve Mutezile, Cebriye, Harici gibi İslamın ana caddesinden ayrılmış akımlar, bozuk düşünceleri ile İslama büyük zararlar vermeye başlayınca, İmam-ı a’zam hazretleri Ehli sünnetin esaslarını toparlayıp ortaya koydu. Bu büyük imamın yaptığı yeni dini kurallar koymak değil, zaten mevcut olan bu esasları sistemleştirmek, yeni usuller, kaideler koyarak diğer akımlardan ayırmak. Ehli sünnet yolunu daha kolay, daha anlaşılır hale getirmek. Böylece, Müslümanların Peygamberimiz ve Eshabının yolundan ayrılmalarına mani olmak.
Müslümanların rehberi
İslam âlimleri, İmam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu, yani inancını, yaşayışını (Ehl-i sünnet i’tikâdı) adı altında bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı a’zam hazretleri 12 madde halinde sıraladığı Ehli sünnet yolunun esaslarını vasiyet olarak şöyle bildirdi:
“Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefaatine nail olasınız.
1- Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrâr etmek, değildir. Eğer dil ile ikrâr, yalnız başına îmân olsaydı, münâfıklar da mü’min olurdu. Sadece bilmek de îmân olmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, Yahûdiler de, Hıristiyanlar da mü’min olurdu.
Îmânda çoğalma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması, küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânın azalması ile olması gerekir. Bir kimseye bir anda hem mü’min ve hem kâfir nasıl denilebilir. İmânda şüphe caiz değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde: “İşte onlar hak mü’minlerdir; işte diğerleri de tam kâfirlerdir” buyuruyor. Peygamber efendimizin tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i kıble) ümmeti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır.
Amel de îmândan cüz değil, ayrıdır. Çünkü amel bazı vakitlerde emir olunmuş, bazı vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifas hâlinde olan kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi, oruçlarını kaza eder. İmânı kaza ederler denemez.
Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır. Eğer birisi, hayır ve şerrin, kötülüğün takdîrini Allahü teâlâdan başkasından bilirse, müşrik olur.
Ameller üç kısım
2- Ameller üç kısımdır: Farz, Fazîlet, Günah.
Farz, Allahü teâlânın emri, rızası, takdiri ve yaratması ile olur.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, beğenmesi, rızâsı ve yaratması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın beğenmesi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin O’nun yaratması iledir. Bununla muâheze olunur; hesaba çekilir. Çünkü kulun fiili ile, kendi isteği iledir.
3. Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma manâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût sıfatları gibi) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde, bir vâsıta ile değil, mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların O’na ihtiyaçları sebebi ile, Kur’ân’ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Ma’nâsı, bu sayılan şeylerde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur. (Devamı yarın)
5. Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hazreti Ebû Bekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı’a sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmelerinde; “İşte onlar Sâbikûndur, onlar mukarreblerdir” buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni, en üstünüdür. Onları seven her mü’min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6. Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7. Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm sûresi kırkıncı âyetinde; “Sizi yaratan, rızık veren, sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır” buyuruyor. Helâlden mal, para kazanmak helâl, haramdan kazanmak ise haramdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü’minler; biri küfründe ısrar üzere olan kâfirler, üçüncüsü de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü’mine amel ve ibâdeti, kâfire imânı, münâfığa ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekâra sûresi yirmibirinci âyetinde: “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz.” Başka bir âyette, “Ey mü’minler! Tâat ve ibadet ediniz” ve “Ey kâfirler! îmân ediniz, ey münâfıklar ihlâs üzere olunuz” buyuruyor.
8. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir. Kur’an-ı kerimde, “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız” buyuruldu.
9. Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, yanî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. Çünkü bu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek’atli farzları iki rek’at kılmak ve oruç tutmak, Kur’ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;: “Seferi olduğunuz zaman, namazı iki rek’at kılmakla, sizden zorluk kaldırıldı” ve bir başka âyet-i kerîmede de, “Sizden biriniz hasta olursanız, yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun” buyurur.
10. Allahü teâlâ kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; “Bununla beraber, işledikleri her şey defterlerindedir” buyuruyor. (Yaptıkları her şeyden hesaba çekileceklerdir)
11. Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de; “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: “Bugün senin hesabın için amel defterini okuman kâfidir” buyuruldu.
12. Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün (hesab günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ; “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de: “Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir” buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede: “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur.
Şefaat haktır!
Muhammed Mustafâ’nın (aleyhisselam) şefaati haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefaat edecektir. Hazreti Âişe, Hadîce-i Kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir.
Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekâra sûresi 82. A’râf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır” buyurdu. Kâfirler için de “İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” ( Bekara-39) buyurmaktadır.
İmâm-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin Ehli sünnet yolunun esaslarını bildiren vasiyeti budur. Bu i’tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
25 Mayıs 2010 Salı
Ehl-i sünnetin esasları -1-
İslamın özü, esası Ehl-i sünnet itikadıdır. Son yıllarda sistemli bir şekilde İslamın özünde tahribat yapılmaktadır. Bunu yapanlar Ehl-i sünnet adı altında yapmaktadırlar. Bu sebepten dolayı, gerçeği ile taklidini ayırt edebilmek için Ehl-i sünnetin ne olduğunun bilinmesi lazımdır.
Hanefi mezhebi âlimlerinin meşhurlarından Hakîm-i Semerkandî (ö.953) “Es-Sevâd-ül-a’zam” aynı eserinde; bir insanın “Ehl-i sünnet vel cemâat”ten olabilmesi için, altmış bir temel esâsı bildirmektedir. Bu temel esaslardan ba’zıları şunlardır:
İMANDA ŞÜPHE OLMAZ!
* Îmânda şüphe olmaz. Mü’min, imânında şüpheye yer vermez. Çünkü Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allaha ve Peygamberine îmân etmişlerdir, sonra îmânlarında şüpheye düşmemişlerdir.” (Hucûrât-15)
* Günahkâr olan mü’mine, günaha helâl demedikçe kâfir denilemez. Meselâ, bir Müslüman yüz bin cana kıysa, yüz bin küp şarap içse ve bu günahlara helâl demedikçe yine mü’mindir. Bir Müslümana kâfir diyenin, kendisi kâfir olur.
* Hayır ve şer Allahü teâlânın takdîriyle meydana gelir. Hazreti Cebrâil, Peygamber Efedimize îmânın ne olduğunu sorduğunda, imânın altı temel esâsını açıklamış ve sonunda şöyle buyurmuştur: “Îmânın altıncı şartı da, kadere, hayır ve şerrin Allahü teâlâdan olduğuna inanmaktır.”
Mü’min bilmelidir ki, hiçbir şey ilâhi kaza dışında meydana gelemez ve kul Allahü teâlânın kazasının önüne geçemez. Allahü teâlânın kazasını inkâr ve reddetmek de küfürdür.
* Allahü teâlânın kelâmı olan Kur’ân-ı kerîm mahlûk değildir. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen küfre girer.
* Kabir azâbı haktır. Kabir hayatının varlığını Peygamber Efendimiz şöyle açıklıyor: “Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya ateş çukurlarından bir çukurdur.”
* Peygamber Efendimizin şefaati haktır. Peygamber Efendimiz, “Şefaatim, ümmetimden günahı büyük olanlaradır” buyurdu. Şefaati inkâr eden sapık yoldadır.
* Mi’raç haktır. Peygamber Efendimizin mi’râcı, göklere yükselip Arş’a varması haktır. Kur’ân-ı kerîmin Necm: 2-18 ayetlerinde mi’râcın hak olduğu bildirilmektidir.
* Kıyamette hesaba çekilmek haktır. Bir mü’minin, kıyâmet günü hesaba çekileceğine inanması şarttır. Bunu inkâra kalkışan, İslâmiyyetten ayrılmış olur.
* Bir mü’min, Peygamber Efendimizden sonra gerek Sahâbîler, gerek ümmet içinde sırasıyla Hz. Ebû Bekr, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’den daha üstün kimsenin olmadığına ve bunların Allah’ın Resûlünün halîfeleri olduğuna inanmak.
* Peygamberlerin dereceleri, velilerin mertebelerinden üstündür. Aksini söyleyen doğru yoldan ayrılmıştır. Çünkü veliler yüksek derecelere, ancak Allahü teâlâya ve Resûlüne üstün bir itaat göstermekle yükselebilirler.
EVLİYANIN KERAMETİ HAKTIR
* Evliyânın kerâmetine inanmak lâzımdır. Evliyânın kerâmetine inanmayan, bid’at sahibi sapık olur.
* İmân, Allahü teâlânın vahdaniyyetine ve Hazreti Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna kalb ile inanmak, dil ile söylemektir. Dili ile söyleyip, kalbi ile bu birliği ikrâra yanaşmayan münâfıktır. İkiyüzlüdür. Îmân, dil ile ikrâr, kalb ile tasdiktir.
* Allahü teâlâ hiçbir varlığa benzemez. Çünkü Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “O göklerin ve yerin yaratıcısıdır. Size kendi cinsinizden çiftler yaratmıştır. O’nun misli gibi O’na benzer hiçbir şey yoktur. O, Semidir. Bütün söylenenleri işitir. Basîrdir; bütün yapılanları görür.” (Şûrâ-11). İhlâs sûresinde ise Allahü teâlâ meâlen şöyle buyuruyor: “De ki; O, Allahdır, tektir, eşi ortağı yoktur. Allah Samed’dir; her yaratığın muhtaç bulunduğu eksiksiz bir varlıktır. Doğurmadı ve doğurulmadı da. Hiçbir şey de O’na denk olmamıştır.”
* Ölümden sonra dirilmek haktır. Diriliş gününü inkâr eden İslâmiyetin îmân esâsını kabûl etmemiş olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Sizi (babanız Âdem’i), o arzdan (topraktan) yarattık. Yine ölümünüzden sonra, sizi ona döndüreceğiz. Hem de ondan sizi, başka bir defa daha, çürümüş ve dağılmış bedenlerinizi toplayıp rûhlarınızı iade ederek çıkaracağız.” (Tâhâ-55).
* İmânla amel ayrı ayrı şeylerdir. Her Peygamberin kendine has bir şeriati, bir yolu vardır. Fakat hiçbirinin îmânı ötekinden farklı değildir. Bir inançsız bütün hayır ve tâatleri yapsa Müslüman olamaz, çünkü îmân amelden önce gelir.
* Kabir suali haktır. Bunu inkâr eden Ehl-i sünnet i’tikâdından ayrılmış olur. Peygamber Efendimiz Hz. Ali’nin de bulunduğu bir toplulukta Hz. Ömer’e buyurdu ki: “Yâ Ömer! Ölünce seni dar bir mezara koyarlar. Münker ve Nekir gelir. Gözleri şimşek çakar, sesleri gök gürültüsü gibidir. O zaman ne yapacaksın?” Hz. Ömer suâl etti ki: “Yâ Resûlallah, o zaman, şimdiki gibi aklım başımda olur mu?” “Evet yâ Ömer“ diye buyurduklarında Hz. Ömer, “Öyleyse korkmam. Allah’ın izniyle onlara gereken cevâbı veririm” dedi.
MÜSLÜMAN OLMAYAN
EBEDİ CEHENNEMDE
* Dünyadaki insanlar beş kısımdır. Bunlar; müşrik, münâfık, günah işlemeyen mü’min, günah işleyip hemen arkasından tövbe eden Müslüman ve tövbede ısrar etmeyen günahkâr Müslümandır. Müşrik (Hristiyanlar, Yahudiler ve diğer Müslüman olmayan herkes) veya münâfık (Müslüman görünen) olarak ölen, Cehenneme girer ve orada ebediyyen kalır. Günahsız veya tövbe etmiş olarak vefât eden mü’min, Cennete girer ve orada ebedî kalır. Günahkâr mü’minlere ise, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse lütfuyla Cennete sokar.
* Bir Müslüman kul hakkı ile ilgili şunu iyi bilmelidir: Üzerinde kul hakkı olan bir kimse, hakkı bulunan kimseleri hoşnut kılmadan ve helâlleşmeden vefât ederse, âhiret gününde, Allahü teâlâ onun iyiliklerinden hak sahiblerine alacakları kadar verir.
* Sırat köprüsü haktır. Peygamber Efendimiz bir hadîs-i şerîfte buyuruyorlar ki: “Cenâb-ı Hak, Cehennem üzerinde kıldan ince, kılıçtan keskin, geceden karanlık, yedi geçitli bir köprü yaratmıştır. Her geçit; bini çıkış, bini iniş, bini de düz olmak üzere, yaya yürüyüşüyle üç bin yıllık yoldur. Her geçitte kul hesaba çekilir. Birinci geçitte îmândan, ikinci geçitte namazdan, üçüncü geçitte zekâttan, dördüncüde oruçtan, beşincide hacdan, altıncıda abdest ve gusülden, yedincide ana-baba hakkından ve kul hakkından sorulur. Bunlara cevap verirse, şimşekten hızlı geçer ve Cennete girer. Cevap veremezse Cehenneme düşer.”
* Mü’min kişinin, Allahü teâlânın dilediğini yaptığını ve yapacağını bilmesi gerekir. Hüküm O’nundur. Kimse O’na hükmedemez. İstediğine karar veren O’dur.
* Îmân eden kimse, Allahü teâlânın bizatihi alîm ve kadir olduğunu, ilim ve kudret sahibi bulunduğunu bilmelidir.
* Müslüman, son nefesini nasıl vereceği endişesiyle Allahü teâlâdan korkmalıdır. Çünkü hiçbir kimse, imânla mı, yoksa imansız olarak mı gideceğini bilemez. Son nefes korkusunu hissetmek, bütün mü’minlere farzdır. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey îmân edenler! Allahtan korkun ve herkes, yarın için önden ne göndermiş olduğuna baksın. Allahtan korkun, çünkü Allah bütün yaptıklarınızdan haberdârdır.” (Haşr-18).
ALLAHTAN ÜMİT KESİLMEZ
* Müslüman pekçok günah işlese de, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesmemelidir. Çünkü, Allahü teâlânın rahmetinden ümidini kesen imansız olur. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Allah’ın lütfundan ümidinizi kesmeyiniz! Çünkü Allahın lütfundan ancak kâfirler topluluğu ümidini keser.” (Yûsuf-87)
Müslüman bir kimse, zinâ yapsa, namaz kılmasa, oruç tutmasa ve birçok günah işlese, İslâmiyeti inkâr etmediği sürece kesinlikle mü’min sayılır. Bu işlediği günahlardan tövbe ederse, Allahü teâlâ tövbesine karşılık verir. Tövbe etmeden ölürse, Allahü teâlâ dilerse adâletiyle azâb eder, dilerse rahmetiyle Cennete sokar.
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen şöyle buyuruyor: “Ey günah işlemekle nefslerine karşı haddîni aşmış kullarım! Allahın rahmetinden ümidi kesmeyiniz. Çünkü Allah, şirk ve küfürden başka, dilediği kimselerden bütün günahları mağfiret buyurur. Şüphesiz ki, O, Gafûrdur; çok bağışlayıcıdır. Rahimdir, çok merhametlidir.” (Zümer 53)
İmâm-ı a’zâm hazretlerine göre, îmân iki temel üzeredir. Kalb ile tasdîk, dil ile ikrârdır. Tasdik en büyük temeldir. İkrâr bu tasdîkin varlığını isbâtlayan bir delîldir. Îmân kesinlikle, ziyâde ve noksanlığı kabûl etmez.
2 Haziran 2009 Salı
Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik sempozyumu
Mayıs ayının son haftasında (22-24 Mayıs), İstanbul İlahiyat Fakültesi ile İSAV’ın (İslami İlimler Araştırma Vakfı) ortaklaşa düzenlediği uluslararası, “Büyük Türk Bilgini Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik“ sempozyumuna katıldım. (Aynı günlerde Ankara’da da, “Ehl-i Sünnet Mezheplerinin Doğuşu ve İmam-ı Azam’ın İslam Fıkhı’na Hizmetleri” sempozyumu yapıldı.)
Sempozyumda çok güzel şeyler dinledik. Neler mi, kısaca özetlemeye çalışayım...
İmam-ı Mâtürîdî’nin büyüklüğünden, geniş ilminden, bildirdiği kaidelerin gerçek İslamı, Ehli sünneti temsil ettiğinden, ilk asırdaki Müslümanların iman ve amel anlayışında farklı yolların ortaya çıktığı, Haricilik, Selefiyye, Şia, Mutezile ve Cebriye gibi, yanlış düşünceleri ve siyasi eğilimleri temsil eden ekollerin boy gösterdiği bir zamanda, İmam-ı Mâtürîdî’nin ortaya çıkarak, koyduğu kaidelerle İslam âlemini kargaşadan, dağınıklıktan kurtardığından bahsedildi.
HOŞGÖRÜ VE HUZURUN KAYNAĞI
İmam-ı Mâtürîdî’ye bağlı olarak, hocası
İmam-ı azam Ebu Hanefi’den, kurduğu Hanefi mezhebinden, Mâtürîdîliğin İmam-ı a’zamın Fıkhı Ekber adlı eseri üzerine bina edildiğinden, itikatta Mâtürîdîliğin ve amelde Hanefi mezhebinin İslam âleminin dörte üçünü teşkil ettiğinden, bunun için geçmişte, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında İslam âleminde hoşgörü, huzur ve sükun bulunduğundan, günümüzde, İslam âlemindeki terörün altında, İslam âleminin bu yoldan sapmasının yattığından bahsedildi...
Bu tespitlere kim ne diyebilir? Sadece teşekkür edilir. Fakat konuşmalar beni çok şaşırttı! Çünkü, bu camiadan beklenmeyen, şimdiye kadar pek işitmediğimiz tespitler. İlahiyat camiasında, akademisyenlerin çoğu kafalarından mezhepleri çoktan sildiler. Her biri doğrudan içtihad eden, kendilerini müçtehid sanan kimseler.
Bu şaşkınlığımı, toplantıyı takip eden değerli meslektaşım Ali Eren’e açtım. “Ne kadar samimiler gel bir test edelim” dedi. Baktık, “Hocaların hocası” diye anılan, sempozyuma tebliğ sunan, kıdemlı bir ilahiyat profesörü ayakta birisi ile konuşuyor. Yanına vardık, hal hatırdan sonra Ali Bey sordu: “Hocam, daha önce filan ilahiyat profesörü ince çorap üzerine meshin caiz olduğunu söylemişti, bu konuda siz ne dersiniz?” Hoca, “Evet, ben de onun gibi düşünüyorum, ince çorap üzerine mesh ediyorum. Sadece ben değil falan falan da böyle yapıyor” diye sıraladı.
Bunun üzerine Ali Bey, “Ama hocam Hanefi mezhebinin temel kitapları olan şu şu kitaplardan bunun mümkün olmadığını anlıyoruz” deyince, anlı şanlı Prof. “Mezhepler beni bağlamaz, bu Ebu Hanife’nin görüşü, beni ilgilendirmez, ben Ebu Hanife’nin sözü ile değil hadis-i şerif ile amel ederim. Bahsettiğiniz kitaplar ilmihal mesabesinde kitaplardır, asırlar öncesini temsil eder, günümüzde geçerliliklerini kaybetmişlerdir. Zaten bu kitaplar Müslümanları geri bıraktı. İbadet konusunda hassas olmak lazım, hadis-i şerife göre amel etmek lazım” deyince Ali Bey, “Peki hocam İmam-ı azam hazretleri bu konuda sizden daha mı az hassastı, siz ondan daha hassas olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?” deyince hemen konuyu değiştirdi...
Bu arada benim, “Hıristiyanların, Yahudilerin de Cennete gideceği konusunda siz ne dersiniz?” soruma, “Resulullaha inanmayan Cennete gidemez” dedi. Buradan anlıyoruz ki, mezhepler konusunda olduğu gibi, bu konuda ilahiyatçılar arasında daha ittifak sağlanamamış!
İSLAMI YAŞAMAK VE YAŞATMAK
Peki, mezheplere inanmadıkları halde, bunları gündeme getirip, övmelerinin sebebi ne olabilir? Konuşmalar arasındaki şifre cümlelerden benim anladığım şu: İslam âlemindeki terörü, yukarıda isimleri geçen ekollerin, “amel imandan bir parçadır” yanlış inancına bağlıyorlar. Ehli sünnetin, “amel imandan bir parça değildir“ akidesini yayarak; kişi Müslüman olduğunu söylesin, gerisi bizi ilgilendirmez, ne yaparsa yapsın, düşüncesi yayılmak isteniyor. Namazsız, niyazsız, fıkıhsız, içi boşaltılmış bir Müslümanlık tipi geliştirilmeye çalışılıyor. İmam-ı Mâtürîdî hazretlerinin bildirdiği, emri maruf, herkesin İslamı yaşaması ve yaşatmaya çalışması farzdır, düsturu görmezlikten, bilmezlikten geliniyor. Çünkü bu, işlerine gelmiyor! (Yarın da, Mâtürîdîliğin esaslarını ele alalım)
03 Haziran 2009 Çarşamba
İmâm-ı Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin esasları
Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî‘dir. (Diğeri İmam-ı Eş’ari’dir) Semerkand’ın Mâtürid kasabasında doğup, 944’te Semerkand’da vefât etti.
İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe‘nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan naklederek izah ve isbât etti.
Yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek Müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır.
Peygamber efendimiz; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahtır. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.
EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDI
İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:
“Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Her şeyi, O yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da ezelidir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Mahluk değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennette görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te‘sîre ‘kesb’ denir.
Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette her şeyin yok olması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır.
KÂFİRLER EBEDİ CEHENNEMDE
Cennet, mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış; Cehennem kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.
Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed aleyhisselama îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir.
Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. (Bid’at, dine sonradan ilave edilen şey demektir.)
Mest üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez...”
Bu hususların çoğunu günümüz ilahiyatçılarının ekserisi kabul etmez. Buna rağmen, İmam-ı Matüridi ve İmam-ı a’zam Ebu Hanife sempozyumları düzenlemeleri düşündürücü değil mi?
09 Haziran 2009 Salı
“Ilımlı İslam” El Ezher’e ihale edildi!
Avustralya yerlilerinden olan Aborjinlerin ve Hindistan yerli kabilelerinin savaşlarda kullandıkları, ağaçtan yapılan çok enteresan özellikleri olan “Bumerang” isimli eğri, bir metreye yakın boyda ateşsiz bir silahları vardır. Bu, atılırken fırlatma hatası yapılırsa veya geri dönüşü olan türü kullanılırsa başlangıç noktasına gelip, atana zarar vermektedir.
Yaklaşık bir asırdan fazla bir zamandır, İslam karşıtı dış güçlerin Müslümanlara karşı kullandıkları silah, artık bumerang etkisini göstermeye başladı... Müslümanları parçalamak, birbirine düşürmek istediler. Bunu yapmak için de, “İslam” adı altında, İslamiyetle ilgisi olmayan yüzlerce akım, grup türettiler. Yine Müslümanları birbirlerine kırdırmak için sözde İslami terör örgütleri kurdular. Bu gruplar ve örgütler planlandığı gibi fitne, terör, anarşi ile İslam âlemini, yaşanmaz hale getirdiler; bazı bölgeler kan gölüne döndü.
ILIMLI İSLAM PROJESİ
Ancak, terör planlandığı gibi, sadece İslam ülkelerinde kalmadı, ahtapotun kolları, bumerang misalinde olduğu gibi geri dönüp kendisini besleyip büyütenlere de saldırmaya başladı. İşte bu sebeple “Ilımlı İslam” projesi gündeme geldi. Bu proje ile, istedikleri yöne çevirebilecekleri, siyasi maksatlarına alet edebilecekleri bir İslam anlayışı tasarlıyorlardı. Projeyi Türkiye üzerinden tatbikata sokmak istediler. Fakat ummadıkları bir tepki ile karşılaştılar. Medyanın haber ve yorumlarından anlıyoruz ki, bu projenin ihalesi Mısır El Ezher Üniversitesine kalmış. Başkan Obama’nın Mısır ziyaretinde burada konuşma yapması, üniversitenin, ılımlı İslam anlayışını anlatan ve dünyaya yayan bir TV kanalı kurması, ihalenin El Ezher’e verildiğini gösteriyor.
Yıkım, bozma konusunda El Ezher deneyimli zaten. 20. Yüzyılda, mezheplerin, fıkıh kitaplarının kaldırılıp Kur’ana yönlendirme, Kur’an-ı kerime de istedikleri manayı vererek; Cemalettin Efgani, Abduh, Şaltut, Reşit Rıza gibi kimselerle bu üniversitenin öncülüğünde İslamda reform gerçekleştirilmişti. O zamanki proje ile; İslamı bir ağaca benzetecek olursak, bütün dalları budanmıştı fakat kökü sağlamdı, şimdi yeni proje ile ağacın köküne kibrit suyu dökülerek, köksüz, cansız bir ağaç haline getirilmek isteniyor.
Bu proje kapsamında, sünniliği, Ehl-i sünneti ön plana çıkartıp, bu inancın; devlete isyan edilmez, terör, anarşi çıkarılmaz akidesini istismar etmek istiyorlar. Son yıllarda, Ehl-i sünnetin devamlı gündemde tutulması, Ehli sünnete, sünni itikada methiyeler düzmeleri bu sebepledir.
Fakat, niyetleri ne olursa olsun, Ehl-i sünneti savunmaları, Ehl-i sünneti savunmaya öncülük etmeleri bizim için bir fırsattır. Bunu iyi değerlendirip, bu vesile ile İslamın ana caddesi olan Ehl-i sünnet yolunun önemini, kıymetini ve şartlarını bildirmemiz, tanınması için çalışmamız şarttır.
EHL-İ SÜNNETİN REİSİ
Ehl-i sünnetin reisi İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan İmam-ı a’zamın talebesi olan İmam-ı Muhammed Şeybani’nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi’yi yetiştirdi. Ebu Mensur, İmam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Matüridi hazretlerinden iki asır sonra Ömer Nesefi hazretleri İmam-ı azam ve İmam-ı Matüridi hazretlerinin bildirdiklerini esas alarak, insanların kolay anlayacağı şekilde, “Akaidi Nesefi” risalesini yazdı. Daha sonra bu risale pek çok kimse tarafından şerh edildi. Akaidi Nesefi, asırlarca medreselerde ders kitabı olarak da okutulmuştur.
Ehl-i sünnet itikadının esasları
Ömer Nesefi hazretleri, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ilimlerinde ihtisas sahibi bir zattı. Zamanındaki bozuk itikatlı kimseleri susturmak ve halkın iman bilgilerini korumak için “Akaidi Nesefi” risalesini yazmıştır. Bu risalede bilmemiz, inanmamız gereken Ehl-i sünnet itikadını kısaca şöyle bildirmektedir:
“Allahü teâlâ birdir, kadîm olan Zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile sonradan var olmuştur. Sonunda yine yok olacaklardır. Akıl, ilmin bir sebebi ve vasıtasıdır. İlham, bir şeyin doğru olduğunu bilmeye yeterli sebep ve vasıta değildir.
Allahü teâlâ yarattıklarına benzemez. O, mekandan münezzehtir. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezeli sıfatları vardır. O, kendisine has ezeli bir kelam ile söyleyicidir O’nun kelamı harf ve ses cinsinden değildir. Hiçbir şey asla O’na benzemez. Hiçbir şey O’nun ilminin ve kudretinin dışında değildir.
GÜNAHLAR İMANDAN ÇIKARMAZ
Allahü teâlâ ahirette görülecektir. Kur’an-ı kerimde “O günde nice parlak gözler Rab’lerine nazar edecekler” buyurulur. (Kıyame, 22, 23). Hadis-i şerifte ise “Siz on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi mutlaka göreceksiniz” buyurulmuştur. Bu görme, mekandan, cihetten, ışıktan, mesafeden münezzeh olarak vuku bulacaktır.
Küfür, iman, tâ’at ve isyan gibi kuldan sâdır olan fiilleri yaratan Allahü teâlâdır. Kulun kendi ihtiyarında olan fiillere karşılık olmak üzere mükafat alırlar veya cezalandırılırlar. Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. Başkasının rızkını tüketemez.
Kâfirler ve bazı asi mü’minler için kabir azabının varlığı haktır. Allahın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde ehl-i tâ’at için nimetlerin bulunduğu, yine kabirde Münker ve Nekir melekleri tarafından ölüye sorular sorulacağı peygamberden bize aktrarılan delillerle sabittir.
Ba’s yani öldükten sonra yeniden dirilmek haktır. Amellerin tartılacağı terazi, havz-ı Kevser, Sırat köprüsü, Cennet ve Cehennem haktır. Cennet ve Cehennemin ne kendileri, ne de onların içinde bulunanlar yok olmayacaklar, ebedi kalacaklardır.
Büyük günah mü’min olan kimseyi imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz. Büyük günah işleyenlere peygamberlerin şefaat edebilecekleri naklî delillerle sabittir. İslâm’ın yasak ettiği bir şeyi helal saymak küfürdür. İmanda azlık çokluk olmaz. Şirkten başka, küçük ve büyük günahları Allahü teala affeder veya azab eder.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem, sonuncusu Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselamdır. Melekler, Allah’ın kullarıdır. Onun emriyle hareket ederler; erkeklik ve dişilikleri yoktur. Allahü teâlânın peygamberlerine indirdiği kitapları vardır. Allah; emirlerini, yasaklarını, vaadlerini, uyarılarını bu kitaplarda bildirmiştir.
KERAMET HAKTIR
Mirac haktır, uyanık iken ruh ve beden olarak vuku bulmuştur. Evliyânın kerametleri haktır. Bu gibi fevkalâde haller peygamberde görülürse mucize, diğer müminlerde görülürse keramet adını alır.
Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir Siddîk, sonra Hz. Ömer el-Fâruk, sonra Hz. Osman Zinnûreyn, sonra Hz. Ali Mürtezâ’dır. Halifelikleri de bu sıraya göre gerçekleşmiştir. İyi veya kötü, halifenin, devlet reisinin arkasında namaz kılınır, (ona itaat) edilir. Eshab-ı kirâmın hepsi sadece hayırla yâd edilir. Resulullahın müjdelediği on sahabenin Cennetlik olduğuna inanırız. Hiçbir veli, peygamber derecesine eremez. Hiçbir kuldan teklif ve sorumluluk sakıt olmaz.
Nassları kabul etmemek; İslâmın getirdiği haramları helal saymak, İslâm ile alay etmek küfürdür. Allahtan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından kurtulacağını düşünmek küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrulamak küfürdür. Mest üzerine, mesh edilir.
Dirilerin ölüler için yaptıkları dualar ve hayırlar kabul edilir. Allahü teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir. Deccal’ın çıkması, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün zuhuru, Hazret-i İsa’nın gökten yere inmesi, güneşin batıdan doğması gibi peygamberin haber vediği kıyamet alametleri haktır.”
16 Haziran 2009 Salı
İbâdete hakkı olan yalnız O’dur
Daha önceki haftalarda, Ehl-i sünnetin reisi, kurucusu İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinden sonra; onun bildirdiklerine bağlı kalarak zamanlarındaki bozuk fırkaların saldırılarını bertaraf etmek, Müslümanları bunların sapık itikatlarından korumak için, İmam-ı Matüridi, İmam-ı Nesefi gibi kelam âlimlerinin kitaplar, risaleler yazdıklarını bildirmiştik.
Bunlardan biri de, hadis-i şerif ile ikinci bin yılın müceddidi, yenileyicisi olarak bildirilen İmam-ı Rabbani (1563- 1624) hazretleridir. İkinci cild 67. mektubunda buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet îtikadını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre îtikadı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu îtikat üzere dâim olmayı istemelidir.
Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile var olmuş, Onun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka her şeyin var olmasına lüzûm yoktur, olsalar da olur, olmasalar da.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz.
MEKANDAN MÜNEZZEHTİR
Noksan sıfatlar, Onda yoktur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzaktır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmeyen bir kimse, Onu, Arş’ın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, âraz, hâl değildir. Sınırlı, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) yâni geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Yâni her şeyi çevirmiştir. Fakat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen her şey yanlıştır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbir şeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbir şey de Onunla birleşmez. Ona hiçbir şey hulûl etmez. O da, bir şeye hulûl etmez.
Onun benzeri, eşi yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez.
Allahü teâlânın ismleri, (Tevkîfî)dir. Yâni dinin sahibinin bildirmesine mevkûftur, bağlıdır. Dinin söylediği ismi söylemelidir. Dinin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylenmemelidir. (Allah ismi yerine, tanrı demek, caiz değildir çok günah olur.)
Kur’an-ı kerim Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir.
Biz mahlûklar, boğazımızdaki ses iplikçikleri, dil ve damağımız ile konuşuyor, arzularımızı harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir.
HERKES YAPTIĞINDAN MESULDÜR
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı âhirette görmeye inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fena şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenalardan râzı değildir, beğenmez. İnsanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sîr eder, bu te’sîre (Kesb) ismi verildi. İşte, bu tesirden dolayı suâle ve cezâya sebep olmakta, insan, sevap veya günah kazanmaktadır.
Peygamberler Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saadet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dini kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değiştirilmeyecektir. Hazreti Îsâ gökten inecek, Onun dini ile amel edecek, yâni Onun ümmeti olacaktır.
Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap ve dünyada yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terâzîde tartılması haktır, doğrudur.
GÜNAHKARLARA ŞEFAAT EDİLECEKTİR!
Orada önce Peygamberler, sonra evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan müminlere şefaat edecektir. Peygamberimiz buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim”.
Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
Suâl ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir.
Kalbinde zerre kadar îmanı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler, emrolunduklarını yaparlar. Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur.
İbâdetler, îmandan değildir. Fakat, îmanın kemâlini arttırır ve güzelleştirirler. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Müminin, büyük dahî olsa, günah işlemekle îmanı gitmez. Kâfir olmaz.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’dan sonra Müslümanların halîfesi, yâni Peygamber efendimizin vekîli ve müslümanların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn ve Ali ibni Ebî Tâlib’dir. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir.
ESHABINA DÜŞMANLIK RESULE DÜŞMANLIK!
Eshâb-ı kirâm arasındaki hadiseler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzuları ile, inat ve düşmanlık ile değildi. Peygamberimiz buyurdu ki, “Eshâbıma dil uzatmaktan sakınınız!”. Görülüyor ki, Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Kurtuluş yolu budur. Çünkü, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur.
Resulullah efendimizin, kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak batıdan doğacaktır. Hz. Mehdî çıkacak, Îsâ gökten inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. (Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacaktır. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır.
Ehl-i Sünnet Yolu
Abdulkādir el-Bağdādi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir: 1- Ehl-i bid'atın hatalarına düşmeyen kelām ālimleri, ...
www.sevde.de/Sunnet_Yolu/Ehli_sunnet.htm - Önbellek - Benzer
Ehli Sünnet ve Cemaat
Soru: Ehl-i sünnet vel cemâ'at ne demektir? Cevâb: Hadîs-i Şerîfte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si Cehenneme gider, yalnız bir fırkası kurtulur. ...
Sual: Bir kimsenin Ehl-i sünnet itikadında olup olmadığı nasıl bilinir? CEVAP: Bilinmesi çok kolaydır. Çünkü Ehl-i sünnet itikadı bellidir. Bunlara inanan Ehl-i sünnettir, inanmayan bid’at ehli veya kâfir olur. Ehl-i sünnet itikadında önemli olanlardan bazıları şunlardır:
1-Amentü’deki altı esasa inanmak. [Hayrın, şerrin ve her şeyin Allah’tan olduğuna inanmak. İnsanda irade-i cüziye vardır. İşlediği günahlardan mesuldür.]
2- Amel, imandan parça değildir. Yani ibadet etmeyen veya günah işleyen mümine kâfir denmez. [Vehhabiler, (amel imanın parçasıdır, namaz kılmayan ve haram işleyen kâfirdir) derler.]
5-Allah mekândan münezzehtir. [(Allah gökte veya Arş’ta) demek küfürdür.]
6-Ehl-i kıble tekfir edilmez. [Vehhabiler, kendilerinden başka herkese kâfir derler.]
7-Kabir suali ve kabir azabı haktır.
8-Gaybı yalnız Allah bilir, dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir.
9-Evliyanın kerameti haktır.
10-Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. [Rafiziler, (Beşi hariç sahabenin tamamı kâfirdir) derler. Halbuki Kur’an’da, tamamı cennetlik deniyor.] (Hadid 10)
11-Ebu Bekr-i Sıddık, eshab-ı kiramın en üstünüdür.
12-Mirac, ruh ve bedenle birlikte olmuştur.
13- Öldürülen, intihar eden eceli ile ölmüştür.
14- Peygamberler günah işlemez.
15- Bugün için dört hak mezhepten birinde olmak.
16-Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. [Vehhabiler, Hz. Âdem’in, Hz. Şit’in, Hz. İdris’in peygamber olduğunu inkâr ederler. İlk peygamber Hz. Nuh derler. Liderlerine resul [Peygamber] diyen bazı gruplar da, (Nebi gelmez, ama resul gelir) derler. Bunun için de Resulüm diyen zındıklar türemiştir.]
17-Şefaate, sırata, hesaba ve mizana inanmak.
18-Ruh ölmez. Kâfir ve Müslüman ölülerin ruhları işitir.
19-Kabir ziyareti caizdir. İstigase, yani Enbiya ve evliyanın kabirlerine gidip, onların hürmetine dua etmek ve onlardan yardım istemek caizdir. [Vehhabiler ise buna şirk derler. Bu yüzden sünnilere ve şiilere müşrik, yani kâfir derler.]
20-Kıyamet alametlerinden olan Deccal, Dabbet-ül-arz, Hz. Mehdi’nin geleceğine, Hz. İsa’nın gökten ineceğine, Güneş’in batıdan doğacağına ve bildirilen diğer kıyamet alametlerine inanmak. İmam-ı a’zam hazretleri (Kıyamet alametlerine tevilsiz inanmalı) buyuruyor. Bir hadis-i şerif meali: (Güneş batıdan doğmadıkça, Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman eder, ama iman artık fayda vermez.) [Buhari, Müslim] Güneşin batıdan doğmasını, (Avrupa Müslüman olacak) diye tevil etmek, İmam-ı a’zamın sözüne aykırıdır. Hiçbir İslam âlimi tevil etmemiştir. Hâşâ Resulullah, bilmece gibi mi söz söylüyor? Böyle tevil etmek, (elma dersem çık, armut dersem çıkma) demeye benzer. Nitekim (Salat, duadır, namaz diye bir şey yok) diyenler çıkmıştır. O zaman ortada din diye bir şey kalmaz. Bir de Avrupa Müslüman olunca, iman niye fayda vermesin? Güneş’in batıdan doğması, ilmen de mümkündür. Dinsizler itiraz eder diye zoraki tevile gitmek gerekmez. Allahü teâlâ, dünyayı şimdiki yörüngesinden çıkarır, başka yörüngeye koyar. Dönüşü değişince, Güneş batıdan doğmuş olur.
21- Ahirette Allahü teâlâ görülecektir.
22-Kâfirler Cehennemde sonsuz kalır ve azapları hafiflemez, hatta gittikçe artar.
23- Mest üzerine mesh caizdir.
24-Sultana isyan caiz değildir. (Bu bilgiler, Fıkhı ekber, Nuhbet-ül-leali, R. Nasihin, Mek. Rabbani, F. Fevaid’den alınmıştır.)
Dinimize göre bilgi ve kaynağı
Geçenlerde gazetelerde bir haber vardı: “ABD’de okullarda, Darwinizm’in okutulmamasına bazı Avrupa ülkeleri karşı çıkmış... Kendileri Darwinizmi okutmaya devam edeceklerini ifade etmişler...”
Bu insanların ısrarla hayvan sınıfına dahil olmayı arzu etmesi, bunu savunması akıl alacak gibi değildir. Halbuki insan ile hayvanı ayıran farklar o kadar açık ve kesin ki tersini iddia etmek mümkün değildir. Aslında bunun böyle olduğunu kendileri de biliyor. Burada esas maksatları, dini inançları özellikle de İslamiyeti yok etmek...
Her şeyden önce insanın ruhu vardır, düşünme, bilgi edinme özelliği vardır. Bugün insanı hayvandan ayıran “bilgi” üzerinde durmak istiyorum...
Canlı yaratıklar içinde, bilgi edinme insana mahsustur. Bilgi, sadece insan için mevcuttur da denebilir. Bunun için, dinimiz ilme ve alime çok önem vermiştir. İlmin de gerçek kaynağı Cenab-ı Hak’tır. Cenab-ı Hakkın ilim sıfatı vardır. İnsana bildiklerini O, öğretmiştir. Bu husus, Kur’ân-ı kerîmde, mealen şöyle açıklanmıştır: “Kalemle (yazı yazmayı) öğreten O’dur. İnsana bilmediğini O öğretti.”
İnsana bilgi iki yoldan gönderilir. Bunlardan biri, Vahiy’dir. Bu Peygamberler vasıtası ile bildirilir. Diğeri de bizzat insanın eşya ve olayları, âlemi incelemesi ile, yani akıl yolundan gelir. Akli bilgiler; kâinatı, yaratılmışları inceleyerek elde edilen bilgiler araştırmaya ve tecrübeye dayanır. Bunlar vahiy bilgilerinin aksine zamana göre, gelişen değişen bilgilerdir. Birinde gelişmek, değişmek esas, diğerinde değişmezlik esastır.
Vahiy yolu ile gelen bilgiler mutlaktır, kesindir. Bunların tartışması, şüphesi olmaz. Cenab-ı Hakkın varlığına, birliğine, meleklerin varlığına, peygamberlere, kitaplara, hayır ve şerrin Allah’tan olduğuna, ahiret gününe, Cennet ve Cehennemin varlığına... inanmak bu bilgilerdendir. Bunlar hep, vahiy yolu ile gelmiş kesin bilgilerdir. Peygamberler olmasaydı, insanlar bunları bilemezdi.
Bu arada vahye benzediği için ilham hakkında da bilgi sahibi olmak gerekir. Birbirine benzese de, vahiy ve ilham asla aynı manada değildir. Çünkü vahiy yalnız peygamberlere mahsustur. Cenab-ı haktan gelen ilâhî ve mutlak doğru bilgilerdir.
İlham ise insanın gönlünde ve zihninde, bir anda parlayıp kaybolan sezgilerdir. Bu bilgiler zannidir, kesin değildir. İlham doğru da olabilir yanlış da. Bunun için dinimizde bu bilgi delil kabul edilmemiştir. Büyük alimlerden, evliyalardan bile gelse ilham dinde delil, senet olmaz. İslamiyet bu bilgiler üzerine bina edilemez. Çünkü, din nakle dayanır, nakil de vahye dayanır.
Dinde senet, kaynak yalnız, Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Akıl, ilham, dinde senet olmaz. Çünkü, ilhama; vehim, hayal ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanların da, tevili, yorumu gerekir. Akıl da, kendi başına doğruyu bulabilecek kapasitede değildir.
İlhamlarının doğruluğu, İslâmiyetin nakli bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Evliyanın kalplerine gelen ilhamlar da, helâl ve haramlar için delil, senet olamaz.
Din bilgileri, ilham ile elde edilebilseydi, Allahü teâlânın peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı. Bu çok önemli bir ölçüdür. Bozuk fırkaların, sapık inançların çoğu bu inceliği anlayamadığı için doğru yoldan ayrılmışlardır.
İslamiyeti içeriden yıkmak isteyenler de bu hassas noktadan girerek, yetiştirdikleri ajanları vasıtasıyla, “bana şöyle, ilham oldu, şöyle bildirildi” gibi dine aykırı sözlerle Müslümanları parçalayarak birbirlerine düşürmüşlerdir. Bunun için dinin gerçek kaynağı olan vahyin bozulmadan bizlere Kitap, Sünnet, İcma ve Kıyas yani mezhepler yolu ile nakledilmesini sağlayan Ehli sünnet yoluna tabi olmadıkça bu tehlikeden kurtulmak mümkün değildir.
03 Mart 2001 Cumartesi
Bozuk inançlar neden revaçta?
Dün, Cenab-ı Hak’tan vahiy yolu ile gelen bilgileri bizlere aynen ulaştıran Ehl-i sünnet büyüklerine tabi olmadıkça bozuk, sapık inançlardan kurtulmanın mümkün olmadığından bahsetmiştim. Bugün de bu sapıklıkların kaynağı üzerinde durmak istiyorum...
Batı’da olsun bizde olsun, bozuk, sapık inançlar kısa zamanda çok taraftar bulabilmekteler. Herkesin kendine göre bir yol tutması hızla çoğalmaktadır. Bunun sebebi insanın doğuştan inanma ihtiyacına sahip olmasıdır. Kişi öyle veya böyle bir şeye inanmak ister. Fakat, bu inanmak istediği inancın belirli kuralları yoksa veya kurallar ciddiye alınmıyorsa taraftarları daha çok olmaktadır. Çünkü, bu durumda hem yaratılıştan gelme inanma ihtiyacını karşılamakta, hem de nefsinin hoşuna gitmektedir. Böylece her istediğini yapabilmektedir. İnsanın nefsi, kurala karşıdır, hep kendi burnunun doğrultusunda gitmek ister.
Ehli sünnet yolunda bilgi ne kadar önemliyse, bozuk inançlarda aksine bilginin önemi yoktur. Bunlarda cahillik esastır; çünkü onun varlık sebebi cahilliktir. Cahillikle ancak ayakta kalabilmektedir. Doğru inançta ise bilgi esastır. Peygamberimiz: “Nerede ilim varsa, orada Müslümanlık vardır. Nerede ilim yoksa, orada kâfirlik vardır!” buyuruyor.
İnanmak ve bilmek farklı şeylerdir. Her bilen inanmış demek değildir. Çünkü, bilip de inanmayan çok kimse vardır. Fakat, inanmak için bilmek şarttır. Onun için İslam büyükleri: “İman için ilim, amel ve ihlâs esastır.” demişlerdir.
İslâmiyette, inanmak, bilgi edinmek ile başlar ve fakat sevgi ile tamamlanır. Yani, inandığınızı, aynı zamanda seveceksiniz ki, tam iman etmiş olasınız. Nitekim, Peygamberimiz buyururlar ki: “Beni, kendi canınızdan daha fazla sevmedikçe tam iman etmiş olmazsınız. Birbirinizi sevmedikçe de beni sevmiş olamazsınız.”
İlim adamları, sevmeyi “yakınlık duygusu” olarak tarif ederler. Yani sevdiğinizi, kendinize yakın bulursunuz ve hayatınız boyunca, her yönü ile ona yakın olmak istersiniz. Zaten, Peygamberimiz: “Kişi sevdiği ile beraberdir” diye buyurmuştur. Sevginin doğurduğu itaati, hiçbir duygu meydana getiremez. Peygamberimize Kur’ân-ı kerîmde şöyle buyuruluyor: “De ki, eğer Allah’ı seviyorsanız, hemen bana uyun ki, Allah da sizi sevsin...”
Görülüyor ki, İslamiyette inanmak işi, akıl kadar, gönlü de ilgilendiriyor. Hatta, denebilir ki, bu konuda gönlün rolü, akıldan çok daha fazladır. Zaten, şüphenin temelinde sevgisizlik yatar. İnanmıyorsanız, şüphe ediyorsanız, sevmiyorsunuz demektir. İnanmayanlar sevgiye açtırlar...
İslam terbiyesinde, Allah ve Peygamber sevgisi esas alınmıştır. Çünkü, imanlı nesiller yetiştirmenin başka bir yolu yoktur. Onların gönüllerine, en küçük yaşlardan itibaren bu sevginin tohumlarını ekmiş, daha sonraki yıllarda da çeşitli vasıta ve fırsatlardan istifade ederek bu tohumları beslemişseniz, hiç endişe etmeyiniz yetişecek genç nesiller sizleri mahçup etmeyeceklerdir.
Maalesef, bugün İslam âlemi bu sevgiden uzaklaşmaktadır. Bazı çevreler hazret-i Peygamberi sıradan bir insan, Kur’an-ı kerimi getirip işi bitmiş bir “postacı” gibi göstermeye çalışmaktadırlar. Peygamber efendimizin hayatını anlatan kitaplarda bile hissettirilmeden bu sevgi yok edilmeye çalışılmaktadır. Bu faaliyetler sonucu Resulullah sevgisinden uzaklaşılmakta; bunun için de İslam âlemi dağılmakta, parçalanmakta ve gücünü kaybetmektedir. Şimdi yapılacak iş, İslam düşmanlarının bu sinsi oyununu bozmak, yeniden bu sevginin kuvvetlendirilmesini sağlamak; bu yüce sevgileri söndürmek isteyenlere fırsat vermemektir.
19 Temmuz 2002 Cuma
,
Avrupa medeniyetinin kaynağı
Tarih boyunca, Müslümanlar, gayrı müslimlere her zaman müsamaha, hoş görü ile muamele etmişler. Gayrı müslimler ise, bütün bu hoş görülere rağmen, Müslümanlara hep gaddarca davranmışlar, her türlü zulmü reva görmüşlerdir. Yaptıkları bu zulümleri, kendileri de itiraf etmektedirler.
Meselâ, Alman ilim adamlarından Prof. Graus ve Bayan Threlfall tarafından hazırlanan “Spaneien” yani İspanya ismindeki eserde, Müslümanların medeniyete hizmetlerini ve İspanyolların Müslümanlara yaptıkları zulümleri şöyle anlatmaktadır:
“İspanya’da en mühim şehirlerden biri Kurtuba’dır. Bu şehir, Arap Endülüs Devletinin merkezi idi. Müslümanlar, Târık bin Ziyâd kumandasında, 711’de İspanya’ya geçince, bu şehri kendilerine başşehir yapmışlardı.
Araplar, bu şehre medeniyet getirdiler. Yarı vahşî insanların yaşadığı bu şehri, tam bir medenî şehre çevirdiler. Bir büyük saray, hastahaneler, medreseler yaptılar. Bunların yanında, bir de büyük üniversite kurdular. Avrupa’da ilk kurulan üniversite budur. O zamana kadar Avrupalılar ilimde, fende, tıpta, zirâatte ve medeniyette çok geri kalmışlardı. Müslümanlar, onlara ilim, fen, medeniyet getirdiler. Onlara hocalık ettiler.
Endülüs İslâm Devletini kuran Birinci Abdürrahmân Kurtuba’da çok büyük bir câmi yaptırmak istedi. Bu câminin Bağdât’ta bulunan câmilerden daha büyük, daha güzel ve ihtişâmlı olmasını istiyordu. Kurtuba’da bu işe en uygun arsayı seçti.
Arsa bir Hıristiyana âit idi. Bu adam, arsası için çok para istedi. Çok âdil bir hükümdar olan Birinci Abdürrahman, isterse zorla bu arâzîyi alabilecek durumdayken, katiyyen böyle bir yola başvurmadı. Aksine, Hıristiyan sâhibine istediği parayı ödedi. Hıristiyanlar, bu para ile kendilerine üç kilise yaptılar.
Caminin inşaatı başladı. Abdürrahmân, günde birkaç saat binâ inşaâtında, bir amele gibi çalışıyordu. İnşaât malzemesi, doğunun birçok yerlerinden getirtildi. Tahta kısımlar için Lübnan’ın en mükemmel ağaçları, mermer kısımlar için, doğunun birçok yerlerinden renkli mermerler, Irak’tan ve Suriye’den kıymetli taşlar, inci, zümrüt, fildişi, bu arâzîye yığıldı.
Câminin içinde, her biri 10 metre yüksekliğinde 1419 sütun bulunuyordu. Bu sütunlar dünyanın en mükemmel mermerlerinden yapılmıştı. Sütunların tepelerindeki kemerler, birkaç renkli mermerden parça parça olarak meydâna getirilmişti. Câmiye girince, insanın gözü bu sütun ormanında kayboluyordu.
Mermer sütun başlıklarına bakanlar, bu güzellik karşısında hayrân kalıyordu. Câmiye giren herkes, âdetâ büyüleniyordu. Bu kadar güzellik, o zamana kadar dünyanın hiçbir yerinde görülmemişti.
Yapılan bu câminin 20 kapısı vardı. Kapıların önünde, özel portakal bahçeleri kurulmuş, her taraf yeşilliğe bürünmüştü. Câminin etrâfında, diğer bahçeler, havuzlar, fıskiyeler, çeşmeler vardı. İnsan, câmiye girip bir göz atsa, sanki bu muhteşem sütun ormanı bitmeyecek gibi görünüyordu. Geceleyin, binlerce gümüş kandillerden fışkıran renkli ışıklar, câmiyi aydınlatıyordu.
Hıristiyanlar, 1492’de Endülüs Devletini yıkıp Kurtuba’ya girince, ilk iş olarak, bu muazzam câmiye saldırdılar. Bu çok güzel, haşmetli binâya atlarıyla girdiler. Câmiye sığınmış olan binlerce Müslümanı, merhametsizce kılıçtan geçirdiler.
Hâlbuki, Müslümanlar ilk defa bu memleketleri zaptettikleri zaman, orada yaşayan Hıristiyan ve Yahûdîlere hiç dokunmamış, onların kendi dinlerine göre ibâdet etmelerine katiyyen mâni olmamışlardı.
Siz, bugün Batı’nın diyalog, hoşgörü sözlerine bakıp, Hıristiyanların Müslümanlara bakış açısı değiştiğini zannetmeyin. Bu tamamen yeni bir taktik değişikliğidir. Düşmanlıkta artma var eksilme yok!
20 Temmuz 2002 Cumartesi
Endülüs fâciâsının sebebi
Bugün de, İspanya’da Müslümanların hoşgörüsüne, medeniyete hizmetlerine karşılık Hıristiyanların yaptıkları barbarlıklardan ve Endülüs Devletinin yıkılış sebeplerinden bahsetmek istiyorum.
Hıristiyan İspanyollar, Endülüs devletini yıkınca, görülmemiş bir vahşet ile ilim merkezi olan Endülüs’teki Müslümanları yok ettiler. Sonra da eşsiz sanat eserlerini tahrip ettiler ve bu arada şâheser câmiyi yıkmaya başladılar. Önce minârelerdeki altın ve zümrütle işlenmiş nar şeklindeki başlıkları indirerek yağma ettiler.
Tavandaki o haşmetli, güzel tahta süsleri söktüler. Yerdeki güzel mermerleri kırıp parçaladılar. Yerlerine âdî taşlar dizdiler. Duvarlardaki bütün güzel süslemeleri yerle bir ettiler. Sütunları yıkmaya çalıştılar. Fakat, ancak bir kısmını devirebildiler. Geri kalan sütunları kireçle badana ettiler.
Nihâyet, en son bir vahşet olarak, 1523 senesinde câminin içine bir kilise yapmaya karar verdiler. Bunun için, o zaman İspanya ve Almanya İmparatoru olan 5. Charles’ten izin istediler. Aldıkları bu izin ile kilise yapmak için, birçok sütunlar daha yıkıldı. Yapılan kilise, câminin ortasında haç şeklinde 52x12 metre ebâdında çirkin bir binâ olarak kendini gösterdi. Charles, bizzat Kurtuba’ya gelerek bu kiliseyi gördü. Çok üzüldü ve:
“Yaptığınız vahşeti görünce, size bunun için izin verdiğime çok pişman oldum. Dünyada bir benzeri bulunmayan, bu güzel eseri böylece tahrip edeceğinizi bilseydim, size müsaade etmez ve hepinizi cezâlandırırdım. Yaptığınız bu çirkin kilise, eşi her yerde bulunan âdî bir binâdan ibârettir. Hâlbuki, bu haşmetli câminin bir benzerini yapma imkânı yoktur” dedi.
Bugün bu haşmetli binâyı ziyâret edenler, harap olmasına rağmen, İslâm mimârîsinin bu büyük eserinin güzelliği, büyüklüğü karşısında hayrân kalmakta, ortada bir cüce gibi görünen kilisenin hâline acımakta ve böyle bir haşmetli eserin bu hâle gelmesine müteessir olmaktadırlar.
Şimdi de, bu muazzam medeniyetin birkaç bin çapulcu ile nasıl yok edildiği üzerinde duralım. Müslümanların bu yıkımda, ne derece sorumlulukları vardı?
Endülüs Emevi Devleti’ni ayakta tutan, yaşatan, büyük ve başlıca kuvvet, îmân kuvveti idi ve İslâm dîninde, çok kuvvetli bulunan adâlet, iyilik, doğruluk ve fedâkârlık kudreti idi.
Önceleri Müslümanlar bu kuvveti dinlerinden alıyorlardı. Dinin emrettiği şekilde yaşadıkları için her işlerinde başarı sağlıyorlardı. Fakat sonra, İslâm ahlâkını, Allahü teâlânın emirlerini bıraktıklarından, hattâ Ehl-i sünnet i’tikâdını bozarak, İslâmiyeti içerden yıkma gafletine düştüklerinden Pirene dağlarını aşamadılar. Ümeyye devleti böylece çöktü.
Sözde Müslüman olup da, Allahü teâlânın emirlerine uymamanın cezâsını buldular. Vaki olanda hayır vardır. Olanlardan ibret almak lazımdır. İspanya fâciası olmasaydı, felsefeci İbnürrüşd’ün ve İbni Hazm’ın bozuk fikirleri, belki din ve îmân hâlini alıp dünyaya yayılacak, bugünkü hazîn levha, yüzlerce sene önce meydana çıkacaktı.
Zaten tarihî hadiselere kronolojik olarak bakıldığında, beşeriyeti ıstıraptan, felâketten kurtaran, Fâtımîler, Resûlîler gibi, İslâm ismini taşıyan, îmânı ve ameli bozuk devletler olmamış Emevîler, Tîmûroğulları ve Osmânlılar gibi, Ehl-i sünnet olan ve dînine sarılan milletler olmuştur.
Bunlar, İslâm ilimlerinin din ve fen kollarında insanlığa ışık tuttular. Fakat, ne yazık ki, sonraları, bunlarda da İslâmiyet gevşemeye başladı. Devlet başkanlarını şehîd ettiler. Birçok önemli işler, din câhillerinin, masonların baskısı altında kaldı. Allahü teâlânın emrettiği gibi sevgiyi saygıyı terkettiler, çalışmayı bıraktılar.
Bozuk, batıl inancın uzun süre ayakta kalması mümkün değildir. Osmanlı’nın uzun süre ayakta kalmasının sırrı işte buradadır. Ehli sünnete sahip çıktıkları için altı asır hüküm sürdüler.
4 Aralık 2004 Cuma
“Tarihte ve Günümüzde Ehli Sünnet”
Aralık ayı başlarında İSAV , Eresin Otel’de üç gün süren, (3-5.12.2004) “ Tarihte ve Günümüzde Ehli Sünnet” konulu milletlerarası ilmi bir toplantı düzenledi. Böyle önemli bir konuyu gündeme getirdikleri için vakıf yetkililerine teşekkür ediyorum.
Toplantının açılış konuşmasında vakıf başkanı Prof. Dr. Ali Özek , günümüz İslam âleminin bu sıkıntılı durumdan kurtuluşunun Ehli Sünnette olduğunu çünkü, çıkış yolunun, orta yolun Ehli Sünnet olduğunu vurguladı.
Basın bültenindeki, “Bilindiği gibi İslam toplumunda ana gövdeyi teşkil eden ve çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan, “Ehli Sünnet” , on asrı aşkın bir zamandan beri sahih (doğru) akideyi (İnancı) temsil etmektedir” ifadesi ile de, birlik ve beraberliğin adresi gösterildi.
Toplantıda, İslam dünyasında asırlardır medreselerde ders olarak okutulan Ehli Sünnetin esaslarını bildiren Akaidi Nesefi risalesi dağıtıldı. Risalenin tercümesini yapan İSAV vakfı başkanı sayın Ali Özek’ in risalenin girişinde verdiği Ehli Sünnet hakkındaki önemli bilgileri sizlerle paylaşmak istiyorum:
“Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat tabiri bilindiği gibi Hicri dördüncü asrın başlarında ortaya çıktı. Resûlullah’ın vefatından sonra İslâm Âlemi’nde inançla ilgili olarak pek çok mezhep ortaya çıktı. Bunlardan ilki ‘Havâriç’ idi. İslâm’ın özüne aykırı düşüncelerinden dolayı ‘İslâm’dan çıkmışlar’ anlamında kendilerine Haricî, Havâriç denildi. Bunlar şiddet ve baskı taraftarı aşırı kimselerdi.
Havariç ile birlikte Şi’a ortaya çıktı. Şi’a’nın ortaya çıkışı daha ziyade siyasi idi. Daha sonra dini inanca dönüştü. Hicrî dördüncü asra gelinceye kadar İslâm Âlemi’nde pek çok görüşler ortaya atıldı. Harici, Şî’a, Mu’tezile, Cehmiyye, Mulhide’ gibi. Ehl-i Sünnet aşırılık ve şiddet taraftarı görüşlere karşı çıktı. Bunlar, kendilerine Sünneti rehber edindikleri için ‘ Ehl-i Sünnet’ denildi.
Ehl-i Sünnet’in dayanağı, kitap ve sünnettir. Ehl-i Sünnet’te ana fikir, iman ve amel ilişkisidir. Mu’tezile ve diğer mezheplerden Ehl-i Sünnet mezhebini ayıran en önemli özellik, amellerin imana dahil olmamasıdır. Zira Ehl-i Sünnet dışı mezhepler amel üzerinde durarak Müslümanları sıkıntıya sokmuşlar, ‘ameli olmayan veya ameli eksik olan Müslümanları kâfir saymışlar’, bazıları da şiddete başvurarak zorlama yolunu tutmuşlardır. İslâm Âlemi’nde şiddet ve baskı taraftarı olan ve kendilerine son zamanlarda ‘ Selefî! ‘ adını veren bazı gruplar, şiddet ve baskıyı esas kabul etmelerinden dolayı Ehl-i Sünnet’ inancından uzaklaşmışlardır.
Ortaya atılan farklı görüş ve düşünceler tartışılırken sonunda Bağdat’ta Ebu’l-Hasen el-Eş’arî ve Semerkant’ta Ebû Mansur Mâturidî tarafından aynı anda takrir edilen Ehl-i Sünnet mezhebinin görüşleri Müslümanların büyük çoğunluğu tarafından benimsenmiş, Hicri on üçüncü asra kadar bütün İslâm Dünyası’nda huzur ve sükuna vesile olmuşlardır.
Osmanlı Devlet’nin zayıflaması, çökmesi ve hilafetin ilgasyıla İslâm Âlemi’nde meydana gelen otorite boşluğu ve İslâm Ülkeleri’nin büyük çoğunluğunun müstemleke haline gelmesiyle Müslümanlar arasında yeni düşünceler zuhur etmiştir. Bu düşünceler genelde, reaksiyon şeklindedir ve pek az gruplar arasında şiddet içermektedir. Zira Ehl-i Sünnet akidesi artık zayıflamıştır. Ayrıca İslâm düşmanları, artık sadece Ehl-i Sünnet Müslümanlığına saldırmaya başlamışlardır. Zira, on dokuzuncu asra kadar Müslümanları bir arada tutan Ehl-i Sünnet’in zayıflaması yoluyla Müslümanları parçalamak hedeflenmiştir.
Bugün Müslümanların güçlenmesi, yeniden kendilerini idrak etmeleri, yabancı ideolojilere yem olmamaları, birlik ve beraberliklerini yeniden kurmaları ve gerçek anlamda hem Müslüman olmaları hem de çağdaş hayata ve teknolojik gelişmelere ayak uydurmaları için Ehl-i Sünnet akîdesine dört elle sarılmaları gerekir.”
25 Aralık 2004 Cumartesi
Akaidi Nesefi risalesi
D ün, İSAV (İslami Araştırmalar Vakfı) Başkarı Prof. Dr. Ali Özek beyin tercüme ettiği ve bu vakfın düzenlediği “Tarihte ve Günümüzde Ehli Sünnet” toplantısında ücretsiz dağıtılan Ömer Nesefi’nin Akaidi Nesefi risalesinden bahsetmiştim. Bugün, Ehli Sünnetin esaslarını bildiren bu risalenin özetini sizlere sunmak istiyorum:
“Allahü teâlâ birdir, kadîm olan Zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile var olmuştur. Sonunda yine yok olacaklardır. Felsefeciler bu gerçeklere karşıdırlar. Akıl, ilmin bir sebebi ve vasıtasıdır. İlham, bir şeyin doğru olduğunu bilmeye yeterli sebep ve vasıta değildir.
Allahü teâlâ yarattıklarına benzemez. O, mekandan münezzehtir. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezeli sıfatları vardır. O, kendisine has ezeli bir kelam ile söyleyicidir O’nun kelamı harf ve ses cinsinden değildir.
Allahü teâlâ ahirette görülecektir. Kur’an-ı kerimde “O günde nice parlak gözler Rab’lerine nazar edecekler” buyurulur. (Kıyame, 22, 23). Hadis-i şerifte ise “Siz on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi mutlaka göreceksiniz” buyurulmuştur. Bu görme, mekandan, cihetten, ışıktan, mesafeden münezzeh olarak vuku’ bulacaktır.
Küfür, iman, tâ’at ve isyan gibi kuldan sâdır olan fiilleri yaratan Allahü teâlâdır. Kulun kendi ihtiyarında olan fiillere karşılık olmak üzere mükafat alırlar veya cezalandırılırlar. Kula, takatinin dışından olan şeyler yüklenmez. Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir.
Kâfirler ve bazı asi mü’minler için kabir azabının varlığı haktır. Allahın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde ehl-i tâ’at için nimetlerin bulunduğu, yine kabirde Münker ve Nekir melekleri tarafından ölüye sorular sorulacağı peygamberden bize aktarılan delillerle sabittir.
Ba’s yani öldükten sonra yeniden dirilmek haktır. Amellerin tartılacağı terazi, Havz-ı kevser, Sırat köprüsü, Cennet ve Cehennem haktır. Cennet ve Cehennemin ne kendileri, ne de onların içinde bulunanlar yok olmayacaklar, ebedi kalacaklardır.
Büyük günah mü’min olan kimseyi imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz.. Büyük günah işleyenlere peygamberlerin şefaat edebilecekleri nakli delillerle sabittir. İslâm’ın yasak ettiği bir şeyi helal saymak küfürdür. İmanda azlık çokluk olmaz.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem, sonu Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Melekler, Allah’ın kullarıdır. Onun emriyle hareket ederler. Meleklerde erkeklik ve dişilik yoktur. Allahü teâlânın peygamberlerine indirdiği kitapları vardır. Allah; emirlerini, yasaklarını, vaadlerini, uyarılarını bu kitaplarda bildirmiştir. Mirac haktır, uyanık iken vuku bulmuştur.
Evliyânın kerametleri haktır. Bu gibi fevkalâde haller peygamberde görülürse mucize, diğer insanlarda görülürse keramet adını alır.
Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hz.Ebû Bekir Siddîk, sonra Hz. Ömer el-Fâruk, sonra Hz. Osman Zinnûreyn, sonra Hz. Ali Mürtezâ’dır. Halifelikleri de bu sıraya göre gerçekleşmiştir. Eshabı kiramın hepsi sadece hayırla yâd edilir. Hiçbir veli, peygamber derecesine eremez. Hiçbir kuldan teklif ve sorumluluk sakıt olmaz.
İslâmın getirdiği haramları helal saymak, İslâm ile alay etmek küfürdür. Allahtan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından kurtulacağını düşünmek küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrulamak küfürdür.
Dirilerin ölüler için yaptıkları dualar ve hayırlar kabul edilir. Allahü teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir. Deccal’ın çıkması, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün zuhuru, Hazret-i İsa’nın gökten yere inmesi, güneşin batıdan doğması gibi peygamberin haber vediği kıyamet alametleri haktır...”
02 Ekim 2007 Salı
,
Ehli sünnet yolunun esasları 1
Ehli sünnet vel cemaat yolu; Peygamber efendimiz ve onun Eshabının yolu. İslamda, Cennete götüren orta yol, ana cadde. Bunun dışındakiler, ana caddeden ayrılmış çıkmaz sokak. Bu yolun reisi, kurucusu İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İslâm âleminde Eshâb-ı kiramdan sonra yetişen büyük âlimlerin en başta gelenlerinden.
Hicri ikinci asrın ortalarına doğru, Dehriyyun denilen dinsizler ve Mutezile, Cebriye, Harici gibi İslamın ana caddesinden ayrılmış akımlar, bozuk düşünceleri ile İslama büyük zararlar vermeye başlayınca, İmam-ı a’zam hazretleri Ehli sünnetin esaslarını toparlayıp ortaya koydu. Bu büyük imamın yaptığı yeni dini kurallar koymak değil, zaten mevcut olan bu esasları sistemleştirmek, yeni usuller, kaideler koyarak diğer akımlardan ayırmak. Ehli sünnet yolunu daha kolay, daha anlaşılır hale getirmek. Böylece, Müslümanların Peygamberimiz ve Eshabının yolundan ayrılmalarına mani olmak.
Müslümanların rehberi
İslam âlimleri, İmam-ı a’zamı bir ağacın gövdesine, diğer âlim ve evliyayı da bu ağacın dallarına benzetmişler, Onun her bakımdan büyük ve üstün olduğunu, diğerlerinin ise bir veya birkaç bakımdan büyük kemalata (olgunluklara, üstünlüklere) erdiklerini belirtmişlerdir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, Peygamber efendimizin ve Eshabının yolunu, yani inancını, yaşayışını (Ehl-i sünnet i’tikâdı) adı altında bildirmiş, ömrü boyunca bu kurtuluş yolunu anlatmıştır. Vefâtından sonra da yetiştirdiği talebeleri ve kitapları asırlar boyunca gelen bütün Müslümanlara ışık tutmuş ve rehber olmuştur.
İmâm-ı a’zam hazretleri 12 madde halinde sıraladığı Ehli sünnet yolunun esaslarını vasiyet olarak şöyle bildirdi:
“Kıymetli dostlarım, azîz kardeşlerim! Biliniz ki, Ehl-i sünnet ve’l-cemâat mezhebi haktır ve oniki haslet üzeredir. Bu oniki husûsiyeti kabûl edip, bunlara uyanlar bid’atten uzak olur. Bu hasletlere riâyet ediniz, bunlardan ayrılmayınız ki, Peygamber efendimizin şefaatine nail olasınız.
1- Îmân; kalb ile tasdîk, dil ile ikrâr etmektir. Kalb ile bilmek, yahut sâdece dil ile ikrâr etmek, değildir. Eğer dil ile ikrâr, yalnız başına îmân olsaydı, münâfıklar da mü’min olurdu. Sadece bilmek de îmân olmaz. Çünkü sadece bilmek îmân olsaydı, Yahûdiler de, Hıristiyanlar da mü’min olurdu.
Îmânda çoğalma ve azalma düşünülemez. Ancak îmânın çoğalması, küfrün azalması ile, küfrün çoğalması îmânın azalması ile olması gerekir. Bir kimseye bir anda hem mü’min ve hem kâfir nasıl denilebilir. İmânda şüphe caiz değildir. Nitekim Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmde: “İşte onlar hak mü’minlerdir; işte diğerleri de tam kâfirlerdir” buyuruyor. Peygamber efendimizin tevhîd sahibi (ehl-i tevhîd, ehl-i kıble) ümmeti, günah sebebi ile kâfir değillerdir, îmân, amelden başkadır.
Amel de îmândan cüz değil, ayrıdır. Çünkü amel bazı vakitlerde emir olunmuş, bazı vakitlerde ise kuldan istenmemektedir. Hayz ve nifas hâlinde olan kadının namaz kılmaması, oruç tutmaması, fakîrin zekât vermemesi böyledir. Ama îmândan muaf tutulan ân yoktur. Fakîre îmân lâzım değildir denemez. Hayz ve nifas sahibi, oruçlarını kaza eder. İmânı kaza ederler denemez.
Hayrın ve şerrin takdîri Allahü teâlâdandır. Eğer birisi, hayır ve şerrin, kötülüğün takdîrini Allahü teâlâdan başkasından bilirse, müşrik olur.
Ameller üç kısım
2- Ameller üç kısımdır: Farz, Fazîlet, Günah.
Farz, Allahü teâlânın emri, rızası, takdiri ve yaratması ile olur.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile de değildir. Lâkin irâdesi, beğenmesi, rızâsı ve yaratması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın beğenmesi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin O’nun yaratması iledir. Bununla muâheze olunur; hesaba çekilir. Çünkü kulun fiili ile, kendi isteği iledir.
3. Arş üzerinde istiva, yerleşme ve oturma manâsında değildir. Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Arş mahlûktur. Önceden yok idi. Sonradan yaratıldı.
4. Kur’ân-ı kerîm, Allahü teâlânın kelâmı, vahyi, tenzili ve sıfatıdır. (Bütün sübût sıfatları gibi) kendi değildir, gayri de değildir. Mushaflarda yazılıdır, dillerde okunur, gönüllerde saklanır. Yalnız bir perde, bir vâsıta ile değil, mürekkep, kâğıt, yazma işi, harfler, kelimeler ve cümlelerin hepsi, kulların O’na ihtiyaçları sebebi ile, Kur’ân’ın âletleridir. Allahü teâlânın kelâmı mahlûk, sonradan olma değildir. Zâtı ile kâimdir. Ma’nâsı, bu sayılan şeylerde anlaşılmaktadır. Kur’ân-ı kerîm mahlûktur diyen kâfir olur.
5. Bu ümmetin Peygamber efendimizden sonra en üstünleri Hazreti Ebû Bekir, sonra Hazreti Ömer, sonra Hazreti Osman, sonra Hazreti Ali’dir (rıdvânullahi teâlâ aleyhim ecmâîn). Ya’nî üstünlükleri hilâfetteki sıralarına göredir. Allahü teâlâ onlar hakkında Vâkı’a sûresi 10 ve 11. âyet-i kerîmelerinde; “İşte onlar Sâbikûndur, onlar mukarreblerdir” buyuruyor. O halde içlerinde en esbâkı, en önde ve önce geleni, en üstünüdür. Onları seven her mü’min muttaki, onlara düşman olan ise, münâfık ve şakîdir.
6. Kul, bütün fiilleri, yaptıkları ile mahlûktur. Amelleri, ikrârı, bilmesi de mahlûktur. Fail, işi yapan mahlûk olunca, yaptıkları elbette mahlûk olur.
7. Yaratıcı ve rızık verici Allahü teâlâdır. Rûm sûresi kırkıncı âyetinde; “Sizi yaratan, rızık veren, sonra sizi öldüren ve dirilten Allahü teâlâdır” buyuruyor. Helâlden mal, para kazanmak helâl, haramdan kazanmak ise haramdır, insanlar üç kısımdır:
Biri, imânda hâlis mü’minler; biri küfründe ısrar üzere olan kâfirler, üçüncüsü de, nifakında sabit olan münâfıklardır. Allahü teâlâ, mü’mine amel ve ibâdeti, kâfire imânı, münâfığa ihlâsı farz etmiştir. Nitekim Bekâra sûresi yirmibirinci âyetinde: “Ey insanlar! Rabbinize ibâdet ediniz.” Başka bir âyette, “Ey mü’minler! Tâat ve ibadet ediniz” ve “Ey kâfirler! îmân ediniz, ey münâfıklar ihlâs üzere olunuz” buyuruyor.
Her şey O’na muhtaç!
8. Allahü teâlâ hiçbir şeye muhtaç değildir. Kur’an-ı kerimde, “Allah müstağnidir. Sizler ise muhtaçsınız” buyuruldu.
9. Mest üzerine mesh caizdir. Mukîm için müddeti yirmidört saat, misâfir için üç gün üç gece, yanî yetmişiki saattir. Hadîs-i şerîfte böyle bildirilmiştir. Bunu inkâr edenin kâfir olmasından korkulur. Çünkü bu hadîs-i şerîf mütevâtire yakındır. Yolculukta dört rek’atli farzları iki rek’at kılmak ve oruç tutmak, Kur’ân-ı kerîm ile sabittir. Nitekim Allahü teâlâ;: “Seferi olduğunuz zaman, namazı iki rek’at kılmakla, sizden zorluk kaldırıldı” ve bir başka âyet-i kerîmede de, “Sizden biriniz hasta olursanız, yahut seferde olursanız, bu haldeki oruçlarını sonra tutsun” buyurur.
10. Allahü teâlâ kaleme yazmayı emredince, kalem, yâ Rabbi ne yazayım dedi. “Kıyâmete kadar olacak her şeyi” emr-i ilâhisi geldi. Allahü teâlâ Kamer sûresi elliikinci âyetinde; “Bununla beraber, işledikleri her şey defterlerindedir” buyuruyor. (Yaptıkları her şeyden hesaba çekileceklerdir)
11. Azâb vardır ve olacaktır. Olmama ihtimâli yoktur. Münker ve Nekir’in kabirde suâl sormaları haktır. Hadîs-i şerîfler böyle olduğunu bildirmektedir. Cennet ve Cehennem yok olmazlar. Allahü teâlâ Cennet için “Mü’minlere hazırlanmıştır”, Cehennem için de; “Kâfirlere hazırlanmıştır” buyuruyor. Allahü teâlâ, Cennet ve Cehennemi mükâfat ve ceza için yarattı. İkisi de devamlı olup, geçici değillerdir. Mîzân haktır. Allahü teâlâ: “Kıyâmet gününde amellerin tartılması için terazi kurulur” buyuruyor. Herkesin amel defterinin okunması haktır. Âyet-i kerîmede: “Bugün senin hesabın için amel defterini okuman kâfidir” buyuruldu.
12. Allahü teâlâ insanları, öldükten sonra, kıyâmette diriltecek. Bir araya toplayacak. O günün (hesab günü) uzunluğu, dünyâ senesi ile ellibin yıldır. Sevâb, azâb ve hakların görülmesi içindir. Allahü teâlâ; “Uzunluğu ellibin sene olan günde” buyuruyor. Bir âyet-i kerîmede de: “Allahü teâlâ kabirlerde olanları diriltir” buyurmaktadır.
Cennettekilerin Allahü teâlâyı nasıl olduğu bilinmeyen, bir şeye benzetilmeden ve cihetsiz, ya’nî herhangi bir yönde olmadan görmeleri haktır. Bir âyet-i kerîmede: “Bütün yüzler, Rablerine bakınca parlar” buyurulmuştur.
Şefaat haktır!
Muhammed Mustafâ’nın (aleyhisselam) şefaati haktır, olacaktır. Cennetlik olan mü’minlere ve büyük günâhı olanlara şefaat edecektir. Hazreti Âişe, Hadîce-i Kübrâ’dan sonra bütün kadınların üstünü ve mü’minlerin anneleridir.
Cennet ehli Cennette, Cehennemdekiler de Cehennemde sonsuz kalır. Allahü teâlâ Bekâra sûresi 82. A’râf sûresi 42. Yûnus sûresi 26 ve Hûd sûresi 23. âyetlerinde mü’minler için “Onlar Cennetliklerdir, orada ebedi kalacaklardır” buyurdu. Kâfirler için de “İnkâr edenler ve ayetlerimizi yalanlayanlara gelince, işte onlar cehennemliktir. Onlar orada ebedi kalacaklardır.” ( Bekara-39) buyurmaktadır.
İmâm-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinin Ehli sünnet yolunun esaslarını bildiren vasiyeti budur. Bu i’tikâd üzere olan Ehl-i sünnet ve Cemâat mezhebindendir denir. Bu i’tikâd üzere ölürse kurtulmuşlar zümresinden olur.
24 Haziran 2008 Salı
,
Çocuklarımıza yüce kitabımızı öğretelim!
Geçen hafta bir öğretim yılını daha geride bıraktık. Çocuklarımızın bir kısmı sınıf atladı, bir kısmı bir üst okula gitmeye hak kazandı. Bir kısmı da üniversitelerini, yüksek okullarını bitirerek hayata atılma hazırlığı içine girdiler.
Bütün bu devreler, dönemler çocuklarımız için mutlaka geçilmesi, öğrenilmesi zaruri bilgilerle donatılması gereken önemli bir süreçtir. Bu süreçte çocuklarımızın donanımlı olması gereken bir alan daha vardır ki, o da her Müslüman için öğrenmesi zaruri olan dini bilgilerdir.
Eğer bu ihmal edilirse, çocuklarımız topal ördeğe döner. Belki iyi okulları, iyi üniversiteleri bitirebilirler fakat, bu onları hiçbir zaman mutlu kılamaz. Eksik kalan bu manevi boşluğu hayat boyu her zaman hissederler. Kendilerini ruhen ve bedenen rahat ve huzurlu hissedemezler. Her zaman huzursuz olurlar. Çoğu bu huzursuzluğun kaynağını bilemediği için de ömürleri huzur arayışı içinde geçer.
ÜMMETİN EN HAYIRLISI!
Tabii ki bu sözlerimiz, dine inanan, dinin huzur kaynağı olduğunu kabul edenler içindir. İnanmayanlara bir sözümüz yoktur. Onların da inananlara bir sözü olmaması lazımdır. Fakat maalesef bu böyle olmuyor. Daha şimdiden, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın camilerde verdiği Kur’an-ı kerim kurslarını baltalamaya başladılar.
Bazı basın organları bu kadarcık bile dini eğitime tahammül gösteremiyorlar. Halbuki, her sene yapılan bu kurslar zaten mecburi bir uygulama değil; çocuğunu ister gönderirsin, ister göndermezsin bu tepki neye. Maksat belli; çocuğuna bunları öğretmek isteyenlere de mani olmak.
İnançsızların, inançsızlıklarındaki bu kararlılık bizlere ibret olmalı; gaflette olanlarımızı uyandırmalı. Müslümanlar, çocuklarına dinlerini öğretmeleri için ellerinden geleni yapmalı, gerekirse özel ders aldırarak yüce dinimiz öğretilmelidir. Yaz tatilinde çocuklarımıza hem tatil yaptırmalı hem de onlara zaruri din bilgileri öğretilmelidir.
Her Müslüman, inancını kendisinden sonra gelen nesillere aktarmak zorundadır. Bu zaruri bir görevdir. Bu görev yapılmazsa, bir müddet sonra din yok olur. Vebal olarak bu bizlere yeter.
Bir Müslümanın, bir Müslüman çocuğunun, tecvide uygun olarak kitabımız Kur’an-ı kerimi okuyamaması, namaz surelerini ve dualarını ezberlememesi, imanın, İslamın şartları, namaz, abdest gibi zaruri ilmihal bilgilerini bilmemesi kadar yanlış, affedilemez ihmal olamaz. Bu, yapılamayacak, altından kalkılamayacak bir yük de değil. Fakat bir iş, ne kadar kolay olursa olsun, onu yapmakta kararlılık gösterilmezse, ciddi bir şekilde üzerine eğilinmezse netice almak mümkün olmaz.
Peygamber efendimiz, “Ümmetimin en hayırlısı, Kur’ân-ı kerîmi öğrenen ve öğretendir” buyuruyor. Ülkemizde, bütün cami görevlileri yaz tatilinde çocuklarımıza yüce kitabımız Kur’an-ı kerimi öğretebilmek için seferber olmuş haldeler. Bütün bu imkanlara rağmen, bir Müslümanın kendisi veya çocukları Kur’an-ı kerimi bilmiyorsa bu, affedilecek, hoş görülecek bir davranış olamaz.
YAPILACAK EN BÜYÜK KÖTÜLÜK!
Bunun için anne-baba, çocuklarını camiye göndermeli, göndermekle kalmamalı, bunun takibini de yapmalıdır. Hatta imkanı olanlar ücretini verip, özel ders aldırmalı. Camide bir hocanın, 25-30 çocukla uğraşması, bir-iki çocuk ile ilgilenmesi bir değildir. İmkanı olan da olmayan da, Anadolu Liselerine, Fen Liselerine, üniversiteye hazırlık için milyarlarca parayı çekinmeden verirken, çocuğunun dini için 200-300 YTL gibi cüz’i bir parayı çok görmesini anlamak mümkün değil. Çocuğun ahiretine yatırım yapmayıp, sadece dünyası için yatırım yapmak ona yapılacak en büyük kötülüktür.
Bu ilgisizlik, şuursuzluk devam ettiği takdirde, özellikle yurt dışında olan Müslümanların, iki-üç nesil sonra, çocuklarının adlarının, Hıristo, Yorgo, Hans, Corc, Jozef...olması kaçınılmaz olacaktır. Türkiye’de de, belki isimleri âdet olarak Ahmet, Mehmet, Ali olarak kalacak ancak inançları, yaşayışları bunlardan farklı olmayacaktır.
25 Haziran 2008 Çarşamba
,
Dini öğrenme ve yaşamada öncelik sırası
Dün, çocuklarımıza verilmesi zaruri olan dinî eğitimin öneminden bahsetmiştik. Cenab-ı Hak insanı hayvanlar gibi boşıboş bırakmamış; neyi yapacağını neyi yapmayacağını da bildirmiştir. Emirlerine uygun yaşayanlara sonsuz Cennet nimetlerini müjdelemiştir. Bu nimete kavuşabilmek için önem sırasına göre yapılacak ve yapılmayacak şeyleri öğrenmek ve amel etmek gerekir.
Cenâb-ı Hakkın bütün insanlardan ilk önce istediği îmândır; son din olan İslâmiyete inanmalarıdır. Bir insanın îmânı yoksa, insanlara ne kadar iyi, faydalı iş yaparsa yapsın hiçbir faydası olmaz. Meselâ Edison ampulü bulmak suretiyle, gecelerin aydınlanmasına, bütün insanların rahat etmesine vesîle oldu. Fakat, Müslüman olmadığı için bu iyiliğin âhirette kendisine hiçbir faydası olmayacaktır. Çünkü Allahü teâlâ, bütün insanlardan, önce îmân etmelerini istiyor. Bundan sonra diğer emir ve yasaklarına uyulmasını istiyor. Îmân olmadıkça, diğer yapılanlar değerlendirmeye alınmayacaktır. Âhirette, önce îmândan sorulacaktır. Eğer imânı yoksa kişi, hiçbir iyiliğinin faydasını görmeyecektir.
EHL-İ SÜNNET İNANCI
İkinci olarak istenilen şey, îmânın yani inanılacak îmân bilgilerinin hakiki İslâm âlimlerinin bildirdiklerine uygun olmasıdır. Yani imânı, Ehl-i sünnet âlimlerinin anladıklarına uymuyor ise, bu kimsenin yaptığı ibâdetlerin, kıldığı namazın, tuttuğu orucun, yaptığı hayır hasenâtın hiç mi hiç kıymeti olmaz. Çünkü Muhammed aleyhisselâma inanıp Müslüman olduktan sonra da, bu inanmanın, i’tikâdın, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiği gibi olması lâzımdır. Yani onların bildirdiği esaslar dahilinde olmalıdır. Rastgele bir îmân da makbûl değildir.
Her bid’at sâhibinin, türedi reformcuların ve doğru yoldan kayarak dalâlete düşerek, Kur’ân-ı kerîmden ve hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia ettikleri bozuk fikirleri geçerli değildir. Cehenneme gideceği hadîs-i şerîfle bildirilen 72 bozuk fırkanın hepsi bozuk fikirlerini Kur’ân-ı kerîmden, hadîs-i şerîflerden çıkardıklarını iddia etmişlerdir.
Îmânın, i’tikâdın bozukluğu o kadar büyük bir günâh, o kadar büyük suç ki, ibâdetleri yapmamanın, harâm işlemenin günâhı ile mukayese bile edilemez. Deniz yanında damla bile değildir. Bunun için îmânın düzgün olmasına çok önem vermeliyiz.
Üçüncü olarak düzgün bir îmândan sonra, herkese lâzım olan şey, amel ile ilgili dinin emir ve yasaklarını öğrenmektir. Bütün işlerimizi, öğrendiklerimize uygun yapmaktır. İlk önce öğrenilecek ve yapılacak en önemli ibâdet de, namaz ve İslamın diğer oruç, zekat, hac... gibi emirleridir. Namazın dinde ayrı bir yeri ve önemi vardır. Âhirette îmândan sonra, namazdan sorulacaktır. Namaz dinin direğidir. Direk olmaz ise bina ayakta kalamaz, eninde sonunda yıkılır. Namaz kılmayanın diğer ibâdetleri kabûl olmaz, yani va’dedilen o büyük sevâba kavuşamaz. Hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki,
“Kıyâmet günü, îmândan sonra, ilk suâl namazdan olacaktır.”
“Allahü teâlâ buyuracak ki: Ey kulum, namaz hesâbının altından kalkarsan, kurtuluş senindir. Öteki hesapları kolaylaştırırım!”
DİN İLMİHALDEN ÖĞRENİLİR
İ’tikâdı düzeltmeden önce dinin emir ve yasaklarını öğrenmenin hiç faydası olmaz. Bu ikisi birlikte düzelmedikçe de, ibâdetlerin faydası olmaz. Din, bu üç esas üzerine kurulmuştur. Bütün bunlar da ancak, ilim sahibi olmakla elde edilir. Bunun için dinimiz ilim öğrenmeye ve öğretmeye çok önem vermiştir.
Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki:
“Bir kimse din âlimlerinin ve sâlihlerin yani İslâmın beş şartını devam üzere yapanların yanına gitse, her bir adımına Hak teâlâ, kabûl olmuş nâfile bir hac sevâbı ihsân eder. Zîrâ, âlimleri ve sâlihleri Hak teâlâ sever. Allahü teâlânın evi olsaydı, bu kimse o evi ziyâret eyleseydi, ancak bu sevâbı kazanırdı.”
Dînini öğrenmeyenin dîni, îmânı gider de haberi olmaz. Din düşmanlarının yalanlarına aldanıp kâfir olur. Dînini de, doğrudan doğruya, tefsirlerden, meâllerden, hadîs-i şerîf kitaplarından öğrenmek isteyen yanlış anlar, sapıtır, hak yoldan ayrılmış olur da haberi olmaz. Bunun için dinimizi, “Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye” gibi nakli esas alan muteber ilmihal kitaplarından öğrenmeliyiz.
02 Haziran 2009 Salı
,
Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik sempozyumu
Mayıs ayının son haftasında (22-24 Mayıs), İstanbul İlahiyat Fakültesi ile İSAV’ın (İslami İlimler Araştırma Vakfı) ortaklaşa düzenlediği uluslararası, “Büyük Türk Bilgini Mâtürîdî ve Mâtürîdîlik“ sempozyumuna katıldım. (Aynı günlerde Ankara’da da, “Ehl-i Sünnet Mezheplerinin Doğuşu ve İmam-ı Azam’ın İslam Fıkhı’na Hizmetleri” sempozyumu yapıldı.)
Sempozyumda çok güzel şeyler dinledik. Neler mi, kısaca özetlemeye çalışayım...
İmam-ı Mâtürîdî’nin büyüklüğünden, geniş ilminden, bildirdiği kaidelerin gerçek İslamı, Ehli sünneti temsil ettiğinden, ilk asırdaki Müslümanların iman ve amel anlayışında farklı yolların ortaya çıktığı, Haricilik, Selefiyye, Şia, Mutezile ve Cebriye gibi, yanlış düşünceleri ve siyasi eğilimleri temsil eden ekollerin boy gösterdiği bir zamanda, İmam-ı Mâtürîdî’nin ortaya çıkarak, koyduğu kaidelerle İslam âlemini kargaşadan, dağınıklıktan kurtardığından bahsedildi.
HOŞGÖRÜ VE HUZURUN KAYNAĞI
İmam-ı Mâtürîdî’ye bağlı olarak, hocası
İmam-ı azam Ebu Hanefi’den, kurduğu Hanefi mezhebinden, Mâtürîdîliğin İmam-ı a’zamın Fıkhı Ekber adlı eseri üzerine bina edildiğinden, itikatta Mâtürîdîliğin ve amelde Hanefi mezhebinin İslam âleminin dörte üçünü teşkil ettiğinden, bunun için geçmişte, Selçuklular ve Osmanlılar zamanında İslam âleminde hoşgörü, huzur ve sükun bulunduğundan, günümüzde, İslam âlemindeki terörün altında, İslam âleminin bu yoldan sapmasının yattığından bahsedildi...
Bu tespitlere kim ne diyebilir? Sadece teşekkür edilir. Fakat konuşmalar beni çok şaşırttı! Çünkü, bu camiadan beklenmeyen, şimdiye kadar pek işitmediğimiz tespitler. İlahiyat camiasında, akademisyenlerin çoğu kafalarından mezhepleri çoktan sildiler. Her biri doğrudan içtihad eden, kendilerini müçtehid sanan kimseler.
Bu şaşkınlığımı, toplantıyı takip eden değerli meslektaşım Ali Eren’e açtım. “Ne kadar samimiler gel bir test edelim” dedi. Baktık, “Hocaların hocası” diye anılan, sempozyuma tebliğ sunan, kıdemlı bir ilahiyat profesörü ayakta birisi ile konuşuyor. Yanına vardık, hal hatırdan sonra Ali Bey sordu: “Hocam, daha önce filan ilahiyat profesörü ince çorap üzerine meshin caiz olduğunu söylemişti, bu konuda siz ne dersiniz?” Hoca, “Evet, ben de onun gibi düşünüyorum, ince çorap üzerine mesh ediyorum. Sadece ben değil falan falan da böyle yapıyor” diye sıraladı.
Bunun üzerine Ali Bey, “Ama hocam Hanefi mezhebinin temel kitapları olan şu şu kitaplardan bunun mümkün olmadığını anlıyoruz” deyince, anlı şanlı Prof. “Mezhepler beni bağlamaz, bu Ebu Hanife’nin görüşü, beni ilgilendirmez, ben Ebu Hanife’nin sözü ile değil hadis-i şerif ile amel ederim. Bahsettiğiniz kitaplar ilmihal mesabesinde kitaplardır, asırlar öncesini temsil eder, günümüzde geçerliliklerini kaybetmişlerdir. Zaten bu kitaplar Müslümanları geri bıraktı. İbadet konusunda hassas olmak lazım, hadis-i şerife göre amel etmek lazım” deyince Ali Bey, “Peki hocam İmam-ı azam hazretleri bu konuda sizden daha mı az hassastı, siz ondan daha hassas olduğunuzu mu söylemek istiyorsunuz?” deyince hemen konuyu değiştirdi...
Bu arada benim, “Hıristiyanların, Yahudilerin de Cennete gideceği konusunda siz ne dersiniz?” soruma, “Resulullaha inanmayan Cennete gidemez” dedi. Buradan anlıyoruz ki, mezhepler konusunda olduğu gibi, bu konuda ilahiyatçılar arasında daha ittifak sağlanamamış!
İSLAMI YAŞAMAK VE YAŞATMAK
Peki, mezheplere inanmadıkları halde, bunları gündeme getirip, övmelerinin sebebi ne olabilir? Konuşmalar arasındaki şifre cümlelerden benim anladığım şu: İslam âlemindeki terörü, yukarıda isimleri geçen ekollerin, “amel imandan bir parçadır” yanlış inancına bağlıyorlar. Ehli sünnetin, “amel imandan bir parça değildir“ akidesini yayarak; kişi Müslüman olduğunu söylesin, gerisi bizi ilgilendirmez, ne yaparsa yapsın, düşüncesi yayılmak isteniyor. Namazsız, niyazsız, fıkıhsız, içi boşaltılmış bir Müslümanlık tipi geliştirilmeye çalışılıyor. İmam-ı Mâtürîdî hazretlerinin bildirdiği, emri maruf, herkesin İslamı yaşaması ve yaşatmaya çalışması farzdır, düsturu görmezlikten, bilmezlikten geliniyor. Çünkü bu, işlerine gelmiyor! (Yarın da, Mâtürîdîliğin esaslarını ele alalım)
03 Haziran 2009 Çarşamba
,
İmâm-ı Mâtürîdî ve Mâtürîdîliğin esasları
Ehl-i sünnetin iki i’tikâd imamından birincisi Muhammed bin Muhammed Mâtürîdî‘dir. (Diğeri İmam-ı Eş’ari’dir) Semerkand’ın Mâtürid kasabasında doğup, 944’te Semerkand’da vefât etti.
İmâm-ı Mâtürîdî, İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe‘nin naklen bildirdiği ve yazdığı Ehl-i sünnet i’tikâdını, kelâm bilgilerini, ondan naklederek izah ve isbât etti.
Yeni İslâm devletlerinin kurulduğu, çeşitli siyasî güçler ve i’tikâdî fırkalar arasında mücâdelenin arttığı bir zamanda, Ehl-i sünnet i’tikâdını müdâfaa etmiş, açık bir şekilde izah ederek Müslümanların bu doğru i’tikâda uymalarını sağlamıştır.
Peygamber efendimiz; “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan bir fırka kurtulacak, diğerleri helak olacaktır” buyurduğunda Eshâb-ı kiram; “Kurtulan fırka hangisidir?” diye sorunca, “Ehl-i sünnet vel-cemâattir” buyurdu.
Ehl-i sünnet i’tikâdını ortaya koyan Resûlullahtır. Tâbiîn-i i’zâm da bu bilgileri, Eshâb-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevâtür yoluyla geldi.
EHL-İ SÜNNET İ’TİKÂDI
İmâm-ı Mâtürîdî’nin naklen bildirdiği Ehl-i sünnet i’tikâdının başlıca esasları şunlardır:
“Allahü teâlâ kadîm olan zâtı ile vardır. Her şeyi, O yaratmıştır. O’ndan başka hiçbir şey, ibâdet olunmaya lâyık değildir. Kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da ezelidir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır, O’nun sözüdür. Mahluk değildir. Allahü teâlâ Kur’ân-ı kerîmi harf ve kelime olarak gönderdi. Bu harfler mahlûktur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennette görecektir. Nasıl görüleceği düşünülemez. Çünkü O’nu görmeyi akıl anlayamaz.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve kötü işlerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat iyi işlerden râzıdır, fenâlardan râzı değildir. İnsanın yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sîr eder. Bu te‘sîre ‘kesb’ denir.
Peygamberler, Allahü teâlâ tarafından seçilmiş, gönderilmiş insanlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdiği her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
İbâdetler imâna dâhil değildir. Farzların farz olduğuna inanıp, tembellikle yapmayan kâfir olmaz. Mü’min ne kadar büyük günah işlerse işlesin imânı gitmez. Emîr ve yasaklardan herhangi birine inanmamak veya hafife almak veya alay etmek, değiştirmeye kalkışmak imânı giderir ve sonsuz olarak Cehennemde yanmaya sebep olur.
Kabir azâbı, kabrin sıkması, kabirde Münker ve Nekir denilen meleklerin soru sorması, kıyâmette her şeyin yok olması, kıyâmette suâl ve hesap, iyiliklerin ve günahların oraya mahsûs bir terazi ile tartılması, Cehennem üzerinde sırat köprüsünün bulunması vardır.
KÂFİRLER EBEDİ CEHENNEMDE
Cennet, mü’minlere mükâfat ve ni’met için hazırlanmış; Cehennem kâfirlere azâb için hazırlanmıştır. Cennet ve Cehennem ebedi, sonsuz kalınacak yerdir. Zerre kadar imânı olan ve bu îmân ile âhirete göçen Cehennemde ebedî (sonsuz) kalmayacaktır.
Halifelikten konuşmak, dinin esas bilgilerinden değildir. Dört halifenin yüksekliği halifelik sıralarına göredir. Eshâb-ı kiramın hepsini istisnasız sevmek ve hürmet etmek lâzımdır. Hepsi âdil ve din ilimlerinde müctehid idiler.
Muhammed aleyhisselama îmân edenler, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Resûlullaha, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyâya tevessül ederek, ya’nî onları vesîle ederek duâ etmek, duânın kabûlüne sebep olur.
Kıyâmet günü Allahü teâlânın izni ile iyiler kötülere şefaat edecek, araya girecektir.
Peygamberin mu’cizesi, evliyânın kerâmeti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyânın kerâmeti, vefâtından sonra da devam eder.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. (Bid’at, dine sonradan ilave edilen şey demektir.)
Mest üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez...”
Bu hususların çoğunu günümüz ilahiyatçılarının ekserisi kabul etmez. Buna rağmen, İmam-ı Matüridi ve İmam-ı a’zam Ebu Hanife sempozyumları düzenlemeleri düşündürücü değil mi?
9 Haziran 2009 Salı
,
“Ilımlı İslam” El Ezher’e ihale edildi!
Avustralya yerlilerinden olan Aborjinlerin ve Hindistan yerli kabilelerinin savaşlarda kullandıkları, ağaçtan yapılan çok enteresan özellikleri olan “Bumerang” isimli eğri, bir metreye yakın boyda ateşsiz bir silahları vardır. Bu, atılırken fırlatma hatası yapılırsa veya geri dönüşü olan türü kullanılırsa başlangıç noktasına gelip, atana zarar vermektedir.
Yaklaşık bir asırdan fazla bir zamandır, İslam karşıtı dış güçlerin Müslümanlara karşı kullandıkları silah, artık bumerang etkisini göstermeye başladı... Müslümanları parçalamak, birbirine düşürmek istediler. Bunu yapmak için de, “İslam” adı altında, İslamiyetle ilgisi olmayan yüzlerce akım, grup türettiler. Yine Müslümanları birbirlerine kırdırmak için sözde İslami terör örgütleri kurdular. Bu gruplar ve örgütler planlandığı gibi fitne, terör, anarşi ile İslam âlemini, yaşanmaz hale getirdiler; bazı bölgeler kan gölüne döndü.
ILIMLI İSLAM PROJESİ
Ancak, terör planlandığı gibi, sadece İslam ülkelerinde kalmadı, ahtapotun kolları, bumerang misalinde olduğu gibi geri dönüp kendisini besleyip büyütenlere de saldırmaya başladı. İşte bu sebeple “Ilımlı İslam” projesi gündeme geldi. Bu proje ile, istedikleri yöne çevirebilecekleri, siyasi maksatlarına alet edebilecekleri bir İslam anlayışı tasarlıyorlardı. Projeyi Türkiye üzerinden tatbikata sokmak istediler. Fakat ummadıkları bir tepki ile karşılaştılar. Medyanın haber ve yorumlarından anlıyoruz ki, bu projenin ihalesi Mısır El Ezher Üniversitesine kalmış. Başkan Obama’nın Mısır ziyaretinde burada konuşma yapması, üniversitenin, ılımlı İslam anlayışını anlatan ve dünyaya yayan bir TV kanalı kurması, ihalenin El Ezher’e verildiğini gösteriyor.
Yıkım, bozma konusunda El Ezher deneyimli zaten. 20. Yüzyılda, mezheplerin, fıkıh kitaplarının kaldırılıp Kur’ana yönlendirme, Kur’an-ı kerime de istedikleri manayı vererek; Cemalettin Efgani, Abduh, Şaltut, Reşit Rıza gibi kimselerle bu üniversitenin öncülüğünde İslamda reform gerçekleştirilmişti. O zamanki proje ile; İslamı bir ağaca benzetecek olursak, bütün dalları budanmıştı fakat kökü sağlamdı, şimdi yeni proje ile ağacın köküne kibrit suyu dökülerek, köksüz, cansız bir ağaç haline getirilmek isteniyor.
Bu proje kapsamında, sünniliği, Ehl-i sünneti ön plana çıkartıp, bu inancın; devlete isyan edilmez, terör, anarşi çıkarılmaz akidesini istismar etmek istiyorlar. Son yıllarda, Ehl-i sünnetin devamlı gündemde tutulması, Ehli sünnete, sünni itikada methiyeler düzmeleri bu sebepledir.
Fakat, niyetleri ne olursa olsun, Ehl-i sünneti savunmaları, Ehl-i sünneti savunmaya öncülük etmeleri bizim için bir fırsattır. Bunu iyi değerlendirip, bu vesile ile İslamın ana caddesi olan Ehl-i sünnet yolunun önemini, kıymetini ve şartlarını bildirmemiz, tanınması için çalışmamız şarttır.
EHL-İ SÜNNETİN REİSİ
Ehl-i sünnetin reisi İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilm-i kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan İmam-ı a’zamın talebesi olan İmam-ı Muhammed Şeybani’nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi’yi yetiştirdi. Ebu Mensur, İmam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Matüridi hazretlerinden iki asır sonra Ömer Nesefi hazretleri İmam-ı azam ve İmam-ı Matüridi hazretlerinin bildirdiklerini esas alarak, insanların kolay anlayacağı şekilde, “Akaidi Nesefi” risalesini yazdı. Daha sonra bu risale pek çok kimse tarafından şerh edildi. Akaidi Nesefi, asırlarca medreselerde ders kitabı olarak da okutulmuştur. (Yarın da, bunun kısa bir özetini sunmak istiyorum.)
10 Haziran 2009 Çarşamba
,
Ehl-i sünnet itikadının esasları 2
Ömer Nesefi hazretleri, tefsir, hadis, fıkıh, kelam ilimlerinde ihtisas sahibi bir zattı. Zamanındaki bozuk itikatlı kimseleri susturmak ve halkın iman bilgilerini korumak için “Akaidi Nesefi” risalesini yazmıştır. Bu risalede bilmemiz, inanmamız gereken Ehl-i sünnet itikadını kısaca şöyle bildirmektedir:
“Allahü teâlâ birdir, kadîm olan Zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile sonradan var olmuştur. Sonunda yine yok olacaklardır. Akıl, ilmin bir sebebi ve vasıtasıdır. İlham, bir şeyin doğru olduğunu bilmeye yeterli sebep ve vasıta değildir.
Allahü teâlâ yarattıklarına benzemez. O, mekandan münezzehtir. Allahü teâlânın, zâtı ile kâim ezeli sıfatları vardır. O, kendisine has ezeli bir kelam ile söyleyicidir O’nun kelamı harf ve ses cinsinden değildir. Hiçbir şey asla O’na benzemez. Hiçbir şey O’nun ilminin ve kudretinin dışında değildir.
GÜNAHLAR İMANDAN ÇIKARMAZ
Allahü teâlâ ahirette görülecektir. Kur’an-ı kerimde “O günde nice parlak gözler Rab’lerine nazar edecekler” buyurulur. (Kıyame, 22, 23). Hadis-i şerifte ise “Siz on dördünde ayı gördüğünüz gibi Rabbinizi mutlaka göreceksiniz” buyurulmuştur. Bu görme, mekandan, cihetten, ışıktan, mesafeden münezzeh olarak vuku bulacaktır.
Küfür, iman, tâ’at ve isyan gibi kuldan sâdır olan fiilleri yaratan Allahü teâlâdır. Kulun kendi ihtiyarında olan fiillere karşılık olmak üzere mükafat alırlar veya cezalandırılırlar. Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. Başkasının rızkını tüketemez.
Kâfirler ve bazı asi mü’minler için kabir azabının varlığı haktır. Allahın bildiği ve irade ettiği şekilde kabirde ehl-i tâ’at için nimetlerin bulunduğu, yine kabirde Münker ve Nekir melekleri tarafından ölüye sorular sorulacağı peygamberden bize aktrarılan delillerle sabittir.
Ba’s yani öldükten sonra yeniden dirilmek haktır. Amellerin tartılacağı terazi, havz-ı Kevser, Sırat köprüsü, Cennet ve Cehennem haktır. Cennet ve Cehennemin ne kendileri, ne de onların içinde bulunanlar yok olmayacaklar, ebedi kalacaklardır.
Büyük günah mü’min olan kimseyi imandan çıkarmadığı gibi küfre de sokmaz. Büyük günah işleyenlere peygamberlerin şefaat edebilecekleri naklî delillerle sabittir. İslâm’ın yasak ettiği bir şeyi helal saymak küfürdür. İmanda azlık çokluk olmaz. Şirkten başka, küçük ve büyük günahları Allahü teala affeder veya azab eder.
Peygamberlerin ilki Hazret-i Âdem, sonuncusu Hazret-i Muhammed aleyhisselâmdır. Peygamberlerin en üstünü Muhammed aleyhisselamdır. Melekler, Allah’ın kullarıdır. Onun emriyle hareket ederler; erkeklik ve dişilikleri yoktur. Allahü teâlânın peygamberlerine indirdiği kitapları vardır. Allah; emirlerini, yasaklarını, vaadlerini, uyarılarını bu kitaplarda bildirmiştir.
KERAMET HAKTIR
Mirac haktır, uyanık iken ruh ve beden olarak vuku bulmuştur. Evliyânın kerametleri haktır. Bu gibi fevkalâde haller peygamberde görülürse mucize, diğer müminlerde görülürse keramet adını alır.
Peygamberimizden sonra insanların en üstünü Hz. Ebû Bekir Siddîk, sonra Hz. Ömer el-Fâruk, sonra Hz. Osman Zinnûreyn, sonra Hz. Ali Mürtezâ’dır. Halifelikleri de bu sıraya göre gerçekleşmiştir. İyi veya kötü, halifenin, devlet reisinin arkasında namaz kılınır, (ona itaat) edilir. Eshab-ı kirâmın hepsi sadece hayırla yâd edilir. Resulullahın müjdelediği on sahabenin Cennetlik olduğuna inanırız. Hiçbir veli, peygamber derecesine eremez. Hiçbir kuldan teklif ve sorumluluk sakıt olmaz.
Nassları kabul etmemek; İslâmın getirdiği haramları helal saymak, İslâm ile alay etmek küfürdür. Allahtan ümit kesmek küfürdür. Allah’ın azabından kurtulacağını düşünmek küfürdür. Kâhinlerin söylediklerini doğrulamak küfürdür. Mest üzerine, mesh edilir.
Dirilerin ölüler için yaptıkları dualar ve hayırlar kabul edilir. Allahü teâlâ duaları kabul eder ve ihtiyaçları giderir. Deccal’ın çıkması, Dâbbetü’l-arz, Ye’cüc ve Me’cüc’ün zuhuru, Hazret-i İsa’nın gökten yere inmesi, güneşin batıdan doğması gibi peygamberin haber vediği kıyamet alametleri haktır.”
16 Haziran 2009 Salı
,
İbâdete hakkı olan yalnız O’dur
Daha önceki haftalarda, Ehl-i sünnetin reisi, kurucusu İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretlerinden sonra; onun bildirdiklerine bağlı kalarak zamanlarındaki bozuk fırkaların saldırılarını bertaraf etmek, Müslümanları bunların sapık itikatlarından korumak için, İmam-ı Matüridi, İmam-ı Nesefi gibi kelam âlimlerinin kitaplar, risaleler yazdıklarını bildirmiştik.
Bunlardan biri de, hadis-i şerif ile ikinci bin yılın müceddidi, yenileyicisi olarak bildirilen İmam-ı Rabbani (1563- 1624) hazretleridir. İkinci cild 67. mektubunda buyuruyor ki:
Ehl-i sünnet îtikadını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre îtikadı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu îtikat üzere dâim olmayı istemelidir.
Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zatı ile vardır. Ondan başka her şey, Onun var etmesi ile var olmuş, Onun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka her şeyin var olmasına lüzûm yoktur, olsalar da olur, olmasalar da.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz.
MEKANDAN MÜNEZZEHTİR
Noksan sıfatlar, Onda yoktur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzaktır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmeyen bir kimse, Onu, Arş’ın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır. Sonradan yaratılan bir şey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, âraz, hâl değildir. Sınırlı, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Ona, (Vâsi’) yâni geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, (Muhît)dir. Yâni her şeyi çevirmiştir. Fakat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir. O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen her şey yanlıştır, deriz. Allahü teâlâ, hiçbir şeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiçbir şey de Onunla birleşmez. Ona hiçbir şey hulûl etmez. O da, bir şeye hulûl etmez.
Onun benzeri, eşi yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez.
Allahü teâlânın ismleri, (Tevkîfî)dir. Yâni dinin sahibinin bildirmesine mevkûftur, bağlıdır. Dinin söylediği ismi söylemelidir. Dinin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylenmemelidir. (Allah ismi yerine, tanrı demek, caiz değildir çok günah olur.)
Kur’an-ı kerim Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir.
Biz mahlûklar, boğazımızdaki ses iplikçikleri, dil ve damağımız ile konuşuyor, arzularımızı harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir.
HERKES YAPTIĞINDAN MESULDÜR
Allahü teâlâyı müminler Cennette, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmayarak ve nasıl olduğu anlaşılmayarak ve bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı âhirette görmeye inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, Onu görmeyi akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fena şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenalardan râzı değildir, beğenmez. İnsanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sîr eder, bu te’sîre (Kesb) ismi verildi. İşte, bu tesirden dolayı suâle ve cezâya sebep olmakta, insan, sevap veya günah kazanmaktadır. (Devamı yarın)
17 Haziran 2009 Çarşamba
,
O’nun dini kıyâmete kadar bâkîdir
Dün bir bölümünü verdiğimiz, İkinci bin yılın müceddidi İmam-ı Rabbani hazretlerinin bildirdiği Ehli sünnet itikadının devamı şöyle:
Peygamberler Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, saadet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed aleyhisselâmdır. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dini kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değiştirilmeyecektir. Hazreti Îsâ gökten inecek, Onun dini ile amel edecek, yâni Onun ümmeti olacaktır.
Muhammed aleyhisselâmın kıyâmetten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyâmette herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, yer küresinin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerine toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmette suâl ve hesap ve dünyada yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terâzîde tartılması haktır, doğrudur.
GÜNAHKARLARA ŞEFAAT EDİLECEKTİR!
Orada önce Peygamberler, sonra evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan müminlere şefaat edecektir. Peygamberimiz buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim”.
Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Müminler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklerdir.
Suâl ve hesaptan sonra, müminler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetten hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir.
Kalbinde zerre kadar îmanı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyân etmezler, emrolunduklarını yaparlar. Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur.
İbâdetler, îmandan değildir. Fakat, îmanın kemâlini arttırır ve güzelleştirirler. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir. Müminin, büyük dahî olsa, günah işlemekle îmanı gitmez. Kâfir olmaz.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’dan sonra Müslümanların halîfesi, yâni Peygamber efendimizin vekîli ve müslümanların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk’tır. Ondan sonra, Ömer-ül-Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn ve Ali ibni Ebî Tâlib’dir. Bu dördünün üstünlük sıraları, halîfelikleri sırası gibidir.
ESHABINA DÜŞMANLIK RESULE DÜŞMANLIK!
Eshâb-ı kirâm arasındaki hadiseler, meselâ Deve vak’ası ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeplerle yapılmış olup, nefsin arzuları ile, inat ve düşmanlık ile değildi. Peygamberimiz buyurdu ki, “Eshâbıma dil uzatmaktan sakınınız!”. Görülüyor ki, Peygamberimizin Eshâb-ı kirâmının hepsini büyük bilmemiz ve hepsini hurmetle, iyilikle söylememiz lâzımdır. Kurtuluş yolu budur. Çünkü, Eshâb-ı kirâmı sevmek, Peygamber efendimizi sevmekten ileri gelir. Onlara düşmanlık, Ona düşmanlık olur.
Resulullah efendimizin, kıyâmet alâmetlerinden her ne haber verdi ise, hepsi doğrudur. Yanlışlık olamaz. O zaman güneş, âdet dışı olarak batıdan doğacaktır. Hz. Mehdî çıkacak, Îsâ gökten inecek, Deccâl çıkacak, (Ye’cûc ve Me’cûc) denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. (Dabbetülerd) denilen hayvân çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacaktır. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır.
10 Mayıs 1999 Pazartesi
Doğru itikad
Doğru itikada sahip olmak için, inanışımız şöyle olmalıdır:
1- Muhammed aleyhisselam son peygamberdir. Ondan sonra peygamber gelmez.
2- Kabir ziyareti, enbiya ve evliyadan yardım istemek caizdir.
3- Kabir suâli haktır.
4- Kabir azabı hak olup, ruh ve bedene birlikte olacaktır.
5- Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabı ölülere gönderilir. Bu sevaplar ve edilen duâlar ölülere ulaşır, azaplarının azalmasına sebep olur.
6- Kıyamette hesap vardır.
7- Mizan vardır.
8- Sırat köprüsü vardır.
9- Şefaat haktır.
10- Cennet ve cehennem şu anda vardır ve ebedîdir.
11- Mirac ruh ve bedenle olmuştur.
12- Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek gerekir.
13- Eshab-ı kiramın tamamı cennetliktir. Bunlardan on tanesi [aşere-i mübeşşere] dünyada ismen de cennetle müjdelenmiştir. Dört halife bunlardandır.
İnsanların en üstünleri
14- Peygamberden sonra en üstünü 4 halifedir. Üstünlükleri halifelik sırasına göredir.
15- Cennet ehli Allahü teâlâyı görecektir.
16- Enbiyanın mucizesi ve evliyanın kerameti haktır.
17- Günahkâr mümin, günahları nisbetinde cehennemde azap görür, yahut şefaate veya affa kavuşup cennete girer. Kâfirler ise, ebedî cehennemde kalır.
18- Kur’an-ı kerim, kelam-ı İlâhîdir, mahluk [yaratık] değildir.
19- Mest üzerine mesh etmek caizdir.
20- İman, kalb ile tasdik ve dil ile ikrardır.
21- Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, [yani namaz kılan müslümana günahlardan dolayı kâfir dememek.] Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, anlamı açık olan kesin bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibâdeti yapsa da kâfir olur.
22- Allahü teâlâ zamandan, mekândan münezzehtir. Hiçbir şeye benzemez.
23- İbadet imandan parça değildir. Büyük günah işleyen mümine kâfir denmez.
24- Ölümden sonra herkes dirilir.
25- Hak âşığından, evliyadan da ilâhî teklifler kalkmaz. Onların da ibâdetleri yapma mecburiyeti vardır.
26- İmansız ölmekten korkmak gerekir.
27- Hak bir mezhebe mensup olmak, mezhepsiz olmamak gerekir.
İbadetin faydası
Cehenneme gideceği alnına yazılan kimsenin ibâdet etmesinin bir faydası olur mu? diye sual soran
birine, Resulullah efendimiz, (İbadet et, herkese ezelde takdir edilmiş olanı yapmak kolay gelir) buyurdu. Cennetliklerin ibâdet yapması ve cehennemliklerin isyan etmesi; genelde sağlıklı yaşaması ezelde takdir edilmiş olanın gerekli ilacı almasına; hastalanması takdir edilmiş olanın da, ilaç bulamamasına benzer. Hastalıktan ölmesi takdir edilmiş olana, ilaç almak nasip olmaz. Zengin olması takdir edilmiş olana, kazanç yolları açılır. Bunun gibi, ezelde cennetlik olanın iman ve ibâdet etmesi nasip olur. Hadis-i şerifte, (Cennetlik olan, cennete götürecek; cehennemlik olan da, cehenneme götürecek amel işler.) buyuruldu. Cehennemlik olan, (Herkesin cennetlik veya cehennemlik olduğu ezelde takdir edilmiş) der ve ibâdet etmez. Bol mahsul alması takdir edilene ise, tarlasını sürmek, tohum ekmek nasip olur. İşte cennetlik olanın iman edip ibâdet yapması, cehennemlik olanın da, isyan edip kâfir olması böyledir.
24 Temmuz 2008 Perşembe
,
Ehl-i sünnet vel cemaat
Sual: Doğru olan, sadece Ehl-i sünnet vel cemaat fırkası mıdır?
CEVAP: Evet, sadece Ehl-i sünnet vel cemaat fırkasıdır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ümmetim, 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunlardan 72’si, Cehenneme gidecek, yalnız bir fırka kurtulacaktır. Cehennemden kurtulacak olan tek fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir.) [Tirmizi, İbni Mace]
Ehl-i sünnet vel cemaat, sünnet ve cemaat ehli demektir. Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin “cemaati”dir. “Sünnet” de, Peygamber efendimizin yolu demektir.
Demek ki, (Ben, sadece Kur’ana ve sünnete yapışırım) demek yetmiyor. Eshab-ı kiramı sevmek ve onların yolunda olmak da şarttır. Peygamber efendimiz, (Sadece benim yolumdan gidenler Cennetliktir) demedi. (Benim ve Eshabımın yolunda gidenler) buyurdu. Bu çok önemli bir inceliktir. Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, sadece Ehl-i sünnet fırkasına nasip olmuştur. Şu halde, doğru yolda olmanın ölçüsü, Resulullahın ve Eshabının yolunda olmaktır. Her grup, ben Ehl-i sünnetim diyebilir. Bunu öğrenmenin yolu da vardır. Allahü teâlâ, İslamiyet’i doğru olarak öğrenmek isteyene, bunu nasip edeceğine söz verdi. Allah sözünden dönmez. İki âyet-i kerime meali:
(Doğru yolu arayanları, saadete ulaştıran yollara kavuştururuz.) [Ankebut 69]
(Allah, kendisine yöneleni doğru yola iletir.) [Şûra 13]
O halde, Allahü teâlânın sözüne güvenmeli, (Biz kesin doğru yoldayız) desek de yine, (Ya Rabbi, kimler doğru yoldaysa, senin rızan kimlerleyse, bana onları sevmeyi, onlarla beraber olmayı nasip eyle) diye dua etmelidir. Eğer doğru yoldaysak, duanın bir zararı olmaz. Yanlış yoldaysak, ihlâsla yaptığımız dua sebebiyle doğruya kavuşmuş oluruz. Herkes, samimiyetle böyle dua etmelidir. Hâşâ, (Allahü teâlâ, beni yanlış yola sokar) sanmamalıdır.
ANA BABANIN MEZHEBİ
Sual: Herkesin mutlaka anne ve babasının mezhebinde mi olması gerekir?
CEVAP: Hayır. Herkese, anasından, babasından işittiğini, gördüğünü öğrenmek kolay geleceği için, Müslümanlar, genelde anasının, babasının mezhebinde olmaktadır. Yoksa mutlaka anne veya babasının mezhebinde olacak diye bir şart yoktur. Mezheplerin dördü de haktır. Herkes, yaşadığı yerde hangi mezhebin kitapları yaygınsa, hangi mezhepte sorup öğreneceği kimseler varsa, o mezhebi seçmelidir. Kendi mezhebinde kaynak kitap veya soracak kimse bulamayan, dört mezhepten herhangi birine geçmelidir.
23 Mayıs 1999 Pazar
,
Mucize ve keramet haktır
Bazı kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir, kâfir sihir yapar demek şirktir. Böyle söylemekle bunlara yaratıcılık vasfı verilmiş oluyor) diyorlar. Halbuki bunlar bilmiyor ki, mucizeyi de, kerameti de, sihri de yaratan Allahtır. Allahü teâlâ, dilerse, âdetini bozarak, sebepsiz hârikalar yaratır. Bunlar peygamberlerden meydana gelirse Mucize, evliyadan meydana gelirse Keramet, diğer müminlerden meydana gelirse Firâset denir. Hârika, fâsıklardan meydana gelirse İstidrâc, kâfirlerden zuhur ederse Sihir denir.
Kur’an-ı kerimde birçok mucize ve keramet bildirilmiştir: Hz. İsa babasız, Hz. Âdem ana-babasız yaratıldı. (Meryem 30-34, A.İmrân 59), Hz. Davud demiri hamur gibi yoğururdu. Dağlar ve kuşlar boyun eğdi. (Sebe10, Enbiya 79), Cinler, kuşlar ve rüzgâr Hz. Süleyman’ın emrinde idi. Bakır eriyip sel gibi aktı. (Sebe 12, Neml 17), Hz. İbrahim’i ateş yakmadı ve onun kestiği dört kuş dirildi. (Enbiya 69, Bekara 260), Hz. Yunus’u balık yuttu, zarar gelmeden kurtuldu. (Saffât 139-145), Hz. Musa’nın asası yılan olup, sihirbazların gösterdikleri sihirli şeyleri yuttu. (Tâhâ 69)
Mucizeye sihir dediler
Hazret-i Süleyman’ın veziri Asaf, iki aylık mesafedeki Belkıs’ın tahtını, göz açıp kapayıncaya kadar getirdi. Hz. Süleyman, (Bu Rabbimin bir lütfudur) dedi. (Neml 40), Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur’an-ı kerimde bu olay için, (İşte bu, Allahın ayetlerinden [kudretini gösteren delillerden biri]dir) buyuruldu. (Kehf 17), Hz. Hızır’ın sepetindeki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 61), Ay ikiye ayrılınca, kâfirler, Resulullah için, (Bize sihir yaptı) dediler. (Kamer 1, 2), Resulullah, Mescid-i Aksa’ya ve göklere bir anda gidip geldi. [Mirac olayı. (İsrâ 1)], Allahü teâlâ bazı gaipleri, gizli sırları peygamberlerine bildirir. Onların gaipten haber vermeleri mucizedir. (Cin 27, 28 Medârik)
Hz. Zekeriyya, Hz. Meryem’in yanında yazın kış, kışın ise yaz meyveleri görürdü. (A.İmran 37), Hz. İsa beşikte iken konuştu. Ölüleri diriltti. Elindeki çamura üfleyince, çamur canlı kuş oldu. (Mâide 110, A. İmrân 49), Firavun, Hz. Musa’ya, (Peygamberlik sözünde doğru isen haydi bir mucize göster) demişti. Hz. Musa da, asasını yere bırakınca, hemen bir ejderha oluverdi. (Araf 106)
Firavun, (Bizi sihirlemek için göstereceğin hiçbir mucizeye inanmayız) dedi. Biz de ayrı mucize olarak, onların üzerine tufan, çekirge, kummel [bir cins haşere], kurbağa ve kan gönderdik. Buna rağmen, [iman etmeyi] kibirlerine yediremediler. (Araf 132, 133), Mucizeler de Allah tarafından meydana gelir, fakat kâfirler inanmaz. (Enam 25, 109), Peygamberlerin, elinde meydana gelen mucizelerin yaratıcısı da Allahü teâlâdır. (Rad 38)
(Hz. İsa, ölüleri diriltirdi) demekle, ona yaratıcılık vasfı verilmiş olmuyor. Yine Allah yaratıyor. Nitekim, Meryem oğlu İsa, İsrailoğullarına diyecek ki: (Size Rabbinizden bir mucize getirdim: Çamurdan bir kuşa üflerim, Allahın izni ile kuş olur. Yine Allahın izni ile körü ve alacalıyı iyileştirir, ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip, ne biriktirdiğinizi de haber veririm.) (Al-i İmrân 49), Dikkat edilirse, Hz. İsa bunları, Allahın izni ile yapmaktadır. Zaten Allah, bu mucizeler için, (Bunları yapan biziz) buyuruyor. (Enbiya 79)
Hz. Ali anlatır: Resulullah efendimizle gezerken rastladığımız her ağaç ve her taş, (Esselamü aleyke ya Resulallah) derdi. (Tirmizî), Bir köylü, yakaladığı keleri Peygamber efendimize göstererek, (Bu hayvan senin peygamberliğini tasdik etmedikçe, inanmam) dedi. Keler de, şehadet etti. (Beyhekî), Birçok deve ve geyik konuşup Peygamberimizi tasdik etmiştir. (Nesâî), Bir çoban, bir kurdun konuştuğunu duyunca hayret etti. Kurt, çobana, (Ey çoban, Muhammed aleyhisselam hak peygamberdir) dedi. Çoban, Resulullahın huzuruna gelip, kurdun söylediklerini anlatınca, (Kurt doğru söyledi, hayvanların konuşması kıyamet alametidir.) buyurdu. (Taberânî),
Resûlullahın gelecekten haber veren çok mucizesi vardır. Mesela halife olacak zatlara, (Emir olunca şöyle yap) ve (Benden sonra, Ebu Bekr’e ve Ömer’e uyun) buyurmuştur. (Tirmizi)
24 Mayıs 1999 Pazartesi
,
Keramet ehli zatlar
Hz. Ebu Bekir, vefat edeceği zaman, (Ya Aişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanettir) dedi. (Babacığım benim bir kızkardeşim var. Öteki nerede) diye sorunca, (Hanımım hâmiledir) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. Hz. Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordu mağlup olmak üzere iken, bu hâli görüp, kumandana, (Ya Sariye, arkanı dağa ver) buyurdu. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hz. Ali, vefat edeceği zaman, (Tabutumu Arneyn’e götürün, orada ışık saçan bir kaya görürsünüz. Beni oraya defnedin!) buyurdu. Öyle yaptılar, buyurduğu gibi buldular. (Şevâhid)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar vardı. Ümmetimden ise Ömer onlardandır.) [Müslim]
Hz. Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse, (Nereden bildin) dedi. Hz. Osman da, (Müminin firâsetinden korkun, o, Allahın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhârî)
Evliya için korku yoktur
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah, insanların yolunu kesen aslana, (Derhal uzaklaş) buyurunca, aslan kuyruğunu sallayarak uzaklaştı. İbni Ömer hazretleri, “Resulullah doğru söyledi” diyerek, (Allahtan korkandan her şey korkar) hadis-i şerifini bildirdi. (Hâkim)
Hz. Hubeyb, esir edilince, yanına gelenler, onun önünde taze üzüm görürlerdi. (Buhârî)
Avn bin Abdullah güneşte uyurken, bir bulut ona gölge ederdi. (Ebu Nuaym)
Evliyadan bunun gibi binlerce keramet işitilmiştir. Abdülkadir-i Geylanî hazretlerinin kerametleri ise pek meşhur olmuştur. Keramet haktır, inkâr eden ahmaktır. (Avarif-ül-mearif)
İmam-ı Gazâlî hazretleri, (İnsanların kalblerinden geçenleri haber veren evliya pek çoktur. Hz. Hızır ile konuştukları, gaipten ses işittikleri ve benzeri kerametleri gibi) buyuruyor. (İhya)
Abdülganî Nablüsî hazretleri buyurdu ki: (Evliyalığı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve peygamber, ne kadar yüksek olursa olsun kuldur. Hârika, keramet hâsıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, peygamberlerini ve evliyasını başka kullarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi hârikaları, nimetleri bu zatlara ihsan etmiştir. Ma’rûf-i Kerhî, talebelerine, “Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım” buyurdu. Çünkü evliya, Resulullahın vârisidir. Vâris olan, vârisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur.) [Hadîka]
Keramet mucizenin devamı
Evliyanın kerameti, enbiyanın mucizelerinin devamıdır. Bu ümmetin evliyasından hâsıl olan kerametler de Peygamber efendimizin mucizesidir. [Huccetullahi alel âlemin]
Buraya kadar olan vesikalardan da anlaşılıyor ki, peygamberlerin mucizesi, evliyanın kerameti ve kâfirin de sihri [büyüsü] olur. (Falanca peygamber veya falanca velî, ölmüş tavuğu diriltti) demekle, o nebî veya velîye yaratıcılık isnat edilmiş olmuyor. Ölen şeyin diriltilmesi, yine Allahın izniyle oluyor. Sağ veya ölü bir velînin yardım etmesi de, yine Allahın izni ile oluyor. Şu menkıbeyi çoğu bilir: Ebu Hasan-ı Harkanî hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkışınca benden yardım isteyin) buyurur. Yolda talebelerini, eşkıya yakalar. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya duâ ederler; fakat kurtulamazlar. Bir talebe, (Ya Ebel Hasan, imdat) der. O talebeyi, eşkıya göremez. Diğerlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce, hocalarına, (Biz Allahtan yardım istediğimiz hâlde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti ne) derler. O da, (Allahü teâlâ günahkârların duâsını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duâsını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, (Ya Rabbi, bu talebemi kurtar) dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, duâ ettim. Kurtaran Rabbimizdi) diye cevap verdi. (T. Evliya)
24 Haziran 1999 Perşembe
,
Sırat Köprüsü
Peygamber efendimize ve İslam âlimlerine inanmayan bazı ahmaklar, nakli değil de aklı ölçü aldıkları için Sırat köprüsünün varlığını kabul edemiyorlar. Köprü denilince, bilinen köprüler zannediyorlar. (Sınıf geçmek için imtihan köprüsünden geçilir) diyoruz. Halbuki imtihanın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırat köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez. Benzemeyen şeyi, benzeyenlerle mukayeseye kalkmak yanlış sonuç verir. İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki:
Mutezile fırkası, cehennem üzerinde kurulacak olan Sırat köprüsüne inanmadı. Sırat köprüsüne inanmak farzdır. Çünkü Sırat köprüsü Nass ile sabittir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Onları Cehennem Sıratına götürüp hapsedin! Çünkü onlar mesuldür.) [Saffat 23, 24]
Nuhbet-ül-Leali kitabında diyor ki:
Sırat, cehennem üzerinde bir köprüdür. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(İçinizden oraya [cehenneme] uğramayacak hiç kimse yoktur.) [Meryem 71]
Sırattan geçerek herkes cehenneme uğramış olacaktır.
Sıratı ilk geçenler
Kur’an-ı kerimi en iyi açıklayan Peygamber efendimizin, Sırat köprüsü hakkında bildirdiği hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir:
(Cehennem üzerine Sırat köprüsü kurulur. Buradan ümmetiyle ilk geçecek Peygamber ben olurum.) [Buharî]
(Kıyamette Sırat köprüsünün başında durur, ümmetimin geçmesini beklerim. Allahü teâlâ, “Dilediğini iste, istediklerine şefaat et, şefaatin kabul olunacaktır.” buyurur. Ümmetime şefaatten sonra, yalvarmaya devam ederim. Rabbim bana “Ümmetinden ihlasla bir defa “La ilahe illallah” diyen ve imanla ölen herkesi cennete koy” buyuruncaya kadar yerimden kalkmam.) [İ. Ahmed]
(Sırat köprüsünü geçmek herkesin nuruna bağlıdır. Kimi göz açıp yumuncaya kadar, kimi şimşek gibi, kimi yıldız akması gibi, kimi koşan at gibi Sıratı geçerler. Nuru çok az olan da yüzüstü sürünür. Elleri ve ayakları kayar, tekrar yapışır. Nihayet sürüne sürüne kurtulur.) [Taberânî]
(Ehl-i beytimi ve Eshabımı çok seven kimselerin, Sırat köprüsünden geçerken ayakları kaymaz.) [Deylemî]
(Cehennem ateşi müminlere der ki: Ey mümin, üzerimden çabuk geç, senin nurun ateşimi söndürüyor.) [Taberânî]
(Nice kimseler Sırattan geçtiğini bilmedikleri için, meleklere derler ki:
- Sırat ve cehennem nerede kaldı, biz oralardan geçtik mi?
Melekler de şöyle cevap verirler:
- Siz cehennem üstündeki Sırattan geçtiniz; fakat cehennem ateşi sizin nurunuzdan çekilip, örtülmüştü.”) [Camius-sagir]
Peygamber efendimizin ümmetinden olan bazı kişiler, mezardan kalkınca doğruca cennete giderler. Melekler bunlara derler ki:
- Hesap gördünüz mü?
- Hayır biz hesap falan görmedik.
- Sırat köprüsünü geçtiniz mi?
- Hayır Sırat falan görmedik.
- Cehennemi gördünüz mü?
- Hayır Cehennemi de görmedik.
- Siz ne amel işlediniz de böyle hesap görmeden, Sırata uğramadan doğruca Cennete geldiniz?
- Bizim iki hasletimiz var idi. Onun sayesinde bu nimete kavuştuk. Allahtan utanır, yalnızken de günah işlemezdik. Bir de Allahın verdiği az rızka razı olurduk.
Melekler derler ki:
- Bu nimetler sizin hakkınızdır. (İbni Hibban)
26 Temmuz 1999 Pazartesi
,
Din nasıl yıkılır?
Din düşmanları asırlardır, dinimizi içten ve dıştan yıkmaya uğraşmışlar ve hâlâ da uğraşıyorlar. Bütün çalışmalarına rağmen yıkamadıklarını görünce, dini bozmaya, yanlış yorumlar yapmaya çalıştılar. Din böylece kendiliğinden yıkılmış olur. Bunun için de, dinimizdeki dört delilin (Kur’an, sünnet, icma ve kıyas’ın), üçünü inkâr edip sadece (Kur’an) diye ortaya çıkıyorlar. Onu da kendi anladıkları gibi yorumluyorlar. Böylece müslümanlık adında başka bir din meydana çıkıyor.
Geçen gün (Son peygamber) diye bir yazı yazmıştım. Artık başka bir peygamber gelmeyecek demiştim. Peygamber olduğunu söyliyen Mısırlı Reşat Khalife, Hintli Ahmet Kadıyani ve yine (Ben resûlüm, ben Mehdiyim) diyen yerli bir sapığın müritleri, (Kur’an nebi gelmez diyor, resûl gelmez demiyor) dediler, sanki (Resûl gelir) diye bir hüküm varmış gibi, tenkit yazıları gönderdiler, Kütüb-i sitte olarak bilinen en kıymetli altı hadis kitabından naklettiğim hadis-i şerifleri yalanladılar.
Hadisleri inkâr etmek
Hadis-i şerifler yalanlanınca ne olur? Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, Resûlüne (Kur’an-ı kerimi insanlara açıklayasın diye sana indirdik.) buyuruyor. Peygamber efendimiz de bunu açıklamıştır. Açıklamalara inanılmazsa, ortada din diye bir şey kalmaz. Namazın nasıl kılınacağı, zekâtın nasıl verileceği asla bilinemez. Herkes kendine göre bir namaz şekli meydana çıkarır. 25 yıl önce bir dergi çıkarıyordum. Anayasaya baktım. (Dergi çıkarmak için önceden izin almak gerekmez.) diyor. Ben de dergiyi bastırmak üzere matbaaya verdim. İyi ki bir tanıdık, (Habersiz dergi çıkarmak suç, derhal, valiliğe dilekçe verin) dedi. Kanuna bakmadan sadece Anayasa ile hareket edilemeyeceğini bir kere daha anlamıştım. Sünnete itibar etmeden, Kur’an-ı kerimle amel etmeye çalışmak da böyledir.
Din düşmanlarının bir kısmı da, (Biz Buhari, Müslim gibi hadis kitaplarının tamamına değil, bir kısmına inanmıyoruz) diyor. Peki bir kısmı yalan ise, ötekilerin doğru olduğuna nasıl inanılır? Bir tane yalan bile olsa, ötekilere nasıl itimat edilir? Zaten onların maksadı da bu. İşine gelmiyen hadis-i şeriflere uydurma diyerek dini yıkmaya çalışıyorlar.
Eğer herkes sadece Kur’an-ı kerim ile amel edebilseydi, Peygamber gönderilmezdi. Herkes bu Kur’an ile amel etsin denirdi. Kur’an-ı kerimde Allah ile birlikte Resûlüne de uyulması emrediliyor:
(Allaha ve Resûlüne itaat edin, onların emirlerine uyun!) [Enfal 20]
(Resûle itaat eden [onun emrine uyan], Allaha itaat etmiş [onun emrine uymuş] olur.) [Nisa 80]
(Bir işte anlaşamazsanız, bu işin hükmünü Allahtan [Kur’an-ı kerimden] ve Resûlünden [Sünnet-i seniyyeden] anlayın!) [Nisa 59] [Elbette bu “anlayın emri” de âlimler içindir. Başkaları, âlimlerin anladıkları hükme uyar. Çünkü Kur’an-ı kerimde (Âlimlere sorun!) buyuruluyor. (Nahl 43)
Sünnete inanmayan
Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Sünnetimi kabul etmeyen benden değildir.) [Müslim]
(Peygamberin haram kılması, Allahın haram kılması gibidir.) [Tirmizî]
(Bir zaman gelir “Kur’andan başka şey tanımam” diyenler çıkar) [Ebu Davud]
(Bir zaman gelir, beni yalanlayanlar olur. Şöyle ki, kendisine benden bir hadis söylenince “Resûlullah böyle şey söylemez. Bunu bırak, Kur’andan söyle” derler.”) [Ebu Ya’la]
(Kur’ana ve sünnete uyan hiç sapıtmaz.) [Hakim]
(Kur’anda bildirilen hükümler kadar bana daha başka hükümler de bildirildi.) [İ. Ahmed]
Hz. Cebrail, Kur’an-ı kerimi getirdiği gibi, açıklaması olan sünneti de getirmiştir. (Darimi)
Allahü teâlâ, Maide suresinin 3. Âyetinde ((Bugün, dininiz [İslamı] tamamladım.) buyuruyor. Tamamlanan din için yeni bir Resûle, yeni bir kitaba ihtiyaç olur mu?
Allahü teâlâ, bütün kitaplarda Peygamber efendimizin geleceğini bildirmiştir. O geldikten sonra da, (Peygamberim) diyen yalancıların çıkacağını bildiği için. (Ondan sonra nebi [Peygamber] gelmeyecek) buyurmuştur. Hadis-i şeriflerle de bu husus iyice açıklanmıştır. Kur’an-ı kerimi kendi görüşüne göre yorumlayana, Sünneti kabul etmeyene, hadis âlimlerine inanmayanlara sözümüz yoktur.
