|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Yunanistan Ayasofya’nın açılmasından rahatsızmış
Mustafa Armağan
Dünkü Yeni Akit’ten ilginç bir haber:
Yunanistan basını Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın sırrını çözmüş nihayet. Sır ne miymiş? Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nin 86 yıl sonra yeniden ibadete açıldığı 24 Temmuz 2020 tarihi meğerse Lozan Barış Antlaşması’nın 97. yıldönümüne denk getirilmiş imiş!
- Ee, ne var bunda demeyin lütfen, Yunanistan Ayasofya’nın müze yapılmasını, hatta mümkünse kilise yapılıp Yunan Patrikhanesine bırakılmasını isteyecek kadar küstahlaşır zaman zaman.
Unutmayın ki, 2014 yılında TRT Ayasofya’da bir sahur programı çekince nasıl da ayaklanıp konsoloslarını sahur vakti Ayasofya’yı teftişe yollamışlardı. O kadar hayatî bir meseleydi.
Olması gereken 2020 yılında yaşandı ve Erdoğan, Büyük İskender gibi kılıçla “Gordiyon düğümü”nü kesiverdi.
Ayasofya iki buçuk yıldır cami elhamdülillah.
Cami olmasına cami ama bunu bir türlü hazmedemeyenler hem içeriden, hem de dışarıdan iflas etmiş hazım cihazlarını çalıştırmakla meşgul.
Baylar, öyle veya böyle hukuksuzluk bitti. Bir vakfın nasıl kullanılması gerektiğine dair son söz söylendi.
Vâkıf’ın, yani vakfı kuranın tayin ettiği gaye haricinde bir gayeye tahsis edilemezdi bir vakıf. Bu en basit bir hukuk kaidesidir ki yürürlükteki Medeni Kanun da bunu âmirdir zaten.
Lakin hazımsızlık bitmiyor.
Bakın, Greek City Times adlı Yunan gazetesinde çıkan haberde ne deniliyormuş:
“(Erdoğan) Önce Fatih’in türbesini ziyaret etti ve ardından kendisi Kur’an’dan Fetih adlı sureyi okuyarak namaza başladı. Aslında 24 Temmuz tarihi tesadüfen seçilmedi. 24 Temmuz 1923, Lozan Antlaşması’nın yıldönümü.”
Haber, “Erdoğan, ülkesinin gücünü yeniden teyit etmek ve günümüz Türkiye’sinin sınırlarını yeniden şekillendirmek niyetinde” sözüyle bitiyormuş.
Biz de zaten onu diyorduk ey Yunan basını, günaydın!
Ayasofya’nın açılması bir başlangıç, son değil.
Lozan’a denk düşürülmesi de manidar bir mesajdı, onu aldınız sonunda.
Sonuç: Ayasofya Camii’nin ibadete açılması, Türkiye’nin gövdesinin asırlık deli gömleğinden sıyrılmaya başladığının işaret fişeğiydi. Arkası Kızılelma ile geliyor.
Yalnız bir tuhaflığa dikkat çekmek istiyorum:
Yunanlar Ayasofya’nın müze olarak kalması için mücadele ederken CHP zihniyeti de aynı gayretteydi.
Tuhaftı hakikaten.
Lakin Yunanlar da Lozan’a sahip çıkıyor, deldirmeyiz diyor, CHP zihniyeti de.
Bu daha tuhaf değil mi?
Yunanların Lozan sevdası ile CHP’ninki nasıl örtüşür?
Bir antlaşma Yunanlar için iyi ise bizim için nasıl iyi olabilir?
Lozan bizim için “zafer” ise Yunanlar için “hezimet” olması gerekmiyor mu?
İyi de Lozan Barış Antlaşması Yunanlar için “hezimet” ise ona dört elle sarılmalarının manası nedir? Önce yenilenlerin onun değiştirilmesini talep etmesi gerekmez miydi?
“Aman Lozan delinmesin” demek bu antlaşmadan çıkarı olanların söyleyebileceği bir cümledir.
100 yıllık tecrübede görüldü ki, Lozan’ın birçok maddesi lehimize değil.
Bunu görmek için sadece ismini 1940’ların başında Yunan Kralına atfen “Ege Denizi” yaptığımız Adalar Denizi’ndeki vaziyete bakmak yeterli.
Yok karasuları, yok 12 mil, yok FIR hattı…
Neredeyse kuzey Kıbrıs’a çıkmamış olsak -ki Lozan’ı deldiğimiz için askerimiz orada- 1923 Lozan ve 1947 Paris antlaşmaları yüzünden Akdeniz’de bir Yunan suruyla çepeçevre kuşatılmış vaziyetteyiz.
Libya ile yaptığımız münhasır ekonomik bölge anlaşması sayesinde bir parça nefes alabildik.
Bunun arkası gelecek inşallah.
Lakin Ayasofya önemliydi. Rahmetli Necip Fazıl Ayasofya’nın açılmasının büyük oyunu bozacağını meşhur MTTB konferansında şöyle dile getirmişti:
“Gençler! Bugün mü yarın mı bilemem. Fakat Ayasofya açılacak. Hem de öylesine açılacak ki, (…) bu millete iyilik etmiş sanılan kötülerle, kötülük etmiş sanılan iyilerin gizli dosyaları da onun mahzenlerinde ele geçirilecek.”
“Gizli dosyalar”dan biri de Lozan’la mı ilgiliydi?
Jeremy Rifkin bir evrim teorisi muhalifidir
Mustafa Armağan
Tezimizi en baştan ortaya koyalım:
CHP’nin başdanışmanı ilan edilen Jeremy Rifkin azılı bir evrim teorisi karşıtı ve anti-Darwinisttir. Hem de en hasından.
Gelin görün ki, başdanışmanı olduğu genel başkanın başında bulunduğu Cumhuriyet Halk Partisi evrim teorisinin gönüllü ve yılmaz Türkiye acentasıdır. Hem de neredeyse 100 yıldır öyledir.
Peki bu ne yaman çelişkidir Bay Kemal Kılıçdaroğlu?
Siz evrim teorisini savunacaksınız ama başdanışmanınız ona karşı çıkacak?
Çok merak ediyorum: Hangi noktada buluşacaksınız? O mu size yaklaşacak yoksa siz mi onun tarafına geçeceksiniz?
Mamafih sizin Jeremy Rifkin’i pek de tanımadığınız anlaşılıyor. Pek sizin dişinize göre biri değil, benden söylemesi.
Öyleyse müsaade edin de ben size tanıtayım.
Bakalım Başdanışmanınızın aşağıda anlatacağım yönlerini biliyor muymuşsunuz?
Bu arada Başdanışmanınızın hangi kitabından mı bahsediyorum.
Penguin Books’un 1984 yılında bastığı Algeny: A New Word, A New World adlı kitabından elbette.
Geçen Perşembe günü Yeni Akit’te çıkan yazımı bu kitabı keşif hikâyeme tahsis etmiş ve Jeremy Rifkin’in evrim teorisine karşı geliştirdiği iddialardan, daha doğrusu onun saçmalıklarına dair görüşlerinden tadımlık iki misal vermiştim. Bugün bunları geniş bir şekilde ele alacağım.
Alacağım ki, hem evrim teorisi ve Darwin’in sözde bilimsel sayıklamaları hakkında millet (bu arada partinizin mensupları) biraz bilinçlensin, hem de “Başdanışmanım” diye takdim ettiğin adamın asıl düşünceleri nedir, benden öğrenesiniz.
Şimdi Jeremy Rifkin’in Darwin ve Evrim Teorisine muhalif yaklaşımını kendi cümlelerinden görelim.
Yazımı okuduktan sonra ‘Rifkin Türkiye’de yaşasa bu düşünceleri yüzünden CHP’lilerden kesin linç yerdi’ diyeceğinizden eminim.
Evrim Teorisinin
aptallaştırıcı etkisi
Şimdi size Rifkin’in düşüncelerinden bazı kesitler sunacağım. Okuyun, kararınızı kendiniz verin.
Önce Darwin ve sömürgecilik bahsi (Ali Köse tercümesinden):
“Darwin İngiliz sömürgeciliğine biyolojik bir temel sağladı. Bunu da son derece ustaca yaptı. Şöyle diyordu Darwin: ‘Farklı ırklardan iki insan karşılaşınca tıpkı iki farklı türden hayvan gibi davranırlar. Dövüşürler, birbirlerini yerler, birbirlerine zarar verirler. Ama ardından en güçlü bünyenin (yani insandaki aklın) kazanacağı daha ölümcül bir mücadele başlar.’ Darwin şu görüşünü birçok defa dile getirmişti: ‘Doğal seleksiyon o kadar etkilidir ki, tüm dünyada alt ırklar üst medeniyetlerin ırkları tarafından zamanla bertaraf edileceklerdir.’ İngiltere’nin dünyanın en uzak bölgelerinde etkisini artırdığı, yeni ülke ve insanları sömürgeleştirdiği bir zamanda İngiliz Bayrağı’nın yükseldiği her yerde doğal seleksiyonun gelişmesine müsaade edildiğinin bilinmesi İngilizler için son derece güven tazeleyici bir şeydi.”
Böylece İngiliz burjuvazisinin istediği meşrutiyet zemini Darwin’in kalemiyle döşeniyordu:
“Darwin teorisi burjuvazi için sanki bir ‘hoş geldiniz içkisi’ idi. Ekonomik pazarı idare eden görünmez bir el olduğu fikrini destekledi; üst ve orta sınıfın günün temel konularına ilişkin duruşunu güçlendirdi. Bu, şaşırtıcı bir durum değildir, çünkü zaten Darwin, daha sonra onun teorisini coşkuyla benimseyecek olan bu sınıfların politik duruşundan oldukça etkilenmişti.”
Sonuç, tabiatta zayıfa acınmadığı gibi toplumda da acımanın mantıksız olduğu fikri olacak ve buna Sosyal Darwinizm adı verilecekti:
Evrim Teorisinin arka planı
“Darwin hiç niyet etmemesine rağmen teorisi yeni burjuva sınıfının politikadaki en önemli silahı oldu. Teorinin temel ilkeleri, “sosyal süreçleri yeniden biçimlendirmeye (reforme etmeye) yönelik tüm çabaların, dermansıza derman verme girişimi olduğu, bunun tabiatın hikmetine müdahale anlamı taşıdığı ve sadece yozlaşmaya neden olacağı” fikrini sağlamlaştırdı. Sosyal Darwinistler yasal reformlara karşılık, doğal seleksiyon ve “görünmez el” tarafından düzenlenen, deneme-yanılma süreciyle yavaş yavaş gerçekleşen bir değişimi savundular. Kısacası, devrim değil, evrim istiyorlardı. (…) Doğayı kendi cephesine alan burjuva sınıfı, artık kendi politik konumunu sağlamlaştırmak için ihtiyaç duyduğu biyolojik gerekçeye de kavuşmuştu. Aynı zamanda, evrim teorisi köklü sosyal reformlar isteyen, içinde bulundukları son derece ağır ekonomik sıkıntılardan kurtulmak için tedbir alınması çağrısında bulunan işçilere ve yoksullara karşı onlara sağlam bir savunma aracı sağlamıştı.”
Peki evrim teorisi hakkında ne düşünüyor Jeremy Rifkin. Şu çarpıcı paragraf her şeyi anlamak için yeterli sanırım:
“Birçok evrimcinin görüşlerini ortaya koyarken sergiledikleri amansız tavır ve alternatif görüşlere karşı gösterdikleri aşırı tahammülsüzlük, dehşet verici bir durum olmasa da, bir an durup düşünmemiz için yeterlidir. Onların bu tavırlarında insanın ilk defa bir kozmoloji (evrenbilim) oluşturmaya başladığı zamandan beri bizde var olan bir davranış kalıbını hissetmek mümkündür. Bugün evrimci her şeyiyle “sadık bir mümin”dir; doğal seleksiyonla vaftiz olmuş, müjdeyi (vahyi) yaymak ve diğer türdeşlerinin Darwin’in öğretilerini kabul etmeleri için tebliğe soyunmuştur.”
Son hüküm şu alıntıda bulunabilir:
“Yeni-Darwinci sentezin özünde bir tür içindeki mutasyonların zamanla toplu bir etkide bulunduğu ve biçimsel bir değişim meydana getirerek yeni bir tür oluşturduğu iddiası vardır. Mikro-değişimden makro-değişime geçişi gerektiren bu varsayım evrimin temelidir. Ama gerçekler bu teoriyi desteklememektedir. Üreticiler melez yetiştirme ve eleme yöntemiyle “bir tür içerisinde” önemli değişimler olabileceğini kabul ederler. Ama Florida Üniversitesi hayvanbilimcisi Edward S. Deevy’nin şu sözleriyle de hemfikirdirler: “Buğday yine buğdaydır, greyfurt değildir; domuzlara kanat takamayız, tavuklara silindir şeklinde yumurta yumurtlattıramayız.”
Hikmetin nereden geleceğini kimse bilemez değil mi?
Ey Kılıçdaroğlu! Başdanışmanın Rifkin evrim teorisine düşmanmış!
Mustafa Armağan
Yıl 1985-86. Bir yandan İngilizce öğreniyor, öbür yandan da bilim tarihi ve felsefesi üzerine İngilizce kitapları tırtıklıyorum. Tepebaşı’ndaki Amerikan Kütüphanesi ilk keşfettiğim vahalardan (diğeri Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi). Arada da Beyoğlu civarında İngilizce kitap satan kitabevlerini kolaçan ediyorum. O zamanlar Tünel’deki Haşet Kitabevi henüz açık. Merak kement atmış, girdim (sanırım ilkti).
Rafları daima olduğu gibi itinayla süzüyordum. Bir kitabın kapağı dikkatimi avladı. Adı: Algeny idi. Alt başlığında A New Word-A New World yazıyordu. Yani yeni bir kelime-yeni bir dünya. Kitap teklifsizce ellerime kayıyor. Kapaktaki şu kelimelere mıhlanıyorum:
“Darwinizmin Kışkırtıcı Bir Eleştirisi, Genetik Mühendislik Çağı ve Tabiatla İlişkimiz.”
Dikkatim Darwinizmin eleştirisine odaklandı ister istemez; hem de kışkırtıcı/provocative bir eleştiriydi!
Tam aradığım kitap, diyecektim ki kapakta göze çarpan illüstrasyon bütün hikâyeyi anlatıyormuş meğer. Evrim ağacıydı bu; bütün hayvanlar var temsili olarak, lakin maymun ile insan arasında karanlık bir bölge uzanmış, bomboş. Üstünde insan var ama onun da üzerinde gelecekteki biyo-teknolojinin ürünü “yeni insan”.
Niye uzattım bilmiyorum ama bu ilginç kitabın yazarının neredeyse 40 yıl sonra CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’na “başdanışman” olacağı aklımın değil, hayalimin köşesinden dahi geçmezdi elbette!
Acar basınımızda tek bir satırını okumamışlar dahi günlerce ahkâm kesti, keşif hikâyemi anlattığım evrim teorisi düşmanı kitabın yazarı Jeremy Rifkin hakkında.
Bir tek ben konuşmamıştım, salıyorum kelimelerimi:
CHP’nin başdanışmanı Jeremy Rifkin bir evrim teorisi karşıtı ve anti-Darwinisttir. Hem de en hasından.
İyi de kendisinden tek bir cümle okumadığına emin olduklarımdan Kılıçdaroğlu bu evrim teorisi aleyhtarı Amerikalıyı ne demeye partisine başdanışman yapmış olabilir? Kendisine birilerince dayatıldığı teorisi güç kazanıyor bu noktada.
Başka fikirleriyle uyuşuyor olabilir ama bu temel ideolojik hususta Rifkin ile CHP’nin aynı görüşleri savunması mümkün değil. Çünkü CHP bu ülkede evrim teorisinin acentası ve yılmaz savunucusu. Yıllardır CHP’nin ana kitlesi Darwinizm okullarda niye okutulmuyor? diye ayaklanma halindeler. Cumhuriyet gazetesi kampanyanın şampiyonlarından. Lakin ala-yı vala ile ismi ilan edilen “başdanışman” evrim teorisinin çürük olmak bir yana, zararlı da olduğu kanaatinde!
Çıkın işin içinden çıkabilirseniz.
Aşağıda okuyacağınız iki paragraf Rifkin’in Algeny adlı kitabından alındı (meraklısına not: elimdeki Penguin Books, 1984 baskısı).
Evrim teorisine ilk darbeyi indirsin mi Rifkin:
“Darwin teorisini ilk defa inceleyen bir kişi, başlangıçta doğal seleksiyonun her şeyi çok iyi açıkladığını düşünüp teoriden etkilenebilir. Ama incelemenin sonunda 180 derecelik bir dönüşle doğal seleksiyonun hiçbir şeyi açıklamadığı fikrine de ulaşabilir. Her iki düşünce şekli de doğrudur. Çünkü doğal seleksiyon aynı zamanda hem her şeyi hem de hiçbir şeyi açıklamaktadır. Teori tamamıyla gereksiz tekrarlardan ibarettir. Bu utanç verici durumun nasıl bu şekilde var olduğunu görmek aslında bizim için eğitici olmuştur.”
Ooo çok sert, değil mi?
Bence Kılıçdaroğlu danışmanının kulağını şimdiden çeksin, yoksa konuşmaya devam ederse ortalık karışabilir. Ama şu evrim teorisini İngiliz emperyalizminin ürünü kabul eden lafları CHP’lilerin nasıl olup da yutacaklarını Rifkin de merak ediyor olabilir:
“Darwin’in not defterleri, anıları ve resmî yayınlarını inceleyen tarafsız bir gözlemci gayet açık bir sonuca ulaşır: Darwin tabiatı İngiliz karakteriyle giydirip süsledi, ona İngiliz dürtü ve güdülerini yükledi; hatta ona İngiliz pazarını ve de İngiliz yönetim sistemini sağladı.”
Unutmayın ki, İngiliz Darwin bir Türk düşmanıydı ve bir başka Türk düşmanı İngiliz Başbakan Gladstone’un arkadaşıydı. Evrim teorisini savunmak İngiliz emperyalizmini meşrulaştırmak ise CHP’nin yaptığı nedir? İngilizcilik değil mi? Daha dün “Londra’dan temiz para getireceğim” diyen de Kılıçdaroğlu değil miydi?
Asıl sergiyi Pazar günü açacağız dostlar. Ben bu yazı için 40 yıl bekledim. Birkaç gün de siz sabredin.
Vahdettin neden Malay Müslümanlarının parasıyla satın alınmış bir gemiyle ülkeden ayrıldı?
Mustafa Armağan
Hatırlayın:
2016 yılında, 100 yıl sonra bir zaferimizi hatırlamıştık nihayet. Kutul Amare gibi pürüzsüz bir zafer unutturulabildiyse kim bilir tarihimizde daha neler hasır altı edilmişti sorusu ister istemez akıllara düşmüştü o yıl. Haklıydılar böyle düşünmekte elbette. Çünkü el yenilgisini unutuyordu, biz zaferimizi. Ve bizde buna “tarih” diyorlar çelebi.
Geçen ay (17 Kasım 2022) Habertürk gazetesi yazarı Murat Bardakçı Cumhurbaşkanlığı Arşivi’nde bulduğu 2 Kasım 1922 tarihli bir belgeyi paylaşarak aşağıdaki başlığı atmıştı:
“Tam yüz sene boyunca gizli kalmış bir belge: Mustafa Kemal Paşa’nın, Sultan Vahideddin’in İstanbul’dan ayrılmaya teşebbüsü hâlinde linç edilmesi için verdiği yazılı emir!”
Belgeye bakılırsa Mustafa Kemal Paşa, Ankara’dan İstanbul’daki Refet (Bele) Paşa’ya gönderdiği emirde “Vahideddin’in yabancı memleketlere firar için hazırlıklarda bulunduğu haber alınmıştır. Gerçekleşmesi halinde ahali vasıtasıyla linç uygulanması gerekir” diyordu.
Bu durumda birilerinin Sakallı Nureddin Paşa’yı “linçsever” diye ceffelkalem mahkûm etmeleri mantıksız, çünkü o da emri -burada olduğu gibi- yukarıdan alıyordu.
Tarih perisi böyle böyle duvağını açıyor işte. Yaşlanıyor ama ne yapalım ki çok özgür ve demokratik bir ülkede tarih tartışıyoruz ya! “Cıss” sesleri hâlâ gök kubbemizde sere serpe çınlamakta.
Tarihi özgürleşmemiş bir ülkenin zihnen ve kimlik olarak özgürleşmesini kimse beklemesin. Biz de bitmez tükenmez Sultan Vahdettin tartışmasına bugün pek dikkat edilmemiş iki pencere açacağız.
Tarih bildiklerimizden ibaret değildir diyeceksiniz okuyunca. Bilmediklerimizdir.
ABD eski başkanlarından Harry S. Truman vecize döktürmüş resmen:
“Dünyada unuttuğumuz geçmiş dışında yeni bir şey yoktur.”
Bakalım mı o pencerelerden, manzarası nasılmış…
Vahdettin’in İngilizlere
yazdığı mektup farklıydı
Kaynaklarımızda geçen bir mektup var. Güya Halife Vahidüddin (1 Kasım’dan beri Sultan değildi, dolayısıyla Sultan sıfatıyla terk etmedi payitahtı, bu kuyruklu yalanı bir kere daha düzeltelim) İngiliz Yüksek Komiseri General Harrington’a bir mektup yazarak ondan sığınma istemiştir. Osmanlı arşivinde kopyası bulunmayan bu belgeyi Harrington hatıratında yayınlamıştır ilk kez (Tim Harrington Looks Back). İngiliz generalinin yayınladığı bu metni şöyledir (muhtemelen kendi yanında kalmıştı bir kopyası):
“İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devlet-i fahimânesine ilticâ ve bir an evvel İstanbul’dan mahall-i âhara naklimi taleb ederim efendim.”
Bugünkü Türkçeyle söylersek, İstanbul’da hayatımı tehlikede gördüğümden itibar sahibi İngiltere devletine iltica ve bir an önce İstanbul’dan başka bir yere naklimi talep ederim efendim.”
Sultan Vahdettin’in gurbete çıktığında da yanında bulunan 150’liklerden Tarık Mümtaz Göztepe rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun yayınladığı Osmanoğullarının Son Padişahı Vahideddin Gurbet Cehenneminde adlı kitabında (1968) çok şaşırtıcı bir tez ileri sürüyor. Bu mektubun, Vahidüddin tarafından yazılan bir aslı olduğunu, Generale o mektubu gönderdiğini ama İngilizlerin bir oyunuyla yukarıdaki metnin basına verildiğini belirtir Göztepe. Bize aktardığı asıl mektup ise şöyledir:
“Son vekâyi (olaylar) üzerine hürriyet ve hayatımı tehlikede görmekteyim. Osmanlı Saltanatı ve İslâm Hilafeti üzerindeki bi’l-irs ve istihkâk (soyumdan gelme ve bileğimizin hakkıyla kazanılmış) haiz bulunduğum meşru ve mukaddes haklarımı tamamıyla muhafaza etmek şartıyla hayatımın muhafazasını en çok Müslüman tebaaya malik bir devlet olan İngiltere’den bekliyorum.” (s. 16)
Dikkat edilirse buradaki tavır nettir ve yazarı bütün olumsuzluklara rağmen dik durmaktadır. İltica’dan bahsetmemekte ve ecdadından miras kalan saltanat ve yine Yavuz Sultan Selim tarafından kazanılmış olan Hilafet makamlarından vazgeçer bir edadan iz bulunmamaktadır.
Halka hitaben yayınladığı beyannamede Gen. Harrington’un kullandığı ifade daha da adice olup Ankara’nın ekmeğine yağ sürer cinstendir:
“Zat-ı Şahane mevcut durum sonucunda hürriyet ve hayatını tehlikede gördüğünden bütün İslamların halifesi sıfatıyla İngiliz himayesini ve ayni zamanda İstanbul’dan başka bir yere naklini talep etmiştir. Zat-ı Şahanenin arzusu ifa edilmiştir…”
Bu birinci pencereydi. Baktık, geçtik. Şimdi sıra ikinci pencerede.
Neden Malaya zırhlısı?
Yıllar önce bu hususa dikkat çekmekle yetinmiş ama elimde bir tutamak bulunmadığı için sadece tahminimi yazmıştım. Buna göre Sultan Vahdettin’i İstanbul’dan Malta adasına götüren İngiliz zırhlısı Malaya’nın Malay Müslümanlarının parasıyla satın alınan ve İngiliz donanmasına hediye edilen bir gemi olması bir tercih meselesine benzemekteydi. Çünkü İngiliz donanmasında yüzlerce savaş gemisi varken neden Malaya tercih edildi de diğerleri edilmedi? Sorum buydu.
Şimdi Tarık Mümtaz Göztepe’nin Vahideddin Gurbet Cehenneminde adlı hatıratında buna ışık tutacak bir bilgiye rast gelmiş bulunuyoruz. Göztepe şöyle yazıyor 16. sayfada:
“Siyasi ve askeri İngiliz yüksek makamları bu mühim seyahat hadisesini günlerden beri ayarlamış ve Malaya adaları Müslümanları tarafından İngiltere’ye hediye edilen “Malaya” saff-ı harp gemisi İslam âlemine bir cemile (güzellik) olsun diye bu seyahata tahsis edilmişti.”
Benim naçizane tahminim, bu tahsiste Sultan Vahdettin’in de bir pazarlık payı bulunduğu yönündedir.
Diyeceksiniz ki elinde belgen var mı? Yok. Yok ama görüyorsunuz ki belgeler arşivlere sığmayıp taşmakta. Günün birinde onun da belgesine ulaşırsak şaşırmayın sakın.
‘2. Dünya Savaşına girmedik’ değil, girdik ama nasıl?
Mustafa Armağan
Bir mizansen tabii. Cumhurbaşkanı İsmet İnönü Adana gezisinde şeker bulamamaktan şikayet eden bir çocuğa güya demiş ki, “Ama babasız bırakmadım.” Yani ülkeyi savaşa sokmadığımıza şükredin!
Evet, savaşa girmedik, daha doğrusu giremedik, çünkü askeriyenin hali kelimenin tam anlamıyla dökülüyordu. Trakya’daki askerlerin sırtında Sultan 2. Abdülhamid zamanından kalma 1898 model tüfekler asılıydı. Toplarımız keza 1. Dünya Savaşından kalmaydı. Tank ve uçaklar külüstürdü. Bu sefil silah ve teçhizatla savaşa girsek Mehmetçiği diri diri fırına atmış olurduk. Nitekim Mareşal Fevzi Çakmak, durumumuzun vahametini açıklayıp ordumuzu yüklü miktarda silah ve teçhizatla donatmasını isteyince İngiltere Başbakanı Churchill şok geçirmiş ve ‘Siz en iyisi hiç yerinizden kımıldamayın, savaşa da girmeyin, yeter bu bize’ diye cevap vermişti.
Görünüşte bizi defalarca zorlamışlardı savaşa girmeye ama Prof. Niyazi Berkes’in Unutulan Yıllar adlı hatıratında dürüstçe dile getirdiği gibi “Türkiye’nin harbe girmesini isteyen devlet yoktu.” Berkes’e göre burada CHP’nin bir algı operasyonu karşısındayızdır: “Nasıl demokrasiyi onun (İnönü’nün) getirdiğine inandırılmışsak, savaşa da onun yüksek diplomasi becerisi sayesinde sokulmadığımıza inandırıldık. (Nitekim Churchill’in Türkiye’nin harbe girerek Balkanlarda II. Cephe açılmasına hem Amerika hem de Sovyet Rusya karşı çıkmıştı. Churchill giderek şunu anladı: “Türkiye’nin saldırı gücü olmadığından bu savaşın dışında kalması müşterek davamız için hayırlıdır.”
Öyle veya böyle bu savaşa girmedik.
Acaba girmedik mi?
“Acaba?”sını evde unutan bir toplum sorgulamayan bireyler yığınıdır.
Şimdi o “Acaba?”nın soru işaretini bir fener olarak kullanıp geriye bakalım. Gerçekten de 2. Dünya Savaşı’na girmedik mi? Girdiysek kimlerin zoruyla girdik?
Öncelikle belirtelim ki, Almanya’nın yenileceğinin kesinleşmesi üzerine savaşa, bitmesine 6 ay kala girmiştik. Süreç şöyle işledi:
1944 Haziranında hükümete başvuran İngiliz Büyükelçisi Hugessen, Almanya ile ekonomik ve siyasî ilişkilerin kesilmesini istedi. Türkiye yenilgi üstüne yenilgi almasına rağmen Almanların yine de saldırabileceği endişesiyle teklif reddetti. Tabii devam eden tatlı krom ticaretinden mahrum kalmak istemiyordu hükümet.
İngiltere ve ABD sıkıştırmaya devam edince baskılara dayanamayan Türkiye 2 Ağustos 1944’te Almanya ile ilişkilerini kestiğini ilan etti. O gün TBMM kürsüsüne çıkan Başbakan Şükrü Saracoğlu kararı ABD ve İngiltere’nin istediğini söyledi. Meclis, Avam Kamarasına selam ve muhabbetlerini gönderen bir telgraf çekti. Ama bu bir savaş ilanı değildi henüz. Japonya ile ilişkiler de ABD/İngiltere baskısıyla 6 Ocak 1945’te kesilecekti.
İngiltere nihayet 20 Şubat 1945’te Türkiye’ye bir nota verdi. Notaya göre eğer 1 Mart 1945 tarihine kadar savaşa girmeyecek olursak savaştan sonra kurulması kararlaştırılan Birleşmiş Milletler’in San Fransisco’daki toplantısına çağrılmayacaktık. Tehdit büyüktü. Stalin’in pençesi üzerimizde bir hayalet gibi geziyordu.
23 Şubat günü TBMM toplandı. Başbakan Saracoğlu savaşa İngilizlerin zoruyla olduğunu itiraf etti ve savaş ilanı kararı aldı. Karar, tam da Müttefiklerin istediği gibi 1 Mart 1945 tarihinde savaşa girmemizi emrediyordu.
İngiliz büyükelçisinin notası işe yaramış, Türkiye kendi kararıyla değil de, İngilizlerin zoruyla savaşa girmişti.
1938’de Medeni Kanun’da evlenme yaşı neden düşürülmüştü?
Mustafa Armağan
Claude Farrere (okunuşu: Klod Farer) Avrupa kamuoyuna karşı Osmanlıyı, Türkleri cansiperane bir şekilde savunmuş birkaç kalemden biriydi. Bize yapılan haksızlıkları dile getirdiği yazılarıyla Balkan Harbi’nden İstiklal Savaşı’na kadar, tıpkı Pierre Loti (Piyer Loti) gibi yanımızda durmayı prensip edinmiş namuslu bir kalem olarak tanınıp sevildi. O da defalarca ülkemizi ziyaret ederek yüreğimize su serpti.
Gelin görün ki, İslam ile yoğrulmuş medeniyetimize o kadar meftun olan Farrere, inkılaplardan sonra geldiği Türkiye’de gençlik hayalleri yıkılmasın diye İstanbul’a sadece uğramakla yetinmiş ve doğruca hiç mi hiç sevmeyeceği taklitçi Ankara’ya geçmeyi tercih etmiştir. Türklerin Manevî Kuvvetleri adıyla kaleme aldığı eserde ise Osmanlı ile yeni rejim devirleri arasında mukayeselerde bulunmuştur. Bunlardan birinde şöyle yazar:
“Ankaralı cumhuriyetçiler, en Batı Avrupalı ülkelerin medeniyetine eşit medeniyete sahip bir Türkiye istiyor fakat bu medeniyetin örneğini Uzakdoğu’da arıyorlar. Sanki Moskova’da hazırlanmış bir plân! Arap alfabesini istihfafla bir kenara ittiler. (…) Bu şekilde davranışları (…) Sadece İslam’ı ortadan kaldırmak için… Henüz çok saf ve sade olan bir milleti kökünden koparmak için… Hepsi bu! Halbuki bu davranış medeniyeti öldürebilir. Milleti mahvedebilir.”
Claude Farrere’in Ankara’daki bir konferansta dile getirdiği bu aykırı görüşlerin iç kamuoyunda bomba etkisi yapması ve Cumhuriyet gazetesinden tepki alması kadar tabii bir şey olamazdı. Nitekim Yunus Nadi kaleme sarılıp, Fransız yazarı gericilikle suçlayacaktı.
Eski Türkiye’yi yani Osmanlı’yı medeniyete götüren tek vasıtanın İslam olduğunu söyleyen Fransız yazar, Türklerin eskiden gerçek bir imanları vardı der ve şimdi bu halkın temelini teşkil eden dinin kökünden sökülmeye çalışıldığını ve bunun yanlışlığını vurgular. İnanç buhranı ülkede o hadde varmıştır ki, Türk gençleri son zamanlarda bir “intihar salgını”nın pençesine düşmüştür:
“Hayır. Ümitsizliğin, fakirliğin kendilerini ölümün kucağına attığı kimselerden bahsetmiyorum. İyi bir hayatı olan, hayatında ıstırap çekmemiş gençlerden bahsediyorum. Bunlar, sanki bir spormuş gibi kendilerini öldürüyorlar. Meş’um (lanetli) bir moda! Bu çocuklar için hayat, artık manasını kaybetmiş bulunuyor. Mesele bu!”
“Türk Medeni Kanunu”
ne kadar Türktü?
Temel mesele dine inancın zayıflatılmasıydı ve bu yolda atılan en cesaret isteyen adımlardan biri, Cumhuriyetin şanına layık bir medeni kanun yapmak yerine İsviçre Medeni Kanunu’nu aynen tercüme ettirilmesiydi. “Aynen” dedim ama düzeltmem lazım, bir madde hariç demeliydim.
Peki hangi madde?
1926 yılında çıkarılan “Türk Medeni Kanunu”nun süt anne ve süt kardeşlerle evlenmeyi yasaklayan 92. maddesinin İsviçre Medeni Kanunu’nda mevcut olmayan; nasılsa çevirmenlerden biri tarafından eklenmiş bir fıkrasında evlenilmesi yasak olan kişiler arasında “Süt ana ve kardeşler” de zikrediliyordu. Kanun Meclisten Şubat ayında geçti, 6 ay sonra, Ekim ayında yürürlüğe girecekti. Bu arada ne olduysa oldu, bir akl-ı evvel bu “vahim hata”yı fark etti ve yetkilileri haberdar etti, derken sanki feci bir cinayet işlenmiş gibi hükümet ayaklandı ve yaz ortasında Meclisi içtimaa çağırdı, kanunda Kur’an-ı Kerim ile örf ve adetlerimize uygun düşen bu tehlikeli madde derhal çıkarıldı.
İşlem tamamdı: İsviçre Medeni Kanunu’ndan kıl kadar dahi sapma olmamalıydı. Aslına bu kadar sadakat de biraz fazla değil miydi?
Hani Türk milleti tarihin en eski ve en medenî milletiydi? Hani medeniyeti dünyaya Türkler götürmüştü? Hani aile Türklerin en güçlü ve köklü kurumuydu?
Ne oldu da bu kadar eski ve köklü bir kuruma sahip olan binlerce yıllık tarihe sahip bir millet bir Medeni Kanun yapmakta aciz kaldı da kantonlarla yönetilen İsviçre gibi bir ülkenin hukukuna muhtaç hale geldi?
Evlilikte yaş meselesi
Suhulet Matbaası’nda 1926 yılında Osmanlıca olarak basılan Türk Medeni Kanunu adlı kitaptan aktarıyorum.
“Madde 88: Erkek on sekiz ve kadın on yedi yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hakim fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni on beş yaşını ikmal etmiş olan erkek veya kadının evlenmesine müsaade edebilir, vasi de dinlenir.”
Hiç düşündünüz mü 18 yaşını bitirmemiş bir erkek veya 17 yaşını bitirmemiş bir kızın evlenememesi 1926 yılı Türkiye’sinde ne demektir? Hukuk sosyolojisi diye bir ilim dalı var ki Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu aynı isimle yayınladığı kitapta bu kanunu yapanların halkı nazar-ı itibara almadıklarını, bu yüzden de nice sıkıntılar doğduğunu mantıklı bir şekilde izah eder. Kanun toplumdan kopuk yapılırsa doğacak sorunlar bir toplumsal yaraya dönüşür zira.
Nitekim Medeni Kanun’un kabulünden sonra bu sorunlar yaşanmış ve kanunda belirtilen yaşlar o günün Türkiye’si için çok ileri olduğu için bu defa her yıl mecburen on binlerce vatandaşımız mahkemelere koşup, yaşını büyütmeye başlamıştır. Yaş büyütülünce görünüşte 17 yaşını bitiren kızlar ile yine görünüşte 18 yaşını bitirmiş erkekler evlenme imkânına kavuşmuş oluyordu ki, bunlar esasen kanun tarafından evlenme ehliyeti bulunmayan yaşlardaki “çocuklar”dı. Kimi kandırıyordunuz? Gerçekte evlenmesi yasak olanlar mahkemelerde yaşını büyütünce reşit mi oluyordu? Hem de bir üç beş değil, on binler.
Nitekim 12 yıllık uygulama neticesinde her yıl 60 bine yakın dosya hazırlanmakta, yaşlarını büyütmek için kuyruğa girmiş aileler o mahkeme senin, bu mahkeme benim dolaşmaktadır. İşte kanun ile toplumun uyuşmazlığı neticesinde 1938 Haziran’ında TBMM, 12 yıl önce kabul ettiği ve öve öve bitiremediği “Türk Medeni Kanunu”nun ilgili maddesini 3453 sayılı kanunla şu hale getirecektir:
“Erkek on yedi, kadın on beş yaşını ikmal etmedikçe evlenemez. Şu kadar ki hâkim, fevkalade hallerde ve pek mühim bir sebebe mebni on beş yaşını ikmal etmiş bir erkeğin veya on dört yaşını bitirmiş olan bir kadının evlenmesine müsaade edebilir. Karardan önce ana, baba ve vasinin dinlenmesi şarttır.”
Böylece sosyolojik tabanından kopuk bir tavırla kanun çıkarmanın ne büyük acılara mal olduğu geç de olsa anlaşılmış oluyordu.
Claude Farrere de öyle dememiş miydi:
“Türkler eski hayatlarıyla hiçbir ilgi kurmadan yeni bir hayata kavuşmak için giriştikleri tecrübede muvaffak olabilirlerse çok şaşarım. Bana öyle geliyor ki, bugün nefret ettikleri ama onlar için tek kurtuluş yolu olan mazilerine yavaş yavaş dönmek zorunda kalacaklardır!”
Halihazır maziyle buluşma hamlelerimizin gerekçesi diyebilir miyiz bu okkalı söze?
Türkleri kendilerinden kurtarmadan Batı’ya rahat yok
Mustafa Armağan
Harput’taki Amerikan Koleji’nde müdürlük yapmış olan Ernest W. Riggs 1923 Mart’ında Asia dergisine şunları yazar:
“Türklerin kendi kendilerinden kurtarılmaları sorunu en az Hıristiyanların Türklerden kurtarılmaları sorunu kadar önemli bir sorundur. Türklerin ruhuna yerleşmiş bulunan nefret ve ihtiras zehirini ve kıyıcı yönetim geleneklerini barış antlaşmaları ya da savaşlarla yok etmeye imkân yoktur. Bu sonuca erişmek için Türk halkını meydana getiren insanların karakterlerini değiştirmek gerekmektedir. Türkiye’de hastane ve okullar açarak faaliyet gösteren Amerikalıların yapmaya çalıştıkları da zaten budur. Amacımız bu insanlara doğru düşünme yollarını göstererek erdemli bir toplum haline gelmelerini sağlamaktır…” (Osman Ulagay, Amerikan Basınında Türk Kurtuluş Savaşı, İst., 1974, s. 251.)
Türkleri kendilerinden kurtarmak…
Misyonerlerin varoluş gayesini bu netlikte itiraf etmiş Amerikalı görevli.
Görevleri, bütün Türkleri imha etmek imkânsız olduğu için onları içlerindeki kötülüklerden ‘kurtarmak’ ve ehlileştirmektir. Daha doğrusu diş ve tırnaklarını sökmek, kendilerine zebun etmek ve “karakterlerini değiştirmek”tir.
Aliya İzzetbegoviç ustayı hatırlıyoruz burada. İşte uyarısı ateşten harflerle karşımızda:
“Savaş düşmana yenildiğin zaman değil, düşmana benzediğin zaman kaybedilir.”
1984 adlı romanını herkesin okumasını tavsiye ettiğim dobra İngiliz yazar George Orwell’ın sözü kulaklarımıza küpe olacak cinstendir:
“Biz düşmanlarımızı yok etmek için uğraşmayız, onları değiştiririz.”
Hasılı iki asırdır bütün gayeleri bizdeki bizi bizden almaktı. “Avrupa’nın Hasta Adamı” dedikleri Osmanlı Devleti ‘bu’ kimliği ile ortadan kaybolmadan rahat yüzü yoktu çünkü emperyalizme.
Değil mi ki bu milletin bağrından Yakın Doğuda iki büyük imparatorluk fışkırmış, her ikisi de asırlarca Avrupa’ya kök söktürmüştü, öyleyse ilkin bu maya kurutulmalıydı.
Selçuklular Bizans’ın belini kırmış, Anadolu’yu vatan yapmış, Kudüs yolunu Avrupa’ya kapatmışlardı. Meşhur Haçlı Seferleri bu yolu tekrar açmak için düzenlenmişti.
Güya Habeşistan’da güçlü bir Hıristiyan kral varmış da, adı Rahip (Prester) John imiş de, onun ordusuyla kuvvetlerini buluşturabilirlerse şayet, Müslümanları sandviç harekâtıyla ezebileceklerine inanıyorlarmış saf saf.
Osmanlılar ise Anadolu’da doğduktan hemen sonra Avrupa kıtasına atlamış ve orada Balkanlar diye ‘ikinci bir Anadolu’ tesis etmiş ve bizatihi Avrupa topraklarında Hıristiyan ülkelere nice “korku ve titreyiş” seansları yaşatmışlardı.
İşte bu püsküllü beladan kurtulmanın vakti gelmişti. Şimdilerde yaşadığımız İslam ile terörizmi aynılaştırmak, misyoner Riggs’in yazısında bolca müşahede ettiğimiz gibi Müslümanları o tehlikeli ‘öz’den kurtarmak ve Avrupa’ya entegre etmek bugün de gündemde olan gayeleri olmuştu.
Nitekim İspanyol ressam Tiziano’nun İnebahtı yenilgimiz üzerine yaptığı ünlü tabloda Türk’ü elbisesiz, diz çökmüş, elleri arkadan bağlı, silahları kırılmış, hilali ve sarığı yerlere düşmüş vaziyette çizmesinin manası da buydu: En iyi Türk elleri bağlı Türktür. Öyle bir oyalama tertibi almalıdır ki, Türk ellerini çözüp de kendileriyle uğraşacak dermanı asla bulamasın.
Bizi yüzlerce sene diz çöktürmek için canlarını dişlerine takıp çalıştılarsa da harp meydanlarında bu emellerine nail olamadılar. “Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer”in geldiğini gördüler ve misyonerin dediği o kritik noktaya gelip dayandılar: Türkleri savaş meydanlarında bitiremeyiz, öyleyse ‘nihai çözüm’ Türkleri Türklerden kurtarmaktır. Onu başarırlarsa muradlarına ereceklerine inanıyorlardı.
Şu günlerde yaşadıklarımız Batı’nın bu gayeye varamamasının çıldırtıcı nöbetlerinden başkası değildir. Davul zurnayla söylüyorlar aslında: Nerede hata yaptık da bu ‘Türk’ ayağa kalkmaya ve ellerini çözmeye başladı?
Esas dava budur vesselam.
Matbaa Osmanlı’ya neden geç gelmişti?
Mustafa Armağan
Geçen Cuma Üsküdar’da Sahaflar Çarşısı açılınca yolumu düşürüp dükkânları ziyaret ettim. Tabii her girdiğim dükkândan en az bir kitap satın almayı ihmal etmedim. Bunlar içerisinde nice demdir kütüphaneme katmayı düşünüp de fırsat bulamadığım biri vardı ki, kaynakçasını karıştırınca yıllar önce yazdığım dört makaleye atıfta bulunduğunu gördüm. Orlin Sabev’in İbrahim Müteferrika ya da İlk Osmanlı Matbaa Serüveni adlı kitabı belki bir asırdır dillere peleseng edilen matbaa takıntısını soğukkanlılıkla düzeltiyordu. Bu ilginç kitap vesilesiyle yıllar önce bu tartışmalı meseleyi ele alan araştırmalarımdan birini özetleyerek buraya alıyorum. (Meraklısı geniş halini Osmanlı: İnsanlığın Son Adası adlı kitabımda bulabilir.)
•
Ne zaman “Niçin geri kaldık?” sorusunu sorsak ilk aklımıza gelen gerekçelerden birisinin “matbaa” olmasına şaşırmak gerekir mi? Pek çok eski-yeni isim, matbaanın din adamları veya ulema yüzünden geç geldiğini, Türkiye’de ilk Türkçe matbaa kurulurken din adamlarının tepkisiyle karşılaştığını, ulemanın ancak dinî kitaplar dışındaki yayınlara izin verdiğini, Patrona Halil isyanı (1730) sırasında yeniliğe düşman grupların harekete geçerek matbaayı tahrip ettiklerini, dolayısıyla mevcut geriliğimizin temelinde matbaaya direnişin ve doğurduğu gecikmenin yattığını yazmışlardı. İddialar şu noktalar etrafında dönüp durmaktadır:
1. Türkçe kitap basımı ulema, yani din adamları yüzünden gecikmiştir. (Bazıları ise asıl suçlunun lonca düzeni ve sayıları 90 bini bulan hattatlar(!) olduğunu söylemektedir.)
2. Din adamları ilk matbaanın kurulmasına da karşı çıkmışlar ve bu yüzden de din dışı kitapların basılması şartıyla açılabilmişti Müteferrika matbaası.
3. Ulemanın matbaaya karşı çıkmalarının gerekçesi, kitapların geniş kitleler tarafından okunmasıyla tekellerinde tuttukları dinî otoritenin ellerinden gitmesi korkusudur.
4. Matbaaya diş bilemekte olan insanlar Patrona İsyanı’nı fırsat bilerek o kargaşalıkta matbaayı da tahrip ettiler, böylece aydınlanma serüvenimize ağır bir darbe indirilmiş oldu.
Şimdi sırasıyla bu iddiaları değerlendirelim:
İlerlemenin
önündeki engel kim?
Matbaanın ulema yüzünden geç geldiği iddiasına en susturucu cevap, hiç beklemediğimiz bir kalemden, Prof. Niyazi Berkes’ten gelmiştir. Berkes, suda akıntıya kapılmayan ender kafalardandır. Ona göre matbaanın geç gelmesine din adamlarının engel olduğu iddiası, iki Katolik Macar’ın, Karacson ile Szezarnak’ın uydurmasıdır. “Gerçekte ulemadan böyle bir direnme geldiğini gösteren bir delil yoktur. Şeyhülislâm Abdullah Efendi fetvayı hemen vermiş, ulemadan on bir kişi ilk [basılan] kitabın başına konan “takriz”ler yazmışlardır. Bunlarda kitap basmanın şeriata aykırılığından hiç söz edilmemektedir.”
Kafamızı karıştıran bu soruya daha aydınlık bir cevap, Cevdet Paşa’dan gelmiştir. Şunları yazar Tarih’inde:
“Matbaa ‘yeni bulunmuş bir gezegen’ gibidir. Bu gezegenin ışığı Doğuya epeyce geç ulaşmış, dönemin şartları bunu gerektirmiştir. Çünkü o dönemde matbaa henüz Avrupa’da bile tam olarak kabul görmüş değildi (ilginçtir, burada matbaaya karşı çıkan ve makinaları kırmak için uğraşan Avrupalı hattatları ayıplar!). Hem zaten o zamanlar, Avrupalılar ile içli dışlı değildik. İlişkilerimiz kuvvetli değildi. Matbaanın gelmesi işte bu yüzden gecikmişti.
