|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
İmam-ı azam hazretlerinin Fıkh-ı ekber kitabının bazı bölümleri şöyledir: Tevhidin aslı, Amentü'ye inanmaktır. Kur'anda zikredilen el, yüz ve nefs gibi şeyler, keyfiyetsiz sıfatlardır. O'nun eli, kudreti veya nimetidir denilemez. Çünkü bu takdirde sıfat iptal edilmiş olur. [Bozuk fırkalar, bizzat el yüz gibi diyerek insana benzettikleri için bu sıfatları, aynen kabul ederek tevil etmenin caiz olduğunu İmam-ı Gazali hazretleri bildiriyor.] O'nun sıfatlarının hepsi, mahlukların sıfatlarından başkadır. O işitir, fakat bizim işittiğimiz gibi değil. O kadirdir, fakat bizim gücümüzün yettiği gibi değil. Biz uzuvlar ve harflerle konuşuruz. Oysaki Allah, uzuvsuz ve harfsiz konuşur. Harfler mahluktur, fakat Allah'ın kelamı mahluk değildir. Allahü teâlâ, insanları kâfir veya mümin olarak değil, bu ikisinden hali olarak yaratmış, sonra onlara emirlerini ve yasaklarını bildirmiştir. Kâfir olan; kendi fiili ile hakkı inkâr ederek küfre girmiştir. Mümin de kendi fiili ile tasdik ederek iman sahibi olmuştur. Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamın neslini, sulbünden insan şeklinde çıkarmış, Onlara akıl vermiş, hitap etmiş, imanı emredip, küfrü yasaklamıştır. Onlar da onun Rab olduğunu ikrar etmişlerdir. Bu, onların imanıdır. İşte onlar bu fıtrat üzerine doğarlar. Bundan sonra küfre sapan, bu fıtratı değiştirip bozmuş olur. İman ve tasdik eden de fıtratında sebat ve devam göstermiş olur. Peygamberlerin hepsi de küçük, büyük günah ve çirkin hallerden beridir. Fakat onların sürçme ve hataları vaki olmuştur. Eshab-ı kiramın hepsini ancak hayırla anarız. İman, iman edilmesi gereken şeyler yönünden artmaz ve eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden artar ve eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır. Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Allahü teâlânın, isim ve sıfatlarının hepsi de azamet ve fazillette eşittir, aralarında farklılık yoktur. Mirac haberi haktır. Deccal'ın, Yecüc ve Mecuc'ün ortaya çıkması, Güneş'in Batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi ve diğer kıyamet alametlerinin hepsi de haktır. Mestler üzerine meshetmek varid olan hadise göre caiz olup; mukim için bir gün bir gece, yolcu için üç gün üç gecedir. Hadis, mütevatire yakın olduğu için inkar edenin küfründen korkulur. Kişinin nasıl ibadet edeceğini öğrenmesi birçok ilimden daha efdaldir. Ehl-i kıbleden olanı tekfir etmemek [namaz kılana kâfir dememek] , kimseyi imandan uzaklaştırmamak, marufu [iyilikleri] emredip, münkerden [kötülüklerden] sakındırmak, senin için takdir olunanın mutlaka sana ulaşacağını bilmek, Eshab-ı kiramdan hiçbiri ile alakayı kesmemek, hepsini de sevmek gerekir. Günahkâr Müslümana kâfir denmez. Küfür hariç, büyük ve küçük günah işleyen, fakat tövbe etmeden mümin olarak ölen kimsenin durumu Allahın dilemesine bağlıdır. Dilerse ona cehennemde azap eder, dilerse affeder, hiç azaba uğratmaz. İmam-ı a'zam hazretleri, âlimlerle otururken biri gelip, (Bir mümin, babasını öldürse, sonra şarap içerek sarhoş olsa ve zina etse imanı gider mi?) dedi. Bunu işiten âlimlerin hepsi bu suâli sorana kızarak, (Bunu sormaya ne lüzum var? Elbette imanı gider, kâfir olur) dediler. İmam-ı a'zam hazretleri, (O kimse, çok büyük günahlar işlemişse de, yine mümindir. Günah işlemekle iman gitmez) buyurdu.
Kurban, davar [koyun, keçi], sığır [manda, inek, dana, öküz, boğa] veya deveyi, Kurban bayramının ilk üç gününde, kurban niyeti ile kesmek demektir. Kurban, vacip vazifesini yerine getirerek sevaba kavuşmak için kesilir. Mukim olan, akıllı, büluga ermiş, hür ve Müslüman erkeğin ve kadının, ihtiyaç eşyasından fazla nisâb miktarı malı veya parası varsa, Kurban bayramı için niyet ederek, belli günlerde, kurban kesmeleri vacip olur. Peygamber efendimize kurban kesmek farz idi. İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak, zekât nisâbı kadar malı veya parası bulunan Müslüman'ın kurban kesmesi vaciptir. Kurban nisâbı hesabına katılacak malın, ticaret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da gerekmez. İhtiyaç eşyaları kurban nisâbına dahil edilmez. Yani sadece aşağıda bildireceğimiz şeyleri bulunan kişinin kurban kesmesi vacip olmaz. Bunlar; bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl üç kat elbise, evde kullanılan eşya ve aletler, binecek vasıtası, meslek kitapları ve ödenecek borçlardır. İki evi olanın kurban kesmesi gerekir. Bir zengin, bir kurban aldıktan sonra, sefere çıksa ve bayramın üçüncü günü seferî olursa, o hayvanı kurban etmesi gerekmez. Bir zengin, bayram kurbanını kestirmek için birini vekil etse, kurban kesildiğinde kendisi mukim ise, vacip sevabı alır. Kendisi seferde ise, yine çok sevaba kavuşur. Zengin, bayramın birinci veya ikinci günü, kurbanını kesmeden sefere çıkarsa, bayramın üçüncü günü seferde olduğu için günaha girmiş olmaz. Bayramın birinci veya ikinci günü kurbanını kesip sefere çıkarsa, vacip sevabı alır ve üçüncü günü seferden dönse, artık kendisine tekrar kurban kesmek gerekmez. Eğer kesmeden çıkarsa, seferde kesmiş olsa bile, üçüncü günü mukim olunca, kesmesi gerekir. Üç kat elbise demek, üç ceket, üç pantolon, bir palto, üç gömlek, üç atlet, üç don ve bir kazak demektir. Bundan fazla olanlar kurban nisâbına katılır. Üç kat elbiseden fazlası eski de olsa nisâba dahil edilir. Kullanılmayan eski ev eşyaları, kurban nisâbına dahil edilir. Evlenince kullanmak üzere, nisâbı bulacak değerde, buzdolabı, dikiş makinesi, halı gibi ev eşyaları alan, fakat henüz evlenmediği için kullanmayan kimsenin kurban kesmesi vaciptir. Ticaret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, kiradaki evler, evindeki kullanılmayan fazla ev eşyası, sanat ve ticaret aletleri, ihtiyaç eşyası sayılmaz. Yani, bunlar, kurban nisâbına dahil edilir. Hepsi hesaplanınca 96 gram altın değerinde olursa, böyle kimsenin kurban kesmesi vacip olur. Kadınların altın ve gümüşten başka ziynet eşyaları, ne kadar çok olursa olsun, zekât nisâbına dahil edilmez. Fakat kurban nisâbına dahil edilir. Yani nisâbın üstünde ziynet eşyası olan kadın zengindir, kurban kesmesi vaciptir. Tabanca, teypler, kasetler, kıymetli dinî levhalar, avizeler kurban nisâbına dahil edilmez. Çünkü bunlar kullanılmaktadır. Kurban kesmenin vacip olmasında, bayramın üçüncü gününe itibar olunur. Bayramın ilk günü, zengin-fakir, mukim-misafir, akıllı-deli olmaya bakılmaz. Bayramın üçüncü günü nisaba malikse, kurban kesmek vacip olur. Bayramın ilk günü sefere çıkan, seferî iken kurban kesen, bayramın üçüncü günü memleketine gelip mukim olan zenginin, tekrar kurban kesmesi vacip olur. Fakir bir kimse, bayramın birinci veya ikinci günü, bir kurban kesse, bayramın üçüncü günü zengin olsa, bir kurban daha keser. Muteber eserlerde, sonradan gelen âlimler, "Fakir, bayramın birinci günü kurban kesse, üçüncü günü zengin olsa, tekrar kurban kesmesi gerekmez" demişlerdir.
Adak kurbanını kesmeyip, bedelini sadaka olarak vermek câiz değildir. Çünkü adağı yerine getirmek vacip olduğu için, bedeli verilmez. Eğer Kurban bayramında kesilememişse, bedeli sadaka olarak verilir. Kurban denilmemişse, adak hayvanı her zaman kesilebilir. Gecikse de, yine bedeli verilmez, kesmek gerekir. Çocuklar için akika kesmek iyi olur. Erkek çocuk için iki, kız çocuk için bir koyun kesilir. Akikayı kesmeyip bedelini fakire vermek, akika yerine geçmez. Ancak akikanın veya ölüler için kesilecek kurbanın bedeli ilim neşri ile meşgul bir vakfa verilebilir. Çünkü akika müstehabdır. Ölüler için kesilecek kurban nafiledir. İlim neşri ise farzdır. Farzın yanında, müstehab ve nafile ibadetler, denizde damla bile değildir. Bu bakımdan farzı tercih etmelidir! Malı çok olup da zekât, sadaka vermeyen kimse, sıkıntı içinde yaşar. Az da olsa, her gün sadaka vermeye alışmalı. Kendisinin veya aile fertlerinin hastalığı olan çok sadaka vermelidir! Çünkü Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Sadaka vermekle mal eksilmez) (Gizli açık çok sadaka verin ki, rızkınız bollaşsın, yardıma kavuşun ve duânız kabûl olsun) (Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin. Sadaka, her hastalığı defeder.) (Sadaka vermekte acele edin, çünkü belâ sadakayı geçemez.) İlim tahsili yapılan yerlere, gerek zekât, fıtra, adak ve akika, gerekse sadaka şeklinde yapılan yardım, insanı kazalardan, belalardan korur. Dünyada, sıhhat ve afiyet içinde bir ömür sürmeye sebep olur. Ayrıca farz olan ilim yayma sevabına kavuşulur. Böylece yardım yapan kişi, hem dünyada, hem de ahirette çok büyük nimetlere kavuşmuş olur. İlim yaymanın sevabını Peygamber efendimiz şöyle ifade buyuruyor: (Bütün ibadetlere verilen sevap, Allah yolunda savaşa verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Savaş sevabı da, emr-i mâruf ve nehy-i anilmünker sevabı [dinin emir ve yasaklarını yayma] yanında, denize nispetle bir damla su gibidir.) İhlas Vakfı, öğrenci yurtlarında binlerce üniversiteli fakir öğrenciyi ve bilhassa Türk dünyasından gelen muhtaç öğrencileri barındırmaktadır. Onların birçok ihtiyacı, hayırseverlerin yardımları ile sağlanmaktadır. İhlas Vakfı senelerdir, hayırsever vatandaşlarımızın yaptıkları yardımları, en iyi şekilde değerlendirmektedir. İhlas Vakfı, Türk Dünyası'ndan ve Anadolu'dan gelen fakir öğrencilere her türlü yardımı yapmaktadır. Azerbaycan, Türkmenistan, Çeçenistan, Başkurdistan, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan, Kırım, Doğu Türkistan ve diğer Türk topluluklarından gelen öğrencilere Türkiye'nin üniversite ve yüksek okulu olan birçok şehrinde açtığı öğrenci yurtlarında her türlü hizmeti vermektedir. 70 yıllık komünizm zulmünden kurtularak, ülkemize gelen misafir öğrencilere en iyi ev sahipliği yapan İhlas Vakfı, ülkemizin yüz akıdır. Eğitime ve devlete verdiği hizmet ve destek ile en iyi şekilde kamu hizmeti yapmaktadır. Böyle hayır kurumlarını ve ilim yuvalarını bütün hayırseverlerin her türlü imkan ile desteklemesi ve yardım etmesi, önemli bir görevdir. Dünya tarihinde vakıf medeniyetini kuran dedelerimizin torunu olarak, vakıfları ve hayır kurumlarını desteklemek, bilgili, kültürlü öğrencilerin yetişmesinde kurban vekaleti vererek katkıda bulunmak gerekir. Kurban vekaleti vermek isteyen hayırseverler, kendilerine en yakın İhlas Vakfı öğrenci yurduna giderek veya telefon ederek, kurban vekaleti verebilirler. İhlas Vakfı ile irtibat için: (0 212) 513 99 00 numaralı telefona, veya (0 212) 513 68 57 numaralı faksa başvurabilirler. Her türlü yardımın yapılacağı İhlas Vakfı hesap numarası ise, Vakıflar Bankası Nuruosmaniye Şb. (2007042)'dir. NOT: Kurban bedeli: Küçük boy 70 milyon, orta boy 90 milyon, büyük boy 110 milyon liradır.
1- Bir çocuk, bayramın üçüncü günü bülûğa erse, diğer şartlar da varsa, ona kurban kesmek vacip olur. Bir kimse de, bayramın üçüncü günü ölse, ona kurban vacip olmaz, kurban borcu ile ölmüş olmaz. 2- Baygın iken, bayramın üçüncü günü ayılanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Bayramın üçüncü günü bayılıp, güneş battıktan sonra ayılan zenginin kurban kesmesi vacip olmaz. 3- Önceleri fakir iken, üçüncü günü zengin olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Fakir bir kimse, bayramın üçüncü günü ikindiden sonra da zengin olsa, kurban kesmesi gerekir. 4- Seferî iken, bayramın üçüncü günü mukim olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Mukim iken, bayramın üçüncü günü sefere çıkanın, kurban kesmesi vacip olmaz. Daha önce kesmişse, vacip sevabı alır. Kesmemişse, sefere çıktığı için borç üzerinden düşer. 5- Esir iken, üçüncü günü hür olanın, diğer şartlar da varsa, kurban kesmesi vacip olur. Hür iken, bayramın üçüncü günü esir olup, güneş batana kadar esir kalanın kurban kesmesi vacip olmaz. Fıtra ve kurban nisâbına malik olana zengin denir. Bunun fıtra vermesi vacip olur. Mükellef ise, yani büluğa ermiş akıllı ve mukim ise, yalnız kendisi için kurban kesmek de vacip olur. Bunun zekât alması haram olur. Miras ve mehir malları, nisâb hesabına katılır. Nisâb miktarı malı teslim aldıktan bir yıl sonra yalnız o yılın zekâtı verilir. Borçlar alacaklardan ve mevcut maldan çıkarılır. Kalan alacaklar, zekâtta olduğu gibi, kurban nisâbına dahil edilir. Nisâb değerinde Mushafı, hadis, fıkıh ve diğer ilim kitapları bulunan kişi, bunları okuyorsa, nisâba dahil etmez. Okumuyorsa, okumayı bilmiyorsa, dahil eder. Çeyiz olarak alınan eşyalar, kimin ise, o kurban keser. Baba, çeyiz olarak aldığı hâlde, evlenecek çocuğuna hediye etmemişse, çeyiz hâlâ babanın malıdır. Babanın kurban kesmesi gerekir. Hediye etmişse, çocuğunun kesmesi gerekir. İhtiyaç eşyası demek; kıymetleri ne kadar çok olursa olsun, bir ev, bir aylık yiyecek, her yıl 3 kat elbise, çamaşır, evde kullanılan eşya ve aletler, hizmetçiler, binecek vasıtası, meslek kitapları ve ödeyeceği borçlarıdır. Bu eşyanın mevcut olması şart değildir. Eğer mevcut iseler, zekât, fıtra ve kurban için nisâb hesabına katılmazlar. Ticaret için olmayan, ihtiyacından artan eşya, kiradaki ev, evindeki süs eşyası, yere serili olmayan halı, kullanılmayan fazla ev eşyası, sanat ve ticaret aleti, burada ihtiyaç eşyası sayılmaz. Bunlar fıtra ve kurban için, nisâb hesabına katılır. Babanın, çocuğu için, çocuğun malından da kurban kesmesi gerekmez. Deli ile bunak, çocuk hükmündedir. Büyük çocuk ve hanımdan izinsiz, onlar adına kurban kesilmez. Tarlasından aldığı mahsûl veya tarlanın, evin, dükkânın [atölyenin, kamyonun] bir senelik kirası, ne kadar çok olursa olsun, bir yıllık ev ihtiyacını veya aylık geliri ve aldığı maaş ve ücret, aylık ihtiyacını ve kul borcunu karşılamayan kimse, imam-ı Muhammed'e göre fakirdir. Fetva da böyledir. Şeyhayn'e göre zengin sayılır. Çünkü mülkü olan tarlanın ve bu demirbaş malların değeri, ihtiyacını karşılar ve nisâb kadar da artar. Bunun kirayı her alışta, bir miktar ayırıp, biriktirerek fıtra vermesi ve kurban keserek büyük sevaba kavuşması gerekir. Böyle bir kimse, fıtra vermez ve kurban kesmezse, imam-ı Muhammed'e göre, günahtan kurtulur. Tarlasından hiç mahsûl almayan, kiraya da veremeyen kimse ve ihtiyacından fazla malı olup da, parası bulunmayan kimse, imam-ı Muhammed'e uyarak, fıtra vermez ve kurban kesmez. Verir ve keserse, ikinci ictihada göre, fıtra ve kurban sevabına kavuşur.
Kurban bayramının bulunduğu aya Zilhicce denir. 24 Şubat Cumartesi günü Zilhicce ayının birinci günüdür. Zilhicce ayının ilk on gününde yapılan ibadetlerin, iyiliklerin kıymeti çoktur. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (Hiçbir ibâdetin kıymeti, Zilhicce ayının ilk on gününde yapılanın kıymeti gibi olamaz.) (Zilhiccenin ilk günlerinde tutulan oruç, bir yıl oruç tutmaya, bir gecesini ihya etmek de Kadir gecesini ihya etmeye bedeldir.) (Zilhiccenin ilk on gecesinde yapılan amel için, 700 misli sevap verilir.) (Zilhiccenin ilk 9 gününde oruç tutan, her günü için, helal malından yüz köle azat etmiş veya Allah yolundaki mücahitlere yüz at vermiş veya Kâbe'ye kurban için yüz deve göndermiş gibi sevaba kavuşur.) (Bu on günün hayrından mahrum olan kimseye yazıklar olsun! Bilhassa dokuzuncu [Arefe] günü oruçla geçirmelidir! Onda o kadar çok hayır vardır ki, saymakla bitmez.) (Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutana, her günü için bir yıllık oruç sevabı verilir.) (Zilhiccenin ilk on günü fazilette bin güne, Arefe günü ise, on bin güne eşittir.) (Allah indinde zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerden daha kıymetlisi yoktur. Bugünlerde tesbihi, tahmidi, tehlili ve tekbiri çok söyleyin!) [Tesbih: Sübhanallah, Tahmid: Elhamdülillah, Tehlil: Lâ ilâhe illallah, Tekbir: Allahü ekber, demektir.] Peygamber efendimiz, Zilhiccenin ilk on gününde yapılan amellerin, diğer aylarda yapılan amellerden daha kıymetli olduğunu bildirince, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, Allah yolundaki cihattan da mı daha kıymetlidir) diye sual ettiler. Peygamber efendimiz, cevabında, (Evet cihattan da kıymetlidir. Ancak canını, malını esirgemeden harbe gidip şehit olan kimsenin cihâdı daha kıymetlidir.) buyurdu. Ebüdderda hazretleri de buyurdu ki: (Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutmalı, çok sadaka vermeli ve çok duâ ve istiğfar etmelidir! Çünkü Muhammed aleyhisselam, (Bu on günün hayır ve bereketinden mahrum kalan kimselere yazıklar olsun!) buyurmuştur. Zilhiccenin ilk 9 günü oruç tutanın, ömrü bereketli olur, malı çoğalır, çoluk çocuğu belâlardan muhafaza olur, günahları af olur, iyiliklerine kat kat sevap verilir, ölürken kolay can verir, kabri aydınlanır, Mizan'da sevabı ağır gelir ve cennette yüksek derecelere kavuşur. Zilhiccenin on günü içinde muhtaçlara yardım eden, Peygamberlere tazim etmiş olur. Bu on gün içinde, bir hasta ziyaret eden, Hak teâlânın dostları olan kulların hâtırını sormuş ve ziyaret etmiş gibi olur. Bu on gün içinde din ilmi meclisinde bulunan kimse, Peygamberler toplantısında bulunmuş gibi olur. Din ilmini öğrenmek kadın erkek herkese farzdır. Çocuklarına öğretmek, birinci görevdir. Her hafta saç, sakal ve bıyık tıraş etmek, tırnak kesmek, koltuk, kasık temizlemek sünnettir. İbni Âbidîn hazretleri, (Zilhicce ayının ilk on günü, bu sünnetleri geciktirmemelidir. Hadis-i şerifte, (Kurban kesecek kimse, Zilhicce ayı girince, saçını kesmesin ve tırnak kesmesin!) buyurulması, emir değildir. Bunları, kurban kesinceye kadar geciktirmek müstehabdır. Fakat daha fazla geciktirmek ve hele kırk gün uzatmak günah olur) buyurmaktadır. Görülüyor ki, kurban kesecek kimsenin, Zilhicce ayının birinci gününden, kurban kesinceye kadar, saçını, sakalını, bıyığını ve tırnağını kesmemesi müstehabdır. Fakat vacip değildir. Bunları kesmesi günah olmaz ve kurban sevabı azalmaz.
Bir sığırı veya deveyi, yedi kişiye kadar Müslüman, bâlig kimse, ortak olarak da satın alıp kesebilirler. Bunlara adak veya akika kurbanı da ortak edilebilir. Zenginin satın aldığı sığıra, sonradan ortak olmak câiz ise de mekruhtur. Fakir, bir sığırı kurban etmek için satın alsa, sonra başkalarını ortak edemez. Bir ineği, en çok 7 kişi kesebilir. Yediden fazla kişi, bir veya birden fazla, ineğe ortak olamaz. Mesela, 8 kişinin 7 sığırı ortak satın almaları câiz olmaz. Çünkü, her birinin her hayvanda hissesi vardır. Hiçbirinin hissesi yedide birden az olamaz. Bunun gibi, 10 kişinin 15 ineği, kurban etmek için, ortak satın almaları da câiz olmaz. Çünkü 10 kişi, 15 ineğin her birine onda bir oranında ortak olmuş olur. Onda bir, yedide birden azdır. Bunun gibi, 3 kişinin 9 koyunu ortak satın almaları da câiz olmaz. Çünkü 3 kişi, 9 koyunun her birine üçte bir nispetinde ortaktır. Bir koyunu ise, ancak bir kişi kesebilir. Birden fazla kişinin, bir koyunu ortak alıp, kurban olarak kesmeleri câiz olmaz. Ortakların Müslüman olmaları, kurban ve ibadete niyet etmeleri ve hisselerinin yedide birden az olmaması şarttır. Sırf eti için ortak olan varsa ve biliniyorsa, hiçbirinin kurbanı sahih olmaz. Ortakların bir kısmı ölmüş olsa, yahut bunak olsa, zararı olmaz. Ortaklardan biri mutlak nezir için giremez. Yani şu koyunu keseceğim diye adayan, bunun yerine başkasını kesemez, bir ineğe ortak olamaz. Ortaklardan biri geçen sene kesmediği kurbanı niyet etse câiz olmaz. Bir sığıra 3, 5, 7 gibi tek ortak şartı yoktur. 2, 4, 6 gibi çift de olur. Fakat her işte teke riâyet iyidir. Hadis-i şerifte, (Allah tektir, teke riâyet edeni sever. Teke riâyet edin!) buyuruldu. Eti tartarak, eşit olarak paylaşmak gerekir. Tartmadan bölüşüp helallaşmak câiz olmaz, faiz olur. Altı kişiden dördüne et ile birlikte bir bacak, beşinciye et ile birlikte derisi, altıncıya et ile birlikte başı verilirse, tartmadan paylaşmak câiz olur. Yedinciye bir şey koymak gerekmez. Yağ, sakatat ve yenilen her şey paylaşılır. Kurbanın etini eşit olarak tarttıktan sonra, paylaşmak için kura çekilir. Bir malı, ortaklar arasında taksim etmek için, kura çekmek câiz ve sünnettir. Taksim etmeden pişirip, ortaklar müşterek yeseler câizdir. Yedi kişi, kurbanlık ineği birisine teslim edip, (Kesmeye, kestirmeye, etini dilediğin gibi sarf etmeye, seni umumî vekil ettik) deseler, umumî vekil, bölüştürmeden etin tamamını da kendisi alabilir veya herhangi bir kimseye verebilir. Ortaklardan birisi kurban kesmeden ölse, hissesi mirasçılarına verilir. Mutfakları bir olan baba oğul da, kestikleri kurbanı, tartıp paylaşırlar. Yahut yukarıda bildirildiği gibi, her birine, et ile birlikte bacak veya derisi veya başı verilirse, tartmadan paylaşmak câiz olur. Kurban bayramının üçüncü günü fakir olacağını veya sefere çıkacağını bilen kimseye, birinci günü kurban kesmek vacip olmaz. Keserse vacip olarak eda etmiş olur. Fakir, bayramın ilk günü bir koyunu kestikten sonra, 3. günü zengin olsa, tekrar kesmez. 3. günü zengin olacağını bilenin de, ilk günü kurban kesmesinde mahzur yoktur. Vakit çıkmadan ölmüş olana da kurban kesmek vacip olmaz. Çünkü vaktin sonunda, kurban kesmek vacip olur. Kurban, bayramın üçüncü günü, güneş batıncaya kadar kesilebilir. Şâfiî'de, bayramın dördüncü günü de, kesmek câizdir. Cuma kılınmayan mezra denilen küçük köylerde, fecirden sonra, bayram namazından önce de kesilebilir. Gece kurban kesmek caiz ise de mekruhtur. Üzerinde birçok kimsenin vekâleti bulunan kimse, herhangi bir mazeretle bayramın üçüncü günü de kesememişse, Şâfiî'yi taklit edip dördüncü günü de kesebilir.
Kurban kesmesini bilmeyenin, başkasına kestirirken, (Allah rızası için bayram kurbanımı kesmeye seni vekil ettim) demesi ve kalben de niyet etmesi gerekir. Eğer kurbanı da başkasına aldıracaksa, kurbanı alacak kimse de, kesmeyi bilmediği için başkasına kestirecekse, (Allah rızası için bayram kurbanımı almaya, aldırmaya, kesmeye ve kestirmeye seni umumî vekil ettim) der. Bir kimse, kendisine kurban kesmesi vacip olmasa da, vekil vacip diye kesse, kurban yine sahih olur. Adak hayvanı yanlışlıkla vacip diye kesilse mahzuru olmaz. Nafile kurban da vacip diye kesilse mahzuru olmaz. Bir kimsenin kendi hayvanını başkası adına kesmesinin câiz olması için, bu kimsenin, kendi hayvanını başkasına veya onun vekiline hediye etmesi, onların da teslim alması, sonra bunu vekil ederek geri verip kestirmeleri gerekir. Başkasının hayvanını ondan habersiz, onun için kurban etmek câizdir. Başkasının hayvanını, ondan izinsiz, kendi için kurban eden, sonra kıymetini öderse, câiz olur. Sahibi kıymetini kabul etmeyip, kesilmiş hayvanı alırsa, sahibi için kurban edilmiş olur. Bir kimse, birine, kurban işimi hallet dese, vekâlet vermiş olur. Vekil de bir hayvan alıp kesebilir. Biri, benim için bir kurban al, kes dese, o kimse de, kendi parası ile alıp kesse, kurban sahih olur. Vekâleten kurban kesene, kimi çok, kimi az para verebilir. Kimi de hiç para vermeden, (Bana da bir hisse verin) diyebilir. Vekil asil gibidir. Vekil, vekâlet aldığı kimseler adına kurban keser veya kestirebilir. Daha sonra vekil, ondan para ister veya istemez. İki kurbana yetecek para veren için de iki kurban alır veya ona iki hisse verir. Yahut iyisinden bir kurban alır. Çünkü umumî vekil, tam yetkilidir. Kurban kesmeye vekil olan, zekât hariç, sahibinden ayrıca izin almadıkça veya, (İstediğini yap) diyerek umumî vekil edilmedikçe, başkasını kendine vekil yapamaz. Umumî vekil ise, başkasını, o da bir başkasını vekil yapabilir. Birden çok kişiye vekâlet vermek sahihtir. Bir işe vekil olan iki kişiden biri, tek başına yetkili olamaz. Ancak emaneti vermede, borcu ödemede, kurban kesme gibi işlerde birisi tek başına yetkili olabilir. Çünkü bu işlerde vekillerden birisinin, diğerinin görüşünü sormaya ihtiyacı yoktur. Bir kimse, kurbanını kesmek üzere dört kişiye vekalet verse, bu vekillerden biri kesince ötekilerin görüşünü almaya ihtiyaç yoktur. Derisini, evde dağarcık, mest, sofra, seccade gibi şeyler yapıp kendisi de kullanır. Derisi, eti satılırsa, parası fakire sadaka verilir. Kesene, kesme ücreti olarak da deri ve et verilmez. Necaset yiyen hayvanın etinin temiz olması için, deve 40, sığır 20, davar 10, tavuk 3, serçe 1 gün hapsedilir. Bir başka kavil ise, deve ile sığır 10, koyun 4, tavuk 3 gün hapsedilir. İki kişinin kurbanı karışırsa, her birinin kendinin sanarak kestiği, kendi kurbanı olur. Yedikten sonra helalleşirlerse, yine sahih olur. Emanet olarak bulunan hayvanı kurban etmek câiz değildir. Başkasının koyununu gasp eden veya çalan, kıymetini sonradan öderse, kurban etmesi veya satması câiz olur. Çünkü, kıymeti ödenince, gasp ettiği zaman mülkü olur. Gasbetmek günahına ayrıca tövbe gerekir. Borcu olmayan fakir, kurban keserse, çok sevap olur. Borcu varsa, önce borcunu vermelidir. Çünkü borç ödemek farzdır. Kurban nisâbına malik olmayan fakir, kendi malı olan hayvanını kurban etmeyi niyet ederse veya kurban niyeti olmayarak, hayvanı bayramda satın alıp, sonra kurban etmeyi niyet ederse, yahut kurban niyeti ile bayramdan önce satın alırsa, bunları kesmesi vacip olmaz. Keserse, nafile olur ve etinden yiyebilir ve fakirlere verdiği et sadaka olur.
Diri kurbanı veya parasını sadaka olarak vermek câiz değildir. Sadaka ederse, üçüncü günün akşamına kadar, ikincisini keser. Satın aldığı bayram kurbanını üçüncü günün akşamına kadar kesemeyen kimse, canlı olarak kendini veya kıymetini altın olarak fakirlere verir. Bayramdan sonra keser ise, etinden kendi yiyemez. Hepsini fakirlere dağıtır. Etinin kıymeti canlı kıymetinden az ise, değer farkını da sadaka verir. Satın almamış ise, orta derece bir kurban değerini fakirlere verir. Böylece, cezadan kurtulur ise de, kurban kesmek sevabına kavuşamaz. Kurbanlık hayvanları, fakirlere veya hayır kurumlarına diri olarak sadaka vermek kurban olmaz. Kesmek vaciptir. Kurbanı satın alması, kesmesi, etini dağıtması ve bunları dilediğine de yaptırması için birini vekil etmek câizdir. Sahibinin, kurbanı kesilirken, başında durması şart değildir. Kurbanını bir hayır kurumuna hediye etmek isteyen kimse, kurbanını veya parasını götürüp, bu işle vazifeli memura teslim ederken, (Allah rızası için, bayram kurbanımı satın almaya ve aldırmaya, kesmeye ve dilediğine kestirmeye, etini ve derisini dilediğine vermeye seni umumî vekil ettim) demeli. Memur, gelen veya kendi satın alacağı kurbana bir numara bağlar. Bu numarayı ve kurban sahibinin ismini deftere yazar. Kesilirken, sahiplerinin ismini söyleyerek kasapları vekil eder. Etleri dilediği kimselere ve derileri bir fakir görevliye verir. Bu fakir, derilerin kıymeti ile, nisâb miktarına malik olmadan önce, elindekileri toptan, dilediği kimseye hediye eder. Bu da satar. Paraları arzu edilen yere verilir. Fakir, kendisine verilen derileri satar veya istediği yere hediye edebilir. Kurban kesilmeden önce, yününden, sütünden istifade câiz değildir. Vaktinden önce kesip, etinden yemek ve zenginlere yedirmek de helal değildir. Bunlar fakirlere verilir. Bunun için, kurban, bayramdan önce, mesela arefe günü kesilmez. Kesilirse, bunun etinden kendi yemesi ve zenginlere yedirmesi helal olmaz. Kurbana binmek, çift sürmek, zaruretsiz kırkılmış koyunu kurban etmek ve kurban için almak mekruhtur. Fakirin kurbanı bayramdan önce doğurursa, bir kavle göre, bayramda yavrusunu da anasıyla beraber kesmek gerekir. Zenginin kurbanı bayramdan önce doğurursa, yavrusunu kesmesi gerekmez. Kurbanı kesince, hayvandan çıkan yavru diri ise, yenmesi için, ayrıca kesmek gerekir. Fakat kurban sahibi yavrunun etinden yemez, yerse kıymetini fakire sadaka olarak vermesi gerekir. Yavruyu diri olarak sadaka olarak vermek müstehabdır. Kurbanın karnından çıkan yavru, ölü ise yenmez. Kurban ölse, kaybolsa, çalınsa veya kurban etmeye mâni olan bir hâl çıksa, zengin bir tane daha alır. Fakir olanın alması gerekmez. Fakirin kurbanındaki kusur, almadan önce de olsa yine onu keser. Kaybolunca bir tane daha alınsa ve kaybolan bulunsa, zengin olan yalnız birisini, fakir olan ikisini de keser. Fakat fakir, sonra aldığını öncekine bedel olmak için niyet etse ikisinden dilediğini keser. Zengin kimsenin satın aldığı kurban kaybolsa, kaybolması ile malı nisâbdan düşerse, fakir olacağı için kurban kesmesi gerekmez. Malı, kendi ortağının elinde kaybolup da, gücü yeten kimsenin bir kurban daha alması gerekir. Adak olan hayvan kusurlu olursa, zengin de, fakir de onu keser. Adak ölürse, başka almaları gerekmez.
Kurban satın alınırken, (Bayram günü kesmesi vacip olan kurbanı almaya) diye niyet etmelidir. Bunu keserken, tekrar niyet etmesi şart değildir. Bu aldığı hayvanı kurban etmesi de şart değildir. Fakat, keseceğinin kıymeti bundan az olmamalıdır. Satın alırken, hiç niyet etmese de olur. Fakat, bunu keserken veya kesecek olanı vekil ederken niyet etmelidir. Üç ortak, farklı para verip 210 milyona bir dana alsa, ortağın ikisi 90'ar milyon, üçüncü ortak da 30 milyon verse, üçüncüye düşen para, yedide birden az olmadığı için câiz olur. Eşit para verip 3 kişi, 3 koyun alsa, kesmeden önce, (Şu koyun senin, şu onun, şu da benim) diyerek paylaşsalar caiz olur. Kurban pahalı ise, gaben-i fâhiş ile pahalı olarak almak gerekmez. Bazı yerlerde kurbanlık hayvan alırken, satıcı, (Hayvanı kesip et hâline getirdikten sonra kilosunu şu fiyattan veriyorum. Sen hayvanı seç, bayramda gelirsin, eti kaç kilo gelirse, parasını verirsin) diyor. Canlı olarak tartıp satanlar da vardır. Bu şekilde kurbanlık alınmaz. Canlı olarak tartıp, (Bu hayvana şu kadar para vereceksin) denirse, sahih olur.Kurban nasıl kesilir? Önce diz boyu çukur kazılır. Kurbanın gözleri tülbent ile bağlanır. Kıbleye dönük olarak sol yanı üzerine yatırılır. Boğazı çukurun kenarına getirilir. İki ön ve bir arka ayakları, uçlarından bir araya bağlanır. Üç kere bayram tekbiri okunur. Sonra (Bismillahi Allahü ekber) diyerek, sığır veya davarın boğazının herhangi bir yerinden kesilir. (Bismillahi) derken, (h)yi belli etmek gerekir. Belli edince, Allahü teâlânın ismi olduğunu düşünmek lazım olmaz. (h)yi açıkça belli etmezse, Allahü teâlânın ismini söylediğini düşünmek gerekir. Bunu da düşünmezse, hayvan leş olur, yenmez. Sadece Bismillahi veya Bismillahirrahmânirrahîm, yahut Lâ ilâhe illallahü demek de câizdir. Fakat evlâ olanı, (Bismillahi Allahü ekber) demektir. Hayvanın boğazında (yemek borusu, hava borusu ve iki yanda birer kan damarı vardır. Bu dört damardan üçü bir anda kesilmelidir. Kurban kesildikten sonra, konuşmadan iki rekât nafile namaz kılıp, (Allahümme inne salâtî ve nüsükî ve mahyâye ve memâtî lillahi Rabbil-âlemîne lâ şerîke lehü ve bi zâlike ümirtü ve ene evvelül-müslimîn, Allahümme hazâ minke ve leke ve ileyke Allahümme takabbelhü minnî kemâ tekabbelte min İbrahime aleyhisselâmü bi fadlike ve cûdike yâ Ekremel-ekremîn.) diye dua eder. Sonra da dileğini ister. Bu durumda istenen şeye kavuşulacağını Fahr-i âlem efendimiz bildirmiştir. Ehl-i kitabın [Gerçek Hıristiyan veya Yahûdinin] kestiği de yenir. Fakat ehl-i kitaba kurban kestirmek mekruhtur. Dilsiz ve sünnetsizin hayvan kesmesi de mekruh, solağın sol eli ile kesmesi caizdir. Besmele çekilince hemen kesmek şarttır. Besmele çektikten sonra, bıçağı bilerse Besmeleyi tekrar etmesi gerekir. Besmele çektikten sonra, hayvan yerinden kalkarsa, yatırdığı zaman tekrar Besmele çekmesi gerekir. Fakat bir kelime söylemek, bir lokma yemek ve bir yudum su içmek gibi az bir ara vermenin zararı yoktur. Besmele çektikten sonra, elindeki bıçağı bırakıp, başka bir bıçak alsa, Besmeleyi tekrar çekmesi gerekmez. Fakat bir hayvan için Besmele çektikten sonra, onu bırakıp başka bir hayvan kesecek olsa, Besmeleyi tekrar çekmesi gerekir. Arka arkaya birkaç hayvanı boğazlayacak kişinin, hepsi için ayrı ayrı Besmele çekmesi gerekir. Fakat hayvanları, üst üste yatırıp kesecek olsa, bir Besmele kâfîdir. Bir hayvanı iki kişi kesse, ikisinin de Besmele çekmesi gerekir. Besmele unutulursa zararı olmaz. Kasten Besmelesiz kesmek haramdır. Şâfiî'de ise yemek borusu ile nefes borusu kesilirse kâfidir. Ancak gırtlak düğümü baş tarafında kalmalıdır! Gırtlak düğümünün tamamı vücut tarafında kalırsa, kesilen hayvan yenmez. Bilhassa bu hususa dikkat etmek gerekir.
Kurban kesemeyen kimse, ölürken, bıraktığı maldan kendi için kurban kesilmesini, vârisine vasiyet ederse, vasiyet edilen kurban, bayram günleri kesilir. Adak olduğu için bunun etinden, kesen kimse, fakir olsa da yiyemez. Etinin hepsini fakirlere vermesi gerekir. Vasiyet etmemiş ölü için, vârisi veya başkaları, her zaman kendi malından hayvan kesip, sevabını o kimseye hediye edebilir. Sevabı, kesenin olur. Ölüye de hediye edilir. Bunların etinden, kesen de yiyebilir. Kurban, ölü için değil, yalnız Allah rızası için kesilir. Kesilen kurbanın sevabı ölülere veya dirilere gönderilebilir. Farz olsun, nafile olsun, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, sevabı, ölü, diri herkese hediye edilebilir. Namaz, oruç, hac, umre, sadaka, Kur'ân-ı kerim okumak, evliyanın kabrini ziyaret, kurban gibi ibadetlerin sevapları başkasına hediye edilebilir. Hediye edenin kendi sevabından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevabı erişir. Yani sevap, hediye edilen kimselere, taksim edilmeden, her birine bütünü kadar erişir. Her ibadetin sevabı, Resulullah efendimizin mübarek ruhuna da gönderilebilir. İbni Ömer hazretleri, Peygamber efendimiz için umre yapmıştır. İbnis-Serrâc, Resulullah efendimiz için on bin hatim okumuş, mübarek ruhu için kurban kesmişti. Şu hâlde, her mümin yaptığı ibadetlerin sevaplarını, başta Resulullah olmak üzere, ana-babasına ve bütün Müslümanlara hediye etmelidir! Sevabı hepsine de gider. Kendi sevabından da bir şey eksilmez. Kurban; deve, sığır veya davardan olur, başka hayvandan kurban olmaz. Vahşî ve ehlî [evcil] olan hayvandan doğan bir hayvanda, itibar anasınadır. Eğer ana ehlî ise, kurban olur; değilse olmaz. İki hayvandan, eti çok olanı iyidir. Koyunun erkeği ve beyazı siyahından çok olanı, keçinin dişisi daha sevaptır. Kıymetleri eşit ise, koyun kesmek, sığır kesmekten daha sevaptır. Koyunun, keçinin bir yaşını, sığırın iki, devenin beş yaşını geçmiş olması gerekir. Altı ayını geçmiş kuzu iri ve semiz ise, câiz olur. Enenmiş [burulmuş], enenmemiş olandan daha iyidir. Çünkü kısırlaştırılan koçlar, daha yağlı ve etleri de daha lezzetli olur. Peygamber efendimiz, kısırlaştırılmış bir koç kurban etmiştir. Boynuzu kırık veya boynuzsuz olan, kurban olur. Kulakta ekserisi kesilip ayrılmasa, asılı kalsa kerâhetle câizdir. Yarıdan azı kesik olsa kurban olur. Kulağı enine veyahut uzununa yarık olsa kurban olur. Kulağın yırtık olması tenzihen mekruhtur. Burnunun hükmü de kulak gibidir. Kulağı veya kuyruğu küçük olarak doğan ve uyuz olan hayvan kurban olur. Sürüsünden ayrılan ve otlamayacak kadar deli olan hayvan kurban olmaz. Bir gözünde görmeye mâni olmayan perde bulunan hayvanı kurban etmek câizdir. Kurbanlık, kesilme yerine getirilirken, tepinir ve bir ayağı kırılır; sonra da kesilirse, câiz olur. Kurbanlık hayvanın dişlerinin ekserisi olsa, mekruh olmakla beraber câizdir. Eğer dişsiz olup, karnını, dişli hayvan gibi yayılıp doyurursa, câiz olur. Husyeleri küçük, doğurması yakın, kurt kuyruklu, iri gözlü, tüyü dökülen hayvanı kurban etmek mekruhtur. Merinosun küçükken kuyrukları kesiliyor. Kesilmezse Merinostan da kurban olur. Bir gözü görmeyen, topal olup yürüyemeyen, dişlerinin yarısı yok olan, gözünün, kulağının veya kuyruğunun çoğu, bir ayağı kesilmiş olan, çok zayıf olan, ölmek üzere olan hasta hayvan kurban olmaz. Burnu veya dili kesik veya ekserisi yok olan hayvan kurban olmaz. Davarın memesinden biri, sığırda ikisi kesik olsa, kurban olmaz, fakat yavrusunu emzirebiliyorsa, olur. İki kulağı kesik, biri kökten kesik, kuyruğu kesik; doğuştan kulağının biri veya ikisi olmayan hayvan kurban olmaz. Terviye, Arefe gününden bir önceki güne denir. O gün oruç tutmak iyidir. Hadis-i şerifte, (Terviye günü oruç tutan ve günah söz söylemeyen Müslüman cennete girer.) buyuruldu.
Kıymetli geceye kendinden sonra gelen günün ismi verilir. Fakat Arefe ve Kurban bayramının üç gecesi böyle değildir. Bu dört gece, bugünleri takip eden gecelerdir. Arefe, yalnız Zilhiccenin 9. günüdür. Başka güne Arefe denmez. Arefe günü sabah namazından, Kurban bayramının dördüncü günü ikindi namazına kadar, erkek-kadın herkesin, cemaatle kılsın, yalnız kılsın, 23 vakit farz namazda selam verir vermez, (Allahümme entesselam...) demeden önce, bir kere, vacip olan teşrik tekbirini söylemeli; yani, (Allahü ekber, Allahü ekber. Lâ ilâhe illallahü vallahü ekber, Allahü ekber ve lillahil-hamd) demelidir. Camiden çıktıktan veya konuştuktan sonra, artık okumak gerekmez. Bugün tutulan oruç, bin gün nafile oruca bedeldir. Ayrıca geçmiş ve gelecek yılda yapılan tövbelerin kabul olmasına da sebep olur. Oruç tutmak her zaman iyidir. Arefe günü oruç tutmak da çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Arefe günü oruç tutana, Âdem aleyhisselamdan, Sûr'a üfürülünceye kadar yaşamış bütün insanların sayısının iki katı kadar sevap yazılır.) (Oruçlunun uykusu ibadet, susması tesbih, duâsı makbul ve günahı affolmuştur. Ameline de kat kat sevap verilir.) (Arefe günü tutulan oruç, bin gün [nafile] oruca bedeldir.) (Aşûre günü orucu bir yıllık, Arefe günü orucu da, iki yıllık [nafile] oruca bedeldir.) (Arefede tutulan oruç, iki bin köle azat etmeye, iki bin deve kurban kesmeye ve Allah yolunda cihâd için verilen iki bin ata bedeldir.) (Arefe günü [Besmele ile] bin İhlâs okuyanın günahları affedilir ve duâsı kabul olur.) (Arefe günü tutulan oruç, biri geçmiş, biri de, gelecek yılın günahlarına kefaret olur.) [Bu oruç, geçmiş ve gelecek yılda yapılan tövbelerin kabul olmasına yarar.] (Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allahın kıymet verdiği bir gündür.) (Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) (Şeytan, Arefe gününden başka bir günde daha zelil, rezil, hakir ve kinli görülmez.) (Allahü teâlâ, Arefe günü, zerre kadar imanı olanı affeder.) (Rahmet kapıları dört gece açılır. O gecelerde yapılan duâ, reddolmaz. Fıtr ve Kurban bayramının birinci gecesi, Berât ve Arefe gecesi.) Dua için bugünü fırsat bilmeli! Hadis-i şerifte, (Duânın faziletlisi, Arefe günü yapılanıdır.) buyuruldu. Çok değerli bir gün olduğu için, Arefe gününü ibadetle, Allahı anmakla ve tefekkürle geçirmeye, insanlara iyilik etmeye çalışmalıdır! Peygamber efendimiz, (Arefe gününe hürmet edin! Arefe, Allahü teâlânın kıymet verdiği bir gündür.) buyurdu. Hürmet etmek, günah işlememekle olur. Hadis-i şerifte, (Arefe günü, kulağına, gözüne ve diline sahip olan mağfiret olur.) buyuruldu. Kulağına sahip olmak, haram olan şeyleri dinlememek demektir. Eğer biz istemeden kulağımıza gelmişse, bize günah olmaz. Gözüne sahip olmak da, haram olan şeylere bakmamak ve mubah olarak baktığı şeylerden ibret almak demektir. Diline sahip olmak ise, yalan söylememek, gıybet etmemek, kötü söz söylememek, hatta boş şey konuşmamak, kimseyi dili ile incitmemek demektir. Bunlara riayet eden Arefe gününü değerlendirmiş olur. Arefe gecesini de değerlendirmelidir. Hadis-i şerifte, (Arefe gecesi ibadet eden, cehennemden azat olur.) buyuruldu.
Kurban nisâbına malik olanın kurban kesmesi vaciptir. Zaruretsiz kurban kesmemek günah olur. Kurban kesmesi vacip iken, içindekilerin kurban kesmediği ev, inleyerek, sahibine beddua edip, "Kurban kesmediğin gibi cenab-ı Allah sana iyilik yapmayı nasip etmesin" der. O ev, o yıl belalara düçâr kalır. Kurban kesenin evi ise, memnun olur, sahibine hayır dua eder. Bu bakımdan kurban kesmeyi bir nimet bilmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cimrilerin en kötüsü, [vacip iken] kurban kesmeyendir) (Hâli vakti yerinde olup da kurban kesmeyen, namaz kıldığımız yere gelmesin!) (Kurbanın her parçasına ve postunun her kılına sevap verilir.) (Sırat'ta sizin binekleriniz olan kurbanlarınız semiz olsun.) (Kurbanın kılı sayısınca sevap vardır. Her damla kanı kadar mükâfat vardır. Bunlar mizanınıza konacaktır. Müjdeler olsun!) (Kurbanlarınızı, isteyerek gönül hoşluğu ile kesin! Kurbanın kanı, boynuzu, yünü, her şeyi kıyamette sevap olarak kendi mizanına konur.) (Sevap umarak kurban kesen, cehennemden korunmuş olur.) (Kurbanı seve seve kesin, onunla nefsinizi temizleyin! Kurban bayramında yapılan amellerden akraba ziyareti hariç, Allahü teâlâ katında kurban kesmekten daha kıymetlisi yoktur. Daha kanı yere düşmeden, Allahü teâlâ, onu muhafaza eder. ) (Kesilen kurbanın akan ilk kan damlası ile günahların affedilir.) (Kurban, kıyamette, eti ve kanı ile 70 kat büyüyüp mizana konur.) Kurban kesen, kendini cehennemden azat etmiş olur. Resulullah efendimiz, iki kurban keserdi. Biri kendisi için, biri de ümmeti için idi. Kestiği iki kurban için, (Biri kendim ve evlatlarım için, biri de kurban kesemeyen ümmetim için) buyurdu. Resulullah için de kurban kesmek müstehabdır ve çok sevaptır. Resulullah efendimiz, Veda Haccı'na giderken yüz kurbanlık deve götürdü. 63'ünü kendi kesti. Sonra bıçağı Hz. Ali'ye verdi. Geri kalanı o kesti. Böylece 63 yıl yaşayacağına işaret etmiş oldu. Peygamber efendimiz için kurban keserken, Allah rızası için kurban kesmeye ve sevabını Resulullah efendimize hediye etmeye diye niyet edilir. Bir kimse, biri adak, biri akika, biri vacip olan bayram kurbanı, biri nafile, biri ölü için, biri de Peygamber efendimiz için kurban kesmek istese, bir inek alıp kesebilir. Hayatının nimetine şükür olarak kesmeyi düşünerek alınan hayvanı kesmek vacip olur. Temel atılırken veya yeni bir araba alınınca, Allah rızası için kesilmesi düşünülerek alınan hayvan da adak olur, eti fakirlere verilir. Başıma gelecek belâlardan kurtulmak niyetiyle, Allah rızası için bir koyun keseceğim demek de adak olur. Hanefî mezhebinde olduğu gibi, Şâfii mezhebinde de, akika kurbanı, çocuk nimetine karşılık, Allahü teâlâya şükretmek için hayvan kesmektir. Akika, çocukları belalardan, hastalıklardan korur. Yaşlı kimse, kendisi için de kesebilir. Peygamber efendimiz de, kendisi için akika kesmiştir. Bunun için hangi mezhepten olursa olsun, herkesin akika kesmesi çok iyi olur. Hacca giderek, orada 15 günden fazla kalan kimseye, mukim olduğu için, kurban kesmek vacip olur. Bayram kurbanını kestirmek üzere telefonla Türkiye'deki bir yakınına vekâlet verip kestirebilir. Fakat şükür kurbanını Harem'de kesmesi gerekir, vekâletle Türkiye'de kestiremez. Mukim bir zengin, seferdeki bir vekile kurban kestirse, vacip sevabı alır. Sefere çıkarken kurbanını kesmek için birini vekil eden zengin, gittiği yerde mukim olsa, vekilin kestiği hayvan, vacip kurban olur. Çünkü zengin mukimdir ve vekâletle istediği şehirde kestirebilir.
İnsanların bütün işleri, adet-i ilahiyye içinde meydana gelir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara ikram olmak için, adetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratır. Bunlar enbiyadan meydana gelirse Mucize, evliyadan meydana gelirse Keramet, diğer müminlerden meydana gelirse Firaset, fâsıklardan meydana gelirse İstidraç, kâfirlerden zuhur ederse Sihir denir. Kur'an-ı kerimde birçok mucize ve keramet bildirilmiştir. Mesela: Hz. Davüd'ün elinde demir, hamur gibi yumuşardı. (Sebe 10), Cinler, kuşlar ve rüzgar Hz. Süleyman'ın emrinde idi. Erimiş bakır sel gibi aktı. (Sebe 12, Neml 17), Dağlar ve kuşlar Hz. Davüd'e boyun eğdi. (Enbiya 79), Hz. İbrahim'i ateş yakmadı. (Enbiya 69), Hz. İbrahim'in kestiği dört kuş dirildi. (Bekara 260), Hz. Yunus'u balık yuttuğu halde, zarar gelmeden kurtuldu. (Saffat 139-145), Hz. Musa'nın asası yılan olup, sihirbazların sihrini bozarak, gösterdikleri şeyleri yuttu (Taha 69, [Kâfirlerin sihir ile harika şeyler yaptığı bu ayetten de anlaşılmaktadır.], Hz. İsa beşikte iken konuştu. Elindeki çamurdan şekle üfleyince, canlı kuş oldu. Körleri iyi etti. Ölüleri diriltti. (Maide 110, A. İmran 49), Hz. Hızır'ın harikası, sepetteki pişmiş ölü balık canlandı. (Kehf 86) [Bazı âlimlere göre Hz. Hızır, nebi değil velîdir. Velî ise, gösterdiği harikalar mucize değil keramettir.], Ay ikiye ayrılınca, kâfirler, Resulullah için (Bize sihir yaptı) dediler. (Kamer 1,2), Resulullah, Mescid-i Aksa'ya ve bilinmeyen yerlere bir anda gidip geldi. Mirac hadisesi. (İsra 1), Vezir, Belkıs'ın tahtını göz açıp kapayıncaya kadar Hz. Süleyman'a getirdi. (Neml 40) [Hz. Süleyman'ın veziri peygamber olmadığı hâlde, bu kerameti göstermiştir.] Peygamberlerin, elinde meydana gelen mucizelerin yaratıcısı da Allahü teâlâdır. (Hz. İsa, ölüleri diriltirdi.) demekle ona yaratıcılık vasfı verilmiş olmuyor. Yine Allah yaratıyor. Nitekim, Allahü teâlâ, peygamberlerine verdiği mucizeleri bildirdikten sonra (Bunları yapan biziz) buyuruyor. (Enbiya 79) Cin suresinin son ayetlerinin tefsirinde (Allahü teâlâ bazı gaipleri, gizli sırları peygamberlerine bildirir, onların gaipten haber vermeleri mucizedir.) buyuruluyor. İslâm âlimleri de buyuruyor ki: Evliyanın kerameti, Peygamberin mucizelerinin devamıdır. (Şevahid-ün-nübüvve) Evliyayı inkar etmek, dinin bir hükmünü inkar etmek gibi küfürdür. (Hadika) Kalblerden geçenleri haber vermesi gibi evliyanın, kerameti sayılamayacak kadar çoktur. (İhya) (Falanca peygamber veya falanca velî, ölmüş tavuğu diriltti.) demekle, o nebi veya velîye yaratıcılık isnat edilmiş olmuyor. Sağ veya ölü bir velînin yardım etmesi de, yine Allahın izni ile oluyor. Şu meşhur menkıbeyi bilen çoktur: Ebu Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkışınca benden yardım isteyin) buyurur. Yolda talebelerini, eşkıya yakalar. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya duâ ederler; fakat kurtulamazlar. Bir talebe (Ya Ebel Hasan, imdat!) der. O talebeyi eşkıya göremez. Diğerlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce hocalarına, (Biz Allahtan yardım istediğimiz halde soyulduk. Ama şu arkadaş, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?) derler. O da, (Allahü teâlâ günahkârların duâsını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duâsını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, (Ya Rabbi bu talebemi kurtar) dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece duâ ettim. Kurtaran Allah idi.) dedi. (Tezkiret-ül-evliya)
Selefi görüşlü bazı kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir demek küfürdür. Çünkü insana yaratıcılık vasfı verilmiş olur. Bunun için peygamberin veya evliyanın kabrini ziyaret edip onlardan şefaat istemek, onların hürmetine dua etmek şirktir) diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar Eshabı kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir etmişlerdir. Buharî'deki hadis-i şerifte, Benî İsrailden gaibi bilen, keramet sahibi zatların bulunduğu ve bu ümmetten de Hz. Ömer'in onlar gibi keramet sahibi bir zat olduğu bildirilmektedir. Hz. Âdem, çok duâ etti ise de kabul olmadı. Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için duâ edince duâsı kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem, Habibimin ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım.) buyurdu. (Beyhekî) Hülasat-ül-kelam'da Resulullahı ve evliyayı vesile ederek duâ etmenin caiz olduğu bildiriliyor. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace] (Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, "Ey Allahın kulları bana yardım edin!" desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberânî] (Hayvanı kaçan, "Ey Allahın kulları bana yardım edin, Allah da size acısın" desin!) [Hısn-ül hasin] (Halil-ür-rahman gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar, suya kavuşulur, yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların yerine yeni birisi gelmedikçe, içlerinden biri ölmez.) [Taberânî] Selefi görüşlü bazı kimseler, (Eğer Peygamberin, evliyanın yardım etmeye gücü yetseydi, Müslümanlar dünyada perişan olmazdı." diyorlar. Peygamberin, evliyanın gücünden şüphelendikleri için böyle diyorlar. Biz Allahü teâlânın gücünün sonsuz olduğunda ve Onun peygamberlerine ve evliyasına verdiği güçlerden hiç şüphe etmiyoruz. Allah, her şeye gücü yettiği hâlde, niye Müslümanlar böyle perişan? (Allahın gücü yetseydi, Müslümanlar perişan olmazdı.) diyemeyeceklerine göre, Allahın yardım etmeyişinin de elbette sebepleri vardır. Evliyanın, peygamberin yardım etmesi de ancak Allahın izni ile olur. O izin vermezse nasıl yardım edebilir? O izin verince de kim mani olabilir? Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Âdem aleyhisselamı ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile kılmıştır. Âdem aleyhisselamı yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi. Fakat ana babayı vesile kılmıştır. Onun adeti böyledir. Onun için Kur'an-ı kerimde, (Allaha yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. (Maide 35) Hadika'da (Ölülerden, ruhlardan bir şeyi isterken, yani sebeplere yapışırken; bu işleri sebeplerin değil, Allahü teâlânın yaptığına inanmalı.) buyuruluyor. Sebebe yapışan kimse, dileğini Allahü teâlâdan bekliyor. Allahü teâlâdan çocuk isteyen kimsenin, sebeplere yapışması, yani evlenmesi gerekir. Evlenmeden (Ya Rabbi bana çocuk ver.) denmez. Sebeplere yapışarak duâ etmelidir!
Ölü, işitir ve yardım eder...
Müslüman ölü de, kafir ölü de işitir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve rızklandırılmaktadır.) [Al-i İmran 169] (Allah yolunda öldürülenler diridir, ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154] Şehidlerden üstün olan peygamberler de, elbette diridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî] (Tanıdığının kabrine uğrayıp selam vereni ölü tanır, ona cevap verir.) [İ. Ebiddünya] (Ölü kabre konurken, onların ayak seslerini işitir.) [Buharî] (Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ. Ebiddünya] Peygamber, şehid ve Müslüman her ölü işittiği gibi, kâfir olan ölü de işitir. Çünkü ruh ölmez. Peygamber efendimiz, Bedir'de bir çukura gömülü olan müşriklerin yanına varıp (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hz. Ömer, (Ya Resulallah leşlere mi söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz.) [Buharî] (Sen ölüye işittiremezsin) âyetinde, diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölü kalblileri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) buyurulduktan sonra, ancak iman edenlere işittirebileceği bildiriliyor. (Rum 52, 53) Fatır suresinin (Diri ile ölü [mümin ile kâfir] bir olmaz. Allah dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin [imana kavuşturamazsın]) mealindeki 22. ayet-i kerimesinde de, kâfirler, ölülere benzetilmiştir. (Beydavi) (Sen ölülere işittiremezsin, ancak ayetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyurulup, kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak müminlerin işitecekleri bildirildi. (Neml 80, 81) (Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür) buyurulup, hakkı görmedikleri için kâfirlere kör denildiği bildiriliyor. (Hac 46) Ayrıca 2/18, 5/ 71, 6/ 50, 7/ 64, 10/ 42, 11/24, 13/16, 17/72, 27/ 66, 41/ 17, 43/40 ve daha başka ayet-i kerimelerde, kâfirler ölüye benzetilmiş, onların kör, sağır ve dilsiz oldukları yani hakkı görmedikleri, işitmedikleri, söylemedikleri dolayısıyla hidayete kavuşmadıkları bildirilmektedir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi) Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. (Deylemi) Hz. Mevlana da, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu. Mektubat-ı Dehlevi'de (Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Canan'ın kabrine gidin! Ondan hasıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur.) buyuruldu. İbni Kemalpaşazade'nin Hadis-i erbain'deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin.) ve Deylemî'nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir. (M. Nasihat)
Hz. Lokman, Davüd aleyhisselam zamanında yaşadı. Habeşli bir köle iken azat olup, yüksek mertebelere kavuştu. Allahü teâlâ, ona hikmet ile peygamberlikten hangisini istediğini sordu. O da hikmeti istedi. (Hikmeti niçin istedin?) dediler. (Allahü teâlâ, peygamberlik verdiği kimseyi muhayyer kılmaz. Beni muhayyer kılması, hikmeti tercih etmeme mecbur etti.) buyurdu. Kur'an-ı kerimde (Allaha şükret diye Lokmana hikmet verdik.) buyuruldu. (Lokman 12) [Hikmet, eşyanın mahiyetini, vasfını ve özelliğini bilmek demektir.] (Bu dereceye nasıl eriştin) dediler. (Doğru konuşmak, emanete riayet ve faydasız sözü terk etmekle.) buyurdu. (Saadetin alameti nedir?) dediler, (Sıdk, edep, hilm ve emanete riayettir.) buyurdu. (Edep, asalet, mal ve ilimden hangisi daha üstün) dediler. (Edep asaletten, ilim maldan hayırlıdır.) buyurdu. Oğluna öğütleri Ey oğlum, âlimlere karşı öğünmek, akılsızlarla tartışmak ve gösteriş yapmak için ilim öğrenme! Dünya deniz gibidir. Çok kimse boğulmuştur. Gemin takva, yükün iman, hâlin tevekkül olursa kurtulursun. Horoz senden daha akıllı olmasın! O, her sabah zikrederken, sen uykuda olma. İnsanlara nasihat ederken kendini unutma! Muma benzeme. Mum aydınlatırken, kendini yakıp eritir. Yalandan çok sakın! Çünkü dinini bozar ve insanlar yanında mürüvvetini azaltır. Bununla değerini ve makamını kaybedersin. Hep üzüntülü olma, kalbini dertli kılma. İnsanların elinde olana tamah etmekten sakın. Kazaya razı ol ve Allahü teâlânın sana verdiği rızka kanaat et. Dünya geçici ve kısadır. Dünya hayatı ise azın azıdır. Bunun da azı kalmış, çoğu geçmiştir. Tövbeyi yarına bırakma, ölüm ansızın gelip yakalar. Sükut eden pişman olmaz. Söz gümüş ise sükut altındır. Âlimlerle otur, hikmet sahiplerinin sözlerini dinle! Allahü teâlâ, bahar yağmuru ile toprağa hayat verdiği gibi, ölü kalbleri hikmet nurları ile diriltir. Ölümden şüphen varsa, yatıp uyuma. Uyumak zorunda kaldığın gibi, ölüme de mahkumsun. Dirilmekten de şüphen varsa, uyanma hiç. Uykudan uyandığın gibi öldükten sonra da dirileceksin. Yoksulluktan korun. Yoksul düşenin dini ve aklı zayıflar ve mürüvveti kaybolur. Borç yükü altında ezilmektense, taş taşımayı tercih et. Yapacağın işi, daha önce bunu denemiş, tecrübeli kimselere danış! Çünkü onlar, kendilerine pahalıya mal olmuş doğru görüşleri sana bedava verirler. Çalış, kazan! Çalışmayıp muhtaç olanın dini ve aklı noksandır. Hikmet, bize lazım olmayan şeyin üzerinde durmamak ve gizli şeyleri araştırmamaktır. En iyi haslet dindar olmaktır. Bu haslet iki olursa, dindarlık ve mal sahibi olmak. Üç olursa, dindarlık, mal ve hayâ. Dört olursa, dindarlık, mal, hayâ ve güzel ahlâk. Beş olursa, dindarlık, mal, hayâ, güzel ahlâk ve cömertliktir.
Peygamber efendimizin ırkı
Muhammed aleyhisselam, Arap'tır. Arap, güzel demektir. Meselâ, lisan-ı Arap, güzel dil demektir. Coğrafyada Arap demek, Arabistan Yarımadası'nda doğup büyüyen ve onların kanından olan kimse demektir. Peygamberimizin akrabasını, Arapları sevmek ve saymak ibâdettir. Onları her Müslüman sever. Anadolu'ya misafir gelen esmer fellahlar ve zenciler; saygı gösterilsin diye kendilerini, Arap diye tanıttırmış. Anadolu'nun temiz, saf Müslümanları da Arap'a olan hürmetlerinden dolayı, bunları sevmişlerdir. Çünkü, dinimizde siyah, beyaz ayırımı yoktur. Siyah bir Müslüman beyaz bir kâfirden çok üstün, çok daha kıymetlidir. Siyah olmak, imanın şerefini azaltmaz. Resulullahın çok sevdiği Hz. Üsame ve Bilâl-i Habeşî hazretleri siyah idi. Ebû Leheb ve Ebû Cehil kâfirleri beyaz idi. Allahü teâlâ insanın rengine değil, îman ve takvasına kıymet vermektedir. Siyahların, esmerlerin kendilerini Arap olarak tanıtmaları, İslâm düşmanlarının işlerine yaradı. Bu düşmanlar, siyah insanları, aşağı ve iğrenç olarak tanıttılar, köle olarak kullandılar. Arap'ı siyah olarak tanıtmaya, böylece Müslümanları Peygamberimizden soğutmaya uğraştılar. Siyah resimlere, kara köpeklere, resmin negatif filmine Arap dediler. Arap saçı, Arap sabunu, Kara Fatma böceği gibi uydurma isimlerle Arap milletini kötülediler. Aşağıda Peygamber efendimizi öven hadis-i şerifler ayrıca Arap milletinin de üstünlüğünü göstermektedir. (Her asırdaki insanların en iyilerinden dünyaya getirildim.) [Buharî] (Allah, İsmail aleyhisselamın soyundan Kureyş'i seçti, Kureyş'ten de, Haşimoğulları'nı sevdi. Onlardan da, beni süzüp seçti.) [Müslim] (Allah, beni insanların en iyilerinden vücuda getirdi.) [Tirmizî] (Allahü teâlâ, Arabistan'daki seçilmişler arasından beni seçti.) [Taberânî] (Ensarı müminden başkası sevmez, münafıktan başkası da buğzetmez.) [Buharî] (Arap'ı sevmek imandan, onlara buğz etmek küfürdür. [İ. Neccâr] (Bana buğz eden dinden çıkar, Arap'a buğzeden, bana buğz etmiş olur.) [Hâkim] (Şu üç şey için Arap'ı sevin: Ben Arap'ım, Kur'an Arapça, cennet dili de Arapçadır.) [Hâkim] Şimdi gerçek Arap çok azalmıştır. Çoğu Asya'ya cihada gitmiş, bir daha dönmemiştir. Arap bu kadar övüldüğü halde, ırkçılık yapanların cehenneme gideceği de bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte, (Arap, ırkçılık yüzünden sorgusuz sualsiz cehenneme atılır.) buyurulmuştur. (Ebu Ya'la) Kâfir olan bir Arap, Müslüman Fransız'dan üstün olamaz. Böyle bir ırkçılık dinimize aykırıdır. Dinimizde ırkçılık yoktur. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah indinde en üstününüz, takvada en ileri olanınızdır.) [Hucurat- 13] Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Rabbiniz bir olduğu gibi, babalarınız, dininiz ve Peygamberiniz de birdir. Arap'ın Acem'e, [Arap olmayana] Acem'in Arap'a üstünlüğü olmadığı gibi, kırmızının karaya, karanın kırmızıya üstünlüğü yoktur. Hiçbir milletin diğerine üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takva iledir.) [İbni Neccar] (Allahü teâlâ, cahiliyet övünmelerini sizden kaldırdı. Hepiniz Âdem aleyhisselamın evlatlarısınız. Âdem ise topraktan yaratılmıştır.) [Tirmizî] (Irkçılık yapan, ırkçılık için savaşan ve ırkçılık uğrunda ölen, bizden değildir.) [Ebu Dâvud]
Dişin içi mi üstü mü yıkanır?