27 Temmuz 1999 Salı
,
Kıyas ve dindeki dört delil
Selefi görüşlü kimseler, kıyas yaparak ictihad etmenin caiz olmadığını bildirerek, kıyas yapan İmam-ı a’zam, İmam-ı Şafii gibi mezhep sahibi büyük müctehid âlimlere dil uzatıyorlar. Edille-i şerıyye [din bilgilerinde, müctehid imamlara delil] dörttür: Bunlar, Kur’an-ı kerim, Sünnet [hadis-i şerifler], İcmaı ümmet ve Kıyas-ı fukaha’dır. Sünnet, icma ve kıyas, Kur’an-ı kerimde bulunmayan şeyleri eklemek değildir. Bunlar, Kur’an-ı kerimin içinde kapalı olarak bulunan bilgileri meydana çıkarmaktadır. Müctehid, bir işin nasıl yapılacağını, Kur’an-ı kerimde açık olarak bulamazsa, hadis-i şeriflere bakar. Bunlarda da açıkça bulamazsa, bu iş için, İcma var ise, öyle yapılmasını bildirir. İcma sözbirliği demektir. Yani, bu işi, Eshab-ı kiramın hepsinin aynı suretle yapması veya söylemesi demektir. Eshab-ı kiramdan sonra gelen Tabiinin de icmaı delildir, senettir. Dinde reformcuların ve din cahillerinin ittifak ettikleri sözlere, icma denmez.
Kıyası inkâr sapıklıktır
Kıyas, birşeyi başka şeye benzetmek demektir. Fıkıhta, nasstan anlaşılamayan birşeyin hükmünü, bu şeye benzeyen başka şeyin hükmünden anlamak demektir. Kıyas, Kur’an-ı kerimin ve hadis-i şeriflerin, derin, örtülü manalarını meydana çıkarmaktır. Eshab-ı kiram da kıyas yapar, onların da ayrı mezhebleri var idi. Beydavi tefsirinde kıyas ve icmaın, Ali İmran suresinin 108. âyetinde emredildiği yazılıdır. İbni Abidin hazretleri, (Kıyas ile anlaşılan bilgileri kabul etmeyen, doğru yoldan saparak bid’at ehli olur, muhakkak Cehenneme girer) buyuruyor. Kıyasın delil olduğu aklen ve naklen sabittir. (Fatebiru) âyet-i kerimesi, (Bilmediklerinizi, bildiklerinize kıyas edin) demektir. (Menar şerhi) [Bu âyet-i kerimenin, kıyasın caiz ve gerektiğini bildirdiği Beydavi tefsirinde yazılıdır.]
Araf suresinin, (Allahü teâlâ, rüzgârı, rahmeti olan yağmurdan önce, müjdeci gönderir. Rüzgârlar, ağır olan bulutları sürükler. Bulutlardan ölü olan toprağa su yağdırır, o yağmurla yerden meyvalar çıkarırız. Ölüleri de mezarlarından böyle çıkaracağız) mealindeki 57. âyet-i kerimesi de kıyasın hak olduğunu isbat etmektedir. Bu âyette, ihtilaflı olan bir şeyi, sözbirliği ile anlaşılmış olana benzetmek bildirilmektedir.
İctihad, gücü, kuvveti yettiği kadar, zahmet çekerek, uğraşarak çalışmak demektir. İctihaddan maksad, âyet-i kerimelerden ve hadis-i şeriflerden, manaları açıkça anlaşılmayanları, açıkça bildiren diğer ahkam-ı şerıyyeye kıyas ederek, benzeterek, bunlardan yeni hükümler çıkarmaya uğraşmak, çalışmaktır. Mesela ana-babaya itaati emreden âyet-i kerimede, (Onlara, öf sıkıldım demeyin) buyuruluyor. Dövmekten, sövmekten bahis buyurulmamıştır. Âyet-i kerimede, yalnız bunların en hafifi olan öf kelimesi açıkça bildirildiğine göre, müctehidler, dövmenin, sövmenin ve hakaret etmenin elbette haram olacağını ictihad etmişlerdir.
İctihadı emreden âyetler
İmam-ı Şaranî hazretleri buyuruyor ki: (İctihadı emreden âyet-i kerime çoktur. Nahl suresinin, (Bizden indirileni insanlara açıklaman için) mealindeki 44. ve Nisa suresinin (Allahın kitabına ve Resulün hadislerine müracaat edin) mealindeki 59. âyeti ictihadı emrediyor.) [Mizan]
Şu âyet-i kerime de, birbirine benzemeyen olayların, hükmünün de farklı olduğunu bildirmektedir: (Yoksa, kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde, iman edip salih amel işleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı sanıyorlar? Ne kötü hüküm veriyorlar.) [Casiye 21]
İmam-ı Razi, kıyasın delil olduğunu ve mukallidin, âlimleri taklid etmesinin vacip olduğunu, (Ülül-emre itaat edin) mealindeki âyet-i kerimeden çıkarmıştır. Mutlak müctehid olmayan âlimlerin de, mukallid olduklarını, usul âlimleri sözbirliği ile bildirdiler. Müctehidlerin sözbirliği ile bildirdiklerinden ayrılmak haramdır. Bu husus, Nisa suresinin 114. âyetinden anlaşılmaktadır. (Eşedd-ül-cihad)
İmam-ı Müzeni, (Asr-ı saadetten beri fakihler kıyası kullanmışlardır. Kıyası inkâr caiz olmaz) diyor. Kıyasın, şeri bir delil olduğu hakkında, Eshab-ı kiramın ittifakı vardır. Hz. Ebu Bekir, miras konusunda, ölenin babası yoksa, babanın babasını, baba hükmünde saymıştır. (Usul-i fıkıh)
Eshab-ı kiram, Hz.Ebu Bekire, biat ederken; namaz imamlığı ile devlet başkanlığını kıyas ederek, (Resulullah, Onu din işimizde imam tayin etti, biz de onu, dünya işimizde imam tanırız) diyerek ictihadda bulunmuşlardır. (Usul-i Serahsi)
29 Temmuz 1999 Perşembe
,
Vehbi ilim, ilham ve evliya
Bazı kimseler, “Bizim üstadımız vehbi ilim sahibidir. Kendisine ilham gelir. Hiç bir âlimin kitabından nakil yapmadan eserler verir. Bir mesele onun kalbine doğar, ilham olunur, yahut rüyada bildirilir, o da talebelerine bildirirdi” diyorlar. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü dinde senet yalnız edille-i şerıyyedir. Bunlar, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayâl ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, tevilli, tabirli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırd edilemez. Evliyanın ilhamı başkalarına senet olamaz.
İlham, Allah tarafından kalbe gelen bilgi demektir. Ehlullahın ilhamlarının doğruluğu, islâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Dine sarılmıyan, bid’atten sakınmıyan kimsenin söyledikleri, nefsten ve şeytandan gelen bozuk fikirlerdir. İlm-i ledünni ve ilham, Muhammed aleyhisselama uyanlara ihsan olunur. Bu ihsana kavuşanlar, Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri iyi anlar. Her sözü bunlara uygun olur. Bugün din bilgileri, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarından öğrenilir.
İlham senet değil
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Yani, Allahü teâlânın, evliyanın kalblerine verdiği bilgiler, helal ve haramlar için delil, senet olamaz. Resulullahın mübarek kalbine gelen ilham, her müslüman için senettir. Her müslümanın bunlara uyması gerekir. Evliyanın ilhamı islâmiyete uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. Buharîdeki hadis-i şerifte, (İlim üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Marifet ise ilham ile hasıl olur. İlim, ilham ile hasıl olmaz. İlmin kaynağı Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. (Berika s.385)
Mearif-i ilahiyye bilgileri, ilham ile hasıl olur, hocadan öğrenilmez. İbadetlerin yapılması ve bütün şeriat bilgileri ise, üstaddan öğrenmekle elde edilir. Şeriat bilgileri, ilham ile hasıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitablar göndermesine lüzum olmazdı. (Hadika s.378)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: (Kıyas ve ictihad, dinin dört temelinden birisidir. Buna uymaya emrolunduk. Evliyanın keşf ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [m. 272] (Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bunun için evliyaya dil uzatılmaz.) [m.31]
(Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatalı işlerde sevab verilir. Evliyanın yanlış ilhamlarına uyanlara, sevab verilmez. Çünkü ilham, ancak sahibi için senettir. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
Doğru hangisidir?
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl ve sekr kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile anladıklarını bildirmişlerdir. Bunun için, suçlu sayılmaz. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Onlar gibi, bunların yanılmalarına da bir sevab verilir. Böyle, birbirine uymıyan bilgilerde, hep Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Çünkü bunların bilgileri, Peygamberlik kaynağından alınmıştır. Bu bilgiler, vahy ile bildirilmiştir. Elbette doğrudur. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, keşf ve ilham ile anlaşılmaktadır. İlhamın, doğruluğu kesin değildir. İlhamın doğru olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmaması ile anlaşılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış demektir. İşin doğrusu böyledir. İşin doğrusu bilinince, buna uymıyan ilhamların, sapıklık oldukları anlaşılır.) [m.112]
İmam-ı Rabbanîden aldığımız bu bilgiler ile diğer âlimlerin yazıları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına aykırı olan kitapların yanlışlığını ortaya çıkarmaktadır.
22 Ağustos 1999 Pazar
,
Yine ilham üzerine
İlham hakkında başta İmam-ı Rabbani olmak üzere Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak yazdığımız yazı üzerine, birkaç okuyucu değişik fikirler ileri sürdüler.
İmam-ı Rabbani gibi bütün büyük âlimler, (İlham senet değildir. Kesin olan edille-i şerıyyedir. Bunlara aykırı olan ilhamlar senet olamaz) buyururken, bu birkaç okuyucumuz, (Edille-i şerıyyeye [dört delile] aykırı olsa da, üztadımızın ilhamları senettir) diyorlar. Okuyucumuzun birisi de, (Hocamızın bir kitabı, Sorbon üniversitesinde, yüksek lisans konusu olarak verilmektedir) diyor. Bilindiği gibi, dünyada, komünist, ateist, hıristiyan, müslüman profesör ilim adamları vardır. Sorbon’da da ilim adamları vardır. Sorbon’da okunan her kitabın doğru olması gerekmez. Ezher’de bile birçok mezhepsizin kitabı okutulmaktadır. Bir kitabın doğru olup olmadığı edille-i şerıyye ile anlaşılır. İlham adı altında dine aykırı şeyler yazılıyorsa hiç kıymeti yoktur.
Şunlar ilhammış
İlham adı altında bakın neler deniyor: 1- Büyük ilim adamı [Mason] Abduh, benim üstadımdır deniyorsa bu ilham da yanlıştır. Abduh mason olmasa bile, mezhepsiz biridir. Peygamber efendimiz, (Kişi ahirette sevdiği ile beraber olur) buyurmuştur. Elbette Abduh’u seven de onunla beraber olacaktır.
2- Kâfirler mazlum olarak ölürse cennete gider denmişse bu ilham da yanlıştır. Çünkü edille-i şerıyyede [dört delilde], her çeşit kâfirin ebedi olarak cehenneme gideceği bildirilmiştir.
3- Kur’an gibi bakî bir mucize varken, ben hadislere itibar etmem deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü Allahü teâlâ, Resulüne uymamızı emrediyor. Hadis-i şeriflere inanmayan kimse, Kur’an-ı kerime de inanmamış sayılır.
4- İlhamın doğruluğu, vahiy kadar değilse de, şüphe götürmeyecek kadar kesin deniyorsa, bu da yanlıştır. İlhamı vahye benzetmek çok tehlikelidir. O zaman dinimizin dört delili nerede kaldı?
5- Akıl eskiden senet değildi, şimdi ise senettir ve akılla Allahı isbat edemeyenin imanı muteber değildir deniyorsa, bu da dört delile aykırıdır. Akıl, sadece şiilerce hüccettir. Akla, normalden, yani dinin verdiği ölçüden fazla önem veren, dini aklı ile ölçen mutezile fırkasıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.)
6- İman tahkik edilmedikçe muteber olmaz deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye tahkik edilmez yani araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimad tam olmaz. İtimad tam olmayınca, iman olmaz.
7- Ben Mehdiyim, falanca talebem de İsa’dır deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü Hz. Mehdinin adı Muhammed, babasının adı Abdullahtır. Gökten bir melek (Bu Mehdidir) diyeceği hadis-i şerifle sabittir.
8- Kıyamet şu tarihte kopacaktır deniyorsa, bu ilham da ayet ve hadislere aykırıdır. Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmemiştir. Güneşin batıdan doğması, Deccal’in çıkması gibi, sadece alametleri bildirilmiştir. Bazı gruplar, (Kıyamet falanca tarihte kopacak) diyerek halktan para toplamışlar, dedikleri tarih gelip geçtiği halde dünya kopmamıştır. Hemen her grupta, (Kıyamet şu tarihte kopacak) diye yanlış bir ilham bulunmaktadır. Hatta Yehova şahitleri denilen hıristiyanların lideri Charles Russel de 1914’te kıyamet kopacak demişti. Yehovacılar, (İsa’nın dünya krallığı başladı) diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya atmışlardır. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975’tir. Tabii hepsi de boşa çıkmıştır.
9 Kasım 1999 Salı
,
Dinde on esas
Bir hadis-i şerifte, İslâmiyetin, şu on esasından biri noksan olanın zararda olduğu bildirilmektedir:
1- La ilahe illallah, Muhammedün resulullah demek: Müslüman olmak için, bu kelime-i tevhidi, inanarak söylemek gerekir. Müslüman olan bir kimseye, ilk önce (La ilahe illallah, Muhammedün resulullah) kelimesinin manasını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye (Kelime-i tevhid) denir. Kısaca manası, (Allah’tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da O’nun Resulüdür) demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Amellerin kıymetlisi La ilahe illallah demektir.)
(La ilahe illallahı çok söyleyerek imanınızı tazeleyin!)
(La ilahe illallah diyen belâ ve sıkıntılardan kurtulur.)
2- Namaza devam etmek: Namazı doğru kılan, Allahü teâlânın sayılamayacak kadar çok olan bütün nimetlerine şükretmiş sayılır. Hadis-i şerifte, (Namaz, şükrün bütün aksamını camidir) buyuruluyor. Yani namaz kılan her bakımdan Allah’a şükretmiş olur. Namaz dinin direğidir, terkeden dinini yıkmış olur. Kur’an-ı kerimde (İman edip iyi işler yapan, namaz kılan ve zekât verenlerin mükâfatları Rableri katındadır. Onlar için korku ve üzüntü yoktur.) buyuruluyor.
3- Zekât vermek: Kur’an-ı kerimde, zekât çok yerde namazla birlikte emredilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Allaha ve Resulüne inanan, malının zekâtını versin!)
4- Oruç tutmak: Ramazan ayında, bir ay oruç tutmak farzdır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Ramazanda bir gün oruç tutmayan, onun yerine bütün yıl oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz.)
5- Haccetmek: Mekke-i mükerreme şehrine gidip gelinceye kadar, geride bıraktığı çoluk-çocuğunu geçindirmeye yetişecek maldan fazla kalan para ile oraya gidip gelebilecek kimsenin, ömründe bir kere, Kâbe-i şerifi tavaf etmesi ve Arafat’ta durması farzdır. Kur’an-ı kerimde (Yoluna gücü yetenlerin Beytullahı haccetmesi, Allah’ın insanlar üzerinde bir hakkıdır.) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de buyuruluyor ki: (Haccetmek için Mekkeye giderken ve oradan dönerken ölene, ahirette terazi kurulmaz, hesaba çekilmez ve günahları affedilir.)
6- Cihad etmek: Önemli bir ibâdettir. Kur’an-ı kerimde (Allah yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de (En kıymetli amel cihaddır.) buyurulmuştur.
7- Emr-i maruf: İyiliği emretmek, yaymak demektir. Hadis-i şerifte, (İmkanı var iken, emr-i maruf ve nehy-i münker yapmayan bizden değildir.) buyuruluyor.
8- Nehy-i münker: Kötülükten sakındırmak demektir. Hadis-i şerifte (Şehidden üstün mücahid, emr-i maruf ve nehy-i münker yapandır.) buyuruldu.
9- Cemaate katılmak: Birlikte rahmet, ayrılıkta azab-ı ilahi vardır. Hadis-i şerifte (Cemaatten ayrılan yüzüstü Cehenneme düşer.) buyuruluyor.
10- Taat: Allahü teâlânın beğendiği şeylerdir. Bunları yapan Müslüman sevaba kavuşur. Allahü teâlânın beğendiği şeylerin hiç birini yapmayan kimse, elbette büyük zarara uğrar. Kur’an-ı kerimde (Beni [taatle] zikredin ki, ben de sizi [rahmetle] zikredeyim) buyuruluyor. Hadis-i şerifte de, (Allahü teâlâ, taatten gafil olan kimseyi sevmez.) buyurulmuştur.
Haline razı olmak
Müslümanın itikadı şöyledir ki, her hayır ve şer Allahtandır. Her işi yaptıran Allahtır. Bu iş Allahtan geldiğine göre, bir müslüman olarak bu işe rıza göstermek gerekir. Çünkü Müminin başına gelen her iş, müminin hayrınadır. Onun için vaki olanda hayır vardır buyurulmuştur. Vaki olan bir işle karşı karşıya olan, ne kadar zor olursa olsun buna rıza göstermesi gerekir.
Kavmi, Musa aleyhisselama, (Allahü teâlâdan öğren, neden razı ise, onu yapalım) dedi. Vahy geldi. Allahü teâlâ şöyle buyurdu.
(Kaza ve kaderime rıza gösterirseniz, sizden razı olurum. Benim rızam, sizin rızanıza bağlıdır. Benden razı olursanız, sizden razı olurum)
Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Allahü teâlâ buyuruyor ki, ben kaza ve kaderime razı olandan razı olurum. Razı olmayandan razı olmam ve ona gazab ederim)
Yine Allahü teâlâ buyuruyor ki:
(Kaza ve kaderime razı olmayan, beğenmeyen ve gönderdiğim belâlara sabretmeyen, benden başka rab arasın! Yer yüzünde kulum olarak bulunmasın!)
Allahü teâlâ, benim yaptığım işe razı olmayan kendine başka rab arasın buyuruyor. Başka rab olmadığına göre, yapılacak iş, Allahın her işine razı olmaktır. Onun gönderdiği belalara sabretmek şarttır. Peygamber efendimiz buyurdu ki:
(Allahü teâlâ buyurdu ki: “Bedenine, evladına veya malına bir musibet gelen, sabr-ı cemille karşılarsa, [yani güzel sabrederse] kıyamette ona hesap sormaya hayâ ederim.)
Güzel sabır, gelen belâya razı olup, herkese açıklamamak ve şikayette bulunmamak demektir. Güzel sabreden, dünya ve ahirette kurtuluşa kavuşur. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Derdini açıklayan sabretmiş olmaz.)
Allahü teâlâ, (Benden razı olandan razı olurum) buyuruyor. Allahü teâlânın kaza ve kaderine razı isek, Onun da bizden razı olduğu anlaşılır. Allahü teâlâdan gelenlerden razı değilsek, şikayetçi isek, Ona asi isek, O da bizden razı değildir.
Bir abid zata, gece rüyasında, (Senin cennetteki komşun şu çobandır) denir. Abid merak eder, çobanı bulur. Çobanın evinde üç gün misafir kalır. Abid, gece ibâdet ederken çoban uyur. Abid, çobana der ki:
- Senin ibâdetin bu kadar mı?
- Evet bu kadar.
- İyi düşün, başka hasletin yok mu?
- Benim ibâdetlerim bu kadardır. Fakat benim küçük bir özelliğim var. Darlıkta, sıkıntıda olsam halimden razı olur hiç kimseye şikayette bulunmam, hatta bu halimden kurtulmayı da istemem. Hasta olsam, yine halimden memnun olurum.
Abid, elini başına koyarak der ki:
- Buna mı küçük özellik diyorsun? Her babayiğit bu haslete sahip olmaz.
Bir Abidin de, (Ya Rabbi, benden razı ol) diye duâ ettiğini duyan Rabia-i Adviyye hazretleri, (Kendisi Allahtan razı olmadığı hade, Alahın kendisinden razı olmasını nasıl ister) buyurdu. (Kul, Allahtan nasıl razı olur?) diye sordular. (Allahtan gelen nimet ve belâyı aynı gördüğü vakit) buyurdu. Bela gelince de, nimetteki gibi hali değişmemişse, Rabbinden razı sayılır.
21 Kasım 1999 Pazar
,
Evliyaya adak yapmak
Evliyaya adak yapmak, şu işim olursa Allah rızası için bir koyun kesmek, sevabını falanca veliye göndermek istiyorum, demek caizdir. Hakiki İslam âlimleri buyuruyor ki:
Hiçbir velî, gaybı bilmez. Allahü teâlâ keşf ve ilham ile bildirirse, ancak onu söyleyebilir. “Evliya gaybı bilir” diyen kâfir olur. Evliya, yok olan şeyi var edemez. Var olanı yok edemez. Kimseye rızık veremez. Çocuk veremez, hastalığı gideremez. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Ey habibim, de ki, kendime fayda ve zarar vermeye gücüm yetmez. Ancak Allahın dilediği olur.) [Araf 188]
Allahü teâlâdan başkasından yardım beklemek caiz değildir. Fatiha suresinde, (Ancak sana ibâdet eder, senden yardım bekleriz) dememizi emretmektedir. (İyyake) yalnız sana mahsustur demektir. Bunun için hacetini evliyadan bekleyerek, Evliyaya adak yapmak caiz olmaz.
Ancak şarta bağlı olarak evliyaya adak yapmak, kendisini, günahı çok, duâ etmeye yüzü yok bilerek, mübarek birini vesile edip, onun hürmetine Allahü teâlâya yalvarmak şeklinde olabilir. Mesela (Hastam iyi olursa veya şu işim hasıl olursa, sevabı evliyadan (Seyyidet Nefise) hazretlerine olmak nezrim olsun) deyince, bu dileğin kabul olduğu çok tecrübe edilmiştir. Burada, Allahü teâlâ için koyun kesip, sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine bağışlamakta, onun şefaati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifa vermekte, kazayı, belâyı gidermektedir. Koyunu mezar başında kesmek haramdır. Hiçbir mezarın yanında kesmemelidir. Puta tapanların put yanında kesmelerine benzememelidir. İbni Abidin hazretleri, nafile namazları adak yaparak kılmayı anlatırken bildirdiği hadis-i şerife göre bir dilek için adak edilen bir ibâdet, o dileği hasıl etmez. Bu ibâdet, o dileğin hasıl olması için yapılmaz. Allahü teâlâ, o ibâdetten dolayı veya sevdiği bir kuluna yapılan bir iyilikten dolayı, merhamet ederek, o dileği kabul ve ihsan etmektedir.
Müslüman Olmak
Nikahlı müslüman bir kız, baliga olduğu zaman, müslümanlığı bilmezse, nikahı bozulur. Yani mürted olur. Allahü teâlânın sıfatlarını ona bildirmelidir. O da, tekrar etmeli ve (bunlara inandım) demelidir. [Dürr-ül-muhtar]
İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken diyor ki:
Kız küçük iken, ana babasına tâbi olarak müslümandır. Baliga olunca, ana-babasının dinine tabi olması devam etmez. İslâmiyeti bilmeyerek baliga olunca, mürted olur. İman edilecek şeyleri işitip de, inanmamış kimse, kelime-i tevhid söylese, yani (La ilahe illallah Muhammedün resulullah) dese, müslüman olmaz. (Amente billahi...) de bulunan altı şeye inanan ve (Allahü teâlânın emirlerini ve yasaklarını kabul ettim) diyen kimse müslüman olur.
Her müslümanın, çocuklarına (Amentü billahi ve Melaiketihi ve Kütübihi ve Resülihi vel Yevmilahiri ve bil Kaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teâlâ vel-basü badelmevti hakkun Eşhedü en La ilahe illallah ve Eşhedü enne Muhammaden abdühü ve resulühü) ezberletmeli, manasını iyice öğretmelidir! Çocuk bu altı şeyi öğrenmez ve inandığını söylemezse, balig olduğu zaman müslüman sayılmaz.
16 Kasım 2005 Çarşamba
,
Her şeyden önce doğru itikat
Sual: 72 fırka, Ehl-i kıble midir? CEVAP: Din kitaplarında bildiriliyor ki: 1-İmam-ı a’zam ve imam-ı Şafii, Ehl-i kıble olana kâfir denilmez buyurdu. Bu söz, Ehl-i kıble olan, günah işlemekle kâfir olmaz demektir. 72 fırka, Ehl-i kıbledir. İctihad yapılması caiz olan açıkça anlaşılamayan delillerin tevillerinde yanıldıkları için, bunlara kâfir denilmez. Fakat, zaruri olan ve tevatür ile bildirilmiş olan din bilgilerinde ictihad caiz olmadığı için, böyle bilgilere inanmayan, sözbirliği ile kâfir olur. Çünkü, bunlara inanmayan, Resulullaha inanmamış olur. İman demek, Resulullahın Allahü teâlâ tarafından getirdiği, zaruri olarak bilinen bilgilere inanmak demektir. Bu bilgilerden birine bile inanmamak küfür olur. (Milel-nihal tercümesi)
2-72 bid’at fırkası, namaz kıldığı ve her ibadeti yaptığı halde, bir kısmı mülhittir. Dinde icma ile bildirilen bir inanışı veya bir işi inkâr eden, kâfir olacağı için, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese ve her ibadeti yapsa ve her günahtan sakınsa da, artık buna ehl-i kıble denmez. (Hadika)
3-Zaruri din bilgilerinden veya iman edilecek şeylerden birine bile inanmayan, La ilahe illallah Muhammedün Resulullah dese de, kâfir olur. (Redd-ül Muhtar)
4-72 bid’at fırkası, Ehl-i kıble olduğu için, bunlara kâfir denmez. Fakat bunların, dinde inanması zaruri olan şeylere inanmayanları kâfir olur. (Mekt. Rabbani 2/67, 3/38)
5-Meşhur bir farzı inkâr eden kimse, namaz kılsa da kâfir olur. (Berika)
6-Her namaz kılana ehl-i kıble denmez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Yalan söyleyen, sözünde durmayan ve emanete hıyanet eden, Müslüman olduğunu söylese, namaz kılsa, oruç tutsa da münafıktır.) [Buhari]
7-İmanın 6 şartından birine inanmayan, namaz kılsa da kâfirdir. (Eşiat-ül-lemeat)
8- Ahir zamanda, namaz kıldığı halde kâfir olanlar olacaktır. Bir hadis-i şerif meali:
(Ahir zamanda bir camide binden fazla kişi namaz kılacak, fakat, içlerinde bir tane mümin bulunmayacaktır.) [Deylemi]
9- Bir Müminin kâfir olmasını isteyerek ona kâfir diyen Mümin kâfir olur. Bir hadis-i şerif meali:
(Bir Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buhari]
Vehhabiler, Ehl-i sünnete müşrik dedikleri için, bu yönden de küfre düşüyorlar. Kâfire Müslüman diyen de kâfirdir. (Şevahid-ül-hak)
10- Küfür söz söyleyen namaz kılsa da kâfir olur. Küfür söz çoktur. Mesela şunlar küfürdür:
- Zaruretsiz Hristiyanın Noel’ini kutlamak, kiliseye gidip âyinlerine katılmak, âyinlerini tasvip etmek, haçlarını takmak. (Birgivi, Mek. Rabbani)
- (Muhammedün Resulullah demek şart değil, Allah’a inanan herkes Cennete gidecek) demek. (Feraid-ül-fevaid)
Doğru iman sahibi olmaya çalışmalı. İtikadı düzeltmeden namazın, ibadetin faydası olmaz. Doğru itikat, ehl-i sünnet itikadıdır, bu da 1 rakamı gibidir. İhlaslı ibadetler sağına konan sıfır gibidir. Bir sıfır konunca 10, iki sıfır konunca 100 olur. Sağına ne kadar 0 konursa değeri artar. 1 çekilirse hepsi 0 olu
03 Şubat 2000 Perşembe
,
Dinde nakil esastır
Piyasada Allahı tanımakla ilgili ve Allahın varlığını ispat etmeye kalkışan birçok kitap vardır.
Genelde bu kitaplar, akli ve felsefi görüşlerle doludur. İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali gibi büyük İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoktur. Milyonlarca hadis-i şerif varken, hadis-i şeriflerden nakil yapmıyorlar. Hep şahsi görüşle, şahsi yorumla doludur.
İslâm âlimleri, (Allahın yaratmak, var olmak gibi sıfatlarını insana vermek veya insanın, akıl, şuur, hafıza ve düşünce gibi yaratılmış olan sıfatlarını Allaha vermek küfürdür) buyuruyorlar. Mesela bir kimse, (Allah akılsızdır) dese, bu bir hakaret olacağı için küfre düşer. (Allah akıllıdır) dese, bu sefer de, onu yaratık kabul ettiği için küfre düşer. (Allah iyi düşünür) dese yine kâfir olur. Çünkü akıl, şuur, hafıza, düşünme işi mahluktur, yani yaratıktır. Allahın böyle sıfatları yoktur. Bazıları, (Yaratılmış olanın özelliklerine bakarak, yaratanın özelliklerini bulmaya çalışacağız) diyorlar. İslâm âlimleri, (Bilinenle bilinmeyen mukayese edilmez) buyuruyor. İnsan vasfı sayar gibi, Allahın vasfını sayıyorlar. (Allah çok akıllıdır, hafızası çok geniştir, çok hızlı düşünür, çok çalışkandır) diyorlar. Senâüllah Pânî-pütî hazretleri (Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, razı olduğu şeyler, ancak peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile anlaşılamaz.) buyuruyor. Kimileri de, “Allah özenerek yaratır” diyor. Böyle söylemek Allahı âciz sanmaktan ileri gelir. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sadece ol deriz, o da, hemen oluverir.) [Nahl 40]
Böyle söyleyenler kaderi de iyi bilmiyorlar, (İnsan, kendi kaderine tesir eder) diyorlar. Kader, değişmeyen son şekildir. Kaderi Allah da değiştirmez. Allahın vasıfları bildirilirken, âlimlerin kitaplarından alarak, sıfat-ı zatiyye ile sıfat-ı sübütiyye de yazılsa, büyük hizmet edilmiş olur. Hadis-i şerifte, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) buyuruldu. (Taberânî)
Bazıları da, İslâm dini yerine, “İslâm nazariyesi” “İslâm düşüncesi”, “İlâhî şuur” tabirlerini kullanıyorlar. İslâmiyet, ilahi bir dindir, bir düşünce sistemi değildir. Düşünce, bir iş için düşünülen çare veya kıyaslanan neticedir. Nazariye de, akli, zihni esaslara dayanan görüş, teori demektir. Akıl, zihin mahluktur. Allahü teâlânın bildirdiği şeylere “düşünce”, “görüş” denmez. Kur’an-ı kerimdeki hükümlere bile “Kur’ani görüş” diyenler oluyor. Bu tabirleri kullanmak küfürdür. Âlimler buyuruyor ki: İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba iman ederler) buyuruyor. (Bekara 4)
İman ne kadar kıymetli ise, zıttı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için ibâdetleri yapmak ve haramlardan kaçmak gerekir. Bilhassa küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmak gerekir. Mesela imanını çok kuvvetli sanan biri, Allah dostlarından birine düşman olsa veya Allah düşmanlarından birini sevse, yahut dinin bir emrini lüzumsuz görse, yaptığı ibâdetler kıymetsiz olur ve cehenneme gider. Küfre düşürücü ifade kullananın imanı gider de haberi olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemî]
06 Ağustos 2000 Pazar
,
Fıkhı Ekber’in özeti
İmam-ı a’zam hazretlerinin, inanılması lazım olan bilgileri içine alan hacmi küçük bir kitapçığı vardır. Adı Fıkhı Ekber. Özetle şöyledir:
İman; Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kadere, hayrın ve şerrin Allah’tan olduğuna, hesap, mizan, cennet ve cehenneme inanmak ve hepsini hak bilmektir.
Allah, birdir, doğmamış ve doğurmamıştır. O’na hiçbir şey denk değildir. O yarattıklarından hiç birine benzemez, isimleri, zati ve fiili sıfatıyla hep var olmuş ve var olacaktır. O’nun isim ve sıfatlarından hiçbiri sonradan olma değildir, hepsi ezelidir. O ilmiyle daima bilir, kudretiyle daima kadirdir. Kelam ile konuşur, yaratması ile daima halıktır, fiili ile daima faildir. Yapılan şey mahluktur. Allah’ın fiili ise mahluk değildir. [Fiil; iş, fail ise iş yapan demektir. Kadir, her şeye gücü yetendir.]
Kur’an-ı kerim mahluk [yaratık] değildir, orada Peygamberlerden, kâfirlerden, mesela Firavun ve İblis’ten naklen verilen haberlerin hepsi Allah kelamıdır. Allah’ın kelamı mahluk değildir.
Peygamberler küçük büyük günah işlemez.
Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, sonra diğer üç halifedir. Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız.
Büyük günah işleyen Müslümana kâfir diyemeyiz. Günahlar, Mü’mine zarar vermez de demeyiz.
Günah işleyen, fakat tövbe etmeden Mü’min olarak ölen kimseyi Allah dilerse ona cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz.
Peygamberlerin mucizeleri ve velîlerin kerametleri haktır.
Allahü teâlâ ahirette cennetten görülecektir.
İman; dil ile ikrar kalb ile tasdiktir. İman artmaz ve eksilmez.
Peygamberlerin şefaati haktır. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir.
Kıyamet günü amellerin mizanla tartılması ve Peygamber efendimizin havzı haktır. Kıyamette, hasımlar arasında hesaplaşma olması haktır.
Cennet ve cehennem şimdi vardır, ebediyen de yok olmayacaktır.
Allah dilediğini kendisinin bir lütfu olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür.
Şeytan, Mü’minden imanı zorla alamaz. Fakat kul imanı terk ederse şeytan da onun imanını alır.
Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı haktır.
Miraç haktır, inkâr eden sapık ve bid’at ehli olur.
Deccal, yecüc ve mecuc, güneşin batıdan doğması, İsa aleyhisselamın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi haktır.
İnanılması gereken diğer şeylerden mezhebimizde olanlardan bazıları da şöyledir:
Allah, kulun güç yetiremeyeceği şeyleri onlara emretmez.
Kâfir olarak ölen asla affa uğramaz, sonsuz olarak cehennemde kalır.
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır.
Kul kendisinden emir ve yasakların kalkacağı bir duruma ulaşamaz. Herkes, gücü yettiği ölçüde ibadet etmekle yükümlüdür.
Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz.
Ölüler için dua edilince ve onlar için sadaka verilince ölüler fayda görür.
Evliya, peygamber derecesine ulaşamaz.
8 Ağustos 2000 Salı
,
“Allahı kim yarattı?” diyorlar
Allahın varlığına inanmayan bazı kimseler, (Allahın her şeye gücü yetiyorsa, kendisi gibi bir ilâh veya kaldıramayacağı bir taş yaratabilir mi?) gibi sorular sorarak Müslümanları zor duruma sokmaya çalışıyorlar. Aklı ve ilmi olan kimse için bu soruların cevapları çok basittir.
Allahın yaratma gücünü anlamak için Allahü teâlâyı ve bütün sıfatlarını iyi bilmek gerekir. Allahü teâlânın kıdem sıfatı da vardır. Yani evveli yoktur, yaratık, yani mahlûk değildir. Allahın yarattığı her şey mahlûk olur. (Allah, evveli olmayan, yani kıdem sıfatlı bir varlık, yani bir ilah yaratabilir mi?) demek tenakuz [çelişki] olur. Yaratılan şey yaratıktır, mahlûktur. (Bir şey yarat ki, mahlûk olmasın!) denmez. Çünkü yaratılan şey mahlûk olur. Mahlûk olan şey de yaratıcı olmaz. Onun için, (Allah kendisi gibi yaratıcı olan bir ilâh yaratabilir mi?) sözü, mantıksız, çelişkili bir sözdür.
Her yaratık, bir yaratıcı tarafından yaratıldı gerçeği kabul edilmezse, inanmayan da bu işe cevap veremez. Mesela bir kimse, ben nereden geldim dese, bu sırası ile Hz. Adem’e kadar gider. Ondan sonra, Onun topraktan yaratıldığı, toprağı da Allah’ın yarattığı anlaşılır. İnanmayanların dediği gibi, Allah’ı da başka bir ilah yarattı denirse, bu çok yanlış olur, çünkü, bu sefer de onu kim yarattı denir. Onu da bir başkası yarattı denirse, bu sefer peki onu kim yarattı denir. Bu sonsuza kadar böyle sürüp gider, bir netice alınamaz. Her şeyin bir sebebi vardır. Bu sebepleri kendisinin sebebi ve başlangıcı olmayan biri yaratabilir o da Allah’tır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmeyen, Onu Arş’ın üstünde veya yukarıda gökte sanır. Arş da, yukarısı da, aşağısı da Onun mahlûkudur. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. Allah, madde, cisim, araz, yani hâl değildir. Benzeri, ortağı, zıttı yoktur. Bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. Allahü teâlâ, kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. İçinde, dışında olmak, var olan iki şey arasında düşünülür. Hâlbuki kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Hayal mertebesindeki âlemin devamlı var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile oluyor.
Bir filmdeki cansız resimler, aynen canlı gibi hareket etmektedir. Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, (Bu kimse, hayalinin içindedir, dışındadır.) denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya da hayale benzer. Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında yer, içer. Hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. İçinde bulunduğumuz dünya hayatı da bir rüyadan ibarettir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünmektedir. Ezelî ve ebedî var olan yalnız Allahü teâlâdır. Allah’ı cisim gibi, insan gibi düşünenler, (Allah kaldıramayacağı taş yaratabilir mi?) diye soruyorlar. Bütün kâinatı bir anda yok edebilir. Hepsini de bir anda yaratabilir. Kur’an-ı kerimde, (Ol dememiz kâfidir.) buyuruluyor. Bir taşa ağırlık veren, yer çekimi kuvvetini yaratan Odur. Yer çekimini yaratmasa idi, ağırlık da olmazdı. Yarattığı her şeye hâkimdir, gücünün yetmeyeceği bir şey olmaz. Yarattığı her şeye gücü yeter. Her şeye gücü yetenin gücü yetmediği şey olmaz. Gücü yetmediği bir şey, kaldıramadığı bir taş yaratabilir mi demek mantıksızlık olur.
13 Ağustos 2000 Pazar
,
Ben ve biz demek
Bazı Hıristiyanlar, “Tanrı üç olmasaydı, Kur’anda kendisine Biz demezdi” diyorlar. Tabii bu çok yanlıştır. Allahü teâlâ bir olduğunu Kur’an-ı kerimde defalarca bildirmiştir. Birkaçı şöyledir:
(İlahınız bir tek ilahtır. Ondan başka ilah yoktur.) [Bekara 163]
(Allahtan başka ilah yoktur.) [Bekara 255]
(Ondan başka ilâh yoktur.) [A. İmran 6]
(Tanrı üçtür demeyin! Allah, ancak bir tek ilahtır.) [Nisa 171]
(O ancak bir tek ilahtır.) [Enam 19]
(İlahınız tek bir ilahtır.) [Nahl 22]
(İki ilah edinmeyin, O ancak bir ilahtır.
O hâlde yalnız benden korkun.) [Nahl 51]
(Allahtan başka ilahlar olsaydı, bu ilahlar, Arş’ın sahibi Allaha elbette bir yol ararlardı. İlahlıkta ortaklık olmaz. Onun için, Allah ile savaşıp Onu yok etmeye çalışırlardı.) [İsra 42]
(Allahtan başka ilah olsaydı, her ilah, kendi yarattığını idare eder, bir gün elbette biri diğerlerine galip gelirdi. Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir.) [Müminun 91]
(Sizin ilahınız, elbette kendisinden başka ilah olmayan Allahtır.) [Taha 98]
(Allahtan başka, yerde-gökte ilahlar olsaydı, yerin-göğün nizamı bozulurdu. Arş’ın Rabbi olan Allah, onların vasfettiklerinden münezzehtir, Allahtan başka ilah yoktur.) [Enbiya 22]
(Ey Resulüm, senden önceki her peygambere, “Benden başka ilah yoktur. Bana kulluk edin” diye vahyettik.) [Enbiya 25]
(Allah her şeyin yaratıcısıdır. O birdir.) [Rad 16]
(Herşeyi O yaratmıştır.) [Enam 101]
(Yaratmak Ona mahsustur.) [Araf 54]
(İlahınız birdir.) [Saffat 4]
(O Allah birdir.) [Zümer 4]
(O Allah tektir.) [İhlas 1]
Birçok ayet-i kerimede, Hüve [O], zamiri ile de bir olduğunu bildiriyor. Ben dediği ayet-i kerimeler daha çok zatı ile ilgilidir. Mesela: (Sadece benden korkun!) [Bekara 41]
“Biz” denilen yerlerde, bazı zatlara göre, umumiyetle bir vasıta vardır. Mesela (Sizi Biz yarattık) [Vakıa 57] (Allahü teâlâ, ilk insan Hz. Âdem’i toprak, Hz. İsa’yı anası, diğer insanları ise ana-babası vasıtası ile yaratmıştır.)
Ayrıca büyüklüğünü, her şeye malik, hakim olduğunu bildirmek için Ben yerine Biz diyor. Mesela Resulullaha hitaben, (Biz sana Kevseri verdik) buyurdu. Verilen şey, verenin büyüklüğüne göre kıymet ve büyüklük kazanır. Verenin ve verilen şeyin kıymetinin büyüklüğünü bildirmek için (Biz sana Kur’an-ı azimi verdik) de buyuruyor. (Hicr 87)
İsmail Hakkı Bursevi hazretleri buyuruyor ki: (Sultanların dört türlü konuşma tarzı vardır:
Allahü teâlânın, bazen ben, bazen biz demesi, halkın aşina olduğu sultanlara mahsus bir hitap tarzıdır. O, mülkün sahibi ve sultanlar sultanıdır. Yukarıdaki gibi dört tarzla da hitap etmiştir:
1- (Ben yarattım.) [Müddesir 11] 2- (Biz onu Kadir gecesinde indirdik.) [Kadr 1] 3- (Oruç size farz kılındı.) [Bekara 183] 4- (Allah ki sizi yarattı.) [Rum 40]
Allah’ın Ben demesi yüce zatına göre, Biz demesi, isim ve sıfatlarına göredir. İsim ve sıfatlarının çokluğu zatının birliğine zıt değil. Çünkü isim ve sıfatların hepsi, zata aittir.) [Ruh-ul-beyan 1/37]
İmam-ı Razi hazretleri Kevser suresinin tefsirinde buyuruyor ki: (İnna [elbette biz] lafzı, bazan çoğul, bazen da tazim için kullanılır. İnna da hediyenin büyüklüğünü gösterir. Çünkü onu veren, Allahü teâlâdır. Sultan, birine bir elma verse, bu çok büyük bir hediye kabul edilir.) [Tefsir-i kebir]
EHLİ SÜNNET İTİKADI 3
Ehl-i sünnet itikadını ortaya koyan Resulullah efendimizdir. İman bilgilerini Eshab-ı kiram bu kaynaktan aldılar. Tâbiin-i izam da bu bilgilerini, Eshab-ı kiramdan öğrendiler. Daha sonra gelenler, bunlardan öğrendiler. Böylece, Ehl-i sünnet bilgileri bizlere nakil ve tevatür yoluyla geldi. Bu bilgiler akıl ile bulunamaz. Akıl bunları değiştiremez. Akıl, bunları anlamaya yardımcı olur. Yani, bunları anlamak, doğruluklarını, kıymetlerini kavramak için akıl lazımdır. Hadis âlimlerinin hepsi, Ehl-i sünnet itikadında idiler. Amelde dört mezhebin imamları da bu mezhepte idi. İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari de Ehl-i sünnet mezhebinde idi. Bu her iki imam, hep bu mezhebi yaydılar. Sapıklara karşı ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış olan maddecilere karşı bu tek mezhebi savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savunma metotları ve tenkitleri birbirinden farklı olmuş ise de, bu hâl, yollarının ayrı olduğunu göstermez. Bunlardan sonra gelen yüzbinlerle derin âlim ve veliler, bu iki yüce imamın kitaplarını inceleyerek ikisinin de, Ehl-i sünnet mezhebinde olduklarını söz birliği ile bildirmişlerdir.
Ehl-i sünnet âlimleri, manaları açık olan (Nass)ları, zahirleri üzere almışlardır. Yani, böyle âyet-i kerimelere ve hadis-i şeriflere açık olan manaları vermişler, zaruret olmadıkça böyle Nassları (tevil) etmemişler, bu manaları değiştirmemişlerdir. Kendi bilgileri ve görüşleri ile bir değişiklik hiç yapmamışlardır. Sapık fırkalardan olanlar ve mezhepsizler ise, Yunan felsefecilerinden ve din düşmanı olan fen taklitçilerinden işittiklerine uyarak, iman bilgilerinde ve ibadetlerde değişiklik yapmaktan çekinmemişlerdir.
Peygamber efendimizin hadis-i şerifte fırka-i naciyye, kurtuluş fırkası olarak bildirdiği tek bir itikad mezhebi vardır. O da Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir, imam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari bu mezhepte iki itikad imamıdır ve bu mezhebi yaymışlardır.
İmam-ı Matüridi ve imam-ı Eşari hazretleri ayrı bir mezhep kurmamışlar, Eshab-ı kiramın, Tâbiinin, dört mezhep imamının ve sonra Ehl-i sünnet âlimlerinin nakil ve tevatür yolu ile bildirdikleri iman ve itikad bilgilerini açıklamışlar, anlaşılmasını kolaylaştırmak için kısımlara bölmüşler ve herkesin anlayabileceği şekilde yaymışlardır. Bunlardan imam-ı Eşari, imam-ı Şafi hazretlerinin talebe zincirinde bulunmaktadır. İmam-ı Matüridi ise imam-ı a’zam hazretlerinin talebe zincirindedir.
Ehl-i sünnet itikadının açıklamasında bu iki imam meşhur olmuş, yaşadıkları zamanlarda itikadda doğru yoldan ayrılmış sapıkların ve Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanmış maddecilerin bozuk düşüncelerine karşı Ehl-i sünnet vel-cemaat itikadını izah etmekte, bazı bakımlardan farklı usuller takip etmişlerdir. Daha sonraki asırlarda gelen Ehl-i sünnet âlimleri, bu iki imamın koyduğu usullere uyarak, Ehl-i sünnet itikadını nakletmişlerdir.
Ehl-i sünnetin reisi ise imam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleridir. İmam-ı a’zam Ebu Hanife hazretleri, fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usuller, metotlar koyduğu gibi, Resulullahın ve Eshab-ı kiramın bildirdiği itikad, iman bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine bildirdi. Talebesinden, ilmi kelam, yani iman bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan imam-ı a’zamın talebesi olan imam-ı Muhammed Şeybani'nin yetiştirdiklerinden, Ebu Bekri Cürcani dünyaca meşhur oldu. Bunun talebesinden de, Ebu Nasır-ı Iyad, kelam ilminde, Ebu Mensur-i Matüridi'yi yetiştirdi. Ebu Mensur, imam-ı a’zam hazretlerinden gelen kelam bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapmış olanlarla mücadele ederek, Ehl-i sünnet itikadını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı.
İmam-ı Eşari de; imam-ı Şafii'nin talebesi zincirinde, bulunmaktadır. Bu iki büyük imam, Eshab-ı kiram, Tâbiin ve Tebe-i tâbiinin bildirdiği itikad ve iman bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. İmam-ı Eşari ve imam-ı Matüridi hazretleri, hocalarının müşterek mezhebi olan Ehl-i sünnet vel-cemaattan dışarı çıkmamışlardır.
Bu iki imamın ve hocalarının ve bunların da hocaları olan, amelde dört hak mezhep imamlarının ve onlara tâbi olanların imanda, itikadda tek bir mezhebi vardır. Bu mezhep Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebidir. Çünkü İslamiyet, bütün insanlara yalnız bir tek imanı ve itikadı emretmektedir. Bu imanın esaslarını ve nasıl itikad edileceğini, bizzat Peygamber efendimiz aleyhisselam tebliğ etmiştir.
Taşköprüzade şöyle yazmıştır:
(Ehl-i sünnet vel-cemaatın kelam ilmindeki reisleri iki zattır. Bunlardan birisi Hanefi, diğeri Şafii'dir. Hanefi olanı, Ebu Mensur Matüridi, Şafii olanı ise Ebu'l Hasen el-Eşari'dir.)
Bazı kitaplarda, Eşariyye mezhebi, Matüridiyye mezhebi diye yazılı ise de, bu kendi çalışmalarına verilen isimdir, ayrı mezhep değildir. Her ikisi de Ehl-i sünnet itikadını anlatmıştır. Aralarında ictihad farkları vardır. Bu ayrılıklar temelde ayrılık olmadığı için, ikisi de Ehl-i sünnettir.
Zebidi de şöyle demiştir:
(Ehl-i sünnet vel-cemaat ismi geçince, Eşariler ve Matüridiler kastedilir.)
EMALİ KASİDESİ
Büyük İslam âlimlerinden, Siraciyye fetva kitabının sahibi, Ali Uşi hazretlerinin yazdığı Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki:
Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayır da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre razı değildir.
Allah’ın sıfatları, zatının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez.
Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arşı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arşı yaratmadan önce de var idi. Mekandan ve zamandan münezzehtir.
Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.]
Kuran-ı kerim kelam-ı ilahidir, mahlûk [yaratık] değildir.
Cennette nimetler, Cehennemde azap vardır. Cennet ve Cehennem hiç yok olmaz.
Müminler, Cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar.
Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz [mecbur] değildir.
Peygamberlere ve meleklere [ve Amentü’deki diğer esaslara] inanmak farzdır.
Hazret-i Muhammed aleyhisselam son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkidir, miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir.
Hazret-i İsa gelecek, Deccalı öldürecektir.
Evliyanın kerameti haktır.
Ebu Bekr-i Sıddık, bütün eshab-ı kiramdan üstündür.
Akıl baliğ olanın Allah’ı bilmemesi özür olmaz.
Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir.
İbadetler, ameller imanın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur.
Elfaz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir.
Helal da haram da rızktır.
Kabir suali ve kabir azabı haktır.
Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir.
Müminlerin, Cennete girmesi Allah’ın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle Cenneti hak edemez.
İnsanlar, dirilince hesaba çekileceklerdir.
Kıyamet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır.
Bu dünya sonradan yaratılmıştır.
Duaların etkisi vardır.
Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır.
İnsan dahâ çocukken etrâfında gördüğü eşyânın nereden geldiğini ve nasıl oluşduğunu araşdırmağa başlar. Çocuk gelişdikçe, üzerinde yaşamakda olduğu bu dünyânın nasıl mu’azzam bir eser olduğunu anlıyarak hayretden hayrete düşer. Hele yüksek tahsîlini yaparak, her gün etrâfımızda görülen bütün bu eşyâ ve mahlûkların inceliklerini öğrenmeğe başlayınca, hayreti hayranlığa dönüşür. İnsanların, büyük bir sür’at ile fezâda tek başına dönmekde olan, içerisi ateş dolu, toparlak (iki kutbu biraz basık) bir küre üzerinde, sırf yer çekimi kuvveti ile kalabilerek yaşaması ne büyük bir mu’cizedir. Yâ etrâfımızdaki dağlar, taşlar, denizler, canlı varlıklar ve nebâtlar, nasıl bir büyük kudret sâyesinde meydâna gelebilmekde, gelişmekde ve dürlü dürlü hâssalar göstermekdedir. Hayvanların bir kısmı toprak üstünde yürürken, bir kısmı havada uçar ve bir kısmı su içinde yaşar. Güneş, düşünebileceğimiz en yüksek harâreti sağlar ve nebâtların yetişmesini, ba’zılarının içinde ise, kimyevî değişikliklere sebeb olarak, un, şeker ve dahâ nice maddelerin meydâna gelmesini te’mîn eder. Hâlbuki dünyâ, kâinât içinde ufacık bir varlıkdır. Güneş ve etrâfında dönen seyyârelerden meydâna gelen, içinde dünyâmızın da bulunduğu güneş sistemi, kâinât (evren) içinde bulunan ve sayısı bilinmeyen pek çok sistemlerden biridir. Kâinâtdaki mu’azzam güc ve kuvveti îzâh için bir küçük misâl verelim:İnsanların en son elde etdikleri mu’azzam enerji kaynağı, atomları parçalıyarak veyâ birleşdirerek meydâna çıkardıkları atom enerjisidir. Hâlbuki, insanların “en büyük enerji kaynağı” saydıkları atom bombasının enerjisi, büyük yer sarsıntılarında ortaya çıkan enerji ile karşılaşdırılacak olursa, bu enerjinin, on binlerce atom bombası enerjisinden dahâ fazla olduğu görülür.
İnsan, kendi vücûdunun ne mu’azzam bir fabrika ve laboratuvar olduğunun farkında değildir. Hâlbuki, yalnız nefes alıp vermek bile mu’azzam bir kimyâ hâdisesidir. Havadan alınan oksijen, vücûdda gıdâ maddelerini yakdıkdan sonra, karbon dioksit hâlinde dışarı çıkarılır.
Sindirim (hazm) sistemi ise, sanki bir fabrikadır. Ağızla alınan gıdâ maddeleri ve içecekler, mi’de ve bağırsaklarda parçalanıp öğütüldükden sonra, vücûda fâideli kısmı, ince bağırsaklarda süzülerek kana karışmakda ve posası dışarı atılmakdadır. Bu mu’azzam hâdise, devâmlı ve otomatik olarak ve büyük bir intizam ile yapılmakda, vücûd bir fabrika gibi işlemekdedir.
İnsanın vücûdunda dürlü dürlü ve çok karışık formüllü maddeler i’mâl eden, dürlü dürlü kimyâ reaksiyonları meydâna getiren, analiz yapan, tedâvî eden, tasfiye eden ve zehrleri yok eden, yaraları tedâvî eden, dürlü maddeleri süzen, enerji veren tertîbât olduğu gibi, mükemmel bir elektrik şebekesi, manivela tertibâtı, elektronik bilgi sayar, haber verme te’sîsâtı, ziyâ, ses alma, basınç yapma ve ayarlama tertîbâtı, mikroplarla mücâdele ve onları yok etme sistemi mevcûddur. Kalb ise, hiç durmadan işleyen mu’azzam bir pompadır. Eskiden, Avrupalılar, (Bir insanın vücûdunda bol su, biraz kalsiyum, biraz fosfor ve biraz da inorganik ve organik maddeler vardır. Onun için bir insan vücûdunun kıymeti beş-on liradan ibâretdir) derlerdi. Bugün, Amerika Üniversitelerinde yapılan hesâblar, insan vücûdunda durmadan meydâna gelen muhtelif kıymetli hormon ve enzimlerle bir çok uzvî maddelerin en azından milyonlarca dolar kıymetinde olduğunu meydâna koymuşdur. Hele, bir Amerikan profesörünün dediği gibi, (Devâmlı olarak, böyle kıymetli maddeleri muntazemân meydâna getiren bir tertibât yapmağa kalkacak olursak, dünyâda bulunan bütün paralar, bunu yapmağa kâfî gelmez). Hâlbuki, insanda bütün bu maddî mükemmeliyyet yanında, anlama, düşünme, ezberleme, hâtırlama, hükm ve karar verme, sevişmek gibi çok mu’azzam, ma’nevî kudretler de bulunmakdadır. Bu kudretlerin kıymetini ölçmek, insanlar için imkânsızdır. Demek ki, insanın bedeni yanında bir de (Rûh)u mevcûddur. Beden ölür, rûh ölmez.
Hayvanlar âlemine dikkat ile bakacak olursak, Allahü teâlânın sonsuz kudreti, insanı büsbütün hayrete düşürür. Ba’zı canlı mahlûklar o kadar küçükdür ki, bunları ancak mikroskop altında görebiliriz. Ba’zılarının görülebilmesi için (meselâ virüsleri incelemek için) bir milyon def’a büyüten elektronik ültra mikroskoplara ihtiyâc vardır.
En büyük iplik fabrikalarının çeşidli makinalarla yapdığı sun’î ipeğin mikdârı küçücük bir ipek böceğinin yapdığı ipek mikdârının çok altındadır. Eğer minimini Ağustos böceğinin boyu, bizim ses çıkarmak için kullandığımız âletler kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesâblara göre, çıkaracağı sesle camlar kırılır, dıvarlar yıkılırdı! Bunun gibi, eğer bir ateş böceği, büyük bir sokak lâmbası kadar büyütülmüş olsa, bütün bir mahalleyi gündüz gibi aydınlatabilirdi. Böyle akıl almaz derecede mükemmel ve mu’azzam eserler karşısında hayrân olmamak kâbil midir?Bunlar Allahü teâlânın varlığını, azametini, yüceliğini, büyüklüğünü ve kudretini göstermeğe yetmez mi?O hâlde, ancak pek ufak bir parçasını gördüğümüz bu kâinâtın bir hâlıkı [yaratıcısı] ve anlamağa aklımızın ermediği pek mu’azzam bir kudret sâhibi vardır.Bu yaratıcının hiç değişmemesi ve sonsuz var olması lâzımdır. İşte, bu yaratıcı, (ALLAHÜ TEÂLÂ)dır. İslâmiyyetde ilk esâs, Allahü teâlânın varlığına ve sıfatlarına inanmakdır.
Etrâfımıza iyice bakdığımız, târîhi okuduğumuz zemân, cismlerin yok olduklarını, başka cismlerin meydâna geldiklerini görüyoruz. Dedelerimiz, eski milletler yok olmuşlar, binâlar, şehrler yok olmuş. Bizden sonra da başkaları meydâna gelecek. Fen bilgimize göre, bu mu’azzam değişiklikleri yapan kuvvetler vardır. Allaha inanmıyanlar, (Bunları tabî’at yapıyor. Herşeyi tabî’at kuvvetleri yaratıyor) diyorlar. Bunlara deriz ki, (Bir otomobilin parçaları, tabî’at kuvvetleri ile mi bir araya gelmişdir?Suyun akıntısına kapılan, sağdan soldan çarpan dalgaların te’sîri ile bir araya yığılan çöp yığını gibi mi bir araya gelmişlerdir?Otomobil, tabî’at kuvvetlerinin çarpmaları ile mi hareket etmekdedir?) Bize gülerek, (Hiç böyle şey olur mu?Otomobil, akl ile, hesâb ile, plân ile, birçok kimsenin titizlikle çalışarak yapdıkları bir san’at eseridir. Otomobil, dikkat ederek, akl, fikr yorarak, hem de trafik kâidelerine uyarak, şoför tarafından yürütülmekdedir) demez mi?Tabî’atdaki her mahlûk da, böyle bir san’at eseridir. Bir yaprak parçası, mu’azzam bir fabrikadır. Bir kum dânesi, bir canlı hücre, fennin bugün biraz anlıyabildiği ince san’atların birer sergisidir. Bugün fennin buluşları, başarıları diye öğündüklerimiz, tabî’atdaki bu güzel san’atlardan birkaçını görebilmek ve taklîd edebilmekdir. İslâma karşı olanların kendilerine önder olarak gösterdikleri, İngiliz tabîbi Darwin[1] bile (Gözün yapısındaki san’at inceliğini düşündükçe, hayretimden tepem atacak gibi oluyor) demişdir. Bir otomobilin tabî’at kuvvetleri ile, tesâdüfen meydâna geleceğini kabûl etmiyen kimse, başdan başa bir san’at eseri olan bu mu’azzam âlemi tabî’at yaratmış diyebilir mi?Elbette diyemez. Hesâblı, plânlı, ilmli, sonsuz kuvvetli bir yaratıcının yapdığına inanmaz mı?(Tabî’at yaratmışdır. Tesâdüfen var olmuşdur) demek, câhillik ve ahmaklık olmaz mı?
Allahü teâlânın, sayamıyacağımız kadar çok nizâm ve âhenk içinde yaratdığı varlıklar tesâdüfen olmuşdur diyenlerin sözleri câhilcedir ve fen bilgilerine aykırıdır. Şöyle ki:Üzeri birden ona kadar numaralanmış on taşı bir torbaya koyalım. Bunları elimizle torbadan birer birer ve sıra ile, ya’nî önce bir numaralı, sonra iki numaralı ve nihâyet on numaralı olacak şeklde çıkarmağa çalışalım. Çıkarılan bir taşın numarasının sıraya uymadığı görülürse, çıkarılmış olan taşların hepsi hemen torbaya atılacak ve yeniden, bir numaradan başlamak üzere, çıkarmağa çalışılacakdır. Böylece, on taşı numaraları sırası ile ardarda çıkarabilme ihtimâli on milyarda birdir. On adet taşın bir sıra dâhilinde dizilme ihtimâli bu kadar az olursa, kâinâtdaki sayısız nizâmın tesâdüfen meydâna gelmesine imkân ve ihtimâl yokdur.
Daktilo ile yazmasını bilmeyen bir kimse, bir daktilonun tuşlarına gelişigüzel, meselâ beş kerre bassa, elde edilen beş harfli kelimenin, türkçe veyâ başka bir dilde bir ma’nâ ifâde etmesi acabâ ne derece mümkindir?Eğer, gelişigüzel tuşlara basmakla bir cümle yazmak istenilse idi, ma’nâsı olan bir cümle yazılabilecek mi idi?Kaldı ki, böyle rastgele tuşlara basmakla bir sahîfe yazı veyâ kitâb teşkil edilse, sahîfenin ve kitâbın tesâdüfen belli bir konusu bulunacağını zan eden kimseye akllı denilebilir mi?
Cismler yok oluyor. Bunlardan, başka cismler meydâna geliyor. Ancak, son kimyâ bilgimize göre, yüzbeş madde hiç yok olmuyor. Yalnız yapıları değişiyor. Radioaktif hâdiseler elementlerin ve hattâ atomların da yok olduklarını, maddenin enerjiye döndüğünü haber vermekdedir. Hattâ Einstein adındaki Alman fizikçisi, bu tehavvülün matematik formülünü ortaya koymuşdur.
Cismlerin durmadan tehavvül etmeleri, birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuzdan gelmiş değildir. Böyle gelmiş, böyle gider denilemez. Bu değişmelerin bir başlangıcı vardır. Değişmelerin başlangıcı vardır demek, maddelerin var oluşlarının başlangıcı vardır ve hiçbir şey yok iken, hepsi yokdan yaratılmışdır demekdir. İlk, birinci olarak maddeler yokdan yaratılmış olmasalardı ve birbirlerinden hâsıl olmaları, sonsuz öncelere doğru uzasaydı, şimdi bu âlemin yok olması lâzımdı. Çünki, âlemin sonsuz öncelerde var olabilmesi için, bunu meydâna getiren maddelerin dahâ önce var olmaları, bunların da var olabilmeleri için, başkalarının bunlardan önce var olmaları lâzım olacakdır. Sonrakinin var olması, öncekinin var olmasına bağlıdır. Önceki var olmazsa, sonraki de var olmıyacakdır. Sonsuz önce demek, bir başlangıcı yok demekdir. Sonsuz öncelerde var olmak demek, ilk, ya’nî başlangıç olan bir varlık yok demekdir. İlk, birinci varlık olmayınca, sonraki varlıklar da olamaz. Herşeyin her zemân yok olması lâzım gelir.Her birinin var olması için, bir öncekinin var olması lâzım olan sonsuz sayıda varlıklar silsilesi olamaz. Hepsinin yok olmaları lâzım olur.
Âlemin şimdi var olması, sonsuzdan var olarak gelmediğini, yokdan var edilmiş bir ilk varlığın bulunduğunu göstermekde olduğu anlaşıldı. Âlemin yokdan var edilmiş olduğuna, o ilk mahlûkdan hâsıl ola ola, bugünkü âlemin var olduğuna inanmak îcâb eder.
Bir hâlıkın mevcûd olduğunu inkâr ederek her şeyin tabî’at tarafından kendi kendine meydâna geldiğini iddiâ edenler, (Bütün din kitâblarında dünyânın altı günde yaratıldığı yazılıdır. Hâlbuki bugün yapılan araşdırmalar, bilhâssa radyoizotoplar ile yapılan çok ince hesâblar, dünyânın milyarlarca sene evvel meydâna geldiğini göstermekdedir) demekdedirler. Dünyânın milyarlarca sene evvel meydâna gelmesi, ne kadar zemânda yaratıldığı hakkında bilgi vermiyor ki, bu sözlerinin bir kıymeti olsun. Mukaddes kitâblarda yazılı olan altı günün bugünkü 24 sâatlik gün ile ne alâkası olabilir?24 sâatlik gün, insanlar tarafından kullanılan bir zemândır. Mukaddes kitâbların bahs etdiği günün uzunluğunun ne kadar olduğunu biz bilmiyoruz. Bu altı günden her biri, bizim kabûl etdiğimiz zemânlara göre çok uzun asrlar süren jeolojik periyotlar olabilir. Secde sûresinin beşinci âyetinde meâlen, “Allah indinde bir gün mikdârı, sizin sayınızdan bin sene eder” buyuruldu. Kitâb-ı mukaddesin Ahd-i cedîd kısmında, Petrusun ikinci mektûbunun üçüncü bâbının sekizinci âyetinde, (Şunu unutmayın ki, Rabbin indinde bir gün, bin yıl gibidir) denilmekdedir.
İlk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâmın ne zemân yaratıldığını biz bilemeyiz. İnsanın dünyâ kurulduğu ilk günden i’tibâren dünyâda bulunduğunu iddi’â edemeyiz. İnsan, Allahü teâlânın emri ve yaratması ile dünyâya gelmişdir. Darwinin (Tekâmül) nazariyesine göre, ilk insan olarak kabûl edilen Neandertaların, yavaş yavaş bugünkü insan hâline geldiğini kabûl etmek mümkin değildir.Hele ba’zılarının iddi’â etdiği gibi, insanın evvelâ dört ayağı üzerinde yürüdüğünü ve birçok asrlar sonra ayağa kalkdığını ileri sürmek, hiçbir zemân ilme ve mantığa uymaz. Çünki, bu kadar ibtidâî olan bir mahlûkun bugünkü mükemmelliğe ulaşması mümkin değildir. O hâlde, dört ayak üzerinde yürüyen türün, insan olmadığını, başka bir mahlûk olması gerekdiğini ve diğer birçok eski mahlûklarla birlikde yok olduğunu kabûl etmemiz gerekir. Bütün din kitâbları, ilk insanın (homo sapien), ya’nî iki ayak üzerinde yürüyen ve düşünebilen bir mahlûk olduğunu bildirmekdedirler ve hakîkaten yukarıda söylediğimiz gibi, dört ayak üzerinde yürüyen ve bir hayvandan farkı olmıyan bir varlığın bugünkü insana dönüşebileceğini Darwin bile isbât edememişdir.
Bütün din kitâbları, ilk insan olarak Âdem aleyhisselâmı bildirmişlerdir. Âdem “aleyhisselâm” için, (Öküzü sabana koşduğu, buğday ekdiği, kendine ev yapdığı, kendisine on suhuf [forma, kitâb] verildiği)ni bildirmekdedirler. Sığırı ehlileşdirmek, mağarada yaşamak yerine kendine ev yapmak, buğday ekmek ve onu hasad etmek ve (vahy almak) meziyyeti olan ilk insanın, dünyânın oldukça tekâmül etdiği bir zemânda yaratılmış olduğu, dört ayağı üzerinde yürüyen, inlerde yaşıyan mahlûklarla hiç bir alâkasının olmadığı anlaşılmakdadır.
Müslimân, ilk olarak, Allahü teâlânın varlığına, büyüklüğüne, birliğine, doğmadığına, doğurmadığına, dâim ve değişmez olduğuna bütün kalbi ile îmân eder. Bu inanış, İslâmın ilk şartıdır.
*************************
İSLAM TARİHİ ANSİKLÖPEDİSİNDEN..............
EHL-İ SÜNNET
Peygamber efendimiz Muhammed aleyhisselâmın ve Esbabının (aleyhimürrıdvân) yolu, bildirdikleri îtikâd. Eshâb-ı kiramın, Resûlullah’dan naklen bildirdiklerini, olduğu gibi, hiç bir şey eklemeden ve çıkarmadan kabul edip, böylece inanıp, onların yolunda olanlara Ehl-i sünnet ve cemâat fırkası veya Fırka-i nâciye; bu doğru ve asıl (hakîkî) İslâmiyet yolundan ayrılanlara da, bid’at fırkaları veya fırak-ı dâlle (dalâlet fırkaları, bozuk-sapık yollar) denildi. Ehl-i sünnet ve cemâat fırkasında olanlara kısaca sünnî, bid’at fırkalarında olanlara mübtedî adı verildi.
Allahü teâla, müslümanlardan, Peygamber efendimiz sallallahü aleyhi ve sellemin inandığı ve bildirdiği gibi îmân etmelerini istemektedir. Peygamber efendimiz bir tek îmân bildirmiştir. Eshâb-ı kirâm’ın hepsi, Resûlullah’ın bildirdiği gibi inanmış, îtikâdda (inançta) hiç bir ayrılıkları olmamıştır. Peygamberimizin vefatından sonra insanlar, İslâmiyet’i Eshâb-ı kiramdan işiterek ve sorarak öğrendiler. Hepsi aynı îmânı (Ehl-i sünnet itikadını) bildirdiler. Bu îmân bilgilerini; kendilerinden hiç bir şey katmadan, Resûlullah efendimizden öğrendikleri gibi nakletmişlerdir. Onlar, Allahü teâlâyı tenzîh ve takdîs etmek, O’nun bildirdiklerini tereddütsüz kabul edip inanmak, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerin te’viline dalmamak... gibi hepsinde kemâl derecede mevcut bulunan vasıfları ile îmânlarını Peygamberimizden işittikleri gibi muhafaza ettiler.
Eshâb-ı kiram, bu saf ve doğru îmânı, kendilerinden sonra yaşayan Tabiîn denilen müslümanlara öğrettiler. Tabiîn, öğrendikleri bu bilgileri kitaplara geçirdiler. Sonra gelen Tebe-i tabiîn ve daha sonra gelenler, bunlardan ve bunların kitaplarından gerekli bilgileri öğrendiler, kendilerinden sonra gelenlere naklettiler. Böylece Ehl-i sünnet bilgileri bu güne kadar nakil ve tevatür yoluyla doğru olarak geldi.
Resûl-i ekrem efendimiz, müslümanların yetmiş üç fırkaya ayrılacaklarını, bunlardan O’nun (aleyhisselâm) ve Eshâbının (r. anhüm) yolunda gidenlerin (Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdında olanların) Cehennem’den kurtulacaklarını haber vermiştir. Nitekim; “Benî İsrâil, yetmiş bir fırkaya ayrılmıştı. Bunlardan yetmişi Cehennem’e gidip, ancak bir fırkası kurtulmuştur. Nasâra (yâni hıristiyanlar)da, yetmiş iki fırkaya ayrılmıştı. Yetmiş biri Cehennem’e gitmiştir. Bir zaman sonra benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılır. Bunlardan yetmiş ikisi Cehennem’e gidip, yalnız bir fırka kurtulur!” buyurmaktadır. Eshâb-ı kiram, bu fırkanın kimler olduğunu sorduğunda;
“Cehennem’den kurtulan fırka, benim ve Eshâbımın gittiği yolda gidenlerdir” buyurmuştur.
Hadîs-i şerîfde bildirilen yetmiş iki bozuk fırkanın hepsi geçmiş asırlarda ortaya çıkmış, pek çoğu unutulup gitmiştir. Bunlardan haricî, râfızî ve bâtınî(Bkz. ilgili maddeler) gibi bâzıları meşhûr olmuş, kendi aralarında çeşitli kollara ayrılmışlardır. Bu fırkalar, zamanla siyâsî, felsefî ve yabancı te’sirlerle çeşitli değişikliklere uğramış ve doğru yoldan ayrılmışlardır. Yalnız Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına yazdıkları îtikâd ve amel bilgileri, hiç değişmeden ve bozulmadan gelmiş, aradan asırlar geçmesine rağmen, red ve inkâr edilmez vasıflarını muhafaza etmişdir.
Dört büyük halîfe (r. anhüm) devrinden sonra, müslümanlar arasında karışıklık çıkarmak isteyen bâzı münafıklar ve İslâm dîninin kısa zamanda Asya, Afrika ve Anadolu’ya yayılması karşısında, korku ve telâşa kapılan yahûdî, hıristiyan ve öteki bâtıl inançların mensupları; İslâmiyet’i söndürmek, müslümanların birliğini dağıtmak için çeşitli vâsıtalarla onların îtikâdlarını bozmaya, îmânlarını parçalamaya çalıştılar. Bu arada bid’at fırkalarının ortaya çıkardıkları yanlış fikirler, müslümanların îtikâdlarını bozmada ve onları parçalamada, bunlara yardımcı oldu. Ayrıca yeni müslüman olan bâzı kavimlerin İslâm dînine, eski inanç ve ibâdetlerinden bâzı şeyleri katmaya kalkmaları; pek çok saf müslümanın îtikâd ve ibâdetlerinde, sapıklıklara ve bozukluklara yolaçtı. Bütün bunlarla birlikte bir de siyâsî ve şahsî arzuları için, böyle kimselerle iş birliği yapanların faaliyeti netîcesinde, pek çok kimse şaşkına döndü. Ne yapacağını, kime inanacağını bilemedi....
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, doğru yolda bulunmak, İslâm dînini bizzat Peygamber efendimizin ve Esbabının anlattığı gibi öğrenmek, inanmak ve yaşamak isteyenler için fıkıh bilgilerini toplayarak, kısımlara, kollara ayırdığı ve usûller, metodlar koyduğu gibi; Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellemin ve Eshâb-ı kiramın (r. anhüm) bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini de topladı ve yüzlerce talebesine öğretti. Bu sebeble Ehl-i sünnetin reîsi ve kurucusu olarak kabul edildi. İmâm-ı a’zamın bu hususta ilk yazdığı kitabın ismi el-Fıkh-ul-ekber’dir. Kendisinden sonra, talebesinden ilm-i kelâm, yâni îmân bilgileri mütehassısları yetişti. Bunlardan talebesi İmâm-ı Muhammed Şeybânî’nin yetiştirdiklerinden, Ebû Bekr-i Cürcânî dünyâca meşhûr oldu. Bunun talebesinden de Ebû Nasr-ı Iyâd, kelâm ilminde, Ebû Mensûr-ı Mâtürîdî’yi yetiştirdi. Ebû Mensur, İmâm-ı a’zamdan gelen kelâm bilgilerini kitaplara yazdı. Doğru yoldan sapanlarla mücâdele ederek, Ehl-i sünnet îtikâdını kuvvetlendirdi ve her tarafa yaydı. 944 (H. 333) senesinde Semerkan’da vefat etti.
İmâm-ı Eş’arî de; İmâm-ı Şafiî’nin talebesi zincirinde bulunmaktadır. Bu iki büyük imâm; Eshâb-ı kiram, Tabiîn ve Tebe-i tabiînin bildirdiği îtikâd, îmân bilgilerini açıklamışlar, kısımlara bölmüşler, herkesin anlayabileceği bir şekilde yaymışlardır. Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hocalarının müşterek mezhebi olan (Ehl-i sünnet ve cemâat) dan dışarı çıkmamışlardır.
Ehl-i sünnetin îtikâdda iki imâmı olan Eş’arî ve Mâtü’rîdî, hep bu mezhebi yaymışlardır.” Hurafelere ve eski Yunan felsefesinin bataklıklarına saplanan materyalistlere (maddecilere) karşı hep bu îtikâdı savundular. Bu iki büyük Ehl-i sünnet âliminin zamanları aynı ise de, bulundukları yerler birbirinden ayrı ve karşılarındaki saldırganların düşünüş ve davranışları başka olduğundan, savuşma metodları ve cevapları birbirinden biraz farklı olmuştur. Fakat bu hâl, mezheblerinin, yollarının ayrı olduğunu göstermez.
Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarında yazılı îtikâda uymayan, fena, bozuk îtikâdlar, îmânlar; gönül öldüren bir zehirdir. Bunlar, insanı ebedî ve sonsuz azaba yâni, Cehennem’e götürür. İbâdetlerde tembellik, gevşeklik olursa affolunabilir, fakat îtikâdda gevşek, davranmak hiç affedilmeyecektir. Nitekim Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Şirki (yâni kâfiri, inanmıyanı, îmânı bozuk olanı) asla affetmeyeceğim. Diğer bütün günahları, istediğim kimselerden affederim” (Nisa sûresi: 116) buyurmaktadır.
Kelâm âlimlerinin meşhûrlarından ve evliyanın büyüklerinden Ubeydullah-i Ahrâr hazretleri; “Kalbe gelen bütün keşifleri, hâilen bize verseler, fakat kalbimizi Ehl-i sünnet îtikâdı ilesüslemeseler, kendimi mahv olmuş ve hâlimi harâb bilirim. Bütün harâblıkları, felâketleri üzerime yığsalar, lâkin kalbimi Ehl-i sünnet ve cemâat îtikâdı ile şereflendirseler, hiç üzülmem” buyurmuşlardır.
Ehl-i sünnet îtikâdındaki müslümanlar; ibâdet, münâkehât (evlenme), muamelât ve diğer amelle ilgili işlerinde, asırlardır dört hak mezhebe uymuşlardır. Bugün de bir müslümanın, Ehl-i sünnet itikadında olabilmesi için, hak olan dört mezhepten (Hanefî, Şafiî, Mâliki, Hanbelî) birinde bulunması lâzım geldiği kelâm ve akâid kitaplarında bildirilmiştir. Buna göre dört mezhepten birinde bulunmayan kimse, Ehl-i sünnet’ten ayrılmış olur. Ehl-i sünnet olmayan ise; ya sapık yollara düşer veya îmânını kaybeder. Bu dört mezhepten birine uymakla, onları taklid etmekle; Kur’ân-ı kerîme ve Resûlullah’ın sünnetine (yoluna) uymuş olur. Çünkü dört mezhebin imamları, îtikâdda Ehl-i sünnet mezhebinde idiler.
Ehl-i sünnet’in dört mezhebe ayrılması, îmân ayrılığı değildir. Dört mezhepte olan müslümanların îmânları, inanışları birdir. İbâdetlerde ve günlük işlerde, Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i şerîflerin açıkça bildirmediği teferruata ait pek az mes’elede ayrılmışlardır. Bunun da rahmet olduğu hadîs-i şerîfde bildirilmiştir.
Ehl-i sünnet’in başlıca îtikâd esasları: Allahü teâlâ, kadîm olan zâtı ile vardır. O’ndan başka her şey, O’nun var etmesi ile var olmuş, O’nun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Yâni hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. O’ndan başka bir şey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yarattı. Kadîm ve ezelî olan, bakî ve ebedî olur. Hadis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, yâni yok olur. Allahü teâlâ birdir. Varlığı lâzım olan, yalnız O’dur. İbâdete hakkı olan da, yalnız O’dur. O’ndan başka her şeyin var olmasına lüzum yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. O’ndan başka hiç bir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, irâde, Kelâm ve Tekvin’dir. Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Allahü teâlâ iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her an meydana gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan varolması, sıfatların ezelî olmasına mâni olmaz.
Allahü teâlâda noksan sıfatlar yoktur. Maddelerin, cisimlerin, arazların, yâni hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzaktır. Allahü teâlânın sıfatları, zâtının ne aynı ne de gayrıdır. Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmiyen bir kimse, O’nu, Arşın üstünde sanır, yukarda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, O’nun mahlûkudur. Bunların hepsini, sonradan yaratmıştır.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir.. O’na, vâsi’ yâni geniş deriz. Fakat, bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir. O, Muhît’dir. Yâni her şeyi çevirmiştir. Fakat; bu ihata, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir, O, karîb’dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! O’nun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile beraber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz.
Buna dâir akla gelen her şey yanlıştır deriz. Allahü teâlâ, hiç bir şeyle ittihat etmez, birleşmez. Hiç bir şey de O’nunla birleşmez. O’na hiç bir şey hulul etmez. O da, bir şeye hulul etmez. Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl (analiz), terkîb (sentez) edilmez. O’nun benzeri, eşi yoktur. Kadını, çocukları yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, numûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen her şeyden münezzehtir, uzaktır. İnsanlar O’nu anlıyamaz.
Allahü teâlânıh isimleri, Tevkîfî’dir. Yâni serî’atin sahibinin bildirmesine mevkûfdur, bağlıdır. Serî’atin söylediği ismi söylemelidir. Serî’atin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylememelidir. Cevâd denir. Çünkü şerî’at, Cevâd demektedir. Fakat, yine cömerd mânâsında olan sehî ismi söylenemez. Çünkü şerî’at, O’na sehî dememiştir.
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. O’nun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma göndermiştir. Bununla kullarına emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir.
Mahlûklar, boğazlarındaki ses iplikçikleri, dil ve damakları ile konuşuyor, arzularını harf ve ses şeklinde meydana çıkarıyorlar. Allahü teâlâ, ses zarları, ağız, dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehylerini harf ve ses içinde meydana çıkarmıştır. Her iki kelâm da O’nundur. Yâni harf ve ses içine sokulmadan evvelki Kelâm-ı nefsî’si ve harf ve ses içinde bulunan Kelâm-ı lafzî’si hep O’nun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecaz demek, yâni kelâm gibi demek, yanlıştır. Çünkü, mecaz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfürdür. Evvelce gelen peygamberlere (âlâ nebiyyinâ ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) gönderilen kitâblar ve sahifeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitâblarda ve sahifelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi, Ahkâm-ı ilâhiyyedir. Her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuştur. Kur’ân-ı kerîmin hepsine, Kur’ân-ı kerîm denildiği gibi bir parçasına da Kur’ân-ı kerîm denilir.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennet’te, cihetsiz olarak, karşısında bulunmıyarak, nasıl olduğu anlaşılamayarak ve ihâtasız, yâni bir şekilde olmayarak görecektir. Allahü teâlâyı âhırette görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünkü, O’nu görmeği akıl anlayamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur. Felseseciler, mu’tezile ismindeki müslümanlar ve Ehl-i sünnet’ten başka bütün fırkalar buna inanmadılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar.
Allahü teâlâ, insanları yarattığı gibi onların işlerini de yaratıyor. İyi ve fena şeylerin hepsi O’nun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden razıdır, beğenir. Fenalardan razı değildir, beğenmez, iyi ve kötü her iş, O’nun istemesi ve yaratması iledir. Mu’tezile fırkası ve bâzı sapık kimseler iyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akıl ve din bunun yanlış olduğunu gösteriyor. Doğru söyliyen âlimler, yâni Ehl-i sünnetin büyükleri (rahmetullahi teâlâ aleyhim ecmaîn) insanın, yaptığı işte, kendi kuvveti de te’sir ediyor dedi ve bu te’sire kesb ismini verdiler. Çünkü, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyarî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, suâle ve cezaya sebeb olmakta, insan, sevâb veya günah kazanmaktadır.
Peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, seâdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Davetlerini kabul edenlere Cennet’i müjdelemişler, inanmayanları Cehennem azabı ile korkutmuşlardır. Onların, Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur. Peygamberlerin evveli Âdem aleyhisselâm, sonuncusu Muhammed aleyhisselâmdır. O’nun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükten kaldırmıştır. O’nun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. O’nun şerî’ati kıyamete kadar bakidir. Kimse tarafından değiştirilmiyecektir. Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, O’nun şerî’ati ile amel edecek, yâni O’nun ümmeti olacaktır.
Peygamber efendimizin mi’râcı uyanık iken, kalb, ruh ve beden ile birlikte olmuştur; haktır. Allahü teâlâ, peygamberleri aleyhimüsselâm mucizelerle kuvvetlendirdi. Muhammed aleyhisselâmın kıyametten haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azabı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin suâl sorması, kıyamette her şeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i erdin, dağların parçalanması ve herkesin mezardan çıkması, mahşer yerinde toplanması, yâni ruhların cesedlere gelmesi, kıyamet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyamette suâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her azanın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veya sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günahların, oraya mahsûs bir terazide tartılması haktır, doğrudur. Orada sevabı ağır gelen, Cehennem’den kurtulacak, az gelen, ziyan edecektir. Oradaki terazi, bilinmeyen bir terazi olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terazisinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır. Aşağı inen hafiftir.
Orada önce peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslimât), sonra sâlih kullar yâni Evliyâ-i kiram, Allahü teâlânın izni ile, günahı çok olan mü’minlere şefaat edeceklerdir. Peygamberimiz sallallahü aleyhi ve sellem buyurdu ki: “Ümmetimden büyük günahları olanlara şefaat edeceğim.” Cehennem’in üzerinde sırat köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennet’e gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehennem’e düşeceklerdir.
Mü’minlere mükâfat ve nîmet için hazırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hazırlanmış olan Cehennem şimdi vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ yoktan var etmiştir. Kıyamette her şey yok edilip, tekrar yaratıldıktan sonra, ebedî olarak varlıkta kalacaklar hiç yok olmayacaklardır. Suâl ve hesâbdan sonra, mü’minler Cennet’e girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennet’ten hiç çıkmayacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehennem’e girince, Cehennem’de sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklerdir. Bunların azâblarının azaltılması caiz değildir. “Onların azâbları hafifletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmayacaktır” meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur. Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günahlarının çokluğu sebebi ile Cehennem’e soksalar da, günahları kadar azâb edip, sonunda, Cehennem’den çıkarılır ve onun yüzünü siyah yapmazlar. Kâfirlerin yüzleri ise, siyah yapılır. Mü’minleri Cehennem’de zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hürmeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine isyan etmeleri caiz değildir. Emir olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yoktur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan bâzılarını peygamber olarak seçmiştir. Diğer meleklere vahy, haber götürmek vazifesi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin (aleyhimüssalevâtü vet-teslîmât) kitâblarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. Meselâ En’âm sûresini Cebrail aleyhisselâm ile birlikte yetmiş bin melek getirmiştir. Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şüpheli, ihtimalli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.
Îmân: Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarında yazılı olan, Peygamberimizden (sallallahü aleyhi ve sellem) gelen haberlere inanmak ve inandığını söylemek demektir. (Her lisân ile söylemenin caiz olduğu, Dürr-i yektâ’da yazılıdır.) İbâdetler, îmândan değildir. Fakat, îmânın kemâlini artırır ve güzelleştirirler. İmâm-ı a’zam Ebû Maruf’e (aleyhirrahme), îmân artmaz ve azalmaz, buyuruyor. Çünkü îmân, kalbin tasdik etmesi, kabul etmesi, inanması demektir. İnanmanın azı, çoğu olmaz. Azalan ve çoğalan bir inanışa, inanmak değil, zan ve vehm denir, îmânın kâmil veya noksan olması, ibâdetlerin çok ve az olması demektir. İbâdet çok olunca, îmânın kemâli çok denir. O hâlde, mü’minlerin îmânları, peygamberlerin (aleyhimüsselevâtü vetteslîmât) îmânları gibi olmaz. Çünkü, bunların îmânları ibâdetler sebebi ile kemâlin zirvesine varmıştır. Diğer mü’minlerin îmânları oraya yaklaşamaz. Her ne kadar, her iki îmân, îmân olmakta ortak iseler de, birincisi, ibâdetler vâsıtası ile başka türlü olmuştur. Sanki aralarında benzerlik yoktur. Mü’minlerin hepsi, insan olmakta, peygamberler (aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) ile ortaktır. Fakat, başka kıymetler, üstünlükler bunları yüksek derecelere çıkarmıştır. İnsanlıkları, sanki başka türlü olmuştur. Sanki, müşterek olan insanlıktan daha yüksek insandırlar. Belki insan bunlardır. Başkaları sanki insan değildir.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe (aleyhirrahme); “Ben elbette mü’minim” demelidir, diyor. İmâm-ı Şafiî (aleyhirrahme) ise; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir, buyuruyor. Bunun ikisi de doğrudur. İnsan şimdiki îmânını söylerken; “Ben elbette mü’minim” demelidir. Son nefesdeki îmânını söylerken; “Ben inşâallah mü’minim” diyebilir. Fakat, burada da, şüpheli söylemektense, elbette demek daha iyidir.
Mü’minin, büyük dahî olsa, günah işlemekle îmânı gitmez. Kâfir olmaz. Günahı çok olan bir mü’min, son nefesi boğazına gelmeden evvel, tövbe ederse, kurtulması çok umulur. Çünkü, Allahü teâlâ, tövbeyi kabul edeceğini vâd buyurmuştur. Eğer tövbe etmek şerefine kavuşamadı ise, onun işi, Allahü teâlâya kalmıştır. İsterse günahlarının hepsini affederek Cennet’e sokar, isterse Cehennem’de ateş ile veya sıkıntılar ile, günahları kadar, azâb yapar. Fakat sonunda kurtularak, yine Cennet’e girer.
Çünkü, âhırette merhamete kavuşamıyan, yalnız kâfirlerdir. Zerre kadar îmânı olan, rahmete kavuşacaktır. Eğer günahlarından dolayı önceleri rahmete kavuşamazsa, sonunda Allahü teâlânın lütfü, inâyeti ile kavuşacaktır.
Peygamberlerin sonuncusu olan Muhammed Mustafâ’dan sonra, (aleyhi ve aleyhimüssalevâtü vetteslîmât) müslümanların halîfesi, yâni Peygamber efendimizin aleyhisselâm vekili ve müslümanların reîsi, Ebû Bekr-i Sıddîk’dır (r. anh). Ondan sonra, halîfe Ömer-ül-Fârûk’tur (r. anh). Ondan sonra, Osman-ı Zinnûreyn (r. anh), ondan sonra Ali ibni Ebî Tâlib’dir (r. anh). Bu dördünün üstünlük sıraları, halifelikteki sırası gibidir. Peygamber efendimizin Cennet’le müjdelediği Aşere-i mübeşşere ismi verilen on Eshâb-ı kiramın Cennet’lik olduklarına şehâdet etmek haktır. Bunlar peygamberlerden sonra Cennet’e gireceklerdir. Bu on sahâbî, Ebû Bekr Sıddîk, Ömer-ül-Fârûk, Osman-ı Zinnûreyn, Aliyy-ül-Mürtezâ, Talha, Zübeyr, Abdurrahmân bin Avf, Ebû Ubeyde bin Cerrah, Sa’d bin Ebî Vakkâs ve Sa’îd bin Zeyd’dir (r. anhüm). İlimde ve ictihâdda Âişe, zühd ve dünyâdan kesilmekte ise, Fâtıma daha ileridir.
Eshâb-ı kiram aleyhimürrıdvân arasıhdaki muharebeler, meselâ Deve ve Sıffîn vak’ası, iyi niyetlerle, güzel sebeblerle yapılmış olup, nefsin arzuları ile, inâd ve düşmanlık ile değildi. Her biri, kendi içtihadına göre hareket etmiştir. İctihâdlarına uymayanlara inâd ve düşmanlık etmiyerek, onlardan ayrılmıştır. İçtihadı doğru olanlara iki veya on sevâb, isabet etmeyenlere de, bir sevâb vardır. Bu muharebelerde Emîr yâni Ali (r. anh) haklı idi. Ona uymayan ictihâdlar doğru değildi. Fakat, hiç birine dil uzatılamaz.
Muhbir-i sâdık yâni hep doğru haber verici, kıyamet alâmetlerinden her ne haber verdiyse, hepsi doğrudur, Yanlışlık olamaz. O zaman güneş âdet dışı olarak garbdan doğacaktır. Hazret-i Mehdî çıkacak, Îsâ aleyhisselâm gökten inecek, Deccâl çıkacak, Ye’cûc Me’cûc denilen insanlar yeryüzüne yayılacaktır. Dâbbet-ül-erd denilen hayvan çıkacak, gökleri bir duman kaplayıp, bütün insanlara gelip, canlarını yakacak, herkes bunun acısından dua edip; “Yâ Rabbî! Bu azabı üzerimizden kaldır. Sana îmân ediyoruz!” diyecektir. Alâmetlerin sonuncusu, bir ateştir ki, Aden’den çıkacaktır. Aden, Yemen’dedir.
Haram da rızıktır. Fakat Allahü teâlâ, helâlden istemek, kazanmak ve helâl yemekten razıdır. Herkes, helâl veya haram olan kendi rızkını yer. “Bir kimse kendi rızkını yiyemez, yahut başkasının rızkını yiyebilir” demek yanlıştır.
Günahları önemsememek, dînin emirleri ile alay etmek küfürdür.
Allahü teâlâdan ümidini kesmek, yâhud herhalde O’ndan emîn olmak da küfürdür.
Sağ olanların ölülere duasında, ölüler için fayda vardır.
İnsanlardan olan Resûller, meleklerin Resûllerinden, meleklerin Resûlleri yâni peygamberleri müslümanların avamından üstündür. Müslümanların avamı ise, meleklerin avamından üstündür.
Muhammed aleyhisselâmın ümmeti, başka peygamberlerin ümmetinden daha üstündür.
Matem tutmak, dinde yoktur; üzülmek başka, matem tutmak başkadır. Hadîs-i şerîfde Peygamber efendimiz; “İki şey vardır ki, insanı küfre (îmânın gitmesine) sürükler. Birisi, bir kimsenin soyuna sövmek, ikincisi ölü için matem tutmaktır” buyurdu.
Resûl-i ekreme, Eshâb-ı kirama, Tabiîne ve evliyaya tevessül ederek, yâni onları vesîle ederek, dua etmek; duanın kabulüne sebeb olur.
Tenasühe, yâni Ölen insanın ruhunun başka bir çocuğa geçerek, tekrar dünyâya gelmesine inanmak, dîne aykırıdır. Böyle inananın îmânı gider.
Peygamberimizin mucizesi, evliyanın kerameti ve sâlih mü’minlerin firâseti haktır. Evliyanın kerameti, vefatından sonra da devam eder.
Her ümmetteki evliyanın kerameti, kendi peygamberlerinin mû’cizesidir. Hiç bir velî, bir peygamber derecesine yetişemez.
Her bid’at dalâlettir, sapıklıktır. Bid’at, dinde sonradan yapılan şey demektir. Resûl-i ekrem efendimiz ve dört halîfesinin zamanlarında bulunmayıp da, onlardan sonra dinde meydana çıkarılan, îtikâd ve ibâdet olarak yapılmağa başlanan değişikliklerdir ve büyük felâkettir.
Mest denilen ayakkabı üzerine mesh ederek (ıslak el ile dokunarak) abdest alınır. Çıplak ayak üzerine mesh edilmez.
Ameller üç kısımdır: Farz, fazîlet, günah.
Farz olan ameller; Allahü teâlânın emri, meşiyyeti, muhabbeti, rızâsı, kaza sı, kaderi, yaratması, hükmü, ilmi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir.
Fazîlet; Allahü teâlânın emri ile değildir. Lâkin irâdesi, sevgisi, rızâsı, kazası, kaderi, ilmi ve Levh-il-muhfûza yazması iledir.
Günahlara gelince; Allahü teâlânın emri ile değildir. Sevgisi, rızâsı, teşviki ile değildir. Lâkin irâdesi, kazası, kaderi ve Levh-il-mahfûza yazması iledir. Bununla muâhaze olunur. Çünkü kulun fi’li iledir.
Sûr haktır. O, İsrâfîl aleyhisselâmın üfleyeceği bir borudur. İki defa üflenir. Birincisinde, bütün canlılar ölürler. İkincisinde de, tekrar dirilirler.
Binlerce Ehl-i sünnet âliminin, kitaplarında bildirdikleri bu ve bunlara bağlı îtikâd esâslarına uygun îmân edenler, Ehl-i sünnet müslüman; bu esaslara aykırı inananlar ise Ehl-i sünnet yolundan ayrılmış kimseler olurlar.
KİMLER EHL-İ SÜNNETTİR?
Ahmed-i Nâmık-ı Cami, Miftâh-un-necâî kitabında Ebü’l-Hasen bin Ali’den (r. anh) şöyle bildirmiştir. Resûlü ilah sallallahü aleyhi ve sellem, Ehl-i sünnet’in kavuşacağı nîmetleri saymaları üzerine, Eshâb-ı kiram, aleyhimürrıdvân dediler ki: Tâ Resûl allah! Bir kişinin sünnet ve cemâat üzere olduğu ne zaman (ne ile) bilinir?” Buyurdular ki: “Şu on haslet kendisinde mevcut ise (o kişinin Ehl-i sünnet ve cemâat üzere olduğu) bilinir. 1-Cemâati terk etmez, 2-Eshâbımı söz ile kötülemez, sövmez, 3-Bu ümmete (müslüman ümmete) kılıçla karşı çıkmaz, kılıç çekmez. 4-Kaderi tekzîb etmez (kadere inarır), 5-îmânda şüphe etmez, 6-Allahü teâlânın dininde münazaa (itiraz, münâkaşa) etmez, 7-Ehl-i kıble olarak ölen kimsenin cenaze namazını kılmayı terk etmez, 8-Tevhîd ehli bir kimseye günahı sebebi ile (büyük bir günah işlese bile) kâfir demez, 9-Seferde ve hazarda (mukim iken ve yolcu iken) mest üzerine meshi terk etmez, 10-iyi veya günahkâr olan imâmın arkasında namaz, kılar ve cemâati terk etmez. Bu hasletlerden birisini terkeden, sünnet ve cemâati terk etmiş olur.”
TEVHİDİN ASLI VE ÜZERİNE İNANILMASI SAHİH OLAN
ŞEYLER
1-Kişinin şöyle söyleyip (iman etmesi) vacibtir. Allaha, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, öldükten sonra dirilmeye, kaderin hayırlısı ve şerlisinin (yaratmak bakımından) Allah tarafından olduğuna, hesab, tartı, cennet ve cehenneme; bunların hepsinin hak olduğuna inandım. (Kısaca iman şartlarını beyan etmiştir.)
2-Allahu Teala, sayı bakımından değil de hiçbir ortağı bulunmaması bakımından birdir.(Sayılardan bir olanı hakkında ikinin yarısıdır denebilir.Allah böyle bir yarımdan ayrılan diğer bir yarım tek değildir, belki eşi ve benzeri olmamakta tektir, yalnızdır.) "Deki: Allah birdir, Allah sameddir.(Her şey ona muhtaç. O, kimseye muhtaç değildir.) Doğmadı ve doğurulmadı ve hiç bîr şey onun dengi değildir." Mahlukatından olan şeylerden hiçbir şeye benzemez. Hiçbir şey de ona benzemez. (Eşya sonradan yaratıldığı için, yine yok olmaya mahkumdur. Allah ise bakidir, ezelidir.)
3-Allahu Teala isimleri ile, zatı ve fiili sıfatları ile sıfatlanmaktan yok olmadı (ayrılmadı), zail de olmaz (sıfatları O’ndan ayrılmaz). "Bu isim ve sıfatlar ile vasıflanmıştır, onlardan hiç ayrılmaz. Zati sıfatları: hayat, kudret, ilim, kelam, semi, basar, irade'dir.
4- Fiili sıfatlara gelince: yaratmak, rızık vermek, var etmek, icad etmek, yapmak ve diğer fiili sıfatlardır. Sıfatları ve isimleri ile zail olmadı ve zail de olmaz. Onun için yeni bir İsim ve sıfat (sonradan) ortaya çıkmaz. (İsim ve sıfatlarının tamamı ezelden beri O'nunla sabittir, sonradan O'na bir sıfat sabit olmaz, zira bu değişiklikten hasıl olur. Halbuki Allah ve sıfatları değişmez.)
5-Allahu Teala ilmi ile alim olmaktan hiç ayrılmadı, ilim Allanın ezelde sıfatıdır. Kadir olmakla kadir olucu olmaktan hiç ayrılmadı. Kudret, Allahın ezelde sıfatıdır. Kelam ile konuşmaktan hiç ayrılmadı. Kelam. Allahın ezelde sıfatıdır. Yaratmak sıfatı ile yaratıcılıktan hiç ayrılmadı. Yaratmak Allah’ın ezelde sıfatıdır. Fiil sıfatı ile yapıcılıktan hiç ayrılmadı. Fiil, Allahın ezelde sıfatıdır. (Burda İmamı Azam rahmetullahi aleyhi fiil sıfatlarının da diğer kamil sıfatlar gibi olup ezelde sabit olduğunu beyan etmiştir. Eş'arilere göre ise ayrı bir fiil sıfatı yoktur.)
6-Fail (işi yapan) Allahu Tealadır. Yapmak (işi) ezelden beri sıfattır. Yapılan (meful) yaratılmıştır. Allahın fiil (sıfatı) mahluk değildir. Allah'ın bütün sıfatlan ezelde sabittir. Hadis değildir, mahluk ta değildir. (Halik için bir mahluk vasfı, uygun olmaz.)
7-Kim "Bu sıfatlar mahluktur veya sonradan olmuştur" derse; veya duraklasa veya bunlarda şüphe etse, o kişi kafirdir. (Allahı, layık olmadığı bir şekilde vasıflamıştır. Zira sonradan olan her şey hadis olup mahluk hükmüne dahildir. Halikı âlemin, mahlukuna benzemesi mümkün değildir.)
8-Kuran Allahın kelamıdır. Mushaflarda yazılmıştır, kalblerde ezberlenmiştir (korunmuştur), lisanlarda okunmuştur ve peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimize indirilmiştir. (Görevli melek Cebrail aleyhisselam tarafından 23 sene boyunca indirilmiştir.)
* Kur'anı okumamız mahluktur. Kuranı yazmamız, onu okumamız mahluktur. Halbuki Kur'an mahluk değildir. (Elde yazılan hatlar, harekeler ve okunan sesler bizle alakalı olduğu için mahlukturlar. Fakat Allahın kelamı olan Kur'an O'nda olan bir sıfat olması bakımından mahluk değildir. Elimizdeki Mushaflar, Allahın kelamına delalet eden lafızlardır. Bunları inkar, Allahın kelamını inkar gibi küfürdür.)
9-Allahu Tealanın Musa (Aleyhisselam) ve diğer peygamberlerden, firavun ve iblisten hikaye olduğu halde Kuran da zikrettiği şeylerin tamamı, onların haberleri olmak üzere Allahın kelamıdır. Allahın kelamı mahluk değildir. Musa (Aleyhisselam) ve diğer mahlukların kelamı mahluktur. Allahın kelamı olan Kuran ezelidir. Onların kelamı ise kadim değildir. (Kur’anda bahsedilen haberlerdeki sözler, o kimselerin sözlerinden aktarılan ve Allah tarafından bize haber verilen sözlerdir. Kuranda bulundukları cihetten Allahın kelamıdırlar, namazda okunurlar. Fakat vakitlerinde söyleyen kişilere nisbetle onların sözüdür.)
10-Musa (Aleyhisselam) Allahın kelamını dinledi. Allahu Teala şöyle buyurdu: "Allah Musa (Aleyhisselam) ile konuşmakla konuştu." Allahu Teala Musa ile konuşmadan evvel mütekellim idi. Allah ezelde halik idi daha mahlukatı yaratmamıştı. (Yani "Allah mütekellimdir" sözümüz "O'nun ezelden beri kelam sıfatı ile muttasıf olduğunu" bildirir. "Allah halıktır" sözümüz. O'nun ezelden beri yaramak vasfı ile vasıflandığını bildirir. Daha mahlukat yaratılmadan evvel de Allah yaratıcı, kelam edici, rızık verici, öldürücü, diriltici vasıflarıyla vasıflanmıştır. Vakti gelince mahlukunu yaratmış, rızıklandırmış. öldürüp diriltmistir.)
11-"Allahın misli gibi bir şey yoktur. Allah işitir, görür." Allah Musa (Aleyhisselam) ile konuşunca, onunla ezeli şifalı olan kelamı ile konuştu. Allahın bütün sıfatları ezelidir. Diğer mahlukatın sıfatları böyle değildir (Onların sıfatları ezeli değil- hadistir. Allah ve sıfatları ezelidir.)
12-Allah bilir, bizim bilmemiz gibi değil, Allah kadirdir, bizim gücümüz gibi değil. Allah görür, bizim görmemiz gibi değil. Allah işitir. bizim işitmemiz gibi değil. Allah konuşur bizim konuşmamız gibi değil. Biz harfler ve aletler yardımıyla konuşuruz. Halbuki Allah harf ve aletlerin yardımı olmaksızın konuşur. Harfler mahluktur. Allahın kelamı mahluk değildir. (Allahın kelamı harf ve ses suretinde bize indirilmiştir fakat Allahın zatındaki kelamı böyle harf ve sesten münezzehtir.)
13-Allah şeydir (Allah'a şey denir) Fakat bizim bildiğimiz eşya gibi değildir. Şey demenin manası. Allahı cisimsiz, cevhersiz, arazsız (bilinmez olarak) sabit kılmaktır. Allahın haddi sınırı (nihayeti) yoktur. Zıddı, dengi, misli yoktur. (Allah dengi ve misli olmaktan münezzehtir.)
Allahın eli, vechi, nefsi vardır. (Bu sıfatlar Allah için kullanılır fakat manalarını bilemeyiz.)
14-Allahu Tealanın Kuranda "el, yüz, nefis" diye zikrettiği şeyler onun için birer sıfattır. Şekli bilinmez. Allahın "el" inden maksad kudretidir, nimetidir denmez. Çünkü bu (te'vil) sıfatı iptaldir. Sıfatı iptal etmek, kaderiye ve Mutezile mezheblerinin görüşüdür. (Onlar Allahın sıfatlarını kabul etmezler. Biz Allahın sıfatlarını kabul ederiz. Müteşahih olanların teviline kaçmayız. Ancak sonra gelen alimlerimiz bazı tevillerle bunları manalandırmışlardırki bozuk görüşlüler onları yanlış manalandırmasın.)
*Fakat "eli" keyfiyeti bilinmeyen bir sıfattır. Gazabı ve rızası, şekli bilinmeyen sıfatlarından iki sıfatıdır. (Gazablanması ve razı olması demekten gaye muraddır, yani gazabın ve rızanın gereğini yapar.)
15-Allahu Teala bütün eşyayı yoktan yarattı. Allahu Teala, eşya bir şey olmadan evvel, ezelde eşyayı bilici idi.(İlmi ezelisi ile bildi ve vakti gelince bilgisine uygun olarak yarattı.)
*O Allahu Teala eşyayı takdir etti ve ona hükmetti. Dünya ve ahırette Allahın ilmi, dilemesi, kazası, kaderi ve levhi mahfuzda yazması olmaksızın hiçbir şey olmaz. Muhakkak o eşyayı vasıfla yazdı, hükümle değil. (Ezelde herkesin halini ve vasfını bilerek onu levhi Mahfuz'a yazdı. İstediği şekilde olmasına hükmederek yazmadı, böyle olsa imtihan olmazdı, herkes mecbur olurdu.)
16-Kaza, kader ve dilemek Allahın ezelde mevcud olan keyfiyeti bilinmeyen sıfatlarıdır. Allah yok olan şeyi yokluk halinde iken yok olduğunu bilir. O yok olanı yarattığı zaman, o şey nasıl var olacak ise onu da bilir. Allah mevcud olanı o şey mevcud olduğu halde iken mevcud olarak bilir. (Ezelde bilmesi ile sonradan yaratıldığı vakitte bilmesi arasında bir değişiklik yoktur. Eğer değişiklik olsa bu durumda Allahın ilim sıfatının değişmesi gerekir ki bu Allah için caiz değildir.)
17-0 varolan şeyin nasıl yok olacağını da bilir. Allah, ayakta olanı ayakta iken kaim olduğunu bilir, o kişi oturunca oturma halinde onun oturduğunda ezeli ilmi değişmeden veya yeni bir ilim ortaya çıkmadan bilir. Fakat değişiklik ve ihtilaf mahlukatın katında ortaya çıkar. (Allahın ilminde ve diğer sıfatlarında bir değişiklik olmaz, değişen mahlukattır.)
18-Allah (mükellef olan) mahlukatı imandan ve küfürden salim olduğu halde yarattı. Sonra onlara hitab etti, onlara emretti, onları (yasaklardan) nehyetti. Bundan sonra küfreden kendi dili ile küfretti. Hakkı inkarı ve reddetmesi, Allahın o adamı yardımsız bırakmasıyladır. İnanan kişi de kendi fiili ile inandı. O kişinin (hakkı) kabulü ve tasdiği Allahın o kişiyi başarıya ulaştırmasıyladır. (Hidayet etmek veya dalalete sokmak Allahın elindedir. Kul iradesini hangi tarafa kullanırsa Allah onu dilerse yaratır. Kötü işi kul yaparsa sorunlu olur, zira onu istemiştir. İyi iş yaparsa onunla sevap kazanır, bu da Allahın onu muvaffak etmesiyledir.)
19-Allahu Teala Adem (Aleyhisselamın) neslini sulbünde (bel kemiğinden) çıkarttı. Onları akıllılar yaptı. Onlara hitab etti. imanla onlara emretti. Küfürden onları yasakladı. Onlar Allahın Rab olduğunu kabul ettiler. İşte bu ikrar onlardan iman oldu. Onlar bu fıtrat - islam yaratılışı- üzere doğrulurlar. (Herkese bu islam kabiliyyeti verilmiştir. İyiye kullanan kazanır, kötüye kullananlar mes'ul olur.)
20-Bundan sonra her kim küfrederse muhakkak (evvel, verdiği sözü) değiştirdi. Kimde inanır tasdik ederse - verdiği söz- üzere sabit kaldı ve devam etti. Allah mahlukattan kimseyi ne iman etmesi üzerine; ne de küfretmesi üzerine zorlamadı. Mahlukatını, bazısı- mümin, bazısı- kafir olarak yaratmadı. Fakat onları şahıslar olarak yarattı. (Hepsini kendine kul olacak kabilîyyette yarattı. Sen kafir ol, sen müslüman ol diye ayrım yapmadı. Fakat şunu da bilmek gerekir ki her kime iman nasib ise yine de bu, Allahın lütfüdur, kendinden bilmesin.)
21-İman ve küfür kulların işidir. Allahu Teala, kim küfür halinde kafir olarak küfredecek, onu bilir. O, bu küfürden sonra iman edince, onu iman halinde mü’mi olduğu halde, ilmi ve sıfatı değişmeksizin bilir. (Kişinin halinin değişikliği ile Allahın sıfatı değişmiş olmaz.)
22-Kulların hareket ve sükundan olan (bütün) fiilleri hakikatten kendi kazanmaları iledir. Allahu Teala o fiilleri yaratıcıdır. Kulların bülün fiilleri Allahın dilemesi, ilmi, hükmü, kudreti ile olucudur. (Yani fiillerin yaratılmasında kulun bir tesiri yoktur, sadece irade edebilir.)
*Taatların tamamı Allahın emri, mahabbeti. rızası, ilmi, dilemesi, kazası ve takdiri ile vacib olan şeylerdir.
23-İsyanlar ve günahların tamamı Allahın ilmi. kazası, taktiri ve dilemesiyle olucudur. Fakat mahabbetiyle, rızasıyla ve emri ile değildir. (Masıyetler ve günahlar, Allahın iradesi altındadır fakat onların işlenmesinden asla razı değildir. Mesela içkiyi, domuzu yaratmıştır fakat içilmesinden ve yenmesinden razı değildir. İmtihan için böyle takdir etmiştir.)
24-Bütün peygamberler (üzerlerine salat ve selam olsun) küçük ve büyük günahlardan, küfür ve çirkin şeylerden münezzehtirler. Peygamberlerden ayak sallantısı ve hatalar vaki oldu. (Yani Peygamberler ma'sumdurlar, günah işlemezler. Fakat ayak kayması dediğimiz bazı ikazlara uğramışlardır. Allahu Teala, onları yanlışlardan korur.)
25-Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem) Allahın peygamberi, kulu, resulü ve kendine seçtiğidir. Putlara hiç tapmadı. Allaha asla göz açıp kapayacak kadar şirk koşmadı. Asla büyük, küçük günah işlemedi. (Peygamberdir ve Allahın kuludur, Oğlu değildir, ilah değildir.)
26-Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) den sonra insanların en faziletlisi Ebu Bekir Sıdık, sonra Hattab oğlu Ömer, sonra Affan oğlu Osman, sonra Ebu Taliboğlu Ali'dir. Allah hepsinden razı olsun. (Halife oldukları sıraya göre faziletleri beyan edildi.)
27-Bu "dört halife" hak ile beraber, hak üzere ibadet ettikleri halde onların tamamını severiz. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimizin ashabından tamamını, ancak hayırla zikrederiz. (Onlar arasındaki olayları hayırla zikrederiz.)
"Müslümanlardan hiçbir kimseyi, helal görmedikçe büyük günah bile olsa, günah işlemek sebebiyle küfre nisbet etmeyiz. Ondan iman ismini yok etmeyiz, onu hakikatten mü’min diye isimlendiririz. (Günah işlemekle kişi imandan çıkmaz. Günahı helal görürse dinden çıkar.)
28- Günah işleyenin, kafir olmayıp fasık mü'min olması caizdir.
* Mestler üzerine mesh etmek sünnettir. Ramazan ayında teravih kılmak sünnettir. İyi, kötü herbir mü'minin peşinde namaz kılmak caizdir.
29-'Müslümana günah zarar vermez' demeyiz ve 'o cehenneme girmez" de demeyiz. (Zira günahlar, cezayı gerektirir.) Dünyadan imanlı çıktıktan sonra fasık olsa bile, "ebedi cehennemde kalır' demeyiz.(Ebedi cehennemde kalmak ancak kafirlere aittir.) İyiliklerimiz kabul, kötülüklerimiz affedilmiştir’ demeyiz. (Allanın azabından emin olmak ve rahme tinden ümit kesmek doğru değildir.)
30-Mürcie mezhebinin sözünde olduğu gibi demeyiz. (Bu mezhebe göre kişi imanlı ise artık günahlar ona zarar vermez.) Fakat "Ayıplardan uzak olduğu halde, bütün şartlarını toplayan hangi iyiliği işlerse, dünyadan çıkana kadar o iyiliğini küfür ve dinden dönmekle ibtal etmezse. Allah o iyiliğini za'y etmez, belki onu kabul eder ve onun üzerine o kişiyi sevaplandırır' deriz.
31-Şirk ve küfürden başka günahlar, mümin olduğu halde ölüp tövbe etmezse bu (günahları işleyen) kişi Allahın dilemesine kalmıştır. (Allah) Dilerse günahı kadar o kişiyi azablandırır. dilerse onu affedip cehennemle asla azablandırmaz.
* Riya, amellerden bir amelde bulununca o kişinin mükafatını yok eder. Ucubta böyledir, (sevabı yok eder. Ucub: amelini beğenmektir.)
32-Mucizelcr peygamberler için sabittir. Kerametlerde veliler için haktır. İblis, deccal, firavun gibi Allah düşmanları için olan veya olacak olan işlerden rivayet edilen şeyleri, mucize ve keramet diye isimlendirmeyiz. Fakat onları, ihtiyaçların yerine getirmesi, kaza-i hâcat diye isimlendiririz. (Allah düşmanlarına isteklerinin bazısı verilirki imtihan kaidesi gerçekleşsin)
33- Bu durum şundandır ki Allahu Teala, düşmanlarının ihtiyaçlarını; onlar için istidraç ve azab olsun o şeyle aldanıp isyan ve küfür bakımından artsınlar diye giderir. Bu sayılanların tamamı caiz ve mümkün şeylerdir. (Onlara verilen imkanlar haddi zatında caiz ve mümkün olan işlerdendir.)
34-AIlahu Teala daha mahlukatı yaratmadan evvel halık, rızıklandırmadan evvel de rızık verici, sıfatları ile vasıflanmış idi. (Sonradan bir isim ve sıfat O'na gelmemiştir.)
* Allahu Teala ahırette görülür, Mü"minler cennette olduğu halde onu baş gözleriyle: bir şeye benzetmeksizin, keyfıyyeti olmadan, muhtevası olmadan, onunla mahlûkat arasında mesafe bulunmadan-görürler. (Mü'minler cennette iken, oranın kuvveti ile bakarak Allahu Teala'yı mekandan münezzeh olduğu halde ve mahlukat vasıflarından uzak olduğu halde görürler.)
35-İman, dil ile ikrar, kalb ile tasdiktir. Sema ve yer ehlinin imanı, inanılması lazım olan şeyler bakımından artmaz eksilmez, yakin ve tasdik bakımından artar eksilir. Mü'minler iman ve tevhid hususunda eşittirler, amellerde farklı farklıdırlar.(İnanılması gereken şeyler belli hususlardır. Bunların artması ve eksilmesi mümkün değildir. Bunları kabullenmek ve tasdik etmek te değişiklik olmaz. Bu yüzden iman etmek bakımından bütün mü'minler eşittir denilmiştir. Fakat imanın kuvvet ve parlaklığı değişir. Peygamberlerin ve ashabı kiramın imanı ile bizim imanımız bu bakımdan eşit değildir.)
36-İslam Allahın emirlerine boyun eğmek ve teslim olmaktır. Lügat bakımından iman ile islamın arası ayrıldı. Fakat İslamsız iman, imansız islam mevcud olmaz.. Bu ikisi sırt ile karın gibi birbirinden ayrılmaz. Din ismi iman, islam ve bütün şeriatlar (hükümler) üzerine vaki olur, kullanılır. İslam: teslim olmaktır. İman:tasdik etmektir. Fakat dinimizde imanlı olan için müslümandır deriz. İkisini birbirinden ayırmayız.)
37-Allahu Teala'yı, kitabında kendini vasfettiği gibi bütün sıfatlarıyla hak olarak biliriz. (Zahirde mes'ul olduğumuz şekilde sıfatlarıyla O’nu tanırız.)
Hiçbir kul Allaha layık olduğu şekilde ibadet etmeye güç yetiremez. fakat kul, kitabında ve resulünün sünnetinde emrettiği şekilde Allaha ibadet eder. (İstenen şartlara uygun olan ibadetlere, salih amel denir ve Allah indinde kabul görür.)
38-Bütün müminler Allahı bilmekte, kesin imanda, tevekkülde, mahabbette, rızada, korkuda, ümit ve imanda eşittirler. Bunların tamamına imanın haricinde farklıdırlar. ( Kişinin mahabbeti, rızası, tevekkülü, korkusu farklı olabilir. Fakat bunları kabullenip bunlara inanması, farklı değil her mü'minde aynıdır.)
39-Allah, kulları üzerine fazlu kerem sahibidir. Adildir. Bazan kulun hak ettiği sevaptan fazlasını, fazlu kerem olmak üzere ona verir. Adalet olmak üzere kulu günahından dolayı azablandırır. bazan fazlu keremiyle onu affeder, azablandırmaz. (Kula azab etmesi, adeletiyle muamelesidir. Kulun amelini kabullenip sevap vermesi ise fazlu keremindendir.)
40-Bütün peygamberlerin (üzerlerine salat selam olsun) şefaat etmeleri haktır. Peygamberimiz aleyhisselatu vesselamın ümmetinden günahkar müminlere ve azabı hak eden büyük günah sahihlerine şefaat etmesi de haktır, gerçektir. (Hadisi şerifte: 'Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir’ buyurmuştur.)
* Amellerin kıyamet gününde terazi ile tartılması haktır Peygamberimizin (Sallallahu aleyhi ve sellem) havzu kevseri haktır.
41-Kıyamet gününde davalarda iyilikleri vermekle kısas haktır. Eğer o zulmedenlerin iyiliği yoksa, zulme uğrayanın günahının zalimlerinin üzerine yüklenmesi haktır, caizdir. (Buna ahırette iflas denir.)
*Cennet ve cehennem şu anda yaratılmışlardır, ebedi olarak yok olmazlar. Ebedi olarak iri gözlü huriler ölmezler. Allah'ın azabı da sevabı da yok olmaz, ebedidir. (Nimetler bitmez, tükenmez ve eskimez. Azab ta asla hafifletilmez. Hatta derileri değiştirilir ki azabı tadsınlar.)
42-Allahu Teala fazlu kereminden dolayı dilediğini hidayete ulaştırır. Adaletinden dolayı dilediğini saptırır. Allahın saptırması kişiyi yardımsız bırakması demektir. Hızlan: kuldan razı olduğu şeye kulu ulaştırmaması diye tefsir edilir. Bıı hızlan. Allahtan adalettir. Aynı şekilde hızlanda olan kişiyi günahını üzere azablandırması da (Allahın adaletindendir.) (Yani:Adaleti ile muamele ederse kişiyi günahına karşılık azablandırır, yardımsız bırakır. İmana ulaşmak her ne kadar irade i cüziyyemizle alakalı ise de yine bu Allah tarafından ikramdır.)
43-Şeytan imanı mümin kuldan zorla ve kahren soyup alır. demeyiz. Fakat kul imanı terk edip bırakınca, o taktirde şeytan ondan imanı soyup çıkarır, deriz. (Kişi kendini tehlikeye atarsa, elbette başına gelene katlanacaktır, şeytanın bunda zorlaması ve tesiri yoktur, sadece vesvese verir.)
44-Münker ve Nekirin kabirdeki sualleri haktır. Kabirde ruhun kendi cesedine iadesi haktır. (Ruhu bedenle îrtibatlandırarak kabir hallerinden onu haberdar eder.) Kabir sıkıştırması haktır. Kabir azabı, kafirlerin tamamına ve bazı asi müminler için haktır, caizdir. (Kafirlerin bitmeyen cezaları, göz yummaya başlayınca, başlar. Sonsuza dek devam eder. Günahkar mü'minler için kabir azabı, onun ahırete günahsız çıkması içindir.)
45-Allahın sıfatlarından hangisini, alimler Farsça olarak söylem işlerse. "Farsça el tabiri hariç", ismi yüce Allah için o şeyi söylemek caiz olur. (Başka lisanlar ile Allanın isim ve sıfatlarını kullanmak caiz olur. fakat bu ifade namazda geçerli değildir. Zira İmamı A'zam rahmetullahi aleyhi bu görüşünden son dönemlerinde vaz geçmiştir. Türkçedeki tanrı kelimesi ilah manasındadır. Allah manasında değildir.)
Keyfiyeti bilinmeden ve benzetme olmaksızın "Rabbim yukardadır" denmesi caizdir.
46-Allahm yakınlığı ve uzaklığı, mesafenin kısalığı ve uzunluğu kabilinden değildir. Fakat keramet, değerli olmak ve düşüklük manasındadır. (Filana Allah'a yakındır demek. Allah katında kıymeti vardır.
Filana Allahtan uzaktır demek, Allahın rahmetinden uzaktır, değeri düşüktür.) İtaatkar keyfiyeti bilinmeden Allaha yakındır, asi keyfiyeti bilinmeden Allahtan uzaktır. Yakınlık, uzaklık, yönelmek lafızları dua eden mümin kişiye de söylenir. (Kul Allaha yakın oldu, Allaha yöneldi gibi.)
"Cennette Allahın komşusu olmak. Allahın huzurunda durmak' tabirleri de, diğerleri gibi keyfiyeti bilinmez.
47-Kuran, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) üzerine indirilmiştir. Mushaflarda yazılmıştır. Allahın kelamı olması manasında bütün ayetler, fazilet ve değer bakımından eşittir. Şu kadar var ki bazıları için zikir fazileti, bazıları için zikredilenin fazileti vardır. Ayet’el kürsi misalinde olduğu gibi. Ayet'el kürsi de zikredilen Allahu Tealanın celali, azameti ve sıfatlarıdır. Ayet'el kürside iki fazilet bir araya geldi. Zikir ve zikredilen zat fazileti.
48-Bazı ayetler için sadece zikir fazileti vardır. Kafirlerin kıssaları gibi onlarda zikredilenin bir fazileti yoktur. Onlar kafirlerdir. Aynı şekilde Allahın isim ve sıfatlarının hepsi azamet ve değerde eşittir. Aralarında hiçbir farklılık yoktur.
49-Kasım, Tahir ve ibrahim Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) in erkek çocuklarıdır. Fatıma, Rukıyye, Zeynep ve Ümmü Külsüm. peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellem) in kız çocuklarıdır.
50-Akaid ilminin inceliklerinden bir mesele, bir kişiye kapalı kalsa, o kişi için derhal "Allah indinde doğru olan ne ise ona inanmak" ve sorup öğreneceği bir alim bulana kadar, öğrenmekten geri durmamak lazımdır. Talebi ertelemek ona caiz değildir; o hususta duraklaması ile mazur olmaz, eğer araştırmayıp duraklarsa, önemsemezse, kafir olur. (o mesele bilinmesi, inanılması zaruri lazım olan bir mesele ise.)
51-Miraç haberi haktır. Gerçektir. Bunu reddeden kişi dalalettedir ve bidatçıdır. (İsra'yı inkar eden kafir olur. zira o, ayetle sabittir. Miraç ise meşhur hadislerle sabittir. İnkar eden bid'atçı olur.)
52-Deccaalın çıkması, Yccüc ve Mecücün çıkması, güneşin battığı yerden doğması, İsa (Aleyhisselam) ın gökten inmesi ve diğer kıyamet vaktinin alametlerinden, hakkında sahih haberler (hadisler) bulunan şeylerin hepsinin meydana gelmesi haktır. Ve bunlar (olucudurlar) olacaktırlar.
Ehl-i Sünnet'i diğerlerinden ayıran hususiyetlerin neler olduğunu bilmenin en kestirme yolu Sahabe'ye bakmaktır. Sahabe neye nasıl inanmış ve neyi nasıl yapmışsa, o hususlarda onlar gibi davranmak Ehl-i Sünnet'in ayırt edici vasfıdır.
Daha önce de değişik vesilelerle ifade etmeye çalıştığım gibi, Mu'tezile'nin bir kısmı ve Haricîler dışında hiçbir fırka bir kurum olarak Sünnet'i toptan inkâr ve reddetmemiştir. Ancak bu durumun onları "Sünnet Ehli" yapmaya yetmediğine dikkat edilmelidir.
Günümüzde de bir kısım çevreler Sünnet'i bir kurum olarak toptan reddetmediklerini söylemektedir. Ancak onlar da tıpkı selefleri gibi, "Fakat…" diye başlayıp arkasından getirdikleri kayıt ve şartlarla Ehl-i Sünnet'ten farklı düşündüklerini ortaya koymaktadır. Gerek Sünnet olmadan İslam'ın gerçek anlamda yaşanamayacağı gerçeğinin kendisini dayatmasından, gerekse "suret-i haktan görünme" endişesinden kaynaklanan bu ikiyüzlü tavır, Sünnet'e mesafeli duranlar için aynı zamanda bir "samimiyet" problemini de gündeme getirmektedir.
Meselenin mihverini, hadisle sabit hususların itikad umdesi olarak telakki ve imanın konusu edilip edilmediği sorusu oluşturmaktadır. Bunların başında kıyamet alametleri (Deccal'ın zuhuru, Hz. İsa'nın nüzulü, güneşin batıdan doğması…) ile ahiret ahvaline ilişkin hususlar (kabir azabı, sırat, mizan, şefaat, Allah Teala'nın mü'minler tarafından görülmesi…) gelmektedir. Bütün bu hususlardaki rivayetlerin haber-i vahid kategorisinden daha yukarıda yer aldığına ve bu sebeple itikad kitaplarına girdiğine dikkat edilmelidir.
Herhangi bir kimsenin Ehl-i Sünnet olup olmadığını öğrenmek isteyenler, bu hususlardaki yaklaşımına bakmalıdır. Bütün bu hususlara inandığını tereddütsüz bir şekilde söyleyen Ehl-i Sünnet, "Bunlar hadislerle sabittir, ilgili hadislerse kesinlik ifade etmez…" gibi bildik tavırları sergileyenlerse ehl-i bid'attır!
Bir kimsenin Ehl-i Sünnet olup olmadığını tesbit etmenin bir diğer yolu da Sahabe hakkındaki tavrına/görüşüne bakmaktır. Şu veya bu mülahazayla Sahabe hakkında olumsuz şeyler söyleyen, Sahabe arasında cereyan etmiş hadiseler konusunda ölçüsüz tavır takınan ve bir kısım sahabîlerin güvenilmez oldukları anlamına gelen iddialar ileri süren kimsenin Ehl-i Sünnet'le bir ilişkisi yoktur. Sahabe'nin udul kabul edilmesi Ehl-i Sünnet'i diğerlerinden ayıran en önemli hususlar arasında yer alır. Bu gerçeğe ister "ilmî/akademik araştırma" görüntüsü altında, isterse mezhebî mülahazalarla mesafeli duranların konumunu teşhiste tereddüde mahal yoktur.
Hadisler ve Sahabe konusundaki tavır, bir bütün olarak "Din" telakkisine de dolaysız biçimde yansıyacağından, başta Kur'an'ın anlaşılması olmak üzere İslam'ın kaynak, kavram ve kurumlarıyla ilgili olarak bütünüyle farklı, Ehl-i Sünnet dışı bir tavır söz konusu olmaktadır.
Günümüzde özellikle gençlerin zihnini bulandıran ve bu hususta tereddüt oluşturan bir kısım noktalar vardır. Bunların başında, hadisler ve Sahabe hakkında ilmî/akademik araştırma adı altında yapılan çalışmalar gelmektedir. Bu çalışmalarda iddiaların, herhangi bir mezhebî terim kullanmadan ileri sürüldüğü malumdur. "Bu meselede falanca mezhebin görüşü şudur" gibi yönlendirmelerin, zihinlerde o meselenin mahiyeti hakkında doğrudan bir kanaat oluşturacağını bildikleri için, kimlerin görüşünü dile getirdiklerinden bahsetmezler. Bir de "Ümmet'in birliği" meselesini önemsiyor görüntüsü vererek, meseleleri, Ehl-i Sünnet vurgusu yapmak "mezhepçilik"miş gibi takdim etmeye özen gösterirler.
Bu kimselerin aramızda bulunması, bizimle aynı safta yer alıp aynı imamın arkasında namaz kılmaları yahut yerel ve küresel ölçekte Ümmet'in meseleleriyle ilgilenmeleri onları ehl-i bid'at olmaktan çıkarmaz. Tarih içinde de aynı durumun mevcut olduğunu bilmek bu noktada önemlidir. Ümmet'in problemleriyle ilgilenmeyen bir Haricî veya Mu'tezilî düşünmek mümkün değildir. En azından fırkaların geneli itibariyle durum böyledir. Ancak bu durumun onları bid'at ehli olmaktan çıkarmadığı gibi, bugünkü haleflerini de aynı kategoride yer almaktan çıkarmayacağı bilinmelidir. Dolayısıyla itikadı öğrenilmek istenen kişinin ameline bakmanın aldatıcı olacağı hatırdan çıkarılmamalıdır.
Burada meselenin bir başka boyutu daha var: Ehl-i Sünnet olduğunu söyleyen bir kısım çevrelerin küresel emperyalizm, ekonomik ve kültürel işgal, sömürü… gibi Ümmet-i Muhammed'in maruz bulunduğu tehdit ve tehlikeler sanki onların meselesi değilmiş gibi bir tavır takınmasını da Ehl-i Sünnet hassasiyetiyle bağdaştırmak mümkün değildir. Günümüzde "Ehl-i Sünnet" kavramının ve duruşunun özellikle genç kuşaklar nezdinde örselenmesi, yıpratılması ve içinin boşaltılması bu çevrelerin sebebiyet verdiği arızalar olarak kaydedilmelidir.
Ehl-i Sünnet olmanın üzerimize hem itikad, hem de amel, eylem, zihniyet ve tutum/duruş olarak yüklediği mükellefiyetler bir bütün olarak anlaşılmak ve hayata aktarılmak durumundadır. Aksi durumda, mutlaka arızalı yapılar ortaya çıkacaktır/çıkmaktadır…
ALDANMAYALIM.NET
MÜELLiF DERKi :
işte bu risalede açıklanan inançlar, beş vakit namazın her rekatında kavuşmak için dua
ettiğimiz ve uymak- la emredildiğimiz “Sırat-ı Müstekim” ehli olan ‘Ehli Sünnet ve’1 cemaat’
in dosdoğru görüşleridir.
MUKADDiME
ÖNSÖZ
Şüphesiz bu dünyaya gelen her insan için ilk olarak elde etmesi gereken en önemli şey
imandır. Dünya ve Ahiret saadeti bu imanla yaşayıp bu imanla ölmeye bağlıdır.
Ameller hususunda müsamaha varsa da itikat hususunda hiç bir yanılmanın ve eksikliğin affı
yoktur.
Bundan dolayı şirkin dışındaki günahlar hakkında Allah’ın dilemesine bağlı olarak affı
mağfiret sözü varsa da şirk üzere ölenin asla affedilmeyeceği, Cennet yüzü görmeyip
Cehennemden çıkamayacağı kesindir.
Öyleyse ebedi kurtuluş arayan herkesin her şeyden evvel iman konusu üzerinde durarak Allah
indinde yüzünü ak edecek sağlam bir inanca sahip olması gerekir.
Ancak şu var ki her: “ inandım” diyenin imanı Allah katında muteber değildir.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de arkasından ümmetinin yetmiş üç fırkaya
ayrılacağını, bunlardan yetmiş ikisinin dalalette kalıp “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” tan ibaret
olan tek bir fırkanın kurtulacağını defaatla açıklamıştır.
işte elinizdeki bu kitap sizlere bu Fırkay-ı Naciye (kurtulacak fırka) nın neye nasıl
inandıklarını ve bu cemaatten olabilmek için inanılması gereken şartları, anlayacağınız bir
dilde madde madde beyan etmektedir.
Bu kitapta zikredilen hususları bilip bellemeden ve böylece inanmadan aklı, zekası ve rütbesi
ne olursa olsun hiç bir ferdin ahirette kurtulması mümkün değildir.
0 halde Allah ve Resulü tarafından bize sarkıtılan bu ipe sımsıkı tutunarak istenilen sağlam
inanca sahip olmalı ve bu marifetlerden mahrum olan insanlara ulaşıp bu eseri acilen
ulaştırmalıyız ki, belki de bu sayede bir insan daha Ehl-i Sünnet inancıyla ölme nimetine
mazhar olarak ebedi azaptan kurtulur.
Bu risalemizdeki ilimleri halka ulaştırmak günümüzün en önemli meselesidir.
Zira bugün insanlar neye nasıl inanacaklarım şaşırmış bir şekilde bocalamaktadırlar. şte bu
gibi insanlara bu eseri ulaştırmak onlara yapılacak en büyük hayırdır.
Bu konuda daha önce bir çok kitap yazılmışsa da kimisi kısalığından yeterli olmamakta kimisi
de dilinin ağırlığı ve uzunluğundan dolayı istifadeyi azaltmaktadır.
Ama, bu kitap her kesim insana hitap edecek ve ikna edecek niteliktedir.
Allah-u Tealâ’dan niyazımız, insanlara acı yarak imanla ölmelerini temin etmek için kaleme
aldığımız bu risalemizi bize de acıyarak imanla çene kapamamıza vesile kılmasıdır.
Şüphesiz duaları hakkıyla işiten ve kabul eden ancak Odur.
Sahibu-l Cubbe
İ’TiKAT
( iNANÇ)
DiN: Allah-u Teala tarafından konulan bir kanundur ki, insanlara yaratılışlarındaki gaye ve
hedefi, Allah-u Teala’ya ne suretle ibadet yapılacağını bildirir.
Din insanları, güzel olanı seçmeleriyle, hayırlı olan şeylere götürür.
Bu ilahi kanunu Peygamberler vahiy suretiyle Cenab-ı Haktan öğrenerek insanlara
ulaştırmışlardır.
iMAN: Allah-u Teala’ya ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Allah-u
Teala tarafından getirdiği Ahkam-ı lahiyye” ( lahi hükümler) in tamamına inanmak ve
kabullenmekten ibarettir.
iSLAM: manla aynı manadadır. Dolayısıyla her mümin, müslim; her müslim de mümindir.
Gerçi lügat itibarıyla iman, inanmak; islam ise teslimiyet ve boyun eğmek anlamlarına
gelmekteyse de din açısından ikisinin de hükmü birdir.
iMAN ŞARTLARI:
(Amentübillahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusülihi velyevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi
teala velba’sü ba’delmevti hakkun eşhedüenla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü)
10- Ebu Ubeyde bin Cerrah (Radıyallahu Anh), cennettedir.”
Tirmizi, Menakib:26, No:3 747, 5/647, Ebu Davud, Sünnet:8, No:4 649, 2/623, Ahmed ibni
Hambel, Müsned, No:1675, 1/410)
Yine böylece Hazreti Hatice, Hazreti Fatıma, Hazreti Aişe ile Hasen ve Hüseyn (Radiyallahu
Anh) ve diğer bazı sahabeler hakkında cennet müjdesi dünyada verilmiştir.
Bu hususta bir çok hadis-i şerif ve rivayetler mevcuttur.
Bunları veya bunlardan birini tenkit eden kişi mübtedi’ (ehl-i bid’at) tır.
Biz bütün müminlerin cennet ehli, kafirlerin de cehennem ehli olduklarına şahitlik ederiz
fakat hakkında bir nas (ayet ve hadis gibi bir delil) bulunmadıkça belli bir kimsenin cennetlik
veya cehennemlik olduğuna dair şahitlikte bulunamayız.
Konu 26 : Kitabın hak olduğuna inanmak.
Yani hafaza meleklerinin, mükellef kulun taat ve isyanlarını yazdıkları divan haktır. Bu defter
mü’minlere sağ elinden kafirlere ise sol ellerinden ve sırtlarının arkasından verilecektir.
Fasık mü’mine defteri nasıl verileceğine dair ihtilaf varsa da meşhur olan görüş, sağ
tarafından verileceğidir.
Konu 27: Sualin hak olduğuna inanmak.
Kıyamet günü hesap zamanı Mevla Teala’nın, kullarına dünyada yaptıklarını sorması haktır.
Mevlâ Teala mü’minlerin günahını teşhir etmeyip onlarla teke tek görüşecek ve neticede
günahlarını mağfiret edecektir.
Kafirler ve münafıklar hakkında ise bütün mahlukatın huzurunda:
“ işte bunlar, Rablerine karşı iftirada bulunanlardır. Allah’ın laneti o zalimlerin üzerine
olsun.” (Hud Suresi:18 den) diye nida edilecektir.
Konu 28 : Havz-ı Kevser’in hak olduğuna inanmak.
Abdullah ibni Amr (Radıyallahu Anh) dan rivayet edildiğine göre Bu hususta Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Benim havzım (açıları eşit olmak üzere) bir aylık genişliktedir. Onun suyu sütten beyaz,
kokusu miskten daha hoştur.
Bardakları gökteki yıldızlar gibi (çok) tur.
Ondan (bir kere) içen artık ebedi susamaz.”
(Buhari, Rikâk:53, No:6208, 5/2405, Müslim, FezâiI:9, No:2292, 4/1793, Ahmed bni
Hanbel, Müsned, No:15123, 5/189)
Konu 29 : nsanların Peygamberlerinin, meleklerin Peygamberlerinden, meleklerin
Peygamberlerinin, insanların Peygamber olmayanlarından, insanların Peygamber
olmayanlarının da meleklerin Peygamber olmayanlarından daha faziletli olduğuna
inanmak.
Melek nev’inin Peygamberlerinin, insanlar dan Peygamber olmayanlara üstün oluşu icma ile,
hatta zarüri olarak sabit olan bir hükümdür.
nsan nev’inin Peygamberlerinin, melek nev’inin Peygamberlerinden, Peygamber olmayan
insanların, Peygamber olmayan meleklerden üstün oluşu bir kaç şekilde izah edilebilir.
a) Allah-u Teala meleklere Adem (Aleyhisselam) a tazim ve tekrim yolu ile secde etmelerini
emretti.
Hikmetin gereği Allah-u Teala’nın, fazilet bakımından altta olanın üstte olana secde etmesini
emretmesidir.
b) ilim ehli olan herkes;
“Allah (-u Tealâ) Adem (Aleyhisselam) a bütün isimleri öğretti.” (Bakara Suresi: 31 den)
Ayeti ile Allah-u Teala’nın, Adem (Aleyhisselam)ı meleklerden üstün kıldığını, Adem
(Aleyhisselam) ın ilminin fazlalığı sebebiyle, tazim ve tekrimi hak ettiğini anlar.
c) “Şüphesizki Allah (-u Teala) Adem (Aleyhisselam) ı, Nuh (Aleyhisselam) ı, brahim
ailesi ile mran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.” (Ali mran Suresi: 33)
Bu ayet-i celilede zikredilen Âlem kavramına melekler de dahildir. Peygamber olmayan
insanların, Peygamber olan meleklerden üstün tutulmayacakları icma ile istisna edilmiştir.
