FECİR.NET
.AKIL
Bağlamak, engel olmak, tutmak, diyet vermek,
idrak, muhakeme kabiliyeti, kavrayış, zeka. insanların tehlikeye düşmesine engel
olan şey. Düşünme, kavrama ve bilgi elde etme gücü.
Akıl, eşyanın güzellik, çirkinlik, kemâl ve
noksanıyla ilgili sıfatını idrak eden özelliktir. İki hayırdan daha hayırlı; iki
şerden daha az şerli olanını idrak etmekten ibarettir. Akıl insanoğluna verilmiş
manevi bir kuvvettir. İnsan bu güç ile gerekli ve nazari bilgileri elde eder.
Bilgiyi elde eden güç İslâm'da insanı mükellef kılan akıl gücüdür. Bu güç
insanda ana rahminde cenin iken oluşan özelliktir. Bu erginlik çağına gelince
gelişir ve gittikçe olgunlaşır. Bu da, zarûriyyâtı anlayan güçtür. Bu güç ile
elde edilen 'bilgi'ye gelince yerine göre kullanılmadığında akılsızlık
özelliğini taşır. Kur'an-ı Kerîm bunu şu şekilde değerlendirir:
"Onlar sağır, dilsiz ve kördürler. Zira
akletmezler." (el-Bakara, 2/171)
Hz. Peygamber (s.a.s.) "Allah, akıldan daha
yüce bir mahlûk yaratmamıştır." ifadesiyle insanoğlunun sahip olduğu aklın
doğuştan olduğunu; "Hiç kimse kendisini hidâyete götüren ya da tehlikeden
alıkoyan akıldan daha faziletli bu özellik kazanmamıştır." hadîsiyle de
aklın insana sonradan verilen bir özellik olduğunu ifâde buyurmuşlardır.[1]
Hadîste akıl kavramını ele aldığımızda; diyet
vermek, anlamak, deveyi bağlamak, kavramak ve bilmek anlamlarında kullanıldığını
görüyoruz. Hz. Peygamber "Akıllı, nefsini kontrol altına alıp ölümünden
sonraki ebedi hayat için hazırlanan kimsedir." buyurmuştur.[2]
İmam Gazâli aklı dört türlü târif eder:
a)
İnsanların diğer canlı hayvanlardan ayrılmasını sağlayan haslete akıl denir ki,
insanlar yaratılıştaki bu akıl ile nazarî ilimler öğrenmeye istidât kazanırlar .
b)
Küçük bir çocuğun, caiz olan şeyleri caiz, muhal olan şeyleri muhal kabul
etmesi: İkinin birden çok olduğunu, bir adamın bir anda iki yerde
bulunamayacağını bilmesi gibi zarurî ilimlerdir. Bazı kelamcılar da akil, mümkün
olan şeylerin var olabileceğini, mümkün olmayanların olamayacaklarını anlamak,
gibi zaruri ilimler, diye tarif ederler.
c)
Tecrübelerden elde edilen ilim akıldır. Kim tecrübelerden anlar ve tecrübeler
kendini olgunlaştırırsa ona akıllı; kim, tecrübelerden bir şey anlamazsa, ona
ahmak ve câhil denir.
d)
Nazarî ilimlerin kendisiyle kavranıldığı bir özelliktir. İşte bu özelliğin bir
dereceye yükselmesidir ki, insan onunla bütün bu işlerin netîcesini anlar ve
âkıbeti tehlikeli olan geçici lezzetlere davet eden şehvetini yener. Bu kuvvet
kimde bulunursa, peşin şehvetinin arzusuna uymayıp akıbetini düşünerek hareket
ettiği için "akıllı" sıfatını alır. Bu da insanı, hayvandan ayıran bir
özelliktir. Buna da 'akl-ı müstefâd' denir.
Allah'ın insanlara bir vergisi ve lûtfu olan
aklın hakikati hakkında âlim ve filozoflar arasında görüş ayrılığı olmuştur. Bu
sebeple aklın tarifi de çeşitli ve tartışmalıdır. Bütün bu ihtilâflara rağmen
akıl, maddî bir kuvvet olmayıp, mücerret ve ruhanî bir cevher ve ilâhî bir
nûrdur. Bu sebeple akıl, "Nefs-i Nâtıka" (Konuşan Nefis) veya "Nefs"in bir
kuvveti olup, ilim ve fenler onunla idrâk olunur." denmiştir. Âlimlerin
çoğunluğuna göre akıl, insanı ilim ve irfana ulaştıran bilgi sebeplerinden
biridir. Akıl yolu ile elde edilen bilgiler ya zarûrî ya nazarî, yani istidlâlî
olur. Zarurî olan bilgiler, araştırma ve ispatlanmaya muhtaç olmadan herkesçe
bilinen bilgilerdir. 5, 10'un yarısıdır, güneş ışık verir, ateş dokunanı yakar,
gibi bilgilerdir.
Nazari bilgiler ise, bilinen fikirleri, usûlüne
göre tertiplemek suretiyle bilinmeyen bir sonuca vararak elde edilen
bilgilerdir.
Aklı kullanarak nazarî bilgileri yani bilinen
bilgilerden hareketle bilinmeyen bilgileri elde etmenin yolları üçtür:
a)
Cüzîden cüzîye, fertten ferde intikâldir ki buna temsil veya kıyâs-ı fıkhı
denir. Temsilde esas, cüzîden cüzîye geçiştir. Bu yolla elde edilen bilgi zan
ifade eder. Meselâ: Su bir sıvıdır, hararetle buharlaşır. Pamukyağı da bir
sıvıdır. O halde pamukyağı da (su gibi) hararetle buharlaşır. Su hakkındaki
hüküm pamukyağı hakkında da verilmiştir. Ancak varılan bu netice her maddede
kesinlik ifade etmez.
b)
Genel ve küllî hükümler vasıtasıyla cüz'î bir önerme elde etmek. Buna kıyas-ı
mantıkı veya sadece kıyâs denir. Bütün ilimlerin fiîlî tatbikâtı bununla
yapılır. İlmin yollarının en kuvvetlisi budur. İlliyet (sebep) kanununu idrâk ve
tatbik sayesinde akıl, Allah'ın varlığına delil olan âyetlerden[3]
Allah'ın varlığını, birliğini ve her şeyi kuşatan rahmetini anlar ve keşfeder.
Kıyâs şartlarına uygun olarak yapılırsa kesinlik ifâde eder. Meselâ: Bu âlem
değişmeler hâlindedir. Her değişmeler halinde olan şey sonradan olmuştur. O
hâlde, bu âlem de sonradan yaratılmıştır (hâdistir). Bu misâlde görüldüğü gibi,
iki kâziye (önerme) vasıtasıyla, bilinmeyen cüz'î ve nazarî bir hüküm elde
edilmiştir.
c)
Cüz'î ve özel hükümlerden, küllî ve genel hükümlere varma. Buna da istikrâ'
denir. İstikrâda esas, kıyâstakinin aksine olarak, cüz'î olan şeyleri tetkîk
ederek, küllî bir hükme varmaktır. İstikrâ, bütün cüz'leri içine alırsa buna
istikrâ-ı tam denir. Bu tür istikrâlar kesin bilgi ifâde ederler. İstikrâ bazı
cüzleri tetkikle yetinilerek yapılmışsa buna istikrâ-ı nâkıs denir ve bu yolla
elde edilen bilgi zan ifade eder. 'İstikrâ-ı tam çok zor olduğundan, müsbet
ilimlerde 'istikrâ-ı nâkıs' kullanılır. Bu sebeple, müsbet ilimlerde varılan
neticeler çok defa zannî olup, kesin değildir. Yani elde edilen hüküm
değişebilir. Bunun için de birçok ilmî nazariyeler zamanla değişmektedir.
İstikrâ-ı nâkısa misâl: Demir, çelik, bakır, kalay... madendir. Demir, çelik,
bakır... hararetle uzar. Netice: O halde bütün madenler hararetle uzar. Bu
misâlde olduğu gibi, bir çok maden nevîlerinde yapılan deneme sonunda varılan
ortak hüküm, bütün madenlere teşmîl edilmiştir. Cüz'îlerin hükmü, bütün cüz'lere
yani "külle" verilmiştir. Fakat, ilerde hararetle uzamayan bir maden keşfolunca,
bu genel hüküm değişebilir. O halde bu hüküm kat'î değil, zannîdir.
Bu yollardan birinde veya hepsinde yürüyen
aklın, netîceye varmak için takip ettiği iki tür seyri vardır: Birincisi ağır,
tedrîcî olan düşünme teemmülî seyirdir. Buna fikir denilir. Bu maddede neticeye
yavaş yavaş ve düşünme (tefekkür) ile varılır. Diğeri de bir anda, bir hamlede
istenilene erecek derecede serî ve anî olan seyirdir. Bu tür seyre "hads"
denilir. Hads da iki kısımdır:
1)
Kendi mevzûuna göre belli bir tahsil, tecrübe ve karşılıklı bilgi alışverişi
neticesinde elde edilen bir melekedir ki kesbidir. Yani belli bir araştırma
neticesinde kazanılır. Teorik ve pratik tahsil ve ilmî terbiye, bu gayeye ermek
içindir. Buna "akl-ı mesmu" da denilir.
2)
Doğrudan doğruya yaratılışta varolan, Allah vergisi bir melekedir. Buna da
"kuvve-i kudsiyye", "akl-ı matbu ", veya "garizî" denir. Herkesin bu tür akıldan
az çok nasibi vardır. Bu olmayınca akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bu tür aklın,
basit bir zekâ seviyesinden, peygamberlerin aklî seviyesine kadar birçok
mertebeleri vardır. Aklın en yüksek mertebesine akl-ı evvel denir. Başlangıçtan
sonu, sondan başlangıcı, evvelden âhiri, âhirden evveli tam bir olgunluk ve
gerçek ile gören bu akl-ı evvel, Hz. Muhammed'in nûrudur. Nitekim bu konuda Hz.
Peygamber (s.a.s.): "Allah'ın ilk yarattığı, benim nûrumdur." "Allah'ın ilk
yarattığı, kalemdir", "Allah'ın ilk yarattığı akıldır." buyurmuştur. Akıl
için yol birdir. O da hak yol (tariki hak) dur. Kur'an'da bir çok yerde aklın ve
akletmenin gereği vurgulanmaktadır. Sadece hislerle müşâhede edilen hâdiselerin
gerçek manası, ancak müşâhedenin akıl ile birleştirilebilmesiyle anlaşılır.
Bunun içindir ki Allah'ın varlığına delâlet eden binlerce hadiseye şahid olan
birçok insan, müşahedelerini akıl ile birleştirmediğinden, bu hâdiselerle
kendisine verilmek istenen mesajı anlayamamıştır. Yine böylece peygamberlerin
gösterdiği mûcizelere karşı müşahede ile aklı birleştirmeyen birçok insan,
fevkalâde olan mûcizelere sadece hislerle cevap vermiş ve neticede inkâr yolunu
tutmuştur. Oysa Allah;
"...Şüphesiz hep bunlarda akıllı olan bir ümmet
için elbet Allah'ın birliğine delâlet eden ayetler vardır."
(Bakara, 2/164) buyurmuştur.
Akıl, insanoğlunun en üstün vasfıdır. Çünkü,
Allah'ın emânetleri, akıl sayesinde kabul edilir ve yine akıl sayesindedir ki
insan, Allah'ın rızasını elde edebilir.
İlmin kaynağı ve kökü akıldır. Akla nisbetle
ilim, ağaca nisbetle meyve, güneşe nisbetle nûr, göze nisbetle görme gibidir.
Allah akla, nûr adını verir.[4]
Akılla elde edilen ilme rûh, vahiy, hayat adını verir.[5]
İmam Gazâlî'nin İhyâ'sında İbni Abbâs (r.a.)'dan
rivâyete göre Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyururlar: "Her şeyin bir
âleti, bir hazırlık ve istidâdı var; müminin âleti akıldır. Her şeyin bir biniti
var; kişinin biniti akıldır. Her şeyin bir direği var; dinin direği akıldır. Her
kavmin bir dayanağı var; ibâdetin dayanağı akıldır. Her kavmi bir çağıran var;
âbidleri ibâdete çağıran akıldır. Her tacirin bir sermayesi var; müctehidlerin
sermayesi akıldır. Her âilenin bir idarecisi var; sıddîklar evinin bakıcısı
akıldır. Her harabenin bir tamircisi var; ahireti imâr eden akıldır. Herkesin
kendisini andıracak olan ardından bir geleni var; sıddîkları andıracak olan
akıldır. Her yolcunun bir çadırı var; müminin çadırı akıldır."
İnsanı kâinattaki diğer canlı-cansız
varlıklardan ayıran ve ona üstünlük kazandıran akıldır. Aklı olmayana, akıllıya
verilen değer verilmez, onu bir takım emir ve yasaklarla sorumlu tutmak mümkün
değildir. "Aklı olmayanın dini de olmaz", hadîsinin manası da budur.
Dînin ve ilaveten dünyanın insanları ilgilendiren bütün emir veya yasakları
ancak akıllı insanlar için geçerlidir. Aklî dengesini kaybetmiş olanlara böyle
bir sorumluluk yüklenmemiştir. Yine böylece emir ve yasaklara uyma veya
uymamanın dünya ve âhirete âit ceza ve mükâfâtı da akıllı insanlar için
geçerlidir. Yaratılışta akıllı olduğu halde, müşahedelerini aklı ile
birleştirmeyen insanlara da mecazî olarak akılsız insan denir:
"Eğer duyup akıl edeydik biz de Cehennemlikler
arasında olmazdık." (el-Mülk, 67/10).
ayeti bu tür insanların durumunu dile getirdiği gibi çevremizde her gün
yüzlercesini gördüğümüz suçlu insanların durumu da aynıdır. Aklın yolu birdir, o
da hak yoludur. Bu yolu kabul etmeyenler akılsızlıklarının cezasını çekerler.
Yaratılıştaki bir tabiat ve kendisiyle eşyanın hakikatını idrâk edebilen akıl,
zekâ, zeyreklik, ahmaklık fitrîdir. Yani yaratılıştandır. Ahmak insan kendisini
aldanmaktan koruyamaz. Akıl ve fehm, insanın yaratılışında bulunur.
Yaratılışlarında akıl ve fehimden (anlayıştan) mahrum olanlar, bunları sonradan
temin edemezler. Ancak bunların asılları kimde varsa, o, tecrübe ve denemelerle
bunları inkişâf ettirebilir, geliştirebilir. Demek ki bütün saadetlerin esâsı,
akıl ve zekâdır. Tirmizî'nin "Nevâdir"inde rivâyet edildiğine göre şânı yüce
olan Allah, kulları arasında aklı parça parça taksim etmiştir. Akl-ı selîm
sahibi aklını, doğrulukta, olgunluk yolunda kullanan insandır. İlâhî bir vergi,
rûhânî bir nur olan aklın mahiyeti, görülebilen maddî bir varlık olmadığı için,
tam olarak bilinememektedir. İlâhî bir sır olan aklın mahiyeti de ebediyyen
anlaşılamayacaktır. Mâhiyeti ne olursa olsun, insan, akıl ile ilim ve tekniği
keşfeder. Aklı olmayan varlık, mükellef değildir. Din akla hitap eder. Allah'ın
varlığını bilmek ve onu isbat etmek, ancak akılla olur. Ne var ki akıl her şeyi
kavrayabilecek güçte değildir. İnsandan bir cüz olduğu için, insanın diğer uzuv
ve kuvvetleri gibi sınırlı ve kusurludur. Belirli bir sınır içerisinde hükmünü
yürüten akıl, fizik ötesindeki bir çok hakikati kavrayamaz, dinin birçok
gerçeklerini bilemez. Bu hakikatler ise ancak vahiy yolu ile bilinebilir. Dinin
bildirdiği gerçekleri ancak akıl ile anlayabiliriz. Gerçekler akıl ile
bağdaştığı halde, gerçek olmayanlar da daima akıl ile çelişki halindedir. Bu
nedenle akıl, hak ve gerçek din olan İslâm ile dâima birlik ve yardımlaşma
halindedir.[6]
[1]
Râgıp el-İsfahânı, Müfredât, 342.