Bir radyoda adamın birisi, diş dolgusu hakkında konuşuyor, hiçbir kitabı esas almıyordu. (Diş dolgusu gusle mani değildir. Çünkü vücudun içini değil, dışını yıkamak gerektiği gibi, dişin de içini değil, dış yüzünü yıkamak gerekir. Diş dolgusunun altını yıkamak gerekmez) diyordu. Çok hayret ettim. Ahir zamanda kimlere söz hakkı veriliyor. Dişin içini yıkayan kim, dişin içi yıkanır mı? İnsanın bir parmağı kesilse kesilen yer vücudun dışı olur, kesik yer yıkanmazsa abdest de gusül de olmaz. İnsanın bileğinin üstünden kolu kesilse, kesilen yer, artık vücudun dışı olmuş olur. Kesik yer yıkanmazsa abdest de gusül de olmaz. Diş de böyledir. Dişin yarısı kırılsa, kırılan yer, vücudun dışı sayılır. Dış kısmını da gusülde yıkamak farzdır. Fıkıh kitaplarında buyuruluyor ki: Dişler arasında yemek artığı, katılaşmış ise, gusle mani olur. (Halebi, Kadıhan) Diş çukurundaki şey, katı olup, altına su geçmez ise, guslü caiz olmaz. (Dürr-ül-muhtar, Tahtavi) Altından diş yaptırmak caiz olduğu gibi, gümüş yüzük takmak da caizdir. Fakat yüzük dar olup altına su geçirmezse, guslü sahih olmaz. Guslün veya abdestin sahih olması için dar olan yüzüğü oynatarak altına suyu ulaştırmak gerekir. Diş dolgusunun altına su ulaşmıyor diye dişleri sökmek gerekmez. Gusülde ağzın içini yıkamak farz değil diyen Maliki veya Şafiî'ye uyulur. Bazı cahiller, (Diş doldurtmadan önce abdest al, daha sonra üstünü mesh et) diyorlar. Dinimizde mesh, yalnız ayaklara giyilen meste yapılır. Dişler mesh edilmez. Abdest aldıktan sonra tırnaklarına oje süren kadının, abdesti bozulunca, ojenin üstünü mesh edemez. Dolgu, yaraya benzetilemez. Yaranın üstüne konan sargı mesh edilir. Fakat yara iyi olunca, sargıya mesh etmek caiz olmaz. Bu sargıyı kaldırmakta bir güçlük olursa, sargıyı çıkarıncaya kadar altını yıkamak gerekmez. Çünkü bunda zaruret vardır. Yani yarayı tedavi etmek, eski haline getirmek için konulmuştur. Dolgu ise, dişi tedavi etmez, eski haline getirmez. Oyuk dişin o haliyle bir müddet daha kullanılmasını sağlar. Eğer dolgu, dişi tedavi etseydi, yani dişin çürüğünü kaldırıp eski haline, sağlam diş haline getirseydi, sargı gibi zaruret olurdu. İttihatçıların mason şeyhülislamları hariç, Osmanlı âlimlerinin hiçbirisi böyle yanlış bir kıyas yapmamış ve diş dolgusu gusle mani olmaz dememiştir. Kur'an-ı kerimin çok yerinde, Resulullaha uymamız, onun hadisi şerifleri ile amel etmemiz emrediliyor. Onun sözlerinin vahy olduğu bildiriliyor. (Nisa 13, Haşr 7) Ayrıca, bilmiyorsak âlimlere sormamız emrediliyor. (Nahl 43) Peygamber efendimiz de, âlimlerin peygamberlerin varisleri olduğunu bildiriyor. (Ebu Nuaym) Yalnız Kur'an diyerek dinimizdeki dört delili inkâr eden, mezhep imamlarını ve diğer âlimleri kötüleyen, sadece kendi sözlerinin senet, diğer âlimlerin ictihadlarının hurafe olduğunu söyleyen zındıklar türemiştir. Bunlar ortaya çıkınca ne yapılması gerektiği hadis-i şerifte şöyle bildiriliyor: (Bid'atler yayılır, sonra gelenler, önceki âlimleri cahillikle suçlarsa, doğruyu bilenler herkese bildirsin. Bildirmezse, Kur'an-ı kerimi gizlemiş olur.) [İbni Asakir] Bu türedilerden biri, yüzlerce İslâm âliminin kitabından alınarak hazırlanan kıymetli bir kitap için, (İşte bu ilmihal hurafelerle doludur. Bir örnek, "dolgu dişi olanın Hanefi'de guslü olmaz" yazılı.) diyor, milleti cünüp gezdirmek istiyor. Türedilere itibar etmemeli asırlardır gelen İslam âlimlerine uymalıdır.
Tefviz şiirinin açıklaması
Tefviz, her şeyin Allahın takdiri ile olduğuna inanmak, işlerini Ona havale etmek, Onu kendine vekil edip, Ona güvenmek, Ondan gelene güzelce sabretmek demektir. Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretlerinin tefviz şiiri şöyle başlıyor: Hak şerleri hayreyler / Zannetme ki gayreyler. Şiirin açıklaması şöyledir: 1- Allahü teâlânın; kötü işin neticesini hayra çevirdiği çok görülmüştür. Arif olan bunu kolayca anlar. Kur'an-ı kerimde (Hoşlanmadığınız bir şey, belki de sizin için hayırlıdır.) buyuruluyor. Bir örnek: Hudeybiye anlaşmasına göre, bir kâfir Müslüman olursa, Müslümanlar bunu aralarına alamayacaklar, fakat Müslüman olduktan sonra tekrar kâfir [mürted] olanı ise, müşrikler tekrar saflarına alacaktı. Görünüşte bu anlaşma Müslümanların aleyhine idi. Peygamber efendimiz, neticeyi peygamberlik nûru ile görüp imzaladı. Anlaşma Müslümanların lehine neticelendi, müşrikler, anlaşmayı bozmak zorunda kaldılar. İnsan, bir işin sonucunun iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Hayır sanılan çok şey, şerle; şer sanılanı çok şey de, hayırla neticelenebilir. 2- Tevekkül edip, işlerini Allaha havale eden ve sonucu sabırla bekleyen, rahat eder. Tevekkül; değiştirilmesi insan gücünün dışında olan acı olayların, ezelde takdir edildiğini bilip, üzülmemek. Tevekkül, dinimizin bildirdiği sebeplere yapıştıktan sonra neticeyi sebeplerden değil, sebepleri yaratandan beklemektir. 3- Her şey takdirledir. Tedbir takdiri bozamaz. Tedbirli ol, fakat tedbirine güvenme! 4- Merhametle yaratan, bol rızk veren Hak teâlâ, tevekkül edenin her işini en iyi şekilde yapar. 5- Hacetleri bitiren Allaha yalvar, Ondan kaçma! Nefsine uyup başkasına el açma! 6- İlle de şu iş şöyle olsun deme! Eğer o iş, istemediğin şekilde olmuşsa, hiç üzülme, takdire razı ol! 7- Boş yere üzülme, her iş Hak'tandır. 8- Allahü teâlânın her işi düzgündür, aklımız almasa da hepsi uygundur. 9- İşini Hakka bırak, uzağı yakın, yakını eder ırak, 10- Onun işinde hata olmaz. Onun emrine uymayan yanar. 11- Bu işler niye böyle deme. Bunlar her zaman böyle. Mühim olan işin sonudur. 12- Nefsine uyup da, hiç kimseyi hor görme, kalbini kırma! 13- Müminde hile olmaz, fitne çıkarmaz. Ondan zarar gelmez. 14- Onu vekil edip kadere razı olarak güzel sabretmek hoş, bundan gayrisi boş. 15- Allahü teâlâ, kendisini anana, imdat diyene yardım eder. 16- Çaresize yazdırır ferman, bulunur derde derman, köle iken olur sultan. 17- Kah ağlatır, kah güldürür. Yaşatır veya öldürür. Yaratmakla yorulmaz, hikmetinden sorulmaz. 18- Nimet verir ve alır, zarar ve fayda verir. 19- Kalbleri değiştirir, kimini susuz bırakır, kimine kevser içirir, herkesi değişik bir imtihandan geçirir. 20- Kimini sevip sevdirir. 21- Kimini renkli, kimini renksiz, kimini gamlı, kimini gamsız yapar. 22- Az yiyip içen az uyur, hantallıktan kurtulur, zihni açılır, rahmet saçılır. 23- Herkesle gezme, dostunu üzme. 24- Maziyi bırak, istikbale de dalma, hep bugünü de düşünme! 25- Tembelliği söküp at, Allahı eyle hep yad, rıza-i Haktır maksat. 26- Kötüdür gaflet, agâh ol gayet, arayan bulur Mevlâyı elbet. 27- Her sözden öğüt al, her şeydeki güzelliği gör. 28- Allahın ihsanı olarak sonsuz kurtuluşu müjdeleyen işaret çoktur. 29- Söyleyene değil, söyletene bak, ibret al, olma ahmak. 30- Hakkın rızasına kavuşmalı, edep ve güzel ahlâklı olmalı.
Peygamber efendimizin kendiliğinden emrettiği veya yaptığı ibâdetlere Sünnet denir. Sünnet ikiye ayrılır: Sünnet-i hüda: Ezan okumak, cemaatle namaz kılmak gibi İslâm dininin şiarı olan müekked sünnetlerdir, başka dinlerde yoktur. Sünnet-i zevaid: Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin, ibâdet olarak değil de, giyiniş şekli, iyi şeyleri yapmaya sağdan başlaması gibi adet olarak devamlı yaptığı şeylere denir. Zevaid sünnetleri terk etmek mekruh değildir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Peygamber efendimizin böyle adet olarak yaptığı şeyleri yapmamak bid'at değildir. Bunları yapıp yapmamak, ülkelerin ve insanların adetlerine bağlı olup, dinî hükümler değildir. Her ülkenin adeti başka başkadır. Hatta bir ülkenin adeti zamanla değişir. Bununla beraber, adete bağlı şeylerde de, Resulullaha uymak, dünya ve ahirette insana çok şey kazandırır ve çeşitli saadetlere yol açar.) Sünnet kelimesinin dinimizde üç manası vardır. (Kitap ve Sünnet) ifadesindeki sünnet, hadis-i şerifler demektir. (Farz ve Sünnet) ifadesindeki sünnet, Peygamber efendimizin emri demektir. Sünnet, yalnız olarak kullanılınca İslâmiyet demektir. Bu sünnete uyanlara (Ehl-i sünnet) denir. Teke riayet etmek, yani bir şey yaparken 1, 3, 5, 7 gibi tek sayıda yapmak sünnettir. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, teke riayet edeni sever) buyuruldu. İmam-ı Rabbanî hazretleri, Mevlana Salih'e bahçeden birkaç karanfil getirmesini emretti. Onun, altı tane karanfil getirdiğini görünce buyurdu ki: (Bizim en aşağı talebemiz, en azından (Allahü teâlâ tektir, teke riayet edeni sever) hadis-i şerifini bilir. Teke riayet müstehaptır. İnsanlar müstehabı ne zannediyorlar? Müstehap, Allahü teâlânın sevdiği şeydir. Eğer dünya ve ahireti Allahü teâlânın sevdiği bir şey için verseler, hiçbir şey vermemiş olurlar.) Mübarek, şerefli ve temiz işleri yaparken sağdan başlamak müstehaptır. Bunlara Sünnet-i zevaid denir. Ayakkabı, gömlek giyerken, saç tararken, misvak kullanırken, tırnak keserken, el, ayak yıkarken, mescide girerken, heladan çıkarken, sadaka verirken, yemek yerken, su içerken sağdan başlanır. Bunların zıttı olanları yaparken, mesela ayakkabı çıkarırken, taharetlenirken, sümkürürken soldan başlamak müstehaptır. Özürsüz, kasten bunların tersini yapmak tenzihi mekruhtur. Bir hadis-i şerifte de, (Allah sağdan başlamayı sever.) buyuruluyor. Sünnet, yalnız olarak kullanılınca İslâmiyet anlamına gelir, bu sünnete uyanlara Ehl-i sünnet denir, diye nakletmiştik. Şeyhulislâm İbni Kemal Paşazade hazretleri, (Sünnetimi terk edene şefaatim haram oldu.) hadis-i şerifini açıklarken buyuruyor ki: Bu hadis-i şerifteki sünnet, İslâmiyet demektir. Çünkü mümin, büyük günah işlese de şefaatten mahrum kalmaz. Nitekim hadis-i şerifte, (Ümmetimden, büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim.) buyuruldu. (Ebu Dâvud) Görüldüğü gibi Ehl-i sünnet olan, günahı ne kadar çok olsa da şefaate kavuşur, Ehl-i bid'at olan ise, şefaate kavuşamaz. Bunun için her Müslüman Ehl-i sünnet itikadını öğrenmelidir. Sünnete uymayanlar, hadis-i şeriflere önem vermeyenler çoğaldı. Halbuki Resule uyan, Allaha uymuş olur. Kur'an-ı kerimde (Resule itaat eden, Allaha itaat etmiş olur) buyuruluyor. (Nisa 80) Resulünün emri, kendi emrinden ayrı değildir. Onun için Kur'an-ı kerimde (Peygamber size neyi verdiyse onu alın, neyi yasak ettiyse ondan sakının!) buyuruluyor. (Haşr 7) Peygamber efendimiz de, (Farz borcu olanın nafileleri kabul olmaz) buyuruyor. (Fütuh-ül gayb)
Şam'da yetişen âlimlerin en büyüklerinden, velî. Osmanlıların en meşhur fıkıh âlimlerindendir. 1784'te Şam'da doğdu. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin sohbeti ile şereflenmiştir. Küçük yaşta Kur'ân-ı kerîmi ezberledi. Bir müddet babası ile birlikte, ticaretle meşgul oldu. Bu sırada bir taraftan da Kur'ân-ı kerimi okumaya devam ediyordu. Fen ve sosyal ilimlerin yanı sıra; tefsîr, hadîs ve fıkıh ilimlerini de öğrendi. Hocası Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinin tavsiyesi üzerine, Şafii mezhebinden, Hanefî mezhebine geçti. Daha 17 yaşındayken, fıkıh kitapları üzerine haşiye ve şerhlerle açıklamalar yaptı. Kıymetli eserler yazmaya başladı. Fıkıh ilminde olduğu gibi, hadîs ilminde de mahir idi. Şam'da bulunan muhaddis Kuzberî hazretlerinden icazet aldı. İlim dallarında o kadar yükseldi ki, daha hocaları hayattayken büyük bir şöhrete kavuştu. Zahir ilimlerini öğrendikten sonra, kelam ve tasavvuf ilimlerini de zamanın en büyük âlimi ve tasavvuf ehli, Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerinden öğrendi. Onun mübarek sohbeti ile kemâle geldi. İbni Abidîn hazretlerinin dîne uymaktaki halleri meşhurdur. Haram, mekruh ve şüphelilerden kesinlikle uzak durur, mubahları çok az kullanır, ibadetlerinde sünnetlere, müstehaplara, edeplere uymakta son derece titiz davranırdı. Beş vakit namazda; ettehiyyatüyü okurken, sağ tarafa selam verirken Resûlullah efendimizi baş gözü ile görürdü. Göremediği zaman o namazı yeniden kılardı. Bir gece rüyada Hz. Osman'ın vefat ettiğini ve Cami-i Emevî'de namazını kendisinin kıldırdığını gördü. Sabahleyin hocası Mevlana Halid-i Bağdadî hazretlerine bu rüyayı anlatınca, o da; "Allahü teâlâ bilir ki, ben yakında vefat ederim, sen benim cenaze namazımı Câmi-i Emevî'de kıldırırsın. Çünkü ben, Hz. Osman'ın torunlarındanım." buyurdu. Aradan birkaç gün geçince hocası vefat etti. Namazını İbni Abidîn hazretleri kıldırdı. 1836'da 54 yaşında Şam'da vefat etti. Çok kitap yazdı. En meşhûr eseri Redd-ül-Muhtar isimli kitabıdır. Bilhassa bu eseriyle tanınmıştır. Bu kitabı, Dürr-ül-Muhtar kitabına yaptığı beş ciltlik haşiyesidir. Bu haşiye, İbni Abidîn ismiyle meşhûr olmuştur. Tam İlmihal Seadet-i Ebediyye kitabının büyük kısmı bu kıymetli eserden, yani İbni Abidin'den alınmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadî hazretleri kendisine yazdığı bir mektupta, (Her sözü senet olan büyük âlim Mevlana Muhammed Emîn Abidîn'e en güzel duâlarımı ve en latîf övgülerimi bildiririm. Yazdığınız pek kıymetli eserlerle İslâm âlemine yaptığınız büyük hizmet için, pek çok duâlara mazhar oldunuz.) buyurmaktadır. Dört mezhebin inceliklerine vakıf, derin âlim, kâmil velî Seyyid Abdülhakîm efendi hazretleri; "Hanefî mezhebindeki fıkıh kitaplarının en kıymetlisi, en faydalısı İbni Abidîn'dir. Her sözü delîl, her hükmü senettir." buyurdu. Seadet-i Ebediyye bu bakımdan da, çok kıymetli eserdir.
Ümmetimin ışığı olacaktır"
Peygamber efendimiz, İmâm-ı a'zam hazretlerinin geleceğini birkaç hadis-i şerifle haber vermiştir. Diyâ-i manevî, Mevduat-ül-ulûm, Hayrat-ül-hisân, Mirât-i kâinat ve Dürr-ül-muhtar'da yazılı olan hadis-i şerifte, (Ebû Hanîfe ümmetimin ışığı olacaktır.) buyuruldu. Dün hayatını bildirdiğimiz hadis ilminde de icazeti bulunan büyük fıkıh alimi seyyid İbni Âbidin hazretleri, bu hadisi şerifin sahih olduğunu bildirmektedir. Bu hadis-i şerif, büyük âlim Ebülleys-i Semerkandî hazretlerinin Mukaddime kitabında ve bunun şerhi Tekaddüme kitabında da yazılmıştır. Gaznevî'nin Mukaddime adındaki fıkıh kitabının önsözünde İmâm-ı a'zam'ı öven hadis-i şerifler yazılıdır. Bunun şerhi olan Diyâ-i manevî kitabında kâdı Ebülbekâ hazretleri, (İbni Cevzî, bu hadise mevdu demiş ise de, bu sözü taassuptur. Çünkü bu hadis, çeşitli yollardan gelmiştir.) buyuruyor. Hayrat-ül-hisan kitabını müellifi İbni Hacer-i Mekki hazretleri, Şâfiî fukahasının büyüklerindendir. Şafii olmasına rağmen, mezhepsizlerin dediği gibi, mezhep taassubu olsaydı, Hanefi mezhebinin kurucusu hakkındaki hadisi şerifleri kitabına almazdı. Mevduat-ül-ulûm kitabının sahibi Taşköprü Zade, Ahmed bin Mustafâ, Osmanlı âlimlerindendir. Şakâik-i Numâniyye tarih kitabı ile Miftah-üs-seâde kitabı meşhurdur. Oğlu Kemaleddîn Muhammed, Miftâh-üs-seâde kitabını Türkçeye tercüme ederek Mevduat-ül ulûm ismini vermiştir. Mirât-ı kâinat kitabının sahibi Nişancı Zade, Muhammed bin Ahmed bin Muhammed bin Ramazan, Edirne kadısı idi. Mirât-ı kâinat kitabı meşhurdur. Dürr-ül-muhtar kitabının sahibi Alaüddin Haskefi, Şam müftîsi idi. Bunun Dürr-ül-muhtar kitabına İbni Âbidîn, Burhaneddin İbrahim bin Mustafa Halebî ve Ahmed Tahtâvî kıymetli hâşiyeler yapmışlardır. Bu âlimlerin doğruluğunu tasdik ettiği hadis-i şeriflere uydurma demek büyük bir insafsızlıktır. Hanefilere göre, deniz haşaratı yenmez, diğer üç mezhebe göre yenir. Hanefi, diğer üç mezhebe sizin ictihadınız yanlış diyemediği gibi, üç mezhep de, Hanefi'ye sizinki yanlış diyemez. Bir hadise bir âlim mevdu derken, öteki sahih diyebilir. Bu âlimler, birbirine dil uzatmaz. Hadis ilminde müctehid bir âlim, bazı âlimlerin sahih dediği bir hadise mevdu diyebilir. Müctehidin böyle demesi; bu hadis, Peygamber efendimizin sözü değildir" anlamında değildir. Bu hadis benim usulüme göre hadis değildir demektir. Farklı ictihadlar da böyledir. Bana göre doğrusu bu der, fakat farklı ictihadda bulunan müctehide dil uzatmaz. Bazı kimseler, âlimin birisi, bir hadise mevdu dese, sanki bütün âlimlerce o hadis mevdu imiş gibi, o hadise hemen uydurma damgasını vuruyorlar. Halbuki hiçbir Ehl-i sünnet âliminin kitabında uydurma hadis olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dil uzatmamalı ve onların kitaplarında uydurma hadis var sanmamalıdır. İslâm âlimleri, hadis uydurmanın ve uydurulmuş hadisi nakletmenin vebalinin büyüklüğünü bildikleri için, kitaplarına uydurma hadis almazlar. Çünkü hadis-i şerifte, (Benden duyduğunuz ayet ve hadisi tebliğ edin! Benî İsrailden bildirdiklerimi de söyleyin! Yalnız bana bilerek yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın!) buyuruluyor. (Buharî)
Peygamber efendimiz zamanında münâfıkların, fitne ve fesât yuvası ve silâh deposu olarak kullandıkları ve Kuba denilen yerde yaptırdıkları bir mescittir. Cahilin biri, bir kitap yazarak, (Allah camilerin yıkılmasını emrediyor, Peygamber de yıktırdı. Bugünkü camiler, mescitler geleneğe dayanan bir bidattir.) diyor. Bu çok cahilce bir iddiadır. Peygamber efendimizin Medine'ye hicretinden sonra, birçok kimsenin Müslüman olması, münafıkları iyice endişelendirmişti. Münafıkların başı olan Abdullah bin Ubey bin Selûl'ün dayısının oğlu olan Ebû Âmir, papazlığa özenir ve papaz elbisesi giyerdi. Peygamber efendimizi kıskanarak, kendisine uyanlarla birlikte Mekke'ye gitti ve müşriklere katıldı. Bedir, Uhud ve Hendek muhârebelerinde Müslümanlara karşı savaştı. Mekke'nin fethinden sonra Şam'a kaçtı. Oradan Medîne ve Kuba'daki münafıklara haber gönderip, kendisine Kuba'da bir mabet yapmalarını ve burasını silah deposu olarak kullanmalarını istedi. Kendisinin de Bizans ordusuyla yardıma geleceğini bildirdi. Münâfıklar da Peygamber efendimizin hicreti esnasında Medîne'ye gelirken Kuba'da inşâ ettirdikleri Kubâ Mescidi karşısında gösterişli bir mescit yaptırdılar. Buna Mescid-i Dırar denmiştir. Münâfıklar, Müslümanları bölerek birbirine düşürmek istiyorlardı. Hattâ Bizans askerleri Medîne'ye gelince, mescide depo ettikleri silâhlarla onlara yardım edeceklerdi. Peygamber efendimizin orada namaz kılmasını sağlamakla da, Mescid-i Dırâr'ın mukaddes bir yer olduğu intibâı hâsıl olacaktı. Böylece Müslümanlar da namaz kılmaya koşacak ve münafıkların oyununa geleceklerdi. Dırar Mescidinin kurucularından beş münafık gelerek; "Yâ Resulallah, kış gecesinde ve yağmurlu zamanlarda hasta ve hâcet sâhibi olanların namaz kılmaları için bir mescit yaptık. Sel geldiği zaman vadi, Kuba Mescidi cemaatı ile aramıza engel oluyor. Namazımızı kendi mescidimizde, sel çekilip gidince de onlarla birlikte kılacağız. Mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz." dediler. Peygamber efendimiz de; "Ben, şimdi sefere çıkıyorum. Seferden dönersek ve Allah da dilerse, orada size namaz kıldırırız." buyurdu. Peygamber efendimiz, Tebük'ten dönüp Medîne'ye gelirken, Zi-Evân denilen yerde konakladı. Bu sırada Dırar Mescidini kuran münâfıklar, gelip Peygamberimizi Dırar Mescidine götürmek istediler. Allahü teâlâ, Tevbe sûresi 107-110. âyet-i kerîmelerini indirerek oraya gitmemesini bildirdi. Ayet-i kerimelerin kısaca meali şöyledir: (Müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlüne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescit kuranlar, "Bununla iyilikten başka bir şey istemedik, diye yemin edecek olanlar da vardır. Halbuki Allah onların kesinlikle yalancı olduklarına şahitlik eder. Onun içinde asla namaz kılma! İlk günden takvâ üzerine kurulan mescit (Kuba Mescidi) içinde namaz kılman elbette doğru olanıdır.) Peygamber efendimiz bu âyetler indikten sonra, Mâlik bin Duhşüm ile Âsım bin Adiy'e "Şu halkı zâlim olan mescide gidiniz. Onu yıkınız, yakınız." buyurdu. Onlar da gidip, binayı ateşe verdiler. [Yarınki yazıda bu konuda daha geniş bilgi vardır.]
İlk câmiler ve Allah'ın evleri
[Dünkü yazıda, (camiler, geleneğe dayanan bir bid'at) diyenlerin olduğunu bildirmiştim. Bugün ilk yapılan camileri ve dinimizin cami yapma emirlerini bildireceğim.] Yeryüzünde yapılan ilk ibâdet yeri, Mekke şehrinde bulunan Kâbe'dir. Buraya "Mescid-i Haram" da denir. Allahü teâlânın "Benim evim." buyurduğu Kâbe'ye "Beytullah=Allah'ın evi" denir. Bunun gibi, câmilere de "Beytullah" denir. Böyle söylemek, câmilerin çok şerefli olduğunu bildirmek içindir. Kâbe, Hz. Âdem tarafından yapılmıştı. Nûh aleyhisselâm tufanında yıkıldı. Bugünkü Kâbe'yi İbrâhim aleyhisselâm ile oğlu Hz. İsmâil yapmıştır. Müslümanların önemli mâbedi olan "Mescid-i Aksâ"; Hz. Süleymân zamanında, M. Ö. 965-926 yıllarında onun tarafından Finikeli mîmârlara yaptırılmıştır. Fakat Kudüs'ü zapteden Buhtunnasar tarafından yaktırıldı. Binânın arsası Kudüs Müslümanlarının eline geçince, "Mescid-i Aksâ" denilen câmi tekrar yapıldı. Müslümanlar için değeri çok yüksek olan câmilerden biri de, Medîne'deki "Mescid-i Nebî"dir. Medîne'nin en büyük câmisidir. Resûlullah efendimiz, Medîne'ye hicret ettiği zaman, devesinin ilk çöktüğü yerde inşâ edilmiştir. Peygamber efendimiz, Hz. Ebû Bekir'den ödünç aldığı 10 altın ile bu mescit tamam oldu. Medîne'deyken, Peygamberimiz vefât edinceye kadar, bütün namazlarını hep bu câmide cemaatle kıldı. Peygamber efendimiz Medîne'ye hicret ederken, önce Kuba köyüne uğradı. Burada Kuba Mescidi denilen câmiyi yaptırdı. İlk Cumâ namazının kılındığı câmi, Ranuna Vâdisi'ndeki "Mescid-i Cumâ"dır. Mescid-i Fadîh, Mescid-i benî Kureyzâ, Mescid-i Ümm-i İbrâhim, Mescid-i Benî Zafer, Mescid-ül-İcâbe, Mescid-ül-Fetih, Mescid-ül-Kıbleteyn, Mescid-i Zühâbe, Mescid-i Cebel-i Ayniyye, Mescid-ül-Bakî ilk camilerden bazılarıdır. Mescid-i Dırâr, Kuba köyünde bulunan münâfıklardan ileri gelenleri tarafından, kötü maksatla yaptırılan toplantı yeridir. Resûlullah efendimiz bunu yıktırmıştır. Camiler Allahın evleridir. Allahü teâlâ; cami yapmayı, tamir etmeyi emretmektedir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Kâfirliklerini itiraf eden müşriklerin, Allah'ın mescitlerini imar etme yetkileri yoktur. Allah'ın mescitlerini sadece, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namaz kılan, zekat veren ve ancak Allah'tan korkanlar imar eder.) [Tevbe 17-18] (Allah'ın mescitlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel olan ve onların harap olmasına çalışandan daha zâlim kim vardır?) [Bekara 114] (Her mescide güzel elbiselerinizi giyinerek gidin.) [Araf 31] (Mescitler elbette Allah'ındır.) [Cin 18] Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Mümin öldükten sonra, 7 amelinin sevabı kabrinde de kendisine yazılır. Bunlardan birisi de cami yaptırmaktır.) [Ebu Dâvud) (Allah rızası için bir câmi yapana, Allah da cennette bir ev yapar.) [Buharî]
Namaza geç kalıp imama birinci rekatte yetişemeyene Mesbuk denir. Mesbuk, imam iki tarafa da selam verdikten sonra, ayağa kalkarak, yetişemediği rekatleri kaza eder ve okumaları baştan, oturmaları sondan yapar. Mesela: 1- Öğle, ikindi veya yatsının farzının ikinci rekatine yetişen; imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturur, Et-tehıyyatüyü, salli barikleri, Rabbena atina...yı okuyup selam verir. 2- Öğle, ikindi veya yatsının 3. rekatine yetişen; imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturur. [Bir kavle göre oturmazsa da namazı sahih olur.] Et-tehıyyatüyü okuduktan sonra kalkar, Fatiha, zamm-ı sure okur, rükû ve secdeden sonra oturur. Et-tehıyyatüyü, salli barikleri, Rabbena atina..yı okuyup selam verir. Evla olanı böyledir. 3- Öğle, ikindi veya yatsının dördüncü yani son rekatine yetişen; imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturur, Et-tehıyyatüyü okuduktan sonra kalkar, Fatiha ve zamm-ı sure okur, rükû ve secdeden sonra oturmayıp kalkar. Fatiha okur, rükû ve secdeden sonra oturup Et-tehıyyatüyü, salli barikleri, Rabbena atinayı okur, selam verir. 4- Akşamın ikinci rekatına yetişen, imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturur, Et-tehıyyatüyü, salli barikleri, Rabbena atinayı okuyup selam verir. Akşamın üçüncü rekatine yetişen de, imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturur, Et-tehıyyatüyü okuduktan sonra kalkar, Fatiha ve sure okur, Rükû ve secdeden sonra oturur, namazı tamamlar. 5- Sabahın 2. rekatine yetişen, imam selam verdikten sonra kalkıp, Sübhaneke, Fatiha ve zamm-ı sure okur. Rükû ve secdeden sonra oturup namazı tamamlar. 6- Mesbuk, imam son rekatte otururken, Et-tehıyyatüyü yavaş yavaş okur, erken bitirirse, imam selam verinceye kadar, Kelime-i şehadeti tekrar eder. Sükut etmez. 7- Son rekati de kaçıran, imama teşehhüdde yetişirse, yine cemaat sevabına kavuşur. 8- İftitah tekbirini imamla birlikte söylemenin sevabı çoktur. İmamla birlikte tekbir almaya çalışmalıdır! 9- Hiçbir rekate yetişemeyen, mesela son teşehhüdde imama uyan, imam, selam verince kalkar, tekbir almadan yeni baştan kılar gibi kılar. 10- Mukim, seferi olan imama da uyabilir. Seferi olan da, 4 rekatli olan farzları eda ederken de, mukim imama uyabilir. Yetişemediği rekat olursa, imam selam verince dörde tamamlar. Çünkü, seferi olanın namazı değişerek, imamın namazı gibi 4 rekat olur. 11- Seferi olan öğle, ikindi ve yatsı namazını kılamayıp kazaya bırakınca, kazayı 2 rekat kılması gerektiğinden, aynı namazı kaza eden mukim imama uyamaz. Çünkü mukim imamın, 2. rekatin sonunda oturması farz değil. Seferi olanın oturması farz olduğundan, mukim imama uyamaz. 12- Cemaate gelen, imamı rükûda görürse, ayakta tekbir getirip, rükûa eğilir. Tekbiri eğilirken söylerse, namazı sahih olmaz. Eğilmeden, imam kalkarsa, o rekate yetişmemiş olur. 13- İmam açıktan okurken imama uyan, sübhanekeyi okumaz, imamı dinler. Çünkü sübhaneke okumak sünnet, imamı dinlemek vaciptir.
Peygamberimiz Muhammed aleyhisselam, miladi 571'de 20 Nisan'a rastlayan, Rebiul-evvel ayının on ikinci pazartesi sabahı, Mekke'de doğdu. 622'de Mekke'den Medine'ye hicret etti. 20 Eylül pazartesi günü, Medine'nin Kuba köyüne geldi. Bu tarih Müslümanların Şemsi yılbaşı oldu. O yılın Muharrem ayının birinci günü de, Kameri yıl başı oldu. Muharrem ayının birinci gecesi [bu gece] Müslümanların kameri yılbaşı gecesidir. Yılbaşı gecemiz mübarek olsun. Bu geceyi ihya etmeli ve saygı göstermeli. Saygı göstermek, günah işlememekle olur. Zilhiccenin son günü ve Muharremin birinci günü oruç tutan, o yılın tamamını oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. Bir hadis-i şerifte, (Ramazandan sonra en faziletli oruç, Muharrem ayında tutulan oruçtur.) buyuruldu. İslâmiyetten önce Araplar, Muharremde harp etmek isteyince, o yıl Muharrem ayının ismini, sonraki aya korlar, sonraki ayın ismini, Muharrem ayına takarlardı. Böylece, haram ay, Muharremden bir sonraki ay olurdu. (Bir ayın haramlığını başka aya geciktirmek, ancak kâfirliği arttırır. Kâfirler, böylece sapıtıyorlar. Onlar, Allahın haram kıldığı ayların sayılarını denk getirmek için, haram ayı bir yıl helal edip, başka yıl onu yine haram ederler. Böylece, Allahın haram kıldığını helal kılmaya çalışırlar.) mealindeki Tevbe suresinin 37. âyet-i kerimesi, ayların yerlerini değiştirmeyi yasak etti. Kur'an-ı kerimde bildirilen ve dinde kullanılan arabi ayların bir yılı, bir güneş yılından on gün kısadır. Hicri kameri aylar, hicri şemsi ve miladi aylara göre, on gün önce gelmektedir. Bunun için Müslümanların mübarek günleri veya geceleri, şemsi yıllara göre, her yıl on gün önce olur. Çünkü, mübarek günler, güneş aylarına göre değil, kameri aylara göre yapılır. Dinimiz böyle emretmektedir. İslâmiyette, güneş yılının ayları içinde sayılı bir mübarek gün yoktur. Doğum günü ve mübarek geceler, hicri yıl ile kutlanır. Bütün ibâdetlerde ve dini faaliyetlerde kameri aylar esas alınır. Hac, oruç, kurban ve bayram günleri kameri aylara göre tespit edilir. Haccı Allahın bildirdiği Zilhicce ayında yapmayıp da, miladi bir ayda, mesela Ocak'ta yapmak, orucu, Ramazan'da değil de, Şubat'ta tutmak, dini değiştirmek olur. Bütün mübarek geceler de kameri aylara göre tespit edilir. Allahü teâlâ, kullarına çok acıdığı için, bu gecelere kıymet vermiş, bu gecelerdeki, duâ ve tövbeleri kabul edeceğini bildirmiştir. Bu geceleri de başka günlere almak dini değiştirmek olur. Allahü teâlâ, (Bu gecelerde yapılan duâ ve tövbeleri kabul ederim) buyuruyor. 20 Nisan günü Kutlu Doğum Haftası denecek ve kutlamalar başlayacaktır. Halbuki kutlu doğum, 12 Rebiulevvelde olmuştur. [Bu yıl 3 hazirana geliyor.] Bunu 20 Nisana almaya kimin hakkı var? Resulullahın doğum gününü bir yılda iki defa yapmak bid'attir. Şimdi biri çıkıp, (Ya Rabbi, sen Mevlid gecesini Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi yapmış idin, biz onu 20 Nisana aldık. Biz sana uymuyoruz, sen bize uy) demeye hakkı olur mu? Müslümanlar bid'atlerden uzak durmalıdır.
Kasıtlı ve kasıtsız yapmak
Bazı cahillerin; bir namazı, uyuyarak, unutarak veya meşru bir mazeretle kazaya bırakmakla, tembellikle veya kasten terk etmeyi aynı kefeye koyduklarını işitiyoruz. Namazı kasten terk etmekle, meşru bir özürle terk etmenin cezası ve kazası aynı değildir. Sadece namaz değil, her işi, kasıtlı veya kasıtsız yapmak arasında çok fark vardır. Kasıtlı ve kasıtsız yapmak konusunda Kur'an-ı kerimden ve hadisi şeriflerden örnekler verelim: Bir işi kasten yapmak, taammüden, planlayarak, isteyerek yapmak demektir. Dinimizde adam öldürmek en büyük günahlardandır. Bunu taammüden, yani planlayarak öldürmek daha şiddetlidir. Bekara suresinin 178. âyet-i kerimesinde, kasten adam öldürenin, mahkemece, aynı cezaya çaptırılması bildirilmektedir. Bir mümini öldürmek büyük günah olduğu gibi, mümini mümin olduğu için öldürmek daha büyük günahtır. Bu konuda Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Bir mümini [mümin olduğu için] kasten öldürenin cezası, cehennemde sonsuz kalmaktır.) [Nisa 93] Fakat bir mümini kasten değil de, yanlışlıkla, kasıtsız öldürürse, cezası hafiftir. Varsa bir köle azat eder ve diyet verir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Bir mümini yanlışlıkla öldürenin, bir mümin köleyi azat etmesi ve öldürülenin ailesi bağışlamadıkça, diyet ödemesi gerekir.) [Nisa 92] Bir insan doğru zannederek yalan yere yemin edebilir. Bunu kasıtlı yapmadığı için günah olmaz. Fakat bir şeyi yapmayacağım diye yemin edip de, yaparsa yemin kefareti ödemesi gerekir. Bu konuda Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah, kasıtsız yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutmaz. Ama kasıtlı yeminlerinizden dolayı sizi sorumlu tutar.) [Bekara 225] Hadis-i şeriflerden de birkaç örnek verelim. Besmelesiz kesilen hayvan yenmez. Ama besmele unutulmuşsa yenir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Besmele unutularak kesilen hayvan helaldir, Besmeleyi kasten terk etmedikçe tutulan av da yenir.) [Abd bin Hamîd] Ramazan orucunu kasten bozmanın cezası, kefareti ağırdır. Ama unutarak yiyip içmenin cezası yoktur. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Oruçlu, unutarak bir şey yiyip içerse, kaza gerekmez.) [Dâre Kutni] Kasten hadis uydurmanın cezası da büyüktür. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Kasten bana izafeten yalan söyleyen [hadis uyduran] cehennemdeki yerine hazırlansın.) [Buhârî] Kasıtlı ve kasıtsız yapmakla ilgili fıkıhta çok konu vardır. Mesela İbni Âbidin hazretleri diyor ki, (Özürsüz, çocuk almak haramdır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, uzuvları teşekkül etmeden almak câiz olur.) Namazı kasten kılmamak çok büyük günahtır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Namazı kasten terk eden, Allahın zimmetinden [korumasından] çıkar.) [İ. Ahmed] (Namazı kasten kılmayanın diğer amellerini Allahü teâlâ kabul etmez.) [İsfehani] (Namazı kasten terk eden kâfir olur.) [Taberânî] Bu kadar önemli bir ibadeti kasten terk etmekle, uyuyarak, unutarak kılmamak arasında çok fark vardır, mukayese bile kabul etmez, ikisi aynı kefeye konamaz. Uyumak, unutmak veya başka meşru bir mazeretle kazaya kalan namaz varken, sünnet veya nafile namaz kılmakta mahzur yoktur. Ama kasten terk edilmiş namazları varken, bunları kaza etmeden nafile kılamaz.
Her kaptan içindeki sızar
Kimliğini bilmediğim, hoca olduğunu sandığım birisi, bir radyoda, "Önyargılı davranmamalı" diyerek şöyle konuşuyordu: "İçki içmeyenleri hatasız, içki içenleri hatalı sanmak çok ama çok yanlış bir düşüncedir. Kumar oynamayanları hatasız, kumar oynayanları hatalı sanmak çok ama çok yanlış bir düşüncedir. Namaz kılanları hatasız, namaz kılmayanları hatalı sanmak çok ama çok yanlış bir düşüncedir. Dine uygun tesettürlü bir bayan hatasız, tesettürsüzler hata içerisinde gibi bir duyguya kapılmak çok ama çok yanlış bir düşünce. Dürüstlük giyim kuşamla değil yetişme tarzı ve karakterle ilgilidir. İnsanları giyim kuşamıyla yargılamak çok ama çok yanlıştır. Büyük hatadır. Böyle yanlış duygu ve düşünceye kapılanlar bu yanlışlarından vazgeçmelidir." Olmaz ki, böyle de konuşulmaz ki... Bu zamanda kimler söz sahibi oluyor, kimler din adına ahkam kesiyor böyle.... Bir insanın iyi veya kötü olduğu, konuşmalarından, hareketlerinden, yaptığı işlerden anlaşılır. Bir hadis-i şerifte, (Her kaptan içindeki sızar) buyuruluyor. İmam-ı Rabbani hazretleri de, "Görünüşümüz, bâtınımızın [içimizin] alâmetidir" buyuruyor. Yunus Emre de diyor ki: Kim ki edepsiz gezer, ergeç yolundan azar, Dış yüzüne o sızar, içinde ne var ise... İstisnalar hariç, bir adamın işine bak, giyinişine bak, ne mal olduğu belli olur. İstisna olanları hüküm gibi ortaya atmak yanlıştır, hem de çok yanlıştır. Birkaç örnek verelim: Minare olan yerde cami var demektir. Sünnet olmak Müslümanlık alameti sayılır. Sünnetsiz birini görsek buna gayri müslim demek yanlış olur. Türk bayrakları dalgalanan yerin Türkiye, polis elbisesi giyenlerin de polis olduğu anlaşılır. Ancak başka ülkede de Türk bayrağı dalgalanabilir, polis olmayan biri de, polis elbisesi giyebilir. Ama bunlar istisnadır. İstisnalara bakıp da genel bir hüküm verilemez. Allah korkusunun alameti, haramlardan kaçmaktır. Her günahı çok tehlikeli görmelidir! Müminin alametlerinden biri de günahını çok tehlikeli görür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Mümin günahını başucunda, hemen üstüne yıkılacak bir dağ gibi görür. Münafık ise burnuna konmuş hemen uçacak sinek gibi görür.) [Buharî] Bedenin bozuk olması, yani günah işlemek, kalbin bozuk olmasının alametidir. Açık saçık gezenlerin veya başka günah işleyenlerin, (sen, kalbe bak, kalbim temizdir ) demeleri yanlıştır. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur.) [Beyhekî] İçki içen, kumar oynayan, namaz kılmayan, açık saçık gezen, ne kadar iyi birisi olursa olsun, bir kere açıktan işlediği bir günahı vardır. O peşinen salih birisi olmayı kaybetmiş, fâsık sınıfına girmiştir. Allahın emrine isyan ediyor. Tesettürlü olan, çok kötü olsa bile, açıkça bir günahı görülmemektedir. Tesettürlü kadından da fahişe olabilir, ama bu oran çok azdır. Onun için kıyafetlerin önemi inkâr edilemez. "Dürüstlük giyim kuşamla değil" diyen câhillere itibar etmemelidir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Din câhillerinin çoğalması, kıyâmet alâmetlerindendir.) [Buhârî]
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a davet eden, doğru yolu gösterip hakiki saadete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin 26'ncısıdır. Seyyid olup soyu Peygamber efendimize ulaşır. Türbesi, Hindistan'ın Delhi şehrindedir. Seyyid Nûr Muhammed Bedâyûnî hazretleri, ilmini ve feyzini İmam-ı Rabbani hazretlerinin torunu, büyük âlim ve mürşid-i kamil Muhammed Seyfüddîn-i Farûkî'den aldı. Onun derslerinde ve sohbetlerinde yetişip icâzet aldı. İlimde o kadar yükselmişti ki zamanının yegane âlimi ve rehberi idi. İnsanlar ondan feyz almak için sohbetine koşmuşlardır. Bir teveccühü ile talebelerinin kalbleri zikretmeye başlardı. "Sokakta günahkârla karşılaşmak kalbde zulmet hasıl eder." buyurur ve talebelerinin hangi günahı işleyenle karşılaştığını haber verirdi. Yetiştirdiği talebelerin en meşhuru ve halifesi, "Mazhar-ı Cân-ı Cânân" hazretleri olup, evliyânın büyüklerindendir. Şüpheli şeylerden ve haramlardan sakınma hususunda gayreti son dereceye ulaşmıştı. Yiyeceği ekmeğin ununu helâlden tedarik eder, hamurunu kendi yoğurup, pişirir ve iyice acıkınca azar azar yerdi. Tasavvufta ilâhî aşk ile kendinden geçme hâli pek ziyade idi. 15 sene bu hâl üzere yaşadı ve tasavvufî hâllere gark oldu. Ömrünün son zamanlarında bu hâlden ayıklık hâline dönmüştür. Sünnet-i seniyyeye uymakta, edeblerde de Peygamber efendimize tâbi olmakta büyük bir dikkat gösterirdi. Peygamber efendimizin hayatını ve yüksek ahlâkını anlatan kitapları devamlı yanında bulundurur, bunları okuyup, hâllerinde ve işlerinde Resûlullah efendimize uymaya çalışırdı. Bir defasında helâya girerken, yanlışlıkla önce sağ ayağını içeri atınca tasavvuftaki hâlleri bağlandı. Üç gün Allahü teâlâya yalvarıp, niyazda bulunduktan sonra hâlleri tekrar açıldı. Daima murakabede bulunurdu. Böylece, Allahü teâlâdan başka her şeyi unutup, Allahü teâlâya yönelerek çok ibâdet yaptığından beli bükülmüştü. Bir gün birisi yiyecek bir şey hediye getirmişti. Kendisine takdim edilince, "Bu yiyecekte bir zulmet gözüküyor, lütfen bir araştırınız!" buyurdu. Bu yiyecek helâldendir diye arz ettiler. Fakat araştırınca, bu yiyeceğin gösteriş niyetiyle hazırlandığını anladılar. Dünyaya düşkün olan bir kimse, kendisinden emanet bir kitap istediğinde verirdi. Kitap geri getirilince o kitabı bir yere kor üç gün bekletirdi. Verdiği kimseden kitap üzerine sirayet eden zulmet, sohbeti bereketiyle dağıldıktan sonra alıp okurdu. Bir defasında bir talebesi huzuruna giderken, yolda gözü yabancı bir kadına takılıp ona bakmıştı. Hocasının huzuruna girince, sende zina zulmeti görüyoruz buyurarak yabancı kadına bakması sebebiyle günaha girdiğine işaret etmiştir. Eshab-ı kirama düşmanlık besleyen, râfizî iki kişi, râfizî olduklarını saklayıp, kendisine tâbi olmak istediklerini söylemişlerdi. Onlara, "Önce bozuk itikadınızdan vazgeçin sonra tâbi olma arzusunda bulunun" buyurdu. Biri, bu kerameti görünce, hemen tövbe edip, sapık itikadından vazgeçti. Kendisi anlatır: "Bir gün hocamın kabrini ziyarete gitmiştim. Kabri başında murakabeye daldım, hocamı kabrinde görüp, konuştum. Kefeni ve bedeni hiç çürümemişti. Sadece ayaklarının alt kısımlarına toprak tesir edip hafif dökülmüştü. Bunun sebebini kendisinden sordum, dedi ki: "Sahibinden izinsiz, o geldiği zaman geri vermek niyetiyle bir taş alıp, abdest aldığım yere koydum. Abdest alırken o taşın üzerine bastım. Ayaklarımda gördüğün toprağın tesiri bu sebepledir."
Şeytanın da elçileri vardır!
Bazı kimseler, kendilerine vahy geldiğini söylüyor. "Karıncaya, kargaya vahy geliyor da, bize niye gelmesin" diyorlar. Bir kısmı da, "Nebi gelmez ama, Resul gelir, biz resulüz" diyorlar. Vahy haber demektir. Deyim olarak da, Allahü teâlânın Cebrail aleyhisselam vasıtası ile peygamberlerine gönderdiği haber demektir. Vahy Peygamber efendimizin vefatı ile kesilmiştir. İmamı Rabbani hazretleri (Nübüvvet sona ermiş ve vahy kesilmiş, nihâyete ermiş ve din kemâl bulmuş ve nîmet tamam olmuştur.) buyuruyor. Kısas-ı enbiyâ kitabının 410. sayfasında diyor ki: Resûlullah hayatta iken, vahy geliyor ve ümmete teblîğ olunuyor idi. Ondan sonra artık vahy kesildi, hiç kimseye vahy gelmek ihtimali kalmadı. Vahy, iki türlüdür: 1-Vahy-i metlû, 2- Vahy-i gayri metlû Cebrâîl aleyhisselam, Allahü teâlâdan aldığı haberleri getirerek Peygambere okur. Bu vahyin kelimeleri de, mânaları da Allah'tan gelmiştir. Kur'an-ı kerim, vahy-i metlûdür. Vahy-i gayri metlû, Allahü teâlâ tarafından Peygamberin kalbine bildirilir. Peygamber; bu vahyi, kendi bulduğu kelimelerle yanındakilere söyler. Bu sözlere, Hadis-i kudsî denir. Vahy, yalnız Peygamberlerin kalblerine gelir. Evliyaya da gelmez. Meleklerin getirdikleri düşüncelere İlhâm denir. İlhâm Peygamberlerin ve sâlih Müslümanların kalblerine gelir. Allahü teâlâ, her hayvana bir şeyler öğretmiştir. Anne kuşlar, yavrularının acıktıklarını bilir, onlara yiyecek getirir. Bunu nereden biliyor? Allah öğretti tabii. Memeli hayvanlar da yavrularını emzirir. İpek böceği dut yaprağından ipek yapar. Kanguru tehlikeli anında yavrularına torbasına koyarak kaçar. Bunları onlara kim öğretti, elbette Allah öğretti. Yani her hayvana her insana bir şeyler öğretti. Bunun peygamberlere gelen vahy ile bir ilgisi yoktur. Bunlar için ilham olundu demek daha uygundur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Rabbin bal arısına, "Dağlarda, ağaçlarda ve hazırlanmış kovanlarda yuva edin; sonra her çeşit üründen ye; sonra da Rabbinin işlemen için gösterdiği yollardan yürü" diye öğretti. Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal çıkar. Düşünen bir millet için bunda ibret vardır.) [Nahl 68-69] Meallerde, tefsirlerde, (Allah arıya ilham etti, öğretti) ifadeleri geçiyor. Hiçbir âlim, (Arıya vahy geliyor, arı peygamberdir) dememiştir. Kur'anı kerimde karga ile ilgili âyet-i kerime şu mealdedir: (Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona (Kabil'e) yeri eşeleyen bir karga gönderdi. (Kabil ise), "Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü örtmek için bu karga kadar olmaktan âciz kaldım" dedi de ettiğine pişman oldu.) [Maide 31] Kargaya bunu öğreten Allahü telâlâ, arıya da, diğer hayvanlara da çok şey öğretmiştir. (Vahy kesilmedi, kargaya da arıya da vahy geliyor, bana da vahy geliyor) demek çok yanlıştır. İnsanlara şeytandan vesvese gelir, melekten ilham gelir. Şeytandan gelen düşünceyi (Bana vahy geliyor) sanarak, "Ben Resulüm" diyen sapıklar çıkabilir. Şeytanın resullerine [elçilerine] itibar etmemelidir.
Her şeyin bir yolu vardır
Peygamber efendimiz, bazı önemli şeyleri bildirip, daha önemlisini açıklamıştır. Bu konuda hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Her şeyin bir yolu vardır. Cennetin yolu ilimdir.) [Deylemî] (Her şeyin direği vardır. Dinin temel direği fıkıhtır.) [Beyhekî] (Her şeyin bir özü vardır. İmanın özü de namazdır.) [Beyhekî] (Her şeyin bir zekâtı vardır. Vücudun zekâtı ise oruçtur.) (İ. Mace) (Her şeyin bir zekâtı vardır. Evin zekâtı ise, misafir odasıdır.) (A. Rifai) (Her şeyin kapısı vardır. İbadetin kapısı da oruçtur.) [İbni Mübârek] (Her şeyin temeli vardır. Dinin temeli de Eshab-ı kiramı ve Ehli beyti sevmektir. [İ. Neccâr] (Her şeyin kaynağı vardır. Takvânın [Allah korkusunun] kaynağı, âriflerin kalbleridir) [Taberânî] (Her şeyin esası vardır. İmanın esası da vera [takva]dır.) [Hatîb] (Her şeyin süsü vardır. Kur'an-ı kerimin süsü de güzel sestir.) [Hâkim] (Her şeyin dalı budağı vardır. İmanın dalı budağı da sabırdır.) [Hatîb] (Her şeyin cilası vardır. Kalbin cilası da Allahı anmaktır.) [Beyhekî] (Her şeyin cilası vardır. kalbin cilası da "Estağfirullah" demektir.) [Deylemî] (Her şeyin kalbi vardır. Kur'anın kalbi Yasindir. Yasin okuyan, on kere Kur'an-ı kerim okumuş sayılır.) [Tirmizî] (Her şeyin efendisi vardır. Oturmanın efendisi de kıbleye yönelmektir.) [Taberânî] (Her şeyin Allah ile arasında perde vardır. Ana baba duâsında perde yoktur.) [Deylemî] (Her şeyin bir âfeti vardır. Ümmetimin âfeti, paraya gönül vermektir.) [Deylemî] (Her ümmetin fitnesi [imtihanı] vardır. Ümmetimin fitnesi paradır.) [Hâkim] (Her ümmetin seyahati vardır. Ümmetimin seyahati de cihaddır. [Taberânî] (Her dinin özelliği vardır. Ümmetimin özelliği hayâdır.) [İ. Mâce] (Her ağacın meyvesi vardır. Kalbin meyvesi de çocuktur.) [Bezzar] (Her şeyin anahtarı vardır. Cennetin anahtarı namazdır.) [Deylemî] (Her şeyin anahtarı vardır. Cennetin anahtarı fakirleri sevmektir.) [İbni Lal] (Her şeyin anahtarı vardır. Göklerin anahtarı "Lâ ilahe illallah" sözüdür.) [Taberânî] (Her derdin şifâsı vardır. Kalbin şifâsı, Allahü teâlâyı anmaktır.) [Beyhekî] (Her derdin devası vardır. Yalnız ölüme çare yoktur.) [Taberânî] (Her şeyin bozucu bir âfeti vardır. Bu dinin âfeti ise kötü idârecilerdir.) [Haris] (Her şeyin hakikati vardır. Kadere inanmayan imanın hakikatine erişmez.) [Nesâî] (Her şeyin direği vardır. Müminin direği de aklıdır, aklı kadar ibâdet eder.) [İ. Gazali] (İmanın alâmeti Ensarı [Medine'deki Eshab-ı kiramı] sevmek, münafıklığın alâmeti Ensara buğz etmektir.) [Buhârî] Hikmet ehli de buyuruyor ki: Her şeyin bir kıymeti vardır, insanın kıymeti ise, ilmi, ihsanı ve edebidir. Her şeyin tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu da şaka ve alaydır. Her şeyin kestirme yolu vardır. Cennetin kestirme yolu da cihaddır. Her şeyin pası vardır. Kalbin pası da tokluktur. Her şeyin bir zekâtı vardır, aklın zekâtı da hüzün ve tefekkürdür.
Yıldıza, aya ve güneşe tapmak
Bütün peygamberler, peygamberlikleri bildirilmeden önce de, günah işlemezler. Fakat istisnalar hariç, bütün Kur'an tercümelerinde, bütün meallerde, İbrahim aleyhisselamın, yıldıza, aya ve güneşe "Bu benim Rabbim" dediği yazılıdır. Böyle mealler yanlıştır. Hâşâ, İbrahim aleyhisselam gibi büyük bir peygamberin, müşrikler gibi (Güneş benim Rabbim) dediği zannedilir. Bu bakımdan Kur'an-ı kerim tercümelerinden, meallerden fıkh, akaid gibi ilimler öğrenilmez. Sonra âyetleri açıklamak herkesin işi değildir. Kur'an-ı kerime yanlış mana verdikleri için, hadis-i şerifle bildirilen 72 sapık fırka meydana çıkmıştır. Tefsir-i Mazhari'de, Enam suresinin 76-79. âyet-i kerimelerinin açıklaması şöyledir: İbrahim aleyhisselam, yıldızları, ay ve güneşi gösterip, Bu mu benim Rabbim diyerek bunlara tapanları ilzam etmek [susturmak] istemiştir. Beydavi tefsirinin Şeyhzade haşiyesinde de böyle bildirilmektedir. Mevcut Kur'an tercümeleri içinde bir iki tanesi ancak, yıldız, ay ve güneş için (Bu mu benim Rabbim?) şeklinde tercüme etmiştir. Tibyan, (Acaba Rabbim bu mu?) şeklinde tercüme yapılmıştır. Ancak Enam suresinin 76. âyetin açıklamasında tefsirlerden aldığı dört açıklama şöyledir: 1- İbrahim aleyhisselam, müşriklerin cehaletlerini bildirmek için böyle söylemiştir. 2- Müşriklerin yaptıkları şeyleri başlarına kakmak, doğruyu öğretmek niyetiyle (Bunun gibi şeyden Rab mı olur? Bu mu benim Rabbim?) demek istemiştir. 3- Müşriklerin aleyhine delil olması için, (Sizce benim Rabbim bu ha) demek istemiştir. 4- (Kavmim Rabbimin bu olduğunu söylüyor.) demek istemiştir. Bu dört açıklama da İbrahim aleyhisselamın, yıldız, ay ve güneş için (Bu benim Rabbim) demediğini, müşriklerden olmadığını açıkça göstermektedir. Ay veya güneş için Bu benim Rabbim demek şirktir. Hâlbuki peygamberler, şirk değil, günah bile işlemezler. (Feraid-ül-fevaid) Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (İbrahim ne Yahudi, ne de Hıristiyandı. O gerçekten Allahı tanıyan doğru bir müslümandı. Müşriklerden de olmadı.) [Al-i imran 67] (Andolsun ki bundan önce, İbrahim'e de rüşdünü [büluğa ermeden önce hidâyeti] verdik. [Onun buna ehil ve müstahak olduğunu] biliyorduk.) [Enbiya 51] Bu âyet-i kerimeler de İbrahim aleyhisselamın büluğa ermeden önce de, hidâyet üzere olduğunu, aya güneşe tapmadığını göstermektedir. (Beydavi) Kur'an tercümesi denilen kitapların ne kadar yanlış ve zararlı oldukları buradan da anlaşılmaktadır. Kelam, fıkıh ve tasavvuf gibi lüzumlu bilgileri Kur'an tercümesi denilen kitaplardan öğrenmemiz mümkün değildir. Hatta muteber tefsirlerden bile anlamamız mümkün olmaz. Lüzumlu bilgileri, nakli esas alan ilmihallerden öğrenmemiz gerekir.
Rüya, genelde bir müjde ve bir ikazdır. Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Kıyâmet yaklaştığında, Müslümanın rüyası ekseriya yalan çıkmaz.) [Müslim] (Sözü doğru olanın, sadık kimselerin rüyası da doğru çıkar.) [Buhârî] (Gündüz görülen rüyalar doğru çıkar.) [Hâkim] (En doğru rüya, seher vakti görülendir.) [Tirmizî] (Peygamberlik müjdelerinden salih [iyi] rüyadan başka kalmadı. Mümin rüyayı, ya kendi görür veya başkaları onun için görür.) [Müslim] (Salih rüya, peygamberliğin 46'da biridir.) [Beyheki] (Güzel rüya müjdedir.) [İbni Cerir] (Salih rüya rahmani, karışık rüya şeytanidir.) [Buharî] (Rüyada kadın görmek hayra, deve korkuya, süt dine, yeşil cennete, gemi kurtuluşa, hurma rızka delalet eder.) [Ebu Ya'la] Rüyada başım kesildi diyen birisine, Peygamber efendimiz, (Bu şeytanidir. Kötü rüyayı, anlatmayın!) buyurdu. (Müslim) Rüya tabiri, ilim işidir. Herkes tabir edemez. Hele günümüzde bu ilmi bilen yok gibidir. Rüyalarımızı, anlatacaksak, bilhassa güzel olanları salih kimselere anlatmalıdır. Çünkü salih kimse, rüya tabir ilmini bilmese de, hayra yorar, ondan zarar gelmez. Kötü, karışık rüyaları kimseye anlatmamalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Güzel rüya gören, Allaha şükretsin! Kötü rüya gören, Allaha sığınsın, rüyasını kimseye anlatmasın! O zaman rüyanın ona zararı olmaz.) [Dare Kutni] (Güzel rüya gören, salih birine anlatsın! O da hayra yorsun!) [Beyhekî] (Kötü rüya gören, kimseye söylemesin, şeytandan da Allaha sığınsın.) [Müslim] (Kötü rüya gören uyanınca sol tarafına üç defa tükürüp, şeytanın şerrinden Allaha sığınsın. Bu takdirde rüya, ona zarar vermez.) [Müslim] (Rüya tabir edildiği gibi çıkar. Bunun için rüyanızı nasihat ehli veya âlime anlatın!) [Hakim] Bir kadın, rüyasını anlatınca, Peygamber efendimiz, (Kocana kavuşursun) buyurur ve kocası seferden döner. Başka bir zaman aynı rüyayı görür. Başkaları tabir edip, (Kocan ölecek) derler. Dedikleri gibi kocası ölür. Onun için rüyayı hayra yormalıdır! Rüya iyi ise, (hayırdır inşaallah), kötü ise, (Allah bu rüyanın şerrinden seni muhafaza etsin) demelidir! Rüyada Resulullah aleyhissalatü vesselam efendimizi görmek büyük saadettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Beni rüyada gören, cehenneme girmez.) [İ. Asâkir] (Beni rüyada gören uyanıkken görmüş gibidir. Beni gören gerçekten görmüştür. Çünkü şeytan benim suretime giremez.) [Taberânî] (Ebu Bekr'i gören de, onu görmüştür. Çünkü şeytan onun da suretine giremez.) [Hatîb] Âlimler, şeytanın evliya zatların şekline de giremeyeceğini bildiriyorlar. Görmediği rüyayı gördüm demek çok kötüdür. Çünkü hadis-i şerifte, (En büyük yalan görmediği halde, "rüyamda şöyle gördüm" demektir.) buyuruldu. (Buharî)
Kalb, göğsümüzün sol tarafındaki et parçası değildir. Buna, yürek denir. Yürek, hayvanlarda da bulunur. Kalb, yürekte bulunan bir kuvvettir. Görülmez. Ampulde bulunan elektrik cereyanı gibidir. Buna, kalb veya gönül diyoruz. Gönül, insanlarda bulunur. Hayvanlarda bulunmaz. Bedendeki bütün organlar, kalbin emrindedir. His uzuvlarımızın duydukları bütün bilgiler kalbde toplanır. İnsanın, inanmak, sevmek, korkmak, kalbindedir. İman eden ve kâfir olan kalbdir. Güzel, iyi ahlâkın ve kötü huyların yeri kalbdir. Kalbi temizlemek için riyazet ve mücahede gerekir. Riyazet, nefsin arzularını yapmamaktır. Nefsimiz, dinimizin yasakladığı haramları, mekruhları arzu eder. Bunlardan kaçmak gerekir. Mücahede, nefsin istemediği şeyleri yapmak demektir. Nefsimiz, iyilik ve ibâdet yapmak istemez. İyilik ve ibâdet ederek kalbi temizlemelidir! Allahü teâlâ, dinleri, Peygamberleri, kalbi temizlemek için gönderdi. Kalbi temiz olan, dinimizin emirlerine uyar, yasak ettiklerinden kaçar. Günah işleyenlerin kalbi temiz olmaz. Günah kalbi karartır. Namaz kılmamak en büyük günahlardan biridir. Namaz kılmayanın, içki içenin kalbi çok kararmış demektir. Müminlerin kalbi temizdir. Fâsıkların kalbi kirlidir, karadır. Kâfirlerin kalbi ise kapkaradır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Müminin temiz kalbinde parlayan bir ışık vardır. Kâfirin kalbi simsiyahtır.) [Taberânî] (Günah işleyenin kalbinde siyah bir nokta hasıl olur. Eğer tövbe ederse, o leke silinir. Tövbe etmeyip tekrar günah işlerse, o leke büyür ve kalbini kaplar, kalb kapkara olur.) [Haraiti] (Günaha devam edenin zamanla kalbi mühürlenir, o artık sevab işleyemez olur.) [Bezzar] İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın emirlerini yapmamak kalbin bozuk olmasındandır. Kalbin bozuk olması, dine tam inanmamaktır. İmanın alameti, dinin emirlerini seve seve yapmaktır. Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. Allahı anarak, ibâdet yaparak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Günah işleyince, kalb kararır, hastalanır, dünya sevgisi yerleşir ve Allah sevgisi gider. Kalbin bu hali, bir şişeye benzer. Su doldurunca, havası çıkar. Suyu boşaltınca, hava kendiliğinden dolar. Bir bardaktaki hava çıkmadıkça içine su girmez. İçine su koyunca da, bu suyu çıkarmadan başka şey koyulmaz. Kalb de bardak gibidir. Kalbi Allah sevgisiyle doldurmak için, başka her şeyi, her sevgiyi kalbden temizlemek gerekir. Her hastalık zıttı ile tedavi edilir. Günah sebebi ile kararan kalb, iyilik nuru ile temizlenir. Geçim ihtiyacından dolayı gelen her sıkıntı, müslümanın kalbini dünyadan soğutur ve nefret ettirir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle günahlar vardır ki, onları ancak geçim hususunda çekilen sıkıntılar yok eder.) [Hatib] O halde, helal kazanmak için geçim için sıkıntılara katlanmak nimet olur.
Kalbi temiz olan hep iyi işler yapar, kalbi bozuk olan da, kötü işler yapar. Hadis-i şerifte, (Kalb bozuk olunca, bedenin işleri de hep bozuk olur.) buyuruldu. O halde kalbi karartmaktan sakınmalıdır. Zünnun-i Mısri hazretleri buyurdu ki: Kalbin kararmasının dört alameti vardır: 1- İbadetin tadını duymaz. 2- Allah korkusu hatırına gelmez. 3- Gördüklerinden ibret almaz. 4- Okuduklarını, öğrendiklerini anlayıp kavrayamaz. Namaz kılmayan ve günah işleyen kimsenin kalbi kararır, hasta olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Çok gülmek kalbi öldürür.) [Tirmizî] (Üç şey kalbe kasvet verir: Yemeği, uykuyu ve rahatı sevmek.) [Deylemî] (Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) [İ. Gazali] (Haram karıştırmadan, kırk gün helal yiyenin kalbi nurla dolar. Kalbine nehir gibi hikmet akar. Dünya sevgisi kalbinden çıkar.) [Ebu Nuaym] Muhammed Parisa hazretleri buyuruyor ki: İnsanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan yol kalbdir. İnsanı Allahü teâlâdan uzaklaştıran şeylerin en zararlısı dünya sevgisinin kalbi karartmasıdır. Kalbi kararan dünyayı [faydasız şeyleri] sever. Dünya sevgisi, kötü arkadaşlardan ve lüzumsuz ve zararlı şeyler seyretmekten hasıl olur. Faydasız kitap, [roman, hikaye, gazete, dergi] okumak, lüzumsuz şeyler konuşmak, bu sevgiyi arttırır. Kadınlara bakmak, kadın resimleri [resimli dergi, filimler, tv] seyretmek, şarkı, çalgı dinlemek, bu sevgiyi kalbde yerleştirir. Bunların hepsi, insanı Allahü teâlâdan uzaklaştırır. Kalb, sevgi yeridir. Sevgi bulunmayan kalb ölmüş demektir. Kalbde, ya dünya sevgisi veya Allah sevgisi bulunur. İslamiyetin emirlerine uyup, yasaklarından kaçarak, kalbden dünya sevgisi çıkarılınca, kalb temiz olur. Bu temiz kalbe, Allah sevgisi, kendiliğinden dolar. Böyle kimse tasavvuf ehli olur. Çünkü Tasavvuf, kalbi kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir. Malı, makamı ve Allahtan gayrisini sevmek ve günah işlemek, kalbi temizlemeye engeldir. Kalbin temizlenmesi, islâmiyete uymakla olur. Namaz kılmak, kalbi temizler. Kur'an-ı kerim okumak ve ölümü çok hatırlamak günah işleyince, hemen tövbe ve istiğfar etmek ve oruç tutmak kalbi temizler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Paslanan her şeyin bir cilası vardır. Kalbin cilası "Estağfirullah" demektir.) [Deylemî] (Her ay 3 gün oruç tutanın kalbinin pası temizlenir.) [Nesâî] (Kalb, ekin; yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla yemek de kalbi öldürür. Kalbini az gülüp, az yemekle ihya et, açlıkla temizle ki yumuşayıp parlasın!) [İ.Gazali] (Rutubette demirin paslandığı gibi, günah kiri kalbi paslandırır. Kalbin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.) [Beyhekî] O halde kalbi temizlemek için günahlardan kaçarak dinimizin emirlerine uymamız gerekiyor.