Bu istisna dışında ayetin genel hükmü bakidir. Bu genel hüküm de; “ nsan nev’inin
Peygamberlerinin, melek nev’inin Peygamberlerin den, Peygamber olmayan insanların,
Peygamber olmayan meleklerden üstün oluşu” dur.
HATiME
(Son söz)
Bu risalede açıklanan inançlara sahip olmak ne kadar önemli ise bu itikadı korumak ve bu
inanç üzere ölmek de o derece önemlidir.
Bu yüzden risalemizin sonunda, imanı vesvese ve şüphelerden kurtaracak ve son nefeste
koruyacak bazı duaları yazmayı münasip gördüm.
Ruhûl Beyan, Kurtubi ve Cemel tefsirlerinde zikredildiğine göre, Sabahleyin En’am suresinin
başından 3 ayeti kerimeyi okuyan kimsenin kalbine şeytan her ne zaman yanlış bir fikir atmak
istese, beraberinde demirden bir kamçı bulunan bir melek yedinci kat semadan inerek onunla
şeytan arasına yetmiş bin perde koyar. (Tefsir-i Cemel, 2/2, Kurtubi, 6/383)
Ayet-i kerimelerin okunuşu:
Rivayet edildiğine göre her gün on kere:
okuyan kimse, o gün şeytanın bütün vesveselerinden kurtulur.
Aşık Muhammed el Halidi en Nakşibendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin beyanına göre
güneş doğmadan ve batmadan, Âli mran suresinin 18. ayeti kerimesini, zikredilecek dua ile
birlikte okuyan kişiye son nefeste imanı bağışlanır. (Miftah-u Kenzil Esrar Fit Tarikatin
Nakşibendiyye, Sh:21)
Ayeti Kerimenin dua ile birlikte okunuşu:
Şeyh Muhammed Ali ibni Hakim et Tirmizi (Rahimehullah) buyurmuştur ki: Allah-u Tea1â
Hazretlerini bin kere rüyamda gördüm ve O’na:
“Ya Rabbi! Ben imanımı kaybetmekten korkuyorum.” dedim.
O’da bana: “Sabahın sünneti ile farzı arasında bir kere şu duayı okumamı emretti.
“Ey Hayy ve Kayyum! Ey Celâl ve ikram sahibi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan
Allahım! Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim. Ya Allah!
Ya Allah! Ya Allah!”
Bir rivayette, bu duanın üç kere, diğer bir rivayette de kırk kere okunması emredilmiştir.
(Molla ilyas, Akaidi Taftazani hami-şinde 5.134)
Üstadımızın Üstadı Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu), Üstadımız Hacı Mahmud
Efendi Hazretlerine, kalbinin kaymaması için şu duayı devamlı okumasını vasiyet etmiştir:
“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Bize tarafından
rahmet bahşeyle. Şüphesiz ki sen ancak sen son derece hibe edensin.” (Ali mran
Suresi:8)
Akşamın sünnetinden sonra okunan şu dua da kalbin imanda sabit kalmasına büyük bir
vesiledir:
Ümmü Seleme (Radıyallahu Anh) a validemizden rivayet edildiğine göre, Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) akşam namazını kıldıktan sonra (yanıma) girer iki rekat namaz
kılar ye sonra:
“Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.” diye dua ederdi.
( ibni Sünni, Amelül yevmi velleyle, Sh.232, No:658)
DUANIN OKUNUŞU:
Yine böylece sabah namazının sünnetini evde kılıp cemaate çıkmakta, son nefeste imanlı
ölmeye sebep olacak en faziletli amellerden olarak zikredilmektedir.
Dünya ve Ahiret en büyük sermayemiz olan imanımızı koruyabilmemiz için elden gelen
bütün gayreti göstermemiz gerekirken, yapılması bu kadar kolay olan vazifeleri de terk
edersek elbette bu, büyük bir acizlik belgesi ve imana önem vermeme göstergesi olur ki bu
hale düşmekten Allah-u Teala’ya sığınırız.
Allah-u TeaIâ’dan en büyük niyazımız ve O’na olan en son duamız, bu risalede belirtilen
“Ehli Sünnet Vel Cemaat” mezhebinin inancı üzere yaşayıp ölmeye bizi muvaffak kılmasıdır.
AMiN …
itikad risalesi
ehli sünnet itikadı
16 ÇEŞİTLİ MESELELER-4
Dr. Ebubekir Sifil ehli sünnet itikadı
3. Şia hakkında Ehl-i Sünnetin duruşu ve tutumu nasıl olmalıdır, Şiilerin inançları küfre götüren bidat mıdır?
Bu soruya daha önce muhtelif vesilelerle cevap vermiştim.[1] Burada özet olarak şunları söyleyebiliriz: İnsanı küfre düşüren haller ve sözler vardır. Kendisinden bu hal ve sözlerden biri –herhangi bir baskı söz konusu olmaksızın, bilerek, isteyerek, iradî ve ihtiyarî olarak–sadır olan kimse küfre girer. Burada onun hangi itikadî mezhebe mensup olduğuna bakılmaz.
Söz gelimi bir kimse Kur'an'a hakaret etse, içindeki emir ve nehiylerin bağlayıcı olmadığını söylese, Hz. Peygamber (s.a.v)'e saygısızlık etse yahut Sünnet'in bağlayıcı olmadığını söylese kâfir olur.
Bu cümleden olarak Kur'an ve Sünnet ahkâmının "tarihsel" olduğunu, yani sadece nazil ve varit olduğu dönemin insanlarını bağlayacağını, o tarih ve coğrafya dışındaki insanlar için bağlayıcılığının bulunmadığını söylemek küfürdür.
Muhtelif meseleler 5
Dr. Ebubekir Sifil ehli sünnet itikadı
Mürtedin katli hükmünün "fikir ve inanç özgürlüğü" bağlamında arz ettiği duruma değinerek bu bahsi bu yazıyla nihayetlendirmiş olalım.
İslam insanlara zorla din empoze edilmesini onaylamaz; kimsenin zorla müslümanlaştırılmasına rıza göstermez. Bu doğrudur; ancak bununla, müslüman bir kimsenin İslam'ı terk ederek bir başka dine veya dinsizliğe geçmesi birbirine karıştırılmamalıdır. "Arada ne fark vardır?" diye sorulacak olursa şöyle deriz:
Niçin ''Muhammedun Resulullah'' yok ?
Submitted by Abdulkadir on Çar, 2009-05-06 09:18
Dr. Ebubekir Sifil ehli sünnet itikadı fıkıh bilgisi
''Şu halde "Lâ ilâhe illallâh diyen Cennet'e gider" hadisinin, "Peygamber'e inanmasa da böyledir" tarzında anlaşılması doğru değildir. Aksine bu hadisin anlamı, "Bu sözü, Hz. Peygamber (s.a.v)'e ittiba ve iktida ederek söyleyen kimse Cennet'e gider"dir.''
Kütüphanemde uzun zamandır eksikliğini derinden hissettiğim iki kaynak esere kısa bir zaman önce hamdolsun kavuştum.
EHL-İ SÜNNET İTİKADI
Feridun ÖZDAL
Zehirleyici düsünce ve itikadlar ehli sünnet itikadı ehli sünnet vel cemaat Feridun Özdal
İkinci binin Alimi, Ahmed Faruki Serhand-i Hazreti İmam-ı Rabbani Müceddid el-Fisani (kuddise sırrahu); "-Nice namaz kılanlar ve oruç tutanlar vardır ki, cennete giremeyeceklerdir. Bunlar Ehl-i Sünnet ve Cemaat'den(Fırkayı Naciye)den ayrılanlardır!" buyurarak bu konun ehemmiyetini dile getirmiştir.
Yine İmam-ı Rabbani (kuddise sırrahu) bir sohbetinde, "-Ehl-i Sünnet ve Cemaat'den ayrılan bir adam ile oturmaktansa kobra yılanı ile cebelleşmek dah hayırlıdır. Çünkü Sünnet-i Seniyye'ye muhalif adam seni her defasıda zehirler ama yılan bir kere zehirler" buyurarak Ehl-i Sünnet ve Cemaat İtikadı'nın ne denli mühim bir mesele olduğunu beyan etmiştir.
ARAŞTIRMACI YAZAR EBUBEKİR SİFİL İLE
-Hocam, umumi mânâda Ehl-i Sünnet’i nasıl tanımlayabiliriz? Veya Ehl-i Sünnet kimdir?
Ebûbekir Sifil: Bismillâhirrahmânirrahîm
. Ehl-i Sünnet’i teşhis etmenin birkaç yolu var. Bunlardan birincisi geçmişte Ehl-i Bid’at fırkalarla münakaşa edilmiş meselelere bakmak. Gerek usûl-i dinde gerek usûl-i fıkıhta Ehl-i Sünnet ile Ehl-i Bid’at fırkaları arasında yaklaşım farklılıkları var. Bu kaynak anlayışından, epistemolojiden neş'et eden bir şey. Buna bakarak bir istikamet tayini yapabiliriz. Kim Ehl-i Sünnet’tir, kim Ehl-i Bid’at’tır, bunu tayin edebiliriz. İkincisi bugün tartışılan meselelere Ehl-i Sünnet’in ilkeleri çerçevesinde bakarak kim Ehl-i Sünnet’in yanındadır, kim karşısındadır, bunu tesbit edebiliriz.
İmam el-Eş’arî Makâlâtu’l-İslâmiyyîn’de “Ehlü’s-Sünne ve’l-Eser” dediği bir kesimden, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in hadis ağırlıklı kolundan bahsediyor, onların görüşlerini, mümeyyiz vasıflarını zikrediyor. Bunlar arasında o dönemde mevcut Ehl-i Bid’at fırkalarla Ehl-i Sünnet’i birbirinden ayıran temel hususlar var. Nedir onlar? Sahabeye saygı. Haber-i vâhid’in delil olarak alınması, mütevâtir rivayetleri geçtik haber-i vâhid’in delil olarak alınması, meşhûr ve mütevâtir hadislerle sabit olmuş amelî ve itikâdî hükümler, Sahabe'ye hürmet, havz-ı Kevser, şefaat, kabir azabı, sırat, mîzân ve buna benzer hususlarda Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat diğer fırkalardan ayrı duruyor.
Tasavvuf İslamı Fıkh İslamı
Dr. Ebubekir Sifil ehli sünnet itikadı ehli sünnet vel cemaat emir ve yasaklar fıkıh fıkıh ilmi islam Kuran'a uymak sünnete tabi olmak sünnete uymak tasavvuf tasavvuf büyükleri tasavvuf ehli Tasavvuf yolu Tasavvufi hayat zahiri ilim
İslâm'ın, insanların telakki tarzlarına bağlı olarak farklı şekillerde tezahür ettiğini ve bu farklı görünümlerin hepsinin de İslâm'dan onay aldığını söyleyebilmek için islamî disiplinlerden referans aramak, ya bilgisizlikten ya da kötü niyetten kaynaklanan bir tarz-ı harekettir!
Her ne kadar tarihsel ve aktüel vakıalara bakarak bu tarz-ı harekete dayanak arama ameliyesini meşru gösterme eğilimleri var ise de, bizzat İslâm'ın sabitelerinin buna ne kadar müsamaha ettiğini irdelemekle bu meselenin can alıcı noktası gündeme getirilmiş olacaktır.
Her şeyden önce şunu belirtelim ki, İslâm'ın Tasavvuf penceresinden farklı, Fıkıh penceresinden farklı göründüğü tezinin makbul addedilebilmesinin önündeki en büyük engel, bizzat bu ekollerin tarihe mal olmuş simalarının ve önde gelen temsilcilerinin duruşlarıdır.
O büyük şahsiyetlerin hepsi, Kur'an ve Sünnet'in emirleri/yasakları hayata geçirilmeden Mü'min olunamayacağı noktasının altını çizmekte müttefiktirler.
Her hangi bir Sufî "Tabakât" kitabının taranmasıyla bu söylediğimiz hususun gerçeğe ne ölçüde tekabül ettiği anlaşılabilir.
Burada özellikle Tasavvuf büyüklerinin bu konudaki sözlerinin hatırlanmasında büyük fayda mülahaza ediyoruz.
Ehl-i Sünnet’in “Ortaya Çıkışı” ve karakter özellikleri
alimlere tabi olmak Dr. Ebubekir Sifil Ehli Sünnet ehli sünnet alimleri ehli sünnet itikadı ehli sünnet vel cemaat eshab-ı kiramın yolu Fırka-ı Naciye islamiyet Kuran'a uymak mezhebe bağlılık Peygamber efendimize uymak peygamberimize itaat sünnete uymak
“Fırkalar içinde bir fırka”dan mı, yoksa müsemmanın isimden önce var olması durumundan mı bahsetmemiz gerektiği sorusunu cevaplamadan Ehl-i Sünnet üzerine yapılacak tahlil ve değerlendirmeler hep önemli bir eksiklik ile malul bulunacaktır.
Ehl-i Sünnet’in “fırkalar içinde bir fırka” olduğunu söylemek, ancak tarihî durumu önyargılı okumakla mümkündür. Söz gelimi şu doğrultudaki tesbitler böyle bir okumanın ürünüdür: Önce Şia ve Haricîlik tarih sahnesine çıktı; bunları Cebriye, Mu’tezile… izledi. Bunların sebebiyet verdiği kargaşa ortamı içinde toplumun birlik-bütünlüğünü sağlama temel gayesiyle hareket eden bir başka akım daha zuhur etti ki, kendisine Ehl-i Sünnet diyen bu grubun temel karakteri “mevcudu meşrulaştırma” anlayışıydı…
Bu tür bir okuma biçiminin “önyargılı” olarak tavsifi şuraya dayanmaktadır: Eğer bu fırkaların oluşum ve gelişim dönemlerinde Ümmet bu fırkalardan ibaret idiyse –ki Ehl-i Sünnet’in sonradan ortaya çıkmış “tepkisel” bir fırka olduğu tezi bu tesbite dayanmaktadır–, bu fırkalardan hangisinin söylemleri Hz. Peygamber (s.a.v)’in Sahabe’ye aktardığı İslam olarak değerlendirilmelidir? sorusunun ikna edici ve sahici bir cevabı yoktur!
EHL-İ SÜNNET ÜZERİNE
72 dalalet fırkası
Soru: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır…" hadisindeki ‘ümmet’ten kastedilen nedir?
Cevap: "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Biri hariç hepsi ateştedir. O kurtulanlar kimlerdir ey Allah’ın Resûlü ? diye sordular. Peygamberimiz de (s.a.v.): ‘Onlar benim ve ashabımın bulunduğu çizgi üzere olanlardır’ buyurdu" hadisindeki ‘ümmet’ten maksat, icâbet ümmetidir. Sözü edilen fırkalar ise İslam fırkalarıdır. ‘Ateştedir’ ifadesinin anlamı da ‘inançlarından ötürü ateşe girmeyi hak ederler’ demektir. Yoksa ‘fiilen girmişlerdir’ anlamında değil.. Çünkü –inançlarının insanı küfre sokan nitelikte olmaması kaydıyla- Allah Teala’nın affına mazhar olmaları veya şefaatçilerin şefaati sebebiyle cehenneme girmemeleri de mümkündür. Ne var ki insanı küfre düşüren bir inanca sahip olanlar, İslam fırkalarının dışına çıkmış ve ateşte ebedi olarak kalmayı hak etmiş kimselerdir.
ALLAH TEÂLA (Celle Celaluhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ? -II-
Allah'a iman Allah'a mekan isnadında bulunmak bozuk itikad Dr. Ebubekir Sifil ehli sünnet itikadı Ehli sünnet mezhebi ehli sünnet vel cemaat iman iman esasları islam Kuran ayetleri mezhebe uymak sapık fikirler sapık fırkalar tevhid tevhid inancı tevil etmek
Sevgili Okuyucular
Bir önceki sayıda “Allah Tealâ Celle Celâlûhu mahlûkatına benzer mi” sorusuna cevap arayan “ya da cevap veren” yazı dizimizin ilk bölümünde İslâm inancının böyle bir soru karşısında yanılgılar ve kargaşalar içinde kaldığından bahsetmiştik.
Yine aynı paragraflar içinde; bu sıkıntıların başka dini inanç sistemlerinden bizlere geçtiğini, özellikle Tabiun döneminde İslâm coğrafyasının bir hayli genişlemesi ve bu genişleme neticesinde yabancı kültürlerle temas sürecinin başlamasıyla arıduru İslâm inancının birtakım yabancı unsurları da bünyesinde yer etme eğiliminin arttığından söz etmiştik.
Bununla beraber uzmanlık alanı olmadığı hâlde bazı haber ve hadis nakilcilerinin Kur’an ve sahih hadislerin ince manâlarını kavrayamadıkları, zayıf ve güvenilmez ravilerin naklettiği bazı rivayetlere de aldandıkları için Tevhid inancına aykırılıklar teşkil eden tutumlar sergileyip inanılması caiz olmayan bir kısım hususlara inanç umdesi gibi sarıldıklarından bahsetmiştik.
Bu yanılgıların günümüze kadar büyüyerek geldiğini Allah Tealâ’ya bazı sıfatlar yükleyip mekânlar biçmeye kadar uzanan bir yanlış inanç sisteminin halâ bizleri de meşgûl ettiğini, hattâ bazı kesimlerin işi körüklediklerini görmekteyiz.
Devamını oku
ALLAH TEALÂ (Celle Celalûhu) MAHLÛKATINA BENZER Mİ?
İtikadî konular, mahiyeti gereği en küçük bir ihmal, gevşeklik ve yanlış düşünce kabul etmez. Çünkü İslâm, insanlara öncelikle, neye nasıl iman edilmesi gerekiyorsa, ona öylece iman etme mükellefiyeti getirmiştir. Yüce Kitabımız Kur'anı Kerim, muhataplarını lekesiz, sağlam ve makbul bir inanç zeminine çekmek için itikat konusuna oldukça yoğun bir vurgu yapmıştır. Zira herşeyin temeli inançtır ve inanç konusunda ortaya çıkan en küçük bir eksiklik veya yanlışlık, insanın Allah'a (Celle Celalûh) sığınırız bütün amellerinin ziyan olmasına yol acar ve onu ebedî hayatında hüsrana sürükler.
İman edilmesi gereken konuların başında hiç şüphesiz ki Allah Tealâ'ya (Celle Celalûh) iman gelir. Bu da. Allah Tealâ'ya imanın nasıl olması gerektiği konusunda Kur'an ve sahih Sünnet'te yer alan hususları eksiksiz ve yanlışsız bir şekilde bilmeyi ve iman binasını bu bilgi ve bilinç üzerine bina etmeyi kaçınılmaz kılar.
İTİKADÎ BOŞLUK UÇURUMA GÖTÜRÜR
İnandığı gibi yaşamak
İtikat, dinin temel inanç değerlerine kalbî bağlılık ve inanmak demektir. İman ve itikat aynı şey olup Allah'tan başka ilah olmadığına, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğuna şahadet etmekle başlar. İslam dinindeki iman esasları "amentü"de formülize edilmiştir.
Müslümanlar, Allah'a, Meleklere, Kitaplara, Peygamberlere, Ahiret Gününe ve Kadere; hayır (iyilik) ve şerrin (kötülük) Allah'tan olduğuna inanırlar. Nitekim Rabbimiz; "Sana isabet eden iyilik Allah'tandır, sana isabet eden kötülük de nefsindendir" (Nisa, 4/79) buyurur.
Yani kötülük, günahın sebebiyledir, ben de onu sana günahın sebebiyle takdir ettim buyurmaktadır. Keza Allah şöyle buyurur: "Size isabet eden her musibet, ellerinizle işlediklerinizden dolayıdır." (Şura, 42/30). Ayrıca Kuran'ı Kerim ve hadislerde bildirilen bütün gerçekler, beyan edilen hususlar, Müslümanlar için esastır.
İnanç değerleri, insan davranışının temelini oluşturur. İnandığınız gibi yaşamazsanız yaşadığınız gibi inanmaya başlarsınız. Bilindiği üzere her insanın temel değerlerini oluşturan, benimsediği hususlar söz konusudur. Temel itikadî konular, aslında bütün ilahi dinlerde aynıdır. Çok az bazı detay noktalarda farklılık vardır. Ancak İslamiyet, en son ve en mükemmel dindir. Bütün dinlerde Allah ve Ahiret inancı, imanın temelini oluşturur.
Allah’ın rızasını kazanma yolunda müminin önünde engel bir tane değil. Bir taraftan bitmez-tükenmez arzularıyla nefsi, bir taraftan sayısız tuzaklarıyla şeytan, diğer taraftan da kafasını gönlünü karıştırmaya çalışanlar...
Evet; engel çok, yol zahmetli ama nimet de külfete göre. Hatta umduğumuz ilâhî nimet, külfetle mukayese edilemeyecek kadar büyük.
Zorluklarla birlikte kolaylıklar da yok değil. Demiyor mu ki Rabbimiz, “siz bir adım gelirseniz, ben on adım gelirim. Yürüyerek gelirseniz, ben size koşarak gelirim...”
Alemlerin Rabbi işte böylesine büyük şefkat ve merhamet sahibi. Bütün mesele bizim niyet ve talebimizde.
Engel bir tane değil demiştik. Müminlerin Hakk’a giden yolunu kesmede, geçmiş dönemlerde fazlaca etkin olamayan bazı engeller, teknolojinin imkanlarıyla artık kendini daha fazla hissettirebiliyor. Gönlü saf müminlerin kalbine şüphe tohumları ekmeye çalışan bazı iddia ve ithamlardan söz ediyoruz.
Muhtelif zamanlarda Ebu Hureyre ve Abdullah bin Yezid'den naklolunan benzer hadisi şeriflerde peygamber efendimiz şöyle buyurdular:
–Yahudiler yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Ümmetimse yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Sadece biri kurtulacak diğerleri ise cehenneme gidecektir.
Ashab–ı Kiram:
–Ey Allahın resulü o fırka kimdir, diye sorduklarında Resulullah:
–Onlar benim ve ashabımın yolu üzere olanlardır, buyurdu.
Ehli Sünnet uleması yine Enes Radıyallahu Anh'den rivayet olunan "o fırka cemaattir" hadisi şerifi ışığında, ulema o fırkayı "ehlisünnet ve'l–cemaat" olarak ve diğer adıyla kurtuluşa erenler manasında "Fırka'ı–Naciye" olarak isimlendirdi.
İncelendiğinde fırkaların daha da fazlalaştığına şahit olmaktayız, bin yıl önce yaşamış zamanının büyük âlimlerinden ve mezhepler üzerine söz sahibi olan Abdulkahir el–Bağdadi, El–fark beyn'el–Fırak isimli eserinde "bazı ayet ve hadislerde kırk ve yetmiş gibi ifadeler birer tanımlama işareti ve çokluğa kinayedir."
Ehli–Sünnet ve–l'Cemaat yolunun hak olan iki mezhebi Maturidi ve Eşari mezheplerini inceleyeceğiz.
Öncelikli olarak Mezhep kelimesi lügat da gidilen yol manasına geldiğini ifade edelim.
akıl yürütmek akılcılık aklı rehber edinenler alim alimlere itimad alimlere olan itimadı yıkmak ehli sünnet alimleri ehli sünnet itikadı ehli sünnet yolu hakkı batıldan ayırmak hatada ısrar etmek islam alimleri nakil nakil dini Osman Ünlü şahsi görüş
Âlim, hakkı bâtıldan ayırt eden, İslam âlimlerinden nakil yapan kişidir. Âlim, ışığı, karanlığı gören kimsedir. A’ma, ışığı göremez. Zira a’maya, her şey hep karanlıktır.
Hakiki âlim, nakledendir, vasıta olandır. Kendinden söyleyen ve kendine bağlayan değildir. Bunun için dini konularda, kendinden bir şey söylememelidir. Zira dinimiz nakil dinidir. İman ibadet bilgileri kıyamete kadar hep aynıdır, değişmez. Dinde yorum, görüş olmaz. Benim görüşüme, senin görüşüne göre din olmaz. Din, ne ise odur. Allahü teâlâ ve Onun Peygamberi Muhammed aleyhisselam nasıl bildirmiş ise, o öyledir. Buna ilave yapılamadığı gibi, eksiltme de olmaz. Bu sebeple nakleden aziz olur, nakle dayanmadan kendi düşüncesini din diye anlatan rezil olur. Ehli sünnet itikadını, ehli sünnet âlimlerinin kitaplarından nakletmeli ve böyle kıymetli eserleri yaymalıdır. Zira doğru iman, doğru ibadet bilgilerini duymak, öğrenmek, insanların en tâbii hakkıdır. Bunu yapmak, kıymetli ve şerefli bir hizmettir.
Bir insanın, iki şeyden birine tâbi olma mecburiyeti vardır. Ya kendi düşüncesine, görüşüne, anlayışına tâbi olur veya hakiki bir âlime tâbi olur. Kendine tâbi olan kendi gibi olur. Ama hakiki bir âlime tâbi olan, o âlimin bildirdiklerine mesela İmam-ı Rabbani hazretlerinin sözüne göre hareket eden insan, yavaş yavaş olgunlaşır, zamanla fazilet sahibi bir insan olur.
Ehl-i Sünnet İtikadı - Camiu-l Mütûn Tercümesi
Bir mü'min için akaid bilgileri konusunda en önemli husus "tashih-i itikat" meselesidir, yani kişinin inanca ait bilgilerinin tam ve doğru olmasıdır.
Ahmed Ziyâüddin Hazretleri hem Şeriat, hem Tarikat, hem de Hakikat ilimlerine vakıf büyük rehberlerimizdendir. Bu eserini sunmaktan bahtiyarız.
Kardeşler,
Bundan böyle ve bu başlık altında büyük nakşı şeyhi, kâmil mürşid, ilmiyle âmil âlim Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi hazretlerinin müslümanlan uyarmak ve kurtarmak maksadıyla kaleme aldığı "EHL-İ ÜSNNET İTİKADI" (Camiu'l-Mutul) adlı eserini bölüm bölüm sizlerin istifadesine sunacağım. Rabbimiz istifade edip yararlananlardan ve itikadını sahih itikada göre düzeltenlerden ede... Veminallhut-tevfik.
Aziz Müslüman!
Bil ki, i'tikad ve amelde yegâne hak yol Ehl-i Sünnet ve cemaat yoludur. Bu yol Resûlullah sallâllahu aleyhi ve sellem Efendimizle ashabının (radiyallahu anhüm ecmain) mübarek yoludur. Nitekim hadis i şerifte meâlen: «Ümmetim yetmiş üç fırkaya parçalanacak, bin müstesna bu fırkalar cehennemlik olacaktır. Cehennemden kurtulacak fırka benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir» buyurulmuştur.
Ashâb-ı kiram. Tabiin ve ilk çağ müslümanlanna «Selef i Sâlihin» denir. Onlar i'tikadi mevzularda fazla teferruata girmezler, her şeyi olduğu gibi kabul ederler, münakaşa etmezler, tevil yoluna sap-mazlardı. Ancak zamanla İslâm dünyasında bozuk fırkalar türedi, sapık inançlar meydana çıktı. Bunun üzerine ümmeti dalâlet ve bid atlerden korumak üzere ehl-i sünnet önderleri İslâm akaidinin hükümlerini tedvin etmişler, hakkı bâtıldan ayırmışlardır. Çünkü dinimize karıştırılmak istenen hatâlı inançların ayıklanması, halkın aydınlanması, doğrunun yanlıştan tefrik edilmesi için artık delillere başvurmak, te'vil ve tefsire müracaat etmek, derinliğine münakaşa ve müzakerelere girişmek zaruret olmuştu.
İ'tikadda ehl-i sünnet mezhebinin iki büyük imamı vardır.
İmam Eş'ari ve İmam Matüridi. Bu iki imam, sünnı müslümanların inanç önderleridir. Cenâb-ı Hak her ikisinden ve onların yolundan giden âlimlerden râzı olsun. Daha sonraları «Selefiye» denilen hatâlı bir mezhep çıkmıştır. Bunun kurucusu İbn Teymiye'dir. Evvelki devam ettiricileri de Muhammed İbn Abdülvehhab, Cemalüddin Afgani, Muhammed Abduh, Reşid Rıza; sonrakiler ise Ahmet Emin, Zühdü Carullah, Muhammed Abduh, Muhammed Gazali, Mahmut Ebu Reyye, Mahmut Şevtut, Dr. Muhammed Ammare, Dr. Cemalettin Mahmud ve Muhammed Kasım gibi gayr ı muteber eşhastır. «Selef-i Salihin» ile «Selefiye Mezhebi» ni birbirine karıştırmamak gerekir. Birinciler ehl-i sünnetin öncüleridir, ikinciler ise ehl-i bidattendir.
Zamanımızda İslâm dünyasında gerek i'tikad gerekse amel ve füruât sahasında hayli bozuk mezheb ve yol türemiştir. Belibaşlıları: Selefiye. Vehhabiye, Lâ-mezhebiyye (Mezhebsizlik mezhebi), Mezhebleri Telfik (hükümlerini ve kolaylıklarını birbirine karıştırma), Oryantalistlik, Yalnız Kurancılık, Modernistlik, Yapısalcılık, Tarihselcilik, Dinde Reformculuk, Humeynicilik gibi bid at yollandır. Aklı başında her müslümanın bu sapıklıklardan uzak durması ve ehl-i sünnet mezhebine sımsıkı yapışması gereklidir.
Elinizdeki bu eser büyük nakşı şeyhi, kâmil mürşid, ilmiyle âmil âlim Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevi hazretlerinin müslümanlan uyarmak ve kurtarmak maksadıyla tertiplediği çok faydalı ve mübarek bir kitaptır. Sanki, sapıklık ve bid'at fırtınalarının estiği badenizde bocalayan zavallılara atılmış bir kurtuluş ipidir. Bu kıymetli telif büyük imamımız Şeyh Ebû Mansur el - Matüridi hazretlerinin görüşlerine uygun olarak hazırlanmıştır.
Aziz müslüman !.. Elindeki bu kitabı oku. akaidini tashih et ve Hakk ın nzâsına tâbii ol. Vesselâmü aleyküm...
Ehl-i Sünnet Yolu ve Bid at Fırkaları Hakkında TENBİH ve İHTAR
Hicri on beşinci asrın ilk yıllarında İslâm dünyasında ve bu arada ülkemizde bir suru bidat ve dalâlet (sapıklık) fırkaları zuhur etmiş ve muslüman kütlelerin zihinleri karmakarışık olmuştur. Böyle bir zamanda ehl-i sünnet mezhebine hizmet etmek ve bid'at cereyaniarıyia savaşmak başta gelen hizmetlerdendir. Aşağıdaki satırlar böyle bir hizmet maksadıyla kaleme alınmıştır. Muhakkak ki. ehl-i sünneti bırakıp da bid at ve dalâlet çıkmaz sokaklarına sapmak büyük günahlardandır. Müslümanları bu mevzuda uyarmak bizler için hem bir hak, hem de bir vazifedir. Ehl-l bid'at ve dalâlet bundan memnun olmayıp gocunsalar da... Allah'ın selâm, rahmet ve bereketi hidâyete, doğru yola tâbi olanlar üzerine olsun. Ne mutlu,
Allah'ın ve Resulünün razı olduğu inanç ve amellerin sahiplerine...
Rasûlullah sallallahü aleyhi ve sellem efendimizin, bir hadis-i şeriflerinde meâlen şöyle buyurdukları rivâyet olunmaktadır:
•Ümmetim yetmişüç fırkaya (parçaya) ayrılacaktır, biri müstesnâ bu. fırkaların hepsi Cehennem'e girecektir». Bu uyarıyı duyan ashab soruyorlar: «Yâ Resûlallah, kurtulacak olan Fırka-i Nâciye hangisidir?-. Yüce önderimiz cevap veriyorlar:
Benim ve ashabımın yolundan gidenler (yâni bizim gibi inanıp işleyenler).
Rasûlullah Efendimiz'in dedikleri tahakkuk etmiş ve maalesef Müslümanlar bir sürü fırkaya ayrılmışlardır. Biri müstesnâ, hepsi derece derece bozuk ve sapıktır. Bu müstesnâ yol. bu kurtulacak olan fırka ehl-i sünnet ve cemaat mezhebidir. Bu mezheb mensupları i'tikadiyatta (inanmağa ait din hükümlerinde) iki imama (öndere) tâbi olmuşlardır: (ı) İmam Mâturidi,
(2) İmam Eş'ari.
www.kitaptakipcileri.com
(I) Bu hadis i şerifi büyük hadis alimi İbn-i Mâce hazretleri Sünen, adlı çok kıymetli kitabında zikretmiştir.
bid'ât ve dalâlet fırkalarının propagandalarına kapılan bazı cahil ve gafillerin bu hadis için "aslı yoktur, mevzudur" büyük bir edebsizlik ve küstahlıktır.
Mezkûr hadis İbn-i Mâce'den başka Tirmizî, Ebû Davud, ve Darimi gibi büyük hadis imamalrı tarafından da rivâyet olunmuştur.
Bu iki İmamın aralarında esasa, asıllara ait hiçbir ihtilâf yoktur. Sadece teferruata ait bazı inceliklerde küçük mânâ ayrılıkları olmuştur. Bu iki imama bağlı olan ehl-i sünnet müslumanlan birbirlerini kardeş bilir, yekdiğerini sapıklıkla veya bid atle itham etmezler. Ameliyata (amel işlemeğe, furüata) ait din hükümlerinde de ehl-i sünnet Müslümanları 4 imama tâbi olmuşlardır İmam-ı Âzam Ebû Hanife, İmam Mâlik. İmam Şâfii, İmam Ahmed bin Hanbel. Bu dört imam mutlak müetehid olup Allah'ın Kitabından ve Resûlullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) sünnetinden hüküm çıkartmağa iktidar ve ehliyetleri vardır. (Bu dört büyük ve muhterem zâttan başka yine onların çağında başka mutlak müctehıdler çıkmışsa da, zamanla onların taraftarları kalmamış ve ehl-i sünnet mensupları bu dört mezhebte ittifak etmişlerdir).
Asr-ı Saâdette mezheb yoktu ve olamazdı. Çünkü o zaman Peygamberimiz ve ashabı vardı Herhangi bir mevzuda tereddüt veya şüphe olduğu zaman Peygambere soruluyor ve hemen doğru cevabı alınıyordu. Ama ondan sonra İslâm dünyası genişledi, dinimiz, kısa zamanda büyük ülkeler feth etti ve ümmetimizin sayısı hızla kabardı. Dini mevzularda ihtilâflar baş gösterdi. Bir yandan da, Is-lâmiyeti içinden çökertmek isteyen yahudiler, iranlı mecüsiler, hı-ristiyanlar ve türlü türlü sapıklıklara bağlı olanlar Müslümanların zihinlerini kanştırmak için şeytanca propagandalara baş vuruyorlardı. Bir tek misal verelim: Yemenli bir yahudi olan İbni Sebe' yalancıktan Müslüman olmuş, Abdullah ismini almış, başına sarık sarmış ve sapık fikirler yaymaya başlamıştı. Şiiliğin kurucusu bu adamdır. İşte i'tikad ve ameliyatla ehl-i sünnet imamları Allah'ın dininin saflığını korumak için büyük gayret sarf ederek dinimizin hükümlerini ortaya koymuşlar; sapık, bâtıl inançları reddetmişlerdir. Bazıları -Selefiye- adlı mezhebi de hak mezheb kabul etmektedir. Bu görüş hatalıdır. Selef i Salihin ile Selefiye'yi birbirlerine karıştırmamak lâzımdır. Selef i Sâlihin diye ilk çağ Müslümanlan-na diyoruz. Onlar bizim önderlerimizdir. Selefiye ise, aşırı ve ifrat fikirlere sahip olan İbni Teymiye'nin açtığı bir çığırdır ki. hatâlı fikirlerle doludur.
Vehhabilik denilen bozuk bidat fırkası işte bu selefllikten azma bir gruptur.
Zamanımızda birçok bid at fırkaları vardır Bazılarını sayalım:
www.kitaptakipcileri.com
(I) Neo-Selefiye: ingiliz casusluğu yaptığı ve masonların en dinsiz grupuna mensup olduğu tarihi vesikalarla isbat edilmiş bulunan Cemalüddin Afgani, onun talebesi bozuk fikirli ve mason Muhammed Abduh, onun talebesi ve ingiliz tarafları Reşid Rıza gibi adamlar bu yolun önderleridir. Ehl-i sünnet uleması bunları tenkid etmiş, bütün bozuk fikirlerini çürütmüşlerdir. Türkiye'de bunların taraflarlan vardır.
(Cemalüddin Afeani gerçekte Afganistanlı değildir, iran'ın Esedâbad şehrindendir ve Şii mezhebine mensuptur. Lâkin islâm dünyasını ve ehi l sünnet mensuplarını aldatabilmek için kendisini Afganistanlı ve sünni olarak tanıtmıştır. Bu bozuk ve tehlikeli zât hakkında 479 sahıfelık
büyük bir araştırma kitabı neşretmiş bulunan Amerikalı profesör Nıkki R. Keddie aynen şu satırları yazmaktadır:«Another characteristic ol Jamal ad-Din, documented beton was his pracdse of taqiyya, ot precautionary dissimu-lalion o/ his true belie/s, and his use o/ quite dijjerent argu. menin to an elite audience ol tntetlectuals than to a mass au-dience». (Sayyid Jamal ad-Din al-Afgâni, a political biography by Nıkki R. Keddie. University of Calıfornla Press, 1972, sahife: 18).
www.kitaptakipcileri.com
Kardeşler,
Siz siz olun sahih ehl-i sünnet akidesinden sapmayın da hangi metinden istifade ederseniz ediniz. Biz Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevi Hz.lerinin buraya asmaya çalıştığımız eserinden metinlerinden isitfade ettiğimizden buraya asıyoruz...Siz de dilediğiniz metni asabilirsiniz. Ancak şu bir gerçek ki, Gümüşhanevi Hz.lerinin asıl adı "Camiul-Mutul" olan bu eseri tam tamına 123 sahife bilgiden mürekkeptir. Tahavi'nin "metin" eseri ise sadece 7-8 sahifedir.
İstifade etmeye devam edelim inş.
Kaliforniya Üniversitesinde tarih profesörü olan N. R. Keddie'-nin dediği gibi. aslen Şii olan Cemaluddın Afgani. Şiiliğin temel prensiplerinden olan takıyye icabı, gerçek inançlannı gizlemiştir. Şii. farmason, ingiliz casusu, anarşist, terörist, reformcu Cemalüd-d in'in memleketimizde bir islâm büyüğü, bir müctehid olarak tanınması ve Mehmed Akif gibi kimseler tarafından reklâm edilmiş bulunması gerçekten teessüf edilecek talihsizliklerdendir).
(2) Tetfik-I mezahib taraftarları : Bunlar mezheblerin hükümlerini, bilhassa kolaylıklarını cem ederek dinimizi oyuncak hâline getirmek isterler. Ehl-i sünnet âlimleri telfik-i mezahibe şiddetle karşı çıkmışlar, bu yolun dinde anarşiye ve çöküntüye götüreceğini isbat etmişlerdir.
(Mason Afganl'nin talebesi mason Abduh'un yolundan giden ve onu üstad kabul eden bozuk fikirli Reşid Rıza'nın telfık-i mezâhib mevzuundaki kitabının Diyanet işleri Başkanlığınca yayınlanmış olması bir gaflet eseri değil, lâkin plânlı bir suikasttır.
Telfik-i mezâhib. İslâm fıkhını yıkmak, dinimizin hükümlerini oyuncak hâline getirmek demektir. Ehl-i sünnet büyüklerinin nurlu ve pâk yolunu bırakıp da Afgani. Abduh ve R. Rıza gibi bulaşık ve şaibeli reformcuların karanlık yollarına sapanlara yazıklar olsun!).
(3) Mevdudiyye fırkası: Pakistanlı gazeteci ve politikacı merhum Mevdudi, kitaplarında Islâmın temel inanç esaslarından kadere (imanın temel bir rüknü olarak) yer vermemek suretiyle ehl-i sünnet yolundan sapmıştır. Mevdudi icâzetli din âlimi değildir. Pakistan da 1070 seçimlerinde partisinin 300 meb'us çıkaracağını iddia etmişse de ancak 4 meb'us çıkartabilmiştir. Hayalperest, ütopyacı, siyasi maceralar peşinde koşan bir kimseydi. Pakistan'da islâm dâvası Mevdudiyye cereyanı yüzünden çok
sarsılmıştır. Kalemi kuvetli üslûbu parlak blr muharrir olduğu |çln saf gençleri ve kültürsüz avam tabakalarını flkirleriyle peşine takmıştır. Ama, gerçek yerine onları bir seraba götürmüştür. Değerli âlim Ebü'l-Hasen Nedvi. -Islâmın Siyasi Yorumu- adlı kitabında Mevdudi'nin -Kur an da Dört Terim- adlı eserindeki bozuk inanç, fikir ve görüşleri çürütmektedir. Merhum Hasan el - Hudeybi de. Mevdudi'nın bozuk fikirlerini tenkid etmiştir. (Mevdüdi İslâm ümmetine iftira ederek, ilâh, Rab. din ve ibâdet kavramlarının asıl ve ana mânâlarını kaybetmekle suçlamıştır.)
www.kitaptakipcileri.com
KİTABIN EN SON SÖZÜ
(Arapça aslın en sonunda yer alan bu satırları, tercümemizin baş tarafına koymayı uygun gördük.)
Bu veciz ve fâideli kitabın basılmasını bizlere bahşeden Allah'a hamd olsun.
Bu eserin yazım âlim fâzıl, kâmil AHMED ZİYAÜDDİN bin MUSTAFA'dır.
Allah onu lütfu ile ve kendine yakın kılmakla muâmele etsin.
Bu eser. Allah'ın lulfuna tamahkâr olan AHMED RACİ'nin Matbaa Nazırlığı
esnâsınd. basılmıştır.
Bu kitabın basılışı. Matbaa-i Amirede 1273 (hicri) yılı (Cemaziyel Ahir ayının ilk günlerinde tamamlanmıştır.
Humeyniyye cereyanı: İran'da ihtilâl yapan ve ehl-i sünnet dışı bir mezhebe bağlı bulunan Humeyni'nin de bazı gençler üzerine câzibedar tesirleri olmuştur. Bu zât, i'tikadda, ameliyatta, siyasette bozuk bir çığır açmıştır. Cenâb-ı Hak Türkiye Müslümanları-nı böyle bir maceradan muhafaza buyursun. Ehl-i sünnet ile Şiâ arasında usulde (temel meselelerde) ihtilâf vardır. Onlardaki takıyye ve kitman prensibi de anlaşmağa, tartışmağa, müzakereye mânidir.
Mezhebsizlik ve reformculuk: Bunlar mezheblere lüzum olmadığını iddia ederler ve herkesin Kur'ân-ı Kerim'den ve hadislerden kendi kafa ve hevasına göre ahkâm çıkartmasına uygun bir zemin hazırlarlar. Daha Kur'ân-ı yüzünden okumaktan âciz çoluk çocuğa 15 - 20 ciltlik tefsirler okutmak, cihad yapıyoruz diye saçma sapan işlere girişmek, Müslümanların temel meselelerini mıncıklamak. sözü ayağa düşürmek, islâmi otorite ve hiyerarşi kavramlarını yıkmak bunların başlıca mazarratlarındandır.
Vehhabilik: Bu fırka Allah'ın semâda bulunduğuna inanan, tasavvuf büyüklerine -evliyâü'ş - şeytan- demekten utanmayan bozuk bir taifedir. Yüksek din tahsil ve ihtisası yapacağız diye Arabistan'a giden temiz Türk gençleri bu bozuk fırkanın pençesine düşme tehdidi altındadırlar. Vehhabi propagandacıları, içlerinde sapık fikirler bulunan kitaplarını, ülkemizde bol bol basıp bedava dağıtmaktadırlar. Bunlara karşı uyanık olmak her ferasetli Müslümamn vazifesidir.
Rafızilik: Bunların piri Abdullah ibn Sebe' adlı Yemenli bir yahudi dönmesidir. İran'daki Humeyni devriminden sonra Türkiye'ye de el atmışlar, bilgisiz halktan ve gençlerden taraftar toplamışlardır.
İhtilâlci siyasi fırkalar: Bunlar Arap âleminde ve Pakistan'da tecrübe edilmiş, İslâm'ın ve Müslümanların zararına sonuç vermiş, bir bakıma iflâs etmiş metod ve plânlarla dine hizmet etmeye kalkışmakta ve kaş yapalım derken göz çıkartmaktadır. İslâm'da terörizm, anarşizm, makyavelizm, gizli cemiyet yoktur. İslâm'a, İslâm'ın kendi öz metodlarıyla hizmet edilebilir. Bunun canlı örnekleri de Hz. Peygamber, ashab ı kiram, selef i sâlihin ve her asırda gelip geçmiş gerçek büyüklerimizdir.
Doğru yol onların yoludur, gerisi bid'at ve dalâlet...
Neo-hariciye fırkası: Bunlar, Hazret-i Ali'yi şehid eden sapıkların meşrebindedirler. Anarşi, terör, şiddet, devrim ve vurup-kırma ile İslâm'a hizmet edilebileceğini sanırlar.
Bu zavallıların bir kısmı, azılı marksistlerin, ateistlerin, ermeni komitacılarının oyuncağı hâline düşmüşlerdir.
...Ve... Aşağıda okuyacağınız satırlar, son zamanlarda Müslüman gençlere ısrarla tavsiye edilip okutulan ve çok meşhur bir yazara ait olan bir kitaptan alınmıştır. Once o satırları hep beraber bir kere okuyalım:www.kitaptakipcileri.com
-İslâm idaresi sofuluk satan dervişleri, sahte şeyhleri şunun bunun adaklanyla yaşasınlar diye kendi âlemlerine başı boş bırakmaz. İslâm, her ferdin bizzat karşılığını alacağı bir işlo meşgul olmasını esas tutar. Emeksiz ücret, işsiz gelir yoktur. Namazlar, duâlar kişisel olup toplumsal karaktere sahip değillerdir. İster belli dunları okumak şeklinde... bütün bunlar tembellik çağının ürünleridir. Hayat ve hareket çağları böyle şeylere önem vermemiştir-"», (ilâve ve çıkartma yapılmaksızın aynen alınmıştır).
Hayret ve dehşet değil mı?.. Namaz ve duâlar toplumsal bir karaktere sahip değilmiş vo bunlar tembellik çağının ürünleriymiş. Bu acayip satırlar kimindir, hangi kitaptan alınmıştır, diyo soracaksınız. Cevap verelim Kitabın ismi -İSLÂM - KAPİTALİZM ÇATIŞMASI- olup. yazan da Seyyid Kutub'tur.
İşte on yılı aşan bir zamandan beri memleketimizdeki temiz imanlı gençlere plânlı ve programlı bir şekilde böyle garip, bozuk, çarpık fikirler okutulmakla, zihinleri karmakanşık edilmektedir. Üstelik bu yayınlardan dolayı Seyyid Kutub mezarında kan terlemektedir. Çünkü o, hayatının son devresinde, daha önce yazmış olduğu bu bozuk, aşın ve çarpık fikir ve görüşleri reddetmiştir. Bu kıtaplan tercüme edip de Müslüman gençlere -aksiyoncu ve dinamik Islâmi neşriyat- diye sunanlar Seyyid Kutub'un bunlardan döndüğünü, bunları reddetmiş olduğunu bilmiyorlar mı? Biliniyorlarsa gaflet içindedirler. Bilerek yapıyorlarsa yakışan sıfatı siz söyleyiniz.
Hem merhum Seyyid Kutub kimdir? Ateşli bir muharrir... Şiddete ve silâhlı devrime taraftar bir aksiyoncu... Başansız bir Islâmi hareketin talihsiz lideri... Müslüman olmak. İslâm uğrunda canım vermiş bulunmak, fikir vo metodlarının doğru olduğuna yeterli delil teşkil eder mi? Elbette elmez Seyyid Kutub din âlimi değildir. Sadece
Müslüman bir muharrirdir. Seyyid Kutub'un tersir yazmağa ehliyeti ve icâzeti yar mıdır? Yoktur. Seyyid Kutub'un fikirleri, metodu. görüşlen ile İslâmiyet yücelir.
Müslümanlar izzet ve zafer bulabilirler mi?.. Mısır'daki, Suriye'deki ve diğer Arap ülkelerindeki acı tecrübelere ibretle bakılacak olursa, bu sualin cevabı esefli bir -olmaz-dan ibaret kalacaktır. (Hama müslümanlannı kışkırtıp kuf-fara ezdirtenlerin sorumluluğu ve vebali büyüktür).
O hâlde niçin bu zâtın hatâlı fikirleri, başarısızlığa uğramış ma-todları ısrarla yayılmakta, gençliğimize aşılanmak istenmektedir?
İnsaf ve akıl sahipleri düşünsünler!www.kitaptakipcileri.com
(11) Son yıllarda ortaya çıkan birtakım ihtilâlci, kavmlyetçi, mezhebsiz, reformcu grup ve fraksiyonlar bazı Islâmi tenm, kavram ve kurumlan ajitasyon aracı olarak kullanarak ortalığı kanş-tırmağa çalışmaktadırlar. Birkaç Örnek verelim: Ramazan ve Şevval hilâlleri meselesinde bu maksatlı gruplar. -Hilâl Somali'de görülmüş...
Kongo'daki kardeşlerimiz bayram yapıyor, biz ne duruyoruz!.. Bu düzenin takvimine itibar edilmez..- gibi ucuz kahramanlıklarla Müslümanlan bölmekte, birbirine düşürmektedir. Oyle ki. «amazan'ın son günü ümmet-i Muhammed'in sevad-ı a'zâmı oruçluyken, küçük bir ekalliyet alenen oruç yemekte, şecaat arz edercesine oruçlu kardeşlerine nisbet yapmaktadırlar. Bunlar kendilerini uyanık, şuurlu, dinamik Müslüman zannediyorlar. Zehi gaflet!.. Zamanımız Türkiye'sinde, birçok hususlarda olduğu gibi. dini takvimin tanziminde de elbette hatâlar yapılmaktadır. Ancak çağımızda pozitif ve tecrübl ilimler çok ilerlediği için rü'yet ile hesap birbirine uygun
düşmektedir. Şeriat rü'yeti kabul etmiştir. Ancak rü'yetin şcr'i usûllere göre tesbiti ve yine şer'i otoriteler tarafından ilânı gerekir. Hiçbir vazife ve selâhiyeti olmayan amatör müftü ve kadıların (!) «biz radyoyu kanştınrken duyduk- diyerek Müslümanlara oruç tutturup, bayram yaptırmağa kalkışmalan dini oyuncak hâline getirmek olur.
Yine -Türkiye'de şartlan yoktur...» diyerek. Cuma namazından başka namaz kılmayan bir kısım halkı ibâdetten men'e çalışanlar da yanlış yoldadır.
(12) Müslümanların içindeki birtakım ehl-i sünnet dışı anarşistler ve devrimciler, maalesef ateistlerle, marksistlerle işbirliği yapmaktadırlar. Başörtüsü konusunda (şeytani bir siyasetle) Müslümanlan destekleyen azılı bir ateist için -ne iyi bir ateist!- dîyen bile görülmüştür. Vaktiyle. 1917 Oktobr İhtilâlinden sonra Lenin de Rusya Müslümanlannın beyinsizlerini böyle kandırmıştı. Bu husus çok mühimdir. Uyanık sünni Müslümanlar bu gafilleri tecrid etmeli, ümmeti uyarmalıdır. Yeni Sultan Caliyef'lerin oyunlanna gelmemeliyiz.
(13) Reşad Halife adında bir bâtınl (bahâl olduğu da söyleniyor) zuhur etmiş ve Kur'ân'da 19 rakamı ile müslümanları hayran bırakıp sinsice zehir saçmağa başlamıştır. Bazı âyetleri inkâr eden. Peygamberi küçümseyen, hadisleri hiçe sayan bu bozuk adam, sonunda peygamberliğini iddia edecek kadar azgınlaşmıştır. Bu kişinln kitapları maalesef dilimize çevrilmiş ve hayli reklâmı yapılmıştır. Vebâl sahipleri düşünsünler!
(14) Mahmasani adında bozuk görüşlü bir arap yazarının Sa-hih-i Buhâride mevzu hadis olduğu hezeyanını ihtiva eden gayr-i ilmi çarpık yazısı bir ilâhiyet öğretim görevlisi tarafından dilimize çevrilmiş ve Diyanet Vakfı tarafından yayınlanarak ehl-i İslâm'ın istifadesine (!) sunulmuştur. Gafletin bu türlüsüne ne demeli?
(15) Ali Şeriatı adlı râfızi bir yazann Hz. Osman'ın -hâşâ--yağmacı bir kafir- olduğuna dair kuduzca iftiraları dilimize çevrilip İslâmI yayın diye hayâsızca ortaya konulmaktadır. [Hz. Osman'a bu hakareti reva gören füru - mâyenin kendisinin kâfir olduğunda şübhe yoktur ]
(16) Son zamanlarda yayınlanan ve İslâm'da faiz mevzuunu işleyen bir kitapta, bir llâhiyat Fakültesi hocası maalesef boyundan büyük bir hata etmiş ve dinimizde, yüzde yüzü geçmemek şartıyla fâizin helâl olduğu hezeyanını savurmuştur. Pupaz oryantalistlerin (müsteşriklerin) bile ortaya atmaktan hayâ edecekleri bir iftira ve cinâyettir bu ! Üzücü ve ibretli örnekleri daha fazla uzatmağa hâcet yoktur. Dinimiz ve ümmetimiz içten suikasde uğramaktadır. Çarpık inançlı vo bozuk fikirli din sömürücüleri etrafa zehir saçmaktadırlar. Bu hercümerc içinde her vicdanlı ve insaflı Müslüman bilmelidir ki. yegâne kurtuluş yolu i'tıkad ve amelde ehl-i sünnet mezhebidir. O da. yukarıda belirttiğimiz gibi inançta iki, amelde dört hak şubeye ayrılmıştır. Hepsi doğrudur, temelde ve esasta birdir. İnanç ve amelde bunların birini tatbik ve taklid etmek şarttır zarurettir.
Vesselâm.
EHL-İ SÜNNET AKAİDİ( CAMİU'L-MUTUL) adlı eserin müellifi Ahmed Ziyâüddin Gümüşhânevî Hazretleri'ni tanıyalım.
www.kitaptakipcileri.com
— BtSMİHİ TEÂLÂ —
Hicri 1228 (milâdi 1813) yılında Gümüşhane'nin Emirler mahallesinde dünyaya geldiler. Babası Mustafa, dedesi Abdurrahman adlarını taşır. Kendi isimleri ise Ahmed'dir. Mahlâslan Ziyâüddin, lâkapları Gümüşhanevi'dir. Pederleri ticaretle hayatını kazanan sâlıh bir zât idi. Bes yaşında okumaya başladı. Sekiz yaşına gelince Kur'ân-ı Kerim, Delâil-i Hayrat, Kaside-i Burde ve Hızbu'l-A'zam kıraeti için icazet aldı. On yaşlarında iken babasının Trabzon'a hicretiyle birlikte o da oranın ileri gelen âlimlerinden âlet ve Şeriat ilimlerini tahsile başladı. Küçücük yaşında bir yandan babasının mağazasında yardımcılık hizmetini görür, bir yandan da büyük bir aşk ve şevkle ilim tahsiline sa'y ü gayret ederdi. Aklı ticarette değil ilimdeydi. B09 zamanlarında bizzat elceğiziyle ördüğü keseleri salarak helâl para biriktirmeye çalışıyordu Bu parayla ileride tahsilini ilerletmek için gereken masrafı karşılayacaktı.183l'de amcasiyle birlikte alışveriş için İstanbul'a geldi. Babası için lüzumlu ticaret eşyasını aldıktan sonra onları amcasına teslim etti ve ;
— Muhterem amcacığım, ben şu anda ilim ve mârifet beldesi olan İstanbul'da bulunmaktan dolayı büyük bir saâdet vo bahtiyarlık içindeyim. Ağabeyim askerden dönmüş bulunuyor Benim için artık memleketime avdet etmek gerekmez. Burada kalıp ilmimi tamamlamak, seyr-i sülûkumu (tarikat ve tasavvuf tahsilimi) ikmal etmek arzusundayım. Benim için ilim ve mârifet elde etmek herşey den önce gelir. Sakın bana incinip gücenmeyesiniz Vaktiyle, ileride lâzım olur diye kendi ellerimle para keseleri örüp onları satarak birkaç kuruş biriktirmiştim Bunlan da kendime hiçbir şey ayırmak-sızın size vererek babama gönderiyorum Bana yardımcı olarak Cenâb-ı
Hak yeter. Üzerimde hakkı olan yakınlarım haklarını helâl etsinler. duâlannı benden esirgemesinler. Ben kapanacağım medrese hücresinde sizi duâ ile anmaktan bir an geri kalmayacağım dedi Böylece İstanbul'da kimsesiz, garip bir ilim ve irfan âşığı olarak tam bir tevekkül ve teslimiyetle kaldı.
İlk menzili Beyazıt Medresesinde küçük bir hücre. Orada Allah dostu sâlih bir zâtın yardımı ve mânevi terbiyesiyle hayli yol aldı. O muhteremin vefatından sonra Mahmüd Paşa Medresesinde bir odaya taşındı. Süleymaniye Medresesindeki derslere devam etti. O zamanın ileri gelen ulemasından Hâce i Şehriyâri (padişahın hocası) Hacı Hafız Muhammed Emin Efendi. Abdurrahman Harputlu, Laz Osman gibi meşhur hocaların ders halkalarına devam ederek İlimde kemâle ulaşmaya uğraştı. Nihayet âlet ilimlerini, onların va-sıtasıyle ali ilimleri (Yüce Şeriat ilimlerini) elde etti, icâzet aldı. Bâyezıd Camii dersıâmlığına tayın olundu. Orada va'za, irşada, ders okutmaya başladı. Zaten o henüz daha icâzet almadan üstün zekâsı. kavrayışı ve çalışkanlığı ile hocalarının dikkatini çekmiş ve vekâleten Şerh i Akaid okutmaya, bir yandan da eserler telif ve tasnifine başlamıştı
Gümüşhanevi Ahmed Ziyâüddin hazretleri şeriatın zâhir ilimlerinde başarılı bir tahsil hayatından sonra icâzet almışlar, dersiâm-lık pâyesınl elde etmişler ve ilim yayma faaliyetine başlamışlardır. Ama o. tasavvuf ve tarikat sahasında da olgunlaşmak istiyordu. Bu maksatla Mevlânâ Hâlıd i Bağdadi (kuddıse sirruh) hazretlerinin halifelerinden Abdülfettah hazretlerine intisap etmek, ondan el almak arzu ettiler. Bu zât şeyhinin emri mucibince hep yaya yürürdü. Şam'dan İstanbul'a yayan gelmişti.
Gümüşhanevi hazretleri ona müracaat ederek intisap arzusunda bulunduğunu beyan ettiler. O şu cevabı verdi:
—Sizin, tarikatte nasip ve kısmetiniz benim vasıtamla değildir. Mânâ âleminizi nürlandırmakla vazifeli başka birisi vardır. Vakt i merhunu gelince intisap eder, feyzinizi ondan alırsınız. Bekleyiniz.
Böylece Gümüşhanevi hazretleri hasret dolu bir bekleyişin çilesine gömüldü. O sırada Mevlânâ Halid hazretleri halifelerinden birine;
—Ey dost, İstanbul'a git ve filâncayı irşâd et. Çünkü o bizden sonra sahıb-i zaman ve rehber i tarikat olacaktır. O gül henüz açılmamış bir goncadır. Her ne kadar o beldeye başka halifeler gönderilmiş ise de onun nasibi ezelde sana tevdi edilmiştir. Git, hasret ateşiyle kavrularak mürşid arayan o misk ü amber kokulu velâyet goncasının açılmasına hizmet et. Bu hususta sâdât-ı kirâm efendilerimizin rühaniyetleri sana yardımcı olacaktır... buyurdular.
Hâlid-i Bağdadi hazretlerinin vazifelendirdikleri bu şeyhin de ismi Ahmed Ziyâüddin idi. Lâkabı ise el-Ervâdi.. Emr ü ferman gereğince bu yüce zât 1845'te İstanbul'a vardılar. Gümüşhaneli hazretleri mürşidinin gelişine ilâhi ilhamlar, sâdık rüyâlar ile muttali oldu.
Şeyh Ervâdi hazretleri ve irşad vazifesi kendisine ezelde takdir buyurulan yüksek müridi bir sabah Şeyh Abdülfettah Efendi'nin odasında karşılaştılar Gümüşhanevi şeyhine intisap etti. Şeyh ona bir sûre tarikat, zikir ve seyr i sülük yollarını tâlim eyledikten sonra ortadan kayboldu. Sonra 1847 yılında tekrar zuhur etti Gümüşhanevi hazretlerine mânevi merhaleler aştırdı, onu ruhani yüksek derecelere ulaştırarak Nakşibendiyye. Kadiriyye. Sühreverdiyye. Kübre-viyye. Çeştiyye tariklerinden icâzet verdi. Şeyh Ervâdi Hazretleri hadis ilminde de son derece derin bir vukufa sahipti. Müridine bu ilimde de icâzet verdi. Ayrıca kendi telif ve tasnifleri olan 240 eserin okutulması ve öğrenilmesi vazifesini de ona havale etti.
Şeyh Ervâdi hazretleri vazifesini yerine getirdikten sonra Gümüşhanevi hazretlerine Şeyh Abdülfettah ile sohbete devam etmeyi tavsiye ederek İstanbul'dan ayrıldılar ve bir daha görünmediler. Bu muhterem zât zülcenaheyn idi. yâni hem zâhir hem bâtın ilimlerinde ihtisası vardı. Şiir de yazardı Eserlerinin çoğu hadis ilmine dairdir.
1277 Hicri tarihinde 77 yaşında olduktan hâlde Trablusşam'da vefat etmişlerdir. Türbeleri hâlen orada müslümanların ziyaretgâ-hıdır. Rahmetullahi aleyh.
Gümüşhanevi hazretleri Mahmud Paşa Medresesindeki hücreden sonra. İstanbul'da -Vilâyet- civarında bulunan câmi-i şerife ve zaviyeye (Cumhuriyet devrinde yıktırılmıştır) naklederek ömürlerinin sonuna kadar talebe ve derviş yetiştirmek ile meşgul olmuşlardır. Bir ara (1867) hacca niyet etmişler, yolculuk esnasında iskenderiye ve Mısır taraflarında birbuçuk ay kadar tarikatlerini yaymışlardır. 1293 - Osmanlı - Rus muharebesine bir kısım müridleriyle beraber iştirak etmişler, ateş hattında bulunmuşlar, asker ve kumandanların mâneviyatını yükseltmişlerdir.
1294- Senesinde ikinci defa hacca gitmişler, sonra Mısır'ı şereflendirerek üç seneden fazla Nâsıriyye ve Câmiü'l-Ezher'de kendi tasnifleri olan Râmüzü'l-Ehadis-i yedi defa okutarak yüzlerce Arap âlimine icâzet vermişlerdir. Ayrıca Araplardan beş yüksek zâta tarikat neşri için izin vererek bilâhare İstanbul'a dönmüşlerdir.
Gümüşhanevi hazretlerinin dergâhı bir ilim ve irfan üniversitesi gibiydi. Zamanının mâneviyat sultanı oydu. Tasavvuf ve tarikat hizmetlerini Şeriat ve sünnet i seniyye temelleri üzerine dayandırmıştı. -Râmüzü'l-Ehadis- ve Şerhi -Levâmiu'l-Ukûl» ve diğer eserleri dergâhta okunurdu. Müridlerinin sayısı bir milyonu aşıyordu. Tanzimat sonrası garplılaşma hıyaneti içinde Osmanlı-tslâm hilâfetini yıkmak isteyen hâinlerin karşısında o ve müridleri koruyucu bir sed gibi idiler. O zamanlarda yeni yeni ortaya çıkan banka ve fâiz belâsından ihvanını kurtarmak için dergâhta miktarı yüz milyonları bulan bir müslümanlararası yardımlaşma sandığı kurdurmuştu. Muhtaç olanlar buradan hâcetlerin! karşılayacak miktarda karz (borç) para alırlar, en müsait şartlar dairesinde bilâhare öderlerdi. Hazret-i Şeyh müslümanlann ilerlemesi, Islâmiyetin yücelmesi için bir matbaa kurdurmuş. Rize, Bayburt ve Ofta büyük kütüphaneler tesis ettirmişti. Dergâha ait matbaada basılan faydalı İslâm! kitaplar erbabına parasız verilirdi.
Gümüşhanevi hazretleri 29 sene müddetle irşad hizmetinde bulundular. Her sene biri Zilhicce, bırı de Recep ayında olmak üzere senede iki kere halvete girerlerdi. Zühd ve takvada dereceleri çok yüksek idi. Gayet perhizkâr. kanaatkar yaşarlar, çok zaman katıksız ekmekle yetinerek ellerine geçen parayı fakirlere dağıtırlardı. Geceleri uyumazlar, zikirle, ibâdetle, eser te'lifiyle meşgul olurlardı. Gündüzleri de talebe yetiştirmekle uğraşırlardı. Kaylule vakti, oturdukları yerde yüzlerine havlu örterek biraz kestirmek suretiyle uykuya oıan ihtiyaçlarını karşılarlardı. Onsekız yıl boyunca, oruç tutulması haram olan günler müstesnâ, aralıksız oruç tuttular. Yatsı namazından sonra konuşmayı sevmezler. yatsı abdestiyle sabah
namazını kılarlardı. Hazretin hocası Muhammed Emin Efendi ona tarikat yönünden İntisap etmişler ve bu suretle Şcr'I ilimlerde hocası olduğu zâtın tasavvufta talebesi olmakla şereflenmişlerdi.
1893 yılında ihtiyarlık ve hastalık dolayısiyle halsiz düşmüştü. Tedavi maksadıyla gelen tabib, kendinden geçmiş halde yalan hazretin başucuna gelir ve etrafında hizmet edenlerden onun ayağını uzatmalarını ister. Onlar da uzatırlar. Hazret kendine gelince ayağını uzatıp yatmaktan hayâ ettiğini söyler -Beni huzurı Hak'la ayak uzatma suçuyla başbaşa bırakmayın- buyururlar. Hizmet ediciler ayağını eski hâline getirirler. Işto o böylesine huzurdadır ve böylesine hayâlıdır.
Gümüşhanevi Ahmed Ziyaüddin hazretleri 25 Mayıs 1893 pazar günü sabah vakti baygın yatarken bir ara mübarek gözlerini açmışlar ve: «Hepsini isterim ya Kibriya!- diyerek rûhunu teslim etmişlerdir. Mübarek kabirleri Süleymaniye Cftmii'nin haziresinde Kanuni Sultan Süleyman türbesinin kapısı önündedir. Zevce-i muhteremeleriyle yanyanadır. Her iki kabrin etrafı parmaklıkla çevrilidir. Başucundaki taştaki manzum kitâbe şudur
:www.kitaptakipcileri.com
Nazar kıl çeşm-i ibretle, makam i lltlcâdır bu
Erenler dcrgchl, bâb-ı füyuzat-ı Huda'dır bu
Zlyâüddinl Ahmed. mevlidi anın Gümüşhâne
Şehiri şark u garbın, mürşid i rah ı Huda'dır bu
Muhakkak chl-l Hak ölmez, ebed hayydır, bil ey zâir
Saray ı kalbini pak eyle bûb-ı evliyadır bu
Şu'â-yı dürr-l vahdet, menba'-ı ilm-i ledünnîdir
Mükemmll vâris i Şer'-i Muhammed Muslafadır bu
Hilâfet müddetinde, "ircîi" vaktine dek hakka
Târik-i Hâlidiyi neşr eden hak rehnümâdır bu
Oku ihlâs ile bir Fatiha, kalbinde daim tut
Cilâ-yı ruhtur zikri, müridâna gıdadır bu.
Hazret-i şeyhin ayak ucundaki taşta ise: -Muhaddisin-ı kiramdan i ahru'l-Meşayih Gümüşhâneli Ahmed Ziyâüddin Efendi hazretlerinin ruh i mukaddeslerine el-Fâtiha...» ibaresi yazılıdır.
Yanıbaşındaki kabirde yatan muhterem zevcelerinin taşında da şu satırlar okunmaktadır:
•Hak-perestim, arz ı ihlâs ettiğim dergâh bir Bir nefes ayrılmadım tevhidden Allah bir» Muhaddisın-i kirâmdan kutb-i Babbâni ve ârif-i Subhâni gavsü'l-vâsüîn Gümüşhanevi el-Hâc Ahmed Ziyâüddin Efendi Hazretlerinin zevce-i tâhiresi ve Şeyhu 1-Harem-i Nebevi Hacı Emin Paşa kerimesi Tacü'l-muhadderat Hâce Seher hanım rühuna Fâtiha. — 1329 —
Gümüşhânevi hazretlerinin vefatı haberi duyulunca müslüman halk derin bir teessüre kapılmış, yürekten sarsılmıştı. Çünkü o bütün müslümanların sevdiği, saydığı, gönülden bağlı olduğu bir din büyüğü idi. Padişah İkinci Abdülhamid Han da onu severlerdi. Cenazesinde mahşeri bir kalabalık hazır bulunmuş ve en samimi duâlar ve gözyaşları içinde toprağa verilmiştir.
Merhum ve mağfur şeyh hazretleri geniş alınlı, çekme burunlu. yuvarlak çehreli, kara gözlü, uzun kirpikli, beyaz sakallı, uzuna yakın boylu, güzel ve sevimli bir insandı. Beyaz entari, hırka, cübbe giyinirler, sadeliğe riâyet ederlerdi. Kendisinden sonra: Kastamonulu Hasan Hilmi Efendi. Safranbolulu İsmail Necati Efendi, Dağıstanlı Ömer Ziyâüddin Efendi. Tekirdağlı Mustafa Fevzi Efendi (korvet kâtibi), Serezli Hasib Efendi. Kazanlı Aziz Efendi ve Bursalı Muhammod Zahid Kotku Efendi hazeratı (rahmetullahl aleyhim eemâin) şeyhlik yaparak irşad vazifelerini yürütmüşlerdir. Cenâb-ı Hak cümlesinden razı olsun.
Allah Teala Hazretleri birdir, kadimdir, araz,cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dud değildir.
Kadim, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’ladır.
Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz.
Bir mekana muhtaç değildir.
Üzerine zaman geçmez.
O’na hiçbir şey benzemez.
İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.
O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen olmaz. Onun için de ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlarda şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelam, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, alem cemi-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır.
Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, taat ve isyan cümlesinin halıkı Allah Teala’dır.
Allah’tan gayrı Halık yoktur.
O fiillerin kullardan suduru, yani oluşu Hak Teala Hazretlerinin iradesi, meş’iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.
Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkab olunurlar.
Taatta sevap, Ma’siyette de ikab vardır. Güzel işler işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı hakk’ın rızası vardır.
Fena ve kötü şeyler ki ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul , gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.
Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır.
Maktül eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur.
Ecel birdir.
Haram dahi rızıktır.
Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun.
Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalalet ve hidayetini halk edendir.
Dilediğine dalalet ve dilediğine de hidayet halk eder.
Kula aslah olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Hz. Resulullah(s.a.v.) ‘in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urucu haktır.
Melekül mevt haktır.
Kabirde, bütün kafirlerin ve bazı günahkarlar mü’minlerin azabı haktır.
İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.
Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır.
Amellerin tartılması haktır.
Kitap haktır, hesap da haktır.
Havz-ı kevser haktır.
Sırat köprüsü de haktır.
Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin şefaatı da haktır.
Cennet ve cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler.
Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fana, yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.
Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.
Şirkten maada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.
Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da afvı caizdir, tövbe etmese dahi.
İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.
Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir.
Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir.
Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min: Ben Hakka müminim demelidir. İnşallah ben mü’minim demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.
İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şübheden ari olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden asidir.
Bazı kere sa’id, saadete erişen kişi şaki, yani cehennem ehli olur ve bazen de şaki, yani cehennemlik bir kişi de sa’id ani ehl-i cennet olur. Yani, Müslüman iken kafir olur veya kafir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i taatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de cehennem ve ikabla tenzir etti. Nasa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtac oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu’cizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir.
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini amillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasullerinden, meleklerin rasulleri ise beşerin Salihlerinden, beşerin salihleri ise bütün meleklerden efdaldir.
Keramet haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vasıl olamaz.
Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir (r.a.) dır. Ondan sonra Ömer el Faruk, ondan sonra Osman Zü’n-nureyn, ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (r.aleyhüm) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir.
Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yad etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Ehl-i İslam’a bir imam mutlaka lazımdır, Müslümanları hem korumak ve hem de işlerinin layıkıyla görülmesi, cum’a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.
Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Zamanların ve mekanların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü, bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi.
İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir.
Sihir vakidir.
Göz değmesi de caizdir.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder.
İctihadında isabet ederse iki sevap alır., hataları da afvolunur.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vacibdir.
Ümmetten hiçbirisine cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasulullah’ın (s.a.v.) şehadet ettikleri aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain.
Deccalin çıkması haktır.
İsa (a.s.)’ın semadan nüzulü haktır.
Dabbetü’-arz’ın hurucu haktır.
Kahine, müneccime, arrafa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir.
Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabdır.
Allah Teala indinde makbul din İslam dinidir.
TAHAVI’ den
Tahâvi Akaidi Tercümesinden
Mahlukatın olmasıyla, daha evvel olmayan bir sıfatla sıfatlanarak ziyadeleşmedi (sıfatlarında artma olmadı). Nasıl ki sıfatlarıyla ezeli idi; aynı şekilde o sıfatlarla ebediyyen zail olmaz (tükenmez). Mahlukatı yaratmasından beri (sonra) “Halik” ismini almış değildir. Ezelden beri Haliktır.
Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellem), onun seçilmiş kulu, peygamberi ve razı olunmuş Resulüdür. Ve Muhammed (sav) peygamberlerin sonuncusudur, takva sahiplerinin imamıdır, gönderilen Resullerin efendisidir. Alemlerin Rabbisinin sevgilisidir. Ondan sonra yapılacak her nübüvvet iddiası batıl ve nefsanidir.
Kim Allah’ı beşer sıfatlarından bir sıfatla vasıflandırırsa, muhakkak kafir olur.
Ehli İslam’ın, Cennette Allah’ı görmeleri meselesine iman: Vehmi (aslı olmayan düşünceler) ile meseleye bakıp, onu kendi anlayışı ile yorumlayan kişi için sahih (doğru ve isabetli) olmaz. Çünkü Allah’ı görmeyi ve Rabbu’l Alemine nisbet edilen her bir manayı te’vil etmek, te’vili terk etmektir (tevil yapılmamalıdır), meseleyi (olduğu gibi) kabullenmektir. Mü’minlerin dini, bunun üzerine sabittir (üzerindedir, doğruluğu öylece ortadadır)
Mir’ac (Peygamberimizin cismen yükselip Rabbi ile mülaki olması) haktır. Muhakkak Peygamber (Sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz gece yürütüldü. (Gece Mekke’den Kudüs’e kadar vasıta ile götürüldü) Uyanık iken şahsı ile göklere yükseltildi. Allah dilediği şeyleri ona ikram etti ve ona dilediğini vahy etti. “Kalb, gördüğü şeyleri yalanlamadı” (Necm Suresi II. Ayet)
Allah Teala’nın Peygamberimizin ümmetine rahmet olarak ikram ettiği havz-ı kevser (Mahşer yerinde bulunan Kevser Havuzu) haktır. Hadis-i şeriflerde rivayet edildiği gibi peygamberimizin ümmeti için sakladığı şefaat haktır. Adem (Aleyhisselam) ve zürriyetinden, Allah’ın aldığı sağlam söz haktır.
Amellerde itibar neticelerinedir. (Son nefesi iman ile tamamlarsa, iyiliklerinin sevabına kavuşur) Cennetlik olan, Allah’ın hükmü ile cennetliktir. Cehennemlik olan da Allah’ın hükmü iledir.
Çünkü Allah Teala, mahlukatından kaderi bilmeyi gizledi ve kullarını, kendi maksadını anlamaktan nehyetti. (Tasdik etmemizi istedi) Kur’an-ı Kerim, Enbiya Suresinde 23. ayette buyurduğu gibi “Allah, yaptığından sorumlu tutulamaz; kullar ise (yaptıklarından) sorguya çekileceklerdir” Kim “Niçin böyle yaptı” diye sorarsa, muhakkak o kitabın hükmünü reddetmiştir. Kim kitabın hükmünü reddederse, kafirlerden olur.
Mahlukatta bulunan ilmi inkar küfürdür. Mahlukatta bulunmayan ilmi bildiğini iddia etmek de küfürdür. İman ancak, mevcud (din) ilimlerini kabul; mahlukatta olmayan (kader gibi) ilimleri talep etmeyi terk ile sabit olur. (Kader konusunu fazla kurcalamak doğru değildir.)
Levh-i mahfuz’a (olmuş ve olacak her şeyin, bütün yaratılmışların yazılı bulunduğu levhaya), kalem’e ve levh-i mahfuz’da yazılanların tamamına iman ederiz. Bütün mahlukat, Allah’ın levh-i mahfuzda “olacağını” yazdığı şeyi değiştirmek için, olmaması için toplaşsalar, buna güç yetiremezler; şayet Allah’ın levhada “olmayacaktır” diye yazdığı şeyi yapmak için bütün mahlukat toplaşsa, buna da kadir olamazlar.
Kul üzerine; Allah’ın ilminin, mahlukundan her olacak şeyleri bilmekle ezelde geçtiği (sabit olduğunu) bilmesi vacibtir ve her şeyi sağlam, muhkem bir ölçü ile taktir ettiğini (bilmek de vacibtir)
Yazıklar olsun o kimseye ki kader meselesinde Allah’a düşman oldu, görüşünü hazır ederek kader meselesinde hasta bir kalp hazırladı. Muhakkak gaybı araştırmada vehmiyle çok gizli, tamamen örtülü sırları araştırmaya girişti ve bu hususta iftiracı günahkara döndü.
Arş ve kürsi haktır. Allah Arştan ve daha düşüklerinden ihtiyaçsızdır. Her şeyi ve Arşın üstünü de kuşatıcıdır. İhatadan, halkını aciz bıraktı, (mahlukat bunları ihata edemez, anlayamaz) İman edici, tasdik edici ve kabullenici olduğumuz halde biz deriz ki “Allah Teala İbrahim (Aleyhisselamı) halil (dost) edindi, Musa (Aleyhisselam) ile bir çeşit konuşmakla konuştu.”
Meleklerin varlığına, peygamberlere ve peygamberlere indirilen kitaplara iman ederiz. Şahidlik ederiz ki o peygamberler aşikare hak üzeredirler.
Kıble ehlini, peygamberimizin (Sallallahu aleyhi ve sellemin) getirdiği hükümleri itiraf ettiği müddetçe, söylediklerini, haber verdiklerini tasdik ettikleri (onlara inandıkları) müddetçe (kıble ehlini) “Müslüman”, “Mü’min” diye isimlendiririz.
Allah’ın Zatı hakkında derine dalıp konuşmayız. Allah’ın dininde çekişme yapmayız. Kuran hakkında birbirimizle mücadele etmeyiz.
Müslümanların cemaatine muhalefet etmeyiz. Günahı helal kabul etmediği müddetçe ehli kıbleden hiçbir kimseyi, günah işlemesi sebebiyle küfre nisbet etmeyiz. ‘Bilerek günah işleyene, günah zarar vermez’ demeyiz.
İman dil ile ikrar (söylemek) kalb ile (bunları) tasdiktir. Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) sahih rivayetlerle şeriattan ve açıklanarak gelenlerin tamamı haktır. İman: Allah’a, meleklerine, kitaplarına. Peygamberlerine, ahiret gününe, kaderin hayırlısının şerlisinin, tatlısının ve acısının Allah tarafından olduğuna inanmaktır. Biz bu sayılanların tamamına inanırız. Peygamberlerinin hiçbirisinin arasını ayırmayız. (Hepsine inanırız) Tamamını getirdikleri haberlerde tasdik ederiz. (Hepsi Allah tarafından vazifeli idiler)
Ümmet-i Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellemden) büyük günah işleyenler; tevhid ehli oldukları halde ölünce, tevbe etmeseler bile, iman edici ve Allah’ı bildikleri halde Allah’a kavuştuktan sonra; Cehennemde ebedi kalmazlar.
* Büyük günah işleyenler, Allah’ın dilemesinde ve hükmündedir. Dilerse onları mağfiret eder (bağışlar) ve onları fazl u keremiyle affeder.
Ehli kıbleden günahkar ve iyi kişilerin peşinde namaz kılmayı ve bu kişilerin üzerine cenaze namazı kılmayı caiz görürüz. Ehli kıbleden hiçbir kimseyi Cennete ve Cehenneme indirmeyiz. (Girdirmekte kesin konuşmayız) Küfür, şirk ve nifaktan bir şey onlarda zahir olmadıkça bunların aleyhine küfürle, şirkle, nifakla şahidlik etmeyiz. Onların gizli hallerini Allah’a havale ederiz.
Ümmeti Muhammed (Sallallahu aleyhi ve sellemden) hiçbir kimseye silah çekmeyi caiz görmeyiz, ancak kılıç çekilmesi vacib olanlar müstesnadır. (İslam’a karşı savaşanlar, dinden çıkanlar, v.s.)
İdareciler ve işlerimizi yürüten (Din ehli) valilere karşı isyan edip çıkmayı, onlar zulmedici olsalar bile caiz görmeyiz. Onların aleyhine beddua etmeyiz. (Ehli İslam olan idarecilerin ıslahına çalışılır, kargaşalık çıkarılmaz.)
O idarecilerin taatından elimizi çekip almayız (onlara itaat etmeye devam ederiz.) Allah’a itaatten ötürü onlara itaati; bize günahı emretmedikleri müddetçe, farz görürüz. Onlara salah (iyilik) ve afiyet içinde bulunmalarıyla dua ederiz. Sünnet ve cemaate tabi oluruz. Dağılmak, ihtilaf ve parçalanmaktan çekiniriz. Adalet ve emanet ehlini severiz. Zulüm ve hıyanet ehline buğz ederiz (onları sevmeyiz).
Hadis-i şeriflerde geldiği gibi yolculukta ve ikamet halinde mestler üzerine mesh etmeyi caiz görürüz. (Şiiler çıplak ayak derisine mesh ederek sapmışlardır)
Kıyamet vaktine kadar, Mü’minlerin iyi kötü sultanlarıyla birlikte hac ve cihad devam eder. Bu ikisini hiçbir şey iptal edemez ve kaldıramaz.
Kiramen katibin (sevap ve günahları yazıcı) meleklerine inanırız. Muhakkak Allah onları bizim üzerimizde (amellerimizi) koruyucu yaptı. Alemdeki canlıların ruhlarını almakla görevli ölüm meleğine (Azrail aleyhisselama) inanırız.
Hak edene kabirde azab olacağına inanırız. Kabirde münker ve nekir diye isimlendirilen iki meleğin, kişiye Rabbisinden, dininden, Peygamberinden sorgusunun hak olduğuna inanırız. Bu hallerin hepsi Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemden) gelen hadisi şerifler ve Ashabtan (Allah hepsinden olsun) gelen haberlere göre (sabit) olduğuna inanırız.
Kabir ya Cennet bahçelerinden bir bahçe veya Cehennem çukurlarından bir çukurdur. (Hadisi şerif bunu böyle beyan etmiştir.)
Cennet ve cehennem yaratılmışlardır; ebediyyen yok olmazlar, zail olmazlar. Allah Teala mahlukatı (canlıları) yaratmadan evvel Cennet ve Cehennemi yarattı. Cennet ve Cehennem ehlini yarattı. Kimin Cennete girmesini dilerse bu, Allanın fazlındandır. Kimin Cehenneme girmesini dilerse bu, Allah’ın adaletindendir.
Allah kullara ancak takatları yeteni teklif etti. Kullar ancak Allah’ın teklif ettiği (vazifelere) güç getirirler. Bu açıklama “Günahtan dönüş, ibadete takat ettirmek, ancak Allah’ın yardımıyladır” sözünün izahıdır.
Her şey Allah’ın iradesiyle, ilmi ile, hükmü ve kudretiyle cereyan eder. Allah’ın dilemesi diğer bütün meşiyyetlere (istemelere) galib geldi. Allah’ın hükmü diğer bütün çarelere üstün geldi. Dilediğini yapar, asla zalim değildir. Her türlü çirkinlik ve zararlardan paktır (temizdir). Her türlü ayıp ve noksanlıklardan temizdir. “Allah yaptığından sorulmaz. Halbuki kullar mes’uldür.”
Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemin) Ashabını severiz. Onlardan hiç birinin sevgisi hususunda aşırı gitmeyiz, onlardan hiç birinden uzak olmayız. (Hepsini Allah’ın razı oldukları Ashab olarak kabul ederiz. Hz. Ali ile Hz Muaviye’yi ayırmayız.) Onlara buğz edene buğz ederiz, onları hayırsız şekilde söyleyene de buğz ederiz. Onları ancak hayırla anarız. Onları sevmek dindir, imandır. İyiliktir. Onlara buğz küfür, nifak ve tuğyandır. (Onları seven, Resulullah Sallallahu aleyhi ve sellemi sevdiği için sever. Onlara buğz eden Resulullah Sallallahu aleyhi ve selleme buğz ettiği için buğz eder.)
Peygamberimiz (Sallallahu aleyhi ve sellemin) isimlerini söyleyip kendilerini müjdelediği on kişi için, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellemin) onlar üzerine olan şahidliğine dayanarak bizde onların Cennetlik olduğuna şahidlik ederiz.
Kim sözünü, Resulullah (Sallallahu aleyhi ve sellem) Ashabı ve her türlü kirden tertemiz olan Zevceleri ve her türlü pislikten pak olan Sülalesi hakkında güzel söylerse, o kişi nifaktan beri olur.
Sabıkinden (evvel olan) olan ilk alimler, tabiinden olan ve onlardan sonra gelen hayır ve eser (hadis, haber) ehli olan, fıkıh ve rivayet ehli olan alimler, ancak güzellikle anılırlar. Onları kötülükle zikreden kişi, hak yolun dışındadır.
Velilerden hiç birini, Peygamberlerden hiçbiri üzerine “üstün” saymayız. “Bir peygamber bütün velilerden üstündür” deriz.
Kıyamet alametlerine inanırız. Onlar: Deccalın çıkması, Meryemoğlu İsa’nın Aleyhisselamın gökten inmesi, güneşin battığı yerden doğması, Dabbetül arzın yerden çıkmasıdır. (Üç tane de yer batması haber verilmiştir) Kahin, müneccim ve Kitap, Sünnet ve İcma-ı Ümmete zıt bir şey iddia eden şahısları tasdik etmeyiz.
Cemaatı hak ve doğru buluruz. Parçalanmayı eğrilik ve azab görürüz. (Allah’ın rahmeti cemaat üzerindedir.)
MEKTUBAT-I RABBANİ 349. MEKTUP
MEVZUU:
a) İmamet bahsi..
b) Ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ve onlann muhalifleri. Eh!-i sünnet’in ifrat ve tefritten uzak olduğu ki, bunun birini rafıziler, diğerini de hariciler tercih etmiştir.
c) Resulullahın ehl-i beytinin medhi, Allahu Taala ona ve âline salât ve selâm eylesin.
Bu münasebetle bazı hususların beyanı.
NOT: İmam-ı Rabbani Hz.leri bu mektubu, Hace Muhammed Taki’ye yazmıştır.
Rahman Rahim Allah’ın adı ile.
Allah’a hamd olsun. Salât ve selâm Allah’ın Resulüne.. Sizlere dahi dualar etmekteyim.
Şunu bildirmek isterim ki: Fukaraya (dervişlere) muhabbet duymak, onlarla irtibat kurup kendileri ile ülfet etmek, bu taife-i aliyyenin sözlerini dinlemeye rağbet, bu üstün tabakanın vaziyetlerine ve işlerine meyilli olmak yüce Sultan Allah’ın en güzel nimetlerinden ve o yüce Zat’ın en büyük inayetlerindendir.
Muhbir-i Sadık Resulullah (sav) Efendimiz, bu manadan olarak,, söyle buyurdu:
“İnsan sevdiği ile beraberdir.”
Bu mana icabı olarak, sevenleri onlarla olup yakınlık hareminde onların yedeğinde bulunan mahremleridir.
***
Ey Muvaffık,
Oğlum Hace Şerafeddin Hüseyin haber verdi ki, bütün bu güzel vasıflar onda vardır; hem de çeşitli meşguliyetleri olmasına rağmen.. Bu güzel muamele dahi, onca makbul olup özüne işlemiştir. Hem de, sınırsız meşguliyetlerinin bulunmasına rağmen.. Bunun için, Sübhan Allah’a hamd ü şükürler olsun.
Çünkü, sizin salâhınız, büyük bir cemaatın salâhı olup, felahınız dahi büyük bir topluluğun felahıdır.
Sözü geçen anlattı ki:
-Sizin kelâmınızı sever; sizin ilimlerinizi dinlemeye rağbeti vardır. Eğer kendisine, bazı sözleri yazarsanız, pek güzel ve pek yerinde olur.
Bunun için, bazı cümleleri, kabul olunur ümidi ile yazmak istedim.
Bilhassa, bugünlerde; imamet bahsi daha çok anlatıldığı ve bu babda her şahıs zan ve tahminle kelâm gördüğü için, istedim ki, bu bahiste zaruri olarak hiçbir satır yazayım. Bu arada, ehl-i sünnet vel-cemaat mezhebinin hakikati ile, muhaliflerin mezhebini açıklayayım.
***
Ey Talib-i Necat… Ehl-i sünnet vel-cemaat alâmetlerindendir ki, Hazret-i Ebu Bekir (ra) ve
Hazret-i Ömer (ra) daha faziletli biline ve Hazret-i Ali ile (ra) Hazret-i Osman (ra) dahi sevile..
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli olduğu inancı ile, Hazret-i Osman (ra) ile Hazret-i Ali’nin sevgisi birleştirilir ise bu, ehl-i sünnet vel-cemaatın hususiyetlerinden olur.
Hazret-i Ebu Bekir (ra) ile Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli oldukları sahabenin ve tabiinin icmaı ile sabittir. Bu mana imamların en büyüklerinden nakledilmiştir. Bunların biri de İmam-ı Şafii (m) olmuştur.
Şeyh Ebül-Hasan Eş’ari şöyle anlattı:
Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfeti sırasında ve kendi ülkesinde, taraftarlarından büyük bir topluluk huzurunda şöyle dediği sabittir:
-Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer, bu ümmetin en faziletlileridir. Allah onlardan razı olsun.
Zehebi’nin anlattığına göre, İmam-ı Buhari’nin dahi ondan rivayet ettiğine göre Hazret-i Ali (ra) şöyle demiştir:
-Resulullah’tan (sav) sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, ondan sonra da Ömer, daha sonra da bir başka kimsedir. Bunun üzerine, oğlu Muhammed b.Hanefi’ye şöyle dedi:
-Sonra sensin…
Amma Hazret-i Ali (ra) ona şu cevabı verdi:
-Ben, ancak, Müslümanlardan bir kimseyim.
Hulasa… Hazret-i Ebi Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in (ra) daha faziletli olma durumu, ravilerin çokluğundan ötürü, zaruret sınırına vardı. Bunu inkâr etmek dahi, ya cehaletten ileri gelir yahut taassuptan.
Şia’nın en ileri gelenlerinden olan Abdürrezzak, inkâr mecali bulamadığından gayr-i ihtiyari Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in daha faziletli olduklarını söyledi. Allah onlardan razı olsun. Bu manada şöyle demiştir:
-Madem ki, Hazret-i Ali (ra), Hazret’i Ebu Bekir’i (ra) ve Hazret-i Ömer’i
(ra) kendisinden daha faziletli görmüştür; ben de bu görüşüne katılıp onları Hazret-i Ali (ra) üzerine daha faziletli olarak kabul etmeseydi; ben de
onların daha faziletli olduklarını saymazdım. Benim için vebal olur ki: Hem
Hazret-i Ali’yi seveyim; hem de onun arzusuna aykırı hareket edeyim.
Hazret-i Osman’ın (ra) ve Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfetleri zamanında fitnelerin zuhuru ve insanların işlerinde karışıklık peydah olduğu; bu yüzden dahi insanların kalblerinde sınırsız sıkıntılar hasıl olup Müslümanlara arasına buğuz ve düşmanlık girdiği için, zaruri olarak, Hazret-i Osman’ı ve Hazret-i Ali’yi sevmek, bir şahsın Ehl-i sünnetten oluşuna şart sayıldı. Allah onlardan razı olsun. Ta ki, bu yüzden bilmeyen bir kimse, Hayrü’l-be-şer Resulullah’ın (sav) ashabına kötü zan beslemeye. Resulullah’ın halifelerine ve kaimmakamlanna buğuz ve adavet gizlemeye. Ona salât ve selâm olsun. Bu manadan olarak, Hazret-i Ali’yi (ra) sevmek, ehl-i sünnet olmanın şartı oldu. Her kimde ki bu mahabbet yoktur; o kimse, ehl-i sünnet haricidir.
O kimse ki, Hazret-i Ali’nin (ra) sevgisinde ifrat tarafı tutar ve yerinde olacak miktardan daha ziyadesine düşer ve bu mahabbette galeyana gelip Hayrü’l-beşer Resulullah’ın (sav) ashabına da söver, böylelikle de ashabın, tabiinin, selef-i salihinin yolunu dahi terk edip gider, bunun adına:
-Rafızi… denir.
Ehl-i sünnet, Hazret-i Ali’nin (ra) sevgisinde, rafızilerin ve haricilerin tuttuğu ifrattan ve tefritten uzak olarak, orta hallidirler. Hiç şüphe edilmeye ki, hak ortadadır, ifrat ve tefrit iki mezmum şeydir. Bu manadan olarak, İmam-ı Ahmed b.Hanbel, Hazret-i Ali’den (ra) naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
“Sende İsa’dan yana bir benzerlik var. Yahudiler ona düşmanlık edip anasına bühtan attılar. Nasara dahi onu sevip kendisinde olmayan bir menzile oturttular.”
Yani Hazret-i İsa’ya:
-Allah’ın oğludur, dediler. , Bu manadan olarak, o iki zümre için Hazret-i Ali (ra) şöyle dedi:
-Her iki müfrit dahi helake vardı. O kadar ki, beni sevenler, bende olmayanı bende sabit gördü Diğeri dahi bana düşman oldu; bu düşmanlıkla bana iftira etti.
Hazret-i Ali (ra) bu cümlesi ile, haricilerin durumunu Yahudilere benzetti; rafızileri dahi, Nasaraya… Onlar bu durumları ile, hak olan ortanın bir yanına düştüler.
Hazret-i Ali’yi (ra) sevenleri ehl-i sünnetten saymayıp da onu sevmeyi rafızilere has bilen ne kadar cahildir, hayret! Hazret-i Ali’yi sevmek, rafızi alâmeti değildir; asıl rafızi alâmeti odur ki: Üç halifeden teberri edile.. Ashab-ı kiramdan teberri etmek ise, mezmum olup öyle yapan dahi ayıplanır.
Bu manada, İmam-ı Şafii’den şöyle bir şiir vardır.
Al-i Muhammed’i sevense rafızi
Şahid olsun ins ü cin benim rafızi.
Bu şiirle anlatılmak istenen şudur: Ali-i Muhammed’i sevmek, rafızilik değildir. Yani: Bazılarının sandığı gibi… Her ne kadar, bu sevgi için:
-Rafızilik… demiş olsalar da, mezmum olan rafızilik değildir.
Zira, rafıziliğin kötülüğü ancak şu manadan gelmektedir ki, diğerlerinden teberri edilip anlatılır. Ama onları sevmek cihetinden değil. Yani Al-i Muhammed’i sevmek…
Üstte anlatılan manadan ötürü Resulullah’ın (sav) ehl-i beytini sevenler, ehl-i sünnet vel-cemaattan olmaktadır. Ki bunlar: Hakikatta ehl-i beyt şiasıdır.
Şayet ehl-i beyte mahabbet davası güdenler, kendilerini dahi onların şiasından sayanlar, eğer mahabbetlerini ehl-i beyte kısıtlamayıp diğerlerinden teberri etmeden Resulullah’ın bütün ashabına tam manası ile tazim ve tevkir edecek olsalardı ve onların arasında geçenleri daha iyiye yormuş olsalardı bunlar dahi ehl-i sünnete dahil olmak sureti ile harici olmaktan ve rafızilikten çıkarlardı. Çünkü:
Ehl-i beyte mahabbetin olmayışı, hancılıktır.
Ashabdan teberri etmek, rafıziliktir.
Bütün ashaba saygılı olarak ehl-i beyti sevmek ise, sünnettir.
Hulasa Sünni olmanın binası, Resulullah (sav) Efendimizin ashabını sevmektir. İnsaf sahibi akıllı kimse odur ki: Ehl-i beyti sevmesine binaen ashab-ı kirama buğuz etmeye… Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine uyarak, onların tümünü seve… Zira bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse onları severse, beni sevdiği için sever, onlara bugzeden dahi bana buğzettiği için buğzeder.”
***
Biz, tekrar esas sözümüze dönelim. Deriz ki:
-Ehl-i sünnet vel-cemaatta, ehl-i beyt mahabbetinin olmayışı, nasıl zannedilebilir? Halbuki bunlar katında onlara mahabbet duymak, imanın bir parçası durumundadır. Yine onlar katında, son nefesin selâmetle verilmesi bunlara karşı beslenen sevginin kalbe yerleşmesine bağlıdır.
Bu Fakir’in muhterem pederi, pek çok zamanlarda, ehl-i beyt sevgisine rağbet ettirirdi. Kendisi dahi, zahir ve batın ilmini bilirdi. Bu manada derdi ki:
-Son nefesin selâmetle kapanmasında, ehl-i beyte olan mahabbetin büyük dahli vardır. Yerinde olur ki, bu hususta tam manası ile riayet edile.
Bu Fakir, onun ölümle sonuçlanan hastalığında yanında hazır idim. Az da olsa, bu aleme karşı bir şuuru vardır. O vakit bu kelâmını anlatıp o mahabbetin açıklanmasını istedim; o halet içinde şöyle dedi:
Ne var ki, muhalifler, bu manadan yana gaflet içindedirler. Onları orta halli sevmeyi bilmemektedirler. Kendileri için, ifrat tarafını tercih edip bunun ötesine de tefriti (sevgisizliği) sanarak, haricilik hükmü verdiler. Bunu da haricilerin mezhebi sandılar.
Bunlar bilmezler ki, ifrat ve tefrit arasında bir orta sınır vardır; bu da, hakkın merkezi ve doğruluğun yeridir. Bu durum dahi, ehl-i sünnet vel-cemaata nasib olmuştur. Allahu Taala, onların çalışmalarını şükrana lâyık eylesin.
Asıl şaşılacak bir durum vardır ki; o da şudur: Ehl-i sünnet olanlar o kimselerdir ki, haricileri katletmişler ve ehl-i beyt düşmanlarını da kökünden temizlemişlerdi. Bu vakitte dahi, rafıziliğin ne ismi vardı; ne de resmi. Olanlar olsa da, yok hükmünde idiler.
Bunlar kendi fasit inançlarına göre, ehl-i beyti sevenleri rafızi tasavvur ettiler. Ehl-i sünneti dahi bu alâkadan dolayı, rafızi olarak hayal ettiler.
Bu ne şaşırtıcı bir muameledir ki, ifrat derecede muhabbet olmayışından dolayı, ehl-ı sünneti bazan haricilerden sayarlar; bazan da onlarda mahabbetin kendisi olduğu için rafızi sayarlar.
Yine bunları, cehaletlerinden ötürü görürsün ki: Muhammed’e sevgi izhar eden ehl-i sünnetten büyük velileri kendi zanlarına göre rafızilerden sayarlar.
Diğer üç halifeye tazim edip saygılı olmaya teşvik eden ve ifrat derecede muhabbetten dahi men eden pek çok büyük ehl-i sünnet alimlerini dahi harici sanırlar.
Ah! Bin kere ah! Bilhassa bu münasebet almayan cür’etlerinden dolayı.
Mahabbetin ifratından ve tefritinden Allahu Taala bizi korusun…
Mahabbetin ifratından dolayıdır ki, mahabbetin tahakkuku için, üç halifeden teberriyi şart koştular. Hatta diğerlerinden de… İnsaf gerek. O mahabbetin manası nedir ki, husulü için, Resuluilah’ın (sav) naiplerinden ve yerine kaimmakam olanlardan teberri şart olur? Hatta o Hayrü’l-beşer’in (sav) ashabına sövülüp taan dahi o mahabbetin şartı olur? Allah onların tümünden razı olsun.
Onlara göre, ehl-i sünnet olanların günahı o ki: Ehl-i beytin mahabbeti ile ashabın tümüne saygı göstermeyi birleştirmişlerdir; ikisini bir arada görmüşlerdir. O kadar ki: Onlardan hiçbirini, aralarında münazaaların olmasına rağmen, kötülükle anlatmazlar. Onları beşeri saplantılardan ve nefsani arzulardan tenzih ederler. Yani aralarında geçen işlerden dolayı. Bunu da, Resulullah’ın sohbetine tazim için yapar; onun ashabına ikram babında yerinde görürler. Durum böyle olmasına rağmen, haklıya haklı; batıla da batıl olduğunu söylerler. Ama, bu batıl olma durumunu, heva ü hevesten tenzih edip görüşe ve içtihada havale ederler.
Rafıziler ehl-i sünnet vel-cemaât olanlardan ancak şu şartlar altında razı olurlar:
a) Kendileri gibi, sair ashab-ı kiramdan teberri edecekler.
b) Kendileri gibi, bu büyüklere kötü zanda bulunacaklar. Nitekim, haricilerin rızası dahi şunlara bağlıdır:
a) Ehl-i beyte düşmanlık güdülecek.
b) Al-i Muhammed’e dahi buğuz edilecek.
Resulullah Efendimize salâtlar ve selâmlar. Ashabın, dahi hepsinden Allah razı olsun.
Bir ayet-i kerime meali:
“Rabbimiz, bize hidayet eyledikten sonra, kalblerimizi kaydırma. Bize, katından rahmet hibe eyle; zira sen hibesi en çok olansın.”(3/8)
***
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin; ehl-i sünnet vel-cemaat büyükleri katında, birbirleri ile münazaa vaktinde, Resulullah (sav) Efendimizin ashabı üç fırkaya ayrılmıştır:
a) Delil ve içtihad ile, haklı oluşun Hazret-i Ali tarafından olduğunu bilmiş olanlar.
b) Delil ve içtihad ile, hakkı olmanın diğer tarafta olduğunu görmüşlerdir.
c) Çekimser duranlardır. Bunlar, delil ile hiçbir tarafı tercih etmemişlerdir.
üstte anlatılan manadan ötürü, içtihadları iktizasına göre, Hazret-i Ali (ra) tarafına birinci taife için yardım gerekli oldu.
İkinci taifeye ise, içtihadlarının müeddi olduğu manada, diğer tarafa yardım etmeleri gerekli oldu.
Üçüncü taifeye ise, durmak gerekli oldu. Bunlar hakkında, birinden birini tercih etmek hata oldu.
Durum anlatıldığı gibi olunca, her fırka, kendi içtihadına göre amel edip kendilerine vacib olan ve uhdelerine düşen ile amel etti. Bu manadan ötürü, onlar hakkında ayıplamanın ne yeri olur? Onlara taan etmek nasıl yakışık alır? Bu hususta İmam-ı Şafii’nin şöyle dediği anlatılmıştır:
-O bir kandı, Allahu Teala, ellerimizi ondan temiz bıraktı; biz de dilimizi ondan yana temiz tutalım.
Aynı mana, Ömer b.Abdülaziz’den de anlatıldı. Allah onlardan razı olsun.
Üstte anlatılan ibareden de anlaşılıyor ki, bir tarafın haklı olduğu, diğer tarafın dahi hatalı olduğu üzere dudak oynatmak, onların her birini, hayrın dışında bir mana ile anlatmak dahi yerinde değildir.
Resulullah (sav) Efendimizin bir hadis-i şerifinde bu manayı şöyle anlattı:
“Ashabım anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz.”
Bunun açık manası şudur:
-Ashabım, aralarındaki münazaa dolayısı ile veya başka bir hususta anlatıldığı zaman, kendinizi tutunuz; bir tarafı, diğer taraf üzerine tercih etmeyiniz.
Lâkin, ehl-i sünnet uleması topluluğu, kendilerine delillerle zahir olan manadan ötürü hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafından olduğuna; muhaliflerinin dahi, hata yoluna girdiklerine zahib olmuşlardır. Ne var ki, burada anlatılan hata, içtihada dayalı bir hata olduğundan, levm etmekten ve taanda bulunmaktan uzak olmaktadır. Tahkirden tenzih edilip ayıplamaktan dahi beri kılınmıştır.
Hazret-i Ali’nin (ra) şöyle dediği nakledilmiştir:
-Kardeşlerimiz bize asıl geldiler; ama onlar ve küffardır, ne de fasıklar. Zira, kendilerinden küfrü ve fışkı atacak tevilleri vardır.
***
Gerek ehl-i sünnet, gerekse rafıziler; her ikisi de, Hazret-i Ali’ye (ra) karşı savaşanları hatalı bulup hakkın, onun tarafında olduğunu söylerler. Ne var ki, ehl-i sünnet, tevilden naşi:
-Hata…
Lâfzı üzerine fazla bir şey ıtlak etmezler. Yani Hazret-i Ali’ye (ra) karşı savaşanlar için onlara taan edip ayıplamaktan dillerini tutarlar. Bu babda, Hayrü’l-Beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbeti hakkına riayet ederler;
ona salât ve selâm olsun. Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ashabım hakkında, benden sonra garaz tutmayınız.”
Yani ashabımı ayıplayıp onlara kin, garaz bağlamaktan sakının; bu manada Allah’tan korkun. Zira, bu cümlede geçen, lâfza-i celâli, işin ehemmiyetine göre, tekid için kullanılmıştır.
Resulullah (sav) Efendimiz, bir başka hadis-i şerifinde şöyle buyurdu:
Ashab-ı kirama tazim ve onlara karşı saygılı olmak babında çokça hadis-i şerif varid olmuştur. Bu manadan ötürü, onların tümüne karşı izzet ikram göstermek yerinde olur. Onlann yanılmalarını dahi, iyiye yormak lâzımdır. Bu meselede, ehl-i sünnetin yolu budur.
Rafizilere gelince… bu babda galeyana gelmektedirler. Hatta o kadar ileri gitmektedirler ki, Hazret-i Ali (ra) ile savaşanların küfrüne hükmetmektedirler. Onlar hakkında çeşitli taan edip ayıplamanın çeşitli sözlerini kullanarak, dillerini kirletmektedirler.
Eğer gaye, hakkın Hazret-i Ali (ra) tarafında olduğunun zuhuru, ona karşı savaşanların hatalarını da izhar ise, bu hususta ehl-i sünnetin tercih ettiği yol yeterlidir; itidal üzeredir.
Din büyüklerine taanda bulunmak, dinden ve diyanetten uzaktır. Nitekim, rafıziler bu yolu tutmuşlardır. Sanmışlardır ki, Resûlullah’ın ashabına kötü söylemek, dinleri ve imanlandır. O ne kötü bir dindir ki; onun en büyük parçası Resûlullah’ın (sav) naiplerine sövüp onun halifelerine kötü söz etmektir.
Bid’at ehli taifeden her biri, bir bid’at yolunu tutup onunla ehl-i sünnetten ayrıldı. Ne var ki, harici ve rafızi fırkaları, onların tümü arasında haktan ve doğrudan en uzak olanıdır. Cidden durum budur. Din büyüklerine sövüp lanet okumak, onların imanlarının en büyük parçası olunca, onların haktan yana nasıl nasibi olabilir?
Rafıziler, on iki fırkaya ayrılmıştır. Bütün bu fırkalar, Resulullah (sav) Efendimizin ashabına küfür eder ve Hulefa-i Raşidin’e sövmeyi dahi kendilerine göre ibadet(!) olarak itikad ederler. Ve bu cemaat, kendilerine:
-Rafızi, isminin verilmesinden sakınırlar ve inanırlar ki, rafıziler kendilerinden başkasıdır. Şu manadan ötürü ki: Hadis-i şeriflerde, rafıziler hakkında, çok şiddetli tehditler vardır.
Keşke onlar; rafızilik sözünün manasından sakınıp Resûlullah’ın (sav) ashabından teberri etmekten dahi sakınmış olsalardı.
Hindistan beldelerinin Hanud’u, yani Mecusileri dahi, kendilerine:
-Hanud, ismini verip küfürden sakınırlar ve kendilerini küffardan saymazlar. Sanırlar ki: Dar-ı harpte olanlar küffardır. Bu anlayışta da yanılırlar. Çünkü her iki sınıf da, küfrün hakikati ile tahakkuk etmiştir.
Bunlar, Resûlullah’ın (sav) ehl-i beytini de kendileri gibi sanmışlardır. Onları da hayal etmişlerdir ki, Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) Hazret-i Ömer’e (ra) düşmandırlar. Yine bu taife ehl-i beytin ileri gelenlerine iki yüzlülük hükmü verip onları münafık sanırlar; aldatmacı olarak kabul ederler. Yine sanırlar ki Hazret-i Ali (ra) Hutefa-i Raşidin ile otuz sene, münafık arkadaşlığı gibi, tü’kat hükmü ile arkadaşlık etti. Hakları olmadan yersiz olarak, onlara tazim edip saygı gösterdi. Bu ne biçim muameledir ve ne biçim cemilekârlıktır!…
Eğer Resûlullah’ın (sav) ehl-i beytine mahabbet, Resulullah’a mahabbet sebebi ile olmakta ise, yerinde olur ki, Resûlullah’ın (sav) düşmanlarına dahi, aynı şekilde düşman olalar. Onlara dahi, ehl-i beyt düşmanlarına sövmekten daha çok sövüp lanet edeler. Halbuki, bu taifenin hiçbirinden, Ebu Cehil’e sövüp lanet eden duyulmamıştır. Halbuki o, Resûlullah’ın en şiddetli düşmanlarından idi. Resulullah’a (sav) dahi, her çeşit ezayı ve cefayı yapmıştır. Durum böyle olmasına rağmen, onların hiçbiri, Ebu Cehil’in kötülüğünü anlatma babında dilini oynatmamıştır.
Hazret-i Ebu Bekir’e gelince, erkekler arasında, Resulullah (sav) Efendimize en sevgili olanıdır. Kendi bozuk kanatlarına göre, onu da, ehl-i beyte düşman bilip ona sövüp taan etmekle dillerini uzatırlar. Kendisi ile münasebeti olmayan işleri ona bağlarlar. Bu nasıl dindir ve nasıl diyanettir!..
Allah saklasın… Takdir eylemesin ki, Hazret-i Ebu Bekir ve Hazret-i Ömer ve sair ashab-ı kiram Resûlullah’ın (sav) ehli beytine düşman olalar. Allah onlardan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimizin âline buğzedip adavet besleyeler.
Keşke bu insaf libasından soyunanlar, ashab-ı kiramın büyüklerinin ismini söylemeden ehl-i beyt düşmanlarına sövselerdi ve din ulularına kötü zan izhar etmeselerdi; o zaman, bu hususta ehl-i sünnet ile aralarında muhalefet kalmaz, kalkardı. Zira, ehl-i sünnet dahi ehl-i beyt düşmanlarına adavet ederler. Onları taan ederek ayıplarlar.
Ehl-i sünnetin iyilikleri arasındadır ki, küfrün her çeşidine girip o hali ile müptelâ olan belli bir şahsın dahi küfrüne kail olup da; cehennemlik olduğunu söylemezler. İşin sonunda tevbe edip İslâm dinine girme ihtimali olduğundan, ona lanet edilmesine dahi cevaz vermezler.
Onların…
-Lanet, sözü edilmesine verdikleri cevaz, bir şahıs tayini edilmeden mutlak olarak umum kâfirler üzerinedir. Bilhassa, kesin delille, son nefesini kötü olarak verdiği bilinmeyen bir kimseye öyle bir lanet edilmesine asla cevaz vermezler.
Rafizilere gelince… hiç sakınmadan, Hazret-i Ebu Bekir’e (ra) ve Hazret-i Ömer’e (ra) lanet okumakta ve ashabın ileri gelenlerine dahi sövüp taan etmektedirler. Hem de, hiç aldırış edip korku duymadan… Allahu Teala, onları doğru yola hidayet eylesin.
Bu bahiste, ehl-i sünnet ile, onların muhalifleri arasında büyük bir ihtilâf vardır. Bu dahi, iki makamda olmaktadır. Şöyle ki:
BİRİNCİ MAKAM
Ehl-i sünnet, dört halifenin de hilâfetinin hak olduğuna kaildirler. Bu dört halifeden her biri için derler ki:
-Hakkı ile halifedir.
Şu manadan ötürü ki; mugayyebattan haber yolu ile, bu babda hadis-i şerif varid olmuştur ve şudur “Benden sonra hilâfet otuz senedir.”
Anlatılan bu müddet dahi Hazret-i Ali’nin (ra) hilâfeti ile sona erip tamam olmuştur.
Bu hilâfet tertibi dahi hak üzeredir.
Ehl-i sünnet muhaliflerine gelince… üç halifenin haklı hilâfetini kabul etmeyip inkâr ederler; onların hilâfetini dahi, zorbalığa ve tağallübe bağlarlar. Hazret-i Ali’den (ra) başkasını hak üzere imam olduğuna itikad etmezler.
Bu üç halifeye Hazret-i Ali’den (ra) gelen biati dahi, iki yüzlülüğe hamlederler. Ashab-ı kiram arasındaki arkadaşlığı dahi, nifak olarak kabul ederler. Aralarındaki mudarayı dahi hilekârlık, kandırmacılık tasavvur ederler. Çünkü, bunların fasit inançlarına göre, Hazret-i Ali’nin (ra) muvafıkları, onun muhalifleri ile, iki yüzlülük hükmünce münafık arkadaşlığı etmiştir. Dilleri ile, izhar ettikleri kalblerindekinin aksidir.
Bu taifenin kanaatına göre; Hazret-i Ali’nin (ra) muhalif tarafı, kendisinin ve kendisine muvafakat edenlerin düşmanıdır. Hazret-i Ali’nin (ra) ashabı dahi, nifak yollu olarak öbürlerinin ahbabıdır. Dostluk suretinde düşmanlık izhar etmişlerdir.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca; Resulullah (sav) Efendimizin bütün ashabı, bunların bozuk inançlarına göre münafık idi; hilekâr ve aldatmacı idi. Dış durumları ile, içlerinde sakladıklarının aksini izhar ederlerdi. Böylelikle bu ümmetin şerlileri(!) bu firaka göre ashab-ı kiramdır. Yine bunlara göre, sohbetlerin en şerlisi ve kötüsü de, Hayrü’l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin sohbetidir. Zira, onlara göre, böyle olan ahlâk-ı zemime ondan gelmiştir. Yine, asırların dahi, en şereflisi, ashab-ı kiramın bulunduğu asırdır. Zira, onlara göre o devir; nifak, adavet, buğuz ve hasedle doludur. Halbuki, Allahu Teala, ashab-ı kiram için, Kur’an-ı Mecid’inde şöyle buyurdu:
“…kendi aralarında merhametlidirler.”
Allahu Teala, onların kötü itikadlarından bizleri korusun.
Bu taifenin anlattığına göre, eğer bu ümmetin sabıkları anlatıldığı gibi, kötü ahlâkla muttasıf idiyse, onlara sonradan katılanlarda nasıl hayır bulunur?
Bu taife, Kur’an ayetlerinde ve hadis-i şeriflerinde gelen; Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinin fazlına, ashab-ı kiramın dahi faziletine, bu ümmetin dahi hayırlı ümmet olduğuna dair manaları hiç görmemişlerdir. Yahut onu görmüşler velâkin, ona inanıp tasdik etmemişlerdir.
Halbuki, Kur’an ve hadis, ancak ashab-ı kiramın tebliği ile bize ulaşmıştır. Ashab-ı kirama taan edilince durum nasıl olur? Onların sebebi ve onların yolu ile, Kur’an dahi zaruri olarak taana uğramış olur. Böyle bir manadan dolayı Allah’a sığınırız.
Üstte anlatılan manalar açısından bakılınca, her halde bu zümrenin kasdı dini iptal edip Resulullah (sav) Efendimizin şeriatını inkâr etmektir. Dış. surette, ehl-i beyte mahabbet izhar edip hakikatte onun şeriatını iptala çalışırlar.
Keşke bunlar, Hazret-i Ali’yi ve onun taraftarlarım hallerine bıraksalardı da, onları mekir ve nifak ehlinin damgası olan iki yüzlü olmakla damgalamasalardı.
Yine onların anlattıklarına bakılarak; Hazret-i Ali’nin (ra) taraftarlarında ve muhaliflerinde ne gibi bir hayır olabilir ki? Onlar birbirleri ile, tam otuz sene münafık olarak arkadaşlık etmişlerdir. Hile ve aldatmaca ile birbirleri için geçinmişlerdir. Şimdi bunlara nasıl itimad edilir!..
Yine bu zümre, ashaptan bu Hüreyre’ye (ra) taan ederler. Ama, bilmezler ki, ona taan etmekle şer’i hükümlerin yansına taan etmek vardır. Bu manadan olarak, muhakkikin ulema şöyle demiştir:
-Dini hükümlere dair üç bin hadis-i şerif gelmiştir.
Yani sünnet olarak, seri hükümlerden üç bin hüküm tesbit edilmiştir.
Ve bu hükümlerin bin beş yüzü, Ebu Hüreyre’nin rivayeti ile tesbit edilmiştir.
Üstte anlatılana göre, Ebu Hüreyre’ye (ra) taan etmek, şer’i hükümlerin yansına taan etmektir.
Bu hususta, İmam-ı Buhari şöyle anlattı:
-Ebu Hüreyre’nin ravileri ashab-ı kiramdan ve tabiin-i izamdan sekiz yüzü (veya altı yüzü) geçer. Bunlardan bir tanesi de İbn-i Abbas olup İbn-İ Ömer dahi ondan rivayet etmiştir. Enes b.Malik ve Cabir b.Abdillah dahi onun ravileri arasındadır. Allah onlardan razı olsun.
Ebu Hüreyre’ye taan yolunda, Hazret-i Ali’den (ra) nakledilen hadis iftira yollu bir hadistir. Nitekim bunu, ulema tahkik etmiştir.
Resulullah (sav) Efendimizin Ebu Hüreyre’ye (ra) fehimli olması yolundaki duası dahi, ulema arasında bilinen bir şeydir. Ebu Hüreyre (ra) bizzat kendisi bunu şöyle anlatmıştır:
-Resulullah (sav) Efendimizin bir meclisinde hazır idim. Şöyle buyurdu:
“Sizden kim ridasını yayar ki, ona makalemi feyiz olarak bırakayım da; onu kendisine sardıktan sonra, bir daha onları unutmaz.”
Bunun üzerine üzerimde bulunan örtüyü yaydım; Resulullah (sav) Efendimiz feyiz makalesini ona bıraktıktan sonra, alıp göğsüme bastırdım. Bundan sonra da hiçbir şey unutmadım.
Din büyüklerinden bir şahsı, sırf bir zanla Hazret-i Ali’nin (ra) düşmanı bilmek ve ona sövmeye, taan ve lanet etmeye cevaz vermek insaftan uzaktır.
Bütün bu anlatılanlar, ifrat derecede olan mahabbetin afetlerindendir. O dereceye vardılar ki, neredeyse boyunlarını iman bağından sıyıracaklar.
Bir an, faraza Hazret-i Ali (ra) için, ikiyüzlü olmak cevazına varılsın. O halde, Hazret-i Ebi Bekir ve Hazret-i Ömer hakkında daha faziletli olduklarını anlatan tevatüren kendisinden nakledilen rivayetlerine ne derler?
Tıpkı bunun gibi, hilâfeti zamanında ve memleket idaresi altında iken, üç halifenin haklı olduklarına dair kendisinden sudur eden kelâma ne derler? İkiyüzlülük, ancak şunun için kullanılır ki: Kendi hilâfet hakkını gizleyip üç halifenin dahi hilâfetinin batıl olduğunu da izhar etmeye. Amma, üç halifenin hilafette haklı olduklarını izhar edip Hazret-i Ebu Bekir’in ve Hazret-i Ömer’in daha faziletli olduklarını beyan etmek, kendi başına bir iş olup ikiyüzlülüğün ötesindedir. Doğru sözlü olmaya ve iyiye yormaktan başka yanı yoktur. Bu mana, ikiyüzlülükle kaldırılacak gibi değildir.
Şu da bir gerçektir ki, üç halife ve diğerlerinin faziletleri hakkında çok hadis-i şerif gelmiştir. Bunlar meşhur olup manada tevatür haddine gelmiştir. Hatta, bunlardan bir cemaat, cennetle müjdeli olmuştur. Bu hadis-i şerifler için ne diyebilirler? Çünkü, ikiyüzlü olmak, peygamberlere caiz değildir. Zira, enbiyaya tebliğ gereklidir. Onlara salât ve selâm olsun. Kaldı ki, bu hususta, Kur’an ayetleri dahi nazil olmuştur; onlar ise, ikiyüzlülük tasavvur edilemez. Allahu Teala, onlara insaf versin.
Sonra…
Akıllı olanlar katında malum bir durum vardır ki, şudur İkiyüzlü olmak korkaklıktan gelir. Böyle bir sıfatın dahi Allah’ın Arslanı Hazret-i Ali’ye bağlanması münasebetsiz bir şey olur. Beşeriyet hükmüne göre, böyle ikiyüzlü olma durumuna, bir iki saat veya bir iki gün cevaz verilse yeri olur. Amma, Allah’ın Arslanı için böyle bir sıfatı otuz sene kadar sabit görmek, bu müddet içinde de ikiyüzlü olmakta ısrar ettiğine kail olmak, cidden kötü bir şeydir. Halbuki ulema şöyle demiştir:
-Küçük günahlar üzerinde ısrarla devam edip durmak büyük günahtır.
Bu mana açısından bakılınca, şikak ve nifak erbabının sıfatlarından bir sıfat üzerine ısrar edip devamlı durmak için ne hüküm vardır? N’olurdu, keşke bu işin ne kadar çirkin olduğunu anlayabilselerdi?
Bunlar, Hazret-i Ebu Bekir’in (ra) ve Hazret-i Ömer’in (ra) önde olmasına şunun için razı olmayıp kaçtılar: Zira Hazret-i Ali (ra) küçük düşüp ihanete uğramaktadır. Yani kendi fasit zanlarına göre.
Üstte anlatılan mana dolayısı ile de, Hazret-i Ali (ra) için ikiyüzlü olmanın isbatını tercih ettiler. Ne var ki, bu sıfatın şenaatini anlayamadılar. Eğer onun şenaatına karşı anlayışları olsaydı; iki işin daha hafifini tercih ederlerdi.
Bu manada derim ki:
-Hazret-i Ebu Bekir’i (ra) ve Hazret-i Ömer’i (ra) önde görmekte Hazret-i Ali (ra) için bir küçüklük yoktur. Zira onun hilâfet hakkı olduğu üzere bakidir. Velayet derecesi, hidayet rütbesi, irşad menzilesi dahi olduğu üzere yine bakidir. Amma, onun ikiyüzlü olma isbatında onun için bir noksan ve ihanet vardır. Zira bu sıfat, nifik erbabının hususiyetleri arasındadır. Mekir ve hile erbabının ayrılmaz vasıfları arasında sayılır.
***
İKİNCİ MAKAM
Bu kısım, ashab-ı kiram arasında geçen meselelere ayrılmıştır.
Şöyle ki:
Allah çalışmalarını şükrana lâyık eylesin. Ehl-i sünnet vel-cemaat, hayrü’l-beşer Resulullah (sav) Efendimizin ashabı arasında geçenleri ve aralarındaki münazaaları iyiye yormuşlardır. Bu işleri de, nefsani arzudan ve batıla saplantıdan uzak kabul edilmişlerdir. Zira, Resulullah (sav) Efendimizin sohbetinde; onların nefisleri pak olmuştur. Gönül sahaları dahi, düşmanlıktan, çekemez olmaktan, hasetten yana temizlenmiştir.
Bu babda netice söz şudur Madem ki, onlardan her birinin kendine has görüşü ve içtihadı vardın her müçtehide dahi ictihadi uyarınca amel etmek vaciptir; artık değişik görüşler sebebi ile zaruri olarak, bazı işlere dair aralarında bir müşacere ve muhalefet lâzım gelmiştir.
Onlardan her birinin, kendi görüşüne uyması doğrudur. Bu manadan ötürü onların muhalefetleri, muvafakatları gibidir. Zira hak içindir; nefsani heva ve heves, nefs-i emmareye ittiba için değildir.
Hazret-i Ali’nin muhaliflerini, rafıziler tekfir etmektedirler; bunlar hakkında çeşitli şenaatin yapılmasına ve taan edilmesinin her türlüsüne cevaz vermektedirler.
Biraz duralım.
İçtihada kalan işlerin bazılarında; Resulullah (sav) Efendimizin hükmüne dahi ashabın muhaletleri kötü olmamıştır; bunun için de, ayıplanmamışlardır. O zaman vahyin nüzulü devam etmesine rağmen, bu işten onları almak babında bir mana çıkmamıştır.
Şimdi gelelim işin özüne:
Nasıl olur da, içtihada dayalı bazı işlerde, Hazret-i Ali’ye muhalif olanlar kâfir olur? Ona muhalif davrananlar dahi, ne sebeple, taana uğrayıp ayıplanırlar? Böyle bir şey nasıl olur ki, muhaliflerin pek çoğu ehl-i İslâm’dan idi; sahabe-i kiramın ileri gelenlerinden idi. Hatta onların bazıları, cennetle müjdeli idi. Mana böyle olunca, onları tekfir etmek, öyle kolay bir iş değildir.
Bir ayet-i kerime meali:
“Ağızlarından çıkan öyle bir kelime ki, çok büyük.”(18/5)
Zira, kendilerine taan edilip kalan muhalifler o kadar çoktur ki, dinin ve şeriatın yarısına yakın bir kısmı onlar tarafından tebliğ edilmiştir. Bunlara taan edilince, dinin yansından itimad kalkar.
Sonra, bunlar nasıl taana hedef edilir ki: Bunlardan hiçbirinden, hiç kimse, gelen rivayeti reddetmemiştir. Ne Hazret-i Ali, ne de diğerleri. Allah onlardan razı olsun.
Sahih-i Buhari ki, Allahu Teala’nın kitabından sonra, kitapların en sahihidir; bu durumu şia dahi tasdik etmiştir. Bu Fakir, şianın en ileri gelenlerinden Ahmed Tibeti’nin şöyle dediğini dinlemiştir:
-Buhari kitabı, Allah’ın kitabından sonra, kitapların en sahihidir.
Bu eserde, Hazret-i Ali’ye muvafakat edenlerin rivayetleri olduğu gibi, ona muhalefet edenlerin dahi rivayetleri vardır. Burada muvafakat ve muhalefete binaen bir tercih yapılmamıştır. Bu eserde Hazret-i Ali’den (ra) rivayet edildiği gibi, Muaviye’den (ra) dahi rivayet edilmiştir. Eğer onun rivayetinde taan şaibesi olmuş olsaydı; asla rivayetini kitabına dere etmezdi. Bundan başka, hadis tenkidçileri dahi, hadis-i şerif rivayetlerinde, muhalefeti, taan menşei olarak almamışlardır. Böyle bir tefrik yapılmamıştır. Şu hususun da bilinmesi yerinde olur ki bütün işlerde, Hazret-i Ali’nin (ra) haklı olması gerekmez. Böyle bir kat’iyet yoktur. Keza, muhaliflerinin dahi tüm işlerde hatalı olmaları gerekmez, isterse muharebe işinde, hak Hazret-i Ali (ra) tarafından olsun. Zira, tabiinden birinci asrın uleması ve müçtehid imamlar, ondan başkasının çoğu meselelerde yolunu da tercih etmişlerdir. Bilhassa ihtilaflı hükümlerin çoğunda; Hazret-i Ali’nin yoluna göre hüküm vermemişlerdir. Eğer hak, tamamen onun tarafına kaymış olsaydı; onun hilâfına hüküm vermezlerdi.
Kazi Şüreyh tabiindendi; içtihad sahibi idi. Hazret-i Ali’nin (ra) mezhebi ile hükmetmedi. Nübüvvete mensubiyeti dolayısı ile, Hazret-i Ali’nin oğlu Hüseyin’in şehadetini makbul saymadı. Allah onlardan razı olsun. Müçtehidler dahi, Şüreyh’in kavline göre amel edip onun yolunu tuttular; oğulun, babası için yapacağı şehadete cevaz vermediler.
Hazret-i Ali’nin (ra) görüşüne muhalif olan diğer meselelerde tercih edilen kavi çoktur. Bu mana, mütebbi ve musanniflere gizli değildir. Tafsil edilmesi uzun olur.
Durum üstte anlatıldığı gibi olunca, Hazret-i Ali’ye (ra) muhalefette itiraza yer yoktur. Onun muhalifleri dahi taana uğrayıp ayıplanan kimseler olamazlar.
HAZRET-İ AİŞE (Allah ondan razı olsun).
Hazret-İ Aişe’ye gelelim. Alemlerin Rabbı Allah Sevgilisinin sevgilisi idi. Taa, bu alemden intikal edinceye kadar, onca makbul ve manzur olmuştur. Resulullah (sav) Efendimiz, vefatı ile sonuçlanan hastalığında, onun hücresinde kalmıştır. Mübarek ruhu da onun hücresinde iken kabzolundu. Bu anda, onun göğsünde idi. Defni dahi, onun pak hücresine yapıldı. Bütün bu şereflerle beraber, kendisi bilgin ve içtihad ehli idi. Allah ondan razı olsun. Resulullah (sav) Efendimiz, dinin bir parçasını ona havale etmişti. Müşkillerin halli işinde ashab-ı kiram, ona müracaat ederdi. Muğlak meselelerin hallini onun vasıtası ile bulurlardı.
Mana üstte anlatıldığı gibi olunca, böyle Sıddıka Müctehide birine, Hazret-i Ali’ye (ra) muhalefeti sebebi ile taan edip ona lâyık olmayan şeyleri yakıştırmaya çalışmak cidden münasebetsiz bir iştir. Resulullah (sav) Efendimize imandan dahi uzaktır.
Eğer Hazret-i Ali (ra), Resulullah (sav) Efendimizin damadı ve onun amcası oğlu ise, Hazret-i Aişe-i Sıddıka dahi onun pak zevcesi ve makbul sevgilisi idi. Resulullah (sav) Efendimize ve bütün ehl-i beytine salât ve selâm.
Bundan evvel, senelerce, Fakir’in âdeti şöyle idi: Bir yemek piştiği zaman, ondan bir hisseyi, Resulullah (sav) Efendimizin âl-i abası olan Hazret-i Ali, Hazret-i Fatıma, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin’in ruhaniyetlerine mahsus kılardım. Allah onların hepsinden razı olsun.
Sonradan, Resulullah (sav) Efendimizi rüyada gördüm; kendisine selâm verdim; fakat o, bana teveccüh ötmedi. Bir başka yana teveccüh etti. Bu sırada Fakir’e şöyle dedi:
-Ben, yemeği, Aişe’nin evinde yerim. Her kim yemek gönderecek ise, Aişe’nin evine göndersin.
Bunun üzerine, Fakir’e yakin hasıl oldu ki; onun mübarek teveccühünün olmayışı, Fakir’in Hazret-i Aişe’ye yemeğe ortak etmeyişimdir. Bundan sonra, Hazret-i Aişe başta olmak üzere, bütün ezvac-ı tahiratı ehl-i beytten hemen hepsini o yemeğe ortak eyledim. Tevessülümü dahi, ehl-i beytin tümüne yapar oldum. Halbuki Resulullah (sav) Efendimize, Hazret-i Aişe cihetinden gelen eza ve cefa, Hazret-i Ali (ra) cihetinden gelen eza ve cefadan daha çoktur. Bu mana dahi, insaf sahibi akıllılara gizli değildir.
Üstte anlatılan mana, şu takdire göredir: Hazret-i Ali’ye (ra) sevgi gösterip tazim etmek, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi, ona akrabalığı dolayısı iledir.
Amma o kimse ki, Hazret-i Ali’nin mahabbetini müstakilen alır; bu mahabbet işinde, Resulullah (sav) Efendimizin sevgisine bir medhal kalmaz; böylesi bahis dışı olup kabil-i hitap dahi değildir. Zira, böylesinin garazı, dini iptal edip şeriatı yıkmaktır. Resuiullah (sav) Efendimizin tavassutu olmadan bir yol tutmak ister. Muhammed’den (sav) alıp Ali’ye rağbet ettirmek ister. Böyle bir şey sırf küfür olup zındıklığın dahi aynıdır. Hazret-i Ali (ra) böyle bir şeyden beridir. Onların yaptıklarından eza duymaktadır.
Çünkü, ashabı ve Resulullah (sav) Efendimizin damatlarını sevmek; Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi ile olmakta ve onlara tazim, tekrim etmek dahi, Resulullah (sav) Efendimize tazim ve tekrim dolayısı ile olmaktadır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse onları severse, benim sevgimle sever.”
Aynı manadan olarak, bir kimse de, onlara buğzederse, Resulullah (sav) Efendimizin buğzu için buğzeder; bu manada dahi Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Bir kimse, onlara buğzederse, benim buğzum için buğzeder.”
Bu hadis-i şerifin daha açık manası şu demeye gelir:
-Ashabıma taalluk eden mahabbet, aynen bana taalluk etmektedir. Onlara olan buğuz dahi, aynen bana taalluk eden buğuzdur.
***
TALHA VE ZÜBEYR (Allah onlardan razı olsun).
Ashab-ı kiramın büyüklerinden olup cennetle müjdeli on kişi arasında bulunuyorlar. Bunlara taan edip ayıplamak hiç münasip bir iş değildir. Bunlara lanet edip tard edenlerin bu yaptıkları kendilerine aittir.
Hazret-i Ömer (ra) vefatından sonra, hilâfet işini şuraya bıraktı. Bu şura azalan altı kişi idi. O altı kişiden ikisi bunlardı. Bunun da, kalanların birini diğerine karşı tercih etme delilini açıktan bulamadığı için yaptı.
Bu ikisi, kendi arzulan ile, hilâfet nasibini bıraktılar. Her ikisi de tek tek şöyle dedi:
-Ben hilâfet hazzımı bıraktım.
Talha o zattır ki, Resulullah (sav) Efendimize karşı kötü edep tavrı takındığından, babasını öldürdü; başını da getirdi. Bu fiilinden dolayı da, Kur’an’da sena edildi.
Zübeyr öyle bir sahabedir ki, onun katili cehennemlik olacaktır. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimiz söyle buyurdu:
“Zübeyr’i katleden cehennemliktir.”
Bu durumda, Zübeyr’e lanet etmek de, onu öldürmekten daha az değildir. Ona lanet eden de, öldüren de aynıdır.
Elhazer… Sonra yine elhazer… Sonra yine elhazer… Sakınmak gerektir. Bilhassa din büyüklerine taan etmekten ve İslâm büyüklerini zemden sakınmalıdır. Onlar öyle zatlardır ki, İslâm kelimesinin ilâsı, Seyyidü’l-enam Resulullah (sav) Efendimize yardım için bütün güçlerini harcamışlardır. Dinin teyidi için, gece gündüz gizli, aşikâr mallarını harcamışlardır.
Resulullah (sav) Efendimizin sevgisi için; aşiretlerini, kabilelerini, çocuklarını, karılarını, vatanlarını, su kaynaklarını, ziraatlarını, ağaçlarını, ırmaklarını bıraktılar. Resulullah (sav) Efendimizin kendisini, kendi nefislerine tercih ettiler. Onun sevgisini, kendi sevgilerine tercih ettiler. Keza, mallarından ve zürriyetlerinden daha üstün tuttular.
Bunlar, öyle zatlardır ki, sohbet şerefine nail olmuşlardır. Bu sohbette dahi, nübüvvet bereketlerini bulmuşlardır. Vahyi müşahede ettiler; yani vahyin gelişini. Meleğin huzuru ile de müşerref oldular.
Harika halleri ve mucizeleri gördüler. O kadar ki, onların gaybleri şehadet oldu. İlimleri de ayn oldu.
Onlara öyle yakın hali ihsan edildi ki, onlardan sonra, hiç kimseye öylesi ihsan edilmedi.
Hatta, başkalarının Uhud dağı kadar yaptıkları altın sadakası, bunların bir veya yarım ölçek kadar yaptıkları arpa sadakasına denk olmaz.
Bunlar, öyle zatlardır ki; Allahu Teala, kendilerini Kur’an-ı Mecid’de sena edip kendilerinden razı olmuştur. Bunlar dahi, Allahu Taala’dan razı olmuşlardır.
Allahu Teala şöyle buyurdu:
“…İşte onların Tevrat’taki vasıfları budur. İncil’deki vasıfları ise, şöyledir: Filizini yarıp çıkarmış, giderek onu kuvvetlendirmiş, kalınlaşmış, sapları üzerinde doğrulup kalkmış bir ekine benzerler. Bu ekicilerin de hoşuna gider. (Ashab hakkındaki bu teşbih) onlarla kâfirleri öfkelendirmek içindir.“(48/29)
Allahu Teala, onlara öfkelenip gayz edenlere:
“Küffar..”(48/29)
ismini verdi. Bunun için, küfürden hâzer edilip sakınıldığı gibi, onlara öfkelenip gayz etmekten dahi sakınmak gerek.
Bu yolda basarı ihsan eden Allah’tır.
***
öyle bir cemaat düşünelim ki, Resulullah (sav) Efendimize anlatılan manada bağlılıkları sıhhat kazanmıştır. Onun katında makbul ve manzur olmuşlardır Allahu Teala, ona salât ve selâm eylesin. Bunlar, bazı işlerde, birbirlerine muhalif tutuma girer ve bu sebeple aralarında bazı atışmalar olur ise, kendi görüşlerinin ve içtihadlarının gereğini yaparlarsa, kendilerine taan etmenin ve yaptıklarına itirazın yeri olmaz.
O kadar ki, o yerde hak ve doğru, ihtilâfın aynıdır; başkasının görüşüne uymamaktır.
Görmez misin ki imam-ı bu Yusuf’un, içtihad derecesine ulaştıktan sonra Ebu Hanife’ye uyması hatadır. Doğrusu, kendi görüşüne uymasıdır. Hatta imam-ı Şafii, sahabenin kavlini kendi görüşünden önde tutmazdı. Ama, hangi sahabe olursa olsun; ister Hazret-i Sıddık, isterse Hazret-i Ali olsun, Allah onlardan razı olsun. Elbette doğruyu, kendi görüşü ile amel etmekte bulurdu, isterse bir sahabenin kavline muhalif olsun.
Üstte anlatılan manaya göre, sahabe olmayan ümmetten bir kimsenin, ashabın görüşlerine muhalefet yeri olunca; birbirlerine muhalif görüşlere sahip oldukları için nasıl taat edilir, ne şekilde taana uğratılabilirler?
Bu arada şunu da söylemek isterim ki:
-Ashab-ı kiram, içtihada dayalı meselelerde, Resulullah (sav) Efendimizin reyine dahi muhalefet etmişlerdir. Ama, onların bu ihtilâfına bir zem gelmiş değildir. Hem de, o zaman, vahiy geliyordu. Bu ihtilâfları için bir engel çıkmadı. Nitekim, bu mana daha önce de anlatıldı. Şayet onların ihtilâfı, Hak katında razı olunan makbul olmayan bir şey olsaldı, elbette bunun için, engelli bir emir gelirdi. Muhalifler için, şiddetli tehdid emirleri nazil olurdu.