Yirmisekiz Mehmet Çelebi’nin oğlu Said Efendi, 1720’de babasıyla Fransa’ya gitmiş, orada matbaacılık sanatının ulaştığı seviyeyi gözleriyle görmüş ve döndüğünde matbaanın Türkiye’de kurulması için çalışmalara başlamıştır. İstanbul’da bazı bilgili ve olgun kimselerle bu konuyu müzakere etmiş ve hepsi de büyük bir iştiyakla onu desteklemişlerdir. Hatta İbrahim Müteferrika’nın ismi bu istişareler sırasında ortaya çıkmıştır. Müteferrika ise zaten doğum yeri olan Macaristan’ın Kolojvar şehrinden matbaacılığa aşina olduğu için heyecanla işe sarılmış ve matbaanın faydaları hakkında bir layiha kaleme alarak Sadrazam Nevşehirli Damad İbrahim Paşa’ya sunmuştur.”
Müteferrika’dan önce de İstanbul’da bir matbaanın kurulması gündeme gelmiş, fakat bazı kaygı, hatta korkular işbaşı yapmasına engel olmuştur. Nedir bu endişelerin sebebi?
Böyle bir “san’at” Osmanlı lonca sisteminde bulunmadığı için öncelikle matbaanın faaliyete geçtiği ülkelerde nasıl bir tepki uyandırdığına bakmaları normaldi Osmanlı aydınlarının. Nitekim Cevdet Paşa da Gutenberg’den başlayarak matbaanın çeşitli Avrupa ülkelerine nasıl girdiğini ve toplumlarda ne tür kargaşalıklara sebebiyet verdiğini ayrıntılı olarak anlatır ki benzer bir karşılaştırmalı çalışma şu ana kadar yapılmış değildir. Osmanlı eliti Fransa’da, İspanya’da, İngiltere’de matbaanın nasıl yasaklandığını, hatta matbaacıların nasıl sihirbazlıkla suçlanıp tepkilere maruz kaldıklarını biliyorlar ve bu kötü örneklerden yola çıkarak, “Acaba bizde de benzeri kargaşalıklara sebep olur mu?” diye yürekleri oynuyordu.
Matbaayı yasaklamak kimin işidir?
Zannedildiğinin tersine ulema, yeniliklerin ülkeye girmesinde engelleyici değil, aksine teşvik edici bir rol oynamış ve toplumsal bünyeden, mesela loncalardan gelebilecek tepkilerin önünün alınması veya yumuşatılması işlevini görmüştür.
Cevdet Paşa’ya göre burada bir yasaklama sözkonusu değildir. Şeyhülislam fetvayı hemen vermiş, bunun üzerine fetva dilekçesinde bizzat Müteferrika’nın isteği üzere hadis, kelam ve fıkıh kitaplarından “maâdası”nın basılmasına dair padişah fermanı derhal çıkartılmıştır. Burada ne Şeyhülislam ve din adamları, ne de padişah, yasaklayan konumundadır. Fetva dilekçesi “Biz tefsir, kelam ve fıkıh kitapları dışındaki kitapları basmak istiyoruz” şeklinde gelince fetva ve ferman da onların isteği doğrultusunda çıkmıştır, asla bir yasaklama sözkonusu olmamıştır. Kaldı ki fetvâ, bir nevi hukukî mülahazadır. Yaptırım ve yasaklama gücü yoktur. Kaldı ki “Matbaayı yasaklıyorum” demek fetvanın değil, fermanın işidir. Her ikisinden de bu tür “yasaklama” kararı çıkmadığına göre, fetva isteyenlerin dinî kitaplar haricindeki kitapları basmak için istedikleri izin kendilerine “aynen” verilmiş olmaktadır.
Cevdet Paşa bunu olanca açıklığıyla söylüyor zaten: Dilekçede öyle arz edildiği için fetvada dinî kitapların hariç tutulduğunu ve sonraları –Avrupa’da olduğu gibi– matbaa aleyhine bir cereyan görülmediği için dinî kitapların da basılmasının gündeme geldiğini, ulema bunda da herhangi bir sakınca görmeyince dinî kitapların basımına geçildiğini söylüyor. Yani bizim bu meseleyi ele alırken ki gerginlik ve tedirginliğimizin zerresini göremiyorsunuz Paşa’da.
Bundan 140 küsur yıl önce Cevdet Paşa her şeyi ayan beyan ortaya koymuş aslında. Ama okuyan ve dinleyen var mı? Paşa’yı okumuyor, okusalar da anlamıyorlar, Bulgaristan Bilimler Akademisinden Orlin Sabev’i okusalar keşke.
27 Mayıs darbesini alkışlayıp 12 Mart’ı lanetleme komedisi
Mustafa Armağan
“Ama’sız, fakat’sız her türlü darbeye karşıyım” diyemiyorsa biri, onun demokratlığından da şüphe ederim, yerliliğinden de.
Kim ki ’12 Mart ve 12 Eylül darbeleri faşizandır ama 27 Mayıs darbesi yerli ve millîdir’ diyorsa ona ‘dur bir dakika’ demek hakkımdır: Dur bir dakika ve millî iradenin tecelli edeceği sandık yerine silahların gölgesine sığınan yoz bir siyaset anlayışıyla bu ülkeye ancak zarar verilebilir, demek boynumun borcudur.
Tam da bu sebeple takdir ettiğim tarafları olan merhum Uğur Mumcu’nun 24 Haziran 1974 tarihli Yeni Ortam’da çıkan “Hakkınız var mı?” başlıklı yazısında 12 Mart muhtırasından sonraki zulüm ve işkencelere tepkisinin indimde zerre kadar anlamı yok.
Neymiş, 12 Mart’tan sonra binlerce aydın, öğrenci, öğretmen, işçi ve köylü gözaltına alınmış, bunlardan bir kısmı “gizli örgüt” kurma suçuyla yargılanmış.
Neymiş, 12 Mart muhtırasının ardından şerefli tümgeneraller elleri, ayakları zincire bağlanıp, Erenköy işkenceevinde işkencecilere götürülmüş.
Neymiş, cezaevlerinde dövülen, sövülen, işçiler ve köylüler varmış.
Ve neymiş, “sadist işkenceciler”in acımasız ellerine terk edilen genç kızlarımız, genç öğrencilerimiz namına konuşuyormuş.
Geçiniz efendim, geçiniz.
Siz ki kanlı 27 Mayıs darbesini alkışlayan ellerinizle 12 Mart ve 12 Eylül zulmü edebiyatı yapıyorsunuz, sözünüzün zerrece kıymeti kalmaz.
Buyurun, aynı Uğur Mumcu’nun Yön dergisinin 18 Haziran 1965 tarihli sayısında çıkan ve arkasında bir kan ve gözyaşı denizi bırakmış bulunan 27 Mayıs darbesini alkışlayan sözlerine:
“27 Mayıs, Atatürk devrimlerine bağlılığın tam bilincine sahip olan bir anayasa ve özgürlük düzenini getirmiştir. Bu düzeni gönüllerimizde ve iradelerimizde yer alan inanç ile koruyacağız.”
Aynı yazar 9 Mart 1971 günü yapılacak darbenin beyni olan Devrim gazetesinin 10 ay önceki sayısında şöyle haykırıyordu:
“27 Mayısı gerçekleştiren zinde güçlerdeki Atatürkçülük ruhunu öldüremediler. Bunun içindir ki 27 Mayıs devam etmektedir ve mutlaka amaçlarına ulaşacaktır.” (26 Mayıs 1970)
Şimdi bir yanda 27 Mayıs benzeri kanlı bir darbenin hazırlığı içinde olacaksınız, sonra rahmetli Mahir Kaynak darbeyi MİT’e haber verince girişiminiz ifşa olacak, 3 gün sonra darbeye karşı darbe yapılacak, siz de bu darbeye zalim ve işkenceci diye karşı çıkacak ama taraftarı olduğunuz 27 Mayıs ve yapacağınız 9 Mart darbelerindeki işkence ve katliamları Atatürkçülük şemsiyesiyle meşrulaştıracaksınız.
27 Mayıs darbesinde bu ülkenin Başbakanı ile bakanları asılırken alkışlamadınız mı?
Halkın seçtiği Demokrat Partili vekiller tam kadro bir adaya doldurulup aylar boyu işkenceden geçirildiğinde bunun haklı hatta şanlı bir darbe olduğunu savunmadınız mı?
Yassıada’da vücudu işkencelere dayanamayıp ölenlerin ölülerine dahi kin duymadınız mı (msl. İstanbul Emniyet Müdürü Faruk Oktay)?
Sonra da kalkıp 12 Mart’taki işkencecileri “Sadist” diye damgalayıp mahkûm edeceksiniz.
Darbeyi biz yaparsak tadından yenmez ama bize karşı yapılırsa dünyanın en feci cinayeti, öyle mi? Samimiyet nerede bunun?
Oysa biz diyoruz ki:
27 Mayıs’ta da, 12 Mart’ta da, 12 Eylül’de de en başta milletin şahsına darbe yapıldı. Eğer bütün darbeleri lanetlemekte aciz kalırsak, sadece aleyhimize yapılan darbenin mücrimlerini suçlamak gülünç kaçar.Halbuki 21 Ocak 1972 tarihli The Daily Telegraph gazetesinde çıkan CIA destekli darbeler listesinde 1960 darbesinin karşısında aynen şöyle yazar: “CIA help in overthrow of Menderes government by General Gursel.” ‘CIA Menderes hükümetinin General Cemal Gürsel tarafından devrilmesine yardım etti’ demektir. Listenin en altında ise 12 Mart’ta CIA ajanlarının hükümetin askerin zoruyla istifasında aktif rol aldıkları yazılıdır. Sizin anlayacağınız, Mumcu gibi sosyalistlerimizin alkışladığı 27 Mayıs darbesini de, yine Mumcuların lanetlediği 12 Mart muhtırasını da, 12 Eylül’ü de yaptıran el aynıydı. Birini alkışlayıp öbürlerini lanetlemek Türkiye’ye mahsus bir aydın hastalığıdır ki, adına ‘solculuk’ diyoruz.
Necip Fazıl’a iftira atmak moda oldu
Mustafa Armağan
Ne de olsa Tek Parti devrinde değiliz. 1946’dan bu yana darbeler yüzünden ağır aksak da olsa yürüyen bir demokratik hayatımız var. Ağzı olan konuşacak elbette ama iftira atmamak kaydıyla. Lakin “Artık bu ülkede söz ve düşünce özgürlüğü kalmadı” diyenlerin en katısından fikir celladı kesildikleri ilginç bir dönemden geçiyoruz. Her türlü iftirayı atmakta hürdür kendileri ama siz belgeli de konuşsanız en adi taktiklerle susturmaya kalkarlar.
Geçenlerde emekli amiral Türker Ertürk bir televizyon programında Genelkurmay eski Başkanı, halen Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar Paşa’yı lisedeyken Kayseri’de Necip Fazıl’ı dinlemeye gitti diye suçlamaya soyundu. Neymiş, nasıl gidermiş, kendini gizlemiş vs. Gitmiş mi gitmemiş mi bilmiyorum doğrusu ama gitmişse de ‘helal olsun’ demekten başka bir şey çıkmaz fakirin ağzından. Suyu kaynağından içmiş demek ki.
İşin siyasî kısmından sarfınazar, bunun arkasından Necip Fazıl’ı karalamaya soyunuyor emekli amiral ve Üstadın Bahriye Mektebi’nden “ahlak” notu yüzünden kovulduğunu üzerine basa basa vurguluyor. “Ahlak notu” kelimesine özel bir anlam verecek şekilde vurgu yapınca gayri ahlakî davranışları ima ediyor.
Bu bayat iftira 1953 model. Aynı yıl Malatya hadisesi üzerine açılan davada savcı Cemil Bengü’nün iddianamesine sokuşturduğu bir iftira gele gele bugün bir emekli amiralin ağzına peleseng oluyor.
Bu iftirayı Babıali adlı kitabında savcıya en ağır şekilde mukabele ederken anlatır ve 13 sene önce Bahriye Mektebi’nden aldığı “tahsil vesikası”nı getirtip gözlere sokmuştur. Bu belgeyi yan tarafta göreceksiniz.
Birçok Necip Fazıl biyografisinde Bahriye Mektebi’ni bitirmediği şeklinde yanlış bir bilgi yer alır. Oysa bir namzed (hazırlık) sınıfından sonra 3 yıl yani toplamda 4 yıl olan okulu bitirmiş, ancak son sınıfı bitirdiği yıl yapılan bir düzenlemeyle okul müddeti 5 yıla çıkarıldığı için yeni konulan son sınıfı bitirmeden sınav kâğıtlarını boş bırakarak ayrılmıştır, yani kovulma diye bir olay yoktur.
Bizzat Necip Fazıl’ın isteği üzerine Deniz Kuvvetleri Komutanlığı tarafından kendisine 27 Şubat 1940 yılında yani Tek Parti devrinde verilen resmi belgede 487 sayılı BİTİRME BELGESİNİN muhteviyatı şöyledir:
“Yukarıdaki künyesi yazılı ve fotoğrafı yapışık Necip Fazıl Kısakürek’in mülga (yani kapatılmış) (Mekteb-i Fünunu Bahriye)nin namzed sınıfına 1 Eylül 1332 tarihinde kayıt ve kabul olunarak 1 Eylül 1333 tarihinde Güverte birinci sınıfa geçmiş ve o tarihte mevzuat mucibince (gereğince) üç sınıftan ibaret olan mektebun birinci, ikinci ve üçüncü sınıflarını ikmal ettiği künyesi kaydından anlaşılmıştır.
Dz. Hr. Ok. ve Ls. K.V. Yb. Zeki IŞIN”
Yani resmi belgeye göre Necip Fazıl, okulu normal süresi olan 4 yılda bitirmiş, ancak o sene bir yıl daha uzatılması üzerine devam etmeyerek ayrılmıştır ve bu resmi belge de bunun delilidir.
Peki, nerede “ahlak” notu yüzünden ayrıldığı kaydı? Hem de Necip Fazıl’ın artık itirazlarını kabarttığı Tek Parti devrinde bile verilen belgede böyle bir nottan bahsedilmediği, normal yolla ayrıldığı belirtildiği halde bu iftira neden atılır?
Üstelik mahkeme ilamından daha kesin bir delil de göstermektedir okulu bitirdiğine dair. Devrin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, Necip Fazıl’ın sınıf arkadaşıdır. Şöyle der: “Memleketin Devlet Reisini şahit gösteren bir adam, alnında en küçük bir leke bulunsa böyle bir davete cesaret edemez.”
Malatya davası savcısının gayesi budur zaten: Çamur at, izi kalsın.
Onlar çamur atacak, biz temizleyeceğiz. Başka çaremiz yok dostlar.
Amerikancı iftirası
Aynı kişi bu yetmezmiş gibi bir de Necip Fazıl üstada Amerikancı iftirasını atıyor ki, evlere şenlik, çünkü kesip biçiyor sözlerini ve bağlamından kopararak tamamen Bektaşi usulü bir operasyon yapıyor. Twitter hesabından paylaştığı bir ‘caps’e göre güya Necip Fazıl şöyle demiş:
Burada da söylemeye gerek yok ki alenen çarpıtıyor Necip Fazıl’ın söylediğini. Çünkü Üstad öyle demiyor. Ya ne diyor?
Güya “Amerikan politikasını korumakla mükellefiz” demiş 17 Temmuz 1959 tarihli Büyük Doğu dergisinde. Hayır, öyle demiyor, şunu diyor:
“Komünizmaya zıt bir dünya görüşü kerhen de olsa, Amerikan politikasını korumakla mükelleftir.”
“Komünizme karşı olan bir dünya görüşü kerhen de olsa Amerikan politikasını korumakla mükelleftir” diyor ve bunu Cumhuriyet Halk Partisi’nin politikası olarak söylüyor. Kendisi de buna kerhen katılıyor, çünkü aksi halde Sovyetler Birliği’nin pençesine düşeceğizdir.
Sonrasında da çarpıtılıyor sözleri Necip Fazıl’ın. Yazının aslını okuyunca işin gerçeği anlaşılıyor. Güya “Amerikan siyasetini tutmak biricik yol” demişmiş. Hâlbuki yazının aslında kelimesi kelimesine Üstadın sözü şudur:
“Halk Partisi devrinden beri, mutlak ve mecburi Amerikan siyasetini tutmak, Türkiye hesabına biricik doğru yol...”
Neymiş? CHP’nin tuttuğu yoldan bahsediyor. Ama usta bir makas araya girip oradan “Halk Partisi” kısmını çıkarıyor. Söz sanki Necip Fazıl’ın kendi kanaatiymiş gibi sunuluyor.
Bu upuzun yazıdan kesiklerle karşı karşıyayız. Sonraki paragraf ise aslında şöyle:
“Coğrafya ve tarihimiz, bizi, kapitalizma ve komünizma sistemleri arasındaki nihaî muhasebenin ana rakamını temsil edecek kadar nazik bir makamda bulundurduğuna göre, Amerika’dan bu makamın dolgun hakkını istemek ve nazlı bir sevgili muamelesi görmek biricik dikkatimiz olmalıydı. Olmadı; sanki Amerika tarafından boş bir araziye sevk edilmiş ve hudut bekçiliği almış boğaz tokluğuna çalışır bir millet olduk.”
Emekli amiralin cımbızlayarak aldığı ve bağlamını kaybettirdiği yazıda Üstad şunları söylemektedir:
“Bize düşen, kendi kendimize sahip olarak, Amerika’nın ebedî müttefiki, Amerikalının da “Sen sensin, ben de ben” tarzında dostu olmaktır. Amerikalıyı da böylece kendimiz için bir saadet unsuru kılmak... Yoksa belâ haline getirmek değil... Bunu en küçük milletler yaparken biz yapamazsak hazin olur. Amerika da ancak böyle bir şahsiyete maddî ve manevî itibar biçebilir. Yoksa gelip geçici menfaatleri bakımından alâkadar olduğu ve bir Amerikan bahriyelisinin iki yana açık bacakları arasındaki perspektif içinde mütalaa ettiği kadrodan ileriye geçemeyiz. Dış siyasetimizde Amerikan ve iç bünyemizde Amerikanizm politikasını, kendimizde tecezzi kabul etmez bir şahsiyet vâhidine göre ayarlamakta, devlet ve millet çapında kalkınışımızı kuşatacak derecede büyük ve her işe hâkim bir mâna gizlidir.”
Oysa o çarpıttığı yazıda Necip Fazıl’ın Amerika’nın nüfuzuna karşı söylediği şu sözleri makaslanmıştı:
“Hele lisaniyle, üslûbiyle, tipiyle, ruh haletiyle ve kendine göre kültürü veya kültür iddiasıyla Amerikalının içimize nüfuzu korkunç bir şeydir. Dolar kuvvetine dayanan ve sade Türkiye’de değil, dünyanın her tarafında kendisini hissettiren bu maddî ve aynı zamanda mânevî nüfuz belki Avrupa’nın ruhî sahada baş derdidir.”
Çarpıtmalara karşı uyanık olmak vazifemiz olmalı. Hele bu dönemde.
İyi bir yazar olmanın püf noktaları
Mustafa Armağan
Bugün yazmaya hevesli her yaştan gence seslenmek istiyorum. Çünkü günümüzde maalesef YAZAR ile YAZAN arasındaki fark giderek kayboluyor.
Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte eline her kalem alan yazı yazdığını zannetmeye başladı. Oysa her nasılsa yazı yazıyor olmak ile meslek olarak yazarlık arasında aşılmayı bekleyen İstanbul Boğazı kadar boşluk mevcuttur. Yazan ama yazar olmaya hevesli kardeşlerimize bir nebze de olsa yardımcı olmaktan gayri maksadımız yoktur.
Elbette her okuyan kişi yazacak değildir. Değil ama yazanlar da mutlaka okuyanların içerisinden doğar. Onun için yazar olmanın ilk basamağı okur, hem de iyi bir okur olmaktır deyip tavsiyelerimize geçelim.
Aşağıda okuyacağınız bir demet tavsiye, okumalarım ile 1979’da başladığım yazı tecrübelerinden damıttıklarımdır (böylece kalemimin 44 yaşına girdiğini söylemiş oluyorum). Ümid ederim ki ihtiyaç sahiplerine faydalı olur.
Bazı kitaplar bir kere, bazıları birkaç kere, bazıları da tekrar tekrar okunur.
Dünyanızı daima yeni yazarları keşfe açık tutun.
Kitap eleştirisi yazılarını okuyun, kültür ve yayın dünyasında neler olup bittiğini olabildiğince takip edin.
Yazdığınızı herkese söyleyin. Yazma cesaretinizin artmasına faydası olacaktır.
Kaleminizin sıcak kalması önemli. Bunun için mutlaka her gün yazın. Yazmaya başlamadan önce daima birkaç sayfa okuyun veya hoşunuza giden bir kitaptan birkaç sayfayı kopya edin.
Yazma sürecine yeni başlayanlar için en sık yakınma, ‘geç kalmışım, şimdiye kadar vaktimi boşa geçirmişim’ oluyor. Halbuki geçmiş geçmiştir. Zamanın arkasından yakınmak ve beyninize olumsuz duyguların sifonunu çekmek yerine dikkatinizi şimdi yapabilecekleriniz ile hedeflerinize teksif edin.
Çantanızda, masanızda veya koltuğunuzun kenarında bir defteriniz hazır dursun. Okuduklarınızdan altını çizdiğiniz kısımları onlara aktarın. Ayrıca not defterlerinizi ara sıra karıştırarak büyük bir deftere veya bilgisayarınıza geçirin. Böylece her aktarma esnasında hafızanızı yenilemiş ve bilgilerinizi havalandırmış olursunuz.
Bir alıştırma tekniği tavsiyesi: Saatinizi 5 dakika sonraya kurun veya cep telefonunuzdaki kronometreyi açın; bu 5 dakika zarfında hiç durmadan çılgınlar gibi yazın. Ama ciddiye alın bu işi. Yazdıklarınızdan mutlaka dişe dokunur bir malzeme çıkacaktır. Onu bulup işleyin.
Şimdi de bir ödev: Önce mesela Necip Fazıl’ın “Takvimdeki Deniz” ve Edip Cansever’in “Mendilimde Kan Sesleri” adlı şiirlerini veya Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” adlı yazısını bulup okuyun. Ardından kronometreyi kurup 5 dakika içinde okuduğunuz her üç metin hakkında neler yazabileceğinizi görün ve bunu ard arda birkaç defa deneyin. Sonuçları bu yazının altındaki yorum kısmında paylaşın.
Çoğumuzun şikayet ettiği, zaman baskısı altında yazmak zannedildiğinin tersine zihin konforunuzun yıkılması açısından çok değerlidir. Zihniniz de konfor ister, tıpkı bedeniniz gibi. Oysa sporcular nasıl antrenman yapa yapa performanslarını beş on misli artırabiliyorsa siz de bu tür zamana karşı yarışlar yapa yapa yazma potansiyelinizi azami (gençler ‘maksimum’ demeyi tercih ediyor) noktaya çıkarmak için zorlayacaksınız.
Çok yazıp sonra kademe kademe arıtıp süzmek Stefan Zweig gibi yazarların prensibidir.
Yazıda ifade çeşitliliğini sağlamak, okuyana bıkkınlık ve tekdüzelik hissini vermemek bakımından vazgeçilmez önemlidir. Onun için bir cümlede birbirini takip eden fiiller ve yardımcı fiillerde ve zaman kiplerinde tekdüzelikten kurtulun.
Mesela: “Yeni doğmuş bir adam gibi hissediyorum kendimi… Ve bu enerjim ondan ileri geliyor. Biz biliyoruz ki, sonların sonu bizimdir!.. Çünkü, arttığını zannettiğimiz küfür, tükenmez pekmezi tarzında, sulana, sulana büyürken, biz pekleşe, pekleşe büyüyoruz. Bu bakımdan hiç şüphe etmiyorum ki, istikbâl bizimdir!..”
Necip Fazıl’ın cümle kuruluşlarındaki çeşitliliği ders gibi inceleyin.
Üslupta monotonluktan uzak durun ki okurun dikkati diri kalsın; arada kelime oyunları veya iniş-çıkışlar yaparak dikkatini tazelemesine fırsat tanıyın.
Bir rüzgâr vermeye çalıştığınız cümlenizin hantallaşmasına mani olun. Bunun için pasif değil aktif (ettirgen) çatılı cümleleri tercih edin. Daha etkili olduğunu göreceksiniz.
Unutmayın: Yazı yazdıkça yazılır!
ABD gözüyle Putin ve Mustafa Kemal
Mustafa Armağan
Sizi bilmem ama benim için Yalçın Küçük’ün kitaplarını okumak yeni serüvenlere yelken açmak gibidir. Katılmadığım fikirleri katıldıklarımdan çoktur ama uzak olduklarımda bile büyük bir emek ve zekâ pırıltısı görmenin tadına varmak bambaşkadır. İşte 2002 tarihli Şebeke adlı kitabının “Amerika’nın Atatürk’ü” başlıklı bölümünde 20 yıl önce yatıp kalkıp tartıştığımız “Medeniyetler Çatışması”na katkısı olan Zbigniev Brzezinski’nin “Rusya ile Yaşamak” başlıklı makalesine dikkatimizi çekiyor (The National Interest, Eylül 2000).
2017 yılında ölen ABD’li stratejist Brzezinski bu makalesinde Rusya’nın hiç de kolay lokma olmadığını anlatıyor, “sakın Rusya’yı hafife almayın!” uyarısını yapıyordu Batı dünyasına. Rusya’ya diz çökertmenin Batı perspektifinden zannedildiği kadar basit bir mesele olmadığını söylüyor, adeta son Ukrayna savaşına kadar uzanacak bir dizi gelişmeyi o tarihte öngörüyordu.
Brzezinski daha önce kaleme aldığı Büyük Satranç Tahtası adlı kitabında Ukrayna’nın Rusya için arz ettiği siyasî, dinî, etnik ve jeostratejik önemi üzerine basa basa vurgulamış, “Bağımsız bir Ukrayna devletinin ortaya çıkışı yalnızca tüm Rusları kendi siyasal ve etnik kimliklerinin karakterini yeniden düşünmeye itmekle kalmadı, aynı zamanda bu, Rus devleti için hayatî bir jeopolitik gerilemeyi temsil etti” diye yazmıştı.
Ruslar için Ukrayna’yı kaybetmek Asya’ya kapanmak manasına gelecekti; nüfus ve coğrafya olarak Avrupa’dan uzaklaşmak manasına daha doğrusu. Ukrayna Savaşı’nı haklı görmesek de neden çıktığını bu çerçeveden bakınca anlayabiliriz
Lakin asıl önemlisi, şair Puşkin’in 200 yıl önce yaptığı Rusya’nın “tamamlanmamış bir ülke” olduğu tespitiydi. Anlamı, Rusya’nın her türlü ilerlemeye açık olmasıydı. “Her türlü ilerleme” ne demek mi? Tamamlanıncaya, tabii sınırlarını buluncaya kadar Rusya ilerlemeye devam edecekti velhasıl. (H. Carrere D’Encausse, Tamamlanmamış Rusya, Çev.: R. Uzmen, Ötüken, 2003, s. 215.)
Rusya ister Çarlık asırlarında, isterse Sovyetler Birliği’nin üç çeyrek asırlık ömrü zarfında olsun güçlü bir devlet ve ordu sistemi ile kurnaz bir “devlet aklı” tesis etmişti (ne de olsa Moğol Kağanlığının mirası üzerine oturmuştu). Rusya’yı hafife almak vaktiyle Napolyon’a da, Hitler’e de pek pahalıya mal olmuştu.
Osmanlı Devleti ile Rusya’nın siyasî ilişkilerini “Baltacı-Katerina” seviyesine indiren ‘aydınımsılar’ın kol gezdiği bir ülkede söylediklerimin çöle vaaz etmek gibi olduğunu bilsem de uyarmak zorundayım.
Tarihten ders almasını bilen Sultan 2. Abdülhamid 93 Harbinden sonra Osmanlı Devleti’nin Düvel-i Muazzama tarafından Rus tuzağına düşürüldüğünü fark etti ve ilişkilerini iyi tutmaya çalıştı ki doğrusu da buydu. Zira Avrupa bize istediğini yaptıramayınca Ruslara göz kırpıyor, onlar da topraklarımıza girip işgal ve katliama başlayınca aman deyip kucaklarına düşmemizi bekliyordu.
Putin’e “Atatürk
gibi ol!” mesajı
İşte Brzezinski sözkonusu makalesinde “tamamlanmamış Rusya”nın tahtına yeni çıkan Çarı Putin’in bir tahlilini yapmaya girişirken Türkiye ile Rusya’nın yakın tarihlerini de karşılaştırmalı olarak ele alır. Aslında doğrudan Türkiye’ye dair bir tahlil değildir “Living with Russia” adlı makale. Ruslara Osmanlı gibi değil, Türkiye Cumhuriyeti gibi olun tavsiyesidir. Yalçın Küçük’ün deyişiyle söylersek “sorunları Rusya’dır ve Osmanlı’nın yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nden ve Mustafa Kemal Paşa’dan, Rusya için dersler ve politikalar çıkarmak istemektedirler.” Diğer bir ifadeyle Putin’e Türkiye üzerinden ders vermektedir.
Çok ilginç olan bu kısmı “Amerikan politik elitinin Atatürk’e bakışı ve Atatürk anlayışı son derece çarpık görünüyor” diyen Küçük’ten özetlemek istiyorum:
1. Dünya Savaşı sırası ve sonrasında peş peşe yıkılan Rus ve Osmanlı İmparatorlukları arasında paralellikler kuruyor ABD’li yazar ama benzerlikler kadar ayrılıkları da gözetiyor. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış ama Atatürk bu imparatorluğu yeniden kurmaya reddetmişti. O bir imparatorluğu ihya etmek yerine ulus-devlet kurma yoluna gitmişti. Oysa Ruslar Sovyetler Birliği adı altında yeni bir imparatorluk kurmayı başarmıştı. Washington 2000’li yılların başında Rusya’ya “Atatürk gibi olun” demektedir, yani imparatorluk hayalleri peşinde koşmayın (Küçük, age, s. 288).
Bu düğümü biraz açalım, zira önemli:
Osmanlı İmparatorluğu’nun sonlarına doğru Jön Türkler imparatorluğun modern bir versiyonunu kurma yoluna gitti. Ancak 1. Dünya Savaşı’nda yenildiler. Mustafa Kemal liderliğinde bir kuşak bunun yerine modern ancak post-emperyal bir devlet kurma yolunu seçti. “Amerika’nın Atatürk dersinin can alıcı noktası, emperyal değil, post-emperyal bir vizyonu kabul etmesidir.”
“Post-emperyal”i ilk defa duyacaklara açıklayalım ki, terim imparatorluk iddiasından vazgeçmiş, bizzat M. Kemal’in deyişiyle “cihangirlik emeli beslemeyen” bir vizyonu dile getirir. Kısaca ‘Biz artık imparatorluk olmak istemiyoruz’ demektir.
Osmanlı’nın geri dönüşü
Bu kadarla sınırlı değil Brzezinski’nin tahlili. Şu üç noktayı vurguluyor:
1) Mustafa Kemal ve arkadaşları, geçmiş ile psikolojik bir kopuş gerçekleştirebilmek için büyük bir cüretle hareket etti; bu kopuş “emperyal ülkülerden vazgeçmek anlamındadır”.
2) Bunun üzerine Batı, Türkiye’yi itmedi, sürekli tekme tokat kovsaydı bu kopuş işe yaramazdı. Onu yanına çekti.
3) Bazı tersliklere rağmen iki taraf da sabırlı oldu.
Yalnız Amerikalı stratejistin bir tespiti üzerinde daha durulmalı: Rusya veya Türkiye’nin topraklarının pek kesin (precise) olmadığı, yani belirsiz olduğu iddiası da var. Bunun sebebi ise her ikisinin de bir imparatorluk geçmişinden geliyor olması. Yalçın Küçük bu tespitin aynı zamanda şu tehdit mesajını içerdiğini de söyler:
“Hem Ankara ve hem de Rusya ulus-devlet olmayı kabul etmedikleri takdirde, Dimyat’a pirince giderken eldeki bulguru unutmamalıdır, kaybedebilirler.”
Türkiye imparatorluk geçmişinden kopmuş, buna mukabil Rusya ona sıkı sıkı sarılmıştı. Sovyet İmparatorluğu bittikten sonra ABD tarafından Rusya ve Putin’e “Türkiye ve Atatürk gibi ol” mesajının verilmesinin manası, “sen de Türkiye gibi ulus-devlet modeline dönüp imparatorluk geçmişinden kop” demektir. Lakin Rusya geçmişinden kopmadı, Sovyetler döneminde kopmadığı gibi Putin’le birlikte Rusya Federasyonu döneminde de bilinçli olarak emperyal vizyona geri döndü (devlet armasında Çarlık armasına dönülmesi bu imparatorluk semptomlarından sadece biriydi).
Türkiye’nin imparatorluk geçmişinden kopmayı hedeflediği post-emperyal vizyon ise 1953 yılında İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamalarında ilk kez kırıldı. 1971’de Malazgirt zaferinin 900., 1999’da ise Osmanlı İmparatorluğu’nun 700. yıldönümü kutlamalarında iyice su üstüne çıktı.
Bugün o kırılmanın devamını yaşıyoruz. Kim ne derse desin İmparatorluk vizyonu geri geliyor. Hafıza peteklerimizin içi mehter marşlarıyla doluyor. Kopuş, bütünleşmeye dönüşüyor velhasıl.
Nuri Killigil’in fabrikasını kim havaya uçurdu?
Mustafa Armağan
Sosyal medyada ukalanın sürüsüne bereket.
Sen bir bilgiyi temin etmek için uğraşıp didinir, 9 köyden kovulmayı göze alırsın, birileri, cehaletlerine bakmadan ‘O olay öyle değil, doğrusunu öğren’ diye efelenir, ardından Google aramasında edindiği sözde ‘bilgi’yi fırlatıverir paylaşımının altına. Sonra gelsin rt’ler, beğeniler.
Bir de “teyid”, “doğrulama” gibi dürüstmüş pozu veren namlarla yazdıklarınızı doğrulayıp yanlışlamaya hevesli birtakım var ki evlere şenlik. Bunlardan birisi Nuri Killigil hakkında ortaya atılan (atanlardan biri de benim) “cenazesine devlet ricalinden kimse katılmamıştı” iddiasını çürütmeye kalkarken tam anlamıyla ‘batırmış’.
Neymiş efendim, aslında Nuri Killigil’in cenazesine devlet erkânı katılmış imiş! Gösterdikleri delil de gazete kupüründe yer alan bir fotoğraf. Altındaki cümle şu: “Dünkü cenaze töreninden bir intiba.” Fıkra bu kadar…
Resmin altında cenaze töreninden bir izlenim yazıyor, bunlar o törenin Nuri Killigil’in cenazesi olduğu hükmüne varıyor. Haberi okuyunca mesele anlaşılıyor. Evet, İçişleri Bakanı ve Çalışma Bakanı ile General Kâzım Orbay (vali vs. dahil) katılmış törene ama bu cenaze Nuri Killigil’in değil, patlamada hayatlarını kaybeden 10 işçinin cenaze törenidir. (5 itfaiyecinin cenazesi ise 4 Mart günü kaldırılmıştı.)
Bizim dediğimiz ve devlet adamlarının katılmadığı tören ise fabrikanın sahibi Nuri Killigil’in cesedinden nihayet bulunabilmiş anlamlı bir parçanın denizden çıkması üzerine ailesinin iştirakiyle düzenlenendi. Lakin bu törende yaşanan bir hadise ailenin yüreğini dağlamıştı. İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen bulunan gövde parçasının cenaze namazını kılmaya kâfi olmadığını söyleyerek namazın kılınmasının caiz olmayacağı fetvasını vermişti. Bunun üzerine aile ve dostları kendi aralarında bir tören düzenlemiş ve Nuri Paşa’nın bir çocuk tabutuna yerleştirdikleri vücut bakiyesi karşısında saygı duruşunda bulunarak son görevlerini yerine getirmiş, ardından Edirnekapı Şehitliğine götürerek defnetmişlerdi.
Dediğimiz buydu.
Peki fabrikayı kim havaya uçurmuştu?
Necip Fazıl’ın Büyük Doğu dergisinde mesele şöyle vaz ediliyordu:
“Nuri Paşa en son Mısır hesabına birtakım siparişler almış ve hatta bir rivayete göre Mısır hükümetinden mühim de bir avans çekmiştir. Bu takdirde ihtimaller (şunlardır):
Mısır ve Arap hükümetleri hesabına yapılan mühimmata karşı bir Yahudi tedhiş ve suikasdi.
Bir komünist suikasdi.
Nuri Paşa’dan dertli ve şikayetçi bir işçinin intikam hareketi.
Bizzat Paşa’nın, şu veya bu teneffu (çıkar) sebebiyle kendi öz malına kasd etmek istemesi.” (Büyük Doğu, 11 Mart 1949)
Büyük Doğu’ya göre son ihtimalde çıkar sebeplerini göstermek mümkün olsa bile Nuri Paşa’nın hadise anında ve içinde hayatını kaybetmiş bulunması noktasından ahmakça ve gülünçtür. 3. ihtimal pek zayıf, 2. ihtimal ise hafifçedir. “Yalnız ve yalnız 1. ihtimaldir ki 2. ihtimal ile bir arada önemlidir.
Patlamadan önce hükümet Arap ülkeleriyle kötü olmak istemediği için İsrail hususunda net bir tavır takınamıyordu bir türlü. Sütlüce’deki silah fabrikasında meydana gelen patlama, Türkiye’nin hangi tarafta durması gerektiğini biraz sert bir ihtarla ilgililere hatırlatıyordu. O zamana kadar İngiliz (Avrupa) taraftarı dengeli bir politika tutturmaya çalışan hükümet, bu Siyonist sabotajıyla Amerika’nın ve onun destekleyip kurdurduğu İsrail devletinin yanında olması ve Araplarla alakasını kesmesi hususunda kesin bir uyarı almıştı. (13 gün sonra ise bu defa Tekirdağ’da bir askerî cephanelikte patlama olunca durumu garipseyen İngiliz gazeteleri bile “Türkiye’de neler oluyor? Son günlerdeki patlamaların sebebi nedir?” sorularını sormaya başlamıştı.)
Nitekim patlamadan sonra Türkiye silah ihtiyacını ABD’nden temin etmeye yönelecek, dahası Nuri Paşa’nın çocuk tabutuna konulan cenazesinin defnedildiği gün alelacele İsrail devletini tanıyacaktı.
Mesaj alınmıştı.
Bir Atsız, iki Abdülhamid (5)
Mustafa Armağan
Şimdi akıl, anlayış, vicdan ve millî şuur sahibi olarak düşünelim: Böyle bir sonuca razı olunabilinir mi? Sultan Hamid, sürgün ettiklerine aylık da bağladığına göre, Anadolu’nun en sağlam havalı yerlerinden biri bulunduğu, ahalisinin dinç ve gürbüz yapısı ile belli olan Sivas’ta İsmail Safa’nın ölmesi Sultan Hamid’in kabahati midir? Verem olan İsmail Safa, İstanbul’da kalsaydı ölmeyecek miydi? Babasına karşı beslediği sevgi dolayısıyla, Peyami Safa’nın bazı özel düşünceleri olması tabiîdir. Fakat, her gün binlerce kişiye seslenen bir yazarın, Sultan Hamid gibi büyük bir padişahı, Osmanlı sultanlarının en cahili ve kanlısı diye göstermeye kalkması, doğru mudur?
“Bu dünyada herkes birçok şeyin cahilidir. Yeter ki kendi işinin cahili olmasın.”1 Kendi işinin ehli olduğunu bin bir delille isbat etmiş bulunan Sultan Hamid ise asla cahil değildir. Onun bir yüksek okul ve hattâ lise diploması yoktu. Fakat özel öğretmenlerle hayattan ve içinde yetiştiği büyük ve muhteşem hanedandan çok cevherli şeyler öğrenmişti. Ressam, hattat ve musikişinas idi. Doğu ve batı dillerinden bazılarını biliyordu. Kurduğu çok değerli Yıldız Kütüphanesi, bugün, Üniversite Kütüphanesinin temelini teşkil etmektedir. Bayazıd Umumî Kütüphanesi’ni de yine o kurdu. Yani Sultan Hamid, Türk kültürüne kütüphane kurarak, pek çok okul açarak ve ilmî eserler yazdırarak hizmet etti.
Onun kaatil olduğu yalan, kızıl sultan olduğu iftiradır. Avrupalıların ve Ermenilerin yakıştırdığı kızıl sultanlığı benimsemek, onların emellerine hizmet etmek olmaz mı? Sultan Hamid, kızıl değil, “Gök Sultan”dır. Herkeste bulunması mümkün ufak tefek kusurlarını şişirip erdemlerini inkâr etmekle ne Türk tarihi, ne de Türk milleti bir şey kazanır.
(Peyami Safa’nın babası) İsmail Safa, İngiliz-Boer savaşında, İngilizlerin bu başarısını, onların elçiliklerine giderek tebrik ettiği için, Sultan Hamid tarafından, haklı olarak, sürgün edilmiştir. Belki İsmail Safa, o zaman, İngilizlerin nasıl bir Türk ve Müslüman düşmanı olduğunu bilmiyordu. Fakat, geniş haber alma imkânları ile her şeyi bilen Sultan Hamid, memleket aydınlarının düşman elçilikleriyle temasına müsaade edemezdi. Şimdi insafla düşünülsün: Hiçbir sebep yokken, sırf yurtlarındaki elmas madenlerini zaptetmek için, bir avuç Boer’e büyük ordularla saldıran İngiltere’yi tebrik etmek hangi hürriyetçilik anlayışının sonucudur? O günkü İngiltere’yi Boer’leri yendi diye tebrik etmekle, bugünkü Moskofları Finlere karşı başarılarından dolayı alkışlamak arasında ne fark vardır?
Merhum Gök Sultan Abdülhamid Han, bütün hayatında bir fikir, devleti ayakta tutmak ve hazırlanmak için yaşadı. Siyasî dehası ile Avrupa’yı ve Moskof’u oyalıyor, bir yandan da demiryolu ve okul ile Türk milletini kuvvetlendirmeye çalışıyordu. Sultan Hamid ile onun düşmanları olan hürriyetçileri ölçüştürmek için, yalnız şu noktaya bakmak yeter:
Hürriyet kahramanları(!), hürriyeti yok edip yüzlerce masumu astırdıktan sonra, savaşa soktukları devlet yenilince, hırsızlar gibi kaçtılar. Gök Sultan, bir tek siyasî idam yapmadan, en korkunç siyasî güçlükleri atlatarak 33 yıllık saltanatında devleti ayakta tuttuktan sonra tahtından indirilirken, Moskof çarının Rusya’ya davetini; Selanik’ten Alman gemisiyle İstanbul’a gelirken de Alman İmparatorunun davetini reddederek vatanında bir sürgün ve mahpus gibi yaşamayı tercih etti.
Türkiye, dört sınırında yangınlar olan bir ev, Sultan Hamid, o yangınların eve bulaşmaması için hızla koşarak ateşe su serpen, kum döken ve keçe kapatan bir savunucu idi. Bu koşuşmaları sırasında yoluna çıkan bir iki çocuğa çarpıp düşürdüyse, suç onun değildir. Çünkü, yurdun çevresindeki yangınlar göğe yükseliyor ve Gök Sultan, alevleri içeri sokmamak için didiniyordu. Ve sokmadı da... Ne diyelim? Durağı cennet olsun...”
Biz de bu duaya amin diyelim ve Atsız’ın 1947 tarihli “Büyük adam” başlıklı yazısındaki notla yazımızı noktalayalım:
Değersiz Gedik Ahmed, haksız yere böyle şişirildiği gibi, II. Abdülhamid de haksız yere küçültülmüş, müstebit, zalim, hattâ hâin gibi gösterilmiştir. Bu da İttihatçıların propagandası sonucudur. Hâlbuki son zamanlarda yapılan bazı ciddi ve ilmî yayınlar, Sultan Abdülhamid, lehinedir. Henüz şahsiyetinin değerini tam manâsı ile bize bildirecek bir kitap yazılmamış olmakla beraber, şimdiden şu gerçeği kabul edebiliriz ki, İttihatçıların idare edemeyerek dokuz on yılda mahvettikleri imparatorluğu 33 yıl dağıtmadan tutabilmiş olmakla, Abdülhamid büyük bir iktidar sahibi olduğunu göstermiş ve aleyhindeki yayınların haksız olduğunu ispat etmiştir. Hele kanlı oyunlara asla girmemesi de, kıyıcı olduğu hakkındaki iddiaları çürütecek bir delildir. Bundan başka, mevkiinin sorumluluğunu iyi kavramış bir kimse idi. İstanbul’a yürüyen ve içinde düzenli kuvvetlerden çok Rumeli’nin türlü soylara mensup başıbozuk döküntüleri bulunan Hareket Ordusunu dağıtmak, Abdülhamid’in elinde idi. Fakat saltanatını korumak için bile olsa, buna yanaşmadı. Paşaları, çok kuvvetli muhafız kıtalarını Hareket Ordusu üzerine yürütmek için izin istemişler, fakat o, halife olmak dolayısıyla Müslümanı Müslümana kırdıramayacağını söyleyerek bunu reddetmişti.” (Özleyiş, Sayı 6, Mart 1947’den Türk Ülküsü, Ötüken: 2011, s. 59-60.)
Sonuç
Bu yazı dizisinde maksadım, bir yandan aynı kalemden çıkan iki metnin çeyrek asırlık yolculuğu sırasında yaşadığı değişiklikleri yansıtırken, diğer yandan Sultan Abdülhamid hakkında konuşmanın 1942 ile 1966 yılları arasında nasıl bir değişim geçirdiğini nazar-ı dikkatinize arz etmekti. Türkçü ideolojinin Cumhuriyet devrindeki en keskin kalemi Atsız’ın Tek Parti zulmü altında biraz sakınarak da olsa sazın tellerine vuran cesur parmakları, aradaki 27 Mayıs darbesine rağmen demokratik düzende açılmış ve bir zamanlar hakkında konuşmanın cesaret istediği Sultan Abdülhamid’in yarım asırdır üzeri örtülen hizmetlerini sağır sultana duyururcasına haykırmayı bilmiştir. Benim yaptığım her iki metni peş peşe vermek suretiyle Sultan Abdülhamid’i yalnız İslamcı/Müslüman aydınların değil, Türkçülerin de en baştan beri savundukları tezimi ispatlamaktan ibarettir vesselam.
1 Bu güzel söz, Sultan Hamid’in küçük oğlu Mehmed Âbid Efendi’ye aittir. Âbid Efendi 17 Eylül 1905’te İstanbul’da doğup 8 Aralık 1973’te Beyrut’ta ölmüş, Şam’da Selimiye (Camii) haziresine gömülmüştür.
Bir Atsız, iki Abdülhamid (4)
Mustafa Armağan
Sultan Hamid’i iyice anlamak için tahta çıktığı zamanı iyi bilmek lâzımdır. Sultan Aziz’in son zamanlarındaki çöküntü sırasında, memleketi yürütmek için beliren iki akımdan liberalizmi V. Murad, muhafazakârlığı II. Abdülhamid temsil ediyordu. Liberaller, İngiltere ve Fransa’ya bakarak parlamento ile her şeyin düzeleceğine inanıyor, muhafazakârlar, 30 milyonluk imparatorlukta 10 milyon Türk’ün hâkimiyetini sağlamak için mutlak idareye lüzum görüyordu. Masonlar, Sultan Murad’ı da mason yapmışlardı. Gerçek yüzünü Sultan Murad’a göstermeyen masonluğun arkasında ise Yahudilik ve Avrupa emperyalizmi vardı. İlk Meşrutiyet Meclisindeki Hıristiyan mebuslar, Türkiye’nin bir an önce parçalanması için Ruslar ile savaşa şiddetle taraftar olmuşlardı. Ve gerçekten de neredeyse imparatorluk dağılacaktı. Sultan Hamid, bunu gördükten sonra, meşrutiyeti devam ettirseydi, elbette ki yanlış bir iş yapmış olurdu.