[2]
İbn Mace, Zühd, 31.
[3]
el-Bakara, 2/163.
[4]
en-Nûr, 24/35.
[5]
eş-Şûrâ, 42/52; el-En'am, 6/122.
[6]
Cengiz Yağcı, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/83-85.
.Akıl
Akıl: Tanımı ve Mâhiyeti
âAkl' sözlükte, masdar
olarak; engellemek, alıkoymak, bağlamak gibi anlamlara gelmektedir. âAkl' isim
olarak; akıl, idrak, diyet, muhakeme yeteneği, kavrayış, zekâ demektir.
âAkıl', bilgi edinmeye
yarayan güç, bu güç ile elde edilen bilgidir. Bu bir anlamda düşünme, kavrama,
anlama ve bilgiye ulaşma yeteneğidir.
Sözlük anlamından
hareketle denilebilir ki âakıl'; ilimle insanı koruyan, kale içerisine alan,
insanı mahveden yollara sürüklemeyen bir ruhí kuvvettir.
Kur'an-ı Kerim'e göre
insanı insan yapan, onun her türlü fiillerine anlam kazandıran, Allah'ın
emirleri karşısında yükümlülük (mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk
yükleyen akıldır. Aklı genellikle fiil halinde kullanan Kur'an âyetleri,
akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine dikkat
çekmektedirler.
âAkıl' kalbin bir
faaliyetidir. Kişi kalbinin bu faaliyeti sayesinde bir şey hakkında bilgiye
ulaşır, o şeyle ilgili özellikleri korur, elde ettiği bilgileri inceler, yerine
göre hatırlar, o şeyle ilgili şahitlik yapacak kadar kesin bir bilgiye kavuşur.[1]
Kalp ve ruhun madeninde,
beynin ışığında bulunan manevî bir nurdur akıl; ki insan bununla, duyu
organlarıyla hissedemediği şeyleri anlar.
Akıl, insanda bulunan manevi bir kuvvettir.
İnsan bu kuvvet sayesinde eşyayı kavrar. Akıl, insanın düşünme, bilme,
davranışını belirleme, denetleme ve yargılaması, iyiyi kötüden, doğruyu
yanlıştan, faydalıyı zararlıdan ayrıt etmesi ile ilgili kabiliyetidir.
Kendisinde bu özel kuvvet olduğu için insan, dinin emir ve yasaklarını yerine
getirmekle sorumludur.[2]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 38.
[2]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Aklın İşleyişi:
Kur'an, "Bu örnekleri
biz insanlar için vermekteyiz. Ancak alimlerden başkası akletmez" (Ankebût:
29/43) demektedir. Bu demektir ki âyetler üzerinde düşünüp, onların ötesindeki
gerçeği ancak ilim sahibi olanlar anlayabilir. Bu konuda aklını kullananlar
bilgiye ulaşmış kimselerdir. Akletmek, etkilenenden etkileyene (eserden
müessire), görülebilen veya hissedilebilen bir etkilenenden, görünmeyen, duyu
organlarıyla henüz hissedilmeyen etkileyici şeye ulaşmaktır. Söz gelimi, balın
tadı arının varlığını, arının bir çiçeğin üzerinde uçuşu balı akla getirir.
Birinden diğerine geçerek onu düşünmek, aklın işidir.
Akıl bu anlamda üç çeşit
faaliyet yapabilir:
Parçadan parçaya varmak
şeklinde (kıyas),
Parçadan bütüne varmak
şeklinde (tüme varım),
Bütünden parçaya varmak
şeklinde (tümden gelim).
Bir gerçeğe varabilmek
için âyetler, işaretler, deneyler ve eserler (izler) aklın üzerinde yürüdüğü
yoldur. Akıl bunlardan geçerek, bunların ifade ettiği gerçeğe ulaşır. Örneğin,
çevresindeki olağanüstü biçimde yaratılan varlıklardan ve onlara ait
özelliklerden hareketle bir Yaratıcının varlığına ulaşmak, aklın yukarıdaki tüme
varım metodunu kullanmasıdır.
âAkıl', çevremizdeki her
şeyin (eşyanın) özelliklerini tanıyan, idrak eden bir kabiliyettir. O insana
verilmiş bir manevi kuvvettir. Bir başka deyişle o insana verilmiş bir nur'dur,
yani ışıktır. Bu ışık sayesinde insan, çevresinde bulunan şeylerden haberli
olur, faydalı şeyleri anlar, zararını idrak eder, bilgileri kalpte korur. İnsan
bu manevi güçle gerekli teorik bilgileri elde eder. Akıl gücü insana doğuştan
verilen bir yetenektir. Kişi ergenlik çağına ulaşınca bu güç olgunlaşır.
Şüphesiz ki akıl gücü insanlarda eşit değildir, farklı farklıdır.
Kimileri bu akıl gücünü
ve yeteneğini iyi yolda kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp,
Yaratıcıyı idrak etmezler. Ya da O'nun huzurundaki konumlarını, insan olarak
durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve
onları kurtaracak işleri yapmazlar.
Kur'an böylelerini şu
örnekle anlatıyor:
"Küfre sapanların örneği
çağırma ve bağırmadan başka bir şeyi duymayıp haykıran bir kimsenin örneği
gibidir. Onlar, sağırdırlar, dilsizdirler, kördürler; bundan dolayı akıl
erdirmezler."
(Bakara: 2/171)
Aklını gereği gibi
kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidirIer. Gerceği duymazlar, dilleriyle
ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları
bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
"Gerçek şu ki,
Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez
sağırlar ve dilsizlerdir."
(Enfal: 8/22)
İnkârcılar, akıl
ni'metine rağmen Allah'ı ve O'nun gönderdiği gerekleri anlamıyorsalar,
akletmiyorsalar; onlar sağır ve dilsizdirler. Aklını kullanmayıp ta inkâr, isyan
ve sapıklık üzere devam edenlere azaptan başka bir şey yoktur.[1]
Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen
gerçeğe teslim olup Allah'a kulluk yapmaktır.[2]
âAkıl', eşyadaki düzeni
anlama gücüne sahip olduğu gibi, ilâhí gerçekleri de anlama, sezme, onların
üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrak etme gücüne de sahiptir.
Zaten aklın birinci görevi de budur.
"Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, gemilerin denizde
yüzmesinde, yağmurun yağmasında, canlıların üreyip çoğalmasında, bulutların
hareketlerinde aklını kullananlar için âyetler vardır."
(Bakara: 2/164)
Bu âyetlere bakan akıllı
insanlar onları etkileyen Yüce Kuvvet'i idrak ederler.
Görüldüğü gibi Kur'an
bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.
Türkçe'deki deyimle âaklını başına alanlar' hayatın sırlarını çözerler, varlığın
ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerceği görürler. Kendilerine faydalı
olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar.
Kur'an, mü'minler için
bazı hükümleri sıraladıktan sonra; "İşte Allah, size âyetlerini böyle
açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz" (Bakara: 2/242) buyuruyor. Demek ki
mü'minler de akıllarını kullanıp Allah'ın koyduğu hükümlerin hikmetini anlamak
ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
Peygamberimiz (sav)
buyuruyor ki:
"Hiç kimse kendisini
hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey
kazanmamıştır."[3]
"Akıllı kimse, nefsini
kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, aciz insan da
nefsini hevasına (istek ve tutkularına) uyup ta Allah'tan (olmayacak şeyleri)
temenni eden kimsedir."[4]
Bilindiği gibi İslâma
göre, ancak akıllı insanlar Allah'ın tekliflerinden sorumludurlar. Bir çocuğun
mükellef (yükümlü) olma yaşı da akıllı olma ve ergenlik çağına ulaşma zamanıdır.
Çocuklar ve deliler İslâmın hükümlerinden sorumlu değillerdir.
Allah'ın teklifleri
(dinin emir ve yasakları) ancak akılla idrak edilir. Akıl, bu tekliflerin
sebebini, hikmetini, yerine getirildiği zaman faydasını, yerine getirilmediği
zaman zararını anlayabilir. İslâm akıllı insanlara hitap ediyor ve insanlara
akıllarını kullanmalarını emrediyor.
İslâm akla bu kadar önem
verirken, onu hiç bir zaman son karar yeri, bilginin, fayda-zararın son hakemi
yapmamıştır. İslâmí hükümlerin hikmetini ve faydalarını akıl anlar ama, onların
sebebini, niçin emrediklerini tam bilemez. Bir şeyin iyi mi kötü mü olduğuna
akıl bir noktaya kadar cevap verebilir. Mutlak doğruyu, mutlak fayadayı ve
eşyadaki nihai amacı akıl bilemez. Yani akıl her konuda son hakem değildir.
Yukarıda geçtiği gibi, insana doğru yolu gösterecek akıl en büyük kazançtır.
Ancak sahibini şirkten ve inkârdan; ölümden sonra da ateşten kurtaramayan akıl,
iyi çalışan bir akıl değildir.
Akla nakil, yani Kur'an
ve vahyin açıklaması olan Sünnet yön verirse isabetli karar alır. İslâm, aklı
son hakem sayan bütün pozitivizt düşünceleri ve felsefeleri reddeder. Hevanın
(aşırı isteklerin) güdümündeki akıllar doğru hükme, hikmete ve hidayete
ulaşamazlar.
[5]
Bütün mertebeleriyle
Allah vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma ve
insan iradesi sebep değilse de, bunda Allah'ın lutfu ile sahip olduğumuz
hissemiz ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen,
alışkanlığa bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan,
Kur'an'da Allah, bütün insanları bu yola iletip sevketmek için "Düşünüp
aklını kullanan bir topluluk için elbette deliller vardır." (Bakara: 2/164)
buyurmuş ve akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde etkisini icrâ edecek olan
mucizelerin, yani âyet ve delillerin büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.[6]
[1]
Yunus: 10/100.
[2]
Mülk: 67/10.
[3]
nak. Müfredat,
s: 511.
[4]
İbni Mace,
Zühd: 31, Hadis no: 4260, 2/1423.
[5]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 38-40
[6]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Kur'an-ı Kerim'de Akıl
Akıl kelimesi, Kur'an'da
49 yerde ve tümü fiil halinde geçer. İsim olarak hiç geçmez. Bundan yola çıkarak
diyebiliriz ki, Kur'an anlayışında salt akıl, kullanılmadıkça potansiyel olarak
bir anlam ifade etmez. Aklı devamlı olarak fiil/eylem halinde kullanan
Kur'an âyetleri, akletmenin, yani aklı kullanmanın ve doğru düşünmenin önemine
dikkat çekmektedirler. Kur'an delil diliyle insanın aklına, his diliyle de onun
gönlüne hitap eder. Kur'an-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun her türlü
fiillerine anlam kazandıran, Allah'ın emirleri karşısında yükümlülük
(mükelleflik) altına sokan ve ona sorumluluk yükleyen akıldır.
Aklını kullanmayanları
müslüman kabul etmediği gibi insan olarak bile görmez Kur'an. Bazıları, bu akıl
gücünü ve yeteneğini kullanmazlar. Özellikle, evrendeki yaratıklara bakıp,
Yaratıcıyı idrâk etmezler. Ya da O'nun huzurundaki konumlarını, insan olarak
durumlarını düşünmezler, akıllarını kullanıp kendilerine faydalı olacak ve
onları kurtaracak işleri yapmazlar. Kur'an bu tipleri şu örnekle anlatıyor:
"(Hidâyet çağrısına
kulak vermeyen) kâfirlerin durumu, sadece çobanın bağırıp çağırmasını işiten
hayvanların durumuna benzer. Çünkü onlar, sağırdır, dilsizdir, kördür; bundan
dolayı akıl erdirmezler, düşünmezler."
(Bakara: 2/171)
Aklını gereği gibi
kullanmayanlar, sağır, dilsiz ve kör gibidir. Gerçeği duymazlar, dilleriyle
ikrar etmezler (dile getirmezler), gözleriyle görüp anlamazlar. Onların akılları
bu noktada hiç bir işe yaramamaktadır.
"Gerçek
şu ki, Allah katında, yerde hareket edenlerin en şerlisi (kötüsü) akıl erdirmez
sağırlar ve dilsizler (düşünmeyen, hakkı duyup söylemeyenler)dir."
(Enfâl: 8/22)
İnkârcılar, akıl
ni'metine rağmen Allah'ı ve O'nun gönderdiği gerekleri anlamıyorlarsa,
akletmiyorlarsa; gerçekleri duyamıyorsa ve hakikatler yerine birtakım saçma
sapan sözler konuşuyorlarsa, onlar sağır ve dilsizdirler. Kur'an, insanlığa
lâyık olmayan böyle özellik taşıyan kimseleri hayvanlar safında görmüş ve
onlardan, yeryüzünde debelenen hayvan diye, hem de o hayvanların en kötüsü
olarak söz etmiştir. Aklını kullanmayıp da inkâr, isyan ve sapıklık üzere devam
edenlere azaptan başka bir şey yoktur.[1]
Cehennem azabından kurtuluş yolu da akletmek, aklı kullanmak ve Vahy ile gelen
gerçeğe teslim olup Allah'a kulluk yapmaktır.[2]
Akıl, eşyadaki düzeni
anlama gücüne sahip olduğu gibi, ilâhî gerçekleri de anlama, sezme, onların
üzerinde düşünüp yorum yapma, onların hikmetini idrâk etme gücüne de sahiptir.
Zaten aklın birinci görevi de budur.
"Şüphesiz göklerin ve
yerin yaratılışında, gece ile gündüzün peşpeşe gelişinde, insanlara fayda veren
şeylerle yüklü gemilerin denizde yüzmesinde, Allah'ın gökten indirip de ölü
haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında,
rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları
yönlendirmesinde, aklını kullanan bir toplum için (Allah'ın varlığını ve
birliğini ispatlayan) birçok âyetler/deliller vardır."
(Bakara: 2/164)
Bu âyetlere/delillere
bakan akıllı insanlar, onları yaratıp yönlendiren Yüce Kuvvet'i idrâk ederler.
Görüldüğü gibi Kur'an
bütün insanları akletmeye, aklı gereği gibi ve yerinde kullanmaya davet ediyor.
Türkçe'deki deyimle âaklını başına alanlar' hayatın sırlarını çözerler, varlığın
ve onun ardından gelen ölümün arkasındaki gerçeği görürler. Kendilerine faydalı
olan şeyleri tercih ederler, zararlı olanlardan kaçınırlar. Kur'an, mü'minler
için bazı hükümleri sıraladıktan sonra; "İşte Allah, size âyetlerini böyle
açıklar; umulur ki akıl erdirirsiniz" (Bakara: 2/242) buyuruyor. Demek ki
mü'minler de akıllarını kullanıp Allah'ın koyduğu hüküm ve kanunların hikmetini
anlamak ve hükümleri yerine getirmekle görevlidirler.
"... İlimde ileri gidenler; biz ona inandık,
hepsi de Rabbimizin katındandır derler. Bunu ise ancak aklını isabetle
kullanabilenler akledip düşünebilir."
(Âl-i İmran: 3/7)
"Bu Kur'an insanlara bir tebliğdir. İnsanlar
bununla uyarılsınlar, O'nun tek ilâh olduğunu bilsinler ve akıllarını
kullansınlar da düşünüp ibret alsınlar."
(İbrahim: 14/50)
"... Onları müjdele, onlar ki sözü dinlerler ve
o sözün en güzeline uyarlar. İşte onlar Allah'ın kendilerini doğru yola ilettiği
kimselerdir, akl-ı selim sahipleridir."