Görmez misin ki; seslerini, Resulullah (sav) Efendimizin sesinden yüksek tutan bir cemaat için, mani emir geldi. Bunun için, şiddetli tehdid ayeti nazil oldu. Bu manada, Allahu Teala şöyle buyurdu:
“Ey iman edenler, seslerinizi, Resûlullah’ın sesinden yüksek çıkarmayın. Birbirinize bağırdığınız gibi, sözle ona bağırmayın. Siz farkına varmadan amelleriniz boşa gider.”(49/2)
Bedir gazası esirleri hakkında büyük bir ihtilâf vuku buldu. Bu babda Hazret-i Ömer ve Saad b.Muaz esirlerin katline hükmettiler. Diğerleri dahi, fidye karşılığı olarak, serbest bırakılmasını istediler. Bu manada, Resulullah (sav) Efendimize göre, makbul olan görüş, onları fidye karşılığı serbest bırakmak oldu.
Bundan başka yerlerde dahi, çok ihtilâflar vardır.
Resulullah (sav) Efendimizin, vefatına çıkan hastalığında yaptığı taleb üzerine, kendisine getirilen kâğıt meselesindeki ihtilâf dahi bu kabildendir. Bunu istemekle, Resulullah (sav) Efendimiz ona bir şeyler yazmak istiyordu.
Bu taleb karşısında, bir cemaat, kâğıdın getirilmesini istedi; diğer cemaat ise, buna mani oldu. Hazret-i Ömer (ra) kâğıdın getirilmesine razı olmayanlar arasında idi. Şöyle dedi:
-Allah’ın kitabı bize yeter.
İşte bu sebepledir ki, Hazret-i Ömer’e (ra) sataşanlar sataştı ve onu ayıplayıp dil uzattılar. Halbuki, böyle bir şey, hakikatte taan yeri değildir.
Hazret-i Ömer (ra) şunu biliyordu ki, vahiy zamanı kesildi. Semavi hükümler dahi tamam oldu. Hükümlerin isbatı için dahi, görüş ve içtihaddan gayrı mecal yoktur. Bu meyanda Resulullah (sav) Efendimiz ne yazacak olsa, o yazılacak şeyde, başkalarının da karışması olacaktır. Zira, o yazılacak şeyler içtihada dayalı olacak.
“Ey basiret sahipleri ibret alınız.”(59/2)
Ayet-i kerimesinde mana hükmüne göre, en doğrusu, bu rahatsız halinde Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktır; ondan başkasının görüşü ve içtihadı ile yetinmektir.
Bunun için de şöyle dedi:
-Allah’ın kitabı bize yeter.
Yani kıyas ve içtihad mehazı olarak Kur’an-ı Mecid yeter. Ondan hüküm çıkarmak isteyenlere de yeterlidir. Hazret-i Ömer’in (ra) burada:
-Kitab… olarak hususi manada söylenmesinden murad mümkündür ki; Resulullah (sav) Efendimizin yazmak sadedinde olduğu hükümlerin mehazı Kur’an’dır; sünnet değildir. Bunu karinelerle biliyordu; onun için de:
-Bize sünnet yeter, demesine yer yoktur.
Bu hususta, Hazret-i Ömer’in (ra) mani olması, o sıkıntılı halinde, Resulullah (sav) Efendimizin başını ağrıtmamaktı. Bu da, bir şefkat ve acıma hissinden doğuyordu.
Resulullah (sav) Efendimizin bu kâğıt isteme emri, istihsan için olup vücup için değildir. Ta ki diğerleri, onu istinbat meşakkatından müsterih olalar.
Şayet, Resulullah (sav) Efendimiz, vücub için:
-Bana getirin, manasında, ısrarla emredip üzerinde dursaydı; mücerred ihtilâf sebebi ile ondan vazgeçmezdi.
*** Burada şöyle bir soru çıkabilir:
-Resulullah (sav) Efendimizin öyle buyurduğu vakit, Hazret-i Ömer (ra) şöyle dedi:
-Hele onu iyi anlayınız. (Yani kendinde mi değil mi? Bu söz ne manaya?) Bu cümleden murad nedir? Bunun için şu cevabı verebilirim:
-Her halde, Hazret-i Ömer (ra) anladı ki, o vakitte bu kelâm, Resulullah (sav) Efendimizden, hastalık sebebi ile bir kasd ve bir ihtiyar olmadan südur etmiştir. Ki bu mana:
-Yazayım, buyurmasından da tevehhüm ediyor. Zira Resulullah (sav) Efendimiz ümmi idi. Asla bir şey yazmamıştı. Aynı zamanda şöyle de buyurmuştu:
“Benden sonra dalâlete düşmeyesiniz.”
Din ki kemalini bulmuştur; nimet ki, tamam olmuştur; onunla Mevtanın rızası dahi hasıl olmuştur; bundan sonra nasıl delâlet tasavvur edilir? Bu bir saat içinde ne yazmaya kadir olur ki, onunla dalâlet ilk defa ola? Bu yirmi üç sene içinde yazılanlar yetmedi mi? Bu durumda, o müddet içinde yazılanlarla dalâlet def olmamış; bu şiddetli hastalığın varlığında bir saat içinde bir şey yazacak ve bununla da dalâlet def olacak!..
işte üstte anlatılan manalardan, Hazret-i Ömer anladı ki: O kelâm Resulullah (sav) Efendimizin mübarek dilinden bir kasd olmadan cereyan etmiştir. Yani beşeriyete binaen. Bunun için de şöyle demek istedi:
-Bunun manasını kendisinden sorarak ikinci kere tahkik ediniz.
Bu ihtilâf esnasında, sözler yükselince, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Kalkınız, ihtilâf etmeyiniz.”
Zira, peygamber yanında niza iyi olmaz.
Bundan sonra, artık öyle bir şey söylemedi; ne divitten anlattı; ne de kâğıttan.
***
Şunun da bilinmesi gerekir ki, bazı içtihada bağlı meselelerde, ashab-ı kiramdan gelen ihtilâf, hem de Resulullah (sav) Efendimize nisbetle, Allah korusun, eğer onda heva, batıla saplantı şaibesi olsaydı; o zaman iş, mürted zümresine katılmaya varırdı ve başı İslâm bağından çıkarmak olurdu.
Çünkü, Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı hareket ve kötü muamele küfürdür. Böyle bir şeyden Allahu Teala, bizi korusun. Herhalde bu ihtilâf:
“Ey basiret sahipleri, ibret alınız.”(59/2)
Manasındaki, yüce emre göre idi. Şundan ki, bir kimsede, içtihad rütbesi var ise, başkasının içtihadına uyması ve içtihada dayalı meselelerde başkasının görüşüne gitmesi hatadır; bundan nehyedilmiştir.
Evet, bu arada şunu da belirtelim ki, görüşün ve içtihadın veri olmayan münzel hükümlere uymaktan başka çare yoktur; onlara boyun eğmek dahi vacibtir.
Burada son bir söz de şu ki: iki asırda yaşayanlar, zorlamadan uzak olup ibareleri güzelleştirmeye de ihtiyaçları yoktu. Bütün ihtimamları batın mananın ıslahı idi. Onların zahiri nazardan atılmış olup asla öyle bir şeyin mülâhazası yoktu.
O asırda, edeplere riayet etmek, hakikat ve mana itibarına göre idi; yalnız zahir ve suret itibarına göre değildi. Onların hali dahi, Resûlullah’ın (sav) emrine imtisal idi. Muameleleri dahi, Resûlullah’ın (sav) razı olmadığı şeylerden sakınmak idi.
Onlar, babalarını, analarını, kadınlarını Resulullah (sav) uğruna feda ettiler.
İhlâs ve itikadlarının tamlığındandır ki, Resulullah (sav) Efendimizin tükürüğünü dahi, yere düşmeye bırakmazlardı. O kadar ki, onu alır; yüzlerine, bedenlerine sürerlerdi. Tıpkı bir hayat suyu gibi.
Resulullah (sav) Efendimizin kanı alındıktan sonra; onu içem kasdları dahi, kemal manada ihlâstan gelir. Bu da, meşhur olup bilinen bir manadır.
Şayet bu büyüklerden, yalan ve hile dolu olan bu asır ehline göre; Resulullah (sav) Efendimize karşı edep dışı bir şeyin sudur ettiği vehmini verirse, onu da iyiye yormak lâzım gelir. O vehmi veren ibarenin hasılı dahi giderilmelidir. Hangi kısımdan olursa olsun, o lâfızlar mülâhaza edilmemelidir.
İşte selâmet yolu budur. Başarı ihsan eden Sübhan Allah’tır.
*** Burada şöyle bir şey sorulabilir:
-İçtihada dayalı işlerde, hata yeri olduğuna göre; o zaman, Resulullah (sav) Efendimizden nakledilen tüm hükümlere itimad nasıl olur? -Bunun için, şu cevabı veririm:
-İçtihada dayalı hükümler, gelecekte ve ikinci halde, semavi hükümler durumuna girmiştir. Zira, enbiyanın takririni hata üzere tutmak caiz değildir.
Hüküm çıkaranların içtihadı, değişik görüşleri sübut bulduklatn sonra; Hak katından bir hüküm inerdi; hakkı batıldan ayırdedip doğruyu dahi hatadan ayırırdı. Resulullah (sav) Efendimizin zamanında, bütün hükümler; hatadan mahfuz olarak, kati’i sübut kazandı. Zira, onlar, önden sonra kesin vahiy ile sabit oldu.
Bu hükümleri çıkarmakla, asıl gaye şu idi ki: İçtihad edip hüküm çıkaranlara; çeşitli inayetler gele ve keramet dereceleri de yüksele. Yandan da, doğruyu bulan da değişik derecelerine göre sevaba nail olalar.
İçtihada dayalı meselelerde; müçtehidlerin derecelerinin yükselmesi, bu hükümlerin de kat’iyet kazanması vardır.
Evet, nübüvvet zamanının bitiminden sonra içtihada dayalı hükümler, zanniyet olup amel için faydalıdır; itikad için tesbit edilmiş değildir. Böyle değildir ki, onları inkâr eden kâfir ola. Meğer ki, müçtehidlerin toplu olarak üzerinde karar kıldıkları bir hüküm ola. Bu dahi, itikad için tesbit edilmiş buluna.
HATİME
Bu mektubu, Resulullah (sav) Efendimizin ehl-i beytinin faziletlerini anlatan güzel bir HATİME ile bitirelim. Ona, âline ve ashabına salât ve selâm olsun.
“Ali’yi seven beni sevmiş olun Ali’ye buğzeden bana buğzetmiş olur; Ali’ye eziyet eden bana eziyet etmiş olur; bana eziyet eden dahi Allah’a eziyet etmiş olur.”
Tirmizi, Hâkim ihracı ile sahih olarak Büreyre’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
“Allauh Taala, dört kimseyi bana sevmeyi emretti; onları kendisinin de sevdiğini bana haber verdi.”
Bu arada şöyle denildi:
-Ya Rasulallah, onları bize isimlendir. Bunun üzerine Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:“Ali, onlardandır.”
Ravinin dediğine göre üçü dahi şunlardır: Ebu Zer, Mikdad ve Selman. Taberani ve Hakim’in İbn-i Mes’ud’dan naklen çıkarıp anlattıklarına göre, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu: “Ali’ye bakmak ibadettir.” Bu hadis-i şerif, hasen isnadı ile anlatılmıştır. Buhari ve Müslim, Bera’nın şöyle dediğini anlattılar:
- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan onun boynunda idi; söyle buyuruyordu:
“Allahım, ben bunu seviyorum; sen de sev.” Buhari, Ebu Bekir’den naklen şöyle dediğini anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimiz minberde idi. Hasan dahi onun yanında olup bir halka bir de ona bakıp şöyle buyuruyordu:
“Bu oğlum, seyyiddir. Her halde, Allahu Teala onunla Müslümanlardan iki cemaatın arasına düzeltecektir.”
Tirmizi, Üsame b. Zeyd’in (ra) şöyle dediğini anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimizi gördüm; Hasan ve Hüseyin dahi dizleri üstünde idi. Şöyle buyurdu:
“Bu ikisi, benim oğlum, kızımın oğludur. Allah’ım, ben bunları seviyorum; bunları seveni de seviyorum.”
Tirmizi, Enes b.Malik’in şöyle dediğini çıkarıp anlattı:
- Resulullah (sav) Efendimize şöyle soruldu:
-Ehl-i beytinden hangisi sana daha sevgilidir?
Bunun üzerine, Resulullah (sav) Efendimiz şöyle buyurdu:
“Hasan ve Hüseyin.”
Mesur b.Mahzeme, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlatmıştır:
“Fatıma, benden bir parçadır; ona eza eden bana eza etmiş olur.”
Bir başka rivayette ise, şöyle buyurmuştur:
“Ondan şüphelenen benden şüphelenmiş olur; ona eziyet eden dahi bana eziyet etmiş olur.”
Hakim’in, Ebu Hüreyre’den naklettiğine göre, Resulullah (sav) Efendimiz, Hazret-i Ali’ye (ra) şöyle buyurmuştur:
“Fatıma, bana göre senden daha sevgilidir; sen dahi, bana göre, ondan daha azizsin.”
Hazret-i Aişe’nin (ra) şöyle dediği rivayet edildi:
-İnsanlar, Resûlullah’ın (sav) rızasını taleb ederek, hediyelerini vermek için, Aişe’nin gününü beklerlerdi. Sonra şöyle devam etti:
-Resûlullah’ın (sav) zevceleri iki bölüktü: a) Hazret-i Aişe, Hafsa, Safiye, Sude…
b) Ümm-ü Seleme ve diğerleri.
Ümm-ü Seleme bölüğü söze gelip kendisine dediler ki
-Resulullah ile konuş; insanlara söylesin de, onlar da hediyelerini Resulullah’ı (sav) buldukları yerde versinler.
Ümm-ü Seleme, Resulullah (sav) ile konuştu; bunun üzerine Resulullah (sav) ona şöyle dedi:
“Bana eziyet etme. Zira vahiy Aişe’den başka bir kadının örtüsü altında iken bana gelmedi.”
Bunun üzerine Ümm-ü Seleme der ki:
-Sübhan Allah’a tevbe ederim ya Resulallah, kim sana eziyet edebilir?
Bundan sonra o kadınlar, Hazret-i Fatıma’yı davet edip Resulullah’a (sav) elçi gönderirler. Gelip Resulullah (sav) Efendimize durumu anlatınca, Resulullah (sav) şöyle buyurur:
“Benim sevdiğimi sen de sevmez misin?”
Hazret-i Fatıma, bunun için:
-Evet, severim, deyince, şöyle buyurur: “O halde, bu Aişe’yi sev,” Hazret-i Aişe (ra) diyor ki:
-Resulullah (sav) Efendimizin kadınları arasında, Hazret-i Hatice’yi (ra) kıskandığım kadar hiç kimseyi kıskanmadım. Halbuki onu görmedim. Onun anılması çoktu. Resulullah (sav) her ne zaman bir koyun kesse, onun bir parçasını alır; Hazret-i Hatice’nin yakınlarına yollardı. Çoğu zaman şöyle derdim:
-Sanki Hazret-i Hatice’den başka kadın dünyada yok mudur?
Resulullah ise şöyle derdi:
“O olacağı kadar olmuştur. Ve ondan bana çocuk dünyaya gelmiştir.”
İbn-i Abbas (ra), Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
“Abbas bendendir, ben dahi ondanım.”
Deylemi, Ebu Said’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı:
“Yakınlarım hakkında, bana eziyet edenlere karşı gazabım şiddetlenmektedir.”
Hakim, Ebu Hüreyre’den naklen Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğu anlatıldı:
“Hayırlınız, benden sonra, ehlime hayırlı olanınızdır.”
“Her kim, ehl-i beytime (kötü manada) el atarsa, kıyamette ona yeterim.”
İbn-i Adiy ve Deylemi, Hazret-i Ali’den naklen, Resulullah (sav) Efendimizin şöyle buyurduğunu anlattı: “Sıratta en sabit olanınız, ehl-i beytim ve ashabıma mahabbette
şiddetli olamnızdır.” Bir şiir:
İlâhi, Beni Fatıma hakkına; Son nefesi bağla kavl-i iman..
Duamı ister kabul et ister red; Dostum Al Resule, girip saflarına..
***
Allahu Teala, Resulullah Efendimize; nebilerden, resullerden mukarreb melâike-i kiramdan tüm kardeşlerine ve sair kulların tümüne salât ve selâm eylesin.
Bütün nimetlerin sahibi olan Allaha şeriat dışında şükredilemez.
Din ve bu mânada söylediğimiz şeriat iki kısımdır: İtikad ve amel. Yani, Ehl-i Sünnete inancına göre iman ve ibadet.
İtikad edilmesi çok lazım olanlar: Allah kendiliğinden vardır; şimdi var olduğu gibi, hep var idi ve hep var olacaktır; varlığının önünde ve sonunda yokluk olamaz. Çünkü o’nun varlığı zaruridir. O mekanda, olamaz. Allah birdir, yani şeriki, benzeri yoktur.
Vacibü’l vücud olmakta ve uluhiyette ve ibadet olunmaya hakkı olmakta ortağı yoktur.
Ortağı olmak için Allanın kâfi olmaması, müstakil olmaması lazımdır; bunlar ise kusurdur, noksanlıktır.
Vücup ve uluhiyyet için noksanlık olamaz. O kâfidir, müstakildir, yani kendi kendinedir;
o halde şerike, ortağa ihtiyacı yoktur. Aksi, bir kusurdur, ve vücuba ve uluhiyyete yakışmaz.
Görülüyor ki, şeriki olduğunu düşünmek ortaklardan her birinin noksan olacağını gösteriyor.
Şerik bulunmasını düşünmek, şerik bulunmayacağını meydana çıkarıyor. Demek ki, Allah birdir.
Allahın kâmil, noksan olmıyan sıfatları vardır ki, hayat ( diri olmak ), ilim ( bilmek ), sem’ ( işitmek ), basar ( görmek ), kudret ( gücü yetmek ), irâde ( istemek), kelâm ( söylemek ) ve tekvin ( yaratmak )tır. Bu sekiz sıfata, subutî sıfatlar denir.
Bu sıfatları da kadim’dir, yani sonradan olma değildir ve kendinden ayrı olarak, ayrıca vardır. Ehl-i sünnet alimleri böyle bildirmektedir.
Allah cisim değildir, cisimden değildir, madde değildir, araz, yani hâl değildir. Mekanı yoktur, zamanlı değildir, bir şeye girmiş, bir yere yerleşmiş değildir. Hudutlu, bir şeyle çevrilmiş değildir. Bir tarafta, bir cihette değildir. Bir şeye mensup değildir, bir şeye benzemez, misli ve zıddı yoktur.
Anası, babası, zevcesi, çocukları yoktur. Allah baba, diyen kafir olur.
Bunların hepsi mahlukta, sonradan yaratılanlarda olan şeylerdir ve hepsi noksanlık ve kusur alâmetleridir. Bütün bunlar ise selbî sıfatlardır. “
———–
İMAM-I RABBANi MÜCEDDİDİ ELF-İ SANİ AHMED FARUKi SERHENDi
İÇİNDEKİLER
Akaid Nedir
İmanın Tarifi ve Kapsamı
İcmali ve Tafsili iman
İman ile Amel Arasındaki Bağ
İmanın Artması ve Eksilmesi
İmanın Geçerli Olmasının Şartları
İman-İslam İlişkisi
İtikadi Fırkalar
Büyük Günah Kavramı
Tasdik ve İnkar Bakımından İnsanlar (Mü'min, Kafir, Münafık)
Peygambere Olan İhtiyaç ve Peygamber Gönderilmesindeki Hikmet
Peygamberlerin Sıfatları
Kur'an'da Adı Geçen Peygamberler
Peygamberlik Dereceleri
Ahirete İman
Ahiretin Varlığının İspatı
Kabir Hayatı (Berzah)
Kıyamet ve Kıyamet Alametleri
Kıyametin Kopacağı Zaman
Kıyamet Alametleri
Sur ve Sura Üfürüş
Ba's (Yeniden Dirilme) ve Ahiret Halleri
Haşir ve Mahşer
Amel Defterlerinin Dağıtılması
Hesap ve Sual
Mizan
Sırat
Havuz
Şefaat
A'raf
Cehennem
Cennet
Kaza ve Kaderin Anlamları
Kaza ve Kadere İman
Kader ve Kaza ile İlgili Ayet ve Hadisler
Allah'ın ve İnsanın İradesi
İnsan İradesi ve Fiildeki Rolü
İnsanın Fiillerinin Yaratılması
Tevekkül
Hayır ve Şer
Rızık
Ecel
EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT
Sözlükte Sünnet:
Sözlükte fiil olarak: "Senne'l-emra" bir işi açıkladı anlamındadır. Sünnet, ister övülen, ister yerilen olsun izlenen yol ve gidiş anlamındadır. Peygamber - sallallahu aleyhi ve sellem-'ın şu hadisinde bu anlamıyla kullanılmıştır: "Sizden öncekilerin yollarına (senen) karış karış ve arşın arşın uyacaksınız." (Buharî ve Müslim) Yani din ve dünya ile ilgili yollarını izleyeceksiniz.
Peygamber efendimizin şu hadisinde de bu anlamda kullanılmıştır: "Kim İslam 'da güzel bir sünnet ortaya koyarsa, ona hem o sünnetin ecri, hem de ondan sonra onunla amel edenlerin ecri -onların ecirlerinden bir şey eksiltilmeksizin- verilir. Kim de İslam'da kötü bir sünnet ortaya koyarsa..." (Müslim) yani bir yaşayış şekli, tarzı ortaya koyarsa demektir.9
Terim Olarak Sünnet:
Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın ve ashabının ilim, itikad, söz, davranış ve takrir (yapılıp da itiraz etmedikleri) hususlarda izledikleri yol demektir.
Sünnet aynı zamanda ibadet ve itikatlardaki sünnetler hakkında da kullanılır. Sünnetin karşıtı bid'attir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Gerçek şu ki sizden benden sonra yaşayacak olanlar pek çok ayrılıklar görecektir. Size benim ve doğru yolda hidayet üzere bulunan halifelerin sünnetine bağlanmanızı tavsiye ederim."10
Cemaat:
Sözlük anlamıyla cemaat, bir şeyin parçalarını birbirine yaklaştırmak suretiyle, katmak ve eklemek demek olan cem'den alınmıştır. Ben onu cem ettim o da cem oldu, denilir.
Cemaat, içtimadan türemiştir. Ayrılıp dağılmanın ve ayrılığın zıttıdır.
Cemaat çok sayıdaki insan topluluğu demek olduğu gibi, belli bir maksat etrafında toplanmış bir kesim insan anlamında da kullanılır. Yine cemaat herhangi bir iş üzere toplanmış olan topluluk demektir.11
Terim Olarak Cemaat:
Müslümanların cemaati demek olup, bunlar da ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde uyan, kitab ve sünnet etrafında toplanmış, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in zahiren ve batınen gittiği yolu izleyen bu ümmetin selefi demektir.
Yüce Allah mü'min kullarına cemaat olmalarını, birbirleriyle kaynaşıp yardımlaşmalarını emr ve teşvik etmiş, onlara tefrikayı, ayrılığı ve birbirini boğazlamayı yasaklamıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın ipine topluca sarılın ve ayrılmayın." (Al-i İmran, 3/103),
"Siz kendilerine apaçık deliller geldikten sonra parçalanıp ayrılığa düşenler gibi olmayın." (Al-İmran, 3/105)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: "Şüphesiz bu ümmet yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bunların yetmişikisi ateşte, bir tanesi ise cennette olacaktır ki o da cemaattir."12
"Cemaatle birlikte olmaya bakınız, tefrikadan uzak durunuz. Şüphesiz şeytan tek başına kalanla beraberdir. İki kişiden ise nisbeten uzaktır. Kim cennetin geniş yerini istiyor ise o halde cemaatten ayrılmasın."13
Yüce sahabi Abdullah b. Mes'ud -radıyallahu anh- da şöyle demiştir: "Cemaat tek başına olsan dahi hakka uygun düşen şeydir."14
Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat:
Buna göre ehl-i sünnet ve'l-cemaat, Peygamber, -sallallahu aleyhi ve sellem-'in sünnetine, ashabının ve onların yollarını izleyenlerin sünnetine itikad, söz ve amel hususlarında sımsıkı sarılanlar ile bu şekilde dosdoğru tabi olup, bid'atlerden uzak duran kimselerdir. Bunlar kıyamet gününe kadar ilahi yardıma mazhar olarak kalacaklar, varlıklarını sürdüreceklerdir. Bunlara uymak hidayet, muhalefet etmek ise sapıklıktır.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat birtakım nitelik ve özellikleriyle diğerlerinden ayrılırlar. Bunların bazıları şunlardır:
1- Ehl-i sünnet ve'l-cemaat ister itikad, ister ahkam, ister yasayış bakımından ifrat ile tefrit, aşırı gitmek ile katılık arasında vasat ve itidal üzere olanlardır. O halde bu ümmet diğer ümmetler arasında vasat olduğu gibi, onlar da bu ümmetin fırkaları arasında vasat olanlardır.
2- Dinin hükümlerini sadece kitab ve sünnetten alırlar. Bunlara gereken önemi verirler. Bunların nasslarına teslim olur ve selef yönteminin gereklerine göre bunları kavrarlar.
3- Onların, sözlerinin tamamını aldıkları ve ona uymayan herşeyi bir kenara bıraktıkları, Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in dışında tazim ettikleri herhangi bir imamları yoktur. Rasulullah'ın hallerini, sözlerini ve fiillerini insanlar arasında en iyi bilenler onlardır. Bundan dolayı insanlar arasında sünneti en çok seven, ona tabi olma gayretini en çok ortaya koyan ve bu sünnet ehlini en çok sevenler de onlardır.
4- Din hususunda düşmanlıkları terkederler, düşmanlık yapanlardan uzak kalırlar. Helal ve haram meselelerinde tartışmayı bir kenara bırakırlar, dinin tamamını esas alır ve kabul ederler.
5- Selef-i Salih'i tazim eder, selef yolunun en esenlikli, en ilme uygun ve en muhkem olduğuna inanırlar.
6- Tevili kabul etmezler, şeriata teslim olurlar. Bununla birlikte nakli, akıldan (zihni tasavvurlar) öncelikli kabul ederler ve ikincisinin, birincisine boyun eğmesini sağlarlar.
7- Aynı mesele ile ilgili değişik nassları birlikte ele alırlar ve müteşabih olanları muhkem'in ışığında anlamaya çalışırlar.
8- Hak üzere sebatları, akide hususları üzerinde ittifak edip, değişip duran kanaatlere sahih olmamaları, ilim ve ibadeti şahıslarında toplamaları, Allah'a tevekkül etmekle birlikte sebeplere yapışmaları, dünya nimetlerini elde ederken dünyaya karşı zâhidâne yaşayışları, korku ile ümit, sevgi ile buğz duygularını birlikte taşımaları, mü'minlere karşı merhametli ve yumuşak olmakla birlikte, kafirlere karşı ise sert ve haşin olmaları, zaman ve mekanın değişmesi ile birlikte değişikliğe uğramamaları suretiyle hakka hidayet eden ve dosdoğru yolu gösteren salihlerin önderleridirler.
9- Onlar İslam, sünnet ve cemaatin dışında herhangi bir isim almazlar.
10- Sahih akideyi, dosdoğru dini yaymaya, insanlara bunları öğretip, doğruya iletmeye, onlara içten nasihat edip, onların işleriyle ilgilenmeye önem verirler.
11- İnsanların sözlerine, inançlarına ve davetlerine karşı, insanlar arasında en çok sabredenler, tahammül gösterenler onlardır.
12- Cemaate ve kaynaşmaya çokça gayret ederler, buna davet eder, insanları buna teşvik ederler. Ayrılıkları ve tefrikayı bir kenara bırakırlar, insanları bunlardan sakındırırlar.
13- Yüce Allah onları birbirlerini tekfir etmekten korumuştur. Başkaları hakkında da ilme ve adalete uygun olarak hüküm verirler.
14- Birbirlerini severler, birbirlerine karşı merhametlidirler. Kendi aralarında yardımlaşırlar, birbirlerini tamamlarlar. Ancak dini esaslara bağlı olarak başkalarını dost ya da düşman bilirler. Özetle ehl-i sünnet ve'l-cemaat, insanlar arasında huyları en güzel olanlar, yüce Allah'a itaat etmek suretiyle nefislerini temizlemeye en çok gayret gösterenlerdir. En geniş ufuklu insanlar, en uzak görüşlüler, başkalarının görüş ayrılıklarına en çok tahammül gösterenler, bunun adabını ve usulünü en iyi bilenler onlardır.
Özetle söylenecek olursa, ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in anlamı şudur:
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in fırkalar arasında kurtuluşu vaadettiği kesimdir. Bu vasfın eksenini ise sünnete uymak ve sünnette gelmiş olan itikad, ibadet, hidayet yaşayış ve ahlaka tabi olup, müslüman topluluğuna bağlı olmaktır. Böylelikle ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in tanımı, selefin tanımının dışına çıkmamaktadır. Selefin ise kitab ile amel eden, sünnete sımsıkı sarılan kimseler olduklarını öğrenmiş bulunuyoruz. O halde selef, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in kastettiği ehl-i sünnet, ehl-i sünnet de selef-i salih ile onların yolları üzerinden giden kimselerdir. İşte ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in özel tanımı budur. Bid'atçi ve hevalarının peşinden giden hariciler, cehmiye, mürcie, rafıziler ve diğer bid'at ehlinden olan bid'atçi kesimler bu kapsamın dışında kalmaktadır. Çünkü burada sünnet bid'atin karşısında, cemaat de tefrikanın, ayrılığın karşısındadır. İşte cemaate bağlanmak ve tefrikadan ayrılmak hususunda varid olmuş hadislerden maksat da budur.
Abdullah b. Abbas -radıyallahu anhuma-'nın yüce Allah'ın: "O günde kimi yüzler ağaracak, kimi yüzler kararacaktır. " (Al-i İmran, 3/106) buyruğunu tefsir ederken söylediği:
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in yüzleri ağaracak, bid'at ve tefrika ehli kimselerin yüzleri ise kararacaktır."15 şeklindeki açıklamasında kastettiği de budur.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in genel kapsamlı anlamına gelince, rafızilerin dışında İslam'a intisab edenlerin hepsi girer.
Kimi zaman bid'at ehli ve hevalarının peşinden giden birtakım fırkalar hakkında da ehl-i sünnet ve'l-cemaat denildiği olur. Çünkü bunlar sapık fırkalar karşısında itikadi birtakım meselelerde katıksız ehl-i sünnet'e uygun kanaat belirtirler. Ehl-i sünnet alimleri tarafından bu anlamı ile kullanımı azdır. Çünkü bu sadece birtakım itikadi meseleler ile kayıtlıdır ve muayyen birtakım taifelere karşılık kullanılan bir isimdir. Mesela, hilafet ve ashab-ı kiram meselelerinde rafızilerin karşısında ehl-i sünnet vasfının kullanılması ile diğer itikadi meseleler hakkında kullanılması buna örnek gösterilebilir. Ehl-i sünnet'in karşısında ehl-i bid'at yer alır. Bunların belli başlıları ise hariciler, rafıziler, mürcie, kaderiye ve cehmiye olmak üzere beş fırkadırlar. Buna göre selef-i salih tabiri muhakkik ehl-i sünnet alimlerinin ıstılahında, ehl-i sünnet ve'l-cemaat ile eş anlamdadır. Aynı şekilde onlar hakkında ehlu'l-eser, ehlu'l-hadis, et- taifetu'l-mansura (ilahi yardıma mazhar kesim), el-fırkatu'n-naciye (kurtuluşa eren fırka), ehlu'l-ittiba' (sünnete tabi olanlar) isimleri de kullanılır. Bu isim ve tabirler selef alimleri tarafından çokça kullanılır.16
EHL-İ SÜNNET VET-CEMAAT AKİDESİNİN ÖZELLİKLERİ
Selef-i Salih'in Akidesi Neden Uyulmaya Daha Değerdir? Sahih akide bu dinin esasıdır. Bu esas üzere yükselmeyen herbir yapı sonunda yıkılıp, gider. İşte bundan dolayı Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in ömrü boyunca bu akidenin esaslarını yerleştirmeye ve temellerini derinleştirmeye çokça önem verdiğini görüyoruz. Bu ise sağlam bir kaide ve güçlü bir temel üzerinde insanların yapılarını yükseltmek içindir.
Kur'an-ı Kerîm, Mekke döneminde onüç yıl boyunca değişmeksizin tek bir mesele üzerinde durarak inmeye devam ettiğini görüyoruz. Bu da akide ve yüce Allah'ı tevhid meselesidir. İşte bundan dolayı ve önemli olduğu için Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Mekke döneminde yalnız ona davet ediyor ve ashabını onun üzerinde eğitiyordu.
Selef-i Salih'in akidesini incelemenin önemi saf ve temiz akidenin açıklığa kavuşturulması ile insanların tekrar ona dönmesi uğrunda ciddi çalışmanın zorunluluğu, değişik fırkaların sapıklıklarından ve cemaatlerin ayrıklıklarından onları kurtarmanın zorunluluğunun büyük öneminden kaynaklanmaktadır. İslama davet edenlerin ilk davet etmeleri gereken esas budur.
Selef-i Salih'in Yöntemine Uygun Akide:
O halde selef-i salih'in yöntemine uygun akidenin önemini ortaya koyan ve ona sımsıkı sarılmanın zorunluluğunu gösteren birtakım ayırıcı nitelik ve özellikleri bulunmaktadır. Bu özelliklerin en önemlilerinden bazıları şunlardır:
1- Evvela bu akide tefrikadan ve grublara ayrılmaktan kurtuluşun genel olarak müslümanlığın saflarını, özel olarak da alimlerin ve davetçilerin saflarını birleştirmenin yoludur. Çünkü bu akide yüce Allah'ın vahyi, O'nun Peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem'in getirdiği hidayet ve ilk şerefli nesil ashab-ı kiram'ın izlediği yoldur. Bu esasın dışındaki herbir toplanma neticede -bugün müslümanlanın halinden gördüğümüz gibi ayrılıktır, anlaşmazlıktır, başarısızlıktır. Şanı yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim kendisine doğru yol apaçık belli olduktan sonra peygambere karşı gelir, mü'minlerin yolundun başkasına uyup giderse, onu döndüğü o yolda bırakır ve cehenneme atarız. O ne kötü bir dönüş yeridir!" (en-Nisa, 4/115)
2- Bu akide müslümanları birleştirir, saflarını güçlendirir. Hak üzere ve hakta sözbirliği etmelerini sağlar. Çünkü bu, şanı yüce Allah'ın; "Allah'ın ipine topluca sarılın ve ayrılmayın." (Al-i İmran, 3/103) buyruğunun gereğini kabul etmek demektir. Bundan dolayı müslümanların ayrılıklarının en önemli sebepleri arasında yöntemlerinin farklı oluşu ve bilgi kaynaklarının çok oluşudur. Akide ve bu akidenin öğrenildiği kaynakların bir olması ümmeti birleştirmek için önemli bir sebebtir. Tıpkı bu ümmetin ilk nesli arasında gerçekleştiği gibi.
3- Selef-i Salih'in akidesi müslümanı doğrudan yüce Allah'a ve O'nun Rasulüne bağlar. Onlara sevgi ile bağlar ve onları ta'zime iter. Allah ve Rasülünün önüne geçmemeyi öğretir. Çünkü selefin akidesinin esası, heva ve şüphelerin oyuncağı olmaktan uzak bir şekilde "Allah buyurdu, Rasülullah buyurdu" tavrıdır. Felsefe, mantık, akılcılık gibi yabancı etkilerden ve başka birtakım kaynakların yönlendirmesinden uzaktır.
4- Bu akide gayet kolaydır. Anlaşılır bir akidedir ve nettir. Karışıklığı yoktur, anlaşılmaz ifadeler taşımaz. Karışık anlatımlardan, nassların tahrif edilmesinden uzaktır. Böyle bir akideye inanan bir kimsenin kalbi rahattır. Ruhu huzur içindedir. Şüphe, vehim ve şeytanlığın vesveselerinden uzaktır. Gözü aydındır böyle bir kimsenin. Çünkü bu akideye inanan bir kişi bu ümmetin peygamberi, ashab-ı kiram'ı -Allah hepsinden razı olsun-nın gösterdiği yol üzerinde yürür. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Mü'minler ancak Allah'a ve Rasülüne iman eden ve sonradan şüpheye düşmeyen, sonra da malları ve canları île Allah yolunda cihad eden kimselerdir. İşte onlar sadık olanların ta kendileridir." (el- Hucurât, 49/15)
5- Bu akide yüce Allah'a yakınlaşmanın, O'nun rızasını elde etmenin en büyük sebeplerinden birisidir. İşte bu özellik ve belirtiler ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in değişmez özellikleridir. Hemen hemen her yer ve her zamanda bu özelliklerde farklılık olmaz. Yüce Allah'a hamdolsun.17
Selef-i Salih'in yolu üzerinde giden ehl-i sünnet ve'l-cemaat itikad, amel ve yaşayış bakımından değişmez ve açık esaslar üzerinde yürürler. Bu esaslar ise yüce Allah'ın kitabı ile mütevatir olsun, ahad olsun Rasülullah'ın bütün sahih sünneti ve ashab, tabiîn ve güzel bir şekilde onlara tabi olan bu ümmetin selef'inin bunları anlayışından kaynaklanır. Dinin esaslarını Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- gönlü rahatlatacak bir şekilde açıklamış bulunmaktadır. Bu hususta hiçbir kimse yeni bir şey ortaya çıkartıp, bunun dinden olduğunu iddia edemez. İşte bundan dolayı ehl-i sünnet ve'l-cemaat bu esaslara sımsıkı yapışmış, bid'at olarak ortaya atılan lafızlardan uzak durmuş, şer'î lafızları kullanmaya gayret etmişlerdir. Bu açıdan, ehli sünnet ve'l-cemaat Selef-i Salih'in gerçek uzuntasıdır. O halde ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in kabul ettiği dinin esasları (inanç esasları) aşağıdaki şekilde özetlenebilir:
BİRİNCİ ESAS İMAN ve RÜKÜNLERİ
İman ve Rükünleri:
Selef-i Salih'in yani ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in iman esasları ile ilgili inançları, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in Cibril hadisinde haber verdiği şekilde altı esasa iman etmekve onları tasdik etmek diye özetlenebilir. Peygamber bu hususta kendisine soru sormak üzere gelen Cibril -aleyhisselam-'ın imanın mahiyeti ile ilgili sorusuna şöyle cevab vermiştir: "(İman) Allah'a, meleklerine, kitablarına, Rasüllerine, ahiret gününe inanman ve hayrı ile şerri ile kadere iman etmendir. (Buharî ve Müslim, Kitahu 'l-İman 'da) O halde iman bu altı temel üzerinde yükselir. Bu temelden birisi yıkılacak olursa, elbette ki o insan mü'min olamaz. Çünkü o kimse imanın esaslanndan birisini yitirmiş olur. Nasıl ki bir yapı ancak temel esasları üzerinde yükselebiliyorsa, iman da ancak temel esasları üzerinde yükselir.
İşte bu hususlar imanın rükünleri (esaslan)dır. Kitab ve sünnetin delalet ettiği doğru şekli üzere bütün bunlar gerçekleşmedikçe iman da tamam olmaz. Bunlardan birisini inkar eden bir kişi mü'min değildir.
BİRİNCİ RÜKÜN ALLAH'A İMAN
Allah'a iman, Allah'ın varlığına, O'nun, kemal sıfatlarına sahip olup, tek başına ibadete layık olduğuna inanmak, izleri insanın yaşayışında Allah'ın emirlerine bağlanıp, yasaklarından uzaklaşmasında ortaya çıkacak şekilde buna tam anlamıyla kalbinden inanmaktır. Bu İslam akidesinin temelidir, özüdür, esasıdır. Akide'nin diğer bütün esasları ise buna eklenir ve buna tabidir.
O halde Allah'a iman, O'nun varlığına iman etmeyi ihtiva eder. Şanı yüce Allah'ın varlığına fıtrat, akıl, şeriat ve duyular delalet etmektedir. Allah'ın vahdaniyetine, ulûhiyetine, isim ve sıfatlarına iman etmek de Allah'a iman etmenin kapsamı içerisindedir. Bu da üç türü ile tevhidi kabul edip bunlara inanmak ve bunların gereğini yerine getirmekle olur. Tevhidin üç türü ise: 1-Rububiyetin tevhidi, 2- Ulûhiyetin tevhidi, 3- İsim ve sıfatların tevhididir.
1- Rububiyetin Tevhidi:
Her şeyin biricik Rabbinin ve mutlak malikinin Allah olduğuna, ortağının bulunmadığına, tek yaratıcının O olduğuna, bütün kainatı çekip çeviren, işlerini idare eden, onda tasarruf edenin O olduğuna, kulları yaratıp onları rızıklandıran, hayat veren ve canlarını alanın O olduğuna kesin olarak inanmak, Allah'ın kaza ve kaderine, zatında vahdaniyetine yani bir ve tek olduğuna inanmaktır. Bunun özü fiilleriyle Allah'ı tevhid etmek yani birlemektir.
Yüce Allah'ın rububiyetine iman etmenin gereğine dair şer'î deliller pek çoktur. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi: "Alemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun." (el-Fatiha, 1/1);
"Dikkat edin, yaratmak da, emretmek de yalnız O'nundur. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!" (el-A'râf, 7/54); "Yerde ne varsa hepsini sizin için yaratan... O'dur. " (el-Bakara, 2/29); "Çünkü şüphesiz ki Allah'tır hem rızkı veren, hem pek çetin kudret ve kuvvet sahibi olan." (ez-Zâriyat, 51/58)
Tevhidin bu türünde Kureyş kafirleri ile çeşitli din ve inanca mensup kimselerin büyük çoğunluğu muhalif kanaat belirtmezler. Hepsi kainatın yaratıcısının tek başına Allah olduğuna iman ederler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun, onlara: Göklerle yeri kim yarattı diye sorsan, onlar elbette: Allah, diyeceklerdir." (Lokman, 31/25)
Bir başka yerde de yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Deki: Yer ve oradakiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin). Onlar: Allah'ındır, diyeceklerdir. Sen de ki: O halde siz iyice düşünüp ibret almaz mısınız? De ki: Yedi göğün ve büyük arşın Rabbi kimdir? Allah'ındır, diyeceklerdir. De ki: O halde korkmaz mısınız? De ki: Herşeyin hakimiyeti elinde bulunan, himaye eden fakat kendisine karşı kimsenin himaye altına alınmasına imkan tanımayan kimdir? Eğer biliyorsanız (cevab verin). Onlar: Allah'ındır diyeceklerdir. De ki: öyle ise nasıl olur da aldanıyorsunuz? Hayır biz, onlara hakkı getirdik, onlar ise muhakkak yalancıdırlar." (el-Mu'minûn, 23/84-90)
Bunun böyle olmasının sebebi, kulların kalblerinin fıtraten Allah'ın rububiyetini kabul edecek şekilde yaratılmış olmasıdır. Bundan dolayı tevhidin türlerinden ikincisini de kabul etmedikçe, rububiyetin tevhidine inanan bir kimse muvahhid olmaz.
2- Ulûhiyetin Tevhidi:
Kulların fiilleriyle, yüce Allah'ı bir ve tek olarak tanımalarıdır. Buna ibadet tevhidi adı da verilir. Bu anlam itibariyle kesin olarak şu hususlara inanmayı ihtiva eder: Hak ilah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayan 0'dur. O'nun dışındaki bütün mabudlar batıldır. Yalnızca yüce Allah'a ibadet edilmeli, O'na boyun eğilmeli, mutlak olarak sadece O'na itaat olunmalıdır. Kim olursa olsun kimse O'na ortak koşulmamalıdır. Namaz, oruç, zekat, hac, dua, istiane (yardım dileme), adak, zebh (eti yenir hayvanları kesmek), tevekkül, havf, reca (korku ve ümit), sevgi ve buna benzer zahir ve batın (gizli ve açık)
ibadet türlerinden hiçbir şeyin O'ndan başkası için yapılmamasıdır. Allah'a sevgi, korku ve ümitle birarada ibadet olunmasıdır. Bir bölümü ile O'na ibadet edip bir bölümünü dışarda tutmak sapıklıktır.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz." (el-Fatiha, 1/5); "Kim buna dair hiçbir delili bulunmaksızın, Allah ile birlikte başka bir ilaha ibadet ederse, onun hesabı ancak Rabbinin katındadır. Kafirler hiç şüphesiz kurtuluşa eremezler." (el-Mu'minûn, 23/117)
Ulûhiyetin tevhidi bütün rasüllerin kendisine çağırdıkları bir husustur. Önceki ümmetleri helak yollarına götüren bu tevhidin inkarıdır. Dinin başı, sonu, içi ve dışı ulûhiyetin tevhididir. Rasüllerin ilk ve son çağrısı budur. Bunun için rasuller gönderilmiş, kitablar indirilmiş, cihad maksadıyla kılıçlar çekilmiş; mü'minlerle kafirler, cennet ehli ile cehennem ehli birbirinden ayrılmıştır. İşte; "Allah'tan başka ilah yoktur" cümlesinin anlamı budur.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Senden önce gönderdiğimiz herbir peygambere mutlaka şunu vahyederdik: Benden başka ilah yoktur, o halde yalnız bana ibadet edin." (el- Enhiya, 21/25)
Rubûbiyetin tevhidi, ulûhiyetin tevhidini gerektirir. Çünkü yaratıcı, rızık verici, malik, tasarrufta bulunan, hayat veren, öldüren, bütün kemal sıfatlarına sahih, hertürlü eksiklikten münezzeh, herşey elinde bulunan bir Rabbin, aynı zamanda hiçbir ortağı bulunmayan ve ibadetin yalnız kendisine yöneltildiği mutlak bir ilah olması da gereklidir.
Yüce Allah: "Ben cinleri de, insanları da ancak bana ibadet etsinler diye yarattım." (ez- Zâriyat, 51/56) diye buyurmaktadır. Çünkü müşrikler bir ve tek ilaha ibadet etmiyorlardı. Onlar birden çok ilaha ibadet ediyorlar ve bunların kendilerini yüce Allah'a yakınlaştırdıklarını ileri sürüyorlardı. Bununla birlikte bu uydurma ilahların fayda ve zarar vermediklerini de kabul ediyorlardı. İşte bundan dolayı yüce Allah rububiyetin tevhidini kabul etmelerine rağmen onları mü'min olarak değerlendirmemiş, aksine ibadette başkalarını kendisine ortak koşmaları dolayısıyla onları kafir olarak değerlendirmiştir.
İşte bu noktada selefin yani ehl-i sünnet ve'l-cemaatin inancı ulûhiyet hususunda başkalarından ayrılmaktadır. Bazılarının kastettiği gibi tevhidin anlamı onlara göre yalnızca Allah'tan başka hiçbir ilah olmamasından ibaret değildir. Aksine onlara göre ulûhiyetin tevhid edilmesi, ancak şu iki esasın varlığı ile birlikte gerçekleşebilir:
1- Bütün ibadet çeşitlerinin yalnızca yüce Allah'a yapılması, yaratılmış hiçbir varlığa yaratıcının hak ve özelliklerinden hiçbirisinin verilmemesi. Buna göre Allah'tan başkasına ibadet edilmez, Allah'tan başkası için namaz kılınmaz, Allah'tan başkasına secde edilmez, Allah'tan başkasına adakta bulunulmaz, Allah'tan başkasına tevekkül edilmez. Şüphesiz ulûhiyetin tevhid edilmesi, ibadetin yalnızca yüce Allah'a yapılmasını gerektirir. İbadet ise ya kalb ile dilin bir sözü yahut ta kalb ile organların bir amelidir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Şüphesiz benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun hiçbir ortağı yoktur. Ben bununla emrolundum ve ben müslümanların ilkiyim. "(el-En'âm, 6/162-163);
"Uyanık olun halis olan din yalnız Allah'ındır." (ez-Zümer, 39/3)
2- İbadet yüce Allah'ın ve Rasulünün emrettiğine uygun olmalıdır. Buna göre ibadet boyun eğmek ve itaatin yalnızca O'na yapılması sureti ile Allah'ın tevhid edilmesi "Allah'tan başka hiçbir ilah yoktur" diye ifadelendirilen şehadetin gerçekleştirilmesi demektir. Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'a tabi olup, onun emir ve yasaklarına boyun eğmek de "Muhammed, Allah'ın Rasülüdür" şehadetinin gerçekleştirilmesidir. O halde ehl-i sünnet ve'1-cemaat'in yöntemi şudur:
Onlar yüce Allah'a ibadet eder ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Allah'tan başkasından dilekte bulunmazlar, ancak Allah'tan yardım dilerler. Ancak yüce Allah'ın imdatlarına koşmasını isterler. Yalnızca yüce Allah'a tevekkül ederler. O'ndan başkasından korkmazlar. Yüce Allah'a itaat, ibadet ederek ve salih ameller ile yakınlaşmaya çalışırlar. Yüce Allah: "Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." (en-Nisâ, 4/36) diye buyurmaktadır.
3- İsim ve Sıfatların Tevhidi:
Bu, en güzel isimlerin ve en yüce sıfatların yüce Allah'a ait olduğuna kesin olarak inanmak demektir. O bütün kemal sıfatlarına sahih ve bütün eksik sıfatlardan münezzehtir. O bu özelliği ile bütün varlıklardan ayrı ve eşsizdir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Rablerini Kur'an ve sünnette gelmiş sıfatlar ile bilip, tanırlar. Kendi zatını kendisini ve Rasulünün kendisini nitelendirdiği sıfatlarla nitelerler. Kelimeleri yerlerinden oynatmaz. O'nun isim ve ayetlerinde ilhâda18 sapmazlar. Yüce Allah'ın kendisi hakkında tesbit ettiğini, herhangi bir temsil, keyfiyetlendirme, ta'til ve tahrife sapmaksızın aynen kabul ederler. Bütün bunlarda uydukları kaide de yüce Allah'ın: "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur ve O herşeyi işitendir, görendir. " (eş-Şura, 42/11) buyruğu ile: "En güzel isimler Allah'ındır. O halde O'na bunlarla dua edin, O'nun isimlerinde ilhada (eğriliğe) sapanları terkedin. Onlar yapmakta olduklarının cezasını göreceklerdir." (el-A'raf, 7/108) buyruklarıdır.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın sıfatlarının keyfiyetini sınırlandırmazlar. Çünkü o keyfiyete dair bize bir haber vermiş değildir. Zira yüce Allah hakkında hangi sıfatların söz konusu edilip, hangilerinin sözkonusu edilemeyeceğini yüce Allah'tan başka hiçbir kimse bilemez. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "De ki: Siz mi daha iyi biliyorsunuz, yoksa Allah mı?" (el-Bakara. 2/140) Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Artık Allah hakkında örnekler bulmaya kalkışmayın. Çünkü Allah bilir, siz bilmezsiniz." (en-Nahl, 16/74)
Yüce Allah'tan sonra da Allah'ı onun rasulünden daha iyi kimse bilemez. O rasülü hakkında da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir." (en-Necm, 53/3-4)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat şanı yüce Allah'ın kendisinden önce hiçbir şeyin var olmadığı ilk, kendisinden sonra hiçbir şeyin olmadığı ahir, kendisinden üstün hiçbir şeyin olmadığı zahir, kendisinden öte hiçbir şeyin olmadığı batın olduğuna inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O hem ilktir, hem ahirdir, hem zahirdir, hem batındır. O herşeyi en iyi bilendir." (el-Hadid, 57/3)
Yine şuna inanırlar ki; şanı yüce Allah'ın zatı diğer zatlara, varlıklara benzemez. Sıfatları da aynı şekilde diğer sıfatlara benzemez. Çünkü şanı yüce Allah'a benzer, O'na denk, O'na eş olabilecek hiçbir varlık yoktur. O yarattığı varlıklarla kıyas edilmez. Bu bakımdan yüce Allah'ın kendi zatı hakkında tesbit ettiklerini onlar da temsilsiz olarak tesbit ve kabul ederler, ta'til sözkonusu olmaksızın tenzih ederler. Yüce Allah'ın kendi zatı hakkında tesbit ettiğini kabul ettiklerinde, O'nu temsile (başkasına benzetmeye) kalkışmazlar. O'nu tenzih ettikleri vakit de kendi zatını nitelendirdiği vasıfları ta'til etmeye (onları yok gibi kılmaya) da kalkışmazlar.19
Yüce Allah'ın herşeyin kuşatıcısı, herşeyin yaratıcısı, hayatta olan herbir varlığın rızık vericisi olduğuna inanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yaratan bilmez mi hiç? O, latiftir, herşeyden haberdardır." (el-Mülk, 67/14); "Şüphesiz rızık veren, güç ve kuvvet sahihi olan Allah 'tır" (ez-Zâriyat, 51/58)
Yüce Allah'ın yedi semavat'ın üstünde ve yarattıklarından ayrı olarak Arşın üzerinde istiva ettiğine20, ilmiyle herşeyi kuşattığına -kitab-ı kerîm'inde yedi ayrı ayet-i kerîme'de kendi zatı ile ilgili olarak haber verdiği şekilde- ve keyfiyet nisbeti sözkonusu olmaksızın21 inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rahman arşa istiva etti. " (Taha, 20/5); "Sonra arşa istiva etti." (el-Hadid, 57/4)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Göktekinin sizi yere geçirmesinden emin mi oldunuz? O zaman onun durmadan çalkalanmakta olduğunu göreceksiniz, Yahut göktekinin üzerinize taş yağdıran bir rüzgar göndermesinden emin mi oldunuz? Hem benim korkutmamın nasıl olduğunu bileceksiniz. " (el-Mülk, 67/16-17)
Yine yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Güzel söz yalnız O'na yükselir. Onu da salih amel yükseltir." (Fatır, 35/10)
"Üstlerinde her hususta hakim olan Rahlerinden korkarlar. " (en-Nahl, 16/50)
Ta'tîl, Allah'ın sıfatlarını kabul etmemek yahut bazılarını kabul edip geri kalanlarını kabul etmemek demektir. Tahrîf, nassı lafzen ya da mana itibariyle değişikliğe uğratıp onu zahir (kuvvetli) anlamından uzaklaştırıp, ancak zayıf bir ihtimal ile lafzın delalet ettiği bir manaya göre açıklamaktır. Buna göre her tahrif bir ta'tildir, fakat her ta'til bir tahrif değildir. Keyfîyetlendirme: Keyfe (nasıl) diye soru sormak demektir. Temsîl ise, her bakımdan benzerinin olduğunu söyleyerek bir şeyin mislinin olduğunu kabul etmek demektir.
Teşbih: Bir şeye bazı yönleriyle benzeyen bir başka şeyin varlığını kabul etmek demektir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: "Ben semadakinin emini olduğum halde, siz bana nasıl olur da güvenmezsiniz?' (Buharî ve Müslim} demiştir.22
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kürsi ile arş'ın hak olduğuna da inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "...O'nun kürsîsi gökleri ve yeri kuşatmıştır. Onları koruması O'na ağır gelmez. O çok yücedir, çok büyüktür. " (el-Bakara, 2/255)
Arşın ölçüsünü yüce Allah'tan başka kimse bilemez. Kürsi'nin arş'a nisbeti ise büyük bir düzlükte bırakılmış bir halka gibidir. Gökleri ve yeri kuşatmıştır. Allah'ın arş'a da, kürsi'ye de ihtiyacı yoktur. Ona ihtiyacı olduğundan dolayı arş'a istiva etmiş değildir. Aksine bu kendisinin tesbit ettiği sonsuz bir hikmetin bir gereğidir. O arş'a da, arş'ın dışındaki diğer varlıklara da muhtaç olmaktan münezzehtir. Şanı yüce Allah bundan çok daha büyüktür. Aksine arş da, kürsi de, O'nun kudret ve egemenliği ile taşınan iki varlıktır.
Yüce Allah'ın Adem'i elleriyle yarattığına -ki O'nun her iki eli de yemindir- elleri ile -kendi zatım nitelendirdiği gibi- dilediği şekilde infak ederek açık olduğuna inanırlar.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Yahudiler: Allah'ın eli bağlıdır dediler. Söylediklerinden ötürü kendi elleri bağlandı ve onlara lanet edildi. Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. O nasıl dilerse, öyle infak eder." (el-Maide, 5/64); "Kendi ellerimle yarattığıma secdeden seni ne alıkoydu?" (Sâd, 38/75)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın işitme, görme, ilim, kudret, kuvvet, izzet, kelam, hayat, kadem (ayak), yüz, el, beraber oluş (maiyyet) ve buna benzer gerek kendi kitabında, kendi zatını vasfettiği, gerekse de peygamberi -sallallahu aleyhi ve sellem- vasıtası ile belirttiği sıfatları kabul ederler. Bunların keyfiyetini ancak Allah bilir, biz bilemeyiz. Çünkü O, bize bunların keyfiyetine dair haber vermemiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Muhakkak ben sizinle birlikteyim. İşitirim ve görürüm." (Ta'ha, 20/46)
"O alimdir, hakimdir." (et-Tahrîm, 66/2); "Allah, Musa ile de konuştu. " (en-Nisa, 4/164)
"Celal ve ikram sahibi Rahbinin vechi (yüzü) ise kalıcıdır. " (er-Rahman, 55/27)
"Allah, onlardan razı olmuştur. Onlar da O'ndan hoşnut olmuşlardır." (el-Maide, 5/119)
"O, onları sever, onlar da O'nu severler. " (el-Maide, 5/54)
"Nihayet onlar bizi öfkelendirince, kendilerinden intikam aldık." (ez-Zuhruf, 43/55)
"Allah... O'ndan başka hiçbir ilah yoktur. Diridir ve kayyûm'dur." (Al-i İmran, 3/2)
"Allah'ın kendilerine gazab ettiği bir topluluğu... " (el-Mümtehine, 60/13) ve taunlardan başka diğer sıfat ayetleri...
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mü'minlerin ahirette gözleriyle Rablerini göreceklerine, onu ziyaret edip, kendisinin onlarla, onların da kendisiyle konuşacaklarına da iman ederler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O günde yüzler var ki apaydınlıktır, Rahlerine bakıcıdırlar. " (el-Kıyame, 75/22-23) Onlar ondördündeki ay'ı görüp, onu görmekte sıkıntı çekmedikleri gibi Rablerini göreceklerdir. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmaktadır:
"Şüphesiz sizler görmekte sıkıntı çekmediğiniz ondördündeki ay'ı gördüğünüz gibi, Rabbinizi göreceksinizdir..." (Buhari ve Müslim)
Yüce Allah'ın gecenin son üçte birinde celal ve azametine yakışır bir şekilde gerçek bir nüzul ile dünya semasına indiğine de inanırlar. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Rabbimiz gecenin son üçte biri kaldığı o zamanda her gece dünya semasına iner ve: Kim bana dua eder, duasını kabul edeyim. Kim benden dilekte bulunur, ona vereyim. Kim benden mağfiret diler, ona mağfiret edeyim der." (Buharî ve Müslim)
Yüce Allah'ın kıyamet gününde kulların arasında hüküm vermek üzere celaline yakışır bir şekilde gerçek manasıyla geleceğine de inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, yer dağılıp zerreler gibi parça parça edildiğinde, Rabbin gelip melekler de saf saf dizildiginde." (el-Fecr, 89/21-22); "0nlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın ve meleklerin kendilerine gelivermesinden ve işlerin bitiriliverilmesinden başkasını mı bekliyorlar?" (el-Bakara, 2/210)
Bütün bu hususlar hakkında ehl-i sünnet ve'l-cemaat'in yöntemi yüce Allah'ın ve Rasülünün haber verdiği şeylere tam bir teslimiyetle inanmaktır. Tıpkı İmam Zührî nin - Allah'ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: "Risalet göndermek Allah'tan, tebliğ etmek Rasülullah'ın görevi, bize düşen de teslimiyet göstermektir." 23
Ve tıpkı İmam Süfyan b. Uyeyne'nin -Allalı'ın rahmeti üzerine olsun- dediği gibi: "Şanı yüce Allah'ın Kur'an'da kendi nefsini vasfettiği şeylerin tefsiri okunduğu gibidir. Bunların keyfiyetsiz ve benzetmeye gitmeksizin tefsir edilmesi gerekir." 24
İmam Şafîi -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demektedir: "Ben Allah'a ve Allah'ın muradı üzere Allah'tan gelenlere, Rasûlullah'a ve Rasülullah'ın muradı üzere Rasulullah'tan gelenlere iman ettim." 25
Velid b. Müslim dedi ki: el-Evzai'ye, Süfyan b. Uyeyne'ye ve Malik b. Enes'e sıfat ve ru'yet ile ilgili bu hadisler hakkında sordum, hepsi de şöyle dediler: "Bunları geldikleri gibi alınız, onlarla ilgili bir keyfiyet düşünmeyiniz." 26
Hicret yurdunun imamı Malik b. Enes -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- der ki: "Bid'atlerden çokça sakınınız." Ona bid'atler nelerdir? diye sorulunca, şu cevabı vermiştir: "Bid'at ehli Allah'ın isimleri, sıfatları, kelamı, ameli ve kudreti hakkında konuşup duran, ashabın ve güzel bir şekilde onlara tabi olanların sustuğu hususlar hakkında susmayan kimselerdir. " 27
Bir adam kendisine yüce Allah'ın: "Rahman arşın üzerine istiva etmiştir, "buyruğu hakkında: Nasıl istiva etti, diye sorunca, şu cevabı vermişti: "İstiva bilinmeyen bir şey değildir. Fakat keyfiyeti akıl ile bilinemez. Ona iman etmek vacibtir, onun hakkında soru sormak bid'attir, Ben senin sapık bir kimse olduğunu görüyorum" dedikten sonra meclisinden dışarıya çıkartılmasını emretmiştir. 28
İmam Ebu Hanife -yüce Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: "Yüce Allah'ın zatı hakkında hiçbir kimsenin bir şey söylememesi gerekir. Aksine Allahı kendi zatını ne ile nitelendirmiş ise, onu öylece nitelendirir. Bu hususta kendi görüşüne dayanarak hiçbir şey söylemez. Alemlerin Rabbi olan Allah'ın şanı ne yücedir!" 29
Ona yüce Allah'ın nüzulü (inmesi) hakkında soru sorulunca da: "O keyfiyetsiz olarak iner" diye cevab vermiştir.30
Hafız İmam Nuaym b. Hammad el-Huzaî -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- de şöyle demiştir: "Allah'ı yarattıklarına benzeten kafir olur. Allah'ın kendi zatını, kendisi ile nitelendirdiği şeyleri inkar eden de kafir olur. Yüce Allah'ın kendi zatını kendisi ile vasfettiği şey de, Rasulünün nitelendirdiği şey de asla teşbih değildir." 31
Seleften bir çoğu şöyle demiştir: "İslam ayağı ancak teslimiyet köprüsü üzerinde sebat gösterebilir." 32
İşte zat-ı uluhiyet hakkında ve sıfatları ile ilgili olarak söz söylediğinde -selefin yolunu izleyen bir kimse - bundan dolayı yüce Allah'ın isim ve sıfatları hususunda Kur an-ı Kerîm'in yöntemine bağlanmış olur. Bu yolu izleyen kişi ister selef çağında yaşamış olsun, ister sonraki çağlarda yaşamış olsun.
İzledikleri yol hususunda selefin yoluna muhalefet eden herkes ise Kur'an'ın yöntemine bağlanmamış olur. İsterse o selefin yaşadığı çağda ve ashab ile tabiîn arasında bulunmuş olsun.
İKİNCİ RÜKÜN MELEKLERE İMAN
Meleklere iman herhangi bir şüphe ya da tereddüt sözkonusu olmaksızın kesin olarak var olduklarına inanmak demektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır.
"O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Onların her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitablarına, peygamberlerine inandı." (el-Bakara, 2/285)
Meleklerin varlıklarını inkar eden bir kimse kafir olur. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitablarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkar ederse artık o hiç şüphesiz uzak bir sapıklığa düşmüştür." (en-Nisa, 4/136)
Bu bakımdan ehl-i Sünnet ve'l-cemaat icmali olarak (topluca, bütün) meleklere inanırlar. Tafsili olarak varlıklarına iman etmeye gelince, bu hususta sahih delil ile bildirilen Allah ve Rasûlünün -sallallahü aleyhi ve sellem- ismen belirttiklerine -vahiy ile görevli- Cebrail, yağmur ile görevli Mikail, Sûr'a üfürmekle görevli İsrafil, ruhları kabzetmekle görevli ölüm meleği, cehennem ateşinin bekçisi Hâzin, cennetin bekçisi Rıdvân, kabir melekleri Münker ve Nekir gibi, isimleri zikredilenlere gelince; Ehl-i Sünnet ve'l-cemaat bunların varlıklarına iman ederler, bunların manevi varlıklar olmayıp, şahıs ve hissedilen kişilikler olduklarına, Allah'ın nurdan yaratıp, semada sakin olan yarattıklarından bir yaratık türü olduklarına inanırlar.
Meleklerin hilkatleri pek büyüktür. Onların kanatları vardır. Kimilerinin iki, kimilerinin üç, kimilerinin dört kanadı, kimilerinin de bundan daha fazla kanadı vardır.
Melekler, Allah'ın ordularından birisidir. Bunlar şanı yüce Allah'ın izin vereceği ve hallerin gereğine uygun olarak eşya gibi ve cismani şekillere girebilme gücüne sahibtirler.
Melekler, Allah'a yakınlaştırılmış ve Allah tarafından kerim kılınmış varlıklardır. Erkeklik, dişilik vasıfları yoktur, evlenmezler ve nesilleri çoğalmaz. Yemezler, içmezler. Onların gıdaları tesbihtir, tehlildir. Bundan asla usanmaz ve buna ara vermezler, yorulmazlar, güzellik, haya ve düzenlilik gibi vasıflara sahibtirler.
Melekler yüce Allah'a itaat ve O'na isyan etmemek fıtratı üzere yaratılmış olmak bakımından insanlardan farklılık arzederler. Allah onları kendisine ibaret etmek, emirlerini yerine getirmek üzere yaratmıştır. Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "Rahman evlat edindi dediler. O bundan münezzehtir. Bilakis onlar mükerrem kullardır, sözleri ile O'nun önüne geçemezler. Onlar O'nun emri gereğince iş görürler. Onların önündekini de, arkalarındakini de bilir. O'nun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler. Onlar korkusundan titrerler." (el-Enbiya, 21/26-28)
Melekler gece gündüz Allah'ı tesbih ederler. Semadaki Beyt-i Ma'mur'u tavaf ederler. Allah'tan korkarlar ve haşyet ile O'na ibadet ederler. Meleklerin pek çok çeşitleri vardır:
Kimileri arşı taşımakla, kimileri vahiy ile, kimileri dağlar ile görevlidirler. Kimileri cennetin, kimileri cehennem ateşinin bekçiliğini yaparlar. Kimileri kulların amelini tespit etmekle, kimileri mü'minlerin ruhlarını, kimileri kafirlerin ruhlarını kabzetmekle görevlidirler, kimileri de kula kabirde soru sormakla görevlidir. Onlardan mü'minlere mağfiret dileyen, onlara dua eden, mü'minleri seven kimseler olduğu gibi ilim meclislerine, zikir halkalarına tanık olup kanatlarıyla onları örtenler de vardır. Kimileri insanla beraber olur ve ondan ayrılmazlar, kimileri kulları hayırlı işler yapmaya çağırır, kimileri salih kimselerin cenazelerine katılır, kimileri mü'minlerin yanında savaşır ve Allah'ın düşmanları ile cihadlarında mü'minlere sebat verirler.
Salih kimseleri korumakla, onların sıkıntılarını gidermekle görevli olanlar olduğu gibi, kafirleri lanetlemek, üzerlerine azab indirmekle görevli olanları da vardır.
Melekler heykel yahut suret, yahut köpek ya da çan bulunan hiçbir eve girmezler. Ademoğullarının rahatsız olduğu şeylerden onlar da rahatsız olurlar.
Melekler pek çoktur, onlarını sayılarını yüce Allah'tan başka kimse bilemez. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin ordularını O'ndan başka kimse bilemez ve O (cehennem) insanlar için ancak bir öğüttür." (el-Müddessir, 74/31)
Yüce Allah onları görmemizi engellemiştir. O bakımdan bizler onları yaratıldıkları şekillerle göremeyiz. Şu kadar var ki bazı kullarına üzerlerindeki perdeyi kaldırıp, onları göstermiştir. Nitekim Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Cibril -aleyhisselam-'ı iki defa yüce Allah'ın kendisini yaratmış olduğu asli suretiyle görmüştür. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Arkadaşınız bir deli değildir. Andolsun ki o kendisini apaçık ufukta görmüştür." (et-Tekvîr, 81/22-23)
ÜÇÜNCÜ RÜKÜN KİTABLARA İMAN
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın emir, yasak, vaad ve tehditlerini, Allah'ın kullarından istedikleri şeyleri ihtiva eden ve içlerinde hidayet ve nur bulunan bazı kitabları rasüllerine indirmiş olduğuna kesinlikle iman ederler. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O peygamber kendisine Rabbinden indirilene iman etti, mü'minler de. Onların her biri Allah'a, O'nun meleklerine, kitablarına, peygamberlerine inandı." (el-Bakara, 2/285)
Yüce Allah'ın kitablarını rasullerine insanları hidayete iletmek için indirmiş olduğuna da inanırlar. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Elif. Lam. Râ. Bu insanları Rablerinin izniyle, karanlıklardan nura, yegane galib, hamde layık olan (Allah)ın yoluna çıkarman için sana indirdiğimiz bir kitabtır." (İbrahim,14/1)
Bu kitablar ise Kur'an, Tevrat, İncil, Zebur, İbrahim ve Musa'ya verilen sahifelerdir. Bunların en büyükleri ise Tevrat, İncil ve Kur'an'dır. Üçünün en büyüğü onların neshedicisi ve en faziletlileri ise Kur'an-ı Kerîm'dir. Kur'an dışındaki diğer kitabları yüce Allah indirdiğinde onları korumayı tekeffül etmemiştir. Onları korumayı insanlardan istemiştir. Fakat onlar bu kitabları koruyamadılar, bunlara hakkıyla riayet edemediler. O bakımdan bu kitablarda birtakım değişiklikler ve değiştirmeler olmuştur.
Kur'an-ı Kerîm alemlerin Rabbinin kelamı, O'nun apaçık kitabı, O'nun sapasağlam ipidir. Allah, ulu Rasulü Abdullah'ın oğlu Muhammed -sallallabu aleyhi ve sellem-'e ümmete bir anayasa olsun, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsın, doğru yola ve sırat-ı müstakim'e iletsin diye indirmiştir.
Yüce Allah bu kitabta öncekilerin de, sonrakilerin de haberlerini, göklerin ve yerin yaratılışını açıkladığı gibi helal ve haramı etraflı bir şekilde beyan etmiş, edeb, ahlakın esaslarını, ibadet ve muamelata dair hükümleri, peygamberlerin ve salih kişilerin yaşayışlarını, mü'minlerle kafirlerin görecekleri karşılıkları açıklamış, mü'minlerin yurdu olan cennetin niteliklerini, kafirlerin yurdu olan cehennemin niteliklerini belirtmiştir. O bu kitabı kalblerde bulunan hastalıklara bir şifa, herşey için bir açıklama, mü'minler için de bir hidayet ve bir rahmet kılmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ve Biz sana bu kitabı herşeyi açıklayan bir bidayet, bir rahmet ve müslümanlara bir müjde olmak üzere kısım kısım indirdik." (en-Nahl, 16/89)
Bütün ümmetin bu kitaba uymaları, Peygamber -sallallabu aleyhi ve sellem-'den sahih olarak gelmiş olan sünnet ile birlikte onun hükmünü kabul etmeleri gerekir. Çünkü yüce Allah Rasalünü hem bütün insanlara, hem de bütün cinlere kendilerine indirilenleri açıklasın diye göndermiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"İnsanlara kendilerine ne indirildiğini açıklayasın ve onlar da iyice düşünsünler diye sana da hu zikri indirdik." (en-Nahl, 16/44)
O bakımdan ehl-i sünnet ve'l-cemaat Kur'an-ı Kerîm'in harf ve manalarıyla Allah'ın kelamı olduğuna, O'ndan gelip O'na döneceğine, Allah tarafından indirilmiş olup, mahluk olmadığına, gerçek anlamıyla Allah'ın kelamı olduğuna, onu Cebrail'e ilka ettiğine, Cebrail'in de bunu Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'e indirdiğine iman ederler. Bu kitabı hikmeti sonsuz (Hakîm), herşeyden haberdar (Habîr) olan yüce Allah apaçık bir Arapça ile indirmiş, bizlere herhangi bir şüphe ya da tereddüdün sözkonusu olmayacağı bir şekilde tevatür yoluyla nakledilegelmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Muhakkak bu alemlerin Rabbinin indirdiğidir. Onu Ruhu'l-Emin indirdi. Uyarıcılardan olasın diye kalbin üzere; apaçık bir Arapça lisan ile..." (eş-Şuarâ, 26/192-195)
Kur'an-ı Kerîm kalblerde ezberlenir, dillerle okunur ve mushaflara da yazılır. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır; "Aksine o, ilim verilmiş olanların göğüslerinde (hıfzedilmiş) apaçık ayetlerdir." (el- Ankebut, 29/49); "Şüphesiz o, oldukça şerefli bir Kur'an'dır. Korunan bir kitabtadır, ona ancak tam anlamı ile temizlenmiş kimseler el sürebilir. O alemlerin Rabbi tarafından indirilmedir." (el-Vâkıa, 56/77-80)
Kur'an-ı Kerîm, İslam Peygamberi Abdullah'ın oğlu Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın en büyük ve ebedi mucizesidir. Semavi kitabların sonuncusudur. Bu kitab ne neshedilir, ne değiştirilir. Yüce Allah her türlü tahrif, tebdil, fazlalık ya da eksikliğe karşı onu dünyadan kaldıracağı güne kadar -ki bu da kıyamet gününden az önce olacaktır- korumayı üzerine almıştır. İşte yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Zikri biz indirdik ve onu koruyacak olanlar da elbette bizleriz." (el-Hicr, 15/9)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat, Kur'an'dan bir harf inkar eden yahut ona bir harf ilave eden ya da eksilten kimsenin kafir olduğunu kabul ederler. Buna göre bizler Kur'an'ın ayetlerinden herbir ayetin Allah tarafından indirilmiş olduğuna ve bizlere kat'î tevatür yoluyla nakledile geldiğine kesinlikle iman ederiz.
Kur'an-ı Kerîm, Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'e bir defada indirilmedi. Olaylara göre yahut bazı sorulara cevab olmak üzere ya da durumun gereğine uygun olarak 23 yıllık bir süre içerisinde kısım kısım indirilmiştir.
Kur'an-ı Kerîm 86'sı Mekke'de, 27'si Medine'de indirilmiş, toplam 114 sure ihtiva eder. Mekke'de indirilmiş surelere Mekkî Sureler, Medine'de indirilmiş surelere Medeni Sureler adı verilir. Kur'an-ı Kerîm'de Mukatta' Harfler diye bilinen harflerle başlamış 29 sure vardır.
Kur'an-ı Kerîm, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in döneminde, onun gözü önünde yazılmıştır. Çünkü ashab-ı kiram'ın en seçkinlerinden vahiy katibliğini yapan kimseler vardı.
Bunlar Kur'an'ın nazil olan herbir bölümünü Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in emri ile yazarlardı. Daha sonra Ebu Bekr -radıyallahu anh- döneminde mushaf olarak biraraya toplandı. Osman -radıyallahu anh- döneminde ise tek bir imla şekli üzere yazıldı. Allah onların hepsinden razı olsun.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Kur'an'ı öğretmeye, ezberlemeye, okumaya, tefsir etmeye ve gereğince amel etmeye çok önem verirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Bu, ayetlerini düşünsünler, tam akıl sahibleri öğüt alsınlar diye sana indirdiğimiz hayır ve bereketi bol bir kitabdır. " (Sad, 38/29)
Kur'an-ı Kerîm'i okuyarak yüce Allah'a ibadet ederler. Çünkü Kur'an-ı Kerîm'in herbir harfinin okunması karşılığında Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın şu buyruğunda haber verdiği üzere bir hasene verilir:
"Her kim Allah'ın kitabından bir harf okuyacak olursa, o kimseye onun karşılığında bir hasene vardır. Hasene ise on misli ile karşılık görür. Ben size "elif, lam, mim." bir harftir demiyorum. Elif bir harftir, lam bir harftir, mim de bir harftir."33
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat mücerred, kişisel görüşlere dayalı olarak Kur'an'ın tefsir edilmesini caiz kabul etmezler. Çünkü böyle bir tutum Allah hakkında bilgisizce söz söylemek türündendir. Bunun yerine kendilerince kitab ve sünnette sabit olmuş nasslar gereğince tefsir ederler. Bundan sonra ashab'ın görüşleri ile günümüze kadar onlara güzel bir şekilde uyanların görüşlerine başvururlar. Ayrıca genel şer'î ilkelerin çerçevesinde kalır, bu kuralların dışına çıkmazlar. Çünkü yüce Allah kendisi hakkında bilgisizce söz söylenmesini şu buyruğunda haram kılmıştır: "...Ve o (şeytan) Allah'a karşı bilmediğiniz şeyleri söylemenizi emreder. " (el-Bakara, 2/169)
DÖRDÜNCÜ RÜKÜN PEYGAMBERLERE İMAN
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın kullarına müjdeciler ve uyarıcılar olmak üzere, insanları hidayete iletmek ve karanlıklardan çıkartıp, nur'a ulaştırmak için hak dine davet eden rasuller, peygamberler gönderdiğine kesinlikle inanırlar.
Onların çağrıları toplumları şirk ve putperestlikten kurtarmak, çözülüş ve bozuluştan arındırmak içindi. Onlar risaletlerini tebliğ ettiler, üzerlerindeki emaneti eksiksiz yerine getirdiler, ümmetlerine samimiyetle öğüt verdiler. Allah yolunda gereği gibi cihad ettiler. Doğruluklarına kesin delil teşkil eden, apaçık göz kamaştırıcı mucizelerle34 geldiler. Onlardan bir tanesini olsun inkar eden, yüce Allah'ı ve bütün peygamberleri inkar etmiş olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphe yok ki Allah 'ı ve peygamberini inkar ederek kafir olanlar bir de Allah'la peygamberlerinin arasını ayırmak isteyenler ve: Kimine inanırız, kimini inkar ederiz diyenler, böylece bunun arasında bir yol tutmaya yeltenenler, işte onlar gerçek kafirlerin ta kendileridirler. Biz o kafirlere alçaltıcı bir azab hazırlamışızdır. Allah ve peygamberlerine iman edip, onlardan birini diğerinden ayırmayanlara ise ecirlerini verecektir. Allah bağışlayandır, çok merhamet edendir. " (en-Nisa, 4/150-152)
Yüce Allah o şerefli rasülleri göndermesindeki hikmeti de şöylece açıklamaktadır; "Müjdeleyici ve korkutucu, peygamberler olarak (gönderdik) ki, insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın. Allah Azizdir, Hakimdir." (en- Nisa, 4/165)
Yüce Allah, pek çok rasul ve nebi göndermiştir. Bazılarının adlarını Kitabı'nda yahut Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- vasıtasıyla bize bildirmiş, bazılarınınkini de bildirmemiştir: "Andolsun ki biz her ümmet arasında: Allah'a ibadet edin ve tağut'tan kaçının diye bir peygamber göndermişizdir. " (en-Nahl, 16/36)
Kur'an-ı Kerîm'de isimleri zikredilen 25 rasul ve peygamber vardır. Bunların isimleri şöyledir: Adem, İdris, Nuh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, İsmail, İshak, Ya'kub, Yusuf, Eyyûb, Şuayb, Musa, Harun, Zülkifl, Yunus, Davûd, Süleyman, İlyas, Elyesa', Zekeriya, Yahya, İsa ve Muhammed. Esbat (Ya'kub -aleyhisselam-ın oğulları)nı da toplu olarak sözkonusu etmiştir. Hepsine Allah'ın salat ve selamları olsun.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki Biz, senden önce de peygamberler gönderdik. Onlardan kiminin kıssalarını sana anlattık, kiminin de kıssalarını sana anlatmadık..." (el-Mu'min, 40/78)
Yüce Allah kimi peygamber ve rasülleri diğerlerine üstün kılmıştır. Ümmet icma ile rasüllerin nebilerden üstün olduğunu, bundan sonra da rasüllerin kendi aralarında fazilet farkının bulunduğunu, rasül ve peygamberlerin en faziletlilerinin ulu'l-azm diye bilinen Muhammed, Nuh, İbrahim, Musa ve İsa -Allah'ın salat ve selamları hepsine olsun- olduğunu kabul etmişlerdir.
Ulu'l-azm diye bilinenlerin en faziletlileri ise İslam'ın peygamberi, peygamberlerin ve rasüllerin sonuncusu, alemlerin Rabbinin son elçisi Abdullah oğlu Muhammed -Allah'ın salatı, selamı ona ve aile halkına olsun-dır. Şanı yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Fakat o Allah'ın Rasülü ve peygamberlerin sonuncusudur. " (el-Ahzab, 33/40)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın ismen sözkonusu ettiklerine de, isimlerini zikretmediklerine de, ilkleri olan Adem -aleyhisselam-'dan itibaren, sonları, sonuncuları, en faziletlileri olan Peygamberimiz Muhammed b. Abdillah'a kadar hepsine iman ederler. Bütün rasüllere iman mücmel bir imandır. Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'a ise tafsili bir iman ile inanılır. Bu mü'minlerin onun getirmiş olduğu hükümlerde etraflı bir şekilde ona uymalarını gerektiren bir imandır.
Rasûlullah Muhammed -sallahu aleyhi ve sellem-: Rasülullah'ın künyesi Ebu'l-Kasım, adı Muhammed'dir. Geriye doğru sırasıyla atalarının adı şöyledir: Abdullah, Abdu'l-Muttalib, Haşim, Abdu Menaf, Kusayy, Kilab, Murre, Ka'b, Luey, Ğalib, Fihr, Malik, Nadr, Kinane, Huzeyme, Müdrike, İlyas, Mudar, Nizar, Maad ve Adnan. Adnan, Allah'ın peygamberi İbrahim el-Halil'in oğlu. İsmail'in soyundan gelir. Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem- peygamberlerin (ne-bi'lerin) ve rasüllerin sonuncusudur. Allah'ın bütün insanlara gönderdiği rasülüdür. O Allah'ın bir kuludur, ona ibadet edilmez. Yalanlanması asla sözkonusu olmayan bir rasüldür, o bütün yaratılmışların en hayırlısıdır. En faziletlisi ve Allah nezdinde en değerlileridir. Derecesi en yüksek, yüce Allah'a da en yakın olanlarıdır.
O hak ve hidayet ile insanlara da, cinlere de gönderilmiş bir peygamberdir. Allah onu alemlere bir rahmet olmak üzere göndermiştir: "Biz seni ancak alemlere bir rahmet olarak gönderdik." (el-Enbiya, 21/107)
Ona kitabını indirmiş, dininin emini kılmış, risaletini tebliğ etmekle görevlendirmiştir. Bu risaleti tebliğ hususunda onu yanılmaktan, hataya düşmekten korumuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O, kendi hevasından bir söz söylemez. O bildirilen bir vahiyden başkası değildir." (en-Necm, 53/3-4)
Onun risaletine iman edip nübüvvetine şehadet getirmedikçe, hiçbir kulun imanı sahih olamaz. Ona itaat eden cennete girer, ona karşı gelip isyan eden cehenneme girer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Hayır, Rabbine andolsun ki aralarında çıkan anlaşmazlıklarda seni hakem yapıp sonra da verdiğin hükümden dolayı içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan tam bir teslimiyetle teslim olmadıkça iman etmiş olmazlar." (en-Nisa, 4/65)
Önceden herbir nebi (peygamber) özellikle kendi kavmine gönderilirken Muhammed - sallallabu aleyhi ve sellem- bütün insanlığa peygamber olarak gönderilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Biz seni ancak bütün insanlar için müjdeleyici ve korkutucu olarak gönderdik." (Sebe',34/28)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat yüce Allah'ın peygamberini apaçık mucizelerle, göz kamaştırıcı belgelerle desteklemiş olduğuna da iman ederler: Bu mucizelerden biri ve en büyüğü ümmetlerin en fasahatlisi, en beliği ve söz söyleme gücü en yüksek olanlarına karşı Allah'ın kendisi ile meydan okuduğu Kur'an-ı Kerîm'dir. Yüce Allah'ın kendisi ile peygamberini desteklemiş olduğu Kur'an'dan sonraki en büyük mucizelerden biri de İsra ve Miraç mucizesidir.
Ehl-i sünnet, Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in uyanıklık halinde iken ruh ve bedeni ile birlikte semaya yükseltildiğine iman ederler. Bu ise İsra gecesinde gerçekleşmişti. Geceleyin Mescid-i Haram'dan, Mescid-i Aksa'ya götürüldüğü Kur'an-ı Kerîm'in nassı ile açıkça belirtilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Kulunu geceleyin, Mescid-i Haram'dan çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa'ya götüren (Allah) münezzehtir. Ona ayetlerimizden bazısını gösterelim diye. Şüphesiz ki O işitendir, görendir." (el-İsra, 17/1)
Sonra Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- semaya yükseltilmiştir. Yedinci semaya kadar çıkmış, daha sonra da bundan öteye, şanı yüce Allah'ın dilediği yüksekliklere kadar çıkmıştır. Burası yanında Cennet-i Me'va'nın bulunduğu Sidre-i Münteha'dır.
Şanı yüce Allah ona verdiği vahiyler ile onu taltif etti, onunla konuştu. Gece ve gündüz boyunca kılınacak beş vakit namazı ona emretti. Cennete girdi, orayı gördü, cehennemi de gördü, melekleri de gördü. Cebrail'i de yüce Allah'ın yaratmış olduğu gerçek suretinde gördü. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in kalbi gördüklerini yalanlamadı, aksine başgözüyle gördüklerinin hepsi gerçeğin kendisi idi.
Bunlar Peygamber'e bir ta'zim, onu diğer peygamberlerden üstün bir şerefe nail etmek ve makamının herkesin makamının üstünde olduğunu açıkça ortaya koymak için olmuştur. Sonra Beytu'l-Makdis'e indi ve diğer peygamberlere imam olarak namaz kıldırdı. Daha sonra da tan yeri ağarmadan önce Mekke'ye geri döndü.35
Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır: "Andolsun ki onu diğer bir iniş(in)de görmüştü. Sidretu'l-Münteha yanında, Cennetu'l-Me'vâda onun yanındadır. O vakit Sidre 'yi bürüyen bürüyordu. Göz başka yöne kaymadı ve aşmadı da. Andolsun ki Rabbinin büyük ayetlerinden görmüştür." Cen-Necm, 53/13-18)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'in diğer bazı mucizeleri:
Yüce Allah'ın peygamberine nubuvvetinin bir delili olmak üzere vermiş olduğu oldukça büyük mucizelerden birisi, İnşikak-ı Kamer (ay'ın yarılması) mucizesidir. Bu, müşrikler kendisinden bir mucize istemeleri üzerine Mekke'de gerçekleşmişti.
Yemeğin çoğaltılması. Bu da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın defalarca gösterdiği bir mucizedir. Suyu çoğaltmak ve parmakları arasından suyun fışkırması, yemeğin tesbih etmesi. Bunlar da Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın çokça görülen mucizelerindendir. Hastaları iyileştirmek ve bazı ashab'ın maddî herhangi bir ilaç olmaksızın onun eli ile şifaya kavuşmaları.
Hayvanların ona karşı edebli ve saygılı davranmaları, ağaçların ona boyun eğmeleri, taşların ona selam vermeleri. Peygambere hainlik eden ve ona karşı inatlaşan bazı kimselerden acilen intikam alınması.
Gaybî hususları haber verdiği gibi, kendisinden uzak yerlerde meydana gelmiş birtakım olayları anında haber vermesi, henüz meydana gelmiş birtakım olayları bildirmesi, daha sonradan da onun haber verdiği şekilde bu olayların gerçekleşmesi. Genel olarak duasının kabul edilmesi. Yüce Allah'ın onu koruması ve düşmanlarının kendisine zarar vermesini önlemesi. Ebu Hureyre -radıyallahu anh-'den şöyle dediği rivayet edilmiştir:
Ebu Cehil: Muhammed sizin aranızda yüzünü toprağa koyuyor (secde ediyor) mu? diye sordu. Ona: Evet, denilince, şöyle dedi: Lat ve Uzza'ya yemin ederim, eğer onun böyle yaptığını görecek olursam, hiç şüphesiz ya onun boynuna basarım yahut onun yüzünü toprağa bularım. Rasûlullah -sallallahu aleyhi ve sellem-'in namaz kıldığı bir sırada o da çıkageldi, onun boynuna basmak istedi ise de onun aniden elleriyle kendisini korumaya çalışarak, arkasını dönüp kaçmakta olduğunu gördüler. Ona: Sana ne oluyor? diye sorduklarında, şu cevabı verdi: Benimle onun arasında içi ateş dolu bir hendek ile çok dehşetli şeyler ve kanatlar vardı.
Bunun üzerine Rasulullah -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu: "Eğer bana yaklaşmış olsaydı, melekler onu parça parça alırlardı." (Müslim.)
BEŞİNCİ RÜKÜN
AHİRET GÜNÜNE İMAN
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat ahiret gününe itikad eder ve inanırlar. Bunun anlamı da kıyamet gününe yüce Allah'ın kitabında, Rasülünün de (sünnetinde) ölümden sonrasından itibaren cennetlikler cennete, cehennemlikler de cehenneme gireceği zamana kadar meydana gelecek şeylere dair vermiş oldukları haberlerin tümüne ve kıyamet gününe tam tasdik ve eksiksiz inanmaktır.
Yüce Allah, kitab-ı kerîm'inde ahiret gününü vurgulu bir şekilde çokça sözkonusu etmiş, her yerde onu dile getirmeye önem vermiş, herbir münasebetle ona dikkat çekmiş, gerçekleşeceğini kesin ifadelerle vurgulamış, onu çokça hatırlatmış, ahiret gününe iman ile Allah'a iman etmeyi birbirine bağlı olarak zikretmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Onlar sana indirilene de senden önce indirilene de iman ederler. Onlar ahirete de şüphe etmeksizin inanırlar. " (el-Bakara, 2/4)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kıyametin kopma zamanının Allah tarafından bilindiğine, Allah'tan başka kimsenin onu bilmediğine inanırlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Saatin (kıyametin ne zaman kopacağının) ilmi muhakkak Allah'ın indindedir." (Lukman, 31/34)
Yüce Allah kıyametin kopuş zamanını kullanndan saklı tutmuş olmakla birlikte kopmasının artık yaklaştığına delalet eden birtakım emare, alamet ve şartlar kılmıştır. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat ayrıca kıyametin kopacağının emareleri olan küçük ve büyük alametlerinin tümüne inanırlar. Çünkü bunlar da ahirete imanın kapsamı içerisindedirler.
Bunlar kıyametten oldukça uzun zaman önce ortaya çıkan alametlerdir. Bunlar alışılagelen türden olurlar. Kimileri de büyük alametlerle birlikte de ortaya çıkabilir. Kıyametin küçük alametleri oldukça çoktur. Bunlardan sahih olarak bilgisi ulaşanların bir bölümünü hatırlatalım:
Peygamberimiz Muhammed -sallallahu aleyhi vesellem-'in gönderilmesi, onunki nübüvvet ve risaletin sona ermesi, vefat etmesi, Beytu'l-Makdis'in fethedilmesi, fitnelerin ortaya çıkması, yahudi ve hristiyanlar gibi geçmiş ümmetlerin izinden gidilmesi, deccallerin ve peygamberlik iddiasında bulunanların ortaya çıkması.
Rasülullah, -sallallahu aleyhi ve sellem- hakkında hadis uydurulması, sünnetinin reddedilmesi, yalanın artması, haberlerin nakledilmesinde işin sağlam tutulmaması, ilmin kaldırılması ve küçük kimselerde ilim arama cihetine gidilmesi, cahillik ve fesadın ortaya çıkması, salihlerin gitmesi. İslam'ın ilmiklerinin tek tek çözülmesi, sair ümmetlerin Muhammed -sallallahu aleyhi ne sellem-'ın aleyhine birbirlerini çağırmaları, sonra da İslam'ın ve müslümanların garib olmaları.
Öldürmenin çoğalması, bela ve sıkıntıların çokluğundan ötürü ölümün temenni edilir hale gelmesi, kabirdekilere gıbta edilmesi, belaların şiddeti dolayısıyla kişinin ölmüş birisinin yerinde olmayı temenni etmesi, ani ölümlerin, zelzele ve hastalıklar dolayısıyla ölümlerin çoğalması, erkeklerin sayıca azalıp kadınların çoğalması, çıplakmış gibi giyinip çıkmaları, yollarda dahi zinanın yaygınlaşması, insanları sopalayan polis ve benzeri güçlerin zalimlere yardımcı olmaları.
Çalgıcılığın, içkinin, zinanın, faizin, ipek giyinmenin ortaya çıkması, bunların helal kabul edilmesi, yerin dibine geçen kara parçalannın, insanların suretlerinin değişmesinin ve iftiraların çıkması.
Emanete riayet edilmemesi, ehil olmayanların iş başına getirilmeleri, insanların ayak takımından olanlarının liderlik etmeleri, aşağılık kimselerin, hayırlı kimselerin üstune çıkmaları, cariyenin efendisini doğurması, yüksek bina yapmakla yarışılması, mescidlerin süslü püslü olmasıyla insanların öğünmeleri, putlara ibadet edilinceye ve ümmet arasında şirk ortaya çıkıncaya kadar zamanın değişikliğe uğraması.
Yalnızca tanıdık kimselere selam verilmesi, ticaretin çoğalması, çarşıların birbirine çok yakın olması, insanların ellerinde pekçok malın bulunmasına rağmen şükredilmemesi, çokça cimrilik gösterilmesi, yalan şahitliğin çoğalması, hak şahitliğin gizlenmesi, hayasızlığın ortaya çıkması, düşmanlıkların, nefretleşmelerin, kin tutmaların, akrabalık bağının kesilmesinin ve kötü komşuluk ilişkisinin baş göstermesi.
Zamanın yakınlaşması, zamanın bereketinin azalması, hilallerin kalın gözükmesi, kapkaranlık gece parçaları gibi fitnelerin ortaya çıkması, insanların birbirine yabancılaşması, İslam'ın teşvik ettiği sünnetlere aldırış edilmemesi, yaşlıların gençlere benzemeye çalışması.
Yırtıcı hayvanların, cansız varlıkların insanlarla konuşması, altından bir dağ arkasında Fırat'ın suyunun çekilmesi, mü'minin gördüğü rüyanın doğru çıkması.
Rasülullah -sallallahu aleyhi re sellem-'in Medine'si ise pislikleri dışarıya atan bir şehirdir. Orada yalnızca takva sahibi salih kimselerin kalması, Arab yarımadasının tekrar yemyeşil bahçelere ve ırmaklara dönüşmesi, insanların kendisine itaat edecekleri Kahtan kabilesinden bir kişinin ortaya çıkması.
Rumların çoğalması ve müslümanlarla savaşmaları, müslümanların taş ve ağaç: "Ey müslüman! İşte bir yahudi, gel onu öldur" diyecek şekilde yahudilerle savaşmaları (Buharî rivayet etmiştir.)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat Allah ve Rasülünün haber vermiş olduğu, ölümden sonra ortaya çıkan bütün gaybî hadiselere de inanırlar: Ölüm sekeratı, ölüm meleklerinin hazır bulunması, mıü'minin Rabbine kavuşması dolayısıyla sevinmesi, ölüm esnasında şeytanın bulunması, ölüm esnasında kafirin imanının kabul edilmeyişi, Berzah alemi, kabir nimeti, azabı ve fitnesi (sorusu), meleklerin sorgulaması, şehidlerin Rableri nezdinde diri olup rızıklandırıldıkları, bahtiyar kimselerin ruhlarının nimet görüp, bedbaht kimselerin ruhlarının ise azab gördüklerine inanılması gibi. Ehl-i sünnet ve'l-cemaat ayrıca hayy ve kayyum olan Allah'ın, hayatı ve hayat sahihlerini yok edeceği büyük kıyametin gerçekleşeceği güne de iman ederler. Daha sonra yüce Allah kulları tekrar diriltecek, onları kabirlerinden kaldıracak, sonra da onları hesaba çekmek için huzurunda durduracaktır. Sur'a üfürülmesine de iman ederler. Sur'a iki defa üfürülecektir.
Birincisi; Alemin değişikliğe uğrayacağı ve düzeninin bozulacağı fez'a (korku ve dehşet) üfürüşüdür. Varlıkların yok olması ve baygın düşmeleri ile her şeyin helak olması bununla olacaktır.
İkincisi ise öldükten sonra dirilip kabirlerden kalkıp alemlerin Rabbinin huzuruna durulmak üzere gelinmesi için gerçekleştirilecek üfürüştür.
Öldükten sonra dirilişe, kabirlerden kalkmaya, yüce Allah'ın kabirdekileri dirilttiğine de iman ederler. İnsanlar alemlerin Rabbinin huzuruna çıplak, elbisesiz, sünnetsiz olarak kalkarlar. Güneş onlara oldukça yaklaşacak, kimisi ağzına kadar tere gömülecektir, ilk diriltilecek ve kendisi için yerin yarılarak üzerinden açılacağı ilk kişi Peygamberimiz Muhammed -sallallabu aleyhi ve sellem-'dır.
O dehşetli günde insanlar etrafa savrulan çekirgelermiş gibi tek bir anda kabirlerinden çıkacaklar, davetçiye doğru hızlıca koşacaklardır. Herbir hareket dinmiş olacak, korkunç sessizlik adeta herkesi kaplayacaktır. O sırada amel sahifeleri yayılacak, gizli saklı ne varsa açığa çıkaracak, üstü örtülü olan şeyler görünecek, kalblerde gizlenen şeyler açığa çıkacak. Kıyamet gününde yüce Allah arada bir tercüman bulunmaksızın kulları ile konuşacak, herkes kendisinin ve babasının ismiyle çağırılacak.
Kendisinde kulların amellerinin tartılacağı, iki kefesi bulunan Mizan'a, amel defterlerinin açılmasına, kimisinin kitabını sağ tarafından, kimisinin sol tarafından ya da sırtının arka tarafından alacağına da inanırlar.
Sırat ise cehennem üzerinde kurulmuş olacaktır. İyiler onun üzerinden geçecek, günahkarların ise ayağı kayacaktır.37
Cennet ile cehennem yaratılmışlardır, şu an da vardırlar, ebediyyen yok olmazlar. Cennet muvahhid ve takva sahibleri mü'minlerin yurdu, cehennem ise müşrik, yahudi, hristiyan, münafık, inkarcı, putperest ve kafirler ile günahkarların yurdudur. Günahkarların ateşinin sonu gelecektir, kafirlerin ateşi ise bitmeyecek, sonu gelmeyecektir. Cennet ebediyyen yok olmayacaktır. Allah her ikisini de mahlukattan önce yaratmıştır.
Muhammed -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın ümmetinin kıyamet gününde hesaba çekilecek ilk ümmet olduğuna, cennete girecek ilk ümmet olduğuna, cennetliklerin yarısını onların teşkil edeceklerine, onlardan yetmişbin kişinin hesabsız olarak cennete gireceklerine de inanırlar.
Muvahhidlerin ebediyyen cehennemde kalmayacaklarına inanırlar. Bunlar ise Allah'a ortak koşmak dışında işlemiş oldukları birtakım masiyetler dolayısıyla, cehenneme girmiş olan kimselerdir. Çünkü cehennemden çıkmamak üzere, cehennemde ebedi kalacak olanlar müşriklerdir.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-ın Havz'ının kıyamet gününün Arasat'ında bulunacağına da inanırlar. Bu Havzin suyu sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Kokusu miskten güzeldir, kablarının sayısı semadaki yıldızlar kadardır. Eni bir aylık, boyu bir aylık mesafedir. Ondan bir defa içen, bir daha ebediyyen susamayacaktır. Ancak din hakkında bid'atler ortaya koyanlar bundan mahrum edileceklerdir. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur: "Benim havzım bir aylık mesafe kadardır. Suyu sütten beyazdır, kokusu miskten hoştur. Üzerindeki testiler semanın yıldızları gibidir, ondan bir defa içen bir daha ebediyyen susamaz." (Buhari)
Yine şöyle buyurmaktadır: "Sizden önce Havz'a gidecek olan ben olacağım. Benim yanıma gelecek olan ordan içer, ordan bir defa içen de ebediyyen susamayacaktır. Benim yanıma benim kendilerini tanıdığım, kendilerinin de beni tanıdıkları birtakım kimseler de gelecek, sonra benimle onlar arasına engel konulacaktır." Bir rivayette de şöyle denilmektedir:
"Ben; Onlar bendendir diyeceğim, bana: Sen, senden sonra neler uydurup, ortaya çıkardıklarını bilmiyorsun denilecek, bu sefer ben de: Benden sonra değişiklikler ortaya koyanlar benden uzak olsunlar, benden uzak olsunlar diyeceğim." (Buharî)
Peygamberimizin şefaatine ve Makam-ı Mahmud'un ona ait olduğuna da iman ederler. O hem Mevkıfte bulunan kimseler arasında hüküm verilmek üzere şefaat edecektir, hem de cennet ehlinin cennete girmeleri için şefaatte bulunacaktır. Rasülullah -sallallahu aleyhi ve sellem- da cennete girecek ilk kişidir. Amcası Ebu Talib'e de azabının hafifletilmesi için şefaatte bulunacaktır.
Bu üç şefaat Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'a mahsustur. Ondan başka hiçbir kimsenin bu tür bir şefaati yoktur.
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın cennete girmiş ümmetinden bazı kimselerinin derecelerinin daha yüksek derecelere çıkartılması için de şefaati olacaktır. Cennete hesabsız girmiş, ümmetinden bir kesime de şefaatte bulunacaktır.
Yine O -sallallahu aleyhi ve sellem- iyilikleri ile kötülükleri birbirine eşit durumda olan kimselere cennete girmeleri için şefaatte bulunacağı gibi, cehenneme götürülmeleri emredilmiş daha başka kimselerin de oraya girmemeleri için şefaatte bulunacaktır.
Ümmetinden azabı haketmiş kimselere azablarının hafifletilmesi, muvahhid günahkarların cehennemden çıkartılması için de şefaat edecek ve onun şefaati ile cennete gireceklerdir.
Bu şefaatlerde ise melekler, peygamberler, şehidler, siddîklar, salihler ve mü'minler de onunla ortaktırlar. (Yani onların da bu türden şefaatleri olacaktır.) Sonra yüce Allah cehennem ateşinden herhangi bir şefaat ile değil de kendi lütuf ve rahmeti ile birtakım kimseleri de çıkartacaktır. Kafirler için ise şefaat sözkonusu olmayacaktır. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Artık şefaat edenlerin şefaati onlara fayda vermez. " (el-Müddessir, 74/48)38
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın şu buyruğunda da belirttiği üzere kıyamet gününde mü'minin ameli de kendisine şefaat edecektir: "Oruç ve Kuran kıyamet gününde kula şefaat edeceklerdir."39
Kıyamet gününde ölüm getirilecek ve Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'ın şu buyruğunda haber verdiği üzere boğazlanacaktır:
"Cennet ehli cennete, cehennemlikler de cehenneme girdikten sonra ölüm getirilecek, ve nihayet cennet ile cehennem arasında bırakılacaktır, sonra da kesilecektir. Daha sonra bir münadi şöyle seslenecektir: Ey cennetlikler! Artık ölüm yoktur ve ey cehennemlikler artık ölüm yoktur. Bunun üzerine cennetliklerin sevinçlerine sevinç katılır, cehennemliklerin kederlerine de keder katılır. " (Müslim)
ALTINCI RÜKÜN KADERE İMAN
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat her hayır ve şerrin Allah'ın kaza ve kaderi ile meydana geldiğine, Allah'ın dilediği her şeyi yaptığına kesin olarak inanırlar. Herşey O'nun iradesi iledir. Hiçbir şey O'nun meşîet (dilemesi) ve tedbiri dışına çıkamaz. O olmuş ve olacak herşeyi olmadan önce ezelden beri bilir. Ezeli ilminin gereğine ve hikmetine uygun olarak meydana gelecek bütün kainat için kaderler ve miktarlar tayin etmiş, kullarının hallerini, rızıklarını, ecellerini, amellerini ve daha başka diğer hallerini bilmiştir. Meydana gelen herbir yeni şey O'nun ilim, kudret ve iradesi ile meydana gelir. Kadere iman özetle: Ebede kadar meydana gelecek olan herşeye dair Allah'ın ezelî bilgisi ile Kalemin bunları yazdığına inanmaktır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Bu önce geçenlerde Allah 'ın geçerli kıldığı sünnetidir. Allah'ın emri mutlaka yerini bulan bir kaderdir." (el-Ahzah, 33/38); "Çünkü biz herşeyi bir takdir ile yarattık." (el-Kamer,54/49)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- de şöyle buyurmuştur:
"Bir kimse kadere hayrı ile şerri ile Allah'tan geldiğine iman etmedikçe, kendisine gelip isabet eden bir şeyin gelip çatmamasının imkansız olduğunu ve kendisini gelip bulmayan bir şeyin kendisine isabet etmesinin de imkansız olduğunu kesinlikle bilmedikçe hiçbir kul iman etmiş olmaz."40
Ehl-i sünnet derler ki: Kadere iman ancak dört husus ile tamam olur. Bunlara da kaderin mertebeleri ya da esasları adı verilir. Bu hususlar kader meselesini anlamanın yoludur.
Kadere iman ise, bütün esasları gerçekleştirilmedikçe tamam olamaz. Çünkü bunların bir kısmı diğerine bağlıdır. Bunların hepsini kabul eden bir kimsenin kadere imanı tamam olur.
Bunlardan birisini yahut daha fazlasını eksik bırakanın ise kadere imanında sarsıntı meydana gelir.
Birinci Mertebe: İlim:
Yüce Allah'ın olmuş ve olacak, olmamış şeyler eğer olacak olsa nasıl olacaklarını, geneliyle ve bütün incelikleriyle bildiğine iman etmektir. O kulların neler yapacaklarını, onları yaratmadan önce bildiği gibi, onların rızıklarının, ecellerinin, amellerinin, hareket ya da hareketsizliklerinin inceliklerini de bilendir. Onlardan kimin mutlu, kimin bedbaht olduğunu da bilendir. O bütün bunları ezelden beri, sıfatı olan kadim ilmiyle bilir. Yüce Allah: "Şüphesiz Allah herşeyi çok iyi bilendir." (et-Tevhe, 9/115) diye buyurmaktadır.
İkinci Mertebe: Yazmak:
Bu da yüce Allah'ın mahlukatın kaderleri ile ilgili olarak ezelden bildiğini Levh-i mahfuz'da yazmış olduğuna iman etmektir. Levh-i mahfuz ise hiçbir şeyin eksik bırakılmaksızın tamamıyle yazıldığı kitabtır. Meydana gelmiş, gelecek ve kıyamet gününe kadar olacak herşey yüce Allah'ın nezdinde Ümmü'l-kitab'ta yazılmıştır. Buna ez-Zikr, el-İmam, el- Kitabu'l-mübin adları da verilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Biz berşeyi İmam-ı mübin'de (önder kitabta) tesbit etmişizdir." (Yasin, 36/12)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-'da şöyle buyurmuştur: "Allah'ın ilk yarattığı şey kalemdir. Ona: Yaz diye buyurdu. O, ne yazayım? diye sorunca, kaderi yaz, olanı ve ebediyete kadar olacak olanı yaz diye buyurdu."41
Üçüncü Mertebe: İrade ve Meşîet (Dileme):
Yani bu kainatta meydana gelen herbir şey rahmet ve hikmet özellikleri ile Allah'ın irade ve meşîeti ile meydana gelir. O dilediğini rahmetiyle hidayete iletir, dilediğini hikmeti ile saptırır. Hikmet ve egemenliği eksiksiz olduğundan dolayı, yaptıkları hakkında O'na soru sorulmaz, ancak yaratılmışlara sorulur. Bu kabilden meydana gelen herbir şey Allah'ın Levh-i mahfuz'da yazılı ve ezelî ilmine uygundur. Allah'ın meşieti gerçekleşir, kudreti de herşeyi kapsar. O'nun dilediği olur, dilemediği olmaz. Hiçbir şey O'nun iradesi dışında değildir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz." (et-Tekvîr, 81/29)
Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- da şöyle buyurmuştur: "Bütün Ademoğullarının kalbleri Rahman'ın parmaklarının ikisi arasında, dilediği gibi evirip çevirdiği tek bir kalb gibidir. " (Müslim)
Dördüncü Mertebe: Yaratmak:
Yüce Allah'ın herşeyin yaratıcısı olduğuna inanmaktır. O'ndan başka bir yaratıcı, O'nun dışında bir Rab yoktur. O'nun dışında her ne varsa yaratılmıştır. O, amelde bulunan herkesi ve onun amelini, hareket eden herbir varlığı ve hareketini yaratandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Herşeyi yaratıp onu inceden inceye takdir ve tayin etmiştir." (el-Furkan,25/2)
Hayır ve şer türünden iman ve küfür, itaat ve masiyet kabilinden meydana gelen her bir şeyi Allah dilemiştir, takdir etmiştir ve yaratmıştır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın izni olmadan hiçbir kimsenin iman etmesi mümkün değildir." (Yunus, 10/100); "De ki: Allah'ın bizim, için yazdığından başkası asla bize isabet etmez." (et-Tevbe, 9/51)
Yüce Allah tek başına yaratıp var edendir. O, istisnasız herşeyin yaratıcısıdır, O'ndan başka bir yaratıcı, O'nun dışında bir Rab yoktur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Allah herşeyin yaratıcısıdır. O herşeye vekildir." (ez-Zümer, 39/62)
Yüce Allah itaati sever ve masiyetten hoşlanmaz. Dilediği kimseyi lütfuyla hidayete iletir, dilediği kimseyi de adaletiyle saptırır. Nitekim şöyle buyurmaktadır: "Eğer kafir olursanız, şüphesiz Allah size muhtaç değildir. Bununla birlikte O kullarının kafir olmalarına razı olmaz.
Eğer şükür ederseniz, faydanız için, ondan razı olur. Günah taşıyan hiçbir kimse başkasının günah yükünü yüklenmez." (ez-Zümer, 39/7)
Allah'ın saptırdığı kimsenin ileri sürecek herhangi bir delili ya da bir mazereti yoktur.
Çünkü yüce Allah ileri sürülecek bir bahane kalmasın diye peygamberler göndermiş ve kulun işlediği ameli ona izafe ederek, bunu kulun kesbi (kazancı) olarak takdir etmiş ve ancak gücünün yettiği şeylerle onu yükümlü tutmuştur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır; "Bugünde herkese kazandığının karşılığı verilir. Bugün zulmetmek yoktur." (el-Mu'min, 40/17);
"Gerçekten Biz, ona yolu gösterdik. İster şükredici olsun, ister nankör (bir kafir olsun)." (el- İnsan, 76/30); "Müjdeleyici ve korkutucu peygamberler olarak (gönderdik) ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a karşı bir bahaneleri olmasın." (en-Nisa, 4/165); "Allah hiçbir kimseye gücünün yeteceğinden başkasını yüklemez." (el-Bakara, 2/286)
Fakat yüce Allah'ın rahmetinin kemali dolayısıyla şer O'na nisbet edilmez. Çünkü O hayrı emretmiş olmakla birlikte şerri yasaklamıştır. Şer ancak O'nun takdiri ve hikmeti ile meydana gelir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Sana gelen her iyilik Allah'tandır. Sana gelen her fenalık da kendindendir." (en-Nisa, 4/79) Yüce Allah zulümden münezzehtir, O adalet sıfatına sahibtir. Kimseye zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. O'nun bütün fiilleri adalettir ve rahmettir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"Ben kullara asla zulmedici değilim." (Kaf, 50/29); "Rabbin kimseye zulmetmez." (el- Kehf, 18/49); "Muhakkak Allah zerre ağırlığı kadar dahi zulmetmez. " (en-Nisa, 4/40)
Ayrıca yüce Allah'a yaptıklarından ve dilediklerinden dolayı soru sorulmaz. Çünkü O şöyle buyurmaktadır: "O işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki onlara sorulur." (el-Enbiya,21/23)
O halde insanı ve fiillerini yaratan yüce Allah'tır. Ona bir irade, bir kudret, bir tercih ve bir dileme gücü vermiştir. Yüce Allah bunu mecazi anlamıyla değil de gerçek anlamıyla fiillerini yapan kendisi olsun diye insana bağışlamıştır. Sonra da ona hayır ile şerri birbirinden ayırdedecek bir akıl vermiş, ancak irade ve tercihi ile yaptığı amelleri dolayısı ile hesaba çekecektir. İnsan mecbur değildir, aksine onun kendi iradesi ve tercihi vardır. Bunlarla
fiilerini ve inançlarını tercih eder. Şu kadarı var ki meşiîeti itibariyle Allah'ın meşîetine tabidir. Allah'ın dilediği herşey olur, dilemediği hiçbir şey olmaz. Kulların fiillerini yaratan yüce Allah'tır. O fiilleri işleyen de kullardır. O halde bu fiiler yaratılmaları, var edilmeleri ve takdir edilmeleri itibari ile Allah'tan, fiil ve kazanım olmaları itibariyle de kula aittirler. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
"O ancak alemlere bir öğüttür, aranızdan dosdoğru yolda gitmek isteyenlere. Alemlerin Rabbi olan Allah dilemedikçe de siz dileyemezsiniz. " (et-Tekvir; 81/28-29)
Yüce Allah kaderi delil göstererek: "Allah dileseydi biz de, babalarımız da ortak koşmazdık. Hiçbir şeyi de haram kılmazdık." diyen müşriklerin söylediklerini kabul etmeyerek, devamında şu buyruklarıyla onların yalanlarını reddetmektedir: "De ki:
Yanınızda bize çıkartıp gösterebileceğiniz, herhangi bir bilgi var mı? Siz ancak zanna uyuyorsunuz ve siz yalnızca yalan uyduruyorsunuz. " (el-En'am, 6/148)
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kaderin Allah'ın yarattıklarındaki bir sırrı olduğuna inanırlar. Ona ne mukarrab bir melek, ne mürsel bir peygamber muttali değildir. Bu hususta çokça derine dalmak ve uzun boylu düşünmek sapıklıktır. Çünkü yüce Allah kader bilgisini yarattıklarından saklı tutmuş ve onun nihai maksadını bilmeye kalkışmalarını yasaklamıştır. Yüce Allah: "O işlediklerinden sorumlu tutulmaz. Halbuki onlara sorulur." (el-Enbiya, 21/23)
diye buyurmaktadır.
Ehl-i sünnet ve'l-cemaat kendilerine muhalefet eden sapık fırkalara yüce Allah'ın şu buyruğu ile hitab eder ve delil gösterirler: "De ki: Hepsi Allah'tandır. Böyle iken bunlara ne oluyor ki hiçbir sözü anlamaya yanaşmıyorlar?" (en-Nisa, 4/78)
İşte ashab, tabiîn ve kıyamet gününe kadar onlara güzel bir şekilde uyan selef-i salih'in iman ettikleri hususlar bunlardır. Yüce Allah hepsinden razı olsun.
Selef-i Salihîn (EHL-İ SÜNNET VE'L-CEMAAT) AKİDESİ - Ebu Muhammed - Abdullah b. Abdu'l-Hamid b. Abdu'l-Mecid el-Eserî
13 İmam Ahmed, Müsned'inde rivayet etmiş olup, el-Elbanî, İbn Ebi Âsım'ın es-Sünne adlı eserinde (ilgili notunda) sahih olduğunu belirtmiştir.
14 el-Lâlekâî, Şerhu Usuli İ'tikadi Ehl-i Sünneti Ve'l-Cemaa adlı eserinde rivayet etmiştir.
15 Bk. İbn Kesir, Tefsir, I, 390
16 Geniş bilgi için bk. Dr. Nasır Abdu'l-Kerim el-Akl, Mefhumu Ehl-i Sünneti ve'l-Cemaati inde Ehl-i Sünneti ve'l-Cemaati adlı
eseri. Gerçekten de konuyu hakkıyla incelemiş, güzel ve faydalı bir şekilde ele almıştır. Allah'tan onu hayırlarıyla mükafatlandırmasını dileriz. Ayrıca bk. Muhammed Abdu'l-Hadî el-Mısrî, Meâlimu'l-İntilâkati'l-Kübra inde Ehli's-Sünneti ve'l- Cemaa, Ahmed Ferit, Hasaisu Ehl-i Sünne adlı eserleri.
17 Bu konuda geniş bilgi için bk. İmam İbn Batta el-Ukberî, el-İbane adlı eserin mukaddimesi. Konu ile ilgili oldukça güzel açıklamalar vardır. Sözü geçen mukaddimeyi kitabın muhakkiki Dr. Rıda b. Nasan Mu'tî hazırlamıştır. Ayrıca bk. Dr. Nasır b.
Abdu'l-Kerim el-Akl, Mebabisu fi Akideti Ehl-i Sünnet-i ve'l-Cemaa ve Mevkıfuı'l-Harekati'l-İslamiyyeti'l-Muasireti minbâ adlı
eserin: Min Hasaisi'l-Akideti'l-İslamiyeti ve Etbaına adlı bölüm s. 29.
İşte buradan bizler şunu da öğreniyoruz ki: "Selefilik belli bir dönemin aşamasıdır. İslami bir mezheb değildir... diyenlerin iddiaları doğru olamaz. Çünkü selef mezhebi: Güzel liderlik ve kendisine uyulan sağlıklı yöntem gibi iki büyük temeli ihtiva etmektedir.
Önderler ashab, tabiîn ve güzel bir şekilde onlara uyan etbau't-tabiînden ibaret üç nesildir.
Yöntem ise itikadı anlamak, delillendirmek, takrir, ilim, iman ve şeriatın bütün yönlerinde çağlar boyunca izlenen yoldur. Bununla açıkça ortaya çıkmaktadır ki: Selefilik vasfı bu vasfı alan herkes için bir övgüdür. Hem önderlik bakımından, hem yöntem bakımından. Çünkü bu konuda onun salih bir geçmişleri (selef-i salihleri) vardır. Onlar da peygamberinin
tanıklığıyla bu ümmetin hayırlılarıdır. Bu vasfın delalet ettiği itikad ve ameli zahiren ve batınan gerçekleştirmeden bu vasfa sahih olmaya gelince, bunda herhangi bir övülecek taraf olamaz. Çünkü asıl muteber olan lafzi ıstılahlar değil, anlamlardır.
18 İlhad: Haktan meyletmek ve sapmak demektir. Ta'tîl, tahrif, keyfiyetlendirme, temsîl (örneklendirme) ve teşbîh
(benzetme) de bunun kapsamına girer.
19 Allah'ın zatının yahut sıfatlarının nasıl olduğunun tahayyül edilmesi asla caiz değildir. Çünkü hatıra gelen yahut zihinde canlanan herbir şeyden yüce Allah daha büyük ve daha azametlidir.
20 Arşın üzerine istiva ve uluvv (yücelik) iki ayrı sıfattır. Şanı yüce Allah hakkında O'nun celaline yakışır bir şekilde bu sıfatları kabul ederiz. Selef'e göre istiva lafzının açıklaması "karar bulmak, üstüne çıkmak, üzerine çıkmak ve yükselmek"
demektir. Selef bunu bu kelimelerle açıklarlar, fakat bundan ileriye gitmez ve buna bir şey ilave etmezler. Selefin bu
kelimeye getirdiği yorumlar arasında "istila etti yahut malik oldu yahut galib geldi ve kahretti" anlamları yoktur. İstiva'nin Arab dilinde ne demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu da yüksek oluş ve yükseğe çıkmak demektir. Sahih-i Buharî'de olduğu gibi.
Keyfiyet ise meçhuldür, onu Allah'tan başkası bilemez. Buna iman etmek ise vacibtir, çünkü bu konuda deliller sabittir. Bu hususta soru sormak bid'attir, çünkü istiva'nın keyfiyetini yüce Allah'tan başkası bilemez.
22 İmam İshak b. Rahaveyh -Allah'ın rahmeti üzerine olsun- bu ayet hakkında şunları söylemektedir; "İlim ehlinin icmaına göre O arşa istiva etmiştir. Yedinci yerin en dibindeki herşeyi de bilir." Bunu İmam ez-Zehebî, el-Uluvv li'l-Alivvi'l-Gaffar
adlı eserinde rivayet etmiştir.
23 İmam Beğavî, Şerhu's-Sünne'de rivayet etmiştir.
24 İmam Lalekaî, Şerhu Usuli İ'tikadi Ehli Sünneti ve'l-Cemaa'da rivayet etmiştir.
25 Bk. İbn Kudame el-Makdisî, Lumatu'l-İ'tikadi'l-Hadi ile Sebili'r-Reşad.
26 İmam Begavî, Şerhu's-Sunne'de rivayet etmiştir.
27 Beğavî, Şerhu's-Sünne'de rivayet etmiştir.
28 Bunu Beğavî, Şerhu's-Sünne'de rivayet etmiştir.
29 Bk. Şerhu 'l-Akideti't-Tahaviye.
30 Bk. Şerhu 'l-Akideti't-Tahaviye.
31 İmam ez-Zehebî, el-Uluvv li'l-Alivvi'l-Ğaffar'da rivayet etmiştir.
32 İmam Beğavî, Şerhu's-Sünne'de rivayet etmiştir.
33 el-Elbanî, Sahihu Süneni't-Tirmizî.
34 Mucize, yüce Allah'ın peygamber vasıtası ile iddiasına uygun olarak ve onu tasdik etmek üzere ortaya çıkardığı
olağanüstü bir iştir. Mucizenin meydana gelmesi imkan çerçevesindedir. Çünkü sebebleri de, sonuçları da yaratan Allah, onların düzenini bozmaya da kadirdir ve bunun sonucunda sonuçlar daha önceki sebeblere boyun eğmeyebilir. Hiçbir sınır tanımayan yüce Allah'ın kudretine göre bunda hayret edilecek ve garib kaçacak bir taraf yoktur. Çünkü o dilediğini göz açıp kapatmaktan da daha büyük bir hızla yapandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "O bir şeyi diledi mi ona emri sadece ol demesidir, o da oluverir. " (Yasîn, 36/82)
35 Buharî ve Müslim'de ve diğer sünen ve müsned hadis kitablarında bu mübarek gecede meydana gelmiş olayların tafsilatına dair bilgiler yer almaktadır. Bunların dışındaki kitaplarda zikredilen İsra ve Miraç hakkındaki bilgileri dikkatle
okumak gerekir. Çünkü bu konuda birçok aslı olmayan, yalan-yalış kıssalar anlatılmaktadır.
37 Sırat, cennete gideceklerin üzerinden geçecekleri köprüdür. İnsanlar amellerine göre Sırat'ın üzerinden geçeceklerdir. Kimisi bir göz açıp kırpar gibi, kimisi şimşek gibi, kimisi rahat esen rüzgar gibi, kimisi asil bir at gibi, kimisi binek devesi
gibi, kimisi koşarak, kimisi yürüyerek, kimisi sürünerek geçecektir. Onlardan kimileri kancalarla yakalanıp, cehenneme
atılacaktır. Herkes ameline göre oradan geçecektir; ta ki günahlarından ve kirlerinden temizlensin. Sırat'ı geçebilen kimse cennete girmeye hazır olur. Sırat'ı geçtikleri takdirde cennet ile cehennem arasındaki bir köprüde durdurulurlar ve birinin diğerindeki hakkı kısas yolu ile alınır, Nihayet tertemiz edilip, arındırıldıktan sonra cennete girmek üzere kendilerine izin verilecektir.
38 Bu şefaat için iki şart vardır: Birincisi yüce Allah'ın bu şefaate dair izin vermesidir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun izni olmaksızın nezdinde kim şefaat edebilir." (el-Bakara, 2/255)
İkincisi ise yüce Allah'ın hem şefaatte bulunacak olandan, hem de kendisine şefaat olunacak olandan razı olması. Çünkü
yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Onun razı olduğu kimselerden başkasına şefaat etmezler." (el-Enhiya, 21/28)
Ehl-i sünnet i’tikâdını kısa ve öz olarak bildiriyorum. Buna göre i’tikâdı düzeltmelidir. Hak teâlâdan, yalvararak, bu i’tikâd üzere dâim olmayı istemelidir.
[Herşeyin yoktan var olduğunu, bütün varlıkların yok olduğunu görüyoruz. Bu hâl sonsuzdan böyle gelmiş olamaz. Her şeyi yoktan var eden ve hiç yok olmıyan biryaratıcı yaratmıştır. Bu yaratıcı, varlığını bildirmek için, Peygamberler ve kitaplar göndermiştir. Peygamberler ve kitaplar, meşhûrdur. İsimleri, dünyânın her yerindekikütüphanelerde yazılıdır. Meydanda olan şey, inkâr olunamaz. Allahü teâlânın, varlığına inanmamak, meydânda olan şeyi inkâr etmek olur. Allahü teâlânın varlığına ve birliğine inanmamak, günlük hâdiseleri, kitapda okuyup, inanmamak gibidir. Bu da, akıllı bir kimsenin yapacağı birşey değildir.]
Biliniz ki, Allahü teâlâ, kadîm olan Zâtı ile vardır. Ondan başka herşey, Onun var etmesi ile var olmuştur. Onun yaratması ile yokluktan varlığa gelmiştir. O, sonsuz olarak var idi. Kadîmdir, ezelîdir. Ya’nî hep var idi. Varlığından evvel yokluk olamaz. Ondan başka herşey yok idi. Bunların hepsini, O, sonradan yaratdı. Kadîm ve ezelî olan, bâkî ve ebedî olur. Hâdis ve mahlûk olan, fânî ve muvakkat olur, ya’nî yok olur. Allahü teâlâ birdir. Ya’nî, varlığı lâzım olan, yalnız Odur. İbâdete hakkı olan da, yalnız Odur. Ondan başka herşeyin var olmasına lüzûm yoktur. Olsalar da olur, olmasalar da. Ondan başka hiç bir şey, ibâdet olunmağa lâyık değildir.
Allahü teâlânın kâmil sıfatları vardır. Bu sıfatları: Hayât, İlm, Sem’, Basar, Kudret, İrâde, Kelâm ve Tekvîntir.
Bu sıfatları da, kadîmdir, ezelîdir. Varlıkları Zât-i ilâhî iledir. Mahlûkların sonradan yaratılması ve onlarda her ân meydâna gelen değişiklikler, bu sıfatların kadîm olmasını bozmaz. Sıfatların bağlandığı şeylerin sonradan var olması, sıfatların ezelî olmasına mâni’ olmaz.
Felsefeciler, yalnız akla güvendiklerinden, akılları da noksân olduğundan, müslimânlardan mu’tezile fırkası da, iyi göremediğinden, eşyâ hâdis olduğu için, bunları var eden ve idâre eden sıfatlar da hâdisdir deyip geçdiler. Bu sûretle kadîm olan (Sıfât-ı kâmile)yi, inkâr etdiler. “İlim sıfatı, zerrelere kadar işlemez. Ya’nî, Allahü teâlâ, ufak tefek şeyleri bilmez. Çünki, eşyâdaki değişiklikler, ilim sıfatında değişiklik yapar. Kadîm olanda ise, değişiklik olamaz.” dediler. Hâlbuki bilmediler ki, sıfatlar ezelîdir. Bunların eşyâya te’allukları, bağlantıları hâdistir.
Noksân sıfatlar, Onda yoktur. Allahü teâlâ, maddelerin, cisimlerin, arazların, ya’nî hâllerin sıfatlarından ve bunlara lâzım olan şeylerden münezzehdir, uzakdır. Allahü teâlâ, zamanlı değildir, mekânlı değildir, cihetli değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, cihetleri O yaratmıştır. Bir şey bilmiyen bir kimse, Onu, Arşın üstünde sanır, yukarıda bilir. Arş da, yukarısı da, aşağısı da, Onun mahlûkutur. Bunların hepsini, sonradan yaratmışdır. Sonradan yaratılan birşey, kadîm olana, her zaman var olana, yer olabilir mi? Yalnız şu kadar var ki, Arş, mahlûkların en şereflisidir. Her şeyden dahâ sâf ve dahâ nûrludur. Bunun için, ayna gibidir. Allahü teâlânın büyüklüğü orada görünür. Bunun içindir ki, ona (Arşullah) denir. Yoksa, Allahü teâlâya göre, Arş da, diğer eşyâ gibidir. Hepsi, Onun mahlûkutur. Yalnız Arş, ayna gibidir. Diğer eşyâda bu kâbiliyyet yoktur. Aynada görünen bir insana, aynanın içindedir denilir mi? O insanın aynaya olan nisbeti, karşısında bulunan diğer eşyâya olan nisbeti gibidir. İnsanın, hepsine olan münâsebeti aynıdır. Yalnız, ayna ile diğer eşyâ arasında fark vardır. Ayna, insanın sûretini gösterebiliyor, diğer eşyâ ise, göstermiyor.
Allahü teâlâ, madde değildir, cisim değildir, araz, hâl değildir. Hudûdlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir.
Ona, (Vâsi’) ya’nî geniş deriz. Fakat; bu genişlik, bizim bildiğimiz, anladığımız gibi değildir.
O, (Muhît)tir. Ya’nî her şeyi çevirmiştir. Fakat, bu ihâta, çevirmek, bizim anladığımız gibi değildir.
O, (Karîb)dir. Yakındır ve bizimledir. Fakat, bizim anladığımız gibi değil! Onun vâsi’, muhît, karîb ve bizim ile berâber olduğuna inanırız. Fakat, bu sıfatların ne demek olduğunu bilemeyiz. Akla gelen herşey yanlışdır, deriz.
Allahü teâlâ, hiç bir şeyle ittihâd etmez, birleşmez. Hiç bir şey de Onunla birleşmez.
Ona hiç bir şey hulûl etmez. O da, bir şeye hulûl etmez.
Allahü teâlâ, ayrılmaz, parçalanmaz, tahlîl [analiz], terkîb [sentez] edilmez. Onun benzeri, eşi yoktur. Kadını, çocukları yoktur. O, bildiğimiz, düşünebileceğimiz şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Benzeri, nümûnesi, olamaz. Şu kadar biliriz ki, Allahü teâlâ vardır. Bildirdiği sıfatları da vardır. Fakat kendisinde, varlığında ve sıfatlarında akla gelen, hayâlimize gelen herşeyden münezzehdir, uzakdır. İnsanlar Onu anlıyamaz. Fârisî beyt tercemesi:
Rabbiniz değil miyim? Sorulduğunda,
Onu anlıyanlar, O vardır deyip kesdiler sözü.
[İmâm-ı Rabbânî 266.cı mektûbda diyor ki, (Allahü teâlâ vardır, birdir. Hayydır, diridir. Her şeyi görür. Hareketleri, düşünceleri, dünyâ ve âhıretdeki şeyleri, ezelde, bir anda bilir. O ve sıfatları ve işleri, akıl ile anlaşılamaz ve anlatılamaz. İnsan birşey yapmak irâde edince, O da isterse, hemen yaratır. İnsanın istemesine (Kesb) denir. Onun istemesine (Halk) denir. Onun söylemesi de, hep bir kelimedir.)]
İslâm âlimlerinin, (Allahü teâlânın gönderdiği ni’metleri düşününüz. Allahü teâlânın nasıl olduğunu düşünmeyiniz), sözleri meşhûrdur. Allahü teâlânın İsimleri, (Tevkîfî)dir. Ya’nî dînin sâhibinin bildirmesine mevkûftur, bağlıdır. İslâmiyyetin söylediği İsimi söylemelidir. İslâmiyyetin bildirmediği isim söylenemez. Ne kadar kâmil, güzel isim olsa da, söylenmemelidir. Cevâd denir. Çünki İslâmiyyet, Cevâd demekdetir. Fakat, yine cömerd ma’nâsında olan (Sahî) İsimi söylenemez. Çünki İslâmiyyet, Ona sahî dememiştir. [Şu hâlde, tanrı da denemez. Hele ibâdet ederken, ezân okurken, Allah İsimi yerine, tanrı demek, çok büyük günâh olur.]
Kur’ân-ı kerîm Allah kelâmıdır. Onun sözüdür. Sözünü, İslâm harflerinin ve seslerinin içine sokarak, Peygamberimiz Muhammed “aleyhisselâm”a göndermiştir. Bununla kullarına emirlerini, nehiy [ya’nî yasak]lerini bildirmiştir.
Biz mahlûklar, [buğazımızdaki ses iplikcikleri], dil ve damağımız ile konuşuyor, arzûlarımızı harf ve ses şeklinde meydâna çıkarıyoruz. Allahü teâlâ da ses zarları, ağız dil olmaksızın, kendi kelâmını, büyük kudreti ile, harf ve ses içinde kullarına göndermiştir. Emirlerini, nehiylerini harf ve ses içinde meydâna çıkarmışdır. Her ikikelâm da Onundur. Ya’nî harf ve ses içine sokulmadan evvelki (Kelâm-ı nefsî)si ve harf ve ses içinde bulunan (Kelâm-ı lafzî)si hep Onun kelâmıdır. Her ikisine de kelâm demek doğrudur. Nitekim bizim de, nefsî ve lafzî kelâmımızın ikisi de, sözümüzdür. Nefsîye hakîkî deyip, lafzîye mecâz demek, ya’nî kelâm gibi demek, yanlışdır. Çünki, mecâz olan şeyler red edilebilir. Allahü teâlânın kelâm-ı lafzîsini red edip, buna, Allah kelâmı değildir demek, küfürdür. Evvelce gelen Peygamberlere “alâ nebiyyinâ ve aleyhimü’s-salevâtü vet-teslîmât” gönderilen kitaplar ve sahîfeler de, hep Allah kelâmıdır. O kitaplarda ve sahîfelerde ve Kur’ân-ı kerîmde bulunanların hepsi,(Ahkâm-ı ilâhiyye)dir. Her vakte uygun olan hükümleri, o zamanın insanlarına göndermiş ve onları bunlardan mes’ûl tutmuştur.
Allahü teâlâyı mü’minler Cennetde, cihetsiz olarak ve karşısında bulunmıyarak ve nasıl olduğu anlaşılmıyarak ve ihâtasız, ya’nî bir şekilde olmıyarak görecektir. Allahü teâlâyı âhırette görmeğe inanırız. Nasıl görüleceğini düşünmeyiz. Çünki, Onu görmeği akıl anlıyamaz. İnanmaktan başka çâre yoktur.
Felsefecilere ve mu’tezile İsimindeki müslimânlara ve Ehl-i sünnetten başka bütün fırkalara yazıklar olsun ki, kör olduklarından, buna inanmaktan mahrûm kaldılar. Görmedikleri, bilmedikleri şeyi gördükleri şeylere benzetmeğe kalkarak îmân şerefine kavuşamadılar. [Allahü teâlâ, dünyâda kendini göstermedi. His uzuvları ile anlaşılamadı. Böyle olması, insanlara büyük rahmettir. Görülseydi, kötü kimseler, Ona hakâret ederler, alay ederler, kahr ve gadab-ı ilâhîye sebep olurlardı. Kötülerin yanı sıra, iyiler de azâb görürdü. Dünyâda râhat, huzûr kalmazdı.]
Allahü teâlâ, insanları yaratdığı gibi, insanların işlerini de, O yaratıyor. İyi ve fenâ şeylerin hepsi Onun takdîri, dilemesi iledir. Fakat, iyi işlerden râzıdır, beğenir. Fenâlardan râzı değildir, beğenmez. İyi ve kötü her iş, Onun istemesi ve yaratması ile ise de, Onu yalnız, bir kötü şeyin yaratıcısı olarak adlandırmak edebsizlik olur. Kötülüklerin yaratıcısı dememelidir. İyi ve kötünün yaratıcısıdır demelidir. Meselâ, herşeyin hâlıkıdır demeli. Fakat, pisliklerin veyâ domuzların hâlıkı dememelidir. Ona karşı edeb, böyle olur.
Mu’tezile fırkası [ve ba’zı sapık kimseler] ne kadar bayağı düşünüyor! İyi, kötü her işini, insan, kendi yaratır diyor. Akıl da, din de bunun yanlış olduğunu gösteriyor.
Doğru söyliyen âlimler, ya’nî Ehl-i sünnetin büyükleri “rahmetullahi teâlâ aleyhim ecma’în” insanın, yapdığı işde, kendi kuvveti de te’sîr ediyor dedi ve bu te’sîre (Kesb) İsimini verdiler. Çünki, elin titremesi ile, istekle kaldırılması arasında elbette fark vardır. Titremelere insan kudreti ve kesbi karışmıyor. İhtiyârî hareketlere ise karışıyor. İşte, bu kadar karışmaları, süâle ve cezâya sebep olmakda, insan, sevâb veyâ günâh kazanmakdadır. İnsanların kudret ve ihtiyârına inanmıyan, insanları âciz ve mecbûr zan eden kimse, din âlimlerinin sözlerini anlamamışdır. Bu büyüklerin insanda kudret ve irâde var demeleri, insan her istediğini yapar ve istemediklerini yapmaz demek değildir. Böyle olmak kulluktan uzakdır. Büyüklerin sözü, insanlar, emir olunan şeyleri yapabilir demekdir. Meselâ, beş vakt namaz kılabilir. Malın kırkda birini zekât verebilir. Oniki ayda, bir ay oruç tutabilir. Yol ve yiyecek parası olan, ömründe bir kerre hac yapabilir. Bunlar gibi, ahkâm-ı islâmiyyenin hepsini yapabilir. Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, insanların za’îfliğine ve kuvvetlerinin azlığına göre, bütün ibâdetlerde en hafîf, en kolay olanları emir etmiştir. (Allahü teâlâ, sizlere kolaylık istiyor, güçlük istemiyor) ve (Allahü teâlâ sizlere hafîf, kolay emir etmek istiyor. İnsanlar, za’îf, kuvveti az yaratılmışdır)meâlindeki âyet-i kerîmeler meşhûrdur.
[Dinde harac, zorluk yokdur, demenin ma’nâsı da budur. Ya’nî, Allahü teâlâ kolaylık emir etmiştir, demekdir. Yoksa, herkes, hoşuna giden şeyleri yapsın, nefsine zor gelen şeyleri yapmasın, ibâdetleri râhat ve kolay ve keyfine göre değiştirsin demek değildir. Dinde ufak bir değişiklik yapmak, küfürdür, dinsizliktir.]
Peygamberler “aleyhimü’s-salevâtü vet-teslîmât” Allahü teâlâ tarafından kullarına gönderilmiş insanlardır. Ümmetlerini Allahü teâlâya çağırmak, azgın, yanlış yoldan, doğru, se’âdet yoluna çekmek için gönderilmişlerdir. Dâ’vetlerini kabûl edenlere, Cenneti müjdelemişler, inanmıyanları ve inanıp da yapmıyanları Cehennem azâbı ile korkutmuşlardır. Onların Allahü teâlâdan getirdikleri her haber doğrudur, yanlışlık yoktur.
Peygamberlerin sonuncusu, Muhammed “aleyhisselâm”dır “sallallahü aleyhi ve selleme aleyhi ve aleyhim ecma’în”. Onun dîni bütün dinleri nesh etmiş, yürürlükden kaldırmışdır. Onun kitabı, geçmiş kitapların en iyisidir. Onun dîni kıyâmete kadar bâkîdir. Kimse tarafından değişdirilmiyecektir. Îsâ “aleyhisselâm” gökden inecek, Onun dîni ile amel edecek, ya’nî Onun ümmeti olacakdır.