Fâiz, ödünç vermekte, rehinde ve alış-verişte olur. Fıkıh kitaplarında fâizin yetmişten fazla çeşidinin olduğu bildirilmektedir. Bunun için alış-veriş ve başka sözleşme yapacak kimselerin, hangi hâllerde fâiz olduğunu iyice öğrenmesi lâzımdır. Bu bilgileri öğrenmek farzdır. Bilmeyen kimse farkında olmadan fâiz alıp verir, böylece büyük günâha girmiş olur. Kur'ân-ı kerîmde, (Alış veriş helâl, fâiz haram) buyuruluyor. (Bekara 275) Ecnebi ülkesinde, Müslümanların, gayri müslimlere ödünç verip, onlardan fâiz almalarının câiz olduğu Mülteka'da yazılıdır. Dürer'deki hadîs-i şerîfte, kâfir ülkesinde, Müslümanların kâfirlerden fâiz almalarının câiz olduğu bildirilmiştir. Bundan başka zarûret dışında fâiz her yerde her zaman harâmdır. İmâm-ı Rabbânî hazretleri buyuruyor ki: Daha fazlasını ödemesi şartı ile ödünç vermek fâizdir. Harâm anlaşma ile ele geçen malın hepsi harâm olur. Meselâ, 12 kile ödemesi şartı ile, on kile buğday ödünç verilse, 12 kilenin hepsi harâm olur. Fazladan alınan 2 kilesi kul hakkı olduğu için, geri verilmesi gerekir. On kilesi de harâm olduğu için fakîre sadaka olarak verilir. Bir teneke sütün içine konan, bir bardak idrar sütün tamamını necis eder. Fâizle ödünç verilen paranın, fâizini, ana parasından ayırmak mümkün olmaz. Sütte olduğu gibi tamamı kirlenmiştir. Bazı kimseler, altının veresiye satılamayacağını, altın değiştirilirken de ayar farkı gözetilmeyeceğini söylüyorlar. Yanlış olan bu hususu, kuyumcular kadar altın alan kimseleri de ilgilendirmektedir. Alış verişlerimizi harama düşmeden yapmamız gerekir. Çünkü alış veriş ilmini bilmeyen haram işler. Helâl kazanan kimse, alış verişte dinin emrine uymazsa, haram yiyebilir. Sarrafların ve bunlardan alış veriş yapanların bilmesi gereken hususlardan bazıları şunlardır: 1- Altın, altın ile değiştirilirken, birinin ağırlığı biraz fazla olursa haram olur. Meselâ 7.2 gram ağırlığındaki Reşat altını verip bunun yerine 7 veya 8 gram bilezik almak, faiz olur haram olur. Ağırlıklarının eşit olması lâzımdır. 2- Altını altına satarken, ağırlıkları aynı olsa bile biri veresiye olursa yine haram olur. Meselâ kuyumcuya, bir Hamit lira verilip yerine bir adet Elgazi istenilse, kuyumcu da, şimdi Elgazi yok, yarın vereyim dese haram olur. 3- Altında ayar farkı nazarı itibara alınmaz. Meselâ on gram 24 ayar altın ile on gram 14 ayar altın değişirse, iki taraftan biri, fazla bir şey alırsa, haram olur. 4- Hurda altın, işlenmiş altın, antika altın, birbiri ile değişirken eşit ağırlıkta olması lâzımdır. Meselâ Hamit verip de yerine Reşat alınsa, ayrıca bir şey almak haramdır. Yukarıda bildirilen haramlara düşmemek için şunları yapmalıdır: 1- Hurda altın getirip yerine işlenmiş altın almak isteyen, önce hurda altınlarını kâğıt para ile satar. İşlenmiş altınları da kağıt para karşılığı satın alırsa hiç mahzûru olmaz. 2- Altını, altın karşılığı değil de, kâğıt para veya başka mal karşılığı veresiye satmakta da hiç mahzur yoktur. Meselâ kuyumcudan bir Reşat altın veresiye bir ton oduna satılabilir. Altın ve gümüş olmayan madenî veya kâğıt paralarla da veresiye satmak câizdir. 3- Altını veya herhangi bir malı veresiye pahalı satmak câizdir. (Dürer, Hindiyye, Erba'în-i Selmânî)
Ölü için sessiz ağlamak câizdir. Zira (Müminin ölümüne gökler ağlar) buyuruldu. (Şerh-us-sudûr) Ölü için yüksek sesle ağlamak, matem tutmak, siyah elbise giymek, siyah perdeler ve rozetler, işaretler asmak, matem işaretleri, resmini taşımak câiz değildir. (S. Ebediyye) Cenazeye ve cenaze çıkan yere siyah örtmek ve siyah giyinmek câiz değildir. (Hazânet-ür-rivâyât) Ebu Seleme'nin kızı Hz. Zeynep anlatır: Resulullahın zevcesi Ümmü Habibe validemizin babası ölünce başsağlığı dilemek için yanına gittiğim zaman dedi ki: "Resulullahın, (Allaha ve âhiret gününe inanan bir kadının, ölen yakını için üç günden fazla yas tutması helâl değildir.) dediğini duydum." Cahş kızı Zeyneb'in kardeşi şehit olunca, o da aynı şeyleri söyledi. (Buhari) Dinimiz, nimetlere şükretmeyi, musibetlere de sabır ve susmayı emrediyor. Çocuk olunca, akika kesmeyi bildiriyor. Ölünce, hayvan kesmeyi veya başka bir şey yapmayı emretmiyor. Bağırıp çağırmayı, yas tutmayı yasak ediyor. (Es-Siret-üş-Şamiyye) Dinimize göre, hem sevinç, hem de üzüntü bulunan bir günün yıl dönümlerinde, üzülmeyip, sevinmek, o gündeki sevinçli şeyleri hatırlayıp, üzüntülü şeyleri düşünmemek gerekir. Çünkü İslâmiyette yas tutmak yoktur. Bütün hadis kitapları, Peygamber efendimizin ölü için yüksek sesle ağlamanın ölüye sıkıntı vereceğini bildirmektedir. Bu hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Ölüyü överek ağlamak cahiliyet âdetidir.) [Buhârî] (Ölü, yakınlarının kendisine bağırarak ağlamasından sıkılır.) [Buhârî] (Yas tutan, ölmeden tövbe etmezse, kıyamette şiddetli azap görür.) [Müslim] (Ölü için yas tutmak insanı küfre sürükler.) [Müslim] (Ölü için ağlayana da, onu dinleyene de lanet olsun.) [Ebu Davud] (Üzülünce, elbisesini yırtan ve bağırıp çağıran bizden değildir.) [Buharî] Matem yapmak, bağırıp çağırmak, ilk olarak Muhtar-ı Sekafi tarafından ortaya çıkarıldı. Bu bid'at, zamanla bir ibâdetmiş gibi yayıldı. Halbuki Muhtar-ı Sekafi, bunu Kufe halkını aldatıp, onları Emevilerle harbe sürüklemek, böylece hükumeti ele geçirmek için bir hile olarak yapmıştı. Peygamberlerden Hz. Zekeriyya ile Hz. Yahya'yı keserek şehit etmişlerdi. İlk islam şehidi Hz. Yaser ve hanımı Sümeyye hatun idi. Resullah efendimizin sevgili amcası Hz. Hamza da feci şekilde şehit olmuştu. Peygamber efendimiz, şehit olan peygamberlerin, Hz. Yaser ile hanımının ve Hz. Hamza'nın şehit edildiği günün yıldönümlerinde matem tutmadı. Matem tutmayı yasakladı. Matem yasak olmasaydı, daha önce yediği yemeğe konulan zehirli yemeğin neticesinde vefat eden Peygamber efendimizin ölümü için matem tutulurdu. Hz. Hamza gibi; Hz. Ömer, Hz. Osman Hz. Ali de, Hz. Hasan da zehir verilerek şehit edildi. Milyonlarca müslümanın mezhep imamı olan İmam-ı a'zam hazretleri de şehit edildi. Resulullah efendimizin emrine uyularak bu büyük zatlar için de yas tutulmadı. Yas tutmamak o büyük zatları sevmemek anlamına gelmez. Babası gibi Hz. Hüseyin gibi yüce bir imamın şehit edilmesi de, bütün Müslümanlar için büyük üzüntüdür. Ama yas tutmak, ölüm yıldönümlerinde dövünmek asla caiz değildir.
Aklı hiç olmayana deli denir. Aklı olup da aklını kullanmayana veya kullanamayana ahmak denir. Ahmak, aklı az, görüşü kısa, basiretsiz kimsedir. Hz. İsa, (Körleri iyileştirmek, ölüleri diriltmek bana zor gelmedi. Fakat, ahmak olana, doğru sözü anlatamadım.) buyurdu. Âlimler de buyuruyor ki: Dişi ile tırnak uçlarını ısırmak ahmaklıktır. (Hz. Ali) Ahmakla arkadaşlıktan sakın. Çünkü, sana iyilik edeyim derken, zararı dokunur. (Hz. Ömer) Ahmaklar arasında bulunan horlanır, âlimler arasında bulunan hürmet görür. (Cafer-i Sâdık) Dünyayı ele geçirmek için âhireti vermek ahmaklıktır. (İmâm-ı Rabbânî) Yaratıkların en ahmağı nefistir. Çünkü her isteği kendi aleyhinedir... (İmâm-ı Rabbânî) Kaza borcu var iken, nafile kılmak ahmaklıktır. (Seyyid Abdülkâdir-i Geylânî) Ahmaklığın alâmeti, kendi aybını bırakıp, başkasının aybıyla uğraşmaktır. (Sırrî-yi Sekatî) Ahmağa verilecek en güzel cevap, sükuttur. (İbni Hibbân) Nefsin arzuları peşinde koşan ahmaktır. Nefs ahmaktır, her istediği kendi zararınadır. (Muhammed Masum) Hatasında ısrar eden ahmaktır. (Abdülhakîm Arvâsî) İmran bin Husayn hazretleri, hadis-i şeriflere ve diğer delillerden değil de, (Bana yalnız Kur'andan bildir) diyen birine, (Ey ahmak! Kur'an-ı kerimde, namazların kaç rekat olduğunu bulabilir misin) buyurdu. Hikmet ehli de buyuruyor ki: Aklı olan karı-koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyettir. Ahmağın kalbi ağzında, akıllının dili kalbindedir. Yani ahmak sır saklayamaz, akıllı sırrı ifşa etmez. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Akıllı, nefsine uymaz, ibâdetlerini yapar, ahmak olan da nefsine uyar, günah işler sonra Allah affeder diye ümitlenir.) [Tirmizî] (Ahmak, ahmaklığından fasıkın [Açıktan günah işleyenin] günahından daha büyük bir derde düşer.) [Hakîm] (Ahmak olanla ilgini kes.) [Beyhekî] (Sofradan düşen kırıntıyı yiyen fakirlik görmez, çocukları da ahmak olmaz.) [İ. Neccâr] (Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî] (Her şey Allahın takdiri iledir. Akıl ve ahmaklık bile.) [Buhârî] (Ahmaklığın en kötüsü ve dalâletin [sapıklığın] en büyüğü, Müslümanlığı bırakıp, başka dine meyletmektir. [Deylemî] Müslümanlığı bırakmak, yani dinsiz olmak ahmaklığın en kötüsüdür. Kim Müslümanlığı bırakırsa mürted olur, hangi dine girerse girsin fark etmez. Bu bakımdan ateist, en ahmak kimsedir. Bir buğday tanesini, bir karıncayı yaratmaktan aciz olanın, kâinatın tesadüfen meydana geldiğini, bir yaratıcının bulunmadığını sanmasından daha büyük ahmaklık olur mu? Kur'anı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Kâfirlere "Müslümanların inandığı gibi siz de inanın" denilince, "Sefihlerin, ahmakların inandığı gibi mi inanalım?" derler; halbuki asıl ahmak kendileridir.) [Bekara 13]
Bid'at ve bid'atin zararları
Her müslümanın, çok önemli bir konu olan bid'atin ne olduğunu, zararlarını ve günümüzde işlenen bid'atleri bilmesi gerekir. Çünkü bid'at, günahların en büyüğüdür. Katillikten, eroin içmekten, hırsızlıktan daha büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Bid'atler yayılınca, ilmi olan bunu herkese bildirsin, bildirmezse, Kur'an-ı kerimi gizlemiş sayılır.) ve (Bir sünneti ihya etmek veya bir bid'ati kaldırmak için bir hadis nakledenin yeri cennettir.) buyuruluyor. (İ. Asakir, Ebu Nuaym) Bid'atin tarifi: Bid'at, âdet veya ibâdette sonradan ortaya çıkarılan her şeye denir. Âdette bid'at: Sevap beklenilmeden, dünya menfaati için yapılan işler, mesela uçağa binmek, şalvar giymek, çay, kahve, kola içmek gibi şeylerdir. Bunun gibi şeyler, bir ibâdeti bozmazsa veya dinin yasak ettiği bir şey değilse günah olmaz. Peygamber efendimiz, mübarek ayaklarına kadar uzun gömlek, yani entari giyer, şalvar giymezdi. Mübarek hanımları da entari giyer, çarşaf giymezdi. Şalvar ve çarşaf âdette bid'attir. Pardesü ve manto da, çarşaf gibi âdette bid'attir, günah değildir. Çünkü Peygamber efendimizin papaz ayakkabısı ve Rum cübbesi giydiği hadis-i şerifle bildirildi. (Tirmizi) İbâdette bid'at: Peygamber efendimizin ve dört halife zamanında bulunmayıp da, sonradan ibâdet olarak meydana çıkarılan inanışlar, huylar, sözler, işler, şekiller, âdetlerdir. İbâdet olarak ortaya çıkan böyle bir bozukluğu sevap bekleyerek yaymak yasak edilen bid'attir. Bu bid'at üçe ayrılır: 1- Küfür alameti kullanmak [mesela haç takmak] en kötü bid'attir. Bu bid'ati işleyen kâfir olur. 2- Ehl-i sünnete aykırı inanışlar da kötü bid'attir. Böyle inanana, 72 sapık fırkaya bid'at ehli denir. 3- İbâdet olarak yapılan yenilikler, reformlar büyük günahtır. İbâdetlerde böyle değişiklik yapanlara da bid'at ehli denir. Bunlar hakkında hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Her bid'at sapıklıktır, her sapık da ateştedir.) [İ. Asakir] (Bid'at ehlinin duası, namazı, orucu, haccı, cihadı, farz ve nafilesi kabul olmaz, yağdan kılın çıktığı gibi dinden çıkması kolay olur.) [İbni Mace] (Bir bid'at çıkarılınca, bir sünnet kalkmış olur.) [İ. Ahmed] (Bir zaman gelir, sünnetim unutulur, bid'atler meydana çıkar. Sünnete uyanlar garip olur, yalnız kalır. Bid'atlere uyan ise, kendilerine çok yardımcı bulur.) [Şira] (Bir zaman gelir ki, Sünnet, bid'at gibi çirkin görülür, bid'at ise sünnet gibi rağbet görür. Kötüler halka musallat olur. İyiler duâ eder, ama duâları kabul olmaz.) [Hatîb] (Bid'at ehli olanlar, yaratıkların en kötüleridir.) [Ebu Nuaym] (Allahın, meleklerin ve bütün insanların laneti, ümmetime hıyanet eden, yani bid'at çıkarıp, onunla amel edenlerin üzerine olsun.) [Dare Kutnî] (Bid'at çıkarana da, onu himaye edene de lânet olsun.) [Buhari] (Bid'at ehli Sırat'tan geçemeyecek, cehenneme düşecektir.) [İbni Asakir] (Bid'at ehlini beğenmeyenin kalbi, îman ile dolar.) [Gunye] (Bid'at ehli, cehennem ehlinin köpekleri olacaktır.) [Buhari] (Yani cehenneme köpek şeklinde atılacaktır.) [Yarın günümüzdeki bid'atler]
Günümüzde işlenen bid'atler
Dün açıkladığımız gibi, ibâdetlere bir şey ilave etmek bid'attir, büyük günahtır. Dinimiz noksan değildir. Hâşâ Allahü teâlâ veya peygamberimiz dinde bir şeyi eksik bırakmış da, daha iyisini biz mi yapacağız? İbâdete bid'at karıştırmak, Allahü teâlânın dininde noksanlık bulmak, koyduğu hükümleri beğenmemek, dini değiştirmek olur. Mesela akşam namazının farzını 3 rekat yerine, daha fazla ibâdet etmek için, 4 rekat kılmak bid'attir. 3 yerine de geçmez, namaz hiç kabul olmaz. Tesbihleri 33 yerine, çok sevap olsun diye 40 defa veya daha fazla çekmek bid'at olur. Halbuki hiç tesbih çekilmeden gidilse günah olmaz. Namazlardan sonra âyet-el-kürsi okunur, tesbihler çekilir ve duâ edilir. Duâ ederken salâten tüncina okunur. Ayet-el kürsinin okunduğu yerde salâten tüncinayı okumak sünneti değiştirmek olur, yani bid'attir. Peygamber efendimiz nasıl ibâdet etmişse, mezhebimiz bunu nasıl bildirmişse, o şekilde ibâdet edilir. "Şunu da yapalım, ötekini de ilave edelim" demek, dinde değişiklik olur. Hadis-i şerifte, (İbâdetleri bizim gibi yapmayan bizden değildir) buyuruluyor. Bid'atlerden bazıları şunlardır: İnce çoraba veya çıplak ayağa mesh etmek. (Dürer), Kur'an-ı kerimi tegannî ile okumak. (Bezzâziyye), Namazı hoparlör ile kıldırmak. (Mezahibi erbea, Elmalılı tefsiri), Sünnet ile farz namaz arasında duâ etmek, tesbih çekmek, üç İhlas okumak. (İbni Abidin), Müezzinin tesbihlere komuta etmesi. Hutbeyi Türkçe olarak okumak. (El edille), Namaz kılıp, duâdan sonra şükür secdesi yapmak. (Dürr-ül-muhtâr), Namazlardan sonra imam ile, eli göğse koyarak selâmlaşmak. (S. Ebediyye), Camide her namazdan sonra müsafeha etmek [Tokalaşmak] (Reddül muhtar), Estağfirullahel'azîm ellezi... diye başlayan istiğfarı müezzinin yüksek sesle okuması. (El İbda), Vaazdan sonra, cenazede yüksek sesle duâ etmek. (Mekâtîb-i şerife), Mezar taşı üzerine âyet-i kerime, şiir, methiye vs. yazmak. (S. Ebediyye), Aşure günü aşure pişirmeyi ibâdet sanmak. (S. Ebediyye), Bir kabirden başka bir yere nakledilirken tekrar cenaze namazı kılmak. (Hindiyye), Eshab-ı kiramdan herhangi birini kötülemek. (Şerh-i Akâid), Kadını bir defada üç talakla boşamak. (Mecmua-i Zühdiyye), Cenazede yüksek sesle tekbîr getirmek, ilâhi okumak. (Halebî), Cenaze namazından sonra konuşma yapmak. (Zübdet-ül-makamât), Ölü evinden helva vs. dağıtmak. Ölünün 3, 7, 40, 52 veya 53'üncü günlerini yapmak. (Tahtavi), Kabir azabına inanmamak. (Akâid-i Şeybâniyye), Yatırlara mum yakmak. Mezhepsiz olmak. (Tahtavi), Zekeriya sofrası diye adak yapmak. (S. Ebediyye), Bir kişinin bildirdiği hadislere inanmamak. (Tâtârhâniyye), Mi'rac mucizesinin Kudüs'ten sonrasına inanmamak. (Bahr), Kısa sakala sünnet demek. (Hadika) Hz. Mehdi geldiği zaman, (Bir zaman gelir ki, sünnet, bid'at gibi çirkin görülür, bid'at ise sünnet gibi rağbet görür.) hadis-i şerifinde bildirildiği gibi, bid'at işlemeye alışmış olan Medine'deki âlim, bid'ati güzel sanıp ibâdet olarak yaptığı için Hz. Mehdi'nin bid'at aleyhindeki sözlerine şaşıp "Bu adam bizim dinimizi yok ediyor" diyecektir. Hz. Mehdi, bu mezhepsizi öldürecektir. (Mek. Rabbani) [Yarın Bid'at ehli ile konuşmak]
Bid'at ehli ile arkadaşlık yapmak, oturup onunla sohbet etmek caiz değildir. İmam-ı Rabbanî hazretleri (İyi biliniz ki, bid'at ehli ile konuşmak, kâfirle arkadaşlık etmekten, kat kat daha fenadır. Bid'at ehlinden yılandan, canavardan kaçar gibi kaçmak gerekir.) buyurdu. Muhammed Masum hazretleri de buyuruyor ki: (Bid'at ehlinden başka herkese, dosta ve düşmana, Müslümana ve kâfire, daima güler yüz, tatlı dil göstermelidir. Bid'at ehline ve münâfıklara ve açıkça günah işleyenlere tatlı dil ve güler yüz câiz olmadığı için, zaruret olmadıkça, bunlarla karşılaşmamaya, görüşmemeye çalışmalı, görüşülürse, zaruret miktârını aşmamalıdır.) Bid'at ehli ile görüşmeyi yasaklayan hadis-i şeriflerden bazıları şunlardır: (Bid'at ehline sert davran! Allah, onlara düşmandır.) [İbni Asakir] (Onlardan kaçın! Sizi dalalete, fitneye düşürmesinler.) [Müslim] (Hasta olurlarsa, ziyaretlerine gitmeyin!) [Ebu Dâvud] (Karşılaşınca, onlara selam vermeyin!) [İbni Mace] (Onlarla birlikte bulunmayın, birlikte yiyip içmeyin!) [Ukayli] (Onların cenazelerine gitmeyin, onlarla birlikte namaz kılmayın!) [İbni Hibban] (Ben onlardan değilim. Onlara karşı cihad, kâfirlerle cihad gibidir.) [Deylemî] (Bid'at işleyene büyük diyen, Müslümanlığı yıkmaya yardım etmiş olur.) [Mekt. Rabbani] Bid'at ehlinden böyle uzak durmanın sebebi bid'atin çok kötü bir iş olduğu içindir. Çünkü bid'at çıkaran dine ilave yapıyor, Allahü teâlâ adına, peygamber adına hükümler koymuş oluyor. Allahın ve Resulünün koyduğu hükümleri beğenmemiş oluyor. Bütün günahlardan daha büyük günah işlemiş oluyor. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Bid'at çıkaran ve bunu yapana şeytan çok ibâdet yaptırır, onu çok ağlatır.) [F.Bilgiler] (Kim bid'at ehlinden buğz ederek yüz çevirirse, Allah onun kalbini korkudan emin kılar ve imanla doldurur. Kim bid'at ehline sert muamele ederse, Allahü teâlâ onu en büyük korku gününde emin kılar. Kim bid'at ehlini hakir ve zelil görürse, Allahü teâlâ onu cennette yüz derece yükseltir. Kim de bid'at ehline selam verir veya onu müjdeyle, sevindirici şeyle karşılaşırsa, Muhammed aleyhisselama indirilen Kur'an-ı kerimi küçümsemiş olur.) [Hatîb] (Bir bid'at ehli öldüğünde İslâmda bir fetih vuku bulmuş gibi olur.) [Hatîb] (Bir bid'at çıkaran, ölmeden önce mutlaka onun kötülüğüne maruz kalır.) [Taberânî] (Bid'at ehlinden ilim öğrenmeye çalışmak, kıyâmet alâmetlerindendir.) [Taberânî] (Bid'atlerin yayılışı, taşınamayan yüktür, bitmez, tükenmez kötülüktür.) [Taberânî] (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si [bid'at ehli olanlar] cehenneme gider.) [Tirmizî] (Ümmetim gruplara bölünecek, bu grupları bid'atler kaplayacak, tıpkı kuduz ısırıp da, kuduran kimsede hiçbir damar bırakmayıp her tarafını sardığı gibi, bu bid'at de onların her hallerine sirayet edecektir.) [Ebu Davud] O halde bid'atlerden çok sakınmalıdır.
Âlimler huyun değişip değişmemesi hakkın diyorlar ki: 1- Huy değişmez. Çünkü bir hadis-i şerifte, (Bir dağın yerinden ayrıldığını işitirseniz tasdik edin. Ama bir kişi huyunu değiştirmiştir derlerse tasdik etmeyin. Çünkü insanın yaratılışındaki huy devam eder.) buyuruluyor. Bu bakımdan portakal çekirdeğinden ceviz olmaz. Gazap, şehvet gibi insanın fıtratında olan şeyler yok edilemez. Onun için can çıkar huy çıkmaz denmiştir. 2- Huyun, insanla birlikte yaratılmış olanı değiştirilemez, sonradan hasıl olanı değişebilir. Evet gazap ve şehvet terbiye ile yok edilemez. Fakat dinimiz de bunların yok edilmesini değil, terbiye edilmesini emrediyor. Terbiye edilince de zararları önleniyor. Terbiye etmek başka, yok etmek başkadır. Nasihat ile insan terbiye edilebilir. Onun için Kur'an-ı kerimde, (Nasihat et, nasihat müminlere elbette fayda verir.) buyuruluyor. (Zariyat 55) (İnsan huyunu değiştiremez. Çünkü yaratılıştaki huy devam eder.) hadis-i şerifi, yaratılışta olan huyların değişmeyeceğini gösterir. Fakat, (Huyunuzu güzelleştirin,) (Herkes, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir. Bunları sonra anaları babaları, gayri müslim ve îmansız yapar) hadis-i şerifleri de, huyun değişebileceğini gösterir. Evet portakal çekirdeğinden ceviz olmaz. Fakat bakıp, aşılanırsa, çekirdeksiz tatlı, iri portakal olur. Akılsız hayvanı bile ehlileştirmek, ona bazı alışkanlıklar kazandırmak mümkündür. Mesela av hayvanına, avını yememesi, tuttuğu avı getirmesi öğretilebiliyor. Akıllı insanın terbiyesi, huyunun değiştirilmesi ise daha kolaydır. 3- Huy sonradan elde edilir ve değiştirilebilir. Âlimlerinin çoğu bu üçüncü görüşü benimsemişlerdir. Onlara göre, (Çocuğu güzel terbiye, evladın babasındaki haklarındandır.), (Evladınıza ikram edin, onları edepli, terbiyeli yetiştirin!) (Çocuğu terbiye etmek, tonlarla sadakadan daha sevaptır.), (Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altındakileri cehennemden korumalısınız! Onlara Müslümanlığı öğretmezseniz, mesul olursunuz.) hadis-i şerifleri gösteriyor ki, insanlar iyiliğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin kötü arzuları ve güzel ahlâkı öğrenmemek ve kötü arkadaşlarla düşüp kalkmak, çevrenin etkisiyle kötü huyları meydana getirir. İyi işleri yapmaya kendini zorlayan, güzel huyları elde edebilir. Mesela hat kabiliyeti olan, hiç hat ile uğraşmazsa, gizli kabiliyeti meydana çıkmaz. Fakat bu sanatla uğraşmaya çalışırsa, güzel yazı yazabilir. Güzel huyları itiyat hâline getirmek, güzel huylu olmayı kolaylaştırır. Cimri bir kimse, hayır yapmayı, tanıdıklarına ziyafet vermeyi âdet hâline getirirse, cimrilikten kurtulması mümkündür. İtiyat hâline gelen küçük günah da, büyük günah olabilir. Büyük günaha alışan da küfre düşebilir. Ahlâk değişmeseydi, peygamberlerin gelmesi, faydasız, lüzumsuz olurdu. Terbiye ve ceza usulleri abes olurdu. İlmin ve terbiyenin fayda sağladığı her zaman görülmüştür. Ancak, bazı huylar pek yerleşmiş, ruhun özelliği gibi olmuştur. Böyle huyları değiştirmek pek müşkül olur. Böyle ahlâk, en çok, cahil, kötü kimsede bulunur. Bunu değiştirmek için riyazet ve mücahede gerekir. Nefsin isteklerini yapmamaya Riyazet, nefsin istemediği şeyleri yapmaya Mücahede denir.
Emali kasidesinde, Ehl-i sünnet itikadı manzum olarak çok güzel anlatılmıştır. Orijinal aslı şahane bir manzumedir. Bu eserde özetle deniyor ki: Allahü teâlâ, ezeli ve ebedidir. Hayrı da, şerri de yaratan odur. Fakat O, şerre râzı değildir. Allahın sıfatları, zâtının aynı da, gayrı da değildir. Bütün sıfatları da ezeli ve ebedidir. O hiçbir şeye benzemez. Her şeyi yoktan yaratan Allahü teâlâ, Arş'ı da yaratmıştır, fakat oraya yerleşmiş denilemez. Çünkü Arş'ı yaratmadan önce de var idi. Mekândan ve zamandan münezzehtir. Mukallidin imânı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.] Kur'an-ı kerim, mahluk değildir. Cennette nimetler, cehennemde azap vardır. Cennet ve cehennem hiç yok olmaz. Müminler, cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar. Allahü teâlâya en faydalı olanı yaratması farz değildir. Peygamberlere ve meleklere [Amentüdeki esaslara] inanmak farzdır. Hz. Muhammed son peygamberdir, dini kıyamete kadar bâkîdir, Miracı da haktır. Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Kadınlardan peygamber gelmemiştir. Hz. İsâ gelecek, Deccâl'ı, öldürecektir. Evliyânın kerâmeti haktır. Ebû Bekr-i Sıddîk, bütün eshâb-ı kirâmdan üstündür. Akıl bâlig olanın Allahı bilmemesi özür olmaz. Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir. İbâdetler, ameller imânın parçası değildir. [Yani farzı yapmayana kâfir oldu denmez.] Katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen Müslümana kâfir oldu denilmez. Bir müddet sonra, dinden çıkmaya niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur. Elfâz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfaz-ı küfrü söyleyene kâfir dememelidir. Helâl da haram da rızktır. Kabir suali ve kabir azabı haktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Müminlerin, cennete girmesi Allahın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle cenneti hak edemez. İnsanlar, dirilince hesâba çekileceklerdir. Kıyâmet günü amellerin tartılması ve sırattan geçmek haktır. Bu dünya sonradan yaratılmıştır. Duâların etkisi vardır Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Cennet de cehennem de şu anda mevcuttur. İmân ehli, günahların cezâsı olarak ebediyen cehennemde kalmayacaktır. [Ebedi cehennemde kalmak kâfirlere mahsustur.]
Şehitlik nimetine kavuşmak
Günahları, kusurları, azapları anlatan ilâhîleri dinleyerek, üzülmek, tövbeye sebep olacağı için sevaptır. Fakat, ölüme, kaza kadere karşı üzülmeye sebep olan ilâhîleri, kasîdeleri dinleyerek üzülmek uygun değildir. Bunun için, 20 yıldır bu konulardan bahsetmedim. Geçen günkü yas tutmanın uygun olmadığını bildiren yazımda, Resulullahın vefatında zehrin etkisini bir cümle ile bildirmiştim. Kısa olduğu için iyi anlaşılmamıştı. Bugün biraz daha detaya giriyorum. Aşağıdaki yazı, İmam-ı Kastalani hazretlerinin Mevhab-i ledünniyesinden alınmıştır. Mearicinnübüvveden de ilaveler vardır. Hayberde bir Yahudi kadını, bir koyun kesip, Resullah ve eshabını davet etti. Eshabı kiramla birlikte birer lokma aldılar. Sonra (Bu yemekten yemeyin) buyurdu. Kadına da, (Bu eti zehirledin mi) diye sordu. Kadın, (Nasıl bildiniz?) dedi. (İşte bu et haber verdi) buyurdu. Kadın, (Evet ben zehirledim, eğer peygamberse, ona zehir tesir etmez, değilse kurtuluruz) diye düşünmüştüm. O yemeği yiyen Bişr bin Bera gibi sahabeler zehrin etkisiyle şehit oldular. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin son hastalığı baş ağrısı ile başladı ve çok ateşli idi. "Ateşiniz ne kadar fazla" diyenlere, (Belanın en şiddetlisi peygamberlere gelir) buyurdu. Sevgili peygamberimiz çok ateşli olduğu için, hastalığına humma yani bir cins sıtma demişlerdir. Zatülcenb diyenler de olmuş, fakat Peygamber efendimiz, (Zatülcenb bana musallat olmaz) buyurdu. Hz. Ali anlatır: Resulullahın mübarek rengi değişti, mübarek alnı terledi. Hz. Fâtıma bunu görünce, "Vay babam, canım sana feda olsun. Senden sonra hâlim nice olur" diye ağlamaya başladı. Resulullah, onun ağlamasını işitip, (Yâ Rabbi, buna sabır ver) dedi. Sonra (Ya Fâtıma, ey gözümün nuru, baban can çekişiyor. Bu babanın son acılarıdır. Bundan sonra baban hiç sıkıntı çekmez. Kızım, sabret, ağlama. Çünkü melekler senin ağlaman için ağlar) buyurdu. Azrail aleyhisselâm köylü suretinde kapıya gelip, "İzin var mı içeri girmeye?" dedi. Hz. Fâtıma "Şimdi babam, kendi haliyle meşguldür, içeri giremezsin" dedi. Yine tekrar izin istedi. Yine önceki gibi özür diledi. Üçüncüde, yüksek sesle izin istedi. Bütün ehl-i beyt, onun heybetinden korkup titremeye başladılar. O zaman kendinden geçmiş olan Fahr-i âlem uyanınca, (Ne oluyor?) buyurdu. Bir köylü girmek için izin istiyor. Ne kadar özür dilediysek, kabul etmedi dediler. Resulullah, (O köylü değil ölüm meleğidir) buyurdu. Cebrail aleyhisselâm gelip, Allahü teâlânın selamını bildirdikten sonra. "Yâ Resulallah, ölüm meleği, içeri girmeye izin istiyor. Şimdiye kadar kimseden izin istemedi. Bundan sonra da istemez" dedi. Resulullah izin verdi. İçeri girip selâm verdi. "Yâ Resulallah, ne istersen öyle yapmak için emir aldım, dilersen şerefli ruhunu alıp yükselteyim, dilersen dönüp gideyim" dedi. Resulullah Cebrail aleyhisselama baktı. O da, "Ya Resulallah. Allahü teâlâ sana müştaktır" dedi. Sonra Azrail'e işini görmesini işaret etti. Peygamber efendimiz, son hastalığında, (Hayber'de yediğim zehirli etin acısını hâlâ hissediyorum. Zehrin tesirinden ebherim, bıçak gibi kesiliyor) buyurdu. (Buharî) [Ebher aort denilen atardamardır.] Abdullah bin Mesud hazretleri gibi Eshabı kiramın büyükleri, (O zehirli etin tesiriyle Resulullah şehit oldu) buyurdular. Peygamberlik şehitlikten üstündür. Fakat şehit olmak da bir nimettir. Allahü teâlâ Habibine bu nimeti de vermek için son hastalığında bu zehrin etkisini göstermiştir. (Mevahib)
İbrahim suresinin, (Allah, dilediğini saptırır, dilediğini de doğru yola iletir.) mealindeki 4. âyeti ile aynı anlamdaki diğer âyetleri delil getirip, "Bizim sapıklıkta kalmamız Allahın dilemesiyle olduğuna göre, Allahın bizleri, sapık, kâfir diye suçlaması uygun olur mu?" ve "Hayrı ve şerri Allah yarattığına göre, yaptığımız kötü işlerden niçin mesul oluyoruz?" diyenler de çıkıyor. Yani suçlarını Allaha yüklemeye çalışıyorlar. Kur'an-ı kerimi anlamak öyle kolay değildir. Öyle olsa idi, Allahü teâlâ, (Resulüm, Kur'an-ı kerimi insanlara açıkla) diye emretmezdi. Bazı âyetler, bazısını açıklar. Mesela buyuruluyor ki: (Allah, dilediğini saptırır, hakka yöneleni de doğru yola eriştirir.) [Rad 27] (Allah, iman edenleri dünya ve ahirette sapasağlam tutar, zalimleri ise saptırır.) [İbrahim 27] (Elbette zâlimler iflâh olmaz.) [Kasas 37] Demek ki, iflah olmayanlar yani kurtuluşa ermeyenler, zâlimler, hainler ve bunun gibi kötü kimselerdir. Allahü teâlâ, iyiliği ve kötülüğü, insanların irâde etmesi, dilemesi ile yaratır. Namaz kılana da, hırsızlık edene de mani olmaz. Onlara namaz kılma ve hırsızlık etme gücünü veren de Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, dilerse, bir kimseyi layık olmadığı halde, hidâyete kavuşturabilir. İyi kimseyi ise asla sapıklıkta bırakmaz. Zalim, hain bir kimseyi ise, adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Bir iyilik yapana on katı, yüz katı, bin katı sevap verebilir. Ama genelde bir günah işleyene bir ceza verir. Sevap ve günah işlemek, insanların irade-i cüziyesine bağlı kılınmıştır ki, buna kesb denir. Kesb kuldan, yaratmak Allahtandır. Allahü teâlâ, insanlara zorla günah işletmez. Haşa zorla günah işletse, yarın "Niye günah işledin?" diye sorar mı hiç? Diyelim ki, önümüzde iki tren yolu var. Garda da şunlar yazılıdır: (Sağ yoldaki trene binen, sonsuz mutluluk diyarı olan cennete gider. Sol yoldaki tren ise sonsuz azap diyarı olan cehenneme gider.) Yolcu, hür iradesiyle, gideceği yerin biletini alır. İstediği trene biner. Son istasyona varmadan, fikir değiştirebilir, dönüş yapabilir. Sağ yoldan giden trenden inip, sol yoldan giden trene binenler çıkabildiği gibi, sol yoldan giden trenden inip, sağ yoldan giden trene binenler de çıkabilir. Demek ki, insan serbesttir. İstediği trene binip, istediği diyara gidebilir. Ancak o, yaya değil, trenle gidiyor. Treni süren de birisi var. İnsanları mutluluk diyarına da, azap diyarına da götüren trendir. İşte iyi kötü dahil, bütün işleri Allah yaratır demek, kula o işi yapma gücünü Allah veriyor demektir. Bir benzinci bir arabaya benzin verse, araba da kaza yapsa, kaza yapanın, "Sen benzin vermeseydin ben kaza yapmazdım" demesi meşru mazeret sayılmaz. Kendi iradesi ile azap diyarına giden kimsenin, "Bu diyara tren seferi koymasaydınız, biz de buraya gelmezdik" diyerek, tren işletmesini suçlaması doğru olmaz. Çünkü bu trene hiç kimse zorla bindirilmemiştir. Herkes kendi arzusu ile, iradesi ile binmiştir. İnsan iradesini kullanarak, iyilik yaratılmasını isteyen, sevap; kötülük yaratılmasını isteyen, günah kazanır. Kur'anı kerimde de buyuruluyor ki: (İnsan, önceden ne hazırladığını görecektir.) [Tekvir 14] (Zerre kadar iyilik ve kötülük yapan, karşılığını görecektir.) [Zilzal 7,8] (Kıyamet günü adalet terazileri kurarız. Hiç kimse haksızlığa uğratılmaz. Hardal tanesi kadar iyilik eden, karşılığına kavuşur.) [Enbiyâ, 47] Allahü teâlânın nimetleri her an, iyilere de, kötülere de gelmektedir. Herkese malı da, hidâyete kavuşmayı da, fark gözetmeden göndermektedir. Fark, bunları kabul edip etmemek suretiyle, insanlardadır. Allahü teâlâ, kimseye haksızlık etmez. İnsanı felâkete sürükleyen, çirkin işleridir. Güneş, elma ve bibere aynı şekilde parladığı hâlde, elmayı kızartınca tatlılaştırır, biberi kızartınca acılaştırır. Tatlılık ve acılık güneşin ışıkları ile ise de, aralarındaki fark, güneşten değil, kendilerindendir.
Bu dinin kurucusu Papaz Charles Russel'dir. İlkokul mezunudur. 1916'da ölmüştür. "Bin yıllık krallığın peygamberi" olarak kabul edilir. Önceleri Protestan Presbiteryan Kilisesi'ne bağlı iken, sonra Protestan Congregasionalist Kilisesi'ne üye oldu. Buradan da ayrıldı. Russel, satışa çıkardığı bir buğdayın çok fazla ürün vereceğini, bu buğdayın "mucizeli" olduğunu ilan etti. Bu yalana inananlar bir avuç buğdayı 60 dolara alarak ektiler. Fakat istenilen ürünü alamayanlar, dolandırıldıklarını anlayanlar mahkemeye verdiler. Mahkemede bu buğdayın diğer buğdaylardan farkı olmadığını itiraf etti ve mahkum oldu. Evlâtlık kızı Rose Boly'ye tecâvüz ettiği için karısı Maria Francis tarafından mahkemeye verilmiş ve mahkemede suçunu îtirâf ederek hüküm giymiştir. Mahkeme, Russel'in "yalan yere yemin eden" bir yalancı olduğuna dâir de bir hüküm vermiştir. Bu din, bir zamanlar Russelizm adıyla anılmış ve bir cins Luthercilik olarak görülmüştür. Hedefleri tanrının denetiminde Hz. İsa'nın liderliğinde bir dünya krallığı, tek tip toplum düzeni kurmaktır. Yehova Şahitleri 1917-1928 yılları arasında inançlarında 148 kadar değişiklik yaptılar. Karmakarışık bir inanç sistemi hâline gelen Yehovacılık, gerçek Hıristiyanlık iddiası ile ortaya çıkmasına ve Yahûdîlikle Hıristiyanlık karması gibi görünmesine rağmen onlardan tamamen farklı bir inanış haline geldi. Yehova: Bu kelimesinin aslı "Yahve"dir. Yahve İsraillilerin milli ilâhlarının adıdır. Bu din, önceleri "Russel Tarikatı" adıyla çalışıyordu. 1931'de "Yehova Şahitleri" adıyla meydana çıktı. Dört incili esas alırlar. (İsa'nın dünya krallığı başladı) diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya atmışlardır. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975'tir. Tabii hepsi de boşa çıkmıştır. Yehovacılar, yeni yorumlarla ayrı bir akım, ayrı bir Hıristiyanlık dini şeklinde görünürler. Bazı Hıristiyanlar (İsa üç tanrıdan biridir) derler. Yehovacılar için tek ilâh Yehova derler ise de, (İsa, Yehova'nın oğludur, üstün bir varlıktır) derler. Hz. İsa'yı ilâh olmaktan çıkarmaları ve ruhu kabul etmemeleri Katolik, Ortodoks ve Protestanları kızdırmıştır. Yehovacılara göre de, diğer Hıristiyanlar gibi, her çocuk günahkâr doğar. İnançlarını aşılamak için, Hıristiyanlıklarını gizlerler. Yehova yerine "Allah" ve diğer İslâmî terimleri kullanırlar. Bunlara ancak cahiller kanar, dinini bilen hiçbir Müslüman kanmaz. Bunlar ahirete inanmaz. Cennetin dünyada olacağına, Hz. İsa'nın oradaki krallığına inanırlar. Ruhun ölmezliğine inanmazlar. "Üçleme" inancını yorumlamaları, bazı Hıristiyan mezheplerinden farklı olmakla birlikte, onu reddetmezler. Dünya onlara göre bâkidir. Kendilerini bir millete ve vatana bağlı hissetmezler. Hıristiyanlık inancını benimserler. Hatta kendilerini asil Hıristiyan olarak tanıtırlar. Bayrağa karşı çıkarlar, milliyet ve vatan sevgisini reddederler. Vatan bütünlüğü, vatan savunması ve askerlik yapmaya karşıdırlar. Zina dışında herhangi bir sebeple boşanmaya ve incillere aykırı olduğunu ileri sürerek kan nakline karşı çıkarlar. Tatlı, okşayıcı dillerle gençleri aldatmaya, Hıristiyan yapmaya çalışıyorlar. Çeşitli yollardan ele geçirdikleri adreslere broşür ve kitap gönderiyorlar. Şık, süslü giyinmiş güzel kızlar, kapı kapı dolaşarak, evlere bu kitap ve broşürleri bırakıyorlar. Bu oyuna gelmemelidir!
Sabrın önemi ve çeşitleri
Sabır, acı şeyi yüzünü ekşitmeden içmektir. Yani, şikayet ve feryatta bulunmadan, hoşnutsuzluk göstermeden, gelen belâya katlanmaktır. Sabır, muhalefetten sakınmak, belâların acılığını yudum yudum tadarken, sakin olmak, geçimde fakirlik baş gösterince zengin görünmektir. Sabır, belâ gelince güzel edeple durmak, şikayetsiz olmak, belâda fânî, yok olmaktır. Sabır, afiyet gibi belâ ile de arkadaş ve dost olmak, onunla bulunmaktır. Sabretmek, kurtuluşa, başarıya sebep olan güzel huydur. Sabır, peygamberlerin hasletlerindendir. Bunun için atalarımız, (Sabır, acı ise de meyvesi tatlıdır), (Sabır selamettir), (Sabırla koruk helva olur) demişlerdir. Belâlara sabretmek, kurtuluşa sebeptir. Allahü teâlâ, buyuruyor ki: (Ey Resulüm, kâfirlerin eziyetlerine karşı, ululazm peygamberlerin sabrettikleri gibi sabret ve onlar hakkında azap için acele etme!) [Ahkaf 35] Bir farzı yapmak veya bir günahtan kaçınmak sabırsız ele geçmez. Çünkü, (iman nedir?) diye sorulduğunda Peygamber efendimiz, (Sabırdır) buyurdu. (Deylemî) Sabrın büyüklüğü ve fazileti sebebiyle Kur'an-ı kerimde yetmişten fazla yerde sabır ve sabredenlere verilecek sevaplar bildiriliyor. Allahü teâlâ buyuruyor ki (Sabredenlerin mükâfatını, yapmakta olduklarının daha güzeliyle vereceğiz.) [Nahl 96] (Ey iman edenler, Allahtan sabır ve namazla yardım isteyiniz. Allahü teâlâ elbette sabredenlerle beraberdir.) [Bekara 153] (Allah sabredenleri sever.) [İmran 146] (Sabredenlere, mükâfatları hesapsız verilir.) [Zümer 10] (Sabır ve namaz, yalnız Allahtan korkan müminlere kolay gelir.) [Bekara 45] (Sabredenlere [lutfumu, ihsanımı] müjdele!) [Bekara 155] (Eyyub'u, [mal ve canına gelen musibetlere] sabredici bulduk. O ne güzel kuldu, hep Allaha yönelir, Ona sığınırdı.) [Sad 44] (Sabretmekte yarışınız!) [A. İmran 200] Sabrın fazileti o kadar büyüktür ki, Allahü teâlâ, sabrı çok aziz eyledi. Herkes sabır nimetine kavuşamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sabır, Cennet hazinelerinden bir hazinedir.) [İ. Gazali] (Eğer sabır insan olsaydı, çok kerim ve cömert olurdu.) [Taberânî] (Hoşlanmadığın şeye sabır etmende büyük hayır vardır.) [Tirmizî] (Kimde şu üç şey varsa, dünya ve ahiretin hayrına kavuşmuş demektir: Kazaya rıza, belâya sabır, rahatlıkta duâ.) [Deylemî] Peygamber efendimiz, taş kaldırıp kuvvet denemesi yapanlara sordu: - Bu taşı kaldırmaktan daha zoru nedir? - Bildir ya Resulallah, dediler. - Öfkeli iken, öfkesini yener, sonra sabır yolunu tutarsa, sizin en ağır taş kaldıranınızdan daha kuvvetlidir. [T. Gafilin] Demek ki, belâların nimet olması, o belâya sabretmeye ve Allahü teâlânın gönderdiği kazaya razı olmaya bağlıdır. Belâ gelince feryat eden, önüne gelene Rabbini şikayet eden, nimetten mahrum kalır, azaba layık olur. Belâya sabır, peygamberlerin hasletlerindendir.
Şakik-i Belhi hazretleri, (Sıkıntıya sabrın mükâfatını bilen, sıkıntılardan kurtulmaya heves bile etmez) buyuruyor. Sıkıntılara karşılık verilecek nimetleri hatırlayarak, sıkıntı hafifletilebilir. Nitekim Allahü teâlâyı sevenler, birçok acılara katlanmışlar, hatta o acıları duymamışlar bile, Sırri-yi Sekati hazretleri, (Allahü teâlâyı seven, Ondan gelen belâların acısını hiç duymaz. Bir değil, yetmiş kılıç darbesi alsa yine duymaz) buyuruyor. Nitekim, Mısır halkı günlerce yemeden içmeden Hz. Yusuf'un güzelliğine bakakaldılar. Onun güzel yüzüne bakmakla açlıklarını unuturlardı. Bundan daha önemlisini de Mısır'ın ileri gelen kadınları, Hz. Yusuf'un güzel cemaline bakarak, ellerini kestiler, fakat acısını duymadılar. (Yusuf suresi 31) Çölde, yaşayan bir bedevinin bir horozu, bir köpeği ve bir de merkebi vardı. Horoz, sabahları öter, onları namaza uyandırırdı. Bir gün tilki horozu alıp götürdü. Çoluk çocuğu üzüldü. Bedevi, (Hakkımızda belki bu hayırlıdır) diyerek onları teselli etti. Bir kurt geldi, yüklerini taşıyan merkebini parçaladı. Bedevi, üzülen çoluk çocuğunu, (Belki hakkımızda hayırlısı budur) diyerek teselli etti. Bir müddet sonra kendilerine bekçilik eden köpekleri de öldü. Bedevi yine ailesini teselli etti. Bir sabah gördüler ki, ilerideki bir çadırda yaşayanlar, esir alınarak götürülmüş. Merkebin anırması, horozun ötmesi ve köpeğin havlaması çadırda yaşayanları ele vermiş. Bedevinin hayvanları olmadığı için onların varlığından haberdar olamamışlar. Hayvanlarının elden çıkması, bedevinin hakkında hayırlı olmuştur. Şu hâlde, (Allahü teâlânın gizli lutuflarını bilen, her halükârda Onun işinden razı olur) sözünü hiç unutmamalıdır! İsa aleyhisselam, cüzzamdan etleri dökülmüş, gözleri kör olmuş, her tarafı perişan yatalak bir hastanın, (Çoklarını müptela ettiği dertten beni koruyan Allahü teâlâya hamd olsun) dediğini işitince, (Sana gelmedik belâ mı var da böyle duâ ediyorsun?) buyurdu. Hasta adam, (Ey Allahın Resulü, benim imanım var, ben marifet sahibiyim) dedi. Hz. İsa, (Doğru söyledin) buyurarak elini hastanın vücuduna sürdü. Gözleri açıldı, vücudunu kaplayan hastalık da hemen geçti. Eskisinden daha güzel biri oldu. Hz. İsa ile birlikte uzun müddet yaşadılar. Belâ, musibet, günahlara kefarettir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Size gelen her musibet, kendi ellerinizle işleyip kazandığınız günahlar yüzündendir. Bununla beraber Allah birçoğunu da affeder, musibete uğratmaz.) [Şura 30] Demek ki işlediğimiz günahların bir kısmına ceza olarak musibet geliyor. Böylece ahirete kalmadan dünyada günahımızın cezasını ahirete göre çok hafif olarak çekiyoruz. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: İnsanın karşılaştığı her şey Allahü teâlânın dilemesi ile var olmaktadır. Bunun için, iradelerimizi Onun iradesine uydurmalıyız. Karşılaştığımız her şeyi aradığımız şeyler olarak görmeliyiz ve bunlara kavuştuğumuz için sevinmeliyiz! Kulluk böyle olur. Gelen belâ ve sıkıntılara sabrederek göğüs germek büyük nimettir. Sabredemeyen felakete düçar olur. Bir hastalık, bir belâ gelince bağırıp çağırmak fayda vermez. Aksine zararlı olur. Bunun tek çaresi Allahın takdirine razı olmaktır. Sabırlı olmayan muvaffak olamaz. Bir kimse başına gelen felaketlere sabretmezse devamlı huzursuz olur, doğru dürüst ibâdet edemez. Kim Allahtan korkarak sabrederse sıkıntılardan kurtulur. Sabreden muradına erer. Her hayra sabırla ulaşılır.
Çocuk, ana baba elinde bir emanettir. Çocukların temiz kalbleri kıymetli bir cevher olup, mum gibi, her şekli alabilir. Küçük iken, hiçbir şekle girmemiştir. Temiz bir toprak gibidir. Temiz toprağa hangi tohum ekilirse, onun mahsulü alınır. Onun için "Ağaç yaşken eğilir" demişlerdir. Bunun gibi çocuk da neye meylettirilirse, oraya yönelir. Eğer hayrı adet eder, öğrenirse hayır üzerine büyür. Çocuklara iman, Kur'an ve Allahü teâlânın emirleri öğretilir ve yapmaya alıştırılırsa, din ve dünya saadetine ererler. Bu saadete ana baba ve hocaları da ortak olur. Eğer bunlar öğretilmez ve alıştırılmaz ise, bedbaht olurlar. Yapacakları her fenalığın günahı, ana baba ve hocalarına da verilir. Kendinin yapması haram olan şeyi çocuğa yaptıran kimse, haram işlemiş olur. Çocuklarına içki içiren, kumara alıştıran, müstehcen neşriyatı okumasına sebep olan, yalancılık, hırsızlık gibi kötü huylara alıştıran, kıbleye karşı ayak uzatmasına sebep olan kimse, günah işlemiş olur. Ne zaman çocukta iyi bir hareket görülürse, onu takdir etmeli, mükâfatlandırmalı. İnsanların yanında bazen onu övmeli. "Amcası benim çocuğum ne güzel yaptı" diyerek iyiye teşvik etmeli. Bir kabahat işler veya kötü bir söz söylerse birkaç defa görmezlikten gelmeli, "onu yapma"dememeli, azarlamamalı. Sık sık azarlanan çocuk, cesaretlenir, gizli yaptıklarını açıktan yapmaya başlar. Yaptığı kötü işlerin zararı, kendisine tatlı dil ile anlatılmalı, ikaz edilmelidir! Yapılan iş, dine aykırı ise işin zararı, fenalığı ve neticesi anlatılarak, o kötü işe mani olmalı. Baba, baba olduğunu, büyük olduğunu hissettirmeli. Anne, çocuğu babası ile korkutmalıdır! Her gün bir müddet oynamasına izin vermelidir ki, çocuk sıkılmasın. Sıkılmak ve üzülmekten kötü huy hasıl olur ve kalbi körleşir. Hiç kimseden para istemesine müsaade etmemeli, fazla konuşmamasını, büyüklere saygıyı öğretmelidir. İyi insanların güzel hallerini anlatıp, onlar gibi olmaya, kötü insanların kötülüklerini anlatıp, onlar gibi olmamaya dikkat etmesi öğretilmelidir. Çocuğa her istediğini almak ve lüks içinde yaşatmak uygun değildir. Büyüyünce de her istediğini ele geçirmeye çalışır; fakat bunda muvaffak olamayınca sukutu hayâle uğrar, isyankar olur. Kendimiz gibi çocuklarımıza da helal yedirmeliyiz. Haramla beslenen çocuğun bedeni, necasetle yoğrulmuş çamur gibi olur. Böyle çocuk pisliğe, kötülüğe meyleder. Hadis-i şerifte, (Hepiniz, bir sürünün çobanı gibisiniz. Çoban sürüsünü koruduğu gibi, siz de evinizde ve emriniz altındakileri cehennemden korumalısınız! Onlara dinini öğretmezseniz, sorumlu olursunuz.) buyuruldu (Müslim) Nice Müslüman evlatları babaları yüzünden cehenneme gidecektir. Çünkü bunların babaları, para kazanmak ve keyf sürmek hırsına düşüp ve yalnız dünya işleri arkasında koşup, evlatlarına Müslümanlığı ve Kur'an-ı kerimi öğretmediler. Çocuklarına dinlerini öğretmeyenler evlatları ile birlikte cehenneme gidecektir. Kur'an-ı kerimde (Kendinizi ve ailenizi cehennem ateşinden koruyun.) buyuruluyor. Bir babanın, evladını cehennem ateşinden koruması, dünya ateşinden korumasından daha önemlidir. Cehennem ateşinden korumak da, imanı ve farzları ve haramları öğretmek ve ibâdete alıştırmak ve kötü arkadaşlardan ve zararlı yayınlardan korumak ile olur. Bütün kötülüklerin başı, kötü arkadaştır. Kötü arkadaşları, onun, küstah, yalancı, hırsız, saygısız ve korkusuz olmasına sebep olabilir. Senelerce de bu kötü huylardan kurtulamaz.
Çocuğa, israf etmemesi, kanaatkâr olması öğretilmeli. Bazen de yavan ekmek yemeye alıştırmalı. Baba, ne devamlı asık suratlı durmalı, ne de çocukla fazla yüzgöz olmalı, konuşmasının heybetini korumalı. Çocuğa babasının malı ve rütbesi ile övünmemesi tembih edilmeli. Tevazu sahibi ve kibar olması öğretilmeli. Başkalarından bir şey almanın zillet olduğu, veren elin alan elden üstünlüğü bildirilmeli. Cimriliğin çirkinliği öğretilmeli. Başkalarının yanında edepli oturması, laubali hareketlerden uzak durması telkin edilmelidir! Fazla konuşmanın hayasızlığa yol açtığı, gevezeliğin kötülüğü belirtilmeli. Çocuk nasıl olsa konuşmasını öğrenecektir. Maksat, ona gerekince susmasını öğretmektir. Doğru da olsa, çokça yemin etmesine izin vermemeli. Büyüklere hürmetin, yerini onlara vermenin ve herkesle iyi geçinmenin önemi anlatılmalı. Daha küçükken namaza alıştırmalı. Büyüyünce namaz kılması zor gelebilir. Başkasının malını çalmayı, haram yemeyi, yalan söylemeyi gözünde çirkin göstermeli. Her işi adet olarak yapmaması, niyetle, şuurla yapmasının lüzumu anlatılmalı. Mesela, yemekten maksadın; kulun Rabbine ibâdet etmesi, insanlara ve vatanına faydalı hizmetlerde bulunması, insanların saadeti için çalışması olduğu öğretilmeli. Dünyadan maksadın, ahiret için azık toplamak olduğu; çünkü dünyanın kimseye kalmadığı, ölümün ansızın gelebileceği anlatılmalı. Küçük yaşında böyle terbiye edilirse, taş üzerine yazılan yazı gibi olur ve kolay kolay silinmez. Böylece dünya ve ahiret mutluluğu elde edilir. Peygamber Efendimiz, (Bütün çocuklar, Müslümanlığa elverişli olarak doğar. Daha sonra bunları, ana babaları Hıristiyan, Yahudi ve dinsiz yapar.) buyurdu. (Taberânî) Her müslümanın birinci vazifesi, evladına İslâmiyeti ve Kur'an-ı kerimi öğretmektir. Evlat nimetinin kıymeti bilinmezse, elden gider. Bunun için Pedagoji [çocuk terbiyesi] dinimizde çok kıymetli bir ilimdir. İslâm dinine karşı olanlar, bu önemli noktayı anladıkları içindir ki, "Birinci hedefimiz, gençliğin ele alınması ve onların dinsiz olarak yetiştirilmesidir" diyorlar. Bugün, bütün Hıristiyan ülkelerinde, bir çocuk dünyaya gelince, buna bozuk dinlerinin gereği ne ise onu yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, Hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, Hıristiyan yapmak için, İslâm ülkelerine paket paket kitap, broşür ve kaset gönderiyorlar. O halde, Müslümanlar din cahillerinin hilelerine, yalanlarına aldanmamalı, çocuklarımıza sahip çıkmalıyız. Onlara sahip çıkmak, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur. Peygamber efendimiz, (Ahlâkınızı güzelleştirin) buyurmuştur. Zaten din, güzel ahlâk demektir. Güzel ahlâklı olan da iki cihanda rahat olur. Terbiyede: 1- Çocuğu dövmek ahlâkının bozulmasına, hırçınlaşmasına sebep olur. 2- Dayakla büyüyen çocuk esnek olmaz, katı olur. 3- Dövülmek, çocukta ana-babaya karşı kızgınlığa yol açar. Çocuk kendi yaptığının kötü bir şey olduğunu düşünmez, kendini suçlu görmez, kendini döveni suçlar. 4- Dövülen çocuk, kızdığı zaman, o da şiddete başvurur, bir başkasını döver. Böylece dayak vicdanlı olmaya değil, saldırganlığa sebep olur. 5- Sözden anlayacak yaştaki çocuğa dayak atılmaz. Sözden anlamayan çocuğuna hafifçe vurmak yeter. Başa, yüze tokat atmak, sopa ile dövmek çok zararlıdır. Bu ancak işkenceciye yaraşır. Çocuk, ahlâkı iyi olan insanlarla arkadaşlık ettirilirse, güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur.
Kadınların erkekler üzerinde hakkı olduğu gibi, erkeklerin de kadınlar üzerinde hakları vardır. Kadın kocası ile iyi geçinmelidir. Bir hadis-i şerifte, (Kocasının hakkına riayet etmek, Allah yolunda cihad etmek gibidir. Kadının cihadı, kocası ile iyi geçinmektir.) buyurulmuştur. (Taberânî) Bir kadın, kocasını güzel karşılar, güzel sözler söyleyerek hoşnutluğunu kazanmaya çalışırdı. Peygamber efendimiz, kadının bu hareketinden dolayı kocasına, (Hanımına selam söyle, yarı şehit sevabına kavuştuğunu haber ver!) buyurdu. (Şir'a) Kadınların Cennete girmeleri erkeklere göre daha kolaydır. Erkeğini razı eden kadın için müjde çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kadın, beş vakit namazı kılar, orucunu tutar, kendini yabancılardan korur ve kocasına itaat ederse, cennete dilediği kapıdan girer.) [İbni Hibban] (Kocası razı olduğu hâlde ölen kadın, cennete girer.) [Tirmizî] (Kocasına muhabbet gösteren, çocuk doğuran, öfkelendiği an veya kocası kendine kızdığı zaman, kocasını razı edinceye kadar uyumayan kadın cennetliktir.) [Taberani] Kocasına, elinden geldiği kadar güler yüzlü davranıp, sevgi göstermeli, kocasının yatağından kaçmamalı, onu incitmemelidir. Genelde kadınlar, bin iyiliği değil de, bir kötülüğü görürler. Hemen, "Senden ne gördüm" diyerek kocalarına nankörlük ederler, kocalarına beddua ve lânet ederler. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Eğer kocalarına nankörlük etmeseler, namaz kılan kadınlar hemen cennete girerdi.) [Şira] (Kadın, kocasının hakkını yerine getirmedikçe, Allahın hakkını ödemiş olamaz.) [Taberani] (Kocasının yaptığı iyiliklere teşekkür etmeyen kadına Allah merhamet etmez.) [Nesai] Kadın yaptığı iyiliği başa kakmamalı. Yeme ve giyme gibi hususlarda kocasını üzmemeli, yapamayacağı şeyi ondan istememeli. Kocasının şerefini korumalı, her işte onun rızasını kazanıp gönlünü hoş etmeye çalışmalı. Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Kocanın hanımı üzerindeki hakkı, benim sizin üzerinizdeki hakkım gibidir. O hâlde kocasının hakkını gözetmeyen, Allahın hakkını gözetmemiş olur.) [Şira] Kadın, kocasını üzmemelidir. Bir gün Hz. Fatıma, ağlayarak babasının huzuruna geldi. Resulullah efendimiz, (Ya Fatıma, niçin ağlıyorsun?) buyurdu. O da, (Kasıtsız söylediğim bir sözden damadın üzüldü. Özür diledim. Onu üzdüğüm için ağlıyorum.) dedi. Kızına (Kızım, bilmez misin, Allahü teâlânın rızası kocanın rızasına bağlıdır. Ne mutlu o kadına ki daima kocasının rızasını arar, kocası ondan razı olur. Kadınlar için en üstün ibâdet, kocasına itaattir. Erkek, hanımından razı olunca, o kadın istediği kapıdan Cennete girmeye hak kazanır. Kocasını üzen kadın, onu razı edinceye kadar, Allahü teâlânın lânetinde olur.) buyurmuştur. Dinimiz kadına çok değer vermiş, erkeğe de çok mesuliyet yüklemiştir. Kadın, ev içinde ve ev dışında çalışmaya, para kazanmaya mecbur değildir. Evli ise kocası, evli değilse babası, kadına gereken her şeyi getirmeye mecburdur. Kimsesi olmayan kadına devletin yardım sandığı bakar. Müslüman kadının ev işi yapması bir ihsandır, çok sevaptır. Yapmazsa, günaha girmez. Zorla yaptırılamaz. Resulullah efendimizin zamanından bugüne kadar, Müslüman kadınlar bu ihsanı yapmıştır. (R. Nasihin)
Kuşluk namazı ve şehitlik
Kuşluk vaktinde en az iki rekat namaz kılmak çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Günde 2 rekat kuşluk namazı kılan; anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur, bütün günahları affedilir. 2 rekat kuşluk namazı, bir hac ve umreye bedeldir.) [Ebuş-şeyh] (İki rekat kuşluk namazı kılan gafillerden olmaz. 4 rekat kılan, abidlerden olur. 6 rekat kılana, o gün o namaz ona kâfi gelir. 8 rekat kılan, masivayı terk edip itaat edenlerden yazılır. 12 rekat kılan da cennette özel bir köşke kavuşur.) [Taberânî] (Herkesin eklem yeri kadar sadaka vermesi gerekir. Sübhanallah, Elhamdülillah, La ilahe illallah ve Allahü ekber demek birer sadakadır. İyiliği tavsiye etmek, kötülüğe mani olmaya çalışmak sadakadır. 2 rekat kuşluk namazı kılmak ise hepsinden daha sevaptır.) [Müslim] (Cennette, "Kuşluk kapısı" denilen kapıdan ancak kuşluk namazı kılanlar girer.) [Taberânî] Peygamber efendimizin, savaşa gönderdiği askerler, zaferle bol ganimet ile evlerine döndüler. Bu askerlerin haline imrenenlere buyurdu ki: (Bunlardan daha kısa süren, daha çok ganimet getiren ve daha tez eve döndüren cihad yolunu söylüyorum. Kuşluk namazı kılan, daha az yorulmuş, daha çok ganimet almış ve daha tez evine dönmüş olur.) [İ. Ahmed] Kuşluk namazı kılan şehit olarak ölür. Kuşluk namazı kılana cin musallat olamaz. (R. Muhtar) Kuşluk namazı nafiledir. Peygamber efendimize farz idi. 4 mezhepte de, kazası olan, nafile kılamaz. Diğer 3 mezhepte kazası olanın nafile kılması haramdır. Hanefi'de ise nafilesi boşa gider. İmam-ı Gazalî hazretlerinin Dürret-ül Fahire kitabındaki hadis-i şerifte, (Kazaya kalmış namaz borcu bulunanın, nâfile namazı kabul olmaz) buyuruldu. Ahmed Cami hazretlerinin, Miftah-un necat kitabındaki hadis-i şerifte, (Ya Ali, herkes nâfile ile meşgul olurken, sen farzları tamamla) buyuruldu. Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki: (Farz kazası olanın nâfile kılması, borçlunun alacaklıya, hediye götürmesine benzer ki, elbette kabul olmaz. Mümin, bir tüccara benzer; farzlar sermayesi, nâfileler de kazancıdır. Sermaye kurtarılmadıkça, kazanç olmaz. Hadis-i şerifte, (Farz borcu olan, nafile kılarsa, boşa zahmet çekmiş olur.) buyuruldu. (Fütuh-ul gayb 48) Hanefi âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri, bu hadis-i şerifi açıklarken, (Farz borcu olanın hiç bir nâfilesi kabul olmaz) buyuruyor. Kaza borcu olanın nâfilelerinin kabul olmayacağı Mektubat-ı masumiyye, Bey ve şira risalesi ve Nevadir-i fıkhıyye fi mezheb-il-hanefiyye, Necat-ül müminin gibi kitaplarda da yazılıdır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: (Farzların yanında nafile ibâdetlerin hiç kıymeti yoktur. Deniz yanında damla bile değildir.) [Müj. m. 260] Taberani'deki hadis-i şerifte, (Farzları eda etmek en faziletli cihaddır.) buyuruldu. Hadis-i Kudside, (Farz yapmakla bana yaklaşıldığı gibi, hiçbir ibâdetle yaklaşılamaz) buyuruldu. (Beyhekî) Kaza namazı borcu olan, kuşluk vakti kuşluk namazı kılarken, (İlk kazaya kalmış sabah [veya öğle] namazının farzını ve kuşluk namazı kılmaya) diye niyet ederse, hem kazası ödenmiş, hem de kuşluk namazı kılmış olur. Hiç kazası olmayan kimsenin de kaza namazı kılması caizdir. (R.Muhtar)
Allah mekândan münezzehtir
Yönetici semineri veren Hıristiyan bir uzman,Türklerin dünyada en kötümser millet olduğunu söyler. Sonra küçük bir test yapar. Bitişik kelimelerden meydana gelen "Thegodisnowhere" cümlesini gösterip okunmasını ister. Katılımcıların hepsi bu cümleyi "The god is no where" diye okur. Yani "Tanrı hiçbir yerde değildir, mekândan münezzehtir." Uzman, yanlışlarını buldum zannı ile tatlı tatlı gülümser. "Tam beklediğim cevap" der ve ekler: "Hıristiyan ülkelerdeki seminerlerde katılımcılar, bunu şöyle okur: "The God is now here" Yani Tanrı, şimdi buradadır." Hıristiyanlar, necdi veya selefiler gibi, tanrıyı gökte sandıkları için, tanrının her yerde olduğuna inanırlar. Bazı gafiller de, Hıristiyanların bu yanlış inancını bilmeden yaymaya çalışıyorlar. Şimdi İslam âlimlerini dinleyelim: İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, mekândan münezzehtir. Ehl-i bâtıl, istiva, vech, yed gibi kelimeleri tevil etmedikleri için dalalete düşmüşlerdir. Allahın, Arş'ı istiva etmesi, Arş'a hükümran olması, Arş'ı hükmü altına alması demektir. "Hükümdar, Irak'ı kansız olarak istiva etti." demek, "Irak'ı kansız olarak ele geçirdi" demektir.) İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, zamanlı, mekânlı, cihetli [yönlü] değildir. Bir yerde, bir tarafta değildir. Zamanları, yerleri, yönleri O yaratmıştır. Cahiller, Onu Arş'ın üstünde veya gökte sanır. Arş da, yukarısı da, aşağısı da Onun mahlukudur. Sonradan yaratılan bir şey, kadim [ezeli] olana yer olamaz. Allahü teâlâ, madde, cisim ve hâl değildir. Hudutlu, boyutlu değildir. Uzun, kısa, geniş, dar değildir. Benzeri, ortağı yoktur. Bilinen, düşünebilen şeyler gibi değildir. Nasıl olduğu anlaşılamaz, düşünülemez. Hatıra gelen her şey yanlıştır. Allah, kâinatın ne içinde, ne de dışındadır. İçinde, dışında olmak, var olan iki şey arasında düşünülür. Hâlbuki kâinat, hayal mertebesinde yaratılmıştır. Bu âlemin devamlı var görünmesi, Allahü teâlânın kudreti ile oluyor.) Bir filmdeki cansız resimler, canlı gibi hareket etmekte, gözümüz yanılmaktadır. Bir kimse hayal kursa, hayalinde çeşitli işler yapsa, "Bu kimse, hayalinin içindedir, dışındadır." denemez. Çünkü hayal gerçek değildir. Rüya da hayale benzer. Rüya gören kimse, rüyasının ne sağındadır, ne solundadır. Rüyasında yer, içer. Hatta rüyasında rüya bile görür. Allahü teâlânın kudreti ile, rüya hep devam etse, insan rüyayı gerçek bilir, rüyadan başka hayat yok zanneder. İşte dünya hayatı da bir rüya gibidir. Demek ki; kâinat hayal mertebesinde yaratıldığı için bize var gibi görünüyor. Gerçekte var olan yalnız Allah'tır. O halde, Allah, hayal olan bu kâinatın içinde, dışında denemez. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de buyuruyor ki: (Allahü teâlâ, zamanlı ve mekânlı olmadığı için, hazır ve nâzırdır sözü, görünüş üzere kalmaz, mecâz olur. Yani zamansız ve mekânsız [hiçbir yerde olmayarak] hazırdır [bulunur] ve nâzırdır [görür] demektir. Allahü tealanın bütün sıfatları zamansız ve mekânsız olduğu gibi, hazır ve nâzır olması da, zaman ile ve mekân ile değildir. Sıfatları da, kendi gibi ezelî ve ebedîdir. Yani hep vardır.