(Zümer:
39/18)
"Onlara Allah'ın indirdiğine uyun denildiğinde
âhayır, biz atalarımızın uyduklarına uyarız' derler. İyi ama atalarınızın aklı
bir şeye ermiyorsa da doğru yolu bulamamışlarsa? (yine de onların yoluna mı
uyacaksınız?)" (Âl-i İmran: 3/172)
Kur'an, insanları
akıllarını kullanmaya dâvet ederken, direkt veya dolaylı olarak aklın
hüccet/delil olduğunu ortaya koyar. Meselâ karşı taraftan aklî delil getirmesini
ister:
"(Ey Rasülüm!) onlara de
ki, eğer doğru söylüyorsanız delilinizi getirin (ortaya koyun bakalım)."
(Bakara: 2/111)
Yaratıcının tek olduğunu
ispatlamak için kıyasa baş vurmuştur, bu da akıl yürütmenin delil olduğunu
gösterir:
"Eğer gökte ve yerde
Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, yer ve gök ikisi de (bunların nizamları)
muhakkak fesâda uğrar, bozulup giderdi."
(Enbiyâ: 21/22)
Kur'an, akıl üzerinde bu
kadar durup aklın önemini vurgulayarak, bazı muharref veya uydurma dinlerin
"iman akıldan uzaktır; iman akılla bağdaşmaz; Dine girmek ve anlamak için aklı
kapıda bırakıp buraya öyle gireceksiniz; Mü'min olabilmek için aklı bir kenara
bırakıp sadece kalpten yararlanmak gerekir" şeklindeki anlayışların yanlışlığını
belirtiyor.
Peygamberimiz (s.a.s.)
buyuruyor ki:
"Hiç kimse kendisini
hidayete götürecek ya da tehlikeden alıkoyacak akıldan daha faziletli bir şey
kazanmamıştır."[3]
"Akıllı kimse, nefsini
kontrol altına alıp ölümden sonraki hayat için hazırlık yapan, âciz insan da
nefsinin hevâsına (istek ve tutkularına) uyup da Allah'tan (olmayacak şeyleri)
temenni eden kimsedir."[4]
[1]
Yûnus: 10/100.
[2]
Mülk: 67/10.
[3]
Nak. Müfredat,
s. 511.
[4]
İbn Mâce, Zühd
31, Hadis no: 4260, 2/1423; Tirmizî, Kıyâmet 25.
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.İslâm'da Aklın
Önemi ve Değeri
Kur'an-ı Kerim'e göre insanı insan yapan, onun
her türlü davranışlarına anlam kazandıran ve ilâhî emirler karşısında sorumluluk
altına girmesini sağlayan şey aklıdır. Din, akıllılara gönderilmiştir. Kur'an'da
akıl kelimesi kırk dokuz yerde ve hep fiil şeklinde geçmektedir. Bu ayetlerde
genellikle akletmenin, yani aklı kullanarak doğru düşünmenin önemi üzerinde
durulmaktadır. Kur'an'a göre akıl "bilgi edinmeye yarayan bir güç" ve "bu güç
ile elde edilen bilgi" şeklinde tarif edilmiştir. Dinin sorumluluk yüklediği
akıl, birinci anlamdaki akıldır.
Kur'an'da akıl; düşünmek, ibret almak, öğüt
almak, hidayete ermek, cehaletten kurtulmak, kâinattaki ve kendi içindeki
hakikatleri anlamak, gönülden kör, sağır, dilsiz olmamak için Kur'an'da akla
vurgu yapılmaktadır. Aklın önemi, özellikle Kur'an'ın manasının, İslam'daki emir
ve yasakların ve bunların hikmetlerinin anlaşılması içindir. Düşünmek, doğruyu
bulup ona teslim olmak içindir. Kur'an birçok ayetinde insanları düşünmeye,
anlamaya, zikretmeye davet etmektedir. Tüm bu faaliyetler aklın birer
fonksiyonudur.
Allah'a hakkıyla kulluk edebilmek için,
Kur'an'ın ne dediğini anlamak, neleri yapmak ve nelerden kaçınmak gerektiğini
bilmek gerekir. Bu ise ancak akıl sayesinde mümkündür. Bu anlamda akıllı olmak,
aklı kullanıp Kur'an'ı anlamaya çalışmak kadın - erkek her müslümanın
görevlerindendir.
İnsan aklı sayesinde taklitten kurtulur. Neye,
niçin inandığını kavrar. İslam dini akıl sahibi insanları muhatab alır ve onlara
sorumluluk yükler. "Aklı olmayanın dini de yoktur" ifadesini bu anlamda düşünmek
gerekir.
Bütün İslâm âlimleri aklı, insanın dinin emir ve
yasaklarıyla sorumlu tutulmasının temel şartı olarak söylemişler, akıldan
yoksun olanlara hiçbir sorumluluğun yüklenemeyeceği görüşünde birleşmişlerdir.
Mesela; namaz, oruç, zekât, hacc gibi ibadetleri yerine getirebilmenin ilk şartı
âkıl-bâliğ olmak, yani deli olmamak ve ergen olmaktır. Ayrıca zamanının en
akıllısı olmayı (fetânet) peygamberlerin temel vasıflarından kabul etmişlerdir.
İslâm âlimleri, imandan sonra en büyük nimet olarak gördükleri akla, dünya
ve âhiret mutluluğunu kazanmaya vesile olması dolayısıyla büyük değer
vermişlerdir.[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Akletmek, Aklı
Kullanmak
Akletmek gerçek ilim sahibi olanların
niteliğidir. Gerçek akıl sahipleri, gerçek âlimlerdir.
"Biz meseleleri insanlar için açıklıyoruz, ama
onları âlimlerden başkası akletmez."
(Ankebut: 29/43)
Aklın görevi; araştırma, düşünme ve gerçeği
bulmadır. Araştırmayan, düşünmeyen akıl, görevini yerine getirmemiş akıldır ki,
sahibini hayvandan daha aşağı duruma sürükler. Akıl çalışmayınca görevini yerine
getiremez ve sahibini taklid bataklığına düşürür. Taklid ise, araştırma ve
düşünmenin baş düşmanıdır. Allah, kitabında taklidi, donukluğu kınarken;
araştırıcı aklı övmektedir. İslam taklidçiliğe karşı çıkmıştır. Çünkü
taklidçilik, Allah'ın insana en büyük nimetlerinden olan aklı kullanmamak,
başkalarına körü körüne uymaktır.
Allah ile birlikte başka bir ilâhın olmadığını
akıl bulmak zorundadır. O'nun asıl görevi bu yüce gerçeği bulmak ve ona göre
yaşamaktır. Akıl Allah'ı bulmanın yanında O'na şükretmeyi de bilecektir. Aklı
ile Allah'ı bulan ve O'na şükreden sıkıntıda olsa da bahtiyardır. Allah'ı
bulamayan ise, bollukta olsa bile yine de bedbahttır.
Aslında gerçek akletme ve bilme gücüne sahip
olmayanlar, yani Allah'ın verdiği aklı kullanmayanlar, kafaları küflenmiş,
kalpleri mühürlenmiş ve mânevî pisliklerle kararmış olanlar, bilgi ve kültürleri
büyük zannedilse bile, gerçek cahillerdir.
"Onların bu konuda ilmi yok, sadece atıp
tutuyorlar." (Zuhruf: 43/20)
"Hevâsını ilâh edinen ve Allah'ın bir ilim üzere
sapıtıp, kulağını ve kalbini mühürleyip gözü üzerine de perde çektiği kimseyi
gördün mü?" (Câsiye: 45/23)
"Allah kalplerini mühürledi, artık bilmezler."
(Tevbe: 9/93)
"Allah, bilmeyenlerin kalplerini işte böyle
mühürler." (Rûm: 30/59)
Kâfirler ve müşrikler hiç akletmeyenlerdir;
kalbî duyularını bütün bütüne köreltenler, kalpleri mühürlenenlerdir.
"Allah katında hayvanların en şerlisi,
akletmeyen sağırlar ve dilsizlerdir." (Enfâl: 8/22)
"Sağır, dilsiz ve kördürler de, akletmezler."
(Bakara: 2/171)
"...Bunlardan bir grup vardı, Allah'ın
Kelamı'nı işitirlerdi de, onu aklettikten sonra, bile bile tahrif
ederlerdi." (Bakara: 2/75)
Akıllı olmayan ve aklını gereği gibi
kullanamayanlar şunlardır:
* Akıl - bâliğ olmayan küçük çocuklar.
* Akıl bakımından reşid olmayan zekâ özürlüler.
* Aklını yitirmiş olan deliler.
* Aklını kullanmak istemeyip körü körüne
başkalarını taklit edenler.
* Liderlerine, büyüklerine aşırı güvenip, kendi
yerine onların düşünmesini yeterli görenler.
* Kâfir ve müşrikler.[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
..
Kur'an-ı Kerim'e
Göre Akıl ve Duyu Organlarının Önemi
a)
Hiç bir şey bilmeden anne karnından çıkan insana Allah'ı hakkıyla tanıyıp
şükretmesi için (düşünme ve bilgiyi yorumlama aracı) kalp ve duyu organları
verilmiştir.[1]
b)
Allah'dan gafil olanlar, kendi iradeleriyle duyu organlarını ve kalplerini
fıtratları doğrultusunda kullanmadıkları için Allah onların kulak ve kalplerini
mühürlemiş ve gözlerine perde çekmiştir.[2]
c)
Duyu organlarını ve düşünce sistemini gereği gibi kullanıp Allah'a teslim
olamayanlar, insanlıklarını kaybederler, hayvandan daha aşağı derekeye düşerler.[3]
d)
Aklın merkezi kalp ve duyu organları, yaptıklarından (ve yapmak zorunda olup
yapmadıklarından) sorumludur.[4]
e)
Gerçek körler, kafa gözü görmeyenler değil; kalp gözlerini, basiretlerini
kaybedip, tarihten ibret almayan ve geçmiştekilerin işlediği hataları tekrar
edenlerdir.[5]
[1]
Bkz. Nahl: 16/78.
[2]
Bkz. Bakara: 2/7; Nahl: 16/108.
[3]
Bkz. A'raf: 7/179.
[4]
Bkz. İsrâ: 17/36.
[5]
Bkz. Hacc: 22/46. Yine aynı konuyla ilgili diğer ayetler için bkz. Enfâl:
8/2; Enbiyâ: 21/45; Yûnus: 10/31; Secde: 32/9; Câsiye: 45/23; Mâide:
5/83; Bakara: 2/75; Lokman: 31/7; Hûd: 11/20, 23. Ahmet Kalkan, Kur'an
Kavram Tefsiri.
.Aklın Gücü, Sınırı
ve Sorumluluğu
İnsan, canlı olmasının bir sonucu olarak,
zorunlu temel ihtiyaçlarını karşılamak için çeşitli davranışlar ortaya koyar. Bu
davranışlar, vücudun maddî yönünü tatmin etmeye dönüktür. Bu ihtiyaçları giderme
hususunda, insanı diğer canlılardan farklı kılan özelliği, özgür seçimidir.
Özgürce seçmek için ise akıl sahibi olmak gerekir. Yani seçme, karar verme,
ortaya çıkarma gibi davranışların temeli akıldır. Bu özellik insanın diğer
canlılar karşısındaki ayrıcalığıdır.
Aklın nasıl kullanılacağı, gücünün ve sınırının
ne olduğu, elde ettiği bilginin nasıl oluştuğu gibi sorular insan zihnini meşgul
eden sorulardır. İnsanın tabiatla, çevresiyle, kendi iç dünyasıyla kurduğu
ilişki onu muhataplarını tanımaya sevkeder. İnsanın yaratılanlar ile kendi
arasında kurmuş olduğu bu ilişki aklî bir çabadır. Bu esnada aklını kullanarak
elde ettiği değer, bilgi adını alır. Buradaki akıl, akletme gücünü, elde edilen
bilginin doğru ya da yanlış olmasını, aklın gereği gibi kullanılıp
kullanılmadığını gösterir. İnsan aklı ile tabiatı anlarken, vahiy ile ilâhî
hakikatleri bilebilir. O halde aklın görevi; gerek tabiattaki, gerek
Kur'an'daki âyetleri anlamak ve Allah'a ulaşmaktır.
İnsanın tabiatı anlamaya çalışması sonucu
ortaya çıkan bu günkü modern teknoloji, elektriğin icad edilmesi, uçak, gemi,
denizaltı yapımı, tıp alanındaki ilerlemeler sonucu verem, tifo, kolera, kuduz
gibi hastalıkların tedavisinin bulunması, yapılan kazılar sonucu insanlık tarihi
ve dünyanın geçmişi hakkında elde edilen bulgular, yapılan uzay araştırmaları,
deniz altında, volkanlarda yapılan incelemelerle gelen ve sürekli yenilenen
teknoloji ile ortaya çıkan yeni gerçekler, başlı başına küçük bir kâinat olan
insanın kendisini tanımaya çalıştıkça ortaya çıkan sonuçlar vs. aklın gücünü
gösteren bizzat yaşayarak gördüğümüz somut örneklerdir.
Allah insanoğluna eşyanın isimlerini öğretti.
İnsan tüm bu hakikatleri aklını kullanarak ortaya çıkarmaktadır. Zaten insanın
melekten üstün olmasının altındaki gerçek, eşyanın isimlerini bilmesi ve zamanla
bu gerçeklerin ortaya çıkarılmasıdır.
Akıl, bunca önemine rağmen; vehim, hayal,
kişisel çıkar, hevâ ü heves, gazap ve şehvet gibi yanıltıcı duyguların etkisine
açıktır. Onu bu olumsuz güçlerin tesirinden ancak vahiy kurtarabilir. Bir de
şeytanın vesvesesi, kötü amelleri süsleyip güzel göstermesi, akla zarar veren
tutkular, tiryâkilikler, fanatiklikler, içki, uyuşturucu gibi aklı gideren
hususlar, İslâm dışı düzen ve çevrelerin aklı çelen, onu yanlış istikametlere
yönlendiren, çarpıtan, sadece dünya ile ve basit çıkarlarla meşgul edip
sınırlandıran durumlar hesaba katılırsa, selîm (sağlıklı) aklın ve fıtratın
korunmasının zorluğu ve böyle bir aklın ne derece doğruyu bulup teslim olacağı
değerlendirilmelidir.
Akıl yürütmenin, düşüncelerin insanı yanılttığı
da olur. Bu herkes için geçerlidir. İnsanın his ve duyu organları da hata
yapabilir. Meselâ, fenle, psikoloji ile ilgili eserlerde görme duyusu için bir
sürü hata sayılır. Akla gelince, çoğu zaman insan, deliller getirerek bir sonuca
vardığı halde, bir anda delillerin tamamen yanlış olduğunu görür. Bu gerçeğe
rağmen, safsatacıların dışında hiç bir düşünür, hiç bir akıllı, yanılma payından
dolayı aklı terk etmeyi tavsiye etmeye kalkmamıştır. Ama, hataların neyle ve
nasıl düzeltileceği konusunda da ittifak edemediklerini görmekteyiz.
Kur'an-ı Kerim, aklın hataları için birçok
kaynak zikretmiştir. Bunlardan birisi, insanın, yakîn yerine zanna itibar
etmesidir. Yakîn, şüpheden kurtulmuş, doğru, sağlam ve kesin bilgi, doğru ve
kuvvetle bilme demektir. Zan ise, sanma, tahmin etme, ihtimale göre hükmetme,
şüphe ve tereddüt demektir. Yani, doğruluğu kesin olarak bilinmeyen bir şeyi
doğru saymak, acele ve peşin yargılara saplanmak, kalabalıklara ve
geleneklere/ataların yoluna körü körüne uymak aklı saptıran zan yollarıdır.
"Onların (müşriklerin) çoğu zandan başka bir
şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz."
(Yûnus: 10/36)[1]
İnsan, her zaman için her meselede yakîne tâbi
olup zannı yakîn yerine kabul etmemeye dikkat ederse, yanlışlığa da düşmez. Her
zaman ve her konuda yakîne ulaşamayabilir, zan ve ihtimale zorunlu olarak
uyabiliriz. Ama, zannı ve ihtimali kendi yerinde kabul etmeli, bunları yakîn/kesin
doğrular olarak sunmamalıyız. Kur'an, bu konu üzerinde titizlikle durmaktadır.