[Ba’zı kimseler, din, zamana göre değişir, İslâm ahkâmı tefessüh etmiş, eskimiştir. Asrımızın îcâblarını karşılayacak bir din lâzımdır diyor. Evet, din, zamanla değişir. Fakat bunu, sâhibi, ya’nî Allahü teâlâ değişdirir. Nitekim Âdem “aleyhisselâm”dan beri, çok kerre değişdirmiş ve en son olarak ve kıyâmete kadar bütün îcâbları, ihtiyâcları karşılayacak, en mükemmel, en üstün bir din olarak, Muhammed aleyhisselâmın dînini göndermiştir. Zevallı insanlar, Allahü teâlânın mükemmel dediği dinden dahâ iyisini mi yapabilecek? Evet milletlerin kanûnları da, zamanla değişir. Fakat, bunu ancak millet meclisleri değişdirebilir. Her bekçi ve çoban değil! (Mecelle)nin otuzdokuzuncu maddesinde ve şerhinde diyor ki, (Ahkâm zamanla değişir. Örf ve âdete tâbi’ olan ahkâm değişir. Nass ile anlaşılan ahkâm zamanla değişmez.)]
Muhammed “aleyhisselâm”ın kıyâmetden haber verdiği şeylerin hepsi doğrudur. Kabir azâbı, kabrin ölüyü sıkması, kabirde Münker ve Nekîr denilen iki meleğin süâl sorması, kıyâmetde herşeyin yok olacağı, göklerin yarılacağı, yıldızların yollarından çıkıp dağılacakları, küre-i Erdın, dağların parçalanması ve herkesin mezârdan çıkması, mahşer yerine toplanması, ya’nî rûhların cesedlere gelmesi,kıyâmet gününün zelzelesi, o günün dehşeti, korkusu ve kıyâmetde süâl ve hesâb ve dünyâda yapılmış olan şeylere orada, ellerin, ayakların ve her a’zânın şehâdet etmesi ve iyilik ve kötülük defterlerinin uçarak sağ veyâ sol taraftan verilmesi ve iyiliklerin ve günâhların, oraya mahsûs bir terâzîde dartılması hakdır, doğrudur. Orada sevâbı ağır gelen, Cehennemden kurtulacak, az gelen, ziyân edecektir. Oradaki terâzî, bilinmiyen bir terâzî olup, ağır ve hafîf gelmesi dünyâ terâzîsinin aksinedir. Yukarı çıkan kefe ağırdır, aşağı inen hafîftir. [Orada yer çekimi kuvveti yoktur.]
Orada önce Peygamberler “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât”, sonra sâlih kullar ya’nî Evliyâ-i kirâm “kaddesallahü teâlâ esrârehümül’azîz”, Allahü teâlânın izni ile, günâhı çok olan mü’minlere şefâ’at edecektir. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki: (Ümmetimden büyük günâhları olanlara şefâ’at edeceğim).Cehennemin üzerinde sırât köprüsü vardır. Mü’minler, bu köprüden geçip, Cennete gidecektir. Kâfirlerin ayakları kayarak, Cehenneme düşeceklertir.
[Sırât köprüsü deyince, bildiğimiz köprüler gibi sanmamalıdır. Nitekim, sınıf geçmek için, imtihân köprüsünden geçilir diyoruz. Her talebe imtihân köprüsünden geçer. Hepsi buradan geçdiği için köprü diyoruz. Hâlbuki, imtihânın, köprüye benziyen hiçbir tarafı yoktur. İmtihân köprüsünden geçenler olduğu gibi, geçemeyip, yuvarlananlar da olur. Fakat bu, köprüden denize yuvarlanmağa benzemez. İmtihân köprüsünün nasıl olduğunu, buradan geçenler bilir. Sırât köprüsünden de herkes geçecek, ba’zıları da geçemeyip Cehenneme yuvarlanacakdır. Fakat, bu köprü ve buradan geçmek ve Cehenneme düşmek, dünyâ köprüleri gibi ve imtihân köprüsü gibi değildir. Bunlara hiç benzemez.]
Mü’minlere mükâfât ve ni’met için hâzırlanmış olan Cennet ve kâfirlere azâb için hâzırlanmış olan Cehennem [şimdi] vardır. Her ikisini de, Allahü teâlâ, yoktan var etmiştir. [Kıyâmetde herşey yok edilip, tekrâr yaratıldıktan sonra] ebedî olarak varlıkda kalacaklar, hiç yok olmıyacaklardır.
Süâl ve hesâbtan sonra, mü’minler Cennete girince, burada sonsuz kalacaklar, Cennetden hiç çıkmıyacaklardır. Bunun gibi, kâfirler de, Cehenneme girince, Cehennemde sonsuz kalacaklar, ebedî olarak azâb çekeceklertir. Bunların azâblarının azaltılması câiz değildir. [İbni Teymiyye, kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarını inkâr etmektedir.] (Onların azâbları hafîfletilmiyecek, onlara hiç yardım olunmıyacakdır) meâlindeki âyet-i kerîme meşhûrdur.
Kalbinde zerre kadar îmânı bulunanı, günâhlarının çokluğu sebebi ile Cehenneme soksalar da, günâhları kadar azâb edip, sonunda, Cehennemden çıkarılır ve onun yüzünü siyâh yapmazlar.
Kâfirlerin yüzleri ise, siyâh yapılır. Mü’minleri Cehennemde zincirlere bağlamazlar. Boyunlarına tasma takmazlar. Böylece kalblerindeki zerre îmânın hurmeti, kıymeti belli olur. Kâfirleri ise, kelepçe ve zincirlere bağlarlar.
Melekler, Allahü teâlânın kıymetli kullarıdır. Allahü teâlânın emirlerine ısyân etmeleri câiz değildir. Emir olunduklarını yaparlar. Evlenmeleri yoktur. Doğurmazlar, çoğalmazlar. Allahü teâlâ, bunlardan ba’zılarını peygamber olarak seçmiştir. [Diğer meleklere] Vahy [haber] götürmek vazîfesi ile şereflendirmiştir. Peygamberlerin “aleyhimü’s-salevâtü vet-teslîmat” kitaplarını ve sahîfelerini getiren bunlardır. [Meselâ En’âm sûresini Cebrâîl “aleyhisselâm” ile birlikde yetmişbin melek getirmiştir.] Bunlar hatâ etmez, unutmaz. Hîle yapmaz, aldatmazlar. Bunların Allahü teâlâdan getirdikleri hep doğrudur. Şübheli, ihtimâlli değildir. Melekler, Allahü teâlânın azameti, celâli, büyüklüğünden korkudadır. Kendilerine verilen emirleri yapmaktan başka işleri yoktur.
Yazımızın başlığı bize tarihî bir hadiseyi tedâî ettirir (çağrıştırır).Bir zamanlar takib edeceği yolu şaşıranlara çare olarak sunulmuş reçetenin adıdır bu mefhûm/kavram. Bir başka ifadeyle yolunu doğru seçenlere alem olmuş bir tabirdir. SÜNNET’e ve Sünnet'in ilk tatbikatçıları olan Ashâb-ı Kirâm kafilesine tâbi olanlar demektir ki, “icmâ” denildiğinde ilk akla gelen; Ashâb'ın icmâıdır. Şu halde iş geldi bağlandı; “Sünnet” ve “İcmâ”ya. O halde, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” demek;
Hayatlarında “Sünnet” ve “İcmâ”yı esas alan Müslümanlar demek olur. Zaten de bizden Kur’an-ı Kerîm’in istediği budur. Peygamber Efendimiz’in işaret buyurduğu yol da budur.
Asıl’dan ve kökten ayrılmayanlar ve “dört mezheb”in sâlikleri “Sünnî”dirler ve “Ehl-i Sünnet”tendirler. Ümmetin fesadı durumunda “KİTAB” ve “SÜNNET”e bağlı kalanlar “Fırka-i Nâciye”dendirler.
“Ehli Sünnet”in zıddı; “ehl-i bid’at” ve “fırak-ı dâlle”dir. Sapıklıkta takip ettikleri yollara göre bu ana başlık altında çeşitli isimlerle anılırlar. Akîde/imanda başlayan sapıklık pek tabiî olarak amele de aksedeceğinden “Ehl-i Sünnet” dışı kalmalar, hayatın akışında müessir olmuş ve olmakta devam etmektedir.
Allah, dalâlet fırkaları vasıtasıyla Ümmet'in içerisine düştüğü fitneden kurtuluşa; Sünnî itikadî ve amelî mezhepleri vasıta kılmıştır. Dolayısıyla bizler; İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfî, İmam Malik, İmam Ahmed ibni Hanbel, İmam Mâtürîdî ve İmam Eş’arî’ye çok şey borçlu olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.
“Ehl-i Sünnet” konusunun tarihçesi; bu sahanın araştırıcılarını alâkadar eder. Günümüz Müslümanlarını ise işin dünü değil, bugünü ve özü ilgilendirir. Bu sayının kapak konusu olarak da bu mevzuun seçilmiş olması bundan olsa gerektir. Günümüzde “Ehl-i Sünnet” yolunu tehdid eden hadiseler, bu kavramın ortaya çıkmasına sebep olan olaylardan hiç de ehemmiyetsiz değildirler. Hatta o gün çok daha mertçe ortaya konulmuş fikirlere karşı bugün, daha politik ve samimiyetsiz bir tarzda zihnî kargaşa vasatı icad edilmektedir. Öne sürülen zehirli fikirleri, çok masum görünümlü düşüncelerin arkasına gizleme taktiği ile kafa karışıklığı meydana getirilmeye çalışılmaktadır. İnsanların kafalarını karıştırdıktan sonra onları, “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat”ten uzaklaştırmanın kolaylaşacağı şüphesizdir. Bundan sonra artık onları dün olduğu gibi çeşitli dalâlet fırkalarına (fırak-ı dâlle) yönlendirmek hiç de zor olmayacaktır.
Şimdi gelelim günümüz Türkiye’sinde “bilimsel araştırma ve gerçekleri ortaya çıkarma”(!) adına bu mevzuda yapılan tahribatın ana başlıklarına:
1.SÜNNET müessesesi etrafında koparılan yaygaralar: Peygamber Efendimiz’i hâşâ sıradan bir insanmış gibi sunduktan sonra, O’nun; “kavlî”, “fi’lî” ve “takrîrî” Sünnet’lerine çeşitli taktiklerle gölge düşürme çabaları… SÜNNET müessesesini Kur’an değil de insanlar oluşturmuş gibi önemsizleştirme çabaları... Tarihte daha evvel hiçbir ilim dalına nasip olmamış bir usûl ve titizlikle bize intikal ettirilmiş bu müesseseye âid dev mirasın sıhhati konusunda şüpheler uyandırmalar…
Kur’an’ın bağlayıcılığını bildirmesine karşılık SÜNNET'i olsa da olur olmasa da olur bir şey gibi sunma gayretleri...
2.Efendimiz aleyhissalâtu vesselam’ın: “Ashâbım yıldızlar gibidir hangisinin peşi sıra giderseniz doğruya ulaşırsınız”[1] buyurmasına karşılık onları ve dolayısıyla icmâlarını önemsemeyen tavırlar, istihfâf ve istihkarâne sözler... Böylece “..ve’l-Cemâat” kısmını unutturmalar... Efendimiz Hazretlerinin “ve'l-Cemâat” kısmı ile alâkalı müteaddid ikaz ve irşadları varken[2] aleyhteki bu çabaları ne yazık ki, cehalet olarak değil ihanet olarak değerlendirmek durumunda kalmamız üzücüdür.
3.“Mezhep imamları” ve “mezhepler” konusunda; yıpratmaya ve Müslümanların itimadlarını sarsmaya müteveccih gayretler... “Peygamberimizin mezhebi mi vardı?”, “Ashâb-ı Kirâm hangi mezhebe mensuptu?”, “Mezhep benim dinim değil” ve benzeri masum kılıklı ve sözde bilimsel(!) vecizeler(!)... Dünyaca maruf “İmam-ı Azam” kalıbını kullanmaktan kaçınıp, “Ebu Hanife” künyesi ile anmakta ısrar göstermeler, “Onların bilmedikleri ve ulaşamadığı kaynaklara biz bugün ulaşıyoruz.” gibi iddialarla varılmak istenen hedef; “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat”in ortaya çıkmasına sebep olan kargaşa ortamını, “mezhepsizlik” formülüyle fakat adını koymadan yeniden planlamaktır. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, bu iklim ne yazık ki, “mezheb imamları”mız rahmetullahi aleyhim çapında yangın söndürücülerden mahrumdur. İşte bu onlar için bulunmaz bir fırsat olacak ve Müslümanlığı (Allah korusun) Hıristiyanlaştırma fırsatı doğmuş olacaktır. Yeri gelmişken şu gerçeği de ifade etmeden geçmeyelim: Eğer geçmişte Hıristiyan dünyanın bizdeki “mezheb imamları” gibi bir serveti olsaydı belki de dinleri, “İlâhî” olma vasfını bu kadar yitirmezdi.
“Mezheplerimiz” hem hukûkî servetimiz hem de başımız darda kaldığında rahmet tecellîsi müracaat kapılarımızdır.
4.1979 yılında mollalar tarafından gerçekleştirilen İran inkılâbı sonrasında başlatılan ve yine masum görüntü altında sunulan “Şîîlik” harekâtı da “Ehl-i Sünnet”i hedef alır. Zaten konu tarihî açıdan ele alındığında; “Şîîlik” “Sünnîlik” karşıtı olarak karşımıza çıkar. Gelin görün ki, “Sünnî-Şii farkı yok. Allah'ı bir, Peygamber'i bir, kıblesi aynı…” gibi ambalajı yerinde laflarla tarih boyu “Ehl-i Sünnet”i hedef almış hareketin propagandası yapılır durur. Hatta bu masum görüntüye bilimsel kılık giydirmek için milletlerarası toplantılar da yapılır, bildiriler sunulur ve sonuç bildirgesinde aslı esası olmayan şeyler tekrarlanır. İran’a götürülen ilahiyatçılara izâz u ikramlar edilip aşı yapılmaya çalışılır. Benzeri sözde bilimsel toplantılar İran’da da yapılır. Buraya gidenlerden bazıları: “Vallahi ben İran’da Şîî imamın arkasında namaz kıldım” diye dönüşte hatıralarını yazar, fakat şu soruyu sormaktan uzak durur: “Sen imam olsa idin acaba Şiiler senin arkanda namaz kılarlar mıydı? Veya böyle bir şeyi hiç denedin mi?” Bu konuya temas ediş maksadımız tarihin derinliklerine uzanan bir yarayı deşmek değildir.
“Ehl-i Sünnet” ve “Şîa”nın “fasıl” ve “vasıl” noktalarına işaretin yeri de değildir burası. Bir gün müstakil olarak ele alınmaya değer düşünüldüğünde, kimseyi incitmeden söyleyecek çok sözümüz vardır. Çünkü konunun hem akîde hem de amel boyutu vardır ve oldukça da ehemmiyet arz eder.
Bu mühim konuyu şöylece hülâsa edersek, hatırda kalmasına yardımcı olmuş oluruz:
“Ehl-i Sünnet”in yolu, ismiyle müsemmâ olduğu gibi Kur’an’la onaylanmış SÜNNET çizgisini izleyen ve O’nu bize aktaran Ashâb-ı Güzîn’e şükran ve hürmet hissiyle bağlananların yoludur.
Bu yolun, asırları aşıp gelen ilmî mirası; başımızın tacıdır. Bu mirası bize bırakan “eslâf-ı kirâm”a çok şey borçluyuz ve müteşekkiriz.
Bu yolu izlerken; KUR’AN, SÜNNET, İCMÂ-I ÜMMET ve KIYAS-I FUKAHÂ (edille-i erbaa) prensibinden ayrılmayız.
Dört mezhebi, bu prensibin hukuk okulları kabul eder ve sahipleniriz
Bu prensiple hareket ederken; akademik ünvanı esas almak yerine, ihlâs-ilim-amel ekseninde yer alan ulemâyı mürşid ve rehber kabul ederiz.
[1] bkz. Keşfu’l-Hafâ, c.1, s.132, Hadis nu.381
[2] bkz. Keşfu’l-Hafâ, c.2, s.350, Hadis nu.2999
EHL-İ SÜNNET
Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte "ehl-i sünnet ve'l-cemaat" denilmiştir.
"Ehl-i sünnet ve'l-cemaat" tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)'in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. "Sünnet" daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve'n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur'ân-ı Kerim'de de kullanılmıştır: "Allah'ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün" (A/u İmrân, 3/137). "Allah'ın sünneti kesinlikle değişmez" (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime'de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ'nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe "âdet" kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber'in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah'ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur'an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. "Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah'ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur'an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi" (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur'an'dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla "sünnet" olarak kabul edilmiştir.
Kur'an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah'ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. "Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; "dinledik ve itaat ettik" diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar" (en-Nûr, 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin" buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur'an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid'at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. "Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size "Kur'an yeterlidir; Kur'an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin" diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur'an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir" (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).
İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur'an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: "Ahmak herif: sen Kur'an'da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur'an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır." Abdullah b. Mesud (r.a.) "Allah'ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini" haber verirken bir kadın "bunlar Kur'an da var mı?" diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: "Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun": "Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız'' (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü'r-Resûl Şakîkatu'l-Kur'ân, s.54).
Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. "İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid'at; her bid'at sapıklıktır" (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).
Kur'an-ı Kerim'de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: "İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah'dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur" (et-Tevbe, 9/100). Allah'ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ'nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: "Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir" (Buhâri, Fedâilu's-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen "cemaât"ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), "size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır." Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: "Allah'ın rahmet eli cemaât ile beraberdir" (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)'in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât'ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) "Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir" buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca "benim ve ashabımın yolunda olanlar" diye cevaplamıştır. Bir rivâyette "cemaât" denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: "Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size 'sevâdu'l a'zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim" (İbn Mâce. Fiten. . Sevâdu'l-a'zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü'l-Esir, en-Nihâye, II, 419).
Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu'l a'zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek'e cemaat kimlerdir? denilince "Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır" diye cevap vermiş, "Onlar öldü", denilince de yine "falan ve falandır" demiştir. Onlar da öldü, denilince "işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır" der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: "Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir" (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah'ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır" (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.
Şehristânî'nin tarifine göre "cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur" (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).
İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)'ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)'a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla "senetü'l-cemâa" (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman'ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü'l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü'l-Basri'dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve "Allah'a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez" (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah'a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes'ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu'l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah'ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu'l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)'in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp "Sizden olan ulû'l-Emre itaat edin" (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû'l-Emr'i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru'l Kur'an'il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata'yı meclisinden "kovmuş", haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia'yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid'at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü'l-hakk, "ehlu's-sünne ve'l-İstikâme, ehlu'l-hadis, ehlu'l-cemaâ, ehlu'l-hadis ve's-sünne ve ehlu's-sünne ve'l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu's-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), "ehlu'l-hakk ve'l-cemâ'a" terimini ise, ilk defa kullanan Ebu'l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)'dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren "ehlu'l-hakk ve'l-istikâme" "ehlu's-sünne ve'n-nakl", "ashabu'l-hadis" şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)'in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından "ehlu's-sünne ve'l-cema'ât" ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'a ve'l-âsâr" şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya'la, Tabakatu'l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). "Ehlu's-sünne ve'l-cemâ'â" şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)'nin "Şerhu'l-Fıkhı'l-Ekber" isimli eserinde rastlanmaktadır. "Ehlu's-sünne", dinde bid'atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu's-sünne, bid'at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid'ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: "Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır" (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)'den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid'at olduğunu her bid'atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer'î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de "bid'atçı" denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu'tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta'rifât, s.40. 43). Bid'at; Peygamber (s.a.s)'den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid'at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid'at sebebiyle tekfir edilemez... Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid'atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid'ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba's) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ'yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin "O azamet ve Celâl'inden dolayı görülmez" demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid'âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba's-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)'in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)'ın Allah olduğunu ve Cibril'in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid'atlardan sayılan Allah'ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah'ı görmeyi inkâr eden Mu'tezile tâifesi gibi câhil bid'atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur'an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer'i delilden dolayı inkâr ise, ma'zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu'l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid'atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü's-sünne ve'l-cemaât mezhebidir. Ehlü's-sünnet; Selefiler, Eş'arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid'atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid'adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi'setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid'atlara örnek: Kur'an'ın mahlûk olduğunu ve Allah'u Teâlâ'nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid'at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid'at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtar, V, 472).
Bid'atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid'at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti dönemindedir.
Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).
İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu'tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet'i hak ehli", onun dışındakileri ise, bâtıl ehli" olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet'i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).
Hz. Ali (r.a.)'ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid'at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe'nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Şîa'nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe'nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe' Yemenli bir yahudidir. İslâm'ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm'a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric'at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm'a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe'nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid'ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü'l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife'yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve'l-cemaât'in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.
İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu'tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur'an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te'vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş'âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş'ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu'tezile ve diğer bid'at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O'nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.
Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş'âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: "Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti" (el-A'râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: "İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid'attır" demiş, teşbih ve te'vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş'arî'nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te'vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü "Arşda hükümran oldu" Allah'ın eli sözünü Allah'ın kudreti ve rahmeti olarak te'vil etmeleri gibi.
Maturidîler ile Eş'ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi'dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî'dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş'âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş'âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu'l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.
İbni Teymiyye ile İbnü'l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş'âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir el-Bağdâdi'ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm'ın hayata tatbikidir.
İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)'in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: "İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık" (el-Bakara: 2/143).
Câbir b. Abdullah'tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: "İşte bu, Allah'ın yoludur." Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. "Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır" dedi. Bilahare şu âyeti okudu: "Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o'nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın" (en-En'âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta'tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve'l cemaat'e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti't- Tahaviyye, 586-588).(SEVDE.DE DEN ALINTIDIR)
MATÜRiDi MEZHEBi
İslâm akaidinde imam Ebu Mansur Muhammed b. Muhammed b. Mahmud el-Matüridiyye nisbet edilen mezhep. İmam Ebu Mansur el-Mâturidinin akaiddeki mezhebine mensub olanların meydana getirdiği topluluğa Matüridiyye denilir.
Alemü'l-Hudâ, İmamü'l-Huda ve el-Mütekellim lakablarıyla da anılan Matüridi takriben 238/852'de Maveraünnehir'de bulunan Semerkand'ın Matürid köyünde doğmuştur. 333/944'te Semerkand'da vefat etmiştir. O, İslama çok değerli hizmetler vermiş öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. Maveraünnehir'de Ehli Sünnet'e nisbet edilen Kelâm ekolünün kurucusu ve mümessilidir. Ehli Sünnet kelâmının Irak'taki mümessili ise Ebul Hasen el-Eş'arî'dir (v. 324/936). Maturîdinin yaşadığı çağda, ilim ve edebiyata hizmet etmiş olan Samanoğulları devleti (844-999) hüküm sürmekteydi. Bize kadar gelen Te'vilâtu'l-Kur'an ve Kitâbü't-Tevhîd gibi eserlerinden anlıyoruz ki, Matüridi, Kelâm, Tefsir, Mezhebler Tarihi, Fıkıh ve Fıkıh usulünde derin bilgi sahibiydi. Mâturidinin hocaları, ilimleri İmam A'zam Ebu Hanife'ye uzanan Ebu'n-Nasr el-İyazi, Ebu Bekr Ahmed el-Cürcânî ve Muhammed b. Mukatil er-Râzî'dir. Bunların hocası ise İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed'den okumuş olan Ebu Süleyman b. Musa el-Cürcânî'dir. İmameyn lakabıyla tanınan İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed, İmam A'zam'ın en seçkin talebeleriydi. Matüridi, hocalarından İmam A'zam'ın akaide dair el-Fıkhü'l-Ekber, er-Risale, el-Vasiyye, el-Fıkhü'l-Ebsat, el-Âlim ve'l-Müteallim isimli risalelerini de okuyup rivayet etmiştir. Matürîdî, imam ismini almaya lâyık Hâkim es-Semerkandî (340/951), Ebul-Hasen er-Rustuğfeni (v. 345/956), Ebu'l-Leys el-Buhârî, Ebu Muhammed Abdülkerim b. Musa el-Pezdevî (v. 390/999) gibi büyük afimler de yetiştirmiştir. İmamları Mâtürîdiyye büyük bir sevgi ve saygı ile bağlı olan bu âlimler, Maveraünnehir'de Matüridiyye mezhebini delilleri ile kuvvetlendirerek açıklıyorlar ve yaymaya çalışıyorlardı.
Eş'ariyye Kelâm mektebinin doğup geliştiği yer olan Irak, pek çok bid'at mezhebinin çıktığı bir bölgeydi. İmam Eş'arî, Revâfız, Karamita ve özellikle Mu'tezile ile çok şiddetli ve gürültülü cedel ve münakaşalarda bulunmuştu. Matüridî'nin yetiştiği Maveraünnehir ise Irak'tan uzak olduğu için az da olsa bid'at akımlarından uzak kalmıştı. Fakat sonunda bu akımlardan bir kısmı Maveraünnehir'e sızmış, Mu'tezile'nin sesi buralara kadar aksetmişti. Nisbi de olsa, bid'at mezheblerinin mensubları buralarda da bulunuyordu. İmam Matüridî, Maveraünnehir'e kadar gelen Mu'tezile'den başka, Dehriye, Seneviyye ve Karâmita'ya karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler vermişti. Onun Kitâbü't Tevhid'i bunlar gibi sapık fikir ve bid'at cereyanlarını içine alan ve bunları gereği gibi çürütmeye çalışan en değerli ve en eski vesika mahiyetini taşımaktadır.
Metodu:
Gerek Eş'arî gerekse Matüridî, Mu'tezile ve diğer bid'at mezheblerine galebe çalabilmek için, hasımlarının metodlarının akl-ı selime uygun taraflarını almışlar ve Ehli Sünnet Kelâmı'nın kurucusu olmuşlardır. Fakat, Ehl-i Sünnet'in Kelâm metodunu daha ziyade doğru ve ilmi bir şekilde başlatan, akla ve nakle de lâyık oldukları değeri vererek bu iki asla bağlı kalan ve bu şekilde İslâm akaidini açıklamaya çalışan, imam Matüridî olmuştur. Çünkü, dinde akla uymayan bir şey yoktur. Allah'ın varlığı, hayat, ilim, kudret, irade gibi sıfatları ve Hz. Muhammed (s.a.s)'in peygamberliği akılla isbat edilir. Yine naklin bildirdiği ahiret ve ahvali gibi gayb haberlerinin imkânı akıl ile gösterilir ve Resulün haber verdiği şekilde bunlara iman edilir. Kelâm metodunda iman edilecek esas ve konuların hepsi haber-i sadık (sahih bir şekilde bize kadar gelen haber-i Resul ile) tesbit edilir. Bunları isbat etmeye yarayacak delillere gelince... Bunlardan duyulur âleme ait olanlar için duyular ve bunun ötesinde kalanlar için akıl kullanılır. Bu şekilde bilgilerimizin üç temel kaynağı ve bunların değerleri hakkında gerekli açıklamayı yapan, İmam Matüridî olmuştur. O, bilgilerimizin sebepleri ve değeri hakkında söz edilen ilk İslâm âlim ve mütekellimi olduğu için bu konularda kendisinden sonra gelen kelâmcılara çığır açmıştır. Ondan sonra gelen kelâmcılar da yazdıkları eserlerin mukaddimelerinde bilgilerimizin kaynağı ve değeri hakkındaki görüşlerini yazmışlardır.
Matüridî, Kitabü't-Tevhidinde, insanı ilme ulaştıran yolların iz'an (sağlam duyu organları ve bunlarla yapılan deney ve gözlem), haberler ve aklî istidlal olduğunu ve bilgiye ulaşabilmek için bu yolların hiç birisinden müstağni olunamayacağını söylüyor. Ona göre bunlardan her birinin sahasına giren bilgiler grubu vardır. Her bilgi alanına ancak kendisine götüren yolla gidilir. Duyularla elde edilen bilgiyi inkâr eden, inatçı ve kendisini beğenmiştir (Kitabü't-Tevhid Beyrut, 1970 s. 7-8).
Matüridî iki çeşit haber olduğunu söyler: 1- Mütevatir haber. Bunun doğru olduğunu tesbit etmek için konuyu araştırıp tetkik etmek lâzımdır. 2- Peygamberlerin haberleri. Yanlarında doğruluklarını gösteren ayetler (mûcizeler) bulunduğu için, onların verdikleri haberlerden daha doğru bir haber yoktur. Çünkü doğruluklarının açıklık ve seçikliği bakımından kalbin ısınıp yatışacağı sözler peygamberlerin haberleridir.
Matüridî akıl hakkında şöyle der:
Aklın istidlâline gelince; bunun ilmin sebebi olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü duyular vasıtası ile elde edilen bilgileri düşünüp tertipleyerek hüküm veren odur. Duyulardan uzak olan ve bunların dışında kalan şeyleri anlayan, haberlerle bilinen şeyler de yanlışlık olup olmadığı ihtimali üzerinde duran, sonra peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların aldatmacalarını ayırdeden ve başka şeylerin doğruluğunu veya yanlışlığını anlayan akıldır. Aklın tefekkürü ile mahlukattaki hikmeti ve yaratıcı olan Allah'ın varlığına delâlet eden delilleri anlarız.
Nitekim akıl ile, Kadîm olan Allah'ı bilir ve onu hâdis olan mahlukattan ayırdederiz (Kitabü'l-Tevhid,s. 78). Matüridî, Tevilatü'l-Kur'an ve Kitabü't-Tevhid isimli eserlerinde aklî tefekkür ve istidlâli müdafaa eder; vahyin aklî delil getirmesini mutlaka gerekli görür. Akıl şaşar veya doğruyu bulamaz korkusuyla, sadece nakle dayanmayı gerekli gören fukaha ve hadisçilere karşı çıkar ve şöyle der:
"İnsana aklını kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden, şeytanî vesveseden başka bir şey değildir. Çünkü şeytan, kişiyi aklının semeresinden alıkoyar, iyi fırsatlara nail olmak ve istediğini elde etmek için güvencelerini sarsar. Aklı kullanarak eşyayı düşünmek, onun prensip ve sonuçlarından gizli olanları bilmek içindir. Sonra bunlarda, eşyanın hâdis olduğuna ve bunları yaratanın varlığına, nefislerini şehvetlerine uymaktan alıkoyanlar için deliller vardır. Bilinsin ki, aklı kullanmaya engel olan, şeytanın vesvesesi ve işidir" (Kitabu't-Tevhid s. 136).
Yine Matüridi'ye göre aklı hata ve sürçmelerden korumak için ihtiyatlı davranmak, makûlün yanında nakle de dayanmak gerekir. O bu konuda şöyle der: "Kim nakle dayanarak aklı kullanmada dikkatli ve ihtiyatlı bulunmayı inkâr eder ve akıldan gizli kalan şeylerin mahiyet ve künhünü anlamak ister ve Hz. Peygamber'den bir işaret olmaksızın nakıs ve sınırlı aklıyla Allah'ın hikmetlerinin tamamını ihata etmeye çalışırsa, aklına zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur" (M. Ebu Zehra Tarihul-Mezahibil-İslamiyye fi's-Siyaset-i Vel-Akaid, s. 212-213).
Matüridî'nin elinde hocalarından okuyup rivayet ettiği İmam A'zam'ın risaleleri, Akaid'den, İlm-i kelama dönüştü. Bu risaleler inanılması lâzım gelen Ehli Sünnet akidesini açıklayan bilgiler idiler. Matüridî bunlarda beyan edilen akaidi başka nakli delillerle takviye etti ve aklı kesin delillerle destekledi. Akâid'in teferruâtını bürhanlarla kesinleştirip kuvvetlendirdi. O Maveraünnehir ülkesi ve diğer İslam bölgelerinde Ebu Hanife ekolünün kelamcısı Ehl-i Sünnet Vel-Cemaatın reisi oldu. Bu sebeple akaidte Hanefî mezhebi, Matüridi'ye nisbet edildi. Böylece, az bir kısmı hariç, Hanefî mezhebinde bulunan kelâmcılara Matüridiyye denildi. Ebu Hanife'nin ismi ancak Hanefî fıkıhçılarına nisbet edilmekle yetinildi. Bir çok kelâmcı ve araştırıcılar, Matüridiyye diye anılan bu Ehli Sünnet mezhebinin asıl kurucusunun İmam Matüridi değil, İmam A'zam Ebu Hanife olduğunu, Matüridî'nin ise onun yazdığı akaid esaslarını aklî ve naklî delillerle destekleyerek açıkladığını ifade ederler. Bazılarının iddia ettiği gibi Matüridî, İmam Eş'arî'ye bağlı bir kimse değil, İmam A'zam ve arkadaşlarının esaslarını tedvin ettiği Ehli Sünnet mezhebini açıklayan ve destekleyerek devam ettirenlerdendir.
İmam Ebul-Hasen el-Eş'arî ile İmam Ebu Mansur el-Matüridî, Ehli Sünnet akidesini yayma gayesinde ve pek çok izahlarının neticelerinde birleşiyorlarsa da; her ikisinin Kelâm metodları birbirlerininkinden az çok farklıdır. Şüphesiz her iki kelâmcı da Kur'an'ın ihtiva ettiği akaidi, akıl ve mantığı bürhanlarla isbat etmeye çalışıyorlardı. Çünkü selim akıl ile sahih nakil asla çatışmazdı. Fakat Matüridî, Eş'arî'nin verdiği önemden daha fazla akla değer veriyordu. Ona göre aklın daha çok değeri olduğuna şu örnekler delâlet etmektedir:
1- Her iki mezhebe göre; Allah'ın varlığını aklî delil getirerek bilmek farzdır. Matüridiyye'ye göre peygamber gönderilmezse bile Allah'ı aklen bilmek gereklidir. Allah'ı bilmenin vücubunu idrak eden akıldır. Akıl tek başına Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse de, peygamber gönderilmeden, Allah tarafından yapılması teklif edilen hükümleri tek başına bilemez. Allah'ı akılla bilmenin aklen vacib olduğu görüşü, Matüridilere İmam A'zam Ebu Hanife'den geçmiştir. Beyazî'nin (1098/1687) açıklamasına göre, Ebu Hanife "Akıl yaratıklara bakarak Büyük Yaratıcıyı bilmenin aleti olduğu için Allah'ı bilmemekte kimsenin mazereti olamaz" demiştir (Ebu Hanife'nin bu görüşleri için bk. Kemaleddin el-Beyazî, İşaratü'l-Meram, Mısır 1949/1368, s. 78).
Eş'arîler ise; akıl, Allah'ın varlığını ve birliğini bilmede alet olduğu halde, ona bu bilmenin vücubunu emreden akıl değil, Allah'tır. Allah'ın emri de vahiy ve şeriatla bilinir, diyorlar.
Matürîdîler de; Allah'ı bilmenin vücubunu emreden Allah ise de, akıl, Allah'ın koyup emrettiği bu vücubu bilebilir, diyorlar. Fakat, "akıllı bir kimsenin mazeretsiz olarak Allah'ın varlığına ve birliğine dair akli delil getirmeyi terketmesi haramdır. Aklî delili bir özrü olmadan terkeden günahkâr olur. Akıl tek başına Allah'ı bilebilir. Fakat teklifi hükümleri (insanların Allah tarafından mükellef tutulduklârı hükümleri) bilemez" düşüncesinde her iki mezheb de birleşiyorlar.
2- Matüridî, yine, hüsün ve kubuh meselesinde der ki: "Allah bir işi haddi zatında ve aslında güzel olduğu için veya faydası zararından daha çok olduğu için emreder. (Hüsün emrin medluldür) Allah'ın bir işi emretmesi, o işin aslında güzelliğine delâlet eder. Bir şey mahiyeti itibarıyla çirkin olduğu için Allah o şeyden nehyeder. Allah'ın bir şeyi nehyetmesi, o şeyin aslında çirkinliğine veya zararının faydasından daha çok olduğuna delâlet eder." Matüridi'ye göre hüsün ve kubuh açısından eşya ve işler üç kısımdır: a) İnsan aklının tek başına güzelliğini anladığı şeyler, b) Tek başına aklın çirkinliğini idrak ettiği şeyler, c) Tek başına insan aklının ne güzelliğini ne de çirkinliğini anlayamadığı şeyler, ki, bunların da güzelliği ve çirkinliği ancak Allah'ın emretmesiyle anlaşılır. Şu kadar var ki; aklın güzelliğini bildiği şeyleri bile Allah emreder, çirkinliğini bildiği şeylerden de Allah nehy eder. Aklın tek başına mükellef kılma ve sorumlu tutma hakkı yoktur. Dini sorumluluklarda sorumlu tutma hakkı yalnız Allah'ındır. Yegâne hüküm veren ve insanları mükellef tutan O'dur.
Eş'arîler ise; "eşyanın aslında ve fiillerin mahiyetinde güzellik ve çirkinlik yoktur. Allah emrettiği için bir şey güzeldir, nehyettiği için de çirkindir", derler. Aklın, fiillerin aslında güzellik ve çirkinliği idrak ettiğini kabul etmezler.
Mutezileye göre ise; aklın güzelliğini idrak ettiği şeyler, yine aklın mükellef kılmasıyla vacib olur. Çirkinliği anlaşılan işten de kaçınmak aklın teklifiyle vacib olur.
3- Eş'arî; "Allah Teâlâ, bir sebeb ve maksattan dolayı fiillerini işlemez (Allah'ın fiilleri, maksat, gaye ve illetlerle muallel değildir). Yani, Cenab-ı Hak bir şeyi sebeb, maslahat ve gayesiz olarak işler de; bir sebebe müstenid ve bir maslahata mebni işlemez. Çünkü o işlediğinden sorumlu tutulmaz. Ayetlerde geçen Allah'ın hikmetini de ilim ve iradesine irca eder.
Matüridi'ye göre, Allah kendisine hakim (hikmet sahibi) diyor. O halde O'nun hikmet sıfatı da vardır. Allah boş ve abes işlerden münezzehtir. Her işinde hikmet vardır. Yüce Allah, gerek teklifi hükümlerinde, gerekse yarattığı işlerinde bir zorlayan ve vacip kılan olmaksızın bu hikmeti murat etmiş ve kasdetmiştir. Çünkü O muhtar, serbestçe dileyen ve dilediğini işleyendir. Mutezile'nin dediği gibi, kullarının mesalihine riayet etmesi O'na vacip olmaz. Çünkü, vücub ve gerekli olma, iradeye aykırı olur ve başkasının O'nda hakkının olduğunu hatırlatır ve O'nun yaptığı şeylerden sorumlu olmasını gerektirir. Allah yaptığından sorumlu değildir.
4- Matüridiler, Allah'ın tekvin (halk) sıfatını, kudret sıfatından başka ezeli ve hakiki sıfat kabul ederler. Çünkü Allah, Kur'an'da kendisini halık (yaratıcı) olarak vasıflandırmıştır. Allah eşyayı kudret sıfatıyla değil, tekvin sıfatıyla yaratır, derler.
Eş'arîler ise, tekvin sıfatını, Allah'ın kudret sıfatının yaratacağı şeylere hadis olan bir taallûku olarak kabul ederler.
Görülüyor ki Matüridi'ler nakle bağlı kalmışlar ve bu başlılıktan taviz vermeksizin, nassların özüne uygun akli açıklamalarda bulunmuşlardır. İzmirli İsmail Hakkı'nın "Yeni ilm-i Kelâm" isimli eserinde Eş'ariyye ile Matüridiyye arasındaki farkları belirtirken; "Eş'ariyye indinde, tevbe-i ye's (bir kimsenin ölüm esnasında ilâhi azabı görürken tövbekâr olup iman etmesi) makbul değildir; Matüridiyye'ye göre ise makbuldür" (Yeni İlm-i Kelâm, I, 115) demesi tamamen yanlıştır. Çünkü Matüridilere göre de tevbe-i ye's asla makbul değildir.
Matüridî, Te'vilâtında; Ebul-Mu'in en-Nesefi, et-Tabsira' adlı eserin de tevbe-i ye'sin makbul olmayışının sebeplerini açıklarlar: "Çünkü bu iman korku ve azabı gidermek için inanmadır; çalışma ile erişilen iman değildir ki onun (ölenin) inanması ictihad (emek ve gayret ile husule gelen iman olsun..." (Te'vilat li-Ebi Mansur el-Matüridî, Kayseri Raşid Ef. Kütüphanesi No: 47 vr. 1829).
"Bir kimsenin ye's halinde veya ahirette azabı görürken iman etmesi geçersiz ve faydasız olur... (Tabsıratül-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86).
Tevbe-i ye'sin makbul olmayacağı hakkında Kötülükleri işleyip dururken ölüm bunlardan birine geldiği zaman şimdi tevbe ettim, diyenlerin tevbesi yoktur... " (en-Nisa, 4/18) Azabımızı gördükleri vakit iman etmeleri kendilerine fayda verecek değildir" (el-Mü'min, 40/85) gibi âyetler vardır. Matüridîler ayetlerin zahirine aykırı düşecek görüşlerde bulunmazlar.
İslâm tarihinde akaidi açıklayan itikadî mezhebler başlıca dörttür. Bunlar, Resulullah'ın ve Ashab-ı kirâmın akâidine ve üzerinde bulundukları yola yakınlıkları itibarıyla şöyle sıralanırlar:
a) Ehl-i Sünneti hassa denilen Selefiyye: Bunlar nassların zahirine bağlılığı ve teslimiyeti prensip edinmişlerdir. Kur'an'da bildirilen iman esaslarını akılla fazla irdeleyip kurcalamadan iman ederler.
b) Eş'ariyye: Nassları esas olarak alıp akli delillerle bunları desteklerler.
c) Matüridiyye: Bunlar da Eş'ariyye gibi kelâm metodunu kabul ederler. Kur'an ve sahih sünnette bildirilen akaidi daha fazla aklî ve kuvvetli delillerle desteklerler
d) Mutezile: Bunlar aklı esas alıp nakil ile bunu desteklemeye çalışırlardı. Bazı araştırıcılar, akla bu kadar önem verdiği için Matüridiyye, Selefiyye'den daha çok Mutezile'ye yakındır demişlerdir. Dikdörtgen şeklinde bir alanın ucunda Selefiyye yani Ehl-i hadis; öteki ucunda Mutezile bulunur. Alanın Mutezileye bitişik 1/4'ünde Matüridiyye; Muhaddislerin yanında Eş'ariyye mevcuttur, demişlerdir.
Matüridî, nassların yardımıyla akli istidlalin gerekli oluşu prensibini tefsirinde de uygulamıştır. O "Tevilatü'l-Kur'an"isimli eserinde müteşabihleri muhkem ayetlere hamletmektedir. Yol bulabildiği vakitte Kur'an'ı Kur'an ile tefsir etmektedir. Çünkü Kur'an'ın bir kısmı diğer bir kısmıyla çelişmez. Eğer o (Kur'an) Allah'tan başkası tarafından olsaydı, elbette içinde birbirini tutmayan bir çok şeyler bulurlardı" (en-Nisa, 4/82). Matüridî, müteşâbih ayeti, dayanacağı bir muhkem ayet veya kat'i bir delil bulamazsa te'vil etmekten kaçar. Müteşabih ayetleri te'vil hususunda takib edilen bu metodu Eş'ari de kullanmıştır. Ancak Eş'ariyye ve Matüridiyye kelamcılarının müteahhirini, halk yanlış yorumlayarak teşbihe düşmesinler diye müteşabih ayetleri te'vil etmişlerdir. Bu te'villerinde bu ayetlerin kesin anlamı olmadığını, ihtimal dairesi içinde olduğunu belirtmişlerdir.
Matüridiyye Mezhebini Geliştirenleri
Matüridi'nin akaid ve kelam metodu bizzat bu ekole bağlı olan müelliflerin eserlerinden öğrenilmektedir. Matüridî pek çok eser telif etmiştir. Ancak bunlardan pek çoğu kaybolmuş, günümüze kadar ancak iki tanesi gelebilmiştir:
Bunlardan birisi "Tevilâtü'l-Kurân "diğeri adı "Te'vilatü Ehli's-Sünne"dir. Dünya kütüphanelerinde elli tane kadar nüshası olduğu sanılmaktadır. Hemen hemen İstanbul'un her kütüphanesinde bir nüshası mevcuttur. Dirayet usulünü takip eden çok kıymetli bir Kur'an tefsiridir. Müellif münasebet düştükçe akaid konularına çok yer ayırır ve bid'at mezheblerinin görüşlerini reddeder. Bu bakımdan Matüridiyye akaidine ait kıymetli bir kaynak sayılır. Bu eser, Ebu Bekir Muhammed b. Ahmed es-Semerkandî (v. 533/1158) tarafından şerh edilmiştir. Bir nüshası şehid Ali Paşa kütüphanesinde No: 283 mevcuttur. Matüridi'nin diğer eseri Kitabü't-Tevhid olup, dünyadaki tek nüshası Cambridge Üniversitesi kütüphanesinde 3651 numarada kayıtlıdır. Dr. Fetullah Huleyf tarafından tahkik edilerek 1970 de Beyrut'ta bastırılmıştır.
Matüridiyye mezhebini geliştiren ve zirvesine çıkaran alim Ebul-Mu'in Meymun b. Muhammed en-Nesefi'dir (417-508/1024-1115). Matûridiyye'nin yetiştirdiği en büyük kelamcıdır. Nesefi, İmam Matüridi'nin görüşlerine (Mukallidin imanı hakkındaki görüşü hariç) bağlı kalmıştır. Eş'ari kelamında Ebu Bekir el-Bakıllani (v. 403/1013) ve Gazzali (505/1111)'nin değeri ne ise Matüridi kelamında da, Nesefi'nin değeri aynıdır. Matüridi'nin kitablarının özellikle Kitâbü't Tevhîdinin iyi anlaşılması için Nesefi'nin Tabsiratül-Edille, isimli kitabı bir anahtar mesanesindedir.
Nesefi'nin diğer bir kitabının ismi "et-Temhid li-Kavaidi't-Tevhid"tir. Bu kitabın İstanbul Kütüphanelerinde bir kaç nüshası vardır. Mesela Beyazıd Küt. No: 3078,158. (vr.) Nesefî'nin Bahrul-Kelâm fi Akaidi Ehli'l İslâm isimli kitabı ise Konya'dan Ali Ramazan Hadimi tarafından 1327-1329/1911 de bastırılmıştır. Bu kitap yine aynı yılda Kahire'de de basılmıştır.
Matüridiyye kelâmına hizmet eden başka Nesefîler de yetişmiştir. Nesefi Semerkant ile Ceyhun nehri arasında bulunan bir şehirdir. Ortaçağda bu şehirde İslâmî ilimlerin her dalında eser telif etmiş pek çok alim yetişmiştir. Ebu Hafs Necmeddin Ömer en-Nesefi (v. 537/1142) Burhanuddin en-Nesefi (687/1289) Ebul-Berekat en-Nesefi, Matüridiyye mezhebine hizmet eden büyük âlimlerdendir. Bu sonuncusunun "Medariku't-Tenzil ve Hakaiku't Te'vil" isimli tefsiri. pek meşhurdur. Tefsirin muhtelif yerlerinde Matüridî kelâmına ait görüşler yer alır.
İmam Ebu Mansur Matüridî, bir müminin inancını akli delile dayanmadan körü körüne taklid eden kimsenin (mukallidin) imanının, kuvvetli bir temele dayanmadığı için, makbul olmadığını söylemiştir. Matüridînin bu konudaki görüşleri, Nesefi'nin Tabsiratül-Edille'sinde şöyle dile getirilir: "Delilsiz olduğu için mukallidin tasdiki faydalı olmaz. Çünkü sevap kulun çektiği meşakkat karşılığında verilir. Mukallidin, imanın aslını kazanmasında sıkıntısı yoktur. Bilakis, imana ulaşmada delil getirme ve şüphe ile kesin delilleri ayırdetmede düşünmenin kaidelerini gözetip nazar ve teemmüle alışarak karşılaşılan kuşkuları gidermek için sıkıntı çekilir... Kişi emek ve gayretini sadece peşin lezzetleri elde etmek için harcar, yalnız kendisini geçici dünya ile faydalanmaya terkeder, sonra hiç bir sıkıntıya göğüs germeksizin külfet ve meşakkate katlanmaksızın iman ederse, sevap elde edemez ve bu imanının faydasını görmez. Nitekim önceden istidlali olmadığından dolayı, azabı görürken inananın bu imanı kendisine fayda vermez" (Tabsıratü'l-Edille, Raşid Ef. Küt. No: 496, vr. 86; Fatih Küt. No: 2907, vr. 96-10). Matüridi'nin bu görüşüne başta Nesefi olmak üzere hiç bir Matüridiyye kelâmcısı katılmamıştır. Çünkü iman Allah'ı ve Resulünün Allah tarafından getirdiklerini tasdik etmektir. Kalbte şüphesiz kesin tasdik bulunup bunun zıddı tekzib gelmediği müddetçe iman makbuldur. Gücü yettiği halde Allah'ın varlığına deliller getirmeyi terkeden mümin, günahkâr olur.
Eş'ariyye ismi, her ne kadar, Ehl-i Sünnete mensup iki ekolden birisinin ismi olsa da, bu ekolün ortaya çıkışı dikkate alındığında, ehl-i bidata mukabil kullanılması itibariyle genel anlamda Mâtûridîyye'yi de içine alarak, Ehl-i Sünnet'in genel ismi olarak anlaşılmaktaydı. Zira, o yıllarda akaidin önemli meselelerinden birini teşkil eden Allah'ın sıfatları meselesinde birbirine zıt iki görüş ileri sürülüyordu. Bunlar, sıfatları kabul eden Selefiyye görüşü ile onların bir kısmını kabul etmeyen Muattıla görüşü idi. Selefiyye'ye sıfatları kabul etmesi sebebiyle "Sıfâtiyye" deniliyordu. Eş'ârî Selefiyye'ye geçtikten ve Eş'ariyye ekolünün temsilcisi olduktan sonra, sıfatları kabul eden Ehl-i Sünnete "Eş'ârîyye" denilmiştir. İşte bu bakımdan Eş'ârîyye, ehl-i bid'ata mukabil olarak kullandığı takdirde Maturidiyye'yi de içine almaktadır (Bekir Topaloğlu, Kelam İlmi 153. Ayrıca kaynaklar için bk. Şehristânı, el-Mile'l 1/92-93; İzmirli, Yeni İlm-i Kelâmı/l 10).
Eş'ârîyye Mezhebi, Mu'tezile'ye karşı bir anti-tez olarak doğmuş ve selef akidesini esas almıştır. Fakat, akaid meselelerinin ele alınışında kelâmı bir istidlâl kullanılmış, te'vile yer verilmiştir. Eş'ariyye'ye mensup kelâm âlimleri zamanla te'vile daha çok yer vermişler, zaman zaman da kelamda yenilikler yaparak, Kelâm ilmini felsefe ile meselelerini tartışabilecek bir güce kavuşturmuşlardır. Gazzâlî'nin faaliyetleri bu hususun en canlı örneği olarak ele alınabilir. Kısacası, Eş'ârî kelâmında aklın büyük önemi vardır. Zira, ortaya çıkışındaki ortamda bunun böyle olmasını zorunlu kılıyordu .
Eş'ârîyye ekolü önce Irak ve Suriye'de yayılmış daha sonra da Nizamiye medreselerine Eş'ârî âlimlerinin tayin edilişiyle geniş bir alana yayılma imkânı bulmuş ve Mısır ile Mağrîb ülkelerine kadar yayılmıştır.
Eş'ârî'den sonra bu ekole mensup olarak, ortaya atılan fikirleri geliştiren âlimler arasında şunları saymak mümkündür: Ebû Bekir el-Bâkıllânî (403/1012-1013); İmâmu'l-Haremeyn Cüveynî (478/1085-86); Ebû Hâmid Gazzâli (505/1111); Şehristânî (548/1153-54); Fahru'd-din Râzı (606/1209-10); Sayfullah Âmidî (631/1233-34); Beydâvî (685/1286 -87); Sa'dud-din Teftâzânî (793/139091); Seyyid Şerif Cürcânî (816/141314); Celâlu'd-din Devvânı(908/1502503).
Eş'ârîyye ekolünün genel görüşlerine gelince; Bunları bir fikir vermesi açısından ana hatlarıyla şöyle sıralanabilir: Ancak bu görüşleri tam anlamıyla ifade edebilmek için dayandıkları esaslar ve istidlâl yollarıyla, delilleriyle ele almak en doğru yol olacaktır. Bu da burada mümkün olmadığı için bunları ana başlıklarıyla verme yolunu tercih ediyoruz.
1. Ma'rifetullah: Akıl hiç bir şeyi vâcip kılamaz. Akıl, Allah'ı bulabilecek güçte bile olsa, Allah'ı bilmek şer'an vaciptir. Aklen bir vucûbiyyet yoktur. Şeriattan, dinden- haberi olmayan insan, hiç bir şeyden sorumlu değildir.
2. Nübüvvet: Nübüvvet için erkek olmak şart değildir. Kadında peygamber olabilir.
3. Cüzi İrade: Cüzi irade müstakil değildir, onu da Allah yaratır.
4. Kesb: Kesb, insan gücünün, güç yetirilen şeyle birlikte olmasıdır. Eş'ârîyye ekolünde kesb anlayışı kapalı bir şekilde anlatılmıştır. Bu yüzden anlaşılması diğer meselelere göre daha zordur.
5. Husn ve Kubh: Husn ve kubh şer'îdir, akıl ile idrak olunamaz. Ancak Allah'ın emir ve yasağı ile bir şeyin iyi ya da kötü olduğu bilinir. Bir şey emredilmiş ise iyidir, nehyedilmiş ise kötüdür. Emir ve nehiy olmadan iyilik ve kötülük bilinemez.
6. Tekvin: Tekvin hakiki bir sıfat olmayıp, itibarı bir sıfattır, kudret sıfatının bir taallukudur.
7. Sebep ve Hikmet: Allah'ın fiilleri bir hikmete göre olmadığı gibi bir sebebe de bağlı değildir. Çünkü Allah, yaptıklarından sorumlu değildir.
8. Güç Yetirilemeyen Şeyle Teklif: Allah'ın insanın gücünün dışında kalan bir şeyin yapılmasını emretmesi ve kullarını bununla mükellef tutması caizdir. Ama böyle bir durum vaki olmamıştır.
9. İbadet Mükellefiyeti: Kâfirler iman etmekle mükellef oldukları gibi, ibadet etmekle de mükelleftirler. İbadet etmedikleri için ayrıca ceza göreceklerdir.
10. İrtidad: Dinden çıkmış olan, yeniden iman ederse amelleri de kendisiyle geriye dönmüş olur.
12. Kur'an-ı Kerîm: Kelâm-ı nefsî durumundaki Kur'an mahluk değildir. O Allah'ın kelâmıdır. Ses ve harflere muhtaç değildir. Elimizde bulunan mushaf ise, ses ve harflere muhtaç olan kelâm-ı lâfzîdir ve mahluktur. Allahu Teâlâ şöyle buyurur: "Bir şeyi(n olmasını) dilediğimiz zaman sözümüz ancak ona "ol" dememizden ibarettir. O da derhal oluverir" (en-Nahl, 16/40). Kur'an yaratılmış olsa idi, Allah kendi sözü olan Kur'an'a ol demiş olacaktır. Halbuki "ol' sözü de Kur'ân'dadır.
13. Ezelde Ma'dûma Hitab: Yüce Allah'ın hitabının ezelde ma'duma (yokluk) taalluk etmesi caizdir. Buna göre Yüce Allah ezelde mütekellimdir.
14. Tevbe-i Ye's: Ümitsizlik halinde yapılan tevbe makbuldur.
15. Şefaat: Şefaat haktır ve kıyamet günü gerçekleşecektir.
16. Rü'yet: Yüce Allah'ın ahirette mü'minler tarafından gözle görülmesi mümkündür ve görülecektir. Bu hem aklı deliller hem de naklî deliller ile desteklenmiştir. Allahu Teâlâ Kur'an-ı Kerîm'de şöyle buyurur: ''O günde (kıyamette) peygamberlerin velilerin ve müminlerin yüzleri apaydınlıktır. Rablerine orada hiçbir engel olmaksızın bakıcıdırlar'' (el-İnsân, 75/22-23) .
Meşhur ve kimsenin inkar etmediği ama tevil hususunda kiminin; burada maksat, sapık fırkalarının çok olacağına işarettir diye tevil yaparken, kimisi de 73 bir sayıdır ve bu sayıda da bir hikmet vardır, zira kesret ifade edilecek olsa 10 lu 20 li 100 lü bir rakam ifade edilir di, neden 73 sayısı özellikle ifade edilsin meyanında ifadelerde bulunmaktadır. Bir takvim yaprağının arkasında ise bu 73 rakamı tek tek belgelenmiş. Manidar olan bu bilgileri sizlerle paylaşalım.
İmâm-ı Rabbânî (k.s.) hazretlerinden:
Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz, bazı hadîs-i şeriflerinde, ümmetinin düşeceği ihtilaflara dikkat çekmektedir. Bu hususta rivâyet edilen birçok hadîs-i şerif vardır. Bunların en genişi, Tirmizî ve İbn-i Mâce’de rivâyet edilen hadîslerdir. İbn-i Mâce’de geçen hadîs-i şerifte Peygamberimiz (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyururlar:
“Yahûdiler, yetmiş bir fırkaya ayrıldı. Bunlardan biri cennette, yetmişi ateştedir. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıldı. Onlardanda yetmiş bir fırka ateşte, bir fırka cennettedir. Muhammed (s.a.v.)’in nefsi kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka cennette, yetmiş iki fırka ise ateştedir.” Sahâbîler, “Yâ Resûlüllah! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye sordular. Resûlüllah (s.a.v.), “Cemaat” diye cevap verdi.
S.İbn-i Mâce, Fiten 17
İmam Tirmizî (rh.)’nin rivâyetinde ise şöyle buyurulmaktadır: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. Ümmetim ise yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir tanesi hariç, bunların tamamı ateştedir.” Sahâbîler, “Yâ Resûlüllah! O kurtuluşa eren fırka kimlerdir?” diye sorunca, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurdu:“Benim ve ashâbımın yolunda olanlardır.” S. Tirmizî, Îman 18
Böylece Peygamber-i zîşân (s.a.v.) Efendimiz, ümmetinin başına gelecek hâdiseleri, mu’cizevî bir şekilde haber vermektedir.
Hadis âlimleri, hadîs-i şerifte geçen cennetlik olarak vasıflandırılan fırkadan maksadın, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat olduğunu kaydetmektedir. Çünkü ifrat ve tefrit ortasında, i’tidâl üzere Resûlüllah (s.a.v.)’ın ve ashâb-ı kiramın yolunu tâkip etmeyi kendilerine şaşmaz ölçü edinenler, bu fırka mensuplarıdır.
Cehennemlik olan fırkalar ise, i’tikadî mes’elelerin birçoğunda, Ehl-i sünnet’e aykırı inançlarda bulunan mezheplerdir
Kelâm ilmiyle alâkalı eserlerin en eskilerinden olan Sevâd-ı Â’zam’da, Hicrî dördüncü asrın başında yaşadığı tahmin edilen müellif Hâkim es-Semerkandî (rh.), yetmiş üç fırka meselesini ve Ehl-i Sünnet’in neden fırka-i nâciye olduğunu açıklamaktadır. Ona göre, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in işaret buyurduğu yetmiş üç fırka şunlardır:
Ehl-i Sünnet bir, Hâricîler on beş, Mu’tezile altı, Mürcie on iki, Şîîler otuz iki, Cehmiye, Neccâriye, Darrâriye, Kilâbiye birer, Müşebbihe üç fırka olmak üzere toplam yetmiş üç fırka eder. Fahr-i Kâinat (s.a.v.) Efendimiz’in işaret ettiği fırkalar bunlardır. Bunların sadece bir tanesi ehl-i hak olan Ehl-i Sünnet fırkasıdır. Diğerleri bid’atlarla ma’lûl olan mezheplerdir. Sevâd-ı Â’zam, 52
“Yetmiş üç fırkadan her biri, şerîate tâbi olduklarını iddiâ edip kendilerini necat bulan zümreden sayarlar. “... Her fırka, kendinde bulunan ile sevinip böbürlendi.” S. Mü’minûn, 53 âyet-i kerîmesi onların bu halini tasdik eder. Halbuki Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in beyan buyurduğu fırka-i nâciyeyi, diğerlerinden ayıran delil, “Benim ve ashâbımın yolunda olanlar” beyanıdır.
Şerîat sahibi Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in burada, sadece kendilerini anlatması kâfî iken ashâbını da zikretmesi, ‘Benim yolum, ashâbımın gittiği yoldur. Kurtuluş yolu onların yoluna tâbi olmaya bağlıdır!’ mânâsınadır. İşte Resûlüllah Efendimiz bunu ilan etmektedir. Zira, ashâb-ı kiramın yoluna tâbi olmadan, Resûlüllah (s.a.v.)’a tâbi olmak iddiâsı, boş bir dâvâdır. Hatta böyle bir ittibâ, hakikatte aynıyla Resûlüllah (s.a.v.)’a isyan sayılır.
Hâl böyle olunca, bu yolun yolcularına, necat bulmak nasıl mümkün olur? Şu âyet-i kerîme bunların hâlini tam bir şekilde anlatır: “Onlar, hakikaten kendilerinin bir şey üzerinde doğru yolda, necatta olduklarını sanırlar. Gözünüzü açın ki, onlar, cidden yalancıların ta kendileridir.”S. Mücâdele, 18
Hiç şüphe yoktur ki, Resûlüllah (s.a.v.) Efendimiz’in ashâbının yolunda dâim olanlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasıdır. Allah Teâlâ bunların gayret ve çalışmalarını makbul eylesin. İşte fırka-i nâciye bunlardır. ”Mektûbât-ı İmâm-ı Rabbânî, 1/80
FAZİLET Takvimi, 18-19 Temmuz 1998
GIYASEDDİNBUŞAK.COM
EHLİ SÜNNETİTİKADI
Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine ve ashâbının (r.a) yoluna bağlı olan ve onların izlediği dini yol ve metodu benimseyenler. Kitap ve Sünnet üzerinde ittifak etmiş, ihtilâf ve tefrikadan sakınmış, dinde münakaşaya sebep olan hususlarda aklı değil, Kitap ve Sünneti kaynak alan, nasları esas kabul eden topluluk. Hz. Peygamber (s.a.s.)’in sünnetine tâbı olanlara ehl-i sünnet; onun sahâbîlerini âdil kabul ederek onların din hususundaki metodunu takip edenlere de ehl-i cemaat ikisine birlikte “ehl-i sünnet ve’l-cemaat” denilmiştir.
“Ehl-i sünnet ve’l-cemaat” tabiri ile ifade edilen müslüman topluluğun, sünnet ve cemâata tabi olmak gibi ayırıcı iki önemli özelliği vardır. Sünnet; Hz. Peygamber (s.a.s.)’in söz, fiil ve takrirleri ile ahlâki ve beşerî tavırlarıdır. Ancak konumuz itibariyle, sünnetin bu anlamda sınırlarını çizmek, hangi çeşitlerinin ne derece bağlayıcı olduğunu tesbit etmek, önemli değildir. İslâm hukukçularının, sünnetin çeşitlerinin fıkhi bağlayıcılıkları üzerindeki görüş ayrılıkları ve bunun sonucu olarak ortaya çıkan farklı yaklaşım metodları, hep ehl-i sünnet çerçevesinde oluşmuş farklılıklardır. “Sünnet” daha ziyade metod, yol, izlenilmesi gerekli olan çizgi anlamıyla, toplulukların bir ayırdedici özelliği olması açısından karşımıza çıkmaktadır. Bu duruma göre, sünnet şöyle tarif edilmiştir: Bir inanç ve âkide etrafında biraraya gelen topluluğun (ümmet), inanç sisteminin, akidesinin oluşmasını temin eden yola ve metoda sünnet denilir. İnsanların bu metodda görüş birliğine varıp, bunu uygulaması da, cemâat diye isimlendirilmiştir (Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal, (el-Fisâl kenarında), I, 47). Bu anlamda Kur’ân-ı Kerim’de de kullanılmıştır: “Allah’ın nice sünnetleri gelip geçmiştir. Yeryüzünde dolaşın da yalanlayanların âkıbetini görün” (A/u İmrân, 3/137). “Allah’ın sünneti kesinlikle değişmez” (el-Fâtır, 35/43). Bu âyet-i kerime’de ifade edilen sünnet, Allahu Teâlâ’nın kâinatın yaratılması ve tedbiri için takdir ettiği yol, metod anlamındadır. Allah için cebir sözkonusu olamayacağından, bu mana İslâm tefekküründe “âdet” kelimesi ile karşılanmıştır.
Sünnet: İslâm toplumunun yani ümmetin oluşması için Hz. Peygamber’in usûlünün esas alınması ve peygamberi usûlü ittifakla takip eden sahabi cemaâtının yolunun izlenmesidir. İslâm toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabı olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “Allah, önceleri açık bir şaşkınlık içinde olan inananlara, Allah’ın âyetlerini okuyan, kötülükten arındıran, Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdi” (el-Bakara, 2/151). Kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile tefsir edilmiş, hikmet ise, ittifakla “sünnet” olarak kabul edilmiştir.
Kur’an farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile, Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “Allah ve Rasûlünün yoluna aralarında hüküm vermesi için davet olunduklarında, inananlar; “dinledik ve itaat ettik” diye cevaplar. İşte ancak bunlardır kurtulanlar” (en-Nûr, 24/5).
Hz. Peygamber (s.a.s.), “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin” buyurmuştur (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1). Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olan gizli bir hıyanet çeşididir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bu durumun ileride ortaya Sıkacağını haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi sakındırmıştır. “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131).
İmrân b. Husayn (r.a.), bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif: sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize Sok şeyleri müphem bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.” Abdullah b. Mesud (r.a.) “Allah’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu âyeti okumuyor musun”: “Rasûlullah size neyi emrederse onu yerine getiriniz neyi yasaklarsa ondan kaçınınız” (el-Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’ân, s.54).
Hz. Peygamber sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, kendi ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Ashâba uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetilmiştir. “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerinin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, âdeta dişlerinizle tutun, sonradan çıkacak şeylerden sarılın. Çünkü her uydurma, bid’at; her bid’at sapıklıktır” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5).
Kur’an-ı Kerim’de de sahâbîler hakkında şöyle buyurulur: “İlk iman eden, en ön safta bulunan muhacirlerle ensar ve onlara iyilikle tabı olanlardan, Allah razı oldu. Onlar da Allah’dan razı oldular. Allah onlar için ebedî kalacakları, altında ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kurtuluş budur” (et-Tevbe, 9/100). Allah’ın sahabeleri, övmesi, sonradan gelen ümmetin onlara tabı olmasını, övülmek için onlara uyun, onlar gibi olun, manasını zımnen ifade eder. Sahabelerden sonra gelen Tabiîn cemaâtından da iyilikle sahabelere uyanların; Allahu Tealâ’nın övgüsüne dahil olduğunu görüyoruz. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadisinde bunu şöyle açıklar: “Ümmetimin en hayırlı dönemi, benim içinde yaşadığım dönemdir. Sonra da onların peşinden gelenlerin dönemidir” (Buhâri, Fedâilu’s-Sahâbe, 1). Sahâbilerin Allah ve Rasûlü tarafından övülmesi, sonrakilerin de onların yoluna iyilikle uymak kaydıyla bu övgüye dahil olması hadis-i şeriflerinde uyulması tavsiye edilen “cemaât”ın, sahâbîler ve tabiin cemaâtı olduğunu gösteriyor.
Hz. Peygamber (s.a.s.), “size ashabımı (onlara tâbı olmayı) tavsiye ederim, sonra onların peşinden gelenleri, sonra da onların peşinden gelenleri. Daha sonra yalan yaygınlaşacaktır.” Başka bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmaktadır: “Allah’ın rahmet eli cemaât ile beraberdir” (Tirmizî, Fiten, 7). Hz. Peygamber (s.a.s.)’in cemaatı tavsiye etmesi ve firka-ı nâciyenin (azabdan kurtulacak kesimin) cemaât olduğunu söylemesi, cemaât’ın kimlerden ibaret olduğunun belirlenmesini gerektirmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak, bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” buyurmuştur. O topluluğun kimler olduğu sorulunca “benim ve ashabımın yolunda olanlar” diye cevaplamıştır. Bir rivâyette “cemaât” denilmiştir. Hz. Peygamber (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurur: “Ümmetim, sapıklık üzerinde bir araya gelmez. İhtilâf gördüğünüz zaman size ‘sevâdu’l a’zam (en büyük olan ve hak üzere bulunan topluluğa katılmayı) tavsiye ederim” (İbn Mâce. Fiten. . Sevâdu’l-a’zam: Sırât-ı Müstakim metodunu benimseme hususunda görüş birliği içinde bulunan topluluk olarak tefsir edilmiştir (İbnü’l-Esir, en-Nihâye, II, 419).
Hz. Peygamber, cemaâta, sevâdu’l a’zama tabi olunmasını emretmiştir. Cemaât; ilk dönemde, sahabîler; sonraki dönemlerde ise sâlih amel sahibi bilginlerdir. Abdullah b. Mübarek’e cemaat kimlerdir? denilince “Ebû Bekr, Ömer (r.a.)dır” diye cevap vermiş, “Onlar öldü”, denilince de yine “falan ve falandır” demiştir. Onlar da öldü, denilince “işte şu Ebû Hamza es-Sekkerî cemaâtdır” der (Tirmizî, Fiten, 7). İmâm Tirmizî şöyle der: Âlimler, cemaâtı şöyle tarif etmişlerdir: “Ehl-i fıkıh, ehl-i ilm ve ehl-i hadis cemaâttir” (Tirmizî, Fiten, 7). Bu anlamıyla, âlimler cemaâtının sapıtması mümkün değildir. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.) “Allahu Teâlâ ümmetimi sapıklık üzerine bir araya getirmez. Allah’ın rahmet eli cemaâtledir. Kim cemaâtten ayrılırsa; cehenneme atılacaktır” (Tirmizî, Fiten, 7) diye buyurmuştur.
Şehristânî’nin tarifine göre “cemaât, bir sünnet ve metod üzerinde ittifak etmiş insanlar topluluğudur” (Şehristânî, el-Milel, 1, 47).
İslâm tarihinde ilk defa cemaât kelimesinin meşhur olması, Hz. Hasan (r.a.)’ın hilafeti Hz. Muaviye (r.a.)’a devretmesi yılında olmuştur. Müslümanların birliğini temin ettiği için bu yıla “senetü’l-cemâa” (birlik yılı) denilmiştir. Müslümanlar Hz. Peygamber (s.a.s.) vefat ettiğinde her bakımdan emniyete alınmış, düzenli bir sosyal yapıya sahiptiler. Ancak Hz. Osman’ın şehid edilmesi (ö.35/656) sonucu ortaya çıkan olaylar müslümanların zihinlerinde bir takım yeni soruların oluşmasına yol âçtı. Sahabîler öldürülmüş, hilâfet meselesi gündeme gelmişti. Öldürülen müslümanların durumlarının ne olduğu ve bu olaylarda kaderin tesiri meselesi gibi itikâdı meseleler konuşulur oldu. Hz. Ali ile Hz. Muâviye arasındaki hilâfet meselesi ve bunun sonucu ortaya çıkan savaşlardan sonra, her iki tarafın sempatizanları arasındaki siyâsi sürtüşmeler söz konusu olmaya başladı. Yahudi, Hristiyan ve Mecusilerin müslüman olması ve İslâm kültürüyle tanışması sonucu, onların kültürlerindeki meselelere İslâmî nassların mütekabiliyet meselesi tartışmaları başladı. Bütün bu meseleler taraflar arasında ifrat ve tefrit nedeniyle büyük uçurumlar ortaya çıkardı. Bunlara karşı sahâbîlerin çoğunluğu mutedil bir yol takip ederek cemaâtın birliğini muhafaza etmeye, siyası meselelerde aşırı taraf olmamaya çalıştılar. Bu zümrenin ilk mümessilleri olarak, Abdullah b. Ömer (r.a.) (74/693); İbrahim en-Nehaî (96/714); Hasanü’l-Basrî (110/728) ve İmam-ı Âzam Ebû Hanife (150/767) sayılabilir. Ortaya Sıkan fırkalar hakkında görüş beyan ederek bu meseleler hakkında ilk defa merkezi zümrenin fikirlerinin temsilciliğini yapan Hasanü’l-Basri’dir. Onun ehl-i sünnetin fikrı ve itikâdı esaslarının tezahüründe önemli bir yeri vardır. Devrinin siyâsi ve itikâdı meseleleri hakkında muayyen görüşler ileri sürmüştür. Emevi idarecilerini tenkit etmiş, zâlim idareciye her konuda itaat edilmeyeceğini savunmuş ve “Allah’a karşı bir günah söz konusu olunca, mahlûka itaat gerekmez” (bk. Buhâri, Ahâd, I; Müslim, İmâre, 39; Ebû Dâvud, Cihâd, 40, 87; Nesaî, Bıa, 34;,İbn Mace, Cihad, 40; A. b. Hanbel, Müsned, I, 94, 409). Hadisine dayanarak Allah’a karşı gelmeyi gerektirecek bir istekte bulunduğu takdirde, idareciye itaat mecburiyetinin olmayacağını açıkça ifade etmiştir (Mes’ûdî, Murücüz-Zeheb, 111, 201). Hasanu’l Basrî, iktidar mevkiinde bulunanların uyarılmasının, ve onların cehennem azabıyle korkutulmasının, müslüman bilginlerin görevi olduğunu belirtmiştir. Ancak kılıçla karşı çıkılmasını kabul etmemiş, şöyle demiştir: Eğer zikrettiğiniz meseleler Allah’ın azâbını gerektiriyorsa insanlar, kılıçlarıyla Allah’ın cezasını döndüremezler. Eğer onlar bir gâile ise, Allah’ın hükmünü sabırla beklemelidirler.
Hasanu’l-Basrî Siyası otoriteyi elinde tutanların zâlim olabileceği hususunu kabul ederek, Peygamber (s.a.s)’in fitne anında âlimlere uyulmasını tavsiye etmesini dikkate alıp “Sizden olan ulû’l-Emre itaat edin” (en-Nisâ, 4/59) ayet-i kerimesinde geçen Ulû’l-Emr’i âlimler, fâkihler diye tefsir etmiştir. Sonraki dönemlerde İslâm ümmetinin manevi dinamiğini âlimler, İslâm hukukçuları belirlemiş, insanlar onların çevresinde toplanmıştır (İbn Kesir, Tefsiru’l Kur’an’il-Azîm, II, 303). Büyük günah (Kebâir) işleyenlerin âkibeti ve kader meselesinde bazı yeni görüşler ileri süren, Vâsil b. Ata’yı meclisinden “kovmuş”, haricilerin büyük günah işlediler iddiasıyle bazı sahâbîleri tekfir etmesini, bir nifak alameti saymış ve Gulât-ı Şia’yı (hulefâ-ı râşidine söven aşırı grup) reddetmiştir.
Sahâbilerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, “ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ isimlerini kullanmışlardır. Ehlu’s-Sünne terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sirın (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir. Terim hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme” “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takib eden ekseriyettir. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktalan da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi Ahmed b. Hanbel (241/855) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebı Ya’la, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31). “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da elimizde bulunan eserlerden Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlanmaktadır. “Ehlu’s-sünne”, dinde bid’atlerin ve çeşitli fikirlerin ortaya çıkmasından sonra sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünne, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme onların ortaya attığı meselelerin dini cevaplarını tesbit etme ve bid’ata karşı islâm cemaâtının tavır alma hareketidir.
Hz. Peygamber (s.a.s) bir hadis-i şerifinde şöyle buyurmuştur: “Yahudıler yetmişbir fırkaya, Hristiyanlar yetmişiki fırkaya ayrılmıştır. Benim ümmetim ise yetmişüç fırkaya ayrılacaktır. Bütün hepsi cehennemliktir. Ancak bir fırka kurtulur. O da cemaâttır” (Ebû Dâvûd, Sünne, I; Tirmizî İman, 18; İbn Mace, Fiten, 17; Ahmed b. Hanbel, 11, 332, 111, 145; Hakim, Müstedrek, IV,430). Hâkim bu hadis için Sahihaynın şartlarına uygun bir hadistir der. Bu hadisi Hz. Peygamber (s.a.s)’den on sahabı rivâyet etmiştir. Hz. Ebû Bekr, Hz Ömer (r.anhum), müslümanların böyle gruplara ayrılacağını haber vermiştir (Bağdadı, el-Fark, s.8.9). Bu hadiste bildirildiği gibi müslümanlar fırkalara ayrılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s) din hususunda sonradan ortaya çıkan şeylerden ümmetini sakındırmış, bunların bid’at olduğunu her bid’atın da insanı cehenneme sürükleyeceğini haber vermiştir (Ebû Dâvûd, sünne, 5). Bidatın din hususunda ashâb-ı kirâm ile tabiilerin yapmadığı ve şer’î delîlin gerektirmediği, sonradan ortaya çıkarılmış şeylerdir. Ehl-i sünnet akîdelerine aykırı itikatta bulunan ve fakat ehl-i kıble olan kimseye de “bid’atçı” denir. Bunlar, Cebriye, Kaderiye, Rafıziler, Haricîler, Muattıla (Mu’tezile) ve Müşebbihedir. Bunların her biri oniki gruba ayrılmıştır. Toplam yetmişiki fırkadır (Seyyid Œerif Cürcânî, et-Ta’rifât, s.40. 43). Bid’at; Peygamber (s.a.s)’den nakli meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu, inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe ile olduğu ve bir delile dayandığı zaman bid’at kabul edilir. Bizim kıblemize dönenlerden hiç biri, bid’at sebebiyle tekfir edilemez… Şayet yaptıkları bu inkâr, bir tevil ve şüphe neticesi ise tekfir edilmezler. Fakat bid’atçı, asla şüphe götürmeyen katî delillere karşı inad ederek bid’ata inanırsa dinden çıkar. Mesela: Haşrı (ba’s) veya kâinatın sonradan yaratıldığını kâbul etmemek gibi. Şüphe ile tevile kalkışanın şüphesi fâsid bile olsa, onun küfürle suçlanmasına engeldir. Meselâ: Allah Tealâ’yı görmenin mümkün olmadığını söyleyenlerin “O azamet ve Celâl’inden dolayı görülmez” demeleri gibi. Bizim kıblemize dönenlerin hiçbiri, bir şüpheye dayanan bir bid’âttan dolayı tekfir edilemezler. Ancak zarûriyât-ı diniyeden kabul edilen dini katı hükümlerden birinin inkâr edilmesi, hilâfsız küfürdür. Meselâ: Bu âlemin sonradan meydana getirildiğine ve cesedlerin haşr edileceğine (ba’s-ı cismânı) inanmayan kimse de dinden çıkar.
Hz. Ebû Bekr ve Ömer (r.anhum)’in hilâfetlerini inkâr eden ve onlara söven kimse, bu yaptığını bir şüpheye binâen yapsa dinden çıkmaz. Hz. Ali (r.a)’ın Allah olduğunu ve Cibril’in hata ettiğini iddia edenler, dini çizginin dışına çıkar. Çünkü bu bir şüphe ve içtihaddan dolayı değil, sırf hevâ ve heveslerinden dolayı bir inkâr niteliğindedir. Bid’atlardan sayılan Allah’ın sıfatlarının zâtı üzerinde zâid manalar olduğunu kabul etmeyen, kabir azabını, şefaati, büyük günah işleyenin cehennemden çıkacağını ve Allah’ı görmeyi inkâr eden Mu’tezile tâifesi gibi câhil bid’atçılar tekfir edilemese de sapıklıkta sayılırlar. Çünkü Kur’an ve sahih sünnetin bu konudaki delilleri açıktır. Çünkü ehl-i kıble tekfir edilmemiştir. Diğer yandan onların şâhidliklerinin kabul edileceğine dair icmâ vâki olmuştur. Halbuki bir kâfirin müslüman aleyhine şahidliği geçerli değildir. Günahı mübah saymanın küfür olması meselesi ise, şöyle açıklanmıştır: Şayet inaddan dolayı ve delilsiz ise küfürdür. Şer’i delilden dolayı inkâr ise, ma’zur değildir. Kullarının kalblerini en iyi Allah bilir (İbn Abidin, Reddu’l-Muhtar, 1, 560, 561). İtikâdı konulardaki inancımız kesin delil ve naslarla tesbit edildiği için, itikad şüphe ve tereddüd mahalli değildir. Fıkhi bir mezhebe taraftar olanlar bilmeli ki, bir konuda müctehid hatalı veya isabetli, bir diğer konuda bir başka müctehid hatalı veya isabetli olabilir. Fakat itikadi meselelerde bu hüküm geçerli değildir. Bid’atçi da haklı olabilir, biz de haklı olabiliriz denilemez. İbn Abidin bu konuyu şöyle açıklar: İtikadımızdan murad, hiçbir kimseyi taklid etmeksizin her mükellefe inanılması vacip olan meselelerdir. Bizim itikadımız, ehlü’s-sünne ve’l-cemaât mezhebidir. Ehlü’s-sünnet; Selefiler, Eş’arîlerle Mâtûridîlerdir. Bu iki fırka itikadda genellikle bir gibidirler. Sayılı meselelerde, aralarında küçük farklar vardır. Bazıları, aralarındaki ihtilâfın genellikle lâfzı olduğunu söylemişlerdir. Hasımlarımızdan maksat, itikatları küfre varan bid’atçılarla, küfre varmayanlardır. Küfre varan bid’adlara örnek: Âlemin kadim olduğunun iddia edilmesi, Peygamberin bi’setinin inkârı gibi. Küfre varmayan bid’atlara örnek: Kur’an’ın mahlûk olduğunu ve Allah’u Teâlâ’nın kulları için kötülüğü irade etmediğinin iddia edilmesi gibi (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, 1, 48, 49,). Rafızilere ve bid’at ehline benzememeye çalışmak ve onlara muhalefet etmek gerekir. Bid’at ehline benzemek câiz değildir. Ancak onlara teşebbüh kasdıyla yapılan benzemek ve onların kötü hallerini taklid etmek uygun değildir (İbn Âbidin, Reddü’l-Muhtar, V, 472)
Bid’atçılar hakkında ki bu genel hükümlerin açıklanmasından sonra; ilk bid’at fırkalarının ortaya çıkışını ele alabiliriz: İlk çıkışları Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti dönemindedir.
Şehristâni (549/1154) İslâmi fırkaları; Kaderiyye, Sıfatiyye, Hâriciyye, ve Şiâ olarak dört ana gruba ayırmış, yetmişüç fırkanın bunlardan yayıldığını belirtmiştir (Şehristânî, a.g.e, 1, 15).
İbn Hazm ise, (ö.457/1065),İslâmi mezhepleri: Ehl-i sünnet ve cemaat, Mu’tezile, Mürcie, Şîâ ve Hariciler olarak beş grupta toplamış, bunlardan ehl-i sünnet’i hak ehli”, onun dışındakileri ise, bâtıl ehli” olarak belirttikten sonra, ehl-i sünnet’i, sahabe ve tabiînin seçkinleri, ehl-i hadis ile onlara uyanlar olarak tarif etmiştir (İbn Hazm, el-Fısal, II, 113).
Hz. Ali (r.a.)’ın hilâfeti döneminde ortaya çıkan bid’at fırkalarının ilki olan Hâriciler başlangıçta bir siyâsi fırka olarak ortaya çıkmıştır. Şîâ ise, bir Yahûdi olan, Yemenli İbn Sebe’nin tahriki ile, Hz. Ali taraftarlığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır.
Şîa’nın ilk ortaya çıkışında şüphesiz ki, Abdullah İbn Sebe’nin etkisi inkâr edilemez. İbn Sebe’ Yemenli bir yahudidir. İslâm’ı içten tahrip etmek için Yemen yahudilerinin planı gereği müslüman gözükerek, yahudi ve mecûsî kültüründen aktardığı sapık görüşleri İslâm’a sokmaya çalışmıştır. Velâyet, vesâyet, ric’at, ilâhı hak kavramlarını ilk defa İslâm’a sokan bu şahıstır. Şîâ âlimleri de, İbn Sebe’nin yaptığı bu tahribatı kabul ederler. Önde gelen Şiâ ulemâsından en-Nevbahtî bunlar arasındadır.
Bütün bu gelişmeler konusunda hicrî ikinci yüzyıldan itibaren İslâm ülkelerinde yaygın hale gelen siyâsi, dinî, itikâdı ve fıkhı görüşler arasında Hz. Peygamberin ve ashabının yolunu savunmak için ortaya çıkan imamlar, ehl-i sünnet akîdesini sistemleştirmişler, ehl-i bid’ate karşı mücadele etmişlerdir. Hasanü’l-Basrî (110/128). Bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılmaktadır. Ehl-i sünnet akîdesinin esaslarını ortaya koyması yönüyle İmam-ı Azam Ebû Hanife’yi de bu ekolün öncülerinden saymak gerekir. Ehl-i sünnet ve’l-cemaât’in selefilerden farklı metotlarıyla tanınan Ebû Mansur-el-Mâturîdî (ö.333) ve Ebu’l-Hasan el-Eş’arî (ö.324), sünnetin izleyicisi düşüncenin olgunlaşmasında özel role sahiptirler.
İslâmî fırkaların ortaya çıkmasında siyâsi ve sosyal sartların da rolü olmuştur. Tarihin belli dönemlerinde, Sünnilik, Şîa ve Mu’tezile biribirlerine üstünlük sağlamışlar, zaman zaman sırayla devletin resmi mezhebi olmuşlardır. Bu rekabet, mezhep taassuplarına, düşmanlık ve çatışmalara sebep olmuştur.
Ehl-i sünnet âlimleri arasında, zamanla bazı görüş ayrılıkları olmuştur. Ancak hepsinin de dayandığı temel; Kitap, Sünnet ve bu iki kaynağa uygun olan sarih ve sahih akıldır. Aralarındaki bazı farklı görüşler esasa taalluk etmeyen ve teferruat sayılan konularda görülmüştür. Bu ihtilâfların çoğu, lâfzîdir.
Ehl-i sünnet, önceleri; ehl-i sünnet-i hassa olarak bilinirdi. Daha sonraları Ehl-i Sünnet-i âmme adıyla şöhret buldu. Gerçek şu ki; Kur’an ve sünnette yer verilmeyen, ashâb ve tâbiînin de üzerinde görüş beyan etmedikleri meselelere dalmayıp, dinî nasları yorumlamadan onları olduğu gibi alanlara, Ehl-i sünnet-i hassa, ehl-i tevhid veya Selefiyye denildi. Hakkında nass, Sahabe ve tâbiînin görüşü bulunmayan bazı itikâdı meseleleri de yeni bir metodla inceleyerek, gerektikçe akli yorum ve te’vile gidenlere ise ehl-i sünneti âmme adı verildi. Eş’âriyye ve Mâtûridîyye gibi (İzmirli İsmail Hakkı, Yeni İlmî Kelâm, s.97).
Ehl-i Sünnet âlimleri; Başta İmam Eş’ârî, İmam Mâturîdî olmak üzere, İmam Gazâlı, Fahriddün er-Râzı, Sadeddin Taftazanî, Seyyid Ali el-Cürcânî ve İbn Teymiye, ehl-i sünnet akîdesini aklı ve naklî delillerle güçlendirmişler, başta Mu’tezile ve diğer bid’at ehl-i mezhep ve fırkalarla mücadele etmişler, onların Kitap ve sünnete aykırı, görüşlerini reddetmişler, Aristo ve O’nun gibi düşünen Yunan ve Müslüman filozofların sapık, mesnedsiz ve batıl fikirlerini çürütmüşlerdir.
Kısaca ehl-i sünnet: Selefiyye ve Mâtûridîyye ve Eş’âriyye olarak metod bakımından üçe ayrılmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi selefiyye, yorum ve teşbihe kaçmadan nasları olduğu gibi kabul edenlerin mezhebidir. Meselâ İmam Malik: “Şüphesiz ki Rabbiniz Allah, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra da Arş üzerinde istivâ etti” (el-A’râf, 7/154) âyetinin tefsirinde: “İstivâ malumdur, keyfiyyeti ise meçhuldür. Bu konuda soru sormak bid’attır” demiş, teşbih ve te’vile gitmemiştir (Kurtubî, Tefsir, V11,217-218). İmam Mâturîdî ve Eş’arî’nin temsil ettiği ehl-i sünnet-i âmme ise, Cenab-ı Hakkı mahlukata benzetmekten tenzih gayesiyle müteşâbih nassları te’vil etmişlerdir. Arş üzerinde istiva etti sözünü “Arşda hükümran oldu” Allah’ın eli sözünü Allah’ın kudreti ve rahmeti olarak te’vil etmeleri gibi.
Maturidîler ile Eş’ariler arasında da bazı lâfzi ihtilâflar vardır. Bu ihtilâfları onüçten elliye kadar çıkaranlar olmuştur (Bekir Topaloğlu, Kelâm İlmi, 146).
Öte yandan mezhepler, siyâsi fıkhı ve itikâdı olarak birçok meselede biribirleriyle bağlantılıdırlar. Aynı mezhep içinde birçok farklı eğilimler bulunabilmektedir. Meselâ; Fıkhi, ameli konularda Sünnîlerin önemli bir kısmı, Hanefi’dir. Hanefilerin büyük çoğunluğu itikâdı konularda Mâtûridî’dirler. Ehl-i Sünnetten Şafîi ve Maliki olanların çoğu itikatta Eş’âri, Hanbeliler ise genelde Selefîdirler.
Ebû Hanîfe, Mâlik, Şâfii, Ahmed b. Hanbel, Mâtûridî, Eş’âri, Ebû Bekr el-Bakıllânı, Abdulkâdir el-Bağdâdi, İmamu’l-Harameyn el-Cüveyni, İmam Gazzâli, Fahreddin er-Râzî ve Nasıruddin el-Beyzâvi gibi âlimler, ehl-i sünnetin önde gelen simâlarıdır.
İbni Teymiyye ile İbnü’l-Kayyim el-Cevaziyye gibi selef mesleğini tercih eden bazı âlimler son asırlarda, Selefiyye diye bilinen Ehl-i Sünnet-i Hassâ mezhebini ihya ve neşre çalışmışlardır. İslâm âleminin büyük çoğunluğu itikadda Eş’âri veya Mâtûridî diye şöhret bulan ehl-i sünnet-i Âmme mezhebi üzeredirler.
Abdulkâdir el-Bağdâdi’ye göre, ehli sünnet sekiz zümreden meydana gelmektedir:
İslâm dünyasının büyük bir çoğunluğunu oluşturan Sünnîlik sadece bir isim, sıfat veya mezhep değil, bütünüyle bir yaşam tarzıdır ki, tamamen Kitap ve Sünnete uygun olarak İslâm’ın hayata tatbikidir
İtikadda orta yol, ehl-i sünnetin yoludur. Ümmet-i Muhammed (s.a.s.)’in ana özelliği, itidaldir. Cenab-ı Hak, bunu şu şekilde belirtiyor: “İşte böylece biz, sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” (el-Bakara: 2/143).
Câbir b. Abdullah’tan gelen sahih bir rivâyete göre, Hz. Peygamber, toprağa düz bir çizgi çizdi ve bu çizginin üstüne elini koyup, şöyle buyurdu: “İşte bu, Allah’ın yoludur.” Daha sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizdi. “Bunlar da değişik tefrika yollarıdır. Herbirinin basında ona çağıran bir şeytan vardır” dedi. Bilahare şu âyeti okudu: “Bu benim dosdoğru yolumdur. Öyleyse ona uyun. Sizi o’nun yolundan ayıracak başka yollara uymayın” (en-En’âm, 6/153) (İbn Mâce, Mukaddime, 2; Dârimî, Mukaddime, 23; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/435). Hz. Peygamber (s.a.s.) burada dinde sağa sola sapmalara işaret etmiş, doğru yolun ortadaki ehl-i sünnet yolu olduğunu belirtmiştir.
İmam Tahâvî, ehl-i sünnet yolunu şöyle özetlemektedir: Bu din, ifratla tefritin ortası, teşbihle ta’tilin ortası, cebr ile kaderciliğin ortası, ümitsizlikle aşırı güvenin ortası, korku ile ümidin ortası bir yoldur. İşte dinimiz, zâhiren ve bâtınen budur. Tefrika görüşlerden, merdûd mezheplerden, müşebbihe, mûtezile, cehmiyye, cebriyye, kaderiyye v.s. gibi ehl-i sünnet ve’l cemaat’e muhalefet eden, dalâlete sapan mezheplerin görüşleri ehl-i sünnet âlimlerince incelenmiş ve delillere dayanan ikna edici cevaplar verilmiştir (Tahâvi, Şerhû akiteti’t- Tahaviyye, 586-588).
********************************
Ehl-i Sünnet Nedir?...islamadoğru.com
Ehl-i Sünnet, kısaca; Hz. Peygamber’in sünnetine uyan ve Hz. Peygamber’i hayatta örnek edinen ve onun sünnetine göre hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz açmak için, önce Sünnet nedir? Bunun üzerinde durmamız gerekmektedir.
Sünnet: Arapça bir kelime olup; “yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı” gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı olarak ta “sünnet”, Peygamberimiz (s.a.s)’in söz, fiil ve takrirlerini ifade eder. (Şimşek, M. Sait, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, I, 233.)
Takrir, Peygamber’in yapılışını görüp de yasaklamadığı davranışları belirtir. Peygamberimiz (s.a.s) bilgisi dâhilinde yapılan bir davranışa veya yanında söylenen bir söze, karşı çıkmamışsa, bu O’nun, o davranış veya sözü onayladığı, en azından mubah saydığı anlamına gelir. Çünkü insanları Allah’ın rızasına ters olan her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir peygamberin, üstelik kendisinin her davranışının ashabınca takip ve taklit edildiğini bile bile Allah’ın rızasına ve dinine muhalif bir davranış karşısında susması düşünülemez.
Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Peygamber (s.a.s)’in hayat tarzı” demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şeklidir. Şu halde peygamber (s.a.s)’in sünnetinin temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.
İnsanlar, tarih boyunca, “Ben kimim, nereden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?” gibi sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdikleri cevaplara göre hayata anlam vermişler, hayat gayelerini buna göre tespit etmişlerdir.
İşte Cenab-ı Hakk, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bu soruların doğru cevabını insanlara bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir.
Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde Hz. Peygamber’in sünnetini hayatında yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki bu hayat, bizim itikad, yani iman dediğimiz şeydir.
Bu noktada sünnetin inanç ve zihniyet boyutu söz konusudur. Yani Peygamber (s.a.s)’in hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam nasılsa, O, nasıl bir imana sahipse, Müslüman da öyle bir imana sahip olmaya gayret etmelidir. O’nun değer yargılarını aynen benimsemelidir. Müslüman her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.s)’in iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir dünyasını kavramaya ve O’nu örnek almaya çalışmalıdır.
Müslüman, Peygamber (s.a.s)’in tevhid anlayışını, nefis ve arzular dâhil, her türlü maddî ve manevî puta gönlünde yer vermeyişini, Allah varken başka hiçbir otoriteyi kabul etmeyişini, kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu, kader ve tevekkül anlayışını, kâinatın her yerinde Allah’ın tecellilerini ibretle seyredişini, sebep-müsebbip anlayışını, ulûhiyyet anlayışını, değer yargılarını iyi tespit edip, sünneti yaşarken bunları işin temeline koymak ve içine sindirmek zorundadır. (Bkz., Polat, Selahaddin, “Hz. Peygamberin Sünnetini Anlama ve Sünnete Uyma”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, T.D.V.Yay., Ankara 1995, s. 32.)
İslam toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabi olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) Bu ayette ifade edilen kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile hikmet ise “sünnet” olarak tefsir edilmiştir.
Kur’an, farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah ve Rasûlüne davet edildiklerinde, “işittik ve itaat ettik” demek, sadece müminlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr, 24/51.)
Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, mü’minlere Hz. Peygamber (s.a.s)’i örnek gösteriyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve ahiret gününü arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler için Allah’ın Resulünde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.)
Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılması gereken bir rehberdir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Resul size neyi verdi ise, onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının.” (Haşr, 59/7.) Zaten O’nun sözleri ve hareketleri kendi, heva ve hevesinin eseri değildir. Yüce Mev-lâ’nın vahyi ve ilhamının mahsulüdür. (Necm, 53/3-4.)
Ayrıca Kur’an’da, Hz. Peygamber’e itaati emreden ve ona itaat etmenin Allah’a itaat etmek demek olduğunu açıklayan çok sayıda ayet vardır. (Bkz., Al-i İmran, 3/31; Nisa, 4/59; Nisâ, 4/65; Nisa, 4/80; Ahzab, 33/36.)
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” buyurmuştur. (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1.)
İşte, burada zikrettiğimiz bütün bu ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek, tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s) bu durumun ileride ortaya çıkacağını çok önceden haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi şöyle diyerek sakındırmıştır: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size ‘Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin.’ diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131)
İmrân b. Husayn (r.a.), “bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur”, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize çok şeyleri müphem (kapalı) bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.”
Abdullah b. Mesud (r.a) “Allah’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu ayeti okumuyor musun: ‘Rasûlullah size neyi emrederse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçınınız.’’ (Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’an, s.54.)
Hz. Peygamber, kendi sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Hatta sahabilerini kendilerine uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetmektedir: “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, sonradan çıkacak şeylerden de sakının. Çünkü dinde sonradan uydurulan şeyler, bid’attır. Her bid’at da sapıklıktır.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5.)
Ehl-i Sünnet Tabiri Ne Zaman Kullanılmaya Başlanmıştır
“Ehlu’s-sünnet” tabiri, dinde bid’atlerin ve Hariciyye, Mu’tezile, Mürcie ve Şîa gibi çeşitli fırkaların ortaya çıkmasından sonra, sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünnet, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme, onların ortaya attığı meselelerin dinî cevaplarını tespit etme ve bid’atlara karşı İslam cemaâtının tavır alma hareketidir diyebiliriz.
Sahâbîlerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ” isimlerini kullanmışlardır.
Ehlu’s-Sünnet terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sîrîn (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir.
Bu terim, Hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme”, “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takip eden çoğunluktur. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktaları da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi, Ahmed b. Hanbel (241/855), “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebi Ya’la, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31.) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlan-maktadır. (Bkz., ttp://www.fatihberat.netteyim.net/ebedisaadet/ehlisunnet.htm (09.01.2005))
Ehl-i Sünnet, Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir inanç ve ibadeti kabul etmez. Kur’an ve sünnetten tasdik almayan bütün inanç, fikir ve felsefeler batıldır.
Kur’an-ı Kerim, Allahu Teala’nın kelamı olup ilâhî koruma altındadır. Onu açıklayan ve uygulayan sünnet de bu korumanın içindedir. Din işlerinde Hz. Peygamber’e (s.a.s) tabi olmak farzdır.
“Kur’an ve aklım bana yeter, peygamberin görevi sadece Allah’ın ayetlerini tebliğ etmektir, vefatıyla vazifesi bitmiştir, bundan sonrası bize aittir, onun sünnetine tabi olmak gibi bir görevimiz yoktur”, demek küfürdür. Çünkü bu anlayış, bizzat Kur’an ayetlerine aykırıdır.
Kur’an ve sünneti anlamak için elbette aklı kullanmak gerekir. Bazen ayet ve hadisleri yorumlamak icap eder. Buna tevil etmek denir. Usul ve edebine göre tevil etmek, yeni yorum yapmak günah değildir; ihtiyaç anında gereklidir. Bütün mezhepler, işte bu yorum farkından dolayı ortaya çıkmışlardır.
Bugün Müslümanların güçlenmesi, yeniden kendilerini idrak etmeleri, yabancı ideolojilere yem olmamaları, birlik ve beraberliklerini yeniden kurmaları ve gerçek anlamda hem Müslüman olmaları hem de çağdaş hayata ve teknolojik gelişmelere ayak uydurmaları için Ehl-i Sünnet akîdesine dört elle sarılmaları gerekir.
Ehl-i Sünnetin Temel İnanç Esasları...islamadoğru.com
Ehl-i sünnete göre dinin temel iki kaynağı vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi ise Hz. Peygamber’in sünnetidir.
• İman ve amel birbiriyle sıkı bir ilişki içerisindedir. Ancak ameller imana dâhil değildir.
• Bütün inananlar kardeştirler. Ehl-i kıbleyi tekfir etmek kesinlikle caiz değildir.
• Ehl-i kıble olmasına rağmen, büyük günah işleyenler, imandan çıkmazlar fakat günahkârdırlar. Ancak işledikleri günahlardan tövbe etmeleri farzdır.
• Allah katında insanlar ancak takvayla üstünlük sağlarlar.
• İman edilecek hususlar açısından iman artıp eksilmez. Ancak kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır ve ibadet neşesini yok eder.
• Bütün müminler Allah’ın dostudur. Ancak müminlerden muttaki olanlar, takvada üstün olanlar Allah’ın veli kullarıdır. Allah dostlarından ve veli kullardan sadır olan kerametler haktır. Fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir.
• Ehl-i sünnet, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. Nefsi için kimseye düşman olmaz.
• Ehl-i sünnet, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimizi hayatında örnek edinir. Bunun için bir Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapamaz. Müslümanın temel ahlâkı, kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese iyiliği emretmek ve kötülüklerden de sakındırmaktır.
• Ehl-i Sünnete göre, ahirette peygamberlerin ve Allahu Teala’nın izin verdiği salihlerin şefaati haktır. Allahu Teala ahirette müminlere cemalini gösterecektir.
• Eh-i Sünnete göre, Cennet ve cehennem ebedidir. Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilâhî huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedî olarak kalmayacaklardır.
96 ALLAHÛ TEÂLA (CC) tarafından vahiy yolu ile indirilen, peygamberler tarafından tebliğ edilen, insanların dünyada ve ahirette kurtuluşuna vesile olan itikadi ve ameli nizama din denilir.. Bu tarif, Hz. Adem (as) beri devam eden ve Allahû Teâla'nın (cc) katında yegane din olan İslâm'ın mahiyetini ifade eder.
97 Cahiliyye döneminde Araplar din kelimesini, dünya görüşü, örf ve adet manasına kullanıyorlardı.(1) Her kabilenin örf ve adetlerini çok iyi bilen bir tağutu vardı ve kabile ferdleri ihtilaf halinde bu tağutunn huzurunda muhakeme oluyorlardı.(2) Ayrıca kırk yaşını doldurmuş ve belli vasıflara haiz olan kimseler "Darû'n Nedve'de"(3) toplanarak, bütün Arap kabilelerini bağlayıcı kanunlar çıkarıyorlardı. Dolayısıyla "Darû'n Nedve"; bir şehir parlamentosu mahiyetini taşıyordu.
98 Kur'an-ı Kerim'de "Din" kelimesi değişik manalarda kullanılmıştır. Fatiha Sûresi'nin üçüncü Ayet-i Kerimesi'nde geçen "Yevmi'd-Din" (Din günü) terkibindeki din kelimesi; muhasebe, ceza ve hesap manasınadır.(4) En Nûr Sûresi'nin ikinci Ayet-i Kerimesi'nde geçen "Fi dinillâhi" terkibinde ise; Allahû Teâla (cc)'nın hududları ve hükmü manasına kullanılmıştır.(5) Yine "Fitneden eser kalmayıncaya, din de yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zalimlerden başkasına hiç bir husumet yoktur" (El Bakara Sûresi: 193) Ayet-i Kerimesinde "Din" kelimesi, hüküm koyma ve şeriat manalarına gelmektedir. Müfessirler bu Ayet-i Kerime'de geçen fitneden kasdın küfrün fesadı olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. Dolayısıyla yeryüzünde kafirlerin fesadından eser kalmayıncaya kadar cihad etmek emrolunmuştur.
99 Kur'an-ı Kerim, Resûl-i Ekrem (sav)'in sünneti ve Sahabe-i Kiram'ın icmaı ile sabit olan husus şudur: "Allahû Teâla (cc)'nın vahiy yoluyla indirdiği hükümlerin tamamına "Din" adı verilir. Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini dosdoğru olarak insanlara tebliğ etmişlerdir.
DİNLERİN SINIFLANDIRILMASI
100 Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun ki, biz her kavme "Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten kaçının" diye (Tebligat yapması için) bir peygamber göndermişizdir"(6) buyurulmaktadır. Esasen Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygemberler insanları "Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye" davet etmişlerdir. Resûl-i Ekrem (sav)'in "Peygamberler babaları bir kardeşler gibidirler, dinleri birdir"(7) buyurduğu sabittir. Dolayısıyla İslâm dini; ilk insan ve ilk peygamber olan Hz. Adem (as)'le birlikte başlamıştır. Dinleri sınıflandırırken, kat'i haberlerle (Nass'la) sabit olan hakikati esas almamız gerekir. Dolayısıyle filozofların veya sosyologların yaptığı hiçbir tasnif, hakikatin ifadesi değildir. Zanna dayanan tasniflerdir.
101 Bütün peygamberler insanları İslâm'a davet etmişlerdir.Bu hakikat, nass ile sabittir. Hz. Nuh (as)'un kavmine: "Şayet (davetimden, tebliğimi kabulden) yüz çevirirseniz, ben sizden bir ücret istemedim. Benim ücretim Allahû Teâla (cc)'dan başkasına ait değildir. Ben MÜSLÜMANLARDAN olmakla emrolundum"(8) şeklinde hitap etmiştir. Hz. Yakub (as)'un oğullarına: "Ey Oğullarım, Allah sizin için İslâm dinini beğenip seçti, o halde siz de ancak müslümanlar olarak can verin"(9) şeklinde nasihat ettigi sabittir. Hz. Musa (as)'ın kavmine: "Ey kavmim, eğer siz gerçekten Allah'a iman ettiyseniz, O'na samimi olarak teslim olmuş MÜSLÜMANLAR iseniz, artık O'na (Allah'a) güvenip dayanınız"(10) tebliğini yapmıştır. Hz. İsa (as)'ın havarilerinin kendisine hitaben: "... Biz Allah'ın (Dininin) yardımcılarıyız. Sen şahid ol ki (Ey İsa) biz hiç şüphesiz MÜSLÜMANLARIZ (dediler)"(11) mealindeki itirafları meseleye açıklık getirmektedir.
102 Kur'an-ı Kerim'de bütün peygamberlerin insanları; hevâlarına muhalefet edip, Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmaya davet ettikleri haber verilmiştir. Bu peygamberlerin bir kısmının mücadelesi Kur'an-ı Kerim'de haber verilmiş, bir kısmının mücadelesi ise zikredilmemiştir. Her kavme; kendi içlerinden ve kendi dilleriyle konuşan peygamberler gönderilmesi Allahû Teâla (cc)'nın bir lütfûdur.(12) Resûl-i Ekrem (sav)'e peygamberlerin sayısı sorulunca: "Yüz yirmi dört bindir. Bunlardan üçyüzonüçü resûldür. Bunların ilki Hz. Adem (as), sonuncusu ise benim" cevabını vermiştir. Bu hususta başka rivayetler de mevcuttur. İslâm ulemâsı peygamberlerin sayısını bir noktaya hasretmemek ve umumi olarak bırakmanın daha efdal olduğunda ittifak etmiştir.(13) Zira Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilsin veya zikredilmesin bütün peygamberlere iman etmek farzdır.
103 Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri reddeden, hafife alan veya zamana (çağa) uymadığını söyleyenler; kendi hevâlarını ilâh edinmişlerdir. Aklın hem gerekli, hem yeterli olduğunu savunanların, elbette vahyi kabul etmeleri mümkün değildir. İslâm ulemâsı; Hz. Adem (as)'den günümüze kadar devam eden ve kıyamete kadar devam edecek olan mücadeleyi "El Milel ve'n Nihal" hakikatini dikkate alarak tasnif etmişlerdir. "Milel" vahye dayanan, "Nihal" ise vahyi reddeden zihniyetleri esas alır.(14) Nihal kelimesi,, nıhle'nin çoğuludur. Nıhle; kupkuru zan ve iddia manasınadır. Kat'i bir nassa dayanmayan her iddia ise, son tahlilde "zann" hükmündedir. Her ideoloji; aklın kurallarına dayanan iddia ve zanlardan vücût bulmuştur.
104 Kur'an-ı Kerim'de: "Dinlerin tasnifi" yapılmıştır. Şimdi bununla ilgili hükümleri gündeme getirelim:
"Allah indinde hak din İslâmdır. Kitap verilenler (başka sûretle değil) ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ihtirastan dolayı ihtilafa düştü. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, şüphesiz ki Allah hesabı pek çabuk görendir" (Al-i İmran Sûresi: 19) "Kim İslâm'dan başka bir din ararsa ondan (bu ) asla kabul olunmaz ve o ahirette de en büyük zarara uğrayanlardandır.(Al-i İmran Sûresi: 85)
"Dinde zorlama yoktur. Hakikat iman ile küfür apaçık meydana çıkmıştır. Artık kim Tağut'u tanımayıp da, Allah'a iman ederse, o muhakkak kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa yapışmıştır. Allah hakkı ile işitici ve her şeyi kemali ile bilicidir".(El Bakara Sûresi: 85)
105 Yeryüzündeki insanlar Akaid yönünden iki zümreye ayrılırlar. Birincisi Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve yalnız O'na ibadette bulunanlardır. Yani müslümanlardır.. İkincisi: Allahû Teâla (cc)'yı inkâr eden, hevâlarını esas alan ve Tağut'a kulluk edenlerdir.Yani kâfirlerdir.
106 Kavmi, dili ve rengi ne olursa olsun bütün mü'minler, birbirlerinin kardeşleridirler. Bu kardeşliğin, imana ve velâyet hukukuna dayandığı nass ile sabittir.(15)
107 Dünya görüşleri ve ideolojilere göre kafirler "dehriyye, seneviyye, felâsife, veseniye ve ehl-i kitap" olmak üzere beş sınıfı ayrılırlar..(16) Ancak mahiyet olarak tek bir millettirler.(17) Beş sınıfı iki kategoride incelemek mümkünür. Birincisi: Kitapları olmayan kafirler (dehriyye, seneviyye, felâsife ve veseniyye) ikincisi: Ehl-i kitap olan kafirler.
108 Allahû Teâla (cc) kendilerine kitaptan bir nasib verildiği halde küfre sapanları lanetlediğini haber vermiştir: "Bakmadın mı şu kendilerine kitabtan biraz nasib verilenlere!.. Kendileri Cibt'e ve Tağut'a inanıyorlar, diğer küfredenler için de: "- Bunlar iman edenlerden daha doğru yoldadır" diyorlar. Bunlar Allah'ın kendilerine lanet ettiği kimselerdir. Allah kime lanet ederse ona hakiki hiçbir yardımcı bulamazsın."(18)
109 İmam-ı Şafii (rha) Cibt'e ve Tağut'a inanan ehl-i kitab'ın halini şu şekilde izah ediyor: "Ehl-i Kitap, kendilerine indirilen ahkâmı değiştirmişler ve Allahû Teâla (cc)'ya küfreder duruma gelmişlerdi. Hem kendi yanlarından çıkardıkları (dilleriyle düzdükleri) yalanı uyguluyorlar, hem Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kendi yalanlarıyla karıştırıyorlardı."(19)
110 Zebûr, Tevrat ve İncil; Allahû Teâla (cc) tarafından inzal buyurulan kitaplardandır. Heva ve heveslerine kapılanlar; bu kitapların hükümlerini tahrif ederek küfre düşmüşlerdir. Bunların dinlerine muharref dinler de denilmiştir.
111 Avrupada eski Yunan felsefesinin ve Hellenist kültürün yeniden tarih sahnesine çıkması sonucunda "Rönesans" diye isimlendirilen olay gündeme girmiştir.(20) Feodal zorbalığın ve engizisyon mantığının koruyucusu olan katolik mezhebi; papaz Martin Luther'in 1529 yılında yayınladığı protesto ile birlikte büyük bir sarsıntı geçirmiş ve "Din'de Reform" hareketi hızlanmıştır.(21) Bu iki büyük olay; gerek Tevrat'a inanan Yahudiler, gerekse İncil'e inanan Hristiyanlar arasında yepyeni fikri akımların çıkmasına sebep olmuştur. Nitekim Dawson'un şu itirafı meseleye açıklık getirmektedir: "Hellenizm'i bir yana bırakacak olursak, ne batı medeniyeti, ne Avrupa insanı düşüncesinin doğması mümkün değildir."(22) Klasik Hellenizm; M.Ö. IV ve V.nci yüzyılda eski Yunan şehirlerinde gelişen "Yunan felsefesi ve kültürü" demektir. Bilindiği gibi eski Yunan kültüründe; nitelikleri, yetkileri ve hünerleriyle tıpa tıp insana benzeyen binlerce ilah mevcuddur. Bir Yunan tarihçisi "Bu insan özellikleri taşıyan ilahları Homeros'la, Hesiodos yaratmıştır" diyor.(23) İnsanın kendi hevâsını ilah edinmesi Hellenist kültürün temelini teşkil etmektedir. Modern batı medeniyeti (Çağdaş uygarlık); temelde "Hellenizm'e" dayandığı için, insanların birbirlerini ve kendilerini ilah edinmeleri sonucunu ortaya çıkarmıştır.
112 Müslüman olan ve Abdülvahid Yahya ismini alan Rene Guenon'un şu tesbiti, aydınlanma felsefesinin keyfiyetini orteya koymaktadır: "Modern Batı'nın Hristiyan olduğu söylenir, ama bu yanlıştır. Modern tavır temelde din düşmanı olduğu için, Hristiyanlığa da düşmandır"(24) Aydınlanma felsefesi; aklı hem gerekli, hem yeterli bulan ve dini ferdin vicdanına hapseden bir dünya görüşüdür. İnsanlar arasındaki münasebetlerin, akla ve bilime göre düzenlenmesini esas almıştır. Aydınlanma Felsefesi'nde; akla, insanların ihtiyaçlarına ve maslahatlarına uygun hükümler bulunsa bile, Allahû Teâla (cc) tarafından vahiy yoluyla indirilmediği sabittir. Herhangi bir muharref kitaba da dayanmadığı için, tıpkı felâsife, dehriyye ve veseniyye gibi sonuçlara varmıştır. Çağımızdaki fitne ve fesadın kaynağı budur.
İMAN NEDİR?
113 Önce kelime üzerinde duralım. Arapça mütehassısları; iman kelimesinin "emn" veya "eman" kökünden türemiş bir mastar olduğu hususunda müttefiktirler.(25) Lugat manası: Doğrulamak, tasdik etmek veya bir kimseye yahud da bir şeye inanıp güvenmek demektir.(26) İmanın türkçe karşılığı olan "inanmak" kelimesinde de aynı mahiyeti sezmek mümkündür. İslâmi ıstılâhta iman; Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kalben tasdik etmektir. Yani Resûl-i Ekrem (sav)'in; Allahû Teâla (cc)'nın katından getirmiş olduğu bilinen haber ve hükümlerin hepsini kat'i olarak tasdik etmek ve bunu ikrar etmektir.
İMAN'IN RÜKÜNLERİ
114 İman yalnız kalben tasdik midir, yoksa ikrarla beraber kalbî tasdik midir? suali çerçevesinde farklı görüşler ileri sürülmüştür. İbn-i Abidin "Hanefilerin ekserisine göre; tasdikle beraber ikrardır. Muhakkıklara göre yalnız tasdiktir. İkrar ise dünya ahkamının icrası için şarttır. İkrarı imanın rüknü kabul etmeyenler şunun üzerinde ittifak etmişlerdir. Kalbiyle tasdik eden kimseden her ne zaman diliyle ikrar etmesi istenirse, ikrar etmesinin lazım olduğuna inanmalıdır"(27) hükmünü zikreder. İmam-ı Azam'a (rha) göre; gerçek iman kalbî tasdikten ibarettir. (28) Zira dil ile ikrar ettikleri halde, kalben tasdik etmeyen münafıklar, kafir hükmündedir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlardan öyle kimseler vardır ki kendileri iman etmiş olmadıkları halde, "Allah'a ve ahiret gününe inandık" derler. Halbuki onlar inanıcı (insan)lar değildir."(29) Yine "Ey Peygamber, kalbleriyle inanmadıkları halde ağızlarıyla "inandık" diyenlerle, yahudilerden o küfür içinde (alabildiğine) koşuşanlar seni mahzun etmesin"(30) buyurulmuştur. Dikkat edilirse, bu Ayet-i Kerimelerde; dilleriyle inandıklarını iddia eden, fakat kalbî tasdik bulunmayan kimselerin hali izah edilmiştir.(31)
115 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "İnsanlar "Allah (cc)'dan başka ilah yoktur" deyinceye kadar (onlarla) cihada memur oldum. Şimdi her kim "Allah (cc)'dan başka ilah yoktur" derse canını ve malını benden korumuş olur. Ancak hakkı ile olursa (yani kalben de tasdik ederse) ne ala!... Aksi durumda (Sadece dille söyler, kalben inanmazsa) hesabı Allahû Teâla (cc)'ya kalmıştır"(32) buyurduğu bilinmektedir. İmam-ı Muhammed (rha) bu Hadis-i Şerifi zikrettikten sonra: "Netice olarak bir kimse malum olan şirk itikadının hilafı olan tevhidi ikrar ettiği zaman İslâm'a girişine hükmolunur. Çünkü gerçek itikadını (Kalbi durumunu) tesbit etme imkanımız yoktur. Neyi ikrar ettiğini duyarsak, o inançta olduğuna hükmederiz"(33) demektedir. Sonuç olarak; imanın asli rüknü kalbi tasdiktir. İslâmî bütün hükümleri kalben tasdik eden kimse mü'mindir. Dünya ahkâmının icrası açısından zaruri olan rüknü ise; dil ile ikrar etmektir. Eğer bir kimse kalben tasdik eder; bu tasdiki dili ile ikrar etmezse, hali insanlarca meçhul kalır. Tabii dil ile ikrar için herhangi bir ehliyet arızası (Dilsiz olma veya ikrah-ı Mülci gibi) bulunmamalıdır.
İMAN İLE AMEL ARASINDAKİ MÜNASEBET
116 Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları; imanın bir bütün olduğu hususunda ittifak etmişlerdir. İman, amelden bir cüz değildir. İmam-ı Azam Ebû Hanife "El Vasiyye" isimli eserinde: "Sonra amel imandan, iman da amelden başkadır. Çünkü çoğu zaman mü'minden amel yapma mükellefiyeti kalkabilir. Amel kalktığı zaman, iman da kalkar denilmesi caiz değildir. Zira hayız halindeki bir kadından; o hal içerisinde iken, namaz kalkar. Böyle bir kadın için iman da kendisinden kalkar diyemeyiz. Yahut kendisine imanı da terketmesi emredilir denilemez. Yine fakire zekat yoktur denilir, fakat fakire iman gerekli değildir denilemez. Eğer iman amelden bir parça olsaydı, amelin düştüğü hallerde imanın da düşmesi gerekirdi. Halbuki durum böyle değildir"(34) diyerek, bu inceliği ifade etmiştir.
117 Kur'an-ı Kerim'de: "Kim Allah'a iman eder ve salih ameller (ve hareketler) de bulunursa (Allah) onu altlarından ırmaklar akan cennetlere koyar"(35) buyurulmaktadır. Burada Allahû Teâla (cc) imanı amelden ayırmış ve insana amelden ayrı olarak mü'min demiştir. Ayrıca Ayet-i Kerime'de "Salih amel işleyen" cümlesi, "İman eden" cümlesine atfedilmiştir. Arapça gramerinde; ancak ayrı manada olan şeyler birbirine atfedilir. Binaenaleyh ayette geçen imandan maksad, kalb ile tasdiktir. Bundan başka amelin imana dahil olduğu kabul edildiği takdirde, amelle ilgili hükümlerde olduğu gibi, iman esaslarında da neshin caiz olması gerekirdi. Oysa imanla ilgili konularda böyle bir şeyin sözkonusu edilmesi imkansızdır. Bu da gösteriyor ki, iman ile amel ayrı ayrı şeylerdir.(36)
118 Ancak herhangi bir amelin makbul olabilmesi için iman şarttır. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Kim bir mü'min olarak iyi ve güzel amellerde bulunursa o ne artırılmasından, ne eksiltilmesinden endişe etmez"(37) buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de, amelin makbul olabilmesi için imanın şart olduğu belirtilmiştir. Meşrutun (yani amelin) şartta (yani imanda) olamıyacağı aşikardır. O halde iman ve amel ayrı ayrı şeylerdir.
119 İmam-ı Maturidi: "Günah işleyenler günahları sebebiyle imandan çıkmazlar. Çünkü haber-i mütevatirle sabit olan husus, büyük günahların bağışlanma ihtimalinin bulunduğudur. Büyüğü bağışlanınca, küçüğünün bağışlanma ihtimali daha evladır"(38) hükmünü zikrediyor. Aliyyü'l Kari: "Ne kadar büyük olursa olsun, helal olduğuna inanmadıkça hiçbir müslümanı, işlediği herhangi bir günah sebebiyle tekfir etmeyiz"(39) demektedir. Bütün bunlar, iman ile amelin ayrı ayrı şeyler olduğunu göstermektedir.
120 İman kalb ile tasdik olduğu için; hakikati ve mahiyeti fazlalık veya noksanlık kabul etmez. İmam Ömer Nesefi: "Amel ve taatler esas itibarıyla (günbegün, anbean) artış gösterir. Halbuki iman ne artar, ne de eksilir"(40) hükmünü zikreder. Şurası da unutulmamalıdır ki; Allahû Teâla (cc)'ya kulluk ve salih amel hususunda ihlaslı olan kimselerin imanı kuvvetli, bu hususlarda laubalilik gösteren kimsenin imanı zayıf olur. Meselâ; mü'minlerden herhangi bir kimsenin imanı Resûl-i Ekrem (sav)'in veya Hz. Ebu Bekir (ra)'in imanı kadar tahkik ve yakin değildir.(41) Dolayısıylâ İlme'l yakin, Ayne'l yakin ve Hakka'l yakin arasında derece farkları mevcuddur.
İMAN'IN SAHİH VE KABULE ŞAYAN OLMASININ ŞARTLARI
121 İman ölüm döşeğinde iken; yeis ve ümitsizliğe kapılarak vâki olmamalıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Azabımızın şiddetini gördükleri zaman imanları kendilerine faide verecek değildir"(42) buyurulmaktadır. İbn-i Abidin: "Hak olan mezheplere göre, ölüm döşeğinde can çekiştiren kafirin imanı ile, kendilerini yok edecek azabı gördüklerinde iman eden kafirlerin imanı faide vermez"(43) hükmünü zikreder. Tıpkı Fir'avn'ın boğulma anında iman ettiğini ilan etmesi gibi!..
122 Mü'min; Zarûret-i Diniyye'den olan hükümlerden herhangi birini inkâr veya tekzib etmemelidir. Meselâ bir kimse; Allahû Teâla (cc)'nın varlığına, birliğine, kitaplarına, meleklerine, ahiret gününe ve peygamberlerine iman ettiğini ikrar etse, ancak Resûl-i Ekrem (sav)'in peygamberliğine inanmadığını beyan etse, böyle bir iman sahih değildir. Çünkü iman bir bütündür, tecezzi (Cüzlere ayrılmayı) kabul etmez. Yine Kur'an-ı Kerim'e inandığını beyan eden bir kimse; O'nun herhangi bir Ayet-i Kerime'sini yalanlasa, bu kimse mü'min değildir. Çünkü Kur'an-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir Ayet-i Kerime'yi inkâr etmek küfürdür.(44) Bu noktada: "- Efendim çoğuna inanıyor ya?" diye itirazda bulunulamaz. Zira Kur'an-ı Kerim; Allahû Teâla (cc) katından Cebrail vasıtasıyla ve vahiy yoluyla indirilmiştir. Bir Ayet-i Kerime'yi yalanlamak; vahyi yalanlamak hükmündedir.
123 İslâmi hükümlerin tamamını tasdik etmek; delâlet-i ve subuti kat'i olan nass'ları hafife almamak, alay etmemek ve eda etme hususunda gayretli olmak da şarttır. Hayatı boyunca iman üzere olan bir kimse, ömrünün sonunda irtidat ederse ebedi azaba müstehak olur. Dolayısıyla mü'minler; bilmedikleri herhangi bir mesele ile karşılaştıkları zaman ileri-geri herhangi bir söz söylemeden: "Allahû Teâla (cc) ve Resûl-i Ekrem (sav) nasıl bildirmişse öyledir" demelidirler.
İMAN VE İSLÂM
124 "İman" ve "İslâm" kelimelerinin lûgat manaları birbirinden farklıdır. İslâm kelimesi (S-L-M) kökünden gelip; itaat, inkiyad ve bir şeye teslimiyet manalarına gelir. Istılâh'ta ise; "Allahû Teâla (cc)'ya teslim olmak Resûl-i Ekrem (sav)'in din hususunda bildirmiş olduğu haber ve hükümleri kabul etmek" demektir. İmam-ı Maturidi: "Bize göre iman ile İslâm, her ne kadar lûgat ve lafız itibariyle manaları aynı değil ise de; kendileriyle murad edilen mahiyet incelendiğinde aynı olduğu görülür."(45) buyurmaktadır. Esasen İslâmiyetin şartlarından bir kısmını inkâr eden kimse, imandan da çıkmıştır. Keza iman esaslarından bazılarını kabul etmek sûretiyle imandan çıkan kimse, İslâmiyetten uzaklaşmış ve kâfir olmuştur.
125 Nureddin Es-Sabûni bu konuda şunları zikretmektedir: "İman ve İslâm terimleri biz ehl-i Sünnet'e göre aynıdır. Zevahir ulemasına göre ise ayrı ayrı şeylerdir. Ehl-i Sünnet görüşünün isbatı şöyledir. "İman" aziz ve celil olan Allahû Teâla (cc)'yı; haber verdiği emir ve yasaklarında tasdik etmekten ibarettir. "İslâm" ise onun ulûhiyetine boyun eğip itaat eylemektir, bu da ancak onun emir ve nehyini benimsemekle gerçekleşebilir. O halde taşıdıkları hüküm bakımından iman, İslâmdan ayrılamaz ve aralarında mugayeret (birbirine zıtlık) bulunamaz. İman ile İslâm'ın birbirinden ayrı şeyler olduklarını iddia eden kimseye sorulur: "Mü'min olup da müslim olmayan, yahud da müslim olup da mü'min olmayan kimsenin hükmü nedir?" Eğer biri için mevcud olup da, öteki için bulunmayan bir hüküm isbat edilebilirse ne âlâ, aksi takdirde sözünün yanlışlığı ortaya çıkmış olur."(46)
126 İmam-ı Maturidi (rha) İman ve İslâm'ın mahiyet olarak bir olduğunu izah ederken şu kat'i nasslara dayanmaktadır.(47) Kur'an-ı Kerim'in hükümleri incelendiği zaman, mahiyet olarak iman ve İslâm'ın bir olduğu sabit olur. Allahû Teâla (cc): "Ey mü'minler (Yahudi ve Nasrani'ler sizi kendi dinlerine davet ettikleri zaman) deyin ki: Biz Allah'a bize indirilen Kur'an'a, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakûb'a ve torunlarına indirilenlere, Musa'ya, İsa'ya verilene (Kitaplara) iman ettik. Onlardan hiç birini (Kimine inanmak, kimini inkâr etmek sûretiyle) diğerinden ayırt etmeyiz. Biz (Allah'a) teslim olmuşuz"(48) buyurarak, onlara kendisi ile mü'min oldukları İslâm ismini vacip kılmıştır. Yunus sûresinde varid olan kavl-i celilinde Allahû Teâla (cc): "Musa da kavmine şöyle dedi: "- Ey kavmim, eğer siz (gerçekten) Allah'a iman ettiyseniz, O'nun birliğine (ihlasla) teslim olmuş müslimlerseniz artık ancak O'na güvenip dayanın"(49) kavl-i celili de tıpkı onun gibidir. Onları iman ettikleri hususlarla müslüman yapmıştır. Allahû azze ve celle "Onlar İslâm'a girdiklerini senin başına kakıyorlar. (Onlara) de ki: "Müslümanlığınızı benim başıma kakmayın. Bilakis sizi imana muvaffak ettiği için size Allah minnet eder, eğer siz (inandık demenizde) sadık kimselerseniz"(50) buyurmakla, imanlarında sadık olanların müslüman olduğunu beyan etmiştir. Meleklerin "Derken orada (Lût (as)'ın memleketinde) mü'minlerden kim varsa çıkardık. (Ki kalan kâfirleri helâk edelim) Fakat orada müslümanlardan bir ev halkından başkasını bulamadık"(51) dediklerini, Allahû Teâla (cc) Kur'an-ı Kerim'inde zikretmiştir. Binaenaleyh Allahû Teâla (cc) müslüman olanları mü'minler olarak vasıflandırmıştır. Yani ayni mahiyette beyan etmiştir. Hakikatte iman ile İslâmın aynı olduğu sabit olmuştur.(52)
127 Hz. Abdullah b. Ömer (ra)'den rivayet edilen bir Hadis-i Şerif'te Resûl-i Ekrem (sav): "İslâm beş şey üzerine bina olunmuştur. (Bu beş şey) "Allah'tan başka ilah yoktur. Hz. Muhammed O'nun elçisidir" demek, (Kelime-i Şehadet getirmek), namaz kılmak, zekât vermek, hacc etmek ve Ramazan orucunu tutmaktır"(53) buyurmuştur. Bu aynı zamanda "İslâm'ın beş şartı" diye isimlendirilmiştir. Hadis-i Şerif'te "Kelime-i Şehadet" getirmek; yani iman, İslâm diye isimlendirilmiştir.
128 Eş'ari ulemâsı; İslâm'ın imandan daha geniş olup, imanı da içine aldığı hususu üzerinde durmuştur. İman'ın manası kalben tasdiktir. İslâm'ın manası ise inkiyad edip, teslim olmaktır. Zarurat-ı Diniyye'yi kat'i olarak tasdik eden bir kimsenin; teslim olandan başka birisi olması mümkün değildir. Ancak her teslim olan, tasdik eden manasına değildir. Nitekim münafıklar zahiren müslüman gibi göründükleri halde, kalben tasdik etmemişlerdir. Eş-Şehristani "İslâm lafzı; hem mü'min, hem münafık için kullanılan müşterek bir lafızdır"(54) demek sûretiyle, bunu gündeme getirmiştir. Ehl-i Sünnet ulemâsı, münafıkların akaid noktasından kâfir olduğu hususunda müttefiktir. Ancak, dil ile inandıklarını ikrar ettikleri için dünyevi ahkâm noktasından, müslüman gibi muamele görürler.
İCMALİ VE TAFSİLİ İMAN
129 Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğ ettiği İslâmî esasların tamamına, hiçbir tafsilat gözetmeden inanmaya "İcmali iman" denir. Bu da Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet'te ifadesini bulmuştur. "Lâ ilâhe (ilah yoktur), İllâ'llah (Yalnız Allah (cc) vardır) Muhammedü'r-Resûlullah (Muhammed (sav) onun resûlüdür) diyen ve bunu kalbi ile tasdik eden her mükellef, müslümandır. Akil ve baliğ olan her insana; Kelime-i Tevhid ve Kelime-i Şehadet'te ifadesini bulan icmali imana sahip olmak farzdır.
130 Allahû Teâla (cc)'ya, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kaza ve kadere, bunların mahiyetlerini bilerek kat'i olarak iman etmeye "Tafsili iman" denilir.
ALLAHÛ TEÂLA (CC)'YA VE SIFATLARINA İMAN
131 Kâinatın ve onu meydana getiren varlıkların, kendiliklerinden ve tesadüfen meydana gelmiş olmaları imkansızdır. Zira en basitinden tarlada yetişen pamuğun, kendiliğinden eğirilip ip haline gelmesi, daha sonra bu iplerin tesadüfen kumaş haline dönüşmesi mümkün değildir. Boş bir arsada; hiçbir yapı malzemesi veya bunları belli metodlarla bir araya getirecek usta ve benzeri elemanlar bulunmaksızın, kendiliğinden dört başı mamur bir köşkün yükseleceğini beklemek de düşünülemez. Dikkat edilirse âlemdeki her varlık muhtaç durumdadır. Eğer bu varlıklar kendi kendilerini yaratmış olsalardı, herşeyden müstağni olmak, asla muhtaç olmamak hususunda titizlik gösterirlerdi. Kainatta bulunan bütün varlıklar; büyük veya küçük bütün cisimler değişmekte, kendilerine arız olan birtakım hallere göre, bir durumdan diğer bir duruma geçmektedirler. Canlı varlıklar zamanla ölmekte, yerlerini başkaları almaktadır. Kısacası alem ve onu meydana getiren unsurlar, daimi bir değişme içindedirler. Bu hareket ve sükûn kendiliğinden meydana gelemez!.. İmam-ı Matûridi (rha): "Akıl ve duyu organları vasıtasıyla hissedilen varlıklardan her biri ya pistir, ya temizdir, ya küçüktür, ya büyüktür, ya güzeldir, ya çirkindir vs... Bütün bunlar değişme ve zeval bulmanın alametleridir. Fani olma ihtimali bulunan bir şeyin, kendi zatı ile var olması mümkün değildir"(55) buyurmaktadır. Yani bu alem sonradan yaratılmıştır, hadistir. Sadrüddin Taftazani: "Alemin muhdes ve hadis olduğu sabit olmuştur. Malûmdur ki her muhdes için bir muhdis zaruri olarak lazımdır"(56) hükmünü zikreder.
132 Varlığı zatından olan, var olmak için hiçbir şekilde diğer bir şeye muhtaç olmayan, bütün kemal sıfatlarıyla muttasıf ve noksan sıfatlardan münezzeh olan, zaruri varlık Allahû Teâla (cc)'dır. Bütün alemleri ibda eden (Yoktan var eden) Allahû Teâla (cc)'dır. O'nun kudret ve azametinin nihayeti yoktur. Bizleri, bizim gördüğümüz ve göremediğimiz alemleri yaratıp, yaşatan ve rızıklandıran yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
133 Kur'an-ı Kerim'de: "Allah hem her şeyi yaratandır, hem de her şeyin üzerinde nigehban (dilediği gibi tasarruf eden) dir"(57) yine En'am Sûresinde: "Allah gökleri ve yeri yoktan var edendir. O'nun nasıl çocuğu olabilir (bu nasıl düşünülebilir?) O'nun bir eşi de yoktur. Her şeyi o yaratmıştır ve O her şeyi hakkı ile bilendir"(58) buyurulmaktadır.
134 Allahû Teâla (cc) zatında birdir. Fakat bu birliği sayı cihetinden değil, ortağı bulunmamak yönündendir.(59) Birliğinin sayı cihetine inhisar etmemesi, kendisinden sonra bir yaratıcının bulunduğu vehmini ortadan kaldırmak içindir. Zira adet manası üzerinde düşünülünce, başka sayılar da akla gelir. Halbuki Allahû Teâla (cc)'nın; zatında, (sıfatında) eşi, benzeri ve ortağı yoktur. "İhlâs Sûresi" nde bu husus açıkça beyan buyurulmuştur: "De ki Allah ehad'dir (Mahiyet'te ve kemal sıfatlarında eşi ve benzeri olmayan bir'dir). Allah kimseye muhtaç değildir, samed'dir (Herşey O'na muhtaçtır, o hiçbir şeye muhtaç değildir). Doğurmamıştır da, doğurulmamıştır da O. Hiçbir şey O'nun dengi (ve benzeri) değildir."(60) Mekke müşrikleri: "- Melekler Allah'ın kızlarıdır" iddiasındaydılar. Allahû Teâla (cc) doğurmamıştır, ifadesiyle onlara reddiyye vardır. Ayrıca Yahûdiler: "- Üzeyr Allah'ın oğludur" itikadında idiler, Nasraniler de: "- Mesih (İsa) Allah'ın oğludur, anası da eşidir" iddiasını ileri sürmüşlerdir. Nitekim bu husus açıkça tasrih olunmuştur: "Yahudiler "Üzeyr Allah'ın oğludur" dedi(ler). Hristiyanlar da "Mesih (İsa) Allah'ın oğludur" dedi(ler). Bu onların ağızlarıyla (geveledikleri cahilce) sözlerdir ki (bununla güya) daha evvel küfredenlerin sözlerini taklid ediyorlar."(61)
135 Dikkat edilirse; hem herhangi bir kitapları olmayan Mekke müşrikleri, hem de Yahudi ve Hristiyanlar, Allahû Teâla (cc)'ya inandıkları iddiasındadırlar. Ancak Allahû Teâla (cc)'ya; kız ve oğul nisbet etmekle küfre düşmüşlerdir. Zira doğma ve doğurma; bu alemdeki bazı canlıların vasıflarıdır. Doğan ve doğuran bütün canlılar ölümlüdür. Kur'an-ı Kerim'de bütün bu iddialar kat'i olarak çürütülmüştür. Nitekim: "Allah hiçbir evlat edinmemiştir, O'na ortak hiçbir ilah da yoktur. (Öyle olsaydı) Bu takdirde elbette her ilah kendi yarattığını (sürükler) götürür ve elbette kimi kiminin üstüne çıkıp (galebe edip) yükselirdi. Allah onların bütün vasf (u isnad) ettiklerinden (Şirk'lerinden) münezzehtir"(62) buyurulmuştur. Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc) yarattığı şeylerden hiçbirine benzemez. Bütün noksan sıfatlardan münezzehtir.
136 Kur'an-ı Kerim'de: "Yoksa onlar yeryüzünde birtakım ilahlar edindiler de (Ölüleri) onlar mı diriltecekler?(63) Eğer her ikisinde (Yeryüzünde ve gökyüzünde) Allah'tan başka ilahlar olsaydı, bunların ikisi de (yer ve gök) muhakkak ki harap olup gitmişti. Demek ki arşın rabbi olan Allah, onların vasf (ve isnad) edegeldikleri her şeyden yücedir, münezzehtir."(64) buyurulmaktadır.
137 İslâm uleması'nın "Burhan-ı Temanû" diye isimlendirdikleri bu delil, muteber bütün akaid kitaplarında, bu Ayet-i Kerimelere dayandırılarak izah edilmiştir. Şöyle ki: Eğer ulûhiyyet sıfatıyla muttasıf ve birbirine her bakımdan eşit iki ilah'ın varlığı mümkün görülürse; bir şeyi yaratma hususunda, ya aralarında anlaşıp ittifak ederler veyahutta ihtilafa düşerler. Eğer ittifak ederlerse; bu ya mecburiyetten doğar veya ihtiyari olur. Eğer mecburi bir ittifak söz konusu olursa, her ikisi de acze düşmüş demektir. Aciz olan ise ilah olamaz. Bir şeyi yaratma hususundaki ittifak, ihtiyari olursa, biri diğerine tabi olmuş demektir. Dolayısıyle birisinin diğerine boyun eğmesi de, acizlikle yakından alakalıdır. Yaratma hususunda birbirlerine muhalefet ederlerse, iki ilah arasında savaş başlar. Zira her iki ilahın; birbirine zıt olan irade ve isteklerinin, aynı anda meydana gelmesi mümkün değildir.
138 Akil-baliğ olmuş her insanın, "Allahû Teâla (cc) zat-ı ilahisine layık bütün kemal sıfatlarla muttasıftır, noksan sıfatların hepsinden beridir, münezzehtir" diye ikrarda bulunup, bunu kalbi ile tasdik etmesi farzdır. Buna Allahû Teâla (cc) hakkındaki icmal-i iman denir. Allahû Teâla (cc); dilediğini yaratmak veya yaratmamak, emirlerine isyan edenlere azab etmek veya itaat edenlere mükâfat vermek gibi hususlar, zat-ı ilahi hakkında caizdir. Kur'an-ı Kerim'de: "Rabbin dilediğini yaratır ve dilediğini seçer"(65) buyurulmaktadır. Yine bir Ayet-i Kerime'de: "Ey insanlar!.. Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir"(66) hükmü beyan edilmiştir.