Müslüman olmayan mebuslarla birlikte, dışardan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçiliklerine de set çekmek üzere Meclis’i kapatması, Sultan Hamid’in en büyük başarısı ve hizmetidir. Bu meclis kapatılmasaydı ne olacaktı? 8 milyon Hıristiyan ve 12 milyon Müslüman yabancıya karşı, kültür seviyesi hepsinden geri 10 milyon Türkle bu devlet nasıl tutulacaktı? Demokrasi bir çoğunluk rejimi olduğuna göre, Türklerden çok olan Araplar, meselâ, resmî dilin Arapça olmasını teklif etseler ve Arnavutları da yanlarına alsalar, sonuç ne olacaktı? Bütün Türk olmayanlar birleşerek Osmanlı İmparatorluğunun Avusturya-Macaristan gibi federatif bir devlet olmasını isteseler, bunun nasıl önüne geçilecekti? Karışmak için fırsat gözleyen Avrupa devletlerini kışkırtmak üzere demokratik nümayişler yapılsa, bu ne ile önlenebilecekti? İşte Sultan Hamid, Meclis’i kapatarak bütün bu tehlikeleri önledi ve tahtından indirilmeseydi daha da önleyecekti. Fakat onun hizmeti bu kadar da değildi. 1877-1878 savaşından yenilerek çıkan Osmanlı ordusunu, o zamanın en mükemmel silâhları ile meselâ mavzer tüfekleriyle silâhlandırdı. Denizci devletlerin ve Rusların denizden yapmaları mümkün taarruzlara karşı, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı tahkim etti.
Ve, Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlerle Fransızların 18 Mart 1915 saldırıları bu istihkâmlarla durduruldu. Mükemmel kurmaylar yetiştirdi. 1914-1918 savaşı ile İstiklâl Savaşı’nı bunlar idare ettiler. Sultan Aziz’in, Ruslarla çarpışıp Kırım’ı kurtarmak için hazırladığı donanma, denizcilik tekniğinin değişmesi karşısında değerini kaybetmişti. 8-10 mil giden gemilerle artık iş görülemezdi. Bunları kadro dışı ederek iki zırhlı ile iki kruvazör aldı. Büyük Osmanlı borçlarının üçte ikisini ödedi. Pek çok okul açtı. Pek çok yol ve köprü, ayrıca hastahane ve çeşme gibi hayrat yaptırdı. Görülmemiş bir haber alma şebekesi kurdu. Yabancı elçilerden bile casusları vardı. Avrupa’da kuş uçsa haberi oluyor, aleyhimizdeki kararları önceden öğrenerek tedbirini alıyordu. Hilâfeti, Osmanlı Hanedanından almak için Mısır’da kurulan gizli bir derneğin üyelerinden biri Sultan Hamid’in adamlarından biri idi.
Balkanlıların mezhep ve milliyet ayrılıklarını körükleyerek birleşmelerine engel olduğu gibi; İngiliz, Alman ve Rusları da birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerini engelledi. Bunları yaparken de vezirlerinden, paşalarından kimseye güvenmemekte ne kadar haklı olduğunu zaman göstermiş ve koca vezirler, hiç sıkılmadan, yabancı elçiliklere, konsolosluklara sığınmışlardı. Çok namuslu ve dindar bir adam olduğu için, asla kan dökmemiştir. Mithat Paşa’yı öldürttüğü hakkındaki söylenti iftiradır. Gerçi o, Mithat Paşa’dan şüphe ediyor, onun Sultan Aziz’i öldürtmüş olduğuna inanıyordu. Fakat, dindar bir insan olarak, kan dökmekten, bütün hayatınca çekinmiş, Mithat Paşa ile arkadaşlarının idam kararlarını müebbet hapse çevirmişti. İsteseydi idam kararını imzalayamaz mı idi? Buna hangi kuvvet engel olabilirdi? Bunu yapmayarak sonra, Taif’te suikasta girişecek kadar az zekâlı mı idi? Memleketi doğudan tehdit eden Moskof emperyalizmi ile batıdan tehdit eden Avrupa emperyalizmi ve onun temsilcisi İngiltere’ye karşı devleti savunan Sultan Hamid, ayrıca azınlıklar ve gaafil hürriyetçiler ile de uğraşmaya mecbur olmuş, güneyden gelen siyonizme de göğüs germiştir.
Sultan Hamid için Osmanlı İmparatorluğunu, soyumuzun düşmanı Moskoflarla hilâfetin düşmanı İngiltere’ye, devletimizin düşmanları siyonizme ve azınlıklara, rejimin düşmanı hürriyetçilere karşı savunmak meselesi ve vazifesi vardı. Bunun için de, kendisinin devlet başkanı kalması gerekti. Kendisi çekilirse, devletin tutunamayacağı hakkındaki düşüncesinin doğruluğu, çok geçmeden gerçekleşmiştir. Şimdi, bu kadar büyük bir dâvânın karşısında, Peyami Safa’nın ileri sürdüğü İsmail Safa’nın sürgün edilmesi gibi hâdiselerin ne ehemmiyeti olabilir? İsmail Safa ne istiyordu? Oğlunun iddiasına göre hürriyet! Yani meşrutiyet, serbest seçim. Yani bir alay Arap, Arnavut, Ermeni, Rum, Bulgar, Yahudi ve Sırp’ın Türkiye’nin kaderi hakkında söz sahibi olması... (Devam edecek)
Bir Atsız, iki Abdülhamid (3)
Mustafa Armağan
Birinci Dünya Savaşı’nda düşman donanması Çanakkale Boğazı’nı zorlarken ve durum buhranlı iken, hükümetin Anadolu’ya taşınması düşünülmüş ve o zaman Beğlerbeği Sarayı’nda münzevî bir hayat yaşayan Abdülhamid’e, kardeşi V. Mehmed tarafından bir heyet gönderilmişti. Bu heyet, sonradan paşa olan Talât Beğ’in başkanlığında idi ve durumu anlatarak Anadolu’ya geçmenin zaruretini söyleyecekti. Abdülhamid, heyeti sükûnetle dinledikten sonra şunları söyledi: “Ceddim Fatih Hazretleri İstanbul’u alırken son Bizans İmparatoru şehirden kaçmayı düşünmemiş, ordusu başında ölmüştür. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki bu şehri bırakmayı düşünüyoruz? Osmanlı Hanedanı İstanbul’u terk ederse bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime söyleyin: İstanbul’dan bir adım bile dışarı atamam!” Abdülhamid, öldüğü zaman, kendisine yapılan içten gelen muhteşem tören, onun hâtırasına karşı ve uğradığı haksızlıkları tamir için gösterilmiş bir saygı idi. Bu hazin törende eski düşmanları olan ve kendisini tahttan indiren İttihatçıların iki büyük siması, Talât Paşa ve Enver Paşa, hüngür hüngür ağlamışlardır. Sultan Hamid, gaflet ne kelime, en uyanık ve şuurlu insandı. Yıldız tepesinden tek başına Osmanlı İmparatorluğu’nu idare etti. Okullar, yollar ve ilmî yayınlar ile onu yüceltmeye uğraştı. Kuvvetli kurmay subaylar hazırladı. Ermenileri sindirdi. Balkan milletlerini birbirine düşürerek aleyhimizde birleşmelerine engel oldu. Avrupa devletlerini kukla gibi oynattı. Türkiye’de ve Avrupa’da kuş uçsa haberi olurdu. İngiliz entellijensini gölgede bırakan bir haber alma şebekesi kurmuştu. Değerli insanları korudu. Para ile düşmanlarını kul haline getirdi. Çok namuslu idi. Kadınları asla devlet işlerine karıştırmadı. Kan dökmedi. Kimsenin ekmeği ile oynamadı. Böylelikle 33 yıl, içten güçsüz ve dıştan tehlikelerle çevrili imparatorluğu ayakta tuttu. İslâm dünyası üzerinde öyle bir otorite kurdu ki, Avrupa devletleri bu nüfuzdan çekinir oldular. Onun kudreti sayesinde İstanbul ve Rumeli Hıristiyanları Türklere karşı bir aşağılık duygusu içinde idiler. Her ay yüzlercesi, kendi istekleriyle, Müslüman oluyorlardı. Tahttan indirilmese ve aynı otorite ile devleti on yıl daha idare etseydi Balkan Savaşı çıkmayabilir, Türkiye Birinci Dünya Savaşı’na girmez ve bu suretle imparatorluk kaybedilmezdi. Sözün kısası, II. Abdülhamid, gafletin ve bîçareliğin zıddı ne ise, onun en muhteşem temsilcisidir.”
Fark ettiniz elbette. Bu defa müellifin elindeki kalemin kanatları kılıçlaşmış, ifadeler alabildiğine keskinleşmiş, tavır haddeden geçip netleşmiş, istikamet ayan beyan ortaya konulmuş. İlkindeki “Abdülhamid o kadar fena bir pâdişah değildi” cümlesindeki apolojetik tavır gitmiş, kılıcını çekmiş bir Atsız yazısı çıkmıştır ortaya.
1942 Temmuzundaki siyasî baskının sıkı sıkıya kapattığı düdüklü tencerenin kapağı patlamış, kalem rahatlamış ve kanatlanmış, çeyrek asır önce “o kadar da fena bir padişah değildi aslında” dengeciliği yerini “II. Abdülhamid, gafletin ve bîçareliğin zıddı ne ise, onun en muhteşem temsilcisidir” nihai hükmü almıştır.
Gerçekte en sıkı dönemlerde bile sözünü budaktan esirgemeyen bir kalem olan Atsız’ın savaş çanlarının çaldığı Temmuz 1942 Türkiye’sinde fikrini ihtiyatlı bir dille getirmesini anlayabiliyoruz.
Öte yandan; Türkiye’nin çok partili hayata girmesinden sonraki rahatlama ortamında kaleme aldığı bir başka Sultan Abdülhamid metni ise Ocak dergisinin 11 Mayıs 1956 çıkan 11. sayısındaki Abdülhamid Han (= Gök Sultan) başlıklı nispeten daha uzun yazısıdır ki, Tanrıdağı dergisinde çıkan ilk okuduğunuz yazıdan sonraki rahatlama ve silkinişin derin izlerini taşır. Ocak’taki 1957 tarihli metnin yazının Türk Tarihindeki Meseleler’deki düzenlemede esas alındığı düşünülebilir. Onu da okumak faydalı olacaktır:
Abdülhamid Han (= Gök Sultan)
TOPLUMUN en büyük haksızlığına uğramış tarihî şahsiyetlerden biri, II. Abdülhamid’dir. Kendisinden önceki devirlerin ağır yükünü omuzlarında taşıyan, en güvenebileceği adamların ihanetine uğrayan ve dağılmak üzere olan içi dışı düşman dolu bir imparatorluğu 33 yıl sırf zekâ ve hamiyeti ile ayakta tutan bu büyük padişah kaatil, kanlı müstebit, kızıl sultan, cahil ve korkak olarak tanıtılmış, daima aleyhinde işleyen bu propagandanın tesiriyle de böyle tanınmış talihsiz bir insandır. Daha ilkokul sıralarında belirli bir propagandanın te’sirinde kalmaya başlayarak, yaşları ilerledikçe aynı telkinler ile büyütülen nesillerin, o propagandanın yalanlarını bir gerçek gibi benimsemelerinden tabiî ne olabilir?
Öğren yavrum ki On Temmuz bayramların en büyüğü,
Esir millet böyle bir gün zincirini kırdı, söktü.
Ondan evvel geçen günler, bilsen yavrum ne siyahtı.
Milletin her iyiliğini düşünecek padişahtı;
Hâlbuki o zaman sultan, insan değil, canavardı,
Canlar yakar, kan dökerdi, millet ondan pek bîzârdı! gibi saçmalar, kim bilir hangi kırılası kalemlerle yazılarak okuma kitaplarına geçiyor, körpe beyinlere Sultan Hamid düşmanlığı aşılıyordu. Bu düşmanlığı aşılayanlar ilk önce İttihatçılar, yâni hürriyet kahramanları(!) yâni Sultan Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu 10 yılda dağıttıktan sonra memleketten kaçan kişilerdi. İttihatçılardan sonra da Ermeniler, Rumlar, Yahudilerdi. Yâni, yabancıları işe karıştırarak Türkiye’yi batırmak için Osmanlı Bankası’nı basan, Anadolu’da kargaşalık çıkaran ve Avrupa’nın gık demesine meydan vermeden Sultan Abdülhamid tarafından tepelenen Ermeniler; yani Balkanlar’a saldırıp karışıklık çıkarmak ve yine yabancıların da işe karışması ile Türkiye’yi parçalamak isterken Sultan Hamid tarafından 1897’de tepelenen Yunanlılar (ve bizdeki adı ile Rumlar); ve Filistin’de bir Yahudistan kurmak teşebbüsleri Sultan Hamid tarafından önlenen Yahudilerdi. Sultan Hamid, bin türlü siyasî tertiple bu azınlıkların azgınlıklarını yere sererken, onlarla birleşerek padişahı tahtından indiren kabadayılar:
Türk, Musevi, Rum, Ermeni,
Gördük bu rûz-ı rûşeni! şarkısının, bu unutulmaz ahmaklık ve ihanet bestesini söyleyerek meydanları çınlatıyor, Birinci Dünya Savaşı ile mütarekesine kadar Musevi, Rum, Ermeni vatandaşların nasıl bir “rûz-i rûşen” beklediklerini anlamamak, anlayamamak gibi bir alıklıkla bir imparatorluğu idare ettiklerini sanıyorlardı.
(Devam edecek)
Harf inkılabını tartışamayacak mıyız?
Mustafa Armağan
Mahir Ünal’ın, memleketi Kahramanmaraş’ta düzenlenen Kitap Fuarı’nda harf ve dil devrimlerinin (ikincisine ağırlıklı vermek suretiyle) “düşünce setlerimizi tahrip ettiğine” dair son derece makul değerlendirmesi üzerine koparılan fırtınanın nasıl sonuçlandığını görünce insanın bu ülkede vesayet rejiminin kalkmadığına inanası geliyor.
Ne oluyoruz? Bu ülkenin aydını günlük hayatının kılcallarına kadar etkisini sürdüren devrimleri eleştiremeyecek midir? Eleştiremeyecekse bu Harf İnkılabını niye yaptılar? Dillerine pelesenk ettikleri “Aydınlanma” uğruna değil mi? Aydınlanma da Kant’ın dediği gibi insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanması değil miydi? Ben aklımı bir vâsiye veya vesayetçilere emanet etmiş veya kiraya vermişsem nasıl “aydınlanmış” olacağım, söyler misiniz?
Türkiye’ye Aydınlanmayı getireceğini söyleyerek yola çıkan Kemalizm/Atatürkçülük sonunda anti-Aydınlanmacı bir gericiliğe teslim olmuş oldu. Kendi teslim oldu, yetmedi, ülkeyi de rehin almaya kalkışıyor. Buna izin mi vereceğiz?
Bir ülkede siyaset edenler kendilerince bir karar almış olabilir. Ancak bu kararı ebedileştirmeye, velev ki anayasa olsun, hakları yoktur. Değişen iç ve dış şartlar ışığında toplum daima yeni değerlendirmelerde bulunup farklı bir karar alma hakkına sahiptir. Eğer “biz onaylamadıkça karar alamaz” deniliyorsa o zaman siyaset niye var? Seçimler niye yapılır? Partiler niye kurulur? Sivil toplum kuruluşları ne işe yarar? Bilim adamları necidir?
Tek Parti rejimi 1945 yılında ABD’nin San Fransisco’dan dürtmesiyle kısmen değişmek zorunda kaldı (kendisine “son padişah” denilen İnönü’ye kalsa ebediyen devam edecekti). Gelin görün ki aradan 80 yıla yakın zaman geçtiği halde Tek Parti’nin tektipçi ideolojisi bir hayalet gibi ülkenin üzerinden ayrılmıyor. Defalarca söylediğimiz gibi Tek Parti ideolojisinin ürünü ders kitapları hâlâ okutulmakta. Hatta bazı bakımlardan İnönü devri ders kitaplarından bile geriye gittiğimizi söyleyebilirim.
Cumhurbaşkanı İnönü şahsını öne çıkarmak saikiyle de olsa tarihin normalleşmesi yolunda ciddi adımlar atmıştı. Prof. Enver Ziya Karal’ın 1945 tarihli liseler için Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı ders kitabına göz gezdirince insan gözlerine inanamıyor. Neden mi? İzmir’de Yunana ilk kurşunu sıktığı söylenen Hasan Tahsin’in adı geçmediği gibi ilk kurşunu -sıkı durun- atan Türk genci neredeyse suçlanmaktadır da ondan! İnanmayanlar için cümlenin aynısını yazıyorum:
“15 Mayıs sabahı Yunanlılar İzmir’e, Rumların çılgınca gösterileri arasında çıktılar. Bu gösteriler karşısında kendini tutamayan bir Türk vatanseverinin attığı kurşun Yunanlılara önceden tasarlamış oldukları korkutma hareketine geçmeleri için vesile oldu.” (s. 15-16)
Aynı kitapta 1. Cumhurbaşkanının 8 fotoğrafına mukabil 2. Cumhurbaşkanının 7 fotoğrafı bulunduğunu söyleyeyim de tarihte “normalleşme”den neyi kasdettiğimi netleştireyim. İnönü 40’larda “denkliği” sağlamış gibidir.
Madem Harf İnkılabı’nı tartışmaya başladık, soralım: Harf İnkılabı neden yapılmıştı?
Yok Arap harflerinin öğrenilmesi zordu, yok “kargacık burgacık”tı. Cümle âlem biliyor ki, bunlar kuzuyu yemeyi aklına koymuş kurdun sudan bahaneleridir:
Bir kere kimsenin Kur’an’ın alfabesine hakaret etmeye hakkı yoktur.
Zor diye bir milletin alfabesi zorla değiştirilmez. Çin ve Japonya gibi zor olduğu bilinen alfabelerine göre sıkı bir eğitim verir ve pekala dünya lideri olursun.
Harf İnkılabında amaç, Mete Tunçay’ın dediği gibi “İslam ile bağımızın kırılması”dır.
Son olarak 94 yıllık bir itirafı beraberce okuyalım: İlk defa tamamen Latin harfleriyle çıkan 1 Aralık 1928 tarihli Cumhuriyet gazetesinin başyazısından aynen aktarıyorum:
“Düşünmeli ki bu yazı inkılâbı sayesinde aziz Türkiyemiz bir seneden az bir zaman zarfında medeniyetin ve marifetin hakiki anahtarını elde etmiş olmak noktasından tamamen Avrupaya benzeyecektir.”
Mesele “ağaç” değilmiş değil mi?
Bir Atsız, iki Abdülhamid (2)
Mustafa Armağan
İmlasına varıncaya kadar aynen aktardığımız 1942 metninde o devre göre cesurane ama yine de dikkatli, ihtiyatlı, teennili bir dil kullanıldığı gözden kaçmıyor. Son iki cümle yazıdaki umumi tavrın bir özeti mahiyetinde: “Abdülhamid o kadar fena bir pâdişah değildi. Yâni bu kadar fena gösterilmek istenen Abdülhamid bile gafil ve biçâre değildi.”
Şimdi Atsız’ın aynı yazıyı künyesini vererek sanki aynı yazı imiş gibi, yani genişletip tadile tabu tuttuğunu, bu arada bazı kısımlarını da çıkardığını söylemeksizin aynen 1966 yılında Türk Tarihinde Meseleler adlı kitabına aldığı şekliyle okuyalım:
Atsız çeyrek asır sonra Sultan Abdülhamid’i nasıl anlattı?
“II. Abdülhamid: Söylendiği ve yazıldığı gibi kötü bir hükümdar değil, aksine büyük ve dâhî bir imparatordur. Onun hakkında, henüz, bütün belgeleri gözden geçirerek hazırlanmış tarafsız bir inceleme yapılmamıştır. 1908 Meşrutiyetinden beri “Vur abalıya!” kabilinden aleyhine söyleyip yazmak moda olduğundan Abdülhamid’in görülmedik derecede fena, kan dökücü bir padişah olduğu inancı uyanmışsa da, bu, tamamen yanlıştır. Sultan Hamid’in fena olduğunu yazanlar, onun düşmanları olan İttihatçılardır. Yani Abdülhamid’in 33 yıl ayakta tuttuğu imparatorluğu batırıp memleketten kaçanlardır. Abdülhamid, kendini savunmamış ve zaman onu haklı çıkarmış olduğu için bugün bir mazlum haline gelmiştir. II. Abdülhamid’in haricî ve malî siyaseti dâhiyane, maarif ve bayındırlık siyaseti mükemmeldi. Büyük Avrupa devletlerini birbirine düşürerek Türkiye aleyhine birleşmelerini başarı ile önledi, Avrupalı siyaset adamlarından, elçilerinden, gazetecilerinden para ile elde ettiği adamlar sayesinde, Batılıların hakkımızdaki karar ve düşüncelerini her zaman vaktinde öğrendi, bu kararları bozmanın ve önlemenin yollarını buldu. Denilebilir ki II. Abdülhamid, Avrupa devletlerini avcunda tutmuş ve onları istediği gibi oynatmıştır. Malî siyaseti de böyledir. Sultan Aziz çağında alınan borçların üçte ikisini ödemiştir. Geriye kalan üçte birinin ödenmesi Cumhuriyet zamanının ortalarında tamamlanmıştır. Abdülhamid zamanında paramızın değeri yüksekti. Yüz kuruşluk lira 108 kuruşa geçiyordu. 33 yılda aşağı yukarı, hiçbir şeyin fiyatı değişmemiştir. Bazı aylar aylık verilemediği halde, memlekette açlık ve sefalet denilen şeyler bilinmiyordu. Abdülhamid zamanında açılan okullar ile yapılan ilmî yayınlar, şaşılacak kadar çoktur. Sicill-i Osmanî, Kaamûsü’l-Âlâm, Kaamûs-i Türkî, Lehçe-i Osmânî gibi hâlâ ilk elde başvurduğumuz ana kaynaklar bu zamanda yayınlanmıştır. Sonra, padişah olur olmaz Hamidetü’l-Usûl adı ile tarih metodolojisine ait bizdeki ilk eseri hazırlatması çok dikkate değer. Abdülhamid’e en büyük kusur olarak, Meclis-i Meb’ûsân’ı kapatması gösterilmektedir. Hâlbuki Meclis-i Mebûsân’ı kapatması Sultan Hamid’in en uzak görüşlü, milliyetçi ve dâhiyane hareketlerinden birisidir. “Meclisi kapattı, antidemokratik hareket etti, müstebit padişahtı!” teranesi, sathî görüşlülükten ve demagojiden başka bir şey değildir. Bu meclis kapanmasa ne olacaktı? Osmanlı İmparatorluğu medeniyet yolunda en üst dereceye mi çıkacaktı? Aksine, Türkiye İmparatorluğu XIX. yüzyılın sonunda batacak ve büyük bir ihtimalle, o zaman daha geri bir kültür seviyesinde bulunan Anadolu’yu kurtarmak da mümkün olmayacaktı. Çünkü o zaman 30.000.000 nüfuslu imparatorlukta 10.000.000 Türk, 12.000.000 müslüman gayrıtürk, 8.000.000 da hıristiyan gayrıtürk vardı. Yani Türkler nüfusun ancak üçte birini teşkil ediyordu. Hıristiyan unsurlar kültür bakımından Türklerden ileri idi. Rusya ve diğer Avrupa devletleri tarafından korunuyorlardı. Avrupa’da okumuş aydınları çoktu. Arap nüfusu da kültür bakımından Türklerden geri değildi ve Arap milliyetçiliği, hattâ halifeliği Türklerden almak fikir ve düşüncesi başlamıştı. Bu şartlar altında çalışacak bir meclisten acaba ne gibi kanunlar çıkabilirdi? İmparatorluğu parçalamak için bütün imkânlar hazırlanmaz, Türklük aleyhinde kanunlar çıkmaz mı idi? Mecliste temsilcileri bulunan bütün unsurlar, daha sonra örneklerini gördüğümüz azgınlıklara hemen başlamaz mı idi? İçinde 1.5 milyon Ermeni’nin de temsilcileri bulunan bir meclis olsaydı, acaba, Ermeni hâdisesi olduğu zaman Sultan Hamid, Avrupa’nın gözü önünde rahat rahat tarihî vazifesini yapabilir miydi? Bütün bunları ve diğerlerini düşünmeden hüküm vermek, elbette ki, insanı yanlış sonuçlara götürür. II. Abdülhamid, Meclis’i kapattıktan sonra boş durmadı. Açtığı okullarda Türk halkını yetiştirmeye çalıştı. Birinci Dünya ve Kurtuluş savaşlarının bütün kumandanları Abdülhamid’in yetiştirmeleridir. Sultan Hamid’in kanlı bir hükümdar ve bir “kızıl sultan” olduğu hakkındaki iddialar da iftiradır. O, ancak, bu vatanı parçalamak isteyen Ermeniler için bir kızıl sultandır.
Vatan düşmanları için kızıl sultan olan Abdülhamid, bizim için, olsa olsa, “ak sultan” olabilir. Hürriyetçi Tıbbiye ve Harbiye öğrencilerini denize attırdığı söylentilerinin iftira olduğu da anlaşılmıştır. Sultan Hamid, siyasî idam yaptırmamıştır. Kendisine suikast yapanları bile bağışlamıştır. Mithat Paşa’yı Abdülhamid’in öldürttüğü hakkındaki isnad, tarih bakımından müsbet değildir. İngilizler tarafından kaçırılırken Mekke şerifinin vurduğu yolundaki söylentinin de iyice incelenmesi gerekir. Sultan Hamid’in verdiği en büyük ceza sürgündü. Sürgünlere de aylık bağlardı. Namık Kemal’in mezarını yaptırmak büyüklüğünü de göstermiştir. 1908’de Meclis açılıp mebuslarla konuştuğu zaman: “Geçen Meclis’teki gayrimüslim mebusların hemen hepsi Avrupa’da tahsil görmüş insanlar olduğu halde bizimkilerin çoğu ümmî idi. Bu haliyle mebuslarımız gayrimüslimlerin tezviratına ve devleti baltalamasına mukavemet edemezlerdi. Otuz yıldır birçok mektepler açarak müslüman halkı aydınlatmaya çalıştım. Bilmem, kâfi gelecek mi? Allah muvaffak etsin!” demesi doğru görüşüne delildir. Bunun doğruluğunu anlamak için 1908 Meşrutiyet Meclisi’ndeki gayrıtürk unsurların küstahça hareket ve sözlerini hatırlamak yetişir. İttihatçıların ve yamaklarının propagandası ile Sultan Abdülhamid, âdeta, Türklük düşmanı haline getirilmiştir. Hâlbuki o, Türklüğü bir silâh olarak kullanmış, Orta Asya Türkleriyle de ilgilenmiş ve ömrünce ancak Söğüt’teki Karakeçililerden kurulan Hassa Ertuğrul Alayı’na güvenmiştir. Bir gün, saray bahçesindeki hademelere iş gördürürken, içlerinden birisinin beceriksizliğine kızarak ona: “Eşek Türk!” diye bağıran ve galiba Arnavut olan saray memuruna: “Ben de Türküm!” diye seslenerek o memurun korkudan bayılmasına sebep olmuştur. Millî şuuru kuvvetli olmasaydı, pencereden tesadüfen seyrettiği olayı görmemezlikten gelebilirdi. II. Abdülhamid’in şahane jestleri de vardır. (Devam edecek)
İlk yerli uçak fabrikamızın açılışına kimler katılmamıştı?
Mustafa Armağan
İlk yerli otomobil TOGG’un üretileceği fabrikanın kurdelesinin kesilmesine günler kala Kemal Kılıçdaroğlu’nun davet edildiği halde açılış törenine katılmayacağı açıklandı. 1926 yılında Başbakan İsmet Bey davet edildiği halde ilk uçak fabrikamızın açılış törenine katılmamıştı. Cumhurbaşkanı M. Kemal ise katılamayacağını söylemiş fakat memnuniyet duygularını ifade ederken fabrika hizmete girdiğinde muhakkak törene katılacağını beyan etmişti.
6 Ekim 1926’da açılan ve 28 Haziran 1928’de iflasını açıklayan ilk uçak fabrikamız TOMTAŞ’ın hepi topu 20 aylık bir ömrü olmuştu.
15 Ağustos 1925 tarihinde Alman Junkers uçak fabrikası şirketi ile TC arasında imzalanan anlaşma TOMTAŞ adlı bir ortaklıkla taçlanacaktı (açılımı Tayyare ve Motor Türk Anonim Şirketi’dir ki, kısaltmadaki ‘O’ harfi Arap elifbasındaki Vav harfine tekabül eder). Bakanlar Kurulu ise 7 Eylül 1925 tarihli kararname ile anlaşmayı resmileştirecekti.
Ortaklığın yüzde 51’i Milli Savunma Bakanlığı’na, yüzde 49’u Junkers şirketine ait olacaktı. Şirket merkezi Ankara’ydı. Yönetim kurulu başkanlığına Demokrat Parti’nin kurucusu olup 10 yıl boyunca TBMM başkanlığını yürütecek olan Refik Koraltan getirilmişti.
İlk uçak fabrikamız Kayseri ve Eskişehir’e bölünmüş olarak açılacaktı. Kayseri’de uçak imalatı yapılırken Eskişehir’deki tesis bakım ve tamirat işleri üstlenecekti. Fabrikada 120 Almana mukabil 50 Türk işçi çalışacaktı. Montaj sanayii şeklinde kurulacak ama uçak imalini de ihmal etmeyecekti.
Derken fabrikanın parçaları Hamburg’dan gemilerle İskenderun’a getirilmiş, oradan kâh trenle, kâh -o zaman Kayseri’ye demiryolu yapılmadığı için- develerle zor şartlar altında taşınmıştı.
Nihayet açılış yapılacaktır. Cumhurbaşkanı ve Başbakan yoktu. Yalnız Milli Savunma Bakanı Recep Peker’in katıldığı açılışta Refik Koraltan’ın yanı sıra Kayseri Belediye Başkanı İbrahim Sefa ile bazı Junkers firması yetkililerini görüyoruz. Şirketin yönetim kurulu başkanı Türktü gerçi ama fabrikayı tamamen Almanlar yönetiyordu. İşçilerinin çoğu Almanya’dan yüksek maaşlarla getirilmişti. Genel Müdürü de Hans Saksonberg adlı bir Almandı.
Üretimde hedefin iki yılda 500 uçak yapmak olduğunu biliyoruz (yılda 250 uçak). Peki fabrika 20 ayda kaç uçak üretti dersiniz?
1926 yılında 30 adet A-20 uçağının montajıyla işe başlayan fabrika ilk montaj ürünlerini Eskişehir’deki tesise teslim etmişti (test uçuşları Vecihi Hürkuş tarafından yapılıyordu) ki, iflasına varacak sorunlar patlayıverdi.
Almanlar Türk tarafının sözlerini yerine getirmediğini iddia ediyor, Türk tarafı ise olmadık çekinceler ileri sürüyordu. Belli ki iki taraf da memnun değildi gidişattan. Alman şirketi Sovyetler Birliği’nde de bir fabrika açmıştı ve gürül gürül üretim yapılıyordu. Şirket aynıydı; bizde iki yılda 30 montaj uçağı anca yapılırken Sovyetler’deki fabrika ayda 50 uçak üretiyordu (yılda 600 uçak).
Yeter ki sanayi tesisi kurulsun, aman bir çivi daha çakılsın anlayışı olsa ne yapıp edilir, Junkers firmasını ülkede tutmanın yolları aranıp bulunurdu. Vecihi Hürkuş’un hatıratında yazdığı gibi “TOMTAŞ sabote edilmeyip normal mesaisine devam imkânı verilmiş olsaydı, Hava Kuvvetlerimiz hiçbir yabancı endüstriye ihtiyaç duymadan birliklerini hava araçlarıyla teçhiz edeceklerdi.”
Şirket iflas ettirildi. Yaşatılsaydı ne olurdu? sorusunun cevabını Mustafa Kemal’in Uçakları adlı kitap şöyle vermiş:
“Yönetiminde milletvekilleri bulunan TOMTAŞ, doğru ve bilinçli kişiler tarafından yönetilmemiştir. Amacına uygun olarak kullanılabilseydi günümüzde Türk havacılığının hayal edemeyeceğimiz bir noktada olacağı bir gerçektir.”
CHP devrinde ülkeye oluk oluk ABD yardımının aktığı günlerde (13 Mart 1950) Başbakan Şemsettin Günaltay partisinin ağzındaki baklayı şöyle çıkaracaktı:
“Gereken askerî ve sivil eğitim uçakları, Hava Kuvvetleri’nin ihtiyacı olan ileri eğitim, avcı, bombardıman ve nakliye uçakları (…) Amerikan yardımı ile gelmektedir. Ayrıca uçak fabrikasına ayrılacak para da yok.”
Sizin anlaşacağınız TOMTAŞ’ın kaderi açıldığı gün belli olmuştu.
___________
Kaynaklar:
Vecihi Hürkuş, Bir Tayyarecinin Anıları; Cemil Koçak, Madalyonun Arka Yüzü; İsmail Yavuz, Mustafa Kemal’in Uçakları; Arif Emre Gündüz, Demir Kuş; Avni Okar, Türkiye’de Tayyarecilik.
Bir Atsız, iki Abdülhamid (1)
Mustafa Armağan
Hüseyin Nihal Atsız (1905-1975) yalnız Türkçülük ideolojisinin yılmaz kalemi olmakla değil, meslekten bir tarihçi olarak mazimiz hakkında dikkate değer değerlendirmeleriyle de hatırlanacak ve tartışılacaktır. Umumi Türk tarihi hakkındaki yorumları yanında Osmanlı tarihini de iyi bilen ve yorumlayan Atsız’ın henüz Tek Parti idaresinin hüküm sürdüğü 1942 yazında Tanrıdağı dergisinde iki parça halinde neşrettiği “Osmanlı padişahları” başlıklı cüretkâr makalesi, CHP iktidarının şedit baskısı altında inleyen basınımızda Osmanlı padişahları, özellikle de yazımızda ele alacağımız Sultan II. Abdülhamid hakkında ilk kez cepheden bir savunma olması bakımından ayrı bir önem taşır. Atsız, padişahların Ali Canip Yöntem gibi bir edebiyat tarihçisi tarafından liseler için yazılmış 1926 yılından beri okutulmakta olan Edebiyat ders kitabında istihfafla anılması ve toptancı bir hükümle “gafil ve biçare” diye yaftalanması karşısında şiddetli bir tepki göstererek hemen bütün padişahları aklamaya yönelmiştir.
Yazının tamamı üzerinde durmak gerekirse de, onu başka bir vesileye bırakarak burada Sultan II. Abdülhamid’i ilk kez cepheden savunan kısmını o devrin dili ve imlasıyla yayınlamak ve ardından tezlerini netleştirmek, daha önemlisi, aynı yazıyı yıllar sonra içerisinde neşrettiği Türk Tarihinde Meseleler (ilk baskı 1966) adlı kitabındaki tadil ve ilaveleri ihtiva eden halini sunmak istiyorum. Böylece meseleye vukufu olmayanların aynı metin zannettiği her iki yazı arasındaki farklar net bir şekilde görülmüş olacaktır. Böylece bir yazarın aynı metni çeyrek asır sonra kitaplaştırırken nasıl geliştirdiğini, aynı zamanda fikirlerini Tek Parti’nin haşin baskı döneminde ne kadar dikkat ve ihtiyatla dile getirmiş olduğunu, dillerin nispeten çözüldüğü bir dönemde yazının ilk halinden farklı olarak hükümlerinin nasıl sertleşip keskinleştiğini görme imkânını yakalayacağız.
Tabii müellifin yazısının dilini nasıl kendi eliyle sadeleştirmek zorunda kaldığını ve bu suretle kelimelerindeki ifade kudretinin nasıl vazodaki bir çiçek gibi solduğunu da misalleriyle teker teker göstermek isterdim ama o vazifeyi edebiyat tarihçilerine tevdi ediyorum. Halid Ziya Uşaklıgil’in romanlarını iki kez sadeleştirme trajedisini içi kan ağlayarak yaşadığının henüz unutulmadığı bir ülkede bu sahanın uzmanları ve okurları için münbit olduğunu kimse inkâr edemez.
Şimdi ilk olarak Atsız’ın, Dr. Rıza Nur’un Türkiye’ye döndükten sonra çıkardığı Tanrıdağı dergisinin 17 Temmuz 1942 tarihli 11. sayısında neşredilen yazısını okuyalım:
Atsız’ın 1942 yılındaki
Sultan II. Abdülhamid çıkışı
“İkinci Abdülhamidise hem lehinde, hem aleyhinde söylenecek çok söz vardır. Onun hakkında târihî ve ilmî bir tenkid yapılmamışdır. Meşrutiyetden beri vur abalıya kabilinden aleyhinde söyleyib yazmak moda olduğundan Abdülhamid’in eşsiz derecede fena ve kan dökücü, zâlim bir pâdişah olduğu kanaati uyanmışsa da, bu yanlışdır. Sultan Aziz zamanında yapılan borçların üçde ikisini ödeyen odur. Geri kalan üçde biri de yıllardan beri hâlâ ödemekde olduğumuz borçlar arasındadır. Sonra Abdülhamid zamanında açılan mekteplerle yapılan ilmî neşriyat şaşılacak kadar çokdur. Aleyhindeki kanaata rağmen, hemen hiç kimseyi îdam etdirmemişdir. Hattâ kendisine suikasd yapanları bile… Hürriyetci Tıbbiye ve Harbiye talebesinin denize atıldığı hakkındaki rivâyetler iftiradır. Onun en büyük cezası, sürgün etmekdi. Nâmık Kemal’in türbesini yapdırmak büyüklüğünü de göstermişdir. İçerinin bozgunculuğuna, dışarının kötü niyetine ve fırsat kollamasına rağmen, nüfusunun ancak üçde biri Türk olan bir imparatorluğu 32 yıl dağılmadan koruyub idare etmesi, siyasî dirayetini gösterir. Onun en büyük kusuru, orduya ve donanmaya manevra yapdırmamasıdır. Bununla beraber Abdülhamid hiç kimsenin görmediği bir hakikati çok evvelden görmüşdür: İlk Mebusan Meclisini kapatması, memleketin selâmeti bakımından doğru bir hareketdi. İkinci Meşrutiyetde meclis açılıb meb’uslarla konuşduğu zaman: “Geçen meclisdeki gayrimüslim mebusların hemen hepsi Avrupa’da tahsil görmüş insanlar olduğu halde bizimkilerin çoğu ümmî idi. Bu hâliyle mebuslarımız gayrimüslimlerin tezviratına ve devleti baltalamasına mukavemet edemezlerdi. 30 yıldan beridir birçok mektepler açarak Müslüman halkı aydınlatmağa çalışdım. Bilmem kâfi gelecek mi? Allah muvaffak etsin” demesi doğru görüşüne delildir. Bunun doğruluğunu anlamak için, İkinci Meşrutiyet meclisindeki gayrı Türk unsurların küstahça ve rezilce hareketlerini ve sözlerini hatırlamak yetişir.
Şimdiye kadar neşriyatla Abdülhamid’e çok haksızlık yapıldı. Halbuki onun samimî ve doğru taraflarını da belirtmek, ilmî ve vicdanî bir vazifedir. Sonra saray bahçesindeki hademelere iş gördürürken, içlerinden birinin beceriksizliği üzerine ona “Eşek Türk” deye bağıran ve galiba Arnavud olan bir saray memuruna karşı pencereden “,…..Efendi: Ben de Türküm” deye bağırarak o memurun bayılmasına sebeb olan hâdise?.. Sonra, yine Abdülhamid’in bir takım jestleri vardır ki cidden şâhânedir. Bunlardan biri, tahtdan indirildiğini kendilerine bildirmek üzere giden ve içlerinde gayrimüslimler de bulunan heyeti sükûnetle dinleyib kabul etdikden sonra: “Pek güzel: fakat ben aynı zamanda halifeyim. Bir halifeyi hal’etmek için bu gayrimüslimlerle birlikde gelmeğe utanmadınız mı?” demesidir. Bir halifeyi değil, sâdece bir pâdişahı bile gayrimüslimlerle tahtdan indirmenin kepazeliğini düşünürsek, Sultan Hamid’e hak vermemek elden gelmez. İkinci jest: Geçen Cihan savaşında düşman donanması Çanakkale boğazını zorlarken ve durum buhranlı iken, hükûmet ihtiyaten pâyıtahtı Anadolu’ya göçürmeğe karar vermiş ve pâdişah Beşinci Mehmed, Talât Paşa’nın (o zaman Talât Bey) reisliğinde bir heyeti Abdülhamid’e göndermişdi. Heyet, İstanbul’un boşaltılacağını söyleyerek, Abdülhamid’i hiç kırmadan, kendisinin de hükûmetle birlikde Konya’ya gitmesi gerekliğini anlatacakdı. Abdülhamid, Talât Paşa’yı sükûnetle dinledikden sonra, şu cevabı vermişdir: “Muhterem ceddim Fâtih Hazretleri İstanbul’u alırken son Bizans imparatoru şehirden kaçmağı düşünmemiş, ordusu başında ölmüşdü. Biz, Bizans imparatorları kadar da mı olamıyoruz ki şehri bırakmağı düşünüyoruz? Osmanlı hânedânı İstanbul’u terkederse, bir daha oraya dönemez. Muhterem biraderime selâmlarımı söyleyin, İstanbul’dan bir adım bile dışarı çıkmam!”. Abdülhamid’in bu tecellüdü üzerine İstanbul’un boşaltılmasından vazgeçilmişdir. Bir devlet reisi hakkında hüküm verilirken, onun iyi ve kötü tarafları aklın, ahlâkın ve millî menfaatlerin terazisine vurularak devlete ne faydası veya zararı olmuş mudur, buna bakılır ve buna göre hüküm verilir. Halbuki şimdiye kadar kat’î olarak iddia edebiliriz ki Abdülhamid o kadar fena bir pâdişah değildi. Yâni bu kadar fena gösterilmek istenen Abdülhamid bile gafil ve biçâre değildi.” (Devam edecek)
Eşini pazarda satılığa çıkaran İngiliz mi bize model olacaktı?
Mustafa Armağan
Osmanlı tahtında Sultan Abdülmecid’in oturmakta olduğu 7 Nisan 1832 günü Cumberlandlı bir çiftçi olan Joseph Thompson, İngiltere’nin kuzeybatısında bulunan Carlisle şehrinde pazara gitmişti. Aynı pazara sair zamanlarda da giderdi ama bu seferki amacı farklıydı. Karısından kurtulmaya çalışacaktı. Nasıl peki?
Çift üç yıldır süren evliliklerini yürütememiş, nihayet ayrılmaya karar vermişti. Joseph Thompson karısını açık artırma usulüyle elden çıkarmaya kararlıydı. Pek çok çağdaş İngiliz gibi eğer karısını “âdilane” bir fiyata satabilirse onunla arasındaki bütün kanunî bağların kopacağına inanıyordu.
Derken öğle vakti oldu. Saat 12’de karısının satışını şu sözlerle başlattı Thompson:
“Beyler, karım Mary’yi en yüksek, en âdil teklif verene satmak için dikkatlerinize sunuyorum. Meğer koynuma bir yılan almışım. Onu rahat ettirsin ve evime iyilik getirsin diye aldım ama o benim işkencecim, evin içindeki lanetim, gece kâbusum, gündüz şeytanım oldu. Tanrı bizi dert sahibi yapan hafif kadınlardan korusun!”
Karısı, onu satın alacak kocaya roman da okuyabilir, inek de sağabilirdi vs. Onu bütün kusurlarıyla birlikte 50 şiline (pounda) satışa çıkarmıştı. Aradan bir saat geçmişti ki, ciddi bir talip ortaya çıktı ve Mary için 20 şilin vermeyi teklif etti. Bu arada kocası taliplinin köpeğini gözüne kestirmişti. Onu da 20 şilinlik meblağa eklerse teklifi kabul edeceğini söyledi. El sıkışıldı. Yeni kocası Henry Mears ile satılan Mary Anne bir tarafa uzaklaşırken Thompson ve köpeği bir başka yolu tutturmuştu.
Gerçi bu kadar süslenerek anlatıldığına göre bir tür oyun oynanmış olabilir ama bu ne ilk ne de son olaydı İngiltere’de. Nitekim The English adlı kitabında bizzat İngiliz yazar Jeremy Paxman şöyle diyordu:
“Kocalarının karılarını satma geleneği Anglo-Saksonlarla birlikte başlamıştı ve o zaman bile diğer milletleri şaşkına çeviriyordu. 1884 gibi geç bir tarihte erkekler hâlâ bu uygulamaya başvuruyordu. O yılın Aralık ayında, All The Year Round muhabiri, tam isim ve tarihleriyle birlikte 20 satıştan oluşan bir liste yayınlıyordu. Fiyatlar 25 gine ve çeyrek litre biradan bir peni ve bir akşam yemeğine kadar değişiyordu.”
Bir başka deyişle kadınlar sembolik fiyatlara satılıyordu. Öte yandan İngilizlerin karılarını satışa çıkarmaları o kadar meşhur olmuştu ki, ünlü romancı Thomas Hardy’nin Casterbridge Belediye Başkanı adlı eserine dahi yansımıştı ki, 1886’da yayınlanmıştı.
Satış gerekçelerinin en yaygını, boşanmaya göre daha ucuza gelmesiydi. Zira Paxman’a göre “Satış şahitler huzurunda yapılmışsa bir adamın karısını ondan satın almak, geleneksel evlilik töreniyle evlenmek kadar hukuken geçerliydi. Hatta bazı yerlerde satın alan, tıpkı satın aldığı sığırlar için ödediği gibi satın aldığı karısı için de vergi ödemek zorundaydı. Bu pratik, kadınların erkeklerden aşağı görüldüğü Ortaçağ inancının somutlaşmış haliydi.”
Bize “modernliğin kıblesi” diye sunulan İngiltere’de, hem de 19. yüzyılın sonlarına kadar devam eden bu tür Ortaçağ adet ve geleneklerinin öğretilmemiş olması, içimizdeki devşirme aydın tavrının tabii bir sonucuydu. Onlar Avrupa’yı bize parlak vitriniyle göstermeye yeminli birer “Batı’nın yeniçerisi”ydi ki, bugün dahi seslerinin ne kadar yüksek çıktığını duyabiliyoruz. Bu hastalıklı zihniyetin bizi getirip önüne bıraktığı uçurum, ülke ve insanından nefret, Batı’ya ve rezilce değerlerine pereştiş eden (tapan) çarpılmış bir nesildir.
Bize özenilmesini istedikleri Batı’yı gösterip gerçek Batı’yı gözlerimizden gizlemeye memur bu sakat anlayışın ders kitaplarımızda cirit atmasına mı yanalım yoksa ilahiyat fakültelerine kadar istila etmedik nokta bırakmayışına mı?
Hem biz bugün bozulmadık ki? Namık Kemal 1860’larda gittiği Londra’da ışıklı vitrinlerin önünden ayrılmazken aynı yıllarda aynı mekânları gezen Rus yazarı Dostoyevski “İngilizler özgür olduğunu zanneden bir sürüdür” teşhisini dirayetle koyuyordu.
Namık Kemal’e Nedim’in diliyle “Bir peri-sûret görünmüş, bir hayâl olmuş sana” demekten ve Dostoyevski’nin alnından öpmekten başka ne gelir ki elden?
Osmanlı, Ereğli’de kömür işçilerinin haklarını nasıl korumuştu?