Kitabımız, insanın en büyük fikrî uçurumunun yakîne/kesin gerçeğe varmadan zan
ve ihtimal peşine düşülmesi olduğunu belirtiyor. Rasül-i Ekrem'e ve dolayısıyla
tüm mü'minlere hitaben şöyle buyuruyor:
"Eğer yeryüzünde bulunan insanların çoğuna
uyacak olursan, seni Allah'ın yolundan saptırırlar. Onlar zandan başka bir şeye
tâbi olmaz, ve ancak yalan konuşurlar."
(En'am: 6/116)
Ve şöyle emredilir:
"Hakkında bilgi sahibi olmadığın (hakikatine
varamadığın) şeyin ardına düşme. Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan
sorumludur." (İsrâ: 17/36)
Aklı ve düşünceyi çeldirip fikirde hataya sebep
olan ikinci mesele, taklittir. Bu, özellikle toplumsal meselelerde söz konusu
olan bir şeydir. Çoğu insanlar, kalabalıklara uyar ve toplumun inandığı şeye
inanır, birlikte yaşadığı kimseler veya geçmiş nesiller neyi kabullenmişse,
onlar da aynısına hiç bir delil ve mantık aramadan uyarlar. O yüzden yıkılması
gereken putlar içinde, toplum ve gelenek putu, ataların yolunu kutsallaştırma
putu büyük putlardır. Kur'an, bütün insanlara şöyle der: Bir deliliniz olmadan
geçmişlerinizin kabul ettiklerini tamamen kabul veya tamamen reddetmeniz yerine;
her şeyi akıl ve vahiy terazisiyle ölçün de, doğruluk ve yanlışlığını öyle
anlayın. Geçmişte nice davranış ve fikirler vardır ki, yanlış oldukları halde
halk onları kabul etmiş veya doğru oldukları halde halk cahillikleri yüzünden
onları reddetmiştir.
Kur'an, geçmişlere (soya, atalara) tâbi olmayı
akla ters düşen bir husus olarak zikreder:
"Onlara (müşriklere): 'Allah'ın indirdiğine
uyun' denildiği zaman onlar, 'hayır! Biz atalarımızı üzerinde bulduğumuz yola
uyarız' dediler. Ya ataları bir şey anlamamış (şuursuz), doğruyu da bulamamış
idiyseler? (Onların şuursuzluğunu devam mı ettireceksiniz?)"
(Bakara: 2/170)
Bu âyetten anlıyoruz ki, bir düşünce ve
davranışın eskiliği, onun ne doğruluğunu gösterir, ne de yanlışlığını. Eskiden
beri doğru kabul edilen ve âdet halinde yaşan hususların, eski ve köklü olması
onun doğruluğuna delil olamayacağı gibi, her eskinin de yanlış olması
gerekmez. Eskimek, maddî şeylerde olabilir; fakat evrenin gerçekleri, üzerinden
zaman geçmekle eskiyip yıpranmaz.
Meselâ, "Bir toplum, kendindeki özellikleri
değiştirmedikçe Allah, onların durumunu değiştirmez." (Ra'd: 13/11) Bu
âyette açıklanan hakikat, ebediyete kadar devam edip, doğruluk ve sağlamlığını
olduğu gibi korur. Kur'an diyor ki, her meseleye akıl ve fikir yoluyla bakmalı,
başkaları hoşlanmıyor diye doğru bir görüş, sadece filan ünlü adama aitmiş diye
kabul edilmemeli, bizzat insanın kendisinin meseleleri araştırıp her şeyin
gerçeğine varması gerekir. Toplumun istediğini yapmak, çağa veya geçmişlere uyup
onları körü körüne taklit etmek gibi Kur'an'ın şiddetle kınadığı bu konuyu,
fıkıhtaki bir mezhebi ve müctehidleri taklit ile birbirine karıştırmamalıyız.
Çünkü bu fıkıh dalında uzman olanlara müracaat etmek anlamındadır ve yukarıda
değindiğimiz meseleler ile hiç bir ilgisi yoktur. Tam tersine âlimlere danışmak
Kur'an'ın emridir:
"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline, bilenlere
sorun." (Nahl: 16/43; Enbiyâ: 21/7)
İnsanın aklını çelip hataya sürükleyen önemli
sebeplerden biri de Kur'an'a göre hevâ ü hevese ve nefsânî isteklere uyup garaz
üzerinden meselelere bakmaktır. "Hevesler geldi mi, gönül kararır; perdeler
çekilip gözler kapanır." İnsan, hevâ ve heveslerinden arınmadığı müddetçe doğru
düşünemez. Yani akıl, nefsânî isteklerin işe karışmadığı bir yerde doğru hüküm
verebilir ancak. Kur'an, hevâ ve hevese uymanın fikrî kaymaları doğuracağını bir
çok yerde belirtmiştir. Bunlardan biri şu âyettir:
"Bu putlar, sizin ve atalarınızın taktığı
isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında hiçbir delil
indirmemiştir. Onlar ancak zanna ve nefislerinin arzusuna uyuyorlar. Halbuki
kendilerine Rableri tarafından yol gösterici gelmiştir."
(Necm: 53/23)[2]
Akılların derecelerindeki değişiklik,
eksikliklerinden ileri gelir. Yoksa, esas itibariyle akıllar için yol birdir. O
da doğru yoldur, sırât-ı müstakim olan Allah'ın vahiyle bildirdiği, rasülleriyle
gösterdiği/hidâyet ettiği İslâm'dır.
Akıl, ölüm olayını, kabirde olanları, vahyin
mahiyetini, melekleri, âhireti, Allah'ın zâtını tam olarak kavrayamaz. Bunlar
aklın idrâk sahasının dışında olan gayba ait hususlardır. Aklın faaliyet alanı
ise bu kâinat ile (hatta onun çok küçük bölümü ile) sınırlıdır. Akıl gayba ait
meselelerde mutlak gerçeğe ulaşamaz. Zaten Allahü Teala insana böyle bir görev
ve sorumluluk da yüklememiştir. İnsan meraklı bir varlık olduğu için ölüm ve
ötesi ile ilgili de yorum yapar. İster ölüm ve ötesi ile ilgili, isterse gaybla
ilgili gereken tüm bilgiler vahiyle bildirilir; akla düşen şey ise vahyi tasdik
edip imanın kalpte kökleşmesine katkıda bulunmaktır. Gayb ile ilgili meselelerde
yapılan akıl yürütmelerin hiçbiri kesin doğrudur denemez.
Özetle;
1)
Aklın, Kur'an'ı ve sahih sünneti sorgulayan bir konumda olmaması,
2)
Aklın, Kur'an ve sünneti anlamaya çalışması ve onun hizmetinde olması,
3)
Tabiatı anlamaya çalışırken, tabiata, içindeki tüm canlı varlıklara ve kendi
hemcinslerine zarar vermemesi, bunların tümüyle uyum içinde olması aklın
sorumluluğudur.
Akıl iki şekilde kullanılabilir. Bu
kullanımlardan biri insanı dünya ve âhiret saadetine götürürken; diğeri hüsranda
bırakır. Eğer insan aklını her şeyden üstün görür, tek ölçü ve tek hâkim kabul
ederse, bu düşünce onu küfre, dalâlete ve sapıklığa götürür. Aklın bu tür
kullanımı, Kur'an'a göre aklı kullanmamaktır, akılsızlıktır. Fakat aklını
usulüne göre ve Kur'an'ın ruhuna uygun bir şekilde kullanır ve bu nimetin
farkına varırsa, o zaman akıl, sahibini hakikati keşfetmeye, dünya ve âhiret
saadetine iletir.
[3]
[1]
Yine bkz. En'am: 6/116; Câsiye: 45/24.
[2]
Kur'anî Araştırmalar I, Murtaza Mutahhari, Tûba Y. s. 55-70.
[3]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.SEFİH-SEFİHLİK-SEFAHAT
Sefih Nedir?
"Beyinsiz-beyinsizlik" anlamında Kur'anî bir
kavram.
Sefih, "se-fi-he" fiilinden türemiş ism-i
faildir. Bu fiilin mastarı "sefh, sefeh"tir. Lügatte sefeh", hareket ve
tutumunda hafiflik olup, akıl noksanlığından kaynaklanır. Yani ucu budalalığa
varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir. Bunun zıttı, ağır başlılık, tam
akıllılıktır. Şer'an da akıl ve dinin emir ve prensiplerinin aksine hareket
etmektir. Türkçede sefahet bu manada kullanılır. Kısaca sefeh ve sefahet, görüş
ve düşüncede heva ve hevese uymak, akıl ile değil zevk ile hareket etmektir: Bu
da aklın hükümsüz kalmasından dolayı budalalıktan kaynaklanır.[1]
Kısacası bu fiilin ism-i faili olan "sefih" aklı veya dini eksik olan akıl veya
dinin aksine davranan ahmak veya fasık demektir ki; birinde Allah'a isyan manası
var, diğerinde yoktur.[2]
âSefih', âsefh veya sefeh' fiilinin fâil
ismidir.
âSefh veya sefeh' sözlükte görüş ve gidişatta
hafiflik ve gevşeklik demektir ki, akıl noksanlığından meydana gelir. Her türlü
işte aklın hafifliği, düşüncesizlik, önem vermemek, akla ve dine aykırı hareket
etmek demektir. Bir ucu budalalığa varan hafiflik, fikirsizlik ve aklı
kullanmamaktır.
Dinen sefihlik de, akıl ve dinin gereği zıddına
hareket etmektir ki bunun karşıtı ârüşd'dür.
Dilimizde kullanılan âsefâhat' kelimesi de bu
anlamda aklı kullanmamayı, görüş ve fikirde zevk ve şehvete uymayı ifade eder.
Bu, daha çok budalalıktan ya da aklı yeterince kullanmamaktan kaynaklanır.
âSefh veya sefeh' sahibi kimselere âsefih'
denilmektedir.[3]
[1]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kurân Dili, I, 234.
[2]
Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kurân Dili, II, 1992. Muammer Ertan, Şamil
İslam Ansiklopedisi: 5/371.
[3]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 585-586. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Fıkıhta Sefih
Fıkıhta Sefih:
Fıkıh dilinde âsefih', aklı olduğu halde
şeriatın ve aklın gereklerine aykırı bir şekilde hareket eden, malını gereği
gibi kullanmayan demektir. Nitekim aklı başında, aklını iyi kullanan, doğru yolu
bulabilen kimselere ârüşd' sahibi denir.
Sefih, aklı ve dini noksan kimsedir. Aklın ve
dinin gereklerine aykırı hareket eder. Ya ahmaktır ya da yaptığı hatayı
görmeyerek fâsık olan kimsedir. Fâsıklık yaparak Allah'a isyan eder, aklını iyi
işlerde kullanmayarak da bir sürü zarara uğrar.
[1]
[1]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 586. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Kur'anın Sefih
Dedikleri
Kur'an-ı Kerîm'de hem kâfir, hem münafık, hem de
müslümanlar için kullanılan sefih kavramı, aynı kökten gelen türevleriyle
birlikte tam on âyette kullanılmaktadır. Bu üç sınıf için aynı manada
kullanılmasına rağmen, farklı mahiyet arzetmektedir. Şöyle ki: Kâfirler ve
münâfıklar için İslâm'ı kabul etmemelerinden dolayı sefih denilirken;
müslümanlar için aklı zayıf bunak, aklı bazı şeylere ermeyen çocuklar ve
ihtiyarlar hakkında kullanılır.
Bakara süresinde anlatıldığına göre, münâfıklar
kendilerini üstün zekâlı, üstün akıllı görüp, mü'minleri süfeha, (sefihler,
beyinsizler) olarak addederken, Allah Teâlâ (c.c), asıl süfeha'nın münâfıklar
olduğunu, çünkü İslâm apaçık bir gerçek olarak ortada dururken onu kabul
etmemenin sefihlikten başka bir şey olmadığını bildirmektedir.
"Onlara, "İnsanların iman ettikleri gibi siz de
iman edin" dense, "Yani süfeha (beyinsizler)in iman ettiği gibi mi iman edelim"
derler. İyi bilin ki, asıl süfeha (beyinsizler) onlardır; fakat bunlar bunu
bilmiyorlar" (el-Bakara, 2/13).
Allah Teâlâ bu âyeti kerimede "insanlardan
bazıları" diyerek münâfıkları insanlar olarak belirtirken; akabinde, onları,
insanların iman ettiği gibi iman etmemeleri itibarıyla kendi ikrarlarıyla
insandan saymıyor.
Münâfıklar gibi kâfirleri de Kur'an-ı Kerîm
sefihler olarak nitelemekte, İbrahim Milletinden ancak nefisleri hafif,
ciddiyetten ve ciddî düşünceden yoksun, aklı ermez kimselerin yüz çevireceğini
açıklamaktadır:
"Nefsini sefih yapan (beyinsiz)dan başka kim
İbrahim Milleti (dini)nden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu (İbrahimi) dünyada
beğenip seçmiştik. Ahirette de o salihlerdendir"
(el-Bakara, 2/130).
Yine Kur'an-ı Kerime göre, rızkın vericisinin
Allah olduğunu akıllarına getirmeden, rızk ve diğer câhili endişelerle
çocuklarını öldürenler de akıl, zekâ ve imandan yoksun, doğru düşünmeyen
sefihlerdir:
"Bilgisizlik yüzünden beyinsiz (sefih)ce
çocuklarını öldürenler ve Allah'ın kendilerine verdiği rızkı, Allaha iftira
ederek haram kılanlar şüphesiz hüsrana uğramışlardır. Muhakkak ki onlar dalalete
düşmüşler ve hidayete erici de değillerdir"
(el-En'am; 6/140).
Allah'ın kendilerine vermiş olduğu kitabı tahrif
edip, Rasûlün geleceği hakkında bilginin kendilerinde olduğu halde inanmamak
için bahane arayan, kıblenin değişmesini bir koz olarak kullanıp Allah'ın işine
karışan yahudiler de Kur'an-ı Kerime göre beyinsizdirler.
"Însanlardan bazı sefihler "Onları üzerinde
bulundukları kıbleden çeviren nedir?" diyecekler. De ki: Doğu da batı da
Allah'ındır. O dilediğini doğruya iletir"
(el-Bakara, 2/142).
Allah Teâlâ kâfirleri, münâfıkları sefih olarak
bildirirken kâfirlerin ve münâfıkların kendilerine gönderilen rasûllere "sefih"
dediklerini bize haber verir:
"(Hud) kavminden kâfir olan mele' (ileri
gelenler) dediler ki: Biz seni bir sefahat (beyinsizlik) içinde görüyoruz ve biz
seni yalancılardan sanıyoruz (sayıyoruz)."
"Ey kavmim, bende sefahat (beyinsizlik) yok. Ben
alemlerin Rabbı tarafından gönderîlmiş bir Rasulüm" dedi"
(el-A'raf, 7/66-67).
Diğer taraftan cinler son gelen elçi vasıtasıyla
gerçeği öğrenip ona iman edince, kendilerini aldatan şeytanları beyinsiz olarak
nitelemişlerdir:
"Meğer bizim sefihler (beyinsiz, iblis veya
cinlerin kâfirleri) Allah hakkında saçma sapan şeyler söylüyorlarmış"
(el-Cinn, 73/4).
Gerek mallarını, gerekse canlarını,
yaşantılarını gerektiği yerde kullanmayanlar, eğriyi doğrudan ayıramayan aklı
ermez çocuk ve ihtiyarlar da sefih olup, Kur'an onlara mal devredilmesini,
velisi olmadan borç verilmesini yasaklar; velisi olmadığı halde borç verilirse
ödemediği takdirde hak iddia edilemez:
"Allah'ın sizin için geçim kaynağı yaptığı
mallarınızı aklı ermezlere (süfehaya) vermeyin. O mallarla onları besleyin,
giydirin ve onlara güzel söz söyleyin"
(en-Nisa, 4/5);
"... Eğer borçlu olan kimse aklı ermez (sefih),
yahut zayıf ya da kendisi yazdıramayacak durumda ise, velisi ona adaletle
yazdırsın... " (el-Bakara, 2/282).