139 İslâm uleması; "Allahû Teâla (cc)'nın mukaddes sıfatlarının hakikatini akılla kavramak mümkün müdür, değil midir?" konusu üzerinde durmuştur.(67) Malûm olduğu üzere Allahû Teâla (cc)'nın "Esmâ-ü'l Hüsna"sı dediğimiz mübarek doksandokuz ismi Kur'an-ı Kerim'de zikredilmiştir. Tevhid ve sıfat ilmi ile meşgul olan ulema; kat'i nassları esas alarak Allahû Teâla (cc)'nın sıfatlarını izah etmişlerdir. Şurası unutulmamalıdır ki; "Allah" ism-i şerifi; bütün kemal sıfatları ve ilahi vasıfları toplar ve yalnızca O'na delalet eder. Kur'an-ı Kerim'de, 2800 defa zikredilmiştir. Bazı çevreler kasden ve teammüden "Tanrı" lafzını kullanma hususunda inatçılık göstermektedirler. Kur'an-ı Kerim'de ve Resûl-i Ekrem (sav)'in sünnet'inde "Tanrı" lafzı geçmez. Türkçe'de "Tan yeri ağardı" deyince, güneşin doğma vaktinin yaklaştığı anlaşılır. Tan yeri, güneşin doğduğu yerdir. Eski Türkler'de Abulcahandan sonra gelişen putperestlik; yer, yeraltı, gök ve güneş gibi "İlâhları" gündeme sokmuştur. Bunların en büyüğü "güneş ilâhı" (yani Tanrı) bilinir. Gerçi ısrarla "Tanrı" kelimesini kullananların kasıtları bu değildir. Fakat yanlışta ısrar etmemek büyük bir fazilettir.
140 Kur'an-ı Kerim'de "Allah (cc)" lafzından sonra; sıfatî isimlerin en mühimi olan "Rabb" ismi şerifi gelir. Bu da Kur'an-ı Kerim'de 960 yerde geçmektedir. Terbiye etmek, büyütmek ve yetiştirmek manalarını ihtiva eden "Rabb" kelimesinin asıl manası; her şeyi derece derece yükselterek, gayesi olan en mükemmele erişinceye kadar terbiye edendir. Daha sonra en çok "Rahman", "Rahim" ve "Mâlik" ismi şerifleri yer alır. Fatihâ Sûresi'nde "Allah" has isminden sonra sıra ile zikredilen: "Rabb, Rahman, Rahim ve Malik" ism-i şeriflerine; Allahû Teâla (cc)'nın "Rububiyyet Sıfatları" adı da verilmektedir.
141 Allahû Teâla (cc)'nın isim ve sıfatları vardır. O'nun hiçbir ismi ve hiçbir sıfatı hadis (yaratılmış) değildir.(68) Allahû Teâla (cc)'nın bütün sıfatları ve isimleri ezelidir, başlangıcı yoktur. Ebedidir, sonu yoktur.
142 Allahû Teâla (cc) kemal ifade eden sıfatlarla vasıflanmıştır. Eksiklik, acz ve devamsızlık belirten şeylerden de münezzehtir.(69) Allahû Teâla (cc)'nın sıfatları ezelde mevcuddur, kullarının sıfatları ise böyle değildir. Meselenin kavranması için bir misal verelim. "Allahû Teâla (cc) görür ve işitir." Fakat bu görme ve işitme; bizim görme ve işitmemizden farklıdır. Zira biz Allahû Teâla (cc)'nın bize bahşetmiş olduğu göz ve kulakla, yani vasıta ile görür ve işitiriz. Eğer bu iki uzvumuz (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) görevini yapamaz duruma gelirse, görme ve işitme imkanı kalmaz. Allahû Teâla (cc)'nın görmesi ve işitmesi ise; herhangi bir vasıta ile, veyahutta kâinatta başka bir varlığın yardımı ile değildir. Yine Allahû Teâla (cc) âlim'dir" derken; buradaki ilim ile, kulların ilimleri birbirine karıştırılmamalıdır. Bizler eşyayı; aletler yardımıyla ve zihinlerimizde meydana gelen şekillerle bilebiliriz. Kaldı ki bu husustaki bilgimiz de oldukça sınırlıdır. Allahû Teâla (cc) ise; hiçbir alet ve hiçbir yardımcı olmadan ezeli ve ebedi olan bilgisiyle; eşyanın hakikatini (açık ve gizli olan her halini) bilir.
143 Şimdi kısaca; sıfat-ı Nefsiyye, sıfat-ı Selbiyye ve sıfat-ı Zatiyye üzerinde duralım.
144 Zaman olarak ne kadar geriye gidilirse gidilsin, Allahû Teâla (cc)'nın var olmadığı bir anı düşünmek bile mümkün değildir. Zira Allahû Teâla (cc)'nın varlığı, diğer varlıklar gibi başkasından, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp, vücûdu zatının icabıdır. Nitekim vücûda, zatının icabı olduğu için Allahû Teâla (cc)'ya "Vacibû'l Vücûd" denilmiştir. Bazı ulemâ; vücûd sıfatına "Sıfat-ı Nefsiyye" adını vermişlerdir.
SIFAT-I SELBİYYE:
145 Önce selb kelimesi üzerinde duralım. Selb, nefy ve inkar etmek manasına gelir. Selbi, nefiy ile alakası bulunan demektir. Bu sıfatlara tenzihiye de denilmiştir. Mesela: Vahdaniyet, kesretin; bekâ, faniliğin zıddıdır. Sıfat-ı Selbiyye: "Vahdaniyet, Bekâ, Kıyam bi nefsihi, Kıdem ve Muhalefetü'n li'l havadis" olmak üzere beştir. Şimdi bunları izaha gayret edelim.
VAHDANİYET:
146 Birlik, benzeri olmamak, artmaktan, ayrılmaktan, eksilmekten beri olmak gibi manaları ifade eden bir sıfattır. Allahû Teâla (cc)'nın zatında, sıfatlarında ve fiillerinde bir olması (Ehad), ortağı ve benzerinin bulunmaması demektir. Kur'ân-ı Kerîm'de: "De ki, Allah birdir (ehad'dır)" buyurulmuştur.(70) Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "O'nunla (Allah'la) birlikte hiçbir ilâh yoktur"(71) hükmü yer alır. Esasen kelime-i tevhid'de yer alan "Lâ ilâhe illâllah" ibaresi, "ilâh yoktur, ancak Allah vardır" demektir. Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygamberler; insanları tevhid'e davet etmişlerdir. Ancak Allahû Teâla (cc)'yı bilmek; yalnızca "Allah birdir, Allah'dan başka ilâh yoktur" demekle olmaz. Zira tevhid iki temele dayanır. Birincisi: Tevhid'i Ulûhiyyet, İkincisi: Tevhid-i İradi'dir.
Tevhid-i Ulûhiyyet: Allahû Teâla (cc)'yı ilim ve sözle; kemal sıfatlara haiz, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu ikrar etmektir.
Tevhid-i İrâdî: Şeriki ve benzeri olmayan Allahû Teâla (cc)'ya ihlâs ve muhabbetle bağlanmak ve yalnız O'na kulluk etmektir.
Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp; O'nun hükümlerine mukabil olmak ve onların yerine geçmek üzere hükümler icad eden Tağut'î güçlere inanan ve onlara boyun eğenler "Lâ ilâhe" (İlâh yoktur) iddiasında bulunamazlar.
BEKAA SIFATI:
147 Allahû Teâla (cc)'nın ebedi olması, yani varlığının sonu olmamasıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Kâinatta herşey fani (yok olucudur) yalnız Celâl ve İkram sahibi olan Rabbin (zatı) bakidir (ebedidir)" buyurulmuştur.(72) Bekaa'nın zıddı "fena"dır, yani bir sonu olmaktır.
KIYAM Bİ-NEFSİHİ:
148 Allahû Teâla (cc)'nın, başka bir zata veya mekana muhtaç olmayarak, zâtı ile kaim olmasıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "Şüphe yok ki Allah, bütün alemlerden müstağnidir"(73) buyurulmuştur. Yani bütün alemlere ve ondaki hiçbir şeye muhtaç değildir. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Ey insanlar!.. Siz Allah'a muhtaçsınız. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değil (müstağni) dir.(74) hükmü beyan edilmiştir.
KIDEM SIFATI:
149 Allahû Teâla (cc)'nın ezeli olması, yani vücûdunun bir başlangıcı bulunmaması demektir. Eğer Allahû Teâla (cc) kadim ve ezeli olmayıp; hadis olsaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu. Halbuki muhtaç olmak, aciz olmayı beraberinde getirir. Aciz olmak ise, Allahû Teâla (cc) için asla tasavvur edilemez. Vücûdu yokken, sonradan yaratılan bir şey, bir yaratıcıya muhtaçtır. Vücûdu kadim, yani zatının muktezası olan varlık ise, hadis olan bir varlık gibi yaratıcıya muhtaç olmaz. Kıdem sıfatının zıddı "Hudus"tur. Kıdem, Allahû Teâla (cc)'nın zatı hakkında vacip olduğundan, zıddı olan hudus aklen mümkün değildir. Bazı kâfirler: "Her şeyi Allahû Teâla (cc) yaratmıştır, peki Allahû Teâla (cc)'yı kim yaratmıştır" diyecek derecede beyinsizlik gösterirler. Halbuki yoktan var etme gücü olan muhtaç değildir. Bu güç de; yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'ya mahsustur.
MUHALEFETÜN Lİ'L HAVADİS:
150 Allahû Teâla (cc)'nın muttasıf olduğu sıfatlardan birisi de; zatında ve sıfatlarında hiçbir şeye benzememek ve hiçbir misli bulunmamaktır. Kur'an-ı Kerim'de: "O'nun (Allahû Teâla (cc)'nın) benzeri yoktur. O her şeyi işitici ve görücüdür"(75) buyurulmaktadır. Dolayısıyle Allahû Teâla (cc); insanların, akıl ve duyu organlarıyla tasavvur edebildikleri her şeyden başkadır. Zira akıl ve duyu organları hadis olan (sonradan yaratılmış olan) varlıkları, belli vasıtalarla kavrayabilir. Halbuki Allahû Teâla (cc)'nın, yarattıklarından hiçbir şeye benzemediği kat'i nass'larla sabittir.
SIFAT-I SÜBUTİYE (Sıfat-ı Meâni):
151 Ehl-i Sünnet ulemâsı: "Allahû Teâla (cc)'nın sübûti sıfatları vardır. Bunlara inanmakla mükellefiz" hükmünde ittifak etmiştir.(76) Sıfat-ı Sübûtiye: "Hayat, ilim, kudret, irade, Sem'i, Basar, Kelâm Binefsihi ve Tekvin olmak üzere sekizdir.
HAYAT:
152 Kur'an-ı Kerim'de: "Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi olana (Allahû Teâla (cc)'ya) dayan"(77) buyurulmaktadır. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Kendinden başka ilâh olmayan Allah (ezeli ve ebedi olan ehad) hayat ile diri, baki (ebedi) ve zatı ile kaimdir"(78) hükmü yer almıştır. Hayat; Allahû Teâla (cc)'dan ayrılmayan bir kemal sıfatıdır, zira vücûd sıfatının kemali, vücûdun diri olmasıyladır. Hayat sıfatının zıddı: "Memat" (yani ölü) demektir. Ölü olmak ise Allahû Teâla (cc) için muhaldir. Zira Allahû Teâla (cc) ölümden münezzehtir. Ezeli ve ebedi hayat sahibi yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
İLİM:
153 Kur'an-ı Kerim'de: "Allah her şeyi en iyi bilendir"(79) buyurulmaktadır. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "(Allah) Gözlerin hain bakışlarını ve kalblerin gizleyeceği her şeyi bilir"(80) hükmü yer almıştır. Allahû Teâla (cc) kainatta vaki olmuş, olan ve olacak her şeyi (gizli veya aşikâr) daima ve tam olarak bilir. İlmin zıddı: Cehil, gaflet ve unutkanlıktır. Bütün bunlar Allahû Teâla (cc) için muhaldir. Çünkü O'nun ilmi ebedi ve ezelidir. Hiçbir şey Allahû Teâla (cc)'nın ilminin dışında kalamaz.
KUDRET:
154 Kur'an-ı Kerim'de birçok Ayet-i Kerime'de: "Şüphesiz ki Allah her şeye hakkı ile kadirdir"(81) hükmü yer alır. Kudret'in zıddı, acizliktir. Allahû Teâla (cc) bütün noksan sıfatlardan beri olduğu gibi, aciz olmaktan da beridir. Her şeye hakkı ile kadirdir.
İRADE:
155 Bir şey üzerine karar kılmak ve onu yapmaya azmetmek manasına gelen "irade" kelimesi "revede" kökünden gelmektedir. Allahû Teâla (cc) tam ve kâmil bir irade sahibidir. Olabilecek veya olmayabilecek her şeyi; dilediği zamanda ve dilediği vasıfta yapar veya yapmaz. Tercih ve tahsiste kamil iradeye sahiptir.(82) Kainatta Allahû Teâla (cc)'nın dilediği olur, dilemediği olmaz.(83)
SEM'İ VE BASAR:
155 Allahû Teâla (cc)'nın "Sem'i ve Basar" (her şeyi en iyi işiten ve en iyi gören) olduğu Kur'an-ı Kerim'de birçok Ayet-i Kerime'de zikredilmiştir.(84) Her mü'min; Allahû Teâla (cc)'nın her şeyi (keyfiyetini bilemeyeceği bir şekilde) işittiğine ve gördüğüne inanır. Zira Allahû Teâla (cc)'nın görmesi ve işitmesi; bir alet, göz ve kulak gibi madde ve mahdut bir kuvvetle değildir. Mutlak manada işitici ve görücüdür.(85)
KELAM BİNEFSİHİ:
157 Allahû Teâla (cc)'nın; sese, harflere ve bu harflerden meydana gelen cümleleri tertiplemeye muhtaç olmadan konuşmasına "Kelâm bi nefsihî" denir. Kur'an-ı Kerim'in "Kelâmullâh" olduğu hususunda bütün İslâm alimleri müttefiktir. Kelâm'ın zıddı "Dilsizlik"tir ki, O'nu bundan tenzih ederiz. Allahû Teâla (cc) mütekellim'dir.
TEKVİN:
158 Allahû Teâla (cc)'nın zatı ile kaim ve bilfiil icad etmek, yaratmak şanından olan bir sıfatıdır. Kur'an-ı Kerim'de: "O'nun (Allah'ın) emri, bir şeyi dilediği zaman ona yalnız "kün" (ol) demesidir. O da (Kün emriyle) oluverir"(86) buyurulmaktadır. Tekvin'in zıddı, yaratmaktan aciz olmaktır ki, Allahû Teâla (cc)'yı bundan tenzih ederiz. Kainat'taki herşeyi yoktan var eden ("İbda" eden) ve aralarında bir nizam kuran yalnız ve yalnız Allahû Teâla (cc)'dır.
PEYGAMBERLERE İMAN
159 İmam-ı Matûridi (rha): "Biz Allahû Teâla (cc)'yı inkâr eden bir kimse ile; Allahû Teâla (cc)'nın varlığını ispat etme hususunda münazara ederiz. Zira Allahû Teâla (cc)'nın; peygamberlerini göndermesi hususunda münazarada bulunmanın mümkün olması; ancak o kimsenin Allahû Teâla (cc)'ya iman etmesinden sonradır. Bununla beraber her iki hususun aynı anda münazara konusu yapılması, peygamberlerin mucizeleriyle mümkün olur."(87) hükmünü zikretmektedir.
160 Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerinde, insanlar için büyük hikmetler vardır. Şurası muhakkaktır ki insan; en güzel bir biçim ve surette yaratılmış, yerde ve gökte olan bütün nimetler emrine verilmiştir. İşin ilginç yönü; bütün bu nimetler daha önce kazandıklarının karşılığı veya yaptıkları işin mükâfatı değildir. Öyle ise; bütün bu nimetler, birer imtihan aracıdır. İşte Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın hükümlerini (Şeriatını) insanlara tebliğ etmek için yani insanlar içerisinden seçip görevlendirdiği kimselerdir. Bunlara Peygamber, nebi ve resûl denir. Hz. Adem (as)'den itibaren bütün peygamberler insanları; Allahû Teâla (cc)'ya iman ve ibadet etmeye davet etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de "Andolsun ki biz her kavme "Allah'a ibadet edin, Tağut'a kulluk etmekten kaçının" diye (tebliğat yapması için) bir peygamber göndermişizdir"(88) buyurulmaktadır.
161 Mekke müşrikleri, Resûl-i Ekrem (sav)'in peygamberliğini inkâr ederken "Allah peygamber olarak bir insan mı gönderdi" diyerek; insanın, insan olan bir peygambere itaatını kerih bulmuşlardır. Bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'de: "De ki; eğer yeryüzünde (insanlar gibi) sakin sakin yürüyen melekler olsaydı biz ancak onlara gökten melek bir peygamber gönderirdik"(89) buyurulmuştur. Esasen her kavme kendi dilini konuşan bir peygamber gönderilmesi, Allahû Teâla (cc)'nın büyük bir lütfûdur. Bazı peygamberler sadece kendi kavimlerine, bazıları da bütün insanlığa gönderilmiştir.
162 Kur'an-ı Kerim'de: "Andolsun, size kendi içinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır ve güç gelir. Üstünüze çok düşkündür. Mü'minleri cidden esirgeyicidir, bağışlayıcıdır o." buyurulmaktadır.(90) Bu Ayet-i Kerime'den de anlaşılacağı üzere, insanlara peygamber gönderilmesinin sebeblerinden birisi de onların içinde bulundukları sıkıntıları gidermek, kendilerini dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmektir. Esasen bütün peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini tebliğ ederken, dünyevi hiçbir karşılık beklemediklerini açık açık beyan etmişlerdir. Nureddin Es Sabûni: "Peygamber gönderilmesindeki hikmeti" izah ederken şunları kaydediyor: "O halde hikmet onu gerektirmiştir ki yüce Allah (cc) peygamber göndersin. Bu peygamber, O'nun (Allah'ın) kullarına, ahirette kendileri için neler hazırladığını ve dünyaya neler yaratıp tevdi ettiğini haber versin; dirliklerini (huzur ve sükûnlarını) temin eden şeyleri emretsin, mahvolmalarına sebeb olacak şeyleri de yasaklasın.(91) "Ta ki, mahvolmak isteyen kimse bilerek mahvolsun, dirlik bulmak isteyen kimse de bilerek dirlik bulsun."(92)
163 Kur'an-ı Kerim'de "(Biz) Peygamberler(i rahmet) müjdecileri ve azab habercileri olarak gönderdik. Ta ki peygamberlerden sonra insanların Allah'a karşı (bizi imana çağıran olmadı diye) bir bahaneleri (mazeretleri) olmasın. Allah mutlak galibtir, yegane hüküm ve hikmet sahibidir."(93) buyurulmaktadır. Hz. Adem (as)'den, Hatemü'l Enbiya Resûl-i Ekrem (sav)'e kadar bütün peygamberler insanları tevhid'e davet etmişler, bunun için de hiç kimseden dünyevi bir ücret talep etmemişlerdir. Sadrüddin Taftazani bu konu ile ilgili olarak şunları kaydediyor: "Allahû Teâla (cc) dünya ve din işleriyle ilgili olarak ihtiyaç duydukları hususları açıklasınlar diye insanlara peygamberler göndermiştir."(94)
164 Allahû Teâla (cc); insanların kalplerini mutmain kılmak ve şüphelerini gidermek için, nübüvvetle görevlendirdiği kimseleri mucizelerle teyid buyurmuştur. Mucize (A-C-Z) kökünden türetilmiş bir kelime olup, "aciz bırakmak" demektir. Istılâhi manası: "Münkirlere meydan okuduğu sırada nübüvvet iddia eden kimsenin elinde, adetûllaha aykırı (tabiat kanunlarına taban tabana zıd) bir hadisenin vûku bulmasıdır.(95) Nübüvvet davasından çok önce veya çok sonra meydana gelmez. Zira ortada nübüvvet davası sözkonusu olmadan; tasdikten bahsetmek mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim'de; mucizeler peygamberlerin doğruluğunu isbat eden deliller olduğu için "Ayet, beyyine ve bürhan" olarak anılmıştır: "Semûd (kavmine) de kardeşleri Salih'i (gönderdik). De ki: "Ey kavmim, Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka hiçbir ilahınız yoktur. Size Rabbinizden apaçık mu'cize (beyyinetün) gelmiştir. İşte size bir alamet (ayetten) olmak üzere Allah'ın şu dişi devesi!.. Onu (kendi halinde) bırakın. Allah'ın arzında otlasın. Ona bir fenalıkla dokunmayın Sonra sizi acıklı bir azab yakalar."(96)
"... Meryem'in oğlu İsa'ya da beyyineler (gayet açık bürhanlar, mucizeler) verdik ve O'nu Ruuh'ül kuds ile destekledik..."(97)
"Onlara kendilerinden evvelkilerin, Nuh, Âd, Semûd kavm(ler)inin, İbrahim kavminin, Medyen sahiblerinin, mü'tefikelerin haberi de gelmedi mi? Peygamberleri onlara apaçık mucizeler (beyyinat) getirmiştir. (İnanmadıkları için tamamen helak oldular.) Demek ki Allah onlara zulmediyor değildi. Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı."(98)
"Elini yakanın içine sok. Afetsiz bembeyaz olarak çıkacaktır o. Korkudan (kanat gibi açılan) ellerini kendine (birbirine) kavuştur (korkma). İşte bu iki mu'cize, Fir'avn'a ve cemaatine Rabbinden iki bürhandır."(99)
165 Nübüvvet iddiasında bulunan kimselerin elinde; Allahû Teâla (cc)'nın lütfû ile gerçekleşen Mu'cize; bütün insanları aciz bırakacak nitelikte olmak zorundadır. Ta ki bütün insanlar; o kimsenin nübüvvetini tasdik hususunda hiçbir şüpheye kapılmasınlar, veya tasdik etmezlerse ellerinde hiçbir hüccet kalmasın.
166 "Resûl" ve "Nebi" kelimeleri üzerinde kısaca duralım. "Risâlet" göndermek manasına olan "İrsal" den isimlidir. "Er Resûl" mübalağa sigasıdır. Çok defa gönderilmiş veya elçilik görevi uzadığından, gidip-gelip görüşmesi defalarca vûku bulmuş manasına gelir. Resûl; kendisini gönderenin devamlı haberlerini bekleyen ve alan demektir.(100) "Nebi", haber manasına gelen "En-Nebe" kökünden türemiştir. Haber veren manasına gelir. İslâmi ıstılâh'ta; "Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyettiği ve tebliğe memur kıldığı kimseye nebi denir" tarifi esas alınmıştır.(101) Resûl ile nebi arasında; Allahû Teâla (cc)'nın vahyine muhatab olma noktasında bir fark yoktur. Ancak önemli fark şuradadır: Resûl; Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyederek tebliğe memur kıldığı, kendisine kitab ve yeni bir şeriat verdiği kimsedir.(102) "Nebi" ise Allahû Teâla (cc)'nın kendisine vahyettiğinden insanları haberdar eden, fakat kendisinden önceki bir Resûlün şeriatı ile amel eden ve insanlara bunu izah edendir. Muayyen mevzularda kendisine hususi haberler de vahyedilir.
167 Kur'an-ı Kerim'de: "Öyle peygamberler (gönderdik ki) kıssalarını hakikat önceden sana bildirdik. (Yine) Öyle peygamberler (gönderdik ki) sana onların kıssalarını haber vermedik"(103) buyurulmaktadır. Dolayısıyla Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilsin veya zikredilmesin bütün peygamberlere iman etmek farzdır. Ancak Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilen peygamberlerden herhangi birisini inkâr (Vahyi inkar olacağı için) insanı küfre sürükler. Zira Kur'an-ı Kerim'in herhangi bir Ayet-i Kerimesi'ni inkâr etmek, tamamını inkâr etmek hükmündedir. Kur'an-ı Kerim'de ismi zikredilen peygamberler şunlardır: Hz. Adem (as), Hz. İdris (as), Hz. Nuh (as), Hz. Hûd (as), Hz. Salih (as), Hz. İbrahim (as), Hz. Lût (as), Hz. İsmail (as), Hz. İshak (as), Hz. Yakûb (as), Hz. Yusuf (as), Hz. Eyyüb (as), Hz. Şuayb (as), Hz. Musa (as), Hz. Harun (as), Hz. Davûd (as), Hz. Süleyman (as), Hz. İlyas (as), Hz. Elyasa (as), Hz. Zülkifl (as), Hz. Yunus (as), Hz. Zekeriya (as), Hz. Yahya (as), Hz. İsa (as) ve Hatemü'l Enbiya Hz. Muhammed (sav)'dir. Bunların dışında Kur'an-ı Kerim'de zikredilen Zülkarneyn, Üzeyr ve Lokman hususunda; "Nebi" mi, yoksa "Veli" mi olduğu noktasında ihtilaf vardır. Bunların da tevhid mücadelesinde büyük görevler yüklendiği aşikârdır. Mü'minler; Allahû Teâla (cc)'nın kitabında zikrettiği bu kimselerin tamamına (Herhangi bir ayırım yapmadan) inanırlar. Zira İslâm dini, Hz. Adem (as)'le birlikte başlamıştır.
PEYGAMBERAN-I KİRAM'IN SIFATLARI
168 Allahû Teâla (cc)'nın, kendilerine vahyettiği kimseler; diğer insanlardan bazı vasıflarla ayrılırlar. Elbette peygamberler de insan olmaları hasebiyle; yerler, içerler, sıhhatli ve hasta olurlar, evlenirler. İhtiyarlık ve ölüm onların başına gelir. Ancak, Risâlet görevinin ağırlığı ile, bazı üstün sıfatlara haizdirler. Şimdi kısaca bu sıfatlar üzerinde duralım.
SIDK (Doğruluk):
169 Peygamberler her hususta mutlaka doğruyu söylerler ve kendilerinden asla yalan sadır olmaz. Malûm olduğu üzere Resûl-i Ekrem (sav) kendisine vahiy gelmeden önce de; çevresinde doğruluğu ile ma'ruftu. Herkes onun için "Muhammedü'l Emin" diyorlardı. İslâm'a düşmanlığı ile meşhir Ebû Cehil bile Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben "Biz sana yalancı demiyoruz. Çünkü senin ne kadar emin sadık olduğunu hepimiz biliyoruz. Biz ancak Allah'ın ayetlerini inkâr ediyoruz"(104) demiştir. Nitekim bunun üzerine Kur'an-ı Kerim'de: "(Habibim) Şu hakikati çok iyi biliyoruz ki, onların söyleyegeldikleri (sözler) seni herhalde tasaya düşürüyor. Onlar hakikatte seni yalanlamıyorlar, fakat o zalimler bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar"(105) buyurulmuştur. Nitekim Bizans Kralı Heraklius, Ebû Süfyan b. Harb'e: "- Şu söylemiş olduğun şeyi (Peygamberlik davasını) söylemeden önce, hiç onu yalanla itham ettiğiniz, suçladığınız olmuş muydu?" sualini sorar. Ebû Süfyan b. Harb: "- Hayır" cevabını verir.(106) Dikkat edilirse; Ebû Cehil ve Ebû Süfyan o dönemde, Mekke'nin en önde gelen şahsiyetleridir. Esasen bütün peygamberler; tebliğ görevinden önce de çevrelerinde doğruluklarıyla ma'ruf olan kimselerdir. Mekke müşriklerinden bir gurubun Kur'an-ı Kerim'i, Hz. Peygamber (sav)'in uydurduğunu iddia etmeleri üzerine Allahû Teâla (cc): "Eğer (Peygamber söylemediğimiz) bazı sözleri bize karşı kendiliğinden uydurmuş olsaydı, elbette onun sağ elini (kuvvet ve kudretini) alıverirdik. Sonra da hiç şüphesiz onun kalb damarlarını koparırdık. O vakit sizden hiçbiriniz buna mani de olamazdınız. Şüphesiz ki O (Kur'an) takva ehli için kat'i bir öğüttür"(107) hükmü ilahisini beyan buyurmuştur. Dolayısıyla bütün peyamberler ilahi bir murakebe altındadırlar ve her hususta sadıktırlar.
EMANET:
170 Peygamberler emindirler. Gerek din, gerekse dünya hususunda her türlü itamada şayandırlar. Allahû Teâla (cc)'nın emirlerini ve yasaklarını ziyadesiz ve noksansız olarak tebliğ etmişlerdir. Kur'an-ı Kerim'de: "O (peygamberler) Allahû Teâla (cc)'nın gönderdiklerini tebliğ edenler, O'ndan korkanlar, Allah'tan başka kimseden çekinmeyenlerdir. Hesap görücü olarak Allah yeter"(108) buyurulmuştur. Peygamberlerin vahye ihanet etmeleri veya gizlemeleri asla ve asla düşünülemez. Resûl-i Ekrem (sav): "Allahû Teâla (cc)'nın emretmiş olduğu hiçbir şey yoktur ki, size emretmiş olmayayım. Allahû Teâla (cc)'nın sakındırdığı hiçbir şey yoktur ki, sizi ondan sakındırmış olmayayım"(109) buyurarak meselenin ehemmiyetini beyan etmektedir.
FETANET:
171 Peygamberler akıllı, zeki ve kuvvetli rey sahibi olan kimselerdir. Akıl noksanlığı, ahmaklık veya herhangi bir hastalık sebebiyle kavrama güçlerinin zaafa uğraması gibi hallerden münezzehtirler.(110) Zira; heva ve heveslerine kapılarak Allahû Teâla (cc)'ya karşı isyana yeltenen tağuti güçlerin bütün iddialarını ortadan kaldırmakla görevlendirilmişlerdir. Vahyi dosdoğru tebliğ için bu husus zaruridir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de buna delâlet eden birçok Ayet-i Kerime vardır: "Allah kendisine mülk (ü saltanat) verdiği için (şımararak) İbrahim ile Rabbi hakkında çekişeni (Nemrud'u) görmedin mi? Hani İbrahim: "- Benim Rabbim hem diriltir, hem öldürür" deyince o (Nemrud): "- Ben de diriltir, öldürürüm" demişti. İbrahim: "- Allah güneşi doğudan getiriyor. Haydi sen de onu batıdan getir" deyince inkâr eden o kâfir şaşırıp (ve tutulup) kalmıştır. Allah zalimler gürûhunu muvaffak etmez."(111)
İSMET:
172 Peygamberler masumdurlar. Kendilerine vahiy gelmeden önce de sonra da, küfürden ve şirkten korunmuşlardır. Onların herhangi bir şekilde günah işlemeleri de sözkonusu değildir.(112) İmam-ı Maturidi (rha) Kur'an-ı Kerim'den: "(Akıllarınca) Onlar sana vahyettiğimizden başkasını uydurup, bize (atf ve) iftira edesin diye seni bile bile hemen fitneye düşürecekler. O takdirde seni (candan) dost edineceklerdi."(113) Ayet-i Kerimesini zikrederek; Allahû Teâla (cc)'nın Resûl-i Ekrem (sav)'e en ufak bir masiyetin dahi gelmesine meydan vermediğini kaydediyor.(114) İslâm ulemâsının büyük bir çoğunluğu; Kur'an-ı Kerim'de peygamberlere atf edilen "zenb'in günah manasında olmadığı hususunda ittifak etmiştir.(115) Zira "Zenb" kasden veya şehven işlenmiş günahtır. Peygamberler ise bundan Allahû Teâla (cc)'nın lütfû ile korunmuşlardır. "Zelle" de günah manasında değildir.
TEBLİĞ:
173 Peygamberler; Allahû Teâla (cc)'nın bütün emir ve nehiylerini, insanlar arasında hiçbir ayırım gözetmeksizin (Zengin, yoksul, siyah, beyaz vs.) tebliğle memurdurlar. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve O kendi heva ve hevesinden söz söylemez. O (Kur'an ve din hususundaki emri) ilkâ edilegelen vahiyden başka birşey değildir"(116) buyurulmuştur. Kur'an-ı Kerim'deki "Kıssa"lardan da anlaşılacağı üzere; peygamberler tebliğ hususunda her türlü çileye katlanmışlardır. Zira Tebliğ'den maksad; Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini kat'i hüccetlerle insanlara ulaştırmak ve onların kıyamet gününde (Bizim bundan haberimiz yoktu) şeklinde mazeret ileri sürmelerini önlemektir. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Biz bir peygamber göndermedikçe azab etmeyiz"(117) buyurulmuştur. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "Senin Rabbin memleketlerin ana merkez(ler) ine, karşılarında ayetlerimizi okuyacak bir peygamber gönderinceye kadar, o memleketleri helak edici değildir ve biz ahalisi zalim olan memleketlerden başkasını helak edici değiliz"(118) hükmü beyan buyurulmuştur.
174 Kur'an-ı Kerim'de: "O peygamberler (yok mu?) biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik. Allah onlardan biri ile söyleşmiş, birini de birçok derecelere yükseltmiştir. Meryem'in oğlu İsa'ya o beyyineleri biz verdik ve onu ruhu'l-kuds ile destekledik. Eğer Allah dileseydi, onların arkasındaki ümmetler, kendilerine o apaçık bürhanlar (mucizeler) geldikten sonra, birbirlerini öldürmezlerdi. Fakat ihtilafa düştüler. Neticede onlardan kimi iman etti, kimi küfre saptı"(119) buyurulmaktadır. İmam-ı Maturidi (rha) bu Ayet-i Kerime'de geçen "Biz onların kimine kiminden üstün meziyetler verdik" hükmünü, peygamberlerin görevlerinin önemi ve kapsamıyla açıklamaktadır. Bazıları insanların ve cinlerin tamamına peygamber olarak gönderilirken, bazıları sadece kendi kavimlerine veya belli bir guruba gönderilmişlerdir.(120) Resûl-i Ekrem (sav)'in "bütün alemlere rahmet olarak gönderildiği" de kat'i nass'larla sabittir. Fahrüddin-i Razi; bu husustaki hükümleri esas alarak, Resûl-i Ekrem (sav)'in en efdal olduğunu ve bu hususta icma'nın teşekkül ettiğini kaydediyor.(121) Şurası muhakkaktır ki; mü'minler, bütün peygamberlere kat'i olarak inanırlar.
175 Allahû Teâla (cc)'nın peygamberler gönderdiğini; kalb ile tasdik ve dil ile ikrar etmesine rağmen, peygamberlerden bir kısmını inkâr eden kimse kâfirdir.(122) Bu sebeble; Hz. Adem (as)'den beri gönderilen peygamberleri kabul etmekle birlikte, Hz. İsa (as) ve Resûl-i Ekrem (sav)'i peygamber olarak kabul etmeyen yahudiler küfre düştükleri gibi, Resûl-i Ekrem (sav)'in peygamberliğini inkâr eden Hristiyanlar da küfre düşmüşlerdir.
MELEKLERE İMAN
176 Önce "Melek" kelimesi üzerinde duralım. Arapça bir kelime olup "elûk" veya "elûke" kökünden gelir. Haber götüren manasınadır.(123) İslâmi ıstılâhta: Allahû Teâla (cc)'nın emrine asla isyan etmeyen; erkeklik ve dişilik gibi özellikleri bulunmayan nurani ve latif varlıklara melek denir" tarifi genel kabul görmüştür. Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler, gerek kendilerinizi, gerek ailelerinizi öyle bir ateşten koruyun ki, onun yakacağı insan ile taş'dır. (O ateşin) Üzerinde iri gövdeli, sert tabiatlı melekler vardır ki, onlar Allah'ın kendilerine emrettiği şeylere asla isyan etmezler. Neye de memur edilirlerse yaparlar"(124) buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de meleklerin kat'i itaat içinde bulundukları serahaten beyan edilmiştir.
177 Varlıkları kat'i nass'larla sabit olan meleklerin; muhtelif şekillere girme kabiliyetlerinin bulunduğu da bilinmektedir. Melekler yaratılış bakımından günah işlemezler. Allahû Teâla (cc)'ya itaat ve ibadet etmek onlar için tabii ve fıtridir.(125)
178 Kur'an-ı Kerim'de meleklerin çeşitli görevlerinden bahis buyurulmuştur. "İlliyyûn, mukarrebûn" diye isimlendirilen melekler; Allahû Teâla (cc)'yı tesbih etmekle meşguldürler. Daima Allahû Teâla (cc)'nın muhabbetiyle istiğrak halindedirler. "Mudebbirat" adıyla anılan melekler; kâinatın nizamı hususunda, Allahû Teâla (cc)'nın emirlerinin icrasıyla vazifelidirler.
179 Bu iki grubun dışında; insanların ruhi halleri ve yeryüzündeki durumlarıyla vazifelendirilmiş melekler vardır. Bunların başında "CEBRAİL" gelir. Cebrail'in görevi; insanların dünyada ve ahirette saadetlerine vesile olacak ilahi emirleri peygamberlere ulaştırmaktır. Kur'an-ı Kerim'de "Ruhu'lemin" ve "Ruhû'l-Kuds" olarak da anılmıştır. "MİKAİL" ismiyle bilinen meleğin vazifesi; rızıkları sahiblerine ulaştırmak, yağmur yağdırmak, rüzgar estirmek ve bunlar gibi tabiat olayı diye nitelendirilen hususları düzenlemektir. "AZRAİL"; ruhları kabzetmekle vazifelendirilmiştir. "İSRAFİL" ise; kıyameti ilan eden sûr'u üflemekle görevlendirilmiştir. Bunların daha başka ne gibi görevlerle meşgul olduklarını ancak Allahû Teâla (cc) bilir bize düşen kat'i nass'larla varlıkları haber verilen meleklere iman etmektir.
CİNN'LERİN MAHİYETİ
180 Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu gözle görülmeyen bir kısım varlıklar daha vardır ki; bunların başında "Cinn"ler gelir. Önce "Cinn" kelimesi üzerinde duralım. "Cin" ismi "Cenne" kelimesindendir; bir şeyi histen gizlemek, örtmek manalarına gelir.(126) "Cünne", kalkan ve siper manasına, "Cenin" ana rahminde saklı olan çocuk manasına gelir ve bunların hepsi aynı köke dayanır. İslâmi ıstılâhta "Cin"; Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerine muhatab olan ve insanların gözle göremedikleri varlıklardır. Bunların da Allahû Teâla (cc)'ya iman edenleri bulunduğu gibi, inkâr edenleri de mevcuttur. Allahû Teâla (cc)'ya ilk isyan eden "İblis'in" de; cinler taifesinden olduğu bilinmektedir.(127)
181 Cinlerin hava ile karışık alevli bir ateşten yaratıldığı bilinmektedir.(128) Cinler de; tıpkı melekler gibi görünmeyen gizli varlıklar olup, çeşitli sûretlere girmeye ve zor işleri yapmaya iktidarları vardır. Fakat cinler mahiyetleri itibariyle meleklerden farklıdırlar. Teklif-i İlahiyeye; hem iman, hem de ibadet noktasından muhatabtırlar. Cinler, tıpkı insanlar gibi hesaba çekileceklerdir.(129)
182 Kur'an-ı Kerim'de: (Ey Habibim) De ki: "Cinlerden bir zümrenin Kur'an okurken onu dinlediği bana vahyolundu. Onlar (Kur'an-ı) dinlemişler de (şöyle) demişler: "- Biz gerçekten hayranlık veren bir Kur'an dinledik ki o, hakka ve doğruya götürüyor. Biz de ona iman ettik. Rabbimize (artık) hiçbir şeyi ortak koşmayacağız"(130) hükmü beyan buyurulmuştur. Abdullah İbn Mes'ud (ra)'dan rivayet edilen bir haberde; Cin'ler, Taif'te Resûl-i Ekrem (sav)'den Kur'an-ı Kerim'i öğrenmiş ve tebliğ etmek üzere bir gurub görevlendirilmiştir. İbn-i Abbas (ra)'dan rivayet edilen bir haberde Cinler, Resûl-i Ekrem (sav)'in Kur'an okuyuşunu "Nahle" mevkiinde dinlemişlerdir.(131) Allahû Teâla (cc)'ya iman ve kulluk eden "Mü'min cinler" bulunduğu gibi, Tağut'a itaat eden "kâfir cinler" de vardır.
183 Cins birliği sözkonusu olmadığı için; insan ile cin arasında evlenme teşekkül etmez. Ancak cinler de kendi aralarında evlenirler. Müşrikler; ilahi sırlara vakıf olduklarını zannettikleri ve bu sebeble ulûhiyet derecesine çıkardıkları cin'lere ibadet ederlerdi. Her biri adına çeşitli sihirler ve tılsımlar yapan; Sabii'ler, Süryani'ler cahiliyye dönemi Arapları ve Şamanist Türkler, cinler vasıtasıyla gaibi bildiklerini zannetmişlerdir. Halbuki cinler de gaibi bilmezler.
184 Kur'an-ı Kerim'de varlığı beyan buyurulan ve gözle görülemeyen varlıklardan birisi de şeytan'dır. Arapça mütehassıslarına göre "Şeytan" kelimesi; uzaklık manasına gelen "Şatana"dan veya yanmak manasına gelen "Şeyata"dan gelir.(132) "Şatana"dan geldiğini kabul edenler "Fi'lan" vezninde: "Haktan uzak olan" manasını vermişlerdir. Diğerleri ise; "fû'lan" vezninde; "yanmış ve batıl" manasını esas almışlardır. Ruhlar aleminde iken; Allahû Teâla (cc)'ya isyan ederek ve tekebbüre kapılarak, Hz. Adem (as)'e (ta'zim kasdıyla ve ilahi emirle) secde etmekten kaçınan iblis ilk şeytandır. Kur'an-ı Kerim'de "Şeyâtın-ı ins" ve "Şeyatın-ı cin" tabirleri geçmektedir.(133) Şeytan; kıyamete kadar insanların kalblerine vesvese vermek ve onları Allahû Teâla (cc)'ya karşı kışkırtmakla izinlidir. Resûl-i Ekrem (sav)'den Hz. Abdullah b. Mes'ud (ra)'un rivayet ettiği bir hadis-i şerif'te; her insanın, cinler taifesinden bir şeytanının bulunduğu beyan buyurulmuştur. Ayrıca şeytanın insanın en büyük düşmanı olduğu da kat'i nass'larla sabittir.
KİTAPLARA İMAN
185 Allahû Teâla (cc)'nın insanlar arasından seçtiği peygamberlerine; yalnız kendi kavimlerine veya bütün insanlığa tebliğ etmek üzere vahyettiği kitaplarına; "İlâhi kitaplar" veya "İnzal olunan kitaplar" (Kütüb-i Münzele) denir. Kur'an-ı Kerim'de: "İnsanlar (iman üzere bulunan) tek bir ümmetti. (Sonra kimi iman etmek, kimi küfre sapmak sûretiyle ihtilafa düştüler). Binaenaleyh Allah (rahmetinin) müjdeciler(i, azabının) habercileri olmak üzere peygamberler gönderdi. Ve beraberlerinde insanların ihtilaf ettikleri şeyler hakkında aralarında hüküm vermek için hak (ve gerçek) kitablar da indirdi"(134) hükmü beyan buyurulmuştur. Bütün peygamberlere gönderilen ilahi kitaplara ve suhuflara inanmak, her müslüman üzerine farzdır.
186 Hz. Musa (as)'ya "Tevrat", Hz. Davud (as)'a "Zebur", Hz. İsa (as)'ya "İncil" ve Hz. Muhammed (sav)'e "Kur'an-ı Kerim" inzal buyurulmuştur. Ayrıca yüz adet "Suhuf" indirilmiştir; bunların 10 adedi Hz. Adem (as)'e, 10 adedi Hz. İbrahim (as)', 50 adedi Hz. Şit (as)' ve 30 adedi de Hz. İdris (as)'e verilmiştir.
187 Bu ilahi kitaplar içerisinde; sadece ve sadece Kur'an-ı Kerim, indirildiği gibi bize ulaşmıştır. Zebur, Tevrat ve İncil; heva ve heveslerine kapılan zümrelerce tahrif olunmuştur. Nitekim Kur'an-ı Kerim'de: "Ehl-i Kitab'dan öyle bir güruh da vardır ki (bir şey okuyorlarmış gibi) dillerini kitab'a doğru eğib bükerler, siz onu kitaptan sanasınız diye. Halbuki o kitaptan değildir. Derler ki: "Bu Allah katındandır", halbuki o ise Allah katından değildir. Allah'a karşı, kendileri bilip dururken, yalan söylerler"(135) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii (rh) "Ehl-i Kitab'ın" durumunu izah ederken: "Bunlar kitaplarının hükümlerini değiştirmişler ve Allahû Teâla (cc)'ya küfreder duruma gelmişlerdi. Hem kendi yanlarından çıkardıkları (dilleriyle düzdükleri) yalanı uyguluyorlar, hem de Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri kendi yalanlarıyla karıştırıyorlardı"(136) buyurmaktadır.
188 Resûl-i Ekrem (sav): "Ehl-i kitab size bir haber verdiğinde onu tasdik de etmeyin, tekzib de etmeyin"(137) buyurmuştur. Buradaki incelik şudur: Belki de, verdikleri haber tahrif olunmamış herhangi bir yerden olabilir. Malûm olduğu üzere bir müslüman; Hz. İsa (as)'ın peygamberliğini ve İncil'i inkâr etse mürted olur.(138) Ancak bugün elde bulunan; dört adet incilden herhangi birisinde, zikredilen bir hükmü inkâr etse mürted olmaz. Zira tahrif olundukları malûmdur.(139) Esasen dört adet İncil'in bulunması bile tahrif edildiğinin en güzel belgesidir.
189 Allahû Teâla (cc)'nın Kur'an-ı Kerim'i kıyamet gününe kadar her türlü tahrif ve tebdilden muhafaza buyuracağı kat'i nassla sabittir. Esasen Kur'an-ı Kerim'in; zaman ve mekânla mukayyed olmayarak, bütün beşeriyeti kıyamete kadar irşad için gönderilmiş bulunduğu bilinmektedir. Allahû Teâla (cc): "Muhakkak ki Kur'an'ı biz indirdik. Onun koruyucuları da mutlak sûrette biziz"(140) hükmünü beyan buyurmuştur.
VAHYİN MANASI VE MAHİYETİ
190 Peygamberler tarafından tebliğ edilmeyen ve vahy'e dayanmayan hiçbir kitab; "İlahi kitab" vasfını taşımaz. Arapça mütehassıslarına göre "Vahiy" kelimesi; "ani, süratli ve gizli bir telkin, gizli bir söz, işaret ve ilham" gibi manalara gelir.(141) İslâmi ıstılâhta: "Allahû Teâla (cc)'nın; resûl ve nebilerine, dilediği bilgileri kelâm ve mana olarak, kesin ve yakin bir bilgi ifade edecek şekilde bildirmesidir.(142) Vahiy; resûl ve nebi'lerin hepsi için, Allahû Teâla (cc)'dan hüküm ve haberleri alma vasıtasıdır.
191 Kur'an-ı Kerim'de: "Ya bir vahy ile, ya bir perde arkasından, yahud bir elçi gönderib de kendi izniyle dileyeceğini vahyetmesi olmadıkça, Allah'ın hiçbir beşere kelâm söylemesi (vaaki) olmamıştır. Şüphesiz ki o, çok yücedir, mutlak bir hüküm ve hikmet sahibidir"(143) hükmü beyan buyurulmuştur. Buradan da anlaşılıyor ki vahiy üç kısma ayrılır: 1) Allahû Teâla (cc)'nın doğrudan doğruya vahyetmesi!.. Buna "Vahy-i gayr-i Metlüv" veya ilham da denilmiştir. 2) Bir perde arkasından duyulan sözler. Meselâ: Hz. Musa (as)'ın cebel-i tur'da ağaç arkasından işittiği ilâhi nida gibi... 3) Vahiy meleği olan Cebrail (as)'in vasıtasıyla kelimeler halinde peygamberlere ulaştırılan vahiy. Buna "Vahyi Metluv" adı verilir. Kur'an-ı Kerim, Resûl-i Ekrem (sav)'e bu şekilde inzal buyurulmuştur.
AHİRETE İMAN
192 Önce kelime üzerinde duralım. "Ahiret"; son, sonra olan manasınadır. Bu kelime lafız bakımından Arapça bir sıfattır. Arap dilinin kaidelerine göre bazen sıfat mevsufu yerine geçer. Mevsuf hazfedilerek sıfat, isim gibi kullanılır. Meselâ: "Dünya" kelimesinin manası Arapça'da "en yakın" demektir. Bunun mevsufu da hayattır veya "ed'dar"dır. Bu şekilde "Hayatü'd-dünya" (En yakın ev), içinde bulunduğumuz alemdir. Bu şekilde "El-Ahir" veya "Ahire" mefhumu da; "El Yevmi'l ahir" Ve'l Hayatü'l ahir", "Veddarü'l ahir"; yani sonraki gün, sonraki yaşayış, sonraki ev demektir. Hali hazır hayatından, yaşayışından sonra gelecek olan başka bir hayattır."(144) Bu kelime Kur'an-ı Kerim'de bu manalarda 113 yerde tekrarlanmıştır. Ölümden sonra başlayan "Ahiret" hayatı süreklidir.
193 Kur'an-ı Kerim'de: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini, ahiret gününü inkâr ederek kâfir olursa o, muhakkak ki (Sırat-ı Müstakim'den) uzak bir sapıklıkla sapıp gitmiştir"(145) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyla ölümden sonraki hayatı, yani ahiret hayatını inkâr eden veya cennet, cehennem, haşr, neşr, sevab ve ikab'ın zahiri manalarının dışında ruhani lezzetler olduğuna itikad eden kimse kâfir olur.(146) Zira kat'i nass'la sabit olan hususların inkârı sözkonusudur.
KIYAMETİN MAHİYETİ VE ALÂMETLERİ
194 Kat'i nass'larla sabit olan hususlardan birisi de; ahiret alemi başlamadan önce, bütün insanların ve dünyanın başına "Kıyamet" vakıasının geleceğidir. Bu kıyametin kopması; büyük meleklerden İsrafil (as)'in, mahiyeti Allahû Teâla (cc) indinde malum olan sur'u üflemesiyle vücûda gelecektir. Bunun meydana geleceği zamanı Allahû Teâla (cc)'dan başka, hiçbir güç bilemez.
195 Alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz Efendimiz (sav) tarafından kıyamet'in küçük ve büyük alametleri haber verilmiştir. Burada kısaca bu alametlerin mahiyeti üzerinde duralım:
A) İslâmî ilimlerin unutulması; bilgisizliğin her tarafa yayılması ve şer'i ilimlerin mükellef olan kimselerden saklanılması.
B) Şarabın ve sarhoşluk veren diğer müskiratın hızla yayılması.
C) Erkek sayısının hızla azalıb, kadın nüfusun artması ve fuhuşun aleni yapılır hale gelmesi.
D) İnsanları, şer'i herhangi bir yetkiye dayanmadan birbirlerini öldürmeleri ve katliamın yaygın hale dönüşmesi.
Bunlar kıyamet'in yaklaştığının küçük alametleridir.
Büyük alametler ise şunlardır:
A) "Deccal" adında bir şahsın türeyip "İlâh'lık" davasında bulunması, daha sonra kaybolup gitmesi.
B) Bir duhan'ın (Korkunç duman) ortaya çıkması. Bu duman mü'minleri nezleye tutulmuş hale getirecek, kâfirler de sarhoş olacak derecede akli melekelerini kaybedecekler.
C) Zülkaryneyn'in yaptırmış olduğu sedd'in arkasında bulunan "Ye'cüc ve Me'cüc"ün seddi yıkarak, yeryüzüne yayılması!.. İnsan eti dahil olmak üzere herşeyi yemesi ve yeryüzünde korkunç bir fesad çıkarması.
D) Hz. İsa (as)'ın gökten inip, bütün insanları İslâm'a davet etmesi.
E) "Dabbetü'l-ard" adında canlı bir mahlûkun yerden çıkıp, insanlara karşı onların anlayacağı şekilde hitap etmesi.
F) Yemen tarafından dehşetli bir ateşin çıkması ve etrafa yayılması.
G) Doğu'da, Batı'da ve Ceziretü'larab'ta, bazı kara parçalarının batması.
H) Güneşin muvakkaten batı tarafından doğması.
196 Ehl-i Sünnet ulemâsı: "Vukû bulması mümkün olan bir şey hakkında nass varid olunca onu kabul etmek ve ona inanmak gerekir" hükmünde ittifak etmiştir.(147) Kıyamet'in büyük ve küçük alametlerinin bir kısmı Kur'an-ı Kerim'de beyan buyurulmuş, bir kısmı da Resûl-i Ekrem (sav)'den rivayet edilmiştir.
AHİRET HAYATINA AİT HADİSELER
197 Taat ve ibadet sahiplerinin kabirde, Allahû Teâla (cc)'nın bildiği ve dilediği şekilde ni'met içinde bulunmaları haktır.(148) Ayrıca kâfirler ve asi olan bazı mü'minler için kabir azabı da mevcuddur. Resûl-i Ekrem (sav): "Kabir ya cennet bahçelerinden bir bahçe veya cehennem çukurlarından bir çukur olur"(149) buyurmuştur. Ayrıca Münker ve Nekir'in kabre girerek, insana sual sorması da haktır. Bütün bu hususlar sem'i ve nakli delillerle sabittir.
198 Kur'an-ı Kerim'de: "Sonra siz kıyamet günü diriltileceksiniz"(150) hükmü beyan buyurulmuştur. Yine bir başka Ayet-i Kerime'de: "De ki: "Onları ilk defa yaratan diriltecek. O (Allahû Teâla) her yaratmayı hakkı ile bilendir"(151) hükmü yer almaktadır. Kâfirlerin, Resûl-i Ekrem (sav)'e "Bu çürümüş kemiklere kim can verecekmiş" diye sual sormaları ve ölümden sonra tekrar dirilmeyi inkâr etmeleri üzerine inzal buyurulmuştur. Sonuç olarak Ba's (yani ölümden sonra dirilme) haktır. Kur'an-ı Kerim'de: "Ve çünkü o saat (Kıyamet) elbette gelecektir. Onda hiç şüphe yoktur. Muhakkak Allah kabirde olan kimseleri de diriltip kaldıracaktır"(152) hükmü, ölümden sonra dirilişin kat'i olduğunu beyan buyurmaktadır.
199 "Mizan" haktır. Allahû Teâla (cc): "Biz kıyamet gününe mahsus adalet terazilerini (Mizanı) koyacağız. Artık hiç kimse, hiçbir şekilde haksızlığa uğratılmayacaktır. (O şey) Bir hardal tanesi kadar bile olsa onu getirir (Mizana) koyarız"(153) hükmünü beyan buyurmaktadır. "Vezn" kökünden gelen mizan; ölçü-tartı anlamına gelir. Bütün akaid kitaplarında "Mizan" konusuna yer verilmiştir. Ayrıca bunun bizim aklımızın kavradığı ölçü birimlerinden farklı olduğu kaydedilmiştir.(154) Sevab ve günahların üzerinde kayıtlı bulunduğu amel defteri de haktır. Bu defterler mü'minlere sağ, kafirlere sol ve arka taraflarından verilir.(155)
200 "Havz" haktır. Zira Allahû Teâla (cc): "Biz sana kevseri verdik"(156) buyurmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Benim havzımın bir kenarı bir aylık mesafedir. Dört açısı ve kenarı birbirine eşittir. Suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoş kadehleri gökten yıldızlardan daha çoktur. Ondan bir kere içen bir daha ebediyyen susamaz"(157) buyurduğu da bilinmektedir.
201 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Sırat kıldan ince, kılıçtan keskincedir"(158) Hadis-i şerifini esas alan ulemâ, sırat köprüsünün hak olduğu hususunda ittifak etmiştir. Sırat; cehennemin üzerine uzatılmış olan köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden geçerler, cehennemlikler ise bunun üzerinden geçerken ayakları sürçer ve yuvarlanırlar. Allahû Teâla (cc) bu köprüden geçmeyi mü'minlere kolaylaştırır. Hatta bazıları bu köprüden yıldırım gibi, bazıları fırtına gibi, diğer bazıları da rehvan ata binmiş gibi geçerler.
202 Cennet ve cehennem şu anda mahlûk ve mevcuttur.(159) Allahû Teâla (cc)'ya iman eden ve İslâmi hududları muhafaza edenler cennette daimi olarak kalacaklardır. Heva ve heveslerine kapılarak Tağut'a iman eden ve Tağut'un ilkelerine göre hayatlarını düzenleyenler ebedi olarak cehennemde kalacaklardır.
KAZA VE KADERE İMAN
203 Allahû Teâla (cc)'nın ilmi, dilemesi ve yaratması sözkonusu olmadan kâinatta hiçbir olay meydana gelmez."Kader"; vücûda gelecek şeyleri ve o şeyleri ne zaman, nerede, ne gibi evsaf ve hususiyetlerle meydana geleceğini Allahû Teâla (cc)'nın tahdid ve takdir etmesidir.(160) Takdir buyurduğu şeyleri, zamanı gelince birer birer icad etmesine de "Kaza" denir. Dolayısıyla "Kader"; Allahû Teâla (cc)'nın ilim ve irade sıfatına, "Kaza" da; tekvin sıfatına dayanır. Esasen Allahû Teâla (cc)'ya iman eden bir kimsenin; kaza ve kadere inanmaması düşünülemez.
204 Resûl-i Ekrem (sav) kaza ve kaderi yalanlayanlara lânet etmiştir.(161) Ayrıca "Kader" konusunda münazara yapılmasını da yasaklamıştır.
205 Kur'an-ı Kerim'de: "Bununla beraber işledikleri bütün işler defterlerde (kayıtlı) dır. Küçük ve büyük hepsi (Levh-i Mahfuzda) yazılıdır."(162) hükmü beyan buyurulmuştur. Kâinatta meydana gelmiş ve gelecek olan herşey; Allahû Teâla (cc)'nın ilmi ve iradesiyle yakından alâkalıdır. Dolayısıyle hepsi levh-i mahfuzda kayıtlıdır. Sonuç olarak Allahû Teâla (cc)'nın dilediği ve hükmettiği olur; dilemediği kat'iyyen olmaz.
İNSANLARIN FİİLLERİ VE İRADE
206 Kullardan ve diğer canlılardan zuhur eden fiilleri Allahû Teâla (cc) yaratmıştır.(163) Fiil; mümkünü, imkan halinden alıp gerçek varoluşa irca etmekten ibarettir. Bu noktada karşımıza "Halk" ve "Kesb" ıstılâhları çıkar. Herhangi bir fiili Allahû Teâla (cc)'nın yaratmasına "Halk" denir. Kulun yaratılmış olan o fiili kendi ihtiyariyle işlemesine "Kesb" denilir. Sadrüddin Teftazani: "İnsanların sevab ve mükâfat almaya, ceza ve azab görmeye esas teşkil eden ihtiyari fiilleri vardır"(164) hükmünü zikreder. Dolayısıyla "Kesb" insanın kudret mahallinde (yani bedeninde) bulunur. Sonuç olarak: Allahû Teâla (cc) hâlik (yaratıcı) dır. İnsan Kâsib(Kazanan)dir.
207 Şeriat'a uygun olan her fiil Allahû Teâla (cc)'nın rızasıyladır.
208 Çirkin olan insan fiili (yani dünyada yerilme ve ahirette azab görme durumu ile ilgili bulunan) Allahû Teâla (cc)'nın rızasıyla değildir. Kur'an-ı Kerim'de: "Eğer küfrederseniz, şüphesiz ki Allah sizden müstağnîdir. Bununla beraber Allah, kullarının küfrüne razı olmaz"(165) hükmü beyan buyurulmuştur.
209 İnsanın fiillerinin oluşmasını ve meydana gelmesini sağlayan kudrete "İstita'at" denir. Ayrıca sebeb, alet ve organların sıhhatli ve salim olmalarına da isim olarak kullanılmıştır. Nitekim "Ona (Kabe-i Muazzama'ya) bir yol bulabilenlerin (İstita'at sahibi olanların beyt-i hacc (ve ziyaret) etmesi Allah'ın insanlar üzerine bir hakkıdır"(166) Ayet-i Kerimesinde "istita'at" bu manada kullanılmıştır. Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin sıhhati bu istita'ata dayanır. Zira insana gücünün yetmediği bir şey teklif olunmamıştır. Allahû Teâla (cc)'nın tekliflerinin tamamı, insanın istita'atı dahilindedir. Ehl-i Sünnet'e göre, Teklif-i ilâhinin gayesi imtihandır.
210 Helal olsun, haram olsun herkes kendi rızkını tam olarak alır. Bir kimsenin, başka birisinin rızkını yemesi asla tasavvur edilemez. Kur'an-ı Kerim'de: "Hiçbir canlı yoktur ki, onun rızkı Allahû Teâla (cc)'ya ait olmasın"(167) hükmü beyan buyurulmuştur. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Rızkı tamamlanıncaya kadar hiç kimsenin ölmeyeceği bana vahyedildi. O halde Allahû Teâla (cc)'ya karşı gelmekten sakınınız. Rızkınızı araştırırken güzel (Şer'i şerife uygun) bir yol tutunuz"(168) buyurduğu da malûmdur. Sonuç olarak, herkes kendi rızkını yer.
211 Ecel birdir. Asla tegayyür etmez. Ölüm Allahû Teâla (cc) tarafından yaratılır. Ne yaratma, ne de kesb yönünden insanın buna herhangi bir tesiri yoktur. Maktûl eceliyle öldüğü gibi, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Zira "Ecel" vakit ve vade manasına gelir.
SİYASET, HİLAFET VE İMAMET MESELESİ
212 Kur'an-ı Kerim'de: "Ey iman edenler, Allah'a itaat edin. Peygambere ve sizden olan emir sahiplerine de itaat edin. Eğer birşey hakkında çekişirseniz onu Allah'a ve Peygambere döndürün. Eğer Allah'a ve ahiret gününe inanıyorsanız, bu hem hayırlı, hem netice itibariyle daha güzeldir" (En Nisâ Sûresi: 59) hükmü beyan buyurulmuştur. İmam-ı Şafii (rha) bu Ayet-i Kerime'yi zikrettikten sonra: "Araplar imamet diye bir müesseseden habersizdiler. O dönemlerde Araplar indinde, bazı kimselerin, diğer bazı kimselere itaat etmesi sevimli bulunan birşey değildi. Kat'iyyen beğenilmezdi. Allahû Teâla (cc) ulû'l-emr'e itaati de emretmektedir. Ancak bu mutlak manada itaat değil, istisnai bir itaattir. Yani hak ve vecibelerde itaat!.. "Eğer birşeyde ihtilafa düşerseniz, çekişirseniz" Ayet-i Kerimesi, eğer siz ve itaat etmekle emrolunduğunuz emir ile bir konuda anlaşamazsanız, o konuyu Allahû Teâla (cc)'ya ve Resûlüne bırakın demektir. Şunu biliyoruz ki bu farza riayet edilince, ihtilaf ortadan kalkar"(169) buyurmaktadır. İbn-i Kesir: "Allahû Teâla (cc)'ya itaatten murad, Kur'an-ı Kerim'in hükümlerine uymaktır. Peygambere itaattan murad, sünnet'e riayet etmektir. "Ulû'lemri minküm"den murad da, ümmet üzerinde velâyet hakkı bulunan alimlere itaat etmektir"(170) hükmünü zikreder. Konunun devamında da: "Allahû Teâla (cc)'ya isyan hususunda mahlûka itaat yoktur" hadis-i şerifini zikrederek, emir sahiplerine ancak şer'i şerifle sınırlı bir itaatin sözkonusu olduğunu kaydetmektedir.
213 Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Her kim imama (Ulû'lemr'e) itaatten bir el kadar ayrılırsa, kıyamet gününde Allahû Teâla (cc)'ya ameli hususunda, lehinde hiçbir hücceti olmayarak kavuşacaktır. Her kim de boynunda bey'at olmadığı halde ölürse, cahiliye ölümü ile ölür"(171) buyurduğu bilinmektedir. Ümmetin velâyetine haiz bir halife var iken o'na bey'at etmemek büyük bir tehlikedir.
214 Sahabe-i Kiram, Resûl-i Ekrem (sav)'in vefatından sonra en önemli iş olarak imam (Ulû'lemr) tayin etme işini görmüşlerdi. Hatta Ulû'lemr seçme işini, Resûl-i Ekrem (sav)'i defin etmekten daha önemli buldukları bilinmektedir. İbn-i Abidin: "Mucizeler sahibinden murad bittabi Peygamberimiz (sav)'dir. Pazartesi günü vefat etmiş, salı günü yahud çarşamba akşamı veya çarşamba günü defin edilmiştir. Bu arada Ashab-ı kiram herşeyden evvel müslümanların başına bir halife seçmekle meşgul olmuşlardır. Bu sünnet bugüne kadar devam edegelmiştir. Bir halife vefat etti mi, yerine başkası seçilmedikçe defin edilmez"(172) hükmünü zikreder.
215 İmam Ebû Muin En Nesefi: "Üzerimizde İslâm devlet başkanı olan imamı görmeden bir günün geçmesi caiz değildir. İmametin hak olduğunu kabul etmeyen kimse kâfir olur. Çünkü dini hükümlerden bir kısmının caiz olması, imamın varlığına bağlıdır. Cum'a namazı, bayram namazları ve yetimleri evlendirmek vb. gibi. İmamı inkâr eden kimse farzları inkâr etmiş olur. Farzları inkâr eden de kâfir olur"(173) buyurmaktadır.
216 Kitap, sünnet ve sahabe-i kiram'ın icmaı ile sabit olan; mü'minlerin, kendi içlerinden bir ulû'lemr seçmelerinin farz olduğudur. Zira kâfirlerin mü'minler üzerinde velâyet hakları yoktur.(174) Ayrıca Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümlerin dışında (ve o hükümlerin yerine kâim olmak üzere) hüküm icad eden ve yeryüzünü fesada veren güçlerle cihad etmek farzdır.
217 Sadrüddin Teftazani: "Şer'i vazife ve vecibelerin pek çoğunun yerine getirilmesi halifeye bağlı olduğu için, müellif Ömer Nesefî buna işaret ederek dedi ki: "Müslümanlar için bir imama mutlak sûrette ihtiyaç vardır. Müslüman halkla ilgili dini hükümlerin infazı, cezaların tatbiki, düşmanlara karşı ülke sınırlarının korunması, müslümanlardan ordu teşkil edilmesi, sadakaların, yani vergilerin toplanması, zorbaların, soyguncuların ve eşkiyaların zabt-u rabt altına alınarak kahredilmesi, Cum'a ve bayram namazlarının ifa (edâ) edilmesi, insanlar arasında ortaya çıkan ihtilâfların ortadan kaldırılması, hukuk üzerine kaim olan şahidliklerin kabulü; velileri bulunmayan küçük yaştaki oğlan ve kızların evlendirilmeleri ve ganimet mallarının taksim edilmesi gibi önemli hususlar imam sayesinde icra edilir."(175)
218 Hilâfet veya İmamet ile birlikte ele alınması gereken konulardan birisi de siyasettir. Emir, nehiy ve terbiye gibi manalara gelen siyaset kelimesi, sase fiilinden masdardır. İbn-i Abidin "Siyaset"i şu şekilde tarif ediyor: "Siyaset, halkı dünya ve ahirette kurtulacakları yola irşad etmekle, onların salah ve menfaatlerine çalışmaktır."(176)
219 Akil-baliğ olan mü'min her erkek ve kadının siyasi hakları mevcuttur. Resûl-i Ekrem (sav)'in erkek ve kadın herhangi bir ayırım yapmadan hepsinden bey'at aldığı mütevatir haberlerle sabittir. Siyaset ile istişareyi birbirinden ayırmak mümkün değildir. Kur'an-ı Kerim'de Resûl-i Ekrem (sav)'e hitaben: "(O vakit) Sen Allah'tan bir esirgeme sayesindedir ki, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba ve katı yürekli olsaydın onlar etrafından herhalde dağılıp gitmişlerdi bile!.. Artık onları bağışla (Allah'tan da) günahlarının affolunmasını iste. İş hususunda onlarla istişare et!.."(177) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de istişare emir sıgasıyla belirtilmiştir.Resûl-i Ekrem'in (sav) hakikati tesbit için; diğer insanlarla kıyaslandığı zaman, istişareye ihtiyacının olmadığı söyleyebilir. Ancak ashabına ve daha sonra gelecek olan mü'minlere istişare usûlünü ve edebini öğretmesi zarurudir. Hakkında nass bulunmayan meselelerde, ilim ve rey sahibi olan insanlarla istişare etmek vaciptir. İmam-ı Kurtubi; "istişareyi terkederek, zorbalığa sapan imam'ın azlinin gerektiğini" beyan etmektedir.(178) Kur'an-ı Kerim'de sûrelerden birisinin ismi de: "Şûrâ Sûresi'dir" Bu sûrede mü'minlerin vasıfları beyan buyurulurken: "Onlar (Mü'minler) meselelerini aralarında istişare yolu ile hallederler"(179) denilerek, bu vasıf övülmektedir. Resûl-i Ekrem (sav)'in sahabesiyle önemli olan her konuda istişare ettiği bütün muteber hadis mecmualarında kayıtlıdır.
220 Günümüzde bazı müellifler İslâm dininin istişareye verdiği önemi dikkate alarak: "- Gerçek demokrasi İslâm dininde mevcuddur" tezini ileri sürmektedirler. Demokrasi; aralarında hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün vatandaşların katıldığı bir yönetim biçimidir. Demokrasi Allahü Teâlâ'nın (cc) indirdiği hükümlere değil, insanların siyasi tercihlerine dayanan bir siyasi rejimdir. Çoğunluğa iktidar yetkisini kullanma, azınlığa da haklarının korunması şartı ile iktidara rıza gösterme prensibini tavsiye eder. Bu bir anlamda insanın kendi kendisini "Hüküm koyucu" ilan etmesini beraberinde getirir. Mesela "Mekke Döneminde" demokratik manada bir seçim yapılsaydı, Ebû Cehil ve taifesinin iktidara gelmesi kaçınılmaz olurdu. Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: istişare ile demokrasi arasında bir münasebet yoktur. İslâm fıkhında istişare; hakkında kat'i nass bulunmayan konularda , ilim ve rey sahiplerinin görüşlerinden istifade ederek en doğru kararı verme usûlüdür. Günümüzde demokrasi; hem bir siyasi rejim, hem "hakimiyeti kayıtsız ve şartsız insana tahsis eden" insanların savunduğu bir ideoloji haline gelmiştir. Diğer ideolojiler gibi, kuvvet ve kudret sahiplerinin hevâlarına göre keyfiyet değiştirebilmektedir. Hakkı ve hukuku değil, toplumu yönlendirebilen çevrelerin tercihini ön plâna çıkaran ideolojik demokrasi ile İslâm'ın temel hedefleri arasında önemli farklar vardır. İslâm'ın temel hedefi; insanların can, mal, nesil, akıl ve din emniyetlerini muhafaza etmek, hakkı ve hukuku korumaktır. İktidarın teşekkülünde, denetlenmesinde ve devredilmesinde insanların rızasını esas alan hilâfet rejimi de (bazı benzerlikler bulunsa bile) demokrasiden farklıdır.
221 Bilindiği gibi imamet; din ve dünya işleri hususunda Peygamber (sav)'e halife olarak umumi bir riyasettir. Dolayısıyle mü'minlerin imamının muktedir; yani hükümleri infaz ve ceza hukukunu icra edebilir olması şarttır. Gerek ilim, gerek takva noktasından zamanın en üstünü olması gerekmez. Ayrıca masum (günahlardan korunmuş) olması da şart değildir.
222 İmamın kâmil ve kesin bir velâyete sahip olması şarttır.(180) Bunun mahiyeti şudur: İmamette aranan vasıfların bir şahısta toplanması zaruridir. İmam-ı Merginânî: "Kâfirlerin, müslümanlar üzerinde velâyet hakları yoktur"(181) diyerek, bir inceliğe işaret etmiştir. İbn-i Abidin imamda aranan şartları şu şekilde izah etmiştir: "Halifenin, müslüman ve hür olması şarttır. Zira kâfir, müslüman üzerine veli olamaz. Köleden de halife olmaz. Çünkü onun (kölenin) kendisine veli olmaya hakkı yoktur. Başkasına nasıl veli olabilir. Sabi ile deli de, köle gibidir. Kadından da halife olmaz. Çünkü kadınlar evlerinde oturmakla memurdurlar. Onların hali tesettüre mebnidir. Peygamber (sav) buna işaretle, hükümdarları kadın olan bir kavim nasıl felâh bulur?" buyurmuştur.(182)
223 İmamın zâhir ve açıkta olması gerekir.(183) Zalimlerin galebe çalması ve düşman korkusu sebebiyle, halkın gözünden gizli olması mümkün değildir. İmamiyye Mezhebi; 12. imamın gizli oluğunu ve gelecekte zuhur ederek yeryüzünü adaletle dolduracağını iddia etmektedir.(184) Bir İslâm toprağı istilâya uğrarsa, orada bulunan müslümanların kendi aralarından birisini emir tayin etmeleri vaciptir..(185) Zira müslümanlar küfür ahkâmına razı olamıyacakları gibi, kâfirlerin velâyetini de kabul edemezler. Dünyanın en ücra köşesinde bile olsa, üç müslümanın kendi içlerinden bir emir seçmeden yaşamaları helâl olmaz.(186)
İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN HALLER
224 Önce küfür kelimesi üzerinde duralım. Arapça bir kelime olup "Kefera" fiilinden masdardır. Lûgat manası: "Bir şeyi örtmek, gizlemek, varlığı istifhama yer bırakmıyacak derecede açık olan bir şeyi, sun'i olarak gizlemektir."(187) Delâlet-i ve subûti kat'i nass'ları tasdik etmeyen ve Allahû Teâla (cc)'yı inkâr edenlere kâfir denir. İmam-ı Gazali küfrü "Resûl-i Ekrem (sav)'in getirmiş olduğu haberlere inanmamak ve onları yalanlamak"(188) şeklinde tarif etmiştir. İbn-i Abidin: "Küfür lûgatta örtmek manasınadır. Şeriatte ise: Hz. Muhammed (sav)'in kesin olarak dininden olup, Cenab-ı Hakk (cc) tarafından getirmiş olduğu bilinen şeylerde Resûlullah (sav)'ı yalanlamaktır"(189) tarifini esas almış!.. Allahû Teâla (cc)'ya iman etmeyen, Resûl-i Ekrem (sav)'in tebliğini kabul etmeyen ve "Zarurat-ı Diniyye" den olan hususları inkâr edenlere kâfir denir. Çoğulu "Küffâr" veya "Kefere"dir.(190)
225 Küfür ile birlikte ele alınması gereken diğer bir kavram da "şirk"tir. "Eş-Şerike" veya "Eş-Şirke" şeklinde kullanılan bu kelimenin lugat manası ortaklıktır.(191) İki ortağın sermaye ve emeklerini birbirlerine katmaları, mirasta, ganîmette, alım ve satımda birbirine şerik (ortak) olmalarına "Şirket" denilmiştir.(192) İslâmi ıstılâhta şirk; Allahû Teâla (cc)'ya inanmakla birlikte kudret ve kuvvette O'na (Allah'a) denk başka ilahları da tanımaktır. Açıktan açığa Allahû Teâla (cc)'ya ortak koşan, birkaç ilahın varlığını kabul edenlere "Zahiri Müşrik" denir. Allahü Teâlâ 'yı(cc) ikiye ayıran, hayrı yaratan "Yezdan", Şerri yaratan "Ehremen"dir diyen mecusiler, zahiri müşrik hükmündedir.(193) Allahû Teâla (cc)'ya lâyık olmadığı sıfatları nisbet edenler de müşriktirler. Hristiyanlar "Hz. İsa Allah'ın oğludur", Yahudiler de "Hz. Üzeyr Allah'ın oğludur" diyerek şirke düşmüşlerdir. Hristiyan ve Yahudiler, "Hakiki Müşrik" hükmündedirler.(194) Küfür ile şirk kavramı arasında, lafzî ayrılık mevcuttur. Her müşrik, aynı zamanda kâfirdir. Buna mukabil her kâfir, müşrik vasfı ile anılmayabilir. Ancak itikadî açıdan mahiyet birliği sözkonusudur. Hanefî fukahası: "Küfür tek millettir" .(195)hükmünde ittifak etmiştir.
226 Konumuzla ilgili olarak diğer bir ıstılâh da "İrtidat"dır. Reddetmek, geri çevirmek ve bir işten rücû etmek gibi manalara gelen "İrtidat"; İslâmî ıstılahta; iman ettikten sonra, küfre rücû etmeye (dönmeye) verilen isimdir.(196)
MÜRTED İLE KAFİR ARASINDAKİ FARK
227 Mürted ile kâfir arasında çok önemli bir fark vardır. Şöyle ki: Mürted İslâm'ın Allahû Teâla (cc) indinde yegâne din olduğunu ve kudsiyetini bildiği halde; dünya menfaati, hırs, hased, kin veya bunun gibi duygularla İslâmı terketmiştir. Bu duygular, irtidat eden kimseyi mü'minlere karşı mâharib (savaş ehli) durumuna getirir. Zira irtidatla birlikte bütün ismet-i şahsiyetini kayıp etmiştir.(197) Gayr-i müslim olan kâfir ise, davete muhtaçtır. Zira İslâm dini hakkında doğru bir bilgiye sahip değildir. İbn-i abidin: "İrtidat eden ve muhârib durumuna geçen kimsenin öldürülmesi dinin muhafazası için zarurîdir. Zira dinin muhafazası maslahatların en üstünüdür"(198) hükmünü beyan etmiştir. Hanefi fukahası irtidat eden erkeğin öldürülmesinde, kadının ise hapsedilmesinde müttefiktir.(199) Çünkü kadın muharib (Savaş ehli) durumunda değildir. Bu noktada şu hususu da hemen kaydedelim ki; mürted olan erkek de derhal öldürülmez!.. Önce irtidat sebebi araştırılır, şüpheye düştüğü konular kendisine yeniden izah edilir ve mühlet verilerek tecdid-i iman'a dâvet edilir.(200) Bütün bunlardan sonra, yeniden İslâm'a dönmeyi kabul etmezse "mü'minlerin emirinin görevlendirdiği kimsenin (kadı'nın) huzurunda, gereken ceza uygulanır ve öldürülür. Zira Resûl-i Ekrem'in (sav): "Kim dinini değiştirirse onu öldürün"(201) buyurduğu sabittir.
228 Kur'an-ı Kerim'de: "Sizden her kim dininden döner ve kâfir olarak ölür ise, işte onların dünya ve ahirette amelleri geçersizdir. Kendileri de cehennem ehlidir. Onlar cehennemin ebedî sakinleridir"(202) hükmü beyan buyurulmuştur. Dolayısıyle herhangi bir kimse İslâm dininden döner ve o halde iken ölürse; (Müslüman iken yapmış olduğu) bütün amelleri mahvolur.(203) İslâm ulemâsı; insanları küfre sürükleyen konular üzerinde hassasiyetle durmuştur. Çünkü bir müslümanın (Allahû Teâla (cc) muhafaza buyursun) küfre düşmesi; imtihanı kaybetmesi ve ebedî olarak cehennemde kalmasını gerektiren fecî bir hâdisedir.
İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN FİİLLER
(EF'AL-İ KÜFÜR)
229 VESEN'E VE SANEM'E TAPMAK: Önce "Vesen ve Sanem" kelimeleri üzerinde duralım. İbn-i Abidin: "Vesen; cüssesi olan, yani insan sûretinde ağaçtan, taştan veya gümüşten, cevherden oyulan heykellerdir. Cem'i "Evsan" gelir. Sanem ise cüssesiz sûrettir. Lugat ulemasından birçokları, aralarında böyle fark yapmışlardır. Bazıları aralarında fark olmadığını söylemiş; bir takımları da sûretten (resimden) başkasına "Vesen" denileceğini bildirmişlerdir. Binâye'de böyle denilmiştir"(204) buyurmaktadır. Dikkat edilirse Zâhir rivâye; insan heykellerine (neden yapılırsa yapılsın) "Vesen" resimlerine de "Sanem" denilmiştir. Bu iki kelime (Vesen ve Sanem) Türçe'de ortak bir lafız ile ifâde edilmiştir: Put!.. Ancak "Put" kelimesinin Farsça olduğu ve bu iki mahiyeti kuşatmadığı da açıktır. Şurası muhakkaktır ki; Allahû Teâla (cc)'dan başkasına ibadet etmek küfürdür. İslâm ulemâsı Vesen'e (heykele) Sanem'e (resime), güneş'e, ay'a, Yıldız'a ve Ateş'e secde etmenin küfür olduğu hususunda ittifak etmiştir.(205) Günümüzde Allahû Teâla (cc)'nın indirdiği hükümleri çirkin görüp, kendi heva ve heveslerinden hükümler icad eden ve İslâm'a karşı savaşan Tağut'ların varlığı mâlumdur. Bu Tağut'lar, kendisinden önce ölen atalarının heykellerini yaptırmayı ihmâl etmezler. Bunlara "Veseni" (Heykelperest) denir. İnsanlardan bir kısmı; Tağut'ların heykellerine, değişik isimler altında tapmaktadırlar.
230 KUR'ÂN-I KERëM'E HAKARET ETMEK VE PİSLİĞE ATMAK: Kasden ve taammüden Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını veya bir kısmını pisliğe atmak, insanı küfre sürükleyen bir fiildir.(206) Zira bu fiildeki hakaret unsuru, inkârın bir neticesidir. Ayrıca alay etmek niyetiyle; def ve ney gibi müzik aletleri eşliğinde Kur'ân-ı Kerîm okumak da, insanı küfre sürükler.(207) "Feteva-ı Zahiriye" de: "Eğlence tarzında bir kimse Kur'an'dan bir ayet okursa kâfir olur"(208) denilmiştir. Sonuç olarak; Kur'an-ı Kerim'e hakaret etmek ve alaya almak insanı küfre sürükleyen fiillerdir.
231 KÜFÜR ALÂMETLERİ'Nİ TAKMAK VE GİYMEK: Küffar'a ta'zim ve küfrü te'yid niyetiyle: Haç takınmak, zünnar kuşanmak, mecusî şapkası giymek (Kalensüvetu'l mecus) ve omuza gıyâr koymak, insanı küfre sürükleyen fiillerdir.(209) Ancak dikkat edilecek husus; "Küfrün âlâmet-i farikası" olan giyim ve kuşamda benzemenin haramlığıdır. Meselâ: Haç takınmak, Hristiyanların bir alamet-i fârikasıdır. Küffar'a ta'zim ve küfrü teyid niyetiyle "Haç takınan" kimse kâfir olur. Zira Haç işareti, Hz. İsa (as)'ın çarmıha gerildiği akaidinin simgesidir. Halbuki Nass'la sabittir ki, Hz. İsa (as) çarmıha gerilmemiştir. Haç işaretini boynuna takan bir kimse, nass'ı yalanlama durumundadır.
İNSANI KÜFRE DÜŞÜREN SÖZLER (ELFÂZ-I KÜFR)
232 İrtidat'ın meydana gelmesi için yegâne rükûn; müslüman olan bir kimsenin; diliyle, küfür olan bir hususa itikad ettiğini ikrar etmesidir. Yani küfür sözünün ikrar edilmesidir.(210) Küfür olduğu sabit olan herhangi bir hususu ikrar eden kimsenin; bu ikrarı sırasında akıllı olması şarttır.(211) Delilik, bayılma, uyku halinde iken sayıklama, hastalık (cinnet vs.) ve sarhoş iken küfür kelimesini söyleyen kimsenin irtidadına hüküm verilemez. Ayrıca mükellefin; kendi irade ve ihtiyariyle, herhangi bir ikrah sözkonusu olmadan küfür kelimesini söylemesi esastır. Ölüm tehdidi veya herhangi bir uzvunun koparılması tehlikesi ile başbaşa kalan (İkrah-ı Mülci) mükellef; kalbi ile mutmain olduğu halde küfür kelimesini söylerse, mürted olmaz. Çünkü bu hale şer'an ruhsat verilmiştir.(212)
233 Kur'an-ı Kerim'de: "Kalbi iman üzere (sabit ve bununla) mutmain olduğu halde; (cebr-ü) İkrah'a uğratılanlar müstesna olmak üzere kim iman ettikten sonra Allahû Teâla (cc)'yı tanımaz, küfre sine (-i kabul) açarsa, işte Allah'ın gazâbı o gibilerin başınadır. Onların hakkı en büyük azabtır"(213) hükmü beyan buyurulmuştur. Bu Ayet-i Kerime'de "İkrah" halinin müstesna olduğu sabittir. Ancak "İkrah-ı Mülci'nin" bütün şartlarının bulunması şarttır. Eğer İkrah-ı Gayr-i Mülci (Eksik olan ikrah) sözkonusu olursa, küfür kelimesini söylemeye ruhsat yoktur.(214) Bağlanma, hapis veya herhangi bir uzvun telef olmasına yol açmayan dövme; eksik olan ikrah cümlesindendir. Bu durumlarda kelime-i küfrü söyleyen kimse; ihtiyar ortadan kalkmadığı için, küfre düşer.
234 Kalbi imanla dolu olduğu halde; herhangi bir zorlama olmadan kendi irâde ve ihtiyariyle küfrü gerektirecek herhangi bir söz söyleyen kimse kâfirdir.(215) Ayrıca şaka yapma huyuna sahip olan bir mükellef, şaka olsun diye veya hoş vakit geçirme kasdıyla küfür olan bir sözü söylerse, inancı söylediği söze zıt bile olsa âlimlerin hepsine göre tekfir edilir.(216) Zira kat'î olan nass'ları, şaka konusu haline dönüştürmüştür.
235 Bir mükellef; küfrü gerektirmeyecek bir sözü söylemeyi kasdederken, dil sürçmesi veya bir hata sebebiyle küfür kelimesini konuşsa kâfir olmaz.(217) Zira kasdı; küfür kelimesini söylemek değildir. Durumu derhal düzeltmesi gerekir.
236 Kur'an-ı Kerim'de "Münâfıkların" durumu beyan buyurulurken: "Şayed onlara (Niçin alay ettiklerini) sorsan, "andolsun ki "biz ancak (yol zahmetini hissettirmemek için lafa) dalmış bulunuyor, şakalaşıyorduk" derler. De ki: Allah ile, O'nun ayetleriyle, O'nun Resûlü ile mi eğleniyordunuz? (beyhûde) Özür dilemeye kalkmayın. Siz iman (ettiğinizi ikrar)'dan sonra küfrettiniz"(218) hükmü zikredilmiştir. İslâm ulemâsı Allahû Teâla (cc)'nın zâtı, sıfatları, isimleri, emir ve nehiylerinin inkârının küfür olduğu hususunda ittifak ettikleri gibi(219), bu hususlarda, şaka olsun diye veya alay etmek için küçümseyici sözler sarfetmenin de küfre mûcip olduğu hususunda müttefiktirler.
237 Allahû Teâla (cc)'nın varlığına ve birliğine inanmakla beraber; O'nun diri ve ezelî oluşunu kabul etmemek, kat'î nass'larla sabit olan sıfatlarını inkâr etmek veya insan zihnince tasarlanabilen bir varlık olduğuna inanmak ayrıca Allah'ın bazı varlıklara hulûl ettiğini kabul etmek küfürdür.(220)
238 Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiylerini tebliğ için peygamber gönderdiğini kabul etmemek küfürdür.(221) Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur.
239 Allahû Teâla (cc)'nın peygamberler gönderdiğini kabul etmekle birlikte; bazı peygamberlerin nübüvvetini (Kur'an-ı Kerîm'de isimleri zikredilen) inkâr etmek küfürdür.(222) Çünkü bu konudaki kat'î nassları yalanlama sözkonusudur.
240 Kur'ân-ı Kerîm'in tamamını, bir kısmını, sûrelerinden herhangi birini inkâr etmek küfürdür. Ayrıca Kur'ân-ı Kerim'den olduğu sabit olan herhangi bir Âyet-i Kerîme'yi inkâr da tıpkı tamamını inkâr gibidir.(223)
241 Zarûret-i Dîniyye'den olduğu sabit olan herhangi bir hususun inkârı; mükellefi küfre sürükler.(224) Beş vakit Namaz'ın, Zekât'ın, Hacc'ın, Oruç'un, Cihad'ın farziyeti, zinâ'nın, adam öldürmenin, içki içmenin haram oluşu gibi kat'î nass'larla sabit olan emir ve nehiylerin reddedilmesi küfürdür. Ayrıca Delâlet-i ve Subûti Kat'î nass'larla sabit olan "Farz'lar dan ve "Haram"lardan şüphe etmek de tıpkı inkâr etmek gibidir.
242 Sihir yapan ve sihrin mübah olduğuna itikad eden kimse kâfirdir.(225) Bu hususta hiçbir ihtilâf yoktur.
243 Gaybten verdiği haber konusunda Kâhin'i tasdik etmek küfürdür. Kâhin gelecek zamanda vukû bulacak hâdiseleri veren, sırları bildiğini ve gayb âlemine ait bilgilere vâkıf olduğunu iddia eden kimsedir. Kâhin'in yaptığı işe kehanet denir. Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Bir kimse Kâhin'i verdiği haber konusunda tasdik ederse, Allahû Teâla (cc)'nın Muhammed'e indirdiğini inkâr etmiş olur"(226) buyurduğu da bilinmektedir. Mûteber bütün fıkıh kitaplarında: "Gaybı bildiğini iddia eden kimse de, Kâhin'e gidip onu tasdik eden kimse de kâfir olur" hükmü kayıtlıdır. Burada şunu da belirtelim ki; mutlak olarak gaybı bilme iddiası ile bazı emâreleri esas alıp hüküm verme birbirinden farklıdır. Bir doktorun; hastanın nabzını kontrol edip, bazı hükümlere varması gaybten hüküm vermesi manâsına gelmez. Ayrıca Peygamberlerin, ileride zuhur edecek hadiseleri haber vermeleri de; kehanetle değil, vahiy yoluyladır.
244 Küfür ile imanın aynı şeyler olduğunu, mahiyet olarak birbirinden farklı olmadığını söylemek küfürdür.(227) Zira "İman" ile "Küfür'ün" ayrı ayrı şeyler olduğu kat'î nass'larla sabittir.
245 Bir insanın, kendi nefsinin küfrüne rızâ göstermesi küfürdür.(228) Zira herhangi bir baskı olmadan hür iradesiyle kâfir olmaya râzı olmuştur. Bu hususta icma tahakkuk etmiştir. Ancak küfrü sevmemekle beraber; Allahû Teâla (cc)'nın kâfirlerden intikam alması için, onların küfür üzere ölmelerini temenni etmek küfür değildir.(229)
246 İbn-i Abidin: "Bir müslümanın dinden çıkıp çıkmadığında şüphe edilirse mürted olduğuna hükmedilmez. Bir müslümanın söylemiş olduğu küfür kelimesi ile dinden çıktığı kesin olarak bilinirse, mürted olduğuna hükmolunur. Dinden çıktığı kesin olarak bilinmezse, mürted olduğuna hükmolunmaz. Çünkü sabit olan müslümanlık şüphe ile zâil olmaz. Küfür büyük bir şeydir"(230) hükmünü zikrediyor. Gerçekten; irtidat ettiği sabit olan bir kimse, eğer erkek ise öldürülür, kadın ise hapsedilir. Dolayısıyle zan ile tekfîr câiz değildir.
DİĞER KONULAR
247 SAHABE-İ KİRÂM'I ANCAK HAYIRLA ANARIZ: Resûl-i Ekrem (sav)'e bey'at ederek; bütün yeryüzü müstekbirlerine karşı cihad eden Sahabe-i Kirâm'ı ancak hayırla anarız. Bilindiği gibi sahâbe: "Hz. Muhammed (sav)'e mü'min olarak mülâki olan, sohbetinde bulunan ve daha sonra mü'min olarak ölen şahıslara verilen isimdir."(231) İmam-ı Muhammed (rha) "Emirlerle birlikte cihad"ı izah ederken: "Sahâbe-i Kiram hakkında hayırlı sözlerden başkasının söylenmemesi hususunda Resûl-i Ekrem (sav)'den meşhur bir hadîs-i şerifin mevcud olduğunu kaydettikten sonra: "Ashabım hakkında Allahû Teâla (cc)'dan korkun!.. Onları hedef edinmeyin. Kim onları severse, muhakkak beni de sevmiş olur ve kim onlara eziyet ederse, Alettahkik bana da eziyet etmiştir"(232) hadîs-i şerifini zikrediyor. Hanefî fûkahasından Molla Hüsrev: "Selef-i salihin'e açıkça küfreden kimsenin de şahidliği kabul edilmez. Selef-i Salihin; sahâbe-i kirâm ve müctehid ulemâdır. Allahû Teâla (cc) hepsinden razı olsun. Çünkü bu işler (Selef-i Sâlihine dil uzatmak) o kimsenin aklının ve haysiyetinin kusurunu gösterir. Bundan kaçınmayan kimse yalandan da kaçınmaz"(233) hükmünü beyan ediyor. Sonuç olarak; Ehl-i Sünnet olan mü'minler sahâbe-i kirâm'ı daima hayırla anarlar. Onlar arasındaki ihtilafları bahâne ederek kat'iyyen hukuklarına dil uzatmazlar. Ehl-i Bid'at ise; sahâbe-i kirâm'ın arasındaki ihtilafları bahane ederek, ileri geri sözler sarfetmekten kaçınmaz.
248 ESAS OLAN "BEYNE'L HAVF VE'R RECA" HALİDİR: Kur'an-ı Kerim'de: "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Zira hakikat şudur ki; kâfirler güruhundan başkası Allah'ın rahmetinden ümidini kesmez"(234) hükmü buyurulmuştur. Mü'minler; Allahû Teâla (cc)'nın yaratmış olduğu nimetlerin bile sayılamayacağının şuurundadırlar. Dolayısıyle bunca lütûf ve ihsânı dikkate alarak; lâyıkı ile kulluk yapamadıklarını îtiraf ederler. Bu sebeble korku içerisindedirler. Ancak kat'iyyen Allahû Teâla (cc)'nın rahmetinden ümitlerini keserek, yeis içine düşmezler. İmtihânı kazandığı sabit olmayan hiç kimse de; Allahû Teâla (cc)'nın azabından emin olamaz. Bu sebeble hayatlarını "Beyne'l havf ve'r Reca" (Korku ile ümit arasında) esâsına göre tanzîme gayret ederler.
249 BİR VELİ, ASLÂ BİR NEBİ'NİN DERECESİNE ULAŞAMAZ: Allahû Teâla (cc)'nın emir ve nehiyleri altında sızlanmamak, sabretmek ve her an imtihan üzere olduğunu hatırda tutarak; "ihsan" makamına ulaşmak her mü'minin görevidir. Resûl-i Ekrem (sav) ve Sahâbe-i Kirâm'ın zühd ve takva hususunda ne kadar titiz oldukları malûmdur. Esasen Zühd; insanı Allahû Teâla (cc)'ya kulluktan alıkoyan herşeyi terketmektir. İbn-i Abidin "Şeriat, târikat ve hakîkat" ıstılâhlarını izah ettikten sonra: "Bu üç şeyden murâd, kuldan beklenen kulluk vazifesinin beklendiği şekilde yapılmasıdır"(235) hükmünü beyan ediyor. İmam Ebû Yusr Muhammed Pezdevi (rha): "Şeriat hakîkattir, hakîkat şeriattan başka değildir"(236) buyuruyor. Şer'i şerife ihlâsla sarılan ve insanları Allahû Teâla (cc)'nın dini uğruna cihad'a çağıran mürşid-i kâmil'ler devamlı mevcuddur. İslâmî ıstılahta: "Bütün kalbi ile Allahû Teâla (cc)'ya yönelen mü'min ve takva sahibi kimselere velî denilmiştir."(237) Yeryüzünde Tağuti güçlerle cihad eden Allahû Teâla (cc)'nın veli kullarına ne kadar hürmet edilse azdır. Ancak bunların kat'i olarak imtihanı kazandıkları ve sû-i hatime endişesinden kurtuldukları iddia edilemez. Halbuki Nebî'ler için; böyle bir tehlike sözkonusu değildir. Zira Nebi'ler bazı sıfatlarla, insanlardan ayrılırlar. Sadrüddin Taftazani bu konuda şunu kaydediyor: "Kerramiye'den bazılarının "Velî'nin nebî'den üstün olması caizdir" demeleri küfürdür, sapıklıktır."(238) Sonuç olarak: Bir velî, asla bir nebi'nin derecesine ulaşamaz.
250 Ehliyet sahibi olduğu sürece bülûğ çağına ermiş bir insan; kendisinden emir ve nehiylerin sakıt olacağı bir mevkie ulaşamaz. Kur'ân-ı Kerîm'de: "Sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et..."(239) hükmü beyan buyurulmuştur. Ehl-i Sünnetin müctehid imamlarına göre; teklîf-i ilahîden maksad imtihandır. Dolayısıyla kuldan hiçbir suretle teklifler düşmez.(240) Alemlere rahmet olarak gönderildiği kat'i nass'la sabit olan Resûl-i Ekrem (sav)'in ibadetler hususundaki titizliği, tevatür derecesindeki haberlerle sabittir. Ehl-i Bid'at'tan bir zümre (İbahi'ler) "Bir kul son derece Allah'a muhabbet makamına erişip, kalbi gafletten temizlenirse, zahiri ibadetlerin düşeceği" iddiasını ortaya atmışlardır. İbn-i Abidin: "İbn-i Kemâl'in risalesinde zikredilmiştir ki; tasavvuf davasında bulunanlardan bazısı, yüksek bir dereceye vasıl olduğunu, kendisinden ibadet ve taatın düştüğünü ve kendisine bütün günahları işlemenin helal olduğunu iddia eder. Böyle bir kimsenin öldürülmesinin vacip olmasında şüphe yoktur. Çünkü bunun dine zararı pek büyüktür. Böyle bir davada bulunmakla her şeyi mübah kılan kimse kapanmayan bir kapı açmış olur ve bu kimsenin zararı haramların mübah olduğuna inanan kimsenin (İbahi'lerin) zararından daha büyüktür. Çünkü haramların mübah olduğuna inanan kimse küfrünün meydana çıkacağından korkarak bu sapık fikrini söylemekten çekinir. Bu kimse ise ibadet ve taatın, haram ve helâlın dinde kendi derecesine ulaşamayan kimselere mahsus olduğunu iddia edip bütün faasıkları "kendisi gibi yüksek mertebeye ulaştıklarını" iddiaya davet eder"(241) buyurarak, ehl-i bid'at tasavvufçular arasında da, bu sapık anlayışın bulunduğunu kaydetmektedir.
251 "EHL-İ KIBLE'NİN" TEKFİRİ CÂİZ DEĞİLDİR: Resûl-i Ekrem (sav)'in: "Kim bizim kıldığımız namazı kılarsa, bizim kıblemize yönelirse, kestiğimizi yerse işte Allah ve Resûlünün zimmetinde bulunan müslüman budur. Allah'ın zimmetini bozmayın" hadis-i şerifini esas alan Ehl-i Sünnet'in müctehid imamları: "Kıble ehlinin tekfîri câiz değildir" hükmünde ittifak etmiştir.(242) Hanefî fûkahasından Molla Hüsrev: "Ehl-i ehva kelâm kitaplarında zikredildiğine göre inançları Ehl-i sünnet'in inançlarına uymayan ehl-i kıbledir. Bunların şahitlikleri kabul edilir."(243) hükmünü zikreder. Alauddin El Haskafî "Bid'at ehlinin imâmeti'ni" izah ederken: "Bid'at: Peygamber (sav)'den malûm ve meşhur olan şeyin aksini itikad etmektir. Fakat bu bir inad sebebiyle değil, bir nevî şüphe iledir. Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri bid'at sebebiyle tekfir edilemez" hükmünü kaydeder. İbn-i Abidin bu metni şerhederken: "Bizim kıblemize dönenlerden hiçbiri şüphe ile kurulan bid'atten dolayı tekfir edilemez. Ama zarurat-ı dîniyye hususunda muhâlefet edenin küfrüne hilâf yoktur"(244) diyerek, konuya açıklık getirir. Sonuç olarak; inanılması zarurî olan hususları inkâr etmediği müddetçe, ehl-i kıble tekfir edilmez.
(22) Christopher Henry Dawson-Batı'nın Oluşumu-İst: 1976, Sh: 25.
(23) Orhan Hançerlioğlu-Felsefe Ansiklopedisi-İst: 1977, C: 2, Sh: 335, ayrıca Harry J. Dell-Encyclopedia Americane-C: 14, Sh: 73-74 (Hellenizm maddesi).
(184) İmamiyye Mezhebinin iddiası şudur: 12. imam kaim müntezar Mehdi Hicri: 260 (Miladi: 873) yılında Samarra'da bir mağaraya gizlenmiştir. O tarihten başlıyarak, zuhur edinceye kadar gizli olarak yaşıyacaktır. Bu "Gaybubet-i Kübra" döneminde işlerini onun adına takip eden naibleri vardır.
(243) Molla Hüsrev-Dürerû'l Hükkâm fi Şerhû Gurerû'l Ahkâm-İst: 1307, C: 2, Sh: 376.
(244) İbn-i Abidin-A.g.e C: 2, Sh: 409-410.
***************************
Ahmet Mahmut ÜNLÜ (Cübbeli Hocaefendi) İstanbul – 2005
“Şüphesiz ki işte bu, benim dosdoğru yolumdur. Buna uyun. (Başka) yollara uymayın. Çünkü O yollar sizi onun (Allah’ın) yolundan ayırır. İşte sakınmanız için (Allah) size bunları vasiyet (emr) etti.”(En’am Suresi:153)
MÜELLİF DERKİ:
İşte bu risalede açıklanan inançlar, beş vakit namazın her rekatında kavuşmak için dua ettiğimiz ve uymak- la emredildiğimiz “Sırat-ı Müstekim” ehli olan ‘Ehli Sünnet ve’1 cemaat’ in dosdoğru görüşleridir.
MUKADDİME
ÖNSÖZ
Şüphesiz bu dünyaya gelen her insan için ilk olarak elde etmesi gereken en önemli şey imandır. Dünya ve Ahiret saadeti bu imanla yaşayıp bu imanla ölmeye bağlıdır.
Ameller hususunda müsamaha varsa da itikat hususunda hiç bir yanılmanın ve eksikliğin affı yoktur.
Bundan dolayı şirkin dışındaki günahlar hakkında Allah’ın dilemesine bağlı olarak affı mağfiret sözü varsa da şirk üzere ölenin asla affedilmeyeceği, Cennet yüzü görmeyip Cehennemden çıkamayacağı kesindir.
Öyleyse ebedi kurtuluş arayan herkesin her şeyden evvel iman konusu üzerinde durarak Allah indinde yüzünü ak edecek sağlam bir inanca sahip olması gerekir.
Ancak şu var ki her: “İnandım” diyenin imanı Allah katında muteber değildir.
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) de ar kasından ümmetinin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan yetmiş ikisinin dalalette kalıp “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat” tan ibaret olan tek bir fırkanın kurtulacağını defaatla açıklamıştır.
İşte elinizdeki bu kitap sizlere bu Fırkay-ı Naciye (kurtulacak fırka) nın neye nasıl inandıklarını ve bu cemaatten olabilmek için inanılması gereken şartları, anlayacağınız bir dilde madde madde beyan etmektedir.
Bu kitapta zikredilen hususları bilip bellemeden ve böylece inanmadan aklı, zekası ve rütbesi ne olursa olsun hiç bir ferdin ahirette kurtulması mümkün değildir.
0 halde Allah ve Resulü tarafından bize sarkıtılan bu ipe sımsıkı tutunarak istenilen sağlam inanca sahip olmalı ve bu marifetlerden mahrum olan insanlara ulaşıp bu eseri acilen ulaştırmalıyız ki, belki de bu sayede bir insan daha Ehl-i Sünnet inancıyla ölme nimetine mazhar olarak ebedi azaptan kurtulur.
Bu risalemizdeki ilimleri halka ulaştırmak günümüzün en önemli meselesidir.
Zira bugün insanlar neye nasıl inanacaklarım şaşırmış bir şekilde bocalamaktadırlar. İşte bu gibi insanlara bu eseri ulaştırmak onlara yapılacak en büyük hayırdır.
Bu konuda daha önce bir çok kitap yazılmışsa da kimisi kısalığından yeterli olmamakta kimisi de dilinin ağırlığı ve uzunluğundan dolayı istifadeyi azaltmaktadır.
Ama, bu kitap her kesim insana hitap edecek ve ikna edecek niteliktedir.
Allah-u Tealâ’dan niyazımız, insanlara acı yarak imanla ölmelerini temin etmek için kaleme aldığımız bu risalemizi bize de acıyarak imanla çene kapamamıza vesile kılmasıdır.
Şüphesiz duaları hakkıyla işiten ve kabul eden ancak Odur.
Ahmed Mahmud ÜNLÜ (Cübbeli Ahmet Hocaefendi)
İTİKAT
(İNANÇ)
DİN: Allah-u Teala tarafından konulan bir kanundur ki, insanlara yaratılışlarındaki gaye ve hedefi, Allah-u Teala’ya ne suretle ibadet yapılacağını bildirir.
Din insanları, güzel olanı seçmeleriyle, hayırlı olan şeylere götürür.
Bu ilahi kanunu Peygamberler vahiy suretiyle Cenab-ı Haktan öğrenerek insanlara ulaştırmışlardır.
İMAN: Allah-u Teala’ya ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Allah-u Teala tarafından getirdiği Ahkam-ı İlahiyye” ( İlahi hükümler) in tamamına inanmak ve kabullenmekten ibarettir.
İSLAM: İmanla aynı manadadır. Dolayısıyla her mümin, müslim; her müslim de mümindir. Gerçi lügat itibarıyla iman, inanmak; islam ise teslimiyet ve boyun eğmek anlamlarına gelmekteyse de din açısından ikisinin de hükmü birdir.
İMAN ŞARTLARI:
(Amentübillahi ve melaiketihi ve kütübihi ve rusülihi velyevmil ahiri ve bilkaderi hayrihi ve şerrihi minallahi teala velba’sü ba’delmevti hakkun eşhedüenla ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve resulühü)
( Manası )
“Ben, Allah-u Teala’ya, meleklerine, kitaplarına, Resul (Peygamber) lerine, Ahiret gününe, kader (takdir edilen şeyler) in hayırlısı ve şerlisi (yaratılmak yönünden) Allah-ü Teala’dan olduğuna inandım.
Öldükten sonra dirilmek de haktır. Ben şehadet ederim ki Allah-u Teala dan başka hiçbir ilah yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Allah (-u Tealan) in kulu ve resulüdür.”
Bilindiği üzere iman şartları altıdır.
1- ALLAH’A İNANMAK.
Tabiki Allah’a inanmak için evvela onu tanımak lazımdır. Yahudi ve Hıristiyanlar da Allah inandıklarını söylemektelerse de; “Allah’ın oğlu ve hanımı var” şeklindeki sapık inançlarından dolayı Allah’a inanmaları muteber sayılmamıştır.
Dolayısıyla Allah’a inanmak, onun: “Varlığına, birliğine, doğmadığına, doğurmadığına, oğlu kızı ve hanımı bulunmadığına, eşi dengi olmadığına, bütün kemal sıfatlarla muttasıf olup, bütün noksan sıfatlardan münezzeh olduğuna” inanmak demektir ki bu hususta daha geniş malümat ileride görülecektir.
O Halde Allah-u Teal hakkında şuna inanmalıyız ki, “Allah-u Teala varlığı vacip olan, yokluğu düşünülemeyen ve varlığı zatından olup hiçbir kimseye muhtaç olmayan bir zattır.”
Allah-u Teala, tektir. Zatında da sıfatlarında da hiç bir ortağı yoktur.
Allah-u Teala, bütün kemal sıfatlarla mevsuf (üstün sıfatlara sahip) olup, noksan sıfatların tümünden münezzeh (son derece uzak) tır
Allah-ii Teala hiç bir icap (kimsenin zor laması) olmaksızın dilediğini yapan, hiç şüphesiz mahlukatı yaratan ve her yaptığını bir hikmete dayalı olarak yerli yerinde yapandır.
2- MELEKLERE İNANMAK.
Melekler, değişik şekillerde görülebilen, zor işlere Allah’ın izniyle güçleri yeten latif cisimler (nurani varlıklar) dır.
Gece gündüz hiç durmadan tesbih ederler. Allah’a isyan etmezler, emrolunanı yaparlar. Onlardan bazısı Rabbisinin emriyle işleri tedbir etmekte (yönetmekte) dir. Onlardan kimisi semavi (gök ehli), kimisi de erazi (yer ehli) dir.
Meleklere dişi isimleri takıp böylece resimlerini yapmak, insanı kafir edecek sapık bir inançtır.
Meleklerin Peygamberleri (büyükleri) başlıca dört tane olup, bunlardan Cebrail (Aleyhisselam), Peygamberlere vahiy getirmek, harp ve zelzele gibi afet1eri yönetmekle, Mikail (Aleyhisselam ), rızıkları takip etmekle, İsrafil (Aleyhisselam) amellerini kontrol ile, Azrail (Aleyhisselam) ise ruhları almakla görevlidirler.
Melekler Allah-u Teala’dan izinsiz hiç bir şeyi kendiliklerinden yapamadıkları için her hangi bir nedenle onlar hakkında kötü konuşmak ve onlara düşman olmak, gerçekte Allah’a düşmanlık sayıldığından insanı dinden çıkarır.
Bu husus Yahudilerin Cebrail (Aleyhisselam) a düşmanlığı ile ilgili olarak Bakara suresinin 97- 98. ayet-i kerimelerinde zikredilmiştir.
3- KİTAPLARA İNANMAK.
Allah-u Teala yüzdört kitap indirmiş olup bunların dördü büyük kitap yüzü ise sahifelerden ibarettir.
Bu kitaplarda Allah-u Teala’nın emir ve nehileri (yasakları) vaad ve vaidi (müjde ve tehditleri) mevcut olup, hepsi Allah-u Teala’nın kelamıdır.
Bu kitaplara karşı vazifemiz, onların Allah-ü Teala’dan geldiğine inanıp, Kuran-ı Kerim gelmekle diğerlerinin okunmalarının, yazılmalarının ve bazı hükümlerinin neshedilmiş (geçer siz kılınmış) olduğunu bilmemizdir.
Bugün okuyup amel etmekle emrolunduğumuz tek ilahi kitap, Kur’an-ı Hakimdir ve onun hükmü kıyamete kadar geçerlidir.
Dört büyük kitaptan Tevrat, Musa (Aleyhisselam) a, Zebur, Davud (Aleyhisselam) a, İncil, İsa (Aleyhisselam) a, Kuran-ı Kerim de Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e indirilmiştir.
Kur’an-ı Kerimin bütün ayetlerine inanmak gereklidir. Bir ayetini inkar, tümünü inkar sayılır. Dolayısıyla namaz, abdest ayetlerine inanıp da, faizin haramiyeti gibi, muamelatla, hırsızın kolunun kesilmesi gibi, ukûbat (cezalar) la ilgili ayetleri inkar etmek, insanı kıpkızıl kafir eder.
Çünkü faizin yasaklığı, Bakara suresinin 275. ayetinde, kol kesme cezası da Maide suresinin 38. ayetinde zikredilmektedir.
İslam dini ve Allah’ın yolu anlamına gelen “Şeriat” ı inkar etmek de kafirliktir. Zira Şeriat’a uymak, Casiye suresinin 18. ayeti kerimesinde Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e, dolayısıyla bütün ümmetine Allah-u Teala’nın en büyük emirlerinden biridir.
4- PEYGAMBERLERE İNANMAK.
Allah-u Teala’nın resüllerine iman, onların “Allah-u Teal tarafından kullarını müjdeleyici ve korkutucu, onlara din ve dünya işlerinde muhtaç oldukları bilgileri açıklayıcı olarak gönderilmiş kullar” olduklarına inanmaktır.
6 -Tebliğ (kimseden çekinmeden hakkı duyurma) 7 – Akıl, zeka, fetanet ve görüş gücünün zirvesine ulaşmak.
PEYGAMBERDE OLMAMASI GEREKEN VASIFLAR
1-Ana – babasının zinaya bulaşması,
2- Katılık, kabalık, sertlik gibi kötü huylar,
3 – Alaca ve cüzzam gibi insanları nefret ettiren ayıplar,
4 – Yol üzerinde yemek yemek gibi mürüeti ihlal eden (kişiliğe zarar veren) işler,
5 – Hacamat (kan almak) gibi düşük mesleklerle iştigal,
6 – Ümmetin kabulünü engelleyecek her türlü amel ve vasıf.
Şu bilinmelidir ki peygamberler genel manada küfrün ve yalanın bütün çeşitlerinden büyük günahlardan ve bir lokma çalmak gibi insanları nefret ettiren küçük günahlardan ve diğer küçük günahları kasten işlemekten müberra (uzak) tırlar.
Peygamberlerin ilki Adem (Aleyhisselam) olup, sonuncusu Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir.
Bu ikisi arasında bir rivayet: “Yüz yirmi dört bin,” bir rivayet: “İki yüz yirmi dört bin” Peygamber geçmiştir.
Sayıları hakkında kesin bir rakam vermeyip, “Allah tarafından gönderilen bütün Peygamberlere inandım.” demek daha uygundur.
Bu Peygamberlerin hepsine inanmak gerekli olup birini inkâr hepsini inkar sayılır. Bu Peygamberlerin Allah (Celle Celalühü) tarafından getirdikleri ayetlere inanmak gereklidir.
Dolayısıyla Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in buyurduğu kesinlikle bilinen sağlam senetli hadisleri inkar etmek, Kur’an ayetlerini inkar gibi insanı kafir eder.
Peygamberlerden üç yüz onüç tanesi hem Resul hem de Nebi olup diğerleri sadece Nebi’dir.
Resul: “Kendisine yeni bir kitap veya değişik bir hüküm vahyedilen zat,”
Resullerden beş tanesi, “Ülü’l-Azm” olup bunlar da Nuh, İbrahim, Musa, İsa ve Muhammed Mustafa (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) dir.
Bunların en üstünü, kainatın efendisi sevgili Peygamberimiz Muhammed Mustafa’dır.(Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
5 – AHİRET GÜNÜNE İNANMAK.
Öldükten sonra dirilip Allah-ü Teala’nın huzurunda hesaba çekilerek, herkesin yaptığının karşılığını bulacağı ahiret alemine inanmak, Allah-ü Teala’ya inanmak gibi zaruri bir meseledir.
Maalesef günümüzde müslüman olduklarını söyledikleri halde öldükten sonra dirilmek hakkında şüphesi olanlar vardır. Halbuki bu husus şüphe kaldırmayan iman esaslarından biri olarak “Amentü” de yer almıştır.
Nitekim altı esas sayıldıktan sonra okunan “Ölümden sonra dirilmek haktır.” cümlesi de ahirete imanın önemine dikkat çekmektedir.
6-KADERE, HAYIR VE ŞERRİN YARATILMAK BAKIMINDAN ALLAH-U TEALLA’DAN OLDUĞUNA İNANMAK.
Kader, Allah’ın sırlarından bir sır olup, bu hususta çok konuşup yorum yapmaya müsait değildir.
Ancak her müslümanın şuna inanması gerekmektedir ki, Alemlerin yaratılmasından sonsuza kadar olup bitecek hiç bir şey rasgele olmayıp, her şey Allah-ü Teala’ın kaderiyle, tak diriyle, ayarlamasıyla, düzenlemesiyle, iradesiyle ve kudretiyle meydana gelmektedir.
Dolayısıyla yaratılmak bakımından hayır da şer de, iyi de kötü de, sevap da günah da Allah tarafındandır.
Ancak Allah-ü Teala kulun yaptığı hayırdan razı olup şerre rıza göstermemektedir.
Böyleyken de imtihan olsun için kulun yapmak istediği ve gücünü kullandığı kötülükleri yaratmaktadır.
Mevla Teala, kulunu günah işlemeye zorlamayıp, şerleri kulunun irade ve kudretini (istek ve gücünü) kötüye kullanması neticesinde yarattığından, hiç bir şekilde mesul değildir. Kullar ise yaptıklarından sorumlu olacaklardır.
İTİKADİ MEZHEPLER
SORU: İtikadi mezhepler kaç kısımdır?
CEVAP: iki kısımdır. “Ehl-i Sünnet”, “Ehl-i Bid’at
SORU: Ehl-i Sünnet ne demektir?
CEVAP: Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) ve ashabının gittiği yoldan gidenlerdir.
Zira Avf ibn-i Malik (Radiyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem ) şöyle buyurmuştur :
“Yahudiler yetmişbir fırkaya ayrıldılar. (Bunlardan) biri Cennette, yetmişi ateştedir.
Hıristiyanlar da yetmiş iki fırkaya ayrılmıştır. (Onlardan da) yetmişbir fırka ateşte, biri cennettedir.
Muhammed’in canı (kudret) elinde bulunan (Allah-u Teal’âya) yemin ederim ki elbette benim ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka Cennette yetmiş iki fırka ateştedir.
Bunun üzerine: “Ya Resulullah! Cennette olan fırka kimlerdir?” diye sorulduğunda, Resulullah: (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) “(Ehl-i Sünnet Ve’l) Cemaattir.” diye cevap verdi.
Abdullah İbn-i Amr (Radiyallahu Anh) dan rivayet edilen diğer bir hadis-i şerifte de Resulullah (Sallallahu Aleyhi Ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Yakında benim Ümmetim yetmiş üç fırkaya bölünecektir ki, bunların biri dışında hepsi ateştedir”
O zaman: “O bir hangisidir?” diye sorulunca, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem): “Bugün, benim ve ashabımın, üzerinde bulunduğu (yoldan gidenler) dir.” buyurdu. SORU: Ehl-i Sünnet kaç kısımdır?
CEVAP: Üç kısımdır.
SORU: Selefiyye kimlerdir?
CEVAP: Ashab-ı Kiram ve tabiin’in mezhebini kendilerine mezheb edinmiş fakihler (fıkıh alimleri) ve mahaddisler (hadis alimleri) dir.
Bunlar, Allah-u Teala Hazretlerinin isimlerini ve sıfatlarının ayet ve hadislerde beyan edildiği üzere Allah-u Teala’nın şanına uygun bir şekilde ispat edip, te’vile (yorum yapmaya) kalkışmayanlardır.
Mesela: Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) in rivayet ettiği bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Gecenin son üçte biri kaldığı zaman (imsak vaktinden önceki vakitlerde) Ulu ve Yüce olan Rabbimiz her gece dünya semasına (şekilden münezzeh olduğu halde) iner ve:
‘Bana kim dua eder ki, onun duasına icabet edeyim! Benden kim hacet (dilek) ister ki, ona (dileğini) vereyim! Benden kim mağfiret diler ki, onu mağfiret edeyim!’ buyurur.”
Selefiyye mezhebi bu hadis-i şerifte geçen “Rabbimiz iner.” sözünü hakiki manasından başka bir mana ile tevil etmeyip, “Rabbimiz, keyfiyetini (şeklini) bilmediğimiz bir halde iner,” diyerek bu inişi Allah-u Teala’nın şanına yakışır bir şekilde ifade etmişlerdir.
Yine böylece ayet ve hadislerde Allah-u Teala’ya isnad edilen el, yüz, ayak gibi ifadeler de bu kabildendir.
SORU : Ebû Mansur-u Matüridi kimdir?
CEVAP: İmam Ebü Mansur-u Matüridinin adı Muhammed’dir. Hicretin 280. yılında, Buhara ilçelerinden bir ilçe olan Maturid’de doğmuştur. Ve bu köye nisbet edilerek kendi sine: “Matüridi” denilmiştir.
Ehl-i Sünnet itikadını müdafaa etmekte ve batıl inançları akli ve nakli deliller getirerek reddetmekte büyük çaba göstermiş ve bu hususta önemli kitaplar yazmıştır. Bu itibarla Maveraü’n-Nehr’de Hanefilerin imamı olmuştur.
Binaenaleyh Hanefi mezhebinde bulunan müslümanların çoğunluğu inanç ve itikatta Ebü Mansur-u Maturidi’ye bağlıdırlar.
Hicri 333 yılında Semer kant’ta vefat etmiş . Üstadımız Hacı Mahmud efendi Hazretleri ile birlikte kabri şerifini ziyaret etmek bu fakire nasip olmuştur.
SORU : İmam-ı Eş’ari kimdir?
CEVAP: İmam-ı Eş’ari’nin ismi Ali, baba sının adı da İsmail’dir. Hicretin 260. yılında
Basra’da doğmuş, 324. yılında Bağdat’da ansızın vefat etmiştir.
Kendisi Şam mezhebine bağlı idi. Maliki ve Şafii mezhebine bağlı olanların hemen hemen hepsi, Hanefi’lerin bir kısmı ve Hanbelilerin bazı ileri gelenleri itikat konularında İmam Ebu’l-Hasen El-Eş’ariye uyarlar.
SORU : Eş’ariler kimlerdir?
CEVAP : Ebu’l-Hasen El-Eş’ari’yi itikat hususunda imam kabul eden kişilerdir.
SORU: Matüridi mezhebi ile Eş’ari mezhebi arasındaki ihtilaflar nasıl yorumlanmalıdır?
CEVAP : Bu iki mezheb arasında temel prensiplerde ayrılık yoktur. Ancak; ikinci derecede bulunan bazı meselelerde görünüşteki ifade değişikliğine dayanan ayrılıklar var ise de, her iki mezhebin hedefleri birdir.
SORU: Ehl-i Bid’at kimlerdir?
CEVAP : Asr-ı saadetten sonra ortaya çıkmış, Şer’i bir delile dayanmayan bazı inanç ve davranışları benimseyen gruplardır.
Diğer bir ifade ile Sünni kelamcılara göre:
Allah-u Teala’yı bir şeye benzetme veya Allah-u Teala’yı cisim olarak kabul etme gibi aşırı görüşlere sapmayan Selef alimleri ile Matüri diye ve Eş’ariye dışında kalan fırkaların tamamı Ehl-i Bid’at’dır.
SORU : Ehl-i Bid’at’ı EhI-i Sünnet’ten ayıran temel özellikler nelerdir? CEVAP : Bu özellikleri aşağıdaki ana noktalarda toplamak mümkündür:
1- Nasların (ayet ve hadislerin) ruhuna ve İslam’ın temel yönelişlerine vakıf olmamak.
Nitekim Mutezile’nin, mürtekib-i kebire (büyük günah işleyen bir kimse) yi ne mümin ne de kafir saymaları bu kabildendir.
Halbuki bir çok ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerde hiç bir günahın insanı dinden çıkartmayacağı açıkça belirtilmiştir.
2- Yabancı kültürlerin etkisi altında kalıp ayet ve hadisleri uzak yorumlarla te’vil etmek. Sapık Mutezile fırkasının:
“O gün bir takım yüzler aydındır. Rabbisine bakıcıdır.” (Kıyamet Suresi: 22-23)
Ayet-i kerimelerini: “Rablerinin emrini bekleyicidirler.” diye te’vil etmeleri son derece yanlıştır ve uzak bir yorumdur.
3- Kur-an’ın kendisine has üslûp ve Arap dilinin ifade özelliklerine bakmaksızın bazı ayetlerin ve hadislerin zahirine takılıp kalmak.
Yine aynı fırkanın: “Gözler O’nu idrak edemez.” (En’am suresi:103 den)
Ayet-i kerimesini: “Gözler Allah-u Teala’yı göremez’ diye tefsir etmeleri, Arap dilinin özelliklerini göz ardı etmelerindendir.
Zira idrak, anlamak ve kavramak manalarına gelmektedir ki, burada, Allah-u Teala’nın öz zatının kimse tarafından idrak edilemeyeceği, tam manasıyla anlaşılamayacağı, gören göz tarafından kuşatılamayacağı açıklanmak istenmiştir.
Yoksa şekilsiz, örneksiz ve idraksiz bir görme reddedilmemiştir. Aksine bir çok ayet ve hadislerde bu husus ispat edilmiştir.
4- Ayet ve hadislerin yorumlanmasında peşin ve indî görüşleri, ayet ve hadislerin murat
(kastedilen) manalarına hakim kılmak.
İbn-i Teymiye ve sapık yandaşlarının:
“Rahman arşın üzerine istiva etti.” (Taha Suresi: 5) Ayet-i celilesine: “Rahman arşın üzerine oturdu.” diye mana vermeleri ve bir çok hadis-i şeriflerde:
“Allah-u Teala’nın nüzûlü” ile ilgili geçen ifadeleri, bildiğimiz manada inmekle tefsir etmeleri, ayet ve hadislerden kastedilen manaları anlamamazlıktan gelmektir.
Zira burada anlatılmak istenen, Allah-u Teala’nın, zatına layık bir istiva ile arşa hükmetmesidir.
Oturmak, kalkmak, inmek, çıkmak gibi işler ise sonradan yaratılanlara mahsus olduğundan:
“O’nun (Allah-u Teala’nın) benzeri hiç bir şey yoktur.”(Şura Suresi:11) ayet-i kerimesiyle
Allah-u Teala’dan uzak tutulmuştur.
Yine böylece zamanımızda bulunan bazı kimselerin, Mehdi ve Deccal ile ilgili hadis-i şerifleri kendi görüşlerine göre yorumlamaları, gerçek Mehdi ile hiç alakası olmayan kimseleri Mehdi ilan edip, hakiki Deccal’dan çok uzak olanları Deccallıkla vasıflamaları, Ehl-i Sünnetin görüşlerine hiç uymamaktadır.
Evet! Hazreti Mehdi’den evvel onun öncüsü olmak üzere bir takım Mehdi denebilecek alimler, Deccal’dan önce de onun hazırlıkçısı olan Deccalların çıkacağı hadis-i şeriflerde zikredilmiştir.
Fakat gerçek Mehdi’nin kıyamete yakın çıkacağı, hakiki Deccal ile savaşacağı ve İsa (Aleyhisselam) in ona yardım etmek üzere gökten ineceği hakkında, inkarı insanı kafir edecek derecede kati ve mütevatir hadis-i şerifler bulunmaktadır ki biz bunların bir kısmını “Nüzü’l-i Mesih” isimli (5 numaralı) risalemizde açıklamışızdır.
Bu sapıkların iddiasına göre ise Mehdi de Deccal da gelmiş geçmiş fakat ne İsa
(Aleyhisselam) inmiş ne de kıyamet kopmuştur.
5- İslam’ın ilk neslini oluşturan ve onu her yönüyle sonraki nesillere aktaran Ashab-ı Kiram
(Radiyallahu Anhüm) a karşı iyi niyetli olmamak.
Onların, özellikle dini ilgilendiren rivayet, anlayış ve uygulamalarına değer vermeyip, kendi indî yorumlarını onların üstünde tutmak.
Nitekim Şia fırkasının Ebubekir, Ömer ve Osman (Radiyallahu Anhüm) hazaratını sevmemeleri, Hazreti Muaviye ve onunla birlikte bulunan on bin sahabiyi kafir saymaları ve onların dini hükümlerle ilgili rivayetlerini reddetmeleri bu maddenin en güzel örneğidir.
Yine aynı fırkanın, çıplak ayağa meshetmeyi ve Müt’a nikahım kabul etmeleri, Sahabenin nakil ve tatbiklerine itibar etmeyip kendi yorumların onlara tercih ettiklerinin göstergesidir.
6 – Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Kavli, Fiili ve Takriri sünnetine karşı menfi (olumsuz) bir tavır takınmak.
Nitekim bazı kimselerin Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in emrettiği ve tatbik ettiği sakal ve sarık gibi önemli sünnetleri kabul etmedikleri ve daha nice sünnetleri hafife alıp reddettikleri görülmektedir.
7- Kur’an ve İslam’ın temel prensipleriyle bağdaştığı halde kendi görüşleriyle bağdaştıramadıkları bazı hadis-i şerifleri mütevatir olmadıkları gerekçesiyle reddetmek.
Nitekim Şia mezhebi Ebubekir ile Ömer (Radiyallahu Anhüma) nın fazileti hakkındaki bir çok hadis-i şeritleri inkar etmektedirler.
8- Kendi mezhep anlayışlarım desteklemek amacıyla hadis uydurmak veya bu tür hadisleri rivayet etmek.
Mesela Şia mezhebi, halifeliğin Ebubekir (Radiyallahu Anh) dan evvel Hazreti Ali’ye ait olduğu hususunda bir çok hadis uydurmuşlardır.
Nitekim Aliyyül-Kâri (Rahimehullah), Şia’nın Ehl-i Beytin fazileti hakkında üçyüz bin hadis uydurduklarını nakletmiştir.
9- Ashab-ı Kiram’dan itibaren oluşan Cumhûr-u Müslimin’in (çoğunluğun) din anlayışından kopup ayrılmak, azınlık halet-i ruhiyesi içerisinde karşı grupları küfür (kafirlik) le itham etmek (suçlamak).
Nitekim günümüzdeki Vehhabi fırkası, Matüridi ve Eş’ari gibi Ehl-i Sünnet’in temsilcilerini ve mensuplarını kafir sayarak bu vartaya (uçuruma) düşmüşlerdir.
10- Dinin temel hükümlerini, ayet ve hadislerin ruhundan ve Cumhur Ulemanın görüşlerinden kopararak, sürekli tartışmaya açık tutmak.
Şimdi bir takım sapıklar türemiş, Vakfe’nin arefe günü olması gerektiği ile ilgili sağlam hadis-i şerifler ve Cumhur’un ittifakı varken Vakfe’nin hac aylarının herhangi bir gününde yapılabileceğini söyleyecek kadar ileri gitmişlerdir.
CEVAP :Zarurat-ı Diniye’yi (dinde kesin sabit olan hükümleri) kabul etmekle birlikte, bunların herhangi birini ortadan kaldırma sonucunu doğurmayan yorumları benimseyenler küfre nisbet edilemez (kafir sayılamaz). Sadece İslam’ın dosdoğru yolundan sapmış “Fırak-ı Dalle” olarak isimlendirilirler. (Şehristani, El-Milel Ven-Nihal: 1/203)
Burayı şöyle bir misalle açıklayalım: Şia mezhebinden Ebü bekri Sıddık (Radıyallahu Anh) ın sahabeliğini inkar edenler veya Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) ya iftira edenler kafir olurlar. Zira Hazreti sıddık’ın sahabeliği ve Aişe anamızın beraati (zinadan uzaklığı) Kur’an-ı Kerim ile sabittir.
Fakat bu gibi kesin hükümleri kabul edipte Hazreti Ali’nin diğer halifelerden üstün olduğunu iddia edenler ve onları sevmeyenler kafir sayılmasalar da sapık olduklarında hiç şüphe yoktur.
ALLAH’U TEALA’NIN ZATI VE SIFATLARIYLA İLGİLİ İTİKADIMIZ :
SORU: Bir müslümanın Allah-u Teala’ya olan inancı ne şekilde olmalıdır?
CEVAP: Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olduğuna inanması şeklinde olmalıdır.
SORU: Allah-u Teala’nın zatıyla ve sıfatlarıyla bir olmasının manası nedir? CEVAP : Zatı ve sıfatlan hususunda eşi ve benzerinin olmamasıdır.
SORU : Allah-u Teala’nın sıfatları kaç kısımdır?
CEVAP : Tenzihi (Selbi), Subûti ve Fiili olmak üzere üç kısımdır.
SORU :Tenzihi (Selbi), sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teala’ya nelerin isnad edilemeyeceğini anlatan sıfatlardır.
SORU : Tenzihi (Selbi) sıfatlar nelerdir? CEVAP : Tenzihi (Selbi) sıfatlar altı tanedir;
1- Vücut,
2- Kıdem,
3- Bekâ,
4- Vahdaniyet,
5- Muhalefetün Li’l-Havadis,
6- Kıyam bi nefsihi.
SORU: Vücut ne demektir?
CEVAP : Yokluğu düşürtülmemektir. Bazı itikat kitaplarında vücut sıfatını tenzihi (selbi) sıfatlardan saymayıp, ona “Sıfatı Nefsiyye” denilmiştir. (Muvazzah ilm-i Kelam, osmanlıca shf. 118)
SORU : Kıdem ne demektir?
CEVAP: Varlığının başlangıcı olmamak.
SORU :Bekâ ne demektir? CEVAP : Varlığının sonu olmamak. SORU: Vahdaniyet ne demektir? CEVAP: Ortağı bulunmamak.
SORU: Muhalefetün Li’l-Havadis ne demektir? CEVAP : Yaratılmışlara hiç bir yönden benzememek. SORU: Kıyam bi nefsihi ne demektir?
CEVAP: Varlığı için başkasına muhtaç olmamak.
Görüldüğü gibi bu sıfatlarla, ulühiyete (ilahlığa) nisbet edilmesi mümkün olmayan;
1- Yokluk,
2- Varlığın başlangıcı olma,
3- Varlığın sonu olma,
4-Ortağı bulunma,
5- Yaratılmışlara benzeme,
6- Varlığı için başkasına muhtaç olma, kavramları selb (nefy) edilmiştir. Bu itibarla da bu sıfatlara “Selbi’ sıfatlar denilmiştir. Ayrıca: ‘Kelam ilmi” ile alakalı kültür geliştikten sonra Selbi sıfatlar çoğaltılmıştır. Şöyle ki: muteber kitaplarımızdan olan
“Akaid-i Nesefi” de selbi sıfatlara şunlar da eklenmiştir.
Allah-u Teala:
1- Araz (renkler ve hareketler gibi, kendi başına duramayan, belirebilmesi için bir cevhere muhtaç olan şey),
2- Cisim (yer kaplayan, eni, boyu, yük sekliği olan madde),
3- Cevher (başlı başına durabilen madde),
4- Şekle bürünen,
5- Sınırlandırılan,
6- Nicelenen,
7- Hacimli olan,
8-Birleşik parçalardan teşekkül etmiş olan,
9- Sonu olan
10- Mahiyet ve keyfiyeti olan,
11- Mekan tutan,
12- Üzerinden zaman geçen,
13- Kendisine bir şey benzeyen,
14- Herhangi bir şey ilim ve kudretinin dışında kalan bir varlık DEĞİLDİR.
SORU: Sübûti sıfatlar ne demektir?
CEVAP : Allah-u Teala’nın zatına nisbet edilen ve O’nun ne olduğunu ifade eden sıfatlar demektir. Bu sıfatlara “Zatiye, Vücûdiye” sıfatları da denilir.
SORU: Sübûti sıfatlar nelerdir? CEVAP : 1- Hayat: Diri olmak,
2- İlim: Bilmek,
3- Sem’: İşitmek,
4- Basar Görmek,
5- Kudret: Güç yetirmek,
6- İrade: Dilemek,
7- Kelam: Konuşmak,
8- Tekvin: Oluşturmak.
Bu sıfatların yok sayılması durumunda onların zıttı olan aşağıdaki sıfatlar lazım gelir.
1- Mevt: Ölü olmak,
2- Cehl: Bilmemek,
3- Samem: Sağır olmak,
4- Amâ: Kör olmak,
5- Acz: Aciz olmak,
6- Kerahiyet: İsteksiz olmak,
7- Bekem: Dilsiz olmak.
Maturidi’ler Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarına: “Yapmak, yaratmak ve oluşturmak” anlamına gelen: ‘Tekvin” sıfatnı ekleyerek subuti sıfatların sekiz adet olduğunu söylemişlerdir.
Bu Tekvin sıfatı yok sayılması durumunda zıttı olan mana lazım gelmez.
Zira Allah-u Teala hakkında “Tekvin” (yaratmak, yapmak, oluşturmak) sıfatı düşünülebileceği gibi, yaratmamak, yapmamak da düşünülebilir.
Burada yeri gelmişken Allah-u Teala’nın subuti sıfatlarıyla ilgili bazı açıklamalar yapalım:
1- Hayat (Allah-u Teala’nın diri olması),
Allah-u Teala diridir. Bu diriliği ezdi ve ebedi olup başlangıcı ve sonu yoktur. Hudüs
(sonradan olma) yada fena vasfında (yok olacak nitelikte) değildir.
2-İlim (her şeyi bilmesi),
Allah-u Teala yerde ve gökte olan her şeyi bilir, ona gizli ve açık diye hiç bir şey yoktur. Kainattaki yaprakların sayısı, çiçeklerin, tanelerin, kumların adedi ve denizlerin damlaları onca malumdur.
Geçmişi geleceği, insanın kalbine gelen düşünceleri, diliyle konuştuklarını, iç ve dışını çok iyi bilir. 0, hazır (görünen) ler ile gaip (görünmeyen) leri bilir.
Gaybı (gelecekte olacağı) bilen yalnız O’dur, başkası bilemez, bilenler de ancak O’nun bildirmesiyle bilebilirler.
0, unutmaktan, şaşırmaktan beri (uzak) tır. Bilmesi kendinden olup duyu organları ve akıl gibi vasıtalarla değildir.
3- Sem’ (her şeyi duyması),
Allah-u Teala semi’ (duyucu) dur. Sesli ya da sessiz olan her şeyi duyar. Bir kimsenin kulağına fısıldanıp kendisinin duymadığı şeyleri de duyar.
Duyması kulak gibi bir aletle değildir. İşitmesi sonradan olma değildir. Yok olucu da değildir.
4- Basar (her şeyi görmesi), Allah-u Teala her şeyi görücüdür. Simsiyah bir gecede siyah karıncanın siyah bir taş üzerinde yürümesini görür, ayağının sesini duyar.
O’nun görmesi göz vasıtasıyla değildir. Bu sıfat da hem ezeli hem ebedidir (sonradan olmadığı gibi yok olucu da değildir).
5- İrade (dilemesi),
Allah-u Teala dileyicidir, dilediği her şeyi yapar. Dilemediğini de yapmaz. Cihanda olan iyi ve kötü ne varsa her şey O’nun dilemesiyle olmuştur.
Hiçbir kimse ve hiç bir şey O’nu bir şey yapmaya ve dilemeye mecbur edemez.
Şu halde kendisine itaat eden müminlerin bu hallerini dileyen O’dur. O dilemese kimse iman edemez ve O’na itaat da bulunamazdı.
Kafirlerin küfrünü ve fasıkların fıskını (yaptıkları kötülükleri) dileyen de O’dur. O dilemeseydi hiç kimse kafir ve fasık olmazdı. 0 dilemeden bir sivrisineğin kanadını oynatması bile mümkün değildir.
Biz ne yapıyorsak O’nun dilemesiyle yapıyoruz, O’nun dilemediği şeyler olmaz. Eğer olsaydı bu O’nun acizliğine alamet olurdu ki, Cenab-ı Hak bundan münezzehtir. 0 dileseydi bütün insanları kafir ya da mümin yapabilirdi.
Eğer burada: “Neden bütün insanların mü’min olmasını dilememişte çoğunun kafir olmasını dilemiştir?’ denecek olursa buna şöyle cevap verilir:
Cenab-ı Hakkın dilediği ve yaptığı işler den ve bu işlerin hikmetinden sual olunmaz (sorulmaz). 0 herkese sual soran ve dilediğini yapan faili muhtar (istediğini yapmakta serbest) olan zattır.
O’nun yaptığı her şeyde sayısız hikmet (incelik) ler vardır. İnsanların aklı bunları idrak edecek durumda değildir.
Bu demektir ki O’nun kafirleri yaratıp, onların küfrünü murad etmesinde, yılan, akrep gibi zararlı hayvanları ve diğer türlü kötülükleri yaratmasında olduğu gibi, bizim idrak edemediğimiz sayısız faydalar vardır ki, bizim bunları bilmemiz de gerekli değildir.
Bize gerekli olan, Allah’ın her iş ve muradında bir hikmetin bulunduğunu bilmektir. O’nun iradesi ezeli ve ebedi olup, sonradan olma değildir.
6- Kudret (her şeye gücü yetmesi),
Allah-u Teala her şeye kadirdir. 0, mümkün olan her şeyi ve dilediğini yaratır. 0 istese ölüye hayat verir. Ağaç ve taşı konuşturur ve yürütür.
O’nun güç yetiremediği hiç bir şey yoktur. o dilese binlerce göğü ve yeri yaratır. Dağları altına ve gümüşe çevirebilir. Nehirleri tersine akıtabilir. Akan sulan gümüş ve altın yapabilir.
Dilediği kulunu doğudan batıya, yeryüzünden yedinci kat semaya çıkarıp geriye döndürebilir. O’nun kudreti ezeli ve ebedi olup sonradan olma ve geçici değildir.
7- Kelâm (harf ve sese muhtaç olmadan konuşması),
Allah-u Teala söyler, konuşur fakat O’nun konuşması bize benzemez, konuşması dil ile değildir.
Bazı kullarına vasıtasız olarak hitap eder. Mesela Musa (Aleyhisselam) a Tur dağındaki nidasıyla, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e miractaki hitabı bu hususta birer örnektirler.
Bazı kullarına Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla hitap etmiştir. Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e gelen vahiylerin ekserisi böyledir.
Kur’an Kerim Allah-u Teala’nın sözüdür. Başlangıcı ve sonu yoktur. Mahlûk (yaratılmış) olmadığı gibi geçici de değildir.