Mustafa Armağan
Bartın’ın Amasra ilçesinde yaşanan maden göçüğünde can kaybı bu yazının yazıldığı dakikalarda maalesef 41’i bulmuştu ve millet olarak hep birlikte artmaması için dua ediyorduk. Allah Teala beterinden saklasın.
Uzun Mehmet efsanesini hatırlarsınız. Bu gerçeklere dayanmayan efsane aslında bölgenin kömürle buluşmasının altındaki karmaşık gelişmeleri gizleyen bir tür şal olmuştur. Maksat, halkın dikkatini Zonguldak/Ereğli hattındaki kömür madeninin varlığına çekmek ve muhtemelen yeni madenler keşfinde halkı yardıma teşvik etmekti. Neticede 1841 yılında Zonguldak havzasında kömür istihsali başlamış oldu. Acılara bulanmış 181 yıllık bir tarih bu. Amasra kazası bunun son halkası.
Bu vesileyle tarihi konuşturarak bundan 155 yıl önce Osmanlı Devleti’nde çıkarılan Maadin Nizamnamesi’ndeki, bugünkü deyişle Maden Tüzüğü’ndeki bazı tedbirleri hatırlatmak istedim. Başında Dilaver Paşa bulunduğu Ereğli Madeni Nezaretince 8 Mayıs 1867 tarihinde yayınlanan Nizamnamenin bugün bile sıkıntısını çektiğimiz çalışma şartları ve işçi hakları noktasında söyleyecekleri vardır.
İlk olarak Ereğli kömürleri, Bahriye Nezareti’nin (Deniz Bakanlığı) işletmesine tahsis edilmişti. Buraya yönetici olarak atanan ve hayatı hakkında maalesef pek az bilgi sahibi olduğumuz Dilaver Paşa tarafından hazırlandığı için “Dilaver Paşa Nizamnamesi” diye anılan “Ereğli Kömür Maden-i Hümayun İdaresinin Nizamnamesi” çalışma şartlarını düzenleyen akıl dolu maddeleriyle bugün dahi araştırmacıları ve iş hukuku üzerinde çalışanları şaşırtmaya devam etmektedir. Sekiz fasıl halinde kaleme alınan Nizamname’de birbirinden ilginç 100 madde vardır. Aşağıya en kayda değer 10 maddesini sıralıyorum:
Hayvanların dinlendirilmesi bile düşünüldü
1) Kazmacı olarak çalışanlar çalıştığı ocakta devamlı olarak bulunmaya mecburdur ama hangi ocak sahibi daha fazla ücret veriyorsa o ocağa girmekte de serbesttir.
2) Çıkarılan kömürleri dışarıya taşıyan küfeciler ikiye ayrılacak, ilk kısım ocağa gelip 12 gün çalıştıktan sonra diğer kısım gelerek vardiyayı devralacak, onlar gelince ilk kısım köylerine dönerek normal hayatlarına ve ekip biçmeye devam edeceklerdir. 12 gün çalışmanın öngörülmesi hem işçilerin madenin olumsuz etkilerinden uzak tutulmasına hem de civar köylerdeki tarımsal üretimin düşmesini engellemeye yönelik bir tedbirdir.
3) Köylerinde 12 gün dinlenenler tam zamanında ocağa götürülecek ve diğerleriyle yer değiştirerek üretimin durması önlenecektir.
4) 24 saat zarfında iki vardiya halinde çalışacak kazmacılar akşam güneş battıktan sonra başlayan vardiyada sabahleyin işçilerin dört saatte çıkarabilecekleri miktarda kömür hazır edecek, ocağı yağlamak gibi görevlerini tamamladıktan sonra dışarıya çıkacaklardır. Bu işlemlerden ocak çavuşu sorumlu olacaktır.
5) İşçiler dinlenme süreleri hariç en fazla 10 saat çalıştırılacaktır. Bu süre dahi iki vardiyaya bölünecek, ilk vardiyada yaz ve kış sabah saat 11’de çalışmaya başlanacak ve işçiler dört saat çalıştıktan sonra iki saat dinlenecek, yemekten sonra da iki saat ocağın dışarıdaki işlerini çavuş nezaretinde gördükten sonra ikinci vardiyaya başlayacaklardır. Bu sırada da kazmacılar dinlenecek ve kesinlikle yazılı olarak belirtilen sürelerden fazla çalışmaya zorlanamayacaklardır.
6) İşçilerden biri hastalanırsa madende bir doktor bulunduğundan muayene ettiğinde hastalanmak üzere bulunduğu anlaşılırsa tedavi olunması, ziyadece hasta olduğu anlaşılırsa ocak sahibi tarafından bir binek hayvanı temin edilerek ve yanına refakatçi verilerek köyüne gönderilmesi, eğer kaytarmak için hastalık numarası yaptığı anlaşılırsa mesaisinin bitimine kadar işine gönderilmesi, firar ederse ibret olması için iki kat süre çalıştırılması gerekir.
7) İşçilerden biri diğerini tahrik ederek çalışmayıp firar etmesine sebep olmuşsa sebep olan kişi iki kat süreyle çalıştırılacaktır.
8) Hayvanlarını taşıma amaçlı kiraya verenler 15 gün çalışıp diğer vardiyaya yerini bıraktıktan sonra hayvanlarını dinlendirecek ve bu arada kendi işlerini (ekip biçme vs.) takip edeceklerdir.
9) Çalışanların çoğu Müslüman, çok azı da Hıristiyan olduklarından Müslümanlar beş vakit namazlarını bulundukları yerde, cuma namazını da en yakın mescidde kılacaklar, Hıristiyanlar ise pazar günü ayinlerini yaptıktan sonra gelip çalışmaya devam edeceklerdir. (O tarihte tatil günü henüz Cuma olmamıştı.) Sadece Müslümanlar için iki bayram, Hıristiyanlar içinse paskalya günlerinde tatil yapmalarına müsaade olunacaktır.
10) Ocaklardan iskelelere giden yolların tesviye edilmemiş, bozuk kısımlarında gidip gelirken hayvanlar telef olursa hayvanın yarı bedeli ocak sahibi tarafından tazmin olunacaktır.
Asgari ücret
Nizamnamede ayrıca madenlerde işe alınan işçilerin ocaklar dışında çalıştırılması yasaklanmıştı. Ancak çok gerekli olduğu hallerde ve yönetime haber vermek şartıyla ocak sahibi işçiyi 10 kuruş gündelikle ocak dışında da çalıştırabilir denilmekteydi. Metin üzerinde çalışan Prof. Dr. M. Bülent Varlık’ın tespitiyle söylersek bu uygulama bize günümüzdeki “asgari ücret”i hatırlatmaktadır.
Yine ocak sahipleri işçilerin yemek ve diğer ihtiyaçlarını bedeli karşılığında temin edecek ve bunların fiyatlarını piyasa fiyatlarından yukarıya çıkaramayacaklardır. Aksi halde bunu yapanlar cezalandırılacaktır.
İşçinin rahat ve huzurunu sağlamakla yükümlü olan ocak sahipleri, işçilerin gece açıkta kalmaması için ocak başında “en iyi biçimde işçi koğuşları” yapacaklardır.
Zamanın padişahı Sultan Abdülaziz tarafından onaylanmamakla birlikte Cumhuriyet devrine kadar uygulanagelen Dilaver Paşa Nizamnamesi ayrıca ocak sahibinin eline geçen parayla ilk önce işçilerin ücretlerini ödemek, bir de ocak sahibinin çalıştırmak üzere getirdiği işçilere –üretim yapılmasa bile- ücret ödemek zorunda olduğu kuralını koymaktaydı.
Bu arada Bahriye Nezareti Ereğli kömür havzasına başka yatırımlar da yapmış ve haritası Sultan Abdülmecid zamanında çizdirilen ocak bölgesinin modern bir tesis olabilmesi için elinden geleni esirgememiştir.
İşçi hakları bakımından Osmanlı Devleti’nin 155 yıl önce getirdiği incelikli ölçüler bugün dahi ilgimizi çekmekte ve Dilaver Paşa tarafından yayınlanan Nizamname, özel şirketlerin işçiyi ezmelerine rağmen devletin Bahriye Nezareti eliyle onların haklarını nasıl koruma altına aldığını göstermektedir.
CHP’li Dışişleri Bakanı, Oniki Ada teklifiyle Yunan’ı nasıl kızdırmıştı?
Mustafa Armağan
Topraklarımızı güney ve batıdan bir sur gibi kuşatan Oniki Ada’nın Yunanistan’ın hakimiyetinde bulunuyor olması Türkiye’nin kanayan bir yarasıdır. Bu yara iyi olmadıkça huzur bulmamızın mümkün olmadığı Yunanistan’ın son yıllar, hatta aylarda elindeki adaları silahlandırılması sayesinde ‘kör sultan’ tarafından bile görülmüştür.
Doğalgaz arıyoruz, adalar çıkıyor karşımıza...
Petrol aramaya kalkıyoruz, adaların varlığından kaynaklanan münhasır ekonomik bölge sınırlarına tosluyoruz.
Mavi Marmara dahil Türk gemilerine yapılan taciz ve müdahaleleri ise hep beraber izliyoruz.
Türkiye uyumuyor elbette, silkiniyor uykudan ve sahada “ben de varım” diyor ama 1936’da Yunanistan kara sularını 3 milden 6 mile çıkardığında ses çıkarmayarak düşmana büyük bir fırsat ve hamle üstünlüğü tanımamızın faturasını nasıl 28 yıl sonra, 1964 yılında kara sularımızı 6 mile çıkararak güç bela telafi etmeye çalıştıksa da her gecikmenin bir bedeli oluyor muhakkak. Bugün Yunanistan ile yaşanan krizin adaların kaderinin son olarak belirlendiği tarihte atılacak adımlarla hafifletilmesi, daha önemlisi, lehimize bazı değişiklikler yapılması mümkün olabilecekti.
İşin garibi, 1945’in ikinci yarısı açılırken 2. Dünya Savaşı bitmiş, Avrupa’da sınırlar sil baştan çizilmekteydi. Tam bu sırada Oniki Ada’nın kime verileceği tartışması başladı. İngiltere, birkaç adayı kendisi almak, Meis dahil bir iki adayı bize vermek, kalanını da Yunanistan’a dahil etmek istiyor, ABD ise buna karşı çıkıyordu. İngiltere’nin bu göz kırpması, 1923 ve sonrasında sesini çıkarmamış olan Dışişleri eski bakanlarından Tevfik Rüştü Aras’ın bir yazısıyla yeni bir tartışmayı tetikleyecekti.
25 Temmuz 1945 tarihli Tan gazetesinde Aras eski bir Dışişleri Bakanı sıfatıyla ilginç bir çıkış yapmıştı. Ona göre Oniki Ada’da “Tam istiklal esasında bir otonomi kurulması iyi olacaktır.” Adalar yine Yunanistan’a bağlı olsun ama özerk (otonom) bir yapıya bürünsün diyen bu teklifte böyle bir hal şekli Yunanistan ve Türkiye’yi birbirine biraz daha yaklaştırmış olacağı gibi, İngiltere ile Türkiye ve Yunanistan arasında Ege Denizi’nde mahiyeti açık ve sağlam bir münasebet kurmuş olur deniliyordu.
Yazı, bize makul gibi görünmekle birlikte Yunanistan’ın emellerine ters düşmüştü. Nitekim 11 Ağustos 1945 tarihli Akşam gazetesinde “Oniki adada Türkler nümayiş mi yapmışlar?” başlığı altında “Aras’ın On iki adalar hakkında yazısı o adalarda oturan Türkler üzerinde büyük tesirler yapmıştır. Türkler camilere bayrak çekmiş ve nümayişlerde bulunmuştur” denilmekteydi.
Yazının tetiklediği tartışma Lozan’dan beri Oniki Ada hakkında ağzı bıçak açmayan Türk basınını adeta coşturmuştu. Ertesi günü Etem İzzet Benice Son Telgraf gazetesinde daha sert bir tonda Meis vb. adaların peşinen Türkiye’ye bırakılması gerektiğini ve “Anadolu topraklarının bir devamından ibaret olan ve BURNUMUZUN DİBİNDE DURAN ADALARI TÜRKİYE’YE, BİR HAK, ADALET VE EMNİYET ESASI İCABI BIRAKMAYI DÜŞÜNMELERİ (…) YERSİZ OLMAZ” demekteydi.
Yunan tarafı şaşkınlık içinde Türkiye’deki bu Oniki Ada hevesinin canlanmasını izler ve bir tepki verirken Yeni Sabah gazetesinde (18 Ağustos) Hüseyin Cahit Yalçın’a atfedilen bir yazıda gayet sert ifadeler kullanılmıştı:
“Yunanistan Oniki Ada meselesinde çok yüksek bir perdeden konuşmaktadır. Bu adaları İtalya, Yunanistan’dan değil, Türkiye’den gasbetmişti. Binaenaleyh mantıki bir netice olarak çalınmış mal sahibine iade olunmak lazım gelir.”
Bir işaret fişeği halinde parlayan bu yaklaşık bir aylık Oniki Ada tartışması Sovyetler Birliği’nin meseleye dahil olmasıyla başka bir mecraya kayar ve ağızlar kapanır ama bizzat bir CHPli Dışişleri Bakanı’nın Oniki Ada üzerinde İngiliz-Yunan tezlerine muhalif alternatif bir görüş ortaya koyması önemlidir. Bu saman alevine benzeyen tartışmanın güncel duruma ışık tutması ümidiyle.
Kuva-yı Milliye nasıl tasfiye edildi?
Mustafa Armağan
Şimdilerde Kuva-yı Milliye kalpağıyla kameralara poz verenleri gördükçe “nereden nereye?” diyorum ister istemez. Kalpağı takanlar Kuva-yı Milliye’nin bizzat Milli Mücadele’nin komutanları tarafından yasaklandığını, bastırıldığını ve suçlandığını bilse acaba yine onunla gurur duyar mıydı?
Tarih bize farklı bir Kuva-yı Milliye hikâyesi anlatır oysa. 19 Mayıs 1919’dan sonraki 1,5 yıl için evet ama 1920 sonlarına doğru Kuva-yı Milliye çeteleri artık tepelenip temizlenmesi gereken bir tür “iç düşman” görünümü kazanmıştı. Demirci Mehmet Efe örneğinde göreceğimiz gibi düzenli ordu birlikleri tarafından tepelendiler de.
Demek ki Kuva-yı Milliye derken iki ayrı oluşumu kastediyoruz. 1) Dar manada Milli Kuvvetler, yani düzenli olmayan birlikler, yani milisler. 2) Geniş manada Milli Mücadele’nin bütünü için kullanılır ki Müdafaa-i Hukuk ve Redd-i İlhak gibi teşekküllerden tutun da kongreler, TBMM, hatta düzenli orduyu kapsar. Fakat teknik manada Kuva-yı Milliye denilince akla gelmesi gereken, milis kuvvetlerdir ve onun da ömrü 19-20 ayı zor bulur.
İzmir’in işgalinden 15 gün sonra teşekkül eden milis teşkilatı manasındaki Kuva-yı Milliye, ordunun bulunmadığı ilk dönemde revaçtaydı, hatta Garp Cephesi komutanı Ali Fuat Paşa Ankara’ya omzunda filinta ile çete reisi kıyafetiyle gelmişti.
CHP Ankara milletvekili Sabahattin Selek Anadolu İhtilali (1968) adlı eserinde şöyle der:
“Bugüne kadar, Kuva-yi Milliye ya kötülenmiş veya topyekûn övülmüştür. (…) Kuva-ı Milliye bünyesi içinde dövüşenlerin hepsi, elbette birer millî kahraman değildi. Bunların içerisinde Çerkez Ethem, Demirci Efe gibi şefler bulunmasa idi, durumun daha başka türlü olacağını da sanmıyoruz. (…) Binaenaleyh, şeflerin lanetlenmesi Kuva-yi Milliyeyi bu açıdan beraat ettiremez.” (s. 117)
Peki, kimmiş bu “beraat edemeyecek” Kuva-ı Milliyeciler? Selek şöyle sıralıyor:
Dağda geçen eşkıya ve zeybekler,
Asker kaçakları,
Kaçak suçlular
Hapishanelerden çıkarılan mahkûmlar ve zanlılar,
Soyguna, vurguna hevesli maceraperestler ve belalılar,
İsyanlara karışıp affa uğramak için iltica edenler,
Köylerden, kasabalardan toplananlar,
Millî ve vatanî duygularla katılan gönüllüler.
8 kategoriden oluşan Kuva-yı Milliye müfrezelerinde her çeşit insan bulunmaktaydı. Lakin bu kuvvetlerde olmayan tek şey, halktı. “Çünkü Kuva-yı Milliye halkı korkutmuş, yıldırmış, soymuş, ona fena muamelede bulunmuş, (…) hemen her yerde terör havası yarattığı için halk tarafından sevilmemiştir. Kuva-yı Milliye teşekküllerinin hepsinin bu şekilde olduğunu iddia etmek, şüphesiz mümkün değildir. Fakat büyük çoğunluğu böyledir.” (Selek, s. 123)
Peki, Kuva-yı Milliye neden sevilmemiştir halk tarafından? Tarih şaşırtıcıdır zaten ama gerekçeyi duyunca sizin de şaşıracağınızdan eminim:
“Kuva-yı Milliye’nin faaliyetinde yağma, talan, gasp gibi olaylara bol bol rastlanır. Özellikle ayak takımı kimselerden müteşekkil ve eşkıya reisleri tarafından idare edilen müfrezelerin bu gibi hareketleri hiçbir zaman önlememiştir. Kanun dışı bir hayat sürerken, Kuva-yı Milliye’ye katılan eşkıya çetelerinden namuslu davranmaları esasen beklenemezdi. Bunlar, düşmana karşı savaşa girmekle, takibata maruz kalmadan sanatlarını (yani soygunlarını-MA) daha rahat icra etmek imkânını bulmuş oluyorlardı.”
Kuva-yı Milliye’nin kaldırılma gerekçesi Genelkurmay Başkanlığı tarafından yayınlanan Askeri Tarih Belgeleri Dergisi’nde (sayı 113, Ocak 2002) ise şöyle açıklanmıştır:
“Millî Mücadele’de Kuva-yı Milliye, yaptığı faaliyetlerle önemli başarılar elde etmişse de o günkü şartlarda modern teçhizatlarla donatılmış, güçlü düzenli orduların eldeki bu düzensiz kuvvetle yenilmesi ve Millî Mücadele’nin hedefine ulaşması çok güç, hatta imkânsızdı. Zafere ulaşmak ancak düzenli ordu ile sağlanabilirdi. Bu yüzden TBMM açıldıktan sonra düzenli ordunun kurulması, Kuva-yı Milliye’nin tek merkezden idare edilmesi konusu ele alınmış ve Kuva-yı Milliye, Millî Savunma Bakanlığına bağlanmıştır. 24 / 25 Haziran 1920’de Batı Cephesi Komutanlığı teşkil edilmiş ve Komutanlığına da Ali Fuat Paşa atanmıştır. Bölgedeki Kuvayı Milliye birlikleri bu Komutanlık tarafından orduya bağlanmıştır. Birinci İnönü Muharebesi sırasında da bu kuvvetler bütünü ile düzenli orduya dönüştürülmüştür.” (s. IV)
Kuva-yı Milliye’nin çetecilik örgütlenmesine son verilirken bu defa bir diğer Kuvacı Çerkes Ethem’e yaklaşmaya başlayan Demirci Mehmet Efe’ye düzenli ordu birliklerine katılma emri gelir. 9 Temmuz 1920’de yaptığı “Denizli Kırımı”nda olduğu gibi astığı astık kestiği kestik davranmaya alışmış bulunan Mehmet Efe, TBMM ordusunun emri altına girmeyi reddeder. 800 kişilik kuvvetiyle direnmeye kalkan Efe’nin üzerine Albay Refet (Bele) gönderilir.
Burada bir danışıklı dövüş olduğunu düşündürecek gelişmeler yaşanır. Efe’nin Kuva-yı Milliye devrinde bazı gaddarca hareketleri ve çapulculukları olmuşsa da kibar davranılıp önce ikna etmeye çalışılır. (Nitekim “tekalif-i harbiye” yani savaş salması altında yaptırdığı çapulda 100 bini İngiliz olmak üzere 300 bin altın ile 400 bin Osmanlı lirası ve 200 okka gümüş el koyduğu bilinir.) Ne de olsa Yunanlara karşı ilk direnişlerden bir kısmına imza atmıştır. Hizmeti hatırına Refet Bey önce karargâhının bulunduğu İğdecik’i top ateşine tutar (aslında geldiğini haber verir), 3 Ocak 1921’de de baskın yaparak müfrezesini dağıtır. Bu, Celâl Erikan’ın dediği gibi gerçekte Demirci Efe’nin kaçmasına imkân sağlamak için yapılmış bir harekettir. Ardından Demirci Efe, Albay Refet’e sığınır. Çapulda elde ettiği yüklü parayı ona teslim eder. Refet Bey de ilginçtir, parayı alır: “Efe’yi bu paradan besleyecek ve çocuklarını büyütecektir” (Kurtuluş Savaşı Tarihi, T. İş Bankası Kültür Yay., 2008, s. 145).
Velhasıl TBMM Hükümeti’ne teslim olan Efe herhangi bir uslu durması şartıyla affedilmiş, o da sözünde durarak canını kurtarmayı başarmıştır.
Kuva-yı Milliye tarihinin bir boyutu böyle. Diğer boyutu olan toplam 28 Kongre var ki, Demirci Efe Alaşehir Kongresi hatırası adlı fotoğrafta kısa bir süre sonra Kuva-ı Milliye’yi tasfiye edecek olan Refet Bey’in yanında oturmaktadır. Diğer yanda ise tasfiye sırasını bekleyen Çerkes Ethem olanca hışım ve haşmetiyle poz vermektedir.
Tarih ne kadar cilveli değil mi? Sonradan Refet Bey de tasfiye edilenler arasına girenlerden biri olacaktır. Suçu mu? Benzer türdendir, yani yeni rejime muhalefet etmek...
ABD Başkanı ile Gazi arasında bir telgraf krizi
Mustafa Armağan
1931 Temmuzunun sonunda New York’tan yola çıkan iki Amerikalı havacı İstanbul’a inerek kesintisiz uçuş rekoru kırmıştı. Haber beklenebileceği gibi bomba etkisi yaptı. Boardman ve Polando adlı Amerikalı pilotlar Türkiye’de el üstünde tutuluyordu. Zamanın ABD Büyükelçisi Joseph C. Grew heyecanlı atmosferi şöyle yansıtıyor:
“Mucizeler mucizesi; Gazi haber göndererek soylu havacılarımızı Yalova’da kabul etmek istediğini bildirdi. Mühim yabancılar, amiraller, generaller, bakanlar resmi başkentlerinin talebi durumunda dahi sıklıkla bu kutsal inziva yerine yaklaşamamış, en azından günlerce beklemek zorunda kalmışken bu iki Amerikalı genç, Gazi’nin kendilerini vakit kaybetmeden onurlandırabilmesi için anında davet ediliyordu.”
Kabul öncesinde Başbakan İsmet (İnönü) övücü bir nutuk çektikten sonra ABD’li havacıların göğsüne Türk Tayyare Cemiyeti adına “elmaslarla süslü” birer nişan takmıştı. Sonra ver elini Yalova inzivagâhı. Gazi misafirlerine uçuş hakkında sorular yöneltir, Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü (Aras) Fransızcaya, Shaw adlı elçilik görevlisi de İngilizceye çevirir.
Büyükelçi fırsatı kaçırmaz: bakanlığa telgraf çekerek Gazi’nin ABD Başkanı Hoover’i tebrik etmesinin iyi olacağı aklını verir. İlişkilerin düzelmesini iki taraf da arzulamakta değil midir? Nitekim TC Cumhurbaşkanı, ABD Başkanına şu “çok samimi” telgrafı çeker:
“Amerikalı kahramanlar Türk ulusunun kalbini sevinçle doldurmuşlardır. Başarmış oldukları harikulade işin sonunda bu cesur gençlerin yüzlerinde gördüğüm neşe ve azim ifadesi bana şu inancı verdi ki, insanlık için kazandıkları bu büyük zafer onlar için yalnız bir başlangıçtır. Asil ve muhterem şahsiyetiniz aracılığı ile bu büyük kahramanları yetiştiren şanlı ulusunuzu kutlamak benim için büyük bir zevktir.”
Gelin görün ki, Başkan Hoover ‘kahraman gençler’, ‘asil şahsiyetiniz’ ve ‘şanlı ulusunuz’ gibi iki havacının ziyareti vesilesiyle söylenmesi beklenmeyen “alışmadık ölçüde kapsamlı” mesajına son derece sıradan, şu tek cümlelik bir cevapla yetinir:
“New York’tan İstanbul’a yaptıkları başarılı bir uçuştan sonra Amerikan pilotları Boardman ve Polando’ya karşı göstermiş olduğunuz nezaketten ötürü samimi takdirlerimi ifade etmek isterim.”
Köşeye sıkışan Büyükelçi, TC Cumhurbaşkanını “takdir” eden bu yakışıksız mektubun açıklamasını şöyle yapar:
“Bu telgraf, Gazi’nin alışılmadık ölçüdeki kapsamlı mesajına bir cevap teşkil edemeyecek kadar yetersiz olduğu için, korkarım, bakanlıktaki hayal gücünün en dip noktalarında bulunduğumu uzun, sıcak ve sinir bozucu günlerden birinde kaleme alınmış olmalıydı.”
Bu, diplomatik bir skandalı örtbas etme çabasından başka bir şey değildi.
Skandalın titreşimleri bir süre devam etmiştir. “Her halükârda Gazi, herkesin görebileceği şekilde sinirlenmiş ve her iki telgrafı da basına vermeden önce bu telgrafın gerçekten kendi telgrafına cevap olarak kaleme alınıp alınmadığını Shaw’a sorması için sekreteri Tevfik (Bıyıklıoğlu) Bey’i şehre göndermişti” diyor Büyükelçi ve şunları ekliyor:
“Shaw ise telgrafların tarihlerine bakarak büyük ihtimalle durumun tahmin edildiği gibi olduğunu, zira Gazi’nin mesajı 1 Ağustos Cumartesi öğleden sonra gönderilmişken, söz konusu telgrafın 3 Ağustos Pazartesi öğleden sonra yollandığını ve bize bildirildiğine göre Gazi’nin telgrafının İngilizce kaleme alınmış olmasından ötürü tercüme için bir gecikmenin söz konusu olamayacağını söylemişti.”
Böylece bu nezaketsiz telgrafı Hoover’in çektiği kesinleşmişti. Durumun vahametini açıklama çabası ABD Büyükelçisinin cümlelerine şöyle yansıyacaktı:
“Gazi’nin kızgınlığını gayet iyi anlıyordum: Amerikalı havacıların başarısına ve hedefleri olarak Türkiye’yi seçmiş olmalarına karşı duyduğu kişisel sevincin yarattığı bir duygusal coşkunluk anında Başkan Hoover’a daha önce emsaline rastlanmayacak sıcaklık ve samimiyet ifadeleriyle dolu bir telgraf göndermiş, buna cevaben (diye düşünmüştü) Başkan Hoover’dan yeterince nazik ama kendisininkiyle kıyaslandığında göze batacak derecede kısa bir telgraf eline geçmişti. Son derece tabii bir biçimde kendisini gereksiz yere taşkınlık yapmış biri gibi hissediyor ve bu hal Bay Hoover tarafından da doğrulanıyordu.”
Büyükelçi Grew’un bu küstahça açıklaması Başkanının işlediği nezaketsizliği katmerlendirmiyor mu sizce de?
(Joseph C. Grew, Turbulent Era, c.2, Boston, 1952, s. 893-895; Yeni Türkiye, Çev: K.M.Orağlı, 1999, s. 215-220)
Marshall yardımını CHP almıştı, sonra Menderes’e yıktı
Mustafa Armağan
Üniversitelerimiz tarihte sınıfta kalmak için yarış halinde. Hele ki yakın tarihte. Yakın tarih ki bize en uzak tarihtir bu yüzden.
Misal mi? Buyurun.
Türkiye İş Bankası tarafından basılan ve aynı banka tarafından Büyük Ödül’e layık görülen Tonguç ve Köy Enstitüleri (2000) adlı kitabın yazarı Pakize Türkoğlu sayfa 567-568’de “1950’den sonra ‘Marshall Yardımı’nın gelişiyle ülkemizde ilginç gelişmeler oluyor” diyor ve ekliyor: “Örneğin bu yardımla eski Amerikan arabaları, traktörleri ya da bunları satın alacak krediler ülkeye girdiği halde, genel eğitim içinde tekniğe, motora, makineye önemle yer veren Köy Enstitülerinden cayılmasını kimse kolay açıklayamaz sanıyorum.”
Yazarın Köy Enstitülerine dair tarafgir tutumunu eleştirmeyi bir kenara bırakırsak Marshall Yardımı’nın “1950’den sonra geldiği”ni zannetmesi karşısında cehaletin akademiye kadar taşmasına insanın hayret etmemesi mümkün olmuyor. Nasıl oluyor da 1947’de anlaşması yapılan ve 1948’den itibaren yani CHP iktidarı döneminde başlanan Amerikan yardımlarına gözünü kapar bir araştırmacı? Partizanlığın bu kadarına pes doğrusu. (Bu arada Köy Enstitülerini kapatan da, solcuların iddia ettiklerinin tersine bizzat CHP iktidarıdır ve köküne kibrit suyunu döken CHPli Milli Eğitim Bakanı, o zamanki deyişle Maarif Vekili Reşat Şemsettin Sirer’dir. İnanmayan Enstitülerin kurucusu İ. Hakkı Tonguç’un oğlu Engin Tonguç’un yazdığı kitaba veya TBMM tutanaklarına baksın.)
CHP’liler yalancılığı bir ara İstanbul’a davet de ettikleri Hitler’in Propaganda Bakanı Göbbels’ten öğrendi. Ardından yetişemeyişimiz ondandır. “Eğer bir yalanı yeterince uzun, yeterince gürültülü ve yeterince sık söylerseniz, insanlar inanır” demişti Göbbels, CHP bugün olmuş, bu kuralı uyguluyor.
Bir CHP yalanı daha
Elimde 1950 yılının Ocak ayında basıldığı anlaşılan bir 89 sayfalık bir rapor var: Türkiye’de Marşal Planı: 1949 yılının sonuna kadar. Demokrat Parti’nin Başbakanı Adnan Menderes aynı yılın Haziran ayında güvenoyu alıp icraata başlayacaktır. Kitap DP iktidarından önce, yani Cumhuriyet Halk Partisi iktidarının son günlerinde basılmıştır.
CHP’nin sola kaydığı 1960’ların ortasından beni yaydığı yalanlardan birine göre Türkiye’yi ABD’nin dümen suyuna sokan, hatta ABD “sömürgesi” yapan Demokrat Parti ve Başvekil Menderes’tir. Bu doğrultuda kullandıkları en kritik kozlardan biri de Marşal (Marshall) Yardımı’dır.
Marshall yardımı ilk kez ABD Dışişleri Bakanı George C. Marshall tarafından Harvard Üniversitesi’ndeki bir konferansta duyurulmuş, ABD’nin dünya ülkeleri arasındaki ekonomik işbirliğine yardımcı olması gerektiği iddiasıyla yola çıkmıştı. Bu amaçla 27 Haziran 1947’de toplanan ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu ülkelerin katıldığı Paris Konferansı, Avrupa Ekonomik Kalkınma Programını oluşturdu. ABD bu program temelinde Türkiye’ye Max Westen Thornburg başkanlığında bir heyet göndererek ‘kozmik oda’ya girmek dahil bütün defterlerine Amerikalıların önüne açtı. Heyet de ariz u amik bir incelemede bulunduktan sonra raporunu hazırlayıp ilgili yerlere sundu. Türkiye Nasıl Kalkınır? adlı raporda Türkiye’nin tarım ve ulaşıma ağırlık vermesi tavsiye edildi. Şeftali yetiştirmek dururken sanayileşmeye kalkmamız yanlış olurdu.
1948 yılında başlayan yardımlar 1952’ye kadar sürdü. ABD bu tarihten sonra azalttığı yardımları NATO çerçevesinde askeri yardımlar olarak sürdürecekti.
Burada söylenen yalan, Marşal Yardımı’nı ilk olarak Adnan Menderes’in iktidarı sırasında, yani “1950’den sonra” aldığımızdır. 1950’den sonra alınmaya devam edildi birkaç yıl ama işin başlangıcını kim yaptı? Türkiye’yi ABD’nin “sömürgesi” haline kim koydu? Tabii ki 1948 yılında iktidarda olan parti, yani CHP. Bunlar gizli saklı şeyler de değil. Nitekim 1960 yılında darbeden birkaç ay önce İnönü Meclis kürsüsündeki son konuşmasında (sonra Meclise girme yasağı konulmuştu) ‘ABD-Türkiye dostluğunu başlatan parti CHP’dir’ diye gururla haykırmıştı.
Elimdeki CHP dönemine ait resmi yayın bunu açıkça yalanlamakta ve 1948-49 yıllarında sektör sektör ABD’den alınan yardımları listeler halinde sunmaktadır. Bir demetini paylaşıyorum: Şöyle yazıyor kitapta (s. 2):
“18 Avrupa devletinin katıldığı Avrupa İktisadi İşbirliği diğer adı ile Marşal Planı faaliyetlerine Türkiye’nin iştiraki 1947 Temmuzunda açılan Paris Konferansı ile başlar. 4 Temmuz 1948’de Birleşik Amerika’yla aktedilen anlaşma ile de memleketimiz Marşal programında bilfiil yer almıştır.”
Elimizdeki CHP yayınına göre 1945 yılı bir tarafa bırakılırsa 1931’den bu tarafa devlet bütçesi daima açık vermiştir. Bunun sebebi de askerî masrafların bütçeyi ezmiş olmasıdır. Mesela 1949 bütçesinin yüzde 40’a yakını askeriyeye gitmekte, milli eğitim, sağlık ve sosyal yardımlar ile devlet borçları masraflarına sadece bütçenin yüzde 12’si nispetinde kaynak ayrılabilmektedir.
Marşal Planı dahilinde Türkiye’ye gönderilen ilk parti tarım alet ve edevatı 4 Mayıs 1949’da İstanbul’a ulaşmıştır. Türkiye’ye 31 Aralık 1948’da teslim edilenler 1873 traktör, 1964 traktör pulluğu, 4705 hayvan pulluğu, 986 hububat mibzeri, 48 balya makinesi, 655 pamuk ve mısır mibzeri, 562 çapa makinesi, 1180 dist harrow, 25 pamuk çapa makinesi, 100 duster, 265 one-way pulluğu, 230 çayır orak makinesi, 535 biçer-döğer, 120 treyer, 116 beygir tarağı, 590 tırmık 30 çiftlik arabası, 50 motopomp’tur.
Bu arada; Maden Tetkik Arama Enstitüsü de Marşal Yardımı’ndan CHP döneminde yararlanan kurumlardandır. 1949-50 devresi için enstitüye Amerikan direkt yardım fonundan 1 milyon 260 bin dolan tahsis edilmiş. Petrolün çıkması Marşal Yardımı’na bağlanmıştır yani.
“Büyük ve değerli dostumuz Birleşik Amerika’nın yardımı ve iktisadî işbirliği yapacak Avrupa devletlerinin iştirakiyle Türkiye bir defa daha modernizasyona ve hakiki demokrasiye” yürüdüğümüzü belirten kitap, “Türkiye’nin Marşal planına bütün hüsn ü niyetiyle sarılacağından şüphe edilemez” diyor.
Tekrar soralım:
Marshall Yardımı’nı ilk kim aldı?
Sultan Abdülhamid toprak kaybetti mi?
Mustafa Armağan
Öyle anlaşılıyor ki, Sultan 2. Abdülhamid’in hayaleti hâlâ Türkiye’nin üzerinden ayrılmış değil. Geçen hafta sonu Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yaptığı bir açıklama, zaten bir müddettir canlı olan Sultan Abdülhamid tartışmalarını hortlattı. Lakin “toprak kaybı” ifadesini vuzuha kavuşturmazsak meselenin esasını anlamak mümkün olmaz.
Toprak kaybı nedir?
Azerbaycan’ın Karabağ bölgesi 1988-94 yıllarında Ermenistan’ın işgaline uğramıştı. Kırım, Ukrayna’nın toprağı olduğu halde Rusya burayı işgal etti (şimdi de Donbass ve civarını). ABD, 11 Eylül saldırılarını bahane ederek Irak ve Afganistan’ı işgal etmişti.
Karabağ işgal edildi diye Azerbaycan toprağı olmaktan çıktı mı? Kırım işgal edildi diye Rusya’ya verildi mi? Afganistan ve Irak işgal edilince ABD toprağı mı oldu?
Hayır tabii ki.
Karabağ, Türkiye’nin desteğiyle geri alındı. Kırım ve Donbass’ın hangi ülkeye ait olacağı önümüzdeki yıllarda belli olacak. ABD de Afganistan ve Irak’tan ellerini bir kan gölünde yıkayarak ayrıldı.
Görüldüğü gibi bir toprağı işgal etmek oranın tapusunu otomatik olarak işgalciye vermez. İşgal, hukuk dışı bir eylemdir ve eğer o toprakların kâğıt üzerinde de olsa sahibi olan ülke orayı yasal yolla ve uluslararası camianın kabul edeceği şartlarla işgalciye devretmezse işgal sittin sene devam eder, işgalci de işgalci olarak kalır.
Şimdi bu ışık altında Sultan Abdülhamid döneminde yaşandığı iddia olunan toprak kayıplarına bakalım.
Osmanlı Devleti’nin iki Meşrutiyeti olup ikisi de Sultan Abdülhamid tarafından ilan edilmiştir. 1. Meşrutiyet 1876-78 yıllarında, 2. Meşrutiyet ise 1908 sonrasındadır.
Sultan Abdülhamid 1876 Ağustos’u ile 1909 Nisan’ı arasında hüküm sürdüğüne göre (32 yıl 4 ay) 2 küsur yıl Meşrutî hükümdarlık yapmıştı, yani tek başına hüküm sürmüyordu, meclis ve hükümet yasama ve yürütme görevini üstlenmişti. Sultan İngiltere’deki gibi meşrutî monark idi. Hükümdarlığının yaklaşık ilk 2 yılı ile son 9 ayında kararları tek başına almadığı gibi sorumluluk da tamamen kendisinde değildi.
İlk Meşrutiyet döneminin en büyük yıkımı olan 93 Harbine giriş kararını Midhat Paşa ve askerlerin zorlamasıyla vermişti, dahası tek başına karar alması sözkonusu değildi. Dolayısıyla birilerinin “hürriyet kahramanı” dedikleri Midhat Paşa’ya 93 Harbi’ndeki toprak kayıplarından dolayı toz kondurmayıp suçu tamamen Sultan’a yüklemeleri tam manasıyla mürailiktir. Bu savaşta yaklaşık 200 bin km2 toprak kaybedilmişti ki Sultan’ın arzusu rağmına girilmişti.
1908 Ekim’inde elden çıkan Bulgaristan ve Bosna-Hersek’in de 2. Meşrutiyet döneminde İttihatçıların hataları sonucunda kaybedildiğini itiraf etmemek için (tarih alanındaki İttihatçı paradigmanın tesiriyle) aptal olmak gerekir. O devirde de Sultan tek başına karar vermiyordu. Bir hükümet ve Meclis vardı. Hürriyet dönemiydi ne de olsa.
Şimdi gelelim kaybedildiği söylenen Tunus’a.
Fransa Bardo Antlaşması’nı Mayıs 1881 tarihinde Tunus Beyine zorla imzalatmıştı. Fransızlar Osmanlı Devleti ile yapamadıkları antlaşmayı Tunus Beyi ile yaptılar ve bu yüzden sömürge yapamadılar da adına “protektora”, yani himaye sistemi dediler.
Osmanlı Devleti tabiatıyla bu üçkâğıtçılığı red ve protesto etti, Fransa’nın Tunus’taki işgalini asla tanımadı. “II. Abdülhamid uzlaşmaz bir politika izledi” Yılmaz Öztuna’nın dediği gibi ve 1909 yılına kadar da taviz vermedi. Sultan, Tunus’un hukuken Osmanlı Devleti’ne dahil olduğunu iddia ediyor ve Fransızları işgalci (müstevli) sayıyordu. Hatta her yıl Osmanlı İmparatorluğu’nun resmi salnamelerinde (yıllık) Tunus vilayeti devletin bir parçası olarak yer alıyordu. Tunus’u vermiş olsa neden yapsındı bunu?
Peki Tunus hakikatte Fransa’ya ne zaman verilmişti?
Cevap: Osmanlı dahil ilgili hiçbir ülke tarafından onaylanmayan Sevr’de (20. madde).
Sevr yürürlüğe girmemiş antlaşmalar mezarlığına gömüldüğüne, yani iptal edildiğine göre Tunus hangi antlaşmayla verilmiş oluyor, bilin bakalım?
Tarih bazen çok acımasızdır.
.
Vahdettin’in kendisini “devleti kurtarmak” için gönderdiğini M. Kemal söylemiş
Mustafa ArmağanAA
Miçotakis’in Türkçe tvit atarak ön alma çabası üzerine hafızam beni nedense 2009 veya 2010 yılına götürüverdi.
NTV’de tarih tartışıyoruz. Alev Alatlı, Erdoğan Aydın ve bir iki kişi daha var stüdyoda. Çiğdem Anat da sunucu. Derdimiz, Muhteşem Yüzyıl rezaleti. Bir ara her nasılsa Atatürkçülüğünü Atatürkçü bir parti kurma noktasına dek vardıran (objektifliğini nasıl koruyacak sorusu ister istemez aklına düşüyor insanın) Prof. Dr. Sina Akşin’e telefonla bağlanıldı. Ben de hazır telefonda yakalamışken sunucudan izin isteyip kendisine şu soruyu yönelttim. Dedim ki:
1983 Eylül’ünde Yaba dergisini sizinle yaptığı röportajda şöyle bir sözünüz var: “(İngiltere, Fransa ve İtalya) Sevres (Sevr) Antlaşması’nı birlikte yaptılar. Fakat anlaşılan kimse Sevres’i ciddiye almıyordu ki hiçbir devlet bu antlaşmayı onaylamadı. Sevres’i, garip bir şekilde, bile bile ölü doğurdular.”
Prof. Akşin’in 1997 yılında Telos Yayıncılık tarafından neşredilen Türkiye’nin Önünde Üç Model adlı kitabından (sayfa 42) naklettiğim bu çarpıcı iddiayı halen savunup savunmadığını sordum. Cevap şaşırtıcıydı:
Hatırlamıyorum!
Kendisine sadece teşekkür ettim ibretlik cevabı için.
Kibar bir insan olan Prof. Akşin’e saygısızlık etmek istemem ama tarihçinin aslî işinin hatırlamak olduğunu, bırakın başka kişilerin başından geçmiş olayları, kendi yazdığı ve en azından iki kere yayınladığı (biri dergide, diğeri kitapta) cevabını hatırlamaması ne manaya geliyor, takdir sizin. Bir ülkenin tarihçisi bizzat yazdıklarını hatırlamazsa tarihçi olmayanlar geçmişteki olayları nasıl hatırlayacaktır?
Bu ilginç cevap, Kemalist/Atatürkçü tarihçilerin tarihi tahrifte nasıl yarıştıklarını ortaya koyması bakımından mühimdi benim açımdan.
Demek Sevr’i kimse ciddiye almıyormuş!
Demek ki ciddiye almadıkları için hiçbir devlet Sevr’i onaylamamış!
Ve demek emperyalistler Sevr’i bile bile ölü doğurmuş!
Öyle mi?
Ama aynı Prof. Akşin 2010 yılında Sevr üzerine bir kitap yazdı ve adını İç Savaş ve Sevr’de Ölüm koydu.
Peki, hani “kimse” ciddiye almayıp “hiçbir devlet” onaylamamış, “garip bir şekilde” bile bile ölü doğurmuşlardı Sevr Antlaşması’nı? Hangi söylediğine inanacağız tarihçinin? 1983 yılında dergiye verdiği ve 14 yıl sonra çıkan kitabına aldığı röportajındakine mi yoksa 2010 tarihli kitabındakine mi?
Çelişkiler ormanı
Sevr’in gerçekte ne olduğuna girecek değilim burada; sadece kendisine Kemalist veya Atatürkçü diyen ve kahir ekseriyeti birbirinin kopyacısı olan inkılap tarihçilerinin çelişkilerinden bir diğerine değineceğim.
Şimdi bir inkılap tarihi kitabını elimize alalım ve Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’ya gönderilme olayını okumaya başlayalım:
“İstanbul’un yapmayı düşündüğü mücadele için hiç elverişli olmadığı açıktı. Anadolu’ya geçmek gerekti. (…) Halka köle olarak yaşamanın imkânsızlığı anlatılırsa Anadolu tekrar canlanabilirdi. (…) Padişahın ve Hükümetin seçimi Mustafa Kemal Paşa üzerinde birleşti. (…) Karadeniz’e gönderilmesini sevinçle karşıladı. (…) 19 Mayıs 1919’da, Samsun’da Anadolu topraklarına ayakbastı.”
Yukarıdaki cümleleri 1971 yılında Harp Okulları için hazırlanan Türk Devrim Tarihi adlı ders kitabının 31 ve 32. sayfalarından naklettim (kapağında T.C. Genelkurmay Harp Tarihi Başkanlığı ibaresi bulunuyor.)
Şimdi Harp Okulları öğrencilerine anlatılan tarihi bir kenara bırakalım ve bu defa Mustafa Kemal Paşa’nın en yakınlarından Falih Rıfkı Atay’a 1926 yılında anlattıklarına bakalım (okuyacağınız cümleler Atay’ın Atatürk’ün Bana Anlattıkları adlı kitabından):
“Vahdettin kabinelerinde (…) Aylarca münakaşadan sonra hangi fikir hak kazanmış, bilir misiniz: Mustafa Kemal’e emniyet edilemez! Mustafa Kemal İstanbul’da birtakım menfi telkinler, belki hazırlıklar yapıyor. Bu adamı İstanbul’dan uzaklaştırmak lâzımdır. Mustafa Kemal’i Anadolu dağlarına atmalı ve orada çürütmeli! Nihayet bu karar üzerinde mutabık kalmışlar.”
Şimdi hangisine inanmamız gerekiyor?
Harp Okulları öğrencilerine yazılan ders kitabındakilere mi yoksa bizzat M. Kemal’in sağlığında Falih Rıfkı Atay’a anlatıp 1926 yılında Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlanan hatıralarına mı? (Zaten Nutuk’un başlarında da “beni İstanbul’dan sürüp uzaklaştıranlar” ve “ne olursa olsun İstanbul’dan uzaklaşmamı arzu edenler” diye iki cümle geçmiyor mu?)
Samsun’a kendisi mi gitti yoksa gönderildi mi, hatta “nefy u teb’id” mi edildi, yani sürülüp uzaklaştırıldı mı?
Paşa, Paşa, devleti
kurtarabilirsin
Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya atıp dağlarında “çürütmek” ne manaya geliyordu? Falih Rıfkı Atay’a anlattığı Sultan Vahdettin’le baş başa görüştüğü sahnenin manası neydi o zaman? Şöyle anlatmış:
Paşa, Paşa, şimdiye kadar devlete çok hizmet ettik (geleceğin tarihçisine not: Falih Rıfkı’nın 1944 yılında basılan 19 Mayıs adlı kitabında ettik şeklinde geçen kelime sonraki baskılarda ettin’e çevrilmiştir). Bunların hepsi artık bu kitaba girmiştir (yanındaki tarih kitabını işaret eder). Bunları, unutun, dedi, asıl şimdi yapacağın hizmet hepsinden mühim olabilir. Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin” demişti.