Geçmiş ümmetler, aralarındaki kâfir, müşrik,
münâfık, müstekbir, mütref beyinsizler (sefihler) nedeniyle Allah (c.c)
tarafından bazı azap ve cezalara çarptırılmışlardır. Bu ceza bir çok musibetler
şeklinde halâ devam etmektedir. Mü'minlere düşen, sefihlerle mücadele etmek ve
Mûsâ (a.s)'ın şu duası ile Allah'a dua etmektir:
"... (Mûsa) dedi ki: Rabbim! Dileseydin, bunları
da beni de daha önce helak ederdin. İçimizden bazı beyinsizler (süfeha)'ın
yaptıklarından ötürü bizi helâk mı edeceksin? Bu senin imtihanından başka birşey
değildir. Onunla dilediğini saptırırsın, dilediğine yol gösterirsin (hidayet
edersin). Sen bizim velimizsin, bizi bağışla, bize acı, sen bağışlayanların en
iyisisin" (el-A'raf, 7/155).[1]
Kur'an-ı Kerim, sefih'i ve türevlerini,
kâfirler, münafıklar ve bazı müslümanlar hakkında kullanmaktadır. Ancak bu üç
kullanış arasında farklı değerler bulunmaktadır.
Kâfirler ve münafıklar, İslâm'ı kabul
etmedikleri için sefihlikle suçlanırken, müslümanlardan aklı zayıflayan
ihtiyarlara ve henüz aklı ermeyen çocuklara sefih denmektedir.
Münafıklara "siz de diğer mü'minler gibi iman
edin" denildiği zaman onlar, kendilerini çok akıllı sanarak mü'minlere âsefih'
derler ve onlarla alay ederler. Bunun sonucu olarak da sefih ve aşağı saydıkları
kimselerin dinine inanmalarının mümkün olmadığını söylemeye çalışırlar.
Kur'an onlara şu cevabı veriyor:
"â¦Ìyi bilin ki asıl sefih (beyinsiz) kimseler
onlardır; fakat bunu bilmiyorlar."
(Bakara: 2/13).
Aklını kullanmayan, hafif karakterli, ciddi bir
düşünceden yoksun olan birtakım kimselerden başkası İbrahim'in dininden,
dolaysiyle İslâm'dan yüz çevirmez. Henüz rüşd yolunu bilemeyenler, derince
düşünüp ibret almayanlar şüphesiz Allah'ın dininden yüz çevirirler.[2]
Kıblenin Kudüs'ten Mekke'ye çevirilmesini
hazmedemeyen, Allah'ın gönderdiği kitabı bozan ve Hz. Muhammed'e inanmamak için
bahane arayanlara da âsefih' denmektedir.[3]
Allah'ın rızık verici olduğunu unutarak
bilgisizce çocuklarını öldürenler de, sağlam düşünceden, akletmekten ve imandan
yoksun sefihlerdir.[4]
Birtakım inkârcılar da kendilerini akıllı
zannedip, kendilerine gönderilen peygamberlere âsefih' demek terbiyesizliğini
gösterirler. Halbuki bütün elçiler hem akıllı insanlardı, hem sağlam karakterli
idiler, hem de Allah tarafından seçilmiş kimselerdi.[5]
Kur'an, ayrıca malları üzerinde gerektiği gibi
tasarruf yapamayacak çocuklar ile aklı yeterince normal olmayan kimselere de
sefih demekte ve bu gibi kimselere yardımcı olunmasını emretmektedir.[6]
Sefih kelimesi olumsuz manasıyla kâfir, münafık,
müşrik, müstekbir, mütref gibi insan gruplarını kapsamaktadır. Bu gibi kimseler
kendilerini çok akıllı zanneden, ama aslında aklını, hidâyeti bulma yolunda
kullanmayan, kibirli, sağlam düşünceden yoksun, biraz da ahmak kimselerdir.
Eğer akıllarını kullansalardı, Allah'ın dâvetine
uymakla elde edecekleri mükâfatı kaybetmezler, Allah'a isyan etmekle
uğrayacakları zararı ve korkunç sonucu düşünürlerdi. Küfrün ve şirkin çirkin
hayat anlayışından, cehennemin azap kucağından İslâm'ın mutluluk yurduna göç
ederlerdi. Mükâfat yerine azabı satın almazlardı. Güzellikleri terkedip,
karanlıkları ve bitmez tükenmez azabı tercih etmezlerdi. Onlar ahmaklıkları
yüzünden Rableri ile mücadeleye kalkışıyorlar ve bunun kendileri için ne denli
zararlı olacağını hesap etmiyorlar.
Günümüzde de Allah'a ortak koşan bu müşrikler ve
inkârcılar mü'minlere sefih, gerici, beyinsiz, aşağı; gittikleri yola ve sahip
oldukları anlayışa da çağdışı demeye ve onlarla alay etmeye devam ediyorlar.
İman edenleri kendilerinden aşağı görüyorlar, onları küçümsüyolar, mü'minlerin
üzerinde bulundukları yolu beğenmiyorlar. Halbuki asıl beyinsiz, sefih, yarım
akıllı olanlar kendileridir.
Mü'minler, onların düştüğü sefihliğe düşmezler.
Allah'ın verdiği akıl nurunu iyi kulanarak zararlı ve tehlikeli sonuçları tercih
etmezler. Onlar bütün sefihlerle ve onların zararlarıyla, fitneleriyle,
ifsatlarıyla mücadeleye devam ederler.
Ayrıca onlar sefihlerin ahmaklıkları yüzünden
belâya uğramamak için Hz. Musa (as) gibi dua ederler:
"Ya Rabbi içimizdeki süfehâ (sefihler) yüzünden
bizi helâk edecek misin? Bu senin imtihanından başka bir şey değildir."
(A'râf: 7/155)
[7]
[1]
Muammer Ertan, Şamil İslam Ansiklopedisi: 5/371-372.
[2]
Bakara: 2/130.
[3]
Bakara: 2/142.
[4]
En'am: 6/140.
[5]
A'raf: 7/66-67.
[6]
Nisâ: 4/5; Bakara: 2/282.
[7]
Hüseyin K. Ece, İslam'ın Temel Kavramları, Beyan Yayınları: 586-587. Ahmet
Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.Akıl İle İlgili
Veciz Sözler:
* "İnsanlara akılları ölçüsünde söz
söyleyin." (Hadis-i şerif)
* "İdrâk-ı meâlî bu küçük akla gerekmez;
Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez." (Ziya
Paşa)
* "Akla mağrûr olma Eflâtun-ı vakt olsan dahî,
Bir edîb-i kâmili gördükde tıfl-i mekteb ol."
(Nef''î)
* Aklı olmayanın dini de yoktur.
* En akıllı insan öğüt alan insandır.
* Her nimetin bir şükrü vardır. Akıl nimetinin
şükrü de düşünüp öğüt almaktır.
* İki şey var ki, asla sonuna erişilmez. İlim ve
akıl
* İlim tükenmez hazine, akıl eskimez elbisedir.
* Akıl, vücudun efendisidir.
* Akıl attır, dizgini ârif ve âlim elinde.
* Akıl ve dirâyetin ak saçlılarınki gibi; ama
yüreğin masum çocuk yüreği olsun.
* Akıl için yol birdir.
* Akıl, sağlam bir göz; Kur'an ise ışıkları her
köşeye saçılıp yayılan bir güneştir.
* Şeriat ile akıl, nur üstüne nurdur.
* Hurâfeler ve bâtıl inanışlar, zayıf
akıllıların dinidir.
* Akıl noksanlığı iki türlü olur: Biri
delilikten, öbürü câhillikten.
* Bir akıl iyidir ama, iki akıl daha iyidir.
* Akıl akıldan üstündür.
* Akıl gibi sermaye olmaz.
* Akıl olmayınca başta, ne kuruda biter ne
yaşta.
* Akıl tecrübe ile kemâl bulur.
* Akıl vezirdir, gönül padişah.
* Bir akıllının dostluğu, tüm delilerin
dostluğundan daha iyidir.
* Ey akıllı! Sakın aklın başına gelince, pişman
olacak bir sarhoşluğa düşme.
* Mecnun'la birlikte oturan akıllı, Leylâ'nın
yüzünden başka şey konuşmaz.
* Zekî, başkalarını bilendir; kendini bilen ise
akıllıdır.
* Akıllı bir kişi, düşmanından da akıl öğrenmeyi
ihmal etmez.
* Akıllı olan, başkasının kusurunu görerek
kendisininkini düzeltir.
* Aptallar, akıllılardan pek az şey öğrenirler;
ama akıllılar, aptallardan çok şey öğrenirler.
* Akıllı olan aklıyla mağrur değil; meşgul olur.
* Akıllıya "ben" yakışmaz.
* Yalnız akıllı olmayı istemek, büyük bir
deliliktir.
* İki şey akıl hafifliğini gösterir: Söyleyecek
yerde susmak, susacak yerde söylemek.
* Aklı kıt olan dilini tutamaz.
* Akıllının uzun kulakları, kısa dili vardır.
* Akıllı söylemeden düşünür, akılsız düşünmeden
söyler.
* Akıl yeryüzünden kalksa bile, hiç bir kimse
akılsız olduğuna inanmaz.
* Akılları pazara çıkarmışlar, herkes yine kendi
aklını beğenmiş almış.
* Deliler ve akıllı insanlar zararsızdır. En
tehlikeli insanlar, yarı deliler ve yarı akıllılardır.
* Akıllı düşman, akılsız dosttan yeğdir.
* Akıllı iki kere aldanmaz.
* Akıllı neyler balı, akılsız neyler malı.
* Hayatta başarılı olmak için akılsız görünmeli,
ama akıllı olmalıyız.
* Akıllı görünmeye çalışmak, olduğundan daha
akılsız görünmekten başka işe yaramaz.
* Bir soru soran adamın sorusundan, onun ne
derece akıllı olduğu anlaşılır.
* Olabilirsen başkalarından daha akıllı ol;
fakat onlara daha akıllı olduğunu söyleme!
* İnsanlar, akıllılar arasında deli; deliler
arasında akıllı olmasını bilmeli.
* Akıllı olmak da bir şey değil; önemli olan o
aklı yerinde kullanmaktır.
* Ham düşünceleri, ancak akıl pişirir.
* Aklı bol olan, zamanın kıtlığından zarar
görmez.
* Akıl ve iman ikiz kardeştir. Allah biri
olmadan diğerini kabul etmez.
* Aklına çok güvenen, akıl seviyesini aşamadığı
için, vahy ve ilhamdan mahrum kalır.
* Doğru işlemeyen akıl, keskinmiş neye yarar?
Saatin iyiliği koşmasında değil; doğru gitmesindedir.
* İman kalp sayesinde inanılan ve yaşanan, akıl
sayesinde de düşünülen ve idrak edilen bir gerçektir.
* Bir saat (kısa bir an) tefekkür (düşünmek),
bir gece nâfile ibadet etmekten daha hayırlıdır.
* Delinin yüreği ağzındadır; akıllının dili
yüreğindedir.
* "Siz onları görseydiniz deli derdiniz; onlar
sizi görseydi, müslüman demezlerdi." (Sahabeler için Hasan-ı Basrî)
* Deli dedikleri, aklın esaretinden kurtulmuş
olandır.
[1]
[1]
Ahmet Kalkan, Kur'an Kavram Tefsiri.
.AKIL EMNİYETİ
Önce "akıl nedir?" sualine cevap arayalım.
Arapça'da "hayvanı bağlamak ve tutmak" gibi mânâlara gelir.[1]
İnsanı zararlı fiillerden alıkoymak ve imsak mânâsına gelen akıl, ıstılâhi
olarak "Bilmek, anlamak, şuurlu olmak" gibi mânâlar ifade eder.[2]
Çoğulu "ukûl"dür. İnsanın zarûrî ve nazarî bütün ilimleri, akıl vasıtasıyla
kavradığı inkâr edilemez. Dikkat edilirse günümüzde akıl, "beyin" denilen
organın bir fonksiyonu gibi mütalaa edilmektedir. Halbuki İslâm uleması aklı:
"Kalpte bulunan, hak ve batılı ayırt etmede vasıta olan nurdur" şeklinde tarif
etmişlerdir. Bu tarif temelde, şu âyet-i kerimeye dayanır:
"Andolsun ki, biz cin ve ins'ten bir çoğunu
cehennem için yaratmışızdır. Onların kalpleri vardır, bununla idrak edemezler.
Gözleri vardır, bunlarla göremezler. Kulakları vardır, bunlarla işitemezler.
Onlar dört ayaklı hayvan gibidir, hatta daha sapıktırlar. Onlar gaflete
düşenlerin ta kendileridir." (A'râf:
7/179)
Bu âyet-i kerimede geçen yefkârûne biha ibaresi,
kalple alâkalıdır. Yefkârûne, ince idrak ve keskin kavrayış mânâsına gelir.
"Fıkıh" kelimesi de aynı mânâdadır.[3]
Kâfirlerin ve müşriklerin kalplerinin bulunduğu, fakat bununla idrak
edemediklerini esas alan İslâm ûleması "akıl kalpte bulunan bir nurdur" tarifini
esas almıştır. İnsanın mükellef olması, akli melekelerinin sıhhatli olmasıyla
yakından alâkalıdır.[4]
Kur'ân-ı Kerim'de: "Ey iman edenler... İçki,
kumar, (tapmaya muhsus) dikili taşlar, fal okları ancak şeytanın amelinden birer
murdardır. Onun için bunlardan kaçının ki, muradınıza eresiniz" (Maide:
5/90) buyurulmuştur.
İmam-ı Gazzalî: "Hadd-i Şürb (içki cezası)
insanların aklî melekelerini muhafaza içindir. İlâhî teklife muhatab olan akıl,
ancak bununla muhafaza edilebilir"[5]
hükmünü zikreder. Kumar'ın, tapmaya mahsus dikili taşların (brahman'ın heykeli
vs. gibi) ve fal oklarının da, insanın akli melekelerini tahrip ettiği
bilinmektedir. Çünkü bunlarla şeytanın kalbe vesvese verdiği, haber-i sadık'la
sabittir. Âyet-i kerimede bunların tamamı, şeytana has ameller olarak
nitelendirilmektedir. Akıl, kalpte bulunan bir nur olduğuna göre, şeytan bu
vasıtalarla aklı perdelemeyi esas alıyor, demektir.
Sihir, kehânet, ilm-i remil ve bunun gibi
fiillerin haram kılınması da, akıl emniyetiyle yakından alâlakalıdır.[6]
Bu noktada biraz kehânet üzerinde durmakta fayda vardır. Kehanet, kâinatın
geleceğine ait haber vermek ve esrarı (gizli sırları) bazı vasıtalarla bildiğini
iddia etmektir.
İdeolojik sistemlerin tamamı, gaibten haber
verme, geleceğe hükmetme ve istatistiklere dayanarak gizli sırlan çözmeye çok
önem verirler. Son yıllarda "Masum imam ve her sırra vâkıf mahfuz şeyh"
teorileri de, ümmet arasında yayılma temayülü göstermektedir. Bütün bunlar "akıl
emniyetine" vurulan darbelerdir. Ayrıca filozofların ve ideologların "aklı
putlaştırdığı" gerçeğini dikkate alarak, sırf onlara muhalefet niyetiyle, aklın
fonksiyonlarını iptal eden mü'minlere de rastlanmaktadır. Unutmayalım ki "ifrat"
ve "tefrit"; akıl emniyetine vurulmuş en büyük kelepçedir. Unutmayalım ki, akıl
zaruri bir vasıtadır. Ancak yeterli değildir; vahye daima muhtaçtır.[7]
[1]
İbn-i Manzur, Lisânu'l Arab, c. XI, sh. 458.
[2]
Geniş Bilgi için bkz.: İbn-i Haldûn, Şifaü's Sail li Tezbihi'l Mesail, Ist.1957,
Prof. M. Tanci neşri, sh. ıs-24.