8- Tekvin (dilediğini yaratması),
Allah-u Teala dilediğini yaratır. Zerreden Kürreye varıncaya kadar her şeyi 0 yaratmıştır. O’ndan başka Halik (yaratan) yoktur.
Canlıların hareket ya da sükun (duruş) larını, itaat ve isyanlarını, iman ve küfürlerini bütün hayır ve şerri yaratan O’dur. Elin hareketi, dilin konuşması gözün yumulup açılması hep O’nun yaratmasıyladır.
Bu hususta Mevla Teala:“Sizi de, yaptıklarınızı da yaratan Allah’tır.” (Saffat Suresi.96) buyurmaktadır.
Dolayısıyla herkesin yaptığı amel ve işlerin yaratıcısı Allah-u Teala’dır. Bize verdiği iradey-i cüziyye ile bizi yaptığımız işlerin faili (yapıcısı) kılmıştır.
Bu sebeple herkes yaptığı işlerin ceza ve mükafatını görecektir. Bütün canlıları yaratan 0 olduğu gibi hepsini rızıklandıran, hasta yapan ve sıhhatte tutan, öldüren ve dirilten Odur.
Ateşle temas halinde elin ısınması ya da yanmasını, karla ve buzla temasında üşümesini yaratan O’dur.
Bir kimseyi ateşe atsalar da Allah o kim şeyi dilerse yakmamaya kadirdir. Nitekim İbrahim (Aleyhisselam) ı yakmayışı bunun misalidir.
Yine karlar içindeki bir kulunu üşütmeyebilir. Ancak Cenab’ı Hakkın adeti öyle cereyan eder ki ateşle temas yanmayı gerektirir. Allah-u Teala da onu yaratır.
Üşümeyi yaratan da kar değildir. Ancak Allah-u Zülcelal’dir. Tokluğu yaratan da Allah’u
Teala’dır. Eğer 0, tokluğu yaratmasaydı insanlar ne kadar yeseler doymazlardı.
Acıkmak ve diğerleri de bunun gibidir. Hulâsa Allah’tan başka yaratan ve etkileyen yoktur. Her şey O’nun yaratığıdır.
O’nun bu sıfatları zatıyla kaim olup kadimdirler, sonradan olmadıkları gibi yok olmaz ve değişmezler.
İşte Allah-u Teala’yı bu sıfatlarla muttasıf olarak tanıyan kul: “Arif” (Allah’ı bilici) sayılır. Allah-u Teala’yı bu sıfatların zıddı olan noksan sıfatlarla vasıflayan (niteleyen) ise mü’min ve müslüman olamaz. Allah’a inanması da muteber sayılmaz.
Nitekim Yahudi ve Hıristiyan alemi Allah a inandıklarını iddia etseler de ona oğul ve hanım isnad ettikleri için kafir sayılmışlardır.
SORU : Fiili sıfatlar ne demektir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın kainatla olan münasebetini en açık bir şekilde ifade eden ve O’nun kainatı yaratış ve idare edişini oldukça ayrıntılı bir biçimde anlatan sıfatlardır.
SORU : Matüridiler, Allah-u Teala’nın subuti (zati) ve fiili sıfatları hakkında ne demişlerdir?
CEVAP: Bu sıfatların hepsi Allah-u Teala nın zatı ile kaim (zatında) olup kadimdirler.
Zira kulların görme, işitme gibi sıfatlan onlardan ayrılır. Allah-u Teala’nın sıfatları ise O’ndan ayrılmaz.
SORU : Bu sıfatların kadim olmasının manası nedir?
CEVAP: Allah-u Teala’nın zatının evveli (başlangıcı) olmadığı gibi, zatıyla kaim olan bu sıfatların da evveli yoktur.
Zira kadim (evveli olmayan) zatın, kadim olmayan (hadis; sonradan olan) sıfatlara mahal olması (onlarla vasıflanması) düşünülemez.
Selefiler ve Eş’ariler de, subûti (zati) sıfatlar hakkında Matüridilerle aynı görüştedirler, ancak Eş’ariler, fiili sıfatların hadis olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Onlara göre Matüridilerin fiili sıfat olarak kabul ettikleri sıfatlar, doğrudan sıfat olmayıp ilim, kudret ve iradenin taallüklarını temsil ederler. Kadim olmayıp hadistirler. Dolayısıyla hadis olan bu sıfatlar Allah-u Teala’nın zatıyla kaim değildirler.
SORU : Allah-u Teala’nın subûti ve fiili sıfatlarının zatı ile olan münasebeti nedir? CEVAP : Allah-u Teala’nın bu sıfatlan, zatının ne aynı ne de gayrıdır.
SORU: Bir şey diğer bir şeyin aynı değilse gayri olması, gayri değilse, aynı olması lazım gelir. Buna göre yukarıdaki ifade çelişkili değil midir?
CEVAP : Çelişkili değildir, çünkü “Şerhu-l Emali” de belirtildiği üzere Ehl-i Sünnet alimleri: “Sıfat zatın aynı değildir.” derken, sıfatları zatın aynı kabul etmek suretiyle, onların mevcudiyetini ortadan kaldıran bazı Mutezili kelamcılarla İslam filozoflarının hatasından kurtulmuşlar, “Gayrı değildir.” derken de, bu sıfatların “Kulların sıfatları” gibi olduğu düşüncesinden kaçınmışlardır.
Veya: “Gayri değildir.” derken sıfatı zattan ayırıp beşer seviyesine indiren ve Isa (Aleyhisselam) bedeninde maddileştiren Hıristiyanların yanlış inançlarından kaçınmak istemişlerdir.
İNANÇ YÖNÜNDEN İNSANLAR
SORU: İnanç bakımından insanlar kaç kısımdır?
CEVAP : İnanç bakımından insanlar üç kısımdır ;
1- Mü’min,
2- Kâfir,
3- Münafık.
SORU : Mü’min kime denir?
CEVAP : İslam dininde kesin delillerle sabit olup “Zaruriyat-ı diniye” diye isimlenen esasları ve hükümleri kalp ile tasdik edip kabullenen kişiye denir.
SORU: Kafir kime denir ?
CEVAP : İslam dininde kesin delillerle sabit olan hükümlerin hepsini veya birini kabul etmeyip inkar eden kişiye denir.
SORU : Münafık kime denir?
CEVAP: İslam dininde kesin delillerle sabit olan hükümleri kalben tasdik etmediği hal de diliyle “tasdik ettim” diyen kişidir.
Münafıkların İslam’a zararı kafirlerinkinden fazla olduğu için Münafıkların azabı Kafirlerden daha şiddetli olacaktır.
SORU: Kafirler genel olarak kaç kısımdır?
CEVAP : Kafirler bir çok kısımlara ayrılmakla beraber yaygın olanları şunlardır;
Tabiatçılar: Bu kısım kafirler, kainatı yoktan var edenin Allah-u Teala olduğunu inkar edip, bütün mahlukatı zaman ve tabiata dayandıran kişilerdir.
Putperestler: Kainatı yoktan varedenin Allah-ü Teala olduğunu kabul etmekle beraber, Allah-u Teala’nın bir olduğuna inanmayıp, bir çok yaratıcı ve mabudun varlığına inanan kimselerdir.
Felsefeciler: Kainatı yoktan vareden Allah-u Teala’nın varlığını ve birliğini kabul etmekle beraber, Peygamberlik müessesesini ve onların tebliğ ettiği şer’i hükümlerin hepsini veya birini inkar eden kimselerdir.
Ehl-i Kitap: Yahudi ve Hıristiyanlar. Bunlar Allah-u Teala’nın varlığını ve birliğini, Peygamberliği ve Şeriatı kabul etmekle beraber, bir kısım Peygamberleri inkar eden kimselerdir.
İNSANI DİNDEN ÇIKARAN SEBEPLER
SORU: Mürted kimdir?
CEVAP : İslam dinini kabul ettikten sonra dinden çıkan kimsedir.
Şöyle ki; Hiç küfre bulaşmadan esasen müslüman olan veya küfre bulaştıktan sonra İslam dinini kabul edip onunla şereflenen şahsın, yeniden başka bir dine dönmesi veya hiç bir dinin müntesibi olmayıp inkara sapmasıdır.
SORU : İslam dini ile şereflenen bir müslümanın mürted olması, (dinden çıkması) nı gerektiren sebepler nelerdir?
CEVAP: Bir müslümanın mürted olmasını gerektiren sebepler başlıca dört kısımdır:
1- Söz,
2- Fiil,
3- İtikat (inanç),
4- Şek (şüphe).
SORU: Bir müslümanın kafir olmasını gerektiren sözler, yani; “Elfaz-ı küfür” nelerdir?CEVAP : Bu sözler genel olarak aşağıdaki ana başlıklarda toplanmıştır:
1- Ulûhiyet: Allah-ü Teala’nın ilah olmasıyla ilgili sözler:
a) Allah-u Teala’nın zatı, sıfatlan ve fiilleri konusunda ilahlık makamıyla bağdaşmayan, tevhid akidesine aykırı düşen sözler. Mesela; Allah-u Teala’nın ortağı, oğlu, eşi olduğunu ifade etmek.
b) Ayet ve Hadislerle sabit olan sıfatların inkarına götüren sözler. Mesela; Allah-u Teala’nın:
‘Hayat ve ilim” sahibi olmadığım ifade etmek.
c) Yaratıcı olan Allah-u Teala’yı yaratıklara benzeten sözler. Mesela; Allah-u Teala’nın ay, yıldız, güneş, insan vesaire gibi yaratılmış olan şeylere benzediğini ifade eden sözler.
d) Ulûhiyete ait herhangi bir hususu alaya alan sözler. Mesela; zalimin: “Allah-u Teala’nın takdir etmediği şeyi yaparım.” şeklinde ifadesi.
2- Nübüvvet: Peygamberlerle ilgili sözler ;
a) Son Peygamber Hazreti Muhammed (Aleyhisselam) dahil olmak üzere bütün Peygamberlerin ilahi emirleri insanlara tebliğ etmekle görevli elçiler olduklarını reddeden ifadeler.
Mesela; Adem (Aleyhisselam) in Peygamber olmadığını iddia etmek. (Mecmeu‘l- Enhur:1/700)
b) Peygamberlerle alay edip getirdikleri vahyi yalanlayan ifadeler.
c) Peygamberleri kötüleyen, küçümseyen ve onlara dil uzatmayı ifade eden sözler.
d) Namaz, oruç, zekat, hac, cihat gibi ibadetleri Peygamberin öğrettiği şekilde kabul etmemeyi ifade eden sözler.
Mesela; Zekatın, malın kırkta birinden verileceğini, namazın beş vakit olduğunu inkara götüren sözler gibi.
e) Herhangi bir kişiyi veya onun görüşlerini Peygamberlerden üstün görmeyi ifade eden sözler.
O Hazreti Muhammed (Aleyhisselam) in Peygamber olduğunu kabul edip son Peygamber olduğunu kabul etmemek. (Mecmeu’l-Enhur: 1/700)
3- Kur’anla ilgili sözler;
a) Kur’an’ın tamamını veya bir kısmını inkara götüren ifadeler.
b) Kur’an’daki iman, ibadet, hukuk, ahlak konularına ilişkin bilgilerin yanlışlık ve eksiklik taşıdığını öne süren ifadeler.
c) Kur’an’ın haram kıldığını helal gösteren ifadeler.
Mesela; Faiz, Zina, Domuz eti yemek, haksız yere adam öldürmek gibi, haramlığı kesin olarak sabit olan hareketlerin caiz olduğunu iddia etmek.
d) Et ve Ekmek gibi helal olduğu kesin icma ile sabit olan şeylerin haram olduğunu ifade eden sözler.
4- İslâmi ilimlerle ve İslâm alimleriyle ilgili sözler;
a) İslami (Tefsir, Fıkıh, Hadis, vb.) ilimlere ve İslam alimlerine karşı tavır alıp dinin gelişmesine yönelik hizmetleri engelleyici sözler.
Mesela; Hafızlık yapan (Kur’an-ı Kerim’i ezberleyen) kişinin bu amelini hakir görerek ona: “Cenaze imamı mı olacaksın? bu sana ne faide verir, vah zavallı çocuk beynin tahrip oluyor, bu çocuklara yazık değil mi?” şeklinde ifadeler kullanmak.
b) İslamiyet’i temsil ettiklerinden dolayı alimler hakkında sarfedilen alaycı ve küçümseyici ifadeler.
5- Değişik konular;
Kur’an’ın sadece araplara mahsus bir kitap olduğunu ifade eden, yine Kur’an’ı Hazreti Muhammed (Aleyhisselam) in kendi eseri ve felsefesi olarak gösteren, İslamiyet’in veya Şeriat’ın çağ dışı bir sistem olduğunu iddia eden sözler bu gruptandır.
Not: “Elfaz-ı Küfür” hakkında yazılan bazı kitaplarda, bu lafızları (sözleri) kullanan kişilerin niyetleri dikkate alınmadan şekilci bir yaklaşımla müslümanlar hakkında tehlikeli sonuçlar doğuracak hükümler mevcuttur.
Âlimler: “Elfaz-ı Küfr’ün kişiyi küfre sokması için bazı şartlan ileri sürmüşlerdir:
Bu şartlardan birincisi; kullanılan ifadenin küfre sokacağı hususunda alimlerin ittifak etmiş
olmalarının gerekli olduğudur.
“Elfaz-ı Küfür” den olduğu sabit olan bir sözü, “Elfaz-ı Küfür” den olduğunu bilmeyerek söyleyen kişinin küfre girip girmeyeceği hususunda ihtilaflar vardır.
Bu itibarla âlimlerin çoğunluğu bu kişilerin kafir olmayacağı hususunda birleşmişlerdir. Mesela; Allah-u Teala’nın baba olduğuna inanmayarak, sırf cehaletinden “Allah baba” diyen
kişinin, kafir kabul edilmemesi daha münasiptir.
Zira kişi bu sözüyle Allah-u Teala’yı yücelttiğini zannetmektedir.
SORU: Bir müslümanın Kafir olmasını gerektiren fiiller nelerdir?
CEVAP: Putlara veya Güneş ile Ay’a, Yıldızlara secde etmek gibi küfre götüren herhangi bir harekettir.
Veya Kur’an-ı Kerim’i temiz olmayan bir yere atmak,
Ramazan ayında hiçbir mazeret olmaksızın, müslümanların arasında alenen yemek, içmek gibi işlerdir. Zira bu fiiller inkârdan kaynaklanmaktadır.
Kâfirlerin kutsal kabul ettiği Yılbaşı ve benzeri günlerde tebrik maksadı ile hediyeleşmek de insanı kafir eder.
SORU : Bir müslümanın Kafir olmasını gerektiren inançlar nelerdir?
CEVAP: İslâm dininin hak olduğuna veya İslam dininde kesinlikle sabit olup inanılması farz olan herhangi bir hükmün aksine kalben inanmaktır.
Bu kainatın kadim (evveli olmadığına), kainatın yaratıcısı olan Allah-u Teala’nın hadis (sonradan yaratılmış) olduğuna inanmak gibi.
SORU: Bir müslümanın Kâfir olmasını gerektiren şüphe nedir?
CEVAP: İslam dininde kesinlikle sabit olup “Zarûrat-ı Diniyye” ismini alan ve kapalı kalması tasavvur edilemeyen şeylerden herhangi birinde şüphe ederek “acaba bu öyle midir?” diye tereddüt etmektir.
Not: Yukarıda yazdığımız dört kısımdan herhangi birisiyle kişinin Allah-u Teala katında Kâfir olması gerçekleşmiş olur.
Fakat İslâm hukukuna göre bir kimsenin küfre girdiğine hükmedilebilmesi için, bu küfrünü; ya sözü ile veya fiili ile açığa çıkarmış olması lâzımdır.
Herhangi bir kimsenin kalbî olan hallerine vakıf olunamayacağından, itikadını, şek ve şüphesini açığa çıkarmadıkça kâfir sayılamaz.
Ehl-i Sünnet Ve’l cemaat mezhebinin muteber itikat kitaplarından: “Akaid-i Nesefi” aşağıdaki zikredilecek olan şeylerin kişiyi küfre sokacağını açıkça ifade etmiştir.
1- Ayet ve Hadislerin zahiri manalarını bırakıp Ehl-i Batın’ın iddia ettikleri manalara sapmak küfürdür.
Çünkü bu, Peygamber (Aleyhisselam) den geldiği kesinlikle sabit olan bir şey konusunda Nebi’yi yalanlama manasına gelmektedir.
Batıniler, “Kur’an’ın zahiri manaları değil batıni manaları esastır” derler. Gayeleri zahiri manaları ve bedeni ibadetleri ortadan kaldırıp, şeriatı kökünden yok etmektir.
Tasavvuf ehli, Hakka vakıf bir takım kişilerin: “Kur’an’ın zahiri manasına en küçük bir gölge düşürmeden onlarla sülük ehli için malûm bir takım ince manaların arasını telif etmek (birleştirmek) mümkündür.” demeleri, kamil iman ve saf irfanın neticesidir.
2- Kitap ve Sünnetten kesin nasların delalet ettiği hükümleri inkar ile nasları reddetmek küfürdür.
Mesela; cesetlerin haşrı (mahşer günü dirilmesi).
Çünkü bu nasları reddetmek, açıkça Allah ve Resulünü yalanlamaktır. Binaenaleyh bir kimse
Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) validemize zina iftirasında bulunursa Kâfir olur.
Çünkü Hazreti Aişe (Radıyallahu Anha) validemizin tertemiz olduğu, nas (kesin delil, ayet-i kerime) ile sabittir.
3- İster büyük olsun, ister küçük olsun, günah oluşu kesin delille sabit olan herhangi bir günahı helal saymak küfürdür.
4- Haram oluşu kesin delille sabit olan bir haramı önemsememek küfürdür.
5- Şeriatla alay etmek küfürdür.
Zira 4. ve 5. maddeler Allah ve Resulünü yalanlama alametleridir.
6- Allah-u Teala’dan ümit kesmek küfürdür. Çünkü Allah-u Teala:
“Doğrusu Allah (-u Teala) nın rahmetin den kafirlerden başkası ümit kesmez” buyurmaktadır. (Yusuf Suresi: 87)
7- Bir kimsenin kesin olarak cennete gireceğine inanması şeklinde Allah-u Teala’dan emn (emin olmak) küfürdür.
Zira Allah-u Tealâ :
“Allah-u Tealâ’nın azabından emin mi oldular? Fakat ziyana uğrayan topluluktan başkası, Allah (-u Teala’n) ın mühlet vermesinden emin olamaz” buyurmaktadır. (Araf Suresi: 99)
8- Kahin’in gaybe dair verdiği haberi tasdik etmek küfürdür.
Nitekim Ebu Hureyre (Radiyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Bir kimse kâhine veya Arraf (gayb ilmini bildiğini iddia eden bir kimseye, yıldız falına bakan) a gider de verdiği haberi tasdik ederse, Allah (-u Tealan) ın Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e indirdiğini inkar etmiş (kafir olmuş) olur.” (Ahmed ibn-i Hanbel, Müsned 3/419, Tirmizi, Taharet: 102 No:135 1/242, Hakim, Müstedrek No: 15,1/50, Beyhaki, Sünni-i Kübra No:16496, 8/233)
Kâhin: Gelecek zamanda vuku bulacak hadiseleri haber veren, bir takım sırları bildiğini ve gayb alemine ait bilgilere vakıf olduğunu iddia eden kişidir.
9- Hiç bir veli asla bir nebinin derecesine ulaşamaz.
Çünkü Nebiler masumdurlar, kötü bir şekilde ölmek korkusundan emindirler. Vahiy ve vahy meleğini görme ile ikram olunmuşlardır.
Velilerin kemalâtıyla vasıflandıktan sonra şer-i hükümleri tebliğ ve halkı irşat işiyle vazifelendirilmişlerdir.
“Velinin Nebiden üstün olduğunu söylemek küfür ve sapıklıktır.”
Evet Nebinin hem nübüvvet hem de velayet rütbeleriyle vasıflandığı ve bu sıfatlarla vasıflanan nebinin veliden daha üstünlüğünün kesin olduğunu kabul ettikten sonra, “nebinin, nebilik rütbesi mi, yoksa velilik rütbesi mi daha üstündür” konusunda tereddüd edilebilir.
İmam-ı Rabbani (Kuddise Sırruhu) Mektûbatında bu konuya açıklık getirmiş ve şöyle demiştir
10- Aklı başında, bulûğa ermiş olan bir insan, kendisinden emir ve yasakların düşeceği bir mertebeye ulaşamaz.
Çünkü insanı mükellef kılma (sorumlu tutma) konusundaki naslar (ayet ve hadisler)
umûmidir.
Ayrıca müctehidler, bir mükellefin böyle bir mertebeye ulaşmasının söz konusu olamayacağı hususunda icma (söz birliği) etmişlerdir.
Bazı ibahiyecilerin benimsedikleri: “Kul Allah-u Teala’ya muhabbette son noktaya ulaşır, kalbi saf hale gelir ve münafıklık söz konusu olmaksızın imanı küfre tercih ederse ondan emir, nehi (dini sorumluluklar) düşer.
Büyük günah işledi diye Allah-u Teala onu cehenneme sokmaz.” şeklindeki fikirler
Yine diğer bazı ibahiyecilerin benimsedikleri, yukarıda anlatılan mertebeye ulaşan insanlardan namaz oruç ve zekat gibi zahir ibadetlerin düşeceği ve onun ibadetinin sadece tefekkür (düşünme) olacağı şeklindeki görüşler, küfür ve da1âlet (Kâfirlik ve sapıklık) tır.
BİR MÜSLÜMANIN EHL-İ SÜNNET VEL CEMAAT MEZHEBİNDEN OLABİLMESİ İÇİN İNANMASI GEREKEN KONULAR
Konu 1: İyi ve fasık her müslümanın arkasında namaz kılmanın caiz (geçerli) olduğuna inanmak.
Çünkü Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“İyi ve kötü herkesin arkasında namaz kılınız” buyurmuştur. (Beyhaki Sünen-i Kübra No: 6832 4/29, Darekutni: 2/57)
Ayrıca ümmetin alimleri, tenkit ve inkar konusu yapmaksızın fasıkların, heva ve bid’at ehlinin arkasında namaz kılmışlardır. (şerhu’l Akaid shf 240)
Hatta İbn-i Ömer ve Enes ibn-i Malik (Radiyallahu Anhüma), zamanlarının en fasığı olan
Haccac-ı Zalim’in ardında namaz kılmışlardır.
Seleften bazı kişilerin fasık ve bid’atçıların arkasında namaz kılmaktan Müslümanları menetmeleri kerahete hamledilir.
Nitekim Mülteka şerhi “Mecmeu’l-Enhur” (Damat) kitabında: “Kölenin, Bedevinin, Körün, Fasıkın, Mübtedi’ (Bid’atçı) nın ve Veled-i zinanın imam olması mekruhtur, imam olmaları durumunda namaz caizdir” denilmiştir.
Kıble ehli: İnanç esaslarını değişik şekillerde yorumlayan farklı itikadi mezheplere müntesip olan bütün Müslümanlardır.
Konu 3 : İster iyi olsun, ister kötü olsun iman üzere ölen herkesin cenaze namazının kılınacağına inanmak.
Çünkü Vasile ibn-i Eska’ (Radiyallahu Anh) dan rivayete göre Peygamber Efendimiz
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir hadis-i şeriflerinde:
“Her (müslüman) ölünün üzerine (cenaze) namaz (ını) kılın.” buyurmuştur.
Hadis-i şerifteki ölüden maksat müslüman ölüsüdür. Buna göre cenaze namazı yalnız ibadet ehli olan kimselere mahsus olmayıp, kıble ehlinden olan her günahkâr müminin de cenaze namazı kılınır.
Konu 4: Kur’an’ın mahlûk (yaratılmış) olmadığına inanmak.
Kur’an-ı Kerim son Peygamber Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e Allah-u Teala tarafından Cebrail (Aleyhisselam) aracılığı ile inmiş ve ondan tevatür yoluyla nakledilmiş olan kutsi bir kitaptır.
Kuran bizzat Allah-u Teala’nın kelamıdır. Bunda melek ve Peygamber sadece vasıtadır.
Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Cebrail (Aleyhisselam) vasıtasıyla
Allah-u Teala’nın vahyini telâkki etmesi iki suretledir:
1- Cebrail (Aleyhisselam) melekiyyetten beşeriyyete, (insan suretine) intikal edip Allah-u
Teala’nın kelamı olan Kur’an’ı Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e talim ederdi.
2- Bazen de Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) beşeriyyetten melekiyyete yükselerek Allah u Teala’nın vahyine mazhar olur, Elfaz-ı Kur’aniyye’yi (Kur’an’ın lafızlarını) telakki eder (vasıtasız olarak bizzat Allah-ü Teala’dan alır).
“Bunun içindir ki Kur’an-ı Kerim yalnız manası ile değil, elfazı ile de Peygamber
Efendimizin kalbine indirilmiştir.”
Kur’an’a Vahy-i Metlüv (namazda kıraat olarak okunan vahiy) denilmesi de bu sebeptendir. Kur’an-ı Kerimin dört unsuru vardır:
1- Lafız olması,
2- Arapça olması,
3- Hazreti Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) e indirilmiş olması,
4- Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den bize kadar tevatür yoluyla nakledilmiş olması.
Bu dört unsurdan biri noksan olursa Kur’an olmaz. Binaenaleyh günümüzde bir çok dile çevrilen Kur’an-ı Kerim’in çevirilerine: “Meal” denir, “Kur’an” denilmez.
Netice olarak; Kur’an-ı Kerim manası itibariyle mucize olduğu gibi lafızları itibarıyla da mucizedir.
Çünkü Kur’an Kerim, kendisinin Allah-u Tealâ’nın sözü olmayıp, Hazreti Muhammed
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in sözü olduğunu iddia edenlere karşı:
“Eğer bu, insan sözü ise siz de böyle bir söz söyleyiniz. Bütün insanlar, cinler bir araya toplansalar, görülen ve görülmeyen bütün kuvvetler bir araya gelse ve birbirlerine yardım etseler yine, bu Kur’an’ın en kısa bir suresine, bir satırına benzer bir şey yapamazlar.” (İsra Suresi:88 den mealen) diye meydan okumuştur.
Ve bunu yapmak için pek çok uğraşanlar olduğu halde, bugüne kadar yapılamamıştır ve yapılamayacaktır.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’in bozulmadan kıyamete kadar kalmasını Allah-u Teala dilemiş olduğundan Kur’an’a bu özelliği vermiş ve Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) den itibaren her asırda müslümanların içinde yüz binlerce insan bu mukaddes kitabı ezberlemişlerdir.
Kur’an’ın mahlûk (hadis; sonradan yaratılmış) veya gayr-ı mahluk (kadim; evveli olmayan bir kitap) olduğu konusuna gelince;
Bu konuya girmeden Allah-u TeaIa’nın zati sıfatlarından olan Kelam sıfatından bahsetmemiz gerekir.
Zira hadis (sonradan yaratılan) şeylerin, kadim (evveli olmayan) Allah-u Teala’nın zatıyla kaim olması (zatında bulunması) zarüri olarak imkansızdır.
Allah-u Teala’nın zatında olan kelam sıfatı ses ve harf cinsinden değildir. Çünkü bir kelimenin ilk harflerinin telaffuz edilmesi bitmeden ikinci hecedeki harflerin söylenmesi imkansızdır.
Bu itibarla ses ve harf cinsinden olan Ke1am, hadis (sonradan yaratılmış) dır.
Müellif Ömer Nesefi: “Allah-u Teala’nın kelamı olan Kur’an, mahlûk (hadis; sonradan yaratılmış) değildir” diyerek Kelâm-ı Nefsi yani, ses ve harf cinsinden olmayan ve Allah-u Teala’nın zatıyla kaim olan mananın kadim (ezdi) olduğunu; hadis (sonradan yaratılmış) olmadığını söylemiştir.
Netice olarak deriz ki: Allah’ın kelamı olan Kur’an, ses ve harf cinsinden olmayıp zatıyla kim olan bir manadır ve ezelidir.
Ehl-i Sünnet alimleri, “Kur’an, gayr-i mahlûktur” derken Allah-u Teala’nın zatıyla kaim olan mananın (ki, bu manaya da Kur’an denilmektedir) gayr-i mahluk (sonradan yaratılmamış) olduğunu söylemektedirler.
Konu 5: Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in miracının hak olduğuna inanmak.
MİRAC: Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)in, Mescid-i Aksa’ya vardıktan sonra, semaya ve oradan da Allah-u Teala’nın dilediği makamlara yükselmesidir.
EhI-i Sünnet vel cemaatın geneline göre mirac, hem ruh hem de bedenle gerçekleşmiştir. Mirac, Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in hadisiyle sabit olmuştur.
Ancak hakkında varid olan hadisler mütevatir olmayıp, meşhür ve Ahad olduklarından, miracı inkar eden kafir değil, bid’atçıdır (Ehl-i Sünnetten çıkmıştır)
İsra hadisesine gelince:
İSRA: Allah-u Teala’nın Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) i gece vaktinde
Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksaya götürmesidir.
İsra, AIlah-u Tealanın:
“Bir gece, kendisine ayetlerimizden bir kısmını gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescidi Haram’dan, çevresini mübarek kıldığımız Mescid-i Aksa’ya götüren zatı tenzih ederim. (o Allah bütün noksan sıfatlardan münezzehtir). Şüphesiz ki 0, ziyade işiten, hakkıyla görendir.” (İsra Suresi:1)
Ayeti ile sabit olduğundan İsra’yı inkâr eden kafir olur.
Konu 6: Müminlerin cennette Allah-u Teala’yı göreceklerinin hak olduğuna inanmak. Müminler kendileri cennette oldukları halde Allah-u Teala’yı bir cihetten, bir mekândan ve bir şekilden münezzeh olarak görmek şerefine nail olacaklardır. Allah-u Tealâ’yı görecekleri nakli delille sabittir.
Cerir (Radiyallahu Anh) dan rivayet edildiğine göre Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem)
şöyle buyurmuştur:
“Sizler şu ayı zahmetsizce gördüğünüz gibi Rabbinizi de muhakkak öyle göreceksiniz.” Konu 7: Cennet ve Cehennemin hali hazırda yaratılmış olduğuna inanmak.
Zira Allah-u Teala Cennet hakkında mazi (geçmiş zamanı ifade eden) fiil sığasıyla
“Cennet muttaki (takva sahibi kimse) ler için hazırlanmıştır.” (Ali İmran Suresi:133 den); Cehennem hakkında da;
“Cehennem kâfirler için hazırlandı.” ‘Bakara Suresi:24 den) buyurmuştur.
Konu 8: Sahabenin sadece hayırla anılacağına inanmak.
Zira sahabelerin menkıbeleriyle ve kendilerine dil uzatmaktan kaçınmanın vacip oluşuyla ilgili olarak sahih hadisler rivayet edilmiştir.
Nitekim Ebu Said El-Hudri (Radiyallahu Anh) dan rivayete göre Resulullah (Sahallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur
“Ashabıma’ sövmeyiniz, sizden biriniz uhud dağı kadar (altın) verse, onların (verdiği) bir müd (denilen ölçekle) hatta yarım müd sadakadan aldığı sevaba nail olamaz.”
Abdullah ibn-i Muğaffil ((Radiyallahu Anh)) dan rivayet edildiğine göre Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Ashabım hakkında Allah (-u Teala) dan korkun. Allah (-ü Teala) dan ashabım hakkın da korkunuz da onları benden sonra (husumet oklarının) hedef (i) haline getirmeyiniz.
Her kim sahabeyi severse, beni sevdiği için onları sevmiş olur.
Her kim onlara buğzederse, bana buğzettiği için onlara buğzetmiş olur. Her kim onlara eziyet ederse bana eziyet etmiş olur.
Her kim beni incitirse Allah (-ü Tealây) ı incitmiş olur.
Her kim Allah (-u Tealay) a eza ederse; Allah (u-Teala) onu (yaptığı ezaya karşı cezalandırmak ve azap etmek için) yakalayıverir.”
Ayrıca Hazreti Ebubekir, Hazreti Ömer, Hazreti Osman, Hazreti Ali, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin ve diğer büyük sahabiler (Radıyallahu Anhum) den her birinin menkıbeleri hakkında sahih hadisler vardır.
Sahabiler arasında vaki olan münazaa ve harbleri, ictihadi hata ve benzeri yorumlarla yorumlamak ve değerlendirmek gerekir.
Bu sebeplerden ötürü sahabiye sebbetmek (sövmek) ve haklarında ileri geri konuşmak; şayet kesin delillere aykırı düşüyorsa küfürdür.
(Hazreti Aişe validemizin iffetine yapılan iftira gibi). Zira Allah-u Tealâ Nur suresinin ayetlerinde, Hazreti Aişe (Radiyallahu Anha) validemize yapılan iffetsizlik iftirasının asılsız olduğunu beyan etmiştir.
Eğer sahabiye sebbetmek ve haklarında ileri geri konuşmak kesin delillere dayanmıyorsa, buda bidat ve fasıklıktır.
Konu 9: Amellerin tartılmasının hak olduğuna inanmak.
Mizan: Sevap ve günah bakımından amellerin miktarının bilinmesini sağlayan şeyden ibarettir.
Akıl, bu terazinin mahiyetini ve tartma keyfiyetini idrak edemez.
Konu 10: Sıratın hak olduğuna inanmak.
Sırat: Cehennemin üzerinden uzatılmış olan kıldan ince kılıçtan keskin bir köprüdür. Cennetlikler bunun üzerinden göz açıp, kapayacak bir zamanda, yıldırım gibi, rüzgar gibi,
süvariler gibi geçerler.
Cehennemlikler ise, sıratın üzerinden geçerken ayakları sürçer ve yuvarlanarak cehenneme düşerler.
Konu 11: Büyük günah işleyenler hakkında Peygamberlerin ve hayırlı kişilerin şefaat etme yetkilerinin varolduğuna inanmak.
Zira Enes İbn-i Malik (Radıyallahu Anh) den rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
Osman İbn-i Affan (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Kıyamet gününde üç sınıf insan şefaat edecektir; Peygamberler, Âlimler ve Şehitler.”
Konu 12 : Büyük günah işleyen müslümanlar tevbe etmeden ölseler dahi cehennem de ebedi olarak kalmayacaklarına inanmak.
“Kim zerre kadar hayır işlerse, onu görecektir.” (Zilzal Suresi: 7) Kur’an-ı Kerim’de bu ve bu manada bir çok ayet-i kerime vardır.
Mü’min olan bir kimsenin ne kadar günahı olsada imanı bulunduğuna göre mutlaka hayrı vardır. Zerre kadar hayır işleyen bunun sevabını göreceğinden o kişinin neticede mutlaka cennete gireceği muhakkaktır. Çünkü cehennemde kaldığı sürece imanının mükafatını görmesi imkansızdır.
Konu 13 Amelin imandan cüz olmadığına inanmak.
Zira iman; Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Allah-u Teala’dan getirdiği zarûri ve kesin olarak bilinen şeylerin tamamına inanmaktır.
Bu kavram, azlığı ve çokluğu kabul etmez. Dolayısıyla iman ne artar, ne eksilir. Bu tasdik kendisinde olana: “Mümin”, olmayana: “Kâfir” denir.
İman iki rükün (temel) den ibarettir;
1- Kalb ile tasdik,
2- Dil ile ikrar.
Kalb ile tasdik rükn-i asli’dir; dil ile ikrar ise rükn-i zaiddir.
Rükn-i asil olan kalb ile tasdik hiç bir surette müminden düşmesi ihtimali bulunmayan bir rükündür.
Rükn-i zait olan ikrar ise müminden düşmesi ihtimal dahilinde olan bir rükündür.
Şöyleki; öldürülmekle veya bir uzvunun telef edilmesiyle veyahut şiddetli bir dayakla tehdit edilmesi durumunda dil ile ikrar düşebilir.
Nitekim dilsiz hakkında da bu rükün düşünülemez.
Konu 14: Şirkin dışında büyük günah işlemenin mümini iman dairesinden çıkarmayacağına inanmak.
Bu konu bir önceki konunun neticesi konumundadır.
Büyük günahlar, İbn-i Ömer (Radıyallahu Anhüma) dan rivayet edildiği üzere dokuzdur:
1- Allah-u Teala’ya şirk koşmak,
2- Haksız yere adam öldürmek,
3- Namuslu kadının iffetine iftira etmek,
4- Zina etmek,
5- Savaştan kaçmak,
6- Sihir (büyü yapmak veya yaptırmak),
7- Yetim malı yemek,
8- Müslüman olan ana ve babaya asi olmak,
9- Mescid-i Haram’da günah işlemek.
Ayrıca Ebû Hureyre, bunlara faiz yemeyi, Hazreti Ali (Radıyallahu Anh) hırsızlığı ve şarap içmeyi eklemiştir.
Konu 15: Allah-u Tealâ’nın duaları kabul edip, ihtiyaçları göreceğine inanmak.
Çünkü Allah-u Teala Kur’an-ı Kerim’de; “Bana dua edin, duanızı kabul edeyim” buyurmuştur.(Gâfir Suresi: 60’dan)
O halde hayatta olan insanların ölülere dua etmelerinde ve onlar için sadaka vermelerinde fayda vardır.
Bu konuya delil olarak Taftazani (Rahimehullah),”ölülere, özellikle cenaze namazında yapılan dualarla ilgili olarak nakledilen sahih hadisler vardır.
Ve selef (geçmiş büyükler) de, bu gibi hususlar öteden beri anane haline gelmiştir. Yapılan duada ölü için fayda olmasa, bu gibi şeylerin manasız olması gerekirdi” demiştir.
Aişe (Radıyallahu Anha) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Sayıları yüze varan bir cemaatin namazını kıldığı ve hep birlikte duacı olduğu hiç bir ölü yok ki, bunların o zat hakkındaki duaları kabul edilmemiş olsun” buyurmuştur.
Konu 16 : Kulun kendi iradesiyle yaptığı bütün iyi ve kötü fillerinin yaratıcısının Allah- u Tealâ olduğuna inanmak.
Çünkü Allah-u Tealâ Kur’an-ı Kerim’de;
“Sizi de yaptıklarınızı da yaratan Allah (-u Teala) dır.” (Saffat Suresi: 96)
“Yaratan, yaratamayan gibi olur mu? düşünmez misiniz?” buyurmaktadır. (Nahl
Suresi: 17)
Bu ayet-i celile yaratıcılıkla övünme makamında nazil olmuştur. Şayet yaratıcılık Allah-u
Teala’ya ait olmasaydı, bu ayetle övünmesinin bir manası olmazdı.
Ehl-i Sünnet Vel cemaat mezhebinden olan bir kişinin bu şekilde inanması lazım geldiği için yaratmak kelimesini kullara isnad ederek: “Falanca kişi yarattı” demekten sakınmalıdır.
SORU : Kulun bütün fiillerini yaratan Allah-u Teala olduğuna göre, kul yaptığı fiilden niçin mes’uldür.
CEVAP : Allah-ü Teala kullarına hayrı da şerri de seçebilecek bir irade vermiştir.
Kul, bu seçme kudretini hayır ve şerden dilediği cihette (yönde) kullanabilir. Kulun iradesini hayra ve şerre sevketmesine: “Kesb” denilir.
Kulun bu kesbinin Allah-u Tealâ’nın kul için yaratmış olduğu fiille ilgisi ve birlikteliği vardır. Dolayısıyla kulun yapmış olduğu fiilde Allah-u Teala’nın onu cebretmesi (zorlaması) söz
konusu olamaz.
Görüldüğü gibi kulun mesuliyeti kesbinden kaynaklanmaktadır.
Konu 17: Yolcu veya yolcu değil iken mestler üzere meshetmenin caiz olduğuna inanmak.
Hasan-ı Basri (Radıyallahu Anh) demiştirki; Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in ashabından ulaşmış olduğum yetmiş kişinin hepsi mest üzere meshetmenin caiz olduğu görüşünde idi.
Bundan dolayı Ebû Hanife (Radıyallahu Anh) “Gün gibi açık deliller elde etmedikçe, mestler üzere meshin caiz olduğuna kanaat getirmedim.” demiştir.
Tabakât-ı Fukaha’nın üçüncü tabakasından: “Müctehid fil mes’ele (müctehidin görüşünün bulunmadığı meselelerde müctehidin kaide ve usulüne uygun bir şekilde ictihad etme yetkisine sahip) olan İmam-ı Kerhi (Rahimehullah) demiştir ki;
Mest üzere meshetmenin caiz olmadığına kanaat getirenlerin kafir olmalarından endişe ederim.
Çünkü bu konuda nakledilen eserler ve haberler tevatür hükmündedir.
Netice; mest üzere meshetmenin caiz olmadığı kanaatine varanlar bid’at ehlidir.
Konu 18: Kabirde Münker ve Nekir’in sual sormalarının hak olduğuna inanmak.
Münker ve Nekir: Kabre girerek, insana Rabbinden, dininden ve Peygamberinden sual soran iki melektir.
“Ölü mezara gömülünce, birine: ‘Münker’ diğerine: ‘Nekir’ adı verilen siyah ve gözleri mavi iki melek gelir.
Ona derler ki, ‘şu Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) denilen zat hakkında ne dersin?’ O da (dünyada) dediğini söyler.
‘O, Allah (-ü Tealân) ın kulu ve Resulü dür. Ben şehadette bulunurum ki, Allah (-u
Tealâ) dan başka ilah yoktur, Muhammed (Aleyhisselam) da O’nun kulu ve Resulüdür.’
Bunun üzerine melekler; ‘biz senin böyle diyeceğini zaten biliyorduk.’ derler.
Sonra onun mezarı enine ve boyuna yetmiş arşın genişletilir. Daha sonra bu ölünün mezarı aydınlatılır. Neticede melekler ölüye: ‘Yat, uyu’ derler. 0 da (sevincinden dolayı): ‘Aileme döneyim ve (bu iyi halimi onlara) haber vereyim (mi?)’ der.
O zaman Melekler ‘Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan
şahıs gibi mahşer gününe kadar sen uyumana devam et.’ derler.
Ölü münafık olursa; ‘Halkın Muhammed (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) hakkında bir şeyler söylediklerini işittim, ben de onlar gibi konuştum, başka bir şey bilmiyorum (yani onun gerçekten Peygamber olup olmadığını bilmiyorum)’ der.
Melekler: ‘Böyle diyeceğini zaten biliyorduk.’ derler.
Daha sonra yere: ‘Bu adamı alabildiğine sıkıştır.’ diye hitap edilir
Yer de başlar adamı (mengene gibi) sıkıştırmaya… O kadar ki (kaburga) kemikleri hur da haş olur.
Allah-u Tealâ onu o yattığı yerden diriltinceye kadar orada daima azaba uğratılır.” (Tirmizi )
Konu 19 : Kâfirlere ve asi olan bazı müminlere yapılacak kabir azabının hak olduğuna inanmak.
Çünkü İbn-i Abbas (Radıyallahu Anhüma) dan rivayet edildiğine göre Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) iki kabrin yanına uğradı ve şöyle buyurdu;
“Bunlar azap olunuyorlar, büyük bir şey hakkında azap olunmuyorlar. Evet (insanlar katında değilse de Allah-u Tealâ katında büyük bir şeyle azap olunuyorlar).
Bunlardan biri küçük abdesten sakınmazdı (üzerine sidik sıçratırdı). Diğeri ise laf taşırdı.”
Daha sonra yaprakları soyulmuş yaş bir dalı aldı ve onu iki parçaya böldü. Sonra her bir kabre bir parça koydu.
0 zaman sahabe-i kiram: “Ya Resülallah! Bunu niçin yaptın?” diye sorduklarında, Resulullah
‘(Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Bu çubuklar yaş kaldıkları müddetçe, onların azaplarının hafifletileceğini umarım.” buyurdu. (Buhari, Vüzü ‘:54 No: 213, 1/88 Müslim, İman: 34 No: 292, 1/240 Ebu Davud, Taharet:11 No:20)
Kabir azabı hakkında daha çok hadis-i şerifler vardır, biz bir tanesiyle yetindik.
Konu 20: Müslümanların Cennete girmeleri, amellerinin karşılığı olmayıp, bilakis
Allah-u Tealâ’nın fazl-u keremi ile olduğuna inanmak.
Müminlerin Cennetteki derecelerinin farklı olması amellerinin azlığı ve çokluğuna bağlıdır. Ancak cennete girmeleri Allah-u Tealâ’nın fazl-u keremine bağlıdır. Zira kulların yapmış olduğu ameller çok bile olsa, Allah-u Teala’nın verdiği nimeti karşılaması düşünülemez. Nitekim Ebu Hureyre (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Hiç birinizi ameli Cennete sokamaz” ‘buyurdu. 0 zaman: “Sen de mi? Ey Allah’ın Resulü!” diye sorulduğunda Peygamber Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Ben de (giremem). Ancak Allah (-u Tealâ) beni fazl-u rahmetiyle kuşatırsa (girebilirim).” buyurdu. (Buhari, Merza:19 No:5349, 5/2147 Müslim, Sıfatü ‘l-Münafikin:l7 No:2816, 4/2169)
Konu 21: Öldürülenin, eceliyle öldüğüne inanmak.
Şöyleki Allah-u Teala öldürme hadisesinin gerçekleşeceğini, evveli olmayan ilmi ile bilmiş olduğundan öldürülenin ecelini ona göre belirlemiştir.
Katil ise yasak olan öldürme cinayetini işleyip Allah-u Teala’nın takdirinin bu şekilde tecelli etmesine sebep olduğu için mes’ul olmuştur.
O halde öldürülen kişi için: ‘ (ölüm zamanı) nı tamamlamadan ölmüştür.’ denilemez.
Konu 22 : Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisinin Hazreti Ebûbekr-i Sıddık ve Hazreti Ömer (Radıyallahu Anhüma) olduğuna inanmak.
Konu 23 : Hazreti Osman ve Hazreti Ali (Radiyallahu Anhüma) yı sevmenin gerekliliğine inanmak.
Ehl-i Sünnetin cumhuru (çoğunluğu) na göre, Hazreti Osman, Hazreti Ali’den üstündür. Bazıları bunun aksini iddia etmişlerdir.
Konu 24: Veliler (Allah-u Teala’nın dostların) ın, kerametlerinin hak olduğuna inanmak.
Veli: İmkan dahilinde Allah-u Teala ve sıfatları hakkında bilgi sahibi olan, ibadetlere devam eden, günahlardan kaçınan, lezzetlere ve şehvetlere dalmaktan yüz çeviren, dünyaya sırt çeviren, kalbine yönelen, Mevla Teala’yı zikre devam eden kişidir.
Mucize: Peygamberlik davasıyla ilgili olan harikulade hadiselerdir.
Velilerin kerameti: Peygamberliği iddia etmemek şartıyla onlardan zuhûr eden harikulade (adet dışıi) hadiselerdir.
İstidrac: İman ve amelle ilgisi bulunmayan kişilerden zuhûr eden harikulade hadiselerdir.
Veli olan kişi bir Peygambere tabi olduğunu ikrar ettiği için onun göstermiş olduğu keramet, tabi olduğu Peygamber için mucize sayılır.
Bu kerametler ne gibi şeylerdir?
Tayy-i Mekân: (az süre içinde uzun mesafe katetmek).
Mesela; Süleyman (Aleyhisselam) in adamı olan Asaf İbn-i Berhiya’nın göz açıp kapama süresi içerisinde Belkıs’ın tahtını uzak bir mesafeden getirmesi gibi. (Neml Suresi: 40)
İhtiyaç duyulduğunda yenilecek, içilecek ve giyilecek şeylerin kendiliğinden ortaya çıkması. Nitekim Hazreti Meryem hakkında bu durum gerçekleşmiştir. (Ali imran Suresi: 37)
Su üzerinde yürümek, havada uçmak, cansız maddelerin ve hayvanların konuşmaları ve benzeri şeyler Selef-i Salihinden, inkarı mümkün olmayacak derecede çok kişiden nakledilen harikulade hadiselerdir.
Konu 25: Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) in Cennetle müjdelemiş olduğu on kişinin cennetlik olduğuna dair şehadette bulunmanın hak olduğuna inanmak.
Nitekim Abdurrahman ibni Avf (Radıyallahu Anh) dan rivayet edilen bir hadis-i şerifte
Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
1- Ebûbekir (Radıyallahu Anh), cennettedir
2- Ömer (Radıyallahu Anh), cennettedir.
3- Osman (Radıyallahu Anh), cennettedir.
4- Ali (Radıyallahu Anh), cennettedir.
5- Talha (Radıyallahu Anh), cennettedir.
6- Zübeyr (Radıyallahu Anh), cennettedir.
7- Abdurrahman bin Afv (Radıyallahu Anh), cennettedir.
10- Ebu Ubeyde bin Cerrah (Radıyallahu Anh), cennettedir.”
(Tirmizi, Menakib:26, No:3 747, 5/647, Ebu Davud, Sünnet:8, No:4 649, 2/623, Ahmed ibni Hambel, Müsned, No:1675, 1/410)
Yine böylece Hazreti Hatice, Hazreti Fatıma, Hazreti Aişe ile Hasen ve Hüseyn (Radiyallahu
Anh) ve diğer bazı sahabeler hakkında cennet müjdesi dünyada verilmiştir.
Bu hususta bir çok hadis-i şerif ve rivayetler mevcuttur.
Bunları veya bunlardan birini tenkit eden kişi mübtedi’ (ehl-i bid’at) tır.
Biz bütün müminlerin cennet ehli, kafirlerin de cehennem ehli olduklarına şahitlik ederiz fakat hakkında bir nas (ayet ve hadis gibi bir delil) bulunmadıkça belli bir kimsenin cennetlik veya cehennemlik olduğuna dair şahitlikte bulunamayız.
Konu 26 : Kitabın hak olduğuna inanmak.
Yani hafaza meleklerinin, mükellef kulun taat ve isyanlarını yazdıkları divan haktır. Bu defter mü’minlere sağ elinden kafirlere ise sol ellerinden ve sırtlarının arkasından verilecektir
Fasık mü’mine defteri nasıl verileceğine dair ihtilaf varsa da meşhur olan görüş, sağ tarafından verileceğidir.
Konu 27: Sualin hak olduğuna inanmak.
Kıyamet günü hesap zamanı Mevla Teala’nın, kullarına dünyada yaptıklarını sorması haktır. Mevlâ Teala mü’minlerin günahını teşhir etmeyip onlarla teke tek görüşecek ve neticede günahlarını mağfiret edecektir.
Kafirler ve münafıklar hakkında ise bütün mahlukatın huzurunda:
“İşte bunlar, Rablerine karşı iftirada bulunanlardır. Allah’ın laneti o zalimlerin üzerine olsun.” (Hud Suresi:18 den) diye nida edilecektir.
Konu 28 : Havz-ı Kevser’in hak olduğuna inanmak.
Abdullah ibni Amr (Radıyallahu Anh) dan rivayet edildiğine göre Bu hususta Resulullah
(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur:
“Benim havzım (açıları eşit olmak üzere) bir aylık genişliktedir. Onun suyu sütten beyaz, kokusu miskten daha hoştur.
Bardakları gökteki yıldızlar gibi (çok) tur. Ondan (bir kere) içen artık ebedi susamaz.”
(Buhari, Rikâk:53, No:6208, 5/2405, Müslim, FezâiI:9, No:2292, 4/1793, Ahmed İbni
Hanbel, Müsned, No:15123, 5/189)
Konu 29 : İnsanların Peygamberlerinin, meleklerin Peygamberlerinden, meleklerin Peygamberlerinin, insanların Peygamber olmayanlarından, insanların Peygamber olmayanlarının da meleklerin Peygamber olmayanlarından daha faziletli olduğuna inanmak.
Melek nev’inin Peygamberlerinin, insanlar dan Peygamber olmayanlara üstün oluşu icma ile, hatta zarüri olarak sabit olan bir hükümdür.
İnsan nev’inin Peygamberlerinin, melek nev’inin Peygamberlerinden, Peygamber olmayan insanların, Peygamber olmayan meleklerden üstün oluşu bir kaç şekilde izah edilebilir.
a) Allah-u Teala meleklere Adem (Aleyhisselam) a tazim ve tekrim yolu ile secde etmelerini emretti.
Hikmetin gereği Allah-u Teala’nın, fazilet bakımından altta olanın üstte olana secde etmesini emretmesidir.
b) ilim ehli olan herkes;
“Allah (-u Tealâ) Adem (Aleyhisselam) a bütün isimleri öğretti.” (Bakara Suresi: 31 den) Ayeti ile Allah-u Teala’nın, Adem (Aleyhisselam)ı meleklerden üstün kıldığını, Adem
(Aleyhisselam) ın ilminin fazlalığı sebebiyle, tazim ve tekrimi hak ettiğini anlar.
c) “Şüphesizki Allah (-u Teala) Adem (Aleyhisselam) ı, Nuh (Aleyhisselam) ı, İbrahim ailesi ile İmran ailesini seçip alemlere üstün kıldı.” (Ali İmran Suresi: 33)
Bu ayet-i celilede zikredilen Âlem kavramına melekler de dahildir. Peygamber olmayan insanların, Peygamber olan meleklerden üstün tutulmayacakları icma ile istisna edilmiştir.
Bu istisna dışında ayetin genel hükmü bakidir. Bu genel hüküm de; “İnsan nev’inin Peygamberlerinin, melek nev’inin Peygamberlerin den, Peygamber olmayan insanların, Peygamber olmayan meleklerden üstün oluşu” dur.
HATİME
(Son söz)
Bu risalede açıklanan inançlara sahip olmak ne kadar önemli ise bu itikadı korumak ve bu inanç üzere ölmek de o derece önemlidir.
Bu yüzden risalemizin sonunda, imanı vesvese ve şüphelerden kurtaracak ve son nefeste koruyacak bazı duaları yazmayı münasip gördüm.
Ruhûl Beyan, Kurtubi ve Cemel tefsirlerinde zikredildiğine göre, Sabahleyin En’am suresinin başından 3 ayeti kerimeyi okuyan kimsenin kalbine şeytan her ne zaman yanlış bir fikir atmak istese, beraberinde demirden bir kamçı bulunan bir melek yedinci kat semadan inerek onunla şeytan arasına yetmiş bin perde koyar. (Tefsir-i Cemel, 2/2, Kurtubi, 6/383)
Ayet-i kerimelerin okunuşu:
Rivayet edildiğine göre her gün on kere:
okuyan kimse, o gün şeytanın bütün vesveselerinden kurtulur.
Aşık Muhammed el Halidi en Nakşibendi (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin beyanına göre güneş doğmadan ve batmadan, Âli İmran suresinin 18. ayeti kerimesini, zikredilecek dua ile birlikte okuyan kişiye son nefeste imanı bağışlanır. (Miftah-u Kenzil Esrar Fit Tarikatin Nakşibendiyye, Sh:21)
Ayeti Kerimenin dua ile birlikte okunuşu:
Şeyh Muhammed Ali ibni Hakim et Tirmizi (Rahimehullah) buyurmuştur ki: Allah-u Tea1â
Hazretlerini bin kere rüyamda gördüm ve O’na:
“Ya Rabbi! Ben imanımı kaybetmekten korkuyorum.” dedim.
O’da bana: “Sabahın sünneti ile farzı arasında bir kere şu duayı okumamı emretti.
“Ey Hayy ve Kayyum! Ey Celâl ve ikram sahibi! Ey göklerin ve yerin yaratıcısı olan Allahım! Senden, kalbimi marifetinin nuruyla ebediyyen diriltmeni isterim. Ya Allah! Ya Allah! Ya Allah!”
Bir rivayette, bu duanın üç kere, diğer bir rivayette de kırk kere okunması emredilmiştir. (Molla ilyas, Akaidi Taftazani hami-şinde 5.134)
Üstadımızın Üstadı Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu), Üstadımız Hacı Mahmud
Efendi Hazretlerine, kalbinin kaymaması için şu duayı devamlı okumasını vasiyet etmiştir
“Ey Rabbimiz! Bizi hidayete eriştirdikten sonra kalplerimizi kaydırma. Bize tarafından rahmet bahşeyle. Şüphesiz ki sen ancak sen son derece hibe edensin.” (Ali İmran Suresi:8)
Akşamın sünnetinden sonra okunan şu dua da kalbin imanda sabit kalmasına büyük bir vesiledir:
Ümmü Seleme (Radıyallahu Anh) a validemizden rivayet edildiğine göre, Resulullah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) akşam namazını kıldıktan sonra (yanıma) girer iki rekat namaz kılar ye sonra:
“Ey kalpleri çeviren Allahım! Kalplerimizi dinin üzere sabit kıl.” diye dua ederdi. (İbni Sünni, Amelül yevmi velleyle, Sh.232, No:658)
DUANIN OKUNUŞU:
Yine böylece sabah namazının sünnetini evde kılıp cemaate çıkmakta, son nefeste imanlı ölmeye sebep olacak en faziletli amellerden olarak zikredilmektedir.
Dünya ve Ahiret en büyük sermayemiz olan imanımızı koruyabilmemiz için elden gelen bütün gayreti göstermemiz gerekirken, yapılması bu kadar kolay olan vazifeleri de terk edersek elbette bu, büyük bir acizlik belgesi ve imana önem vermeme göstergesi olur ki bu hale düşmekten Allah-u Teala’ya sığınırız.
Allah-u TeaIâ’dan en büyük niyazımız ve O’na olan en son duamız, bu risalede belirtilen
“Ehli Sünnet Vel Cemaat” mezhebinin inancı üzere yaşayıp ölmeye bizi muvaffak kılmasıdır.
Ehli Sünnet İnancı
İSLAMDERGİİSİ.COM
İmam-ı Rabbani Müceddi-i Elf-i Sâni (kaddesallahu sirrahulakdes) hazretlerinin 1.cild 157. mektubundan: “Ey mesud kardeşim! Bize ve size herşeyden önce lazım olan inancı, kitaba ve sünnete uygun olarak düzeltmektir. Sırat-ı müstekım alimlerinin (Ashab-ı Kiram ve Müctehid Alimler) Kur’an’dan ve hadis-i şeriflerden anladıklarına ve bildirdiklerine uygun olarak i’tikad etmek lazımdır. Çünkü kitabtan ve sünnetden bizim ve sizin anladıklarımızın bir kıymeti yoktur. Bizim Kur’an’dan ve hadis-i şeriflerden anladıklarımız, Sırat- Müstekım Alimlerinin beyan ettiklerinin doğrultusunda ise ancak bir kıymete sahibdir. Çünki her bid’at sahibi (dinde reformcu) ve sapık zümreler, bilgilerini ve sapıkca işlerini Kur’an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkardıklarını söylerler.
İkinci olarak şer’i hükümleri öğrenmek. (Helal, haram , farz, vacib) Üçüncü olarakta, bildiklerimize uygun amel etmektir. Dördüncü olarakta kalbin tasfiyesi ve nefsin tezkiyesidir ki, bu iş tasavvuf büyüklerine mahsustur.
İtikadı öğrenmeden ahkamı şeriyeyi öğrenmenin hiç bir faidesi yoktur. Bu ikisi düzelmedikçe ibadetlerin hiç bir faidesi yoktur. Bu üçü birden yapılmadıkça, (İtikad, şeriati öğrenim ve ihlasla amel), kalbi tezkiye ve nefsi tasfiye hiç mümkün değildir.”
193. mektubta şöyle beyan ediyor: “ Kıyamette cehennem azabından kurtuluş Ehli Sünnet İnancına bağlıdır.” 286. mektubtan : “Ehli sünnet vel-cema’at alimlerinin bildirdikleri manalara uymayan herşeye akla, fikre, hayale iyi gelsede, tasavvuf yolunda keşif ve ilham ile anlaşılsada, hiç kıymet vermemelidir. Ehli sünnete uymayan bilgilerden ve ilhamlardan ve keşiflerden(gönül gözü ile görülenler) , Allahu Teala’ya sığınmak lazımdır. Mesela bazı ayet ve hadislerden (Tevhid-i Vücudi ) anlaşılmaktadır. Bazılarından da ihata, sereyan, kurb, ve ma’ıyyet manaları çıkmaktadır. Fakat ehli sünnet uleması bu ayet ve hadis-i şeriflerden böyle manalar anlamadı. Yani Allahu tealanın bu alem içinde olmasını, mahlukları kapladığını bunlarla birleşik olduğunu, kendisinin yakın olduğunu beraber olduğunu anlamadılar. Böyle anlayışın yanlış olduğunu söylediler. Şu halde tasavvuf yolunda ileleyen birine böyle bilgiler hasıl olursa, her varlığı bir varlık olarak görürse veya, herşeyi bir varlığın kapladığını, Allah’ın(c.c.) zatının mahlulara yakın olduğunu anlarsa, bu bilgi ve keşifin yanlış ve tehlikeli olduğunu anlamalıdır. Böyle bilgi ve keşiflerden Allah’a sığınmalı ve çok dua etmelidir.” ve devamen ” İyi bilinizki tasavvuf yolunun sonuna varanlara hasıl olan itikad, Ehli sünnet ulemasının bildirdiklerine tam uymaktadır. Bu doğru bilgilere Ehli sünnet uleması, Kur’an ve hadis-i şeriflerden ve eshab-ı kiramdan alarak, tasavvuf büyükleri ise keşif ve ilhamlar ile ulaşmışlardır…”
Bunları okuyup iyi anlamak lazımdır. Günümüzde model haline getirilen, ehli sünneti dahi bilmeyenleri ölçü almamalıyız. Aksi halde daha dindar olmak isterken dinini kaybedenlerden olma durumu vardır. Adam güya; “ sufi” veya; “derviş oldum” veya: “ cemaat ehli oldum” derken ehli sünnetten ayrılıp cehenneme yuvarlandığının farkında dahi olamıyor. İmam-ı rabbani hazretleri, İtikadda İmam-ı Maturudi ve İmam-ı Eşari hazretleri gibi içtihat derecesine yükselmiş olup, İmam-ı Maturidi hazretlerinin içtihadından, bir kaç ayrıntı dışında başka bir farkı yoktur. Gerçekten yukarıda belirtildiği gibi hiç bir sapık fırka yokturki, sapık görüşlerini Kur’an ve hadisi şeriflere dayandırmış olmasın.
Keşif ehli kimselerde bidayette keşif ve ilhamları ehli sünnete uymuyorsa, bu yanlış ve bozuk keşiflerden kurtulmaları için Allah’a çok yalvarmaları lazımdır. Hiç bir kimsenin keşif ve ilhamı, vahyden ve Allahın rasulüne açılan keşiflerden ve Muahammed s.a.v. efendimizin ilhamlarından daha doğru olamaz. İmam-ı Rabbani k.s. hazretleri; kimin Allahu tealaya yakınlığı daha çoksa, o kimsenin ilham ve keşiflerinin daha net olacağını yuıkarıdaki mektubunda açıklamış bulunmaktadır. Tasavvuf ehli büyüklerin başlangıçtaki halleri çok karışık olduğundan, orada yaşananları sadece, talibleri uyarı amacı ile bilgilendirmek uygundur.
Bidayette ve ortada yaşanan haller karışık duygulardan hali olmayınca, nihayette yaşananlarda şeriate tam uygunluğu söz konusu olunca, “Tasavufun amacı nedir?” diye bir soru akla gelebilir. Tasavvufun amacı; Şah-ı Nakşibend k.s. hazretlerinin de beyan ettiği gibi; ” Başkalarının toplu olarak bildikleri bilgileri ayrıntıları ile, başkalarının bilgi olarak bildiklerini, gönül gözü ile görerek bilmektir.” Gönül gözü ile görmeyi Allah’ın rasulü s.a.v. efendimiz şu hadis-i şeriflerinde: ”Leyse lilHaberi kelmuâniyeh” mealen “Görmek gibi haber yoktur.” diyerek keşif sahiblerinin imanlarını medhü sena eylemiştir. Bu keşif sahibi velilerin imanı taklidten tahkike ulaşarak, Allahu tealanın rızasına kavuşurlar. Başkalarının gafletle yaptıkları ibadetleri, bunlar Allah muhabbeti ile yaparak “Ebrarın ibadetleri mukarreblerin ibadetleri karşısında hatdır” sözüne uygun düşer.
Sonuç olarak, her doğru keşif ve ilham, ehli sünnet inancı ile teyid edilir ve ehli sünnet inancıda, her Hakk’ın nurunu gören gönül gözü ile tasdik edilir. Vesselam.
***********************
Gülistan Dergisi » Ana Menü » Araştırma
EHL-İ SÜNNET
94. Sayı
Ekim 2008
Ehl-i Sünnet Nedir? Ehl-i Sünnet, kısaca; Hz. Peygamber’in sünnetine uyan ve Hz. Peygamber’i hayatta örnek edinen ve onun sünnetine göre hayatına yön veren demektir. Bu ifadeyi biraz açmak için, önce Sünnet nedir? Bunun üzerinde durmamız gerekmektedir.
Sünnet: Arapça bir kelime olup; “yol, birinin devamlı gittiği yol, âdet, gidişat, hayat tarzı” gibi anlamlara gelmektedir. Terim anlamı olarak ta “sünnet”, Peygamberimiz (s.a.s)’in söz, fiil ve takrirlerini ifade eder. (Şimşek, M. Sait, “Asr-ı Saadette Kur’an ve Sünnetin Anlaşılması”, Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadette İslam, Beyan Yayınları, İstanbul 1994, I, 233.)
Takrir, Peygamber’in yapılışını görüp de yasaklamadığı davranışları belirtir. Peygamberimiz (s.a.s) bilgisi dâhilinde yapılan bir davranışa veya yanında söylenen bir söze, karşı çıkmamışsa, bu O’nun, o davranış veya sözü onayladığı, en azından mubah saydığı anlamına gelir. Çünkü insanları Allah’ın rızasına ters olan her şeyden uzaklaştırmak için görevli olan bir peygamberin, üstelik kendisinin her davranışının ashabınca takip ve taklit edildiğini bile bile Allah’ın rızasına ve dinine muhalif bir davranış karşısında susması düşünülemez.
Kısaca söylemek gerekirse sünnet: “Peygamber (s.a.s)’in hayat tarzı” demektir. Hayat tarzı, kişinin hayat anlayışının dışa vurmuş şeklidir. Şu halde peygamber (s.a.s)’in sünnetinin temelinde, O’nun hayat anlayışı vardır.
İnsanlar, tarih boyunca, “Ben kimim, nereden geldim, niçin geldim, nereye gidiyorum?” gibi sorulara cevap aramışlar ve bu sorulara verdikleri cevaplara göre hayata anlam vermişler, hayat gayelerini buna göre tespit etmişlerdir.
İşte Cenab-ı Hakk, gönderdiği peygamberler vasıtasıyla bu soruların doğru cevabını insanlara bildirmiş ve ona göre hayat sürmelerini istemiştir.
Sünnet, bir hayat tarzı ise -ki öyledir- bu hayat tarzını gerçek manasıyla idrak etmek, onun arkasındaki hayat anlayışını bilmeye bağlıdır. Bu hayat anlayışını kavrayabilen kişi şuurlu bir şekilde Hz. Peygamber’in sünnetini hayatında yaşayabilir. İşte sünnetin temelindeki bu hayat, bizim itikad, yani iman dediğimiz şeydir.
Bu noktada sünnetin inanç ve zihniyet boyutu söz konusudur. Yani Peygamber (s.a.s)’in hayat gayesi ne ise hayata verdiği anlam nasılsa, O, nasıl bir imana sahipse, Müslüman da öyle bir imana sahip olmaya gayret etmelidir. O’nun değer yargılarını aynen benimsemelidir. Müslüman her şeyden önce Hz. Peygamber (s.a.s)’in iman dünyasını, gönül dünyasını, fikir dünyasını kavramaya ve O’nu örnek almaya çalışmalıdır.
Müslüman, Peygamber (s.a.s)’in tevhid anlayışını, nefis ve arzular dâhil, her türlü maddî ve manevî puta gönlünde yer vermeyişini, Allah varken başka hiçbir otoriteyi kabul etmeyişini, kulluk şuurunu, Allah sevgisini ve korkusunu, kader ve tevekkül anlayışını, kâinatın her yerinde Allah’ın tecellilerini ibretle seyredişini, sebep-müsebbip anlayışını, ulûhiyyet anlayışını, değer yargılarını iyi tespit edip, sünneti yaşarken bunları işin temeline koymak ve içine sindirmek zorundadır. (Bkz., Polat, Selahaddin, “Hz. Peygamberin Sünnetini Anlama ve Sünnete Uyma”, İslam’da İnsan Modeli ve Hz. Peygamber Örneği, T.D.V.Yay., Ankara 1995, s. 32.)
İslam toplumunun fikrî ve amelî oluşumunu sağlayan, Allah’ın Kitabı ve Hz. Peygamberin sünnetidir. Bunun için Allah Teâlâ, Kur’an ile birlikte Peygambere tabi olup bağlanmanın ve ona itaat etmenin gerekli olduğunu belirtmiştir. “Kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı (Kur’an) ve hikmeti (sünnet) öğreten ve size daha bilmediğiniz nice şeyleri de öğreten bir Peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151.) Bu ayette ifade edilen kötülükten arındırmak (tezkiye), haram ve helâli Kur’an’dan öğrenmek ile hikmet ise “sünnet” olarak tefsir edilmiştir.
Kur’an, farzı, vâcibi tayin etme, helâli, haramı belirleme açısından Allah’ın hükmü ile Rasûlünün hükmünü, iki temel esas kabul etmiştir. “Aralarında hüküm vermesi için Allah ve Rasûlüne davet edildiklerinde, “işittik ve itaat ettik” demek, sadece müminlerin söyleyeceği sözdür. İşte asıl bunlar kurtuluşa erenlerdir.” (Nûr, 24/51.)
Nitekim, Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim’de, mü’minlere Hz. Peygamber (s.a.s)’i örnek gösteriyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve ahiret gününü arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler için Allah’ın Resulünde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21.)
Şunu iyi bilelim ki O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip, hayata yansıtılması gereken bir rehberdir. Yüce Allah buyuruyor ki: “Resul size neyi verdi ise, onu alın! Neden men etti ise ondan da sakının.” (Haşr, 59/7.) Zaten O’nun sözleri ve hareketleri kendi, heva ve hevesinin eseri değildir. Yüce Mev-lâ’nın vahyi ve ilhamının mahsulüdür. (Necm, 53/3-4.)
Ayrıca Kur’an’da, Hz. Peygamber’e itaati emreden ve ona itaat etmenin Allah’a itaat etmek demek olduğunu açıklayan çok sayıda ayet vardır. (Bkz., Al-i İmran, 3/31; Nisa, 4/59; Nisâ, 4/65; Nisa, 4/80; Ahzab, 33/36.)
Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s) de, “size emrettiklerimi yerine getirin, yasaklarımı da gücünüz yettiğince terk edin.” buyurmuştur. (Müslim, 412, İbn Mâce, Mukaddime, 1.)
İşte, burada zikrettiğimiz bütün bu ayet ve hadislerden de anlaşıldığı gibi, Sünnete bağlılık, dinî bir zorunluluktur. Kur’an bize yeterlidir düşüncesiyle sünneti ihmal etmek, tarih boyunca bütün bid’at fırkalarının ortak özelliği olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.s) bu durumun ileride ortaya çıkacağını çok önceden haber vererek, dinî hiçbir kaygısı olmayan bu insanlardan bizi şöyle diyerek sakındırmıştır: “Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size ‘Kur’an yeterlidir; Kur’an neyi helâl kılmışsa onu helâl bilin, neyi haram kılmışsa onu haram bilin.’ diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun: Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) de verilmiştir.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 6, Ahmed b. Hanbel, IV, 131)
İmrân b. Husayn (r.a.), “bize Kur’an yeterlidir, sünnete gerek yoktur”, diyen bir adama şöyle seslenir: “Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğlen namazının dört rekât olduğunu, kıraatinin gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bize çok şeyleri müphem (kapalı) bırakmış, sünnet onları açıklamıştır.”
Abdullah b. Mesud (r.a) “Allah’ın, yaradılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” haber verirken bir kadın “bunlar Kur’an da var mı?” diye sorar. Abdullah b. Mesud şöyle der: “Var tabii, sen şu ayeti okumuyor musun: ‘Rasûlullah size neyi emrederse onu alın, neyi yasaklarsa ondan da kaçınınız.’’ (Haşr, 59/7; Abdullah b. Zeyd, Sünnetü’r-Resûl Şakîkatu’l-Kur’an, s.54.)
Hz. Peygamber, kendi sünnetine uyulmasını emrettiği gibi, ashabına da uyulmasını emir buyurmuştur. Hatta sahabilerini kendilerine uyulduğu takdirde, insanları doğru yola götüren gökteki yıldızlara benzetmektedir: “İçinizde benden sonra yaşayanlar birçok ayrılıklara şahit olacaktır. Size sünnetimi, hidâyete erdirilmiş, doğru yolu bulmuş halifelerimin sünnetini (yolunu) tavsiye ederim. Ona sımsıkı sarılın, sonradan çıkacak şeylerden de sakının. Çünkü dinde sonradan uydurulan şeyler, bid’attır. Her bid’at da sapıklıktır.” (Ebû Dâvûd, Sünne, 5.)
Ehl-i Sünnet tabiri ilk defa ne zaman ve kim tarafından kullanılmıştır?
“Ehlu’s-sünnet” tabiri, dinde bid’atlerin ve Hariciyye, Mu’tezile, Mürcie ve Şîa gibi çeşitli fırkaların ortaya çıkmasından sonra, sünnetin savunulması ve Ümmetin bütünlüğünün korunması hareketi olarak ortaya çıkmıştır. Ehlu’s-sünnet, bid’at fırkalarına karşı bir tepki, onların dindeki yerini belirleme, onların ortaya attığı meselelerin dinî cevaplarını tespit etme ve bid’atlara karşı İslam cemaâtının tavır alma hareketidir diyebiliriz.
Sahâbîlerin fitne çıkmadan önceki haline uyan, fitneler çıktıktan, müslümanlar fırkalara ayrıldıktan sonra da, sahabîlerin çoğunluğunun tutumunu benimseyen topluluk, kendilerini diğer bid’at fırkalarından ayırmak için, zaman zaman ehl-i sünnet, ehlü’l-hakk, ehlu’s-sünne ve’l-İstikâme, ehlu’l-hadis, ehlu’l-cemaâ, ehlu’l-hadis ve’s-sünne ve ehlu’s-sünne ve’l-cemaâ” isimlerini kullanmışlardır.
Ehlu’s-Sünnet terimini ilk kullanan, Muhammed b. Sîrîn (ö.110/728), “ehlu’l-hakk ve’l-cemâ’a” terimini ise, ilk defa kullanan Ebu’l-Leys es-Semerkandi (ö.373/898)’dir.
Bu terim, Hicrî II. asır başlarından itibaren “ehlu’l-hakk ve’l-istikâme”, “ehlu’s-sünne ve’n-nakl”, “ashabu’l-hadis” şekillerinde kullanılmıştır. Bu topluluk hakikatte bir fırka değil, Hz. Peygamber (s.a.s)’in ve ashabının yolunu takip eden çoğunluktur. Sonraki dönemlerde bu isimler içerisinde diğerlerindeki ortak noktaları da toplaması açısından “ehlu’s-sünne ve’l-cema’ât” ismi yaygınlaşmış ve kabul edilmiştir. Bu kullanışa yakın bir ifadeyi, Ahmed b. Hanbel (241/855), “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’a ve’l-âsâr” şeklinde kullanmıştır. (İbn Ebi Ya’la, Tabakatu’l-Hanâbile, Kahire 1952, I, 31.) “Ehlu’s-sünne ve’l-cemâ’â” şeklindeki ifade tarzına da Ebûl-Leys es-Semerkandî (373/898)’nin “Şerhu’l-Fıkhı’l-Ekber” isimli eserinde rastlan-maktadır. (Bkz., ttp://www.fatihberat.netteyim.net/ebedisaadet/ehlisunnet.htm (09.01.2005))
Ehl-i Sünnet, Kur’an ve sünnete dayanmayan hiçbir inanç ve ibadeti kabul etmez. Kur’an ve sünnetten tasdik almayan bütün inanç, fikir ve felsefeler batıldır.
Kur’an-ı Kerim, Allahu Teala’nın kelamı olup ilâhî koruma altındadır. Onu açıklayan ve uygulayan sünnet de bu korumanın içindedir. Din işlerinde Hz. Peygamber’e (s.a.s) tabi olmak farzdır.
“Kur’an ve aklım bana yeter, peygamberin görevi sadece Allah’ın ayetlerini tebliğ etmektir, vefatıyla vazifesi bitmiştir, bundan sonrası bize aittir, onun sünnetine tabi olmak gibi bir görevimiz yoktur”, demek küfürdür. Çünkü bu anlayış, bizzat Kur’an ayetlerine aykırıdır.
Kur’an ve sünneti anlamak için elbette aklı kullanmak gerekir. Bazen ayet ve hadisleri yorumlamak icap eder. Buna tevil etmek denir. Usul ve edebine göre tevil etmek, yeni yorum yapmak günah değildir; ihtiyaç anında gereklidir. Bütün mezhepler, işte bu yorum farkından dolayı ortaya çıkmışlardır.
Bugün Müslümanların güçlenmesi, yeniden kendilerini idrak etmeleri, yabancı ideolojilere yem olmamaları, birlik ve beraberliklerini yeniden kurmaları ve gerçek anlamda hem Müslüman olmaları hem de çağdaş hayata ve teknolojik gelişmelere ayak uydurmaları için Ehl-i Sünnet akîdesine dört elle sarılmaları gerekir.
Ehl-i Sünnetin Temel İnanç Esasları
•Ehl-i sünnete göre dinin temel iki kaynağı vardır. Birincisi Kur’an-ı Kerim, ikincisi ise Hz. Peygamber’in sünnetidir.
•İman ve amel birbiriyle sıkı bir ilişki içerisindedir. Ancak ameller imana dâhil değildir.
•Bütün inananlar kardeştirler. Ehl-i kıbleyi tekfir etmek kesinlikle caiz değildir.
•Ehl-i kıble olmasına rağmen, büyük günah işleyenler, imandan çıkmazlar fakat günahkârdırlar. Ancak işledikleri günahlardan tövbe etmeleri farzdır.
•Allah katında insanlar ancak takvayla üstünlük sağlarlar.
•İman edilecek hususlar açısından iman artıp eksilmez. Ancak kalplerdeki iman nuru, Allah sevgisi, kulluk şuuru ve ibadet zevki, kulun haline, edebine ve niyetine göre artar ve eksilir. Sürekli işlenen günahlar kalbi öldürür, imanı zayıflatır ve ibadet neşesini yok eder.
•Bütün müminler Allah’ın dostudur. Ancak müminlerden muttaki olanlar, takvada üstün olanlar Allah’ın veli kullarıdır. Allah dostlarından ve veli kullardan sadır olan kerametler haktır. Fakat velilik için keramet şart ve lazım değildir.
•Ehl-i sünnet, sevdiğini Allah için sever, buğz ettiğine de Allah için buğz eder. Nefsi için kimseye düşman olmaz.
•Ehl-i sünnet, bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed (s.a.s) Efendimizi hayatında örnek edinir. Bunun için bir Müslüman, hiçbir halde hiçbir kimseye zulüm yapamaz. Müslümanın temel ahlâkı, kusurları affetmek, insanları güzel öğüt ve ikna yoluyla hayra davet etmek, doğruyu yaşayarak göstermek ve herkese iyiliği emretmek ve kötülüklerden de sakındırmaktır.
•Ehl-i Sünnete göre, ahirette peygamberlerin ve Allahu Teala’nın izin verdiği salihlerin şefaati haktır. Allahu Teala ahirette müminlere cemalini gösterecektir.
•Eh-i Sünnete göre, Cennet ve cehennem ebedidir. Kalbinde zerre kadar iman ve Allah sevgisi ile ilâhî huzura gelenler, günahları yüzünden cehenneme girseler de, orada ebedî olarak kalmayacaklardır.
PROF.DR. MEHMET SOYSALDI
------
Ehl-i Sünnet Ve'l Cemaat
ALİ EREN
Sünnet, metod, yol, takip edilen iz ve çığır demek. Hazreti Resûlüllah’ın sünnetine bağlı olup ashabın metodunu benimseyen müslümanlar kitap ve sünnet/Kur’an ve hadis üzerinde birleşmiş, ihtilaflı meselelerde aklı değil kitap ve sünneti kaynak kabul etmişlerdir. Işte Resûlüllah’ın sünnetine uyanlaraEhl-i sünnet, bu hususta sahabîlerin metodunu takip edenlere Ehl-i cemaat, ikisine birden de Ehl-i sünnet ve’l-cemaat denildi.
Resûlüllah’ın sünnetini tatbikte sahâbîlerin metodunu esas alan ehl-i sünnetin ölçüsü akıl değil dâima kitap ve sünnet yani Kur’an ve hadis olmuştur.
Islam dininde sünnet Resûlüllah’ın dini yaşama şeklinin adıdır. Onun için sünneti kabul ve ona bağlılık İslâmî bir mecbûriyettir. Sünnetle dalga geçmek, mühimsememek veya hafife almak insanı dinden çıkarır.
Tarihteki bütün gizli hıyanet şebekeleri, “Kur’an bize yeter” diyerek Resûlüllah’ın nurlu yolunu/sünnetini devre dışı bırakmak için uğraşıp durdular.
Peygambirimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem) mûcize bir haber olarak bunu ümmetine şöyle haber vermişti:
“Tok karınlı, koltuğuna yaslanıp size “Kur’an yeterlidir. Kur’an neyi helal kılmışsa onu helal bilin, neyi haram kılmışsa onu da haram bilin” diyen adamların çıkması yakındır. Haberiniz olsun, dikkatli olun. Bana Kur’an ile birlikte (hüküm bakımından) onun bir benzeri (sünnet) verildi.(Ebû Davud, sünne 6, Ahmed bin Hanbel IV, 131)
Imran bin Husayn (r.a.) “Bize Kur’an yeterlidir, sünnete lüzum yoktur” diyen bir adama şöyle der:
“Ahmak herif! Sen Kur’an’da öğle namazının dört rek’at olduğunu, kıraatın gizli okunacağının hükmünü bulabilir misin? Kur’an bir çok şeyleri kapalı bırakmış, onları sünnet açıklamıştır.”
Abdullah ibn Mes’ud Hazretleri, “Allah’ın, yaratılış şeklini değiştirenlere lânet ettiğini” söylemiş, bir kadın da “Bunlar Kur’an’da var mı?” diye sormuştu. Abdullah ibn Mes’ud da “Var tabi. Sen şu âyeti okumuyor musun?” diyerek, Haşr sûresinin şu mânâya gelen 7. âyetini hatırlatmıştır:
“Resûlüllah size neyi emrederse onu alın/yerine getirin, neyi yasaklarsa ondan kaçının.”
Islamda aslolan sahâbîleri örnek almaktır. Resûlüllah, (s.a.v.) ashabı hakkında “Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz” buyurmuştur. Ayrıca şu emri vermiştir:
“Size düşen benim sünnetime ve doğru yola erdirilmiş halifelerimin sünnetine (yoluna) uymaktır.”
Sevgili resûlümüz, “Ümmetim yetmiş üç fırkaya ayrılacak. Bunlardan bir topluluk hariç hepsi cehennemliktir” haberini vermiş, o topluluğun kimler olduğu sorulunca da “Benim ve ashabımın yolunda olanlardır” buyurmuştur. Ehl-i sünnet işte bu tarife uyan topluluktur.
***
Ehl-i sünnet ve’l-cemaat diyoruz. Islam tarihinde cemaat kelimesi ilk defa Hazreti Hasan’ın hilafeti Hazreti Muaviye’ye devrettiği zaman oldu, o seneye“Senetü’l-cemâa/ birlik yılı” dendi.
Ehl-i sünnet tabirini ilk defa Muhammed b. Sîrîn kullanmış daha sonra Ehl-i sünnet ve’l-cemaat tabiri yaygınlaşmıştır. Bu tabir, bid’atlara karşı İslam cemaatının tavır almasıdır.
Kıble ehli olduğu halde ehl-i sünnete aykırı inanç taşıyanlara bid’atçı denir. Bunlar toplam 72 fırkadır.
Bid’ad ehli olanlar, Allahü Teâlâ’nın cennette görülmeyeceğini söylemek gibi bazı bozuk ve yanlış inançlara bir te’vil ve şüphe ile sahip iseler, ehl-i sünnete göre bunlara kâfir denilemez. Fakat asla şüphe taşımayan delillere rağmen inkara giderlerse dinden çıkarlar. Meselâ bu âlemin sonradan yaratıldığına ve öldükten sonra dirilmenin olmayacağına inanmak gibi.
Hazreti Ali’nin diğer halifelerden üstün olduğuna inanan İslam dâiresinden çıkmazsa da –hâşâ- Allah olduğuna inanan ve Cebrâil Aleyhisselam’ın vahyi getirirken yanıldığını söyleyen İslamdan çıkar.
Âlimler Hicrî ikinci yüzyıldan itibaren bid’ad sahiplerine karşı ehl-i sünnet inancını sistemleştirdiler. Hasan Basrî Hazretleri bu hareketi sistemleştirenlerin ilki sayılır. Imam-ı Âzam Hazretleri de bu grubun öncülerindendir. Daha sonra Ehl-i sünnet inancını olgunlaştıranlar İmam Ebû Mansur Mâturidî ve Ebü’l- Hasan Eş’arî oldu. Bu iki zat ehl-i sünnetin îtikad imamları olarak tanınır. Aralarında bazı meselelerde farlılıklar varsa da bunlar esas ve asıl meselelerde değil teferruattadır.
Îtikadda orta yol ehl-i sünnet yoludur. Kuran-ı Kerim’de de “Biz sizi orta (dengeli) bir ümmet yaptık” buyuruluyor. (Bakara, 143)
İslam dünyasının büyük çoğunluğunu, kitap ve sünnete dayanan ve İslam dininin hayata tatbiki olan sünnîlik (ehl-i sünnet) teşkil ediyor.
EHL-İ SÜNNET NEYE NASIL İNANIR?
Ehl-i sünnet inancına göre bu âlem ezelî değildir, sonradan yaratılmıştır.
Varlık/yaratılanlar gerçekten vardır, hayal değildir.
Insanlardan başka, melek ve cinler de idrak sahibi yaratıklardır.
Kâinatın yaratıcısı olan Allah ezelî ve ebedîdir. Her şeyi yaratan, işiten, görüp gözeten, rızık veren, dileyen ve dilediğini yapar, rahmetiyle her şeyi kuşatandır. Sonradan yaratılanlara benzemez. Kemal sıfatlara sahip, noksan sıfatlardan uzaktır.
Kur’an Allah kelamıdır. Lafzı da mânası da Allah’tandır Allah’a aittir.
Îman, kalb ile tasdik edilenin dil ile ikrar edilmesidir. Bir kimsenin “Ben mü’minim “ demesi doğru fakat “İnşallah mü’minim” demesi doğru ve câiz değildir.
Îman/ inanılacak şeyler artmaz ve eksilmez.
Allah, hidayeti/doğru yolu isteyenlere hidayet eder, doğru yola iletir; dalâleti/sapıklığı isteyenleri de dalâlete sevkeder.
Amel imanın bir parçası değilse de ikisi arasında sıkı bir ilgi ve alâka vardır. Amel, imanın aslından değil kemâlindendir.
Peygamberlerin ilki Âdem Aleyhisselam sonuncusu ise Hazreti Muhammed Aleyhisselam’dır. İkisinin arasında sayısı kesin olarak bilinmeyen onbinlerce peygamber gelmiştir. Peygamberlerin derece itibariyle en üstünü Hazreti Muhammed Aleyhisselam’dır.
Allah’ın, peygamberlere indirdiği dört büyük kitabın, Tevrat, Zebur, İncil ve Kur’an’ın hepsi de haktır.
Melekler ne emredilirse onu yapar asla Allah’aisyan etmezler. Onlarda erkeklik dişilik yoktur.
Peygamberimiz’in Mîrac yolculuğu haktır.
Peygamberlerin mûcizeleri, evliyânın kerâmetleri hak ve gerçektir.
Peygamberimiz’den sonra insanların en üstünü sırasıyla Hz. Ebûbekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’dir. Halifelikleri de bu sıraya gore gerçekleşmiştir. Diğer sahâbeler de hayırla yâd edilir. Ashabtan o zatın kesin cennetlik oldukları Peygamberimiz tarafından bildirilmiştir.
Hiç bir velî peygamber derecesine çıkamaz.
Insanların peygamberleri meleklerin peygamberlerinden, meleklerin peygamberleri umum müslümanlardan üstündür.
Ibâdet, insanlar üzerine ölünceye kadar farzdır.
Hazarda ve seferde mest üzerine meshetmek câizdir.
Helal veya haram, herkes kendi rızkını tüketir. Haram da rızıktır. Insan başkasının rızkını yiyemez.
Büyük günah işleyenler âsî sayılırlar fakat inkâra düşmedikleri müddetçe mü’mindirler. Cenabı Hak günahkâr mü’minleri ister affeder isterse günahları miktarı cezalandırır. Bu mü’minler cezalarını çektikten sonra cennete girerler.
İşlenen günahları hafife almak veya helal kabul etmek insanı iman dâiresinden çıkarır.
Allah’ın helal saydığını haram, haram saydığını helal sayan kâfir olur.
Insan, cüz’î irade ve isteğiyle belirli ölçüler içinde istediği şeyi/ sevap veya günahı işlemekte serbesttir. Onun için insanlar yaptıklarından hesaba çekileceklerdir.
Allah kâinatta tek yaratıcı olup, kulun kendi arzusuyla işlediği iyi kötü bütün işleri yaratan O’dur. Ancak kötülüğe razı değildir. Yani, yaratan Allah (c.c.) ise de işleyen kuldur.
Insan her ne şekilde ölürse ölsün, isterse öldürülmüş olsun, eceliyle ölmüştür.
Insanlar ölünce Münker Nekir tarafından kabir süâline tâbî olacaklardır. Kafirler ve bazı günahkât kü’minler için kabir azabı hak ve gerçektir.
Bu âlem geçicidir. Kıyamet muhakkak meydana gelecektir.
İnsanlar âhirette dirilip mahşer yerinde toplanacaklar, yaptıklarından suâle/ hesaba çekileceklerdir.
Allah kendisine şirk koşulmasını affetmez.
Iyi- kötü bütün ameller mîzanda tartılacak, insanlar sırattan geçeceklerdir.
Havz-ı kevser haktır.
Cennet ve cehennem yaratılmış olup şimdi mevcuttur.
Nasıl bir Müslümanım?
20 Ağustos 2009 00:54
.
1. Ehl-i Sünnet ve cemaat Müslümanıyım. İtikatta imamımİmamı Mâturidî'dir, İmamı Eş'arîyi de Ehl-i Sünnetin imamı olarak kabul ederim. İmamı AzamEbû Hanife de hem itikatta hem de fıkıhta imamımdır. Diğer üç imamı da Ehl-i Sünnetin imamları olarak kabul ederim.
2. Ümmetim Muhammed Ümmeti'dir. Bütün insanlar Peygamberimizin Ümmetidir. İnananlar ümmet-i icâbettir, henüz imana gelmeyenler ümmet-i dâvettir.
4. Allahü Teâlâ hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
5. Bütün Peygamberlere, hiçbirini dışlamayarak iman ederim. Bütün Peygamberler mâsumdur, yani ismet sıfatı ile sıfatlıdır. Muharref Tevrat'ta yazılı olduğu üzere, iki kızının Hz.Lût aleyhisselâmı sarhoş edip onunla yatmaları ve ondan gebe kalmaları gibi çirkin ve iğrenç iddialara asla inanmam. Hz.Lût aleyhisselâmı böyle bir ayıptan tenzih ederim.
6. Kur'ân-ı Kerîm'i Allah'ın kitabı, Müslümanların düsturu ve imamı olarak kabul ederim.
7. Dinim İslâm'dır. İslâm, Allah katında tek hak, geçerli, muteber dindir. Hak din olmakta İslâm'ın ortağı başka bir din yoktur.
8. Bütün mü'minleri, salih veya fasık, iman kardeşi bilirim. Fıskı, fücuru, bid'ati imanını gidermeyen her Müslüman kardeşimdir. Mü'minin imanını severim. Onun fıskını, bid'atini sevmem.Fıskı ve bid'ati yüzünden mü'mini bütünüyle dışlamam.
9. Mü'minlerin, Allah katında derecesi en yükseğinin en takvalı olan olduğunu bilir ve kabul ederim.
10. Bir Müslümanı yücelten değerlerin ilim, irfan, takva, ibadet, güzel ahlâk, yüksek karakter, salâh, zühd, ihlâs, mürüvvet, fütüvvet, büyük ve küçük cihad, Allah yolunda cömertlik, hayır hasenat olduğunu bilirim.
11. İnsanın en büyük düşmanının nefs-i emmâresi olduğunu bilirim.
12. Kutsal Şeriat'ın hak olduğunu çok iyi bilirim.
13. Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimizin insanlar için en güzel örnek ve model olduğunu kesinlikle bilir ve kabul ederim.
14. En hayırlı kuşağın Peygamberin Sahabeleri, sonra Tâbiîn, ondan sonra Tebe-i Tâbiîn olduğunu bilir ve kabul ederim. Bu üç hayırlı kuşak Selef-i Sâlihîn'dir. İslâm'ı ve Kur'ân'ı en iyi anlamış, uygulamış, yaşamış olan zümre onlardır.
15. Peygamber Efendimizin Ashabının hepsinin din konusunda âdil olduklarını, onların İslâm'a ve Muhammedî mirasa ihanet etmediklerine inanırım. Radiyallahu anhüm ecmâin...
16. Ashab arasında zuhur eden üzücü hadiselerin ictihad meselesi olduğuna inanır, bundan 1400 yıl önce cereyan etmiş hadiseler hakkında savcılık, hakimlik, cellatlık, yapmam. Yevm-i Mahşer'de Mahkeme-i Kübra'da doğrular ortaya çıkacaktır. Her şeyin en doğrusunu Allahü Teâlâ bilir.
17. Kur'ân'a ve Sünnete aykırı olan bütün bid'atler dalâlettir. Mevlid töreni tertiplemek, Kur'ân ve kaside okumak, davetlilere yemek vermek, dua etmek, insanların dinî duygularını kuvvetlendirmek gibi şeyler (Asr-ı Saadette ve ilk üç asırda böyle bir şey olmamasına rağmen) hayırlı bir yeniliktir diye düşünürüm. Nice takvalı ve râsih ulemânın mevlidin cevazına fetva vermiş olduklarını bilirim.
18. Şeriat-ı Mutahhara-i Muhammediyye'ye kıl kadar aykırı tarafı olmamak şartıyla tasavvufu ve tarikatı hak bilirim. İmamı Gazalî hazretlerinin el-Munkizu min ed-dalâl kitabında beyan ettiği üzere, İslâm'ı en iyi anlayan ve en güzel yaşayan Müslümanların gerçek sûfîler olduklarını düşünürüm.
19. Yüce Allah'a lügâvî mânâda, insanlarda olduğu gibi yüz, el, ayak izafe edilmesini kabul etmem. Böyle bir şey bozuk tecsim akidesidir. Allahü Teâlâ bundan münezzehtir.
20.İslâm dinî ilahî olduğu için onda reform, değişiklik, yenilik, ona ilave ve ondan çıkartma yapılamaz. Böyle bir şeyi büyük bir bid'at ve sapıklık olarak görürüm.
21. Kur'ân'ın ve Sünnetin tamamı Kıyamet'e kadar yürürlükte kalacaktır. Kur'ân'ın ve Sünnetin bir kısmı tarihseldir, bugün geçerli değildir diyenleri büyük bir sapıklık içinde görürüm.
22. Ehl-i Tevhidi, Ehl-i Kıbleyi tekfir etmem. Ulemâ ve fukahanın tekfir ettikleri ve bu fetvanın vazifeli kadı tarafından tasdik edildiği vak'alar dışında...
23. İslâm'ın din ve dünya işlerini ayırmadığını, ahkam-ı islâmiyenin bir bütün olduğunu çok iyi bilirim.
24. Dinî konu ve meselelerde cumhur-i ulemâya tabiyim.
25. İcazeti olmayan sözde fakihlerden, âlimlerden, müftülerden fetva almam, onların fetvalarını muteber kabul etmem.
26. Kur'ân'ın, Sünnetin, icmâ-i ümmetin ve kıyas-ı fukahanın Edile-i Erbaa olduğunu kabul ederim. Kıyası reddedenleri bid'atçi bilirim.
27. Bilmeyenlerin bilenlere tâbi olması gerektiğine, din tahsili görüp icazet almamış Müslümanların icazetli gerçek ulemâyı taklid etmelerinin çok doğru olduğuna inanırım.
28. Vehhabîliğin bir bid'at fırkası olduğuna inanırım.
29. Ehl-i Sünnet ile Vehhabîler arasında ne kadar ihtilâflı mesele ve uyuşmazlık varsa, bunların hepsinde Ehl-i Sünnetin haklı, Vehhabîlerin haksız olduğunu kabul ederim.
30. Mezhepsizliğin, İslâm Şeriatini tehdit eden en büyük bid'at olduğunu bilirim.
31. Yine, mezhepsizliğin dinsizliğe köprü olduğunu bilirim.
32. Telfik-i mezahibin İslâm dinini ve fıkhını oyuncak etmek olduğunu bilirim.
33. Azılı Farmason, taqiyye yaparak Müslümanları aldatan, şüpheli ve şaibeli Afganî'yi kesinlikle din önderi olarak kabul etmem. Talebeleri Muhammed Abduh'u, Reşid Rıza'yı ve benzerlerini de.
34. Dinlerarası Diyalog ve Hoşgörü hareketini Müslümanlara kurulmuş yaman bir tuzak olarak kabul ederim.
35. Müslüman kardeşlerimden gelen ezaları elden geldiği kadar sabırla karşılamaya çalışırım.
36. Bozuk düzenlerde Kur'ân'ın, Sünnetin ve Şeriatın kesin şekilde yasaklayıp haram kılmış olduğu bozuk şeylerin yapılmayacağını iyi bilirim.
37. Haram yemenin büyük günah olduğunu bilirim. Haram yolla kazanılmış kara, kirli ve necis servetlerin ateş olduğuna inanırım.
38. Yüce dinimizin lüksü, israfı, aşırı tüketimi gururu, kibri, gösterişi, her türlü beyinsizlik ve sefahati kesin şekilde yasaklamış, haram kılmış olduğunu bilirim.
39. Müfessir olmayanların, kendi re'y ve hevaları ile Kur'ân-ı Kerîm'i yorumlamaya kalkmalarını doğru bulmam.
40. Yaşadığı çağdaki İmam-ı Kebir'e biat etmeden ölenlerin sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olacakları mealindeki hadîs-i şerifi bilirim ve zamanın imamına gıyaben biat etmişimdir.
41. Mü'min misin diye sorarlarsa elbette mü'minim derim, fakat kendime pâye vermem.
MÜSLÜMAN TERBİYELİDİR
MÜSLÜMAN terbiyeli insandır. Terbiyeli bir Sünnî ile terbiyeli bir Şiî bir araya geldikleri zaman selâmlaşırlar, hal hatır sorarlar, güler yüzlü olurlar. Arada ihtilâflı meseleler vardır ama bunları tartışmazlar.
Ümmet içinde çeşit çeşit meşrebler vardır. Nakşîlik meşrebi ile Mevlevîlik meşrebi arasında farklılık vardır. Lakin bir Nakşî Müslüman ile bir Mevlevî Müslüman bir mecliste beraber oldukları zaman hiçbir şekilde tartışmazlar, tam bir ülfet ve ünsiyetle sohbet ederler.
Terbiyeli Müslümanlar kelâmdan önce selâm verirler.
Müslüman, din ve iman kardeşlerine karşı güler yüzlüdür, tatlı dillidir.
Son zamanlarda çok asık suratlı, çok öfkeli, çok kırıcı hareket eden, çok sert dilli, astığı astık kestiği kestik Müslümanlar türedi.
Kendi fırkalarının inançlarını ve görüşlerini paylaşmayan mü'minleri kolayca müşrik ve kâfir ilan ediyorlar.
Mü'minlere düşmanca muamele ediyorlar.
Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan kardeşlerini sapıklıkla suçluyorlar.
Kendileri itikad bakımından dehşetli bid'atlere batmışlar, Sünnet ehli kardeşlerini bid'at ve dalaletle itham ediyorlar. Kardeşinin gözündeki çöpü görüyor, kendi gözündeki merteği görmüyor.
Yeterli ilimleri yok, Kur'ân'ı kendi re'y, heva ve hevesleri ile yorumluyorlar.
İşlerine gelmeyen hadîsleri inkâr ediyorlar.
Cumhur-i ulemâyı inkâr ediyorlar.
Fıkhı ve mezhepleri inkâr ediyorlar.
Yüz milyonlarca tarikatli ve tasavvuf taraftarı Müslümanı Müslüman saymıyorlar.
Yüce Allah'ı noksan sıfatlarla sıfatlıyorlar ve bu inancı kabul etmeyenlere kâfir damgasını basıyorlar.
Düşmanlık, sertlik, gılzet, şiddet...
Bu hal büyük bir fitnedir.
Müslümanlar birbirlerine karşı yumuşak, merhametli, tahammüllü, sabırlı, anlayışlı olmalıdır.
İhtilâflı meseleler, anlaşmazlıklar, uyumsuzluklar varsa bunları âmil, rabbanî, râsih ulemâ ve fukaha halletmelidir.
Muhammed ibn Abdilvehhab bir din âlimi midir, bir müceddid midir? Bu sorunun doğru cevabını nasıl öğreneceğiz?
1. Önce kardeşi Süleyman ibni Abdilvehhab'ın reddiyesini okuyacağız.
2. Sonra, Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemâsının reddiyelerine bakacağız.
Selim bir akla, vicdana sahip olanlar, cevabı kolayca bulurlar.
Ehl-i Tevhid ve Ehl-i Kıble olan Müslümanları şirk ve küfürle suçlayan bid'atçilerde akıl da yok, vicdan da yok, iz'an da yok, terbiye de yok.
Ayna önünde talim yapsınlar, güler yüzlü olmaya çalışsınlar.
Tevhid, onların bid'at fırkalarının tekelinde değil!
Ehli Sünnet ve Cemaat Doğru ve Haklıdır
27 Eylül 2010 01:53
.
Ehl-i Sünnet ve Cemaat dışı birtakım bağımsız fırkalar, mezhepler ve cemaatler vardır. Bazıları çok eskiden beri vardır, bazıları az çok yenidir. Birkaçını sayayım: Haricîlik, Şia, Mutezile mezhebi, Vehhabîlik, Selefîlik, Cemalüddin Afganî'yi imam (din önderi)kabul eden Afganî mezhebi Mezhepsizlik mezhebi; Kur'ânı, Hz. Peygamber'i (Salat ve selam olsun ona), İslam'ı inkar eden kafirleri ehl-i necat ve ehl-i Cennet kabul eden Diyalog mezhebi, Telfik-i mezahib mezhebi, Sünneti inkar eden Kur'aniyyûn mezhebi... vs... vs...
Bu Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin HEPSİ, Sünnîlikle ihtilaf halinde bulunduğu konularda kendisini haklı, Ehl-i Sünnet'i haksız ve yanlış bulur.
Tekrar ediyorum hepsi...
Bendeniz bir Ehl-i Sünnet ve cemaat mensubu Müslüman olarak, yukarıda saydığım ve saymadığım Ehl-i Sünnet dışı mezhep ve fırkalarla Ehl-i Sünnet arasındaki BÜTÜN (tekrar ediyorum bütün) ihtilaflarda Ehl-i Sünnet'in haklı, doğru, isabetli olduğunu kabul eder ve buna inanırım.
Böyle bilmesem, kabul etmesem, inanmasam zaten Ehl-i Sünnet Müslümanı olmam.
Buraya kadar yazdığım satırlarda çok açık bir gerçeği çok objektif ve mantıklı olarak ortaya koymuş bulunuyorum. Bunu kimse inkar edemez.
Bir Vehhabî kendi inançlarına uymayan inançları inkar eder, meselâ tasavvuf ve tarikat mensubu Müslümanlara kafir ve müşrik der, tarikat evliyasını "Evliyâuşşeytan" olarak görür. Bendeniz ise bir Ehl-i Sünnet Müslümanı olarak bu evliyayı "Evliyaurrahman" olarak görürüm.
Ehl-i Sünnet'in itikatta iki imamı (din önderi), fıkıhta şu anda uygulanan dört mezhebi ve imamı vardır. İmamı Ebû Hanife hazretleri, itikat konusunda da imam sayılır.
Ehl-i Sünnet mensubu Müslümanlar temel itikat ve fıkıh konularında müttefik ve birdirler. Üzerinde ittifak edilmiş temel konulara müttefakun aleyh hükümler (ve bilgiler) denir.
Bir de teferruata (ayrıntılara) ait bazı konular vardır ki, bunlara muhtelefün fih hükümler denir. Bu ihtilâflar Ehl-i Sünnet mensupları arasında bir rahmet ve zenginliktir.
Kader, Âmentü'nün altı temel şartından biridir. Bu hususta İslam dünyasında ittifak vardır. Kaderi inkar eden dinden çıkmış olur.
Bütün Ehl-i Sünnet dairesi içinde, Ashab-ı Kiram Efendilerimizin (Radıyallahu anhüm ecmaîn) din konusunda âdil oldukları konusunda icmâ bulunmaktadır. Bunun Kur'anda ve Sünnette kuvvetli delilleri vardır. Ben Sünnî bir Müslüman olarak Ashabın adaleti mevzuunda elbette Ehl-i Sünnetin yanında ve içindeyim.
Ehl-i Sünnet mezhebinde Kur'anın bütünlüğüne iman edilir. Kur'an, 23 yıl boyunca ceste ceste Resulullah Efendimize nasıl vahy edilmişse, Efendimizin son Ramazanında Cibril-i Emîn ile son ve tamamlanmış şekliyle nasıl iki kere mukabele edilmişse, işte bu ilahî metin şu anda elimizdedir. Bu metinde değişiklik, çıkartma, ilave, tağyir asla olmamıştır.
Bazı Ehl-i Sünnet dışı mezheplerin "Kur'anda Velâyet sûresi vardı, sonradan çıkartıldı...Hz. Fâtıma'nın mushafı bugünkü Kur'anın birkaç misliydi..." gibi iddialarını kesinlikle kabul etmem.
Müslümanların taqiyye ve kitman yaparak birbirini aldatmalarını Ehl-i Sünnet kabul etmez. Çünkü Resûl-i Kibriya aleyhi ekmelüttahaya Efendimiz hazretleri "Bizi aldatan ve kandıran bizden değildir" buyurmuşlardır.
Sevgili Ehl-i Sünnet Müslümanı kardeşlerime yazımın başında belirttiğim temel kuralı min gayri haddin âcizâne hatırlatıyorum ve ezberlemelerini tavsiye ediyorum:
Ehl-i Sünnet dışı mezhep ve fırkalarla Ehl-i Sünnet mezhebi arasında ne kadar esasa, temele, usûle ait ihtilâf varsa, bunların hepsinde Ehl-i Sünnet doğrudur ve haklıdır.
Sevgili kardeşlerimin reformcu, bid'atçi, dinde yenilikçi, dinde değişimci, ılımlı din taraftarı, BOP'çu kimselere inanmamalarını, onların Ehl-i Sünnete aykırı ve zıt ictihat ve fetvalarını kabul etmemelerini, din ve imanlarının selameti için temenni edirim.
Ehl-i Sünnet:
Cadde-i kübradır.
Sevad-ı âzamdır.
Ehl-iSünnet:
Cumhur-i Ulema yoludur.
Ehl-iSünnet Selef-i Sâlihîn Efendilerimizin yorumu ve devamıdır.
Ehl-i Sünnet'in temiz inancına göre Allahü Teâlâ ve Tekaddes hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
Sevgili Peygamberimizin (Salat ve selam olsun ona) "Ümmetim benden sonra yetmiş üç fırkaya parçalanacaktır. Biri dışında, diğerleri Cehennemliktir. Ehl-i necat olan fırka benim ve Ashabımın yolundan gidenlerdir" mealindeki hadis-i şerifi unutmayalım.
.
İlk Üç Halifeye Kâfir Demek
20 Aralık 2010 07:38
.
Azerbaycan'da yayınlanan /313NEWS.NET/ internet sitesinin bir forumunda şu soruyu gördüm:
"Qardaşlar!.. İmam Ali'nin (aleyhisselâm), hilâfeti gasb etmiş 3 kâfire beyat edip etmediği hakkında Şia menbalarında (kaynaklarında) malumat (bilgi) var mı? Eğer bu barede (konuda) malumatı olan varsa, geniş şekilde ve menbalarını yazarak, kömeklik göstermesini (yardımcı olmasını) hahiş ederim (isterim)."
Sünnî bir Müslüman olarak, İslam'ın ilk üç halifesine kâfir denmesi beni çok üzdü.
Biz Sünnîler, ilk dört halifeyi veli, sâlih, muttakî, sâdık, ihlaslı, âdil, örnek Müslümanlar olarak kabul ederiz. Bunun içindir ki, camilerimize bunların isimlerini levhalar halinde yazıp asmışızdır.
Biz Sünnîler Ashab-ı Kiram (radiyallahun anhüm ecmâîn) efendilerimizi, din konusunda âdil kabul ederiz. Onların beşer olmak hasebiyle hatâ ve günahları olabilir ama din konusunda Peygamber-i zişana (Salat ve selam olsun ona) asla hıyanet etmemişlerdir, ondan öğrendiklerini saklamadan, gizlemeden, tahrif etmeden bildirmişlerdir.
Biz Sünnîler Ehl-i Beyte de bağlıyız ve çok hürmet ederiz. Ehl-i Beyti sevmek ve desteklemek farzdır.
Osmanlı devleti seyyidlere ve şeriflere (Peygamber sülalesinden olanlara) maaş öderdi. Büyük şehirlerde bu gibi muhterem zevatın kaydını tutan naqibü'l-eşraf denilen resmî memurlar vardı.
Azerbaycan Şiî internet sitesinde ilk Üç Halifeye kâfir denilmesi beni gerçekten çok üzdü ve yaraladı.
Şiîliğin temellerinden biri de taqiyye ve kitmandır. Onların akaid kitaplarında taqiyye ve kitmanın namaz gibi farz olduğu, taqiyye ve kitmanı terk edenin dini terk etmiş gibi olacağı yazılıdır. Bari, biz Sünnî kardeşlerini üzmemek, yaralamamak için bazı aşırı inançlarını gizleseler de fitne çıkmasa...
Hz. Ömer kâfir olsaydı, Hz.Ali ona kızını verip, kendisine damat eder miydi?
Onların dördü de Resulullah efendimizin seçkin vezirleri ve müşavirleriydi. Allah için, Resulullah için, Kur'an için canla, malla çalışmışlardır. HzÖmer, Hz. Osman, Hz. Ali şehid olmuşlardır. Radiyallahu anhüm...
Şiî olsun,Sünnî olsun biz Müslümanlar hepimiz dillerimizi tutmalı, birbirimizi üzecek, yaralayacak, düşmanlık çıkartacak, fitne ve fesada sebebiyet verecek sivri laflar etmemeliyiz.
Kur'an-ı Kerimde Hz. Ebubekir'i öven ayet vardır. Allahın övdüğü kişiye kafir diyenin hali ne olur?
Allah için, Resulullah için, Kur'an hakkı için, İslam kardeşliğinin bozulmaması için dikkatli olalım...
Ehl-i Sünnet ve Vehhabîlik
Yıllarca önce Batumlu bir hocaefendinin matbu Arapça bir kitabını görmüştüm. Kapağında isminin altına "İtikaden Mâturidî, amelen Hanefî, meşreben Nakşibendî" yazmıştı. Kendisini böylece pek güzel bir şekilde tanıtmıştı.
Ehl-i Sünnet Müslümanları itikad konusunda iki büyük imama bağlıdır. İmam Eş'arî ve İmam Mâturidî. Bunların ikisi esasta ve usulde birdir. Teferruata ait kırk kadar ayrıntıda küçük ve önemsiz farklılıklar vardır.
İmam Ebû Hanife itikad konusunda da imamdır ama daha sonra Eş'arî ve Mâturidî hazretleri itikad konularını bir araya getirmiştir.
Vehhabîler Ehl-i Sünnetin iki itikad imamını kabul etmezler, onların aleyhinde konuşurlar.
Bazı Vehhabîler bendenizi tenkit ediyor, hattâ kimisi çok ağır konuşuyor. Onların mezhebi onlara, benim mezhebim bana...
Ehl-i Sünnet itikadında Yüce Allah kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
İtikadî konularda müteşabih ayetler ve hadîsler lügavî manasına alınmaz.
Cenab-ı Hakk'ın "yed" sıfatı vardır. Yed'in Türkçeye el olarak tercümesi bile sakıncalıdır. Allahın, biz insanlar gibi etten, kemikten, deriden, damardan, sinirden oluşan bir eli olduğu düşünülebilir mi? Cenab-ı Hakkın sıfatlarından biri de muhalefetün lilhavadis'tir, yâni O kendisinden başka şeylere, yaratıklara benzemez.
Bazı bozuk mezhepler, müteşabihata lügavî manalar verip, Allah'a noksan sıfatlar isnad edince, bir kısım ulema bunları te'vil etmek mecburiyetinde kalmıştır. Mesela "Allah'ın yedd'i cemaat üzerinedir" kelamındaki yedd'e "yardım, nusret, destek" manasını vermişlerdir.
Allahü Teala hazretleri zamandan, mekandan, cihetten, inmekten çıkmaktan, insanlar gibi eli, yüzü, ayağı olmaktan münezzehtir.
Bazı bozuk mezhepler tecsim dalaletine düşmüşlerdir.
Ehl-i Sünnetin itikadı en doğru itikattır. Kur'ana ve Sünnete uygundur.
Vehhabîliği tenkit eden binlerce ilmî kitap ve risale yazılmıştır.
Ehl-i Sünnet bir vâdide, Vehhabîlik başka bir vâdidedir.
İslam tarihinde, Hulefa-i Râşidîn'den sonra Ehl-i Sünnetin en güzel meyvesi ve sünbülesi Osmanlı devlet-i aliyyesidir. Vehhabîliğin meyvesi ise Arabistan'daki Suudî krallığıdır. Ehl-i insaf bu iki devleti mukayese edebilir.
(İkinci yazı) Ehl-i Sünnet'e İftira
Azeri Türkçesiyle yayın yapan Şia mezhebine bağlı /az.313news.net/ internet sitesinin /ehli-sünnetin inançları/ kısmında Ehl-i Sünnet ve Cemaat Müslümanlarına iftira edilmektedir. Orada tenkit ve teşhir edilen inançlar Ehl-i Sünnet inançları değil, Vehhabi inançlarıdır ve Vehhabiler (Her kadar biz Sünniyiz deseler de) değillerdir.
Ehl-i Sünnetin Allah inancının esasları şunlardır:
1. Allahü Teala ve Tekaddes hazretleri kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
2. Allahü Teala hazretleri zamandan, mekandan, cihetten, cisimden, inmekten çıkmaktan, sağdan soldan, insanlar gibi eli, ayağı, yüzü olmaktan münezzehtir.
3. Ehl-i sünnet tecsim dalaletinden uzaktır.
4. Ehl-i sünnet müteşabih ayet ve hadisleri lügavi manalarıyla yorumlamaz, bunları zaruret olmadıkça te'vil etmez.
5. Ehl-i sünnet, mücessime taifesini veya fırkasını hak kabul etmez.
6. Aşırılığa sapan İbn Teymiyye ve onun peşinden gidenler Ehl-i Sünneti temsil etmez.
7. Muhammed ibn Abdilvehhab Ehl-i Sünnet dışına çıkmış aşırı bir kimsedir. Sünni bir alim ve fakih olan kardeşi Süleyman bin Abdilvehhab ona karşı bir reddiye kaleme almıştır.
8. Ümmü'l-müminin Hz. Aişe radiyallahu anha Kur'an ile temize çıkartılmış büyük bir İslam hanımıdır.
9. Ashab-ı Kiram radiyallahu anhüm ecmain hazeratı (şahsi kusur ve günahları, ictihad hataları olsa bile) din konusunda adildir.
10. Ehl-i Beyt-i Mustafa'yı sevmek, onlara taraftar olmak farzdır.
11. Ehl-i Beyt imamları masum değildir. Sadece Peygamberler (Rüsul ve enbiya) masumdur. Onlardan da zelle sadır olabilir.
Şii kardeşlerimizden adil ve insaflı olmalarını dileriz. Vehhabi inançlarını ve görüşlerini Ehl-i Sünnet olarak göstermek adalete ve insafa sığmaz. Ehl-i Sünnet ulema ve fukahası Vehhabiler aleyhinde, onların yanlış inançlarını çürüten binlerce kitap ve risale yazmıştır. Yine İbn Teymiyye ve takipçilerine karşı da hayli reddiye yazılmıştır.
Sünni ulema ve Şii ulema birbirlerine karşı ilmi tenkit, cerh, red kitapları yazabilir ama bu konuları avamileştirip ayağa düşürmek, ucuz mezheb propagandası ve demagoji yapmak doğru olmaz. Çünkü böyle bir şey mü'minler arasında tefrikaya, fitne ve fesada sebebiyet verir.
Şii Şiiliğini bilsin, Sünni Sünniliğini... Lakin fitne, fesat, nifak ve şikak çıkmasın.
Şiilik mi haktır, Sünnilik mi haktır, bu mesele elbette Ruz-i Mahşer'de Mahkeme-i Kübra'da açığa çıkacaktır.
Allah cümlemizi ilahi rızasına ve Resulünün sünnetine uygun doğru yolda toplasın. Bu duaya kim amin demez?..
13. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Kur'an, Peygamber ve Selef ahlakını esas alır.
14. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Ashab-ı kiram radiyallahü anhüm ecmaîn Efendilerimizi din konusunda âdil kabul eder ve onlara saygı gösterir.
15. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı bundan 1400 yıl önce zuhur etmiş üzücü fitne ve fesatları Allah'ın yüce adaletine, Mahkeme-i rûz-ı cezaya havale eder, bu fitnelerin dedikodusunu, taraftarlığını, militanlığını, holiganlığını yapmaz.
16. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Ehl-i Beyt-i Mustafa'yı sever, benimser, Hz. Ali, Hasaneyn-i muhteremeyn, Hz. Fâtima annemizi baş tacı eder.
17. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Hz. Hasan efendimizin fitneyi önleyici uzlaştırıcı ahlakını benimser.
18. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Kur'an-ı Azimüşşanın câhiller, bid'atçiler, kötü niyetliler ve din sömürücüleri tarafından re'y ve heva ile tefsirini kabul etmez.
19. Ehl-i Sünnet Müslümanlığının temeli nass ve nakildir.
20. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Kur'anî ve Nebevî rehberlik ve nur olmaksızın aklın tek başına doğru yolu bulamayacağını kabul eder.
21. Ehl-i Sünnet Müslümanlığında sahih ve makbul bir imandan sonra ikinci önemli vazife beş vakit namazı dosdoğru kılmaktır.
22. Ehl-i Sünnet Müslümanlığında ihlas, takva ve adalet esastır.
23. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı, mü'minlerin kafirleri dost ve veli edinmelerine, onları körü körüne taklit etmelerine izin ve ruhsat vermez.
24. Ehl-i sünnet Müslümanlığında taqiyye yaparak Müslümanları aldatmak ve kandırmak yoktur.
25. Ehl-i Sünnet Müslümanlığında, Peygamberler dışında ismet sıfatıyla sıfatlı mâsum şahsiyetler yoktur.
26. Ehl-i Sünnet Müslümanlığı halka can, mal, ırz, neseb, din ve inanç güvenliği sağlar.
****
Ehl-i Sünnetin Bazı Temel Prensipleri
Mehmed Şevket Eygi
12 Ocak 2014 Pazar 00:19
BENDENİZ çok naçiz bir Ehl-i Sünnet ve Cemaat=Ümmet Müslümanıyım. Ehl-i Sünnetin anlattığı ve öğrettiği İslamın gerçek ve doğru İslam olduğunu yakinen bilirim. Ehl-i Sünnetin bazı temel prensipleri şunlardır:
1. Günahları, haramları helal kabul eden dinden çıkar.
2. Günah olduğunu bilir ve kabul eder, fakat buna rağmen işlerse günahkar Müslüman olur ama küfre düşmez.
3. Bütün müctehidlerin ve fukahânın üzerinde icmâ ettiği zarurî bir din hükmünü inkar eden dinden çıkar.
4. Resulullah Efendimizin (Salat ve selam olsun ona) Allah’ın izniyle yapacağı şefaat haktır, inkar eden bid’atçi olur.
5. Ölüp kabre konulduktan sonra insanların sorgu melekleri tarafından sorguya çekilmesi, kabrin ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olması ve kabir azabı haktır.
6. Efendimizin Ashabının hepsi sevilir, onlara dil uzatılmaz, ictihad ayrılıkları yüzünden yaptıkları savaşlar sebebiyle onlara düşmanlık edilmez. Bunların hesabı ve hükmü Allah’a bırakılır.
7. Peygamberlerden sonra insanların en hayırlısı Hz. Ebubekir, sonra sırasıyla Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali efendilerimizdir. Allah onlardan razı olsun.
8. Cahillerin, ehliyetsizlerin Kur’anı kendi re’y ve hevalarıyla tefsir etmeleri, ondan hüküm çıkartmaya yeltenmeleri insanı küfre kadar götürebilecek büyük bir günah ve saygısızlıktır.
9. Efendimizin, mütevatir, manen mütevatir, sahih hadisleri vahy-i gayr-i metluv olup Sünneti inkar edenler küfre düşer.
10. Namaz dini ayakta tutan direktir, namazı yitiren (yıkan) dinini yıkmış olur.
11. İslam dininin en doğru, aslına en uygun uygulaması ilk üç kuşakta, Selef-i Sâlihîn (Ashab-ı kiram, Tâbiîn, Tebe-i Tâbiîn) devrinde olmuştur. O uygulamanın örnek ve model kabul edilmesi gerekir.
12. İslamın doğru anlaşılması, öğretilmesi, hayata doğru uygulanması ancak icazetli ulemânın, fukahânın, meşayihin, kamil müdşidlerin eğitimiyle mümkün olur.
13. İslamdan başka hak, doğru, Allah katında makbul ve geçerli din yoktur. Başka dinler de haktır diyen küfre düşer.
14. Hz. Adem’den Hz. Muhammed Mustafa’ya (aleyhimüsselam) kadar gelip geçmiş bütün Peygamberlerin dini ve inancı İslam’dır.
15. Zamanındaki İmama veya Emîrü’l-mü’minîne biat ve itaat etmeden ölenler sanki cahiliyet ölümü ile ölmüş olurlar.
16. Şeriat Kur’andan, Sünnetten, icmâdan, kıyas-ı fukahâdan çıkartılmış din hükümlerinin tamamına verilen addır. Şeriat din demektir, Şeriatı inkar veya tahkir eden dinden çıkar.
17. İnsanların Allah katında dereceleri taqvalarına göredir.
18. Gıybet ve tecessüs haramdır. İnsanların gizli özel hayatları araştırılmaz, öğrenilirse söylenmez, faş edilmez. Gıybet ve tecessüs helaldir diyen kafir olur. Haramlığını inkar etmeden bu günahları işleyenler fasık ve facirdir. Büyük günahları açıkça, utanmadan, arlanmadan, küstahça, meydan okurcasına işleyenler fasık-ı mütecahirdir, onların gıybeti yapılabilir.
19. Din ve dünya işlerinin ayrılması manasına gelen sekülerlik, dünyevilik ideolojisi küfürdür.
20. Zekât Kur’anda kesin şekilde belirtilmiş olan sekiz sınıf insana verilir.
21. İsraf haramdır, büyük günahtır. İsrafı helal ve meşru görmek küfürdür.
22. Her Müslümanın, bilinmesi farz olan bilgileri, ilmihali öğrenmesi gerekir. Öğrenmeyenler, öğretmeyenler büyük günah işlemiş olur. Ana babalar çocuklarına ilmihal öğretmekle, öğrettirmekle yükümlüdür.
31. Fıkıh ilmi Kur’andan, Sünnetten, icmâdan ve kıyas-ı fukahâdan çıkartılmış mübarek, muazzez, mukaddes bir ilim olup bunu inkar eden mezhepsizler bid’atçidtir. Fıkıh ilmi olmadan İslam dini hayata uygulanamaz.
32. Ehl-i Sünnetin itikatta iki imamı vardır. İmamı Eş’arî ve İmamı Mâturidî.
33. Ehli- Sünnetin ameliyatta ve füruatta dört imamı ve dört hak mezhebi vardır. Beşincisi yoktur.
34. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliye’nin başındaki 99 kavaid-i külliye İslam hukukunun ve İslam bilgeliğinin temel kurallarıdır. Her okumuş Müslüman, mesleği ve ihtisası ne olursa olsun bunları ehil bir hocadan okuyup ezberlemelidir.
35. Ehl-i Sünnet içinde olumlu meşrebler, çeşitlilik vardır ama bütün Sünnî Müslümanlar sarsılmaz bir birlik oluşturmalıdır.
36. Kıyamete kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab zuhur edecektir. Sünnî Müslüman bu Deccallara, Kezzablara, Süfyanlara karşı olmalı, onlara buğz etmeli, onları düşman bilmeli ve yollarından gitmemelidir.
37. Şeriat ölçülerinden kıl kadar ayrılmamaları şartıyla tasavvuf tarikatları haktır.
38. Dinî konularda cahillerin ve mukallid Müslümanların tartışmaları, birbirlerine düşmanlık etmeleri büyük bir afet ve felakettir.
39. Bir konuda iki kötü tercih varsa, üçüncü bir tercih yoksa, ehven (hafif) olan şer tercih olunur.
12.01.2014
Vahim İtikat Bozuklukları
30 Mart 2012 08:48
.
Allah'a, Resûlüne, Kur'ana iman eden bir Müslümanın devamlı/değişmez gündeminin ilk maddesi itikadının (inançlarının) doğru ve sağlam olup olmadığını kontrol etmektir.
Bugün İslam dünyasında onlarca, hattâ yüzlerce itikat ekolü bulunmaktadır. Bunların temel inançla ilgili bazı bilgileri birbiriyle uyuşmamaktadır.
Her Müslüman inançlarını Kur'ana, Sünnete uygun hale getirmelidir.
Bu da:
İcazetli gerçek İslam alimlerinin, fakihlerinin öğrettiği, bildirdiği inanç maddelerini kabul etmekle olur.
19'uncu yüzyılda, İslam dünyasında birtakım Mason sarıklılar zuhur etmiş ve dinde yenilik ve değişim yapmak istemişlerdir.
İngiltere'nin mısır başkomiseri Lord Cromer, bu sarıklı Masonlardan biri olan Muhammed Abduh için "I suspect my friend Abduh was in reality an agnostic" diyerek onun agnostic olduğundan şüphelendiğini yazıyor. Adam hem Farmason, hem de agnostik. Elbette böylesinden din iman öğrenilmez. Öğrenen ne olur? Sapıtır.
Usûle, temele, esasa ait bir konuda Ümmet içinde ihtilaf olduğu vakit:
*Cumhur-i ulemaya tâbi olmak gerekir.
*Sevad-ı Âzam dairesi içinde bulunmak gerekir.
Üzerinde icmâ bulunan görüşün kabul edilmesi gerekir.
İhtilaflı konularda şazz görüşlere itibar edilmemesi gerekir.
Son yıllarda ülkemizde din konusunda çok vahim bir fitne çıktı: Bazıları, İslam'ın tek hak din olmadığını, onun yanında başka ibrahimî hak dinler de bulunduğunu iddia ediyor.
Hattâ, Müslümanların yayınladığı büyük bir gazetede, Ehl-i Kitap ile Müslümanlar arasında Âmentü konusunda ittifak olduğuna dair bir yazı yayınlandı.
Allahın sıfatları konusunda ittifak varmış... Tevhid inancı ile Teslis nasıl uyuşur da arada ittifak olur?
Kur'an, Teslis inancını reddediyor, bizimkiler inançta ittifak vardır diyor. Fesubhanallah!
Ehl-i Kitab ile Peygamberlere iman konusunda aramızda nasıl ittifak olabilir ki, biz Müslümanlar BÜTÜN Peygamberelere iman ediyoruz, onlar ise Âhirzaman Peygamberi Hâtemülenbiya Resulullah Efendimize (Salat ve selam olsun ona) iman etmiyor, onu hâşâ sahte peygamber olmakla suçlayıp iftira ediyor.
İlahî Kitaplar konusunda da Ehl-i Kitab ile aramızda ittifak yoktur. Biz Müslümanlar, Allah'ın Tevrat ve İncil'i gönderdiğine iman ediyoruz, onlar Kur'anı kabul etmiyor.
Son yıllarda yayınlanan ve büyük miktarda tiraj yapan bir Kur'an mealine muharref Tevrat ve İncil'den 700 kadar "âyet" alınmıştır. 1400 yıllık İslam tarihinde böyle bir yenilik ilk defa Türkiye'de oluyor.
Yeni bir inanç çıkartıldı:
Hz. Muhammed'in dâveti ve tebligatı kendisine ulaştığı halde, bunları red inkar ve tekzib edenler de kurtuluşa ermişlermiş ve Cennete gireceklermiş.
Diyanet'in bu gibi konularda halkı uyarması, aydınlatması, bilgilendirmesi beklenir ama o makamdan da bir ses çıkmıyor.
Ülkemizde faaliyet gösteren birtakım gruplar ve cemaatler harıl harıl kadrolaşıyor.
Bendeniz eskiden her imamın ardında namaz kılmıyordum. Birkaç yıldan beri bazı din görevlileri konusunda tereddütlerim, şüphelerim var. Resulullahı, Kur'anı, İslam'ın tek hak din olduğunu kabul etmeyenlerin de ehl-i necat ve ehl-i Cennet olduklarına inanan bir kimsenin ardında namaz kılmak istemem, çünkü onun bu inançları imamlık yapmasına kesinlikle mânidir.
Uzun yazmama hacet yok, ülkemizde bazı ilahiyatçılar kaderi bile reddediyorlar.
Sem'iyyat denilen, kabir ahvali ve şefaat ile ilgili din bilgilerini de reddedenler var.
Son zamanlarda bazı yenilikçiler ve değişimciler koyu laiklik taraftarı kesildi.
Müslümanların bir kısmı itikat konusunda hassas ama büyük bir kısmı cehalet ve gaflet yüzünden tashih-i itikat meselesine önem vermiyor.
Birtakım okumuş, yüksek ve parlak tahsil yapmış Müslümanların, Farmason sarıklıları kendilerine din önderi olarak kabul etmelerine şaşmamak mümkün değildir.
Kur'an, Sünnet ve Cemaat ehli bunca ulema, fukaha, allâme varken, nasıl oluyor da birkaç şaibeli adamı kendilerine mürşid ve rehber yapabiliyorlar?
Sarıklı Farmasonları imam=önder, rehber kabul edenlerin bir kısmı sanki Ehl-i Sünnete savaş ilan etmiştir.
Şöyle bir müdafaa yapanlar da var: O sarıklı Farmasonlar dine hizmet için Mason olmuşlardı. Sonra ayrıldılar... Bu iddianın ve müdafaanın tutar tarafı olmadığını ispat edecek bir yazı hazırlıyorum.
Ne kadar esef verici bir manzara: Birtakım İslamcılar Farmasonları, agnostikleri din önderi ve mürşid olarak kabul ediyorlar. Ne günlere kaldık!
* (İkinci yazı)
Âhireti Unutmak Felâketi
Dünyaya gerekenden fazla önem vermek bütün kötülüklerin anasıdır.
Gerçek ve olgun dindar, dünya için orada kalacağı kadar, âhiret için orada kalacağı kadar çalışır.
Dünya bir imtihan yeridir ve elbette dünyada çalışılacaktır. Lakin dünya için gerekenden daha fazla çalışmak yanlıştır, zararlıdır.
Kazandığımız paraların ve malların yeterli kısmını, Allahın rızasını kazanmak, âhiretimizi kurtarmak için sarf etmeli, mâlî ibadet yapmalıyız..
Olgun ve vicdanlı Müslüman öğretmen Seyyid Mahir İz hocamız, kira evinde oturduğu halde, her ay maaşını aldığı zaman kırkta birini hemen Allah yolunda sadaka verirdi.
Yakın tarihte öyle Müslüman zenginler gelip geçmiştir ki, evinde akşam sofrasında bir misafiri olmadan sofraya oturup yemek yemezdi.
Aklı olan bir Müslüman gerekenden fazla lüks evler yaptırır mı?.. Onları lüks eşya ve mobilyalarla döşetir mi?... Gerekenden fazla lüks otomobillere biner mi?
Bir ay kadar önce Adana'da, 26 yaşında genç bir anne, parasızlıktan intihar etti, iki çocuğu yetim kaldı. Sorumlu Müslümanlar vazifelerini hakkıyla yapmış, zekatları öncelikle fakirlere ve miskinlere vermiş olsalardı o kadıncağız intihar etmeyecekti.
Bir Müslüman, dinî vazifelerini ancak âhirete yönelik olursa hakkıyla yapabilir.
Din ilimlerini okumuş bir kimse dünyaya, paraya, mala çok değer veriyor, onları elde etmek için çırpınıp yırtınıyorsa, onca ilmine rağmen yine de iyi bir Müslüman olamaz.
Namaz ve oruç elbette dinimizin temel şartlarından ve farzlarındandır. Lakin iş onlarla bitmez. Namazın ve orucun yanında zekat da vereceğiz. Nasıl vereceğiz?.. Kur'ana, Sünnete, Şeriata, fıkha göre vereceğiz.
Peygamberlerden sonra, derece itibarıyla en yüksek insan olan Hz. Ebû Bekir, zekat ödemek istemeyen kabileleri savaşla, kılıçla yola getirmişti.
Yazık ki, zamanımızda zekat konusunda böyle âdil ve kararlı bir Ebû Bekir yoktur.
Min gayri haddin âcizâne bu sütunlardan sesleniyorum:
Müslüman halkın zekatlarını Kur'ana, Sünnete, Şeriata aykırı olarak toplayan ve sarf eden zâlimler titresinler.
Fakir, miskin, aç, sefil bunca Müslüman varken, sefalet içindeki zavallı bir anne parasızlıktan intihar ederken onlar hangi vicdanla birtakım hükmî şahsiyetler için zekat toplamaktadır?
Birtakım sekt holiganlıkları, militanlıkları, asabiyetleri dünyada söker ama öteki dünyada sökmez.
Müslüman, lokantaya gidip yemek yiyeceği zaman bile, âhireti düşünmelidir.
Tek kişi elli liralık bir yemek yiyeceğine, yanına geliri az bir arkadaşını alıp aynı parayla iki kişi yerlerse Kur'ana ve Sünnete uygun olmaz mı?
Ey, Müslümanlık İslamcılık tasladıkları halde rüşvet yiyenler, haram gelir edinenler, zenginleşenler, haram komisyonlar alanlar, faiz/riba dalavereleri yapanlar!.. Siz kârlı işler mi yaptığınızı sanıyorsunuz?
Ateşle oynuyorsunuz ve tevbe edip bu haram malları dağıtmazsanız, âhirete yönelik olmazsanız Cehennemde yanmaya adaysınız.
30.03.2012
BİZ EHL-İ SÜNNET
1. Yüce dinimizin hüküm ve bilgi kaynakları olarak Edille-i Erbaa'yı (Dört delili), yani Kur'ân'ı, Sünnet'i, icmâ-i ümmeti ve kıyas-ı fukahayı kabul ederiz.
2. Dini öğrenmekte, anlamakta ve uygulamakta Selef-i Sâlihîn hazeratına bağlıyız. (Selefîlere değil!)
3. Din eğitiminde, dinin doğru şekilde anlaşılmasında ve anlatılmasında Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolunda olan icazetli ulemâya ve fukahaya tabiyiz. Onları Resûl-i Kibriya (Salat ve selâm olsun O'na) efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olarak görürüz ve kendilerine itaat ederiz.
4. Dini anlamak, bilmek, öğrenmek, uygulamak konusunda iyi bilenleri taklid ederiz; cahil veya yetersiz olanların kendi kafalarına göre hareket etmelerini doğru bulmayız.
5. Dinimizin hayata uygulanmasında fıkha ve dört doğru fıkıh mezhebine bağlıyız.
6. Bu dört hak mezhepten hangisine bağlı isek onu bütünüyle uygularız. (Bazı istisnaî zaruret halleri dışında...) Telfik-i mezahibi, yani mezheplerin hükümlerinin karışık şekilde uygulanmasını kabul etmeyiz.
7.Kur'ân-ı Azimüşşanı dinin ana kaynağı olarak kabul ederiz ama yeterli ilmi olmayanların onu kendi re'ylerine, hevalarına ve heveslerine göre yorumlamalarını ve ondan hüküm çıkartmalarını kabul etmeyiz. Böyle bir şeyi Kitabullaha yapılmış en büyük saygısızlık ve laubalilik olarak kabul ederiz.
8.Kur'ân'ın Sünnet ve sahih hadîsler olmadan doğru yorumlanacağını kabul etmeyiz.
9.Buharî'nin Sahih'ini, Allah'ın kitabından sonra kitapların en doğrusu olarak kabul ederiz.
10. Kütüb-i Sitte'nin geri kalan beş kitabını da din, fıkıh, hikmet kaynağı olarak kabul ederiz.
11. Kütüb-i Sitte dışındaki muteber hadîs kitaplarını da din kaynağı olarak kabul ederiz.
12. Dini anlamak, öğrenmek, uygulamak konusunda İslâm'ın Cadde-i Kübrasında yürürüz. Dar sokaklara, çıkmazlara, patikalara sapmayız.
13. Ümmet arasında ihtilâf ve tefrika çıktığında Sevad-ı Azam dairesi içinde oluruz. (Büyük karaltı, büyük topluluk)
14. İtikad konusunda temel prensibimiz "Allah'ın kemal sıfatlarla sıfatlı olduğu ve noksan sıfatlardan, insanlara benzer uzuvlara sahip olmaktan münezzeh olduğu"dur.
16. Dini; zamana, insanlara, toplumlara, medeniyetlere, kültürlere uydurmak ve ayarlamak için reform, değişiklik, yenilik yapılmasını asla kabul etmeyiz.
17. Gerçek din âlimlerinin, gerçek fukahanın, gerçek müfessirlerin, gerçek muhaddislerin İslâm medreselerinde yetişeceğini biliriz.
18. Gerçek ulemâ ve fukahanın mutlaka icazetli olması gerektiğini biliriz.
19.İslâm'ın ahlâk boyutu olduğunu iyi biliriz.
20. Çağların (karnların) en hayırlısının Asr-ı Saadet, ikinci olarak Tâbiîn, ondan sonra Tebe-i Tâbiîn olduğuna inanır ve kabul ederiz.
21. Peygamberimizin BÜTÜN Ashabının din konusunda, Kur'ân'ı ve Sünneti bildirmek, nakl etmek ve öğretmek konusunda âdil olduklarını, İslâm'a ve Ümmet'e hıyanet etmediklerine inanırız.
22. Hulefa-i Râşidîn'in insanların en hayırlıları olduğunu kabul ederiz ve onlardan hiçbirini kötülemeyiz.
23. Ashab arasındaki ihtilâfları ve savaşları ictihad meselesi olarak kabul eder ve ictihadında yanılmış olabilen Ashabı dışlamayız ve kötülemeyiz. Bu işin içyüzünü ve hallini Yüce Rabbimize havale ederiz.
24. Ehl-i Beyt efendilerimizi tutarız, severiz, onlara saygısızlık etmeyiz.
25. Allah'ın her asırda bu dini güçlendirmek ve tecdid etmek için mübarek bir müceddid yaratacağını, Peygamberimizin meşhur hadîsine dayanarak biliriz.