Kur'an-ı kerimde, (Duâ edin, duânızı kabul ederim), hadis-i şerifte ise, (Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder) buyurulduğu halde, bazı dualar niçin kabul olmuyor? Duânın kabul edilmesi için bazı şartlar vardır: 1- Duâya, Euzü Besmele, Allahü teâlâya hamdü sena ve Resulüne salâtü selam ile başlamalı ve salevat-ı şerife ile bitirmeli. Allahü teâlâ, salevat-ı şerifeyi kabul eder. Duânın başı ve sonu kabul olunca, ortası da kabul olur. İki diz üzerine kıbleye karşı oturup, önce, günahları için istiğfar okumalı, sadaka vermeli ve duâyı üçten fazla tekrar etmeli. 2- Bid'atlerden sakınmalı. Hadis-i şerifte, (Bid'at ehlinin duâsı kabul olmaz) buyuruldu. (İ. Mace) 3- Farzları yapıp haramlardan sakınmalıdır! Bir hadis-i şerifte de, (Haram yiyenin duâsı kabul olmaz) buyuruldu. Hadis-i kudside, (Kulum bana ancak farzları yapmakla yaklaşır, nafile ibâdetleri de yapınca, onu çok sever, her istediğini verir, imdadına yetişirim.) buyuruluyor. (Buharî, Mevahib) [Ebu Süleyman Hattabi, "Bu hadis-i kudside bildirilenlerin duâsı kabul olur, duâ ettikleri de, muratlarına kavuşur" buyurdu.] 4- Şuurla duâ etmeli. Hadis-i şerifte, (Kabul edileceğine inanarak duâ edin, gafletle edilen duâ kabul olmaz.) buyuruldu. (Tirmizî) 5- Acele etmeden, kabul olana kadar devam etmeli! Hadis-i şerifte, (Duâ ettim, kabul olmadı diye acele etme! Allahtan çok iste! Çünkü kerem sahibinden istiyorsun.) buyuruldu. (Buharî) 6- Belâ gelmeden önce duâ etmeli! Hadis-i şerifte, (Sıkıntılı iken duâsının kabul edilmesini isteyen, rahat iken çok duâ etsin!) buyuruldu. (Tirmizî) 7- Yalvararak duâ etmeli. Hadis-i şerifte, (Allaha yalvararak edilen duâ kabul olur.) buyuruldu. (Ebu Yala) 8- Kıymetli vakitleri gözetmeli. Cuma günü ve gecesi ile öğle ile ikindi arası, ezan ve ikamet arası, Recebin ilk, Şabanın 15. gecesi, Bayram geceleri, Arefe günü, Ramazan gün ve geceleri, iftar zamanı, seher vakti gibi kıymetli zamanları ganimet bilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Gece seher vaktinde yapılan duâ kabul olur.) (Tirmizî) (Seher vakti Allahü teâlâ buyurur ki: İstiğfar edeni mağfiret ederim. İsteyene istediğini verir, duâsını kabul ederim.) [Müslim] İyiler övülürken, (Seher vaktinde istiğfar ederler) buyuruluyor. (Zariyat 18), Hz. Yakup da, çocuklarına (Sizin için yakında [seher vakti] istiğfar edeceğim) dedi. (Yusüf 98) 9- Kıymetli halleri gözetmeli. Hastalıkta, aile ve vatandan uzak kalındığı zaman, farz namazlardan sonra, İhlas suresi okununca, yağmur yağarken, oruçlu iken, kalbinde incelik hissedince duâ etmeli. Çünkü kalbdeki incelik, rahmetin giriş kapısının açık olduğuna işarettir. Hastanın, garibin duâsı makbuldür! Hadis-i şerifte, (Dertli müminin duâsını ganimet bil!) buyuruldu. (Ebuşşeyh) 10- İsm-i a'zam ile duâ etmeli. Hadis-i şerifte, (İsm-i a'zam ile edilen duâ kabul olur ve dileği yerine gelir.) buyuruluyor. [İsmi a'zam dualarını başka bir yazıda bildireceğiz.]
Sabah akşam okunan dualar
Bugünden itibaren her gün konularına göre, sıkıntı duaları, şifa duaları, cinden korunma duaları, nazar duaları, hacet ve dilek duaları gibi duaları bildiriceğiz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sabah-akşam 7defa "Allahümme ecirni minennar" diyen cehennemden kurtulur) (Ebu Davud) (Sabah-akşam 7 defa, "Hasbiyallahü la ilahe illa hu, aleyhi tevekkeltü ve hüve Rabbül-arşil-azim" okuyanın dünya ve ahiret işine Allah kâfi gelir.) [Beyhekî] ([Sabah akşam] yüz defa "Sübhanallahi ve bihamdihi, [sübhanallahil azim]" diyenin, günahları deniz köpüğü kadar da olsa affedilir.) [Müslim] (Sabah 3 defa, "Euzü billahis-semiil âlim-i mineşşeytanirracim" diyerek Haşr suresinin son üç âyetini okuyana, 70 bin melek, akşama kadar duâ eder. O gün ölürse şehid olur. Akşam okuyan da yine aynı şeylere kavuşur.) [Tirmizî] ("Allahümme mâ esbaha bî min nîmetin ev bi-ehadin min halkıke, fe minke vahdeke, lâ şerîke leke, fe lekel hamdü ve lekeşşükr" duâsını, sabah okuyan o günün, akşam okuyan o gecenin şükrünü ifa etmiş olur.) [Akşam esbaha yerine emsa denir.] (Sabah namazından sonra 11 ihlas okuyana, cennette bir köşk verilir.) [Haraiti] (Sabah namazından sonra on defa, "La ilahe illallahü vahdehü la-şerikeleh lehül-mülkü ve lehül-hamdü yuhyi ve yümit ve hüve ala külli şeyin kadir" okuyan, akşama kadar her çeşit zarardan korunur, hiçbir günah ona zarar vermez.) [Nesâî] ("Günah zarar vermez" demek, günah işlemez veya işlediği günaha tövbe eder, o günah ona zarar vermemiş olur demektir.) (Akşam namazından sonra [yukarıdaki tesbihi] okuyan, sabaha kadar şeytandan korunur. On sevaba kavuşur, on günahı affolur ve on köle azat etmiş gibi sevap verilir.) [Tirmizî] (Sabah-akşam İhlas ve Muavvizeteyni [iki kuleuzüyü] üçer defa oku! Bunlar, bütün belâları, afetleri, sıkıntıları giderir.) [Tirmizî] (Sabah namazlarından sonra üç defa Sübhanallah-il azim ve bi hamdihi diyen körlük, cüzzam ve felçten korunur.) [İ. Ahmed] (Evden çıkarken "Bismillah, tevekkeltü alellah, la havle ve la kuvvete illa billah" diyen, tehlikelerden korunur ve şeytan ondan uzaklaşır.) [Tirmizî] (Evden çıkarken Âyet-el kürsi okuyana, 70 melek, eve gelinceye kadar duâ ve istiğfar eder.) [Ey Oğul İlm.] İmam-ı Rabbanî hazretleri, talebeleri ile, uzak bir yere giderken, gece, bir handa kaldılar. (Bu gece bir bela zuhur edecek. Besmele ile, (Bismillâhillezî lâ yedurru me'asmihi şey'ün fil erdı ve lâ fissemâi ve hüves-semî'ul alîm) duâsını üç defa okuyun) buyurdu. Gece büyük yangın oldu. Her odada eşyalar yandı. Duâyı okuyanlara bir şey olmadı. Dert, bela, fitne, hastalık, nazar, sihir ve zâlimlerin şerrinden korunmak için, sabah akşam, İmam-ı Rabbanî hazretlerinin bildirdiğini hatırlayarak, 3 defa okumalı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Sabah-akşam, 3 defa, "yukarıda bildirilen duayı" okuyan, büyücü ve zâlimlerin şerrinden emin olur. Hiçbir şey ona zarar veremez.) [İ. Mace]
İmam-ı Rabbanî hazretleri, din ve dünya zararlarından kurtulmak için her gün 500 defa La havle vela kuvvete illa billah okur, okumaya başlarken ve okuduktan sonra yüz defa Salevat-ı şerife getirirdi. (T. Mazheri) Günde 25 defa (Allahümme barikli fil mevt ve fi ma badelmevt) okuyan veya her gün Kuşluk namazı kılan veya her gece Yasîn okuyan veya abdestli olarak yatan şehit olarak ölür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Günde 25 defa "Estagfirullahel'azîm ellezî la ilahe illa hüverrahmanürrahim el-hayy-ül- kayyumüllezi la-yemutü ve etubü ileyh Rabbigfir li" okuyanın evinde ve şehrinde kaza belâ olmaz.) [Meâricülhidâye] (Günde 25 defa (Allahümmagfir li ve li-valideyye ve li-üstaziyye ve lil müminine vel müminat vel müslimine vel müslimat el ahya-i minhüm vel emvât bi-rahmetike ya erhamerrahimin) okuyan, abidlerden olur. Allahü teâlâ, bu kimsenin kalbinden kin ve hasedi çıkarır. Ona, bütün mü'minler adedince, sevap yazılır. Kıyamette, bütün mü'minler: Yâ Rabbî, bu kulun bizim için, istiğfâr okurdu. Sen de onu af eyle derler.) [Miftah-ün-necat] (Gece Amenerresulüyü okuyana, her şey için kâfidir. Bu iki âyeti yatsıdan sonra okuyan, geceyi ibâdetle geçirmiş olur.) [Şira] (Her gece Tebareke okuyan, Kadir Gecesi'ni ihya etmiş gibi sevaba kavuşur. Ölürse kabirde yoldaş olur, kabir azabını def eder.) [E. Oğul İlm.] (Gece Yasin okuyanın günahları affolur.) [Beyhekî] (Kur'anın üçte birini okumadan uyumayın. "Nasıl güç yeter?" diyenlere buyurdu ki, "ihlas ve muavvizeteyn okumaya güç yetmez mi?") [Beyhekî] (Yatağa girince, 3 defa "Estağfirullah el azim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyum ve etubü ileyh" okuyanın günahları, deniz köpüğü kadar da olsa affolur.) [Tirmizî] Âlimlerimiz buyuruyor ki: Yatağa abdestli gir, sağ tarafa yat, Âyetelkürsî, 3 İhlâs, 1 Fâtiha, birer defa iki kul euzüyü oku, 10 defa (Tevekkeltü alellah lâ havle velâ kuvvete illâ billah) de, 3 defa (Estagfirullâhel'azîm... diye başlayan istiğfarı), bir defa (Allahümmagfirlî ve li-vâlideyye ve lil mü'minîne vel mü'minât) ve bir salevât-ı şerife ve bir (Allahümme rabbenâ âtinâ...) ve üç kere istigfâr ve bir kelime-i tevhid okuyup uyu. Peygamber efendimiz, (Ya Aişe, Kur'an-ı kerimi hatmet, bütün Peygamberleri kendine şefaatçı kıl ve müminleri kendinden razı et!) buyurdu. Hz. Aişe, bunları nasıl yapacağını sorunca, buyurdu ki: (Üç ihlas okuyan, Kur'an-ı kerimi hatmetmiş sayılır. "Allahümme salli ala Muhammedin ve ala cemiil Enbiyai velmürselin" diyen bütün peygamberleri razı eder. "Allahümmağfirli velîl müminine vel müminat vel müslimine vel müslismat" diyen, bütün müminleri, "Sübhanallahi vel hamdü lillahi ve lailahe illallahü vellahü ekber vela havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim" diyen de, Allahü teâlâyı razı eder.) [Ey Oğul İlm.] Her gece yatarken yüz defa (Sübhanallahi velhamdü lillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber) okuyan, yüz defa tesbih, tahmid ve tekbir söylemiş olur. Böylece, kendini hesaba çekmiş sayılır. [Tesbih sübhanallah, tahmid elhamdülillah, tekbir de Allahü ekber demektir.]
Sıkıntıda okunacak dualar
Sıkıntılardan kurtulmak için sebeplere yapışmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (İstiğfara devam eden, her sıkıntıdan, her dertten kurtulur, ummadığı yerden rızıklanır) [Nesâî] (Lâ ilâhe illallah demek 99 belâyı defeder, en aşağısı sıkıntıdır.) [İ. Asâkir] (La havle ve la kuvvete illa billah okumak, 99 derde devadır. Bunların en hafifi sıkıntıdır.) [Hakim] (Sıkıntıya düşen veya borçlanan, bin kere "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır.) [Şira] (Sıkıntılı iken "Hasbünallah ve ni'mel-vekîl" deyiniz!) [İ. Merdeveyhî] (Yasin okuyanın sıkıntısı gider.) [Deylemî] (Sabah akşam İhlâs, Felak ve Nas'ı üçer defa okumak, belâ ve sıkıntıları giderir.) (Lâ ilâhe illallah kable külli şey'in, Lâ ilâhe illallah ba'de külli şey'in, Lâ ilâhe illallah yebka Rabbünâ ve yefnî küllü şey'in diyen sıkıntıdan kurtulur.) [Taberânî] (Cuma namazından sonra, ihlas, Felak ve Nas'ı yedişer defa okuyan, bir hafta, kaza, belâ ve sıkıntılardan kurtulur.) [İ. Sünni] (Sıkıntı için şu duayı okuyun: La ilahe illallahülazim-ül-halim la ilahe illallahü Rabbül-Arş-ilazim la ilahe illallahü Rabbüs-semavati ve Rabbül-Erdı Rabbül Arşil-kerim.) [Müslim] (Sıkıntıya düşen 7 defa Allah, Allahü Rabbi, lâ üşrikü bihi şey'a desin!) [Nesâî] (Sıkıntı için, "Allah, Allah Rabbünâ lâ şerîkeleh" deyin!) [Beyheki] Sıkıntıdan kurtulmak için, Allahü teâlâya kalbinden yalvararak, 14 secde âyetini [ezberden, ayakta] okuyup, her birinden sonra, hemen secde etmelidir. (Nur-ül-izah) (Bismillâhirrahmânirrahîm ve lâ-havle ve lâ-kuvvete illâ billâhil' aliyyil'azîm) okumak, sinir hastalığına ve bütün sıkıntılara iyi gelir. İmam-ı Cafer hazretlerinin sıkıntıya düşünce, okuyup, sıkıntıdan kurtulduğu duâ şöyledir: (Yâ uddetî ınde şiddetî, ve yâ gavsî ınde kürbetî! Ührüsnî bi-aynikelletî lâ tenâmü vekfinî birüknike ellezî lâ yürâmü) Anlamı şöyledir: Güçlükte desteğim, sıkıntıda imdâdıma yetişen, her ân görüp gözeten Rabbim, beni muhafaza et, sonsuz kudretinle, bana yardım eyle! Sadaka vermek ve 70 kere (Estağfirullah min külli mâ kerihallah) demek, sıkıntıları giderir. Bu istiğfarın anlamı, "Ya rabbi, razı olmadığın şeylerden ne yapmışsam hepsini affet, yapmadıklarımı da yapmaktan koru." demektir. Sıkıntı için şunlara da riayet edilmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Sıkıntıları sadaka ile önleyin.) [Deylemî] (İstiğfara devam eden, sıkıntılardan kurtulur.) [Nesâî] (Tarak kullanmak, sıkıntıyı giderir.) [Deylemî] (Güzel koku ve temiz elbise sıkıntıyı azaltır.) [Bostan] (Abdestten artan suyu içmek sıkıntıyı giderir.) [Deylemî] (Akik yüzük sıkıntıyı giderir.) [Ukayli] (Başkasının sıkıntısını giderenin sıkıntısı gider.) [İ. Ahmed] (Sıkıntıda duâm kabul olsun diyen, genişlikte çok duâ etsin.) [Tirmizî] (En üstün ibadet sıkıntıya sabretmektir.) [Tirmizi] Cepte altın taşımak da sıkıntı için faydalıdır.
İnsan, bir işin neticesinin iyi mi, kötü mü olacağını bilemez. Muhakkak şu işim olsun diye ısrar etmemeli, "Hayırlı ise olsun" demeli. Kur'an-ı kerim ve duâ, şartları gözetilerek okunursa, fayda verir. Okuyanın ve hastanın buna inanması gerekir. Kur'an-ı kerimin her harfi şifadır, dileklere devadır. Allahü teâlâ, (Kur'an-ı kerim, müminler için şifa ve rahmettir.) buyuruyor. Herhangi bir dileği olanlar şunları yapmalıdır: 1- İstiğfar okumalı. (Malım çok, ama çocuğum olmuyor. Ne yapayım) diyen kişiye, bir sahabi istiğfara devam etmesini söyledi. O da günde 700 defa istiğfar okurdu. Nihâyet on çocuğu oldu. Hasan-ı Basri hazretlerine, kıtlıktan, fakirlikten, çocuğunun olmadığından şikâyette bulunuldu. Hepsine de istiğfar etmesini söyledi. Sebebi sorulunca, Kur'an-ı kerimden üç âyet-i kerime okudu. Meali şöyle: (Çok affedici olan Rabbinize istiğfar edin ki, gökten bol yağmur indirsin; size, mal ve oğullar ile yardım etsin, sizin için bahçeler, ırmaklar versin.) [Nuh 10-12] Çocuklarını idarede sıkıntı çeken bir sahabiye Peygamber efendimiz, (Neden istiğfar etmiyorsun? Ben günde yüz defa istiğfar ederim.) buyurmuştur. İstigfar edileceği zaman yüz defa (Estağfirullah min külli ma kerihallah, Estagfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh) demeli ve manasını düşünerek söylemeli. Manası şöyledir: (Razı olmadığın şeylerden yaptıklarımı affet ve yapmadıklarımı yapmaktan koru. Kendisinden başka ilah bulunmayan hay, kayyum ve azim olan Allaha istiğfar eder ve günahlarıma pişman olup O'na sığınırım.) [Azim, zatı ve sıfatları kemalde, Hay, ezelî ve ebedi bir hayatla diri olan, Kayyum, zatı ile kaim olan, yarattığı her şeyi varlıkta durduran demektir.] 2- Dileğine kavuşmak için, iki rekat namaz kılıp, sevabını silsile-i aliyye denilen âlimlerin ruhuna hediye etmeli, bunların hürmeti için diye duâ etmeli. Mesela, "Ya Rabbi, hayırlı bir çocuk nasip eyle" diye duâ edip, "Bu duâmı silsile-i aliyye büyükleri hürmetine kabul eyle" demeli. (Mekatib-i şerife) Sabah ve yatsı namazından sonra silsile-i aliyyenin isimlerini, sonra Fatiha okuyarak ruhlarına gönderip, onları vesile ederek yapılan duâ kabul olur. Tecrübe edilmiştir. 3- Ayât-i hırz, usulüne uygun okunur ve yanında taşınırsa, murat hasıl olur. 4- Adakta bulunmalı. Mesela, (Şununla evlenirsem, sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, Allah için, üç Yasin okumak nezrim olsun) denince, bu dileğin kabul olduğu tecrübe edilmiştir. 5- Duâ izinli okunmalı! Bir hacetin hasıl olması için duâ okunurken, tesir etmesi, üstadın izni ile okumalı. Üstat vefat etmişse, kitabından öğrenip okumak da izin almak olur. İzin alan, izin verenin vekili olur. Vekilin okuması, üstat gibi tesirli olur. 6- Kör bir zat gelip, (Ya Resulallah! Allahü teâlâya duâ et, gözlerim açılsın) dedi. Peygamber efendimiz de, (Güzel bir abdest al! Sonra, "Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam, seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi, bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duâmı kabul et") duâsını okumasını söyledi. O da, abdest alıp duâ etti. Hemen gözleri açıldı. (Tirmizi)
İsm-i a'zam, Kur'an-ı kerimdedir. Hangi âyetler olduğu belli değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İsm-i a'zam ile edilen duâ kabul edilir ve dilek yerine gelir.) [İ. Mâce] (Esmai husna ile duâ edilirse, kabul olur.) [Şira] (İsm-i a'zam şu üç sûrededir: Bekara, Âl-i İmrân ve Tâhâ) [İ.Mâce] Peygamber efendimiz, İsm-i a'zam hakkında buyuruyor ki: (İsm-i a'zam, Yunus Peygamberin duâsıdır.) [İ. Cerîr] (Başına dert ve belâ gelen, Yunus Peygamberin duâsını [La ilahe illa ente sübhaneke inni küntü minezzalimin] okusun! Allahü teâlâ, onu muhakkak kurtarır.) [Tirmizî] (İsm-i azam, "Ve ilahüküm ilahün vahid, la ilahe illa hüverrahmanürrahîm" âyeti ile "Allahü la ilahe illa hüvel hayyül kayyum" âyeti içindedir.) [Tirmizî] (Bunlar, Bekara 162.ve Âl-i İmran 2. âyetidir.) ("Allahümme bismikel a'zam ve rıdvânikel ekber" duâsı, esma-i husnadandır.) [Taberânî] (Ya Rabbi, ya Rabbi diyene Allahü teâlâ, "İste kulum, istediğini vereyim" buyurur.) [Deylemî] (Üç kere ya erhamerrâhimîn diye dua edenin duası kabul olur.) [Şir'a] ("Ya bedi'assemâvâti vel erdı, ya zel-celâli vel-ikram" diye duâ edenin duâsı kabul olur.) [Tirmizî] (Kabul olması için duâyı ihlas ile yapmalı, yiyip içtiği ve giydiği helaldan olmalı, odasında, haramdan bir iplik varsa, bu odada yaptığı duâ kabul olmaz.) [Tergibüs-salât] Peygamber efendimiz duâ ederken, "Ya hayyu ya kayyûm" derdi. (Tirmizî) (Allahümme innî es'elüke bi-enne lekel-hamdü lâ ilâhe illâ ente ya hannân ya mennân ya zel-celâli vel-ikrâm) diye duâ eden zata buyurdu ki: (İsm-i a'zam ile duâ ettin. Böyle duâ kabul edilir.) [Nesâî] Hz. Aişe anlatır: (Resulullah, İsm-i a'zamı biliyor musun?) buyurdu. Ben de bilmediğimi söyleyince, (Ya Aişe, onu öğretmek ve onunla dünya için bir şey istemek uygun olmaz) buyurdu. Kalkıp abdest alıp iki rekat namaz kılarak, (Allahümme innî ed'ukellah ve ed'ukerrahmân ve ed'ukel-berrerrahîm ve ed'uke bi-esmaikelhusna külleha ma a'limtü minha ve ma lem a'lem entagfireli ve terhamenî) duâsını okudum. Gülümseyip, (İsm-i a'zam, okuduğun duânın içindedir) buyurdu. (İbni Mace) (Ya zelcelali vel-ikram) diyen birine, (Allahtan ne istersen iste, kabul olur) buyurdu. (Tirmizî) Peygamber efendimiz, (Allahü teâlâya günah işlemeyen dil ile duâ edin) buyurdu. Böyle bir dilin nasıl bulanacağı suâl edilince, (Birbirinize duâ edin! Çünkü ne sen onun, ne de o senin dilinle günah işlemiştir) buyurdu. Duânın kabul olması için yapılacak işlerden bazıları şöyledir: Önce imanını düzeltmeli, günahlara tövbe etmeli, istiğfar okumalı, sadaka vermeli, duânın kabul olacağına inanmalı, iki diz üzerine kıbleye karşı oturup, duâya başlarken, (Sübhane Rabbiyel aliyyil a'lel vehhab) demeli, e'uzü besmele çekip hamd ve salevat okumalı, duâyı üçten fazla söylemeli! Kabul olmadı diyerek ümit kesmemeli, kabul olana kadar uzun zaman tekrar etmelidir! (Şir'a) NOT: Bu duaları doğru okuyabilmek için İslam harfleriyle yazmalıdır.
İnsana, hayvana ve hatta cansıza da nazar değer. Nazar hastalık yapar, hatta öldürür. Kadınlara ve çocuklara daha çok tesir eder. Peygamber efendimizin zamanında Esed oğullarından nazarı değen bir kimse var idi. Üç gün bir şey yemez, sonra çadırın bir tarafını kaldırıp oradan geçen bir deveye bakıp, (Bunun gibi bir deve hiç görmedim) der demez, deve yere düşer hastalanırdı. Müşrikler, bu adamı bulup Peygamber efendimizi nazarla öldürmesini istediler. Cenab-ı Hak da Resulullahı bunun nazarından korumuştur. Bu hususta Kalem suresinin (Nerede ise, kâfirler seni gözleri ile yıkacaklardı.) mealindeki 51. ayet inmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Nazar insanı mezara, deveyi kazana sokar.) [İ. Adiy], (İnsanların yarısı nazardan ölür.) [Taberânî], (Nazar haktır.) [Müslim] Kendisine nazar değen kimse, aşağıda bildirilen duaların birini veya tamamını okumalıdır. 1- Fatiha, Âyet-el kürsi ve dört kul [Kâfirun, İhlas, Felak, Nas sureleri] 7şer defa okunup hastaya üflenirse, büyü, nazar ve her dert için iyi gelir. Tuza okunup, suda eritilerek içmek de olur. Bir hadisi şerifte de, (Fatiha ile Ayet-el kürsiyi okuyana, o gün nazar değmez.) buyuruldu. (Deylemî) 2- Bir hadisi serifte, (Sabah aksam, [Besmele ile] 3 defa "Bismillâhillezî lâ yedurru ma'asmihi şey'ün fil Erdı ve lâ fissemâi ve hüvessemî'ul alîm" okuyan, büyü ve nazardan korunur.) buyuruldu. (İ. Mace) 3- Ayet-el-kürsi, Fatiha,iki kul e'uzü ve Kalem suresinin sonunu okumak çok iyi gelir. (Medaric) 4- Peygamber efendimiz, iki kul euzüyü okuyup buyurdu ki: (Bu iki sure ile [belâlardan, nazardan] korunun! Hiç kimse, bu iki sure ile korunduğu gibi, başka şeyle korunamaz.) [Ebu Dâvud] 5- (Euzü bi-kelimatillahittammati min serri külli seytanin ve hammatin ve min şerri külli aynin lammetin.) tavizini, sabah aksam 3 defa okunup kendine veya hastaya üflenirse, nazardan, cin, şeytan ve hayvanların zararından korur. (Mevahib) 6- Peygamber efendimiz nazar için (Allahümme barik fihi ve la tedarruhü) okurdu. (İbni Sünni) 7- Nazarı değen kimse veya herkes, beğendiği bir şeyi görünce (Mâşâallah) demeli, ondan sonra o şeyi söylemelidir. Önce Mâşâallah deyince, nazar değmez. Hadisi serifte, (Hoşa giden bir şeyi görünce, "Mâşâallah la kuvvete illa billah" denirse o şeye nazar değemez.) buyurdu. (Beyhekî) 8- Nazardan korunmak için ayat-i hırz denilen ayetleri okumalı ve üzerinde taşımalıdır. 9- İbni Abidin hazretleri (Tarlaya kemik, korkuluk, hayvan kafası koymalı. Bir kadın, ürününe nazar değmemesi için ne yapacağını sorunca, Resulullah, (Tarlaya hayvan kafası as) buyurur. Bakan kimse, önce bunu görüp tarladaki ürünü sonra görür.) buyuruyor. (R. Muhtar) 10- Tivele, temime ve efsun caiz değildir. Manasız veya küfre sebep olan rukyeyi okumaya Efsun denir. Nazarı bizzat önlediğine inanılan nazarlıklara Temime denir. Şirinlik muskası denilen rukyelere Tivele denir. Rukye, okuyup üflemek veya üzerinde taşımak demektir. Rukye, âyet ve hadis ile bildirilen duâlarla yapılırsa taviz denir. Taviz ise caizdir. Hadis-i şerifte, (İlaçların en iyisi Kur'an-ı kerimdir) buyuruldu (İ. Mace)
Allahü teâlâ, her şeyi sebeple yaratır. Bir şeye kavuşmak için, bu şeyin yaratılmasına sebep olan şeyi yapmak gerekir. Her şeyin yaratılmasında ortak olan manevî sebep, sadaka vermek, 70 kere (Estagfirullah min külli mâ kerihallah) duâsını okumaktır. Bu iki manevî sebep, maddî sebepleri bulmaya da yardım eder. Ruhi sıkıntıların çoğu, cinden ve büyüden meydana gelir. Ruhi hastalıklar, sara ve cinden korunmak için, kıymetli kitaplarda bildirilen duâlardan bazıları şunlardır: 1- E'uzü Besmele ile Fatiha suresini okumalı. 2- E'uzü Besmele ile iki Kul-euzü okumalı. 3- Bir miktar suya Âyet-el kürsi, İhlas ve Muavvizeteyn [Nas ve Felak] surelerini okumalı. Büyü yapılan kimse bundan üç yudum içmeli, kalan su ile gusletmeli. 4- Sedir ağacının 7 tane yeşil yaprağı ezilip su ile karıştırılır. Üzerine Âyet-el kürsi, İhlas ve Kul-euzüler okunur. 3 yudum içip geri kalanla gusledilir. 5- Üç kere Salevat ve Fatiha, Âyet-el kürsi, Kâfirun, İhlas, Felak ve Nas sureleri yedişer defa okunup hastaya üflenir. Bunları tekrar okunup hastanın yatağına, evin her yerine, bahçeye üflenir. 6- Fâtiha, Âyet-el-kürsî ve 4 Kul [Kâfirun, İhlas, Felak ve Nas sureleri] yedişer kere okunup hastaya üflenirse, büyü, nazar, hayvan sokması ve bütün dertler için iyi gelir. Tuza okunup, suda eritip içirmek ve ısırılan yere sürmek de olur. 7- Sabah akşam, Bekara suresinin başından 4 âyet ve Âyet-el kürsi ile, Âyet-el kürsiden sonraki iki âyeti ve Bekara suresinin sonundaki 3 âyet, delinin üzerine okunursa, iyi olur. 8- Sabah akşam 24 kere Estagfirullah denir, sonra (Estagfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh) denir. Sonra 11 İhlas ve 7 kere Fatiha ve 33 kere, Allahümme salli ve sellim ala seyyidina Muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed okuyup, sevabı Peygamber efendimizin ve Eshab-ı kiramın ve Evliyanın ve sonra isimleri okunarak Silsile-i aliyye büyüklerinin ruhlarına hediye edilir. Bunların hürmetine şifa vermesi için duâ edilir. 9- Günde 500 kere (La havle vela kuvvete illa billah-il-aliyyilazim) okumalı! Başlarken ve bitirince yüz kere salevat getirmeli. 10- Ha-Mim Mümin suresinin başından masir'e kadar ve Âyet-el kürsi okumalı. 11- La ilahe illallahü vahdehü la şerike leh lehülmülkü velehülhamdü vehüve ala külli şeyin kadir okumalı. 12- Cuma günü seher vakti, sağ elinin içine Nisa suresi 99. Âyeti, vemen yahruc'dan rahîmâ'ya kadar yazılır, sonra dili ile yalanıp yutulur. 40 yıllık büyü de olsa çözülür. 13- Saradan, büyüden ve cinden korunmak için Âyât-i hırz okumalı. Abdest alıp, önce 7 istigfar ve 11 salevat okunup, güneş doğduktan ve ikindi namazından sonra, günde 2 defa 40 gün kadar okumalı, devam etmeli. Her okuyuşta, 1 Fatiha okuyup sevabı, Resulullahın, Behaeddin Buharî, Ahmed Rifai ve İmam-ı Rabbanî hazretlerinin veya isimleri okunarak Silsile-i aliyye'nin ruhuna hediye edilmeli. Âyât-i hırzı yanında taşıyan, büyüden, nazardan korunur, muradı hasıl olur. Cin mektubunu, yanında veya evinde bulundurana, cin gelmez ve dadanmış olan cin de gider. Kuşluk namazına devam edene, cin musallat olmaz ve şehit olarak ölür. Âyet ve duânın etkisi için okuyanın, inancının düzgün olması, haramdan, kul hakkından sakınması ve ücret almaması şarttır.
Fakirlikten kurtulmak için...
Şu duâyı okuyan fakirlikten kurtulur demek, o duâ kabul olmuşsa, ona bir çalışma kapısı açılır veya ummadığı yerden rızka kavuşur demektir. Hastalığı için duâ eden de şifaya sebep olan ilaca veya başka bir sebeple sıhhate kavuşur. Bir kişi borçlu olsa ve vermek azminde olsa, Allahü teâlânın yardımı onunla berâberdir. Çalışmak rızkı artırmaz. Rızkı veren Allahü teâlâdır. Çalışmak sebebe yapışmaktır. Sebeplere yapışmak sünnettir. Hz. Lokman (Çalış, kazan! Çalışmayıp muhtaç olanın dini ve aklı noksandır) buyurdu. Rızık için endişe etmemelidir! Kur'an-ı kerimde, (Her canlının rızkı Allaha aittir.) buyuruluyor. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Rızık için üzülme, takdir edilen rızık seni bulur.) [İsfehani] (Çalışıp kazanmak her müslümana farzdır.) [Taberânî] (Çalışmayıp kendini sadaka isteyecek hâle düşüren 70 şeye muhtaç olur.) [Tirmizî] (Ana-babaya, evlada bakmak, kimseye muhtaç olmamak için çalışmak cihaddır.) [İ. Asakir] (Ömrüm uzun, rızkım bol olsun diyen, akrabasını ziyaret etsin, görüp gözetsin!) [İ. Ahmed] (Sabah uykusu rızka manidir.) [Beyhekî] (İhtiyacını halka açan, ihtiyaçtan kurtulamaz. Allaha arz eden, ihtiyaçtan kurtulur.) [Hakim] (Allah korkusunu sermaye edinen, rızka ticaretsiz ve sermayesiz kavuşur. Kur'an-ı kerimde, "Kim Allahtan korkarsa, Allah ona bir çıkış yolu ihsan eder ve rızkını ummadığı yerden gönderir" buyuruldu.) [Talak 2, 3 -Taberânî] (Rızka kavuşan çok hamd etsin! Rızkı azalan istigfar etsin!) [Hatib] (Hamd, "Elhamdülillah", İstigfar, "Estagfirullah" demektir. İstigfar etmek, günahların affına sebep olan iyilikleri yapmaktır.) (Eve girerken "İhlas" suresini okuyan, fakirlik görmez.) [T. Kurtubi] (Her gece Vâkıa suresini okuyan fakirlik görmez.) (Sıkıntıya düşen veya borçlanan, bin kere "La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim" derse, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır.) [Şira] Çocuklarının geçimi için sıkıntı çeken birine, Peygamber efendimiz, (Neden istiğfar etmiyorsun? Ben günde yüz defa istiğfar ederim.) buyurdu. Hasan-ı Basri hazretlerine, kıtlık, fakirlik, çocuksuzluktan şikâyette bulunuldu. Hepsine de istiğfar etmesini söyledi. Sebebi sorulunca, Nuh suresinden şu mealdeki âyet-i kerimeleri okudu: (Çok affedici olan Rabbinize istiğfar edin ki, gökten bol yağmur indirsin; size, mal ve oğullar ile yardım etsin, sizin için bahçeler, ırmaklar versin.) [Nuh 10-12] İstiğfar edileceği zaman yüz defa (Estağfirullah min külli ma kerihallah. Estagfirullahelazim ellezi la ilahe illa hüvel hayyel kayyume ve etubü ileyh) demeli ve manasını düşünmelidir! Manası şöyledir: (Ya rabbi, razı olmadığın, beğenmediğin şeylerden neler yapmışsam hepsini affet, yapmadıklarımı da yapmaktan koru. Kendisinden başka ilah bulunmayan hay, kayyum ve azim olan Allaha istiğfar eder, günahlarıma pişman olup Ona sığınırım.) [Azim, zatı ve sıfatları kemalde, Hay, ezelî ve ebedi bir hayatla diri olan, Kayyum, zatı ile kaim olan, yarattığı her şeyi varlıkta durduran demektir.] Borçtan kurtulmak için, (Allahümme ekfini bihalâlike an harâmike ve agninî bi fadlike ammen sivâk.) duasını okumalıdır. [Yâ Rabbî, helâl ile yetinip, haramdan sakınanlardan eyle ve beni fazlınla kendinden başkasına muhtaç etme.] (Mek. Rabbani)
Kur'an-ı kerimde, (Kur'an, müminler için şifa ve rahmettir.) buyuruldu. Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Kur'an-ı kerimden şifa beklemeyen, şifaya kavuşamaz.) [İbni Mace], (Yasin suresi yazılı kağıdı suya koyup, o suyu içene bin rahmet, bin bereket, bin şifa girer ve ondan bin hastalık çıkar.) [Râfiî], (Şu iki şifa kaynağını bırakmayın: Bal ve Kur'ân) [İ. Mâce], (Duâ belâya önler, duâya devam edin.) [Tirmizî]. (Lohusaya taze hurma hastaya bal şifadır.) [Ebu Nuaym], (Fatiha, zehre ve her hastalığa şifadır.) [Beyhekî], (Acve hurması zehre karşı şifadır.) [Tirmizi], (Yağmur suyu ile yapılan bal şerbeti, dertlere devadır.) [Deylemî] (Kalbin şifâsı, zikrullahtır.) [Beyheki], (Allahı zikir şifa, halkı zikir derttir.) [Beyhekî], (Kalk namaz kıl, namaz elbette şifadır.) [İ. Mâce], (Hastalığı veren, şifâsını da verir.) [Hâkim], (Haram olan şeylerde şifa yoktur.) [Buhari]. (Zemzem ve çörek otu her derde şifadır.) [Deylemî, İbni Sünni], (Zemzem, içenin niyetine göre şifa verir, susuzluğu gidermek için içenin susuzluğunu giderir. Şerden korunmak için içen, şerden korunur. Açlığı gidermek için içeni doyurur, hastalık için içene şifadır.) [Hâkim], (Müminin artığı şifadır.) [S. Ebediyye], (Yemeğe tuzla başlamak ve bitirmek 70 hastalığa şifadır.) [R. Nasıhin], (Aksırınca elhamdülillah demek her derde şifadır.) [Hâkim], (İnek sütü şifa, yağı ilâçtır.) [Beyhekî], (Yemekten önce kavun karpuz yemek şifadır.) [İ. Asâkir], (Cuma günü tırnak kesmek şifa getirir.) [Ebuşşeyh], (Hacamat [kan aldırmak] hastalıklara şifadır.) [Deylemî], (Mantarın suyu göze şifadır.) [Müslim], (Zeytinyağı ve sarmısak, 70 derde devadır.) [Ebu Nuaym, Deylemî], (Kuru üzüm, safra açar, sinirleri kuvvetlendirir ve sıkıntıyı giderir.) [Ebu Nuaym], (Kabak, baş ağrısına iyi gelir.) [Taberânî], (Misvak, hastalıklara şifadır.) [Deylemî], (Cömerdin yemeği şifa, cimrininki hastalıktır.) [Hatib], (Şifâ veren ancak Allah'tır.) [Ebu Davud] 7 Fatiha okunup ağrı olan yere üflenirse, şifa hasıl olur. (Tefsir-i Azizi) Baş ağrısı için, abdestli olarak Bekara suresinin 196. âyeti, femen den ev-nüsük'a kadar yazılıp, başa konur. İslam harfleri ile başına Besmele ve sonuna üskün lillah yazılır. (Menâfi'un-nâs) Osman bin Ebil'âs hasta idi, ağrı ve sancısı çoktu. Resûlullah, (Ağrıyan yeri sağ elin ile 7 kere mesh et! Her seferinde (E'ûzü bi'izzetillahi ve kudretihi min şerri mâ-ecidü ve ühâzirü oku!) buyurdu. Aynen yaptı ve hastalığı hiç kalmadı. (Bostân) Şifâ âyetlerini, abdestli olarak yazıp, bu kâğıdı, bir kaptaki suya koymalı, bu suyu hasta içerse Allahü teâlâ şifâ ihsân eder (Mevâhib) Basur için 50 gr kara helîle tozu, sabah açken ve yatarken birer gram yutulur. Hadis-i şerifte (Kara helile, acı ise de her derde devadır.) buyuruldu. (Hâkim)
.
Ateistler, dini hükümlere, âyet ve hadislere, yani naslara "dogma" diyerek karşı çıkarlar. Dogma, kelime olarak, tartışmasız kabul edilen bilgi, inanç demektir. Mesela herkes Hz. Âdem'den gelmiştir. Hz. Âdem de topraktan yaratılmıştır. Bu, nasla sabit kesin bir inançtır. Ateistler "Bu bir dogmadır, bilimsel olmayan dogmalara inanmayız" derler. Şimdi mezhepsizler türedi. Ateistlerin dogma, dinimizin nas dediği veya edille-i şeriyye denilen hükümlere, mezhepsizler, "format" diyorlar. Dinde yenilik yaptığını söyleyen birileri çıkmış, fakirin lehine diyerek zenginlikteki nisap miktarını 96 gramdan 80'e indirmiş. (Önceleri İslâm âlimlerine uyarak altının nisabının 96 g olduğunu açıklamıştım. Fakat fakirin lehine olduğu için şimdi 80 gramı esas alıyorum) diyor. Fakirin lehi dinde ölçü olur mu? Madem ölçü oluyorsa, ne diye 70 g değil de, 80 g alınıyor? 10 g alınsa fakirin daha lehine değil mi? Hatta bu ölçüyü temelli kaldırsa, fakirlerin lehine olmaz mı? Âlimlerin bildirdiği ölçüye uymadan fakirin lehine diye altının nisabını değiştirmek dinde reform olur. Başka biri de, aşağıda bildirilen 5 maddedeki hükümler için, bu çözüm değildir, formatlara takılıp kalmadan, hükümleri yeniden farklı bakış açılarına göre yorumlamak gerekir. Format şudur: Ribaı nesie'de fazlalık şartı yoktur. Kadr ve cins illetlerinden birisi varsa, faiz olur. Yani 5 gün sonra geri almak kaydıyla 5 altın verir yine, 5 altın olarak geri alırsanız faiz olur. Eğer formatlara uyarsanız, gelişmeyi durdurursunuz; korumak istediğiniz değerlerle hayat arasındaki bağları zaafa uğratır, hep 'Molla Kasım'larla karşılaşırsınız." diyor. Molla Kasım da gelse, biz Format reformcusuna değil, edille-i şeriyyeye uyarız, yeni formatla dinimizi sulandırmayız. Ödünçte faiz Bey ve Şirâ Risalesi şerhinde, (Ödünç verirken, zaman tayin etmek, malı, misli ile veresiyle satmak olur. Bu ise fâizdir, büyük günahtır.) buyuruluyor. Genelde ödünç verilen paralar için gün tayini lâzım oluyor. Faize bulaşmadan gün tayin etmenin birkaç yolu şöyledir: 1- Ödünç vereceği kimseden kefil ister. Kefilden de senet alır. Borçlu da, senetteki tarihte öder. 2- Borçlu, borcunu kendine borcu olan birine havâle eder. O da, borcunu günü gelince öder. 3- 1 milyar ödünç isteyene, ucuz bir şeyi, mesela bir kalemi, belli tarihte ödemek üzere 1 milyara satar. Sonra bu kalemi 1 milyara o kişiden peşin alır. Senedin günü gelince parasını ister. 4- "Falana olan borcuma kefil ol" dese, o da kabul edip ödese, kefil borçluya, "Şu tarihte bana öde" diyebilir. 5- Mâlikî mezhebi taklit edilirse senede tarih konur. [En kolayı budur.] [Samimi tanıdıklar arasında, daha kolay bir yol vardır: Mesela, 1 milyar ödünç isteyene, "5 Ocakta bana 1 milyar hediye edersen, şu 1 milyarı sana hediye ederim." denir, 1 milyar hediye edilir.]
Kur'an-ı kerimde, insana gelen musibetlerin, günahları sebebiyle geldiği bildirilmektedir. Fudayl bin İyad hazretleri, (Hanımım huysuzluk yapınca, dine aykırı bir iş yaptığımı anlardım. Hemen o işime tövbe edince, hanımın huysuzluğu da giderdi. Böylece tövbemin kabul edildiğini de anlardım.) buyurdu. O halde, Müslüman erkek, hanımı ile iyi geçinir. Çünkü kadınların da, erkekler üzerinde hakları vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Hanımlarınızı üzmeyin. Onlar, Allahın size emanetidir. Onlara yumuşak olun, iyilik edin!) [Müslim] (Bir mümin, kötü huylu diye hanımına kızmasın! İyi huyu da olur.) [Müslim] (En üstün mümin, hanımına, en iyi, en lütûfkâr davranan güzel ahlâklı kimsedir.) [Tirimizi] (En iyi Müslüman, hanımına en iyi davranandır. İçinizde, hanımına en iyi davranan benim.) [Nesâî] (Hanımına güler yüzle bakan erkeğin defterine, bir köle azat etmiş sevabı yazılır.) [R. Nasıhin] (Hanımının haklarını ifa etmeyenin; namazları, oruçları kabul olmaz.) [Mürşid-ün-nisa] (Hanımını döven, Allaha ve Resûlüne asi olur. Kıyamette onun hasmı ben olurum.) [R. Nasıhin] (Çarşıdan aldığı meyveyi, önce kız çocuklarına verin. Kadınları, kızları sevindiren, Allah korkusundan ağlayan gibi çok sevap kazanır. Allah korkusundan ağlayana cehennem haramdır.) [İbni Adiy] Eve gelince hanımına selam verip hatırını sormalı, üzüntü ve sevincine ortak olmalı. Çünkü, o başkalarından ümitsiz ve yalnız kendisine alışmış bulunan dostu, dert ortağı, kendinin neşelendiricisi, çocuklarının yetiştiricisi ve çeşitli ihtiyaçlarının gidericisidir. Erkek, hep kendini kusurlu görmeli, (Ben iyi olsaydım, o böyle olmazdı) diye düşünmelidir. Hanımının iyiliğini, iffetini Allahü teâlânın büyük nimeti bilmelidir. Onun huysuzluklarına iyilikle muamele etmeli, iyiliği çoğalıp, her işi seve seve yapınca, ona duâ etmeli ve Allahü teâlâya şükretmelidir. Çünkü, uygun bir kadın büyük bir nimettir. İyi davranmak, sadece hanımı üzmemek değildir. Onun verdiği sıkıntılara da katlanmak demektir. Yani bir erkek, ben iyi bir kocayım diyorsa, hanımından gelen sıkıntılara katlanması lazımdır. Hadis-i şerifte, (Hanımının kötü huylarına katlanan erkek, belâlara sabreden Hz. Eyyûb gibi mükâfatlara kavuşur.) buyuruldu. İyi Müslüman olmak için hanım ile iyi geçinmek şarttır. Kur'an-ı kerimde de, (Onlarla iyi, güzel geçinin!) buyuruluyor. (Al-i imran19) Aklı olan karı koca, birbirini üzmez. Hayat arkadaşını üzmek, incitmek, ahmaklık alametidir. Zâlim, huysuz kimsenin eşi, devamlı üzülerek sinirleri bozulur. Sinir hastası olur. Sinirler bozulunca, çeşitli hastalıklar hasıl olur. Hayat arkadaşı hasta olan bir eş, mahvolmuş, mutluluğu sona ermiş demektir. Eşinin hizmet ve yardımlarından mahrum kalmıştır. Ömrü, onun dertlerini dinlemekle, ona doktor aramakla, ona alışmamış olduğu hizmetleri yapmakla geçer. Bütün bu felaketlere, bitmeyen sıkıntılara kendi huysuzluğu sebep olmuştur. Dizlerini dövse de, ne yazık ki bu pişmanlığının faydası olmaz. O halde; eşine yapılacak huysuzluğun zararı kendine olur. Ona karşı, hep güler yüzlü, tatlı dilli olmaya çalışmalı! Bunu yapabilen, rahat ve huzur içinde yaşar, Allahın rızasını da kazanır!
Dinimizde bazen söze, bazen niyete veya işe itibar edilir. Niyetin geçersiz, sözün geçerli olduğu yerlerden bazıları şunlardır: Nikahta: Bir kimse, şakadan veya rol icabı, iki şahit yanında evlense, gerçekten evlenmiş olur. Boşamakta: Bir kimse, şaka ile, alay olsun diye veya hanımını korkutmak niyetiyle "seni boşadım" dese, hanımı boş olur. Hadis-i şerifte, (Bir kadınla nikahlanan veya hanımını boşayan kimse, "ben şakadan yaptım" dese, nikahı da boşaması da geçerli olur.) buyuruldu. (Taberânî) Vazgeçmek: Bir kimse, hanımına "seni boşadım" dese, sonra, şakadan boşamaktan vazgeçtiğini bildirse, boşamaktan vazgeçmiş olur. Hadis-i şerifte, (Üç şeyin şakası da, ciddisi gibi sahihtir. Nikah, boşamak, boşamaktan vazgeçmek.) buyuruldu. (Tirmizi) [Boşanmada vazgeçme işi ancak iki defa olabilir.] Köle azadında: Şakadan, kölesine "seni azat ettim" diyenin, kölesi azat edilmiş olur. Adakta: Adak yaparken hiç niyet etmese de, söz arasında dilinden çıksa da, adağını yapması vacip olur. Çünkü, adakta niyetsiz, düşünmeden söylemek, ciddi, isteyerek söylemek gibidir. Hatta, "Allah için, bir gün oruç tutmak üzerime borç olsun" diyeceği yerde, "bir ay oruç tutmak" diye ağzından çıksa, bir ay oruç tutması gerekir. Söz geçerli, niyet geçersizdir. (Dürer) Alış verişte: Alış veriş yapıldıktan sonra, alıcı veya satıcıdan birisi, ben şaka yapmıştım, bu alış verişten vazgeçtim dese de itibar edilmez. Alış verişte de söze bakılır, niyete bakılmaz. Hediyede: Alacağı olduğu bir parayı borçlusuna veya başkasına hediye eden, şakadan söylemiştim dese de, hediyesinden vazgeçemez. Niyet geçersiz, söz geçerlidir. Yeminde: Kalbden yemin geçerli olmaz, söz geçerlidir. Küfürde: Bir kimse şakadan ben Hıristiyanım dese veya günah işleyene helal olsun dese kâfir olur. Niyet geçerli, söz geçersizdir: Bir kimse, öğle vakti, öğle namazına niyet ederken, dili ile, bugünkü ikindi namazına diye niyet etse, kalbi ile de öğle olduğunu bilse, öğleyi kılmaya niyet etse öğle için niyet etmiş sayılır, dil ile söylediğine itibar edilmez. Tersine, öğleyi kılarken, ikindi sanarak, ikindiye niye etse, fakat dili ile de öğleye niyet etse, namazı sahih olmaz. Dil sürçmesi: Sen benim Rabbimsin diyeceği yerde, şaşırıp kulumsun diyen günaha girmez. Niyet geçersiz, iş geçerlidir: Günah olan işler böyledir. Mesela dinlenmek niyetiyle müzik dinlemek de günahtır. Kâfir kız, "Benimle dans edersen müslüman olurum" dese, müslümanın, iyi niyetle onunla dans etmesi veya başka günah işlemesi caiz olmaz. İyi niyeti geçersiz, günahı geçerlidir. (Ameller niyete göredir) hadis-i şerifi, taat ve mubahlara niyete göre sevap verileceğini bildirmektedir. Günahlar, iyi niyetle de işlense, günah olmaktan çıkmaz. İş geçersiz, niyet geçerlidir: Elin evine girip, yanlışlıkla kendi malını çalan günaha girer. Niyet de iş de geçerlidir: Kur'an okuyan sevap kazanır. Sevap için niyet ederse daha çok sevap kazanır.
Günümüzde nelerin faiz olduğu bilinmiyor. Faiz çeşidi çoktur. Hadis-i şerifte (Faiz 73 çeşittir.) buyuruluyor. Muteber kitaplarda yazılanlardan bazısı şöyledir: 1- 5 gr 14 ayar ile 5 gr 24 ayar altını değişmek caizdir. Biri fazla ise veya veresiye ise faiz olur. Hadis-i şerifte, (Altın altına, gümüş gümüşe, hurma hurmaya, buğday buğdaya, tuz tuza, arpa arpaya misli misline satılırken, biri fazla olursa faiz olur. İkisi de peşin olmak şartı ile, altını gümüşle [veya başka şey ile] fazla veya eksik fiyatla, alınıp satılabilir.) buyuruldu. (Tirmizî) 2- Hurda altın, çok değerli antika bir altınla bile değiştirilirken eşit ağırlıkta olmalıdır. Antikadır, değeri yüksektir diye fazla altın almak faiz olur. Faiz olmaması için, antika altının yanına mesela bir de kalem konursa, bu kalemle birlikte antika altına çok yüksek fiyat istenebilir. Diyelim ki 7 gr antika altın için, yanında başka mal da olduğundan dolayı, bir kg işlenmiş altın istemek caiz olur. 3- Hurda altın yerine işlenmiş altın almak isteyen, hurda altınlar ile işlenmiş altınların fiyatı hesap edilir. Diyelim hurda altın 80, işlenmiş altın da 100 milyon TL tuttu ise, 20 milyon TL fark istenir. Veya hurda altın çok olup 100, işlenmiş altın da 80 milyon TL tutmuş ise, 20 milyon TL fark verilir. 4- Altını, kâğıt para veya başka mal karşılığı veresiye çok pahalı satmak caizdir. 5- Bir teneke kaliteli buğdayı, bir teneke kalitesiz buğdayla değişmek caizdir. Biri fazla olursa faiz olur. 5 teneke kalitesiz buğday verip, 4 teneke kaliteli buğday almak faiz olur. 4 teneke buğdayın yanına başka cins bir mal mesela bir kalem veya bir kitap konur, bununla birlikte satılırsa caiz olur. 6- Bir şey kendi cinsi ile, [mesela arpa arpaya, altın altına] veresiye satılınca faiz olur. 7- Ortak bir malı, ölçmeden veya tartmadan paylaşmak faiz olur. [Mesela kurban etini tartmadan bölüşmek faiz olur. 4 hisseye birer ayak, bir hisseye baş, ötekine de deri konursa faiz olmaz.] 8- Bir malı, mesela 2 ay sonra teslim etmek üzere sattıktan sonra, noksan olarak, daha önce vermek faiz olur. [Çek, senet kırdırmak da faiz olur. Vadesi gelmemiş borcu birkaç ay önce öderken eksik ödemek faiz olur. Faiz olmaması için hepsi ödenir. Sonra alıcı fazlasını borçluya hediye eder.] 9- İki kişi, birer çuval buğdayı, ölçmeden, karıştırıp un yaptırdıktan sonra, ikiye bölüşseler faiz olur. 10- İki kişinin ortak bir ineği olsa, sütünü bir gün biri, bir gün öteki alsa faiz olur. Her günkü sütü eşit bölüşmek gerekir. [Bunun gibi iki kişinin kirada bir evi olsa, kirasını bir ay biri, bir ay öteki alsa caiz olmaz. Her ay alınan parayı ikiye taksim etmek gerekir. Altın günü, mark günü yapıp, her seferinde birine altın veya mark vermek caiz olmaz.] 11- İki kişi, arabalarını, her biri kullanmak üzere, muayyen bir zaman için değişseler faiz olur. 12- Bir şeyi ucuz satın almak veya ona pahalı satmak şartı ile ödünç vermek faiz olur. 13- Bir şeyi, aldatmak suretiyle pahalı satmak veya ucuz almak da faiz olur. Aldatmadan pahalı satmak veya ucuza almak caizdir.
Hadis-i şerifleri anlamak
Bazıları, bir hadis-i şerif görünce, aklı ile ölçüyor, böyle hadis olmaz diyorlar. İyi bilinmeli ki, hiçbir hadis kitabında, uydurma hadis olmaz. Çünkü onlar uydurma hadis nakletmenin vebalini çok iyi bilirlerdi. Hadis bir ilimdir. O hadiste kastedilen mana nedir? Bilmeden hemen uydurma demek, o hadis âlimine büyük bir iftira olur. Mesela, (Cimri çok ibâdet etse de, cennete girmez. Cömert, çok günah işlese de cehenneme girmez.) hadis-i şerifine bakan bir cahil, "demek namaza, oruca imana ihtiyaç yok, cömert olduk mu cennete gideriz" zannedebilir. Alimlerimiz bu hadis-i şerifi şöyle açıklıyor: Cömerdin imanı yoksa, ebedi olarak cehennemde kalır. İmanı varsa, sevapları fazla ise cennete girer. Cimri cennete girmez demek, hiç girmez demek değildir. (Cimri, günahının cezasını çekmedikçe Cennete giremez) demektir. Hatta sevabı günahından çok ise, cehenneme girmeden de cennete girer. Affa ve şefaate kavuşarak da cennete girebilir. (Ana babasını razı eden, cehenneme girmez, inciten de cennete girmez.) hadis-i şerifi de böyledir. Ana babasını razı eden kimse imansız ise, yani kâfir ise asla cennete girmez. İmanlı olsa da, namaz kılmıyorsa, oruç tutmuyorsa, haramlardan kaçmıyorsa, o kişi ana babasını razı edince cennete hemen girebilir mi? Elbette giremez. Demek ki Müslümanda bulunması gereken şartlar varsa, o zaman cennete girer. Ana babasını inciten de cennete girmez demek, Müslüman ana babayı haklı olarak incitmek demektir. Bir baba, içki getirmediği için evladına incinse, o evlat cennete girmez mi? Elbette girer. Meşru işlerde ana babanın sözü dinlenir. Dine aykırı işlerde verilen emre uyulmaz. Dinimizin diğer emirlerine uyan Müslüman bir evlat, ana babasının meşru emirlerini dinlemese bile, günahını çektikten sonra cennete girer. (Cennete girmez) demek, günahının cezasını çekmeden veya şefaate kavuşmadan giremez demektir. (Yetim malı yiyen, cennete giremez.) hadis-i şerifi de böyledir. Cezasını çekmeden cennete giremez demektir. Yoksa hiç girmez demek değildir. Bir müminin günahı sevabından çok ise, affa ve şefaate de uğramamışsa, günahının cezasını çektikten sonra cennete gider. İmanı olmayan kimsenin ise, ne yaparsa yapsın, hiçbir iyiliği onu cehennemden kurtaramaz. (Komşusu aç iken tok yatan, mümin değildir.) hadis-i şerifindeki, (Mümin değil) ifadesi, kâfir demek değildir. Kâmil [olgun] mümin değil demektir. Bir Müslüman, komşusu aç yatarken o tok yatsa, belayı nimet değil de, bela saysa yine mümindir, geç de olsa, yine cennete girer. Hadis-i şerifler, böylelerinin iyi bir kimse olmadığını bildirmektedir. (Yılandan korkup öldürmeyen bizden değildir.), (Evlenmek sünnettir; sünnetime uymayan benden değildir) hadis-i şeriflerindeki, (benden değil) ifadesi, kâfir anlamında değildir. Sünnetime uymamış olur demektir. Yılanı öldürmemek veya evlenmemek günah olmaz. Birçok evliya evlenmemiştir. Hatta âhir zamanda evlenmemek daha iyi olabilir. (İki rekat kuşluk namazı, bir hac ve umreye bedeldir.) hadis-i şerifindeki hac ifadesi elbette nafile hac içindir. Kuşluk namazı nafiledir. Nâfile ibadet, farzın yanında denizde damla bile değildir. (Abdest alanın bütün günahları affolur.) hadis-i şerifinde, bütün günahlardan maksat, küçük günahlardır. Namaz kılmayan ve haram işleyenin günahları af olur mu? Büyük günahlar ve kul hakları ödenmedikçe af edilmez. Nafile ibâdetin sevabına kavuşabilmek için imanı doğru olmak, haramlardan kaçmak ve o işi ibâdet olarak yapmaya niyet etmek şarttır.
Şartlarına uygunsa dua kabul olur. Hadis-i şerifte, (Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder, edilen duayı kabul eder) buyuruldu. (Tirmizi) Duânın kabul olması için, şunlara riayet etmelidir: 1- Önce istiğfar okumalı, sadaka vermeli. Duâya, Euzü Besmele, hamd ve salevat ile başlamalı ve aynı şekilde bitirmeli. Allahü teâlâ, iki salevat arasında yapılan duayı kabul eder. 2- İmanı düzgün olmak. İtikadı bozuk olanın ve bid'at ehlinin duası kabul olmaz. (İbni Mace) 3- İhlaslı ve salih olmak. Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (İhlâslı olarak dua edin!) [Mümin 14, 65], (Allahü teâlâ, ancak takvâ sahiplerinin [salihlerin amellerini, duâlarını] kabûl eder) [Maide 27] 4- Farzları yapmak. Mesela namaz kılmayanın duası kabul olmaz. 5- Haramlardan sakınmak. Ebülleys-i Semerkandî hazretleri, (Haram yiyenin, gıybet edenin ve haset edenin duâsı kabul olmaz.) buyuruyor. Hadis-i şerifte de, (Duânın kabûl olması için, yenilen ve giyilen helâl olmalıdır.) buyuruluyor. (Tergîb-üs-salât 6- Evliyâyı vesîle ederek, duâ etmek. Buhârî'deki hadis-i şerifte, duânın kabul olması için, Peygamberleri ve salihleri vesîle etmek gerektiği bildirilmektedir. (Hısn-ül-hasîn) Mesela silsile-i aliyyenin isimleri okunup onların hürmetine dua edilmeli. 7- Duayı şuurlu yapmak. Kalb uyanık olmalı, ne söylediğinden haberi olmalıdır. Hadis-i şerifte, (Kabul edileceğine inanarak duâ edin, gafletle edilen duâ kabul olmaz.) buyuruldu. (Tirmizî) 8- İsmi a'zam ve esmai hüsna ile dua etmek. Hadis-i şerifte, (Hz. Yunus balığın karnında, Enbiyâ sûresinin 87. âyetini okuyup duâ etti. Bu âyeti okuyup duâ edenin, duâsı makbul olur.) buyuruldu. (Tirmizi) 9- Gıyaben dua etmek. (Mümin için, arkasından yapılan duâ kabûl olur. Bir melek, Allah bu iyiliği sana da versin der ve duâsı reddedilmez.) [İbni Ebi Şeybe] 10- Namazlardan sonra dua etmek. (Beş vakit namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur.) [Buharî] 11- Acele etmemek. Duâyı, hiç olmazsa, yedi kere tekrar etmek. Hadis-i şerifte, (Duâm, kabul olmadı diye acele etme! Allahtan çok iste! Çünkü kerem sahibinden istiyorsun.) buyuruldu. (Buharî) 12- Belâ gelmeden önce duâ etmek. Hadis-i şerifte, (Sıkıntılı iken duâsının kabul edilmesini isteyen, rahat iken çok duâ etsin!) buyuruldu. (Tirmizî) 13- Yalvarmak. Hadis-i şerifte, (Allaha yalvararak edilen duâ kabul olur.) buyuruldu. (Ebu Ya'la) 14- Kıymetli vakitleri gözetmek. Cuma günü ve gecesi, öğle-ikindi arası, ezan ve ikamet arası, Regaib ve Berat gecesi, Bayram geceleri, Arefe günü, Ramazan gün ve geceleri, iftar zamanı, seher vakti gibi kıymetli zamanları ganimet bilmeli. Hadis-i şerifte, (Seherde yapılan duâ kabul olur.) buyuruldu. (Tirmizî) 15- Kıymetli halleri gözetmek. Aile ve vatandan uzakta iken, İhlas suresi okununca, hatim bitince, yağmur yağarken, oruçlu iken, kalbinde incelik hissedince duâ etmeli. Çünkü kalbdeki incelik, rahmetin giriş kapısının açık olduğuna işarettir. Hastanın, garibin duâsı makbuldür! Hadis-i şerifte, (Dertli müminin duâsını ganimet bil!) buyuruldu. (Ebuş-şeyh)
Mevlid, doğum zamanı demektir. Mevlid gecesi, Rebiul-evvel ayının 11. ve 12. günleri arasındaki gece, yani bu gecedir. Peygamber efendimizin doğum günü, bütün Müslümanların bayramıdır. Ebu Leheb, câriyesi Süveybe, yeğenin oldu diye müjde getirince, sevinmiş, (Ona süt vermek şartı ile, seni azat ettim) demişti. Resûlullahın ilk süt annesi, Süveybe oldu. Bunun için, Ebû Leheb'in, her mevlid gecesinde, azabı hafifler. Mevlid gecesinde, Peygamber efendimiz doğduğu için sevinen müminlerin günahları affedilir, pek çok sevap kazanır. Resûlullah efendimiz, mevlid gecelerinde eshab-ı kirama ziyafet verir, dünyayı teşrifindeki ve çocukluk zamanındaki şeyleri anlatırdı. Hz. Ebu Bekir de, halife iken, eshab-ı kiramı toplar, Resûlullah efendimizin dünyayı teşrifindeki olağanüstü hâlleri konuşurlardı. Bu gece, Resûlullahın doğum zamanında görülen hâlleri, mucizeleri okumak, dinlemek, öğrenmek çok sevaptır. İslâm âlimleri mevlid gecesine çok önem vermişlerdir. Hz. Mevlâna, (Mevlid okunan yerden belâlar gider.) buyurmuştur. Peygamber efendimizi öven çeşitli mevlid kasideleri vardır. Meşhur olan ve Türkiye'de sık sık okunan mevlid kasidesini Süleyman Çelebi, 15. asırda yazmıştır. Bu kasidenin asr-ı saadetten sonra yazılması, bid'at olmasını gerektirmez. Çünkü Peygamber efendimizi övmek ibadettir. Her zaman Onu övücü kasideler, yazılar yazılabilir. Onları da okumak bid'at değil, sevap olur. Mevlid-i şerif okumak, Resûlullahın dünyaya gelişini, miracını ve hayatını anlatmak, Onu hatırlamak, Onu övmek demektir. Her müminin Resûlullahı çok sevmesi gerekir. Hadis-i şerifte, (Beni ana babasından, evlâdından ve herkesten daha çok sevmeyen, mümin olamaz.) buyuruldu. Peygamber efendimizi çok seven de, Onu çok anar. Hadis-i şeriflerde, (Bir şeyi çok seven, elbette onu çok anar.) ve (Peygamberleri anmak, hatırlamak ibadettir.) buyuruldu. Peygamber efendimizi sevip anmak ibadettir, şiir olarak söylemek daha tesirli olur. Resûlullah efendimizin şairleri vardı. Bunlar, düşmanların iftiralarına cevap verirler ve Resûlullahı överlerdi. Bunlardan Hassan bin Sabit'in şiirlerini çok beğenirdi. Resûlullah sallallahü aleyhi ve sellem, mescide bu şair için bir minber koydurdu. Hassan bin Sabit, minbere çıkar, düşmanları şiir ile kötüler, Resûlullahı överdi. Resûlullah efendimiz de, (Hassan'ın sözleri, düşmanlara ok yarasından daha tesirlidir.) buyurdu ve şairin şiirini beğenip, ona (Dişlerin dökülmesin) diye duâ etti. Bir defasında da buyurdu ki: (Allahü teâlâ, Resulünü övmek ve müdafaa etmek hususunda Hassan'ı, Ruh-ül-kuds [Hz.Cebrail] ile takviye etmektedir.) [Buharî] (Allah, bir kimseye söz ve yazı sanatı ihsan ederse, Resûlullahı övsün, düşmanlarını kötülesin!) hadis-i şerifine uyularak, İslâm ülkelerinde mevlid kitapları yazılmış ve okunmuştur. Mevlid gecesi, Kadir gecesinden sonra en kıymetli gecedir. Hatta, Mevlid gecesinin Kadir gecesinden de kıymetli olduğunu bildiren âlimler vardır. Dünyadaki Müslümanlar tarafından, her sene, bu gece Mevlid kandili olarak kutlanmakta, her yerde Mevlid kasideleri okunarak Resûlullah hatırlanmaktadır. Evliyadan büyük zatlar, mevlid okuyup sevindikleri zaman, Resûlullahı rüyada gördüklerini ve (Bizim için sevinenler, bizi de sevindirirler) buyurduğunu söylemişlerdir. Çalgı ve başka haram şeyler karıştırmadan, Allah rızası için mevlid cemiyeti yapmak, mevlid kasidesi okumak, salevat-ı şerife getirmek, tatlı şeyler yedirip içirmek, hayrat ve hasenat yapmak, böylece, o gecenin şükrünü yerine getirmek müstehaptır. (Ni'met-ül kübrâ, Hadika, M. Nasihat)
Bid'at çıkaran, sahih hadisleri uydurma zanneder, İslâm âlimlerini beğenmez, dinde noksanlık görür. Dinde noksanlık sandığı hükümleri değiştirmeye, yeni hükümler koymaya çalışır. Bid'at ehli kibirlidir. İmam-ı Gazali hazretleri buyuruyor ki: Kibrin diğer günahlardan daha büyük olmasının sebebi şudur: Büyüklük ancak Allahü teâlâya mahsus iken, kulun kibirlenmesi, bir kölenin hükümdarın tacını başına geçirerek onun tahtında oturup hükmetmesine benzer. Hükümdarın bir emrini yapmayarak suç işlemekle, hükümdarlığına sahip çıkmak, onun tahtına oturup emirler vermek arasında elbette büyük fark vardır. İşte kibirlenmek, Allahın emrini yapmamak gibi bir suç değil, bizzat ilah olmak gibi büyük suç oluyor. Bid'atin de hırsızlık, katillik gibi suçlardan daha büyük olmasının sebebi budur. Günah işleyen, katillik yapan kimse, Allahın emrine isyan etmiş olur, büyük günah işler. Fakat bid'at çıkaran kimse, Allahın, Resulünün ve Resulullahın varisleri olan âlimlerin bildirdiği hükümleri beğenmeyip yeni hükümler koymaya, bizzat dinin sahibi olmaya çalışıyor. Yani Allah adına, Resulü adına hareket ediyor, hatta onları beğenmeyip kendi görüşünü din gibi ortaya koymaya çalışıyor. Bu bakımdan bid'at ehli, hırsızdan, eşkıyadan daha büyük günah işliyor. İşte bunun gibi sebeplerden dolayı Peygamber efendimiz, (Ben onlardan değilim, onlar da benden değildir. Onlara karşı cihad, kâfirlerle cihad gibi önemlidir.) buyuruyor. (Deylemî) İmam-ı Rabbanî hazretleri de buyuruyor ki: (Bid'at ehli, yapacağı değişikliklerle, dini düzelteceklerini, olgunlaştıracaklarını zannederek bid'at çıkarıyor, bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değil, kâmildir. Kur'an-ı kerimde Maide suresinin 3. âyet-i kerimesinde, mealen, (Bugün sizin için dininizi ikmal eyledim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâmiyeti vermekle razı oldum.) buyuruluyor. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [asra göre, çağdaş tefsir yazmaya ve çeşitli bid'atler çıkarmaya] çalışmak bu âyet-i kerimeye inanmamak olur. Bu bakımdan bid'at ehli ile konuşmak, kâfirle arkadaşlıktan daha kötüdür. Bid'at ehlinden yılandan, canavardan kaçar gibi kaçmak gerekir.) 14 asırdan beri, İslam âlimleri, bid'at ve hurafe karışmamış olan dinimizin bayrağını birbirine teslim ede ede, emin ellerle günümüze kadar getirmişlerdir. Böyle bir dini beğenmeyen ve Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kimse elbette en büyük günahı işliyor. Sahih hadis-i şerifleri, muhkem âyetleri yersiz tevil ederek açık gezmenin caiz olduğunu söylemek, eşkıyalık gibi veya çıplak gezmek gibi, büyük günahlardan biri değildir. Bunlardan da tehlikelidir, yani küfürdür. Çünkü hadis-i şerifte, (Kur'anı kendi görüşüne göre tefsir eden kâfir olur) buyuruluyor. Resulullah efendimiz, Kur'an-ı kerimi nasıl tefsir etmişse, Eshâb-ı kiram bize nasıl bildirmişse, öyle anlamak gerekir. Herkesin anlayışına göre din olsa idi, insan sayısı kadar din olurdu. [Bid'atler toplu olarak yarınki yazıda bildirilmektedir.]