[3]
Mehmed Vehbi Efendi, Hülasatü'I Beyan fi Tefsirû'l Kur'ân, İst.1968, c. V,
sh.1808.
[4]
Geniş bilgi için bkz.: Sava Paşa, İslâm Hukuk ve Nazariyatı Hakkında bir
Etüd, Ank.1956, c. Il, sh. 319-350. Ehliyeti tenkis ve mes'uliyeti tahfıf
eden haller izah edilirken cinnet, hafıza zaafı, küçüklük [çocukluk] ve ateh
[bunama] üzerinde durulur. Aynca sekr hâli izah edilir. Bunların tamamı
akılla ilgilidir.
[5]
İmam-ı Gazzalî, el-Mustasfa min İlmu'I-Usûl, Beyrut,1937, c.I, sh.287 vd.
[6]
Fukaha "Haram olan ilimleri"tasnif ederken, felsefe üzerinde hassasiyetle
durnıuştur. İmam-ı Gazzalî el Munkız isimli meşhur eserinde, felsefenin
mahiyetini ve filozofların küfrünü isbata gayret etmiştir. İbn-i Abidin,
Reddü'I-Muhtar isimli eserinde (İst. 1982, c. I, sh. 43 vd.) bu konu
üzerinde durur. Haram olan tefekkür değildir. Tevhidi reddedip, insanlar
üzerine hüküm koymak suretiyle, sistem kurmaya çalışmak ve kat'i nassların
zıddını isbat için demogaji yapmaktır. Günümüzdeki ideologların yaptıklan da
budur. Tefekkür ile karıştırılmamalıdır.
[7]
Yusuf Kerimoğlu, Kelimeler Kavramlar, İnkılap Yayınları: 42-44.
.AKIL HASTALIĞI
Düşünme, anlama, idrak etme; karar verme ve
tedbir alma yeteneklerindeki eksiklik.
İslâm'da kişinin yaptığından sorumlu tutulması,
akıllı olmasına bağlanmıştır. Çünkü emir ve yasakların muhâtabı akıl sahibi
kişilerdir. Kur'an-ı Kerîm'de akıldan söz eden pek çok ayet vardır. Meselâ:
"Ey akıl sahipleri, kısasta sizin için hayat
vardır, böylece korunursunuz"
(el-Bakara, 2/179).
"Siz kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği
emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz?"
(el-Bakara, 2/44).
"Ey kitap ehli, neden İbrahim hakkında
tartışıyorsunuz? Oysa Tevrat'da, İncil de ondan sonra indirilmiştir. Düşünmüyor
musunuz?" (Âlu İmrân, 3/65).
Akıl ve temyiz kabiliyeti arızalanınca, kişinin
dinî yükümlülükleri kalkar. Burada dikkat edilecek husus, tasarruf sırasında,
iyi ile kötüyü ayırdetme kabiliyetinin mevcut olup olmadığıdır. Çünkü bazı akıl
hastalıkları temyiz kudretini devamlı sûrette kaldırırken, bazı hastalıkların
temyiz gücünü kaldırması sürekli değildir. Hasta aklı başında iken yaptığı iş ve
tasarruflardan sorumludur. Meselâ, sar'alıların iki sar'a nöbeti arasındaki
zamanda aklı başındadır. Yahut uykuda gezenler, diğer zamanlarda temyiz
kudretine sahiptirler.
Akıl hastalığı yirmidört saatten fazla sürerse
namaz; ramazan ayı süresinde devam ederse oruç; bir yıl geçerse hac
ibâdetlerinden sorumluluk kalkar. İyileşince bunları kaza etmek gerekmez. Zengin
olarak bir yıl geçince de o yılın zekâtı düşer. Ancak Hanefiler dışındaki
fâkihlere göre ise zekât, mâlî bir vergi sayılır ve velîsi bunu akıl hastasının
malından verir.[1]
Akıl hastaları mal telefinden şahsen değilse de
mâlen sorumludurlar. Meydana getirdikleri zarar, mallarından tazmin edilir. Suç
işlemeleri halinde bedenî ceza uygulanmaz.[2]
[1]
el-Kâsânî, Bedâyetu's-Sanâyi', V/155.
[2]
Hamdi Döndüren, Şamil İslam Ansiklopedisi: 1/85-86.
.AKLÎ DELİL
Delîl; "Mürşid, rehber, kılavuz" anlamlarına
gelir. Istılahda ise, "bilinmeyen şeylerin bilinmesini mümkün kılan şeydir."
Veya "Kendisine iyice bakarak ve düşünerek, istenilene götüren şeydir."[1]
Delîl, bize rehberlik eder ve bir şeyin doğru
veya yanlış oluşu hakkında bizi bilgi sahibi ederek yol gösterir. Olumlu veya
olumsuz, hüküm vermemizi sağlar. Delille öğrenilen ve doğruluğu kanıtlanan şeye
"medlûl" denir.
Delîller bir bakıma, akli ve naklî (sem'î) olmak
üzere ikiye ayrılır. "Vahye ve işitmeye dayanan delîle" naklî delîl denir. Naklî
delile dînî delîl de denmektedir. Kur'an ve hadislerin bildirdikleri, naklî
delillere dâhildir. Aklı delil ise; "mukaddimeleri (önermeleri), akla dayanan
delildir. Aklî ve naklî deliller, kat'î ve zannî olmak üzere ikiye ayrılırlar.
Kesin olarak medlûlü isbât eden aklî delile burhan (ve huccet) denir. Önermeleri
kesin olmayan aklî delile de hatâbe adı verilir.
Burhan; zekî ve kültürlü insanların,
inceliklerini anlayıp yararlanabilecekleri delîl çeşididir. Meselâ: "Âlem
değişkendir, her değişken hâdistir (sonradandır)" delîli bir burhandır. Cahil ve
kültürsüz insanlar burhanı anlamaz. Burhan, münâkaşa ve münâzaralarda
geçerliliği olan bir delildir.
Hatâbî deliller ise, kafası olumsuz fikirlerle
şartlanmamış kimseleri ikna edebilen delillerdir. "Bir yerde iki yönetici olmaz"
ifadesi bir hatâbî delîl sayılır Bu tür delillerin mukaddimeleri, genellikle
doğruluğu kabul edilmiş ifâdelerdir.
[1]
el-Cüveynî, el İrşâd, Mısır, 1369/1950, 8; el-Cürcânî, et-Ta'rîfât, İstanbul
1253, 61, et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti'l-fünûn, İstanbul 1984, I, 492
.Yakiniyyat:
Kesinlik ifade eden aklî delillere yakîniyyât
denir ki, bunların altı türü vardır;
1) Bedîhiyyât:
Aklın, bir delîle ihtiyaç duymadan, apaçık bir şekilde hemen biliverdiği
bilgilerdir. Bunlara evveliyât da denir. "Bir, ikinin yarısıdır", "Bütün,
parçasından büyüktür" gibi.
2) Müşâhedât:
Aklın duyu organlarıyla verdiği hükümlerdir. "Güneş, aydınlatıcıdır", "Ateş,
yakıcıdır" gibi. Bunlara, hissiyât ve mahsûsât da denir.
3) Fıtriyyât;
Aklın, basit bir kıyâsla vardığı hükümdür. "Dört sayısı, çifttir" gibi. Bunlar,
kıyâsları beraberlerinde bulunan hükümlerdir.
4) Mücerrebât:
Aklın, müşâhedelerin tekrarı sonucunda verdiği hükümdür. "Hint yağı ishâl
edicidir" gibi.
5) Mütevâtirât:
Aklın, mütevâtir haberlere dayanarak verdiği hükümdür. "Mekke Hz. Peygamberin
doğum yeridir." gibi.
6) Hadsiyyât (sezgiler):
Aklın, mukaddimelerden süratle neticeye ulaşmasıyla varılan hükümdür. "Ay,
ışığını güneşten alır" gibi. Bunlar, zarûrî ilim ifade ederler.[1]
[1]
Sâdeddîn et-Taftâzânî, Şerhu'l-Makâsıd, Mısır (t.y.), I, 232-235; Bekir
Topaloğlu, Kelâm İlmine Giriş, İstanbul 1988, 71. Mehmet Bulut, Şamil İslam
Ansiklopedisi: 1/91.
.Zanniyat:
Kesinlik ifade etmeyen aklî delîllere de
zanniyyât denir. Bunların da altı çeşidi vardır
1) Müsellemât:
İlmî münâkaşada karşı tarafın kabul ettiği hükümlerdir. Peygamberimizin mîrâcını
inkâr eden hıristiyana karşı Hz. İsâ'nın mîrâcını delil getirmek gibi.
2) Meşhûrât:
İnsanların hepsinin veya büyük çoğunluğunun kabul ettiği hükümlerdir. "Adalet
güzeldir. Zulüm çirkindir" gibi.
3) Makbûlât:
Yalan söylemeyeceğine dair kendilerine hüsn-i zan beslenilen büyük âlimlerin ve
mürşidlerin sözleri bu kategoriye dahildir.
4) Karînelerle hüküm vermek:
Yoğun bulut görüp yağmurun yağacağını söylemek gibi.
5) Muhayyelât:
Psikolojik olarak arzu uyandırmak veya nefret ettirmek için tahayyül edilen
hükümlerdir. "Bal, iğrenç bir kusmuktur", "Şarap, akıcı bir yâkûttur" gibi.
6) Vehmiyyât:
Duyular âleminin ötesinde kalan hususlar için duyulan âlemle kıyas edilerek
verilen hükümlerdir. "Kâinâtın ötesi sonsuz bir fezâdır", "Var olan her şey
görülebilir" gibi .
Bu tür delîller, insanı kesin bilgi edinmeye
götürmeyen aklî deliller olduğundan zannî deliller adını almışlardır.[1]
[1]
el-Cürcânî, Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1286 h., 76; et-Tehânevi, Keşşâf, II,
939; Bekir Topaloğlu, a.g.e., 75. Mehmet Bulut, Şamil İslam Ansiklopedisi:
1/91.
.Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Konuyla İlgili
Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar
Hak Dini Kur'an Dili, Elmalılı Hamdi Yazır, Azim
Y. c. 1, s. 467-471; 203-207
Fî Zılâli'l-Kur'an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c.
1, s. 317-319
Hadislerle Kur'an-ı Kerim Tefsiri, İbn Kesir,
Çağrı Y. c. 3, s. 654-667
Tefsîr-i Kebir, Mefâtihu'l-Gayb, F. Râzi, Akçağ
Y. c. 4, s. 177-179
İslâm Ansiklopedisi, T. Diyanet Vakfı Y. c. 2,
s. 238-247
Şâmil İslâm Ansiklopedisi, Şâmil Y. c. 1, s.
83-85
Kur'an Ansiklopedisi, Süleyman Ateş, KUBA Y. c.
2, s. 112-125
Kur'an'da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar
Y. s. 398-400
Kur'an'da Temel Kavramlar, Cavit Yalçın, Vural
Y. s. 51-85
İslâm'ın Temel Kavramları, Hüseyin K. Ece, Beyan
Y. s. 38-40
Kelimeler Kavramlar, Yusuf Kerimoğlu, İnkılâb Y.
s. 42-44
Kur'an'da Değişim, Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-77
İhyâu Ulûmi'd-Din, İmam Gazali, Bedir Y. c. 1,
s. 209-225
Kur'anla Birlikte Düşünmek, İsmail Kazdal,
Birleşik Y. s. 33-38
İnanmak ve Yaşamak, Ercüment Özkan, Anlam Y. s.
97-113
Düşüncede Devrim, Mehmed Kürşat Atalar, Anlam Y.
s. 59-71
İslâmî Hareket ve Problemleri, M. Beşir Eryarsoy,
Buruc Y. s. 77-110
Âyetler ve Yetenekler, Necmettin Şahinler, Beyan
Y. s. 82-86
Nur'dan Kelimeler, Alâaddin Başar, Zafer Y.
I/166-176, II/30-32
Risâle-i Nur'dan Vecizeler, Şaban Döğen, Gençlik
Y. s. 30-31
Kur'anî Araştırmalar, Murteza Mutahhari, Tûba Y.
c. 1, s. 55-74
Kur'an'da Değişim Gelişim ve Kalite Kavramları,
Bayraktar Bayraklı, İFAV Y. s. 46-75
Akıl ve Din, M. Müştehir Şebüsteri, Objektif Y.
Akıl ve Gönül, Seyyid Ahmed Arvasi, Burak Y.
Akıl ve İman, Ahmed Hulûsi, Kitsan Y.
Akıl ve İtikad, İlhan Kutluer, İz Y.
Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, Mehmet
Erdoğan, Mar. Ün. İlâhiyat Fak. Y.
Akılcılık, John Cottingham, Sarmal Y.
Aklı Karışıklar İçin Klavuz, E. F. Schumacher,
İz Y.
Aklını En İyi Şekilde Kullan, Tony Buzan, Arion
Y.
İslâm'da Aklın Önemi ve Sınırı, Ahmet Yüksel
Özemre, Denge Y.
Akıl ve Gerçek, Hekimoğlu İsmail, Timaş Y.
Kur'an'a Göre Gerçek Akıl, Harun Yahya, Vural Y.
Arap-İslâm Aklının Oluşumu, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
Arap Kültürünün Akıl Yapısı, Muhammed Âbid
Câbirî, Kitabevi Y.
İslâm'da Siyasal Akıl, Muhammed Âbid Câbirî,
Kitabevi Y.
XXXXXXXXXXXXXXX
Hüsn ve Kubh Konusunda Aklın Rolü ve İmam Maturidî
Prof. Dr. Ali Bardakoğlu
Akıl; hakla bâtılı, doğruyla yanlışı, iyiyle kötüyü birbirinden ayırma adına insana bahşedilen ilâhî bir armağandır. Ruhun en önemli fakültelerinden biri olan bu ilâhî mevhibe her şeyi anlayıp kavrayamasa da belli ölçüde, birçok meseleyi idrak de ona müyesser kılınmıştır.
Hüsn ve kubh ıstılahlarıyla anılan güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük meselesi, kelâm ilminin olduğu kadar İslâm hukuk usûlünün de önemli bir konusunu teşkil eder. İslâm hukukunun ve metodolojisinin en önemli konularından birisi "şer'î hüküm" ve bu hükmün kaynağı olan "hâkim" meselesidir. Usulcüler, şer'î hükmü genellikle "İktizâ, tahyîr veya vaz' bakımından mükelleflerin fiillerine ilişkin Allah'ın hitabıdır." şeklinde tarif etmekle1 hükmün kaynağının, yani hâkimin Allah olduğunu da belirtmiş oluyorlar. Nitekim "Hüküm ancak Allaha aittir."2 "Dikkat edin hüküm O'nundur."3 âyetleri de ilk plânda bunu ifade etmektedir. Ancak, aklın şer'î hükümde bir rolü var mıdır? Gerek Şâri'nin hükümlerini idrak ve keşifte ve gerekse şer'î hüküm koymada aklın fonksiyonu ve yetki alanı nedir? İşte bu soruların başlattığı tartışma, İslâm hukuk usûlünde "hüsn ve kubh meselesi"ni doğurmuştur. Diğer ifadeyle, bu konudaki farklı görüşler, fiillerdeki hüsn ve kubhu idrak ve ispatta aklın rolü konusunda İslâm âlimleri arasındaki görüş ayrılıklarına dayanmaktadır.
Çoğunluk usulcüler hüsn ve kubhu şu üç anlamda kullanırlar:
1. İnsanın tab'ına ve yapısına uygun olan şey güzel ve iyi, aykırı olan şey ise çirkin ve kötüdür.