26. Ahir zamanda Ehl-i Beyt'ten Mehdi'nin çıkacağına, İsa aleyhisselâmın nüzul edeceğine inanırız.
27. Kıyamet'e kadar otuz küsur Deccal ve Kezzab çıkacağını biliriz.
28. Zamanındaki İmam'a (Din önderine) biat etmeden ölen kimsenin sanki cahiliyet ölümü ile öleceğini biliriz.
29. Salih veya fasık (fıskı ve bid'ati kendisini küfre götürmemek şartıyla) her imamın ardında namaz kılarız.
30. Ehl-i Tevhidi ve Ehl-i Kıbleyi tekfir etmeyiz.
31. Peygamberimizi en büyük ve en güzel örnek ve model olarak kabul ederiz.
32. Allah ile işlerimizde ihlâsı, yaratıkları ile olan muamelelerimizde adaleti esas kabul ederiz.
33. Bid'at fırkalarının, Ehl-i Sünnete ters düşen, aykırı olan, onunla uyuşmayan BÜTÜN inanç, görüş ve hükümlerinin yanlış olduğuna, bu konularda Ehl-i Sünnet'in doğru olduğuna inanırız.
TÜRKİYE’de bir müddetten beri Ehl-i Sünnet İslâmlığına sanki amansız bir Haçlı seferi açılmıştır. Kur’an’a, Sünnet’e, akla, vicdana, mantığa, sağduyuya uygun olan Sünnîlik baltalanmakta, bin türlü iftira atılıp hezeyanlar savrulmakta, yanıltıcı düşünce ve görüşlerin propagandası yapılmaktadır. Neler denmiyor ki.
* İslâm’ın tek kaynağı Kur’an’mış, başka kaynak olamazmış.
* Sünnîlik gerçek İslâm değilmiş, Emevîlerin çıkarttığı bir dinmiş.
* Ashab âdil ve güvenilir değilmiş. Başta Ebû Hüreyre radıyallahu anh efendimiz olmak üzere nice ashab (hâşâ sümme hâşâ) binlerce hadîs uydurmuş.
* Tasavvuf bâtılmış.
* Yalancı, takiyyeci, Müslümanları aldatan, azılı farmason, aktivist, bulaşık, karanlık Afganî büyük bir din önderiymiş, “onu karalayanlar onun taharet bezi olamazlar”mış. (Büyük ulemaya ne büyük hakaret...)
* Mezheplere, fıkha, tanzim edilmiş ahkâm-ı şer’iyeye lüzum yokmuş, herkes kendi kafasına göre Kur’an’dan yahut meal, tercüme ve tefsirlerden dinini öğrenirmiş.
* Peygamber bir postacı imiş, ölmüş işi bitmiş.
* İlmihal Müslümanlığı bozuk bir Müslümanlıkmış, asıl Müslümanlık şu veya bu türedi ilahiyatçının anlattığı İslâm’mış.
Sağlam din bilgisine sahip olmayan milyonlarca Müslümanın kafası fena halde karıştırılmıştır. Dinde reform, dinde yenilik isteyen, light/ılımlı bir İslâm türetmek isteyenlerin amaçları nelerdir? Yazdıklarından anlaşılan şudur:
Geleneksel Ehl-i Sünnet İslâmlığını beğenmiyorlar. Onun yerine ABD’nin, İsrail’in/Papalığın, Protestan Evangelistlerin, Diyalogçuların, Derin Devlet’in, Ergenekoncuların, Farmasonların, Sabatay Sevi bağlılarının istediği ehlî/light bir İslâm getirmek istiyorlar.
Böyle yeni bir İslâm türetme gayretleri, Büyük Orta Doğu Projesinin (BOP) hedefleri içindedir.
Vaktiyle, 1930’lu yıllarda CHP diktatörlüğü de camilere sıralar koymak, mihraba (bazı kiliselerde olduğu gibi) bir müzik aleti yerleştirmek için raporlar hazırlatmıştı. (Şu anda da, camilerin arka tarafına, lüzumundan ve gerekenden fazla sandalya konulması konusunda imamlara baskılar yapılmaktadır.)
Ehl-i Sünnet Müslümanlığının yerine bir tür İslâm Protestanlığı çıkartmak istiyorlar.
Halkı büsbütün İslâm’dan çıkartamayacaklarını anladıkları için, suya sabuna dokunmaz, kâfirlere zarar veremeyecek, fıkhı ve şeriati olmayan, bir tür beşerî ideoloji ve hümanizma haline dönüşmüş hafif İslâm istiyorlar. İstedikleri Müslüman tipi şudur: Beş vakit namazı bıraksın... Cuma bile fazladır... İsterse yılda iki kez bayram namazına gidebilir (o da fazla ya)... Doğduğunda kulağına Ezan-ı Muhammedi okunmasına lüzum yoktur ama öldüğünde tabutu camideki musalla taşına konulur, kadın erkek karışık bir cemaat ile abdestsiz namazı kılınır...
Birtakım light İslâm taraftarları o kadar öfkeli, o kadar ölçüsüz, o kadar gözü dönmüştür ki, “Müslüman halk dinini muteber ve güvenilir ilmihallerden öğrensin” denildiğinde, Sünnî Müslümanlar için “Bunlar ilmihal kitabını Kur’an’dan yüksek tutuyor...” diyecek kadar vicdansızca ve mantıksızca laflar edebiliyor.
Evet light/ılımlı İslâmcılar yeni bir din türetmek istiyor. Ehl-i Sünnet Müslümanları için “Onlar mezheplerini din haline getirdiler” iftirasını savururken, asıl kendileri yeni bir bozuk mezhep türettiklerinin farkında değiller.
Başlangıcından bu güne kadar İslâm dünyasında, Peygamberimizin (salât ve selam olsun O’na) mucizevî bir şekilde haber verdiği üzere bir sürü bozuk fırka ve grup zuhur etmiştir. Mesela “Gurabiye” fırkasının ana inancı şudur: Güya Peygamberlik Hz. Ali’ye verilecekmiş, Efendimiz ile Hz. Ali birbirlerine iki karganın (Arapçada kargaya gurab denilir) birbirine benzediği gibi benziyormuş. Vahiy getiren Cebrail aleyhisselam bu yüzden şaşırmış ve vahyi yanlışlıkla Hz. Muhammed’e vermiş!..
İlm-i kelam kitaplarında eski bozuk fırkaların hepsi tafsilatlı (ayrıntılı) bir şekilde anlatılır.
Bugünkü light, ılımlı, hafif, evcil İslâm çalışmaları da işte böyle fırkalar oluşmasına yol açacaktır.
Dört hak mezhep (fıkıh ekolü) ile onları birbirine karıştırmamak gerekir. Onlar mezhep değil, fırkadır.
Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kitab (Kur’an) ve Sünnet’e en uygun, en başarılı İslâm denemesi ve uygulaması Osmanlı sistemidir. Tabiî ki, devletin kuruluş ve yükselme devrindeki uygulama... Osmanlılar bu uygulama ile üç asır üç kıt’ada şanla şerefle, Allah’ın tevfikat-ı ilahiyesine nail olarak i’lâ-i kelimetullah yapmışlar, cihad etmişler, bilen ve anlayanların gözlerini kamaştıran bir Pax İslâmica kurmuşlardır. Osmanlı İslâm sisteminin esasları nelerdir:
1. İnançta ve uygulamada Ehl-i Sünnet ve cemaat.
2. Fıkha ve mezhebe bağlılık.
3. Şeriattan kıl kadar ayrılmamak şartıyla tasavvufa ve turuk-i sofiyyeye müsamaha ve destek.
4. İslâmî çeşitlilik (ve zenginlik) içinde sarsılmaz bir birlik.
5. Loncalar, ahîlik ve fütüvvet teşkilatı ile başta iktisat ve ticaret olmak üzere bütün toplumsal ve sosyal teşkilatta dinin hâkimiyeti.
6- Din ve devlet birliği. (Osmanlı metinlerinde sık sık “din ü devlet” tabiri geçer.)
7. Bütün Müslümanları tek bir millet ve ümmet olarak kabul etmek. Osmanlı devletine, başka ülkelerde yaşayan Müslümanlar pasaportsuz kabul edilirdi. Hattâ Tanzimat’tan sonra, sömürgelerinde yaşayan Müslümanlardan pasaport istenmesi konusunda emperyalist ve kolonyalist Avrupa devletleri Osmanlıya baskı yapmışlardı. Son devrin büyük din âlimlerinden Mekke Şafiî Reisü’l-ulema’sı Ahmed Zeynî Dahlan hazretleri Fütuhat-i İslâmiyye adlı kitabının Osmanlı devleti kısmını şu cümle ile başlatır
“Hulefa-i Râşidîn devrinden sonra, Kur’ân’a ve Sünnet’e en uygun devlet Osmanlı devletidir.” İşte bu yüzdendir ki, bir kısım reformcular ve İslâm perdesi altında yeni bir din türetmek isteyenler Osmanlıyı hiç sevmezler. Bozuk Afganî’yi ise baş tacı ederler.
Sevgili, aziz, muhterem din ve iman kardeşlerime tavsiye ediyorum:
Reformcuların, yenilikçilerin, naylon müctehidlerin, Afganîcilerin, diyalogçuların, evcil ve light İslâm taraftarlarının, mezhepsizlerin, telfik-i mezahip taraftarlarının ve benzerlerinin tuzaklarına düşmeyiniz, ahiretinizi (onlar gibi) berbat etmeyiniz, Kur’an ve Sünnet Müslümanlığı olan, gerçek din olan Ehl-i Sünnet ve Cemaat yolundan kıl kadar ayrılmayınız. Gerçek icazetli ulemaya, gerçek icazetli şeyhlere, kâmil mürşidlere bağlanınız. Bir rehbere (kılavuza, yol göstericiye muhtaç olup da böyle bir kimseye bağlanmayanın şeyhi şeytan olur). Dinî bilgileri, sağlam hocalardan ve sağlam kitaplardan öğrenmeliyiz.
Unutmayalım ki;Ehl-i Sünnet Müslümanlığı Kur’an’a, Sünnet’e; Allah’ın rızasına, sevgili Peygamberimizin (salât ve selam olsun O’na) bize bıraktığı mirasa uygun Müslümanlıktır.
Ehl-i Sünnet Asr-ı Saadet’le bizim aramızdaki devamlılıktır. Onda kopukluk olmasını istemeyiz.
Ehl-i Sünnet ana caddedir. Kardeşlerimizin bu ana caddeyi bırakıp patikalara, çıkmaz sokaklara, dar ve ulaştırmaz yollara sapmalarını istemeyiz.
Ehl-i Sünnet İmam Azam Ebu Hanife’nin, İmam Mâlik’in, İmam Şafiî’nin, İmam Ahmed ibn Hanbel’in bize anlattığı dindir.
Kurdukları fıkıh sistemleri devam etmemiş olan onlarca büyük müçtehid efendilerimizin yoludur.
Ehl-i Sünnet âmil ve rabbanî, gerçek ve icazetli ulemanın yoludur.
Ehl-i Sünnet büyük müfessirlerin yoludur.
Ehl-i Sünnet büyük muhaddislerin yoludur.
Ehl-i Sünnet orta İslâm yoludur.
Ehl-i Sünnet akl-ı selimin ışığında vahye ve sünnete dayalı İslâm’dır.
Ehl-i Sünnet on dört asırlık icma-i ümmet yoludur.
Ehl-i Sünnet evliyaullah’ın yoludur.
Ehl-i Sünnet İmamı Buharî’lerin ve diğer büyük hadîs imamlarının, Gazalîlerin, Abdülkadir Geylanî’lerin, İmam Süyutî’lerin, İmam Şaranî’lerin, Muhyiddin ibn Arabî’lerin, İmam Birgivî’lerin, Şah Muhammed Bahaüddin Nakşibendî’lerin, Ahmed er-Rufaî’lerin, Mevlana Celalüddin’lerin, Ahmed Yesevî’lerin, İmam Rabbanî’lerin ve diğer bütün büyüklerin yoludur.
Ehl-i Sünnet gavsların, kutubların, ebdalların, nücebanın, nükebanın ve diğer ruhaniyet büyüklerinin yoludur.
Ehl-i Sünnet Selahaddin’lerin, İmam Şamil’lerin, Emîr Abdülkadir Cezairî’lerin yoludur.
Ehl-i Sünnet Ahmed Zeynî Dahlan’ların, Yusuf İsmail Nebhanî’lerin, Şeyhülislâm Mustafa Sabri’lerin, Zahid el-Kevserî’lerin yoludur.
Ehl-i Sünnet Bediüzzaman Said-i Nursî’nin, Erbilli Esad Efendi’nin, Abdülhakim Arvasî’nin, Süleyman Hilmi Tunahan’ın ve benzeri meşayihin yoludur.
Yazımızın başlığı bize tarihî bir hadiseyi tedâî ettirir (çağrıştırır).Bir zamanlar takib edeceği yolu şaşıranlara çare olarak sunulmuş reçetenin adıdır bu mefhûm/kavram. Bir başka ifadeyle yolunu doğru seçenlere alem olmuş bir tabirdir. SÜNNET’e ve Sünnet'in ilk tatbikatçıları olan Ashâb-ı Kirâm kafilesine tâbi olanlar demektir ki, “icmâ” denildiğinde ilk akla gelen; Ashâb'ın icmâıdır. Şu halde iş geldi bağlandı; “Sünnet” ve “İcmâ”ya. O halde, “Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâat” demek;
Hayatlarında “Sünnet” ve “İcmâ”yı esas alan Müslümanlar demek olur. Zaten de bizden Kur’an-ı Kerîm’in istediği budur. Peygamber Efendimiz’in işaret buyurduğu yol da budur.
Asıl’dan ve kökten ayrılmayanlar ve “dört mezheb”in sâlikleri “Sünnî”dirler ve “Ehl-i Sünnet”tendirler. Ümmetin fesadı durumunda “KİTAB” ve “SÜNNET”e bağlı kalanlar “Fırka-i Nâciye”dendirler.
“Ehli Sünnet”in zıddı; “ehl-i bid’at” ve “fırak-ı dâlle”dir. Sapıklıkta takip ettikleri yollara göre bu ana başlık altında çeşitli isimlerle anılırlar. Akîde/imanda başlayan sapıklık pek tabiî olarak amele de aksedeceğinden “Ehl-i Sünnet” dışı kalmalar, hayatın akışında müessir olmuş ve olmakta devam etmektedir.
Allah, dalâlet fırkaları vasıtasıyla Ümmet'in içerisine düştüğü fitneden kurtuluşa; Sünnî itikadî ve amelî mezhepleri vasıta kılmıştır. Dolayısıyla bizler; İmam-ı Azam, İmam-ı Şâfî, İmam Malik, İmam Ahmed ibni Hanbel, İmam Mâtürîdî ve İmam Eş’arî’ye çok şey borçlu olduğumuzu hatırdan çıkarmamalıyız.
“Ehl-i Sünnet” konusunun tarihçesi; bu sahanın araştırıcılarını alâkadar eder. Günümüz Müslümanlarını ise işin dünü değil, bugünü ve özü ilgilendirir. Bu sayının kapak konusu olarak da bu mevzuun seçilmiş olması bundan olsa gerektir. Günümüzde “Ehl-i Sünnet” yolunu tehdid eden hadiseler, bu kavramın ortaya çıkmasına sebep olan olaylardan hiç de ehemmiyetsiz değildirler. Hatta o gün çok daha mertçe ortaya konulmuş fikirlere karşı bugün, daha politik ve samimiyetsiz bir tarzda zihnî kargaşa vasatı icad edilmektedir. Öne sürülen zehirli fikirleri, çok masum görünümlü düşüncelerin arkasına gizleme taktiği ile kafa karışıklığı meydana getirilmeye çalışılmaktadır. İnsanların kafalarını karıştırdıktan sonra onları, “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat”ten uzaklaştırmanın kolaylaşacağı şüphesizdir. Bundan sonra artık onları dün olduğu gibi çeşitli dalâlet fırkalarına (fırak-ı dâlle) yönlendirmek hiç de zor olmayacaktır.
Şimdi gelelim günümüz Türkiye’sinde “bilimsel araştırma ve gerçekleri ortaya çıkarma”(!) adına bu mevzuda yapılan tahribatın ana başlıklarına:
1.SÜNNET müessesesi etrafında koparılan yaygaralar: Peygamber Efendimiz’i hâşâ sıradan bir insanmış gibi sunduktan sonra, O’nun; “kavlî”, “fi’lî” ve “takrîrî” Sünnet’lerine çeşitli taktiklerle gölge düşürme çabaları… SÜNNET müessesesini Kur’an değil de insanlar oluşturmuş gibi önemsizleştirme çabaları... Tarihte daha evvel hiçbir ilim dalına nasip olmamış bir usûl ve titizlikle bize intikal ettirilmiş bu müesseseye âid dev mirasın sıhhati konusunda şüpheler uyandırmalar…
Kur’an’ın bağlayıcılığını bildirmesine karşılık SÜNNET'i olsa da olur olmasa da olur bir şey gibi sunma gayretleri...
2.Efendimiz aleyhissalâtu vesselam’ın: “Ashâbım yıldızlar gibidir hangisinin peşi sıra giderseniz doğruya ulaşırsınız”[1] buyurmasına karşılık onları ve dolayısıyla icmâlarını önemsemeyen tavırlar, istihfâf ve istihkarâne sözler... Böylece “..ve’l-Cemâat” kısmını unutturmalar... Efendimiz Hazretlerinin “ve'l-Cemâat” kısmı ile alâkalı müteaddid ikaz ve irşadları varken[2]
aleyhteki bu çabaları ne yazık ki, cehalet olarak değil ihanet olarak değerlendirmek durumunda kalmamız üzücüdür.
3.“Mezhep imamları” ve “mezhepler” konusunda; yıpratmaya ve Müslümanların itimadlarını sarsmaya müteveccih gayretler... “Peygamberimizin mezhebi mi vardı?”, “Ashâb-ı Kirâm hangi mezhebe mensuptu?”, “Mezhep benim dinim değil” ve benzeri masum kılıklı ve sözde bilimsel(!) vecizeler(!)... Dünyaca maruf “İmam-ı Azam” kalıbını kullanmaktan kaçınıp, “Ebu Hanife” künyesi ile anmakta ısrar göstermeler, “Onların bilmedikleri ve ulaşamadığı kaynaklara biz bugün ulaşıyoruz.” gibi iddialarla varılmak istenen hedef; “Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat”in ortaya çıkmasına sebep olan kargaşa ortamını, “mezhepsizlik” formülüyle fakat adını koymadan yeniden planlamaktır. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, bu iklim ne yazık ki, “mezheb imamları”mız rahmetullahi aleyhim çapında yangın söndürücülerden mahrumdur. İşte bu onlar için bulunmaz bir fırsat olacak ve Müslümanlığı (Allah korusun) Hıristiyanlaştırma fırsatı doğmuş olacaktır. Yeri gelmişken şu gerçeği de ifade etmeden geçmeyelim: Eğer geçmişte Hıristiyan dünyanın bizdeki “mezheb imamları” gibi bir serveti olsaydı belki de dinleri, “İlâhî” olma vasfını bu kadar yitirmezdi.
“Mezheplerimiz” hem hukûkî servetimiz hem de başımız darda kaldığında rahmet tecellîsi müracaat kapılarımızdır.
4.1979 yılında mollalar tarafından gerçekleştirilen İran inkılâbı sonrasında başlatılan ve yine masum görüntü altında sunulan “Şîîlik” harekâtı da “Ehl-i Sünnet”i hedef alır. Zaten konu tarihî açıdan ele alındığında; “Şîîlik” “Sünnîlik” karşıtı olarak karşımıza çıkar. Gelin görün ki, “Sünnî-Şii farkı yok. Allah'ı bir, Peygamber'i bir, kıblesi aynı…” gibi ambalajı yerinde laflarla tarih boyu “Ehl-i Sünnet”i hedef almış hareketin propagandası yapılır durur. Hatta bu masum görüntüye bilimsel kılık giydirmek için milletlerarası toplantılar da yapılır, bildiriler sunulur ve sonuç bildirgesinde aslı esası olmayan şeyler tekrarlanır. İran’a götürülen ilahiyatçılara izâz u ikramlar edilip aşı yapılmaya çalışılır. Benzeri sözde bilimsel toplantılar İran’da da yapılır. Buraya gidenlerden bazıları: “Vallahi ben İran’da Şîî imamın arkasında namaz kıldım” diye dönüşte hatıralarını yazar, fakat şu soruyu sormaktan uzak durur: “Sen imam olsa idin acaba Şiiler senin arkanda namaz kılarlar mıydı? Veya böyle bir şeyi hiç denedin mi?” Bu konuya temas ediş maksadımız tarihin derinliklerine uzanan bir yarayı deşmek değildir.
“Ehl-i Sünnet” ve “Şîa”nın “fasıl” ve “vasıl” noktalarına işaretin yeri de değildir burası. Bir gün müstakil olarak ele alınmaya değer düşünüldüğünde, kimseyi incitmeden söyleyecek çok sözümüz vardır. Çünkü konunun hem akîde hem de amel boyutu vardır ve oldukça da ehemmiyet arz eder.
Bu mühim konuyu şöylece hülâsa edersek, hatırda kalmasına yardımcı olmuş oluruz:
“Ehl-i Sünnet”in yolu, ismiyle müsemmâ olduğu gibi Kur’an’la onaylanmış SÜNNET çizgisini izleyen ve O’nu bize aktaran Ashâb-ı Güzîn’e şükran ve hürmet hissiyle bağlananların yoludur.
Bu yolun, asırları aşıp gelen ilmî mirası; başımızın tacıdır. Bu mirası bize bırakan “eslâf-ı kirâm”a çok şey borçluyuz ve müteşekkiriz.
Bu yolu izlerken; KUR’AN, SÜNNET, İCMÂ-I ÜMMET ve KIYAS-I FUKAHÂ (edille-i erbaa) prensibinden ayrılmayız.
Dört mezhebi, bu prensibin hukuk okulları kabul eder ve sahipleniriz
Bu prensiple hareket ederken; akademik ünvanı esas almak yerine, ihlâs-ilim-amel ekseninde yer alan ulemâyı mürşid ve rehber kabul ederiz.
Hz. Peygamber (s.a.v) ile sahabe-i kirâm (r.anhm)’ın takip ettikleri yolda gidenlere, “ehl-i sünnet”, “ehlü's-sünne”, “ehl-i sünnet ve'1-cemâat” denir.
Sözlükte “ehl-i sünnet”, “manevî alanda çizilen hak yolu benimseyenler” anlamına gelir.
Buradaki sünnetten maksat, İslâm dinini teblîğ ve beyân buyuran Hz. Peygamber’in İslâm'ın ahkâmını beyan etme ve yaşama tarzıdır. Cemaat kavramı ise, her devirdeki Müslümanların büyük ekseriyeti (sevâd-ı a'zam), müctehid âlimler ve vahyin ilk muhatapları olup inanç, ibadet, hukuk ve ahlâk cepheleriyle İslâm’ı bir bütün olarak yaşayıp sonraki nesillere aktaran sahabe-i kirâm cemaati demektir.
Buna göre Ehl-i sünnet’i, “Hz. Peygamber ile ashab cemaatinin dinde takip ettikleri yolu izleyenler” diye tarif etmek mümkündür.
“Sünnet” kelimesi ayrıca daha çok, ilâhî teblîgâtı yalanladıkları için geçmiş peygamberlerin ümmetlerine uygulanan ve âdet-i ilâhiyye haline gelen dünyevî azap mânasında Kur'ân-ı Kerîm’de geçmektedir.
“O gün nice ağaran yüzler vardır.” mealindeki âyetle Ehl-i sünnet’in kastedildiği, İbn Abbas’tan rivayet edilmiştir.
Erken dönem hadis kitaplarında belirtildiğine göre, Hz. Peygamber (s.a.v); ümmetinin yetmiş iki veya yetmiş üç fırkaya ayrılacağını, bunlardan biri dışındaki fırkaların cehenneme, “ehl-i cemaat fırkası”nın ise cennete gireceğini,Allah’ın rahmet elinin cemaat üzerinde olduğunu, cennetin ortasına girmek isteyenlerin Müslüman topluluktan yani “ehl-i cemaat”ten ayrılmamaları gerektiğini cemaatten ayrılanların İslâm’dan sapmış sayılacaklarını ve Câhiliye ölümüyle öleceklerini belirtmiştir. Ayrıca ihtilâf halinde “ehl-i sünnet”e uyulmasını emretmiş, vefatından sonra yaşayanların pek çok ayrılığa şahit olacaklarını haber vermiş, bunlara yetişecek olan o dönemdeki müminlerin, kendi sünnetiyle Hulefâ-yi Râşidîn’in sünnetine sımsıkı sarılmaları gerektiğini bildirmiştir.
Ebû Abdullah el-Halîmî’nin kaydettiği rivayete göre Rasûl-i Ekrem, her emîrin arkasında namaz kılmayı, her halifenin idaresinde cihad yapmayı ve ehl-i kıbleden olup vefat eden herkesin cenaze namazını kılmayı Ehl-i sünnet’in üç esası olarak göstermiştir. Şehristânî’nin yer verdiği rivayete göre ise Hz. Peygamber, yetmiş üç fırkaya ayrılacak olan ümmeti içinde yalnız kendisinin ve ashabının yolunu takip eden Ehl-i sünnet ve'l-cemâat’in kurtuluşa ereceğini söylemiştir.
Ehl-i sünnet’e bağlı olanlara “Sünnî” adı verilir. M. Watt, sünnî teriminin ilk defa IV. (X.) yüzyılda kullanıldığını ileri sürmüşse de bu, doğru değildir. Çünkü tabiînden Saîd b. Cübeyr’e (ö. 95/713) nisbet edilen bir rivayetten anlaşıldığına göre bu kelime, hicrî birinci yüzyılın sonuna doğru (VIII. yüzyılın başları) ortaya çıkmıştır. “Ehl-i sünnet” tabiri ise, ilk defa Hasan-ı Basrî tarafından kullanılmıştır. Ehl-i sünnet mensupları, “ehl-i hadis, ehl-i cemaat, ehl-i istikamet, ehl-i hak, ehl-i iman”, “fırka-i nâciye” (kurtuluşa eren zümre) ve “sevâd-ı a'zam” (büyük çoğunluk) tabirleriyle de anılır.
“Ehl-i sünnet” tabirine yer veren en eski eser, Ahmed b. Hanbel’e atfedilen “er-Red 'ale'z-zenâdıka ve'l-Cehmjyye”dir. Onu Dârimî’nin es-Sünen’i, Müslim’in el-Camius-sahîh’i ve İbn Kuteybe’nin el-İhtilâf fi'1-lafz’ı takip eder.
Bu bilgiler, Ehl-i sünnet’in III. (IX.) yüzyılda itikadî bir mezhep olarak teşekkül ettiğini, başka bir deyişle ehl-i bid'atın zuhurundan sonra, dine bağlı çoğunluğun bu isimle anılmaya başlandığını kanıtlar.
Hicrî I. yüzyılın sonuna doğru bazı grupların ‘cebir’ inancını yaymaya çalışmasına karşılık Ma'bed el-Cühenî’nin kaderi inkâr etmesi, Havâric’in günah işleyen herkesi tekfire kalkışması, hayatta bulunan sahâbîleri ve tabiîn âlimlerini bu konularda Kur'an ve Sünnetteki hükümleri incelemeye sevk etmiştir.
Ebû Hanîfe, Hz. Ali’nin Hâricîler'e karşı takındığı tavırla büyük günah işleyenin mümin olduğuna işaret etmesini dikkate alarak onu Ehl-i sünnet’in öncüsü saymıştır. Abdülkâhir el-Bağdâdî de bu görüşe uyarak Hz. Ali’den Ehl-i sünnet’in ilk kelâmcısı diye söz etmiş, ardından da Ma'bed el-Cühenî’den teberrî etmiştir.
Kaderi iman esasları arasında gören Abdullah b. Ömer, tabiînden olup Kaderiyye’yi red hakkında küçük bir risale yazan Ömer b. Abdülazîz, el-Kaderiyye adlı risaleyi kaleme alan Zeyd b. Ali, Hasan b. Muhammed b. Hanefiyye ve kader konusunda bir risalesi bulunan Hasan-ı Basrî, Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri arasında yer alırlar.
Bunlardan Ömer b. Abdülazîz hakkında Ebû Davud’un naklettiği bir rivayet, Sünnî akîdenin oluşmasına tesir etmiştir. Ömer b. Abdülazîz Müslümanları, her türlü hatadan uzak bulunan Hz. Peygamber’in sünnetine davet ederek bid'atçı görüşlerden sakındırmış, itikadî konularda tartışmalara girişmeyen ashâbın yolunu izlemelerini tavsiye etmiş, ayrıca her şeyin ilâhî irade çerçevesinde cereyan ettiğine dikkat çekerek kadere iman noktasında teslimiyet gösterilmesini gerekli görmüştür. Onun bu görüşleri Ehl-i sünnet akîdesinin ipuçlarını taşımaktadır.
Başlangıç dönemi Ehl-i sünnet sisteminin şekillenmesinde önemli rol oynayan âlimlerin başında Hasan-ı Basrî gelir. Hasan-ı Basrî, halkı fitneden uzak tutmaya ve onları cemaate uyma konusunda şuurlandırmaya çalışmış, bu sebeple Emevîler’in uygulamalarını gerektiğinde ağır bir dille eleştirmesine rağmen onları Hulefâ-yi Râşidîn’den sonra meşru idareciler olarak kabul etmiştir. Hasan-ı Basrî’den sonra meşhur dilci Asmaî’nin rivayetine dayanılarak Eyyûb es-Sahtiyânî (ö. 131/749), Yûnus b. Ubeyd. Süleyman b. Tarhân ve Abdullah b. Avn (ö. 151/768) Ehl-i sünnet’in kurucuları arasında gösterilir.
Ehl-i sünnet akaidinin oluşmasına tesir eden âlimlerin en önemlisi şüphe yok ki Ebû Hanîfe’dir. Ebû Hanîfe akaid risalelerinde Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd gibi bid'at ehli karşısında ilâhî sıfatları, kaderi ve şefaati ispat etmiş, Kur'an’ın mâna itibariyle mahlûk olmadığını söylemiş, kulların fiillerinin Allah tarafından yaratıldığını, büyük günah işleyenin mümin olduğuna hükmederek âhirette göreceği muameleyi ilâhî iradeye havale etmiş ve böylece ifrat ve tefritten uzak olan Ehl-i sünnet akidesinin en önemli meselelerine ışık tutmuştur.
Ebû Hanîfe’den sonra İmam Mâlik, Mu'tezile ile diğer bid'at fırkalarının akaide dair faaliyetlerine karşı, sünneti ön plana çıkarıp ta'til, teşbîh ve tecsîm görüşlerini reddetmiştir. İmam Şafiî de aynı akîdeyi savunmuştur. III. yüzyılın ikinci yarısına doğru (IX. yüzyılın ortaları) Mu'tezile’nin Abbâsîler'in desteğiyle parlak bir döneme girmesinin ardından Ehl-i sünnet’i iki zümre temsil etmeye başlamıştır. Bunlardan biri, bazı zorluklara mâruz kalmasına rağmen akîdesini Kur'an’a, sünnete ve ashabtan itibaren gelen esaslara dayandırdığını söyleyip ehl-i bid'atı şiddetle reddeden Ahmed b. Hanbel’in öncülüğünü yaptığı gruptur. ‘Selefiyye’, ‘Eseriyye’, ‘ehl-i hadîs’ gibi isimlerle de anılan bu gruba daha çok hadisleri derleyip nakleden âlimler dâhildir. Buhârî; bunlar arasında Süfyân es-Sevrî, İbn Ayyaş, Yezîd b. Hârûn, Abdullah b. Mübarek, Ebû Ubeyd Kasım b. Sellâm, Fudayl b. İyâz, Nuaym b. Hammâd gibi kişileri zikreder.
Ahmed b. Hanbel, akâidde nakli hâkim kılmaya çalışmış, iman esasları listesinde yer alan konularda hemen hemen Ebû Hanîfe ile aynı görüşleri paylaşmıştır. Onun bu çizgisi, Buhârî ve Müslim’den itibaren Suyûtî ve Ali el-Kârî’ye kadar muhaddis âlimler tarafından benimsenip devam ettirilmiştir.
Ehl-i sünnet’in ilk temsilcileri olan ehl-i hadîs, Sünnî akîdenin belirlenip yaygın hale gelmesini sağlayan önemli çalışmalar yapmışlardır. Ehl-i hadîsin temsil ettiği Sünnî anlayış bütünüyle sünnet çizgisi üzerinde olduğu ve Selefin ittifak etmediği meselelere dalmadığı için “Ehl-i sünnet-i hâssa akîdesi” diye adlandırılmıştır.
III. (IX.) yüzyılda gerçekleştirilen tercüme faaliyetleri ve çeşitli fetihlerle genişleyen İslâm ülkesinin değişik kültürlerle karşılaşması, Selef âlimlerince benimsenen itikâdî esasların akıl ilkeleriyle teyit edilme ihtiyacını doğurmuş ve nihayet “ehl-i hadîs kelâmcıları” diye anılan yeni bir grup ortaya çıkmıştır. İbn Küllâb el-Basrî ile Haris el-Muhâsibi’nin öncülüğünü yaptığı bu grup, daha sonra Ehl-i sünnet kelâmcılarını oluşturacaktır. Ehl-i sünnet kelâmcıları IV. (X.) yüzyılın başlarından itibaren Müslüman çoğunluğun hâkim mezhebi haline gelmeye başlamıştır. Bu yeni hareket İbn Küllâb’dan sonra bir taraftan Ebu'l-Hasen el-Eş'arî, diğer taraftan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî ile canlılık kazanmıştır.
Eş'arî'nin Suriye-Irak havzasında kurduğu kelâm mektebi ile kökleri Ebû Hanîfe ile onun ilmî silsilesine dayanan Ebû Mansûr el-Mâtürîdî mektebi, daha sonra Hakîm es-Semerkandî, Ebu'l-Yüsr el-Pezdevî ve özellikle Ebu'l-Muîn en-Nesefî gibi âlimlerce geliştirilmiş ve Ehl-i sünnet mezhebini güçlendirmiştir.
Sünnî kelâm akımı Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye ekollerinin kuruluşuyla güçlenerek IV-V. (X-XI.) yüzyıllardan itibaren İslâm dünyasının birçok bölgesinde ana mezhep haline gelmiş ve âlimler zümresiyle Müslüman ekseriyetini kendine bağlamıştır. Böylece İslâm’ın geçmiş tarihine sahip çıkarak ilk dört halifeyi ve onları takip eden diğer yönetimleri meşru sayan, ashabdan itibaren her asırda çoğunluğu oluşturan Müslüman âlimlere saygılı olmayı şiar edinen bu anlayış, İslâm âleminde hâkim olmuştur. Sünnî kelâm ekolü büyük çoğunluğun tasvibini kazandıktan sonra fikrî hayatın çeşitli cepheleriyle kendini takviye etmiş böylece Mu'tezile, Mürcie. Müşebbihe, Felâsife gibi grupların zayıflayıp zamanla fiilen ortadan kalkması sonucunu doğurmuştur.
Günümüzde Selefiyye, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye'den oluşan Ehl-i sünnet, % 90’ın üstünde Müslüman çoğunluğunun mezhebi durumundadır.
Mâtürîdî âlimlerinden Ebu'l-Yüsr el-Pezdevî ile Ebu'l-Muîn en-Nesefî’ye göre, Ehl-i sünnet’i gerçek anlamda temsil eden yalnız Mâtürîdiyye’dir. Eş'ariyye, Küllâbiyye ve Sûfiyye de Ehl-i sünnet’e mensup gruplardır.
Ehl-i sünnet, ehl-i bid'atın görüşlerini reddeden kelâm, fıkıh, tefsîr, kıraat ve Arap dili âlimleri, fıkha pek bağlı sûfîler, Müslüman mücahidler ve Sünnî akâidin hâkim olduğu coğrafyada yaşayan Müslüman halk kitlesinden oluşur. Sübkî’nin tasnifinde Ehl-i sünnet; kitap, sünnet ve icmâı esas alan ehl-i hadîs, naklin yanında akla başvuran ve Eş'ariyye ile Hanefıyye’den oluşan ehl-i nazar, bir de başlangıçta nakli ve aklı esas alıp nihaî merhalede keşfte karar kılan ehl-i keşf gruplarından meydana gelir. Ehl-i sünnet genellikle Selefiyye, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye’yi kapsayan bir tabir olarak kullanılır.
Allah Teâlâ tarafından vaz' edilmiş olan dînî hükümlerin doğru anlaşılması Allah’ın muradını tesbit etmekle mümkündür. Allah, kullarına iletilmesini dilediği şeyleri vahiy yoluyla peygamberine bildirmiş, vahyi açıklayıp uygulama görevini de ona vermiştir. Son peygamberin teblîgât ve uygulamalarının ilk muhatapları sahabe topluluğu olduğundan İslâm’ın temel konularında onların anlayış, uygulama ve rivayetleri Allah’ın muradına ve Peygamber (s.a.v)’in sünnetine uygun düşen bir yol olarak kabul edilmelidir. Bu sebeple Müslüman çoğunluk, daima bu yolu takip etmeye çalışmıştır.
Hicrî I. yüzyılın sonunda ortaya çıkmaya başlayan ve IV. yüzyılda teşekkülünü tamamlayan Ehl-i sünnet, Kur'an ve Sünnet’e uyulması gerektiğini kabul edip aklı nakle tâbi kılmakla diğer mezheplere göre isabetli yolu tercih eden ana mezheptir. Zira dinde ana prensip vahye uymaktır. Mutlak ve mükemmel bir bilgi kaynağı olmayan aklın, nakle hâkim olması veya naklin akla tâbi kılınması halinde, bazı düşünürlerin de söylediği gibi, vahye ihtiyaç kalmaz ve ilâhî emirler bir anlam taşımaz. İnsan bilgisi için vazgeçilmez bir kaynak olmasına rağmen sınırlı, dış tesirlere açık ve geleceği keşfetmekten yoksun bulunan akıl vahyin desteğine muhtaçtır. Ehl-i sünnet aklı vahye tâbi kılıp vahiyle akıl arasında bir denge kurmak, ayrıca kitap, sünnet, icmâ, kıyas gibi bütün şer'î usullere başvurmak sûretiyle doğruya ulaşma yolunu seçmiş ve hemen hemen her konuda mutedil bir çizgide yer alıp aşırı uçlardan uzak kalmayı başarmıştır.
Dünya Müslümanlarının % 90’ından fazlasını oluşturan Ehl-i sünnet’in İslâm ilimlerinin kuruluş ve gelişmesine yaptığı katkılar da önemlidir. Nitekim tefsîr, hadis, fıkıh, kelâm, siyer gibi temel İslâmî ilimler alanındaki kaynak eserler genellikle Sünnî âlimleri tarafından kaleme alınmıştır.
Tarihî seyri içinde Ehl-i sünnet’in dikkat çeken özelliği, başlangıç döneminde meseleleri Kur'an ve Sünnet’e başvurmak suretiyle çözmeye çalışması ve gelişme kapısını açık tutarak, zamanla müctehid imamların ve takipçilerinin görüşlerini taklîde zemin hazırlamasıdır.
Selefiyye, Eş'ariyye ve Mâtürîdiyye âlimlerince yazılan akâid ve kelâm kitapları Ehl-i sünnet’in asıl kaynak kitaplarını oluşturmakla birlikte, bu konuda te'lif edilen başka eserler de vardır. Tahâvî'nin ‘el-'Akîdetü't-Tahâviyye’ diye de bilinen ‘Beyânü akâid-i Ehli's-sünne ve'l-cemâa’sı, Ebu'l-Kâsım Hibetullah b. Hasan et-Taberî’nin ‘Şerhu usûl-i i'tikâdi Ehli's-sünne ve'l-cemâa’, Ebû Muhammed’in ‘Kitâbü's-Sünne ve'1-cemâa’, Beyhakî’nin ‘el-İtikâd alâ Ehli's-sünne ve'1-cemâa’ Ebu'l-Hasen el-Eş'arî’nin ‘Usûlü Ehli's-sünne ve'l-cemâa’, Cüveynî’nin ‘Lüma'u'l-edille fî kavâ'idi Ehli's-sünne’, Adî b. Müsâfir’in ‘İ'tikâdü Ehli's-sünne ve'l-cemâa’, Ebu'l-Muzaffer es-Sem'âni’nin ‘Minhâcü Ehli's-sünne’ gibi bir çok eser vardır.
Peygamberimize ittiba ve iktidâyı esas alan, Hulefâ-yi Râşidîn’i ve ashabı rehber gören ve her konuda doğru ve hak yolu izlemeye can atan, hiçbir aşırılığa sapmayan Müslümanlar “ehl-i sünnet”, onların yolu da “ehl-i sünnet yolu”dur. Bu yolu iyice tanımak ve sâliki olmak, her Müslüman için önemli bir hedeftir.
Bilindiği gibi edille-i erbaadan biri olan icmanın muteber olması için dini bir mesele üzerinde aynı asırda yaşayan müctehidlerin hepsinin muvafakat etmesi şarttır. Bir veya birkaçının muhalefeti icma husulüne manidir. Bu muhalefetinin ehl-i sünnet müctehidlerinden gelmesi halinde icmaya mani olduğundan icmayı delil kabul edenler arasında ihtilaf yoktur. Ancak ehl-i bidat müctehidlerinin muhalefetinin icmaya mani olup olmadığı konusunda ihtilaf vardır.
Ebu İshak eş-Şirâzî, Cüveynî ve Gazzâlî’ye göre mani olur, onların da muvafakatı şarttır. Âmîdi’nin tercihi de budur. Zira onlara göre icmada müctehidin adaleti(fasık olmaması) şart değildir. Çünkü icmanın hüccet oluşunu ifade eden deliller mutlaktır, böyle bir şart getirmez. Ayrıca icma Muhammed ümmetinin ittifakıdır. Onlar da -küfre düşenler hariç- bu ümmettendir. O halde onlar da dikkate alınır.
Hanefilere göre ise icmada müctehidin adaleti şarttır. Ehl-i bid’at en hafif hükümle fasıktır. Allah (c.c) ayet-i kerime’de fasıkın haberinin hemen kabul edilmeyip araştırılmasını emrediyor. Ayrıca icmanın hüccet olduğunu ifade eden deliller her ne kadar sarahaten adalet şartını getirmiyorsa da zımnen vardır. Çünkü bu ümmetin icmaının hüccet sayılması ona bir ikramdır; fasık bir ikrama layık değildir. Bu sebepten Kaderiyye’nin, Havâric’in ve Ravâfız’ın muhalefetleri icmada dikkate alınmamıştır.
Ebu Bekir er-Râzî şöyle der: “Biz de sahih olan, icmanın sıhhati konusunda dalalet ehlinin hak ehline muvafakatine itibar yoktur. Allah (c.c.) katında hüccet olan icma, dalaleti ve fasıklığı sabit olmamış hak ehlinin icmaıdır.”[1]
Bu ihtilaf ehl-i bid’atin küfre düşmeyenleri hakkındadır. Ehl-i sünnet esaslarına göre küfre nispet edilenlerin ise ittifakla muhalefeti icmaın husulüne mani değildir. İmam Gazzâlî şöyle der: “Bid’atinden dolayı küfre girmişse kıbleye doğru namaz kılsa da, kendisinin Müslüman olduğuna inansa da onun muhalefetine itibar edilmez. Çünkü bu ümmet kıbleye namaz kılanlardan değil, mü’minlerden ibarettir. Kâfir olduğunun farkında olmasa da o kâfirdir.”[2]
Rasûlullah (s.a.v) Efendimiz şöyle buyurmuşlardır: “Yahud(iler) yetmişbir fırkaya ayrıl(mışlar)dı. Biri cennette, yetmişi ise cehennemdedir. Hıristiyanlar yetmiş iki fırkaya ayrıl(mışlar)dı. Yetmiş biri cehennemde, biri ise cennettedir. Muhammed’in (s.a.v) nefsi (kudret) elinde olan (Allah)’a yemin ederim ki, benim ümmetim mutlaka ve mutlaka yetmiş üç fırkaya alrılacaktır. Biri cennette, yetmiş ikisi ise cehennemdedir. (Ashab tarafından:) “O (cennette ola)nlar kim? Ya Rasûlallah!” denildi. (Rasûlullah:) “(Ehl-i sünnet ve) cemaattir. (Yani çoğunluktur.) buyurdu.
İzah:
Rasûl-i Ekrem (s.a.v) Efendimiz’in saadet devrinden sonra, O’na yakın zamanda İslâm çevresinde birtakım dinî fırkalar baş göstermiştir. Bu fırkaların en büyüğü Fırka-i Nâciye ve Mu’tezile’dir.
Bu İslâmî fırkaların usulü sekizdir:
1- Fırka-i Nâciye,
[Bunlar ehl-i sünnet ve cemaattir. İtikatta Şeyh Ebu’l Mensur el-Maturidî ve Şeyh Ebu’l Hasen el-Eş’arî’ye tâbî olanlardır.]
2- Mu’tezile,
[Bunlar itikatta Vâsıl ibn-i Ata’ya uyanlardır. Yirmi fırkaya ayrılmışlardır.]
3- Şia,
[Bunlar Hz. Ali’ye sevgi gösterip, Rasûlullah’tan sonra imamet, Ali’nin ve evladınındır derler. Bunlar Abdullah ibn-i Sebe’ye bağlı kalanlardır. Yirmi iki fırkaya ayrılmışlardır.]
4- Havaric,
[Bunlar Hz. Ali’ye karşı çıkanlardır. Yirmi fırkaya ayrılmışlardır.]
5- Mürcie,
[Bunlar Ebu Selt es-Semmân namındaki şahsa uyan kimselerdir. Bunlar beş fırkaya ayrılmışlardır.]
6- Neccâriyye,
[Bunlar Hasan ibn-i Muhammedinil-Buharî’ye bağlananlardır. Üç fırkaya ayrılmışlardır.
7- Cebriyye,
[Bunlar Cehm bin Safvan namındaki şahsa uymuş olan kimselerdir. Bunlar bir fırkadır, iki kısma ayrılmışlardır.]
8- Müşebbihe,
[Bunlar Ebu Abdillah Muhammed bin Kerm’in uydularıdır. Ve bunlar bir fırkadır.]
Bugün İslâm âleminin pek büyük bir kısmı Fırka-i Nâciye’dendir. “Ehl-i Sünnet ve cemaat” mezhebindedir de denir.
Bu itibarla biz şimdi, az önce arz ettiğimiz bu sekiz fırkadan yalnız “Fırka-i Nâciye=Ehl-i Sünnet” üzerinde duracağız.
Fırka-i Nâciye
Fırka-i Nâciye’den olan Müslümanlar; bid’atten berî, Kitab’a ve Sünnet’e gereği gibi tutkun, dinî hükümleri kendi arzularına göre mânâlandırmak ve bozmaktan uzak, Müslümanlar arasına ayrılık düşürmekten çekinir oldukları için, kendilerine “Ehl-i Sünnet ve Cemaat” denilmiştir.
Rasûl-i Zîşan Efendimiz’in (s.a.v) ahrete göçtükleri zamana kadar bütün Mü’minler bir itikad, bir yol üzere idiler. Ondan sonra bazı ictihadî işlerden dolayı ayrılığa düştüler. Daha sonra Hicret Asrı’nın sonlarına yakın ilmî, siyasî bazı sebepler dolayısıyla birtakım dinî fırkalar, ihtilaflar ortaya çıkmaya başladı. Zaten Peygamber-i Zîşan Efendimiz “Ümmetinin az bir zaman sonra yetmiş üç fırkaya ayrılacağını ve bu fırkalardan yalnız kendisiyle Ashabının yolu üzere bulunanlar müstesna olup, başkalarının azaba müstehak olacaklarını” apaçık bir mucize olmak üzere önceden haber vermişti.
Bu fırkaların ortaya çıkışı İslamî düşüncelerin birçok konuşma ve tartışmalarla aydınlanma ve genişlemesine ve birtakım dinî gerçeklerin meydana çıkmasına yardım etmiştir. Fakat hatalı görüş ve ictihatlara saplanmış olan fırkaların tutumu Müslümanlar arasında ayrılıklara yol açmış; temiz, pak itikadın sakatlanmasına sebep olmuş ve asırlarca hüküm süren münakaşa ve mücadeleler yüzünden Müslümanların birlik ve beraberliği epeyce sarsılmıştır.
Şüphe yok ki; biz Sünnî Müslümanların itikadı değişmedi. Ve dinî akidelerimiz zaman itibariyle değişmez. İslamî akideler bundan on dört küsur asır önce ne ise şimdi yine odur.
Evet, her asırda İslam âlimleri, bu sapık fırkaların tutumlarına karşı durmuşlar, üzerlerine düşen vazifelerini yaparak, İslamiyet muhitini bir kısım zararlı fikirlerin, batıl nazariyeler ve akidelerin kötü tesirinden korumaya çalışmışlar ve de muvaffak olmuşlardır.
Binaenaleyh asrımızdaki İslam (yani Ehl-i Sünnet) âlimleri de bu zamanın Müslümanlarını tedirgin eden, bunaltan birtakım bozuk fikirleri, birtakım yeni yeni uygunsuz görüş ve düşünceleri önlemek için üzerlerine düşeni yapmalıdırlar, hatta yapmak zorundadırlar.
Sözün kısası:
Ehl-i Sünnet ve Cemaat’in usûlü, itikad ve amellerinde, Kitap ve Sünnet’e ve bunlara uygun olan akla uymaktır. Onun için bunlara: “Fırka-i Nâciye (cehennemden kurtulmuş fırka)” denmiştir. Allah (c.c) bizleri kurtuluşa eren bu zümreden eylesin.
Ehl-i bid’at ve dalaletin yapısıysa, kitap ve sünneti, kendi görüş ve hevâlarına göre değiştirmek ve bozmaktır. Bunun için de bunlara: “Fırak-ı Dâlle (doğru yoldan sapmış fırkalar)” diye isim verilmiştir. Cenab-ı Hakk cümlemizi bu sapıtmış fırkaların içlerine düşmekten korusun.
Zamanımızda da “Bid’at ve dalalet ehli” denilen fırkalar var elbet. Bunlar da haliyle, evvelkiler gibi akidelerinde bozukluk, fikirlerinde sakatlık, amellerinde çarpıklık bulunan zavallılardır. Bunlar da uluorta laflar ediyorlar, fetvalar savuruyorlar. Fakat aslında bunlar, yeni bir şey söylemiş olmuyorlar. Hemen ki eski şaşkınların söylediklerini aynen tekrarlayıp duruyorlar. Müşahhas misaller bulmak zor bir şey değildir. Çünkü gayet boldur. Meğerki vakit müsait olmaya…
Şimdi gelin, bazı zatlar düşünelim. Bunlar:
İslam’ı Peygamber’in (s.a.v) öğrettiği gibi öğrenirler. Ona Peygamber (s.a.v)’in ve Ashabının (r.anhum) inandığı gibi inanırlar. Onun hükümleriyle Peygamber (s.a.v)’in ve Sahabe-i Kiram’ın (r.anhum) amel ettikleri şekilde amel ederler. Kur’an-ı Azimüşşan’ın her buyruğuna derhal itaat gösterirler. Peygamber-i Zîşan (s.a.v)’ın sünnetine harfiyen uyarlar… İşte bunlar: Ehl-i Sünnet ve Cemaat denilen “Fırka-i Nâciye”dir.
Bazı şahıslar göz önüne alalım. Bunlar:
Hiçbir şeyde veya bazı şeylerde Peygamber (s.a.v)’e ve Ashabına (r.anhum) uymazlar. Ayet-i Kerimelere, Hadis-i Şeriflere uydurma mânâlar verirler.
Hz. Peygamber (s.a.v)’de ve Ashabında (r.anhum) görülmeyen şekillerde amel ve hareket ederler. Mesela: Ezanları, namazları, oruçları (yani, hâşâ huzurdan, ibadetleri), her şeyleri veya çok şeyleri hep kendilerine göredir… İşte bunlar da: Ehl-i bid’at ve dalalet denilen “Fırak-ı Dâlle”dir.
İslam, Allah’ın kulları üzerindeki bir rengidir. Yeşil, mavi veya beyaz, rengin adı nasıl konursa konsun, bu rengin orijinal tonu ‘Ehli Sünnet’ tonudur. Kimliğimizdeki orijinal renk tonunun muhafaza edilmesi, solma ve silinmelere karşı canlı tutulması, İslam hüviyetimizin korunmasının ta kendisidir. Bir rengin, kavuran güneş ışınları, ıslatan yağmur ve sıyıran fırtına önünde korunmaması bir zaman için rengin devamına engel olmayabilir. Ama korunmadığı halde, sürekli kalabilen bir renk yoktur.
İslam, Allah’ın rengidir. İslam, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bi’setinden beri, insanlara renk olmaya devam etmektedir. Bu renk, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatına kadar tek renkti. Işık ve yağmur gibi etkenlerin onda solma veya kararma yapmasına fırsat da doğmuyordu. Çünkü en küçük solma veya kararma, dökülme anında müdahale görüyor, sahibi uyarılıyordu. Hele kazınmasına hiç fırsat verilmiyordu.
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatıyla beraber, o renk yine tek renk olarak kaldı. O renge itiraz edenler, başka renklere boyanıp gittiler. Rengine razı olanlar ise kaldılar.
Ashap -Allah onlardan razı olsun- insanlık tarihinde benzeri görülmemiş bir gayretle, Allah’ın boyasının orijinal renginde kalması için çalıştılar. Onların gayretleri, cihadları sayesinde Allah Teâlâ’nın Cebrail aleyhisselam vasıtasıyla Peygamber sallallahu aleyhi ve selleme vahyettiği dini, olduğu gibi kaldı. Önceki peygamberlerin başına gelen, bizim Peygamberimizin başına gelmedi. Ne inen ayetlerde bir tahrif, kaybolma oldu ne de Peygamber sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetinde. Onun, gecesi gündüzü gibi aydınlık olarak bıraktığı dini birinci nesilde yüzde yüz muhafaza edildi. Ashabın bu başarısı gerçekten akılları zorlayacak derecede düşündürücüdür.
Ashaptan sonra gelen nesil için de -onlar kadar olmasa da- rengin aslını koruma gayretinden söz edebiliriz. Onlar da büyük gayretler, olağanüstü denebilecek çalışmalar yaptılar.
Ancak ikinci nesilden itibaren, yabancı ışınlar, uzaklardan esen rüzgârlar, içeriden sızan kirli sular rengin üzerinde iz yapmaya çalıştı. Boyanın asil tonunu korumak önemli hale geldi. O dönemden önce, boyanın korunması için mücadele veriliyordu. Allah’ın boyasını silmek için, Âdem aleyhisselamdan beri uğraşanlar o zaman da devredeydiler.
Ashaptan sonraki dönemde ise rengin aslını muhafaza yanında, tonunu muhafaza da gerekir olmuştur. Asil rengin benzerleri de o renkten sayılmak istenmiştir. Görme özürlüler veya rengin aslına vâkıf olamamışlar için rengi ilk bilenlerin işareti önem kazanmıştır.
Ashabın yolu, o yolu sağa sola sapmadan sürenlerin yolu, daha ilk dönemlerden itibaren Ehli Sünnet yolu olarak anılmıştır. Bu anlamda Ehli Sünnet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ashap kanalıyla ulaşan yol anlamına gelmektedir. Yabancı kültür ve etkilerden iz taşımadan ashaba ulaşan yol, bu anlamda Allah Teâlâ’nın kulları için uygun gördüğü din olan İslam’dır. Onlardan renk veya ton olarak uzaklaşıldıkça da bir tür kopma veya yabancılaşmadan söz etmek mümkündür.
Ehli Sünnet, bu anlamda bir fırka adı değildir. Fırkadan çok cephe adıdır.
Dolayısıyla Ehli Sünnet olmak, bir fırkaya müntesip olmakla açıklandığında gerekecek olanlarla, cephe olarak açıklandığında gerekecek olanlar aynı değildir. Ehli Sünnet olmak bir iddiadır. Tıpkı iman iddiası gibi, içi doldurulması gereken, doldurulmadığında çok anlam ifade etmeyen bir iddiadan söz etmekteyiz. Ehli Sünnet, itikattan amele, ticaretten siyasete, giyimden yemeye, düğünden cenazeye kadar her alanda, teslimiyet ve bağlılık, sadakat olarak anlaşılmalıdır. Buradaki teslimiyetin simgesi Sünnet’tir. Sünnet, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimizin söz, tavır ve davranışları olarak önümüzde durduğuna göre, beyni yönlendiren akidenin, ele, ayağa yön veren talimatların Sünnet esaslı olması gerekmektedir. Sünnet’in, farzlardan sonra gelen ikinci sınıf ve sorumluluğu olmayan öneriler olarak anlaşıldığı bir ortamda Ehli Sünnet bir iddiadan öteye geçmez.
Sahabe anlayışından söz etmişken, Abdullah bin Ömer radıyallahu anhumadan nakledilen bir sözün, Ehli Sünnet’in içinin nelerle ve ne denli doldurulması gerektiğine de işaret ettiğini görüyoruz. Kendisinden ilmi özetlemesini isteyen birine verdiği cevapta diyor ki:
‘İlim pek çoktur. Ama sen, insanların kanına bulaşmadan, karnına onların malını koymadan, dilini onların iffetine değdirmeden ve cemaatlerinden ayrılmadan Allah’a ulaşabiliyorsan, onu yap.’Siyeru a’lamı’nnübela, 3/222
Abdullah bin Ömer gibi, ilmiyle ve takvasıyla bilinen bir sahabiden, kendisine yetecek ilmi isteyen birine verilmiş cevabı önemlidir. Başka bir ifadeyle Abdullah bin Ömer veciz bir şekilde, namaz, oruç ve hac gibi ibadetlerin dışında, hayatı yaşama siyaseti konusundaki akidesini özetlemektedir. Allah’a tertemiz olarak ulaşmanın en açık engellerinden söz ettiğini de söyleyebiliriz. Burada şu hususa vurgulama yapmakta yarar vardır:
Ehli Sünnet’in, dışındaki ekollerle farklılığını, bir iki kelimenin sözlük anlamı etrafında yoğunlaştırmak, hatta kılık kıyafetle daraltmak yanlıştır. Eğer Ehli Sünnet olmak bir yaşam tarzını yansıtıyorsa -ki, kesinlikle öyledir- bu tarz, düşünceden yemeye içmeye kadar, insan hayatında, dinin dairesi içinde gördüğü her şeyde olmalıdır. Hayatı kuşatan bir dinin en saf halini temsil eden mezhebin, sözlüklere sıkıştırılmış kelimelerle geçiştirilmesi doğru olmaz.
Ehli Sünnetyaşam tarzıdır.
O tarz da ashabı kiramın tarzıdır.
Onların tarzını da Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem belirlemiştir.
Ehli Sünnetolmak, sünnete uyumlu bir hayat yaşamaktır. Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem gibi yapmak, konuşmak, uyumak, yemek, gezmektir. İbadette onu izlemek, haramlardan onun gibi kaçınmaktır.
Cihadın hakkını vermek, küfre karşı dik durmasını bilmek, vela’ ve bera akidesini sahiplenmektir. Zühdü esas alan bir hayat tarzı yaşamak, dünyanın ve dünya nimetlerinin imtihan oluşunu idrak etmektir. İnfak etmekten, iyi bir evlilik yapıp sürdürmeye kadar hadis kitaplarında Resûlullah sallallahu aleyhi ve selleme ve ashabına ait aktarılan ne varsa onu kendi zamanında yaşamak esastır. Ehli Sünnet olmak, mücerret bir iddia değilse, sünnet esaslı yaşamanın dışında onu vakıaya dönüştürecek bir uygulama yoktur.
Ehli Sünnetolmayı, giriş çıkışlarda, sağ ve sol ayağı kullanmada görebiliriz. Yemeği sağ elle yemekte görebiliriz. Camiye ve cemaate bağlılıkta görebiliriz. Sabah namazında görebiliriz. Kur’an’a hizmette görebiliriz. Ümmetin dertleriyle dertlenmede görebiliriz. Çünkü bunlar, Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellemi anlatan hadislerin konularıdır.
Felsefeleştirilmiş kavramları, Ehli Sünnet etrafında dönen konular olarak görsek de pratikte Ehli Sünnet olmak, ashap gibi yaşamaktır. En azından onlar gibi yaşamayı hedeflemektir. O düzeyi yakalayamasak bile, o amaçla yaşamak çok önemlidir.
Sünnet’e ittiba ettiğimiz kadar Ehli Sünnet oluruz. İttiba ile iddia aynı şeyler değildir.
Allah’a imanın kazandırdığı ‘mü’min’ ismi ve vafsının nihai bir vasıf olduğu, mü’min vasfının üzerine bir ilave yapılamayacağı îmanî bir hakikattir. Mü’min olmanın ötesinde olunabilecek bir şey yoktur. Mü’min/Müslüman isimlendirmesi Allah Teâlâ’nın kulları için uygun gördüğü bir isimdir. Bu isimle isimlendirilmiş olmak hamd etmeyi gerektirecek bir nimet olarak telakki edilmelidir.
Mü’min/Müslüman isimlendirmesinin alt isimlerinden biri olarak kullandığımız ‘ehl-i sünnet’ veya onun karşısına konan isimler de bizim için akide konuları arasında zikredilmeye değecek konular etrafında durmaktadırlar. ‘ehl-i sünnet’ ifadesi ne bir kabileyi ne de bir topluluğu yansıtır. Bir kere kavramdaki sünnet kelimesi, ek anlamları daraltacak bir kelimedir. Kesinlikle ‘ehl-i sünnet’ deyimi, ancak ‘Sünnet’ kavramı etrafındaki konularla açıklanabilir bir deyimdir. Bir bütün olarak sünnet’i kuşatmayan ya da sünnet’in kuşatmadığı anlamlarla ‘ehl-i sünnet’ çatısı oluşturulamaz. Hatta sünnetin sahibi olan Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin bize tavsiye buyurduğu Sünnetlerden bir sünnet de münferiden ‘Ehl-i sünnet’ olmanın yeterli dayanağı değildir. Mesela misvak, önemli sünnetlerden bir sünnettir. Ama misvak kullanmak, tek başına ‘ehl-i sünnet’ olma nedeni değildir. Çünkü misvak, amelî bir meseledir. Sünnetlerden bir sünnettir. Fakat onu kullanmak, bir ittibayı yansıttığında sünnete ehil olmayı gösterirken, temizleme aracı olarak kullanıldığında aynı değeri yansıtmamaktadır. Bu nedenle, bir akide çatısını ifade eden ‘ehl-i sünnet’ kavramının misvakla, sarıkla daraltılması doğru değildir. Zira böyle bir idrak, insanların davet edildiği nübüvvet çizgisinin akide seviyesinden kumaş, ağaç seviyesine indirilmesi anlamına gelecektir.
Ümmeti Muhammed’in bir bölümünün ‘ehl-i sünnet’ olarak adlandırılmasında temel nedenin ‘sünnet’in ve sünnet çizgisinin tazimi’ olduğu bellidir. Umumiyetle beraber zikredilen ‘cemaat’ kelimesi de, sünnet etrafında toplanmış olmayı yansıtmasından gelmektedir.
Sünnet’i hayatın esası olarak görmek ve onun etrafında kenetlenmek olarak tarif edilebilecek olan ‘ehl-i sünnet ve’l-cemaat’idrakinin, günümüzdeki kullanımının bu dairenin dışına taşırılması bir seviye ve idrak kaybından kaynaklanmaktadır. Ümmeti mümkün olduğu kadar daraltma, Ümmetten olanları azaltma siyasetine dayalı bakışlar ne kadar doğru olabilir? Ehl-i sünnet’in en temel prensiplerinden biri hatta ilk muhalif yani ehl-i sünnet’in dışına taşan ilk grup olan Haricilere karşı savunulan temel tezlerden biri kebair günahların bile dışlama nedeni olmayacağı kaidesidir. Ashab-ı kiram üzerinde ileri geri konuşarak sünnet dairesinden çıkan Şia’nın dışındaki ümmetin ağırlıklı bölümünün ehl-i sünnet olması gerekirken, kılık kıyafeti bile ehl-i sünnet’ten olma nedeni sayacak kadar daireyi küçülten anlayış, meselenin özünü anlayamayan bir bakışla bakmaktadır.
Ehl-i sünneti yerli yerine oturtabilmek, mesele etrafındaki tartışmaları ve her mü’mini inciten ayrılıkları tahlil edebilmek için şu hususları tespit etmemiz yararlı olacaktır:
Ehl-i sünnet, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin sünnetini iman konusu olarak gören ve bütün asırlarda imanla ölebilmenin şartı olarak ona bağlı kalmayı gerekli gören idrakin adıdır. Yöreselliği, kılık kıyafeti ve benzeri uç konuları yansıtmaz.
Ehl-i sünnetin başı Ashab-ı kiramdır. Bütün asırlarda ehl-i sünnet olmanın en temel şartı, Ashab-ı kiramı örnek olarak görmek ve onların peşinden gitmeyi kabul etmektir. Ashabın peşinden gitmek ise onların din telakkilerini benimsemektir. Onların din telakkisi de Kur’an ve sünneti hayat tarzı olarak görmektir.
Bu açıdan ele alındığında ümmetten olduğu halde, Ashab-ı kiram üzerinde farklı düşünen ya da Kur’an ve sünnete bakışında sorun bulunan kesinlikle ehl-i sünnet dairesinde değildir. Siyasetten ekonomiye kadar herhangi bir alanda laik bakış tarzını benimseyen bir kişi iman dairesinde kalsa da ehl-i sünnet dairesinde kalamaz. Çünkü ehl-i sünnet olmanın temel karakteri, Kur’an ve sünnet’i esas kabul etmek bu ikisini asla taviz konusu hâline getirmemektir. Bu da elbette Kur’an ve sünnet’i kutsal kabul etmekle yeterli olmayacak bir seviyedir. Çünkü Kur’an ve sünnet’e iman etmek başka şey, onları kutsal görmek başka şeydir.
Ehl-i sünnet olmak, itidali gerektirmektedir. İfrat ve tefritten uzak bir anlayış selefin anlayışıdır. Selef de bu ümmetin ilkleri ve örnekleridir. Akidede ve amelde aşırılıktan uzak kalmak şarttır. Bunun için ehl-i sünnet arasında, helal haram sınırlarını zorlayabilecek, âyete ve hadise rağmen söz söyleyebilecek bir büyük, önder yoktur. Çünkü böyle bir anlayış Kur’an ve sünnet’in bir meselede bile olsa ihmal edilmesini getirir ki ehl-i sünnet için böyle bir şey kabul edilemezdir.
İbadetle ilim, tevekkülle çalışma, mal edinmekle zühd, korku ile umut arasında bir dengede bulunmak gerekmektedir. Ehl-i sünnet’in anlayışında dünyayı terk etmek de yoktur. Zaviyeye çekilmiş anlayış sahabe anlayışı değildir. Dünyanın gidişatında söz sahibi olmak, insanların bulunduğu her yerde en üstün olmaya çalışmak, nimetlerden yararlanmak, kötülüklere müdahale etmek, iyiliklerin yayılması için çalışmak esastır.
Ehl-i sünnet, ‘İslam, Sünnet ve Cemaat’ kelimeleri dışında bir kelimeyi kendilerini tanıtıcı bir vasıf olarak kabullenmez. Birbirlerini sever ve merhamet ederler. Aralarında yardımlaşmaları, birbirlerini tamamlamaları, kendileri dışındakilerle aynı düzeyde beraberlik oluşturmamaları imanları gereğidir. Birbirlerini asla tekfir etmezler. Cemaate, ülfete davet ederler.
İnsanlar arasında ihtilaf olması bu ihtilafın İslam ehli arasında da yer bulabilmesi kevnî bir sünnettir. Allah Teâlâ böyle dilemiş böyle yaratmıştır. Hûd suresinin 118-119. âyetleri bu hakikati beyan etmektedir. İhtilaf kaçınılmazdır. Nitekim Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem, ümmetinin yetmiş üç fırkaya bölüneceğini haber vermiştir. Bu bölünmede bir grubun, onun ve ashabının izinden gitmeye muvaffak olacağı haberi de vardır. Ama Ebu Davud ve diğerlerinin rivayet ettiği bu hadis, diğerlerini kâfirler arasında zikretmemektedir. Sadece ashabın izinden gitme kalitesinin bir gruba müyesser olacağı bilgisi verilmektedir. Ehl-i sünnet anlayışında ayrılıkla farklılık arasında fark olduğu bilinir. İhtilaf başka şey iftirak başka şeydir. Bu sebepten olmalıdır ki ehl-i sünnet esasları arasında en önemli esaslardan biri olarak ehli kıblenin tekfir edilmemesi vardır.
Ümmetin yetmiş üç fırkaya ayrılacağını haber veren mucizevî hadis-i şerif, yetmiş iki fırkanın ateşe gireceğini haber vermektedir ama bu ateşe girme, küfür ehli gibi ebediyen ateşte kalma değildir. Nisa suresinin onuncu âyetinde de Allah Teâlâ, yetimlerin mallarını yiyenlerin cehenneme gireceklerini, karınlarını ateşle doldurduklarını beyan buyurmaktadır. Ama onların işledikleri bu ağır günah yüzünden ebedî cehennemde kalacaklarına dair tek bir söz yoktur. O suçun cezası cehennemde yanmaktır. İman ehli olarak öldülerse neticede o suça dair cezanın akabinde cehennemden kurtulacaklardır. Ehl-i sünnet yani yetmiş üçün kurtulacak tek bir grubu dışında kalanların durumu da budur. Bu Ümmetten oldukları sürece ebedî cehennemlik değildirler. Herkes gibi onlar da amellerinin muhasebesine göre bir akıbete uğrayacaklardır. Nitekim ehl-i sünnet’ten olmak da hesapsız kitapsız olmak değildir. Onlar da bir muhasebe göreceklerdir.
Hatalılar listesini cehennemlikler, kâfirler şeklinde tevil edemeyiz. İslam’dan kopup dışında kalmak başka, İslam’ın içinde şu veya bu sapma nedeni ile dış çizgilere yakın noktalarda bile olsa merkezden uzak kalma başka bir şeydir.
Özellikle içtihadî meselelerdeki ihtilafların farklı görülmesi önemlidir.
Ehl-i sünnet dışı fırkaların oluşması ya da tarif ettiğimiz kavram doğrultusunda Kur’an ve Sünnet çizgisinin dışına taşılması, İslam düşmanlarının tuzaklarından bir tuzak olarak görülerek anlaşılmış olmaz. Başka bir ifade ile söyleyecek olursak ümmetin fırkalara bölünmesi, haricî güçlere yüklenecek bir iş değildir. Onların da payı olmakla beraber bu, büyük bölümü iç nedenlere dayanan bir sorundur.
İlim elde etme ve ilmi şekillendirmenin ‘ikra’ mantığının dışına taşması ile ihtilafın dalları da uzanmaya başlamıştır. Kur’an ve sünnetin merkezde olduğu ashap anlayışının gitgide Kur’an ve sünnetin yanında yeni yeni kaynakların kabul görmesi bir yandan ilim adamlarının ümmet üzerindeki etkisini azaltmış bir yandan da ilmin/âlimin yapacağı etkiyi yapamaz hâle getirmiştir. Bu da dallanma budaklanmayı kolaylaştırmıştır.
Bid’atlere karşı ilk neslin gösterdiği refleksi göstermekte gecikilen dönemlerde dallar köklere etki etmeye başlamıştır. Aklın dinde hüccet hâline getirilmesi, yabancı din mensuplarından etkilenme ve kör taassup da ihtilaf nedenlerindendir.
Dünyevileşme, dünya nimetlerinin etkisinde kalma hastalığının da parçalanmada etkisi vardır.
Şu grubun, hadis-i şerifte zikredilen yetmiş iki fırkadan biri, şunun da yetmiş üçüncü fırka olduğunu belirleme hakkı kimsede yoktur. Herkes ehl-i sünnet olma yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin izinden gitme iddiasında olabilir. Bu iddiaların bizce değerlendirilmesi zahiren mümkündür. Ne reddetmede ne de kabul etmede kimsenin bir yetkisi yoktur. En samimi tavır, ashabın izini sürme samimiyeti içinde olmak Allah Teâlâ’dan yardım talep etmektir. Bizi Peygamber aleyhisselamın izinden gitmekle şereflendirmesini istemektir. Bir grubu ‘kurtulmuş’ grup olarak görmenin de bir bölme çeşidi olduğunu anlamak zorundayız.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin dışında bir kişinin kim olursa olsun masum olarak gösterilmesi yani onun peşinden gidenlerin de hakkın tek müdafii ve uygulayıcısı olduklarının perçinlenmesi, kendi içinde çelişkilerle dolu bir tutumdur. Müslümanların büyük idealler etrafında bir araya gelmelerinin bir rahmet sebebi olacağını söylemelerinde bir sakınca yoktur. Fakat böyle bir birlikteliği buzdolabı gibi görüp dışarıda kalanları çürümeye mahkûm görmeleri yanlıştır. Bu yanlış, bir parçalama eylemidir.
Ne azınlıkta olmak ne de kalabalık olmak sünnet’e ehil olmanın ölçüsü değildir. Sünnet’e ehil olmanın ölçüsü, Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin Kur’an ve sünnet mirasına sahip olmak, onu uygulamaktır.
Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellem ve ashabının izleri bütün Müslümanlar için bağlayıcıdır. Üç mübarek nesil herkes için örnek nesildir; onların söz ve davranışlarını yok saymak mümkün değildir.
Bütün Müslüman nesillerin ehl-i sünnet’ten olmanın gereği olarak yapacakları en büyük hizmet onu yaşatmak ve ona uymaktır. Ehl-i sünnet’i tekele almak, ondan mümkün olduğu kadar dışlamak bir ehl-i sünnet usulü değildir.
ALİ EREN İLE “DOĞRU İSLAM ANLAYIŞI VE EHL-İ SÜNNET HASSASİYETİ” KONULU SÖYLEŞİ
METİN ACIPAYAM: Allah Resulü “Ümmetim yetmiş iki fırkaya ayrılır, onlardan sadece biri kurtuluş ehlidir.” diye buyurdu. Bunların kimler olduğu sorusuna, “Bunlar cemaatte olanlardır.” buyurdu.(Ahmed b. Hanbel, 3/145; Zevaid, 6/226). Diğer bir rivayette “Bunlar benim ve ashabımın üzerinde bulunduğu yolda olan kimselerdir.” Allah Resulü’nün sanki bu sözü bugünü işaretlemekte. Gerçekten korkunç bir zamandayız. İtikadi sapkınlıklar o kadar aleni bir şekilde yapılmakta ki, safiyane İslam anlayışımıza büyük bir suikast düzenlemekteler. Din Tahripçileri yahut sizin ifadenizle “Dinde Deformistler” çığırının tarih boyunca ilk tezahürü malümunuz olduğu üzere Asr-ı Saâdet’te ortaya çıkmıştır. İlk fitne bir vahiy katibi olan Abdullah b. Sa,’d b. Ebû serh tarafından ortaya atılmıştır. Bu süreci yorumlarmısınız?
ALİ EREN: Abdullah b. Sa,’d b. Ebû serh, vahiy kâtibi idi. Bu vazifeyi kötüye kullanıp gelen âyetlerde kendine göre değişiklik yapmaya kalkıştı. Fitne çıkarmaya başladı. Sonra kâtiplikten alında. İslamı bırakıp Mekke’ye gitti. Orada hem peygamberliğini ilan etti hem de Mekkelilere “Sizin dininiz Muhammed’in dininden iyi” diyerek onları taltif etti.
Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz tarafından, hakkında “Görüldüğü yerde öldürsün” emri çıktığı için, Müslümanlar tarafından aranıyordu. Kendisi Hazreti Osman’ın süt kardeşiydi. Bu yakınlığı kullanarak Hazreti Osman’a sığındı. Peygamberimiz Hazreti Osman’ın hiçbir sözünü reddetmediği için onun şefaatıyla Peygamberimiz tarafından kabul edildi ve tekrar iman ederek müslüman oldu.
Peygamberimiz’in vefatından sonra Mısır’ın fethinde bulundu ve sonra Mısır Vâlisi oldu. Daha sonraki senelerde Hazreti Osman’ın şehid edilmesi ve ondan sonraki karışıklıklarda birçok hadiselere karıştı. Hazreti Ali Hazreti Muaviye meselesinde ikisinden birinin tarafını tutmadı.
Hayatının önceki senelerindeki suçlarını bildiği için. “Ya rabbi benim ruhumu namazdaykan al” diye dua edermiş. Ne garip tecelli ki, islamda ilk fitneyi ortaya atan bu zat bir namazda sağına selam verip soluna selam verdiği sırada vefat etti.
Evet en önce başlattığı iş büyük bir fitne idi. Ama demek ki, bir kimse her ne durumda olursa olsun ve her ne günahı işlerse işlesin, henüz hayatta olan bir kimsenin akıbetinin / sonunun ne olacağı bilinemez. Bilinemediği için de, yapmış olduğu şeyler kötü bile olsa hakkında sadece hidayete gelmesi için dua etmelidir.
Ama sonunun nasıl olacağı bilinmez diye, fitnenin aleyhinde olmamak da yanlıştır. Elbette ya fitneye engel olunmalı veya engel olunamıyorsa, en azından o fitneye karışmayıp uzak durmalıdır.
METİN ACIPAYAM: Asr-ı Saadet’in akabinde ortaya çıkan fitne kumkumasının baş faili Abdullah İbn-i Sebe ise fitne ile başlayıp fitne ile bitiren bir prototiptir değil mi?
ALİ EREN: Önceki karışıklıkları kullanarak, ortalığı karıştıran ve esas fitneyi başlatan, daha doğrusu fitnenin başı, bir Yemen yahudisi olan Abdullah ibni Sebe’dir. Peygamberimiz zamanından beri fitneleriyle dünyayı karıştıran Yahudilerin fikir babası da, İslam içinden çıkıp sonradan ortaya çıkan Şiîliğin başlatıcısı da odur.
Bu kâfir, Hazreti Osman zamanında fitnesine hız verip Arabistan yarımadasında yeni Müslüman olanları dolaşarak, önce halifelik hakkının Hazreti Ali’de olduğunu, daha sonra da ilahlığın Hazreti Ali’de tecelli ettiğini ortaya attı. İranlıların İslamdan önceki inançlarında da –hâşâ- Allah’ın insanda tecelli ettiği inancı olduğundan, İranlılar içinde bu fikrini yaymaya başladı. Bu arada Hazreti Ömer düşmanlığını yaymayı da ihmal etmedi. Yani günümüzde hâlâ Şiîlikte ehl-i sünnet itikadına zıt ne varsa, İbni Sebe’nin attığı o zehirli tohumların meyveleridir.
METİN ACIPAYAM: Hz. Ali’nin hilafeti ve bugünkü şia’nın sövme kampanyaları düzenlediği Hazreti Muaviye arasındaki ihtilaf hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
ALİ EREN: En baştan İslamda sövmek, hakaret ve lânet diye bir ibâdet yoktur. Bu bakımdan, Şiîler daha birinci adımda tökezleyip yere yığılmaktadırlar. Öbür taraftan, Şiîler Hazreti Ali’nin Peygamberimiz’in yakını olduğunu ileri sürmektedirler. Oysa İslamda hasep-nesep geçerli değildir. Evet Hazreti Ali Efendimiz çok mübârek bir zattır. Ama bu üstünlüğü Peygamberimiz’e maddi yakınlığından değil Allah’a bağlılığından ileri gelmektedir. Eğer maddi yakınlık bir değer ifade ediyorsa. Hazreti Ali Efendimiz Peygamberimiz’in damadıdır, Hazreti Muâviye de kayınbiraderidir. Hazreti Ali efendimiz Peygamberimiz’in amcasının oğludur, Hazreti Muâviye de kitaplarda “MÜ’minlerin dayısı” olarak anılmaktadır. Eğer maddî yakınlığın bir değeri varsa, Şiîler Hazreti Ömer Efendimiz’e niçin düşmandırlar? Çünkü Hazreti Ömer, Hazreti Ali Efendimiz’in damadıdır. Canciğer evladını, kızını ona nikahlamıştır. Bütün bunları siyaseten yaptığı söylenecek olursa, Hazreti Ali Efendimiz’in iki yüzlülük yaptığı söylenmiş olur. Yok eğer korktuğundan yaptı denilirse o zaman da Allah’ın arslanı olarak anılan Hazreti Ali’nin bu kahramanlığı ihkâr edilmiş olur.
METİN ACIPAYAM: Cemel vak’ası, Sıffin Savaşı, ve Hazreti Ali’nin Şehit edilmesi hakkında ne söylemek istersiniz?
ALİ EREN: Bu savaşların temelinde Abdullah ibni Sebe münafıklığı olduğu gibi, devamında da onların münafıklığının devamı vardır. Bu harplerin ikinci bir vechesi de ashabı kiram arasındaki ictihad farklılığıdır. Herkes kendi ictihadına göre hareket etmiştir ama, maddî sebep olarak da münafıkların nifakları devrede olmuştur. Hazreti Ali Efendimiz’in şehid edilmesine gelince. O meselede ictihad falan yoktur, nifak vardır. Zaten Peygamberimiz, Hazreti Ali Efendimiz’in katilinin en şerli kimse olduğunu bir mûcize olarak daha önceden Hazreti Ali Efendimiz’in kendisine haber vermiştir. Öbür taraftan, aynı güruh yapabilselerdi aynı gün Hazreti Muâviye’yi de katledeceklerdi. Tarihi bir gerçektir ki, Hazreti Muâviye, Hazreti Ali Efendimiz’in vefatını duyunca ağlamıştır.
METİN ACIPAYAM: Yezid hakkındaki görüşlerinizi alalım?
ALİ EREN: Ehl-i sünnet itikadına göre, Yezid’e lanet edilmez, edilmesine lüzum yoktur. Çünkü yukarıda da söylediğimiz gibi, İslamda lânet etmek diye bir ibâdet yoktur. Yezid’in, Hazreti Hüseyin Efendimiz’in şehid edilmesinde suç ve kabahatı vardır ama katledilmesine dair emri yoktur. Günahına rağmen, vefatının nasıl olduğu, yani tevbe edip etmediği de bilinmemektedir. Eğer tevbe ettiyse, Hazreti Hamza’yı şehid eden Vahşî’yi affeden Hazreti Allah, onu da affetmiştir. Kaldı ki, Hazreti Hamza’yı şehid ettiğinde Vahşi müşrikti. Buna rağmen sonunda affedilmiştir. Yezit’in Hazreti Hüseyin Efendimiz’in şehadeti meselesinde İslamdan çıktığını söylemek oldukça zor. İslamdan çıktığını söyleyebilmek için, Hazreti Hüseyin Efendimiz’i, “Peygambere sülalesini tamamen yok etmek için” öldürtmüş olması lâzım. Halbuki, yukarıda söylediğimiz gibi Hazreti Hüseyin Efendimiz’in öldürülmesine dair bir emri yoktur. Hazreti Hüseyin Efendimiz’den başka küçük erkek çocuklar da vardı, onlar öldürülmemiştir. Eğer Peygamberimiz’in sülalesini yok etmek isteseydi. O küçük erkek çocukları da öldürtürdü. Geriye bir sebep kalıyor. Yaptığını maddî saltanat için yapmıştır. Bu durumda da imandan çıkmaz, çok çok büyük günah işlemiş olur. Netice samimi olarak tevbe ettiyse affedilmiş olabilir. Değilse günahkâr olarak gitmiştir. Ama bunların hiç birini bilmiyoruz. Bunların hepsi de bizim için birer ihtimaldır. Öyleyse bize düşen şey, Şîlerle beraber olmayıp bu hususta dilimizi tutmaktır.
METİN ACIPAYAM: Hazreti Ali’den sonraki fitneler hakkında neler söylemek istersiniz?
METİN ACIPAYAM: Emeviler hakkında kısa bir değerlendirme yapar mısınız?
ALİ EREN: Bilhassa son senelerde, bazıları Şiîlerin Türkiye’deki tesiriyle, bazıları da şahsî kalbî hastalıkları sebebiyle Emevî düşmanlığı yapıyorlar. Oysa, daha sonraları bırakalım, Peygamberimi zamanında bile Emevî sülalesinden binlerce Müslüman vardı ki, bunlar sahabi idiler. İslamda kabilecilik olmadığını kimse söyleyemez. Dolayısıyla, Emevîlerden de Hâşimîlerden de çok samimi müslümanlar da olmuştur, çok azılı kâfirler de olmuştur. Meselâ Hazreti Osman Efendimiz Emevîlerdendir ve aşere-i mübeşşereden yani kesin cennetlik olduğu bizzat Peygamberimiz tarafından haber verilen kimselerdendir. Peygamberimiz kendisine önce bir kızın vermiş, o vefat edince ikinci kızını vermiş, o da vefat edince “Üçüncü bir kızım olsa Osman’a onu da verirdim” buyurmuştur. Hakkında “Dört büyük halife eğer 4 değil de 5 olsaydı, beşincisi Ömer b. Abdilaziz olurdu” denilen mübârek halife de Emevîlerdendir. Öbür taraftan, bu din bize ashabı kiramın rivâyetleriyle gelmiştir. Rivâyetlerin birçoğu da emevîlerden olan ashabı kiramdandır. Emevileri reddedecek olursak, İslamın büyük bir kısmını da kabul etmememiz icap eder. Bu da doğrudan doğruya islamı reddetmek olur. Bir diğer husus sevgili Peygamberimiz Hâşîmîlerdendir. Ama Ebûleheb de aynı kabiledendir. Demek ki asolan, “Emevilerdendir veya başka kabiledendir” meselesi değildir. Müslüman mıdır ve İslamda samimi midir değil midir, ona bakılmalıdır.
METİN ACIPAYAM: Kerbela Fâciası Mekke-Medine İsyanları ve Harre Savaşı hakkındaki görüşlerinizi öğrenelim!..
ALİ EREN: Kerbelâ Fâciası, adı üzerinde bir fâciadır. Üzülmememiz mümkün değildir. Onun devamı ve Harre meselesi de yine Yezid’in günahları cümlesindendir. Ama biz bu 1400 sene önceki meseleleri Şiânın yaptığı gibi yapmamalıyız. Onlar bu meseleleri asırlardır her sene ısıtıp ısıtıp ortaya koyarak şiî kalabalığı kin ve düşmanlık üzerinde zinde tutmaya çalışıyorlar. Ve bu meseleleri ele öyle ele alıyorlar ki, sanki Kerbelâ’yı da diğerlerini de ehl-i sünnet yapmış. Oysa İslam kin değil barış üzerine kuruludur.
Biz ehl-i sünnet hem bu meseleleri bilir ve üzülürüz hem de imanın şartıymış gibi üzerinde durmayız. Durmamalıyız. Bu hadiselere karışanlara karşı çocuklarımızı kinle doldurmanın bir mânâsı da yoktur.
Şu hususa dikkatinizi çekmek isterim:
Peygamberimiz mi üstündür, Hazreti Hüseyin Efendimiz mi?
Hazreti Efendimiz mi üstündür, Hazreti Hüseyin Efendimiz mi?
Her ikisi de Hazreti Hüseyin Efendimiz’den üstündür.
Peki Şiîler ve bu konularda Şiîlerle beraber hareket edenler, Kerbelâ’nın üzerinde durdukları kadar Peygamberimiz’e yapılan işkencelerin ve Hazreti Ali Efendimiz’in şehid edilmesinin üzerinde duruyorlar mı?
El-cevap: Hayır.
Varsa yoksa EmevÎler. Dolayısıyla, onlar vasıtasıyla gelen rivâyetleri ret.
Mekke’de Ebûcehil ve avanesi olsun, Tâifliler olsun, Peygamberimiz’e eziyetlerin her türlüsünü ve en büyüğünü yaptılar. Ama Şiîler bunları anmazlar bile. Hazreti Ömer ve Hazreti Osman Efendilerimiz’in şehid edilmesine ise zaten bayram yaparlar.
Öyleyse, “Ama kardeşim, şiîler de bu konuda haklı. Kerbelâ’da ne büyük cinâyet işlenmiş. Şiî değiliz ama buna biz de haliyle üzülürüz” diyerek bir yanlışlığa düşenlere şunu söylemek lâzım: Aynı üzüntüyü Peygamberimiz’in vefatı günü de yaşıyor musun? Hazreti Ebûbekir Efendimiz’in vefatı günü, Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali Efendilerimiz’in şehid edildiği günlerde de aynı üzüntüyü yaşıyor musun? Hatta beşinin vefat günlerini biliyor musun? Öyleyse, Şiîlerin mâtemine iştirak etme. Şehid olan her İslam büyüğüne elbette üzülürüz. Ama matem yaparak değil. Şehidlerin en büyüğü Peygamberimiz’dir. Âmillerimize göre, Hayber’de zehirli koyun eti ikram edildiği için, vefatında onun tesiri olmuştur ve Peygamberimiz şehiddir.
METİN ACIPAYAM: Ehl-i sünnet mezhepler hakkında ne söylemek istersiniz? Mezhepler bahsinden hareketle tarih boyunca batıl mezheplerin zuhur sebebleri? Ve günümüzde mezhepsizliği pompalayan taife hakkında görüşleriniz nelerdir? Fatiha suresini bile ezberden okuyamayacak kadar bile malümat sahibi olmayan kör cahiller, büyük müctehitlere laf sokmaya çalışmaktadır. Abdulaziz Bayındır gibi şahıslar mezhep imamlarını Şirkle suçlamaktadır. Hem mezhep konusunu, hem de mezhepsizliğin tarihi cerayanını izah edermisiniz?
ALİ EREN: Sorunuzdaki Abdülaziz Bayındır ismine kadar ki cümleleriniz, zaten sorunuzun da cevabı. Cevap olarak benim söyleyeceklerim de sizinkilerin aynısı. Bâtıl mezheplerin zuhuru, ekseriyetle İslam cemaatı içinden çıkan bazı sapıkların işleridir. Bazıları da İslam düşmanları tarafından ortaya atılmıştır. Şiîlik . Kâdiyânîlik ve Selefîlik gibi. Abdülaziz Bayıdır gibi kimseler mezheb imamlarını şirkle suçlarken doğru söylüyorlar, yalan söylemiyorlar. Çünkü mezheb imamları birer aynadırlar. Bu kimseler onları suçlarken, her biri birer ayna olan mezheb imamlarına bakıp suçluyor, yani parıl parıl parlayan o aynalarda kendilerini görüyorlar. Onlara bakıp öyle suçluyorlar. Hani bir defa Peygamberimiz ‘e bir gün Ebûcehil, “Yâ Muhammed ne çirkinsin” demiş. Peygamberimiz de “Haklısın” buyurmuş. Bir müddet sonra Hazreti Ebubekir Efendimiz gelmiş ve “Yâ Resûlallah, ne güzelsin” demiş, Peygamberimiz ona da “Haklısın” buyurmuş. Bu hadiseye şahit olan ashabı kiram, bunun sebebini sormuş. Peygamberimiz buyurmuş ki, “Ben bir aynayım. Ebûcehil geldi, bende kendini gördü. Ebûbekir de geldi o da bende kendini gördü. Onun için ikisine de haklısın dedim” buyurmuş. Onun için, Abdülaziz Bayındır gibi şahıslar da bu mânâda, mezheb imamlarına müşrik demekte haklıdırlar.
METİN ACIPAYAM: Mezhep konusundan hareketle devam edecek olursak. 1979 İran devrimi ile devletleşen Şia, bugün kendini hak mezhep olarak kabul ettirme çabasında. Bir kısım şia hayranı şahıslar, “Şİİ-SÜNNİ BÖLÜNMESİN” “MEZHEP KAVGASI YAPMAYALIM” tarzında sinsi ve kurnazca sözler söyleyerek ŞİA’YI HAK MEZHEP olarak göstermek istemekteler. Sanki ŞİA mezhepmiş gibi. Hazreti Ömer’e küfreden, Hazreti Aişe validemize iğrenç iftiralar atan, ÖMER ismiyle İRAN’A girilemez diyen Şİİ İran’dır. Hala mut’a nikahı ile saflarını belli etmekteler. Sapık şia ekolünü Türkiye’ye empoze etmek isteyen Mustafa İslamoğlu’na gelecek olursak. Dinde Deformistler isimli kitabınızın 1. Cildinin 181. Sayfasında Mustafa İslamoğlu’nun babasının ağzıyla sapıklığını gösteren mektubu okuyoruz. Alim Baba’nın üzüntüsü başlığıyla verdiğiniz bahis, Mustafa İslamoğlu’nun babasının nazarında değerini göstermesi açısından son derece önemli. Kaderi İman yoktur diyen, takka sarığa bidat diyen, mason efnani ve Abduh’a sayısız methiyeler dizen, ters ilişkiye cevaz veren ve sayısız yanlışlıkları bulunan Mustafa İslamoğlu ve ŞİA konusunda ne söylemek istersiniz?
ALİ EREN: Yine ayna misalini veririm ve Dinde Deformistler kitabımda yazdıklarımı tekrar ederim.“Şİİ-SÜNNİ BÖLÜNMESİN” ne demekmiş! Ne zaman birleşme oldu da bölünmeyecekmiş! İnançta birlik yok, ibâdette birlik yok. Allah’ın huzuruna çağıran ezanda bile birlik yok ki bölünme olmasın? Ama bu uzun sorunuza uzun bir cevap olmak Şîiliğin cânîliği hakkında kaleme aldığım bir makalemi arz ediyordum.
RAFZANCÂNÎ BU CÂNÎLİĞİ YAPMIŞ HA!
Doğu komşumuz, ebedî, ezelî ve can-ciğer kuzu sarması dostumuz(!) İran.
Osmanlı dedelerimiz ne zaman Avrupa’yla, Hıristiyan tehlikesiyle uğraştılarsa, hemen Osmanlıyı arkadan vuran veya vurmaya çalışan dost(!) İran. İran İslam Cumhuriyeti adıyla yani İslam kelimesiyle anılan İran. Sadece İslam ismini almakla her şey oluverse tamam da, İslam denilmekle İslam olunmuyor işte. Lafla peynir gemisi bile yürümüyor ki İslam denilmekle İslam olunsun…
İran İslam Cumhuriyeti deniliyor da acaba ne kadar İslam?
İsterseniz, ne kadar İslam olduğunu aşağıdaki satırları okuyarak görelim.
İran’ın şimdiki cumhurbaşkanı Hasan Rûhânî’dir. Ondan önceki Mahmud Ahmedinejat, ondan önceki Muhammed Hâtemî, ondan önceki de Hâşimî Rafzancânî idi. Yalnız bu kelimeyi yani “Rafzancâni”yi yanlışlıkla lafzan cânî diye okumayın. Bu adam lafzan yani sözde cânî falan değil, aşağıda okuyacağınız hadiseyi gerçek kabul ettiğimiz takdirde, onun mânevi bir cânî, bir inanç cânîsi olduğunu kabul etmemiz zaruri gözüküyor. İran’ın 4. cumhurbaşkanı olan Rafzancânî’nin cumhurbaşkanlığı, 3 ağustos 1989 ile 2 ağustos 1997 arasında 8 sene sürdü. Siz değerli okuyuculara, Türk basınında yer almayıp sadece arap basınında, o da kısmen yer alan, Rafzancânî ile ilgili kan dondurucu bir haber sunacağım. Okuyup görelim bakalım cânî mişmiş değil miymiş, cânîyse ne kadar cânî imiş?
Haber şu:
Rafzancânî, cumhurbaşkanlığı zamanında beraberinde bir heyetle beraber Suûdî Arabistan’a gidiyor. Bir Cuma günü Suûdî Arabistan kralı ile beraber Medine’de Sevgili Peygamberimiz’in türbesini ziyaret ediyorlar.
Mâlum, Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer radıyallâhü anhümâ Efendilerimizin kabr-i şerifleri de Peygamberimiz’in yanında
Rafzancânî, Peygamberimiz’i ziyaret ediyor…
Sonra?
Sonra ne oluyor biliyor musunuz?
Rafzancânî, Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer Efendilerimizin kabirlerine doğru tükürüyor…
Bununla ilgili bazı linkler şunlar:
http://www.mubasheer.com/news.php?action=show&id=19517
Hadise bir Cuma günü cereyan ediyor.
Medine’de oldukları için Cuma namazını Mescid-i Nebevî’de kılıyorlar.
Mescid-i Nebevî’nin imamı Prof. Ali Huzeyfî Cuma namazında hutbe okumak için minbere çıkıyor. Peygamberimiz’in en değerli iki dostuna tükürülmesinin hırs ve kızgınlığıyla, Şiilik ve şiîler hakkında söylenmesi gerekenleri söylüyor. Tabiî ki bu sözler doğrudan doğruya Rafzancani’ye. Tabii ki muhatap o…
Hutbenin şia ile alakalı kısmına bu linkten ulaşılabilir:
http://www.dd-sunnah.net/forum/showthread.php?t=81642
Bu linkte hutbenin tamamı var:
http://www.hawamer.com/vb/showthread.php?t=1110192
Hutbe okunuyor ama hutbeden sonra ne olduğu mühim.
Hutbeden sonra, Sünnî İslam âleminin gözlerini fal taşı gibi açacak şey oluyor.
Basına yansımayan ve bizim özel olarak haber aldığımız bir şey oluyor. Amerika Birleşik Devletleri’nden, Suudî Arabistan’a derhal şöyle bir ültimatom geliyor: “O imam, bizim korumamız altında olan Rafzancânî hakkında nasıl böyle şeyler söyler! Onu derhal cezalandırın.” Akıl alacak bir şey değil ama, Prof. Ali Huzeyfî, Cuma namazı çıkışı tutuklanıyor.
ABD ağır bir şekilde cezalandırılmasını istemekte, “O imamın dilini kesin” demektedir. Fakat Ali Huzeyfî hem halk tarafından, hem devlet üniversitesi hocaları tarafından son derece sevilen bir kişidir. Birçok profesör onun talebesidir. Kamuoyu üzerinde de büyük bir ağırlığı vardır. Ağır bir şekilde cezalandırılması durumunda, Suûdî Arabistan’da sıkıntılar yaşanabilir. Bunu bilen Suûdî hükümeti, ABD’ye “Gereken cezanın verileceği” hakkında söz verir. Dediği gibi de yapar, Ali Huzeyfî’yi, Mescid-i Nebevî imamlığından alıp Tâif’te bir mescide sürgün ederler. Orada 2 sene sürgün olarak kalır. Ortalık yatışıp ABD meseleyi unutur da Ali Huzeyfî hele şükür 2 sene sonra Mescid-i Nebevî’ye tekrar gelebilir.
Haberin, basında yer almayan kısımlarını Ali Huzeyfî’nin bir yakınından dinledik. Mescid-i Nebevî’nin baş imamı Profesör Ali Huzeyfî, uyanık ve İslâmî meselelerde hassas bir zat. Hassasiyetini kısaca şöyle tarif edelim:
Bir hutbesinde, “Sünnetlere yapışmak çok mühimdir. İslam âleminin başına gelen sıkıntıların sebebi, namazların sünnetlerinin terk edilmesidir” demişti. Çok yerinde bir tespit. Sünnetleri kılmama hastalığı Mısır’da çok yaygın. Başlarındaki sıkıntılar ise mâlum. Ali Huzeyfî’ye hak vermemek mümkün mü?
BU SÜRGÜN NE DEMEK?
Suûdî Arabistan’da en mühim iki imamlığın birisi, dünyanın merkezi Mekke’de Mescid-i Haram imamlığı, diğeri de kâinatın Efendisi’nin bulunduğu Medine’de Mescid-i Nebevî imamlığıdır. Bu iki yere sıradan kimseler imam olamazlar. Nitekim yukarıda da söyledik, halk üzerinde de büyük bir ağırlığı olan Profesör Ali Huzeyfî, üniversitedeki birçok profesörün de hocasıdır. Onun sürgün cezasını Türkiye üzerinden düşünecek olursak nasıl izah edilebilir:
Bu ceza, Diyanet İşleri Başkanı’nın, dağ başındaki bir köy câmiine imam olarak sürülmesi demektir. Yani küçük bir ceza değildir bu. Bir aşağılama cezasıdır, rûhen sürüm-sürüm süründürme cezasıdır…
İran cumhurbaşkanı, Suûdî Arabistan’da yanlış bir harekette bulunuyor ve bunun karşısında oradaki bir imam hutbede ona karşı bir çıkış yapıyorsa, bu Suûdî hükümetinin meselesidir.
Amerika ile ne ilgisi var?
ABD’nin, İran cumhurbaşkanı hakkında “Bizim korumamız altında olan kişi” demesi de ne oluyor!
Görünüşte öyle de kazın ayağı hiç de öyle değil değerli okuyucular.
İran ile ABD görünüşte birbirlerinin can düşmanları değil miydi?
Hazreti Ebûbekir ve Hazreti Ömer Efendilerimiz’in türbesine tükürecek kadar kendini kaybeden İran Cumhurbaşkanı, demek ABD’nin koruması altında mışmış?
Onun için, siz siz olun, hiçbir zaman hadiseleri gözüken yüzü gibi kabul etmeyin. Etmeyin ve İran ile ABD’nin, İran ile İsrail’in birbirlerinin düşmanı olduğuna da inanmayın. İyi ama ya birbirleri hakkında söyledikleri o ağır sözler neyin nesi?
Neyin nesi olacak, hepsi de kayıkçı dövüşü. Hepsi de biz Müslümanları kandırmaya yönelik cilalı sözler…Bakın, biraz konu dışına çıkıp hepinizin bildiği, biraz da güleceğiniz enteresan bir meseleye dikkatinizi çekeyim: Dünyada herhangi bir ülke düşünün. Meselâ bu ülkede bir parti kurulur. Bu partinin genel başkanı birkaç defa ABD’ye gidip gelir. Sonra seçim olur. Ne hikmetse, seçmenlerin çoğu o partiye oy verir ve o parti iktidara geliverir. Halk bunu niçin iktidara getirdiğini bilmez bile. Fark etmez bile.
Böyle olmuyor mu?
Neyse sadede gelelim. Demem o ki, birbirleri hakkında ne kadar atıp tutarlarsa tutsunlar, siz siz olun, İran’ın İsrail’e ve İran’ın ABD düşmanlığına İNANMAYIN…
Onlar bugün birbirlerine gerçekten düşman olsalar bile bu geçici bir düşmanlıktır, yarın yine dost olurlar.
Çünküüüüü… Hepsinin ortak oldukları bir nokta vardır, orada buluşurlar. O nokta nedir?
Sünnî İslam düşmanlığı…
İRAN’A ABD DESTEĞİ
ABD’nin İran’ı desteklediğinden bahsetsem, biliyorum birçok kimse “Yok daha neler!” diyecek. Ama ne yapayım ki bu bir gerçek. Bakın anlatayım: Siz de biliyorsunuz ki, İslam âleminin büyük çoğunluğu sünnî, çok azı da şiîdir.
Şiîliğin en belirgin olduğu ülke de İran.
İran, İslam âlemi üzerinde söz sahibi olmak istiyor. Ama, Şiîlik azınlıkta kaldığı için böyle bir şansı yok. Çünkü arada büyük inanç farklılıkları var ve Sünnîler Şiîleri söz sahibi ve baş kabul etmezler/ etmiyorlar. İşte bu gerçek, şiî yöneticileri çıkmaza sokuyor. Ne kadar takıyye (gerçek inançlarını gizlemek) yaparlarsa yapsınlar, sünnîleri bir türlü kendilerine inandıramıyorlar.
Yani bu konuda Şiîlerin önünde şu iki engel var:
1- Sayı bakımından azdırlar.
2- Sünnîlerle aralarındaki derin inanç farklılıkları vardır.
Durum böyle olsa da, takıyye yaparak Sünnîler üzerinde Şiîleştirme (teşeyyû’) faaliyetlerine devam etmekten hiç geri kalmıyor, şiî sayısını artırmaya çalışıyorlar. Bu gayelerini, konuşarak ve ilim yoluyla gerçekleştiremedikleri yani Sünnîleri sözle şiîleştiremedikleri için başka taktikler uyguluyorlar. Bunlardan ikisi çok mühim:
1- Sözde bir nikâh olan mut’a.
2- Para…
“Mut’a” kelimesinin yanında “nikâh” kelimesi de olduğu için, o konuda zayıf olan bazı Sünnîler mut’a yoluyla Şiîleşebiliyorlar. Çünkü mut’a; bir kadınla, nikâhsız-mikahsız, belli bir para karşılığında, belli bir müddet için yapılan geçici bir anlaşmadır. Sözde kolay bir evillik(!)
İşte bu, belli tipteki bazı kimselere çekici geliyor.
Siz içinizden, “Bu yolla gelecek olan taraftar olmaz olsun” diyebilirsiniz, ama Şiîler öyle demiyor. Çünkü onlar için mut’a gayet normal, hatta İslâmî.
İKİNCİ YOL
İkinci yol para. Kesenin ağzı sonuna kadar açılırsa birçok şeyler kolaylaşır…
Çok affedersiniz, kadın düşkünü olduğu için sünnîliği bırakıp mut’a yolunda Şiîliğe koşan kimseler olduğu gibi, şöhret hastası olup da Sünnîliği bırakıp para uğruna şîliğe koşan Sünnî asıllı nice kimseler yok değil.
Bunlar nefsinin zebunu olan şöhret hastalarıdır.
Bunlar para uğruna çeşitli yollarla; hem dilleriyle, hem kitaplar basarak, hem radyo-televizyon yayınlarıyla Şiîlik propagandası yaparlar.
Ama kurnazdırlar. Şiî propagandası yaparlar ama şiî veya şiîlik kelimelerini asla ağızlarına almazlar. Bu kelimelerin yerine ehl-i beyt mezhebi, ehl-i beyt okulu veya ehl-i beyt ekolu derler. Bu kimseler Şiîlerin “Kur’an da tahrîfâta/ değişikliğe uğramıştır” demelerine sağırdırlar ve bu sözün sahiplerini inatla ve israrla Müslüman göstermeye çalışırlar. Peki, şu anda elde bulunan Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını söyleyen müslüman mıdır?
Ehl-i sünnet âleminde, teşeyyû’/ Şiîleştirme faaliyeti içinde üçüncü bir faaliyet de Sünnî gençleri İran’da okutarak Şiîleştirip kendi memleketlerine göndermektir. Bu planı şimdilik daha çok Endonezya ve Malezyalı gençler üzerinde görüyoruz.
Tekrar başa dönelim.
Dünyada işte böyle kesif bir şiîleştirme faaliyeti sürmektedir.
Şimdi esas söyleyeceğimiz sözü söyleyelim:
Bu şiîleştirme faaliyetini el altında destekleyen, A-ME-Rİ-KA-DIR.
Peki niçin?
Niçin olacak Müslümanları bölmek için?
Nasıl yani?
Şiîler çoğalsın, sünnîler azalsın ki Müslümanlar tam ortadan bölünsünler diye.
Şöyle:
Yukarıda da söylediğimiz gibi, İslam âleminde Sünnîler çoğunlukta, Şiîler azınlıktadır. Eğer Şiîler çoğalırsa, bu çoğalma sünnîliği bırakıp şiî olan kimselerle olacaktır. Yoksa Hıristiyanlar şiî olacak değiller hoş.
Yani ABD’nin gayesi, Sünnîleri Şiîleştirip Müslümanları iki büyük parçaya ayırmak…
Değerli okuyucular! Bu çalışmayı Şiîler yapıyor, ABD de onları el altından destekliyor. Bu da Şiîlerin işine geliyor…
ABD ile İran işte bu noktada birleşiyor ve bir hareket ediyorlar.
Kendi bildiğim bir şey anlatayım da buyurun bunu nasıl değerlendirecekseniz değerlendirin.. Fî tarihinde Türkiye’nin ABD’de ticârî ateşesi olarak bulunan bir tanıdığım var. Şimdi 70 küsur yaşlarında. 20 seneden beri, Türkiye’den İran’ın Kum şehrine talebeler gönderilmesi gerektiğini ve orada bu talebelerin müctehid olarak yetiştirilmesi icap ettiğini söylüyor. Kendisinin de tavizsiz bir ehl-i sünnet Müslüman olduğunda ısrar ederek. Buna rağmen şiddetle Hazreti Ömer Efendimiz’in aleyhinde konuşmaktan da geri durmuyor.
Şimdi buna ne diyeceğiz?
Dünya âlem biliyor ki, Amerika demek büyük İsrail demektir, İsrail demek de küçük Amerika demektir. Eski İran Cumhurbaşkanı Rafzancânî’nin tavrını yukarıda okudunuz. Şimdiki İran cumhurbaşkanının tavrını da buyurun Yahudi Şalom Gazetesi’nin 12 Şubat 2014 tarihli bir haberinden okuyunuz:
İRAN´DAN YAHUDİ HASTANESİNE BAĞIŞ
“İran Cumhurbaşkanı Hasan Rûhânî, ülkedeki tek Yahudi hastanesine 400 bin dolarlık yardımda bulundu. New York Times, perşembe günü Twitter’da, İslam Cumhuriyeti’nin yarı resmi haber ajansı Mehr’den alıntı yaparak, Rûhânî’nin İran’ın tek Yahudi hastanesi olan Dr. Sapir Hastanesi’ne 400 bin dolar yardımda bulunduğunu belirtti. İran’ın resmi haber ajansı IRNA ise Yahudi olmayanların da kullandığı ve bir hayır kurumu olan hastaneye yapılan yardımın 170 bin dolar olduğunu bildirdi.
Günümüzde sayısı 30 binden az olan İran Yahudi Cemaati’nin nüfusu, 1979 İslam Devrimi’nden önce 100 bine yakındı. İran hâlâ İsrail’den sonra Ortadoğu’nun en büyük Yahudi Cemaatine sahip ülke konumunda.”
Bu haberi İran’ın resmi haber ajansı IRNA duyuruyor. Ruhani’nin yardım yaptığı, Tahran’daki hastane, Dr. Sapir adlı vakıf hastanesi imiş. Ruhani’nin geçtiğimiz yıl da aynı hastaneye, aynı miktarda bir yardımda daha bulunduğu bildiriliyor.
Bu habere, 20-26 Şubat 2014 tarihli Baran dergisi şu yorumu yapıyor:
“İran ve İsrail arasında artık soğuk rüzgârlar esmiyor. Hoş eskiden de esmiyordu ama neyse.
Şimdilerde birbirlerine gülücükler göndermeyi ihmal etmiyorlar. Bu ise, bize ‘İslâm’a – Ehli Sünnet ve’l Cemaata karşı kimlerin hangi ittifakı planladıkları ve kimlerin kimlerle el ele kol kola Müslüman kıyımına gireceğini’ göstermekte.”
Değerli okuyucular, buna bendeniz de bir not ilave edeyim.
Yahudi hastanesine 400 bin dolarlık yardım yapılan İran’ın başkenti Tahran’da, Sünnîlerin Cuma namazı kılacakları bir câmiye bile izin verilmiyor.
İran’ın, Yahudilere karşı Cumhurbaşkanı seviyesindeki tavrı da, Sünnî Müslümanlara karşı tavrı da işte ortada. İran’a giden bir arkadaşım anlatıyor. Tahran’da bir taksiye bindik. Taksi şoförü bizim Türkiyeli olduğumuzu öğrenince şunu sordu diyor:
“Müslüman mısınız, Sünnî misiniz?”
İSLAM BÜYÜKLERİNE HAKARET
Şiîlerin Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer, Hazreti Âişe ve Hazreti Hafsa’ya lânetlerini görmek için şu adreslere bakılabilir:
http://www.youtube.com/watch?v=yJcfTFPY3lw
http://www.youtube.com/watch?v=Dftkx50gp28
http://www.youtube.com/watch?v=yEqgjKQ2wYY
http://www.youtube.com/watch?v=O3ZrZNVlhwo
Sayın Mustafa Özcan 09 Eylül 2013 tarihli yazısında İran hakkında şunları yazıyor:
“En önde safta Amerikan düşmanı kesilirler, bir de bakmışınız ki çıkarları gerektirdiğinde en önde Amerikan dostu haline gelivermişler!
İran’ın dostluğuna da düşmanlığına da güven olmaz.
İki de bir İsrail’in sırtını yere getireceklerini söylüyorlar. Tehdit üzerine tehdit yapıyorlar. Keşke dediklerini yapsalar da dünyayı bu gaileden kurtarsalar.
Lakin bunu yapmayacak kadar usta hesapçıdırlar. Nejad yalancı rüzgarlar estirdikten sonra sahneden çekildi. Suriye rejimi bugüne kadar yüz binlerce Suriyeliyi öldürmesine rağmen öldürdüğü İsrail askeri sayısı veya İsrailli, yüzleri geçmiyor. İran bir de bu rejimin direnişçi olduğunu savunuyor ve ikisi bir İsrail’e karşı cihat ilan ediyorlar!
Nerde?
Adamlar, bir Ehli beyt muhabbeti bir de İsrail düşmanlığını kullanıyorlar. Lakin şimdiye kadar öldürdükleri hep Müslümanlar!
Ya Iraklılar ya da Suriyeliler!”
Şu cümleler de Mustafa Özcan’ın 28 Ocak 2014 tarihli yazısından:
“…Batı, Saddam ve Humeyni’yi birbirlerini kırmaları için kollamış ve kefe’nin birisi zayıfladığında ona arka çıkmış, diğeri zayıfladığında onu takviye etmiştir. Yenişememeleri üzerine bir denge ve denklem kurmuştur. Mümkünse ikisinin de yenilmesini, mümkün değilse berabere kalmalarını yeğlemiştir. ABD İran sayesinde Suriye’de IŞİD ile Hizbullah arasında aynı oyunu oynuyor. Daha geniş ölçekte İsrail lehine, Şii – Sünni kapışması için Suriye’de çözümü tıkıyor. Malzemesi de İran. ABD, hedeflerine İran mihverini araç kullanarak ulaşıyor. İşte Irak’taki ortaklıkları…
Gözümüze mi inanalım Hatemi’nin teranelerine mi?
ABD çifte kıskaç altına aldığı İran’ı halletmek yerine, İran’la birlikte Irak’ın işini bitirdi!
Irak Kalkınma ve Demokrasi Enstitüsü Başkanı Iraklı Şii Gassan Atiye, Amerikalıların bölgede Şiileştirme politikasını şu ifadelerle anlatıyor: “Amerikalılar ülkeyi işgal ettiklerinde iyi bir yaklaşımda ve tasarrufta bulunmadılar, aksine sekterizmi ve mezhepçiliği (Şiiciliği) desteklediler.”
BİZİ DOĞRULAYAN İTİRAFLAR
İran ile İsrail birbirine düşman öyle mi?
Siz öyle sanın. Ama kendileri öyle demiyor.
1- İsrail Savunma Bakanı Ehud Barak “İran, İsrail’in varlığına tehdit değildir” dedi. Kaynak: 16 Eylül 2009 tarihli Yahudi Şalom gazetesi.
2- İsrail Başbakanı “İran en iyi dostumuz” dedi. Bunu, Gültekin Avcı 24 Ekim 2013 tarihinde köşesine aktardı.
3- İsrail cumhurbaşkanı Şimon Peres de “İran İsrail’in düşmanı değil” dedi. Bu sözün tarihi de 2013 Aralık ilk haftası.
Sayın Faruk Köse, 10 Aralık 2013 tarihli yazısında şunları yazıyordu:
“…İran ile İsrail, düne kadar birbirini “en büyük düşman” görüyordu. İran İsrail’i haritadan sileceğini, İsrail ise İran’ı yerle bir edeceğini açıklayıp duruyordu.
Ancak şimdi İsrail Cumhurbaşkanı Peres, görüşmeye hazır olduklarını açıkladı. Bugüne kadar düşmanlıklarını açıkça ilân etmemişler gibi, Peres, “İran’ı düşman olarak görmüyoruz” dedi. Peres’in bu cümlesinden daha ilginç olanı ve aslında, bence hakikati, bu zamana kadar oynanan tiyatroyu ifşa eden ifadesi, “düşmanlığın kişisel bir mesele değil, politikanın bir konusu olduğu”na dair sözleridir. Yani bu zamana kadar İran ile İsrail, birbirlerine “politika gereği düşmanlık” yapmışlar; daha doğrusu “politika gereği düşman gibi gözükmüşler.” İran’la kucaklaşmaya kalkışan İsrail Cumhurbaşkanı, bunu izah için “barıştan yanayız ve nihai amacın düşmanları dostlara dönüştürmek olduğuna inanıyorum” dedi; ancak bunu dediği esnada İsrail, Filistin’de müslümanlara düşmanlığın “en ileri boyutları”nı tatbik ediyordu. Bu yaklaşım, İran ile İsrail arasında, ABD’nin ağabeyliğinde biçimlendirilen “Yeni Ortadoğu Stratejisi”ne dair “kirli gelişmeler”e önemli bir ipucu veriyor…”
Evet, işte böyle değerli okuyucular..
METİN ACIPAYAM: Mustafa İslamoğlu ve Hayrettin Karaman’ın üstadları olan ABDUH, EFGANİ, VE REŞİT RIZA üçlüsü hakkında ne söylersiniz? Merhum Akif’in Efgani hayranlığınıda yorumlamanızı istiyoruz. Bununla beraber İbn-i Teymiyye hakkındaki görüşleriniz nelerdir?
ALİ EREN: Özet olarak, bu üçlünün mason olduklarını söylememiz yeter zannederim. Sevenleri, önceleri bunların mason olduklarını inkâr ediyorlardı. Sonra mason önlükleriyle fotoğrafları çıkınca, bu seferde, “Efendim şu sebeple bu sebeple, İslama hizmet için mason oldular “demeye başladılar. Meselâ bir insan Hıristiyan olsa ve “İslama hizmet için Hıristiyan oldum” dese ona ne dersiniz.
Âkif, Sultan Abdülhamid hakkında şöyle diyor:
“Herifin sofrada şampanyası hala ayran,
Bari yirminci asırdan sıkıl artık hayvan” (Safahat 1966, sa: 422)
Bu mısralardan başka uzun uzun izaha lüzum olmasa gerektir. Gelelim İbni Teymiyye’ye… Bu zat, Ehil- sünnete ters düşmüş mü? Düşmüş… Vehhâbîlerin fikir babası mı? Babası… Bittiii.
METİN ACIPAYAM: ŞİA VE MEZHEP konusundan sonra, başka bir tahrip ve tahrif ekolüne gelelim. Yani Dinlerarası diyalog bahsine. EKBER ŞAH ile başlayan TEVHİDİ EDYAN; yani dinlerin birleştirilmesi projesine İmam-ı Rabbani büyük bir ilmî mücadele ile karşı çıkarak o projenin belini bükmüştür. Lakin bu bükülen bel, bugün mevcut iktidarın PARALEL YAPI diye nitelendirdiği FETHULLAH ekibi tarafından günümüze ulaştırılmıştır. Ve güncellenerek tekrar sahneye sunulmuştur. Dünyaca ünlü bir neşir organı tarafından YAHUDİSEVER İMAM diye tanımlanan FETHULLAH GÜLEN’İN hezayanları saymakla bitmez. Yahudiyi Hristiyanı cennete sokan, İslam’ı muamelatsız bir anlayışa sevkeden bu grup ve hain yapılanma hakkında ne söylemek istersiniz? Kafire merhametli, Müslümana kindar ve bedduacı Fethullah efendi, papazlara ve hahamlara gösterdiği sevgi selini bir İSLAMCI yazar olan Kadir Mısıroğlu’na neden gösterememektedir? Kadir Mısıroğlu’nun yazdığı TAHRİF HAREKETLERİ kitabının 3. Cildine tam 6 dava birden açan FETHULLAH VE AVANESİ’nin maskesi nihayet düşmüş gözüküyor. TAKKE DÜŞTÜ, KEL GÖRÜNDÜ misali. Siz ne söylemek istersiniz?
ALİ EREN: Sizin söylediklerinizi aynısını söylemek isterim.
METİN ACIPAYAM: 1923 Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber Laikleşen sistem, tek tek halkını lâ-dini yapma peşinde. Laik müslümanlara söyleyeceğiniz söz var mıdır?
ALİ EREN: Lâik Müslümanlara söyleyecek sözümüz yoktur. Çünkü onlar laik olduklarını söylüyorlarsa zaten tercihlerini yapmış olmaktadırlar. Tercih yapmamış olsalar veya durumlarını bize sormak isteseler, bizim onlara cevabımız, müslümanın laik olanı olmayanı olmadığını söylemek olur. Çünkü müslüman tek çeşittir. O kadar…
METİN ACIPAYAM: DİNLERARASI DİYALOG ekolünden sonra 19’culara gelelim. Ahmet Deedat’ın başlattığı Kur’andaki hükümleri 19 sayı sistemine göre anlatma projesi, Reşat Halife ile devam ettirilmiş, nihayet EDİP YÜKSEL tarafından günümüze taşınmıştır. Ahmet Deedat Edip yüksel’e yazdığı mektubta “19 Sayı sisteminin geçersizliğini gördüğünü, vazgeçmesini de” söylemiştir. Edip Yüksel bu mektubu kitabına aldığı halde, hararetle bu işe devam etmektedir. Bu işin mümessilleri Hadis’i tümden çöpe atalım diyen, Sadece Kur’an yeter diyen mel’unane topluluktur. Nasıl yorumluyorsunuz bu ekolü?
ALİ EREN: Zaten Edip Yüksel’in önce söyledikleriyle sonra söyledikleri arasında irtibat yok. Daha önce söyledikleri hakkında kendisi “Onları çöpe atın” diyor. Edip Yüksel, ehli sünnet âlim bir babanın oğludur. Babası kendisinin kâfir olduğu hakkında fetva vermiştir.
METİN ACIPAYAM: Yukarıdaki sorudan hareketle, günümüzde SADECE KUR’AN YETER diyen sapık bir kadro oluşmuştur. İlk anda masumane gibi gözüken bu söz, aslında Allah’ın Resulüne karşı açılan bir savaş olarak görüyorum. Alime, sahabeye, peygambere bakış çerçevesi bulunmayan bu zatlar hakkında ne söylersiniz?
ALİ EREN: Nasıl ki Kur’an’a lüzum yoktur denilince Allah inkar edilmiş oluyorsa, sadece Kur’an yeter diye hadisler devre dışı yapılınca da Peygamberimiz kabul edilmemiş olur. Peygamberlere inanmak da imanın şartından olduğuna göre, bu tip kimselerin hali bellidir.
METİN ACIPAYAM: Hiç bir itikadi sapkınlık kadrosuna sokamadığım ABDULAZİZ BAYINDIR hakkında ne söylersiniz?
ALİ EREN: “Allah geleceği bilmez, Allah senin kiminle evleneceğini ne bilsin” diyen kimse ne ise Abdülaziz Bayındır da odur.
METİN ACIPAYAM: SEYİT KUTUP, ALİ ŞERİATİ, HAMİDULLAH, MUHAMMED
ESED, HUMEYNİ, MEVDUDİ, isimleri hakkında ne söylersiniz? Bugün itikadi sapkıntılığı olan hoca kılıklı tahripçilerin bu isimleri sürekli kaynak göstermesi gariptir. Bunun sebebi sizce nedir?
ALİ EREN: Bunun sebebi, o kimselerin hidayet damarlarının kopmuş olmalarıdır.
METİN ACIPAYAM: Başını İhsan Eliaçık’ın çektiği ANTİKAPİTALİST MÜSLÜMANLAR hakkında ne söylersiniz? Müslüman sermayeye düşman olabilir mi sizce? YEŞİL MÜSLÜMANLAR yahud MÜSLÜMAN KOMİNİST tabirleri hakkında görüşlerinizi alalım.
ALİ EREN: MÜSLÜMAN KOMİNİST demek, “kâfir Müslüman” demektir.
METİN ACIPAYAM: Sahte Mehdi bozuntusu Adnan Oktar’ı konuşalım birazda. Ehl-i Sünnet diyerek, Ehl-i sünnetin köküne ayran suyu dökenlerden biri olan Adnan Oktar. İlmî bir tarafı olmamasına rağmen, elinde bulunan para gücü ile bir çok faaliyet içerisinde. İslam’ı sulandırma hareketinin günümüz mümessili. Kemalist müslümandır kendisi. Ali Eren Hocamızın fikirleri bu konuda da bizce çok değerlidir. Ne söylemek istersiniz?
ALİ EREN: Kendisine 33 dereceli bir mason olduğuna dair belge kanal 9’da verildi ve bu aynı kanalda yayınlandı. Gizlemiyor zaten. Etrafına da dardan da dar kıyafetli kızları toplamış, her isteyen bakıp görebiliyor. İşi gücü öylelerini seyretmek olanlar buyursun seyretsin.
METİN ACIPAYAM: Türkiye bir dönüşüm yaşamaktadır. 76 Milyonla Büyükdoğu kuracağız diyen bir Başbakan’ın Cumhurbaşkanı olması sevindirici bir bakıma. Hükümet erkanının itikadi hassasiyetini nasıl değerlendirmektesiniz?
ALİ EREN: O kadar itikadî hassasiyetleri var ki, ileri seviyede gözükenleri bile Bakara sûresi hakkında “Bakara makara” diyebiliyorlar. Peygamberimiz’in sakal-ı şerifi hakkında “Kıl” diyebiliyor. Ziyaret edilmemesi gerektiğini söyleyebiliyorlar. Peygamberimiz’in Mekke’nin fethinde gurura kapıldığını söyleyebiliyor. Rotaryenlerin ellerinin öpülesi eller olduğunu söyleyebiliyor. Irakta savaşan ve birçok müslüman kanı döken ABD’li askerlerin sağ salim evlerine dönmeleri için dua edebiliyorlar. Zinanın suç olmadığı hakkında parmak kaldırabiliyorlar. Ölen papanın ölümünde Türkiye genelinde ACELE emriyle bayrakları yarıya indirtebiliyorlar. Zamanımızda dört tane hak din olduğunu söyleyebiliyorlar. Bunlar sevindirici ise sevinelim. Vesselam…
selamün aleyküm degerli hocam her hadise inanmak şartmi bazi hadisler var peygamber efendimizin soyledigini iddia ettikleri.. mesela Peygamber hiç bir vakit ayak üstünde işemedi” (Hanbel 4/196; 6/136, 192, 213).
“Peygamberin ayak üstünde işediğini gördüm” (Buhari 4/60, 62; Hanbel 4/246; 5/382, 394).
eygamber, savaşta kadınların va çocukların öldürülmesinin bir sakıncası olmadığını söyledi” (Buhari, Cihad/146; Ebu Davud 113). peygamberimiz cocuklarin öldürülmesine nasil hüküm verebilirki Dünya balığın üzerindedir. Balık başını sallayınca dünyada depremler olur” (İbni Kesir, 2/29; 50/1). boyle daha cok hadis var hocam ben ehli sünnet disi biriyle tartismaya basladigimda ona bak kardes yanliş yoldasin dedigimde oda bana bu hadisi şerifleri soylediginde ben bir şey diyemiyorum acikcasi benimde aklim karisiyor…
Muhterem Yiğit kardeşim Allah’ın rahmet ve bereketi üzerinize olsun. Muteber hadis kitaplarının belirttiği hadisi şerifleri kabul etmek durumundayız. Ancak bunların bazıları te’vile muhtaçtır. Örneğin: Dünyanın öküzün üzerinde durması konusu. Konuya etraflıca vakıf olmayan sözde ilahiyatçı hocalar mal bulmuş mağribi gibi hemen işin üstüne atlıyorlarlar “işte hadislerde açık buldum” der gibi inkar yolunu tutuyorlar.
Müslüman olan bir adam hadisi şeriflerde açık aramaz. Hadisleri anlamaya çalışır. Anlayamazsa “bundaki sırrı Allah bilir” der, ileri gitmez.
Bir gün Peygamerimizin huzuruna bir adam gelir ve bir soru sorar. “Ya Rasulullah dünya nerededir.?” der. Rasulullah: Dünya öküzün boynuzları üstündedir.” der. Daha sonra bir başkası gelir ve aynı soruyu sorar. Rasulü Ekrem ona: “Dünya balığın sırtındadır” der.
O gider meclise üçüncü bir şahıs gelir o da benzer bir soru sorduğunda ona da şöyle cevap verir:
“Dünya muallaktadır(boşluktadır).” buyurur.
Bu üç ayrı cevaba taaccüp eden mecliste bulunanlara Rasulü Ekrem konunun derinliğini izah eder.
Birinci kişi çiftçi olduğu için ona geçiminin öküzle alakalı olduğu ima edilmiştir. İkicisi balıkçı imiş ona geçimiminin balığa bağlı olduğu anlatılmak istenmiştir. Üçüncü sahıs alim olduğu için ona da işin gerçek yüzü anlatılmış.
Savaşta kadın ve çocukların öldürülmesi kaza ile öldürülenler hakkındadır. Halbuki savaşa başlamadan “kadınlara, yaşlılara ve çocuklara dokunmayın buyuran da odur.
Bunlar gibi birbiri ile çelişiyor görünen hadisler tevile muhtaçtır. Ama gel gör ki bazı öküz beyinliler bu hadisleri tevil etme yolunu değil de hadisin zahirine bakarak hadisleri inkar yolunu seçmişlerdir. Bunların amaçları üzüm yemek değil bağcı dövmektir. Zira bu kimseler kesinlikle art niyetli kimselerdir.
Rasulü Ekrem bir defa ayakta su içmiştir. Ama ayakta su içmenin iyi olmadığını buyurmuştur. Bunun anlamı zaruri bir durum olduğunda ayakta da içilebilir demektir. Ayakta bevl etmekte bunun gibidir.
Bazı hadisler de vardır ki hükmü kaldırılmıştır. Bazı ayetlerin hükmünün kaldırıldığı gibi.
Bu konuları şimdiki cahil ilahiyatçılar bilemez. Onları ancak muhaddisler yani hadis alimleri bilebilmektedir.
Bir kimse sahih ve mütevatür hadislere inanmaz ve inkar ederse kafir olur. Diğer hadisler konusunda da inkardan çok sakınmak lazımdır.
NOT. ŞU YAZILARIMIZI OKUMANIZI TAVSİYE EDERİM:
http://www.islamdergisi.com/genel/uydurma-hadislerin-listesi-cikarilsa-da-herkes-bunlari-bilse-olmaz-mi/
http://www.islamdergisi.com/genel/hadisi-serifler-ve-hadis-munkirleri/
Allah razı olsun Bekir ağabey.Verdiğiniz bu güzel ve sağlıklı bilgiler için ve de nezaketiniz ve tatlı diliniz için çok teşekkür ediyoruz…
Mürşidi olmayanın mürşidi şeytandır Büyük veli Beyazid-i Bistamî (K.S.)
Evet çok doğru bir söz fakat bu zamanda ( istisna insanlar hariç )bunu öyle bi anlaşıya getirmişlerki Sofiler konuşurken Allah ve resulü sallallahu aleyhi vesselam efendimizden ashabı kiram radıyallahu anhden Cihaddan faizden kız erkek karışık ( hatta bazı cemaatler kendi elleri ile kolej açıyorlar ) okumadan ve çalışmakdan yer yüzündeki vahşetten haramdan helalden hiç bahsedilmez bi halde Şeyhden bahsediyor (rüya keramet hakk )rüyalar kerametler gırla uçuyor şeyhim beni kurtarır diyor putlaştırıyor Allahı unutup şeyhide şeyhi diyor.
senin ellerinden öpüyorum çok teşekkür ederim hem anlayışına hem kibarlığına… benim böyle yapmamın sebebi ise biliyorsun sanal ortamlarda yazmış olduğun evliyalara çok hakaretler var bende onlardan zannettim.. ehli sünnet itikadı gibi çok mühim bir meseleyi bu zatlardan öğrendik o yüzden onlara olan hakaretlere dayanamıyorum …Allah ‘a emanetsiniz….
Abdüssamed Efendi kardeşim bilmukabele hürmetler. Allah’a emanet olunuz.
güzel kardeşim şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözü imamı gazali hazretlerinin ihya adlı eserinde geçiyor…ikincisi bu kıssa cüneydi bağdadi hazretlerinin değil Abdulkadir Geylani hazretlerinin kıssasıdır… üçünsü maksadım seni kırmak değil eğer böyle bir şey yaptıysam şerefle hakkını helal etmeni isterim.. bu zamanda keramet gösteren velilerden bana bir kaç tane yazarsanda çok sevinirim
Abdussamed Efendi kardeşim, Kur’an ve Hadisler dışındaki dini kıssaların nakilleri çok zayıftır. Bu sebeple çok fazla iddiacı olmayın bu konuda. Doktor Dilaver Selvi’ye göre o söz ve kıssa Bayezid-i Bestami hazretlerine aittir. Evliyalar Ansiklopedisine göre ise Cüneydi Bağdadi hazretlerine aittir. Önemli olan kime ait olduğu değil, verilmek istenen mesajdır. Lütfen oralara takılmayalım.
Mademki siz helallik dilemek nezaketinde bulunuyorsunuz hakkımız size helal olsun.
Bu zamanda keramet gösteren veliler elbette vardır. Muhammed Raşid Hazretleri, Hacı Mahmud Efendi Hazretleri, Seyyid Abdulhakim Arvasi Hazretleri, Gönenli Mehmed ve H.H. Fahreddin Efendi Hazretleri, Mehmet Zahit Kotku Hazretleri gibi büyükler ve diğerleri…
Tabi bu zatı muhteremlerin bazıları vefat etmiş olup bu gün yaşayan halifelerine de saygımız sonsuzdur.
Bu değerli zatların dışında bulunan veliler ve mürşidler de mevcut olup gönlümüze şu an gelen bunlar olmakla birlikte veli ve mürşidleri bu kadarla sınırlamak edepsizliğinde de bulunmak istemem.
lütfen admin objektif bir şekilde oku maksadım hakkın ortaya çıkmasıdır ”şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” bu söz imamı gazalinin… bu zata şeyh müsveddesi diyorsan daha fazla bir şey yazmaya gerek… yok demiyorsan okumaya devam et….bu birincisi idi… ikincisi şeyhime ibadet ediyorum diyen kafirdir şeyh vesiledir asıl maksat Allah tır …. bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin…buda ikincisi…üçüncüsü muhammed bedavüni seyyid nur (ks) evliyanın büyüklerindendir kendisi büyük şeyhtir insanları tasavvuf ve tarikat teşvik etmiştir.hem bu zatı örnek veriyorsun hemde şeyhleri kötülüyorsun(sahte şeyhler var onlar sahtekar onu kabul ediyorum lakin hepsini genelleyemezsin) mantığınla bu şeyhler bu işleri nasıl yapıyor diyorsun bana ay ortadan ikiye nasıl ayrıldı söyle???? mucize diyeceksin bende bu işler sana keramet diyicem…. mümkünse anlamadığın şeyler için yorum yapma…. amerikanın bütün dünyayı izlediğine inanırsın bir Allah dostunun izlediğine inanmazsın ne diymki anla işte ona o gezdirme görme işini yaptıranda Allah anlasana
Muhterem Abdussamed, bizim objektif olarak yazmamızı istiyorsunuz ancak; şunu bilmelisiniz ki, bazı kimseler yazılarımız ya heyecanla okudukları için, ya da okuduklarını anlamaya alt yapılarının yeterli olmadıkları için olsa gerek, bizim yazdıklarımızı bazen yanlış algılıyorlar. Gelelim sorularınıza:
SORU 1: Siz diyorsunuz ki; ”
”şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” bu söz imamı gazalinin… bu zata şeyh müsveddesi diyorsan daha fazla bir şey yazmaya gerek… yok demiyorsan okumaya devam et….bu birincisi idi…”
CEVAP: İmamı Gazali(kuddise sirruh ) Hazretleri evliyanın büyüklerinden büyük bir alimdir. Allah için ona saygımız tamdır. Ancak o söz Gazali hazretlerinin değil Bayezid-i Bestami hazretlerinindir. İşte şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır sözünün gerekçesi:
ŞEYHİ OLMAYANIN ŞEYHİ ŞEYTANDIR
Bayezid-i Bestami Hazretlerinin müridlerinden birisi kendi kendine:
— Ben artık kemale erdim, bir mürşidin himayesine ihtiyacım yoktur, diye düşünüyor ve sohbeti terkederek kendi halvetinde kalıyordu. Bu derviş birgün seher vakti uyurken bir rüya gördü. Rüyasında kendisini gayet güzel bağlar ve bahçeler içinde buldu. Etraftan akan ırmaklar ve kendisine her hizmeti gören hizmetçiler vardı. İstediği leziz yemeklerden yedi ve gönlünce eğlendi.
Uyandığı zaman gayet sürür duyuyordu. Bu rüyasını diğer müridlere anlattı. Müritler de gelip Şeyh Bayezid-i Bestami Hazretlerine anlattılar. Hazreti Şeyh onun halvetine gelip halini şöyle bir seyredince, baktı ki, gurur ve kibir dimağına işlemiş, şeytanın tamamen esiri olmuş, nefs-i emmare tam hakim halde.
— Bu gece seni Cennete götürecekler. Cennete girince üç defa «La havle velâ kuvvete illa billahil aliyyil aziym» de, dedi.
Gece müridi rüyasında Cennete götürdüler. Şeyhin sözü aklına gelip üç kere okudu. O anda gördüklerini hep unutup kendisini bir çöplükte buldu. Etrafına baktı ki, çöplük ve pislik içinde kalmış. Hata ettiğini anladı. Çok göz yaşı döktü. Şeyhin huzuruna varıp ayaklarına sarıldı, kusurunun bağışlanmasını diledi. Hazreti Şeyh de onun kusurunu afvedip müridleri arasındaki yerini almasını sağladı. Hazreti Bayezid bu hadise üzerine şöyle söyledi:
— Her müride bir mürşid gerek, aksi takdirde şeytan-ı aleyhilâ’ne gelir ona mürşid olur. ”
SORU 2:”ikincisi şeyhime ibadet ediyorum diyen kafirdir şeyh vesiledir asıl maksat Allah tır …. bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin…buda ikincisi…”
CEVAP: Evet, “Allah’tan başkasına ibadet eden kâfirdir.” sözünün sonuna kadar ardındayız. Aksini iddia eden varsa oda kâfirdir. Buna dair delilim Kur’an ve Sünnettir. Sadatlar “ALLAH” lafzinın virdini çeken sufilere her 100’de veya 99’da “ilahi ente maksudi ve rıdake matlubi”yi emretmiyorlar mı? Bunun anlamı Allah’ım maksudum sensin ve senin rızanı talep etmektir.
Sofi, sizin hatanız şu:
Biz o yazımızdaki ithamları sahte şeyhlere atfen yazdığımız ve gerçek velilerin o ithamdan müstesna olduğunu yazdığımız halde siz diyorsunuz ki; ” bunu bütün tasavvuf ehline mâl edemezsin, genelleyemezsiniz.” Galiba siz yazımızı ya sonuna kadar okumak zahmetine girmediniz veya heyecandan tam algılayamadınız.
SORU 3: diyorsunuz ki; “Bu şeyhler bu işleri(kerametleri) nasıl yapıyorlar? diyormuşum.
CEVAP: Muhterem Abdussamed biz öyle bir ifade kullanmadık. Varsa göster hemen çıkarayım yazıdan. Ayrıca ayın yarılması keramet değil mucizedir. Zira bir Peygamberden meydana gelen harika bir olaya mucize, evliyadan meydana gelen harika hale keramet, salih müminden meydana gelen harika hale firaset, sahirden meydana gelen hale istidraç denir. Onların hepsi Allah tarafından halk olunur kullar o işte vesiledir. O bilginizi lütfen düzeltiniz.
SORU 4: “Mümkünse anlamadığın şeyler için yorum yapma….
CEVAP: Size tavsiyem, mümkünse tereciye tere satmayınız. Okuduğunuz şeyleri yarım yamalak okuyarak kimseye zan yapmayınız sofi…
SORU 5: Amerikanın bütün dünyayı izlediğine inanırsın bir Allah dostunun izlediğine inanmazsın ne diyem ki anla işte. ona o gezdirme görme işini yaptıranda Allah anlasana.”
CEVAP: Sizin bize atfettiğiniz bu töhmeti neye dayanarak yazmış bulunmaktasınız bilmiyorum? Biz evliyanın ne keşfini ve ne de kerametini asla inkar etmiş değiliz. Yazılarımız da böyle bir şeyi bulup isbat ederseniz, bu siteyi hemen kapatacağım. Sofi, sizin tarafımıza yaptığınız bu hakaret ve sui zannınızdan dolayı kul hakkına girmiş olduğunuzu hatırlatırım.