Dün, bid'atin büyük günahlardan olduğunu bildirmiştik. Bugün de bazı bid'atleri bildiriyoruz: Cennette, Allahü teâlânın görüleceğine inanmamak, Gökte Allah var demek, Allah dede demek, Hz. Ali'yi diğer üç halifeden üstün sanmak, Eshabı kirama veya fasık Müslümanlara bile lanet etmek bid'attir. Namaza başlarken yalnız dil ile niyet etmek bid'attir. Kalb ile niyet şarttır. Kur'anı, zikirleri, tekbirleri müzikle veya ney çalarak okumak bid'attir, tasavvuf müziği de bid'attir. Ücretle Kur'an okumak bid'attir. Hutbenin ikinci kısmında, aşağı basamağa inmek, sonra tekrar yukarı basamağa çıkmak, mest üzerine mesh etmemek ve çıplak ayağa mesh etmek bid'attir. Vaazdan sonra toplanarak yüksek sesle duâ yapmak, mübarek gecelerde, câmilerde fazla ışık yakmak bid'attir. Kısa sakal ile sünneti yerine getirdiğine inanmak. Büyük zatların ölüm yıldönümlerinde matem tutmak bid'attir. Cenaze olduğunu bildirmek için, minarelerde salâ okumak, ölünün 40. ve 52. gecesini yapmak, mezar taşlarına resim koymak, Fatiha ve methiye yazmak bid'attir. Türbe veya camilerde tavaf eder gibi dönmek bid'attir. Bid'at olmayanlar Bid'at ehli, aşağıdakileri de hurafe saymışsa da yanlış söyledikleri çeşitli kitaplarda yazılıdır: Kur'an ve hadiste olmayıp da, icma veya kıyası fukaha ile meydana gelen hükümler bid'at değildir. İki bayram arasında nikah yapmak caizdir. Peygamber efendimiz, Cuma gününe rastlayan bir bayram günü, namazdan sonra, nikah yapması istenince, (İki bayram arası nikah olmaz) buyurdu. Yani vakit dar, bayramlaştıktan sonra tekrar cuma namazı için mescide geleceğiz demek istemiştir. Nazar için kurşun dökmek, nazar boncuğu takmak, tarlaya at kafası takmak bid'at değildir. Bunlara bakılınca, gözlerdeki şua ilk defa oraya gider ve nazar önlenir. (Hindiyye) Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. Devir ve iskat bid'at değildir. Definden sonra, mezarlıkta, cenaze sahiplerine taziyede bulunmak bid'at değildir. Peygamber efendimizin âdet olarak yaptığı şeyleri yapmamak [mesela entari giymemek] yahut da yapmadığı şeyleri yapmak, [mesela çatal kaşık kullanmak] bid'at değildir. Ölmüş evliyaya adak yapmak, yani mübarek bir zatı vesile edip, Allahü teâlâya yalvarmak caizdir. Mesela (Hastam iyi olursa, sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine olmak üzere, Allah için, adak olarak bir koyun keseceğim.) demek. Burada, Allahü teâlâ için kesilen adağın sevabı Seyyidet Nefise hazretlerine bağışlanıyor, onun şefaati ile, Allahü teâlâ, hastaya şifa veriyor kazayı, belâyı gideriyor. Koyunu mezar başında kesmek haramdır. Puta tapanların, put yanında kesmelerine benzememeli. Türbenin avlusu genişse, bir kenarda kesilebilir. İşleri, Allahü teâlânın yaptığına inanarak, türbelerdeki evliyadan yardım istemek, onların hürmetine dua etmek de bid'at değildir. Hz. Mevlana, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu. Deylemî'nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) hadis-i şerifi de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir.
Yıldız falı, kahve falı, el falı gibi her çeşit fal hurafedir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Falcının, büyücünün söylediklerine inanan, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Taberânî] (Fal baktıran, falcıya inanmasa bile, kırk gün namazı kabul olmaz.) [Müslim] Cincilerin cinden kurtardığına inanarak, onlara ücret vermek caiz değildir. Çalınanları, kaybolanları bilirim diyen ve buna inanan da kâfir olur. "Bana cin haber veriyor, onun için biliyorum" diyen de kâfir olur. Çünkü cin de gaybı bilmez. Gaybı yalnız Allahü teâlâ, bir de onun vahy ve ilham ettikleri bilir. Cin, bu iki yoldan öğrendiğini haber verirse, "Bana cin haber verdi" demek caizdir. Cinden arkadaş edinip, olmuş ve olacak şeyleri ona sorup, ondan öğrenmek ve bunları başkalarına bildirmek caiz değildir. Cincilerin ve büyücülerin söylediklerine, yaptıklarına inanmak, bazen doğru çıksa bile, Allahtan başkasının her şeyi bildiğine ve her dilediğini yapacağına inanmak olup, küfürdür. Büyü öğrenmek de, öğretmek de haramdır. Müslümanları zarardan korumak için öğrenmek de haramdır. Hayırlı iş yapmak için de haram işlemek, büyü çözmek için büyü yapmak da caiz değildir. Büyü yaparken, küfre sebep olan bir şey yapmak küfürdür. Böyle olmazsa, büyük günahtır. Hadis-i şerifte (Büyü yapan ve yaptıran ve bunlara inanan bizden değildir.) buyuruldu (Bezzar) Bir şeyin, bir günün veya bir yerin uğursuz sanılması, Yahudilikte vardır. Hıristiyanlıkta da, 13 rakamının uğursuzluk getirdiğine inanılır. Dinimizde uğursuzluk yoktur. Fakat, (Şu iş veya şu ev bana uğursuz geldi) demek caizdir. Hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Uğuru ve uğursuzluğu en çok olan uzuv dildir, kötü huy uğursuzluk getirir.) [Taberânî] Eskiden yolculuğa çıkarken, bir kuş uçururlardı. Kuş sağa uçarsa, uğurlu sayıp, yola devam ederler, kuş sola uçarsa, uğursuz sayıp geri dönerlerdi. İslamiyet bunu yasaklamıştır. Burçlara göre fal açmak da hurafedir. Her burçta doğan aynı karaktere sahip olsa, bütün dünyadaki insanlar burç sayısı kadar yani 12 karakterli olurlar. Aynı burçta doğan iki kişiden biri âlim, diğeri zâlim, biri sert, öteki yumuşak olabilir. İnsanların karakterlerini burçlar tayin etmez. Siftah olarak alınan parayı çeneye sürmek, güvercine kâğıt çektirmek, misafir giden evi 3 gün süpürmemek, salı günü yola çıkmamak, sabunu elden ele vermemek, kötü bir şey söylendiği vakit eliyle bir yere tıklayarak "şeytan kulağına kurşun" demek, cenazede küreği birinin eline vermeyip yere atmak. Lohusa kadının kırkı çıkıncaya kadar, dışarı çıkmaması, yanında birisinin bulunması, hatta yanına bir süpürge olsun koymalı demek, kırkı çıkmamış iki çocuğu birbirinin yanına getirmemek batıl inançtır. Nevruzu, Noeli kutlamak, dert ve dilek için yatırlarda bulunan ağaçlara çaput bağlamak, türbelere mum dikmek, cenazeyi yüksek sesle tekbirle veya marşla götürmek, matem işaretleri taşımak, çelenk götürmek caiz değildir.
Çok eser vermiş zatların hayatı incelenirse, az uyuyup çok çalıştıkları görülür. Ancak ihtiyaç miktarı uyumalıdır! Hikmet ehli buyuruyor ki: Allah sevgisinin alametlerinden birisi az uyumaktır. Gece çok az, gündüz çok uyumak, hastalığa sebep olur. Az yemek bedene, az uyumak ruha rahatlık verir. Çok uyumak zararlıdır. Çok yiyip içen istemese de çok uyur. Az yiyip içmek ve az uyumak gerekir. Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için dünya ve ahiret kazancına mani olur. Bir hadis-i şerifte, (İşlerin hayırlısı vasat olanıdır. Din, ifrat ve tefritin ortasındadır.) buyuruldu. (Beyhekî) [Vasat, orta yoldur. İfrat, normalden fazla, tefrit, normalden az demektir. Mesela çok uyumak ifrat, pek az uyumak tefrittir. Çok yiyip içmek ifrat, çok az yemek tefrittir.] Bil uyku ölüme eştir, gafletin sonu ateştir. Çok uyumak musibettir, arif geceye hasrettir. Bilsen her gece ne güneşler doğar, gafletle yatanı zulmetler boğar. Huzurda uyanık olmak edeptir, çok uyumak pişmanlığa sebeptir. Huzurda durmaktan ârif zevk alır, gafiller bunlardan hep mahrum kalır. Az uyku kalbe ciladır, çok uyku ise belâdır. Çok uyumak ayıptır, vaktimizden kayıptır. Midesi boşa uyku gelmez, az uyuyana korku gelmez. Uykuya düşkün murada eremez, gece dağılan nimeti göremez. Cenab-ı Hak her gece, (Duâ eden yok mu, duâsını kabul edeyim.) buyurur. (Buharî) Az ye kalbini pakla, uykuyu kabre sakla! Az uyumak nimet, çok uyumak gaflet. Gaflet ise zarardır, kalbimizi karartır. Fazla uykuyu at, gece dağılır murat. Seher ne kadar kutludur, uyanık olan mutludur. Seherlerde kapılar açılır, uyanıklara nimet saçılır. Az uyku meziyet, çok uyku eziyet. İstiyorsan bir kurtuluş, az ye, az uyu, az konuş! Hak yola böyle girilir, sonra çok nimet verilir. Çok uyumak çok şey götürür, gaflet ve tembellik getirir. Çok uyumak hem heder, hem kederdir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cehennemden kaçıp, cenneti isteyenin gözüne uyku girmez.) [İ. Mende] (En çok korktuğum şeylerden birisi, çok uyumaktır.) [Deylemî] (En üstün amel, herkes uykuda iken gece namaz kılmaktır.) [C. Yolu] (Yemekten sonra uyumak kalbi katılaştırır.) [İbni Mace] (Allahü teâlâ, çok uyuyanı sevmez.) [İ. Gazali] (Sabah uykusu, acizlik, tembellik, gevşeklik ve unutkanlığa sebep olur.) [İ. Maverdi] (Sabah namazından sonra, güneş doğana kadar uyumayın!) [Beyhekî] (Sabahları uyuyan sırt ve bel ağrılarına müptela olur.) [İ. Şarani] (Kuşluk uykusu zamansız, kaylule faydalıdır. Akşam üstü uyumak ahmaklıktır.) [İ. Maverdi] (Çok yiyip içene ve çok uyuyana Allah buğzeder.) [İ. Gazali] (Annesi, Hz. Süleymana "Çok uyuma, çok uyku kıyamette insanı fakir bırakır" dedi.) [İbni Mace] (Sabah uykusu rızka manidir.) [Beyhekî] Hz. Fatıma anlatır: Sabah namazından sonra yattım. Babam, beni uyandırıp, (Kızım kalk, gafillere benzeme! Allahü teâlâ rızıkları, sabah namazının vaktinde verir.) buyurdu. [Beyhekî] Allahü teâlâ, (Beni sevdiğini söyleyip de, sabaha kadar uyuyan, yalancıdır. Çünkü dost, dostla sohbet ister. Gafleti bırakıp beni anar, sohbetime kavuşur.) buyurdu. (M. Name)
Bir şeyin kıymetli olması, hâle, zaman ve kişinin durumuna da bağlıdır. Peygamber efendimiz, 'en üstün amel'i, soranların hallerine ve içinde bulunulan şartlara göre bildirmiştir. Mesela yiyeceklerin bol bulunduğu; fakat suyun bulunmadığı yerde, susuzluktan yanan kimseye bir bardak su vermek, fırın dolusu ekmek vermekten daha makbul olur. Vahşi hayvanların veya düşmanların saldırısına veya tehlikeli bir hastalığa maruz kalan kimsenin ölümden kurtulmasına sebep olmak, ona yapılacak diğer iyiliklerden daha üstün olabilir. Bir kimseyi ebedi felaketten kurtarıp, sonsuz nimetlere kavuşmasına sebep olmak ise hepsinden daha kıymetlidir. Bu bakımdan İslâmiyetin başlangıcında amellerin en kıymetlisi cihad idi. Günümüzde en kıymetli amel, yayın yolu ile Emri maruf ve Nehyi münker yapmaktır. Hadisi şerifte, (Bütün ibâdetlere verilen sevap, cihada verilen sevaba göre, deniz yanında bir damla su gibidir. Cihadın sevabı da, emri maruf ve nehyi münker sevabı yanında, denize göre bir damla su gibidir.) buyuruldu. (Deylemî) Bu konudaki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (En üstün amel, imandır. En üstün iman, Allahı hep yanında bilmektir.) [Taberâni], (Bir saat tefekkür, bir gece ibâdetten üstündür.) [Ebuşşeyh], (En üstün amel, az da olsa devamlı yapılandır.) [Müslim], (En üstün amel, zahmetli olandır.) [M. Felah], (Allah, ancak ihlaslı ameli kabul eder.) [Nesâî], (İhlaslı amel, az da olsa kâfi gelir.) [Dare Kutni], (En üstün amel, helâl kazançtır.) [İbni Lâl], (En üstün amel, cihaddır. En üstün cihad, farzları ifa etmektir.) [Taberânî] (En üstün amel, Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.) [Ebu Dâvud], (En üstün amel, elinden ve dilinden kimsenin incinmemesidir.) [Taberânî], (Hac yolunda ölene, kıyamete kadar hac sevabı yazılır.) [Ebû Ya'lâ] (Ramazan orucunu tutup ölen, cennete girer.) [Deylemî], (En üstün amel, vaktinin başında kılınan namazdır.) [İ. Ahmed], (En üstün namaz, cuma günü cemaatle kılınan sabah namazıdır.) [Beyhekî], (En üstün amel, namazdan sonra [mümin] ana babaya iyiliktir.) [Müslim], (En üstün amel, namazdan sonra zekâttır.) [Taberânî], (Altın vermekten de üstün amel, Allahı anmaktır.) [Beyhekî] (En üstün amel, bir müminin aybını örtmek, borcunu ödemek, yemek yedirmek veya bir sıkıntısını gidermek suretiyle onu sevindirmektir.) [Taberânî], (En üstün amel, vermeyene vermek, zulmedeni affetmektir.) [Hakim], (En üstün amel, zikirdir, en üstün zikir ise La ilahe illallah demektir.) [Taberânî], (En üstün tesbih "Sübhanallahi velhamdülillahi ve la ilahe illallahü vallahü ekber"dir.) [Müslim], (En üstün ibadet, fıkıh öğrenmektir.) [Ebuş-şeyh] İbni Abidin hazretleri de, (Fıkıh öğretmenin sevabı, cihaddan daha çoktur) buyurdu. Peygamber efendimiz, (En üstün amel, Allahı tanımaktır) buyurunca, (Ya Resulallah, biz amelden sorduk, siz ilimden bahsettiniz.) dediler. Cevaben (İlimle yapılan az amel fayda verir, ilimsiz çok amel faydasızdır.) buyurdu. (Deylemî) [Devamı yarın]
En üstün amellerle ilgili hadis-i şeriflere bugün de devam ediyoruz: (İmanı en üstün olan; sabırlı, cömert ve hoşgörülü olandır.) [Deylemi], (En üstün cihad, nefisle yapılandır.) [İ. Neccar], (En üstün duâ, af ve âfiyet dilemektir.) [Tirmizi], (En faziletli vakit, gecenin ikinci yarısıdır.) [Taberâni], (En üstün sadaka, sağlıklı, mala tamahı çok, zenginliği umup fakirlikten korkarken verilen sadakadır.) [Müslim], (En üstün sadaka, su vermektir.) [Nesai], (En üstün sadaka, ilim öğrenip öğretmektir.) [İ. Mâce], (En üstün sadaka, aç bir canlıyı doyurmaktır.) [Beyhekî], (En üstün sadaka, iki kişinin arasını bulmaktır.) [Taberâni], (En üstün sadaka, dilini tutmaktır.) [Deylemi], (En üstün sadaka, gizli verilendir.) [Taberâni], (En üstün nafile namaz, teheccüd namazıdır.) [Müslim], (En üstün insan, Allahı çok anandır.) [Tirmizi], (En üstün ibadet, fıkıhtır.) [Taberâni], (En üstün ibâdet, duâdır.) [Hâkim], (En üstün ibâdet Kur'ân okumaktır.) [İbni Kani], (En üstün amel, sıkıntıya sabretmektir.) [Beyhekî], (En üstün amel, iyi niyetli olmaktır.) [Hakim], (En üstün kazanç, el emeği ile kazanılandır.) [Ahmed], (En üstün mümin, fakir diye değer verilmeyen, orada değilken aranıp sorulmayan, orada iken de, itibar görmeyendir.) [E. Nuaym], (En üstün insan, görülünce Allahın hatırlandığı kişidir.) [Hakim], (En üstün iman, kadere rızâdır.) [E. Nuaym], (En üstün huy, kimse zarar görmesin diye susmaktır.) [İbni Mübarek], (En üstün amel, aç olan fakiri doyurmak, borcunu ödemek veya bir sıkıntısını gidermektir.) [Taberânî] (En üstün yerler, camilerdir. En kötü yerler de, çarşı pazarlardır.) [Taberânî], (En üstün cihad, zalim hükümdara söylenen hak sözdür.) [Beyhekî], (En üstün yemek, üstüne çok elin uzandığı yemektir.) [Taberânî], (En üstün söz, "Sübhanallahi ve bihamdihi" demektir.) [Müslim], (En üstün kimse, dinleri uğruna yurdunu terk eden gariplerdir.) [İ. Mâce], (En üstün kimse, az yiyip bedeni hafif olandır.) [Deylemî], (En üstün amel, Allaha hüsnüzandır.) [Begavî] (En üstün ihsan, hikmetli bir sözü öğrenip başkasına da öğretmektir.) [İ. Asâkir], (En üstün, en temiz, para vermekten, gazilik ve şehitlikten daha iyi olan amel, Allahı çok anmaktır.) [Beyhekî], (En iyi isim, Abdullah ve Abdurrahmandır.) [Müslim], (En üstün söz, doğru olan sözdür.) [Buhârî], (En üstün oruç, Davud'un orucudur. Bir gün tutar bir gün yerdi.) [Müslim], (En üstün kimse, çoluk çocuğuna faydalı olandır.) [Taberânî], (En üstün ev, içinde yetime ikram edilen evdir.) [Beyhekî], (En üstün arkadaş, Allahı andığında yardım eden, unuttuğunda sana hatırlatandır.) [İ. Ebid-dünya], (En üstün insan, herkesin elinden dilinden selamette olduğu kişidir.) [Müslim], (En iyi insan, ömrü uzun, ameli güzel olandır.) [Tirmizî], (En iyi insan, insanlara en çok faydası olandır.) [Kudai], (En iyi insan, kadın ve kızlarına karşı en iyi davranandır.) [Beyhekî], (En iyi insan, hayrı umulan, şerrinden emin olunandır.) [Tirmizî]
Bu iki kelimeden, Müdahene, gücü yettiği hâlde, haram işleyene mani olmamak, dalkavukluk yaparak, birinin gönlünü alırken, İslâmiyetin dışına çıkmak, günaha girmektir. Müdara ise, dini veya dünyayı zarardan kurtarmak için, dünya menfaatinden vermek, insanlarla iyi geçinmek, İslâmiyetin dışına çıkmadan, güler yüz göstermek gönlünü almaktır. Müdahene, dünyalık ele geçirmek için, dinden taviz vermektir. Haram işleyenlere olan saygısı yahut dine olan bağlılığının gevşekliği, müdaheneye sebep olur. Fitne olmadığı, yani dinine veya dünyasına veya başkalarına zarar olmadığı zaman, haram ve mekruh işleyene mani olmak gerekir. Mani olmamak, susmak haram olur. Hadis-i şerifte, (Allaha isyan edenlerle gezip tozan, günah işleyene gücü yettiği hâlde, ses çıkarmayan, müdahene eden, kabrinden maymun ve hınzır şeklinde kalkar.) buyuruldu. Müdahene etmek, haram işlemeye razı olmayı gösterir. Susmak çok yerde iyi ise de, hakkı, hayrı söyleyecek yerde susulmaz. (Ya Resulallah, geçmiş ümmetlerden bir kısmına azap yapıldı. Hepsi öldü. Bunların arasında salihler de vardı) denildiğinde, (Evet, salihler de helak oldular. Çünkü, Allaha isyan olunurken susmuşlardı.) buyurdu. Bazı hiziplerin takıyye dediği şeye İslam âlimleri Müdara diyor. Kalbinde olanın aksini söylemek, itikadını, dini ve siyasi görüşünü saklamak demektir. Sırrını açıklayan kimse, çok defa söylediğine pişman olur, üzülür. İnsan, söylemediği sözün hâkimi, söylediğinin ise, mahkumudur. Keşke söylemeseydim, der. Malı ve eşyayı emin olarak saklayan çok kimse, sır saklayamaz. Hiç ummadığınız kimse, gizli sırlarınızı açıklayabilir. Bunlar tecrübe ile bildirilmiş gerçeklerdir. Onun için eskiden, (Zehebini, zihâbını ve mezhebini gizli tut!) derlerdi. Yani paranı, dini ve siyasi görüşünü, hizbini gizli tut demektir. Bu birkaç çeşittir: 1- Kâfirler arasında kalıp, malından, canından korkanın, onlara kalben değil de, dilden sevgi göstermesi câizdir. Kalbindekini gizlememek daha iyidir. Peygamberim diyen yalancı Müseyleme, doğru söyleyen bir sahabîyi şehit etmişti. Sahabinin inancını gizlemesi de caiz idi. Nitekim, müşrikler, Hz. Ammar'a, babası Hz. Yasir ve annesi Sümeyye hatuna işkence edip, "Lat ve Uzza putu, Muhammedin dininden iyi de" derler, demeyince de işkenceyi artırırlardı. Nihayet ana babası şiddetli işkence ile şehit edildiler. Hz. Ammar, kâfirlerin zorlamaları üzerine dediklerini diliyle söyledi. Ammar kâfir oldu dedikleri zaman, Resul-i Ekrem efendimiz, (Ammar kâfir olmadı, o baştan ayağa iman ile doludur. O, iki durumda karşılaştığında en doğru olanını tercih eder.) buyurdu. Demek ki küfür olan bir sözü, böyle durumlarda yalnız dil ile söylemek caizdir. Resulullah efendimiz, Hz. Ammar'a (Müşrikler eziyet ederse, yine böyle söyle) buyurdu. 2- Kâfirlerin galip olduğu yerde gerçeği söylememek câizdir. Şâfiî'de, zâlim Müslümanlar arasında da câiz olur. Müslümanlar garip ve zayıf olduğu müddetçe kıyamete kadar her yerde câizdir. Çünkü, müminin kendinden zararı, mümkün olduğu kadar uzaklaştırması gerekir. 3- Malını korumak için de, gerçeği söylememek, mesela gaspçılar yakalayınca, parası olduğu halde yok demek caizdir. (Malını korurken öldürülen, şehit olur) ve (Müminin malı, canı gibi kıymetlidir) hadis-i şerifleri buna delildir. Çünkü, insanın mala ihtiyacı pek çoktur. Meselâ, su pahalı satıldığı zaman, abdest almak, farz olmaz. Teyemmüm etmek câiz olur. (Yarın müdara)
Kendisine veya başkalarına zarar gelme korkusundan dolayı iyiliği emretmek ve haramı men etmek mümkün olmazsa, böyle durumlarda fitneye mani olmak için susmaya, müdara denir. Müdara, dini zarardan kurtarmak için dünya menfaatinden vermek, insanlarla iyi geçinmektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, farzları emrettiği gibi, müdara etmemi de emretti.) [Hakîm] (Müdara etmek sadakadır.) [Deylemî] (Müdara edenler, şehit olarak ölür.) [Deylemî] (Şerefinizi mallarınızla [para ile], dininizi de dilinizle [müdara ederek] koruyun!) [İ. Asakir] (İyi geçinmek aklın başıdır.) [Beyhekî] Müdara ederken tatlı dilli ve güler yüzlü olmak gerekir. Talebeye ders verirken müdara gerekir. Hanımına müdara etmeyenin rahatı, huzuru kalmaz. İmam-ı Gazalî hazretleri buyurdu ki, insanlar üç kısımdır: 1- Gıda gibi olanlar, her zaman gerekir. 2- İlaç gibi olanlar, bazen gerekir. 3- Hastalık gibi olanlar. Bunlar gerekmez ise de, gelip musallat olur. Bunlardan kurtulmak için, müdara etmek gerekir. Savaşta, hile yapmak, yalan söylemek caizdir. Bir örnek: Düşmanın biri, oturmakta olan Hz. Alinin karşısına aniden kılıçla çıkıp, "Şimdi seni benim elimden kim kurtarabilir?" der. Hz. Ali de, parmağı ile adamın arkasını gösterip "Peki dövüşelim, fakat iki kişiyle mi?" der. Düşman, arkadaki kim diye bakınca, Hz. Ali, kılıcını çekip, düşmanını zararsız hâle getirir. Düşmanı, "Bana hile yaptın?" der. Hz. Ali de, (Savaş hiledir) hadis-i şerifini bildirip, "Ama sen de beni gafil avlayacaktın" der. Yani seninki hile değil miydi demek ister. Hindiye'de, (Günah işleyene tatlı sözle öğüt verilir. Dinlemezse, fitne çıkacak ise susulur. Kötü söylenmez) deniyor. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle çağır! Onlarla en güzel şekilde tartış!) [Nahl 125] Kadı zade Ahmed efendi buyuruyor ki: El ile, güç kullanarak nehyi münker yapmak, yani günah işleyene mani olmak; hükumetin vazifesidir. Söz ile, yazı ile cihad etmek, âlimlerin vazifesidir. Kalb ile duâ etmek ise, her müminin vazifesidir. Etkili olacaksa, bu vazifeleri yapmak vacip olur. Fitneye sebep olacağı umulursa, terk etmek vacip olur. Fitne bulunan yere zaruretsiz gitmek caiz değildir. Eğer dinini korumak için hicret ederse, güzel olur, cennete girmeye layık olur. Abdülgani Nablüsi hazretleri de buyuruyor ki: (Emr-i maruf ve nehy-i münkeri el ile yapmak, hükumete, dil ile yapmak, din adamlarına, kalb ile yapmak da her müslümana farzdır. Kendinin ve Müslümanların dinine veya dünyasına zarar gelecek işleri bırakmak vacip olur. Öldürüleceğini bilenin cihad yapması caiz olmaz. Sultanın, kendi aklı ile, arzusu ile verdiği emirlerine itaat etmek gerekmez. Fakat sultan zâlim ise, eziyet ve işkence ediyorsa, onun emirlerine uymak gerekir. Hele, itaat etmeyenleri öldürüyorsa, kendini tehlikeye atmak, kimseye caiz olmaz. Emr-i maruf, fitneye yol açarsa yapılmaz.) [Hadika]
Abdest dualarının Türkçesi
Abdest duâlarını bilmeyen, Türkçesini okumalıdır. Önce Euzü Besmele çekilir. "Bize İslâm dînini veren, imanı ihsan eden ve suyu temizleyici, İslâmı nûr kılan Allahü tealaya hamdü senalar olsun" denir. Her uzvu yıkarken aşağıdakiler gibi dualar okunur: Ağza su verirken: Ya Rabbi, Peygamber efendimizin havzından içmemi nasip eyle, Kur'an okurken, zikrederken ve ibâdet ederken bana yardım eyle! Burna su verirken: Ya Rabbi, cennet kokusunu nasip et, beni cennet nimetleri ile rızıklandır. Cehennem kokusundan uzak eyle! Yüzü yıkarken: Ya Rabbi, salihlerin yüzlerinin ağarıp, sana düşmanlık edenlerin yüzlerinin karardığı günde, yüzümü ağart, günahlarımdan dolayı yüzümü karartma. Sağ kolu yıkarken: Ya Rabbi, amel defterimi sağ tarafımdan ver ve hesabımı kolay eyle! Sol kolu yıkarken: Ya Rabbi, amel defterimi solumdan ve arkamdan verme ve hesabımı zorlaştırma, kolaylaştır. Başı meshederken: Ya Rabbi, saçlarımı ve vücudumu cehenneme atma, başka hiçbir gölgenin bulunmadığı mahşer günü, beni Arş'ın gölgesinde barındır. Kulakları meshederken: Ya Rabbi, hak sözleri dinleyip, en güzeline uyanlardan eyle. Boynu meshederken: Ya Rabbi, boynumu ateşten azat eyle. Sağ ayağı yıkarken: Ya Rabbi, Sırat köprüsünde sana düşmanlık edenlerin ayaklarının kaydığı günde, ayaklarımı kaydırma, sabit eyle. Sol ayağı yıkarken: Ya Rabbi, günahlarımı affet, amelimi makbul et, helal kazanç nasip eyle. Bu duaları bilmeyen, her uzvu yıkarken Kelime-i şehadet getirmelidir. Abdest bitince: Ya Rabbi, beni tövbe edip tövbesinde sadık olanlardan ve günahları af olanlardan eyle denir. Sonra Kelime-i şehadet okumak iyidir. Hadisi şerifte buyuruldu ki: (Güzelce abdest aldıktan sonra "Eşhedü en la ilahe illallahü vahdehü la şerikeleh ve eşhedü enne Muhammeden abdühü ve Resulühü" diyene cennetin sekiz kapısı açılır, istediğinden içeri girer.) [Nesâî] Güzel abdest demek, farzına, sünnetine, edeplerine riayet edilerek alınan abdest demektir. Hadis-i şerifte, (Abdestten sonra Kadr suresini okuyan sıddıklardan, iki defa okuyan şehitlerden yazılır. Üç defa okuyan, peygamberlerle haşrolur.) buyuruldu. (Deylemî) Bir hadisi şerifte de, (Abdestten sonra, on defa salevat-ı şerife getirenin sıkıntısı gider, duâsı kabul olur.) buyuruldu. Abdestten sonra, kerahat vakti değilse, iki rekat sübha [abdest için şükür] namazı kılmak iyi olur. Hadisi şerifte, (Abdest alıp, iki rekat namaz kılanın günahları affolur.) buyuruldu. (Buharî) Abdest bozulunca abdest almayı ihmal etmemeli. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hak teâlâ buyurdu ki: Abdesti bozulunca abdest almayan, bana cefa etmiş olur. Abdest alıp da, iki rekat namaz kılmayan veya kıldığı halde, dua etmeyen de, bana cefa etmiş olur. Eğer dua eder de, duâsını kabul etmezsem, ben de ona cefa etmiş olurum. Halbuki ben cefa etmem.) [Şir'a]
Selam verenin selamını almak farz olduğu gibi, aksırana da "Yerhamükellah" demek Hanefide "Farz"dır. Bu farz-ı ayn değil, farz-ı kifayedir. Yabancı kadınların aksırmalarına yerhamükellah demek caiz değildir. Bir toplantıda, bir kimse aksırıp "Elhamdülillah" dese, oradaki biri, "Yerhamükellah" demezse, hepsi günah işlemiş olur. Biri derse diğerlerinin de söylemesi gerekmez. Söyleseler de zararı olmaz, iyi olur. Hadis-i şerifte, (Selamı ve teşmiti yayın!) buyuruldu. (İbni Asakir) [Teşmit; aksırıp da, "Elhamdülillah" diyene, "Yerhamükellah" diyerek hayır ve bereketle duâ etmektir.] Aksırınca Elhamdülillah demeli, bunu duyan müslüman da, Yerhamükellah demeli! Daha sonra aksıran Yehdina ve yehdikümullah demeli! Oradaki başka biri de bunu söyleyebilir. Helada iken aksıran heladan çıkınca "Elhamdülillah" der veya içinden söyler. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Aksırmak Allahtan, esnemek şeytandandır.) [Tirmizî], (Peş peşe 3 defa aksıran müminin imanı kalbinde sabittir.) [Tirmizî], (Aksıran hamd etmemişse, hatırlatmak için Elhamdülillah de! Çünkü aksıranın hamd etmesi her derde devadır.) [Deylemî], (Aksıran, "Elhamdülillâhi Rabbil alemin" veya "Elhamdülillâhi alâ külli hal" desin. Yanındaki de "Yerhamukellah" desin. aksıran da "Yağfirullahü lena ve leküm" desin.) [Hâkim], (Aksıran "Elhamdülillâh" derse, melekler de "Rabbil alemin" derler. Aksıran "Rabbil alemin" derse, melekler bu defa "Rahimekellah" derler.) [Taberânî], (Müslümanın müslüman üzerindeki beş hakkından biri aksırıp Elhamdülillah diyene, Yerhamükellah demektir.) [Buharî], (Aksırıp da, "Elhamdülillâh" diyene "Yerhamükellah" demek farzdır.) [Buhârî], (Duâ ederken aksırmak, duânın kabulüne işarettir.) [Taberânî], (Aksırınca "Elhamdülillah" diyen göz ağrısı görmez.) [Taberânî], (Aksıranı teşmit etmek, diş ve kulak ağrısından korur.) [Şira], (Aksırandan önce, "Elhamdülillah" diyen yan ağrısı görmez.) [Taberânî], (Aksırınca "Elhamdülillâh alâ külli halin minel hal" demek 70 derde devadır.) [Hatîb], (Konuşurken aksırmak, sözün doğruluğuna işarettir.) [Hakîm] Nezle olan, üçten fazla aksırsa, her aksırışta Elhamdülillah dese caiz olur. Böyle nezle olan kimse Elhamdülillah derse bir defa Yerhamükellah denir. Bundan sonra Elhamdülillah dese de, yerhamükellah demek gerekmez. Dense de mahzuru olmaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Aksıranı 3 defaya kadar teşmit et. Daha sonra ister et, ister etme!) [Tirmizî], (Üç defadan fazla aksıran nezle olmuş demektir.) [Ebu Dâvud] Çok kuvvetli aksırmak ve anormal şekilde esnemek uygun değildir. Uykusuzluk veya asabiyetten ileri gelenler hariç, esnemek iyi sayılmaz. Esnerken ağzı, dudağı ısırarak kapamak mümkün olmazsa, sol elin dışı ile kapatmalıdır! Aksırırken de, çok ses çıkmaması için ağzı kapamaya çalışmalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kuvvetli aksırmak da şeytandandır.) [İbni Sünni], (Geğirirken, aksırırken sesinizi yükseltmeyin.) [Beyhekî], (Esnerken ağzınızı kapatın.) [Müslim]
Sünnetler günahlar ve şefaat
İmam-ı Gazali hazretlerinin Dürret-ül fahire ve S. Abdülkadiri Geylani hazretlerinin Fütuh-ul gayb kitaplarındaki hadisi şerifte, (Farz namaz borcu olanın nafileleri kabul olmaz.) buyuruldu. İmam-ı Rabbanî hazretleri de, (Nafile ve sünnetler farzlara göre, okyanus yanında bir damla gibidir.) buyurdu. Hz. Ebu Bekir de, (Farz borçları olanın nafile ve sünnetleri kabul olmaz.) buyurdu. (Kitab-ül Harac) İlim ehli bilir ki sünnetler de nafiledir. Farzlar bir binanın duvarları gibidir, sünnetler ve müstehaplar ise, bina duvarlarının sıvası, süsü gibidir. Bina olmadıkça duvara sıva ve süs yapılamaz. Farz borcu olanın da o cinsten nafile ve sünnetleri kabul olmaz. Peygamber efendimiz, farzların yanında bir namaz kılardı, bunlara farzlara bağlı sünnetler dendi. Bir de farzlara bağlı olmadan kıldığı Sübha, Kuşluk, Tehiyyetül mescid, Evvabin ve Teheccüd gibi namazlar vardı. Bunları kılmak da sünnettir. Nedense insanların çoğu bu kıymetli sünnetleri kılmıyorlar. Bu sünnetler yerine kaza namazı kılanı da, sünneti terk etmekle suçlayarak (Sünneti terk eden şefaatten mahrum kalır) diyorlar. Ezanı minarede veya yüksek yerde okumak sünnettir. Ezan bugün yerde okunuyor. Abdest alırken, başı kaplama mesh etmek ve misvak kullanmak sünnettir. Çoğu bu sünnetleri terk ediyor. Bunlar şefaatten mahrum mu kalacaktır? Beş vakit namazın farzlarını cemaatle kılmak, erkeklere sünnettir. Başı açık namaz kılmamak, sarıkla kılmak sünnettir. Kolları açık kılmamak uzun cübbe ve entari giymek sünnettir. Siyah takke sünnettir. Rükü, kavme ve secdede ayakları bitişik tutmak sünnettir. (Halebî-i kebîr) Bu sünnetleri terk edenler şefaatten mahrum mu kalacaktır? Davul çalarak düğünü duyurmak sünnettir. Yemeğe tuz ile başlayıp bitirmek sünnettir. Yemeği kaşık ve çatalla yemek sünnet değildir, el ile, üç parmakla yemek sünnettir. Bu sünnetleri terk edenler şefaatten mahrum mu kalacaktır? Sakalı bir tutam uzatmak ve bıyıkları kaşlar kadar kısaltmak sünnettir. Bunlara uymayan müslüman çoktur. Kesilen tırnakları ve saçları gömmek sünnettir. Hacamat [kan aldırmak] sünnettir. Yolculuğa yalnız çıkmak mekruh, dört kişinin gitmesi ve içlerinden birini emîr seçmeleri sünnettir. Ölümü çok hatırlamak sünnettir. Bunları yapmayanlar şefaatten mahrum mu kalacaktır? Sünnet kelimesinin birkaç manası vardır: Kitab ve sünnet ifadesindeki sünnet, hadis-i şerifler demektir. Farz ve sünnet ifadesindeki sünnet, Resulullahın emirleri demektir. Sünnet, yalnız olarak kullanılınca, İslâmiyet anlaşılır. (Sünnetimi [İslâmiyeti] terk edene şefaatim haramdır) hadis-i şerifi, (İslamiyeti terk eden şefaate kavuşamaz) demektir. (Şerh-i hadis-i erbain) Demek ki, sünnetleri değil, İslâmiyeti terk eden şefaate kavuşamaz. İçki, zina, gasp gibi büyük günahlar için şefaat vardır. Hadis-i şerifte, (Büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim) buyuruldu. (Tirmizî) Boş durarak veya sünnet ve nafilelerle meşgul olarak farzları geciktirmek de günahtır. Allahın ve Resulünün emrine uyarak önce farz borçlarını ödemek gerekir. (Nevadir-i fıkhıyye)
İlk yazılan, Besmeledir. Âdem aleyhisselama ilk gelen, Besmeledir. Müminler, Besmele yardımı ile, Sırattan geçer. Cennet davetiyesinin imzası Besmeledir. Peygamberimiz, (Hoca çocuğa, Besmele okur, çocuk da söyleyince, Allahü teâlâ, çocuğun ve anasının ve babasının ve hocasının Cehenneme girmemesi için senet yazdırır) buyurdu. Abdullah ibni Mes'ûd (Cehennemde azap yapan 19 melekten kurtulmak isteyen, Besmele okusun! Besmele, ondokuz harftir). Buyuruyor. E'ûzü okumak, (E'ûzü billâhi mineş-şeytânirracîm), Besmele okumak ise, (Bismillâhirrahmânirrahîm) demektir. Hadis-i şerifte, (Kur'an-ı kerime saygı göstermek, E'ûzü okuyarak başlamakla olur ve Kur'an-ı kerimin anahtarı, Besmeledir) buyuruldu. Sure okurken, Eûzü Besmele okunur. Ayet-i kerime okurken, âlimlerin çoğuna göre, yalnız Eûzü okunur. Sure veya ayet okumaya başlarken Eûzü okumak vacip, Fâtiha okumaya başlarken Besmele okumak da vaciptir. Diğer surelere başlarken Besmele okumak sünnettir. Namazda, Sübhâneke okuduktan sonra Eûzü Besmele okumak sünnettir. Allahü teâlâ, (Kur'an-ı kerim okuyacağın zaman E'ûzü... söyle) buyuruyor. (Nahl 97) Kesin haram olduğu bilinen bir şeyi mesela şarap içerken veya domuz eti yerken Besmele çekmek küfürdür. İyi işlere Besmele ile başlamalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Besmele ile başlanmayan her önemli iş noksan kalır.) [Beyhekî] (Besmele ile yazı yazanın haceti kolaylaşır, Allahü teâlâ da razı olur.) [Deylemî] (Eve girerken Besmele çekilirse, şeytan, "Bu eve girmeme imkân yok" der, dönüp gider.) [Tibyan] (Besmele ile işe başlayanın günahları af olur.) [İ. Rafii] (Yemeğe Besmele ile başlayıp, sonunda Elhamdülillah diyenin, daha sofra kalkmadan günahları af olur.) [Taberânî] (Besmele ile yenen yemek bereketli olur.) [İbni Mace] (Sıkıntıya düşen, "Bismillahirrahmanirrahim ve lâ havle ve lâ kuvvete illa billahil aliyyil azim" derse, her türlü sıkıntıdan kurtulur.) [Deylemî] (Amel defterinde 700 Besmele bulunanı Allahü teâlâ cehennemden çıkarır.) [Tergibussalat] (Bin kere Besmele okuyanın dört bin büyük günahı af olur.) [Tergibussalat] (Soyunurken çekilen Besmele, cinlere perde olur, avret yerlerini göremezler.) [İ. Ebid-dünya] (Helâya girerken çekilen Besmele, cinlere perde olur, avret yerlerini göremezler.) [T. Salat] (Besmele yazılı bir kâğıdı, yerden kaldıran sıddıklardan yazılır.) [Tergibussalat] (Besmelesiz koku sürünen, şeytanlara da koku sürmüş olur.) [İbni Sünnî] (Şeytandan korunmak için, yemeğe Besmele ile başla!) [Taberânî] (Su içerken Besmele çek, bitince de, Elhamdülillah de ve üç nefeste iç!) [İbni Sünnî]
Diş dolgusu, idrar ve yel kaçırma veya herhangi bir akıntı sebebiyle Maliki mezhebini taklit eden Hanefi; sadece gusülde, abdestte ve namazda, kendi mezhebinin şartlarına ilaveten, Malikinin farzlarına uyup müfsitlerinden kaçar. Hanefi'den farklı olanlar şunlardır: 1- Gusülde niyet, muvalat ve delk farzdır. Gusülde, abdestte ve namaza başlarken niyette Maliki'ye uymaya niyet etmelidir. [Abdest aldıktan veya guslettikten yahut namaz kıldıktan sonra, hatta bir ay sonra, niyet etmediğini hatırlarsa, (Bu abdesti Maliki'ye göre aldım, namazı Maliki'ye göre kıldım) derse, yeniden abdest alması, gusletmesi veya namaz kılması gerekmez. Muvalat, her uzvu, birbiri arkasından ara vermeden, acele olarak yıkamak, normal şartlar altında, bir önce yıkadığı uzuv kuruyacak kadar ara vermemektir. Çok kısa zamanda yapılan bir iş, muvalata engel olmaz. Mesela musluktan su kesilse, kovadaki suyu almak veya bitişik odadaki musluğa gidip, o musluktan abdest almak, muvalatı engellemez. Sağ ayağı yıkadıktan sonra, kolayca giren bir çorabı hemen giyerek, öteki ayağı yıkamaya başlamak da muvalata mâni olmaz. Yavaşça giyerse, muvalata mâni olur. Abdest alırken çoraplarını çıkarmak muvalata mâni olmaz. Uzuvların kuruyup kurumaması kesin ölçü değildir. Çünkü sıcak ve rüzgarlı havada, hararetli vücutta, uzuvlar tez kuruyabilir. Yahut soğuk ve rüzgârsız bir yerde, uzuvlar geç kuruyabilir. Uzuvlar kuramadı diye, başka bir iş yapmak muvalata mâni olur. Hanefî'ye göre muvalatı anlatırken, (Teyemmüm, su ile yıkamak olmadığı hâlde, bir uzuv kuruyacak kadar ara vermek muvalata mânidir) buyuruluyor. Muvalatta ölçü şudur: Normal şartlarda, bir uzuv kuruyacak kadar ara vermemelidir. Delk, yıkanan yerleri el veya havlu ile hafif sıvazlamaktır. Dokunmak da delk yerine geçer. Gusülde saçı, sakalı ve başka uzun kılları hilallemek farzdır. Saçı tarakla taramak hilallemek yerine geçer. Gusülde, saçın dibine su ulaşabiliyorsa, kadın örgüsünü çözmez. Saç dibi ıslanmazsa örgüyü açmak gerekir. Örgüsüz saçların her tarafını yıkamak farzdır. 2- Abdestte de, niyet, muvalat, delk, başın tamamını, kulakları meshetmek, hafîf sakalı mesh etmek ve sık sakalı yıkamak farzdır. Kadın, örülü saçını açmaz, örgünün üstünden mesheder. El parmaklarının arasını hilallemek farz, ayak parmaklarını hilallemek müstehaptır. 3- Hanımına veya yabancı kadına [cildine veya saçlarına] şehvetle dokunan erkeğin, erkeklere şehvetle dokunan kadının abdesti bozulur. Şehvetsiz dokunursa bozulmaz. Kendi ön edep yerine, elinin içi ile dokunan erkeğin abdesti bozulur. 4- Kan, irin, sarı su hastalık sebebiyle çıkarsa ve kadınlardaki akıntı abdesti bozmaz. 5- Saç tıraşı olunca, tırnak kesilince abdest bozulmaz. Sakal tıraşı olunca bozan diyenler de olduğu için, jiletle veya ustura ile sakal tıraşı olunca, abdest almak iyi olur. 6- Abdesti bozulduğunu bilip, sonra abdest aldığında şüphe ederse, abdest alması gerekir. Abdest aldım mı almadım mı, abdestim bozuldu mu, bozulmadı mı diye şüphe edenin abdesti bozulmuş olur. Eğer, abdest aldığını ve bozulmadığını hatırlarsa abdesti bozulmuş olmaz. (Devamı var)
Maliki'yi taklit ederken -2-
7- Hanefi'de yan yatarak, bir şeye dayanarak uyumak abdesti bozar, fakat Maliki'de, uyku ağır değilse bozmaz. Mesela tehiyyatta uyuyup kalırsa abdesti bozulur, fakat hafif şekilde uyusa, az sonra uyansa abdesti bozulmaz. Hanefi'de ağır uyku da olsa, namaz kılarken uyumak abdesti bozmaz. 8- Teyemmüm, namaz vakti girdikten sonra yapılır. 9- Mest deri ve benzerinden olur, yünden olmaz. Mestin üst ve altı meshedilir. Mest, ayağı yıkamak meşakkatinden dolayı değil, sünnete uymak veya soğuktan korunmak niyetiyle giyilir. 10- Namazda her rek'atta Fatiha okumak, iki secde arasında oturmak, rüku'da, secdelerde sakin durmak ve namaz sonunda selam vermek farzdır. 11- Mâlikî'de mestin mesh müddeti yoktur. Cünüp olana kadar çıkarmak gerekmez. Sadece Cuma günleri gusül için çıkarmak sünnettir. Maliki'yi taklit eden, 24 saatten fazla giyemez. 12- Özürsüz olarak ikindiyi akşama, yatsıyı sabah namazına kadar geciktirmek günah olur. 13- Seferde iki namazı cem etmek, caizdir. Maliki'yi taklit eden bir zorluk olunca cem edebilir. 14- Seferde giriş çıkış günü hariç, 4 gün veya daha fazla kalmaya niyet eden mukimdir. 4 günden önce biteceğini sandığı işi için gittiği yerde, belki yarın giderim diye 18 günden çok kalınca mukim olur. 15- Seferde on gün kalan 15 günden az kaldığı için Hanefî'ye göre misâfir sayılırsa da Mâliki'ye göre mukîm sayılır. Çünkü giriş-çıkış günleri hariç, 4 gün veya daha fazla kalmaya niyet eden Maliki'de mukîm olur. 3 gün veya daha az kalırsa seferî olur. Eğer Hanefî'ye uyup, 3 günden fazla kaldığı yerde 2 rek'at kılarsa, namaz sahih olmaz. Çünkü Mâlikî'de mukîm olanın 4 rek'at kılması farzdır. Hanefî'de ise seferde 4 rek'at kılmak mekrûhtur. Maliki farz dediği için farza uyulur, 4 rek'at olarak kılınır. Bir mezhebi taklit eden, kendi mezhebinden çıkmış olmaz. Taklit edilen mezhebin, yalnız o meseledeki farzlarına riayet edilir, müfsitlerinden sakınılır. Mâlikî'de mekruh olmasına değil, Hanefî'de sünnet olmasına uyulur. Mesela: 1- Mâlikî'de sübhaneke okumak mekruh, Hanefi'de sünnettir. Mâlikî'yi taklit eden sübhaneke okur. 2- Hanefî'de, namazda, Fâtiha'dan önce, Eûzü besmele çekmek sünnet, Mâlikî'de mekruhtur. Mâlikî'yi taklit eden, Eûzü besmele okur. 3- Seferde 10 gün kalan, Hanefî'de seferi ise de, Maliki'de mukimdir. Eğer Hanefî'ye uyup 2 rek'at kılarsa, namaz sahih olmaz. Çünkü Maliki'de mukim iken 4 rek'at kılmak farzdır. Hanefî'de ise seferde 4 rek'at kılmak mekruhtur. Öteki mezhep farz dediği için farzla uyulup 4 rek'at kılmak gerekir. 4- 80 km'lik mesafeye gidince Maliki'de seferî olursa da, Hanefî'de seferî olmaz. Burada Mâlikî'ye uyup 2 rek'at kılınırsa, Hanefî'ye göre namaz sahih olmaz. 4 rek'at kılması farzdır. 5- Bir kadının âdeti 13 gün devam ediyorsa, bu kadının Hanefî'ye göre on günden sonraki hâli özürdür. Gusledip namazlarını kılar. Mâlikî'ye göre ise, âdeti 15 güne kadardır. 15 güne kadar kan kesilmeden namaz kılamaz. Bu durumda olan bir kadın, 15 güne kadar kan kesilmezse, bekler. 16. günü gusledip namaza başlar. Hanefî'nin farz dediği on günden sonrakileri de kaza eder. Böylece her iki mezhebin farzlarına uyulmuş, müfsitlerden kaçılmış.
İhlâs, gerek beden ile, gerek mal ile yapılan farz veya nâfile bütün ibâdetleri, Allah rızası için yapmaktır. Mal, mevki, saygı, şöhret kazanmak için yapılan ibâdette ihlâs olmaz, riyâ olur. Böyle ibâdete sevap verilmez. Günah olur, azaba layık olur. Haram işleyenlerle, bid'at ehli ile, kâfirlerle, arkadaşlık, komşuluk edenlerin ihlâsları kalmaz. İmâm-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: İbâdet yaparken, Allahü teâlâ emrettiği ve beğendiği için yapmaya niyet etmelidir. Bütün işlerin, iyiliklerin hep ihlâs ile yapılması lâzımdır. Kiminde, ihlâs, kendini zorlayarak hâsıl olur ve kısa bir zaman devam eder. Sonra kalbe nefsin arzuları gelir. Devamlı ihlâs sahiplerine Muhlas denir. Zahmet çekerek elde edilen, devamsız ihlâs sahiplerine Muhlis denir. Muhlas olana, ibâdet yapmak, tatlı ve kolay olur. Çünkü bunlarda, nefislerinin arzusu ve şeytanın vesvesesi kalmamıştır. Böyle ihlâs, insanın kalbine ancak bir evliyanın kalbinden gelir. Devamsız olan ihlâs ile yapılan ibâdetler de, zamanla nefsi zayıflatır, devamlı ihlâs elde etmeye sebep olur. Süfyan-ı Sevri hazretleri, (Allah rızası için, niyet etmeden yemeğe dâvet edene bir günah, niyet etmeden gidene de, iki günah yazılır) buyuruyor. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Amellerinizi Allah için halis kılın. Çünkü Allahü teâlâ, ancak kendisi için ihlâsla yapılan ameli kabul eder. [Dâre Kutnî], (İbadetlere riya karıştırmayın ki amelleriniz boşa gitmesin.) [Deylemî], (İbadetine riya karıştırana ahirette denir ki: Git sevâbını o kişiden iste.) [İ. Mâce], (Sırf Allah rızâsı için, arkadaşını veya bir hastayı ziyaret eden için, Allahü teâlâ buyurur ki: Ne güzel ettin. Cennette kendine bir köşk hazırlamış oldun.) [Buhârî], (Allah rızası için câmi yapana cennette bir köşk verilir.) [Taberânî], (Kim Allah için yenerse gazabını, Allah da, ondan def eder azâbını.) [Taberani], (Allah rızası için, ana babasına itaat ederek güne başlayana cennetten iki kapı açılır.) [İ. Asakir], (Dünya ve ahiret hayırlarına kavuşmak için, Allahı ananlarla beraber ol, hep Allahı an, Allah için sev, Allah için buğzet.) [Ebu Nuaym], (İbadetleri ihlas ile yap! İhlas ile yapılan az amel, kıyamette sana yetişir.) [Ebu Nuaym], (Allah rızası için affedeni, Allahü teâlâ yükseltir.) [Müslim], (Sabırlı ve ihlâslı olanlar, hesaba çekilmeden cennete girer.) [Taberânî], (40 gün Allah için ihlâsla ibadet yapanın, kalbinden diline hikmet pınarları akar.) [Ebuş-şeyh], (İhlaslı olanlara müjdeler olsun. Onlar fitne karanlıkları içinde, parlayan ışıklardır.) [E. Nuaym], (İhlasla "Lâ ilahe illallah" diyen cennete girer.) [Bezzar], (Cennetin güzel köşkleri, Allah rızası için birbirini sevenler içindir.) [Ebuş-şeyh], (Allah rızasından başka maksat için ilim öğrenen veya ilmini dünya menfaatine alet eden, cehennemdeki yerine hazırlansın!) [Tirmizî] Kur'anı kerimde salihler övülürken buyuruluyor ki: (Onlar, kendi canları çekerken yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz bunları Allah rızası için veriyoruz; sizden ne bir karşılık ne de bir teşekkür bekliyoruz." derler.) [İnsan 8,9]
Erkeklerin altın yüzük takmaları, dört mezhepte de câiz değildir. Altın ile gümüşü süs olarak takmak yalnız kadınlara helâldir. Fakat, bunları mahrem olmayan erkeklere göstermeleri haramdır. Altın ve gümüşü süs olarak takmak erkeklere haramdır. Taş, tunç, pirinç, plâtin, bakır ve diğer madenlerden ziynet olarak yüzük takmaları, kadınlara da haramdır. Altın yaldızlı gümüş yüzük ve gümüş kaplı altın yüzük takmak da câizdir. Yüzük takmamak daha iyidir. Bayramlarda herkesin yüzük takması müstehabdır. Gösteriş için, öğünmek için takmak ise haramdır. (R. Muhtâr) Resûlullah, gümüş yüzük kullanır ve yüzüğünü sağ eline takardı. Sol eline de taktığı görülmüştür. Sağ ele de, sol ele de takmak câizdir. Küçük parmağa veya yanındaki parmağa takılır. Üzerinde yazı bulunan yüzüğü, halâya girerken, sol elden sağ ele geçirmek iyi olur. Numan bin Beşîr'in parmağındaki altın yüzüğü gören Resûlullah, (Cennete girmeden önce, niçin cennet ziynetini kullandın?) buyurdu. Demir yüzük kullanmaya başladı. Bunu görünce, (Niçin Cehennem eşyası taşıyorsun?) buyurdu. Bunu da çıkardı. Bronz yüzük taktı. Bunu görünce, (Niçin sende put kokusu duyuyorum?) buyurdu. Nasıl yüzük kullanayım, yâ Resûlallah dedi. (Gümüş yüzük takabilirsin. Ağırlığı da bir miskâli [4.8 gramı] geçmesin ve sağ eline tak!) buyurdu. (Mevâhib) Peygamber efendimizin yüzüğünde, (Muhammedün Resûlullah) yazılı idi. Muhammed aleyhisselam Allahü teâlânın peygamberi demektir. Hz. Ebû Bekr'inkinde, (Ni'mel kâdir Allah) yazılı idi. Her şeye gücü yeten Allah ne güzel, ne büyük kudret sahibi demektir. Hz. Ömer'inkinde, (Kefâ bil-mevt vaizan) yazılı idi. Vaiz olarak, nasihatçi olarak ölüm kâfi demektir. Ölümü günde yirmi kere hatırlayanın şehit olarak öleceği hadis-i şerifle bildirilmiştir. Hz. Osman'ınkinde, (Le-nasbirenne) yazılı idi. Elbette sabredeceğiz demektir. Sözünde durdu ve sabrederek şehit oldu. Hz. Ali'ninkinde, (El-mülkü lillah) yazılı idi. Mülk Allahın demektir. Hz. Hasan'ınkinde, (El-izzetü lillah) yazılı idi. İzzet, şan ve şeref Allahü teâlâya mahsus demektir. İbni Ömer'inkinde, (Abedallah lillah) yazılı idi. Allah rızası için, Allaha ibadet eden demektir. Hz. Muaviye'ninkinde, (Rabbigfir-lî) yazılı idi. Ya Rabbi beni mağfiret eyle demektir. Oğlununkinde ise, (Rabbünallah) yazılı idi. Rabbimiz Allah demektir. İmam-ı Ali Rıza'nınkinde, (Hasbiyallah) yazılı idi. Allahü teâlâ bana kâfi gelir demektir. Kadı İbni Ebî Leylâ'nınkinde, (Ed-dünya garûrün) yazılı idi. Dünya aldatıcıdır, güvenilmez demektir. İmâm-ı a'zam Ebû Hanîfe'ninkinde, (Kul-il-hayr ve illâ fesküt) yazılı idi. Hayır konuş, hayır konuşmayacaksan sus demektir. İmam-ı Ebû Yusuf'unkinde, (Men amile bi-re'yihî nedime) yazılı idi. Danışmadan, kendi görüşü ile hareket eden pişman olur demektir. İstişareye, ehline sormaya önem verilmesini bildirmektedir. İmam-ı Muhammed'inkinde, (Men sabere zafire) yazılı idi. Sabreden zafere kavuşur, sabreden muradına erer, arzusuna kavuşur demektir. Allahü teala, Kur'anı kerimde, sabredenlerle beraber olduğunu, sabredenlere mükâfatlarını hesapsız vereceğini bildirmektedir. İmam-ı Şâfi'îninkinde, (El-Bereketü fil kanâ'ati) yazılı idi. Bereket kanaattadır, kanaat eden, kurtuluşa erer, zenginleşir demektir. Kanaat edene Allah kâfidir. Kanaat yenilmez ordu, bükülmez kılıçtır. Kanaat eden şükretmiş olur.