Müfettişlik ataması yapılıyor, bunun uğruna “nefy u teb’id” ediliyor, yetmiyor, olağanüstü yetkiler veriliyor, dahası, padişah kendisine “devleti kurtarabilirsin” diyor ve ardından M. Kemal de “Merak buyurmayın efendimiz, nokta-i nazar-ı şahanenizi (bakış açışınızı) anladım” diye cevap veriyor. Sultan Vahdettin de ilginç bir şekilde “Muvaffak ol” (başarılı olmanı dilerim) diyerek konuşmaya son veriyor.
Resmen, hatta onurlandırarak tayin ediliyor, nitekim Havza’dan Padişaha çektiği telgrafta yine İstanbul’daki görüşmeden bahsedip şöyle diyor M. Kemal Paşa (sadeleştirdim):
“Huzurunuza çıkmakla son kez şereflendiğimde İzmir’deki elem verici işgalden pek hüzünlenmiş olan kalbinizin bu kurtuluş meselesine ilişkin ilhamları, şu an dahi uyanışıma dair hatıralarımı süslemektedir. Sizin kurtuluş fikrini aşılamanızdan/zorlamanızdan (ilkâ-yı milkdârilerinden) ilham alarak imanımın verdiği azimle acizane görevimin başındayım.”
Sultanın ilham verdiği/aşıladığı/gönderdiği görev hangisiydi sahi?
Şimdi söyleyin bakalım:
Resmi tarihi Kemalist/Atatürkçü kaynaklardan kurtarmanın formülü nedir?
İlk kaynaklara dönüp yeni baştan yazmak değil mi?
Asıl dertleri de o zaten. Onu yaptığımızı görüyor ve rahatsız oluyorlar. Onu yaptırmamak için nasıl çırpındıklarını ibretle görüyorsunuz.
Hitler tehlikesi İngiltere ile Türkiye’yi yaklaştırmıştı
Mustafa Armağan
İngiliz Büyükelçisi Percy Lorraine 8 Mayıs 1936 günü Dışişleri Bakanı Anthony Eden’a şunları yazmış:
“Bir dostumuz Atatürk’e, ‘Yavaş yavaş İngiltere’ye yaklaşıyorsunuz’ demiş. Atatürk ‘Yaklaşmak mı, kendimi İngiltere’nin kucağına atıyorum’ diye karşılık vermiş.”
Türk Tarih Kurumu’nun yayınladığı bir kitaptan aynen alınan yukarıdaki satırların yazarı Prof. Dr. Bilal Şimşir’dir. İngiliz Belgelerinde Atatürk adlı 8 koca cildi dolduran yüzlerce belgeyi İngiliz Arşivlerinden sabırla toplayıp özetleyen Şimşir 1933 yılında Bulgaristan’da doğmuş olup Türkiye’ye okumaya gelip kalan muhacirlerden.
İşte bu çalışmanın 8. cildinde yukarıdaki satırları okuyunca belki siz de şaşırdınız ama Prof. Şimşir İngilizcesine varıncaya kadar kamuoyuna sunmuş (belge no 94).
Sözün bağlamını çözmek için kitaptan bazı nakillerde bulunacağım.
İngiltere ile ilişkiler Musul meselesi yüzünden Cumhuriyetin ilk on yılında limonî seyretti. Ancak 1933, TC’nin 10. yıldönümü malum. İngiltere Dışişleri Bakanlığı bu tarihte ilk defa TC’ye bayram mesajı yayınlamış. Gazi, ardından İran Şahı’nın şerefine verilen davette Büyükelçiye “İngiltere’ye çok değer verdiğini, saygı beslediğini ve İngiltere ile dostluk kurmak istediğini” bildirmiş. Gazi, elçiden devletinin Türkiye’ye karşı tutumunun ne olduğunu da sormuş ve Türk-İngiliz dostluğunu arzu ettiğini açıkça beyan etmiş.
Ertesi gün bu defa İran Büyükelçiliğindeki resepsiyonda Gazi, Lorraine’i poker masasına davet etmiş. Oyun sonuna yalnız ikisi kalınca elçinin kulağına eğilerek şöyle demiş:
“Birbirimize karşı oynayınca ne kadar güçlü olduğumuzu görüyorsunuz! Bir de birleşirsek o zaman ne olacağını düşünün.”
Bu sıcak mesajı tam 1.5 ay boyu düşünen Londra “dürüst ve açık dostluk” kurulmasına taraftar olduğunu “son derece gizli olarak” Ankara’ya iletir. O kadar gizlidir ki bu, diplomatik bir uygulama olan “non-paper” devreye sokulur, yani imza olmadan sadece okunmasına müsaade edilen yazı geri alınıp imha edilir.
Yeşil ışık yanmıştır. Bilal Şimşir bir ara özet yapar:
“Türkiye ile İngiltere arasında yeniden dostluk ilişkileri kurulması önerisi, 1934 ortalarında Gazi Mustafa Kemal’den gelmiş, İngiliz tarafı da öneriyi olumlu karşılamıştır.”
Yeniden başa dönüyoruz.
Percy Lorraine yazımızın başındaki sözü naklettikten sonra ekler: “Bu hikâye doğru olmasa bile doğru görüntüyü yansıtıyor. Halen İngiltere’ye karşı bir dostluk ve güven havası var.”
Telaffuz edilmeyen dâvâ, yaklaşan Hitler tehlikesidir. Türkiye’yi Hitler Almanya’sına ekonomik bağımlılıktan kurtarmaktır. Nitekim 1930’ların ortasında Türkiye’nin ihracat ve ithalatının yarısı Almanya ile yapılıyordu. Bu durum da Türkiye’yi ideolojik noktada Almanya’ya yaklaştırıyordu. (Nitekim Hitler’in Gazi’ye gönderdiği imzalı fotoğraf Çankaya Müzesi’ndedir.) Gerçi Türkiye dışarıya verdiği resimden hoşnut değildi ama İngiltere ile Fransa kendisine soğuk davranınca mecburen Almanya’ya sarılmıştı. Türkiye Nazilerin ekonomik boyunduruğundan kurtarılmalıydı ama nasıl?
İşte Montrö ve Hatay dâvâları bu yaklaşmayla arzu ettiğimiz çözüme kavuşacak, Kral Edward bu havada İstanbul’u ziyaret edecek, ertesi yıl İngiliz sermayesiyle yapılan Karabük Demir Çelik fabrikasının temeli atılacaktı. Hatta İngiliz istihbaratı Atatürk’e bir suikastı haber vererek ilişkilere canlılık da kazandırmıştı. Ertesi yıl açılan 16 milyon sterlinlik krediyi Atatürk’e verilmek istenen Fahri Doktora teklifi takip edecekti. “Bir süre daha yaşasaydı fahri doktorluk konusu olumlu sonuçlanabilirdi” diyor Şimşir.
Bunları okuyan bazı Kemalistlerin “İngilizin sözüyle kuyuya inilir mi?” diye sataşacaklarından eminim. İyi ama “Churchill Atamızı övmüştü” diye gurur duyan sizsiniz. Eğer İngilizin övmesi değerliyse kazanın da doğurduğuna inanmanız icap eder. Hem siz değil misiniz, bir başka İngiliz büyükelçisinin raporunun üzerine “Abdülhamid de İngilizlere sığınmıştı” diye balıklama atlayan?
Tarihi kılıç olarak kullanırsanız dönüp sizi de kestiğinde ağlamayacaksınız. Zira tarihin kılıcı Zülfikâr’dır.
Sultan Vahdettin hain miydi?
Mustafa Armağan
Geçen haftadan beri sık sık giriştiğimiz bir tarih tartışmasının daha girdabına kapıldık, gidiyoruz:
Sultan Vahdettin hain miydi?
Bu bir asırdır ısıtılıp ısıtılıp kamuoyunun önüne sürülen yemek artık “sasımadı” (kokuşmadı) mı sizce de? Aradan bir asır geçmiş, tarihin hâlâ tarih olmasına müsaade etmeyen dayatmacı bir zihniyetin zincirleri aklımızı sarmış durumda.
Voltaire ne demişti:
“Acıların en büyüğü, artık acıtmaz olmuş zincirlerin acısıdır.”
Acıtan zincirden değil, varlığına alıştığın, rahatsız edici görmediğin zincirden kork!
Biz bu zincirlere alışmayı reddettiğimiz için buradayız. Resmi ideolojiye teslim olmayı reddetmeseydim ne ben burada olurdum, ne de siz beni okuyor olurdunuz.
Sürüye karışmak kolaydır. Kollarını makas gibi açarak “Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak” diyen Üstadların açtığı yoldayız ve bununla iftihar ediyoruz. Etmeyenler bu yazının devamını okumasa da olur.
Biz ayakta kalanlarla yolumuza devam edeceğiz. Çünkü haklıyız, haklılığımızı şundan, bundan değil, hakikatten alıyoruz; o hakikat ki, ahirette ondan sınava çekileceğiz.
Hiçbir şey olmasa Allah düşmanlarına olan buğzumuzu muhafaza edeceğiz ki, bir tık aşağısından Allah muhafaza buyursun!
Tarihin restorasyonu başlıyor
Gelelim hepimizi yeniden girdaba çeken soruya:
Sultan Vahdettin hain miydi?
Tereddütsüz cevabımızı yapıştıralım önce:
Sultan Vahdettin (doğrusu “Vahîdüddîn”) hain olmadığı gibi diğer Osmanlı padişahları gibi “bir vatan dostu” idi.
Bu hakikati dile getiren Üstad Necip Fazıl’ın kitabının toplatılıp kendisinin 20 ay hapse mahkûm edildiğini Perşembe günkü yazımda okudunuz.
Ne yapalım ki, Türkiye’de tarihin restorasyonu hasarsız olmuyor. Ne de olsa zafer biraz da hasar ister. Hasar almayı göze alamayan zaferi kazanamaz.
Tarihin ağzının yeniden açılacağı günleri beraber inşa edeceğiz dostlar. Pek fark etmesek de adım, adım ilerliyoruz aslında gerçeğin güneşli ülkesine.
Birkaç basamağı hatırlayalım mı?
Menderes’in yakın tarihe müdahalesi
Bilir misiniz ki, 1950 yılında Demokrat Parti iktidara gelene kadar hatırat yayınlamak yasaktı. Ali İhsan Sabis gibi cüretkârların başına gelenin pişmiş tavuğun başına gelmediğini biliyoruz.
Tarih alanında ilk “karşı devrim” DP zamanında hareketlenmişti. Ali Fuat Cebesoy dahil birçok paşa hatıratını yayınlamış, gazete ve dergilerde eteklerde bekletilen taşlar dökülmeye başlamıştı. Bu değişmeyi en iyi, inkılap tarihi sahasının kurucu babalarından Mason Prof. Dr. Enver Ziya Karal’ın liseler için yazdığı Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı ders kitabının 1945 ve 1953 baskılarını karşılaştırarak görebiliriz.
1945 baskısında Atatürk zamanından farklı olarak ve beklenebileceği gibi İnönü’nün ve o zamana kadar dışlanan Karabekir gibi paşaların inkılap tarihine dahil edildiğini görürüz. Ancak 1953 yılında yayınlanan Türkiye Cumhuriyeti Tarihi önemli bir fark içeriyordu: Sultan Vahdettin’in kendisini savunduğu sözler. Bu ifadeler Nutuk’ta ihanet ve yozlaşmış olmakla suçlanan Sultan Vahdettin’i tarih önünde beraat ettirecek kadar resmi tarihe aykırıdır. Epeyce uzun olan alıntının bir lise ders kitabına konulması aslında Cumhuriyetin 20. yılında tarihin abartılardan uzak ve soğukkanlı bir şekilde değerlendirilebileceği yönünde mesut bir hamlenin başladığını düşündürecek denli manidardır. Ne var ki, 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubat darbeleri bu normalleşme sürecini engellemek için de yapılacaktı.
“Maarif Vekaleti Talim ve Terbiye Dairesi karariyle Liseler için ders kitabı olarak kabul edilmiştir” cümlesinin kapağında yer aldığı bu Milli Eğitim Bakanlığı yayınında aşağıdaki ifadeleri okumak son derece ilginçtir (Lise öğrencileri 1973 yılına kadar bu kitaptan sınava girecekti):
“Ecnebiler pek imansız. Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah, bir de ben bilirim: (…) Sözlerimizi yerine getirmezseniz sizi de tanımayız demek istiyorlar. İstiklalimizi kurtarmak için zaruri olarak bu hallere tahammül ediliyor.”
Bundan sonrası daha çarpıcı ve Sultan Vahdettin’i aklama çabası iyice barizleşiyor. Prof. Karal’ın kitabında Sultanların sonuncusu konuşuyor, biz dinliyoruz:
“Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum. Saltanat tahtının kuş tüyü minderleri üzerine oturup gömülmedim. Bunlardan kimseye bahsedilemiyor. Millete de malumat verilemiyor. Elbet bir gün tarih bu hakikatleri yazar.”
Ne dersiniz: Sultan Vahdettin’in hain olmadığını belirten kendi cümleleri bugünkü İnkılap Tarihi ders kitaplarına konulabilir mi?
İşte tarihte geldiğimiz nokta…
1953’ün ders kitabındaki hakkaniyetli ifadeler bile bugünkülerden fersah fersah ileriydi…
Ecevit’in Vahdettin çıkışı
Bir diğer adım olarak Necip Fazıl’ın Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin adlı kitabı 1968 yılında çıkmış ve büyük tartışma koparmıştı.
İnönü Ansiklopedisi olarak yayına başlayan Türk Ansiklopedisi’nin “Damat Ferid Paşa” maddesi 1969 yılında yayınlandığında kıyamet kopmuştu, çünkü Sultan Vahdettin kötülenmiyor, tersine “zeki ve namuslu” diye övülüyordu.
1988 yılında bir gazetede gündeme getirilen “Samsun’a İngiliz vizesi” ile gidildiğine dair ifadeler basında günlerce tartışılmış, hatta iki yıl sonra bu vizelerin fotoğraflarına yer verilince başta Uğur Mumcu olmak üzere Cumhuriyet yazarları “Biz bunları biliyorduk, yeni bir şeymiş gibi sunuyorsunuz” diye laf atarak belgelerin değerini okurlarının gözünden düşürmeye uğraşmıştı. Ancak şu yaman soruya nasıl cevap vereceklerini bilemediler:
-Madem biliyordunuz neden siz gündeme getirmediniz şimdiye kadar?
Adetleri böyledir. Hem bilir, hem de saklarlar. Birisi bir belge ortaya attı mı, ‘aman canım, onu biz de biliyorduk’, diye çamur atmaya kalkarlar.
15 yıl sonra ağır darbe hiç beklemedikleri bir yerden, Bülent Ecevit’ten geldi. “Ben Vahdettin’in hain olduğuna hiç inanmadım” diyen laikliğinden kuşku duyulmayan bu eski CHP Genel Başkanının sözleri basında geniş bir yelpazede tartışılırken karşı taraftan 9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in sesi duyuldu:
-Vahdettin’in 100 sene daha hain olarak bilinmesi gerekir.
Yani hain değil de, bu düzenin yürümesi için hain olarak bilinmesi gerekir, diyor ve hain olarak tanınmasını isteyenlerin asıl maksadını ifşa ediyordu.
Maksat ne? Diye sormayacaksınızdır umarım. Anlaşılmayacak ne var ki bunda: Tabii ki bir asırdır kurdukları düzenin aksamadan devam etmesi…
Necip Fazıl neden “Vahdettin hain değildi” demişti?
Mustafa Armağan
9 Eylül akşamı Tunç Soyer’in İzmir’i ve Anadolu’yu kana boyayan Yunanlara tek laf etmeyip olanca kin ve gayzını Osmanlı’nın son dönemine, özelde Sultan Vahdettin’e boşaltması geniş bir tepki ağına tosladı. Tepkiler haklıydı, zira Yunanistan’ın her Allah’ın günü bir taciziyle karşılaşan bir ülkenin en kalabalık kıyı şehrinin belediye başkanının adeta Yunan ağzıyla kendi tarihindeki yöneticilere saldırmasının affedilir yanı olamazdı.
CHP’lilerin bu tür zıpçıktılıkları iyi oluyor bir yerde, zira dağılmış bulunan cephenin toparlanmasına yarıyor.
“Tarih! Tarih!” diye dilimizde tüy biterken ‘Aman canım, senin de başka şey bildiğin yok, biraz da bugüne gel’ diyen boşboğaz takımının ağzına da okkalı şamar vurulmuş oluyor.
Demek ki, diyorum, tarih bugündür ve gelecektir. Tarihten bahsetmek sadece tarihten değil, bugünde ve yarında da soluk almak demektir. Hem Soyer gibi nadanlar seni tarih üzerinden vurup dururken bizim gibi gönüllü olarak çabalayanlara ‘sus’ demek hasmın ekmeğine yağ sürmekten başka manaya gelmez. Hasım dediysem, burada Yunanistan ve onun ağzını kullanmayı görev bilenleredir sözüm.
Böylece yakın tarih tartışmalarında yeni bir dönemece girmiş bulunuyoruz. Bir “fecr-i kâzib”, yani yalancı şafak olmamasını can u gönülden dilediğimiz bu yeni dönemde yakın tarihe ait bilgi, belge ve hatıratların sansürsüz bir şekilde neşrinin, tarihinden haberdar olmak, daha doğrusu ‘Ben kimim ve nereden geliyorum?’ sorularına cevap vermek için kıvranan namuslu vatandaşın dünyasını bir asırdır devam eden dayatmalardan kurtaracağı ümidindeyim.
Her ‘Vahdettin hain miydi?’ tartışmasında bir ‘tık’ yukarı çıktığımızı veya bir kadem ileri gittiğimizi görmüyor olamazsınız. Mesela Üstad Necip Fazıl’ın Vatan Haini Değil Büyük Vatan Dostu Vahidüddin Han adlı kitabı 1968 yılında yayınlanınca oluşan tepkiler, hatta 1976 yılında yapılan 3. baskısında kitabın toplatılıp yazarının hapis cezasına çarptırılması, hatta hapis cezası üzerindeyken toprağa verilmesi, bir korkunun ulaştığı boyutu gösteriyordu. Ama korkunun ecele faydasının olmadığını son tartışmayla gördük. Bugün yüzbinlerce Necip Fazıl gibi düşünen var!
Demek ki tarihe pranga vurulamıyor, istense de istenmese de değişiyormuş!
O kitapta Necip Fazıl bir iddiada bulunmuştu:
Mustafa Kemal Paşa’yı Anadolu’ya gönderme kararı ve ikna etme çabası Sultan Vahdettin’e aittir.
İddiasını bazı belgelere ve bizzat devrin şahitlerine dayandırarak dillendiren Necip Fazıl merhum, Mustafa Kemal’in bizzat Falih Rıfkı’ya anlattığı veçhile Sultan Vahdettin’in kendisine “Paşa, Paşa, devleti kurtarabilirsin” sözünü söylemesini delil olarak sunup, “devleti kurtarma”nın İngilizlerin gözünü boyamak için görev kâğıdına yazılan “asayişi tesis etmek”le olamayacağını söyler ve ekler:
“Mustafa Kemal Paşa Anadolu’ya doğrudan doğruya Türk devlet ve milletini kurtarmak için Vahidüddin tarafından gönderilmiş(tir).”
(Bu arada 1967’de basılan rahmetli Kadir Mısıroğlu’nun Sarıklı Mücahitler adlı kitabının hakkını da teslim edelim. Sultan Vahdettin’le alakalı bölüm yıllar sonra kitaba dönüştürüldü.)
1968 yılında önce Bugün gazetesinde tefrika edilen, ardından da kitap olarak basılan Vahidüddin kitabından Bülent Ecevit’in 2005 yılındaki “Vahdettin’in hain olduğuna inanmıyorum” açıklamasına ve bugün oluşan havaya bakınca insan ister istemez düşünüyor:
Nasıl 30 sene başörtüsünü tartışıp sonunda karşı olanların ellerindeki bütün kozlar alındı ve hak, sahibine teslim edildiyse, aynı şekilde tarihimiz de yeniden milletin oluncaya kadar sürecek mücadelemiz. İsterse yüz, isterse bin sene geçsin.
Hep beraber sesimizi gürleştiriyoruz o zaman:
Durmak yok, yola devam!
Yunan’ın adı yok, vurun Osmanlı’ya
Mustafa Armağan
İzmir’in Mason önlüklü Belediye Başkanı Tunç Soyer’in sözde İzmir’in kurtuluşunu anacağı törende Yunan’ın adını zinhar ağzına almayışı, buna mukabil Osmanlı Devleti’ne küfredercesine hakaretlerde bulunması en basit deyişle milletine ve tarihine hainliktir. Bu marazlı kafaya kalırsa Türk askeri 9 Eylül’de sanki Osmanlı’dan kurtarmıştır İzmir’i.
İzmir, Manisa, Uşak, Afyon, Eskişehir, Bursa, Bilecik ve çevresinin masum halkını 3,5 yıl çocuk, kız, kadın, yaşlı demeden süngüleyip tecavüz dahil her türlü alçaklığı sistematik olarak işleyen Yunan’a laf söyleme ama Osmanlı’ya hakaret et!
Şunu bilmeli herkes:
İzmir DÜŞMAN İŞGALİNDEN değil YUNAN, İNGİLİZ, FRANSIZ, İTALYAN her neyse onların işgalinden kurtarıldı.
Neden düşmanın adı saklanır peki? “Bebek katili Yunan”, “Alçak İngiliz”, “Katil Fransız” diyemiyorsunuz değil mi? Biz Batıya toz kondurmayan bu Yunansever dili iyi tanıyoruz Tunç Soyer!
Neden Yunanların Anadolu’da icra ettiği alçaklık ve zulümler unutturuldu bu millete? Neden düşmanın adı silinir tarihlerden? Her Allah’ın günü hatırlatılması ve çocukların kafalarına vurula vurula öğretilmesi icap eden Yunanların Anadolu’daki insanlık dışı katliamları hakkında neden bu kadar az şey biliyoruz?
Sebebi savaştan 7 yıl sonra Yunanistan ile dost olma sürecimizde yatmaktadır.
Devletler zaman zaman dost olur, ayrı. İlla savaşman gerekmez ama kalbinde bir buğz da mı kalmaz insanın?
Peki, aynı zarafeti Yunanistan bize karşı gösterdi mi? Şaka mı ediyorsunuz? O hem bizim dostluğumuzdan yararlandı, hem de Türk düşmanlığını çocuklarına aşılamaya devam etti, hâlâ ediyor. Her 29 Mayıs’ta papazların başını çektiği ağıtlar, ayinler gırla gidiyor. Düşman diye Türkü öğretiyor çocuklarına. Zerre kadar değişme yok Yunan’da ama biz maalesef o sakat tarih mantığıyla kitaplarımızdan işgalci Yunan’ın mezalim ve alçaklıklarını anlatan satırları çıkarıp yerine soyut bir DÜŞMAN lafı oturttuk.
Düşman aşağı, düşman yukarı…
Düşmanı yendik, düşmanı denize döktük, düşman kaçtı…
Ne demek düşman yahu? Bunun bir adı, sanı yok mu? İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan zulmü ünitesi bile yok. Soyut, anonim bir düşman icat etmişiz, gidiyor.
Hâlbuki o Yunan insanımıza ne zulümler etmiş, ülkemize ne zararlar vermiş, ne masum kanları dökmüştü. Bunun acı bilançosunu çıkarmıştık Lozan’dan önce. Hem de kim? Lozan’a gidecek olan İsmet Paşa.
Bakın 4 Ekim 1922 tarihli Vakit gazetesine neler demiş (Lozan’a gitmesine birkaç ay varken):
“Yunan ordusunun Anadolu dâhilinde yaptığı yıkımın bedeli 1 milyar 500 milyon Türk lirasıdır. Yunanlılar sadece Anadolu’da 280 bin ev yakmışlardı. Bir ev en az 1000 lira olduğuna göre, yanan evlerin toplamı 300 milyon lira tutmaktadır.”
Devam ediyor:
“Yunan askerlerinin soygunculuk şeklinde yaptıkları tahribat da müthiştir. Yakmadıkları köy ve şehirleri de soyup soğana çevirmişlerdir. 200 bin Yunan askerinin her biri 1000 lira soygun yaptığına göre toplam 200 milyon lira milli serveti soymuşlardır. Ayrıca işgal bölgelerinde koyun, keçi, sığır namına ne bulmuşlarsa alıp götürmüşlerdir. At ve develere “tekalif-i harbiye” (harp vergisi) olarak el koymuşlardır. Bunların toplamı da milyonları bulmaktadır.”
Güya Yunanların yanına kâr kalmayacakmış yaptıkları:
“Son olarak zorla Osmanlı nakit paralarını toplamış ve değerinden yüzde 60-70 eksiğine drahmiye çevirmişlerdir. Bunlar hatırlayabildiklerim. Bütün bu zararlarımızı Yunanların yanına bırakmayacağız. Santimine kadar tazminini isteyeceğiz.”
Gelin görün ki Lozan’da Yunanlar, İngilizler üzerinden harekete geçti ve tek kuruşumuz yok, hatta inanmayacaksınız “bizim de savaş zararlarımız var, biz de Türklerden onları istiyoruz” bile demişlerdi. Pişkinliğe bakın siz. Eğer orada birazcık karakteri olan bir heyet olmuş olsaydı masaya yumruk vurup çekip gelmesi gerekirdi. (Seha L. Meray’ın Lozan Tutanakları’nın c. 4, sayfa 94-95’te geçmektedir bu sözler, yanda okuyacaksınız.)
Lord Curzon da “Yunanların bu borcu ödeyebilecek maddi durumları yok” diye üsteleyince İsmet Paşa blöfe razı olmuş ve TBMM’de “Neden tazminat almadan döndün?” diye sorulunca “Adamların paraları mı var ki isteyelim” diye Yunanları savunmuştu.
Hâlbuki aynı Yunanlar, Amerika Birleşik Devletleri’ne olan borçlarını savaş sonrasında tıkır tıkır ödemişti. Bakın 14 Mayıs 1929 tarihli Akşam gazetesi ne yazmış:
“Yunanistan harp borçları: Matbuat (basın) harp borçları meselesi hakkında Yunanistan ile aktolunan (imzalanan) son itilâfın (uzlaşmanın) ihtiva etmekte olduğu şartları neşretmektedir. Yunanistan, Amerika’ya 62 sene müddet senevî (yılda) 15 milyon dolar tediye edecektir (ödeyecektir).”
Yılda 15 milyon dolar ödeyecek kudreti olan Yunanistan’ın kasasında bize ödeyecek tek kuruş yokmuş, öyle mi? Dua edin ki gülünecek zaman değil.
Oysa TBMM bizim çıkarlarımızı savunsun diye göndermişti İsmet Paşa ve ekibini, Yunanların haline bizi acındırması için değil.
Tam da bunu söylüyorum işte.
Neden Yunan yerine Osmanlı’ya düşman bir nesil yetiştirildiğini bu ipucundan çıkarırsınız artık.
Rahmetli Kadir Mısıroğlu Yunan Mezalimi adlı öncü kitabında şöyle yazmıştı:
“Bizi, en büyük zaafımız afvetmek ve unutmak bu hale getirmiştir. (…) Millete karşı işlenmiş hiyânetleri afvetmeye, milletten başka kimsenin hakkı olamaz!” (Sebil: 1992, s. 45)
Falih Rıfkı Yunan mezalimini anlatıyor
Her tarafta bize yangın ve cinayet faciaları anlattılar. Yollar üzerinde kurumuş, madde haline gelmiş eski Türk cesetlerine rastgeldik. Oğlunu kaybeden her ananın ıstırabı bir olduğu için, Afyonkarahisar, Kütahya ve Bursa analarının acısı Manisa’da bıraktığımız kadınların eleminden daha aşağı değildi… Sakarya’dan Marmara, Akdeniz ve Boğaz sahillerine kadar her taraf bir alevin ve bir bıçağın altından kalktı. (…) Bu faciayı her gün hatırla. Yüzbinlerce Türkü teselli etmedikçe bize bu hürriyet ve şeref helal değildir.” (Falih Rıfkı Atay, İzmir’den Bursa’ya, Atlas: 1974, s. 85)
6-7 Eylül olaylarının iç yüzü nedir?
Mustafa Armağan
Yakın tarihimizin kırılma noktalarından birini teşkil eden “6-7 Eylül Olayları”nın mevcut anlatımı, isminden itibaren falsoludur.
Ne olmuşsa 6 Eylül 1955 akşamı olmuş, 7 Eylül‘de herhangi bir olay vuku bulmamıştır!
Menderes hükümetinin olayı tertiplemesi için aklını peynir ekmekle yemiş olması gerekir.
Tam tersine olayın duyulmasıyla Kıbrıs müzakerelerinde darbeyi yiyen taraf Türkiye olmuştur.
Demokrat Parti ve Menderes’e vurmak için en ufak fırsatı değerlendiren 27 Mayıs darbecileri bile bu olayı daha müsamahalı yargılamış, hatta Alparslan Türkeş’in hatıralarına bakılırsa Fuat Köprülü’nün 27 Mayıs’tan sonra verdiği “6-7 Eylül olaylarını Menderes tertipledi” sözünü kendisine geri aldırmışlardı. Çünkü eski bir Dışişleri Bakanının bu beyanatı Türkiye’nin kendi ayağına kurşun sıkmak demekti.
Olaylar şöyle gelişti:
Mithat Perin’in çıkarmakta olduğu Ekspres gazetesine bir haber gelir: Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konulmuştur. Haberin üzerine atlayan gazete hemen 2. baskıyı yapar ve inanılmaz bir hızla 290 bir adet satıverir. Galeyana getirme gayesi açıktır. İstanbul’da 200 bin Rum seçmen bulunduğu düşünülünce haberin gerçek hedefi anlaşılır. Düğmeye basmıştır birileri.
Haberin yayılması üzerine 6 Eylül 1955 akşamı İstanbul, Ankara ve İzmir’de patlak veren olaylarda Rum, Ermeni ve Musevi vatandaşlarımıza ait ibadethane, ev ve işyerlerine saldırılmış, eşyaları yağmalanmış, binalar tahrip edilmişti. 3,884’ü Rumlara ait olmak üzere 8,538 gayrimenkul zarar görmüştü. Gerçi maddi zararlar devlet tarafından karşılandı, Türkiye yakılan Yunan bayrağından dolayı özür diledi, sıkıyönetim ilan edip sanıkları yargıladı ve mağdurların zararlarını ödedi ama uluslararası imajımız da ağır bir yara almıştı.
Peki, neydi hadisenin arka planı?
1954-55 yıllarında özellikle dış politikadaki etkinliğimiz artmakta ve “Büyük Türkiye rüyası”na adım adım ilerlenmekteydi. 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktı imzalanmış, 5 Nisan’da İngiltere de girmişti pakta (Pakistan ve İran’ın katılması ise Kasım ayını bulacaktı). Bu, Türkiye’nin büyük diplomasi atağının mahsulüydü. O kadar parlaktı ki, İngiltere Dışişleri Bakanı MacMillan, görüştüğü Başbakan Menderes’ten etkilendiğini itiraf edecekti.
Derken Menderes, Kıbrıs atağını başlattı. Olaylardan 12 gün önce bu defa İstanbul’da Liman Lokantası’ndaki müthiş konuşmasını yaptı. (Ne var ki, Yassıada Mahkemesi’nde Menderes’i aklayacağı için okutulmayacaktır.) Bir cümlesini zikredelim: “Kıbrıs asla Yunanistan’ın olmayacaktır.” Başvekil Kıbrıs’ın Türkiye’ye geri verilmesini dillendiriyordu.
29 Ağustos’ta başlayan Londra Konferansı’nda çiçeği burnunda Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu olanca enerjisiyle Kıbrıs’a asılmaktadır. Türkiye, Lozan’da Kıbrıs’ı İngiltere’ye devretmişti gerçi. Fakat İngiltere adadan gidecekse Türkiye’ye iade etmesi gerekirdi. Yunanistan, tıpkı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçenlerde dediği gibi Türkiye’nin Kıbrıs meselesinde muhatabı olamaz, diye de ekliyordu. Yunan tarafı bocalamaya başlamıştı. Türkiye kararlı adımlarla Kıbrıs’ın üzerine gidiyor, hakkını acarca arayışıyla göz dolduruyordu ki…
İstanbul’dan kara haber geldi ve Londra Konferansı’nın tam son gününde, tam da avantajı elimize geçirmişken konferans o gün görüşme yapılamadan apar topar sona erdi. Türkiye hem dış dünyada yara almış, hem de Kıbrıs üzerinde kazanmakta olduğu bir maçı hakem tatil etmişti.
Menderes hükümetinin ayağına kurşun sıkan 6-7 Eylül provokasyonu Türkiye’nin dışarıda itibar kazanmasını çekemeyen “mahutlar” ile Kıbrıs’ta inisiyatifi Türkiye’ye kaptırmak üzere olan Yunanistan’ın ekmeğine yağ sürülmüş, yani maksat hasıl olmuştu.
6-7 Eylül olaylarını kimin tertiplediğini merak edenler, bugünkü dış politika ataklarımız karşısında paniğe kapılan aynı “mahutlar” ile dışarıdakilerin aynı dili konuşmasına lütfen dikkat etsin. Tarih tekerrür etmiyorsa ben de bir şey bilmiyorum.
Osmanlı’da bir kadın üniversitesi açıldığını biliyor musunuz?
Mustafa Armağan
Başlıktaki soruyu yönelttiğim her salondan aynı çaresiz cevap fışkırıyor.
- Nereden bileceğiz ki!
Doğru, nereden bileceklerdi ki! Bu ülkeye öz tarihini değil, üvey ailenin tarihini okutursan bu çaresizlik beyanının çığlıklaşacağı muhakkaktır.
Bilmediğimiz neler var? Veya unutturulan koca bir geçmiş!
Neden hafızamız bu kadar gayretkeşlikle silinmek istenmiş?
Oysa Rus Generali Çirnayev, 1877’de Bulgaristan’daki topraklarımızı ele geçirince acı acı haykırmış:
“Bu insanları sendeleten bir engel var: Türklerin yaşayan hatıraları! Ölümden korkmayanlar bu hatıralardan korkuyor. Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım. Onlar yabancı milletleri yenmişler ve kazandıkları milletlerin ruhlarında yaşamasını bilmişler. Onlarda herhalde bir sihirbaz zekâsı var. Bir değil, birkaç istila bile onların iliklerine işleyen gizli üstünlüklerini yıkmaya bence kâfi gelmeyecektir.”
Evet, yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım idi. Öyle de yaptılar.
Önce savaş meydanlarında Osmanlı’yı türlü kalleşlikler ve ihanetlerle ölmeden mezara gömdüler. Sonra da onu kafalarımızda yıkmaya başladılar.
“Ders kitaplarımız Haçlıların zaferidir” diyen Cemil Meriç ne kadar haklı!
Bir millete millet olduğunu öğretmek için yazılması gereken kitaplar bize “hem nasıl bir millet” olduğumuzu unutturacak şekilde telif edildi.
Sonucu Gezi olayları sırasında hep beraber bir duvara yazılmış bulunan şu karneden öğrendik: “Zulüm 1453’te başladı.”
Bu muydu verdiğimiz tarih eğitiminin mahsulü.
Evet, buydu. Ne bekliyordunuz ki? Zakkum ektiğiniz toprağın lavanta vermesini mi?
“Yalnız Türkleri değil, onların tarihlerini de yenmek lazım” sözünü alnımıza kazısak yeridir.
Öyle bir tarihi; ecnebiler dışarıdan, bizimkiler içeriden yıka yıka böyle şahsiyetsizlik şaheserlerinin heykelini diktik zihinlere.
Diyeceksiniz ki dizi filmler var. Sultan Alparslan var, Payitaht dizisi vardı. Yapılmalı, daha çok yapılmalı bunlar. Geç kalındı ama olsun, ne yaparsak kârdır, o ayrı.
Ancak filmler tarihe ilgili artırabilir ama bilgi vermez. Bir başka deyişle tarih filmlerden öğrenilmez. Ancak yönlendirici ve teşvik edici olabilir filmler.
Tarihi bir atmosfer içinde öğretmek gerekir. O atmosferi oluşturamazsanız öğrettikleriniz de kafasına oturmaz öğrencinin. Ayasofya Camii’ni teorik olarak istediğin kadar anlat, üç boyutlu hale gelmedikçe zihninde ve o atmosferi kurmadıkça kalıcı olmaz. (Hikâyeler de bir yere kadar.) Ancak yerinde anlatınca jetonlar düşmeye başlar. Malumat, idrake dönüşür.
Peki öyle bir ortam var mı tarih derslerimizde?
Gayretli öğretmenlerimize müteşekkiriz, ancak malumat değildir tarihte esas nesne.
Sevgi ve bilgi birleşirse bilinç oluşur çünkü. Öğrencide bir tarih bilinci oluşturmaktır tarih derslerinin gayesi.
Oluşuyor mu? Oluşsaydı “Zulüm 1453’te başladı” sözü zuhur eder miydi o elden? Ettiyse derin bir mesele var demektir vesselam.
İnas Darülfünunu
İşte başlıktaki soru önümüzde bir kitap gibi duruyor:
Hikâyesini şöyle özetleyelim:
1914 Şubatından itibaren Sultan 2. Abdülhamid’in kurduğu Darülfünun’da hanımlara yönelik gayri resmi dersler daha doğrusu konferanslar başlar. O kadar ilgi görür ki, zaman zaman 600-700 öğrencinin katıldığı olur.
Bunun üzerine Beyazıt’taki Zeynep Hanım Konağı’nın bir bölümünde aynı yılın Eylül ayında İnas Darülfünunu şubesi yani Kız Üniversitesi bölümü resmen açılır. Okul 3 yıllıktır. Gündüzcü ve yatılı talebe de alınacağı gazetelerde ilan olunur.
İnas Darülfünunu’nun 2 fakültesi vardır. 1) Fünun Şubesi, 2) Edebiyat Şubesi. Fünun şubesi ise Riyaziyat (Matematik) ve Tabiiyat (Fen bilimleri) kısımlarına ayrılmıştır.
Asgari 16, azami 25 yaşında kız talebelerin kabul edileceği Kız Üniversitesi yalnız öğretmen okulu, kız lisesi veya sultanisi diplomasına sahip olanlara değil, aynı zamanda bu seviyedeki okullardan mezun olanlara da açıktı ve evde kendisini özel olarak yetiştirmiş olan kızlar da kayıt yaptırıp sınavlara dahil olabilecekti.
Edebiyat şubesinin 1. sınıfında Türk edebiyatı, resmi ve özel yazışma, Osmanlı tarihi, dünya tarihi, coğrafya ve etnografya, felsefe ve ilm-i terbiye, yani eğitim bilimi dersleri okutulmaktaydı.
Riyaziyat kısmının 1. sınıfında okutulan dersler ise şunlardı: Felsefe, eğitim bilimi, üçgenler, düzlem üçgenler, yüksek matematik, cebir, fizik, yüksek geometri.
Fen şubesinin Tabiiyat kısmının ilk sınıfında uygulamalı kimya, bitki bilimi, kimya, fizik, hıfzıssıhha (sanitasyon), eğitim bilimi, üçgenler ve analitik kimya derslerinin okutulduğunu görüyoruz.
Ayrıca iş hayatında kadınlara lazım olacak hususlarda kurslar açan İnas Darülfünunu daktilo yazma, defter tutma, hesap (matematik), Türkçe ile iş hayatına yönelik Fransızca dersleri vermişti.
Üniversiteli kızlar hiç beklenmedik başarılara imza atmış, hatta anlaşılan notu kıt bir hoca olan Mülkiye Mektebi hocalarından Tevfik Bey hiçbir erkek öğrenciye vermediği 10 numarayı Ayşe Sıdıka adlı bir kız öğrenciye vermişti.
Yoluna böylece devam eden İnas Darülfünunu 1917 yılında ilk mezunlarını vermişti. Edebiyat şubesinden 7, Riyaziyat kısmından 3, Tabiiyat kısmından ise 10 olmak üzere toplam 20 mezuna diploma verilmişti. Mezunların çoğu hemen işe tayin edilmiş. Kimi İstanbul Kız Sultanileri öğretmenliğine, kim de puanına göre taşradaki kız okullarına müdire ve muallime olarak görevlerine başlamıştı.
1918 yılında da mezun veren okulda ilginç bir tartışma başlamıştı. İşgal İstanbul’unda yaşanan bu tartışmada kız üniversitesinde okuyanların ayrı bir okulda değil, erkek öğrencilerle aynı sınıflarda ders görmeleri görüşü ağır basacak ve aynı sınıfta ama ayrı taraflarda oturmak kaydıyla bu görüş uygulamaya geçirilecek, neticede İnas Darülfünunu önce fiilen, 1921 yılında ise hukuken tarihe karışacaktır.
Böylece Osmanlı Devleti döneminde yazarların ders kitaplarımıza alma lütfunda bulunmadıkları bir ilginç köşeyi aydınlatmaya çalıştık.
Daha neler var bunun gibi izbelere itilen. Düşünün.
Not: İnas Darülfünunu hakkındaki bilgiler Ali Arslan ve Özlem Akpınar’ın Osmanlı Bilimi Araştırmaları dergisinin VI/2, 2005 sayısında neşr olunan makalesinden nakledilmiştir (s. 225-234).
Attila İlhan’la nasıl tanışmıştım?
Mustafa Armağan
2005 yılında kaybettiğimiz Atilla İlhan benim 17 yaşımdan itibaren ilgimi daima üzerinde toplamayı başarmış bir yazardı. 1980’den hemen sonra yoğunlaştı okumalarım ama evveliyatı da var elbette. Mesela 1978’de alıp okuduğum ama ismini galiba ilk kez Cemil Meriç’in Bu Ülke’sinde duymuş olduğum Hangi Batı, ilk sayfasına 30 Nisan 1979’da satın aldığımı not düştüğüm Sisler Bulvarı adlı şiir kitabı.
Velhasıl önümdeki masayı gölgelendiren onlarca Attila İlhan imzalı dizi dizi kitap: Batı’nın ‘Deli Gömleği’, Hangi Sol, Hangi Sağ, Faşizmin Ayak Sesleri, Gerçekçilik Savaşı, Böyle bir Sevmek (şiir, 1979), Yaraya Tuz Basmak ve Fena Halde Leman adlı romanları… Liste uzayıp giderken Abbas Yolcu adıyla henüz 1957 yılında neşrettiği ufak boyda basılmış seyahatnamesinin kütüphanemde durmaksızın işveyle göz kırpıp durduğunu söylemem şart.
Derken 12 Eylül’ün akabinde yayımladığı Hangi Atatürk ve Temmuz 2000 tarihinde saha-i vücuda çıkan Sultan Galiyef: Avrasya’da Dolaşan Hayalet.
Sohbet eder gibi yazmasının beni en ziyade etkileyen taraflarından olduğu muhakkaktı. Bir kısmının kurgu, daha doğrusu mizansen olduğu anlaşılsa da, bazı gençlerle Ahmet, Mehmet diye isim vererek tartıştığı yazılarının sizi de odaya davet eden bir kışkırtma içerdiği ise tartışılmaz. Ne yalan söyleyeyim, okurken gerilip o ‘ateş gibi’ gençlerden biri de ben olmak istemişimdir.
Kitap ve söyleşilerini okurken bunu çok istemiş olmalıyım ki, günün birinde Taksim’de Gezi Parkı civarında kendisiyle karşılaştığımda bir cesaret, selam vermiş ve sıcak mukabelesi üzerine görüşmek istediğimi beyan etmiştim. Hemen telefon numarasını (ev numarasıydı elbette) verivermişti. Bunu müteakip bir telefon konuşmamızdan kalanlar hafızamın ışıklı bir köşesinde canlılığını muhafaza etmiş bugüne kadar. Telefon ahizesinin öbür ucundaki adam, sanki ezelden aşinası imişim gibi gayet rahat, herkese nasıl konuşuyorsa öyle, olanca içtenliğiyle ve nasıl desem, ‘kitap gibi’ konuşuyordu.
Bu arada nasılsa sözü Bursa’ya naklettiğim kalmış aklımda. Belki de “bursa’dan yaylım ateş” şiirinde geçen “işte bursa şehri secdeye varmış/dilsiz bir kar dökülür işte uludağ’dan” veya “ezan sesleri dağılır kanat kanat minarelerden” (Sisler Bulvarı) türünden mısralarını bağrına basan bayıldığım şiirinden dem vurmuşumdur. Kendisine Bursa’da büyüdüğümü söyleyince bir şeyler oldu muhatabıma, birden coştu ve derin bir nefes alarak zamirindekini hatta boca etti. “Bilir misin”, diye içini çekti, “ben ilk defa bu kadar minareyi bir arada Bursa’ya gittiğimde görmüştüm. İzmir’de büyüdüğüm için bir Müslüman/Türk şehri böyle olur sanıyordum. Biraz Manisa farklı ama o da o kadar. İlk defa bir Müslüman/Türk şehrini Bursa’da o minareleri görünce idrak etmiştim.” Nokta.
Böyle böyle kitap sayfaları ve telefon hatları üzerinden başlayan muhabbetimiz Gezi Parkı civarındaki rastlaşmalarımız, geçerken onu cam kenarındaki masada, önündeki A4 ebadındaki kâğıtlara mevzun parmaklarıyla içirdiği romanları (en son Halide-Edip Adıvar üzerine bir roman yazıyordu ve galiba tamamlayamadan öldü) ve gazete yazıları yazarken fotoğraflıyordu hafızam. Birkaç kere de dayanamayıp içeriye giriş ve selam verişim. Birkaç cümlelik mükâlemeler, o kadar.
Yalnız bir seferinde yanında benim yaşlarımda biriyle konuşurken dalmıştım araya (1999 veya 2000 yılı olmalı). Anlaşılan hararetli bir mübahaseye buzdan bir bıçak gibi saplanmıştı selamım. Birden film kopar gibi durdu ve selamımı yumuşak bir edayla aldıktan sonra aynı nezaketle randevu alarak gelmemin münasip olacağını ihtar etti. Demek ki usul buymuş, deyip veda ettiğimi hatırlıyorum.
Derken Sultan Galiyef kitabını Beyoğlu’ndaki Simurg Sahaf’tan temin edip okuduktan sonra bir söyleşi yapmak isteği uyandı içimde. Telefon edip randevulaştık. Yine Divan Oteli’nin kafeteryasının en dibinde, cam kenarındaki mutad masasında, tam dediği saatte karşı karşıyaydık. Teybi açtım ve usta döktürdü: Aynen ‘kitap gibi’ konuşuyordu. Olanca sevecenlik ve rahatlığıyla yalnız tarihin girift düğümlerine nafiz nazarlar atmakla kalmıyor, olayın karmaşık düğümlerini zabturapta alıveriyordu maharetle.
İşte 22 yıl önce gerçekleşen o ‘kitap gibi’ söyleşim Gerçek Tarih dergisinin Eylül sayısında sizlerle buluşacak. İlgililere duyurulur.
Büyük Taarruz’un bilinmeyen yönleri
Mustafa Armağan
Büyük Taarruz’un başladığı 26 Ağustos 1922 tarihinin Hicri takvimin ilk günü olan 1 Muharrem 1341’e, yani Müslümanların yılbaşına denk geldiğini biliyor muydunuz?
Nereden bileceksiniz ki?
Mazi sağır bir duvardır bizde. Berlin Duvarı’ndan ses gelir de ondan gelmez.
Bu duvarı sağdan, soldan matkapla delip arkasına bakmak isteyenlerin nasıl cezalara çarptırıldığını, hatta Üstad Necip Fazıl’ın sırf Sultan Vahdetttin’e “hain değil, büyük vatan dostu” dediği için iki yıla yakın bir hapis cezasını kefen olarak sarınarak mezara girdiğini hatırlamak kâfidir. Demek ki bir mayın tarlasıdır üzerinde dolaştığımız.