2. Hüsn, bir şeyin olgunluk ifade eden vasfıdır. İlim, cömertlik, cesaret gibi… Kubh ise bunun zıddı olarak bir şeyin noksanlık ifade eden vasfıdır. Bilgisizlik, cimrilik, korkaklık gibi…
3. Hüsn, yapılması övgüyü (medh) ve daha sonra da sevabı gerektiren şeydir. Kubh ise yapılması kınamayı (zemm) ve daha sonra da cezayı gerektiren şeydir. 4
Mutezile ekolü de hüsn ve kubhu benzer şekilde tarif etmektedir: Yapılması aklen övülen şey iyi, kınanan şey ise kötüdür. Gücü yeten ve bilenin yapması gereken şey iyi, yapmaması gereken şey de kötüdür.5 Diğer bir tarifte, yapılması terk edilmesine tercih edilen şey iyi, bunun zıddı ise kötüdür.6
Aklın hüsn ve kubhu, yani iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği keşf, tayin ve tespitteki rolüne gelince; hüsn ve kubhun başlangıçta zikredilen ilk iki mânâsında, daha açık bir ifadeyle insan tab'ı ile kemâl ve noksan sıfatlarının ölçü alındığı hüsn ve kubhun akliliğinde İslâm âlimleri arasında ihtilâf yoktur.7 Asıl ihtilâf noktası, yapılması övgü ve sevabı gerektiren, terk edilmesi kınama ve cezayı gerektiren neviden hüsn ve kubhun akıl ile mi yoksa din ile mi bilineceği, aklî mi yoksa şer'î mi olduğu hususudur. Bu konudaki görüşleri Mutezile, Eş'ariyye ve Mâturûdiyye ekolleri olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür.
a. Mutezile Ekolü
Mutezile ekolüne mensup İslâm âlimleri hüsn ve kubhu aklî bir hâdise olarak değerlendirmişler, isimlendirme, izah ve hatta Ehli Sünnet kaynakların aktarmasında birtakım farklılıklar bulunsa bile netice olarak, bir kısım fiillerde zatî hüsn ve kubh bulunduğunu, bizâtihî güzel ve bizâtihî çirkin olan şeylerin dinden bağımsız olarak akılla idrak edilebileceğini ileri sürmüşlerdir.
İlk kuşak Mutezîlî âlimlerden İbrahim en-Nazzâm (v.231/ 845), Ebu'l-Huzeyl el-Allâf (V.235/849) ve Muhammed el-İskâfi'ye (v.240/854) göre; hüsn ve kubh, fiillere ait birer zatî durumdur. Dinin bildirmesi olmadan da akılla idrak edilebilir. Bu konuda Nazzam şöyle der: "Allah'ın emretmesi caiz olan her masiyet nehiy sebebiyle çirkindir. Allah'ın mübah kılması caiz olmayan her masiyet ise bizâtihî çirkindir. Allah'ı tanımak ve onun hakkında aykırı bir itikada sahip olmak böyledir. Aynı şekilde Allah'ın emretmesi caiz olan her şey bu emir sebebiyle güzeldir. Fakat Allah'ın ancak emretmesi caiz olan şey ise bizâtihî güzeldir.8 Ebu'l-Kâsım el-Belhî el-Ka'bîye (v.319/931) göre, hüsn ve kubh, fiillerin zâtı ve hakiki sıfatları ile alâkalıdır.9
Kâdi Abdulcebbâr'a (v.415/1025) ve Cübbâî ekolüne göre, adalet ve zulüm, ilim ve cehalet gibi fiillerin hüsn ve kubhu zıtlarıyla değil kendiliklerinden sabittir.10 Fakat bir kısım fiillerde ise hüsn ve kubh, fiillerdeki yön ve itibarlar sebebiyledir. Çünkü bir fiil belli bir şekil ve durumda güzel olurken başka bir durumda çirkin olabilmektedir. Meselâ "secde" fiili Allah'a yapıldığında güzel, şeytana olduğunda çirkin olur.11 Ebu'l-Hüseyn el-Basri'ye, (436/1044) göre de çirkin (kabîh) tek başına çirkinliği gerektiren hakiki bir vasfı tazammun ettiği için çirkindir. Bir şeyde çirkinliğin olmayışı ise o şeyin güzel olması için yeterlidir.12 Şia' dan İmamiyye (Caferiyye) ekolüne mensup usulcülerin bu konudaki görüşleri, Mutezile büyüklerinin yukarıda aktarılan görüşlerinden pek farklı değildir.13 Özetle ifade etmek gerekirse, Mutezileye göre hüsn ve kubh, fiillerin zâtıyla, sıfatlarıyla, yön ve itibarlarıyla alâkalı bir durumdur.14
Hüsn ve kubh konusunda aklın hâkimiyetine gelince; Mutezileye göre hüsn ve kubh aklî iki durumdur. Yani Şari'nin emri dışında aklın kendisinde sabit olan birer durumdur. Akıl onları dinden bağımsız olarak idrak eder.15 Akıl, taşıdığı fayda ve zarara bakarak fiilin hüsn ve kubhuna hükmeder.16 Hüsn ve kubuh şer'in, yani Şari'nin emir ve nehyinin muktezasıdır. Güzel, güzel olduğu için emredilmiş; çirkin, çirkin olduğu için yasaklanmıştır.17 Dinin emir ve nehiyleri, hüsn ve kubhu keşfeder (açar) ve tekid eder. Yoksa ispat ve inşa etmez. Meselâ, namazın vücûbu ve zinanın haram oluşu, Şari'nin emir ve nehyi sebebiyle değil kendiliklerinden sabit iki şeydir.18
b) Eş'ariyye Ekolü
Hüsn ve kubh konusunda ikinci görüş Eş'ariyye ekolüne aittir. Ebu'l-Hasan el-Eş'arî (v.324/936) ve usulcülerin çoğunluğa göre, fiillerde Allah'ın emretmesini veya yasaklanmasını icab ettiren zatî bir hüsn ve kubh bulunmadığı gibi, fiillerin hüsn ve kubhu gerektiren bir vasıfları da yoktur. Diğer bir ifadeyle eşyada bizzat güzellik ve çirkinlik olmaz. Hüsn, Şârî'nin vücûb, nedbe ibâha şeklinde tezahür eden izniyle, kubh ise hürmet ve kerâhet şeklinde gözüken yasaklamasıyla olur. İzin verilen şey güzel, yasaklanan şey ise çirkindir. Mükelleflerin fiillerini hüsn ve kubh vasıflamanın menşei akıl değil dindir. Namaz, oruç gibi ibadetler sadece Şâri'nin emri olması cihetiyle güzel; zina, hırsızlık, haksızlıkla cana ve mala tecavüz gibi fiiller de sadece Şâri'nin nehyi olduğu için çirkindirler. Şârî'nin bu tür emir ve nehyi olmasa bunlar da güzel ve çirkin olmazlar. Diğer bir ifadeyle dînin bildirmesinden önce fiilin güzellik ve çirkinliği yoktur.19
Eş'ariyye fiilde zatî hüsn ve kubh bulunmadığını ileri sürerken şu gerekçelere dayanır: Fiillerin hüsn ve kubhunu akılla bilmek mümkün değildir. Çünkü akıllar fiillerin vasıflamasında çoğu defa ihtilâf içindedir. Birinin güzel gördüğünü bir başkası çirkin bulabilir. Akıl bir şeyin hüsn ve kubhuna hüküm verirken o şeyin içinde bulunduğu durumu genelleştirir ve devamlı zanneder. Bu sebeplerle, aklın iyi gördüğünün Allah katında da iyi olduğunu, kötü gördüğünün Allah katında da kötü olduğunu söylemek, sevap ve günahın da bu ölçüler dâhilinde terettüp edeceğini iddia etmek, zordur.20
Fiiller hakkında Allah'ın hükmünün müstakillen akılla bilinmesine imkân yoktur. Meselâ adam öldürmenin bizâtihî çirkinliği olamaz, maksat ve şartlara göre hükmü değişir. Yalan da böyledir. Meselâ, bir peygamberin yerini zâlimden gizlemek için söylenen yalan çirkin olabilir mi?21
Özetle ifade etmek gerekirse; eşyada zâti bir hüsn ve kubh bulunduğunu ileri süren Mutezile ekolü mensupları, hüsn ve kubhun tespit ve tayininde akla büyük rol vermekle kalmayıp, aklın buna göre vereceği karara uymayı da gerekli görmekte, bu ölçüyü sevap ve günahın tahakkuku için yeterli kabul etmektedir. Diğer bir ifade ile peygamberin daveti kendilerine ulaşmamış insanların, aklın iyi gördüğünü yapmalarının vâcib, kötü gördüğünü yapmalarının ise haram olduğunu, bu yolla ulaşılan bilginin uhrevî mesuliyet için yeterli olacağını ileri sürerek uç bir görüş ortaya koymuştur.
Biraz da Mutezile'nin görüşüne reaksiyon olarak gelişen Eş'ariyye ise kendilerine dinin daveti ulaşmayan kimselerin herhangi bir işi yapmak veya yapmamakla yükümlü olamayacağını, aklın böyle bir sorumluluk için yeterli olmayıp uhrevî sorumluluk için, mutlaka bir peygamberin davetinin ulaşmış olmasının gerektiğini ileri sürerler. Böylece kendilerine peygamberlerin tebliği ulaşmamış kimseleri akıllarının gereği ile sorumlu olmaktan kurtarırken, bu arada, eşyadaki hüsn ve kubhun idrakinde aklın rol ve hâkimiyetini iyice azalttığı için, yine aşırılıktan uzak olmayan ikinci bir uç görüş ileri sürmüştür.
İşte bu noktada; mutedil, orta ve makul bir yol izleyen Mâturûdiyye üçüncü bir görüşle karşımıza çıkmaktadır.
c. Mâturîdiyye Ekolü
İmam Ebû Mansûr el-Mâturîdî (v. 333/944) ve onun görüşlerini benimseyip geliştiren İslâm âlimlerinin oluşturduğu üçüncü kelâm ekolü (tarihi sıra itibariyle), Mâturîdiyye'dir. Ancak İmam Mâturîdî'nin görüşleri, Hanefî hukuk ekolünün kurucusu Ebû Hanîfe'nin (v. 150/767) görüşlerinden pek ayrı düşünülmemelidir. Ayrıca, Mâturîdiyye ekolünün de genelde Hanefî hukukçular tarafından geliştirildiği ve devam ettirildiği göz önünde bulundurulursa, Mâturîdiyye kelâm ekolünün Hanefî hukuk ekolü ile sıkı bir münasebet içinde olduğunu, böylece akla verdikleri önem ve yer itibariyle metod birliğine sahip bu iki kelâm ve fıkıh mezhebinin birbirini tamamladıkları rahatlıkla söylenebilir.
İmam Mâturîdî'ye göre hüsn ve kubh iki noktadan kaynaklanır: İnsan aklı ve insan tab'ı. Aklın güzel ve çirkin gördüğü şeyler ile tab'ın güzel ve çirkin gördüğü şeyler aynı da olabilir, çelişebilir de.22 Bir kısım şeylerin güzelliği, bir kısım eşyanın da çirkinliği akılda bedihî olarak sabittir. Akıl bunları zarûrî olarak idrak eder, emreder ve yasaklar. Meselâ; nimete şükretmenin, doğruluğun ve adaletin güzelliği, nankörlüğün, zulmün ve yalanın çirkinliği böyledir.23 Aklın güzel gördüğü durumdan duruma değişmez.24
İnsan tab'ına gelince, akıldan biraz farklıdır. Aklın güzel gördüğünü tab' çirkin görebilir. Allah'ın iradesi ve yaratması sonucu akıl ile tab' arasında böyle bir değerlendirme tezadı vardır. Bundan da gaye, insanın, aklını kullanarak imtihanı başarmasıdır. Akla göre güzel ve çirkin olan, durumdan duruma değişmediği hâlde tab'a göre belirlenen güzel ve çirkin, alışkanlık, terk vs gibi hâricî sebeplerle değişebilir.25
İmam Maturîdî hüsn ve kubhu, yukarıdaki taksime paralel olarak, mahiyeti itibariyle ikiye ayırır: Kendiliğinden güzel ve çirkin, fiilin neticeleri ve duruma göre güzel ve çirkin.26
Bu ayırımlar, gerek Mutezile'nin hüsn ve kubhu fiilin zâtı yanısıra sıfat, vecih ve itibarları ile de değerlendiren görüşün karşılaması ve gerekse sonraki devir Hanefî usulcülerin hüsn ve kubh konusunu sistemleştirmelerine kaynaklık etmesi itibariyle önemlidir.
İmam Maturîdî, Eş'ariyye ekolünün aksine akla dinden ayrı, müstakil bir önem vermiş, onu, eşyadaki hüsn ve kubhu idrak edici bir değer olarak tanıtmıştır. Nitekim İmam Mâturîdî, önemli bir eseri olan Tevilâtu Ehli's-Sünne'de A'râf Sûresi'nin 28. âyetinde geçen "fenalık" kelimesini "kötülükte haddi aşan şey" olarak, 33. âyette geçen "fenalıklar" kelimesini de "dinde ve akılda çirkinliği zâhir olan şey" olarak açıklamış, "münker"i, "aklın ve dînin iyi karşılamadığı şey" olarak tanımlamıştır.27
İmam Mâturîdî, En'âm Sûresi'nin "De ki sizin heveslerinize uymayacağım." mealindeki 56. âyetini yorumlarken, Hz. Peygamber'in (sallallahu aleyhi ve sellem) heva ve hevese uymadığını, sadece delile vahye (sem') ve aklın güzel gördüğüne uyduğunu" belirtmektedir.28 Aynı şekilde, İ. Mâturîdî "rü'yetullah" meselesiyle ilgili A'râf Sûresi'nin 143. âyetini yorumlarken ve rü'yetullahın imkânına delil getirirken, "Allah'ı görmeyi aklın ve tab'ın güzel gördüğünü" kaydetmeyi de ihmal etmemektedir.29
İmam Mâturîdî'ye ve onun adıyla anılan Mâturîdiyye ekolüne göre, hüsn ve kubh aklîdir. Eşyada bizâtihî hüsn ve kubh, fiillerde bizatihi güzellik ve çirkinlik, iyilik ve kötülük vardır. Akıl fiillerdeki özelliklere ve onlarda gördüğü fayda ve zarara bakarak, fiillerin çoğunda hüsn ve kubhu müstakillen idrak edebilir. Allah da bizzat güzel olanı yasaklamaz ve bizzat çirkin olanı emretmez. Bu noktaya kadar Maturîdiyye ekolü, Mutezile ile görüş birliği içindedir. Bazı kaynakların, fiile ait hüsn ve kubhun sübûtu konusunda Hanefîlerin aynen Mutezîlîler gibi düşündüğünü ifade etmesinin30 mânâsı budur. Fakat bu noktadan sonra Maturîdiyye, Mutezile'den ayrılır. Maturîdiyye'ye göre, aklın güzel gördüğünü emretmek de aklın çirkin gördüğünü yasaklamak da Allah'a vâcib değildir, fakat münâsiptir. Diğer bir anlatımla, Allah'ın mükelleflerin fiilleri hakkındaki hükmünün, akıllarımızın bu fiillerdeki idrak ettiği güzellik ve çirkinliğe göre olması şart değildir. Fiilin hüsn ve kubhla vasıflandırılması, Allah'ın da buna uymasını gerektirmez.31 Böyle olunca, sırf aklın ulaşacağı hüsn ve kubh ile teklif olmaz, sevap veya günah terettüp etmez. Mükelleflerin sevap ve günahla muhatap tutulması, ancak Şâri'nin bildirmesinden, yani peygamberlerin tebliğinden sonra mümkün olur.32
Ancak, Mâturîdiyye bu hükmünden Allah'a imanı hâriç tutmaktadır. İman, yani Yüce Allah'ın varlığını ve birliğini tanıma, aklın bedîhî olarak kavrayacağı bir durumdur. Bunun için de peygamberlerin tebliği ulaşmasa da kişi Allah'a imandan sorumludur. Hattâ İmam Mâturîdî, bulûğ çağına ermemiş akıl sahibi mümeyyiz küçüğün dahi, dînin hükümleri açısından olmasa bile, Allah'ı tanıma ve bilme açısından sorumlu olacağını söylemiştir. Bu aynı zamanda Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'un (v. 182/798) görüşüdür.33 Bu konuda mevcut âyet ve hadîsler de yukarıdaki fikri destekler bir yoruma tâbi tutulmaktadır.34 Şu var ki peygamberin daveti ulaşmayan kimselerin akılla Allah'ı tanımaktan sorumlu olacakları hususu, bütün Hanefîlerce benimsenmiş olmayıp Buhâralı Hanefîler, zâtî hüsn ve kubhu kabul etmekle birlikte Eş'ariyye ekolü gibi düşünmekte, bu kimselerin mesul olmayacaklarını ileri sürmektedir.35
Mâturidiyye ekolüne mensup Hanefî usulcülerin hüsn ve kubh konusunda tasnifleri şöylece özetlenebilir: Hüsn ve kubh kendi aralarında ikiye ayrılır:
a) Kendindeki bir mânâ sebebiyle güzel ve çirkin (zâtî hüsn ve kubh): İman ve adaletin güzelliği, zulüm, zina ve katlin çirkinliği gibi. Hangi dine mensup olursa olsun, hattâ hiçbir dine tâbi olmasa da bütün akıl sahipleri adaletin güzel, zulmün çirkin olduğunda müttefiktir. Akıl bunların zâtını idrak etmeseydi, böyle bir netice alınamazdı.
b) Hâricî bir mânâ sebebiyle güzel ve çirkin: Akıl bazen bir şeyin güzel veya çirkin olduğunu hâricî durumdan, o şeyin vasfından ve içinde bulunduğu şartlarından çıkarır ve öyle idrak eder. Cihâdın güzelliği, miktarı veya özelliği bilinmeyen malın satışının çirkinliği böyledir. Her iki grup hüsn ve kubhun kendi içinde alt ayırımları vardır.36 Bu tür ayırımların İslâm hukuku açısından önemi ise hüsn ve kubhun fiilin hukukî neticelerine tesirinin her grupta farklı farklı olmasıdır.