Bir şeyin kıymetli olması, hâle, zaman ve kişinin durumuna da bağlıdır. Peygamber efendimiz, en iyi, en hayırlı veya en kötü şeyleri, soranların hallerine ve içinde bulunulan şartlara göre bildirmiştir. Aşağıdaki hadis-i şerifler, bu durum göz önüne alınarak değerlendirilmelidir. (Amellerin en hayırlısı, farzlardır, en kötüsü de bid'atlerdir.) [Beyheki], (En iyi hazine sâliha kadındır.) [Hakim], (En iyi kazanç, alın teri ile kazanılandır.) [Hakim], (En hayırlınız, Kur'anı öğrenen ve öğretendir.) [Buharî], (En iyiniz, kendisiyle kolay uyum sağlanandır.) [Beyhekî], (En iyiniz, borcunu en güzel şekilde ödeyendir.) [Nesaî], (En iyiniz, çoluk çocuğuna en hayırlı olandır.) [İ. Mâce], (En iyiniz, hanımlara en iyi davranandır.) [Tirmizî], (En hayırlınız, ömrü uzun, ameli güzel olandır.) [Hâkim], (En iyi arkadaş, Allahı andığında yardım eden, unuttuğunda sana hatırlatandır.) [Hakîm], (En iyi arkadaş; sözleri ilminizi artıran, ameli de ahireti hatırlatandır.) [Hakîm], (İşlerin en iyisi vasat [orta] olanıdır. Din ifrat ve tefrit arasındadır.) [Beyhekî], (En iyi tedavilerden biri hacamattır.) [E. Davud] (Mü'minin en hayırlı zamanı, Allahı andığı zamandır.) [Deylemî], (Hatice de, Meryem de, Fâtıma da zamanlarındaki kadınların en hayırlısıdır.) [Bezzar], (Mü'minlerin en iyisi, kanaat eden, en kötüsü de aç gözlü olandır.) [Kudâî], (En hayırlı zikir, gizli yapılandır.) [Ahmed], (Kadınların iyisi namusunu koruyan, şehveti fazla olsa da, gözü dışarıda olmayan, kocasına kanaat edendir.) [Deylemî], (En hayırlınız, çoluk çocuğuna karşı en hayırlı olandır. Ben çoluk çocuğuma en hayırlı olanınızım. Kadınlara ancak şerefli kimseler değer verir, şerefsizler hor görür.) [İ. Asakir], (En hayırlınız, ahlakı en güzel olanlardır.) [Buharî], (En hayırlınız, en cömert olandır.) [Ebû Ya'lâ] (En hayırlınız yemek yedirendir.) [Hâkim] (İnsanların en iyisi, insanlara en çok faydası dokunandır.) [Dare Kutnî] (Hırsızların en kötüsü namazından çalandır. Rükûdan, secdeden çalar. [Ta'dili erkana riayet etmez]) [Taberani], (İnsanların en kötüsü, iki yüzlü olandır.) [Buhrârî], (İnsanların en kötüsü, şerrinden korkulduğu için yanına varılamayan kimsedir.) [Buhârî], (İnsanların en iyisi, geç kızan, tez yatışandır. En kötüsü de, tez kızan, geç yatışandır.) [Tirmizi], (Âlimlerin en iyisi merhametli olandır.) [E. Nuaym], (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar] (Herkes hata eder. Hata edenlerin en iyisi tövbe edendir.) [Tirmizî], (En hayırlınız, dünyası için âhiretini, âhireti için dünyasını terk etmeyendir.) [Hatib]
Kıyamet yaklaştıkça, insanlar dinden uzaklaşmaya başlamaktadır. Eskiden kerameti görülen evliya çoktu. Fakat dinden uzaklaştıkça evliya azaldı, kerametler görülmez oldu. Ledün ilmi unutuldu. Sapıklar çoğaldı, keramet inkâr edilmeye başlandı. Kerametin hak olduğuna Kur'an-ı kerimden örnekler: 1- Hz. Süleyman, "Sebe Melikesinin tahtını bana kim getirebilir?" dedi. Cinlerden bir ifrit: "Sen yerinden kalkmadan önce, onu getiririm, buna gücüm yeter" dedi. İlmi ledün [ilmi batın] sahibi olan vezir Asaf bin Berhiya ise, "Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm" dedi ve bir anda getirdi. (Neml 38-40) [Vezir de, cin de peygamber değildi. Vezir bu işi kerametle yapmıştı. Cin müslüman ise kerametle, kâfir ise sihirle yapacaktı.] 2- Hz. Meryem peygamber değildi. Kocasız çocuk doğurdu. Hz. Meryem mabette yaşar, yiyecekleri, kerametle hep yanında hazır olurdu. Kur'an-ı kerimde, (Hurma dalını kendine doğru silkele, taze hurma dökülsün.) buyuruldu. (Meryem 24) Hz. Zekeriya, Hz. Meryem'in yanında taze meyve ve yiyecekleri görünce hayret ederdi. İşte âyet-i kerime meali: (Rabbi Meryem'e hüsnü kabul gösterdi; onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi. Zekeriya, onun yanına, mâbede her girişinde orada bir rızık görür, "Ey Meryem, bunlar sana nereden geliyor?" der; o da: Bunlar, Allah tarafından" diye cevap verirdi.) [Ali imran 37] 3- Eshâb-ı Kehf'in kerameti de meşhurdur. Eshab-ı kehf, yiyip içmeden, bir zarara uğramadan 309 yıl uykuda kaldıktan sonra uyanmışlardır. Kur'an-ı kerimde, (İşte bu, Allahın kudretini gösteren delillerden biridir. Uykuda oldukları halde sen onları uyanık sanırdın.) buyuruluyor. (Kehf 17, 18) 4- Hz. Musa'nın yanındaki gencin çantasındaki balık canlanıp suya gitmiştir: (Her ikisi, iki denizin birleştiği yere varınca balık şaşılacak şekilde denize gitmişti.) [Kehf 61- 63] 5- Kehf suresinin 63. âyetinden itibaren Hz. Musa ile ledün ilmi'ne sahip bir zatın kıssası anlatılır. Özetle şöyledir: (İkisi, [Hz. Musa ile bir genç] kendisine ilim verdiğimiz birini buldular. Musa ona, "Sana öğretileni [ledün ilmini] bana da öğretir misin?" dedi. O zat da: "Sen benim yaptıklarıma dayanamazsın" dedi. Sonra o zat, bindikleri gemiyi deldi. Hz. Musa, "Gemiyi içindekileri boğmak için mi deldin" dedi. Daha sonra, bir erkek çocuğunu öldürdü. Hz. Musa, "Masumu öldürdün, pek kötü bir şey yaptın" dedi.) Günahsız çocuğu öldürmek elbette çok büyük günahtır. Ama bunu yapan zat, kerametle biliyordu ki o çocuk, büyüyünce zâlim biri olacaktı. Onun yerine iyi bir çocuk verilmesi de istenmişti. Hz. Musa'ya "Ben sana, yaptığım işlere dayanamazsın demedim mi?" dedi. Demek ki o zat, Hz. Musa'nın dayanamayacağını da kerametle biliyordu. Hz. Musa'nın arkadaşı duvarları [kerametle] doğrultuverdi. O zat, Hz. Musa'ya bu işlerin hikmetini açıkladı. (Kehf 63-81) [Hz. Musa'nın arkadaşının [Hızır'ın] sahip olduğu ilme ilmi ledün deniyor. Bu ilmi ancak tasavvuf sahibi, keramet ehli evliya bilir, mezhepsizler bilmez.] Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İlmi ledün, sırrı ilahidir. Allah, onu salihlerden dilediğinin kalbine koyar.) [Deylemî]
Keramet ve diğer harikalar
Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursa keramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir denir. Birer örnek verelim: Sihir: Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hz. Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire] İstidrac: İbrahim Edhem hazretlerine, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gence üç gün misafir oldu. Gerçekten çok acayip haller gördü. Gencin yediğine baktı. Helal değildi. Onu evine davet edip yemek yedirdi. Gençteki eski aşk ve vecd kalmadı. O gence, "Sendeki haller şeytandandı, istidraçtı, helal yiyince şeytan giremedi ve esas halin meydana çıktı." buyurdu. (T. Evliya) Firaset: Hz. Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın.) buyurdu. O kimse (Nereden bildin?) dedi. Hz. Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o Allahın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buharî) Keramet: Hz. Ömer, Medine'de hutbe okurken, İran'a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, camide herkesin yanında, (Ya Sariye arkanı dağa ver) diye seslendi. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buharî, Müslim, Tirmizi] Hz. Ebu Bekir, öleceği zaman, (Ya Aişe, bir oğlum ile iki kızım sana emanet) dedi. Hz. Aişe, (Bir kız kardeşim var, öteki kim) dedi. (Hanımım hâmile) dedi. Vefatından sonra bir kızı doğdu. (Şevâhidün nübüvve) Hz. Meryem beşikte iken konuştu, süt emmeden Allahın gönderdiği rızıklarla beslendi. (Beydavi) Kâfir bir hükümdar, kendine ilah demeyen müminleri ateşe atardı. Sıra kucağı çocuklu bir kadına geldi. Kadın, ateşe girmek istemeyince, bebeği, (Anne sabret, sen hak din üzeresin) dedi. (Müslim) Fahişe bir kadın, doğurduğu bebeğin babasının, Cüreyc olduğunu söyledi. Halk ayaklandı. Cüreyc'in ibâdet yerini yıktı. Kendisini ararlarken, Cüreyc bebeğin yanına geldi. Bebek, babasının falanca çoban olduğunu söyleyince, oradakiler, Cüreyc'den özür dilediler. (Buharî) Evliyadan çok keramet görüldü. Abdülkadir-i Geylani'nin kerametleri ise pek meşhurdur. (Avarif-ül-mearif) Evliyanın kerametleri, Resulullahın mucizesinin devamıdır. (Şevahidün-nübüvve, Huccetullahi alel âlemin, Birgivi vasiyetnamesi), İbni Abidin hazretleri de, (Gaybdan bilmek peygamberlerin mucizesidir. Evliyanın gaybdan bildiği kerametleri de yine Resulullahın mucizesinin devamıdır.) buyurdu. (R. Muhtar) Mucize: Resulullah efendimiz, miracda, cenneti, cehennemi ve daha başka yerleri gördü. (Mevahib)
Şartlarına uygunsa dua kabul olur. Hadis-i şerifte, (Rabbiniz kerimdir, kendine açılan eli boş çevirmekten hayâ eder, edilen duayı kabul eder) buyuruldu. (Tirmizi) Duânın kabul olması için, şunlara riayet etmelidir: 1- Önce istiğfar okumalı, sadaka vermeli. Duâya, Euzü Besmele, hamd ve salevat ile başlamalı ve aynı şekilde bitirmeli. Allahü teâlâ, iki salevat arasında yapılan duayı kabul eder. 2- İmanı düzgün olmak. İtikadı bozuk olanın ve bid'at ehlinin duası kabul olmaz. (İbni Mace) 3- İhlaslı ve salih olmak. Kur'anı kerimde buyuruluyor ki: (İhlâslı olarak dua edin!) [Mümin 14, 65], (Allahü teâlâ, ancak takvâ sahiplerinin [salihlerin amellerini, duâlarını] kabûl eder) [Maide 27] 4- Farzları yapmak. Mesela namaz kılmayanın duası kabul olmaz. 5- Haramlardan sakınmak. Ebülleys-i Semerkandî hazretleri, (Haram yiyenin, gıybet edenin ve haset edenin duâsı kabul olmaz.) buyuruyor. Hadis-i şerifte de, (Duânın kabûl olması için, yenilen ve giyilen helâl olmalıdır.) buyuruluyor. (Tergîb-üs-salât 6- Evliyâyı vesîle ederek, duâ etmek. Buhârî'deki hadis-i şerifte, duânın kabul olması için, Peygamberleri ve salihleri vesîle etmek gerektiği bildirilmektedir. (Hısn-ül-hasîn) Mesela silsile-i aliyyenin isimleri okunup onların hürmetine dua edilmeli. 7- Duayı şuurlu yapmak. Kalb uyanık olmalı, ne söylediğinden haberi olmalıdır. Hadis-i şerifte, (Kabul edileceğine inanarak duâ edin, gafletle edilen duâ kabul olmaz.) buyuruldu. (Tirmizî) 8- İsmi a'zam ve esmai hüsna ile dua etmek. Hadis-i şerifte, (Hz. Yunus balığın karnında, Enbiyâ sûresinin 87. âyetini okuyup duâ etti. Bu âyeti okuyup duâ edenin, duâsı makbul olur.) buyuruldu. (Tirmizi) 9- Gıyaben dua etmek. (Mümin için, arkasından yapılan duâ kabûl olur. Bir melek, Allah bu iyiliği sana da versin der ve duâsı reddedilmez.) [İbni Ebi Şeybe] 10- Namazlardan sonra dua etmek. (Beş vakit namazdan sonra yapılan duâ kabûl olur.) [Buharî] 11- Acele etmemek. Duâyı, hiç olmazsa, yedi kere tekrar etmek. Hadis-i şerifte, (Duâm, kabul olmadı diye acele etme! Allahtan çok iste! Çünkü kerem sahibinden istiyorsun.) buyuruldu. (Buharî) 12- Belâ gelmeden önce duâ etmek. Hadis-i şerifte, (Sıkıntılı iken duâsının kabul edilmesini isteyen, rahat iken çok duâ etsin!) buyuruldu. (Tirmizî) 13- Yalvarmak. Hadis-i şerifte, (Allaha yalvararak edilen duâ kabul olur.) buyuruldu. (Ebu Ya'la) 14- Kıymetli vakitleri gözetmek. Cuma günü ve gecesi, öğle-ikindi arası, ezan ve ikamet arası, Regaib ve Berat gecesi, Bayram geceleri, Arefe günü, Ramazan gün ve geceleri, iftar zamanı, seher vakti gibi kıymetli zamanları ganimet bilmeli. Hadis-i şerifte, (Seherde yapılan duâ kabul olur.) buyuruldu. (Tirmizî) 15- Kıymetli halleri gözetmek. Aile ve vatandan uzakta iken, İhlas suresi okununca, hatim bitince, yağmur yağarken, oruçlu iken, kalbinde incelik hissedince duâ etmeli. Çünkü kalbdeki incelik, rahmetin giriş kapısının açık olduğuna işarettir. Hastanın, garibin duâsı makbuldür! Hadis-i şerifte, (Dertli müminin duâsını ganimet bil!) buyuruldu. (Ebuş-şeyh)
İman duası: Küfre düşmemek için sabah akşam okunacak dua: (Allahümme innî e'ûzü bike min en-üşrike bike şey-en ve ene a'lemü ve estağfirü-ke li-mâ lâ-a'lemü inneke ente allâmülguyûb) Dinde sebat duası: Son nefeste iman ile ölmek için şu duayı her zaman okumalı: (Allahümme, yâ mukallibel kulûb, sebbit kalbî, alâ dînik) duâsını okurdu [ki, Ey büyük Allahım! Kalbleri iyiden kötüye, kötüden iyiye çeviren, ancak sensin. Kalbimi, dîninde sâbit kıl, yâni dîninden döndürme, ayırma! demektir] Kayıp duası: Kaybolan, çalınan bir şeyi bulmak için, [her gün 25 kere] (Yâ câmi'annâsi li-yevmin lâ raybe fîhi innallahe lâ yuhlif-ül mî'âd icma' beynî ve beyne .....) düâsını okumalı. Buluncaya kadar okumaya devam etmeli. Noktaların yerinde, kaybolan şeyin ismini söylemelidir. (İbni Âbidîn) Bir başka duâ: Bir şeyi kaybolan, çalınan kimse, her gün iki rek'at namaz kılıp, selâmdan sonra, (Allahümme yâ Hâdî ve yâ Râddeddâlleti, erdid aleyye dâlletî bi-izzetike ve sultânike fe-innehâ min fadlike ve atâike) okumalıdır. (Bostân-ül-ârifîn) Mutluluk duası: Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Dünyâ ve âhiret saadeti isteyen, Allahümme Rabbenâ âtinâ fiddünyâ haseneten ve fil âhireti haseneten ve kınâ azâbennâr. Birahmetike yâ Erhamerrâhimîn duâsını okusun.) Göz ağrısı için: Allahümme, metta'ni, bi basari vec'alhül vârise minni ve erini fil a'düvvi se'ri vensurni, ala men zalameni.) [Hâkim] Tehlikeyi önleme duası: Şeyh Şihâbüddin Sühreverdî hazretleri buyurdu ki: Her sabah üç defa bu duayı okuyanı Hak teâlâ yanmaktan, boğulmaktan ve ani ölümden emîn kılar: Bismillâhi mâ şâallah lâ kuvvete illâ billâh. Bismillâhi mâ şâallah lâ yesûkul hayre illallah. Bismillâhi mâ şâallah lâ yekşifüssûe illallah. Bismillâhi mâ şâallah küllü ni'metin minallah. Bismillâhi mâ şâallah el hayrü küllühü biyedillah. Bismillâhi mâ şâallah lâ yasrifüssûe illallah. Bismillâhi mâ şâallah mâ kâne min ni'metin fe minallah. (Tergibüssalat) Büyü çözmek için: Kırk gün sabah namazının sünneti ile farzı arasında kırkbir kere Fâtiha okunur. Besmelenin sonundaki Mîmi Fâtihânın Lam harfi ile birlikte okunur. [Yâni (Rahîm-ilhamdü) denir.] Sonra yapılan duâ kabûl olur. Suya üfleyip hasta veya büyülü kimseye içirilirse, [eceli gelmeyen hasta] şifâ bulur ve büyü çözülür. (Tefsîr-i Azîzî) Namazlardan sonra okunan dua: (Allahümme innî es'elüke-ssıhhate vel-âfiyete vel-emânete ve hüsnel-hulkı verrıdâe bilkaderi birahmetike yâ Erhamerrâhimîn) [Ey merhametlilerin en merhametlisi Allahım, merhametin hakkı için, sıhhat, âfiyet, emânete riayet, güzel ahlâk ve kadere râzı olmayı bana nasip eyle.) Ağrılar için: Baş, diş, mide ve her ağrı için, yedi Fâtiha okuyup, üflemelidir. (Tefsîr-i Azîzî) Ağrı duası: Resûlullah buyurdu ki: (Bir kaba konan yağmur suyuna, Fâtiha-i şerife, Âyet-el-kürsi, İhlâs-ı şerif ve Kul-e'ûzü sûreleri yetmişer kere okunur. Bu sudan aralıksız 7 sabah içilirse hastalıklar, ağrılar kalmaz.) [Hazînet-ül-esrâr] (5-10 sâlih müslüman okuyup, suya üflemeli Borç duası: Hadis-i şerifte, (Ya Muaz, şu duayı okursan, dağ gibi borcun olsa da, Allah ödetmeyi nasip eder.) buyuruldu. Ali imran suresinin 26. ayeti okunduktan sonra, şu dua okunur: Rahmâneddünyâ vel âhireti ve rahîmehümâ tu'tî minhümâ mâ teşâü ve temne'u mâ teşâü ferhamnî rahmeten tuğnî bihâ an rahmeti men sivâke. Allahümmekdı annî deynî. (Hâkim)
"Teknolojinin ilerlediği günümüzde yeni fen vasıtaları çıktı, devir değişti. Yeni olaylarla karşılaşıyoruz. İctihad kapısı açılıp yeni ictihadlar yapılmalı, farzlar azaltılmalı, kolaylıklar getirilmeli, bin yıl önce kurulan mezhep devri kapanmalı, İslâm âlimlerinin bin yıl önce verdiği fetvalar bizi bağlamamalı, böylece geri kalmışlıktan kurtulmalıyız" diyenler türemeye başladı. Mecellenin Dürer-ül-hükkam şerhinde, (Zamanın değişmesi ile, örf ve adete dayanan hükümler değişebilir. Nassa dayanan hükümler zamanla değişmez) deniyor. İmam-ı Rabbanî hazretleri de buyurdu ki: (Bazıları, yapacakları değişikliklerle, dini olgunlaştıracaklarını zannediyorlar. Ortaya bid'atler çıkarıyorlar. Bid'atlerin zulmetleri ile sünnetin nurunu örtmeye çalışıyorlar. Bunlar, dinin noksanlıklarını tamamladıklarını iddia ediyorlar. Bilmiyorlar ki din noksan değildir. Kur'an-ı kerimde, mealen, (Bugün dininizi tamamladım, size din olarak İslâmiyeti verdim) buyuruluyor. Dini noksan sanıp, tamamlamaya [dinde reform yapmaya] çalışmak, bu ayete inanmamak olur.) [m. 260] İctihad kapısı, ehli olmadığı için kendiliğinden kapanmıştır. Kapalıya kapalı demek, kapatmak değildir. Kapatmaya yetkisi olanın açmaya da yetkisi olur. İctihad edip etmemekle, geri kalışımızın bir alakası yoktur. Milyonlarca insan ehil olup olmadığına bakmadan, kitap yazıyor, ictihad yapıyor. Madem ictihad yüzünden geri kaldık. Şimdi herkes ictihad yaptığı hâlde niçin ilerlemiyoruz? Mason Abduh ve çömezi Reşit Rıza gibi gibi mezhepsizler, (mezhepler birleşsin) dediler, mezhepleri kaldırmaya çalıştılar. İngiliz casusu Hempher de aynı yolda hareket ederek Necdiliği kurdurmuştur. Aynı art niyetli kimseler, (Herkes ictihad etmeli) diyerek ehli olmayanların da ictihada yeltenmelerine sebep olmuşlardır. Hadis-i şerifte, (Her asır, bir öncekinden daha kötü olacaktır) buyuruldu. Bu bakımdan sonraki asırlarda birinci asırdaki gibi büyük âlimler yetişmedi. Bugün mutlak müctehide ihtiyaç da yoktur. Çünkü Allahü teâlâ ve onun Resulü Muhammed aleyhisselam, kıyamete kadar, hayat şekillerinde ve fen vasıtalarında yapılacak değişikliklerin, yeniliklerin hepsine şamil olan hükümlerin hepsini bildirdi. Müctehidler de, bunların hepsini anlayıp, açıkladı. Sonra gelen âlimler, bu hükümlerin, yeni olaylara nasıl tatbik edileceğini tefsir ve fıkıh kitaplarında bildirdi. Müceddid denilen bu âlimler kıyamete kadar mevcuttur. İctihad kapısı açık diye herkes destursuz girerse, birbirine zıt gibi görünen âyet ve hadisleri görünce ne yapacaktır? Ayete ve hadise şüphe ile bakabilir. Dünya işlerinde bile ehli olmayan kimse, yaptığı işi başaramaz. Mesela, (Ehliyeti olan şoför olmalı) diyene, (Herkes araba kullansın) demek doğru olur mu? (Herkes ameliyat yapmalı) demek ne kadar saçmalıktır. (Herkes Kur'an meali ve hadis okuyup hüküm çıkarmalı) demek daha tehlikelidir. Araba kullanmasını bilmeyen, bir kaza yapabilir ve canından olabilir. Fakat Kur'anı ve hadisi anlamayan kimse, bunlarla amel edeceğim derken dininden olur. Her işi ehline bırakmak kadar tabii ne olabilir? Biz, (İş ehline verilmeli) diyoruz. Mezhepsiz ise, (Herkes meal ve hadis okumalı, anladığı gibi amel etmeli) diyor. Bu, ilme düşmanlıktır. Herkesin âlim olmasını, müctehid olmasını istemek, akla da, ilme de aykırıdır. Müctehid olmanın birçok şartları vardır. Bunlardan biri de ilahi mevhibeye sahip olmak yani evliya olması da gerekir. Fakat her evliya da müctehid değildir. İctihad, ayağa düşürülmemelidir.
Dünyada kitap okuma oranı yüksek olan toplumlar, her bakımdan yükselirler. Mesela dünyanın süper gücü Amerika'da, yılda bir kişiye düşen kitap sayısı 4 bin adet iken bizde sadece 7 adettir. Kitaplar sessiz birer öğretmendir, dosttur, sırdaştır, arkadaştır. Her kitap, insana yepyeni dünyaların ufuklarını açar. Düşünce ve hayal dünyasını zenginleştirir. Kelime hazinesini genişletir. Düzgün cümle kurmasına ve güzel konuşmasına yardımcı olur. Yepyeni bilgiler öğrenmesine vesile olur. İnsanın çevresine bakış açısı değişir. Her şeyin bir güzel tarafını bulur. Umutsuzluğa düşmez, zor şartlarda başarılı olmanın yollarını öğretir. Hem kitap kimseye kızmaz, sinirlenmez. Anlaşılmayan yerler birkaç defa tekrar edilebilir. Bazı kitapları okumak sakıncalı olabilir. Günümüzde hemen her konuda yazılmış, binlerce eser var. Bunlar içinde en güzel, en faydalı olanları seçmek gerekir. Herkes yaşına, eğitim durumuna uygun kitaplar okumalıdır. Çocuklar için ise, en ideali özenle hazırlanmış çocuk dergileridir. Bu konuda Türkiye Çocuk çok kıymetli bir dergidir. Çocuklara güle oynaya okumayı sevdiriyor. Her sayıda bir kitap gibi değerli bilgiler var. Yukarıda da yazdığımız gibi en çok kitabı, gelişmiş ülkelerin insanları okurlar. Eğitim düzeyleri yüksektir ve kültürel hayatları zengindir. En çok kitap, dergi, gazete oralarda okunur. Kitap okunan ülkeler, gelişmişlik sırasına göre dizilebilir. Amerika, İsviçre, Fransa, Almanya, İngiltere, Japonya, vs. Amerika'da bir kitap 100 bin adet satarsa, normal sayılır. Bizde ise bir kitap 10 bin adet satarsa, çok büyük başarı, hatta rekor kabul edilir. Dergiler için de aynı durum söz konusu. Ülkemize gelen turistlere dikkat ederseniz, bavullarının yarısında elbise, diğer yarısında ise okunacak kitaplar vardır. Tatillerini kitap okuyarak değerlendiriyorlar. Meselâ, Shakespeare [Şekspir], bir İngiliz yazarıdır. Her İngiliz, mutlaka onun eserlerini okumuştur. Onun eserlerini okumayanı kendilerinden saymazlar. Okumak, bu kadar önemlidir onlar için... Bazı insanlara boş zamanlarında ne yaptığı sorulunca; "Kitap okurum" cevabı alınır. Aslında kitap boş zamanlarda değil, her zaman okunmalı. Kitap okumak için özel zaman ayrılmalıdır. Her okuduğumuz kitap, bizim bir eksikliğimizi giderir. "Ben kitap okumak istiyorum ama, alacak param yok" diyorsanız, kütüphanelere başvurabilirsiniz. Orada her türlü kitap bulunur. Ya da tanıdıklarınızdan emanet olarak alıp, okuyabilirsiniz. 4-5 yıl önce Azerbaycan'dan ülkemize bir yayıncı gelir. Türkiye Çocuk dergisini de ziyaret eder. O zaman Türkiye Çocuk dergisi haftada 110 bin net satışla rekorlar kırmaktadır... Azerbaycanlı bir çocuk yayıncısıdır. Dergi yetkilileri ile konuşurken, ona Türkiye Çocuk'un 110 bin adet sattığı söylenir. O da der ki; "Siz 60 milyon nüfuslu bir ülkede 110 bin satıyorsunuz. Bizim çocuk dergimiz ise 7 milyonluk Azerbaycan'da 100 bin satıyor" Gördüğünüz gibi Azerbaycan'ın bile okuma oranı bizden daha yüksek. Bazı alışkanlıkların küçük yaşlarda kazandırılması çok önemlidir. Okumak da böyledir. Onun için, çocuklarınızı Türkiye Çocuk dergisi gibi hassasiyetle hazırlanan yayınlarla tanıştırın. Çocuklara müspet yönde katkısı olduğu görülür.
Düşmanların sinsi plânları
Din düşmanları, İslâmiyeti yıkmak için, özellikle şu yollarla saldırıyorlar: 1- Âlimlere olan itimadı yıkmaya çalışıyorlar. Halbuki Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Bu misalleri ancak âlimler anlar.) [Ankebut 43], (Bilmiyorsanız âlimlerden sorun!) [Nahl 43], (Bilenle bilmeyen bir olur mu?) [Zümer 9] Peygamber efendimiz de buyuruyor ki: (Âlimlere tâbi olun.) [Deylemî], (Âlimler benim ve diğer peygamberlerin vârisleridir.) [Ebu Nuaym], (Âlimler, kurtuluş rehberleridir.) [İ. Neccar] 2- Mezhepleri birleştirerek herkesi mezhepsiz yapmak istiyorlar. Mason Abduh'un çömezi Reşit Rıza ile onları taklit eden mezhepsizler, mezheplere kinli boğa gibi saldırıyorlar. Halbuki mezhepler kardeştir. Birinde yapılması güç olan şey, ötekine göre yapılır. Bunun için Peygamber efendimiz, (Âlimlerin farklı ictihadları, mezheplere ayrılmaları rahmettir) buyuruyor. (Beyheki) 3- Eshab-ı kirama olan itimadı sarsmaya çalışıyorlar. Maksatları onların rivayet ettiği hadis-i şeriflere ve onların topladığı Kur'an-ı kerime gölge düşürmektir. Halbuki Allahü teâlâ hepsinden razı olduğunu, hepsinin cennetlik olduğunu bildiriyor. (Tevbe 100, Hadid 10) Rafizi meşrepli kimseler de, "Müslüman müslümanla savaşmaz" diyerek Hz. Ali ile savaşan eshab-ı kirama kâfir diyerek hakaret ediyorlar. Halbuki iki müslüman ordunun savaşabileceği Kur'an-ı kerimde bildiriliyor. İki tarafa da kâfir denmez. Çünkü, (Eğer müminlerden iki grup birbiriyle savaşırlarsa aralarını düzeltiniz) buyurulmuştur. (Hücurat 9) 4- Asırlardır gelen halifelerin gerçek halife olmadığı, onların hilafetinin sahih olduğunu söyleyen binlerce âlimin de gerçek âlim olmadığı, dolayısıyla bu âlimlerin sözlerine itimat edilemeyeceği fikrini yaymak istiyorlar. [Âlimlere itimat sarsılınca, onların bildirdikleri dine de itimat kalmaz.] 5- Geri kalışımızı yeni ictihatlar yapılmayışına bağlamaya çalışıyorlar. Kur'an-ı kerimin yanlış şekilde tevil ve tefsirleri yapılarak yeni görüşler çıkarmak suretiyle dini bozmaya çalışıyorlar. 6- Hadis-i şeriflere olan itimadı sarsmaya çalışıyorlar. Halbuki hiçbir hadis kitabında ve hiçbir İslam âliminin kitabında uydurma hadis yoktur. İslam Âlimleri din düşmanları tarafından, din kitaplarına sokmaya çalıştıkları sözleri kitaplarına almamışlardır. Bazı cahil okuyucular, (Bir hadisi Kur'ana göre ölç ona göre yaz) diyorlar. Sanki İmam-ı Buhari ve diğer hadis âlimleri bir hadisi kitaplarına alırken Kur'ana uyup uymadığını anlamamışlar da biz mi anlayacağız? 7- Herkesin meal okumasını teşvik ediyorlar. Böylece her anlayışa göre farklı görüşler meydana çıkmasına, yani dinde anarşi çıkarmaya çalışıyorlar. Mesela Kur'anı yanlış tevil ederek, namaz üç vakittir, tesettür farz değildir, tavuktan, balıktan kurban olur diyorlar. Allahü teâlâ, Peygamber efendimize Kur'anı açıklamasını emretmiştir. (Nahl 44), Peygamber efendimiz de, Kur'an-ı kerimi açıklamıştır. Onun için Kur'anı yorumlamak için Resulullahın açıklamasına bakmak şarttır. Onun açıklamasından farklı yorumlar getirmek dinde reform olur. Hatta Peygamber efendimizin hadis-i şeriflerini de âlimler açıklamış, bize onlara uymaktan başka şey bırakmamışlardır. Din düşmanlarının bu oyunlarına bilmeden alet olmak gaflet, bilerek alet olmak hainliktir.
Bazı kimseler, (Peygamber, ne hanefi, ne de şafii idi, sünni de değil idi) diyor. Demek ki mezhep de, sünnet de, bilinmiyor. Askerlikte, kara, hava ve deniz kuvvetleri vardır. Genelkurmay, karacı, havacı veya denizci değildir diyerek bu kuvvetlerden ayrı sayılır mı? Kuvvetler Genelkurmaya bağlı olduğu gibi, mezhepler de Resulullaha bağlıdır. Nasıl ki kuvvet komutanlıkları birbirinin yardımcısı ise, mezhepler de öyledir. Kendi mezhebine göre yapılması güç olan bir iş başka mezhebe göre yapılır. Mezhepler, bir elin parmakları gibi, aynı ele hizmet eder. Sünnet kelimesi de yerine göre, farklı anlamlarda kullanılır: 1- Kitab ve sünnet ifadesindeki sünnet, hadis-i şerifler demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allahın kitabına, Peygamberin sünnetine sarılırsanız hiç sapıtmazsınız.) [Hakim] 2- Farz ve sünnet ifadesindeki sünnet, Resulullahın emirleri demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ümmetim bozulunca, sünnetime uyana şehit sevabı verilir.) [Hakim] 3- Sünnet, yalnız olarak kullanılınca, genelde İslâmiyet anlaşılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir zaman gelecek ki, ortalık bozulduğu zaman sünnetime [İslamiyete] tutunmak avuçta ateş tutmak gibi olacaktır.) [Hâkim] 4- Sünnet, yol, çığır, gibi manalara da gelir. Mesela sünnet-i hasene iyi çığır, sünnet-i seyyie kötü çığır demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir kimse, sünnet-i hasene çıkarırsa, [iyi bir çığır açarsa] onun sevabı ve kıyamete kadar onunla amel edenlerin sevabı kadar sevab alır. Bir kimse de sünnet-i seyyie çıkarırsa, [kötü bir çığır açarsa] onun günahı ve kıyamete kadar onu işleyenlerin günahı kadar günah kazanır.) [Müslim] Sünnet, yol demektir. (Sünnetullah), Allahın yolu demektir. (Sünnet-i Resulullah), Resulullahın yolu demektir. Sahabilerin de sünneti olur. (Hz. Ömer'in sünneti), (Hz. Ali'nin sünneti) gibi. Nitekim hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) [Buharî] Sünnet, âdet, kanun manalarına da gelir. Mesela, Allahın sünneti; Allahın kanunu demektir. Bu Kur'an-ı kerimde sünnetullah olarak geçmektedir. (Allah'ın sünnetinde [kanununda] asla bir değişiklik bulamazsın.) buyuruluyor. (Ahzab 62, Fetih 23, Fatır 43) 5- Ehl-i sünnet, kurtuluş fırkasının adıdır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: Tirmizî'nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ümmetim 73 fırkaya ayrılır, 72'si cehenneme gider, yalnız bir fırka kurtulur. Bu fırka, benim ve Eshabımın yolunda gidenlerdir) buyuruldu. Bu fırkaya (Ehl-i sünnet vel cemaat) denir. Sünnet, sünneti zevaid ve sünneti hüda diye ikiye ayrılır. Zevaid, adetlerle ilgili sünnetlerdir. Sünnet-i hüda ise, ezan ve cemaatle namaz kılmak gibi İslam dinine mahsustur. Ayrıca sünnetler, müekkede ve gayri müekkede diye de ikiye ayrılır.
Filistin vâlisi Herod, yeğeni ile evlenmek istedi. İncil'de bu yasak olduğu için, Hz. Yahya nikâh yapmadı. Herod da, bunu şehit etti. Babası Hz. Zekeriya, oğlunu kurtarmaya çalışınca, bunu da öldürmek istedi. Hz. Zekeriya bir kütük içine saklandı. Kütükle birlikte testere ile kesilerek şehit edildi. Hz. Hamza, Bedir'de Cübeyr'in amcasını öldürmüştü. Cübeyr, kölesi Vahşi'ye, "Hamza'yı öldürürsen azat ol" demişti. Sonradan Resullahın kayınvalidesi olan Hind de, babasının intikamı için, Hamza'yı öldürene çok altın vereceğim demişti. Azat olmak ve altınlara kavuşmak için, iyi okçu olan Vahşi, Hz. Hamza'yı, ok atarak ağır yaralayıp kılıcı ile şehit etti. Mekke'nin fethinden sonra, iman etti. İman edince, sahabi oldu. Yemame tarafına gitmesi emrolundu. Müseyleme ile savaşan Halid ibni Velid'in ordusu bozulduğu sırada, Hz. Vahşi kahramanca saldırıp, Peygamberim diyen Müseyleme-tül-kezzâbı öldürdü. Bunu gören müslümanlar hücum edip, zafer elde ettiler. Resulullah efendimizin, Hz. Vahşi'yi Yemâme tarafına göndermesinin, mucize olduğu meydana çıktı. Hz. Ömer, Aşere-i mübeşşereden, yani cennetle müjdelenen on kişiden biridir. Câmide sabah namazına durunca, Mugire'nin kölesi kâfir Ebû Lü'lü Firuz tarafından karnından bıçaklanarak şehit edildi, bir gün sonra vefat etti. Resulullahın kayınpederi ve Hz. Ali'nin damadı idi. Hz. Osman, Resulullahın damadı ve Aşere-i mübeşşeredendir. Mısırlı fellahlardan bir grup, Medine'ye kadar gelince, halifelikten istifa etmesi söylendi. Hz. Osman, (Kur'an-ı kerim okurken şehit olacağımı, Resulullah bana haber vermişti) buyurarak, kazaya rıza, belâya sabır göstermişti. Eşkıyanın halîfenin evine saldırdığını, Hz. Ali işiterek, korumak için iki oğlu Hasan ve Hüseyin'i halifenin evine gönderdi. Her ikisi kılıçlarını çekerek kapıdan kuş uçurtmadılar ise de, 5-6 eşkıya, arka taraftan merdivenle içeri girdi. Resulullah efendimiz, rüyada, (Ya Osman, bu gece bizim yanımızda iftar edersin.) buyurdu. Mısırlı fellahlardan Kinane bin Beşir isimli çingene, Kur'an-ı kerim okurken şehit etti. Sonra sanki kâfiri öldürmüşler gibi, sarayı yağma ettiler. Hz. Ali, Aşere-i mübeşşereden, Resûlullahın damadı ve Hz. Ömer'in kayınpederidir. Sabah namazına giderken ibni Mülcem isimli bir hârici, kılıçla alnına vurarak şehit etti. Fakat Hz. Ali iki gün sonra vefat etti. Resulullah, Hz. Ali'nin İbni Mülcem'in kılıcı ile şehit olacağını bildirmişti. Hz. Ali, İbni Mülcem'i gördükçe; mübarek başını gösterip, (Bunu ne zaman kana bulayacaksın) buyururdu. İbni Mülcem de, (Ya Ali, bu kötü işi, Peygamberimiz bildirmiştir. Sen beni öldür de, kıyamete kadar lânete maruz kalmayayım) derdi. Hz. Ali de, (Öldürmeden önce ceza olamaz.) buyururdu. Hz. Hasan, babası Hz. Ali'den sonra halife seçildi. 7 ay sonra, savaşa hazırlanırken, müslüman kanı dökülmemesi için, hilafeti bıraktı. Kıskançlık yüzünden hanımı tarafından zehirlenerek şehit edildi. Hz. Hüseyin: İbni Mercane denilen, Sinan bin Enes Nehâî isimli biri tarafından Kerbela'da şehit edildi. Hz. Hüseyin ile birlikte 70 kişi daha şehit oldu. Mübarek başı, Mısır'da Karafe kabristanındadır. Dinimizde, yas tutmak günah olduğundan, şehit olan bu mübarek zatların hiç birisi için matem tutmak caiz olmaz.
Çocukları terbiye ederken
Her çocuk iyiliğe elverişli olarak doğar. Sonra, nefsin ve kötü arkadaşların etkisiyle, kötü huylar meydana gelir. Hadis-i şerifte, (Herkes, Müslümanlığa elverişli olarak dünyaya gelir.) buyuruldu. Çocuk terbiyesi, yaratılıştan olan bu kabiliyetleri geliştirme, kötü huylardan koruma işidir. Bu da, sistemli olarak çocuğa iyi alışkanlıklar vermekle mümkündür. Her çocuğun kabiliyetleri [yetenekleri] ve eğilimleri farklı olabilir. Bunları tespit edip, iyi yönde geliştirmeli, kötü işlere kabiliyeti varsa, onları bıraktırmaya çalıştırmalı. İyi alışkanlıklara erken başlanırsa sonuç o kadar mükemmel olur. Terbiyede, bunu yap, şunu yapma demek yerine, örnek olmak gerekir. Bunun için, (Lisan-ı hâl, lisan-ı kalden entaktır) denmiştir. Yani insanın hâl ve hareketi, sözünden daha etkilidir. Bir örnek: Bir ticaret kervanı gelip, gece Medine'nin dışına kondu. Yorgunluktan uyudular. Halife Hz. Ömer, bunları görünce, Abdurrahman bin Avf'a, (Bu gece bir kervan gelmiş. Hepsi kâfirdir. Ama bize sığınmıştır. Eşyaları çok ve kıymetlidir. Yabancılar, yolcular bunları soyabilir. Gel, bunları koruyalım) dedi. Sabaha kadar bekleyip, sabah namazında camiye gittiler. Kervandaki bir genç uyumayıp, bunları takip etti. Soruşturdu, bu iki kişiden birinin Halife olduğunu öğrenince, gelip, arkadaşlarına anlattı. Halifenin bu hareketinden, İslâmiyetin hak din olduğunu anlayıp, hepsi müslüman oldu. Baba, sigara içiyor, kumar oynuyorsa, çocuğuna bunları yapma demesi o kadar etkili olmaz. Bunlar kötü olsa babam yapmaz der. İyi şeyler, fedakârlıklar yapılırsa, örnek teşkil eder. Çocuğa iyilik yapmanın faydası anlatılmalı. Böylece çocuk bencil olmaktan kurtulur. Bencil yetişenler kendilerini topluma uyduramaz, hatta örf, âdet ve kanun tanımaz olur. Terbiyede esas olanlar: Zekâ: Çocuk, ilk gördüğü eşyayı tetkik etme, kurcalama ve sorup öğrenmeye heveslidir. Onun için çocuklara hep iyi ve güzel şeyler gösterilmeli ve soruları doğru cevaplandırılmalı. Böyle çocuğun düşünme kabiliyeti gelişmiş olur. Ruh: Hassas ve alıngan çocuklara acı da olsa gerçekleri görmesi ve tahammül edebilmesi öğretilmelidir. Katı ruhlu çocuklar ise onu duygulandıracak, örnekler vererek, hassas olmasına çalışılmalı. İrâde: Güçlü iradeye sahip olmasına çalışılmalı. Zayıf irâdeli çocukları biraz serbest bırakıp kendine olan güvenini arttırmalı. İrâdesi kuvvetli çocuklarda ise terbiye daha sert olmalı. Ancak yine sevgi ve anlayış göstermek şarttır. Terbiyede şunlar önemlidir: Din: Allahın iyi, çalışkan ve dürüstleri sevdiğini, onları cennete koyacağını, kötüleri sevmediğini ve bunları da cehennemde cezalandıracağını öğretmeli. Sevgi: Terbiyede sevgi gibi, ciddiyet de çok önemlidir. Ana babanın geçimsizliği, hele ayrılığı çocuk ruhunda fırtınalar koparır. Ceza ve mükâfat: Bunu yaparsan, şunu vermeyiz, sokağa çıkarmayız gibi bazı cezalar uygun ise de, kesinlikle dayak atılmamalı. Cezâ kalb kırıcı olmamalı, kimsenin önünde de yapılmamalı. Yerinde Yaşına göre oyuncak veya bisiklet almak gibi mükafat verilmeli. "Bu bisikleti Kuran-ı kerimi hatmettiğim için babam bana aldı" diyebilmeli. Oyunlar: Yaşına uygun olarak, çeşitli sporlar bedenin ve zekanın gelişimini sağlar. Çevre: Hadis-i şerifte, (Kişinin dini, arkadaşının dini gibidir) buyuruldu. İyi çevre ve iyi arkadaş edinmelidir.
Reenkarnasyon denilince, ruhun insandan insana geçmesi, başka bir bedenle dünyaya geliş, tenasühte ise, ruhun hem insana, hem de hayvan, bitki ve cansızlara geçtiği anlaşılıyor. Biri diğerinin yerine de kullanılır. İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Kalbleri hasta, bilgileri az olan bazı kimseler, hatta kendilerini, şeyh olarak tanıtan bazı dinsizler, tenasühe inanıyor. "Ruhlar olgunlaşmadan önce, bir bedenden ayrılınca, başka bir bedene geçer. Kemale geldikten sonra, insanlara gelmez, tenasüh yolu ile olgunlaşmış olurlar" diyor ve tenasühle ilgili birçok hikayeler uyduruyorlar. Tenasühe inanan dinden çıkar kâfir olur. Tenasüh ile ruhlar kemale gelirse, cehennem kimler için olur, kimler azap görür? Buna inanmak, cehennemi inkâr etmek ve hatta öldükten sonra tekrar dirilmeye inanmamak olur. Çünkü onlara göre, ruhun olgunlaşmasına vasıta olan bedene ihtiyacı kalmamıştır ki, bedenle haşr olunsun. Bu yalancıların sözleri, eski felsefecilerin [ve şimdiki medyumların] sözlerine benziyor. Eski felsefeciler, bedenin tekrar dirileceğine inanmıyordu. "Cennet nimetleri ve cehennem azapları yalnız ruhlara olacak" diyordu. Bunlar, o felsefecilerden de kötüdür. Çünkü, onlar tenasühü reddedip, azabın sadece ruha olacağını söylüyorlar. Bunlar ise, hem tenasühe inanıyor, hem de ahiret azabını inkâr ediyor. Bu dinsizlere göre azap, sadece dünyadadır. Allahü teâlâ, din büyüklerinin ruhlarını insan şekline sokmuş, bu şekiller, insan gibi iş görmüştür. Yoksa, mübarek ruhları, başka bedenlere girmiş değildir. Bir ruhun, beden şekli alması, tenasüh değildir. Melekler ve cin de, insan şekline girip birçok şey yapıyorlar ki bu da tenasüh değildir. Tenasühe inananlar, kabir azabına ve Kıyamet gününe iman ediyorlar mı? Yazıklar olsun ki, böyle imansızlar, kendilerini din adamı tanıtmış, yayın vasıtaları ile, millete Müslümanlık öğretmeye kalkışıyorlar, gençleri, dinsiz, imansız yapmaya çalışıyorlar. (C.2, m.58) Tenasühe inananların kâfir oldukları Berika ve Hadika'da da yazılıdır. Eski Yunan felsefecisi Eflatun da tenasühe inanırdı. Teslis inancını ilk olarak ortaya çıkaran da budur. Hz. İsa, göğe çıkarıldıktan sonra, dört İncil'i yazanlar, bu inancı karıştırarak, insanlığı büyük felakete sürüklediler. Cin, insanın içine girebilir. Bu husus hadis-i şerifle sabittir. İnsanın his ve hareket sinirlerine tesir ederek, hareket ve ses hasıl ederler. İnsanın, bu kendi söz ve hareketinden haberi olmaz. Böylece vaktiyle Roma ve Peşte'de, son senelerde Türkiye'de konuşan çocuk ve hastalar görülmüştür. Bunları konuşturan cin, uzak ülkelerdeki veya eski zamanlardaki şeyleri söylediklerinden, bazı kimseler, bu çocukların iki ruhlu olduğunu veya başka insanın ruhunu taşıdığını sanmışlardır. Bunun yanlış olduğunu dinimiz açıkça bildirmektedir. İmam-ı Gazalî hazretleri buyuruyor ki: İnsan, çeşitli yaşlarındaki bedenleri başka başka oldukları gibi, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle kabirden kalkacaktır. Bu husus anlaşılınca, insan insanı yerse, yenilen organın, hangi insan ile yaratılacağı, yiyen ile mi, yoksa yenilen ile mi birlikte yaratılacağı gibi sorulara lüzum kalmaz. Çünkü, o organların kendileri değil, benzerleri yaratılacaktır.
Dün, bâtıl inanç olan reenkarnasyondan bahsetmiştik. Bu batıl inanç, daha çok Hindu ve Budistlerde görülür. Ölen kimsenin ruhu başkasına geçmez. Geçtiğini bildiren hiçbir âyet veya hadis yoktur. Hiçbir âlim de böyle bir şey söylememiştir. Kur'an-ı kerimde ölüm ve dirilişle ilgili birçok âyet-i kerime vardır. Hiçbirinde ruhun başka bir insana veya başka bir mahluka geçtiğini gösteren bir ifade yoktur. Zaten Allahü teâlâ insanlara ruh hakkında kâfi bilgi vermemiştir. İsra suresinin (Sana ruh hakkında soranlara de ki, "Ruh Rabbimin işlerindendir, size az bir bilgi verilmiştir") mealindeki 85. âyeti de ruhun mahiyetini bilmenin imkânsız olduğunu gösteriyor. Bir de, (İki defa ölüp iki defa dirilmek) ifadesinden ruhun başka birisine geçtiğini ancak zındık söyler. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: İlk insan çamurdan, sonrakiler, nutfeden yaratıldı. Nutfe kan pıhtısı, et olur, sonra can verilir. Herkes ölür, kıyamette dirilir. (Müminun 12-16), Bekara suresinin (Allah sizi ölü iken diriltti. Sonra öldürecek, sonra diriltecek, nihâyet Ona döndürüleceksiniz) mealindeki 28. âyetini, Beydavi ve diğer tefsirler şöyle açıklıyor: Çocuğun ana rahminde can verilmesinden önceki hali için ölü, can verilmesine de diriltme denmiştir. Yani insan, bir defa ana rahminde, bir de kabirden sonra diriltiliyor. İki ölü hali vardır. Biri ana rahmindeki canlılıktan önceki durumu, bir de kabirdeki hali. Yani hepsi iki ölüm, iki diriltmedir. Kâfirler ahirette (Ey Rabbimiz, bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin) diyecekler. (Mümin 11), Ve dünyaya tekrar gönderilmelerini isteyecekler, iyi amel işleyeceklerini söyleyecekler. (Secde 12) Kendilerine dünyadan geldikleri bildirilerek istekleri reddedilecek (İbrahim 44) ve denecek ki: (Size, düşünebilenin düşünebileceği, öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi? Size, [peygamber, kitap, akıl, ihtiyarlık, ölüm gibi] uyarıcılar gelmedi mi?) [Fatır 37] (Kâfirlerden birine ölüm gelince, "Rabbim, beni geri çevir, ta ki, yapmadan bıraktığımı tamamlar, iyi iş işlerim" der. Hayır; bu söylediği boş laftır. Tekrar diriltilecekleri güne kadar arkalarında geriye dönmekten onları alıkoyan bir engel vardır.) [Müminun 99-100] Duhan suresinin 56. âyet-i kerimesinde (İnsan ilk ölümden başka bir ölüm tadmaz.) ifadesi, tek ölüm olduğunu açıkça gösteriyor. Kur'an-ı kerimde, (İki defa ölüp iki defa dirilmek) ifadesine benzeyen başka ifadeler de vardır. Mesela ikisi şöyledir: (Geceleyin sizi öldüren [ruhunuzu alan], gündüzün de ne işlediğinizi bilen; sonra belli ecel tamamlansın diye gündüzün sizi dirilten [uyandıran] Odur.) [Enam 60], Allah, eceli gelenlerin ölüm anında, eceli gelmeyenlerin de uyku esnasında ruhlarını aldığı ve bunda düşünenler için bir ders olduğu bildiriliyor. (Zümer 42) Bu iki âyet-i kerimede, insan uyurken ruhunu Allahü teâlânın aldığı açıkça bildiriliyor. Ruhunu almakla onu öldürmüş olmuyor. Şimdi hangi zındık, (Uyuyan ölür, ruhu başkasına geçer) diyebilir? Tek ölüm ve tek dirilişin olduğunu bildiren âyet-i kerimelerden üçü şöyledir: (İnsan önce bir şey değilken kendisini yarattığımızı düşünmez mi?) [Meryem 67] (Resulüm, senden önce de hiçbir beşere ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedi mi kalacaklar, her canlı ölümü tadacaktır.) [Enbiya 34, 35] (Ölümden sonra elbette diriltileceksiniz" desen, kâfirler "bu sihir" derler.) [Hud 7]
Felsefe = Philosophie, Yunanca "philos" (sevgi) ve "sofia" (hikmet) kelimelerinden meydana gelmiş, "hikmet sevgisi" demektir. Her şeyin aslını aramak için, dünya ve ahiret hakkında aklın ortaya koyduğu düşüncelere "felsefe" denir. Günümüzde felsefe, "Madde, kâinât, toplum, ruh, din ve ilah konularını inceleyen düşünce sistemi" diye tarif edilmektedir. Felsefenin tek dayanağı akıldır. Her çağda gelen filozoflar, öncekilerin yanlışlarını göstererek kısmen veya tamamen reddettiler. Eski Yunan filozoflarından Eflâtun ve Aristo'nun, daha sonra gelen filozoflar üstündeki tesirleri daha uzun sürdü. Bugünkü felsefeyi İngiliz filozofu Bacon ile Fransız filozofu Descartes'in kurduğu kabul edilir. Filozoflar içinde Sokrat, Aristo, Eflâtun, Epikuros, Farabi, İbni Rüşd, Bacon, Dekart, Spinoza, Kant, Hegel, Karl Marx, Ogüst Compte, Bergson meşhurlarıdır. Bunların hiçbiri, yanlışsız bir sistem kuramamıştır. Filozoflar, iman bakımından üçe ayrılır: 1- Dehriyyun: "Bu âlem böyle gelmiş, böyle gider. Bu âlemin yaratıcısı yoktur" derler. 2- Tabiiyyeciler: Bir yaratıcıya inanırlar; fakat, âhiret hayatını inkâr ederler. 3- İlâhiyyun: Bunlar ilk ikisinin görüşlerini reddederler. Ancak, peygamberlere ve bedenen dirilmeye inanmazlar. İslâm dininde felsefe yoktur. Felsefenin cevap aradığı soruların hepsine hiç değişmez ve aksi iddia ve ispat edilemeyecek şekilde dinimiz cevap vermiştir. Felsefecilerin uğraştığı her şeyi dinimiz açıklamıştır. Bunlar, tekniğin ve zamanın değişmesiyle değişmez. Batılılar, dinimizdeki tasavvufu, felsefe zannetmişler ve tasavvuf büyüklerine İslam filozofu demişlerdir. "İslâm felsefesi" tâbiri de bu yanlışlıktan doğmuştur. Tasavvuf ahlâk ilmidir. İslâm felsefesinden bahsedenler, Ehl-i sünnetin dışındaki 72 sapık fırka mensuplarıdır. Bu bozuk fırkaların ortaya çıkışında eski Yunan, Hind ve Acem felsefesinin karıştırılmasının ve âyetleri, nakle göre değil, akla göre açıklanmasının çok büyük etkisi olmuştur. Felsefeden farklı ve bir ibâdet olan tefekkür ikiye ayrılır: 1- Allahü teâlânın büyüklüğünü, kudretini düşünerek, kendisinin acz ve zayıflığını anlamak, eserden müessire (o eseri yaratana) yol bulmaktır. 2- İlmi ve tekniği İslâm dininin bildirdiklerine uygun, insanların rahat ve huzurunu temin etmek maksadıyla kullanmak için akıl yormaktır. İmâm-ı Gazali hazretleri, "Akıl daha kendisinden bile habersizdir. Her şey peygamberlik gerçeğindedir. Bu gerçeğe yapışarak kurtuldum." demiştir. Hz. Mevlana; "Hocamı bulunca aklımı bıraktım ve kurtuldum." demiştir. Felsefede kuru akılcılığı yıkan Bergson'a: "Akılcılığı yine akıl ile yıktın." denildiğinde, "İşte aklın atacağı en son adım kendi aczini ve hiçliğini anlamasıdır" demiştir. İslâm dünyasında aklı ölçü alan bir felsefe olmamış, vahye uygun tefekkür olmuştur. Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt gibi filozoflar ve bid'at fırkaları, Yunan filozoflarının etkisinde kalıp, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri kendi akıllarına göre yorumladıkları için, doğru yoldan ayrılmışlardır. İbni Rüşt ise, İmam-ı Gazali'ye karşı, felsefecileri savunmuştur.
İmam-ı Gazali'ye düşmanlık
Din düşmanlarının, dine ve din âlimlerine saldırması yadırganmaz. Âlimlerin de meşhur ve tesirli olanlarına saldırırlar. Özellikle İmam-ı Gazali hazretleri, onlar için hedef tahtasıdır. Dinimizi içten yıkmaya çalışan reformcular da, aynı şeyi yapıyorlar. Bazı ahmaklar da, meşhur olmak için cami duvarını kirletmeyi, yani İslam âlimlerine saldırmayı tercih ediyorlar. İslam âlimi kime denir? Her dalda uzman olan âlimler vardır. Fıkıh âlimi, hadis âlimi, tasavvuf âlimi, kelam âlimi, fen âlimi gibi. Bunların hepsini bilene İslam âlimi denir. Bilmek de yetmez. Bildikleri ile amel etmesi ve ihlaslı olması da şarttır. Onun için ilim, amel ve ihlas sahibi olan müslümana İslâm âlimi denir. Bu üçünden biri noksan olana kötü din adamı, yobaz denir. Mason Abduh, çömezi mezhepsiz Reşit Rıza ve günümüzde bunların peşinden giden bid'at ehli birer yobazdır. İslâm âlimi, dinin bekçisi, yobaz ise, şeytanın yoldaşıdır. Dört mezhebin imamı, İmam-ı Rabbani ve İmam-ı Gazali gibi müctehidler, İslam âlimidir. İşte Resulullah efendimiz, bu âlimler için, (Âlimler, peygamberlerin vârisleridir) buyurdu. (İbni Mace) İmam-ı Birgivi, "İslam âlimlerince yazılan bir din kitabına hakaret etmek, bu âlimlerden biri ile alay etmek ve saygı göstermek gereken bir şeye hakaret etmek, hakaret edilmesi gereken bir şeye saygı göstermek küfürdür." buyuruyor. Mezhepsizler, demagojiyi iyi beceren şeytanın uşaklarıdır. Mesela İmam-ı Birgivi'nin yukarıdaki sözünü alarak, "Sizler çelişki içindesiniz, Efgani ve Abduh gibi âlimleri kötülediğiniz için kâfirsiniz" derler. Aynı mantıkla, İmam-ı Gazali hazretlerine saldırırlar. "Gazali, İslam filozoflarına kâfir diyor, Kur'ana aykırı hadisleri İhya'sına almıştır, sahih hadisle, uydurma hadisi ayıramazdı. Gazali şimdi yaşasaydı İhya'yı yazmazdı" gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Mezhepsizler, bir hadisin Kur'ana aykırı olduğunu biliyor da, koca imam bilemiyor mu? Büyük âlim İbni Hacer-i Mekki hazretleri, (İmam-ı Gazalî hazretlerinin yazılarında kusur bulan kimse, ya hasetçidir veya zındıktır) buyuruyor. (El-alam bi-kavatııl-islâm) İbni Abidin hazretleri, (İmam-ı Gazali, zamanının hüccet-ül-İslâmı ve âlimlerin en üstünü idi. Ona dil uzatan kimse, cahillerin en cahili, fâsıkların en kötüsüdür) buyurdu. (El-Ukud-üd-dürriyye) Kâtip Çelebi, "Bütün din kitapları yok olsa, İmam-ı Gazali'nin kitapları, bu boşluğu doldurabilir, hatta İhyâ'sı bile kâfi gelir" diyor. Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, "İmam-ı Gazali'nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir" buyuruyor. Yunan felsefecilerinin küfür olan sözlerinden ikisi şudur: 1- Âlem, ezeli ve ebedidir, böyle gelmiş böyle gider. 2- Öldükten sonra bedenen dirilme yoktur. (Tehafüt)
Kuru akılcı ve bid'at fırkalardan Mutezilenin görüşlerinden bazıları şunlardır: Sahabenin hepsinin âdil ve cennetlik olduğunu inkâr ederler. Halbuki Kur'an-ı kerimde, (Onların hepsine hüsnayı [Cenneti] vâdettik.) buyuruluyor. (Hadid 10) Mi'racı, diğer mucizeleri ve kerameti inkâr ederler. Kur'an-ı kerimde, kerametin hak olduğunu bildiren âyetlerden bazıları şunlardır: Ledün ilmine sahip bir zat, Belkıs'ın tahtını bir anda getirdi. (Neml 40) Hz. Meryem'e her zaman taze meyve ve yiyecek verilirdi. (Âl-i imran 37) Eshab-ı Kehf asırlarca, ölmeden uyudu. (Kehf 17, 18), (Cennette olanlara Allah görülmez.) derler. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Ahirette, yüzleri nurlu olarak, Rablerine, bakarlar.) [Kıyamet 22, 23] (Günah işleyen kâfir olur, amel imandan parçadır.) derler. Ehl-i sünnet itikadında, amel ile iman ayrıdır, günah işleyene kâfir denmez. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah şirki [küfrü] affetmez. Diğer bütün günahları ise, istediğini affeder.) [Nisa 48] (Kabir ziyaretinde, enbiya ve evliyadan yardım istemek caiz değil) derler. Hadis-i erbain'de (Bir işinizde, sıkışıp şaşırınca, kabirdekilerden yardım isteyin!) buyuruluyor. Kabir suâlini, kabir azabını inkâr ederler. Hadis-i şerifte, (Kabir azabı haktır.) buyuruldu. (Buharî) (Ölüye, duâ fayda etmez) derler. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dirilerin duâları ile, ölülere çok rahmet verilir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.) [Deylemî] (Sırat, mizan, şefaat diye bir şey yok) derler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamette mizan, sırat, şehidi rahatsız etmez.) [Beyhekî] (Cehennem üzerine Sırat köprüsü kurulur.) [Buharî] (Büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim.) [Nesâî] (Akıl, herkeste eşittir. Akıl şaşmaz bir hüccettir. Aklın beğendiği, güzel gördüğü şeylere farz, çirkin gördüğü şey ise haramdır. Din bildirmese de, akılla haramı ve farzları bilmek mümkündür) derler. Her ne kadar akıl, iyiyi kötüden ayıran bir kuvvet ise de, her işte ölçü olmaz. Allahü teâlâya ait bilgilerde akıl senet olmaz. Akıl, kendi başına dinin emir ve yasaklarını bilseydi, peygamberlere, âlimlere lüzum kalmazdı. Dinin hükümlerini duymayan, cezalandırılmaz. Bir ayet-i kerime meali: (Biz peygamber göndermedikçe kimseye azap etmeyiz.) [İsra 15] Eski milletlere mubah olan bazı şeyler, bizlere haram edilmiş, eskilere haram olan bazı şeyler de bizlere mubah kılınmıştır. Demek ki, bir şeyin farz veya haram oluşu, ancak dinin emri ile belli olur, akıl ile belli olmaz. Mesela eskiden sığır ve davar iç yağı haram idi, bizlere ise helaldir. (Enam 146)
Cebriye [Mürciye] denilen dalalet fırkası (Bize imanı veren de ibadet ettiren de Allahtır. Allah her işi zorla yaptırır. İnsan kaderine mahkûmdur. Hiç kimse, işlediği günahtan mesul değildir) diyerek şu âyetleri delil olarak gösteriyor: (Allah, dilediğini hidayete kavuşturur, dilediğini dalalette bırakır.) [İbrahim 4] (Eğer rabbin dileseydi, yeryüzündeki insanların hepsi iman ederdi. O halde inanmaları için insanları zorlayacak mısın? Allahın izni olmadıkça, hiç kimse, iman edemez.) [Yunus-99,100] (Sizi de, yaptığınız işleri de yaratan Allahtır.) [Saffat 96] Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Hayır ve şerrin yaratılmasında, insanın irade ve ihtiyarının da tesiri vardır. İnsanın iradesine, dilemesine kesb denir. İnsanın yapmak istediği işi, Allahü teâlâ da dilerse, o şeyi yaratır. Demek ki, insanların yaptığı her hareket, her iş, insanın kesbi ve Allahü teâlânın yaratması iledir. İnsan istiyor Allah da yaratıyor. Cebriyye=Mürciye fırkası, insanın kesbini, iradesini inkâr ederek, (İnsan istese de, istemese de her hareketini, her işini Allah yaratır. İnsanın her işi, ağaç yapraklarının rüzgardan sallanması gibidir. Her şeyi Allah zorla yaptırıyor.) dediler. Böyle söylemek küfürdür. Elin titremesi başkadır. İsteyerek oynatması başkadır. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (İsteyen iman etsin, dileyen inkâr etsin. İnkârcılara cehennem ateşini hazırladık.) [Kehf 29] Allah zorla inandırırsa niye isteyen iman etsin, dileyen inkâr etsin diyecek ki? Demek ki Allah, insana bir irade verdi. İnanmak da inkâr etmek de insanın elindedir. Eğer Allah zorla küfre soksa veya zorla günah işletse, hâşâ zulmetmiş olmaz mı? Yarın ahirette kâfir, Allaha; "Hidayete kavuşturan sendin, dalalette, küfürde bırakan da sendin. Bana iman ettirmedin, beni dalalette bıraktın ben de küfür işledim, şimdi beni kendi yaptığın işten dolayı sorguya mı çekiyorsun?" demez mi? Allahü teâlâ hiç adaletsiz iş yapar mı? İnsanlara zulmeder mi? Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, onlara zulmetmez. Onlar, kendilerine zulmediyorlar.) [Nahl 33] Bir Cebriyeci kendisine haksız saldırana kızar, ensesine bir tokat vursan, "ne yapıyorsun" der, ona "Kader böyle, bunları yapan Allahtır desen, sana hak verir mi? Cebriyeciler, (Kâfirler mâzurdur. Çünkü, işleri yapan Allahtır. Bunlar, mecburdur) diyorlar. Bu sözleri küfürdür. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Onları hesap mahallinde durdurun! Hesap olunacaklardır.) [Saffat 24] (Rabbin hakkı için, onların hepsini yaptıklarından dolayı sorguya çekeceğiz.) [Hicr 92, 93] (Zerre kadar hayır ve şer işleyen, karşılığını görür.) [Zilzal 7, 8] (Kişi önceden ne hazırladığını, ne getirdiğini görecektir.) [Tekvir 14] Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (Mürciye ve Kaderiyenin [Mutezilenin] İslamiyetten nasibi yoktur.) [Buhârî] (Allahü teâlâ Kaderiye ve Mürciyeye 70 Peygamber lisanı ile lanet etmiştir.) [Taberânî] (Kaderiye ve Mürciye, Kevser havuzunun başına varamaz ve cennete giremez.) [Ebu Davud]
Bâtın ilmi [ledünni ilim]
Kehf suresinde ledün ilmi hakkında bahsedilen kıssa özetle şöyledir: Hz. Musa, "Ya Rabbi, benden âlim olan ve batın ilmini bilen zatı nerede bulurum?" diye sordu. Allahü teâlâ da, "Ya Musa, yola çık, çantana koyduğun balık canlanıp denize gittiği yerde, o zatı bulursun." buyurdu. Hz. Musa, Hz. Yuşa ile yola çıktı. Bir pınarın yanına oturdular. Bu pınar âb-ı hayat idi. Bu suya dokunan ölü canlanırdı. Bu sudan bir damla balığa değince, balık canlanıp denize gitti. Hz. Yuşa bunu gördü ise de söylemeyi unuttu. Hz. Musa sorunca, hatırlayıp balığın canlanıp denize gittiğini söyledi. Geri dönüp oraya gelince, o zatı gördüler. Hz. Musa, "Bana batın ilmini öğretir misin?" dedi. O zat, "Allahü teâlânın bana öğrettiği ilmin hepsini sen bilmezsin. Bilmediğin için de yaptıklarıma sabredemezsin." dedi. Hz. Musa, inşallah beni sabredenlerden bulursun." dedi. O zat, "Ya Musa, tuhafına gitse de, yaptıklarımdan bana bir şey sormayacaksın" dedi. Üçü bir gemiye bindiler. Gemiciler, bunların iyi kimseler olduklarını anlayarak para almadılar. O zat, geminin bir tahtasını söktü. İçeri su girmeye başladı. Hz. Musa, "Gemiciler, bize iyilik etti, para almadı. Sen de bunları denizde boğacaksın" dedi. O zat, "Hani bana karışmayacaktın?" dedi. Gemiden inince, sahilde oynayan çocukları gördüler. O zat, çocuklardan birini öldürdü. Hz. Musa, "Çocuğun günahı neydi?" demekten kendini alamadı. O zat, "Yine işime karıştın" dedi. Antakya'ya uğradılar. Kimse yemek vermedi. O zat, yıkılmak üzere olan bir binanın koca duvarını bir eli ile tutup doğrultuverdi. Hz. Musa, "Bunu ücretle yapsaydın, bir ekmek parası çıkarırdık" dedi. O zat, "Artık ayrılma zamanımız geldi. Çünkü üç defa işime karıştın" dedi. Hz. Musa, "Bunların hikmeti nedir?" dedi. O zat, "Bunları Allahın emri ile yaptım. Gemiciler on kardeşti. Geminin kazancı ile geçiniyorlardı. Bir derebeyi, sağlam gemileri zorla alıyordu. Bu geminin arızalı olduğunu duyunca almaktan vazgeçecekti. Biz de iyiliğe iyilik etmiş olduk. Günahsız çocuğa gelince, bunun ana babası salih idi. Çocuk büyüyünce, küfre zorlayarak onlara zulüm ve işkence edecekti. Bunun yerine neslinden 70 peygamber meydana gelecek hayırlı bir evlat vermesi için duâ ettim. Doğrulttuğum duvar, öksüzlere aitti. Babaları duvarın altına bir hazine saklamıştı. Duvarı düzeltmeseydim, yıkılıp hazine meydana çıkacak, eller alacaktı. Öksüzlere de bir iyilik etmiş olduk. Kur'an-ı kerimdeki bu kıssa, batın ilmine sahip keramet sahibi kimselerin bulunduğunu açıkça bildirmektedir. Cenab-ı Hakkın ihsanı boldur. Dilediğine bu ilmi verir, onu marifet sahibi yapar. Bahsedilen hazine, büyük bir altın levha olup üzerinde şöyle yazılı idi: "Ölümü bildiği hâlde gülüp neşelenen, kadere iman ettiği hâlde üzülen, rızka Allahın kefil olduğunu bildiği hâlde lüzumsuz zahmetlere giren, Kıyamette sorgu suâl varken gaflete dalan, fânî olduğunu bildiği hâlde, dünyaya bel bağlayan kimseye şaşmamak imkânsızdır."
Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Ömür kısadır. Sonsuz olan ahiret hayatında, insanın karşılaşacağı şeyler, dünyada yaşadığı hâle bağlıdır. Akıllı olan, ileriyi görebilen bir kimse, kısa olan dünyada, hep, ahirette iyi ve rahat yaşamaya sebep olan şeyleri yapar. İnsanlara hizmet etmek için çalışır. İnsanlara iyilik etmek, ahirette azaptan kurtulmaya ve cennet nimetlerinin artmasına sebep olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Müslüman, Müslümanın kardeşidir. Onu incitmez, üzmez. Bir kimse bir Müslümanın ayıbını, kusurunu örterse, Allahü teâlâ, kıyamette onun ayıplarını, kabahatlerini örter.) [Buharî] (Bazı kimseler, başkalarının ihtiyaçlarını karşılamak, onlara yardımcı olmak için yaratılmıştır. İhtiyaç sahipleri bunlara başvurur. Bunlar için ahirette azap korkusu olmaz.) [Taberânî] (Allahü teâlâ, bazılarına çok nimet vermiştir. Bunları, herkese faydalı olmak için yaratmıştır. Bu nimetleri dağıtırlarsa, azalmaz, dağıtmazlarsa bunlardan alıp, başkalarına verir.) [Taberânî] (Bir Müslümanın, din kardeşinin bir ihtiyacını karşılaması on yıl itikaftan iyidir. Allah rızası için bir gün itikaf ise, insanı cehennem ateşinden pek çok uzaklaştırır.) [Taberânî] (Din kardeşinin bir işini yapana, melekler duâ eder. O işi yapmaya giderken, her adımı için bir günahı af olur ve kıyamette çeşitli nimetlere kavuşur.) [İbni Mace) (Din kardeşinin bir işini yapmak için gidenin, her adımında 70 günahı affedilir ve ona 70 sevap verilir. Bu iş bitinceye kadar böyle devam eder. İş yapılınca, bütün günahları affedilir. Bu işi yaparken ölürse, sorgusuz sualsiz cennete girer.) [İ.E.dünya] (Din kardeşinin rahata kavuşması veya sıkıntıdan kurtulması için idarecilere gidip uğraşana, sırat köprüsünden, herkesin ayağı kaydığı zaman, Allahü teâlâ ona yardım eder.) [Taberânî] (Allahü teâlânın en sevdiği iş, elbise vererek veya yedirip içirerek yahut başka bir ihtiyacını karşılayarak, bir mümini sevindirmektir.) [Taberânî] (Saygısızlık edene yumuşak davranan, zulmedeni affeden, vermeyene veren, kendisini arayıp, sormayan ahbabını, akrabasını gözeten, cennette yüksek derecelere kavuşur.) [Taberânî] (Din kardeşine güler yüz göstermek, iyi şeyler öğretmek, kötülük yapmasını önlemek, sorana yol göstermek, sokaktaki pis ve zararlı şeyleri temizlemek, birer sadakadır.) [Tirmizî] (Selâm verirken gülümseyen, sadaka sevabına kavuşur.) [İ.E.dünya] (Seferde, topluluğun efendisi, onlara hizmet edendir. Şehitlik hariç, hiçbir amel onun sevabına erişemez.) [Hakim] (Kim, bir Müslümanın sıkıntısını giderip, onu sevindirse, Allahü teâlâ, kıyamette en sıkıntılı anlarda, onu sıkıntılardan kurtarır.) [Buharî] (İnsanlar, Allahın iyali [çoluk çocuğu gibi]dir, Allahü teâlâya en sevimli olan, Onun iyâline iyilik edendir.] [Bezzar] (Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır.) [Müslim] (İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.) [Kudai] (Müslümanın işini gören, hac ve umre sevabına kavuşur.) [Hatib] (Allahü teâlânın farzlardan sonra en çok sevdiği iş, bir mümini sevindirmektir.) [Taberânî] (¹manı en kuvvetli olan, ahlâkı en güzel ve hanımına karşı en yumuşak olandır. ) [Tirmizî] (Söz veriyorum, tartışmayan, haklı da olsa, kimseyi incitmeyen cennete girer.) [Tirmizî]
Evliyânın büyüklerinden. İnsanları Hakk'a dâvet eden, doğru yolu göstererek saâdete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velîlerin yirmincisidir. Rûh ilimlerinde mütehassıs idi. Büyük âlim ve kâmil bir velî olan dayısı Kâdı Muhammed Zâhid'in derslerinde yetişti. Dayısına talebe olmadan önce, on beş sene nefsinin isteklerinden kurtulmak için mücadele etmiş ve insanlardan uzak yaşamıştı. Bir gün ellerini açıp, acizliğini ve çaresizliğini Allahü teâlâya yalvararak arz etmişti. Aniden Hızır aleyhisselâm gelip; "Eğer sabır ve kanâat istiyorsan, Muhammed Zâhid'in hizmet ve sohbetine kavuşmakta acele et. O sana sabır ve kanâati öğretir." buyurdu. Hemen Muhammed Zâhid'in yüksek huzuruna varıp, orada ilim tahsîl etti. Güzel terbiye görüp, kemâle geldi. Hocası ona, insanlara doğru yolu anlatmak, ebedî olan Cehennem azâbından kurtaracak şeyleri bildirmek için hilâfet verdi. Hocasının vefâtından sonra yerine geçip, Semerkand'da, doğru yoldan ayrılanlarla ve dîne sonradan sokulan bid'atlerle uğraştı. Bid'atleri yok etti. Çok velî yetiştirdi. İnsanları Allahü teâlânın yoluna çağırmada çok gayret gösterdi. Talebelerinin terbiyesi husûsunda, insan üstü bir kuvvet ve gayrete sahipti. İmam-ı Rabbani hazretlerinin dünyâya gelmesinden bir sene önce, vefât etti. İnsanları irşâd için yetiştirdiği yüksek talebeleri pek çoktur. Bunların en büyüğü, oğlu Hâce Muhammed İmkenegî'dir. Seyfeddîn-i Fârûkî Silsile-i aliyyenin 25.'sidir. İmâm-ı Rabbânî hazretlerinin torunu ve Urvetü'l-Vüskâ Muhammed Masûm-i Fârûkî hazretlerinin beşinci oğludur. Doğum zamanında bir melek; "Doğduğu gün, öleceği gün ve dirileceği günde ona selam olsun." meâlindeki Meryem sûresinin 15. âyet-i kerîmeyi okuyarak müjde vermişti. Küçük yaşından îtibâren ilme yöneldi. Amcası Muhammed Saîd'den aklî ve naklî ilimleri tahsîl edip kısa zamanda âlim oldu. Zamanının bir tanesi ve marifet deryası olan babası Muhammed Ma'sûm-i Fârûkî'nin teveccüh ve sohbetleriyle, ilerleyip, kısa zamanda birçok kerâmetlere kavuşup âlimlerin baş tacı oldu. Kemale erdikten sonra babasının emriyle Âlemgîr Han ile görüşmek üzere Delhi'ye gitti. Delhi'ye vardığı zaman, şehrin kapısında iki azgın fil ve bunları zabt etmeye çalışan iki heybetli pehlivanın resimlerinin asılı olduğunu gördü. Sultâna o resimleri indirtip yok edinceye kadar şehre girmeyeceğini bildirdi. Sultan resimleri indirtince şehre girdi. Sultan Âlemgîr Han, kendi isteğiyle ona talebe oldu. Sohbetleriyle şereflendi. Yaşı ilerlemiş olmasına rağmen Kur'ân-ı kerîm okumayı öğrenip ezberledi. Sohbetlerinin bereketiyle Hindistan'da yayılmış birçok bid'at ve sapıklık, Sultan Âlemgîr Han tarafından ferman çıkartılarak ortadan kaldırıldı ve unutulmuş sünnetleri ortaya çıkarıldı. Diğer vezirler, vâliler ve devlet adamları da sohbetleriyle şereflenip hidâyete kavuştular. Himmet ve bereketiyle, Hindistan'ın her tarafında İslâmiyet yayılıp Müslümanlar kuvvetlendi. Bid'at sâhipleri ve kâfirler perişân oldu. Delhi'de, sohbet meclisleri çok bereketli ve kalabalık olurdu. Kâfirler ve fâsıklar da onun sohbetine gelip, yüksek huzuruyla şereflenince, hidayete kavuşup eski günahlarına tövbe edip, istiğfar ederek geri dönerlerdi. Sohbetinin bereketiyle, binlerce kişi hidayete kavuşup, yüksek derecelere ulaşmıştı. Dergâhına her gün binlerce kişi gelir feyz alırdı.
İbadete bid'at karıştırmak
Dinimizde yankı sesi ile ibadet edilmez. R. Muhtar'da, (Dağa çarpıp yankı ile gelen ses, hakiki ses hükmünde olmadığı için, secde-i tilavet yapılmaz) buyuruldu. Gramofonda [ve teypte] okunan secde ayetini işiten, tilavet secdesi yapmaz. (M.Erbea) Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, Araf suresinin 204. ayetinin tefsirinde diyor ki: Kıraet (okumak), akıllı ve konuşan bir insanın ağzından çıkanı anlamaya ve anlatmaya yönelik sesli okumaktır. Cansızlardan çıkan sese ve yankılanmadan meydana gelen sese de kıraet denilemez. Fakihler "Bir kıraetin yankılanmasından hasıl olan sese, kıraet ve tilavet hükmü uygulanmaz" demişlerdir. Çınlayan, yankı yapan bir sesi dinlemek kıraet değildir, bir çınlama'dır. Kur'an okuyanın sesini aksettiren gramofon veya radyodan gelen sese de kıraet denilemez. Bu sesler bir kıraetin yansımasıdır, bunlara dinleme emrinin hükmü uygulanmaz. (s. 2361) TV, video ve CD, iyi bir eğitim, öğretim vasıtasıdır. Mesela bunlarla Kur'an-ı kerim öğrenmek ve öğretmek, namazın nasıl kılınacağını tatbiki olarak göstermek çok iyi olur. Fakat namaz kılan imamın filmini alıp, imam yerine ekrandaki bu görüntüye uymak caiz olmaz. Okunan Kur'an'ı kasete alıp, mezara gidince, teybi açarak kaseti dinlemekle bizzat Kur'an okunmuş olmaz. Bunun gibi, bir kimse, namaz kılarken kendi filmini çekse, sonra her namaz vakti gelince, video ile bu filmi seyretse, namaz kılmış olmaz. Namaz kılmak, ezan okumak vakitli ibâdetlerdir. Bunları teyple yapmak, bid'attir. Hadis-i şerifte de, (Her bid'at sapıklıktır) buyuruldu. Dinde imamın görüntüsü değil, bizzat kendisinin olması gerekir. Ezan okuyan da bizzat müezzinin olması gerekir, teybe alınmış ses, ekrandaki imamın görüntüsü gibi gerçek değil, benzeridir. Benzer sesle ibadet olmaz. TV ekranındaki resim, imamın veya müezzinin kendisi değil, görüntüsüdür. TV'deki ses de, müezzinin bizzat kendi sesi değil, sesin benzeridir. İki ayrı şey, birbirine çok benzese de, aynı değildir. Mesela Ali ile ikiz kardeşi Veli, birbirine çok benzese de, ayrıdır. Biri Ali, öteki Veli'dir. Bir insanın resmi, kendisinin tam benzeridir, aynısı değildir. Resmi yırtılsa, sahibine zarar gelmez. Bir kimse aynaya baksa, aynadaki görüntü, bakan kimsenin resmidir. Bu resim sahibinin bizzat kendisi değil, görüntüsüdür. Aynayı kırsak, görüntü kaybolursa da sahibine bir şey olmaz. TV, teyp, CD ve radyodaki sesler de, sahibinin benzer sesidir, aynısı değildir. İmamın sesi, hoparlöre verilince, elektrik ve mıknatısın hasıl ettiği bir ses haline dönüşüyor. Duyulan ses, imamın sesi değil, elektrik ve mıknatısın hasıl ettiği sestir. Yani hoparlörden çıkan ses, elektrik tesiriyle hasıl olan mıknatıs kuvvetlerinin titreyerek demir levhanın husule getirdiği sestir. Bu ses, imamın sesine, çok benzese de, benzeridir, aynısı değildir. TV'deki görüntüye imam diye uymakla, hoparlörden çıkan sese imamın sesi diye uymak aynıdır. Görüntü bizzat imam olmadığı gibi, ses de bizzat imamın sesi değildir. Onun için görüntüye ve cihazdan çıkan sese uymakla imama uyulmuş olmaz. (İbadetleri bizim gibi yapmayanlar, bizden değil) hadis-i şerifine uymalı, ibâdetleri değiştirmemeli. İmamın sesinden başka bir sese âmin denirse namaz bozulur. (Dürr-ül-muhtâr) [Hoparlörden çıkan sesin, imamın sesi değil benzer ses olduğu yukarıda açıklandı.]
Dini terimlerden ibâdet ve tâat
Bir ilmi öğrenmek isteyen, o ilme ait kelime ve deyimleri bilmesi gerekir. Allahü teâlânın rızasına kavuşmak ve sevap kazanmak niyeti ile farzları, sünnetleri yapmaya ve haramlardan ve mekruhlardan kaçınmaya [İslam hükümlerini] yerine getirmeye İbâdet etmek denir. Niyetsiz ibâdet olmaz. Amel, üçe ayrılır: 1- Mâsıyet: Günah olan işler. İçki içmek gibi. 2- Tâat: Allahü teâlânın beğendiği şeyler. Tâat yapan Müslümana sevap verilir. Sadaka vermek gibi. Tâat, niyetsiz veya Allah için niyet ederek yapılınca, sevap hâsıl olur. Tâat yaparken, Allahü teâlâ için yaptığını bilmese de sevap hâsıl olur. Sevap hâsıl olması için, Allah rızası için niyet etmek lâzım olan tâate İbâdet denir. 3- Mubâh: Günah veya tâat olduğu bildirilmemiş olan işler. Niyete göre, tâat veya günah olur. Şık giyinmek gibi. Karşı cinse güzel görünmek, onu elde etmek için güzel giyinmek günah olur. İslamın vakarını korumak için güzel giyinmek ise tâattır. Her mubâh, iyi niyet ile yapılınca tâat olur. Bir kimse Allahü teâlâ için yaptığını bilerek tâat yaparsa, buna Kurbet denir. Kurbet olan işi de yaparken sevap hâsıl olması için niyet etmek şart değildir. Niyetsiz alınan abdest ibâdet olmaz, kurbet olur ve bu abdestle Hanefi'de namaz kılınır. Demek ki, her ibâdet kurbet ve tâat oluyor. Kur'an-ı kerim okumak, vakıf yapmak, köle azat etmek, sadaka vermek, abdest almak ve benzerleri yapılırken sevap hâsıl olmak için, niyet lâzım olmadığı için, kurbet ve tâat oluyor. Fakat, ibâdet değildir. Tâat veya kurbet olan bir iş yapılırken, Allah için niyet edilirse, ibâdet yapılmış olur. Allah rızası için tâat yapmaya ve sevap kazanmak niyeti ile yapılan mubâhlara kurbet denir. Allahü teâlâyı tanımaya yarayan fizik, kimya, biyoloji, astronomi gibi bilgileri öğrenmek tâattir, kurbet değildir. Çünkü kâfir, Allahü teâlânın varlığını, bunları öğrenirken değil, öğrendikten sonra anlar. Tâat, kötü niyet ile yapılırsa, günah olur. Güzel niyetlerle tâatın sevabı artar. Özetlersek: İbâdet: Kulluk vazîfelerini İslâmiyetin bildirdiği şekilde yerine getirmek demektir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına uymak, mesela namaz kılmak, zekât vermek gibi. Tâat: Allahü teâlânın beğendiği şey. Buna hasene de denir. Sadaka vermek, Kur'an okumak gibi. Kurbet: Yakınlık. Tâatı, Allahü teâlâ için yapmak demektir. Mesela sadaka verirken, Allah rızası için vermeye niyet etmek kurbettir. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Birkaç sevdiğimize rüyada, bu fakirin abdestte kullandığı müstamel sudan içmelerinin lâzım olduğu, içmezlerse büyük zarar görecekleri bildirilmiş. Böyle şey olmaz dedimse de faydası olmadı. Fıkıh kitaplarına baktım. Kurtuluş yolunu şöyle buldum ki, üç kere yıkadıktan sonra, kurbet yani sevap kazanmak niyet etmeden, dördüncü yıkamak ile kullanılan su müstamel olmuyor. Bu sevdiklerimizin ricaları üzerine niyet etmeden dördüncü yıkamakta kullanılan suyu içmek için kendilerine verdim. İsar, muhtaç olduğu bir şeyi kendi kullanmayıp, muhtaç olana vermektir. İnsana gereken şeylerde isar yapılır. Kurbet ve ibâdetlerde isar yapılmaz. Mesela örtünecek kadar elbisesi olan, bunu muhtaç olana vermez, kendi kullanır. Namazda ön saftaki yerini başkasına vermez. (Eşbah)
Misyonerler diyor ki: (Avrupa'nın kalkınması Hıristiyan olduğu içindir. Hıristiyanlık hak din olduğu için, daha çok rağbet görüyor ve dünyada Yahudilerden ve Müslümanlardan daha çok Hıristiyan vardır. İnsanların çoğu neye rağbet ediyorsa, o en doğrusudur.) Bu iki iddia da demagojiden ileriye gidemez. Çünkü Hıristiyanlığın hüküm sürdüğü Ortaçağda, Avrupa geri idi. Hıristiyanların fende ilerlemesine, dört incil değil, inanmadıkları Kur'an-ı kerimin gösterdiği yola uygun çalışmaları sebep olmuştur. Müslümanların geri kalmalarının sebebi de, Hıristiyan olmadıklarından değil, Müslümanlığın emri olan çalışmaya, doğruluğa önem vermedikleri içindir. Japonlar Hıristiyan olmadıkları hâlde, Kur'an-ı kerimin emrettiği gayret ve dürüstlükle çalıştılar, optikte Almanları; otomobil sanayiinde Amerikalıları geçtiler. 1985'te, Japonya'da 5.5 milyon otomobil yapıldı ve bütün dünya buna hayret etti. Japon halkı, refah içindedir. Elektronik sanayiinde de dünyayı geçmiştir. Japon hesap makineleri, Japon bilgisayarları, mikroskopları, teleskopları ve fotoğraf makineleri dünyayı kaplamıştır. "Hıristiyanlar biz nüfusça daha çoğuz, çoğunluğun olduğu taraf doğrudur" sözü de yanlıştır. Çünkü Çin'in, Japonya'nın nüfusu Hıristiyanlardan daha çoktur. Dinleri Budizm'dir. O halde, bu söze göre insanların çoğu Budisttir. Budizm hak din, Hıristiyanlık batıl dindir. Kimisi, "Çok kimse, bir dine inanmadığı için, ben de inanmıyorum." diyor. Kimisi de, (Çok kimse namaz kılmadığı için ben de kılmıyorum; hemen herkes açık gezdiği için ben de açık geziyorum.) diyor. Genel olarak çoğunluk örnek gösteriliyor. (Herkes böyle yapıyor, ben de yapsam ne çıkar?) deniyor. Babam öyle diyo misali, "Herkes öyle diyor" demek, çoğunluğa gözü kapalı uymak çok yanlıştır. Bunun bir istisnası vardır. Tirmizi'nin bildirdiği bir hadis-i şerifte, bu ümmetin 73 fırkaya bölüneceği, ancak bunlardan birisinin kurtulacağı, o fırkanın da, Ehl-i sünnet vel-cemaat fırkası olduğu, Ehl-i sünnet âlimlerinin sözbirliği ile bildirilmiştir. İslâm âlimlerinin ittifak ettiği bu yola sivad-i a'zam denir. Sivad-i a'zam, cumhuru ulema, âlimlerin çoğunluğu demektir. [İbni Mace'nin bildirdiği, (Ümmetim [âlimler] dalalet üzerinde ittifak etmez. İhtilaf olunca sivad-i a'zam tarafını tutun!) hadis-i şerifi ise, insanların değil, âlimlerin çoğunluğuna uyanın kurtulacağını bildirmektedir. İnsanların çoğuna uyan sapıtır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İnsanların çoğuna uyarsan, seni Allah yolundan saptırırlar.) [Enam 116] Ekseriya kıymetli şey az olur. Kur'an-ı kerimde (Doğruyu bilenler azdır), (Salihler azdır) gibi ifadeler vardır. Genel olarak kıymetli olan şeyler azdır. Meselâ şükretmek çok faziletlidir; Kur'an-ı kerimde, (Şükreden azdır.) buyuruluyor. Buyuruldu ki: 1- Halk çok amelle uğraşırken, sen az da olsa iyi, güzel amelle meşgul ol! 2- Halk nafile ibâdetlerle vakit geçirirken sen farzları tam yapmaya çalış! 3- Herkes görünüşünü, dışını süslerken sen, içini süslemeye çalış! 4- Herkes onun bunun ayıbını araştırırken, sen kendi ayıplarınla meşgul ol! 5- Herkes dünyadaki faydasız şeyleri imar ederken, sen ahireti imar ile meşgul ol! 6- Herkes ona buna yaranırken, sen Allahın rızasını kazanmaya çalış!
Kolları açık namaz kılmak
Bazı kimseler, "Eskiden padişahın huzuruna başı açık çıkılamayacağı için, başı açık namaz kılmak mekruhtu. Artık buna gerek kalmadı. Kısa kollu gömlekle ve haşema ile namaz kılmak mekruh değil" diyerek dinde reform yapmak istiyorlar. Muteber kitaplarda bu konudaki ifadeler şöyledir: 1- Nimet-i İslam'da, namazın mekruhlarının 11.'sinde, (Erkek kısmı namazda kolunu açık bulundurmaktır) deniyor. Dipnotta ise, etekleri toplayıp bacakları açmak da mekruh diyor. (s. 564) Aynı kitabın mekruhların 12.'sinde ise, sadece şalvar ile, izar ile namaz kılmanın mekruh olduğu bildiriliyor. Çünkü vücudun üst kısmı açılarak ten görünmektedir. 2- Elbisenin kollarını sıvayarak kolları açık namaz kılmak mekruhtur. Fetava-i Kadıhan'da da böyledir. (Hindiyye) Burada sıvamak değil, kolları açmanın, teni göstermenin mekruh olduğu bildiriliyor. Nitekim, yine aynı kitapta deniyor ki: Gömleği varken, gömleksiz namaz kılmak mekruhtur, Hulasa'da da böyle yazmaktadır. Bir omzu açık bırakarak namaz kılmak da mekruhtur. (Hindiyye) 3- İzarının ön ve arkasını, toz toprak olmasın diye yukarı çekmek mekruhtur. Nitekim yenleri ve izarı sığalı olarak namaza durmak da mekruhtur. (Halebi) İzar; entari, etek, peştamal gibi belden alta giyilen elbisedir. Etek yukarı çekilince bacak görülür. Kıvırmak değil, bacağın görülmesi mekruhtur. Yere sürünüp, toz toprak olmasın diye yukarı çekmek de mekruhtur. Çünkü bacak görünür. Eğer bacağı göstermeyen uzun don varsa mekruh olmaz. Yine aynı kitapta diyor ki: Namazı sadece izar ile kılmanın mekruh olduğu hadis-i şerifle bildirildi. [Çünkü vücudun üst kısmı açık kalmaktadır.] Fakat başka elbisesi yoksa mekruh olmaz. (Halebi) 4- Dürrül-muhtar'da diyor ki: (Namazda toz, topraktan korunmak için yen ve paçasını sıvamak mekruh olduğu gibi; elbiseyi toplamak, yani kaldırmak da mekruhtur.) İbni Abidin hazretleri burayı açıklarken buyuruyor ki: Elbiseyi secdeye giderken kaldırmak da mekruhtur. Bahr sahibi diyor ki: Az sıvansa da mekruhtur. Çünkü elbiseyi toplamak sözü hepsini içine alır. 5- İbni Abidinin oğlu Muhammed Alaeddin Hediyyetül alaiyye isimli ilmihalinde, namazın mekruhlarının onuncusunda (Erkekler için kolları açmak) tabirini kullanmıştır. Mekruhların on altıncısında ise, izarını kaldırmak ifadesini kullanmıştır. İzar kaldırılınca bacaklar görünür. Demek ki mekruh olan tenin görünmesidir. 6- Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri buyuruyor ki: Çiğini [omuzlar] ve kollar açık olarak namaz kılmak mekruhtur. (Marifetnâme s.268) 7- Şir'a şerhindeki hadis-i şerifte, (Yakası kapalı kılınan namaz, yakası açık kılınandan yetmiş derece daha sevaptır) buyuruluyor. Demek ki yaka açık olup ten görülmemelidir. Bu kadar vesikaya rağmen, hâlâ kısa kollu gömlek ile namaz kılmaya devam eden kimse, ya çok mutaassıptır [bağnazdır], yahut sünnete, mekruha önem vermeyen bir cahildir. Kısa kol ile namaz kılmanın mekruh olmadığını söyleyen hiçbir âlim, hiçbir kitap yoktur.
Kalb ile işlenen günahlar
Hep evinde duran veya hasta olup dışarı çıkamayan kimse de günah işleyebilir. Kalb ile işlenen altmıştan fazla günah vardır. Bunlardan bazıları kısaca şöyledir: Tul-i emel, zevk sürmek için çok yaşamayı istemektir. Tul-i emelin sebepleri, dünya zevklerine düşkün olmak ve ölümü unutmak ve sıhhatine, gençliğine aldanmaktır. Tul-i emelli, ibâdetleri vaktinde yapmaz, tövbeyi terk eder. Kalbi katı olur. Nasihat tesir etmez. Ölümü unutur. Hep dünya malına ve mevkiine kavuşmak için ömrünü harcar, ahireti unutur, dünyanın faydasız zevkini düşünür. Bunlardan kurtulmak için, ölümün her an gelebileceğini düşünmeli, sıhhatin, gençliğin ölüme mani olmadığını unutmamalıdır! Birçok hastanın iyileşip yaşadığı, sağlam birçok kişinin öldüğü çok görülmektedir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsan yaşlandıkça, mal hırsı ve tul-i emeli gençleşir.) [Müslim] Kibir, kendisini bir veya birkaç bakımdan başkasından üstün görmektir. Yanına başkasının oturmamasını istemek, doğru sözü kabul etmemek, kusurunu söyleyene teşekkür etmemek ve hep zenginin davetini tercih etmek kibir alametidir. Kibirli olan, salih insan olamaz. Kibir, her iyiliğe engeldir. Kibirli değilim diyen, kibirlidir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah, kibredenleri sevmez.) [Nahl 23] Ucup kendisini başkasından üstün bilmek, yaptığı iyi işler sebebiyle kendini beğenmektir. Ucbeden, günahlarını hatırlamaz. Allahü teâlânın kendine ihsan ettiği iyilik etme nimetini kendinden bilir, kabiliyeti ile övünür. Suizan, birinin kötü bir iş yaptığını zannetmektir. Kalbe gelen kötü düşünce, o hâliyle suizan olmaz. Kalbin o tarafa kayması suizan olur. Mesela birisinde bir kalem görünce, (Acaba bu kalemi çalmış olabilir mi) diye düşünmek suizan olmaz. (Çalmış olabilir) diye zannetmek suizan olur. Haset, kıskanmak, çekememektir. Onun haklı olan sözlerini ve nasihatlerini reddeder. Kendisinden üstün bile olsa, ona karşı kibirlenir, ondan bir şey sorup öğrenmek istemez. İnsan, hasetten kurtulamaz. Mesela birinin iyi bir arabasını görünce, onda kusur arar. (Şurası şöyle, burası böyle) der. Haset edenin ömrü üzüntü ile geçer. Haset ettiği kimsenin nimetinin azalmadığını, hatta arttığını görerek, sinir krizi geçirir. Hasetten kurtulmak için, haset ettiğine hediye vermeli, ona karşı tevazu göstermeli ve onun nimetinin artması için duâ etmelidir. Hıkd, başkasından nefret etmek, ona karşı kin beslemektir. Kendine nasihat verene kin beslemek haramdır. Onu sevmek, ona hürmet etmek gerekir. Hâlbuki o, kendisi ile aynı derecede veya daha üstün olana kızar. Bir şey yapmak elinden gelmediği için, ona karşı kibirlenir. Tevazu gösterilmesi gerekene tevazu edemez. Onun haklı sözlerini, tavsiyelerini kabul etmez. Herkese karşı ondan daha üstün olduğunu göstermek ister. Ona eziyet verse de, özür dilemez. Şematet, başkasına gelen belaya sevinmektir. Hadis-i şerifte, (Arkadaşınıza şematet ederseniz, Allahü teâlâ, belayı ondan alır, size verir) buyuruldu. Hicr, dostuna darılmaktır. Üç günden fazla dargın durmak helal olmaz. Gadr, sözünde durmamaktır. Hadis-i şerifte, (Gadr eden, kıyamette kötü şekilde ceza görür) buyuruldu. (İslâm Ahlâkı)
Eshab-ı kiramın bazısını, herhangi bir sebeple kötülemek birkaç bakımdan caiz değildir: 1- Eshab-ı kiram, Peygamber efendimizin arkadaşları ve dostlarıdır. O'nun dostlarını üzmek, O'nu üzmek demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Eshabım hakkında Allah'tan korkun! Onları kötülemeyin. Onları seven beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur.) [Buharî] 2- Eshab-ı kiram, bizim ölülerimiz olduğu için kötü söz söylenmez. Çünkü (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın) hadis-i şerifine aykırı olur. (Tirmizî) 3- Eshab-ı kiramın kusurları olsa bile, söylememek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Eshabımın kusurları, yanlış hareketleri olacaktır. Allahü teâlâ, benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir.) [İbni Asakir] 4- Eshab-ı kiramın kusurunu söylemek fayda vermeyeceği gibi, aksine cehenneme gitmeye sebep olacağı için susmak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Eshabım arasında fitne çıkacak, Allahü teâlâ benimle olan sohbetlerinin hürmetine, fitnelere karışan Eshabımı affedecek, bunlara dil uzatanlar cehenneme gidecektir.) [Müslim] 5- Peygamber efendimiz, (Eshabımı kötülemeyin) buyurduğu için onların hiç birisi hakkında kötü söz söylenmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Eshabımı kötüleyen hariç, kıyamette, her müminin kurtulma ümidi vardır.) [Hakim] (Eshabımı kötüleyenler, Müslümanlıktan ayrılmış olur.) [Beyhekî] (Eshabımın ismini işitince, susun, şanlarına yakışmayan söz söylemeyin!) [Taberânî] (Eshabımı kötüleyenlere Allahü teâlâ lânet etsin.) [Taberânî] 6- Allahü teâlâ, onlardan razı olduğu ve onların kusurlarını affettiği ve hepsine cenneti söz verdiği için kötülemek caiz olmaz. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah onlardan razıdır.) [Tevbe 100], (Hepsine hüsnayı [cenneti] vâdettik.) [Hadid 10] 7- Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakîn mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır.) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan) İmam-ı a'zam, (Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız) buyurdu. İmam-ı Şafiî ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım!) buyurdu. (M.Rabbani c.2, m.96) İmam-ı Gazalî hazretleri de (Dinimizi bize ulaştıran Eshab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur.) buyurdu.
Her gün çok az da olsa sadaka vermelidir. Parası olmayan da sadaka verebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her iyilik sadakadır.) [Tirmizî], (Herkesin eklem yeri kadar sadaka vermesi gerekir. "Sübhanallah", "Elhamdülillah", "La ilahe illallah" veya "Allahü ekber" demek birer sadakadır. İyiliği tavsiye etmek, kötülüğe mani olmaya çalışmak birer sadakadır. İki rekat kuşluk namazı kılmak ise bütün bunları karşılar.) [Müslim] Sadakanın dünyadaki beş faydası: 1- Malı temizler. Hadis-i şerifte (Malınızdaki günah kirlerini sadaka ile temizleyin!) buyuruldu ki: [T.Gafilin] 2- Günahları temizler. Hadis-i şerifte (Suyun ateşi söndürdüğü gibi, sadaka da günahları yok eder.) buyuruldu. [Tirmizî] 3- Hastalıktan ve belâdan korur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Hastalarınızı sadaka ile tedavi edin! Sadaka her hastalığı ve belâyı önler.) [Beyhekî] (Sadaka vermekte acele edin; çünkü belâ sadakayı geçemez.) [Beyhekî] (Sadaka yetmiş kötülük kapısını kapatır.) [Taberânî] (Sadaka Allahın gazabını söndürür ve kötü ölümden korur.) [Tirmizî] 4- Muhtaçları sevindirir. Muhtaçları sevindirmek çok sevabdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (En faziletli amel, muhtaçlara yiyecek-giyecek vermek ve müminleri sevindirmektir) [Taberânî] 5- Rızkı artırır, malı bereketlendirir. Şeytan, malı ya israf ettirir veya cimrilik ettirir, hayra harcamaktan alıkor "Yoksul olursun, elin daralır" diye korkutur. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Şeytan, malınızı hayra sarf ettirmemek için sizi yoksullukla korkutup cimri olmanızı emreder. Allah ise, [sadaka ve zekât verirseniz] mağfiret, lutuf, bolluk vâdeder.) [Bekara 268] (Gece-gündüz, gizli-açık, Allah yolunda mallarını infak edenlerin Rableri katında mükâfatları vardır. Bunlar için korku ve üzüntü yoktur.) [Bekara 247] (Allah için ne verirseniz, Allah onun yerine [daha iyisini, daha fazlasını] verir.) [Sebe 39] (Mallarını Allah yolunda harcayanların hali, yedi başak bitiren ve her başağında yüz dane bulunan bir tohuma benzer. Allah dilediğine daha fazla da verir.) [Bekara 261] Allahü teâlânın rahmeti, ihsanı boldur. Zerre kadar bir iyiliğe dağlar kadar sevab verir. Mülk O'nundur. Dilediğine dilediği kadar ihsan eder. Sadaka vermekle mal eksilmediği gibi bereketi de artar. Bereket, az bir şeyin çok şeye yetmesi demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sadaka vermeye devam edenin rızkı artar ve duâsı kabul olur!) [İbni Mace] Sadakanın Ahiretteki beş faydası: 1- Kıyametin dehşetinden korur. Hadis-i şerifte (Sadaka, kabir azabından korur, Kıyamette sahibini himayesine alır.) buyuruldu. [Beyhekî], 2- Cehennemden kurtarır, Cennete kor ve derecesini yükseltir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allah rızası için verilen sadaka, Cehennem ateşinden korur.) [Taberânî] 3- Sevabı artırır. Hadis-i şerifte: (Malını Allah yolunda harcayanın sevabı 700 misline kadar artar.) buyuruldu. [Beyhekî], 4- Sırattan kolay geçirir. 5- Malın hesabını vermeyi kolaylaştırır. Muhammed Masum hazretleri buyuruyor ki: Sadakanın sevabını önce Peygamberimizin mübarek ruhuna hediye etmeli, sonra ölülerin ruhlarına göndermeli. Böylece kabul olma ümidi fazla olur. Sevabını bütün müminlerin ruhlarına da hediye etmek iyi olur. Sevabı hepsine ulaşır. (C.2, m.36)
Kur'an-ı kerimde, Allah ve meleklerin Peygamberimize salât getirdiği, müminlerin de salevat getirmesi bildiriliyor. Hadis-i şerifte de, (Bana bir salât getirene, Allah ve melekleri 70 salât getirir.) buyuruldu. (İ.Ahmed) Allahın salât etmesi rahmet, meleklerinki duâ, müminlerinki ise O'nun şefaatini taleptir. Resulullah sallallahü aleyhi ve sellemin ismi işitilince ömründe bir defa salevat getirmek farz, okuyunca, yazınca, söyleyince, işitince ilkinde söylemek vacip, tekrarında müstehaptır. (R.Muhtar) Allahümme salli ala Muhammed ve ala ali Muhammed demek salevattır. Namazların sonunda okunan salli barikler de salevattır. Resulullah efendimize salevat-ı şerife getirmenin fazileti çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizî] (Kıyamette bana en yakın olan, en çok salevat getirendir.) [Tirmizî] (Cuma günleri bana 80 salevat okuyanın 80 yıllık günahı affolur.) [Şir'a] (Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyhekî] (Günde yüz salevat okuyan, kıyamette şehitlerle beraber olur.) [Taberânî] (Günde bin salevat okuyan, cennetteki yerini görmeden ölmez.) [İbni Şahin] (Bana salevat okuyana, melekler salât okur. Salevata devam edene, melekler de ona salât okumaya devam eder. Artık isteyen az, isteyen çok salevat okusun!) [İ.Mace] (Duâ perdelidir. Bana salevat getirilince, perdeler yırtılır, duâ kabul olur.) [Taberânî] (Bana çok salevat getirenin dertleri gider, günahları affolur.) [Tirmizî] (Söyleyeceğini unutan, hatırlamak için bana salât-ü selam getirsin!) [İbni Sünni] (Bana bir salevat getirene Allahü teâlâ, on rahmet ihsan eder, on günahını yok eder ve derecesini on kat yükseltir.) [Nesâî] (İsmim anılınca, bana salevat getirmeyen, zelil olsun!) [Tirmizî] (İsmim anılınca, salevat okumayan, cimrilerin cimrisidir.) [Tirmizî] (Kim, kitabına ismimi yazdıktan sonra, bana salât ve selam da yazarsa, ismim o kitapta kaldığı müddetçe, melaike, o kimse için istiğfar eder.) [Taberânî] (Toprak, peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace] Süfyan-ı Sevri hazretleri anlatır: Kâbeyi tavaf ederken, her adımda salevat okuyan gence, "Sen tesbihi ve tehlili bırakıp hep salevat okuyorsun. Her yerde okunacak duâ var. Neden hep salevat okuyorsun?" dedim. Genç dedi ki: "Babamla Beytullaha hac etmek üzere yola çıkmıştık. Yolda babam hastalandı. Onu tedavi etmek için epey uğraştım. Meşgul olurken babam vefat etti. Baktım, ölünce yüzü karardı. Yüzünü kapattım. Yanında uyuya kalmışım. Rüyamda öyle bir zat gördüm ki, dünyada ondan daha güzel yüzlü hiç kimse görmemiştim. Çok güzel kokuyordu. Babamın yanına geldi. Yüzündeki örtüyü kaldırıp elini babamın yüzüne sürdü. Babamın siyah yüzü nurlandı, bembeyaz oldu. Bu zata kim olduğunu sorunca, (Ben Resulullahım. Baban, ömrünü boşa harcadı. Fakat bana çok salevat okurdu, vefatından sonra benden yardım istedi. Çok salevat okuyan mümine ben de elbette yardım ederim.) buyurdu. Uyanınca babamın yüzü rüyada gördüğüm gibi bembeyaz olmuştu. İşte bu yüzden her yerde Peygamberimize çok salevat okuyorum."
Din düşmanları ve bid'at ehli çıkardıkları bazı sözlere hadis demişlerse de, Ehli sünnet âlimleri bu sözleri kitaplarına almamışlardır. Hiçbir İslam âliminin kitabında uydurma hadis yoktur. Kitabına uydurma hadis alan kimseye zaten İslam âlimi denmez. İslâm âlimleri, hadis uydurmanın ve uydurulmuş hadisi nakletmenin vebalinin büyüklüğünü bildikleri için, kitaplarına uydurma hadis almazlar. Çünkü hadis-i şerifte, (Benden duyduğunuz âyet ve hadisi tebliğ edin! Benî İsrailden bildirdiklerimi de söyleyin! Yalnız bana bilerek yalan isnat eden, cehennemdeki yerine hazırlansın!) buyuruluyor. (Buharî) Bu âlimlerin kitaplarındaki hadis-i şeriflere uydurma demek büyük bir insafsızlık ve cehalettir. Hanefilere göre, deniz haşaratı yenmez, diğer üç mezhebe göre yenir. Hanefi, diğer üç mezhebe sizin ictihadınız yanlış diyemediği gibi, üç mezhep de, Hanefi'ye sizinki yanlış diyemez. Bir hadise bir âlim mevdu derken, öteki sahih diyebilir. Bu âlimler, birbirine dil uzatmaz. Seyyid Abdulhakim Arvasi hazretleri buyuruyor ki: Hadis ilminde müctehid bir âlim, bazı âlimlerin sahih dediği bir hadise mevdu diyebilir. Müctehidin böyle demesi; "Bu hadis, Peygamber efendimizin sözü olamaz" anlamında değildir. Bu hadis benim usulüme göre hadis değildir, uydurmadır; fakat başka bir muhaddise göre sahih olabilir" demektir. Farklı ictihadlar da aynen böyledir. Bana göre doğrusu bu der; fakat farklı ictihadda bulunan müctehide dil uzatmaz. Çünkü hiçbir Ehl-i sünnet âliminin kitabında uydurma hadis olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dil uzatmamalı ve onların kitaplarında uydurma hadis var sanmamalıdır. Bir dergide, daha çok mezhepsizlerden şahit gösterilerek sahih olan birçok hadise uydurma damgası basılıyor. Biz de muhaddisleri ve İslam âlimlerini delil göstererek onların sahih olduğunu ispat ediyoruz. Uydurma hadise sahih demek ne kadar tehlikeli ise, sahih olan hadise uydurma demek, Resulullahın mübarek sözünü yalanlamak olacağından en az onun kadar tehlikelidir. Bir de İslâm âlimlerinin kitaplarından örnekler veriliyorsa, o âlime suizan edildiğinden ikinci bir tehlike meydana geliyor. Günümüzün mezhepsizleri Resulullahın varisleri olan bu âlimleri küçük düşürmeye çalışıyorlar. Şimdi verilen kaynaklara bakalım: Mezhepsiz Yusuf Kardavi bile delil olarak gösterilmiş. Halbuki bu mezhepsiz, resmen benim mezhebim yok diyor. Çağdaş fetvalar kitabına bakalım: "İnce çoraba meshedilir" diyor. Dört mezhepte de mesh caiz olmaz. "Fitil kullanmak orucu bozmaz" diyor. Hâlbuki dört mezhebde de bozar. "Haşhaş, kenevir ve tütün ekmek haramdır. Çünkü bunlar kötü yerlerde kullanılıyor" diyor. Bunlardan afyon, tıbda çok kullanılır. İlaç olarak az miktarda kullanmak ise caizdir. Kötü yerlerde de kullanılıyor diye haşhaş ekmeye haram demek, şarap yapılıyor diye üzüm yetiştirmeyi yasaklamaya benzer. "Hastaya Kur'an okumak, âyetleri muska şeklinde üstte taşımak haramdır" diyor. Bu mezhepsiz nasıl kaynak olur ki? Kardavi'den daha "süper mezhepsiz" olan Elbani de kaynak olarak gösteriliyor. O Elbani ki, İbni Teymiyeci, mezhepler üstü konuşan, telfıkı savunan bir sapıktır. Elbani'nin kitabını tercüme eden Ali Aslan, yanlış gördüğü bir yere şöyle bir not ilâve etmiş: "Elbani'nin bu fetvası, dört mezhebe muhaliftir. Dört mezhebe göre de altın kadınlara helâldir, bilinsin." diyor. Böyle kimseler nasıl kaynak ve kitapları niye tercüme edilir ki? (Devamı var)
Dünya, ahiretin tarlasıdır
(Dünya, ahiretin tarlasıdır) hadis-i şerifine de uydurma deniyor. Peygamber efendimizin mübarek ana babalarına kâfir demekten çekinmeyen Aliyyül Kari, Zeydi bir mezhepsiz olan Şevkani, sahih hadislere uydurma demekle tanınan, Sehavi, Acluni ve Sagani şahit olarak gösterilmektedir. Halbuki İmam-ı Münavi, İmam-ı Deylemî, Hâkim-i Nişapuri, İmam-ı Gazali gibi büyük âlimler sahih olduğunu söylemişlerdir. Yine Sehavi ve Acluni'nin yanı sıra, Derviş el Hut ile süper mezhepsiz Elbani'yi ve ilim ehlince sahih hadislere mevdu diyen ibni Cevzi'yi şahit göstererek, (İlim Çin'de de olsa alınız) hadis-i şerifine de uydurma deniyor. Halbuki hadis âlimlerinden imam-ı Deylemî, imamı Taberânî, imam-ı Beyhekî, imam-ı ibni Adiy, imam-ı ibni Abdilber gibi hadis âlimleri ve hüccetül islam ünvanı ile meşhur olan imam-ı Gazali hazretleri sahih olduğunu bildirmektedir. Bu büyük imamların naklettiği bu hadis-i şerife uydurma diyenin dili kurur. Yine Aliyyülkari, Acluni, Elbani, mezhepsizlerin piri ibni Teymiyyenin talebesi İbni Kayyimi şahit gösterilerek, (Kim, âşık olup, aşkını gizlese, iffetini muhafaza edip ölse, şehit olur) hadis-i şerifine uydurma deniyor. Halbuki hadis âlimlerinden Hâkim-i Nişâpûrî ve Hatîb-İ Bağdâdî, Hüccetül islam İmam-ı Gazali ve Molla Câmi hazretleri bu hadisi şerifin sahih olduğunu bildiriyor. Yine Aliyyülkari, Acluni ve Sehavi'nin yanı sıra Zeydi mezhepsizlerden Şevkani delil gösterilerek, (Âlimlerin mürekkebi, şehitlerin kanı ile tartılır, âlimlerin mürekkebi, ağır gelir) hadis-i şerifine uydurma damgası basılıyor. Halbuki hadis âlimlerinden ibni Neccar, Hatib-i Bağadi, İmam-ı Süyuti ve Şafii âlimlerinden imam-ı Rafii ve ikinci bin yılın müceddidi İmamı Rabbani hazretleri gibi âlimler, bu hadisin sahih olduğunu bildirmektedir. Yine Aliyyülkari, ibni Kayyim ve Elbani ile birlikte İmamı Süyuti'den naklen, (Fâsıkı, hayasızı gıybet etmek günah olmaz) hadis-i şerifine uydurma deniyor. Halbuki hadis imamlarından Haraiti, Ebu Nasr Deylemi, ibni Asakir, ibni Ebiddünya, Beyheki gibi âlimler, sahih diyorlar. İmam-ı Süyuti muteber bir âlimdir, bu hadis-i şerif ancak ona göre mevdu olur, diğer âlimlere göre sahihtir. Başka âlimlerin sahih dediği bir hadise hemen uydurma damgasını vurmak çok yakışıksız bir harekettir. Sadece süper mezhepsiz Elbani'yi şahit göstererek, (Eshabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız, doğru yolu bulursunuz.) hadis-i şerifine uydurma diyebiliyorlar. Halbuki, hadis imamlarından Beyhekî, Deylemi, Münâvî gibi âlimler sahih demiştir. Yine Aliyyülkari, Sehavi, Zeydi Şevkani ve ibni Cevziyi göstererek, (Kadınlara itaat pişmanlıktır.) hadis-i şerifine uydurma diyor. Halbuki hadis imamlarından Hâkim, Deylemî, İbni Lal, İbni Asakir gibi âlimler, uydurma olmadığını söylemişlerdir. Yine yalnız Elbani baykuşu gösterilip, (Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi de ahiret için çalışınız) hadis-i şerifine uydurma damgası basılmıştır. Halbuki hadis âlimlerinden İbni Asakir sahih olduğunu bildirmiştir. Elbani'ye inanıyorlar da hadis âlimine inanmıyorlar. Bu da kıyamet alametlerinden olsa gerektir. Yine Aliyyülkari, Elbani, Acluni, İmam-ı Süyuti, Sagani ve Derviş şahit gösterilip, (Dünya sevgisi bütün hataların başıdır) hadis-i şerifine uydurma deniyor. Halbuki, İmâm-ı Münâvî, Beyhekî, İmam-ı Rabbani ve Kenzû'l-Ummal sahibi sahih olduğunu bildiriyor. Yine Sehavi ve Acluni'ye ilaveten ibni Arrak'ı da yanına alarak, (Zengine zengin olduğu için tevazu gösterenin dininin üçte ikisi gider) hadis-i şerifine uydurma diyor. Halbuki, Deylemî, İmamı Rabbani ve Urvet-ül-vüskâ, Kayyûm-i rabbânî Muhammed Mâsum-i Fârûkî Serhendî hazretleri sahih demektedir. (Devamı var)
Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım
Yine Aliyyülkari, Acluni, Sagani, Zeydi Şevkani ve Elbani'den naklen, Kur'anı kerimde, (Seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdim) mealindeki âyet-i kerimesi ile övülen Peygamber efendimiz için, (Eğer sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım) kudsi hadisine, uydurma demeye çekinmiyorlar. Halbuki sahih olduğu Deylemi ve diğer hadis âlimlerince bildirilmektedir. Âdem aleyhisselam, Arş'ta gördüğü nurun mahiyetini suâl etti. Hak teâlâ buyurdu ki: (Bu nur, gökte Ahmed, yerde Muhammed denilen, zürriyetinden bir peygamberin nurudur. O olmasaydı, seni de, yer ve gökleri de yaratmazdım.) [Mevahibi ledünniyye] Allahü teâlâ yine buyuruyor ki: (Ya Âdem, Muhammed aleyhisselamın ismi ile her ne isteseydin, kabul ederdim. O olmasaydı, seni yaratmazdım.) [Hâkim] (Ey Resulüm, İbrahim'i halil [dost], seni de habib [sevgili] edindim. Senden daha sevgili hiçbir şey yaratmadım. Senin, benim indimdeki yüksek derecenin bilinmesi için dünyayı ve dünya ehlini yarattım. Sen olmasaydın, kâinatı yaratmazdım.) [Mevahib- ledünniyye] Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Âdem aleyhisselam, ya Rabbi, Muhammed aleyhisselam hakkı için, Onun hürmetine beni affet diye duâ etti. Allahü teâlâ ise, [ne cevap vereceğini bildiği halde, cevabının da diğer insanların duyması için] "ya Âdem, onu henüz yaratmadım. Nereden bildin?" buyurdu. Âdem aleyhisselam da, Arş'ta "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" yazılı olduğunu gördüm. Anladım ki, şerefli isminin yanına ancak en çok sevdiğinin, en şerefli olanın ismini lâyık görürsün dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ya Âdem doğru söyledin. O bana insanların en sevgilisidir. Onun hürmetine duâ ettiğin için seni affettim. Eğer Muhammed aleyhisselam olmasaydı, seni yaratmazdım") [Taberânî] (Allah, İbrahim'i halil edindiği gibi beni de halil edindi.) [Mevahibi ledünniyye] Şu hâlde Peygamber efendimiz hem habibdir, hem halildir. (Levlake...... lema halaktül eflake) yani, (Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım) kudsi hadisi, Marifetname'nin ön sözünde, Yusuf-i Nebhani hazretlerinin Envar-ı Muhammediyye kitabının 13. sayfasında ve İmam-ı Rabbanî hazretlerinin Mektubat'ının 122. mektubunda vardır. Mektubatın farisi haşiyesinde, bu hadisin Deylemî'nin Firdevsinde bulunduğu bildirilmektedir. Deylemî de, Buharî ve diğer muhaddisler gibi, meşhur ve muteber bir hadis âlimidir. Mektubat-ı Rabbanînin 3. cildinde, (Sen olmasaydın Cenneti yaratmazdım), (O olmasaydı kâinatı yaratmaz, rububiyetimi izhar etmezdim) kudsi hadisleri de bildirilmektedir. Miracda Allahü teâlâ, peygamber efendimize, (Senden başka her şeyi senin için yarattım) buyurunca, Resulullah sallallahü aleyhi ve sellem de, (Ben de senden başka her şeyi senin için terk ettim) dedi. (Mirat-i kainat) [Devamı var]
Acluni, Sehavi, Derviş ve Elbani gibi netameli kimselerden birinin veya birkaçının uydurma dediği aşağıdaki hadis-i şeriflerin hangi kitaplarda bulunduğu sonlarında bildirilmiştir. (Çok konuşan çok yanılır.) [Taberânî, Askeri] (Âlimlerin uykusu ibâdettir.) [İ. Gazali, İmamı Rabbani, Tezkire-i Kurtubî muhtasarı] (Vatan sevgisi imandandır.) [İmam-ı Rabbani, Hz. Mevlana Mesnevi] (Bir saat tefekkür, bir sene ibâdetten kıymetlidir.) [Ebuşşeyh, İ. Gazali] (Ümmetimin âlimleri, İsrâil oğullarının Peygamberleri gibidir) [İmâm-ı Yâfiî, İmamı Rabbani, Abdülgani Nablusi] (Allahü teâlâ buyurdu ki: "Ey dünya, bana hizmet edene hizmetçi ol! Sana hizmet edene de güçlük göster") [Ebu Nuaym, Muhammed Hâdimi] (Her şeyin bir anahtarı vardır, cennetin anahtarı da yoksul ve fakirleri sevmektir.) [İbni Lal, İ. Süyuti] (Dünyayı terk etmek, sabırdan daha acıdır. Fisebilillah kılıç vurmaktan da zordur. Dünyayı terk edene, Allah şehid sevâbı verir.) [Ebu Nasr Deylemî] (Dünya, ahiret adamlarına haram, ahiret de, dünya adamlarına haramdır. Dünya ve ahiret ise Ehlullaha haramdır.) [Deylemî] Daha bunlar gibi, İslam âlimlerinin kitaplarında bulunan sayısız hadis-i şerife uydurma damgası vurulmuştur. Mezhepsizler, bir hadisi şerifi tenkit ederken, bu hadis Kur'anın ruhuna aykırıdır derler. Birkaç gündür uydurma denilen hadisleri yazdık. Bunların hangisi, hangi âyete aykırıdır? İlk gün yazdığımız gibi, ictihad ictihadla yok edilemeyeceği gibi, bir âlimin sahih dediği hadise, yetkili başka bir âlim uydurma dese de o hadis uydurma sayılamaz. Hadis âlimleri tarafından bildirilen aşağıdaki hadislere de, aynı şahıslar şahit gösterilerek zayıf damgası vurulmak istenmiştir: (Şu üç şey için Arabı sevin: Ben arabım, Kur'an Arapça, cennet dili de Arapçadır.) [Taberani, Beyheki, İbni Asakir, Ukayli, Hâkim] (İşlerin hayırlısı vasat [orta] olanıdır.) [Deylemî, Beyhekî, İ. Gazali, İ. Süyuti, Hadika, Berika] (Hikmetin başı Allah korkusudur.) [İ. Asakir, Beyhekî, İ. Süyuti] (Küçük cihaddan döndük, nefsle olan büyük cihada başladık.) [Deylemi, Beyhekî, Hatibi Bağdadi, İ. Gazalî, İ. Süyuti] (Kişinin dini, dostunun dini gibidir, kiminle dostluk ettiğinize dikkat edin.) [Ebu Davud, Tirmizî, Hâkim, Askeri, İ. Süyuti] (Mü'minin niyeti amelinden hayırlıdır.) [Taberani, Hatîbi Bağdadi, Ziya el-Makdisi] (Müminin firasetinden korkun, o Allahın nuru ile bakar) [Buhari,Tirmizi, İ. Cerir, İ. Süyuti] (Devamı var)
Şifalı bitki, sebze ve meyveler
Kabak, nar, üzüm, bakla karpuz, mercimek, pirinç vs. hakkındaki hadisler hep uydurmadır) deniyor. Ancak bu kadar insafsızlık olur. Resulullah efendimiz sanki ömründe hiç meyve sebze görmemiş ve bunlar hakkında tek kelime etmemiştir. Bu konudaki sahih hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kuru üzüm, safra açar, sinirleri kuvvetlendirir ve sıkıntıyı giderir.) [Ebu Nuaym, Deylemî] (Kavun, karpuzda on özellik var: yemek, içmek, koku, meyve, çöğen, mesaneyi yıkar, karnı yıkar, iç hastalıklarına iyi gelir ve cildi temizler.) [Deylemî, İ. Rafii] (Yemekten önce kavun karpuz yemek şifadır.) [İ. Asâkir] (Zeytinyağı 70 derde devadır.) [Ebu Nuaym, Deylemî] (Zeytin yağı basura da iyi gelir.) [Taberânî, Ebu Nuaym] (Sarmısak yiyin ve onunla tedavi olun. Çünkü o, 70 derde devadır. Eğer bana melek gelmeseydi, elbette ben de yerdim.) [Deylemî] (Kabak dimağı besler, aklı artırır.) [Deylemî, İ. Münavi] (Kabak, baş ağrısına iyidir. Mercimeğe 70 Peygamber duâ etmiştir.) [Nesai, Müslim Taberânî, Deylemi, İ. Gazali] Hz. Enes anlatır: (Resûlullahın çorba içinde kabakları bulup yediğini gördüğümden beri kabağı severim. [Buhari, Müslim, Muvatta, Ebu Davud,Tirmizi] (Yemeklerin seyyidi [üstünü] et ve pirinçtir.) [Tirmizî, Hâkim, Ebu Nuaym] (Acve hurması zehire karşı, küm'e mantarının suyu göze şifadır.) [Buhari, Tirmizî, Nesai, İbni Mace, İ. Ahmed, Deylemi, İ. Münavi] (Lohusaya hurma yedirin. Çocuklar sakin olur. Hz. İsa'nın doğumunda Hz. Meryem hurma yedi. Daha iyisi olsa idi, Allah onu verirdi.) [Hatîb] (Mantar suyu göze şifadır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi, Nesai, İbni Mace, İ. Ahmed, İbni Meniy, Z. Makdisi] (Çörek otu dertlere şifadır.) [İbni Sünni, Ebu Nuaym] Hadis düşmanları, (Bir hadise, bir âlim uydurma demişse, o hadise bin âlim sahih dese de, o hadis artık, damgayı yemiştir, onunla amel etmeyi içime sığdıramam.) diyorlar. Bunlara soruyorum, siz namaz kılıyorsanız, imam arkasında Fatiha okuyor musunuz? Şafiilerin okuması farzdır, hanefilerin de okumaması vacibdir. Okursa tahrimen mekruh işlemiş olurlar. Mezhepsizler okuyoruz derlerse, Hanefi âlimlerine muhalefet etmiş olurlar, okumuyoruz diyorlarsa, o zaman Şafii âlimlerine muhalefet olur. Böyle namazı içlerine nasıl sindirebiliyorlar ki? Hadis ilminde müctehid bir âlim, bazı âlimlerin sahih dediği bir hadise mevdu diyebilir. Müctehidin böyle demesi; "Bu hadis, Peygamber efendimizin sözü olamaz" anlamında değildir. Bu hadis benim usulüme göre hadis değil, uydurmadır; fakat başka müctehide göre sahih olabilir demektir. Farklı ictihadlar da aynen böyledir. Bana göre doğrusu bu der; fakat farklı ictihadda bulunan müctehide söz söylemez. Birinin uydurma demeye yetkisi varsa, ötekinin de sahih demeye yetkisi vardır. Bunun için hiçbir Ehl-i sünnet âliminin kitabında uydurma hadis olmaz. Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına dil uzatmamalı ve onların kitaplarında uydurma hadis var sanmamalıdır.