Bakın o tarihte Başbakan (İcra Vekilleri Heyeti Reisi) olan Rauf Orbay sağlığında yayınlanan hatıralarına neler yazmış:
“O sabahki Ankara gazeteleri, büyük taarruzdan henüz malumatları olmadığı halde, adeta güzel bir hiss-i kablelvuku (önsezi) ile bu takvim haberini aynen şöyle veriyorlardı:
‘Bugün Muharremin birinci günü ve 1340 Hicrî yılından 1341 yılına geçiyoruz. Bu yılın memleketimiz ve bütün vatandaşlarımızla İslâm âlemi için kurtuluş ve refah ile kapanmasını temenni ve Cenab-ı Hakktan ordumuza tam bir zafer ihsanını niyaz ederiz.’
Hakikaten de ordumuz o sabah, yurdu tam kurtuluş ve refaha götürecek olan muazzam zaferin ilk başarılı hamlelerine atılmış bulunuyordu.”
100. yıldönümünü idrak ettiğimiz Büyük Taarruz’un Hicri yılbaşında başladığını birbirimize sık sık hatırlatalım, olmaz mı?
Zaferde İstanbul’un unutturulan payı
Beş gün süren meydan muharebesinin ilginç taraflarından biri de Kemaleddin Sami Paşa’nın ağzından dile getirilen İstanbul’un katkısıdır. Bursa’da İstanbullu öğretmenleri muhatap alan konuşmasında Paşa aynen şunları söylemiştir:
“Bu şanlı menkıbelerden bahsederken zannetmeyiniz ki İstanbul’u bir an için unuttuk. İstanbul bize çok yardım etmiştir. Biz bu zaferin minnet ve şükranını İstanbul’a borçluyuz. Her ihtiyacımızı, noksanlarımızı İstanbul temin etti. Anadolu mücadelesinde mevkiiniz çok yüksektir. Hizmetleriniz nihayetsizdir.” (1962-63 yıllarında neşrolunan Yakın Tarihimiz adlı eserin 3. cildi, s. 8.)
Peki sıcağı sıcağına yapılan bir konuşmada İstiklal Savaşı’nın paşalarından birinin İstanbul’un büyük zaferdeki büyük hissesini böylesine vurgulu bir şekilde belirten konuşmasındaki mühim malumat neden sonradan unutturuldu dersiniz?
Sorular, sorular…
Tarihte soru işaretleri bitmez. Hele ki yakın tarihte hiç.
Büyük Taarruz’un eleştirisi
26 Ağustos günü başlayan Büyük Taarruz beş gün sürmüş, 1 Eylül’de Yunanların I. ve II. Kolordu Komutanları Trikupis (esir düştüğünde Başkomutan olduğunu bilmiyordu) ve Diyennis’in Albay Halit (Akmansü) tarafından esir alınmasıyla sona ermişti. 18 Eylül’e kadar süren takip son yakıp yıkarak çekilen Yunan birliklerinin Çeşme’den ayrılmasıyla nihayet bulmuştur.
Her savaşın bitiminde kurmay kadroları bir değerlendirme yapar. Başardıkları kadar başaramadıkları da onlar için değerlidir. Bu muhasebe maalesef bizim cephemizde İstiklal Savaşı için yeterince yapılamamıştır, eleştirilerin millî bütünlüğümüze zarar vereceğine inanıldığı için olmalı, genellikle zafer kısmına ağırlık verilmiştir. Bu sebeple İstiklal Savaşı’nın objektif bir değerlendirmesini yapan kalem sayısı ender çıkmıştır. O “enderu’n-nevâdir” yani nadirlerin en nadiri isimlerden biri General Celâl Erikan’dır. Celâl Erikan’a gelinceye kadar askerî tarihçiler şu minval üzere laflar ederdi:
“Kemal Atatürk’ün beyninden doğan ve çelikten iradesiyle tatbik edilen 30 Ağustos 1922 imhası yüksek sevk ve idare ve bilhassa neticesi bakımından TARİHİN EN BÜYÜK BAŞARISIDIR.” (Genelkurmay Başkanlığı Türk İstiklâl Harbi Hulâsası, 1937 s. 11.)
Oysa General Erikan tam bir asker soğukkanlılığıyla ele almaktadır savaşları. Komutan Atatürk adlı kitabını halen Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları basmaktadır (bendeki 2006 tarihli 4. baskısı). Aynı değerlendirmeyi biraz daha kısa olarak yine İş Bankası Yayınları’ndan çıkan Kurtuluş Savaşı Tarihi adlı kitabında tekrarlamaktadır (2008, s. 353 vd.)
En başta General Erikan bu savaşın adına itiraz etmektedir. Bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın 30 Ağustos 1924 tarihli nutkunda dediği onun adı “Afyon-Dumlupınar Meydan Savaşı”dır. Başkumandanlık Meydana Savaşı tabiri İsmet Paşa’nın teklifiyle dilimize girmiştir.
Ali Fuat Cebesoy ise Büyük Taarruz’dan önce yapılan istişarelerde hücumda başarı ümidi görmeyen komutanlar arasında 2. Ordu Komutanı Yakup Şevki kadar Batı Cephesi Komutanı İsmet Paşa ve I. Ordu Komutanı Nurettin Paşa’nın da ismini sayar ki, başka yerde pek geçmeyen bir bilgidir. Bunun kendisine karşı güvensizlik ve yüksek komutanlık makamı için zaaf kaynağı olduğunu söyleyerek istifa eden kişi de Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak’tır. Fevzi Paşa’nın istifası üzerine M. Kemal de Başkomutan olarak kendisinin de istifa etmesi gerektiğini söylemiştir. İsmet Paşa’nın bu restten sonra şöyle dediğini aktarır Erikan:
“Düşüncelerimizi anlamak istemiştiniz. Biz de serbestçe sunduk. İsteğiniz buyruk şeklini alınca, tıpkı kendi düşünce ve kanılarımız gibi bütün güç ve kuvvetimizle yerine getireceğimize güvenebilirsiniz.”
Gerçi Erikan, Ali Fuat Paşa’nın bu iddiasına inanmaz ama onun kanaati, İsmet Paşa’nın Büyük Taarruz’u geciktirdiği yönündedir.
Büyük Taarruz’u İsmet Paşa geciktirmiş
Hücumun ismi Sad konulmuştu. Arapça Sad harfi nasıl sol üst ucunda bir açıklık bırakacak şekilde üç tarafından kapalı ise Yunan ordusu da Sad harfi gibi kuşatılacak ve açık tarafı da son bir hamle ile kapatılarak bütün Yunan kuvveti kuşatılarak imha edilecekti (bu imhanın gerçekleştirilemediğini de yazar Erikan).
Hazırlıklarına 15 Ekim 1921’de başlanmış, aynı yılın 10 Aralık’ında bahara bırakılması uygun bulunmuştu. Sonra Haziran’a ertelendi, Temmuz ayında Akşehir’de yapılan komutanlar toplantısında ise Ağustos ortasına bırakıldı. Erikan’a göre “Büyük Önder, saldırının 24 Ağustos’ta yapılmasını istedi. 17 Ağustos 1922’de cepheye son gidişinde Başkomutan, General İsmet’in birliklerine 26 Ağustos olarak bildirmiş olduğunu görünce, saldırıyı bu tarih olarak saptadı.”
Demek ki neymiş?
Mustafa Kemal nihai olarak 24 Ağustos’ta başlamasını emretmiş taarruzun ama cepheye gittiğinde İsmet Paşa’nın taarruz emrini 26 Ağustos olarak belirlediğini görünce kendi kararından vazgeçip onun kararına uymuş ve biz Büyük Taarruz’un İsmet Paşa’nın kararıyla iki gün ertelendiği gerçeğini ancak Erikan’ın kitabından öğreniyoruz (Komutan Atatürk, s. 677).
Daha neler var neler bilmediğimiz.
Bu, tadımlık olsun, devam ederiz nasipse.
CHP’den basına talimat: Dinden kesinlikle bahsedilmeyecek
Mustafa Armağan
CHP ancak çok partili hayata geçildikten sonra iktidarın yolunun sandıktan geçtiğini öğrendi. O zamana kadar halkın iradesine el konulmuş vaziyetteydi. Tek parti ile sözde seçim yapıyor, Meclisin sıralarını seçilmeyip atanmış vekiller dolduruyor, onlar da şeflerin emirlerine itaat ettikleri kadar yerlerinde kalabiliyordu. Nihal Atsız’ın ‘TC 14 Mayıs 1950’de kuruldu’ demesi sebepsiz değildi.
1950 yılında ilk kez tek dereceli ve hakim teminatı altındaki seçime gidilirken CHP istediği kadar kendini yırtıp ‘Aslında dine karşı değiliz, en hakiki dindar biziz, camileri satmadık, depo yapmadık, ne yapalım, memlekette tahıl deposu mu vardı, camileri silo niyetine hizmete aldık’ diye inkâra yeltensin, milletin gazabından kurtulamayacaktır. Madem silo yoktu, yurt dışına dövizle yaptırdığın heykelleri meydanlara dikeceğine açlığa deva olacak siloları yaptıraydın ya, cevabını halk sandıktaki tokatla verecekti.
Yatacak yeri yok bunların. Dünyada Mavi Cami diye meşhur olan Sultanahmet Camii’ni 2. Dünya Savaşı yıllarında asker sevkıyat merkezi yaptıklarını biliyor muydunuz? Acemi birliğinden usta birliğine sevk edilen askerler orada birkaç gün kalırdı.
Camide yatanlardan biri de Elazizli Abdullah Nazırlı hocaydı. Aslı bende bulunan ses kaydında sevkıyat sırasında kendilerini tam altı gün camiye kilitlediklerini, tuvalete dahi çıkmalarına izin vermediklerini anlattı. Çarpılmaktan korka korka… Neyse, okunmakta olan ezan-ı Muhammedî hürmetine devamını yazmıyorum, anladınız lafın nereye gideceğini.
Çok gizli talimat
Şimdi de basın hayatına bakalım. Tek Parti basınında dine bakış nasılmış?
Öncelikle Basın Yayın Genel Müdürlüğü, o zamanki ismi olan Matbuat Umum Müdürlüğü’nün basına sistematik olarak dinî yayın yapmaktan uzak durun, yoksa… şeklinde parmak sallandığını söyleyelim.
Daha önce bu köşede yayınladığım çarpıcı belgeyi tekrar okuyalım. İşte Başbakanlık Basın Genel Müdürlüğü İstanbul Bürosundan gazetelere çift hilalli, yani “çok gizli” o ikaz:
24 Temmuz 1942
Sayı: 651
“Gazetelerimizin son günlerden neşriyatı arasında dinden bahseden bazı yazı, görüş, ima ve temennilere rastlanmaktadır. Bundan sonra din mevzuu üzerinde gerek tarihî, gerek temsilî ve gerek görüş kabilinden olan her türlü makale, bend, fıkra (köşe yazısı) ve tefrikaların neşrinden kaçınılması ve başlanmış bu tür tefrikaların en çok on gün zarfında nihayetlendirilmesi rica olunur.”
Matbuat Umum Müdür Vekili
İzzettin Tuğrul Nişbay
Biraz araştırma yapınca bu talimatın 1942 yılına mahsus olmadığını, bir benzerinin 1934 yılında bu defa Mehmed Akif’in damadı olan Ömer Rıza Doğrul’a gönderildiğini tespit ettim. Ona talimat ise şöyle:
Ankara, 17 Mayıs 1934
“Biz her ne şekil ve surette olursa olsun memleket dahilinde dinî yayınlar yapılarak dinî bir atmosfer yaratılmasına ve gençlik için dinî bir zihniyet fideliği vücuda getirilmesine taraftar değiliz.”
Bu yazı bize sürekliliği olan bir talimat zinciri karşısında olduğumuzu gösteriyor. Muhatap ister Eşref Edip olsun, ister Ömer Rıza; müdürler ister İzzettin Tuğrul Nişbay olsun ister Vedat Nedim Tör, zihniyet aynı.
Asıl maksat, bu ülkede dinden bahsettirmemek, yani ülkeyi İslamsızlaştırmaktı.
Bugün ellerine fırsat geçse aynısını yaparlar. Nitekim Yenikapı konserlerinde şarkıcılara kasten açtırılan LGBTi bayrakları yolun da, yolcunun da değişmediğini göstermiyor mu?
Tek Parti devrinde “dışarıdan tek kuruş borç alınmadı” efsanesi
Mustafa Armağan
1940 yılının 29 Ocak’ında çıkan Akşam gazetesinden bir haber başlığı gözüme çarptı:
“Ankara’ya 55 ton külçe altın geldi: Dün Ankara’da Merkez Bankasınca tesellüm edildi (teslim alındı).”
Haberin devamı da ilginç. Şöyle:
“Londra anlaşmaları mucibince (gereğince) İngiltere’nin bize ikraz ettiği (borç verdiği) 15 milyon sterlinge mukabil altın bugün Cumhuriyet Merkez Bankasınca tesellüm edilmiştir.
Bank de Frans erkânından iki zatın nezareti altında Suriye yoluyla ve hususî trenle şehrimize getirilen bu altınlar külçe halinde olup 55 ton ağırlığındadır. Heyet-i umumiyesi (tamamı) 1114 sandık teşkil etmekte idi.”
1940 yılının ilk ayında, üstelik bir yıldır Almanya’ya karşı savaş açmış olan İngiltere’nin nereden aklına esmiştir de Ankara’ya 55 ton altın borç vermiştir? İlgimi çekti. Araştırdığımda daha ilginç sonuçlara ulaştım. Meğer ne borçlar alınmış…
Hem gerçekle alakaları tamamen kesilmiş bulunan Kemalistler ikide bir “Atatürk zamanında dışarıdan tek kuruş borç almadan şöyle kalkınmıştık, böyle ilerlemiştik, hatta dünyaya uçak bile ihraç ediyorduk” yollu şişinmelerine dair de bir cevap olur diye doğrudan sol/Kemalist kesimin de itibar ettiği kaynaklara istinad ederek bir efsaneyi daha silkeleyeceğiz.
Önce 1940 yılındaki 55 ton altın meselesine bakalım:
2. Dünya Savaşı döneminde, 1939’da Fransa ve İngiltere ile yapılan üçlü yardım paktına (anlaşmasına) dayanarak üç ayrı borçlanmaya gidilmiştir:
1939 yılında İngiltere’den alınan silahlanma kredisidir ki en büyüğüdür,
1940’da altın borçlanmasına gidilmiştir,
Gene aynı yıl kliring yani takas borçlanmasına gidilmiştir.
Prof. Dr. Kenan Bulutoğlu’nun Türkiye’de Yabancı Sermaye adlı kitabından aldığımız bu malumata şunlar ilave edilmelidir:
“Ancak savaş şartları altında, bu kredilerin pek büyük bir kısmı kullanılamamıştır. Türkiye’ye bu yoldan sözleşmelerle vadedilen kaynakların ancak pek azı fiilen girmiştir. Aynı şekilde 1942 yılı sonunda Almanya ile aktedilmiş olan 100 milyon marklık silahlanma kredisinin (TL karşılığı 45,5 milyon) gene pek az bir kısmı fiilen silah alınmasında kullanılmıştır.” (Gerçek Yay., 1970, s. 114) Ayrıca, ABD’den “ödünç verme ve kiralama kanunu” uyarınca 95 milyon dolarlık askeri yardım sağlanmıştır.
İşte CHP’li demagogların ‘Biz Demokrat Parti’ye tonlarca altın bırakmıştık’ diye efelendikleri altının hikâyesi böylece çözülüyor. Onlar İngiltere’den borç olarak alınmış ama savaş şartları içinde kullanılamadan kalmış altınlardı, kaldı ki 1950’ye doğru bunların çok büyük bir hızla eridiği de bilinen bir gerçekti. Nitekim 30 Nisan 1948 tarihli Hergün gazetesi haykırıyordu:
“Dövizler ne oldu? Merkez Bankasının altın stokları çok azaldı. Bunlarla memleketin ihtiyacı olan maddeler mi yoksa lüks maddeler mi ithal edildi?”
Peki, Atatürk döneminde durum ne?
‘İnönü devrini anladık da Atatürk dönemine neden girmiyorsunuz? Yoksa size de mi cıss dediler?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim. Tek cümle ile cevap vereyim: “Demirden korksaydık trene binmezdik.” Biz hakikat yolcusuyuz vesselam.
Bu defa Prof. Dr. Yahya Sezai Tezel’in Türkiye İş Bankası Kültür Yayanları arasında çıkmış olan Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi (1923-1950) adlı kitaptan (İstanbul, 2015, s. 245 vd.) 1930’lu yıllarda başlayan istikraz (borçlanma) sürecini özetleyelim:
Önce şunu belirtelim ki, 1922 yılında Ankara hükümeti mali sıkıntıyı çözmek için Fransa ve ABD para-kredi piyasalarında borç alma imkânlarını araştırmış ama her defasında eli boş dönmüştü. Ardından iç borçlanmalara gidildi ama bunun maliyeti de kaldırılamayacak bir dereceye gelmişti. Dışarıdan alınacak borçlar daha uyguna gelmeye başladı. Osmanlı borçlarını öderken içine girilen “kaçma” tavrı (Tezel, 251) Avrupa ve ABD para piyasalarında itibarımızı sarstı. Nitekim 1920’lerde İngiliz hükümeti Türkiye’nin İngiltere’de tahvil satmasını yasaklayacaktı. Sıkışan Türkiye 1930 yılında ABD hükümetinden borç isteyince Osmanlı borç tahvilleri sahipleri kendilerine ödeme yapmakta isteksiz davranan Türk isteğinin geri çevrilmesi için Washington’a baskı yapacaktı. Ardından ABD, Belçika ve İtalya’da kaynak arandı.
Bu bilgileri veren Yahya Sezai Tezel’in demek istediği, burnundan kıl aldırmayan bir Türkiye yoktu 1930 yılına kadar, borç verilmeyen, daha doğrusu aksine kredibilitesi düşük bir Türkiye vardı. Borç almak istiyor ama alamıyorduk bir başka deyişle.
1930 yılı Cumhuriyet tarihinin ilk konsolide dış borçlanmasına şahit olacaktır. Kibrit tekeli 25 yıllığına kendisine verilen bir Amerikan şirketi, karşılık olarak Türk hükümetine 10 milyon dolar borç verdi. Yine külçe altın olarak verilen borcun faizi % 6.5, vadesi ise 25 yıldı.
Ertesi yıl bu defa Maliye Bakanı Şükrü Saracoğlu ABD’ye giderek yatırımcı girişimciler ve kredi aramıştı. Ertesi yıl da aynı amaçla Fransa’nın yollarına düşmüştü. Ancak ikisinden de eli boş dönünce çareyi totaliter ülkelerden borç aramakta buldular. Başbakan İnönü, Stalin’in Sovyetler Birliği ve Mussolini’nin İtalya’sı ile kredi ve teknik yardım anlaşmalarını imzaladı. İtalyan kredisi gerçekleşmese de, SSCB 8 milyon dolarlık kredi ve teknik yardımda bulundu. Sovyetlerden alınan borç 1938 yılında 14 milyon TL’yi bulmuştu.
ABD, SSCB, derken 1936 yılında Lord Curzon’ın Lozan’da İnönü’ye söylediği “bir gün kapımızı çalacaksınız” sözü gerçek oluverdi. Sanayi programının dış finansmanı için İngiliz hükümeti Karabük Demir Çelik fabrikasının ihalesini bir İngiliz şirketinin almasını destekledi. 3 milyon sterlin kredi 10 yıllık, faiz oranı % 5.5’tu.
1938 yılında yapılan anlaşma gereği Türkiye, İngiltere’den alacağı makine ve gereçleri için 10 milyon, silah ve askerî gereçler için de 6 milyon olmak üzere 1938 kuruna göre toplam 100 milyon TL tutarında İngiliz kredisi kullanacaktı. Geri ödemesi ise 1951-1962 aralığında yapılacaktı. Yani 1938’de yapılan borç ağırlıklı olarak Menderes döneminde ödenecekti.
1939 ve sonrasını biliyorsunuz zaten.
Demek ki öyle dünyaya şovalyelik filan taslamamıştık. Kısaca dünya şartları bizi borçlanmaktan men etmiş ve yine şartlar bize borç alma yolunu açmıştı. Kemalist tarihin çarpıtmak için gece gündüz uğraştığı çıplak gerçek budur.
Tarihimizde az bilinen 110 yıllık bir darbe girişimi
Mustafa Armağan
1859 yılındaki Kuleli Vakası’yla başlayan ve FETÖ’nün 15 Temmuz’daki işgal teşebbüsüne bağlanan darbe tarihimizin içinde nice dramlar yaşanmıştır. Bunlardan biri de 110 yıl önceki Halaskâr Zabitan denilen subayların hükümet deviren muhtırasıdır.
Osmanlı Devleti’nde 1908 Meşrutiyetinden itibaren başlayan İngiliz-Alman rekabetinin tezahürlerinden biri de Halaskâr Zabitan (“Kurtarıcı Subaylar”) Grubu denilen bir oluşumun muhtırasıdır. Hadise şöyle cereyan etmiştir:
Almanlar İttihat ve Terakki Partisi’ni desteklerken İngilizlerin arkasında durduğu siyasî oluşum, Hürriyet ve İtilaf Fırkası’dır. 1 Aralık 1911’de kurulan muhalif Hürriyet ve İtilaf Partisi 13 ay sonra, 18 Ocak 1912’deki genel seçimlerin (“sopalı seçimler” diye meşhurdur) dürüst yapılmadığını gerekçe göstererek muhalefetini sertleştirir. Seçimlerde alenen hile yapılmış, hatta seçmenlere dayak atılmış, bu sebeple korkan muhalif seçmenler sandığa gidip oyunu kullanamamış, bu yüzden İttihat ve Terakki Partisi 270 milletvekili çıkarmayı başararak Meclis-i Mebusan’a çökmüştür. (Benzer bir seçimi 1946 yılında tekrar yaşayacaktık.)
Buna itiraz eden pek az milletvekili çıkarabilmiş olan İtilafçılar ve onları destekleyen İtilafçı subayların teşkil ettiği Halaskâr Zabitan Grubu bu defa İttihatçılara karşı Manastır’da dağa çıkararak bir isyan hareketine girişmişti (21 Haziran 1912). Bunun üzerine Sadrazam Said Paşa ile Alman taraftarı Harbiye Nazırı Mahmud Şevket Paşa istifa edecekti.
Bununla yetinmeyen Grubun İstanbul’daki ayağı 18 Temmuz 1912’de toplantı halindeki Askerî Şura’ya “muhtıra” vermek suretiyle hileli ve sopalı seçimlerle kurulan Meclis-i Mebusan’ın dağıtılmasını ve Sadrazamlığa Kâmil Paşa’nın, Harbiye Nazırlığına ise Nazım Paşa’nın getirilmesini istedi. Her iki paşa da İngiliz taraftarı olarak bilinirdi.
Gelin görün ki, muhtıranın Kâmil Paşa şıkkı kabul edilmedi. Sadrazamlığa 93 Harbi’ndeki Kars Müdafaasıyla meşhur olan Gazi Ahmed Muhtar Paşa getirildi. Onun başkanlığında Kâmil Paşa ile Hüseyin Hilmi Paşa gibi eski Sadrazamları bünyesinde topladığı için “Büyük Kabine” denilen hükümet kurulmuş, Harbiye Nazırlığına İngilizciliğiyle tanınan Nazım Paşa getirilmişti.
Böylece Halaskâr Zabitan’ın bu isteği gerçekleşmiş oluyordu, diğer istekleri olan Sadrazamlığa uygun gördükleri Kâmil Paşa da Sadrazam olmasa da hiç değilse bakan yapılabilmişti. Böylece tarihler 21 Temmuz 1912’yi gösterirken görünüşte bir kısım subayların baskı ve muhtırasıyla bir hükümet değişikliği yaşanmıştı. (Aslında ise İngilizlerin istediği oluyordu.)
Lakin yeni hükümet henüz üçüncü ayını doldurmadan çıkan ilk Balkan Harbi Osmanlı Devleti açısından büyük bir felaketle sonuçlandı. Edirne dahil bütün Balkan toprakları kaybedildi (Edirne ancak 1913 Temmuzunda Bulgar ve Yunan ordusunun birbirine düşmesi üzerine geri alınabilecekti).
“İttihatçı” ve “İtilafçı” diye ikiye bölünmüş olması ordunun birliğini bozmuş, bu da Balkan Harbi’nde Sırbistan, Karadağ, Yunanistan ve Bulgaristan gibi küçük devletler karşısında alınan yenilginin ana sebeplerinden birini oluşturmuştu.
Savaşın kaybı, Ahmed Muhtar Paşa kabinesinin de sonu oldu. Yeni kurulan hükümetin başına ise bir önceki kabineye Şûrâ-yı Devlet (Danıştay) reisi sıfatıyla giren İngiliz taraftarı Kâmil Paşa getirilecekti (29 Ekim 1912). Ancak bu hükümet de, Enver ve Yakup Cemil beylerin başını çektiği Babıali Baskınıyla silah zoruyla istifa ettirilecek (23 Ocak 1913) ve ülke I. Dünya Savaşı’na İttihatçılar eliyle sokuluncaya kadar darbe ve karşı darbelerden hasar ala ala ilerleyecekti.
Darbe deyip geçmeyin. Sahnenin gerisindeki suflörlerin kimler olduğunu bugün dahi görmüyor muyuz?
İlk fetih, kendimizle başlar
Mustafa Armağan
Birbirine çok yakın gibi görünen şu iki soruyu peş peşe sorarak başlayalım:
Sen NEDEN kör edildin?
Neden SEN kör edildin?
Aynıymış gibi görünen bu iki soru arasındaki hayatî farkı sohbetimizin sonunda umarım açıklayabilirim. Lakin önce şu “körlük” meselesi üzerinde biraz durmamız gerekir. Zira görmeyenlerin yalnız körler olmadığı pek bilinmez.
Sanat tarihçisi Ernest Gombrich’in “Çıplak göz kördür” diye bir sözü vardır. Herhangi bir teknik, bilim ya da sanat dalında kişilerin bakış açıları donanımlarına, zekâ seviyelerine veya yetişme tarzlarına göre farklılık arz eder. Örneğin mimari bir esere bakarken Mimar Sinan’ın veya İspanya’nın dâhisi Gaudi’nin delici nazarlarla temaşa ettikleri ile bizim görebildiklerimiz arasında dağlar kadar fark vardır. Biz eğitilmemiş faniler eserinde sanatçılar ile aynı şeyleri görmeyiz aslında. Biz kamera gibi donuk bakarız, onların gözlerinden şua fışkırır.
Peki gözümüzü nasıl eğitecek, nasıl açacak, gerçek manada nasıl görür hale getireceğiz?
Ne yazık ki, körlük sadece sanat sahasında kalmayıp kültür ve tarihi de kapsamına alan yaygın bir arıza olarak karşımıza çıkmakta. Bu körlüğün resmi ideoloji tarafından çeşitli derecelerde empoze edildiğini, ısrarla yaşatıldığını, hatta yaşanmasının istenildiğini, hatta ve hatta körlüğün düpedüz teşvik edildiğini esefle gözlemleyenlerden biriyim.
Belgeler yayınlıyorum burada, inanmayan yine de dönüp bakmıyor, görse de kabul etmiyor. Görmüyor değil, görmek istemiyor. Çünkü görse zihin konforu bozulacak, her şeyi yeni baştan tesis etmesi gerekecek, bitti diye kendini rahatlattığı oyun düdüğü yeniden çalacak. Görmek istemeyenden daha kör kim vardır?
Bu kavgada kendi payıma ne düşüyor? diye düşünüyorum. Cevabım şu: “Acaba bir ferdin daha körlüğüne son verebilir miyim?”, “Bir gözü daha ameliyatla açabilir miyim?” endişesi bu satırları yazmamdaki ana sâiktir vesselam.
İlk fetih kendimizle başlar
Tabii hep şikâyet etmeyecek, birilerini suçlamayacağız ama uyanabilmemiz için neler yapabiliyorsak düşünmemiz ve çoluk çocuğumuza, etrafımıza hakikatleri anlatmamız, bunun için de işin hakikatini öğrenmeye talip olmamız gerek. Bu körlüğü ameliyat edip gözümüzü açtıracak şekilde çalışmak boynumuzun borcu olmalı. Unutmayalım ki topu başkalarına atmakla işin içinden çıkamayız. Özgüvenimizi yıktılar. Batı karşısında hayranlık duyan bir kitle vücuda getirmek için ellerinden geleni yaptılar. Bu yüzden öncelikle özgüvenimizi yeniden kazanmak zorundayız.
Burada Mevlâna Hazretleri’nin, Baycu Noyan komutasındaki Moğol istilasına karşı paniğe kapılan Konya ahalisini teskin için söylediği ve Sevâkıb-ı Menâkıb adlı derleme eserinde geçen bir sözünü paylaşmak istiyorum: “Bu şehrin surları, burçları taştan ve topraktan yapılmamıştır. Allah erlerinin himmetinden yapılmıştır” diyor. Bakış açısındaki derinliği fark ediyor muyuz? O sırada kuşatmayı kaldırmak için şehirde illa ki bir yeri yıkmayı kafasına koyan Baycu Noyan’ın bu tavrı kendisine haber verilince Mevlana hazretleri aynen şöyle cevap veriyor: “Olsun, taş, toprak yerine gelir. Buradaki merdan-ı İlahi ruhu uçurulmadıkça kimse buraya hâkim olamaz.”
Sözün özü, ‘yıkılan taş, toprak yeniden yapılır. Allah erlerinin himmeti bu topraklarda yok edilmedikçe kimse buraya zarar veremez’ diyor. Asıl tehlike o manevî burçların yıkılmasındadır demeye getiriyor Hazret-i Pîr. Müthiş tabii…
Kıymetli Anadolu’muzu ve milletimizin geleceğini, aslında özümüzü koruyabilmek adına önce tarihe karşı gözlerimizi açmalıyız. “Merdan-ı İlahi himmeti”nden mahrum kalmamak için de bir kademe ilerisi olan kalp gözümüzün açılması temin edilmelidir ki, o gönül tiryaklerini, kısaca evliyaullahı incelememiz, özümsememiz ve şahsımıza mâl etmemiz lazım geliyor. Bunun için Konyalı Hacı Veyiszade hazretlerinden daha yakın ve daha beliğ bir “rol model” bulmak da kolay değildir. Öyleyse bir Fatiha-i Şerife okuyup yolumuza üfürerek fütuhatımıza girişelim.
Unutmayın: İlk fetih, kendimizle başlar.
Uyanacağız, başka çare yok
Yok matbaa ülkemize din adamları karşı çıktığı için geç geldi…
Yok rasathane meleklerin bacaklarını seyredecekler diye yıktırıldı…
Yok Osmanlı müderrisleri bir üçgenin iç açılarının toplamının kaç derece olduğunu bilmiyorlardı…
Daha ne herzeler öğretiliyor çocuklara. Birine nasıl kırk kere aptal deyince aptal olduğuna inanmaya başlarsa bizim çocuklarımız da böyle böyle önce övünülecek cinsten bir ataları olmadığına inanıyor, ardından da onlardan nefret etmeye başlıyor.
Peki bundan kurtuluşumuz, yani aydınlanmamız nasıl başlayacak?
Malcolm X’in dediği gibi “Bütün uyuyanları uyandırmaya bir tek uyanık yeter.” Evet, bin kişi bir araya gelse bir kişiyi zorla uyutamaz ama bir kişi bin uyuyanı uyandırabilir. Onun için hepimizin hakikate giden yolda bilgiyle mücehhez olarak doğruyu, sadece doğruyu araştırması ve bu bilinçle yetiştirilmesi gerekir. Başka türlü bu lanet çemberini yaramayacağız çünkü.
Mustafa Karahasanoğlu Bey’e rahmetle
Hâfız-ı Şirazî’nin dediği gibi “insanoğlunun hayatı öyle bir bestedir ki, ancak arkasından çalındığı zaman o insan hakikaten yaşamış sayılır.” Ecel elbette bir gün hepimizin kapısını çalacak. Ona hiç şüphe yok. Lakin mühim olan, nasıl bir hayat sürdüğünüzdür; yürüyenlerden mi yoksa sürünenlerden mi olduğunuz daha doğrusu. Arkanızda dinlenilmeye değer besteler, melodiler, hiç değilse tınılar bırakmak yani. Zira Hâfız elini kulağına götürerek hakikat kulesinden seslenir: “Ey zaman! Bilirim ki sen mermeri de eğer ve oyarsın. Senin yıpratamadığın şey, sadece fikir istihkâmına çekilmiş insan kalbidir.”
Dün saat 02’de ebedî âleme irtihal ederek son yıllardaki “yaprak dökümü”ne katılan dava adamı Mustafa Karahasanoğlu Bey mücadelesi ve eseriyle arkasından dinlemeye doyulmayacak besteler bırakabilen, dahası, zamanın akışına teslim olmayacak bir fikir istihkâmını inşa etmiş nadir kullardandı. Cuma dergisiyle başlayan dava yayıncılığı serüvenini en çetin imtihanlarından birini 28 Şubat döneminde veren Akit/ Vakit/Yeni Akit gazetesi çizgisine ilaveten Akit TV gibi yiğit bir televizyon kanalıyla taçlandırmayı Allah ona, daha doğrusu davasına nasip etti. Sevgili Muharrem Coşkun’un kendisiyle yaptığı son TV programında hasta olduğu halde davamızda “samimi ve ısrarcı” olmak gerektiğini üzerine basa basa söylerken bir nevi başarısının sırrını da izah etmişti.
Mekânın cennet olsun Mustafa ağabey! Miras bıraktığın orkestra, güzel bestelerini daha nice vakitler icraya, inşa ettiğin fikir istihkâmında tavır sahibi kalpler çarpmaya devam edecek inşaallah.
Aziz Nesin’in Tek Partili CHP’den çektikleri
Mustafa Armağan
Aziz Nesin’i tanıtmama gerek yok sanırım. Bu yazıda üzerinde duracağımız tarafı, Tek Parti devrinde çektikleri ve özellikle İsmet İnönü dönemindeki Tek Parti Faşizmine karşı verdiği mücadelede yaşadıklarıdır.
1948 yılının 5 Şubat’ına gidelim. O tarihte çıkarmakta olduğu Zincirli Hürriyet adlı gazetede yayınlanan “Ey Türk Faşisti!” başlıklı yazısı sütunlarımıza aynen alınmaya değer vuruculuktadır. Metin şudur:
“Ey Türk faşisti!
Birinci vazifen Türk matbaalarını yıkmak, makinelerini ısırmak, demirlerini dişleyip duvarlara saldırmaktır. Mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli, gazeteleri çamurlara serip üzerinde ağzın köpürünceye kadar tepinmektir. Bu temel, partinin hazinesidir.
Bir gün nümayiş (gösteri) yapmak için emir alırsan, bütün polisleri yanı başında bulacaksın.
Meydanlarda kitaplarını yaktığın namuslu insanlar, bütün dünyada eşi emsali görülmemiş şekilde işkenceye tabii tutulabilir. Emniyet müdürlüğümüzde dövülebilir. Demir Ahmet tarafından sövülebilir. Bütün malları mülkleri zapt edilmiş, matbaaları yıkılmış, gazeteleri kapatılmış, evleri tarumar edilmiş, çoluk çocuğu dağıtılmış, haneleri işgal, kendileri perişan edilmiş olabilir.
Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, Amerika`dan borç dahi alınabilir. Hatta bu borç alınan paralar, ziyafetlerde yenebilir.
Ey faşist yumurcakları! İşte bu ahval ve şerait içinde dahi, bütün bu yapılanları kâfi görmeden; vazifen matbaaları yıkmak, makineleri ısırmak, namuslu vatanperverleri parçalamaktır. Muhtaç olduğun kazma, balta, Halk Partisi`nin ambarlarında mevcuttur.”
Hürriyet gerçekten de zincirlidir yazının çıktığı yıllarda.
Düşünün ki, bu yazıdan sadece iki ay sonra Aziz Nesin’in gazeteyi beraber çıkardıkları yazar Sabahattin Ali başı ezilerek öldürülecektir.
Düşünün ki, bu yazıdan iki ay önce Tan Matbaası CHP idaresi tarafından yönlendirilmiş ve kışkırtılmış bir gençlik kitlesi tarafından basılmış, makineleri kırılmış, bazı kitabevleri de tahripten nasibini almış ve çok sayıda insan yaralanmıştır. Bir araştırmada şöyle değerlendirildiğini okuruz Tan Olayı’nın:
“Sonuçları açısından bakıldığında Tan Olayı’nın gerçek işlevi, DP’nin sol etkilerden uzak tutulması için bir uyarı niteliği taşımasıdır. Bu eylemin hükümetin bilgisi içinde gerçekleşmiş olması, hatta hükümetin düzenlediği bir eylem olması kuvvetle muhtemeldir.” (Ali Ulvi Özdemir, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Serteller ve Tan gazetesi”, Atatürk Yolu Dergisi, sayı 49, Bahar 2012, s. 179-216.)
Asıl adı Mehmet Nusret olan Aziz Nesin’in Sabahattin Ali ile birlikte çıkardığı Marko Paşa kapatılacak, yukarıdaki ağır yazının çıktığı Zincirli Hürriyet’e de zincir vurulacaktır.
Tek Parti idaresine karşı yalın kılıç yazmaya devam eder Aziz Nesin. Mesela şunları: “’Ey Türk Faşisti!’ başlıklı bu küçük yazımı, cezaevi koğuşunda, Atatürk’ün nutkundaki Gençliğe Sesleniş bölümünden, aklımda kalanlara göre, esinlenerek yazmıştım. O yıllarda, CHP örgütlerinin kışkırtmalarıyla basımevlerini yıktırıyor, baskı makinelerini kırdırtıyor, gazete dağıtıcılarına muhalefet gazetelerini dağıttırmıyor, gazete satıcılarına dergi ve gazetelerin satışlarını zorbalıkla önlüyordu.”
Peki, Nazım Hikmet’in de bugün kendisine sahip çıkar görünen CHP için de bir şiir yazdığını biliyor muydunuz? Yazmış, yazmış. Nazım “6 Aralık 1945” adlı şiirinde aynı gün vuku bulan Tan Olayı üzerine CHP’nin bir daha geri dönmemek üzere yıkılıp gideceğini beş yıl öncesinden öngörmüştü. Şöyle ki:
Onlar ümidin düşmanıdır, sevgilim,
akar suyun,
meyve çağında ağacın,
serpilip gelişen hayatın düşmanı.
Çünkü ölüm vurdu damgasını alınlarına:
-çürüyen diş, dökülen et-,
Bir daha göre dönmemek üzere yıkılıp gidecekler.
Nazım Hikmet’in CHP’yi toprağa gömdüğü bu şiirinden sonra yine Aziz Nesin’e dönelim ve 17 Haziran 1975 tarihinde yazdıklarına göz atalım:
“Atatürk’ün kurduğu CHP’nin buyruğuyla gazeteler yıktırılıyor, basım makineleri kırdırılıyordu. Bu kışkırtmayı CHP örgütlüyordu. Ayaklanan saldırganlar, CHP’nin sağladığı demir çubuklar, sopalarla donatılmıştı. Çok açığa çıkan bu örgütlü kışkırtıcılığın hiçbir gizlenecek yanı kalmamıştı. İşte bütün bu durumları “Ey Türk Faşisti!” başlıklı kısa yazıda belirtmeye çalışmıştım.”
Ancak çilesi bitmemiştir Aziz Nesin’in. Marko Paşa dergisi sık sık kapatıldığı gibi yazarın Azizname adlı eseri de toplatılmıştır. Bunun üzerine Marko Paşa’da “Sansür istiyoruz” başlıklı ilginç bir yazısı çıkar ki, mealen ‘Kurban olalım Sultan Abdülhamid’in sansürüne’ demektedir. Yazı şöyledir:
“Sayın Başbakan! Bu sayısıyla 17 sayı çıkabilen Markopaşa’nın yedi sayısı toplatılmış bulunuyor. Başdan gazetesinin de üç sayısı toplatıldı. Bir de Aziznâme adlı kitabımız toplatıldı. Öyle görülüyor ki, Türkiye’de var olduğu söylenen basın özgürlüğü bir tuzaktan başka bir şey değildir. Biz saltanat döneminin sansürüne çoktan razı olduk. Sansür istiyoruz, sansür! Mahkemelerde sürünmek, sorgularda üzülmek, cezaevlerinde çürümek istemiyoruz, sansür istiyoruz!
Türkiye’de de demokrasi olduğunu dünyaya tanıtlamak (ispatlamak) için, olmayan işlerle uğraşacağınıza, sansür koyun. Ulusun yararına yapacağınız en olumlu iş budur; sansür koyunuz, sansür! (Geriye Kalan, Adam: 1992, s. 106.)
Türkiye’yi Amerikan yardımına bağlayan iktidar Demokrat Parti olarak bilinir ama yanlıştır. 1945’ten itibaren Türkiye’yi ABD’ye bağlayıp Marshall yardımlarını almak için anlaşma yapan ve ilk yardımları almaya başlayan iktidar CHP iktidarıdır ki, Aziz Nesin de Nereye Gidiyoruz? adlı bir broşür yayınlayarak hükümetin Truman doktrini kapsamında Amerika’dan yardım almasını eleştirir ama Tek Parti idaresi tokadı yapıştırıverir. 10 ay hapis ve 4 ay sürgün cezasıyla cezalandırılan Aziz Nesin hapis yattıktan sonra Bursa sürgününe gönderilir. Bir Sürgünün Anıları adlı hatıratında Bursa’da geçirdiği aylarda yaşadıklarını zaman zaman gülünçleştirerek anlatmaktadır.
Bu kitabından sadece iki cümle aktaracağım. Yukarıda “Sansür istiyoruz!” başlıklı yazısında Sultan Abdülhamid dönemindeki sansüre çoktan razı olduğunu söyleyen Nesin, burada ise Sultan’ın sürgün politikasının daha insaflı olduğunu haykıracaktır CHP’nin yüzüne. İfadeler aynen ona ait:
“Padişahlık döneminde de hükümet, işine gelmeyenleri sürermiş ama o zaman daha insaflılarmış. Sürgün edecekleri adama taşrada bir görev verirler, daha olmazsa bir gündelik bağlarlarmış.” (Bir Sürgünün Anıları, Nesin: 2019, s. 61.)
Sultan Abdülhamid, Aziz Nesin’e de bu lafı söyletti ya, helal olsun. Hakikat konuşacağı güne muntazır demektir.
.
Gagavuz Türklerinin göçüne Hıristiyan diye izin verilmemişti
Mustafa ArmağanAA
Türkçülük deyip geçmeyin. Osmanlı Türkçülüğü ile Cumhuriyet Türkçülüğü iki ayrı akım kadar birbirine zıttır. İlk akımdan yetişmiş olan Ziya Gökalp’in kitapları Cumhuriyet devrinde tam da inkılapların hız kazandığı ve en hızlı Türkçülük yapıldığı söylenen 1925 yılından itibaren yasaklanmıştır. Hatta Altın Işık adlı manzumesi padişah ve şehzade masallarından bahsettiği için Bakanlar Kurulu kararıyla toplatılmıştır.
Osmanlı Türkçülerinden olan Ziya Gökalp’in arkadaşı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) de baskı altında dönüştürülenlerden biridir. Geniş tabanlı bir örgüt olan Türk Ocakları’nın 10 Nisan 1931 tarihinde kapatılmasıyla birlikte otomatik olarak dergisi de kapatılacaktır. 1911 yılında yayın hayatına başlayan ve 1918 sonlarında ilk defa İstanbul’da işgal yönetimi tarafından kapatılan Türk Yurdu dergisi 1931 yılında, 233. sayıda yayınını ikinci kez durdurmak zorunda kalacaktır.
Cumhuriyet dönemi Türkçülüğü irredantizmi, yani eski toprakları ve tarihî hakları geri alma ideolojisini reddeden, Anadolu’yu Türklüğün ana vatanı telakki eden, ilkiyle ismi dışında benzerliği olmayan bir mahiyet arz eder. Gerçekte ise yapılanlar ve söylenenler Türkçülük değil, Batıcılık kategorisine yerleştirilmesi gereken bir mahiyetedir. Türklüğün kökeni olan Orta Asya’daki Türklerle, hatta komşumuz sayılan Azerbaycan Türklüğü ile ilgilenmeyen ama söylem düzeyinde bir “Türk’ün kökü Orta Asya” lafının ortalarda dolaştığı fakat dış Türklerle ilgili çalışmaların ya çok sınırlı veya hiç olmadığı garip bir eğilim çıkar karşımıza. Türkiye Türkçülüğü diyebiliriz buna.
Mesela Hamdullah Suphi, Bükreş Büyükelçiliği sırasında yakından ilgilenip 20 civarında okul açtığı Gagavuz Türklerinin topluca Türkiye’ye getirilip yerleştirilmesi için uğraşması sonuç vermeyecek ve ne Reisicumhur Gazi M. Kemal, ne de Başvekil İsmet Bey bu teklife olumlu cevap vereceklerdir. Nitekim bir akademik bir araştırmada şu satırları okuyoruz:
“Hamdullah Suphi ile Cumhuriyetin kurucu kadroları ve özellikle Mustafa Kemal arasındaki fark (şuydu:) Hamdullah Suphi, bu topluluğu kitlesel olarak Türkiye’ye getirmek isterken Mustafa Kemal ise kitlesel bir göçe sıcak bakmamıştı. Gagauzlar Türkiye’de yapılan inkılapları benimsemekte, kitap ve gazeteleri yakından takip etmektedirler. Okumak için Türkiye’ye gelen Gagauzlara Müslüman olmaları konusundaki baskı yapıldığı, çok az bir kısmının kabul ettiği, birçoğunun ise Balkanlara geri döndüğü iddia edilmişti.”
Burada ölçünün Türklük değil, Müslümanlık olması ilginçtir. Çünkü aynı yıllarda Türk olmayan ve Türkçe konuşmayan Müslüman Boşnakların ülkemize gelmesine hiçbir engel çıkarılmamıştı.
Bu hususta ilginç bir rapor mevcut arşivlerde. Kasım 1935 tarihli olup Bükreş Büyükelçiliğimizin antetli kağıdına yazılan raporun bir yerinde Hamdullah Suphi şöyle yazmış:
“Bu yaz da Besarabya bölgesi çok ağır bir kıtlığa maruz kaldı. Her tür yardımdan mahrum olan ve her gün kalbini biraz daha Türkiye’ye çeviren, içinde millî duygusu uyanan bu Hıristiyan Türkler için Başbakanımızın lütfedeceği herhangi bir yardım büyük bir minnettarlık uyandıracaktır. 2,000 lira, 1,500 lira, hatta 1,000 lira böyle günlerde çok büyük fedakârlıkların diğer vaziyetlerde hasıl edeceği etkiyi uyandırabilmek istidadındadır.” (CCA. 030b10.116.810.11)
Maalesef Gagavuzlar ne Türkiye’ye alınmış, ne de bu kadarcık bir yardım gönderilmiştir. Ama bir başka arşiv belgesine göre aynı günlerde Erzincan’a giden Başbakanlık Özel Kalem müdürü önceki tahsisata ilaveten 1,500 lira para daha istemektedir. (CCA 30.1000.13.75.12) Yani Gagavuz Türklerini açlıktan kurtarmak için gönderilmeyen para Başbakanın seyahatine ek tahsisat olarak gönderilebilmektedir.
Ne de olsa Tek Parti devri gerçekleri ki onları görmemiz için söylendi bunca yalanlar.
Türkiye’de neden bir İngiliz düşmanlığı yoktur?
Mustafa Armağan
Hakikaten neden bir İngiliz düşmanlığı yoktur bizde? Hatta 1960’larda beliren Amerikan düşmanlığının binde biri kadar bile yoktur İngiliz düşmanlığı? Halbuki Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalayanlar da, Çanakkale, Kutul Amare ve diğer cephelerde yüz binlerce şehidimizin kanını dökenler de, İstanbul’u işgal edenler de, Yunan palikaryalarını Anadolu’ya sürenler de İngilizler olduğu halde neden kimse ağzını açıp İngilize bir şey demez?