Gerçekten de Mâturîdiyye ekolünün yukarıda özetlemeye çalıştığımız bu görüşü, tercihe şayan bir görüştür. Kur'ân'da Allah'ın iyi ve güzel olanı emrettiğini, kötü ve çirkin olanı da yasakladığını gösteren, emir ve yasaktan önce güzellik ve çirkinliğin bulunduğuna işaret eden pek çok âyet vardır. Şâri'nin adaleti, iyiliği, başkalarına yardım etmeyi emredip taşkın kötülükleri ve hayâsızlığı yasaklaması, temiz şeyleri helâl kılıp murdar olanları haram kılması, bütün bu güzel yahut çirkin vasıfların dînin hükmü açıklanmadan önce de bu fiillerde mevcut olduğunu göstermektedir. Akıl zarûrî olarak bazı şeylerin güzel ve iyi, bazı şeylerin de çirkin ve kötü olduğunu idrak edebilir. Zaten akılda böyle müsait bir zemin olmasa, peygamberlerin tebliğinin benimsenmesi ve bu zeminde filizlenmesi mümkün olmazdı.
Hüsn ve kubh etrafında odaklanan bu tartışmanın, İslâm hukuk usûlü ile alâkalı bir başka tartışmayı da beraberinde getirdiğini biliyoruz. O da, aklın şer'î hükmün kaynağı olup olamayacağı meselesidir. Hakkında şer'î (dînî) hüküm bulunmayan konuda akıl hüküm kaynağı olabilir mi? Bu soruya verilen cevaplar farklı farklıdır. Mutezile'ye göre, bir meselede akıl hüsnü idrak etmişse o vâcib, kubhu idrak etmişse o haramdır. Çünkü Allah'ın hükmünün de esası fiillerdeki güzellik ve çirkinliktir. Herhangi bir meselenin hükmü Şâr'î tarafından açıklanmışsa, bizim fiildeki güzellik ve çirkinliği araştırarak akıl yoluyla bir hükme ulaşmamız gerekir. Bu itibarla, akıl müstakil bir hüküm kaynağıdır. Tabii ki Mutezile'nin bu yaklaşımı akla götürebileceğinin üstünde bir misyon yüklemektedir. Oysa ki aklın, Zat, sıfat, esma-i ilahî ve ahiret alemi gibi metafizik konularda tek başına söz söylemesi mümkün değildir.
Mâturîdiyye ekolü de dâhil, Ehli Sünnet âlimleri, hükmün yalnız Allah'a ait olduğunu bildiren âyetler37karşısında akla "hâkim" vasfını vermekten kaçınmışlar, aklı sadece idrak ve keşfedici olarak vasıflamayı tercih etmişlerdir.38 Ehli Sünnet'in ortak görüşüne göre, Şâri Allah'tır, hüküm de Allah'a aittir. Akıl hükümlerin müstakil kaynağı olamaz, belki vasıtası olur. Hakkında Şâri'nin hükmü bulunmayan konularda kıyas, istihsan, maslahat gibi delillerle verilen hükümler de esasında naslara, yani Şâri'nin bildirdiği hükümlere râcîdir. Bu anlayış tarzını, "Hükümler ancak nasstan alınır veya nassa hamledilir. Müslüman'ın karşılaştığı her olay hakkında ya nassın bağlayıcı bir hükmü veya delâleti bulunur." görüşünü savunan İmam Şafiî'de (v. 204/819) de39 veya hükümlerin nassa hamlini oldukça geniş tutan ve birçok aklî delili de bu çerçevede mütalâa eden çoğunluk usulcülerde de görüyoruz. Konu bu açıdan ele alındığında bütün kaynakları Kur'ân'a ircâ eden usulcülere hak vermek mümkündür.
Burada şöyle bir soru akla gelmekte: Hükmün ancak Allah'a ait olduğunu bildiren bu âyetler, aklın müstakil bir hüküm kaynağı olmasına, daha doğrusu böyle bir vasıflamaya engel midir? İmam Mâturîdî'nin bu âyetlerde söz konusu edilen "hükmün ancak Allaha ait olması"nı, "ulûhiyyet, rubûbiyyet ve ibâdette hükmün sadece Allah'a ait olması" şeklinde veya "yaratma hususunda hükmün Allah'a ait olması" şeklinde yorumladığını da40 bu arada belirtmek isteriz.
Netice itibariyle bütün kaynakların Kur'ân'a ircâ edilebileceği hükmünün doğruluğu yanı sıra İslâm'ın aklı müstakil bir değer olarak kabul ettiği, birçok konuyu akla, insanların fayda ve ihtiyaçlarının hakemliğine havale ettiği hükmü de doğrudur. Kur'ân'da pek çok âyet aklî muhakemeye teşvik etmekte, aklın hüküm koymadaki işlevselliğine dikkatlerimizi çekmektedir.41 O hâlde başarının ve sıkıntının kaynağı, akıl ile nakil arasında kurulacak dengede gösterilen titizlik ve katılıktır.
*29 Mayıs Üniv. İlahiyat Fak. Öğretim Üyesi
ali.bardakoglu@yeniumit.com.tr
DİPNOTLAR
1. el-Beydâvî, Abdullah b. Ömer (v.685/1286), Minhâcu'l-vusûl ilâ ilmi'l-Usûl, (Esnevî ve Bedahşi şerh ile birlikte), Nşr. Dâru'l-Kütübi'l-İlmiyye, Beyrut 1984, 1/41; İbn Abdişşekûr, Muhibbullah (1119/1707), Müselle- mu's-Sübût, (Mustafâ ile birlikte), Bulak 1324, 1/54; eş-Şevkânî, Muhammed b. Ali (v. 1250/1832) İrşâdu'l-Fuhûl, Nşr. Dâru'l-Ma'rife, Beyrut tz., s. 5. Ayrıca bkz. el-Âmidî, Ebu'l-Hasen Seyfuddîn Ali b. Ebî Ali (v. 631/ 1234, el-Ihkâm fi lisûli'l-Ahkâm, Kâhire 1967, 1/90-91.
2. K. Kerîm, el-En'âm, 6/57, Yûsuf, 12/40, 67.
3. K. Kerîm, el-En'âm, 6/63.
4. Sadruşşerîa, Ubeydullah b. Mes'ûd (v. 747/1346), et-Tavdîh, Beyrut tz., 1/172; el-Cürcânî, es-Seyyid eş-Şerîf Ali b. Muhammed (v. 816/1413), Şerhu'l-Mevâkıf, İstanbul 1311, III/146.
5. Ebu'l-Hüseyin el-Basrî, Muhammed b. Ali (v. 436/1044), el-Mu'temed, Thk. M. Hamîdullah, Dimaşk 1965, 1/364-365; et-Teftâzânî, Sa'duddîn Mes'ûd b. Ömer (v. 792/1390), et-Telvîh, Beyrut tz., 1/173; eş-Şirbînî, Abdurrahman b. Muhammed (v. 1326/1908), Takrîrât Alâ Cem'i'l-Cevâmi', (Bennâni haşiyesi ile birlikte), Mısır tz., 1/54-55.
6. Ebu'l-Hüseyn el-Basrî, 11/868.
7. Sadruşşeri'a, 1/173; el-Cürcânî, III/146-147.
8. el-Eş'arî, Ebu'l-Hasen Ali b. îsmâ'îl (v, 324/936), Makâlâtu'l-İslâmiyyîn, Thk. Muhammed Muhyiddîn Abdulhamîd, Kâhire 1950 11/43; el-Cürcânî, III/147; îbn Emîri'l-Hâcc (v. 879/1474), et-Takrîr ve't-Tahbîr, (Tahrîr ile birlikte), Bulak 1316, 11/89.
9. Kâdî Abdulcebbâr, Abdullah b. Ahmed el-Hemedânî, (v. 415/1025), Şerhu Usûli'l-Hamse, Nşr. Abdulkerîm Osmân, Kahire 1965, s. 310.
10. Kâdî Abdulcebbâr, el-Muğnî Fî Ebvâbi't-Tevhîd ve'l-Adl, Nşr. el-Müessese- tü'l-Mısrıyyetü'l-Âmme, Kahire, 1962, VI/30-31.
11. Kâdî Abdulcebbâr, Şerhu Usûli'l-Hamse, s. 310, 564.; îbn Hümâm, Kemâ- luddîn muhammed b. Abdilvâhid (v. 861/1457), et-Tahrîr, (Takrîr ile birlikte), Bulak 1316, 11/89,; el-Âraidî, 1/77.
12. el-Cürcânî, III/147; Emîr-i Pâdişâh, Muhammed Emin (v. 972/1564) Tey- sîru't-Tahrîr, Nşr. Dâru'l-Kütübi'l-îlmiyye, Beyrut tz., 11/150.
13. Bkz. el-Muzaffer, Muhammed Rızâ, Usûlu'l-Fıkh, Necef 1971, 11/216 vr.; el-Hakîm, Muhammed Takıyy, el-Usûlu'l-Âmme, Beyrut 1963, Nşr. Dâru'l-Endülüs, s. 286 vd. ; Ahmed, s. 38.
14. eş-Şevkânî, s. 6.
15. eş-Şirbînî, 1/54.
16. el-Bennânî, Abdurrahmân (v. 1197/1783), Hâşiye Alâ Cemi'l-Cevâmi; Mısır tz., 1/59.
17. el-İzmirî, Muhammed b. Veli b. Rasûl, Hâşiye Ale'l-Mir'ât, İstanbul 1309, 1/277; eş-Şirbînî, 1/55.
18. el-Cürcânî, TTT/145-146; el-Mahallî, Celâluddin Muhammed b. Ahmed (v. 864/1460), Şerhu Cemi'l-Cevâmî, (Bennânî haşiyesiyle birlikte), Mısır tz., 1/56; el-İzmirî, 1/277; eş Şirbîni, 1/55.
19. el-Âmidî, 1/87; el-Cürcânî, III/145 vd.; İbn Emîr el-Hâcc, 11/91; el-Be- dahşî, Muhammed b. Hasen (v. 922/1516), Menâhicu'l-Ukûl (Esnevî şerhi ile birlikte), 1/154.
20. el-Âmidî, 1/78; el-Ğazzâlî, 1/58-59; el-Cürcânî, III/146; el-Ensârî, 1/33 vd.
21. el-Ğazzâlî, 1/57; îbn Emîr el-Hâcc, 11/91.
22. el-Mâturîdî, Ebû Mansur Muhammed b. Muhammed (v. 333/944). Kitâbu't-Tevhîd, Nşr. Fethullah Huleyf, İstanbul 1979 (ofset), s. 170.
23. el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 178, 181, 217-218.
24. el-Mâturîdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 201, 223-224.
25.. el-Mâturdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 218, 221-224.
26. el-Mâturıdî, Kitâbu't-Tevhîd, s. 201.
27. el-Mâturîdî, Tevîlât-u Ehli's-Sünne, Kayseri Râşit Efendi Kütüphanesi, Yazma, No:47, v. 182 a, 183 a, 183 b.
28. el-Mâturîdî, Tevîlât-u Ehli's-Sünne, v. 163 b.
29. el-Mâturîdî, Tevîlât-u Ehli's-Sünne, v. 197 b.
30. İbn Hümâm, Şerhu'l-Müsâyere, İstanbul 1979 (ofset), 11/38; Molla Hüsrev, 1/277; el-Ensârî, 1/28.
31. İbn Emîr el-Hâcc, 11/91.
32. Hüsn ve kubh konusunda Eş'ariyye ve Mâturîdiyye arasındaki tartışma ve tarafların delilleri hk. bkz. el-İzmirî, 1/278 vd.
33. İbn Emîr el-Hâcc, 11/89-90; el-İzmirî, 1/278.
34. Örnek kabilinden zikretmek gerekirse; İsrâ Sûresi'nin mealen 15. âyetindeki "Biz, peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz." ifadesinde geçen "peygamber"i "akıl" ile açıklamış, âyetin hükmünü "Akıl ile bilinemeyecek (sem'î) konularda azap etmeyiz." veya "Dünyevî azap etmeyiz." şeklinde yorumlamışlardır. Aynı şekilde, "bülûğa erinceye kadar çocuktan mesuliyetin kaldırıldığını" bildiren hadîsi de (Ebû Dâvud, IV/ 559, hadis no:4402) "bulûğa ermeyen çocuğun dinin ahkâmından (şerâyi') sorumlu olmayacağı" şeklinde yorumlamışlardır. (Bkz. îbn Emîr el-Hâcc. 11/90, el-İzmirî, 1/278-279.)
35. İbn Hünıâm et-Tahrîr, 11/90.
36. eş-Şâsî, Ebû Ali Ahmed b. Muhammed (v. 320/932), Usûlu'ş-Şâsi, Nşr. Dâru'l-Kitâbi'l-Arabî Beyrut, 1982, s. 142-143; es-Serahsî, Muhammed b. Ahmed (v. 483/1090), Usûlu's-Serahsî, Nşr. Dâru'l-Ma'rife, Beyrut 1973, 1/60 vd.; Abdulazîz el-Buhârî 1/184, Sadruşşerîa, 1/191 vd.; İbn Abdişşekûr, 1/51-52.
37. K. Kerîm, el-En'âm, 6/57, 63, Yûsuf, 12/40, 67.
38. Bazı Hanefîlerin aklı, "hüsn ve kubhu mûcib" olarak tanımladıkları rivayeti de vardır. Bkz. el-İzmirî, 1/278.
39. eş-Şâfi'î, Muhammed b. Îdrîs (v. 204/819), er-Risâle, Thk. Ahmed Muhammed Şakir, Kâhire 1979, s. 477, 512; Ayrıca bkz. Ebû Zehre, Muhammed, Usûlu'l-FıJ h. (Trc. Abdulkâdir Şener, İslâm Hukuku Metodolojisi, Ankara.
40. el-Mâturîdî, Tevîlât-u Ehli's-Sünne, v. 276 a.
41. Meselâ; En'âm Suresi 74. âyette, Hz. İbrâhîm'in peygamberlik öncesi aklî muhakeme ve istidlalle toplumunun yanlışlıklarını tespit ettiği ve eleştirdiği, devamındaki âyetlerde de yine bu yolla Allah'ın varlığını tanıdığı bildirilmektedir.
.
|