16 Mart 1920 günü Şehzadebaşı Karakolunu alçakça basıp 4 askerimizi öldüren, 10 askerimizi yaralayanların İngilizler olduğu bilindiği halde 16 Martlarda neden İngilizler kınanmaz? Oysa eskiden 16 Mart’ın yıldönümleri özellikle İstanbul’da millî matem olarak anılırdı. 1930’lara kadar 16 Mart’ı anma törenleri yapılırdı liselerde bile. Ancak İngilizlerle iyi ilişkiler kurmaya başladığımız 1930’lu yıllarda ilginç bir şekilde bu törenlerde İngiliz lafı kalktı, yerine soyut bir “düşman” lafı geldi, yerleşti sinsice. Sonra bu anma törenleri de unutuldu. Sonuç: Hatırlayan bile kalmadı 16 Mart şehitlerimizi.
Hafızanız böyle söyle temizleniyor işte. Önce çarpıtma, sonra yerine bir vekil düşman koyma. Ardından tamamen resetleme faslı geliyor.
İngiliz düşman değil, Fransız düşman değil, Yunan düşman değil ama bir tek düşman var. Asıl düşmanlar tereyağından kıl çekilir gibi sıyrılıp yerlerine vekil (proxy) bir düşman bıraktılar: Osmanlı.
Bu sakat eğitim yapısından yetişenler onun için sabahtan akşama kadar Osmanlıya söver de İngilize, Fransıza Yunana ağızlarını doldurup bir tek kelime etmezler. “İngiliz anahtarı” epey maharetli imiş değil mi?
Aşağıda size iki resmî tarih metni sunacağım. Birisi Cumhurbaşkanlığı hukuk müşavirliği de yapmış bulunan 1912 doğumlu Fahri Çoker’in 56 yıl önce kaleme aldığı bir metin. İkincisi ise donanma uzmanı gazeteci Abidin Daver’in 88 yıl önce Cumhuriyet gazetesinde kaleme aldığı bir 18 Mart zaferi yazasından bir parça. İkisinin de ortak özelliği, 1930’ların ortalarından itibaren Türkiye’nin İngiltere’ye karşı tavizkâr tutumları ve İtalya ile İngiltere arasında sıkışıp kalan Türkiye’nin direksiyonunu nasıl İngiltere tarafına doğru çevirdiğini net olarak ortaya koyması.
Şimdi ilk metnimizi okuyalım (parantez içindeki açıklamalar tarafımızdan eklenmiştir):
İngiltere ve Fransa ile ortak hareket
“17 Eylül 1937 tarihinde saat 21.30 da Atatürk gene İzmit istasyonunda tevakkuf ettiler (durdular). Vagondan dışarı çıkıp, vali ve diğer karşılamağa gelmiş olan zatların ellerini sıktıktan sonra, tekrar vagonlarına girdiler. Ve benimle kurmay başkanımı içeri aldılar ve bu sefer yalnız bana müteaddit (birçok) sualler sordular, cevap vermek için hayli zahmet çektim ve terledim. Bir mühim sual de şu idi:
“― Marmara’da sık sık meçhul denizaltı gemileri görüldüğü rapor ediliyor. Akdeniz’de meçhul denizaltı gemilerinin zararlı hareketlerde bulunduklarını işitiyoruz. İngiliz ve Fransız hükȗmetleri bu meçhul denizaltı gemilerini takip etmek için, muhrip filotillalarını kullanmak arzusundadırlar. Türkiye’nin de bu harekâta iştirâk etmesini istemişlerdir. Siz ne dersiniz?” buyurdular.
Ben de cevap olarak: “― Meçhul denizaltı gemilerinin İtalya’ya ait olduğu muhakkaktır. Türkiye’nin, bu denizaltı gemilerini takip hareketine katılması İtalya ile bir harbi göze almak demektir” deyince Cumhurbaşkanımız bana: “Antalya sahilimize öteden beri ihtiraslar besleyen İtalya’ya karşı, İngiltere ve Fransa ile müşterek olarak bir harbe girmemiz fena mı olur?” diye sordular.
Ben de: “Biz askeriz, yalnız muharebe etmesini biliriz. Harbe karar vermek yüksek devlet ricalinin ve Meclisin bileceği bir iştir. Yoksa İngiltere ve Fransa ile birlikte bir harbi kabul etmek, elbette çok avantajlı olur” dedim. Bunun üzerine Cumhurbaşkanımız:
― İşte bu meselede, Hükȗmet ve Genel Kurmay Başkanı ile anlaşamıyoruz. Seni yarın, İstanbul’da bulunan Mareşal (Fevzi Çakmak) dâvet edecektir. Bu vaziyeti ve kuvvetli mucip sebepleri kendisine anlatırsınız” dediler. Ve birçok iltifatlarda bulunarak istasyondan ayrıldılar.
Ertesi günü, Mareşalin yanında bulunan, denizaltı gemileri kumandanı Yarbay Zeki (Işın) telefon etti ve donanma kumandanının nerede olduğunu sordu. Ben de Gölcük’te olmasının muhtemel olduğunu söyledim. Başka bir konuşma olmadan telefonunu kapattı. Acaba donanma kumandanı veya Üssü Bahrî (Deniz Üssü) kumandanı kelimelerinde yanlış bir anlaşılma mı olmuştu yoksa, Mareşal benimle karşılaşmamak için kasdî olarak mı bu yanlış hareketi yapmıştır, bilemiyorum.
Ben de bu büyük ihtilâflı meseleye, durup dururken karıştırılmış olmamak için, üzerinde fazla durmadım.” (Fahri Engin, “Büyük Atatürk ve Deniz Kuvvetleri”, Yakın Tarihimiz, Cilt 4, 1963, s. 33-36.)
İngiltere’ye tek taraflı misakla bağlanmıştık
İkinci metnimiz ise aynı hadiseyi farklı bir açıdan değerlendiriyor ve İngiltere’nin iki taraflı yardım misakından çekilmesine rağmen Türkiye’nin inatla tek taraflı olarak İngiltere’ye bir tecavüz vaki olursa onun yardımına koşacağını beyan ettiğini ortaya koyuyor. Buna karşılık bize bir tecavüz olursa İngiltere yardım etmeyecektir!
Buyurun okuyun bu 1934 tarihli ibretlik metni:
“Türk-İngiliz dostluğunun temelini atan, bizzat “Ebedi Şef Atatürk” idi. İtalya zavallı Habeşistan’a musallat olup da Milletler Cemiyeti İtalya’ya karşı zecri tedbirler almağa karar verdiği zaman, İngiltere Akdeniz devletleri ve bu arada Türkiye ile de iki taraflı bir yardım paktı imzalamıştı. O zaman İngiltere, İtalya’nın herhangi tecavüzî bir hareketine karşı Türkiye’nin otomatik surette harbe iştirak edip etmeyeceğini sorunca, Atatürk Türkiyesi bilâ tereddüd, evet, demişti. Sonra, Habeş faciası malûm şekilde neticelenince, İngiltere, İtalya ile anlaşabilmek ümidile Akdeniz devletleri ve bu arada Türkiye ile yaptığı iki taraflı yardım misaklarını feshetti. Hatırlarda olsa gerektir ki o zaman Atatürk ve İsmet İnönü, Türkiye’nin bir taraflı olarak bu muahedeye sadık kaldığını ve eski taahhüdlerini aynen muhafaza ettiğini İngiltere’ye bildirdiler. Eğer İngiltere, İtalya’nın Akdeniz’de bir tecavüzüne maruz kalırsa, Türkiye İngiltere’ye gene yardım edecekti. Böylece, iki taraflı pakt, bir taraflı bir misak oldu; yani Türkiye, mukabil yardım istemeden İngiltere’ye yardıma hazırdı.” (Abidin Daver, “Tarihin seyrini değiştiren zafer: 18 Mart”, Cumhuriyet, 18 Mart 1934, s. 1 ve 3.)
Bu metinleri okuduktan sonra tekrar soralım:
Türkiye’de bir İngiliz düşmanlığı neden yoktur?
Neden olsun ki?
Lozan’da “ebediyen” verilen mezarlıkları Faik Öztrak’ın dedesi bile eleştirmiş
Mustafa Armağan
Öztrak ailesi üç nesildir Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin demirbaşıdır: Sırasıyla dede Faik Öztrak, oğlu Orhan Öztrak ve torun Faik Öztrak milletvekillikleri yanında Bakan da oldular, Hazine Müsteşarı da. Değişmeyen özellikleri Tekirdağ milletvekillikleri ve CHP’lilikleri.
Yalnız 1882 doğumlu dede Faik Öztrak’ın 21 Ağustos 1923 tarihinde TBMM kürsüsünden yaptığı konuşmadaki sert Lozan reddiyesi pek bilinmez. Oysa Batı Trakya Türklerinin Yunanın kucağına bırakılması ve birazdan ele alacağımız Gelibolu yarımadasında mezarlık ve benzeri toprakları İngilizler ve Fransızlara terk edilmesini tenkidi, dahası Lozan Antlaşması’na red oyu vermiş olması son derece çarpıdır.
Şimdi olayın arka planına hızla bakalım:
Çanakkale’de yüzbinlerce askerinin ölüsünü bırakan İngilizler ve Fransızların ölüleri daha işgal girişimleri sırasında mezarlıklara gömülmüştü. Sonra 1916 Ocağında gittiler ve 1918 Kasımında geri döndüler. Bu defa tek kurşun atmadan ve yemeden döndüler, çünkü Mondros Mütarekesi gereği dönmüşlerdi.
Tabii ilk işlerinden biri de Gelibolu’yu işgal ederek mezarlıklarını düzenleyip bugün de gördüğümüz –maalesef- çeşitli abideler diktirmek oldu. Gün geldi, Lozan görüşmelerinde, daha önce kendilerinin de onaylamadığı, dolayısıyla yürürlüğe sokamadıkları Sevr Anlaşması’nda dayattıkları Gelibolu mezarlıkları ve abidelerini mülkiyetlerine geçirme atağını (bkz. Sevr’in 218-225. maddeleri) bu defa Lozan’a taşıdılar ve baştan egemenlik hakkımıza halel getireceği gerekçesiyle karşı çıksak da bize zorla kabul ettirdiler. Verdikleri teklifi Romanya ile ilgili bir maddesindeki ayrıntıya itirazımız hariç aynen kabul etti İsmet Paşa ve ekibi.
Böylece Lozan’ın 124-136. maddelerinde karşımıza çıkan 13 maddelik tablo, kendi topraklarımız üzerinde başka devletlerin toprakları olduğunu tanıma kararının göstergesi olmuştur. Her ne kadar bir maddenin kuyruğuna “Yukarıdaki hükümler, terk olunan arazide Türk veyahut hale göre Yunan egemenliğini zedelemez” ibaresi takılmışsa da, yol yaparken İtilaf devletleri komisyonuna başvuracağımız, bekçisini bile bizim atayamadığımız, suyunu temin etmekle yükümlü olduğumuz gibi maddeler göz önünde bulundurulursa egemenlik hakkımızın nasıl kısıtlandığı anlaşılır. Hele İnönü’nün kendisine ilk teklif edildiğinde bir hile sezip kesinlikle karşı çıkmış olması da gösteriyor ki, masumane bir talep değildi bu. Kendi topraklarımızın bir kısmını yabancı devletlere, yalnız mezarlığı da değil, İngilizlerin hatırası olduğu için Arıburnu, yani “Anzac” adlı mıntıkayı da onlara “ebediyen” terk etmişizdir.
Dede Öztrak Lozan’a red oyu vermiş
Lozan’daki tavizlere öfkelenen dede Faik Öztrak bakın neler saydırmış Mecliste:
“Lozan Antlaşması’nda Gelibolu yarımadasının “mezarlık” denilen bir kısmının yabancı devletlere terkedildiğini görüyoruz. Maalesef bu terk etme, çok kuvvetli hukukî teminat ile karşı tarafa bırakılmıştır. (…) Neticede mezarların mülkiyetini, tasarrufunu elde ettiler.”
Dede Faik Öztrak Gelibolu’daki mezarlıklar ve Arıburnu’ndaki 10 kilometrekareden fazla arsanın İngiltere’ye verilmesine yaylım ateşi açmış:
“Efendiler! Bugün orada 35 tane İngiliz ve 2 tane de Fransız mezarlığı vardır. Yarın bilmem kaç tane olacaktır. Burada duvar denir yapılır, yol denir yapılır, hülasa türlü şeyler meydana çıkar. Onun için ben bu kaydın altında çok zehirli tehlike görüyorum.”
Derken meselenin can damarına basar:
“Onların ölülerinin mevcut olduğu bu yerlerde bizim de yüz binlerce şehidimizin kanları ve kefenleri mevcuttur. Biz bu mücadele topraklarında karşımızdakilere karşı vatanımızı istilaya gelmiş olanlara karşı bu ayrıcalığı vererek şehitlerin aziz hatırasını nasıl rencide edebiliriz?”
Sözünü Niğde milletvekili Hazım Bey tamamlayacaktır:
“Evet, maksatları başkadır. Bir gün bu memleketi ölülerle bile istilayı düşüneceklerdir.”
Faik Öztrak konuşmasını şöyle bitirmiş:
“Milletin yaptığı fedakârlıklarla orantılı olmayan bu antlaşmaya verilecek benden kırmızıdan (red oyundan) başka hiçbir şey yoktur.”
Yalnız Rasim Özdenören’i değil, bir sanat ve fikir ustasını kaybettik
Mustafa Armağan
Hikâyeleri, romanı ve denemeleri ve köşe yazılarıyla benimki dahil birkaç nesli etkilemiş bulunan Rasim Özdenören ağabey dün Hakka yürüdü. Allah rahmet eylesin.
Adamdı… Güzel Adam’dı… Hakikaten güzel adamdı… Yalnız kalemiyle değil, kelamı ve insanlığıyla da örnek biriydi.
Ne yazık ki, ömrünü milletine ve inancına vakfetmiş Rasim ağabey gibi “vakıf insanlar”a rastlamak Sina çölünde vaha aramaya benziyor giderek. Bunun sebepleri üzerinde kafa patlatmamız gerekir.
Okumayanlar merak edebilir haklı olarak: “Merhum” demeye dilimi alıştırmaya çalıştığım Rasim Özdenören neden önemli?
Önce yazdıklarıyla, yani kalemiyle değerlendirelim.
1967 yılında neşredilen Hastalar ve Işıklar adlı ilk kitabından itibaren hikâyeleri ve 1979’da okurla buluşan tek romanı Gül Yetiştiren Adam’ıyla edebiyatçı kimliği ön plana çıktı.
Ancak Büyük Doğu geleneğinde Türkiye’de aydın olmanın bir mânâsı, ülke ve toplumun Tanzimat’tan itibaren yaşadığı “derin yarılma”nın hangi tarafından durduğunu göstermek ve bunu fikren savunmaktır.
Nitekim “Kaldırımlar Şairi” diye meşhur olan, şiir sahasının has kalemi Necip Fazıl Kısakürek de 1940’lardan itibaren sırça köşkünden çıkarak sahaya inecek ve bundan sonra kalemini “dâvası”nın emrine verecektir. Kimliğindeki bu kırılmadan sonra Necip Fazıl şiir de, hikâye de, piyes de, hatta son zamanlarında roman da yazmıştır yazmasına ama ekseni Büyük Doğu fikriyatıdır ve artık kalemi o eksenin hizmetinde olup
Ver cüceye onun olsun şairlik
Şimdi gözüm büyük sanatkârlıkta
demesi bundandır.
Geçen yıl ahirete uğurladığımız Sezai Karakoç da aynı şekilde davranmadı mı? Şiir evet ama ya cemiyet? O zaman Mona Roza’nın romantik şairi Diriliş Neslinin Amentüsü’nü de yazacaktır.
Rasim ağabey de bu bereketli mektepten yetişti. Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat ve ardından diğer güzel adamlarla kurdukları Mavera dergileri. Yeni Devir’de başlayan köşe yazıları ve Cahit Zarifoğlu’nun emrivakisiyle iki kapak arasına giren İki Dünya adlı kitabıyla başlayan onlarca deneme ve fikir eseri sökün edecek ve 1980’lerden sonra içinde bu satırların yazarının da bulunduğu nesilleri adamakıllı etkileyecektir.
Demek ki, Rasim Özdenören sanatçı ve fikir adamı taraflarını el ele yürütebilmiş ender şahsiyetlerden biri olarak ayrı bir yerde durur kültür dünyamızda.
Peki yazma tutkusu, hatta “inadı”na ne demeli?
Gazete yazarlığı neredeyse 45 yıl kesintisiz sürdü ki, bu da ender rastlanan vasıflardan sayılır. Sade gazetelere değil, Mavera, Mostar ve Yeni Dünya adlı dergilere (bunlar benim bildiklerim) düzenli yazıları da ısrarla sürdürdüğünü biliyoruz.
Kendisini dağıtmadı, ana meselelerden gözünü ayırmadan devamlı yazdı.
Ufkunu daraltmadı, sürekli okudu, dünyayı, insanı ve İslam’ı anlamaya çalıştı.
Yazma iştahını hiç yitirmedi ki, bu da 82 yaşında vefat eden bir yazar için hiçbir dava kolay değildir.
Katıksız bir dava ve istikrar adamıydı. Eğilip bükülmez, doğrularına kimin karşısında veya hangi ortamda olursa olsun sahip çıkardı.
Bir keresinde eğitim sempozyumu mahiyetinde bir toplantıya katılmıştım. Kürsüye çıktı ve benden başka herkesin şaşkın bakışları altında Türkiye’de okulların kışladan bir farkı olmadığını, okulların çocukları eğitmeyip beyinlerini yıkadığını, Andımız dahil birçok totaliter ritüelin yaşadığı bir yerde öğrenmenin mümkün olmadığını vs. gayet basit ve net olarak dile getirdi. Kitaplarındaki o radikal, uzlaşmaz ve bükülmez karakterini olanca sakinliğiyle salona yansıttı. Yanımda oturanların “Biz Rasim Bey’i böyle bilmiyorduk” diye burun kıvırdıklarını bugün gibi hatırlıyorum.
Evet, Rasim ağabey buydu ve değişmemişti. Değişen onlardı.
*
Ölüm insanoğluna hayatı öğretir. Babamın 2018 Mart’ındaki vefatından beri yaşayarak öğrendiğim bir gerçek de şu oldu: Vefat haberi alındığında iki şey birden vuku buluyor: Ölümün etkisi bir ateş yalımı gibi hafızasına üşüşenleri yakıyor insanın. Hem üşüşme, hem de yanma eşzamanlı cereyan ediyor.
Bu satırları yazdığım günün sabahında gelen acı haber bir yığın hatırayı yerinden çıkarıp hücum ettirirken, ölümün tesiri onları kovuyor. Yine de hatırlamaya çalışıyorum. Birkaç kırıntı düşüyor önüme.
Yedi Güzel Adam’ın “Sekizinci Güzel Adam” denilecek derecede yakınları olan amcam Nihat Armağan (2005 yılında ahirete uğurlamıştık kendisini) çocukluğumdan beri aile içerisindeki sohbetlerde “Sezai, Nuri, Cahit, Rasim, Akif…” gibi isimleri zikrettiğinde bunların kim olduğunu merak ederdim. Amcam 1970’lerin başlarında nişanlandığında Bursa’da Yeşil semtindeki evimize kadar gelen arkadaşının Nuri Pakdil olduğunu öğrenecektim. Bu sırada babamın kütüphanesinde Batı Notları adlı bir kitap gördüm, üzerinde Nuri Pakdil yazıyordu. Böylece zikredilen isimlerin kimler olduğunu lif lif çözmeye başladım. Sezai’nin Sezai Karakoç, Cahit’in Cahit Zarifoğlu, Akif’in Mehmet Akif İnan, Rasim’in de Rasim Özdenören olduğunu büyüdükçe sökecektim.
Aralık 1976. Mavera diye bir dergi çıkmış. Amcam bir miktar dergi gönderiyor bana Bursa’daki kitapçılara bırakmam için. Bırakıyor, ay sonunda topluyor, yeni sayıyı yerine koyuyordum. Bu beş altı ay sürdü sanırım. Sonra amcamdan bir paket daha geldi. İçinde bu defa kitaplar. Rasim ağabeyin İki Dünya, Cahit Zarifoğlu’nun da Menziller adlı şiir kitabı vs. vardı. Bunların dağıtılması işini de bir süre üstlendim. Fikir eserleri okumaya başladığımda ilk yüzme derslerini aldığım kitaplardan biri de İki Dünya olacaktı.
Risale Yayınları ve İz Yayıncılık’ta yayın yönetmeni olarak çalıştığım yıllarda kitaplarını yayına hazırladığım da oldu. 1987’de çıkan Çapraz İlişkiler, 10 yıl sonra basılan Ben ve Hayat ve Ölüm adlı kitaplarına matbaadan çıkar çıkmaz ilk dokunanlardan biri oldum (bunun ne büyük bir ayrıcalık olduğunu yaşamayan bilmez).
Velhasıl önce aile dostumuzdu Rasim ağabey, sonra okuru, yayıncısı oldum, nihayet ailece dost olduk.
En son geçen bayramda aramıştım. Hanımefendi çıktı telefona; hastanede olduğunu, dua beklediğini söyledi. Şuuru açıkmış. “Aradığınızı ileteceğim” demişti. Bayramını bu defa uzaktan tebrik edebilmiştim.
Rasim ağabeyin 45 yıl önce kaleme aldığı yazısındaki şu tek cümle, onun dünyama ektiği tohumlardan biriydi muhakkak:
“Batı’nın, Türkiye’yi içine düşürdüğü açmazı bütün incelikleriyle kavrayan tek devlet adamı Sultan II. Abdülhamid Han olmuştur.” (İki Dünya, İz: 1998, s. 100.)
Okuyun gençler, sizi ‘gebe bırakan söz’ün ne zaman filizleneceğini nasibiniz tayin edecektir.
Skandal: İngilizler Musul’dan 1,000 km2 toprak vermiş, almamışız!
Mustafa Armağan
Cumhuriyet devrinde hiç toprak kaybedildi mi?
Beyni cevabı aramakla meşgul ama belli ki toparlamakta dermansız kalıyor. Bilmiyorum manasında başını iki yana sallıyor genç muhatabım.
Cevabı nicedir iflas etmiş bir soru bu, biliyorum, lakin madem sordum, cevabını da vermeliydim.
Meraklı bir çift gözün içine baka baka ağzımdan azad ediyorum kelimeleri:
Musul-Kerkük’ün kaybı.
Musul’un İngilizlere, daha doğrusu İngiliz mandası altındaki Irak’a verilmesi, ders kitaplarımızda ustaca geçiştirilir ama kanayan yaramızdır aslında. Oysa al bayrağımızın gölgesi üstünden çekildikten ve emperyalist İngilizlerin, sonra da ABD’nin işgalinden sonra emperyal kasalara dolar pompalayan altın değerinde ecdat toprağıydı Musul ki orada Osmanlı’nın nahif gölgesinden çıktıktan sonra “Bir damla petrol bin damla kandan değerli” olmuştur.
Bu bereketli topraklardan çıkan petrol miktarı Türkiye’nin yıllık akaryakıt ihtiyacının dört katıdır, diyeyim de facianın vahametini anlayın. Bu kadar petrol İngiltere ve ABD’nin petrol tröstlerinin kasalarına akacağına bizim rafinerilerimize akmış olsaydı sadece çeyreğiyle bütün petrol ihtiyacımızı karşıladıktan sonra dörtte üçünü ihraç ederek elde edeceğimiz muazzam meblağı bir de 100 yılla çarpın ve karşınızda ayna varsa eğer, görüntünüze bakıverin. Tebessüm mü ediyorsunuz yoksa öfke mi duyuyorsunuz? Türkmen kardeşlerimizi yüzüstü bırakışımızı saymıyorum bile.
Evet; Musul, Cumhuriyet devrinde kaybettiğimiz toprak parçamızdı. Hem de “Cumhuriyetimizin tapusu” saydıkları Lozan Antlaşması’nın imzasından 3 (üç) yıl sonra elveda demiştik ona.
Hele zamanın Dışişleri Bakanı Tevfik Rüştü Aras’ın 7 Haziran 1926 günü Musul’u, karşılığında Türkmenlere dair hiçbir garanti almadan İngilizlere bıraktığımız oturumda Meclis kürsüsünden pişkin pişkin söylediği şu akla zarar sözleri nereye koyacaksınız:
“Şurasını da derhal arz etmeye mecburum ki sınır üzerinde bize bin kilometrekare miktarında lehimize tadilat ilavesini teklif ettiler, esas davamızın böyle bir veyahut iki bin kilometrekare arazi davası olmadığını söyleyerek bu tekliften vazgeçmeyi prensiplerimize daha uygun bulduk.”
Yani İngilizler Musul’u bağışlamamızın karşılığında bize Irak sınırından 1,000 kilometrekare toprak teklif etmiş, bizim mirasyedi efendiler bizim toprakta gözümüz yok, almayalım demiş.
Musul hata, beceriksizlik ve İngilizcilik halkalarından oluşan sakat bir mantığa kurban verilmiştir vesselam.
Misak-ı Milli’ye dahil olan Musul, gerçekte elimizde İngiliz emperyalizmine karşı oynayacağımız son kozdu. Osmanlı Devleti’nden tapusu elimizde kalmış son toprak parçasıydı. 1950’lerdeki “Kıbrıs Türk’tür” mitingleri gibi “Musul Türk’ündür” mitingleri boşuna yapılmamıştı.
Musul Türk’ündü, bu doğru. Osmanlı Devleti’nin tapu dağıtım töreni Lozan Barış Antlaşması’nda bile verilmeyen, daha doğrusu TBMM’nin onaylamayacağı endişesiyle verilmesi ertelenen, Selçuklulardan beri bir Türk yurdu ve Anadolu’nun tabii devamıydı.
Türkmen ve Kürt nüfusunun Musul’da çoğunluğu teşkil ettiği besbelliydi. Bir halk oylaması (plebisit) yapılacaktı güya, Lozan’ın başaktörü olan İngiltere’nin Dışişleri Bakanı Lord Curzon “eğitimsiz halka böyle mühim şeyler sorulmaz” diye kükrediğinde seslerini çıkartamayanlar Türkiye’ye döndüklerinde Lozan’ı zafer diye sunmak için sıraya girecek, lakin Musul için hem de ikinci Mecliste kürsüye çıkanlar bu acı hakikati dile getirmekten kaçınmayacaktı.
Musul yaramızı ısrarla hatırlatmaya devam edeceğiz.
.
Türkçe mi bıraktınız ortada?
Mustafa ArmağanAA
Her derslikte öğrencilerin görmesi için en uygun yere asılan Gençliğe Hitabe’yi okuyan öğrenciye, hatta öğretmene rastladınız mı? Çok çok ilk ve son cümleler olan “Ey Türk Gençliği” ile “Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur” akıllarda kalmıştır, o kadar. Hoş, okusalar sanki anlayacaklar!
Hepimiz o sıralardan geçtik ve anlamadığımız bir dille yazılmış bir yazıyı seyrettik. Gençliğe Hitabe’yi anlamak için uzman olmak lazımdır da ondan. İsterseniz bir deneyelim öğrencilerle okumayı:
“Birinci vazifen...” ‘Vazife’ ne demek? Bilmiyorum. Otur.
Devam et: “Türk istiklalini…” İstiklal ne oluyor? İstiklal Marşı da var ama bilmiyorum. Geç.
“İlelebed muhafaza ve müdafaa”nın manası ne? Soru çok çetin.
Daha yeni başlamıştık halbuki. Sırada “mevcudiyet” var, “istikbal” var, “dâhilî ve haricî “bedhahlar” var, hatta “şerait”, “namüsait”, “mümessil”, “cebren”, “elim”, “vahim”, “dalalet”, “müstevli”, “tevhid”, “fakr u zaruret” “bitab”, “ahval” vesaire var oğlu var.
Türkiye Cumhuriyetinin ilk Cumhurbaşkanının metni bugünkü nesillerce anlaşılmaz bir haldedir ve bunu sadece Gençliğe Hitabe ile sınırlamayın, neredeyse bütün konuşup yazdıklarında bugün dilimizden atılmış binlerce kelime kaynar. Sözümona İnkılap Tarihi hocalarının çoğu da Osmanlı’dan devralınan bu zengin dili ya tamamen veya hakkıyla bilmedikleri için çarpışan arabalar gibi bir yerlere toslayıp duruyorlar.
Ortada tam bir “körler, sağırlar” muhabbeti olduğu için ve kimse gözündeki morluğun görülmesini istemediği için komşusunun camına taş atmamaya özen gösteriyor, bir “al gülüm, ver gülüm” muhabbeti devam edip gidiyor.
Bir kenara bırakalım ilkokul duvarlarındaki tabloyu, doktora tezlerinde hangi feci Türkçe hataları işlendiğini yazsam şaşar kalırsınız. Adam profesör olmuş, hâlâ MECZ ETMEK diye yazıyor. Yahu bunun doğrusu MEZC ETMEK’tir. MEZC ile MECZ’i karıştırıyorsan bari edebiyat yapmaya kalkışmadan yaz şunu. Daha ne herzeler!
Neyse, bu berbat misallerle pazar gününüzün ufkunu karartmayayım, diyorum ama derdi de fakiri boğmak üzere. Onun bugün için biraz dertleşelim müsaadenizle.
Dil bayramı mı dil matemi mi?
12 Temmuz Türk Dil Kurumu’nun kuruluşunun 90. yıldönümüymüş. Türkçeyi katleden kurumun kuruluş yıldönümü demek daha doğru olurdu.
Gerçi Türk Dil Kurumu (TDK) 12 Eylül darbesinden sonra aslî işine, yani Türkçenin kaynaklarının düzgün bir şekilde neşrine geri döndü. Doğru olan da buydu. Lakin yaklaşık yarım asır boyunca Türkçeyi çamura çeviren suni müdahaleler, kasıtlı kelime uydurmalar, eğitime ve TRT’ye işgüzarca dayatmalar vatan toprağımızın bir parçası olan dilimiz üzerinde tamiri mümkün olmayan hasarlara meydan verdi.
Bu yaralar bugün kanamalı haldedir. Bozulmadan önceki kaynaklara dönmekten başka da çare yoktur. Türkçeyi anlaşılır ama zengin bir kıvama getiren kalemleri okumak tek çıkar yoldur. Mesela kimleri mi? Sayalım.
Mehmed Akif, Yahya Kemal Beyatlı, Necip Fazıl Kısakürek, Refik Halit Karay, Reşat Nuri Güntekin, Peyami Safa, Ahmet Hamdi Tanpınar, Kemal Tahir, Falih Rıfkı Atay, hatta Nazım Hikmet… İlk ağızda saydığım bu isimlerin kitaplarını okuyarak dil zevkini kazanın. (Hangi kitaplarını mı? Onları da bir liste halinde yayınlarım inşaallah.)
Sizin anlayacağınız, bu marazın hastanesi filan yok, doğru kitapları okuya okuya zevk aşısı olmaktan başka bir çözüm de görünmüyor.
Türkçeyi tasfiye ettiler
Tarih bir ayna. Milletlere kim olduğunu öğreten bir ayna daha doğrusu. İyi ama bizim aynamız karartılmış ve çatlatılmışsa bizi hakkıyla yansıttığını söyleyebilir miyiz? Aynamız harf inkılabıyla karartıldı, dil inkılabıyla ise çatlatıldı. Hem karartılmış, hem de çatlatılmış bir ayna ile ne kendimizi doğru dürüst ifade edebilir, ne de o kanamalı dil aracılığıyla hakikati görebiliriz. Bize bu kötülükleri yapan kurumun kuruluşunun “dil bayramı” olarak kutlanması da bir başka fecaat değil mi?
Neredeyse dokuz asır boyunca dilimize girmiş kelimeler tasfiyeye kalkıldı. Neymiş? ‘İmkân’ Arapça imiş. At. Yerine ‘olanak’ı uydur. Oldu sana Türkçe. Türkçe oldu mu bu şimdi? Benim dokuz asırdır şiirinden türküsüne milyonlarca metne girmiş ‘imkân’ım atılacak, TDK’nın bir masasında oturan Agop Dilâçar adlı Türk bile olmayan adam kelime uyduracak ve bu uyduruğu Türkçe olacak!
Yıllar önce Hazar denizinin kuzeyinde bulunan Astrahan’da belki 70’inin üzerinde bir Tatar kadın öğretmenle tanışmıştım. O Türkçe konuşamıyordu, ben Rusça. Çevirmen vasıtasıyla anlaşmaya çalışıyorduk. Anlaşılan Çarlık devrinde bir öğretmen olan babasının mesleğinden bahsederken söylediği bir kelimeyi çevirmen tam ifade edemedi filan derken benim aklıma birden ‘muallim’ kelimesi geliverdi. ‘Muallim’ kelimesini duyunca yüzüne yayılan rahatlamayı ve “Evet, muhallim, muhallim” demesini hiç unutmuyorum. Aramızdaki sihirli kelimeyi bulmuştuk. Ortak kelimemiz ‘muallim/muhallim’ idi. Orada bu kelimenin hangi dilden geldiği değil, ortak hatıralarımızı taşıyıp taşımadığının neden daha önemli olduğunu yaşayarak öğrenmiştim.
Bir İngiliz’in yazdığı ve Türkçeye Trajik Başarı: Türk Dil Reformu diye çevrilen kitabı okumanızı tavsiye edeceğim eğer baskısını bulabilirseniz. Lakin bu kitabın orijinal ismi The Turkish Language Reform: A Catastrophic Success’tır ve doğru çevirisi “Felaket Getiren Başarı” olmalıydı. Başarılı olmuştur gerçi ama bir dil de felakete itilmiştir.
Yazarın fikrini öğrenmek açısından şu paragrafı dikkatinize sunuyorum:
“Dil devrimi üzerine fikir bildiren Türk yazarlar genellikle alfabenin değişmesinden pek bahsetmezler. Onlar için harf devrimi ayrı bir konudur. (…) Alfabe değişikliğinin amacı, Türkiye’nin İslami Doğu ile olan bağlarını koparmak, içteki ve Batı dünyası ile olan iletişimi kolaylaştırmaktı.”
Fazla söze gerek yok. Geoffrey Lewis çözmüş meseleyi.
Dil marazımız üzerine tekrar be tekrar düşünmek zorundayız. Vatan toprağımız elimizden alınıyor. Dilimizi kıskanalım.
Cumhuriyetten önce kadınların “parti” kurduğunu biliyor muydunuz?
Mustafa Armağan
CHP 1950’den beri tek başına iktidar yüzü göremedi ama tarihi iktidarda. Bu çarpıklık hiç mi rahatsız etmiyor CHP’ye karşı olduğunu söyleyenleri?
Yakın tarihin CHP versiyonunun nasıl iliklerimize işlediğine basit bir misal vereceğim.
Kitaplarımızda ne yazıldığını şöyle bir gözümüzün önüne getirelim:
Kadınlara seçme ve seçilme hakları onlar istemeden lütfedilmiş!
•
Göreceğiz ki baştan sona yanlış bu bilgi.
Bir kere hak verilmez, alınır.
İki: Kadınlara hakları verilmemiş, hakları tanınmıştır.
Üç: Kadınlara hakları lütuf olarak verilmiş olmayıp söke söke almışlardır
•
Peki kadınlar haklarını nasıl aldı?
Bilir misiniz ki 1923 Haziranında Türkiye Cumhuriyeti yoktu ama bir kadınlar partisi vardı.
Kadınlar Halk Fırkası diye siyasî örgüt, hükümete verdiği kuruluş beyannamesi ile hayata atılmıştı. Düşünün, o tarihte daha CHP parti bile olmamış, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti yani bir dernek halindeydi.
Nezihe Muhiddin’in başkanlığında teşekkül eden partinin ikinci başkanı Nimet Remide, sorumlu üyesi Latife Bekir, genel sekreteri şair Şükufe Nihal’di. Parti yönetiminde Matlube Ömer veznedar, Seniye Hanım da muhasebeci olarak yer alırken Nesime İbrahim, Zeliha, Tuğrul ve Faize hanımlar da üye yazılmıştı.
Partinin beyannamesi de ilginçti. Ülkenin siyasî, sosyal ve iktisadî meselelerinde kadının dolaylı veya doğrudan müdahale ve etkisinden azade tek bir nokta bulunmamasına rağmen bu çalışmanın gözle görünür derecede bariz olmadığı, bu yüzden kadın varlık ve şahsiyetinin kitlesel bir çapa yükseltilmesi gerektiği vurgulanıyordu.
Prof. Dr. Zafer Toprak’ın 1988 tarihli makalesinde ve Türkiye’de Kadın Özgürlüğü ve Feminizm adlı kitabında ortaya koyduğu gibi partinin kuruluş beyannamesinde ülkenin gerçek mutluluk ve kurtuluşunu sağlayacak umdeler etrafında toplanan kadın âleminin toplum hayatında etkili bir güç olacağı kaydedilmekteydi.
Partili kadınlara büyük iş düşüyordu: Anadolu’nun ücra köylerine kadar gidip “hemşireleri”ni aydınlatacak, ardından sıra siyasî haklara gelecekti, yani seçme ve seçilme haklarına.
Sonuç ne oldu dersiniz?
Kadın partisi mi olurmuş? diyen erkek yazarlar gazetelerde partiyle dalga geçti, hatta hücuma geçenler oldu. Kalkan olsun diye bir erkek müşavir (danışman) getirdiler yönetime ama o da kâr etmedi. Kuruluş çalışmaları sekteye uğratıldı. Hem dernek kurmak kadınların neyine yetmiyordu?
Sonuçta İçişleri Bakanlığı tarafından Kadınlar Halk Fırkası’nın kurulmasına, cins ayrımına dayalı bir parti olmaz gerekçesiyle izin verilmedi. Halk Partisi kuruluyordu zaten. Ne gerek vardı?
Bunun üzerine kadınlar 7 Şubat 1924’de Türk Kadın Birliği’ni kurarak mücadelelerine devam edecekti.
1927 seçimlerinde 1 tek olsun kadın aday koymak istediler. Kabul edilmedi. Hiç değilse kadınları temsilen 1 erkek aday koymak istediler, o da kabul edilmedi.
1931 seçimleri yaklaşırken yerel seçimlerde oy kullanma hakkını elde ettilerse de genel seçimlerde yine engellendiler.
Mücadelenin yeni hedefi 1935 seçimleriydi.
Kasım 1934 tarihinde Gazi, Ankara Kız Lisesi’ni ziyaret ettiğinde aldığı cevap karşısında şaşıracaktı. Müjgan adlı bir kız talebe söz aldı ve “Neden bizim hakkımızı vermiyorsunuz Paşam?” diye sordu. Gazi klasik cevabını verdi: “Mebus olabilirsiniz ama askerlik de yapacaksınız.” Müjgan’ın sarsıcı cevabı bundan sonra gelecekti:
“Biraz geç kalmış olmuyor musunuz? Ulus meydanındaki heykelde sırtında mermi taşıyan kadın benim annemdi.” (Yani kadınlar askerlik vazifesini çoktan yaptı.)
Dananın kuyruğunun koptuğu nokta işte bu cevap oldu. Kadınlar ilk seçimde haklarını aldı.
•
Ne Nezihe Muhiddin’i öğretiyoruz çocuklarımıza, ne de Müjgan hanımı. Bunlar bilinmeden tarihte kadının “adı” olabilir mi?
“Evliya Çelebi’nin İzinde” bir bayram
Mustafa Armağan
Arefe sürprizi diye buna derim ben. Zil çaldı. Kargocu. Elinde iki paket tutuyor. Acaba ne var içlerinde? Aldım, ne olacak, kitap tabii ki. Açıyorum ilkini. Aydın’daki Adnan Menderes Müzesi’nin nefis bir surette basılmış kataloğu ile 27 Mayıs darbesinin ilk şehidi Namık Gedik hakkında zengin görsel malzemeye sahip bir kitap.
Ya diğeri? Paketi açınca “Aaa” diyorum gayri ihtiyari. Daha birkaç gün önce bir talebemle Evliya Çelebi yazılarımı toplayalım diye konuştuğum süzülüyor bir anda aklıma. Ne tevafuk. Bu bir Evliya Çelebi kitabı. Adı Evliya Çelebi’nin İzinde. Benim de üyesi bulunduğum TURİNG Kurumu’nun itinalı bir şekilde neşrettiği kitabı aziz dostum Bülent Katkak lütfedip göndermiş. “Aaa”nın ikinci sebebi ise yazarının Edebiyat Fakültesi’nden kadim arkadaşım Hayati Develi olması.
Hayati Develi kitabın üzerine ismini “Prof. Dr.” unvanı ile yazmayacak kadar akademik “finess” sahibi titiz bir araştırmacı. Mevki ve makamlarını atlıyorum ama Türkiyat sahasında ülkemizin yetiştirdiği en kıymetdar kalemlerden biri.
Evliya Çelebi’nin İzinde kitabı bir bakıma 10 ciltlik seyahatnameyi okumaya vakti olmayanlar için hem bir özet, hem de okuduklarında bile anlayamayacakları kapalı noktaları izah eden bir rehber mahiyetinde.
Ben kitabın sayfaları arasında kaybolurken sizi Evliya Çelebi’nin tam da bir Hac vesilesiyle 1672 yılında gittiği Mekke’yi anlattığı bölümü benim yıllar önce özetlediğim haliyle sizlere sunuyor, cümlenizin Kurban Bayramını tebrik ediyorum.
Evliya Çelebi’nin Mekke’si
Kâbe Müslümanların gözünde, diğer dinlerde olduğu gibi, İslam’ın da kökeninin somut sembolüdür. Kâbe’ye gelmek, kişinin kendi kökenine dönmesi demektir.
Seyyid Hüseyin Nasr, Kâbe ve Haccın sembolik anlamını bu veciz cümlelerle özetliyor.
Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi, artık âhir ömründedir. Takvimler 1671’i gösterirken 60 yaşındadır ve Peygamber Efendimiz’in aşkından mest olmuş bir halde çoktan Medine’den Mekke’ye revan olmuştur. Evliya Çelebi, Medine’den iki saat uzaklıktaki Hz. Ali Kuyusu denilen yerde ihrama girer. Kalabalık bir heyetle yolculuk edilmektedir ve bu yüzden sık sık göç boruları çalınmaktadır. O devrin şartları içerisinde bu kalabalık kervan, akşam vakti, meşaleler elde, Mekke toprağına adımlarını atar.
Yolda bedevilere rastlarlar, dağları aşarlar, kalelerin gölgelerini yalarlar. Ve tabii en fazla hoşlandıkları yerler su havuzları veya kuyular olur. “Ayn-ı Zerka” adlı suyun Resul-i Ekrem’in gittiği yeri yer altından takip ettiği ve nerede isterse orada yeryüzüne çıktığı rivayetini aktarır; aslında İslam dünyasının çeşitli köşelerinde yedi yılda bir suların yeraltından Mekke’ye aktığı inancıyla birleştirdiğimizde tabiat ile kutsallık arasındaki o çok ince çizginin bir adım daha yakınına gelmiş oluruz.
Hacca maiyetinde gittiği Şam Veziri Hüseyin Paşa, 8 bin askerle Hac yolunda ve Hac sırasında asayişi sağlamakla görevlendirilmiştir. Bir yıl önce vukû bulan büyük bir arbede, Osmanlı Devleti’ni bu tedbiri almak zorunda bırakmıştır. Mekke’nin minareleri uzaktan göründüğünde bütün askerler hep bir ağızdan “Lebbeyk Allahümme lebbeyk” demeye başlarlar. Kâbe’ye yaklaştıkça ağır ağır Haccın havasına girmektedirler.
Safa ile Merve arasını kat ettikten sonra Arafat Dağı’nda vakfeye duracaklardır. Fakat Evliya Çelebi bu; adımlama işlemine burada bile ara vermez ve bu defa bir kalenin değil, bir dağın, Arafat Dağı’nın etrafını adımlar. Bu işlemi bitirdikten sonra “Beş bin adımlık bir küçük dağdır” der. Arafat dağı, pare pare birbiri üzerine yığılı bir “dağcağızdır” (anlaşılan, Evliya “küçük dağ” demek istiyor ama bunu söyleyiş biçimindeki inceliğe, sevgi tonuna dikkat edilsin!). Bu “pare pare” oluşun sebebi ise Cenab-ı Hakk’ın Cemali kendisine tecelli ettiğinde dayanamayıp paramparça olmasındanmış!
Şu ilginç paragrafta Evliya Çelebi’nin, neredeyse bütün seyahatnamesinin bir muhasebesini yaptığına şahit olacağız:
“Burada, Hz. Âdem (makamının) mihrabında iki rekât namaz kılıp sevabını baba(mın) ruhuna hediye edip, Kâbe’nin doğusuna geçip Kâbe’ye karşı, batı yönüne secde etmek nasip oldu. Mora’da ve Mağrip diyarında doğuya, Tebriz ve Nahcivan’da güneye secde ettik. Allah’a hamdolsun, dünyayı seyahatle dolaştığımız sırada doğuya, batıya, kuzeye, güneye secde ettik. Doğrusu Kâbe, dünyanın ortasındadır.”
Kınalı develer mi ararsınız yoksa en eski nimetin çorba olduğuna dair malumatlar mı? Hepsi Evliya Çelebi’nin renkli dünyası içinde, hem de Arafat Dağı’nın tepesinde birbiriyle buluşur.
Şeytan taşlama işleminde ise sanırım sonradan ortadan kalkmış bir âdetten bahseder. Kurban bayramının ikinci günü, ata binerek şeytan taşlanırmış 1670’lerde. Kâbe’de tavaf bittikten sonra Mina Pazarı’na gelinirmiş. Çelebi, burasının 2 bin ev ve 800 dükkânı olduğundan bahseder. Her evin bahçesinde su kuyusu, hurma, limon, turunç ağaçları vardır. Buranın havası Mekke’den iyidir. Mekkeliler burayı yayla olarak görürler ve 8 ay burada otururlarmış. Hanları, küçük bir hamamı, 40 tane kahvesi ve 70 adet mihrabı varmış.
“Dünyanın her tarafından gelen Hacılar burada yanlarında getirdikleri malları satarlar. Her türlü kıymetli kumaşlar, en kıymetli rengarenk taşlar, cevahir yığın yığın satılır. Dükkân sahipleri müşterilerine mutlaka bir şeyler ikram eder. Herkes memnun ve neşelidir.”
Hacılar, Hüseyin Paşa’nın fermanıyla çadırlarını bayraklarla süsler, bütün develer ziller ve zilbentlerle, bayraklarla donatılırmış. Köslere, Osmanlı davullarına tokmaklar vurulur, güneş battıktan sonra sofralar kurulup yemekler yenir, sonra “iki üç yüz bin tüfeng” birden ateşlenirmiş. Bunun sonucunda sahralar “güm güm” öter, böylece sabaha kadar top ve tüfek şenlikleri devam edermiş. Şenliklerden hoşlanır Evliya Çelebi’nin ruhu. İbadet bile bir şenliktir onun için çünkü.
Harem-i Şerif’in özelliklerini ve tarihini, sütunlarının sayısını, kubbelerinin vasıflarını, minarelerini zikrettikten sonra şu samimi sözler dökülür kaleminden:
“Evvela bu hakir riyasız Evliya vücudumun kuvveti yerinde iken can u yürekten seyahati arzu ederdim. Görüş kuvvetim yüzünden ne tarafa bakıp okumu atsam, nişangâha isabet ettirir, tayy-ı mekân ederdim. Ve rüzgâr süratli atımla diyar diyar gezer ve kalemimi dile getirip kâh şehirlerin vasıfları, kâh peygamberlerin medihleri, kâh Kur’an okumak ve kâh temaşa ettiğimiz büyük şehirlerin kaleleri, nehirleri, dağlarını görüp yazmaya gayret sarf etmiştim. Allah’ın hikmeti, 1082 (1671) senesi hacc-ı şerif oldu. Beytullah’ı tavaf edip bildiklerimizi ve muteber kitaplardan Mekke-i Mükerreme’nin vasıflarını bulup yazmaya cüret ettim.”
Adeta onun bütün gezi macerası, merkeze, yani Mekke’ye varmak içindir.
İlk denizaltımızı yaptıran Abdülhamid Han’ın ismi sondaj gemimizde yaşayacak
Mustafa Armağan
Denizaltı filomuzun kurucusu olan Sultan 2. Abdülhamid Han’ın adı deniz altında sondaj yapacak dördüncü araştırma gemimize çok yakıştı. Hak yerini buldu böylece. Sultan’ın hakiki evlatları onun aziz mirasını korumak ve hakkı yenmiş olan ismini yaşatmak için ellerinden gelen her fırsatı değerlendiriyor.
Aynı zamanda dünyanın 2 ve 3 numaralı denizaltıları olan ilk denizaltılarımızı üstelik devlet hazinesinden değil, kendi cebinden, yani Hazine-i Hassa’nın kasasından ödeme yapmak suretiyle inşa ettiren Sultan Abdülhamid üstelik bu millete “denizciliğe düşman” diye tanıtılmış, Sultan Abdülaziz’in güçlü donanmasını (dünyada 3. sırada kabul ediliyordu) Haliç’te çürüttüğü iftirası da atılmıştır.
Evet, gerçi çok sayıda gemiden oluşan ahşap bir donanmamız vardı ama bunlar modern gemi teknolojilerinin gerisinde kalmıştı ve bakım istiyordu. Öylesine batık bir hazine devralmıştı ki Sultan, tahta çıktığında hazinede cülus bahşişi dağıtacak para kalmadığı için devlete borç vermek zorunda kalmıştı. Dahası, o devirde Denizcilik Bakanlığı demek olan Bahriye Nezareti’nin bütçesindeki para mevcut donanmanın yıllık boya ve kalafat masraflarına yetişmiyordu.
Sultan da tercihini karadan yana yapmış, demiryollarına ağırlık vermişti. Anadolu’yu boydan boya saran o demiryolları ki, bugün bile güzergâhlarını ve istasyonlarını kullanıyoruz.
Kaynakları kıt olan bir devlet önceliği hangisine verecekti? Sultan, demiryolunu tercih etti. Bu bir stratejik tercihti.
Sultanın ak dediğine kara diyerek işe başlayan İttihatçılar Meşrutiyetten sonra onu denizciliğe düşman diye yaftaladıktan sonra mesut ve beyaz bir sayfa açtıklarını söylemişler (bu sebepledir ki, Ordu’nun Hamidiye ilçesinin ismini Sultan Abdülhamid verdiği için İttihatçılarca Mesudiye’ye çevrilmişti), Donanma Cemiyeti kurmak suretiyle halktan para toplayıp İngiltere’ye iki muazzam gemi sipariş vermişlerdi. Sonuç ne oldu biliyor musunuz? 1914 yılında İttihatçıların Almanlarla gizli anlaşma yaptığını öğrenen İngilizler taksitlerini son kuruşuna kadar ödediğimiz halde iki gemimize el koydular, vermediler. Anlayacağınız, havaya gitti onca emekler… Lozan’da da ne gemiyi geri verdiler, ne parasını. Üstüne buz gibi soğuk su içtik.
Sultan’a atılan iftiraların bini bir paradır vesselam.
İlk denizaltılarımız nasıl yapıldı?
Ancak ilk iki denizaltı gemimizi güya denizciliğe düşman dedikleri Sultan Abdülhamid’in yaptırdığı pek az bilinir. Abdülhamid ve Abdülmecid isimlerini taşıyan denizaltı filomuzun ilk iki gemisi hakkında biraz bilgi verelim yeri gelmişken.
Başbakanlık Arşivi’nde bulunan 1302 tarihli bir İrade-i Seniyye’de hiçbir devlette şimdiye kadar emsali olmayan ilk denizaltı gemisinin Yunanlarca satın alındığı ve aynı geminin eksiklerinin giderilmiş ve bir değil, üç torpido atacak cinsten iki denizaltının tanesi 11 bin sterlinden satın alındığı belirtilmektedir. Bu acelenin sebebi olarak İngiltere’nin teşvikiyle kısa bir zaman içinde Yunanlıların Osmanlı İmparatorluğu’na karşı hücuma geçeceğinin kati oluşu gösterilmektedir. Ancak Yunanlılar, Osmanlı kuvvetleriyle karadan başa çıkamayacaklarını bildiklerinden, demektedir Sultan Abdülhamid, denizde sahil, Ege adaları ve Selanik cihetine gidecek nakliye gemilerimize ve donanmamıza müdahale edip onlara darbe vuracaklardır. Vesika, Abdülhamid’in deniz kuvvetlerine verdiği önem ve “müsbet anlayış”ını göstermesi açısından da büyük bir değer taşımaktadır.
Nihayet ilk Türk denizaltısı Taşkızak Tersanesi’nde tamamlandığında tarihler 6 Eylül 1886’yı göstermektedir. 1887 Şubat’ında denize indirilen ilk denizaltımıza Abdülhamid ismi verilmişti. İlk testler Haliç’te gerçekleştirildi. Denizaltı, su yüzeyinin hemen altında çalışıyor ve suya tamamıyla batamıyordu. Ama hızlı ve iyi idare edilmeye müsaitti. Yine de bu dünyadaki ikinci denizaltı botu, tam olarak isteneni verememişti. İkinci denizaltımızın inşasının tamamlanması beklenecekti.
Ağustos 1887’de tamamlanan ve Ocak 1888’de denize indirilen Abdülmecid adlı ikinci denizaltımızla birlikte Abdülhamid denizaltısı yeniden teste tabi tutuldu. Abdülmecid denizaltısı Haliç’ten çıkmış, Sarayburnu akıntısını geçtikten sonra İzmit’e götürülmüş, gerek seyir, gerekse dalma ve torpido atma denemelerini tamamladıktan sonraiş sözleşmenin tamamlanmasına gelmişti. Böylece “dünyada torpido atan ilk denizaltı” unvanı, iki numaralı denizaltı gemimiz Abdülmecid’in olmuştur.
İlk denizaltı gemilerimizi kendisine borçlu olduğumuz Sultan II. Abdülhamid’in bunca tashihten sonra bile tarihten alacaklı olması sadece büyüklüğünün tezahürüdür.
Türkiye’yi NATO’ya sokma projesi CHP’nindi
Mustafa Armağan
2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD ile SSCB arasında kalan Avrupa, başının çaresine bakma arayışlarına girmişti. Önce İngiltere, Fransa, Belçika, Hollanda ve Lüksemburg arasında 17 Mart 1948 tarihinde Brüksel Antlaşması imzalandı. 6 ay sonra da aynı devletler bu defa SSCB’ye karşı Batı Birliği Savunma Örgütü adında bir askeri birlik kurdu. Ancak ABD olmadan örgütün caydırıcılığı olmayacağını fark ettiler. Monroe Doktrini gereği Avrupa işlerinden uzak duran ABD ise 11 Haziran 1948’de bir kanun çıkararak Avrupa’yı da içine alacak bir pakta girmenin önünü açacaktı. Böylece Brüksel Anlaşması bir yerde NATO’nun çekirdeği olmuştu. Brüksel Antlaşması’nın tarafları haricinde ABD, Kanada, İtalya, Danimarka, Norveç, Portekiz ve İzlanda, Washington’da bir araya gelerek Kuzey Atlantik Antlaşması’nı imzaladığında tarihler 4 Nisan 1949’u gösteriyordu. Antlaşma 4 ay sonra yürürlüğe girecekti (24 Ağustos 1949).
İşte 18 Şubat 1952’de Türkiye’nin Yunanistan ile beraber gireceği ve bu günlerde 70 yıllık üye sıfatıyla Finlandiya ve İsveç’e defans uyguladığı NATO’nun macerası böyle başladı. Peki, bizim NATO’ya giriş maceramız nasıl cereyan etmişti?
Şimdilerde CHPlilerin laflarına bakarsanız NATO aleyhtarı olduklarına kanabilirsiniz. Zannedersiniz ki, bunlar yeminli NATO düşmanı. Oysa NATO maceramız tam da CHP’nin 1946’da halkın oylarını gasp ederek iktidar koltuğunda oturduğu tarihten iki sene sonra başlamış, NATO’ya ilk müracaatımızı da aynı iktidar yapmıştı.
CHP’nin ABD ve
NATO ile flörtü
NATO’nun çekirdeği mesabesinde olan Brüksel Antlaşması imzalandığında Türkiye’de büyük bir sevinçle karşılanmış, en kısa zamanda bir davetin geleceği zannedilmişti. Ne var ki beklediğimiz davet gelmedi. Bunun üzerine Türkiye bir adım atarak örgüte girmek istediğini resmen beyan etti. “Başbakan Hasan Saka 1948 Haziranında “Türkiye’nin ABD’nin müttefikten öte bir müttefiki olduğunu” söyleyerek iki ülke arasındaki işbirliğinin askerî bir ittifakla somutlaştırılmasını istedi. (Ed.: Baskın Oran, Türk Dış Politikası, I, İletişim: 2015, s. 543-5)
Kuzey Atlantik Antlaşması yani NATO’nun kuruluş çalışmaları sırasında bu isteğini defalarca dile getiren Türkiye, bu mümkün olmazsa bir Akdeniz Paktı kurulması ve kendisini de içine alması gerektiğini teklif edecekti. Ne var ki NATO Türkiye’siz kuruldu.
Kamuoyu öfkeliydi. Neden alınmamıştık? NATO’da biz olmayacaktık da kim olacaktı? Stalin’in insafına mı bırakılıyorduk yoksa?
2 yıl bu hengâme içinde geçti. Nihayet, Demokrat Parti’yi iktidara taşıyacak olan seçimden sadece 3 gün önce, CHP iktidarı NATO’ya resmen üyelik başvurusunda bulunduysa da, başvuru sonuca bağlanamadan iktidar değişti. NATO’ya başvuruyu CHP yapmıştı, Türkiye’yi NATO’ya sokma işini ise 21 ay zarfında DP başaracaktı.
Demek ki neymiş?
CHP NATO’ya karşı değilmiş, bir; girmek için 2 yıl uğraşmış, iki; dahası, NATO’ya girilmesi için DP’ye destek vermiş, üç.
Kore ve NATO
14 Mayıs 1950 tarihinde iktidara gelen DP, önceden başlamış olan Kore Savaşı’na katılma kararı aldı. Kore’ye asker gönderme işi Meclis değil, Bakanlar Kurulu kararıyla gerçekleşti (25 Temmuz 1950). CHP bunun anayasayı ihlal ettiğini iddia etti. Çünkü savaş kararının Meclisten geçmesi gerekiyordu. DP hükümeti ise bunun “savaş açma” değil, “asker gönderme” kararı olduğunu ileri sürüp Melis onayı gerekmediğini savundu.
Hükümet CHP’nin NATO politikasını devam ettirerek Kore’ye asker göndermenin Kuzey Atlantik Anlaşması’na alınmamız noktasında bir fırsat olduğunu düşünüyordu. İşin garibi, buna rağmen 1 Ağustos 1950’de yaptığımız başvuru ertesi ay reddedilecekti. (NATO’ya bizim girişimiz de kolay olmamıştı. Bir zahmet İsveç ve Finlandiya da en az bizim kadar ter döksün, değil mi?)
Kore Savaşı devam ediyordu. CHP başta itiraz etmişti ama dünyada Türkiye aleyhindeki havanın yumuşamaya başladığını görünce asker gönderilmesi noktasındaki itirazlarını geri çekti ve “27 Aralık 1950’de CHP ve DP milletvekillerinin ortak girişimiyle, Kore’de savaşan askerlere Meclis’in sevgi ve selamının yollandığı bir karar alındı.” (Oran, age, s. 546)
Yumuşama havası İnönü’nün 25 Ekim 1951 günü yaptığı açıklamaya şöyle yansıdı: “Dış mesele üzerinde esasen bizim memlekette fikir ve prensip ayrılığı yoktur. İttifakımıza, BM idealine ve ABD dostluğuna bağlıyız.” Böylece CHP Genel Başkanı sorumlu davranarak vaktiyle Kore’ye asker gönderme kararına ettiği itirazı kaldırıyordu.
Türk askeri Cumhuriyet devrinde ilk defa sınır ötesi bir muharebeye katılıyordu. Kore’deki askerimizin kahramanlıkları dünya kamuoyunda lehimize bir hava uyandırmıştı. Nitekim 15 Mayıs 1951 tarihinde ABD, müttefiklerine Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmasını teklif etti.
Atom bombasına sahip olduğunu açıklayan Sovyetler Birliği Avrupa’da genişlemeye kalkabilirdi. Bu noktada Yunanistan ve Türkiye’nin Sovyet işgaline uğraması telafisi imkânsız zararlara yol açabilirdi. Öyleyse Türkiye ile beraber Yunanistan da ittifaka davet edilmeliydi. 16-20 Eylül 1951’de icra edilen NATO Bakanlar Konseyi toplantısında davet kararı çıktı. Bundan 5 ay sonra da, 18 Şubat 1952 tarihinde Türkiye ve Yunanistan resmen NATO üyesi oldu.
Gördüğünüz gibi NATO’ya giriş sürecimiz hiç de tereyağından kıl çeker gibi gerçekleşmemiş, ayrıntısına giremediğimiz için yazmadığımız İngiltere’nin çelmelerinden kurtulmamız bile epey zamanımızı almıştı.
Asıl Amerikancı kim?
Tarih 25 Şubat 1960’tır. İnönü TBMM kürsüsünde coşmuştur. Bakın neler döktürmüş o hararetli tartışmaların yaşandığı günde, beraber okuyalım:
“Birleşik Amerika NATO’dan evvel yardımcımız, NATO içinde müttefikimiz, CENTO içinde ittifakın teşvikçisi ve bunlardan başka iktisadi, mali alanda kuvvetli desteğimiz olmuştur… Siyasi partilerin hiçbirinde Amerika münasebetlerini kıymetli tutmayan bir telakki yoktur. Biz, CHP ise, bu yeni münasebetlerin 15 sene evvelki kurucusu ve 15 seneden beri sadık taraftarıyız. Bizim kanaatimizce ABD dostluğunun temelini Hükümetten Hükümete bir münasebet manzarasının ötesinde, milletten millete münasebet kaidesinde sağlam olarak muhafaza etmek lâzımdır.”
Bununla de yetinmiyor İnönü; ABD ile ilişkilerin o kadar sağlam tutulmasını istiyor ki, onu sakın ola iki milletin dostluğuna, sadece çıkar hesaplarına dayamak şeklinde anlamayın diyor. Çünkü Paşa’ya göre ABD kadar halkı ve kültür âlemi de Türkiye’nin iyiliğini istemekte ve dostluğu “milletten millete” olarak benimsemektedir. Partiler, iktidarlar gelip geçicidir ona göre, ancak ABD ile dostluğumuz kalıcıdır.
Son söz olarak şunları söylemekten alamaz kendisini: “Amerika emin olmalıdır ki, kendisi için en sağlam müttefik [olan] Türkiye, demokrasi ile idare edilen bir Türkiye olacaktır.”
Hâlâ CHP’nin anti-Amerikancı olduğunu söyleyebilen varsa İnönü’yü Amerikancı ilan etsin de görelim. Bence öyle zaten de onların demesi hakkaniyet açısından daha önemli.
Güncele tarihten bakmak
Mustafa Armağan
Tarih bize daima eskilerden bahsetmek gibi görünür. O eski zamanlarda olup bitenleri anlatmaya adanmış, malzemesi mahzenlerden çıkarılan bir disiplin gibi algılanır. “Esâtir-i evvelîn” dedikleri aslında eski devirlerin üstûreleri, yani hikâyeleridir.
Bir bakıma doğrudur bu algı. Tarih, mazi denizinde yakalanan balıklardan pişirilen bir tür yemektir. İyi de balıkçı ne kadar ustadır, oltası veya ağı ne denli dayanıklıdır, denizin dalgaları bu ava ne kadar müsaade eder? Bütün bunlar bilinmeden ava çıkılmayacağı gibi tarihçilerin de mazi denilen denizden ne kadar cüzi miktarda bir nasibi olduğu da buradan bellidir.
Tarihin geçmişle ilgili bir disiplin olduğu açıksa da, tarihçi ne kadar inkâr ederse etsin bir gözü her zaman günceldedir. Halihazırın kaygıları, ümitleri, hayal kırıklıkları, felaket veya saadet saatleri tarihe bakışı etkilediği gibi tarihçiyi de o toplumda yaşayan bir insan olması hasebiyle tesiri altına alır ve ilgilerini ve önceliklerini tayin eder, yönlendirir, hatta bizzat şekillendirir.
Bu bakımdan manevî, sosyal ve ekonomik şartların haricinde uzay boşluğunda bir tarih yoktur. Objektif tarih yoktur bir başka deyişle. O halde tarafsız tarih ise hiç yoktur. Bir bakıma tarihte tarafsızlık olacak şey değildir. Tarih kavramına tarafsızlık kadar zıt bir tabir olamaz, çünkü tarih taraflı olanların cirit attığı bir alandır.
Tarihçi de bir robot olmadığına ve olamayacağına göre (robot olmasının istendiğinden de emin değilim) her zaman insanî ilgilerin içine yuvasını yapar ve onlardan beslenir. Yaşadığı toplumun dramını da saadetini de tarihçinin eserlerine yansımış göremiyorsak eğer, bunu kasten yaptığına hükmetmemiz gerekir.
Mesela merhum Halil İnalcık hoca neden Deli Petro veya Napolyon üzerine uzmanlaşmamıştır da Fatih Sultan Mehmed ve Osmanlı sosyal ve ekonomik tarihi üzerinde yüzlerce makale ve kitap kaleme almıştır? Bu sorunun bilimsel bir cevabının olamayacağı açıktır. Bu toplumda yaşamaktadır ve bu toplumun tarihi onun kimliğini oluşturmuştur de ondan.
Demek ki güncelin yaktığı ateş bir toplumun tarihe bakışını da etkilemektedir. Veya Walter Benjamin’in deyişini kullanırsak ayçiçeklerinin yüzlerini güneşe dönmeleri ve onu takip etmeleri gibi tarih de günceli takip eder ve onun parlaklık veya karamsarlık saçma katsayısına göre peçesinin belli bir tarafını açıp diğerlerini gizler. Yüzünü tamamen açması diye bir şey olamaz tarihi hakikatin. Tarihi hakikat her daim parçalıdır bu yüzden. Tablonun tamamını hiçbir fani göremeyecektir.
Halil İnalcık hoca vefat ettiğinde Fatih Camii haziresine, Fatih Sultan Mehmed Han’ın türbesinin az ilerisine defnedilmişti. Tarihçiler kendi aralarında espri yapmaya bayılan bir taifedir. Demişler ki duyduğum kadarıyla,
Hoca artık orada Fatih Sultan Mehmed’e sorar çözemediği meseleleri…
Latife bir yana, tarihin kabrin bu tarafında tam manasıyla ve bütün yönleriyle birden kavranamayacağını, ancak belli yönlerinin, o da ancak içinde bulunduğumuz zamanın saldığı belli ışıkları altında göründüğü kadarını kavrayabileceğimizi biliyoruz.
Güncelin güneşi tarihi ne kadar aydınlatabilir? Veya aydınlattığı kadar karartabilir mi?
Bu sorulara ileride yine bu köşede yaşanmış örneklerle cevap vereceğiz. Ancak bu köşedeki bu ilk yazımızda şu kadarını cevaplandırmış olalım:
Büyük ülke olduğu iddiasındaki Fransa, Bismark’ın başında olduğu Almanya’ya 1870 yılında Sedan’da mağlup olduktan sonra burnu fena halde sürtüldü, çünkü İmparator III. Napolyon Alman mangasının eline esir düşmüştü ve yüz kızartıcı bir yenilgi yaşamıştı. Bu yenilgi Fransız halkı ve aydınları üzerinde o kadar derin bir etki bıraktı ve o kadar büyük bir aşağılık kompleksine yol açtı ki, kendilerine gelemediler uzun süre.
Fransız aydınları bu kara deliği kapamak üzere harekete geçti, çünkü Fransız kimliği ağır bir darbe yemişti. Bunun üzerine Thiers adlı bir tarihçiyi cumhurbaşkanlığına getirdiler. Çünkü ancak bir tarihçi onların kimlik bunalımına çare olabilirdi. Sartre Kelimeler adlı hatıralarında çocukluğunda yaşanan Sedan şokunu bir önceki nesil üzerinde nasıl gördüğünü güzel anlatır. Böylece Fransa bu kriz anında akl-ı selimin yolunu tarihte bulmuştu.
2. Dünya Savaşının sonunda işgale uğrayan Batı Almanya’da Konrad Adenauer gibi bilge ve yaşlı bir devlet adamı, yıllar sonra yeniden görev başına çağrıldı. Bir restorasyon dönemi yaşanacaktı çünkü. Bu da tarihî tecrübeye sahip bir devlet adamı eliyle olabilirdi ancak.
Demek ki tarih ile bir halkı köle yapabileceğiniz gibi özgürlüğüne de kavuşturabilirsiniz. Biz özgürlüğümüzü tam olarak kazanamadığımızı düşündüğümüz için tarihimizi güncelin tutamağı olarak daima gündemde tutmak zorundayız.
Yunan Kralı Ege’nin ismi neden bizim denizimize verildi?
Mustafa Armağan
Türkiye’nin 1931-32 yılları dil ve tarihe dair çalışmaların iyiden iyiye yoğunlaştığı yıllardır. Türk dil ve tarih tezleri bu yıllarda geliştirilip olgunlaştırılacaktır. Ancak aynı derecede önemli olan coğrafya çalışmaları için nedense bir 10 yıl daha beklemek gerekecektir.
İlk Coğrafya Kongresi’nin 1941 yılında Hasan Âli Yücel’in Maarif Vekilliği döneminde gerçekleştirilebilmiş olması, coğrafyanın, daha doğrusu “vatan” kavramının şekillenmesinin Cumhuriyet yöneticilerinin zihinlerinde biraz zaman aldığını, bazı tereddütler ve bocalamalar yaşadıklarını gösteriyor. Kongrenin Hatay’ın anavatana ilhakından iki yıl sonra yapılmış olması da ilginçtir. O güne kadar ihmal edilen ve şimdilerde yeniden tartışılan Türkiye’nin coğrafî bölgelere ayrılması meselesi de, Birinci Coğrafya Kongresi’nin ana gündem maddeleri arasında yer almıştır (ikincisi düzenlenmediği için tek kaldı).
Coğrafya Kongresi’nde İbrahim Akyol, Besim Darkot, Herbert Louis ve Hamit Sadi Selen adlı profesörlerin teklifiyle Türkiye 7 coğrafi bölgeye ayrılmıştır. Buna göre denizlere doğru açılan cepheler komşu denizlere göre, iç kısımlar ise Anadolu’nun yönlerine göre adlandırılacaktır. Bir başka deyişle bölümlendirmede fizikî coğrafya esas alınmıştır.
Daha önce Faik Sabri Duran’ın 1938 tarihli ders kitabındaki bölümlendirmesinde bütün Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun “Şark Yaylası”, Orta Anadolu’nun ise “Merkez Yaylası”, bizim bugün Ege Bölgesi dediğimiz yerin “Adalar Denizi Bölgesi” olarak adlandırılması gibi aykırı örneklere rastlanıyor, coğrafyacılar arasında bir türlü fikir birliği kurulamıyordu. İlk defa 1941 Coğrafya Kongresi’ndedir ki, bugün bildiğimiz coğrafi bölgelerin sınır ve isimlerinin belirlendiğini görebiliyoruz. (Geniş bilgi için bkz. Sezgi Durgun, Memalik-i Şahane’den Vatan’a, İstanbul, 2011, İletişim Yayınları)
Ne var ki bugün kullandığımız coğrafî bölgelerin sınırlarının çizilmesine itiraz eden uzmanların bulunduğunu da unutmamak lazım. Mesela Cevad Gürsoy adlı coğrafya doktoru (sonra profesör olmuş; ölümü: 1986), 1957 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi’ne yazdığı bir makalede, Karadeniz Bölgesi ile Doğu Anadolu bölgeleri arasındaki sınırın yanlış çizildiğini iddia etmiş, Orta ve Batı Karadeniz sınırlarının da hatalı çizildiğini savunmuştur. Ayrıca Akdeniz ile Güneydoğu Anadolu’yu ayıran sınırın hatalı olduğunu, bu sınırın Fırat nehrine kadar uzatılmasının uygun olduğunu, bu nedenle Gaziantep platosunun da Akdeniz bölgesine dahil edilmesi gerektiğini savunmuştur.
Biraz da çocukluğumun bir kısmını geçirdiğim için ilgimi çeken Gaziantep hakkında söylediklerini sizinle paylaşmak istiyorum Prof. Gürsoy’un:
“Beşeri ve iktisadi coğrafya bakımından Gaziantep ve çevresi, Akdeniz mıntıkasıyla ve özellikle Adana bölgesiyle yakından alakadardır. Adana ve Hatay çevrelerinin, Türkiye ortalamasının üstünde yoğunluk gösteren sık nüfuslu sahası, oldukça kütlevî bir vaziyette Fırat’a doğru uzanmaktadır. Gaziantep çevresi, Gâvur Dağı’nın kuzeydoğuya doğru devam eden yoğunluk sahasıyla irtibat halindedir. Bundan başka Gaziantep platosu, Fırat’ın doğusundaki sahalara nazaran bol yağışlarıyla Akdeniz mıntıkasına daha fazla yakınlık göstermektedir.” (Cevad R. Gürsoy, “Türkiye’nin coğrafi taksimatında yapılması icabeden bazı tashihler”, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Dergisi, Cilt 15, Sayı 1-3, 1957, s. 219-239.)
Hakikaten de Gaziantep bugün neden Güneydoğu Anadolu bölgesindedir? Bunun fizikî coğrafya açısından tatminkâr bir açıklaması yoktur. Zira Akdeniz iklim yapısı Fırat’a kadar devam etmektedir.
Oysa bu mesele, Osmanlı döneminde “Cezire-i Ulyâ” denilerek ve Fırat’a kadarki bölge Akdeniz bölgesi içine alınarak çoktan halledilmiş bulunuyordu. Yani bu noktada Osmanlı’yı taklit etsek mesele kalmayacaktı. Ancak bu değişikliğin yapılmasında akla gelen ilk ihtimal, Cumhuriyet’i kuranların yalnız fizikî değil, beşerî ve ırkî esaslı bir coğrafi bölümlendirme yaptıkları şeklindedir. Muhtemelen Gaziantep’teki az da olsa mevcut Kürt ve Arap nüfusu, bu şehri Akdeniz’de değil, Güneydoğu Anadolu bölgesinde görmemizin esas sebebini teşkil etmektedir.
Buna, aynı kongreden sonra neredeyse norm haline gelen Ege Denizi ve Ege Bölgesi terimlerini de ilave edebiliriz. Bu iki isimden sonra yaygınlaşan “Ege”yi artık çocuklarda isim olarak görmek şaşırtıcı olmaktan çıkmıştır.
Ege Bölgesi tabirinin değil Adalar Denizi bölgesi tabirinin kullanıldığı 1938 tarihli Coğrafya ders kitabının kapağı.
1941 yılı öncesinde ders kitapları ve yayınlarında Ege Denizi yerine Adalar Denizi ve Ege Bölgesi yerine Garbi (Batı) Anadolu Bölgesi terimi kullanılıyordu.
Aklım Ege’de kaldı
Peki Ege kelimesi nereden gelmektedir?
Bilge Umar’ın Türkiye’deki Tarihsel Adlar adlı sözlüğüne bakılırsa Ege Denizi’nin ilkçağ Helenleri (Yunanları) tarafından kullanılan adıymış (Aigaion Pelagos). Bu ad nereden geliyormuş? diye bakınca da “Ege Denizi adına köken ve açıklama getirilmek için uydurulmuş destan kişisi Aigeus’un adı” (1) çıkıyor karşımıza. O zaman merak katsayımız artıyor ister istemez: Bu ismi var cismi yok, düpedüz uydurma adamın ismini mi kullanıyoruz bir coğrafî bölgemizde?
Peki kimmiş bu Ege, nam-ı diğer Aigeus? Onun cevabını da bir Mitoloji Sözlüğü’nün sayfaları arasında buluyoruz:
Atina Kralı Pandion’un oğluymuş. Oğlu Theseus bir canavarı yenmek için Girit’e gider. Zaferle dönerse beyaz yelken çekecektir. Babası kıyıda beklemektedir ama beyaz yelken çekmeyi unutur. Siyah yelkenle dönünce bizim Ege de kendini denize atarak intihar eder. Bu sebeple onun intihar ettiği denize Ege ismi verilmiştir (Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü)
Yani?
Yanisi şu ki, bizim Piri Reis’in haritalarından beri bildiğimiz Adalar Denizi ismini Yunan uydurmalarından bir efsanede geçen Krala Aigeus’un ismine feda etmişiz.
Ne işimiz var bizim Yunanların uydurduğu Kralın ismiyle? Bu Yunan Kralının ismini neden hem taş gibi Türkçe olan Adalar Denizi isminin yerine hem Batı Anadolu bölgesinin yerine hem de çocuklarımıza veriyoruz? Bu kötülüğü bize layık gören 1941 Coğrafya Kongresi devrindeki Yunan hayranlığını reddediyor ve atalarımızın koyduğu isme geri dönelim diyoruz. Çok şey mi istiyoruz yoksa?
Bir zamanlar ‘Haritalar nasıl yalan söyler?’ diye sormuştum. Sezgi Durgun’un sözünü ettiğim zihin açıcı kitabını okuduktan sonra artık ‘Coğrafyacılar nasıl yalan söyler?’ diye sormamız gerektiğini düşünüyorum.
(1) Bilge Umar, Türkiye’deki Tarihsel Adlar¸ İstanbul, 1993, İnkılâp Kitabevi, s. 29-30.
Topal Osman Ağa
Mustafa Armağan
MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli geçtiğimiz hafta hiç beklenmedik bir hamle yaptı ve tabir caiz ise bombanın pimini çekip ortaya bıraktı: 1923 yılında Ali Şükrü Bey’i öldürdüğü gerekçesiyle öldürülen Topal Osman’ın iadesinin itibarı için 4 maddelik bir kanun teklif verildi. Gerekçe olarak şu gösterildi:
“Türk istiklali ve ikbali için kısa ömrüne asırları aşan fedakârlıklar nakşeden Türk evladı Topal Osman Ağa’nın itibarının hukuken iadesi ve hakkındaki Meclis kararının işbu kanunla kaldırılması…”
Topal Osman Ağa’ya iade-i itibarın Gazi Meclis’in “aslî görevi”, “tarihî yükümlülüğü ve “tarihe karşı vicdan borcu” olduğu vurgusu alevli bir tartışmanın fitilini ateşleyecekti, nitekim öyle oldu. Kimisi ona “Kürt katili” dedi, kimisi “tetikçi”…
Meclis kanunu çıkaracak mı bilmiyoruz. Bana sorarsanız isabet oldu kanun teklifi verilmesi: Hem bir süredir yerini ısıtmış bulunan resmi tarihin rahatı kaçacak, hem de bu iade-i itibar başka mağdurlara kapı açacaktır.
Ne karanlık bir tarih bu, aman Allah’ım!
Aradan 100 yıl geçmiş, hâlâ kahraman mı eli kanlı katil mi? diye tartışıp duruyoruz. Bir türlü dinlenmeye ve demlenmeye bırakmıyoruz tarihi. O hain, bu kahraman… Bıkmadık mı?
Tarihin “tarih olmasına” izin verilmeyen bir ortamda dosyalar daima açık kalacak demektir. O zaman her birkaç yılda bir başa dönüp tartışacağız çaresiz.
İşte Topal Osman’ın bilinen hikâyesindeki bilinmeyenler:
Neler oldu?
Mustafa Kemal Paşa’nın oturduğu Çankaya Köşkü ve çevresini korumakla görevli olan Giresun Alayı’nın Komutanı Topal Osman Samanpazarı’nda bir evde oturuyordu ama adamlarına Ayrancı bağlarında Papazın Bağı adlı bir bağ ile binası tahsis edilmişti. Bu arada daha sonra ismi sivrilecek ve Muhafız Taburunun başına getirilecek olan İsmail Hakkı (Tekçe) de Topal Osman’ın adamlarındandı.
Derken 26 Mart 1923 günü Trabzon milletvekili Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolduğu fark edildi. Onun gibi ateşli bir muhalifin ortalıkta görünmeyişi üzerine muhalif İkinci Grubun diğer ateşli hatibi Hüseyin Avni Ulaş’ın 29 Mart’ta Meclisteki sert konuşmasıyla ortam iyice kızıştı.
Ali Şükrü Bey’den haber yoktu. Meclis kaynıyordu. Gazeteler köpürüyordu.
Her nasılsa bütün şüphe okları birden Topal Osman’a çevrildi. Sadık adamlarından Mustafa Kaptan sıkıştırılınca Topal Osman’ın Ali Şükrü Bey’i evine davet için kendisini gönderdiğini, Ali Şükrü’yü Karaoğlan Çarşısı karşısındaki Kuyulu Kahve’de nargilesini tüttürürken bulup Samanpazarı’ndaki eve davet ettiğini söyledi.
Böylece mühim bir ipucu ele geçirilmişti.
Tam bu sırada Ali Şükrü Bey’in cesedi bir tarlada bulundu. Katılaşmış elinde bir sandalyenin hasır parçalarını tutuyordu. İpuçları artmıştı. Topal Osman’ın Samanpazarı’ndaki evinde yapılan aramada ayağı kırılmış bir hasır sandalye bulununca “puzzle” tamamlandı.
Meğer kahvelerini karşılıklı yudumlarken arkadan yaklaşan Topal Osman’ın ağaları şehid-i muazzez Ali Şükrü Beyin boğazına ip atıp sıkmak suretiyle öldürmüşlerdi. O sırada itiş kakış olunca Ali Şükrü Beyin can havliyle bir sandalyeye yapışan eli hasırını sökmüştü.
Bunun üzerine Topal Osman hedefe oturtuldu. Arandı, evinde bulunamadı. (Halbuki Mecliste Ali Şükrü Bey’in ortadan kaybolması üzerine yapılan hararetli konuşmalar sırasında dinleyici locasında konuşulanları sakince dinlediğini biliyoruz.)
Birden Papazın Bağı’ndaki adamlarının yanında olduğu haber alındı. İsmail Hakkı Tekçe ve adamları tarafından ev sarıldı. Bu arada çatışma çıktı.
Yalnız bir ayrıntı var ki atlanmaması lazım: Topal Osman bu sırada Çankaya Köşküne saldıracak ve orada gizlice kaçırılan Mustafa Kemal Paşa’yı bulamayınca köşkü darmadağın edecek, hatta Latife Hanımın kıyafetlerini dolapta bulup parçalayacaktı. Kendisini ihanete uğramış hissettiği açıktır.
Ali Şükrü Bey’in cesedinin bulunduğu gün operasyon başladı. O zaman bir nevi Başbakan olan Rauf (Orbay) Bey yapılacak harekatın bizzat M. Kemal tarafından planlandığını, hatta krokisinin çizildiğini yazmakta hatıralarında.
Uzun süren çarpışma sonunda Topal Osman’ın yaralı olarak yakalandığı, müfrezesinin bertaraf edildiği ve 10 kadar adamının öldürüldüğü biliniyor.
Bundan sonrası daha feci, zira TBMM’ye verilen bir önerge ile Topal Osman’ın gömülmüş bulunan cesedi mezardan çıkarılarak Meclisin önünde asılmış, hatta baş denilecek bir organ kalmadığı için (kimileri kesildiğini söyler) ayağından asılarak saatlerce Meclisin önünde sallandırılmıştı.
İşte Devlet Bahçeli’in kanunla değiştirilmesini istediği Meclis Kararı Topal Osman’ın asılmasıyla ilgili karardır. Mecliste bir tahkikat heyeti kurulmuştu ama zaten kısa bir süre meclis feshedildiği için komisyon görevini tamamlayamamış ve Topal Osman’ın gerçekten Ali Şükrü Bey’in katili olup olmadığı hususu meçhul kalmıştı.
Peki neden?
Mahir İz rahmetli Yılların İzi adlı hatıralarında şöyle anlatır:
“Galiba ‘Bir taşla iki kuş vurulsun’ diye Ali Şükrü Beyin vücudunun ortadan kaldırılması Topal Osman’a havale edildi.”
Ankara’nın ortasında bir milletvekili öldürülecek, onu da olsa olsa Topal Osman öldürmüştür denilecek, onun da sağ yakalanması için hiçbir çaba sarf edilmeyecek, askeri harekat düzenlenecek, bu işe daha önce ve sonra birçok kirli işe bulaşmış olan İsmail Hakkı Tekçe memur edilecek ve bu feci olayın üzerine gidilmeyecekti.
Hukuki bir süreç takip edilmeden yapılan bu susturma operasyonu her bakımdan şüpheleri üzerine çekiyordu. O gün bu gündür hem Ali Şükrü hem de Topal Osman’ın öldürülmelerinin aydınlatılamamasının en büyük sebebi, zamanında hukuken bir karara bağlanamamasıdır.
Ancak bugün Meclis kararı nasıl olup da kaldırılacaktır? Yeni bir yargılama mı yapılacaktır? Yoksa eski, hem de olaylara şahdamarı kadar yakın olan 1923 Nisanındaki Meclis üyelerinin bilmediği gerçeği bizim bir asır sonra bildiğimizi mi iddia edeceğiz? Peki bu arada nasıl bir ilave bilgiye sahip olduk? sorusu tam bu noktada önem kazanıyor.
Velhasıl çok su götürecek bir hamuru karmaya başlıyoruz.
M. Kemal cinayetten
haberdar mıydı?
Trabzon Müdafaa-i Milliye teşkilatının kurucularından ve CHP’nin ağır toplarından Faik Ahmet Barutçu hatıralarında ilginç bir ipucu uzatıyor önümüze. Diyor ki:
İsmet İnönü’nün Barutçu’ya dediğine bakılırsa,
“Mustafa Kemal entelektüel bir komitacı idi. Bu yeteneğini Bulgaristan’da iken edinmişti. Oradaki partilerin faaliyetlerini inceleyerek öğrenmişti. O adam öldürme ve öldürtme taraftarı olmamıştır. Yalnız Trabzon Mebusu Ali Şükrü cinayetinden haberdar olduğunu bana son zamanlarda Osman Ağa’nın yakın adamı olan eski Hatay valisi Nizamettin Ataker söyledi. Bunu Osman Ağa ona söylemiş.”
Barutçu’nun İnönü’nün bu sözüne yorumu da ilginçtir:
“Atatürk’ün Osman Ağa’yı mahkemeye vermeyerek öldürtmesi bunu göstermektedir.”
(Faik Ahmet Barutçu, Siyasi Hatıralar, Ankara 2001. cilt 2, 21. Yüzyıl Yayınları, s. 918).
Siyaset sussun. Tarih konuşsun tarih.
İftiraların odağındaki Sultan, yalnız değilsin
Mustafa Armağan
Nedir bu Sultan Abdülhamid düşmanlığı? Ne bitmez bir kin bu böyle?
Siyasî hayatının bitmesinin üzerinden 113, fani ömrünün bitmesinin üzerinden 104 yıl geçmiş, kin dalgaları hâlâ şahsiyetinin yalçın dağlarını dövmeye devam ediyor.
Garanti veririz ki en ufak bir zarar veremeyeceksiniz. Verebilseydiniz, yalnız sizin borunuzun öttüğü, lehine konuşmanın yasak edildiği ve yalnız yalan ve iftiraların atılmasına izin verildiği yarım asır süren o karanlık devirde verirdiniz.
Lakin halkın indinde bütün o laf salatalarınızın zerre kadar kıymeti olmadı.
Bu aziz halk; baskıyla Kızıl Sultan, iğrenç adam, zalim, müstebid diye öğretmeye kalktığınız herzeleri tınmadı. Zırhını kabartıp dalganın geçmesini sabırla bekledi.
Bir parça hürriyetin gelme zahmetine katlandığı 1950’lerde dili açılır gibi olduysa da, 27 Mayıs darbesiyle Kemalizm’i restore ederek yine önüne setler kurdunuz.
Ne zamana kadar sürdü bu yeni sansür? 1965 yılında halk Adalet Partisi’ni iktidara getirip de size ikinci defa “Yeter, artık söz milletin!” deyinceye kadar.
Nitekim Üstad Necip Fazıl’ın Ulu Hakan Abdülhamid Hân adlı kitabının ilk çıkış yılı 1965’tir ve bugün Sultan Abdülhamid muhafazakâr/mukaddesatçı kesimlerde bunca bağra basılan bir şahsiyet ise bunda Üstad’ın net tavrının payı tartışılmaz.
İşte 60 yıldır süren kıran kırana mücadelenin geldiği nokta:
Saldıranlar giderek çapsızlaşıyor, seviye yerlerde.
Eskiden saldıranlar iyi kötü tarih bilirdi. Hadiselerin içinden geliyor ve inandıklarını bilgiyle savunabiliyordu. Şimdi ortama sadece paçozluk hakim.
İftiralar geçidi
O kadar çok iftira atılıyor ki, hangisine cevap vereceğimizi biz de şaşırdık. Bu işin bir enstitü veya merkez kanalıyla yapılması gerekir ama hamiyet sahipleri nerede? Gerçi Yıldız Üniversitesi’nde bir merkez var ama doğru dürüst Osmanlıca bile bilmiyorlar. Yayınladıkları kitaplarda sürüyle hata çıkıyor.
Şimdi iftiralardan bazılarını görelim:
- Sultan Abdülhamid Osmanlı Devleti’nde en fazla toprak kaybeden padişahtır!
Biz 93 Harbi’ni kazandık demiyoruz ki. Ancak bu harpte sanki 1,5 milyon km2 toprak kaybedilmiş gibi iğrenç bir algı çalışması yapılıyor.
Yalan söylüyorsunuz:
Bu savaşta kaybedilen toprak miktarı 212 bin km2’dir. Kars, Ardahan ve Batum ise geçici işgallerine izin verildiği, tapuları verilmediği için bu rakama dahil değildir.
1,5 milyon km2 nerede, 212 bin km2 nerede?
Yüzünüz de kızarmıyor yalan söylerken.
Yüz var mı ki?
- Mısır Abdülhamid zamanında elimizden çıktı.
Açın o zaman Lozan’ın 17. maddesini. Mısır ve Sudan meğer Lozan’da verilmiş değil mi? Daha önce verilmiş diyen varsa aklına şaşarım: Biz Mısır ve Sudan’ı ne ara geri aldık ve eğer aldıksa aldığımız bu toprakları Lozan’da hangi akla uyarak geri verdik İngilizlere?
Üstelik verilen sadece toprak değil, İngiliz ilhakından beri geçen 9 yılda birikmiş Mısır vergisi alacaklarımızdı. Osmanlı Devleti, Mısır’ın tapusunu vermediği gibi Müslüman vakıflarını hâlâ biz yönetiyorduk ve egemenlik hakkımızın tanınmasının alameti olarak İngilizlerin topladığı vergiden bize her yıl bir meblağ ödeniyordu.
Bu nasıl vermek böyle? Mısır’ı asıl verenler Lozan kahramanlarıdır oysa.
Azıcık aklı olan bile martavallara inanmaz ama millette akıl mı bıraktılar?
- Kıbrıs’ı İngilizlere Abdülhamid verdi.
Vermedi. Lozan’da İsmet Paşa’nın yaptığı gibi tapusunu devretmedi, sadece geçici olmak kaydıyla bir, padişahlıktan kaynaklanan egemenlik hakkımız baki kalmak üzere iki ve Ruslar Kars, Ardahan ve Batum’dan çekildikleri takdirde adayı boşaltmaları şartıyla üç, üs olarak kullanım hakkını devretti. Aksi halde başkenti işgale uğrayacaktı çünkü.
Normal devletlerarası prosedürler işleseydi 1918 Martında imzalanan Brest-Litovsk Antlaşması gereği Rusların bu şehirleri plebisit yoluyla bize bırakması üzerine İngilizlerin de Kıbrıs’tan çıkması gerekirdi. Ama 1914 yılındaki tek taraflı ilhaklarını gerekçe göstererek çıkmadılar, daha acısı, Lozan’da bize 1914’deki ilhaklarının tarihini 9 yıl geriye giderek kabul ettirdiler.
Kıbrıs’ı da Lozan’da verdik.
İlk içki fabrikası açtıran padişahtır.
Osmanlı’nın tuluat kumpanyası sataşmaları bile bundan kaliteliydi, inanın.
Yahu bir İslam devletinde içki imal etmek ne zaman yasaktı ki?
Gayrimüslimler içki üretebilir, şeriat buna engel olmaz. Yalnız Müslümanlara satamazlar. Yoksa kendi aralarında içki imal etmeleri de, gayrimüslimlere satmaları da caizdi.
Kanuni zamanında da böyleydi, Abdülhamid zamanında da böyle.
Belçikalı Bomonti kardeşler gayrimüslimlerin yaşadığı Şişli’de bira fabrikası açma iznini istediğinde de bu çerçevede izin verilmişti.
Bu ne ilk ne de sondu.
Devlet içki üretmiyordu. Devletin içki imal edip ticaretini yaptığını Cumhuriyet devrinde görecektik.
- Milleti cahil bıraktı!
Gidin, başka yerde oynayın sevimsiz çocuklar.
Osmanlı memâlikinde 5 bin adet okul açmış birine milleti cahil bıraktı diyorsanız acaba Cumhuriyetin ilk 30 yılında kaç okul açılmış, bir bakın ve varsa sözünüz o dönemin yöneticilerine söyleyin.
Üstelik bizzat Emin Çölaşan’ın babası Ümran Çölaşan’ın 1949 tarihli Türkiye’de Ziraat Rasatları adlı kitabında Sultan Abdülhamid zamanında bir Meteoroloji Merkezinin kurulduğu ve Halkalı Ziraat Mektebinde hava durumu dersleri konulduğu yazılıyken utanmadan bu lafı söylemek için yüzsüzlükte çağ atlamış olmak gerekir.
-33 sene istibdatla yönetti.
Sultan tahta Midhat Paşa’nın başını çektiği bir darbeci kliğin kucağında çıkmıştı. Ardından Meşrutiyeti ilan edince Meşruti padişah oldu, ta ki Meclisi tatile soktuğu 1878 Şubatına kadar. 1908’de Meşrutiyeti yeniden ilan ettikten sonraki 9 ayı da ilave ettiğinizde saltanatının yaklaşık 2,5 yılından tam sorumlu değildir.
Nitekim savaşa girilmesini istemediği (işin ilginç tarafı Rus Çarı da girmek istemiyordu, Karadağ’da bir ilçeyi verin, bununla kamuoyunu tatmin edeyim, savaş çıkmasın diye mektup yolladığı) halde savaş darbecilerin zorlamasıyla açılmıştı.
Sultan Abdülhamid’in bildiğimiz idaresi 93 Harbi’nden sonra başlar. Demek ki onun tek başına sorumlu olduğu süre 30 yıldır. Pamuk ipliğiyle olsun bağlı tutmaya gayret ettiği Bosna-Hersek, Bulgaristan, Girit, Trablusgarp, Meriç nehrine kadar Balkanlar, Yemen’den Irak, Filistin, Suriye ve Suudi Arabistan’a kadar 2 milyon km2’ye yakın toprak onu tahttan indirip ülkeyi kurtaracağım diyen Jön Türkler/İttihatçılar tarafından kaybedildiği halde onlara laf yok ama Abdülhamid şu kadar toprak kaybetti yalanına şamandıra diye sarıl.
Lozan’da Batı Trakya, Kıbrıs, 12 Ada ve Musul gibi öz topraklarımızı düşmana kaptıranlara laf yok ama nasıl olsa Sultanın arkasında kimse yok diye salla dur.
*
Artık yeter. Tarih yeniden milletin oluncaya kadar sürecek mücadelemiz.
Böyle biline.
.
|
Bugün 430 ziyaretçi (556 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|