Dinimizde kâr haddi yoktur. Fakat ihtikâr ve fahiş fiyat yasaklanmıştır. Medine'de pahalılık oldu. Fiyatlar yükseldiği için kâr haddi koyması istenildiğinde, Peygamber efendimiz, (Fiyatları koyan Allahü teâlâdır. Rızkı genişleten, daraltan, gönderen yalnız Odur. Ben Allahü teâlâdan bereket isterim) buyurdu. Başka bir hadis-i şerifte ise, (Kâr haddi koymayın, fiyat koyan Allahü teâlâdır) buyuruldu. Esnafın hepsinin fiyatları fahiş olarak, yani mal oluş fiyatının iki misline artırdığı, millete zarar ve zulüm haline geldiği zaman, Belediyenin ilgililerle istişare ederek uygun bir narh, kâr haddi koyması caiz olur. (R. Muhtar) Peygamber efendimiz, (Müslümanların, şehre mal getiren köylüleri karşılayıp piyasa fiyatını gizleyerek, ucuz satın almalarını) yasakladı. Köylü böyle bir satıştan vazgeçebilir. Piyasayı bilmeyenlere yüksek fiyatla mal satmak da haramdır. Hatta, acemi olup, ucuz satan veya pahalı alan ile alış veriş etmemelidir. Bunlarla alış veriş yaparken piyasadaki fiyatı gizlemek günahtır Satılan şeyin ayıbını, kusurunu gizleyerek aldatmak haram olduğu gibi, alınan malın kıymetini gizleyerek aldatmak da faiz olur. Mesela, bir kimse, sattığı malın kıymetini bilmiyor. On milyonluk malı, beş milyona satıyor. Ona (Bu mal, her yerde 4 milyon eder) diyerek kandırmak haramdır. İnsanlar, Müslüman ahlâkına uyarsa, ne kandıran, ne kandırılan olur. Mallara narh koymaya lüzum kalmaz. Arz ve talebe göre, mallar kıymetlenir veya ucuzlar. Basra'da büyük bir tüccar vardı. İran'da bulunan adamlarından biri, buna mektup yazarak, bu sene şeker kamışının verimli olmadığını, kimse duymadan, çok şeker almasını bildirdi. Tüccar da, çok şeker satın alıp, şeker piyasadan çekilince, pahalı satarak, otuz bin dirhem kâr etti. Sonra, düşünüp (Şeker kamışlarına afet geldiğini Müslümanlardan saklamakla, onlara hıyanet ettim, bu nasıl Müslümanlıktır?) diye, otuz bin dirhemi, şekerlerini almış olduğu kimselere götürdü. Yaptığı yanlış işi anlattı. Hatasına pişman olup dürüstlük göstermesinden dolayı, hiçbiri verdiği parayı almayıp, (Sana helal olsun) dediler. Akşam evinde düşündü ki, belki utanarak almamışlardır. (Din kardeşlerime hıyanet ettim) diyerek, ertesi gün tekrar götürdü. Her birine yalvararak otuz bin dirhem gümüşü taksim etti. Müşteriye doğru söylemeli, hile etmemelidir. Malda bir arıza oldu ise, haber vermelidir. Ucuz aldığı bir malın fiyatı yükselip pahalı satıyor ise, aldığı fiyatı söylemelidir. Aldatarak satmak, hıyanet ve dolandırıcılık olur. Böyle hıyaneti bilmeyerek yapanlar olur. Hıyanet yapmaktan kurtulmak için, herkes, kendine yapılmasını istemediği şeyleri, başkalarına yapmamalıdır. Bir malı peşin ucuz, veresiye pahalı satmak caizdir. Vade farkı istemek ise caiz değildir. Vadeli satışla, vade farkı ayrı şeylerdir. Mesela 10 milyon liralık malı, ihsan ederek, 5 milyon liraya satmak caiz olduğu gibi, vadeli veya vadesiz olarak 15 milyon liraya satmak da caizdir. Fakat vadesi dolduktan sonra, ödenemeyen aylar için vade farkı almak caiz olmaz. Ancak müşteri borcunu verinceye kadar, paranın değeri düşse, malın satıcı tarafından satıldığı gündeki değeri istenebilir. Diyelim ki, satılan mal karşılığı olan 40 milyon lira ile o zaman bir altın lira alınabildiği hâlde, şimdi paranın değeri düştüğü için aynı kıymette altın alınamıyorsa, mesela bir altın 80 milyon lira olmuşsa, müşteriden bir altın veya o değerde para istemek caiz olur. Böyle yapmakla vade farkı alınmamış, satılan malın değeri istenmiş olur. Satıcı zarara uğramadığı gibi, müşteri de fazla para ödememiş olur. Bu, İmam-ı Ebu Yusuf'un kavlidir. (R. Muhtar)
Piyasada Allahı tanımakla ilgili ve Allahü tealanın varlığını ispat etmeye kalkışan kitaplar, akli ve felsefi görüşlerle doludur. Faydalanılan kitapların çoğu da günümüzdeki cahil yazarların eserleridir. İmam-ı Rabbani, İmam-ı Gazali büyük İslâm âlimlerinin kitaplarından nakil yoktur. Hep şahsi yorumla, küfre düşürücü [kâfir edici] ifadelerle doludur. Dinimizde bildiriliyor ki: (İnsanlara ait akıl, şuur, hafıza ve düşünce gibi yaratılmış olan sıfatları Allaha vermek veya Allahın yaratmak, var olmak gibi sıfatlarını insana vermek küfürdür.) Mesela Allaha şunları izafe etmek [yakıştırmak] küfürdür: Allah çok akıllıdır, Allah şuurludur, Allahın zihni açıktır, ilahi şuur yanılmaz, Allah iyi düşünür, Allahın hafızası çok geniştir, Allahın beyni iyi çalışır. Akıl, şuur, hafıza, zihin, beyin, düşünme işi mahluktur, yani yaratıktır. Allaha yaratıkların sıfatlarını vermek küfür olur. Allah yarattıklarına benzemez. Allan Arş'tadır veya göktedir demek de küfürdür. Çünkü Allaha, yaratıklara mahsus olan mekân [yer] tayin edilmiş olur. Senâüllah Pânî-pütî hazretleri (Allahü teâlânın varlığı, sıfatları, razı olduğu şeyler, ancak peygamberlerin bildirmesi ile anlaşılır. Akıl ile anlaşılamaz.) buyuruyor. Kendi görüşünü, kendi aklını din gibi ortaya atmak çok tehlikelidir. Hadis-i şerifte, (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.) buyuruldu. (Taberânî) Allah özenerek yaratmış, özel müdahale etmiştir! Böyle söylemekle Allaha âcizlik isnat edilmiş olur. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman, ona sadece ol deriz, o da, hemen oluverir.) [Nahl 40] "Yaratılmış olanın özelliklerine bakarak, yaratanın özelliklerini bulmaya çalışacağız" demek de küfürdür. Dinimiz, (Bilinen, [yaratıklar] bilinmeyenle [yaratıcı] ile mukayese edilmez) buyuruyor. İnsan için de şunları söylemek küfürdür: İnsan yaratıcıdır, insan ezeli ve ebedidir, evliya gaybı bilir. [Allah dilemedikçe gaybı bilemez] , felsefeciler gibi, (Dünya kadimdir, Allah gibi ezelîdir) demek de küfürdür. İslâm dini yerine, "İslâm nazariyesi, İslam teorisi, İslâm düşüncesi, İslam felsefesi, İlâhî görüş, Kur'ani görüş" gibi tabirler kullanmak da küfürdür. İslâmiyet, ilahi bir dindir, bir teori, bir düşünce sistemi veya bir felsefe, bir görüşü değildir. Düşünce, bir iş için düşünülen çare veya kıyaslanan neticedir. Nazariye de, akli, zihni esaslara dayanan görüş, teori demektir. Akıl, zihin mahluktur. Allahü teâlânın bildirdiği şeylere "düşünce, görüş" demek küfürdür. Âlimler buyuruyor ki: İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, araştırmadan, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz. Allahü teâlâ, (Onlar gayba iman ederler) buyuruyor. (Bekara 4) İman ne kadar kıymetli ise, zıttı olan küfür de o kadar kötüdür. İmanı kurtarmak için haramlardan kaçarak ibâdetleri yapmak ve özellikle küfre düşürücü söz ve hareketlerden sakınmak gerekir. Sakınmayanın imanı gider de haberi olmaz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Öyle bir zaman gelir ki, kişinin imanı gider de haberi olmaz. Ondan, gömleğin çıktığı gibi, iman çıkmış olur.) [Deylemî]
13.08.2001
Açlıktan ölen servet sahibi
Yusuf aleyhisselam, iftira yüzünden zindanda iken Mısır hükümdarı bir rüyâ görmüştü. Korku ile uykusundan uyanıp; "Ben rüyâmda 7 semiz ineğin 7 zayıf ineği yediğini ve 7 yeşil başak, 7 de kurumuş başak gördüm. Eğer rüyâ tâbiri biliyorsanız, bu rüyâmı tabir edin." dedi. Onlar "Biz böyle rüyâları tabir edemeyiz." dediler. Hz. Yusuf ile zindanda kalan şerbetçi, Hz. Yusuf'un rüyâ tâbir ettiğini hatırlayarak; "Ben bu rüyâyı tabir ettireceğim" dedi. Hz. Yusuf'un yanına gitti. Mısır hükümdârının rüyâsını anlatıp tabirini istedi. Hz. Yusuf, "7 sene bolluk, sonra 7 sene kıtlık olacak. Bollukta saklayın, kıtlıkta bunları yersiniz. Bolluk senelerinde çok ekip, ekinleri sapları ile beraber, başakları ile ambarlara koymalısın. Bu şekilde ekinler bozulmadan kalır, hem de saplar hayvanlarınız için yem olur. Halka da, ekinlerinden ihtiyaçları kadarını yemelerini, geriye kalanını saklayıp korumalarını emretmelisin. Bu yiyecekler kıtlık senelerinde sizin ve çevredeki insanların ihtiyaçlarını karşılayacaktır." dedi. Hz. Yusuf'un tavsiyelerini beğenen hükümdar; Mısır'ın hazînelerinin idâre işini Hz. Yusuf'a bıraktı. Yani onu maliye nazırı yaptı. O da gerekli tasarruf ve iktisat yolunu tuttu. 7 bolluk senesinden sonra 7 kıtlık senesi geldi. Her taraftan tahıl almak üzere insanlar gelmeye başlamıştı. Bu olaylardan bir müddet sonra Yemen'e çok şiddetli bir sel gelir, ağaçları kökünden söker, binaların yıkılmasına sebep olur. Sular çekildikten sonra eski bir mezarın açıldığı görülür. Ortaya bir kadın cesediyle büyük bir servet çıkar. Kitabedeki yazı okunduğunda, bu cesedin, Himyeri hükümdarlarından birinin kızı olan Tace adındaki bir kadına ait olduğu anlaşılır. Tace'nin cesedinin boynunda 7 inci gerdanlık, kollarında 7 kıymetli altın bilezik, ayaklarında mücevherli 7 halhal ve on parmağın 7'sinde muhteşem mücevher yüzüklerin bulunduğu görülür. Ayrıca baş tarafında çok kıymetli eşya ile doldurulmuş hazine gibi bir tabut parladığı da dikkatlerden kaçmaz. Bu tabutun ön kısmındaki levhada yazılı olanlar ilgi çekicidir. Hitabede şunlar yazılı idi: Ben hükümdarın kızı Tace'yim. Memleketimizde müthiş bir kıtlık çıktığı için, tahıl getirtmek üzere, birkaç adamımı, Mısır maliye nazırı olan Yusuf aleyhisselama yolladım. Epey bir zaman geçtiği halde gönderdiğim adamlar gelmeyince, adamlarımızdan bazılarına bir kantar (50 kilo kadar) gümüş verip herhangi bir yerden bununla bir kantar un alıp getirmesini istedim. Onlar da bulamadılar. Nihayet bir kantar altın verip tekrar gönderdimse de, yine bulamadıklarından, incileri öğütüp yemekten başka çare bulamadım. Fakat o da beni besleyemediği için, büyük bir servet içinde açlıktan ölümle yüz yüze kaldım. Benim bu acıklı hâlimi işitenler, gerekli dersi almalı, servetine güvenmemeli, gerekli iktisat yolunu tutmalıdır. Tarihte altının da, incinin de, geçmediği durumlar varsa da, benden başka dünyada hangi kadın bu kadar muhteşem ziynetler içinde ölmüştür? Hazineler bu kadına fayda etmediği gibi, ahirette de para pul geçmeyecektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Üzerinde kul hakkı olan, ölmeden önce ödeyip helalleşsin! Çünkü ahirette altının, malın değeri olmaz. O gün, hak ödeninceye kadar, kendi sevaplarından alınır, sevapları olmazsa, hak sahibinin günahları buna yüklenir.) [Buharî]
Halk arasında hâlâ organ nakli yapmanın caiz olup olmadığı tartışılıyor. (İnsana eziyet haramdır. Çünkü (Müslümana eziyet eden, bana eziyet etmiş olur) hadisine göre, ameliyatla canlı kimsenin bir yerini kesmek, ona eziyet vereceği için haramdır. (Ölünün kemiğini kırmak, dirinin kemiğini kırmak gibidir) hadisi de gösteriyor ki, ölüden organ almak, diriden almak gibi haramdır) diyenler çıkıyor. Halbuki diri ve ölüden organ nakletmek caizdir. Çünkü bir organı kurtarmak, hayatı kurtarmak gibi zaruridir. Zaruret olunca birçok yasaklar mubah olur. Dirinin de, ölünün de bir yerini kesmek haramdır, ona eziyettir. Fakat, zaruret olunca, bu haramlık kalkar. Çünkü, "Zaruretler, yasak olan şeyleri mubah kılar" (Mecelle) Uzman Müslüman doktorlar, bir hasta için, diri veya ölüden organ naklinden başka çare olmadığını bildirdikleri zaman, organ nakli caiz olur. Din ayrılığı gözetilmez. (El-Hedyül-İslâmi) Ölmüş annesinin karnındaki canlı çocuğu, ameliyatla almak caizdir. Çünkü, İmam-ı a'zam hazretleri, ölmüş bir kadının karnının yarılmasını ve çocuğun çıkarılmasını emretmiş, kurtarılan çocuk uzun yıllar yaşamıştır. (Eşbah) Evet, ölünün bir organını kesmek ölüye eziyettir. Ancak kesilen organ, iyi birine verilecekse, ölü bundan zevk alır. Bir kimse, birine iyilik etmek için çok yorulsa, yorulmasından şikayet etmez, aksine "Hizmet ettim, iyilik ettim" diye zevk alır. Parasını kaybeden üzülür. Fakat isteyerek bir muhtaca veren sevinir. Kurbanlık koyun da, kurban oldum diye sevinir. O acı, ona zevk verir. Halbuki hayvana da eziyet etmek haramdır. Dinimize uyulunca eziyet edilmiş olmuyor. Ölüm acısı, çok acıdır. Narkozla her tarafı uyuşturulduktan sonra veya uyku hapı alarak ölen de, çok şiddetli olan ölüm acısını duyar. Fakat mücahidler, kurşun yağmuruna tutulsa, bu acıyı duymaz. Hadis-i şerifte (Şehit, ölüm acısını duymaz.) buyuruldu. (Beyhekî) İmam-ı a'zam hazretlerinin bu uygulaması organ naklinin caiz olduğuna kâfi delildir. Bir şeyin haramlığı hakkında edille-i şe'iyyeden bir hüküm yoksa, o şey caizdir. Çünkü hadis-i şerifte, (Helal ve haram diye bildirilmeyen şey, Allahın affettiği şeylerdendir) buyuruluyor. (Hakim) (Salih birinden alınan organ, bir kâfire takılsa, yarın ahirette bu organ hangisinde konuşacak? Benim sahibim iyi mi, kötü mü idi diyecek? Salih kişinin organı, takıldığı kâfirle birlikte cehennemde yanması haksızlık olacağı için, organ nakli caiz değildir.) demek çok yanlıştır. Çünkü Allah aciz değildir. Cevap verecek olan, çürümüş organ değil, başka organdır. Nakledilen organ bile olsa, (Ben müslümanda iken şu iyilikleri yapıyordum, kâfire takılınca, şu kötülükleri işledim) diyemez mi? Allahü teâlânın hesap görmesinde hiç âcizlik, yanlışlık olur mu? Ahirette organlar konuşacaktır. (Nur 24) Her insan, aynı boy ve şekilde, fakat başka zerrelerden yapılmış bir bedenle mezardan kalkacaktır. Şimdiki beden, çürüyüp toprak olacaktır. (Kimya-i saadet) [Devamı var]
Ruhun organlara bağlılığı
Ruh, sütte yağın bulunduğu gibi, bedende bulunmaz. Kolu kesilenin ruhundan eksilme olmaz. Başkasının yüreği ile yaşayan bir insanın ruhunda değişiklik olmadığı için, o adama hiç tesiri olmaz. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe, gönül denir. Gönül görünmez, fakat etkileri ile anlaşılır. Kalb, elektrik cereyanı, yürek de ampul gibidir. Ampuldeki elektriği, ampul ışık verdiği zaman anlıyoruz. Elektrik gibi kalb de madde değildir, bir yer kaplamaz. Yürekte eserleri görüldüğü için, kalbin yeri yürek denir. Yürek değiştirmek, sanki ampul değiştirmeye benzer. Yani takılan yürek nasıl olursa olsun, takılan kimsenin kalb kuvvetinin tesiri görülür. Ampulün değişmesiyle şehir cereyanında azalıp çoğalma olmadığı gibi, yüreğin değişmesiyle, o kimsedeki kalb kuvvetinin etkisi değişmez. Ruh, elektriğe de benzer. Yanmakta olan bir ampul sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın bir miktarı kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Salih bir kimsenin yüreği, fâsık veya kâfir bir kimseye takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fâsık kimsenin yüreği, salih kimseye takılırsa, onun kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Yüreğin manevî bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez. Çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez. İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın vücudu, bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bir iş yapamaz. Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir. Mümin cennete, kâfir cehenneme gider. Ruhun mahiyetini bilmeyen kimse, insan yanınca yok olduğunu, kabir suâli ve kabir azabının olmadığını zanneder. Halbuki kabir azabı haktır. (İhya) Uzman Müslüman doktor, bir hastaya, kan veya kadın sütünün iyi geleceğini, bu hastalığın başka ilacı da olmadığını söylerse, hastanın, kadın sütü veya kan içmesi, satın alması caizdir. (R. Muhtar) Organ ve kan nakli caiz, fakat organı satmak caiz değildir. Mal olmayan şeyi satmak, bağışlamak bâtıldır. Fakat zaruret olunca, satın almak caiz olur. (Ölünce organlarımı bağışladım) demek de caiz değildir. Çünkü insanın hiçbir parçası mal değildir. Fakat, (Ben ölünce, zaruret olursa, organlarımın alınması için izin veriyorum) demek caiz olur. Yahut ihtiyaç olunca, yeni ölmüş birinin organlarını alıp, hastaya nakletmek caizdir. (S. Ebediyye)
Prof. Dr. İbrahim Yılgör isimli bir arkadaş, talebelerinden birisinin yazdığı (Doğumundan ölümüne kadar Hz. İsa) isimli doktora tezi olarak yazılmış bir kitap getirdi. Aman ya Rabbi! Birkaç mezhepsiz, Hz. İsa öldü diye kitap yazmış, bu da, (Bak falanca da İsa öldü diyor) diyerek mezhepsizleri delil olarak gösteriyor. Mesela, ibni Teymiyye, Ehli sünnetten ayrılarak Zahiriye mezhebine giren felsefeci ibni Hazm, Zeydi Şevkani, ibni Teymiyyeci Alusi, mason Abduh, bu masonun çömezlerinden Reşit Rıza, Mahmut Şeltut, Mustafa. Meragi, S. Kutup, mucizeleri inkâr eden M. Hamidullah, süper mezhepsiz Elbani ve benzerleri şahit gösterilmiştir. Bunları okuyunca kıyametin alametlerini bildiren şu hadis-i şerifleri hatırladım: (Ahir zamanda ilim kalkar, cehalet çoğalır.) [İbni Mace] (Doğru söyleyenler yalanlanır, yalancılar kabul görür.) [İ.Ahmed] (İşler, ehli olmayana verilir.) [Buharî] (Bu dinin başlangıcı gibi, sonu da garip olur!) [Tirmizî] Yazar, "Hz. İsa ölmüştür, Mehdi ve Deccal diye bir şey yoktur. Bunlar birer hurafe ve mitolojidir" diyor. İslam âlimlerinden hiç mi nakil yok denirse, göz boyamak için bazılarının ismi var ise de, teğet geçiyor, yani falanca âlim ölmedi diyorsa da, diyerek onun sözüne önem verilmiyor. Dört mezhep imamından ve İmam-ı Gazali ile imam-ı Rabbani'den hiç nakil yok. Bu konularda özel kitabı bulunan ibni Haceri Mekki hazretleri de, senet olarak değil, iki yerde tenkit edilerek ismi geçiyor. İbni Hacer-i Mekki hazretlerinin (Alamat-i Mehdi), İmam-ı Süyutî hazretlerinin (El-bürhan) ve İmam-ı Şaranî hazretlerinin (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi) kitaplarında iki yüze yakın, Hz. Mehdi'nin alameti bildirilmektedir. Bunları yok sayıp, hurafe demek, ilme ihanettir, kıyamet alametidir. Tefsirlere geçmeden önce, Nisa suresindeki iki âyetin mealine bakalım: (Allahın resulü Meryem oğlu İsa'yı öldürdük dedikleri için Yahudileri lânetledik. Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler, asmadılar da, öldürülen kimse, kedilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler tam bir kararsızlık içinde; bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Bilâkis Allah İsa'yı kendi nezdine kaldırmıştır.) [Nisa 157-158] Allahü teâlâ, bu âyetlerde Hz. İsa'nın öldürülmediğini kesin olarak bildiriyor. İleride gelecektir, kendi nezdinden maksat, göğe kaldırılmasıdır. Yoksa Allah mekandan münezzehtir, gökte değildir. Gökleri de o yaratmıştır. Yaratılan şey, yaratana mekan olamaz. (Devamı var)
Hz. İsa'nın gökten inmesi
Dün şu iki âyet-i kerimeyi bildirmiştim: (Allahın resulü Meryem oğlu İsa'yı öldürdük dedikleri için yahudileri, lânetledik. Halbuki onlar İsa'yı öldürmediler, asmadılar da, öldürülen kimse, kedilerine İsa gibi gösterildi. Onun hakkında ihtilâfa düşenler tam bir kararsızlık içinde; bu konuda zandan başka hiçbir bilgileri yoktur ve kesin olarak onu öldürmediler. Allah İsa'yı kendi nezdine kaldırmıştır.) [Nisa 157-158] Bu iki âyette, Hz. İsa'nın öldürülmediği, göğe kaldırıldığı açıkça, tevile fırsat kalmayacak şekilde, bildirilmektedir. Mezhepsizler, bu iki âyeti görmezlikten geliyor ve şu âyetleri de tevil etmeye çalışıyorlar: (Allah demişti ki: Ey İsa, seni vefat ettireceğim, seni nezdime yükselteceğim, seni inkâr edenlerden arındıracağım ve sana uyanları kıyamete kadar kâfirlerden üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacaktır.) [Al-i İmran 55]. (Elbette onun [İsa'nın kıyamete yakın gökten inmesi], kıyametin yaklaştığını gösteren bilgidir. Sakın bunda şüphe etmeyin.) [Zuhruf 61] [Yarınki yazıda, bu âyetleri Ehl-i sünnet âlimlerinin nasıl tefsir ettikleri görülecektir.] En iyi tefsir elbette Resulullah efendimizinkidir. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (On alâmet çıkmadan kıyâmet kopmaz. Biri İsa'nın inmesidir.) [Müslim, E. Davud, Tirmizî, İ. Mâce, Nesai, İ. Ahmed, Taberani, İ. Hıbban, İ. Cerir] (Bu 9 muhaddisi inkâr eden mezhepsizlere ne denir) (İsa, âdil bir hakem olarak aranıza inecek, haçı kıracak, [Hıristiyanlığı kaldıracak] domuzu öldürecek, [domuz etini yasaklayacak] İslâmdan başka şeyi kabul etmiyecektir.) Ebu Hureyre der ki: "Nisa suresinin, (Kitap ehlinden hiç kimse yoktur ki, ölümünden önce onun [İsa'nın] hak peygamber olduğuna iman etmesin. Kıyamet gününde ise [İsâ] onlar aleyhine şâhitlik edecektir.) [mealindeki 159.] âyetini okuyun.) [Buhari Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İbni Ebi Şeybe] (İsa, inecek, İslâmiyet yolunda savaşacaktır. Yeryüzünde sükun emniyet meydana gelecektir. O kadar ki aslan deveyle, kaplan inekle ve kurt kuzuyla serbestçe dolaşacak, çocuklar yılanlarla oynayacaktır. İsa kırk yıl, yaşadıktan sonra ölecektir.) [Ebu Dâvud] (İsa benim yanıma gömülecektir.) [Tirmizî] (İsa gelince Deccal'ı öldürür.) [Müslim, İ. Ahmed, Taberani, Ruyani, Ziya el Makdisi] (Bir ümmet ki başında ben, sonunda İsa gelir. Allah onları hor etmez.) [Hâkim, Ebu Nuaym] (Ne mutlu İsa indikten sonraki hayata...) [E. Nuaym] (Ahir zamanda İsa indikten sonraki hayat ne güzeldir. Yağmur yağdırması için gökyüzüne, bitki bitirmesi için yeryüzüne izin verilir. Tohumu düz bir taşa ekersen yeşerir. Bir kişi aslanın yanından geçer aslan ona zarar vermez. Yılana basar da, onu sokmaz. İnsanlar arasında menfaat mücadelesi, karşılıklı haset ve kin olmaz.) [Ebû Said-en-Nakkaş] Bu kadar hadis-i şerifi inkâr edenlerin dili kurusa yeridir. (Devamı var)
Önce kolay bulunması bakımından Tibyan tefsirine bakalım: Nisa suresinin 157 ve 158. Âyeti tefsir edilirken, Hz. İsa'nın öldürülmediği, asılmadığı, öldürülenin ona benzetildiği ve Hz. İsa'nın ref edildiği, yani göğe kaldırıldığı bildirilmektedir. (Tibyan c.1,s.365), Al-i imran suresinin 55. âyetinin tefsirinde ise şöyle buyuruluyor: (Hz. İsa diri olarak göğe kaldırıldı. Buhari ve Müslim'in rivâyet ettiği hadiste, Hz. İsa, kıyamete yakın yere inecek, peygamber efendimizin şeriati ile hükmedecek, Deccal'ı, domuzu öldürecek ve haçı kıracaktır. Yeryüzünde 7 sene, başka bir rivâyette 40 sene kalacak ve vefat ederek cenaze namazı kılınacaktır. 40 sene dünyada kaldığı ömrü olabilir. Göğe kaldırılmadan önce 33, gökten indikten sonra da 7 sene kalacaktır. Toplamı 40'tır. (Tibyan c.1, s.233), Zuhruf suresi 61. Âyetinin tefsirinde ise şöyle buyuruluyor: İsa aleyhisselamın inmesi kıyamet alametidir. (Tibyan c.4, s.137) Türkçe meallerin en kıymetlisi kabul edilen Hasan Basri Çantay'ın mealinde, Nisa suresinin 157 ve 158. âyetinde diyor ki: Hz. İsa öldürülmedi, asılmadı, öldürülen ona benzetildi ve Hz. İsa göğe kaldırıldı. Bu Celaleyn tefsirinden alınmıştır. (Kur'an-ı hakim ve meali kerim c.1, s150), Al-i imran suresinin 55. âyetinin tefsirinde ise diyor ki: (O zaman Allah, şöyle demişti: Seni öldürecek olan onlar değil, benim. Seni kendime yükseltip kaldıracağım.) Dip notunda ise, (Hz. İsa, Nisa suresinin 157 ve 158. âyetine göre, düşmanları tarafından öldürülmemiş, Allah onu ruhu ve cesedi ile birlikte, yükseltip kaldırmıştır.) Buhari ve Müslim'deki, Kıyamete yakın ineceğini bildiren hadis-i şerif nakledilmiş ve "Bu hususta sahih başka haberler de var" denmektedir. (Kur'an-ı hakim ve meali kerim c.1, s.92) Zuhruf suresi 61. Âyetinin tefsirinde ise, Hz. İsa'nın inmesinin kıyamet alametlerinden olduğu bildirilmektedir. Dipnotta ise, bu bilgileri Beydavi, Celaleyn ve Medarik'ten aldığı bildirilmektedir. İbni Abbas hazretlerinin, (Hz. İsa'nın nüzulü (yere inmesi), kıyamet alametlerindendir) ifadesine de yer verilmiştir. Buhari ve Müslim'deki Hz. İsa'nın ineceğini bildiren hadis-i şerif de ilave edilmiştir. (Kur'an-ı hakim ve meali kerim c.3, s.900) Nisa suresinin 157 ve 158. âyetinin tefsiri, mezhepsizlerin tefsirlerinde de aynen bildiriliyor, (Hz. İsa ölmedi ve göğe kaldırıldı) deniyor. Reşit Rıza mezhepsizi ise, âyetleri tevil etmiş, "Hz. İsa öldü" demiştir. İmam-ı Kurtubi, El-camiu liahkamil Kur'an isimli eserinde diyor ki: Zuhruf süresi 61. âyetinde O muhakkak kıyamet bilgisidir, alametidir ondan şüphe etmeyin buyuruluyor. İbni Abbas, Mücahid, Dahhak, Elsediy ve Katade yine buyurdu ki. Deccal'ın da kıyamet alametlerinden olduğu gibi âyeti kerime Hz. İsa'nın çıkışını da kıyamet alametlerinden olduğunu bildirir. Çünkü Allahü teâlâ onu kıyametin kopmasından önce gökten indirecektir. İbni Abbas, Ebu Hüreyre, Katade, Malik bin Dinar ve Dahhak alamet olarak bildirdiler. İbni Mesud dedi ki: Rasulullah miraca çıkarken Hz. İsa'yı gördü. Hz. İsa (Kıyamet alameti Deccal'ın çıkmasıdır, ben inip onu öldüreceğim) dedi. Deccal çıktığı an Allahü teâlâ İsa'yı gönderir onu koklayan kâfirin nefesi kesilip ölür ve Deccal'ı öldürür. (Müslim, İbni Mace, Ebu Davud, İ. Ahmed, Taberani, Suyiti, İ. Münavi, Nevevi, Kenzil ummal, Mecmul zevaid)
En'am suresinin (Rabbinin bazı alametleri geldiği gün, iman etmemiş veya imanında hayır kazanmamış olana, imanı fayda vermez.) mealindeki 158. âyetini açıklayan Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Şu üç şey ortaya çıkınca, iman etmemiş veya imanından hayır görmemiş olana, imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccal ve Dabbetülarz.) [Müslim,Tirmizî, Beyheki] (Deccal doğu taraftan çıkar.) [Müslim Ebu Davud, Tirmizi, İ. Mâce, İ. Ahmed, İ. Ebi Şeybe, Hâkim] (Deccal'ın bir gözü kördür.) [Buharî, Müslim, Ebu Davud, Ebu Nuaym] (Deccal'ın boyu kısa, saçları kıvırcıktır.) [Ebu Dâvud] (Deccal mekke ve Medine'ye giremez.) [Buharî, Müslim, Muvatta, Tirmizi, İ. Ahmed] (Deccal'ın çocuğu olmaz.) [Ahmed] (Deccal, ilah olduğunu söyler.) [İ. Ebi Şeybe] (Âdem'den, kıyamete kadar Deccal'dan büyük fitne yoktur.) [Müslim] (Deccal, bir kimseyi öldürüp diriltecektir.) [Buhari, Müslim] (Miracta Deccal'ı da gördüm.) [Buhârî, Müslim, İ. Ahmed] (İsa inip Deccal'ı öldürecektir.) [Müslim, Ebu Dâvud] (İsa, Deccal'ı öldürdükten sonra iki kişi arasında düşmanlık kalmaz.) [Müslim] (Taybe, körüğün demirin pasını çıkardığı gibi Deccal'ı çıkarır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi] (Her peygamber, ümmetini Deccal ile korkuttu.) [Buhari, Müslim] (İmanın aslından olan üç şey: Lâilâhe illallah diyene, günah işlediği için kâfir denmez. Cihad, Deccal'le savaşan bu ümmetin son ferdine kadar devam eder. Kadere iman.) [Ebu Dâvud] (Ümmetimden hak üzere devam edenler, Deccal'le de savaşırlar.) [Ebu Davud] (İsa, Deccal'le savaşırken, Mehdi, onunla beraber olacaktır.) [İ. Süyuti] (Yalancı Deccaller, sizin ve ceddinizin işitmediği şeyleri anlatırlar, onlardan sakının.) [Müslim] (Yedi şeyden önce amelde acele edin. Amel için neyi bekliyorsunuz, azdırıcı fakirliği ve zenginliği mi, ifsat edici hastalığı mı, aklınızı alacak ihtiyarlığı mı, âni ölümü mü, Deccal'ı mı, yoksa kıyameti mi bekliyorsunuz? Kıyamet ise hepsinden kötüdür.) [Tirmizi, Nesâî] (Deccal'ın fitnesinden Allah'a sığının!) [Müslim, Ebu Dâvud] (Kehf suresinin baş veya sonundan on âyet ezberleyen Deccal'ın şerrinden emin olur.) [Müslim, Ebu Davud, Tirmizi, İ. Ahmed] (On alâmet çıkmadan Kıyâmet kopmaz. Biri Deccal'dır) [Müslim, E. Davud, Tirmizî, İ. Mâce] Peygamber efendimiz, (Deccal'ın son günleri o kadar kısa olur ki, sizden biriniz Medine kapısından çıkıp, tepesine varıncaya kadar, akşam olacaktır) buyurunca, (Ya Resûlullah, o kısa günlerde nasıl namaz kılacağız) dediler. Cevaben buyurdu ki: (O uzun günlerde takdir ettiğiniz gibi takdir edeceksiniz.) [İbni Mâce] Bu kadar hadis-i şerifi inkâr edenlere ne demek gerekir ki?
Hazret-i Mehdi de gelecekti
İbni Hacer-i Mekki, (Alamat-i Mehdi), İmam-ı Süyutî, (El-bürhan) ve İmam-ı Şaranî (Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi) kitabında iki yüze yakın, Hz. Mehdi'nin alameti bildirilmektedir. Hz. Mehdi için hurafe demek, ilme ihanettir, kıyamet alametidir. Bu konudaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir: (Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizî, İ. Asâkir], (Yeryüzüne dört kişi malik oldu. İkisi mümin Zülkarneyn ile Süleyman idi. İkisi kâfir, Nemrud ile Buhtunnasar idi. Beşinci olarak, benim evladımdan biri yeryüzüne malik olacaktır.) [İ. Süyuti], (Eshab-ı kehf, Hz. Mehdi'nin yardımcıları olacak ve Hz. İsa bunun zamanında gökten inecektir.) [İ. Süyuti], (Mehdi'nin başı hizasında bir bulut olacaktır. Buluttan bir melek, "Bu Mehdi'dir, sözünü dinleyiniz" diyecektir.) [Ebu Nuaym] İmam-ı Rabbanî hazretleri de bu hadis-i şerifleri naklettikten sonra buyuruyor ki: (O halde insaf etsinler ki, bu alametler, Mehdi zannedilen kimselerde var mıdır?) [Mektubat 2/67] (Hz. Mehdi, sünneti diriltirken, bid'at işlemeye alışmış olan Medine'deki âlim, bid'atı güzel sandığı ve ibadet olarak yaptığı için Hz. Mehdi'nin emirlerine şaşarak "Bu adam bizim dinimizi yok ediyor" diyecektir. Hz. Mehdi bu âlimi öldürecektir.) [1/255], (Kıyâmet alâmetlerinin hepsi doğrudur. Güneş, batıdan doğacak, Hz. Mehdî ve Deccal çıkacak, Hz. İsa gökten inecek, Yecüc ve Mecüc yeryüzüne yayılacaktır.) [2/67] Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Horasan tarafından gelen siyah sancaklılara katılın. Onların içinde Allah'ın halifesi Mehdi vardır.) [Hâkim, İ. Ahmed Deylemî], (Nasıl helâk olur bir ümmet ki, başında ben, sonunda Meryem oğlu İsa ve ortasında da ehli beytimden Mehdi vardır.) [Hâkim, İ. Asâkir], (Şarktan çıkan bir grup, Mehdi'ye yardım ederler.) [İ. Mâce, Taberani], (Mehdi çıkınca, Allahü teâlâ ona rahmetini indirir.) [İ. Ahmed, Hâkim], (Mehdî bendendir, yeryüzünü hak ve adaletle doldurur.) [Ebu Davud], (Dünyayı küfür kaplamadıkça Mehdi gelmez.) [Mekt. Rabbani 2/68] (Mehdi gelince, bir bereket olacak, ümmetim rahat edecektir.) [İbni Ebi Şeybe], (Mehdi bizdendir. Allah onu bir gecede olgunlaştırır.) [İ. Mâce, İ. Ahmed], (İsa, Mehdi'nin arkasında namaz kılacaktır.) [İbni Hacer-i Mekki], (Mehdi, Kureyşten ve ehli beytimdendir.) [İ. Ahmed, Baverdi], (Mehdi benim soyumdandır.) [İbni Mace], (Mehdi evladı Fatıma'dandır.) [Ebu Davud, Hâkim], (Mehdi, emmim Abbasın soyundandır.) [İ. Asâkir, Dare Kutni], (Ya Abbas, senin soyundan bir genç dünyayı adaletle doldurur, İsa ile namaz kılar.) [Hatîb, İ. Asakir, Dare Kutni] [Burada tenakuz [çelişki] yoktur. Abdülkadiri Geylani hazretleri anne tarafından seyyid, baba tarafından şerif idi. Hz. Fatıma'nın soyundan bir genç, Hz. Abbas'ın soyundan biri ile evlenince, Hz. Mehdi de, her iki soydan da gelmiş olur.] Hz. Ali, oğlu Hasan'ı gösterip, "Bu oğlumun neslinden biri çıkacak, dünyayı adaletle dolduracaktır." buyurdu. (Ebu Davud)
Kıyametin diğer alametleri
Kıyametin büyük alametleri ile ilgili bir hadis-i şerif şöyledir: (Şu alâmetler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan doğar, üç yer batar, İsa iner, Duman, Dabbetül arz, Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden'den bir ateş çıkar.) [Müslim] Hz. İsa'nın gökten inmesini, Deccal'ı ve Hz. Mehdi'yi bildirmiştik. Şimdi diğerlerini bildirelim: 1- Dabbet-ül-arz çıkar. Kur'an-ı kerimde, (O söz başlarına gelince, [Kıyamet yaklaşınca], yerden bir Dabbe [hayvan] çıkarırız, bu hayvan, onlara, insanların âyetlerimize hiç iman etmemiş olduklarını söyler.) buyuruldu. (Neml 82) Feraid-ül fevaid, Muhtasar-ı Tezkire-i Kurtubi, Megaribüz zaman ve Kavl-ül-muhtasar fî alâmât-il-Mehdiyyil muntazır isimli kitaplardaki bir hadis-i şerifte, (Dabbet-ül arz, Asa-i Musa ile mümine dokunur, alnına "cennetlik" yazılır, yüzü nurlanır. Kâfire, Mühr-ü Süleyman'ı vurur, "cehennemlik" yazılır, yüzü simsiyah olur.) buyuruldu. Bir hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Dabbetülarz, Asa-i Musa ile müminin yüzünü nurlandırır. kâfirin de mühürle burnunu mühürler. Mümin veya kâfir olduğu bilinir.) [Tirmizî] 2- Yecüc ve Mecüc çıkar. Kur'an-ı kerimde, (Yecüc ve Mecüc, set yıkılıp her tepeden akın ederler.) buyuruldu. (Enbiya 96), Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Yecüc ve Mecüc, Kıyametin ilk alametlerindendir. Yecüc ve Mecüc, dünyayı harap etmeye çalışırlar. Fırat ve Dicle'den içer, Taberiye gölünü kuruturlar. Beyti Makdise vardıklarında ise "Yerdekileri öldürdük, şimdi de göktekileri öldürelim" derler ve oklarını göğe doğru atarlar, oklar kan bulaşmış olarak geri dönünce, "Göktekileri de öldürdük" derler.) [İ. Cerir] 3- Duman çıkar. Kur'an-ı kerimde, (Gökten bir dumanın çıkacağı günü gözetle) buyuruldu. [Duhan 10], Hadis-i şerifte de, (Duman, mümine nezle gibi gelir, kâfire şiddetlidir.) buyuruldu. [Ebu Dâvud] 4- Güneş batıdan doğar. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Güneş batıdan doğmadıkça Kıyamet kopmaz. O zaman herkes iman ederse de fayda vermez.) [Buharî, Müslim] 5- Doğu, Batı ve Arabistan'da ay tutulur ve yer batması olur. (B. Arifin) 6- Kâbe yıkılır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bir Habeşli Kâbe'yi yıkacaktır.) [Buharî, Müslim] 7- Sonuncu alamet, ateş çıkacak. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hicaz'dan çıkan ateş, Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatır.) [Müslim] İmam-ı a'zam hazretleri, (Yecüc ve Mecüc'ün ortaya çıkması, güneşin batıdan doğması, Hz. İsa'nın gökten inmesi, Deccal'ın ve diğer kıyamet alâmetlerinin hepsi aynen hadisi şerifte bildirildiği gibi, [tevilsiz olarak] zamanı gelince gerçekleşeceğine inanırız.) buyuruyor.
Bazı kimseler, bal yiyen baldan bıkar, cennet ne kadar güzel olsa da, insan bu nimetlerden bıkar diyerek cennette monoton hayat olacağını zannediyorlar. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Cennette monoton hayat yoktur. Dinimiz, iki günü aynı olanın ziyanda olduğunu bildirir. Ahirette de her gün nimetler artacak, iki gün eşit olmayacaktır. Her gün aynı şeylerden farklı ve daha fazla zevkler alınacaktır. Yine her gün farklı şeylerle, faklı nimetlerle karşılaşılacaktır. Allahın gücünden şüphe etmemelidir. İnsan, bilmediği şeyleri, bildiği şeylerle mukayese eder. Hâlbuki bilinmeyen şey, bilinen şeyle kıyas edilmez. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Dünya, mümine zindan gibidir.) [Müslim], (Dünya, ana rahmine göre cennet, cennete göre ise çöplük gibidir.) [M. Name] Çöplükle cennet mukayese edilir mi? Ana rahmindeki bir çocuğun, nasıl ki, dünyaya gelip, çeşitli olaylarla karşılaşacağını bilmesi mümkün değilse, cennete gidecek müminin de, orada kavuşacağı nimetleri bilmesi mümkün değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cennette hiç kimsenin görmediği, işitmediği ve hayâl bile edemediği nimetler vardır.) [Müslim], (Cennet nimetleri ile, dünyadakiler arasında yalnız isim benzerliği vardır.) [Beyhekî] Rüya ile dünya hayatı bile mukayese edilmez. Rüyada gözlerimiz kapalı olduğu hâlde çok yerleri görürüz. Dilimiz oynamadığı hâlde konuşuruz. Yani görmemiz göz ile konuşmamız dil ile değildir. İşitmemiz kulak ile yürümemiz ayak ile değildir. Rüyada hükümdar olsak ne çıkar. Az sonra uyanınca, hayâl olduğu görülür. İşte dünya hayatı da, rüya gibidir. Asıl hayat olan ahirette hükümdar olmak gerekir. Hadis-i şerifte, (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyuruldu. Nasıl ki, rüyadaki şeyleri bile dünyadaki nimetlerle mukayese etmek uygun değilse, dünyadaki şeyler de, cennetteki nimetlerle mukayese edilmez. Allahın sonsuz kudretine inananın, Onun bildirdiği her şeye inanması gerekir. Cenab-ı Hak, cennette sıkıntı olmayacağını, cennet ehline istedikleri her nimetin verileceğini bildiriyor. Cennet nimetleri yanında, dünya nimetleri, onların gölgesi, resmi gibi bile değildir. Ağacın resmi ile kendisi nasıl aynı şey değilse, cennet nimetleri yanında dünyadakiler de öyledir. Allahü teâlâ, dünyaya mahsus nimetleri, yoktan yarattığı gibi, ahirette de, hatıra, hayâle gelmeyen nimetleri yoktan yaratacaktır. Allah için güçlük olmaz. Cennette, üzüntü, sıkıntı yoktur. Birkaç âyet-i kerime meali: (İyilik edenlere, en güzel mükâfat ve daha fazlası vardır. Yüzlerinde keder ve zilletten bir eser yoktur.) [Yunus 26], (Cennetin neresine bakarsanız bakın, bol nimet ve büyük saltanat görürsünüz.) [İnsan 20], (Mümin olarak salih amel işleyeni, sıkıntısız güzel bir hayat içinde yaşatır, yaptıklarının en güzeli ile mükâfatlandıracağız.) [Nahl 97], (İyi amellerinin mükâfatı olarak, insanları memnun edecek neler hazırlandığını hiç kimse bilemez.) [Secde 17] Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, "Salihlere gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insanın hatırına gelmeyen şeyler hazırladım" [Buhârî], (Cennete giren ölmez, ebedî yaşar. Hep mutlu olur, üzülmez, ümitsizliğe düşmez, elbisesi eskimez ve gençliği gitmez.) [İbni Ebiddünya], (Cennet ehli, hiç hastalanmaz ve yaşlanmaz; hiç üzülmez ve hep neşeli olur.) [Müslim], (Cennetinki hariç, her nimet yok olur. Cehenneminki hariç, her kaygı kesilir.) [İbni Lâl], (Ancak cennete giren rahata kavuşur.) [İ. Ahmed]
Hanbelî fıkıh ve hadis âlimi iken mezhepsiz oldu. Ehl-i sünnete uymayan yazılarından dolayı Mısır'da iki defa hapsedildi. İslam âlimleri buyuruyor ki: Allahü teâlânın, sapıtmasına ilmini sebep ettiği kimsedir. (İbni Hacer-i Mekkî) Arş kadîmdir diyor. (Akâid-i Adudiyye şerhı) Kitab-ül Arş onun en çirkin kitaplarındandır. Ona şeyhulislâm diyenin kâfir olacağını söyleyen âlimler vardır. (İmâm-ı Sübkî) İbni Teymiyyeye uyanın malı ve canı helâldir. (Mirâtül-cenân, Nebrâs hâşiyesi) Kitab-ül Arş isimli eserinde, "Allah Arş'ın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resulullah'a da yer bırakır." diyor. (Keşfüz-Zünun) Şam Camii'nin minberinden inerken "Allah gökten yere, benim indiğim gibi iner" dedi. (İbni Battuta) Essırât-ul-müstekîm kitâbında, ibni Abbas gibi büyük sahabîlere kâfir demiştir. (Keşfüzzunûn) (Kazâ namazı kılmak lâzım değildir) derdi. Halbuki dört mezhepte de farzdır. Abdürrâzık paşa diyor ki, (Vehhâbîlik, bir bakımdan ibni Teymiyye'ye bağlı olduğu gibi, son asrın müceddidi denilen Abduh'daki dinde reform fikirleri de, ibni Teymiyye'ye bağlıdır.) Cehennem azabının sonsuz olmadığını söylerdi. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalacaklarına dair birçok ayet-i kerime vardır. (Bekara 81, Ahzab 65, Fussilet 28, Zuhruf 74) Ömer çok yanılmıştır diyerek, İmam-ı Ahmedin bildirdiği (Allahü teâlâ, doğru sözü, Ömer'in dili üzerine koymuştur. O hiç yanılmaz) hadis-i şerifine karşı gelmiştir. Eshab-ı kiramın çoğu, ictihad ile anlaşılacak işlerde yanılmış olsa da, onların yanılmaları, ictihadi mesele idi. İctihadda müctehidin yanıldığı bilinemez. Çünkü ictihad ictihad ile nakzedilmez. Bunun için, müctehid olan o büyükler tenkit edilemez. Dört mezhebin ictihadları farklı olduğu halde, benimki doğru diyerek biri ötekini tenkit etmemiştir. Sadreddin-i Konevi, İbni Arabi hazretleri gibi tasavvuf büyüklerine de saldırmıştır. "Gazalî'nin kitaplarında uydurma hadis dolu" derdi. (Hadika) İmam-ı Şaranî hazretleri buyuruyor ki: (İbni Teymiyye, tasavvufu inkâr eder, evliyaya, âriflere dil uzatırdı. Kitaplarını okumaktan, yırtıcı hayvandan kaçar gibi kaçmalıdır.) [Tabakat-ül-kübra] Câmi'ul-ezherdeki hanefî âlimlerinden Muhammed Bahitin (Tathir-ül-füad min-denisil i'tikad) kitabı, (Et-tevessül-i bin-Nebî ve bis-Salihîn), (Şevâhid-ül-hak), (Cevahir-ül-bihar), (Seyf-ül-Cebbar) ve (Ta'lim-üs-sübyan) kitapları, İbni Teymiyye'nin dalalete düştüğünü vesikalarla ispat etmektedir. İbni Battuta, ibni Hacer-i Mekkî, imâm-ı Sübki, kendi oğlu Abdulvehhab, İzzeddin bin Cema'a, Ebu Hayyan Zahirî, Zahid-ül Kevserî, Yusûf-i Nebhani, İmam-ı Şaranî, Ahmed bin Seyyid Zeyni Dahlan, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi gibi nice âlimler İbni Teymiyye'ye reddiyeler yazmışlar, dalâlette olduğunu açıklamışlardır.
İbni Teymiyye, Furkan isimli kitabında dini üç kısma ayırmaktadır. Selefilere göre bu üç prensip vazgeçilmez esaslardır. İslâmiyet ancak bu üç kaide gereğince, aslına uygun olarak bilinebilir. Yoksa İslâm pınarını, etraftan karışmış bulanık sulardan yani mezhep imamlarının ictihadlarından arındırmak mümkün değildir. Çünkü fıkıhçılar, kelâmcılar ve tasavvuf ehli, dinin aslına ilâveler yapmışlar, bu bakımdan din çok genişletilmiş ve içinden çıkılmaz bir hal almıştır. Dine yapılan bu ilâveleri çıkarmak gerekir. Sımsıkı bağlanılan prensip üçtür: 1- Münezzel din: Kur'ân-ı Kerîmden ve sahih kabul ettiği hadîs-i şeriflerden kendi anladıkları. 2- Müevvel din: Mezhep imamlarının Kitap ve sünnetten çıkardıkları hükümler. 3- Mübeddel din: Geçmiş dinlerin hükümleri ve uydurma saydığı hadis-i şerifler. İbni Teymiyye'ye göre, Münezzel din'e, uymak bütün Müslümanlara farzdır. Çünkü Allahü teâlâ bir müctehidin Kitap ve Sünnetten neyi anladığını bir başka mükellefe sormaz. Hattâ onu mükellef de tutmaz. Herkesi Kitap ve Sünneti anladığı ölçüde sorumlu tutar. Bu bakımdan herkes, Münezzel din ile amel etmelidir. Müevvel din'e, tevil edilmiş olana, ictihaddan âciz olan mukallitlere caizdir. Ama müctehid olanlara bu caiz değildir. İbni Teymiyye'nin selefiyye yolunu savunan bütün mezhepsizler, kendilerini birer müctehid zannettikleri için, mezhep hükümleri onlar için muteber değildir, Kitap ve Sünnetten anladıklarına tâbi olurlar. Kendilerine selefiyiz diyen bugünkü mezhepsizler, kraldan çok kralcı olup İbni Teymiyye mukallit halk için müevvel din ile [mezhep imamlarının hükümleriyle] amel etmeyi caiz görürken, onlar cahillerin de, mezhep hükümleriyle amel etmesini caiz görmezler, herkesi Kitap ve sünnete el atmaya iterler. İbni Teymiyye, Mübeddel din ile amel edilmeyi haram sayar. Geçmiş dinlerin bütün hükümleri nesh edilmemiştir. İnanılacak hususlar bütün dinlerde aynıdır, amele ait hükümlerin de bazıları nesh edilmiştir. Uydurma hadîslerle amel edilen bir din yoktur. Uydurma hadîs meselesi de ayrı bir konudur. Bir müctehidin usûlüne göre, uydurma sayılan bir hadîs başka bir müctehidin usûlüne göre sahih olabilir. İbni Teymiyye, aklının almadığı hadîs-i şeriflere hemen uydurma damgasını basmıştır. Fıkıh, kelâm ve tasavvufun ortaya koyduğu hükümleri, usulleri, uydurma hadîslerden çıkarıldığı havasını uyandırmak istemiştir. Onun bu mugalatasına İslâm âlimleri gerekli cevaplar vermiştir. Mezhepsizler, imamları olan İbni Teymiyye'nin görüşlerine uyar ve onun usulüne uyup Kitap ve sünnetten ahkâm çıkarmaya çalışırlar. Bunu da gayet normal sayarlar ve buna münezzel din derler. Biz de mezhep imamımız olan İmam-ı a'zam hazretlerinin hükümleriyle amel edince, onun usullerine uyunca, Allahın gönderdiği din ile değil, mezhep imamlarının çıkardığı din ile amel ettiğimizi söylerler. İbni Teymiyye'ye uyup Kitap ve sünnete el ve dil uzatan mezhepsizler, bizim de İmam-ı a'zama uymamıza ne hakla karşı çıkarlar ki?
Cemalettin Efgani kimdir?
Dr. Muhammed Reşad, dört yüzün üstünde önemli kaynaktan hazırladığı Efgani Etrafında Makaleler isimli kitabında özetle diyor ki: Çok önemli bir kaynak olan Sicilli Osmani'de Efgani'nin İranlı bir şii olduğu belirtilmektedir. Manastırlı Naibi Efendi ve o devrin şeyhülislamı, büyük âlim Hasan Fehmi Efendi tarafından kâfir olduğuna fetva verildi. Afganistan hakkında Ruslara casusluk da yapan, dinine ve vatanına hıyanet etmekten çekinmeyen Efgani, mason olmadan önce de, masonluğu kötülememiştir. Hatta dehrileri [dinsizleri] tenkit ederken, masonluktan hiç bahsetmemesi manidardır. Gittiği her yerde, masonlar tarafından himaye görmüş, İngiliz masonları ile de işbirliği yapmıştır. Birkaç mason locasına kayıtlı olan Efgani, İskoç locasından kovulmuşsa da, kendisi bizzat mason locası kurmuş, çömezleri bu locaya girmiştir. Edward Brown, Efgani'nin özel mason eldiveni ile bir resmini neşretmiştir. Efgani, hem Türkçü, hem İslâmcı görünmeyi başarmıştır. M. Emin Yurdakul, A. Agayef hep Efgani'den destek görmüştür. Mesela M. Emin Yurdakul'un, "Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur" şiirini Efgani çok beğenmişti. O zamanki Sebilürreşad dergisi, ırkçılığı tenkit eden makaleler neşrederken, ırkçılar da, Efgani'nin ırkçılığı öven makalesini tercüme edip yayınlayınca "İslâmcı"ların sesleri, solukları kesilmişti. Efgani, makalesinde diyordu ki: "Irkçılık dışında saadet yoktur. İnsanları birbirine bağlıyan iki bağ vardır: Biri dil, biri de din birliğidir. Dil birliği, ırk ve milliyet birliği demektir. Şüphesiz, bu birliğin dünyadaki beka ve sebatı dinden daha devamlıdır." Efgani, Mısır'da da Arap ırkçısıdır. (Arap ırkının sınırını belirleyecek ölçü din ve mezhep değil Araplık ölçüsüdür.) demiştir. II: Abdülhamid Han, hatıratında diyor ki: (Hilafetin elimde olması İngilizleri hep tedirgin etti. Blund adlı bir İngiliz ile Efgani adlı bir maskaranın el birliği ile İngiliz hariciyesinde hazırladıkları bir plan elime geçti. Efgani'yi yakından tanırdım. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara Mehdilik iddiasıyla bütün Orta Asya Müslümanlarını ayaklandırmayı teklif etmişti. Derhal reddettim. Bu sefer Blund'la işbirliği yaptı. Kendisini İstanbul'a çağırttım. Bir daha İstanbul'dan çıkmasına izin vermedim.) Ahmet Davudoğlu hoca da diyor ki: 1355 numara ile Şarkın Yıldızı Locası'na kayıtlı bir mason olan, İslâma duyduğu güvensizliği açığa vurmaktan çekinmeyen ve Peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen Efgani, bir ilim adamı değil, siyasetle uğraşan bir nankördür. Fesatçılığı sezilince ulema tarafından İstanbul'dan kovulmuş, Mısır'a kaçmıştır. (Din Tahripçileri) Prof. M. Kaya Bilgegil, (Ziya Paşa) isimli kitabında, (Efgani, her mason gibi İslâmiyeti içerden yıkmaya çalışmıştır.) diyor. Mısır'da kurulan mason localarının başına gelen C. Efgani ve M. Abduh, Müslümanlar arasında masonluğun yayılmasına çok yardım ettiler. (Les franco-maçons s.127)
Şeyh Muhammed Abduh kimdir?
Günümüzdeki mezhepsizlerin, yaptığı reformlarından dolayı mutlak müctehid diyerek övdükleri Abduh hakkında kitaplardaki bilgiler şöyledir: Beyrut mason locası başkanı diyor ki: (Efgani, Mısır'da Efgani'den sonra mason locası başkanı olan imam Abduh, masonluk ruhunu yayarak çok hizmet etti.) [Daire-tül-mearif-ül-masoniyye s. 197] Efgani'den sonra, Abduh da, masonluğa çok yardım etti. (Les franco-maçons s. 127) "Salih amel işleyen kâfir de olsa, cennete girer" diyor. S. Kutup, "Üstad Abduh, düşünüşünü nakzeden ayetleri hatırlamıyor" diyerek tenkit ediyor. [Nisa 124. ayetinin tefsirinde] Fil suresindeki kuşlara, sivrisinek; attıkları taşlara da mikrop diyor. Elmalılı Hamdi, buna gerekli cevabı vermiştir. (s. 84, 87) İslâmiyet ve nasraniyyet kitabında, "Bütün dinler birdir. Dış görünüşleri değişiktir" diyor. Londra'daki papaza yazdığı mektupta, (İslâmiyet ve Hıristiyanlık gibi iki büyük dînin el ele vererek kucaklaşmasını beklerim. O zaman, Tevrat, İncîl ve Kur'an birbirlerini destekleyen kitaplar olarak her yerde okunur) diyor. [Anlaşılan diyalogcular Abduh'un emrini uyguluyorlar.] C. Zeydan, "Abduh, eski âlimlerin koyduğu kuralları beğenmezdi." diyor. (Medeniyet-i islâmiyye) Mehmet Sofuoğlu, "Abduh faize helal der, Kur'anı mahluk kabul eder" diyor Tefsir kitabı (s.41) Davudoğlu Hoca, Din Tahripçileri kitabında diyor ki: 1) Şeyhulislam Mustafa Sabri Efendi'nin Mevkıful akl kitabında dediği gibi, Abduh, Efgani vasıtasıyla Ezher'e masonluğu sokup kadınların açılmasını destekledi. (s. 81) 2) Ezher Mecellesinde "Mısır'da ilk mason locasını kuran Abduhtur" diyor. (s. 81) 3) Şeytan, cin gibi şeyleri kabul etmez. Mucizeler, ona göre İslâm için birer kara lekedir. Mesela Hz. Musa'nın denizi yarma mucizesine med-cezir olayı der. (s. 82, 83) 4) Kur'anda bulunan her şeye doğru demek gerekmediğini söyler. (s. 82) 5) Teselsülün bâtıllığına inanmaz. (s. 82) Büyük islâm âlimi, seyyid Abdülhakîm Arvasi hazretleri buyuruyor ki: (Abduh, İslâm âlimlerinin büyüklüğünü anlayamamış, İslâm düşmanlarına satılmıştır...) İngilizler, yüzyıllardır İslâm ülkelerini binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, insanlığa yardım, kardeşlik gibi laflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur... Mustafa Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslâm devletlerini yıkmakta kullanıldıkları gibi, Efgani ve Abduh gibi masonlar ve yetiştirdikleri [Reşit Rıza gibi] çömezler de, islâm bilgilerini bozmaya, yok etmeye alet olmuşlardır. (Faideli Bilgiler)
Dini içten yıkmak isteyenler
Bazı kimseler, "Dinsizler dururken din görevlilerinin hataları ile uğraşmak gıybettir. Hatasız kul olmaz. Hatalı da olsa bid'at ehlinin kitaplarından faydalanmalı. 73 islam fırkası, birleşerek İslam birliği gerçekleştirilmeli. Hatta Hıristiyanlarla diyaloga girip, önce dinsizlik yok edilmeli. Bid'at ehlinin hatalarını biz de kabul ediyoruz. Ancak şimdi zamanı değildir" diyorlar. Din âlimlerini kötülemek çok kötüdür. İbni Asâkir hazretleri, (Din âlimlerinin etleri zehir gibidir. Koklayan [tenkide yönelen] hastalanır, tadan [kötüleyen] ölür.) buyuruyor. Biz, kötü olan kimseleri, mezhepsizleri teşhir ediyoruz. Kitaplarından misaller vererek hatâlarını açıklıyoruz. Bu hatâlara aldanmamaları için müslümanları ikaz ediyoruz. Elbette İslam âlimlerini gıybet etmek haramdır. Ama gıybet nedir? Gıybet, bir müslümanın veya bir zimminin gizli bir kusurunu arkasından söylemek olup harbîlerin ve açıkça günah işleyen müslümanların bu günahlarını bildirmek, müslümanlara zulmedenlerin ve alışverişte onları aldatanların yaptıkları bu fenalıkları duyurmak, müslümanları bunların şerrinden sakındırmak, Müslümanlığı yanlış anlatanların ve yazanların bu iftiralarını söylemek lâzım olduğundan gıybet olmaz. (Reddül Muhtar) Mezhepsizlerin ileri sürdükleri görüşler, "Hatasız kul olmaz" kabilinden basit hatalar değildir, imanı ilgilendirmektedir. Bir kısmı bid'at bir kısmı ise küfürdür. Mesela, îbni Teymiyye gibi Arş'ın kıdemine kani olmak, (Arş'ı yaratılmış kabul etmemek) Mason Abduh gibi düşük faizlere cevaz vermek, Mason Efgani gibi "Peygamberlik bir sanattır" demek, Reşit Rıza gibi icmayı inkâr edip telfık zihniyetini savunmak, Mr. Hamidullah gibi mucizeleri tevil veya inkâr etmek, Zeydî Şevkânî gibi taklidi haram saymak, İzmirli İsmail Hakkı gibi camilere sıra, müzik âletleri konmasını ve Türkçe namaz kılınmasını istemek, bid'at fırkalarından müteşekkil bir islâm birliği düşünmek basit birer hata mıdır? Bunları bilip de, gücü yettiği halde, susmanın vebali büyüktür. Çünkü hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bid'atler yayılıp, sonra gelenler, öncekilere lânet ettiği zaman, doğruyu bilenler herkese söylesin! Eğer söylemeyip gizlerse, Allahın indirdiği Kur'an-ı kerimi gizlemiş olur.) [İbni Asakir] (Ortalık karışır, yalanlar yazılır, adetler ibâdetlere karıştırılır ve Eshabıma dil uzatılıdığı zaman, doğruyu bilenler herkese bildirsin! Allahü teâlânın, meleklerin ve bütün insanların lâneti, doğruyu bilip de, gücü yettiği hâlde bildirmeyene olsun.)! [Ebu Nuaym, Deylemî] Allahü teâlânın emirlerini bildirmek ve yasak ettiklerinden sakındırmak çok mühim bir vazifedir. Hadîs-i şerifte buyuruldu ki: (Birbirinize Müslümanlığı öğretin! Emr-i marufu bırakırsanız, Allahü teâlâ, en kötülerinizi başınıza musallat eder ve duâlarınızı kabul etmez.) [Bezzar] Emr-i marufu ve nehy-i münkeri el ile yapmak hükümete, dil ile yapmak din adamlarına, kalb ile yapmak her Müslümana farzdır. (Hadika) [Devamı var]
Din görevlisinin iyisi, kötüsü olur mu? Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Âlimlerin iyisi, insanların en iyisidir. Âlimlerin kötüsü ise, insanların en kötüsüdür.) [Bezzar] (Cehennemdeki din görevlisine, "Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?" derler. O da, "Günahtır, yapmayın" der, kendim yapardım. "Yapın" dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum" der.) [Buharî] (Cehennemde azap çekenlerden bazılarının yaydıkları kötü kokular, diğerlerine ateşten daha fazla azap verir. "Sen ne günah işledin ki, öyle pis koku saçıyorsun?" denildiğinde, "Ben din görevlisi idim. Bildiklerimi yapmazdım"der.) [İ. Ahmed] (Yazıklar olsun kötü âlimlere ki, ilmi ticarete alet ederler. Menfaat için devlet adamlarına yaklaşırlar, bunların yaptıkları ticaret, kesada [darlığa, kıtlığa] uğrasın!) [Hâkim] (Bir zaman gelir ki, din görevlisi fitne unsuru olur, camiler ve hafızlar çoğalır, ama, [hakiki] âlim hiç bulunmaz.) [Ebu Nuaym] (Zebaniler, günahkâr hafızlara, puta tapanlardan önce azap yapar. Çünkü bilerek yapılan günah, bilmeyerek yapılandan daha kötüdür.) [Taberânî] (Âhir zamanda câhil din görevlileri ve fâsık hafızlar çoğalır. Bunlar, merkep leşinden daha kokmuş olur.) [Tezkire-i kurtubi muhtasarı] (Kur'an-ı kerim, okuyanlarına, ya şefaat edecek veya düşman olacaktır.) [Müslim] (Ümmetimdeki münafıkların çoğu Kur'ân-ı kerîm okuyanlardan olacaktır.) [İ. Ahmed] (Ahir zamanda, âlim azalır, cahil artar. Cahil ve sapık din görevlisi de, yanlış fetva vererek fitne çıkarır, kendisi sapar, başkalarını da saptırır.) [Buhârî] (Bir zaman gelir ki din görevlileri, en şerli olur; fitne onlardan başlar, onlara döner.) [Hâkim] (Ümmetim, kötü âlimler, cahil âbidler yüzünden helak olur.) [Darimi] (Ümmetim, kötü din görevlilerinden çok zarar görecektir.) [Hakim] Bu hadîs-i şeriflerden dini içten yıkmaya çalışanların bulunacakları anlaşılmaktadır. Böyle kimselerin ihanetlerini açıklamak gerekmez mi? "İç mücadeleye şimdilik lüzum yok" demek büyük gaflettir. Aslında iç düşman, dış düşmandan, içteki yara dıştaki yaradan daha tehlikelidir. Ayaktaki bir yaranın tedavisi, kalbdeki bir yaranın tedavisinden daha kolay olur. Sırlarımızı, cephanemizi ve zayıf noktalarımızı bilen bir düşmanın zararı dıştaki düşmandan daha tehlikelidir. Abduhcuların, "Biz İmâm-ı a'zamı da, Muhammed Abduh'u da severiz." demeleri yanlıştır. Abduh sevilirse, İmâm-ı a'zam hazretleri sevilmemiş olur. Çünkü İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Resulullaha tam ve kusursuz tâbi olabilmek için, onu tam ve kusursuz sevmek lâzımdır. Tam ve olgun sevginin alâmeti de onun düşmanlarını düşman bilip sevmemektir. Sevgiye gevşeklik sığmaz. İki zıt şeyin sevgisi bir kalbde yerleşmez. İki zıttan birini sevmek diğerine düşmanlığı gerektirir. (m. 165)
Hakkı açıklamak niyetiyle de olsa, başkalarını mağlup etmek için yapılan tartışmalar zararlıdır. Bir kimsede tartışmada galip gelme sevgisi, hakkı karşısındakinin ağzından duymaktan daha sevimli gelirse, her kötülüğün içine girmiş demektir. Tartışmayı kazanma arzusu, diğer kötülüklere sebebiyet verir. Tartışmanın on zararı vardır: 1- Hasede yol açar: Hased ise, ateşin odunu yediği gibi, iyilikleri yer. Tartışmada galip gelen de, mağlup olan da zararlıdır. Mağlup olana, (Falanca senden daha ileri görüşlüdür) denince, galip gelene haset etmeye başlar. Tartışmada galip gelen kimse, kendini üstün görmeye başlar. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, kibredeni alçaltır, tevazu edeni yükseltir) buyuruldu. (Taberânî) 2- Hakkı küçük gösterir: Tartışmacı, kendini üstün görme hastalığından kurtulamaz. Her zaman kendisinin hakim olmasını ister. (Niye hep kendin konuşuyorsun) diyenlere, (Biz böyle davranmakla ilmin izzetini koruyoruz) der. Hasmının bildirdiklerine önem vermez, onun delillerini küçük görür. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Hakkı küçük görmek kibirdendir.) [İ. Gazali] 3- Kin tutmaya yol açar: Fikrinin kabul edilmediğini gören tartışmacı, hasmına kin besler, bazen ömür boyu onu affetmez. Kin felakettir. Hadis-i şerifte, (Mümin kinci olmaz) buyuruldu. (İ. Gazali) 4- Gıybete sebep olur: Tartışmacı, hasmının sözlerini naklederek, (O şöyle dedi, ben şöyle cevap verdim) diyerek kendini gıybetten kurtaramaz. Hâlbuki gıybet etmek, ölü eti yemek gibidir. 5- Övünmeye sebep olur: Tartışmacı, galip gelirse, kendini övmekten kurtaramaz. (Şu delilleri getirerek susturdum) diye kendini över. Halbuki, (Çirkin olan doğru, kişinin kendini övmesidir). Bir ayet meali: (Allahü teâlâ, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez) [Lokman18] Arkadaşını mağlup etmekle övünen bir cemiyette, kardeşliğin tesisi mümkün olur mu? Övünmek, başkasını hakir, aşağı görmekten ileri gelir. Halbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Din kardeşini hakir görmek, kötülük olarak yeter.) [Müslim] 6- Kusur araştırıcı olur: Tartışmacı, hasmını yenmek için onun gizli kusurlarını araştırmaktan kendini alamaz. Hâlbuki başkalarının kusurlarını araştırmak günahtır. Tartışmacı, hasmının bedeni kusurlarını ima ile de olsa söyler. Mesela; hasmı gözlüklü ise, (Bu gerçekler gözlükle görülmez) diyerek hasmının, gözündeki, bedenî kusurunu ilmî noksanlığı için bir özür sayar. 7- Zarara sevindirir: Tartışmacı, hasmının kötü duruma düşmesine sevinir. Hâlbuki hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kendisi için sevdiğini, din kardeşi için sevmeyen kâmil mümin olamaz.) [Buharî] 8- Riyaya yol açar: Tartışmacı, zahiren hasmına sevgi gösterir ise de, bunun yalan olduğunu bilir. Bu ise münafıklık alametidir. Tartışmacı halkın gözüne girmeye çalışır. Bu ise riyadır. Hadis-i şerifte, (Riya küçük şirktir) buyuruldu. (Taberânî) 9- Hakkı inkâra yol açar: Hakkın hasmının ağzından çıkmasına nefret eder. Bu ise felakettir. Hadis-i şerifte, (Allahın en sevmediği kimse, hakkı kabul etmekte inat edendir) buyuruldu. (Buharî) 10- İnada sebep olur: İnat da, nefrete, düşmanlığa yol açar.
İtiraz etmeyi âdet haline getirmek , "Hayır öyle değildir" demek, çok çirkindir. Mesela, biri, (havanın sıcaklığı 25 derece) dese, buna, (Hayır 30'dan aşağı değil) demek, onun sözüne itirazdır. Çünkü böyle söylemek, (Sen bilmiyorsun, bu işten sen anlamazsın, sen ahmaksın, ben akıllı ve bilgiliyim) demektir. Bu ise, kendini büyük görüp, başkalarına hücum etmektir. Lüzum yokken, karşımızdaki şahsın kusurlarını bulup kendisine göstermek günahtır. Çünkü onun hatasını söylemekle üzmüş ve kalbini kırmış oluruz. Zaruretsiz incitmek haramdır. Böyle hususlarda başkasının hatasını söylemek gerekmez. Susmak ise imanın kemalini gösterir. Malik bin Enes hazretleri, (Tartışmanın dinde yeri yoktur. Tartışma kalbleri katılaştırır, kin ve nefret doğurur) buyurdu. (Çok sevdiğin sadık bir dostunu, tartışarak bir defacık kızdır, ondan sonra başına gelecek felaketi gör) demişlerdir. Bir insanın hiç günahı olmasa, insanları doğru yola davet ediyorum diye tartışmaya girse, bu hareketi günah olarak ona yeter. İtirazı, tartışmayı huy edinen kimse mürüvvetsiz olur. İmam-ı Gazalî hazretleri, (Ancak şöhret için uğraşan, tartışmayı sever. Şöhret ise afettir) buyurdu. Münakaşa, dostun dostluğunu azaltır, düşmanın düşmanlığını artırır. Salih mümin kibirli olmaz, vakar sahibidir, dünya işlerinde kolaylık gösterir. Din işlerinde sağlam olur. Hiç münakaşa etmez! Kötü ile münakaşa etme, seni üzer. Halim ile münakaşa etme, sana küser. Enes bin Malik hazretleri bildiriyor: Biz bir gün dînî bir konuda tartışırken, Resulullah efendimiz yanımıza geldi. Bize öyle öfkelenmişti ki, hiç böylesini görmemiştik. Buyurdu ki: (Bırakın tartışmayı! Sizden öncekiler sırf bunun yüzünden helak oldu. Tartışmanın faydası yoktur, tartışma zararlıdır. Mümin münakaşa etmez. Münakaşa edene şefaat etmem.) [Taberânî] Haklı olduğu hâlde tartışmayı terk etmek, haksız olduğu hâlde, tartışmayı terk etmekten daha zordur. Bu bakımdan haklı olduğu hâlde münakaşayı terk etmek daha çok sevaptır. Dostlar arasındaki kin ateşini körükleyen münakaşadır. Münakaşa, karşıdaki insanı cahil yerine koymak, sen bilmezsin, ben bilirim demektir. Cahillikle suçlanan herkes az veya çok kızar. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlânın en çok buğzettiği kul, tartışmada ileri gidendir) buyurulmaktadır. Münakaşa, dostların azalmasına, hasımların çoğalmasına sebep olur. Hasan-ı Basri hazretleri buyurdu ki: (Bin kişinin dostluğuna, bir kişinin düşmanlığını satın alma!) Münakaşa, kendisinin akıl, fazilet ve ilimde üstünlüğünü ispata çalışmaktır. Bu ise karşıdakini cehalet ve ahmaklıkla itham etmektir. Bu da düpedüz düşmanlıktır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Münakaşa etmeyen, kimseyi incitmeyen kimse cennete girer.) [Tirmizî] (Konuşurken itiraz etmeyene veya haklı olduğu halde, münakaşayı terk edene, Cennette bir köşk verilir.) [Taberânî] (Haklı da olsa, münakaşayı terk etmeyen, hakiki imana kavuşamaz.) [İbni Ebiddünya] (Mücadelede ısrar edeni Allahü teâlâ sevmez.) [Buharî]
İhlas eğitim kurumlarının başarıları
Yurdumuzda hemen her sahada özelleştirme gayretleri görülmektedir. Özelleştirmede rekabetler olduğu için, her zaman en iyiyi yakalama gayretleri görülür. Türkiye'de özel okulların durumunu herkes bilmektedir. Özel kolejler, devlet okullarına göre çok daha iyi eğitim vermektedir. İhlas da köklü ve ciddi bir kuruluş olarak 1996'da eğitimciliğe yönelmiş, açılan İhlas kolejleri, 2001'de ikinci mezunlarını üniversitelere göndermiştir. Daha ilk mezunları ile Türkiye genelinde küçümsenemeyecek başarılar elde etmiştir. Gittikçe güçlenen kolejlerinin başarı grafiği bu sene daha da yükselmiş, sayısalda % 100, toplamda 91.8 olmuştur. İhlas'ın ilköğretim okullarının yanı sıra Anadolu lisesi statüsündeki kolejleri ve Türkiye'nin ilk özel çok programlı lisesi giderek bu başarıyı artırmaktadır. İhlas eğitim kurumları genel müdürlüğü, "Dileriz ki, bu başarı doğrultusunda yurdumuzun bütün okulları özelleşsin ve güzelleşsin" diyor. Torunum İhlas Kolejinde okuyor. Oldukça seviyesi yüksek. İkinci sınıfta olmasına rağmen, İngilizce de biliyor. Çocuğunun yüksek başarısını görünce, mali durumu iyi olmamasına rağmen babası öteki çocuğunu da İhlas Kolejine verdi. Okulların binaları oldukça mükemmeldir. Sınıflar kalabalık değildir. Öğretmenler seçkin ve güvenilir kimselerdir. İyi bir eğitim verilmektedir. Her türlü kültürel faaliyetler mevcuttur. Okuyucularıma, çocuklarının yarınlarını düşünerek İhlas Kolejlerini tercih etmelerini tavsiye ediyorum. İnsan klonlamak nasıl olur? Klonlama için bazı gazeteler, "İnsan bir koyun yarattı, insan insanı yaratıyor" diye başlıklar attılar. Klonlamaya yaratmak denmez. Çünkü yaratmak, yoktan var etmektir. Klonlamada, Allah tarafından yaratılmış bir hücrenin içindeki genetik materyal kullanılmaktadır. Bu materyaller annenin yumurtasına aktarılmaktadır. Ruh yine Allah tarafından verilmektedir. Buna yaratmak denmez. Un, şeker ve yağdan helva yapmak gibidir. Unu, şeker ve yağı yoktan kimse yaratamaz. Ancak mevcut olan malzemeler kullanılarak yeni bir ürün meydana getirilir. Klonlama ile meydana gelecek insan, Allahın verdiği farklı bir ruha sahip olur. Fiziksel beden hemen herkeste aşağı yukarı aynıdır. İnsan ruhu sayesinde farklılıklar arz eder. Klonlama da kopyalanan sadece fiziksel özelliklerdir. Tek yumurta ikizlerinin DNA bilgileri yani fiziksel özellikler birbirinin benzerdir, ancak ruhlar farklıdır. Klonlama konusunda çalışan İtalyan Prof. Dr. Severino Antinori diyor ki: "Bu klonlama fotokopi gibi değildir. Ayni kişiler imal etmiyoruz. Vücudun fotokopisi yapılabilir ama psikolojik durumu yapılamaz. Bunun için bir insan ruhu ile birlikte aynen kopyalanamaz. Haramda şifa yoktur Hastalık için, haram olan bir şeyi yiyip içmek caiz olur mu diye sual ediliyor. İbni Abidin hazretleri buyuruyor ki: (Haram olan şeylerin ilaç olarak kullanılması, bunun hastaya iyi geleceği bilinirse ve helal olan ilaç bulunmazsa, caiz olur. Şifa olduğu tecrübe edilen maddeler, ilaç için helal olur. Haram olan bir şeyin hastaya iyi geleceğinin bilinmesi, mütehassıs olan müslüman bir doktorun söylemesi ile anlaşılır. Hadis-i şerifte (Allahü teâlâ, haram olan şeylerde size şifa yaratmamıştır.) buyuruldu. Etkili olduğu tecrübe ile bilinen haram maddeleri, zaruret halinde ilaç olarak kullanmak haram olmaz.) Zaruretler haramları mubah kılar kaidesine göre, bir hastalığı tedavi için haram bir şey kullanmak, yedirmek, içirmek gerekince, bu haram şey mubah oluyor. Hasta, haram olan şeyi değil, mubah olan şeyi kullanmış oluyor. Yani haram mubah hâle geliyor, şifa mubah madde ile sağlanıyor.
Gazetemiz Cağaloğlu'nda iken, adliye yakınımızda idi. Bir grup insan, "Nikâha hayır, nikâhsız beraberlik, özgür yaşamak için ileri" diyerek yürüyüş yapıyorlar ve eşleri ile nikâhsız yaşamak için eşlerini mahkemeye vermişlerdi. Mahkemeden boşanma kararını aldıktan sonra kol kola girip evlerine giderken resim çektirmişlerdi. Bazı kimseler, "Doğada böyle bir şey yok, insanın özgürlüğüne engel olunmamalı, herkes istediği gibi yaşamalı" diyorlar... Ancak hayvanlar kaidesiz, kuralsız yaşar. İnsan medenidir, yaşamak için belli kuralları vardır. Başıboş hayvan sürüsü gibi yaşamak mutluluk getirmez, anarşi doğurur. Ben özgürüm diye başkalarının eşleriyle yatıp kalkamaz. Özgürlük, başıboşluk, her istediğini yapabilmek değildir. Suç işleyeni mahkum etmek, hapse atmak özgürlüğe zıt değildir. Herkesin özgürlüğüne mani olan birkaç caninin esir olması, esaret, [tutsaklık] değildir. Sadece başkalarına değil, kendine bile zararlı olmak özgürlük değildir. Uyuşturucu madde gibi, vücuda zararlı olan şeyleri yasaklamak, hürriyetsizlik olarak vasıflandırılamaz. Trafiğin düzgün olması için, çeşitli kural koyarak, soldan gitmeyi yasaklamak hürriyetsizlik değildir. Suç işleyene ceza vermek, onu affetmeyip cezasını çekmesini istemek özgürlüğe zıt değildir. Kafesteki yılanı, halkın içine salmak, yılan için bir özgürlük ise de, insanlık için bir felakettir. Bir caninin serbest bırakılması, onun için özgürlük ise de, millet için özgürlük düşmanlığıdır. İlahiyatçı bir bayan, tek erkekle yaşamanın özgürlüğe aykırı olduğu düşüncesiyle kocasını bırakmıştır. Kimsenin düşüncesine kelepçe vurulamaz. Ancak ummadığımız bir gazetede, hürriyet düşmanı özgürlükçü bir bayan, nikaha, evliliğe ateş püskürüyor. "Sanatçı, sanki ölene kadar evli kalmaya ant içmiş gibi direnmesini aklım almadı" diyor ve ilave ediyor: "Evliliği, romantik bulurum ama, asla inanmadığım bir kurumdur. Sümerler'den bu yana miras ve nüfus problemlerini çözebilmek amacıyla başvurulan bir akit. Halbuki insanlardan ömür boyu aynı kişiyi seveceklerine dair imza atmalarını isteyemezsiniz. Aşka güvence verilmez. Çok seversiniz ama bir gün bir de bakarsınız ki gözleriniz başka gözlerin içinde eriyor. Hiçbir yasal baskı sevgiyi sürekli kılmaya yetmez. Kim çıkıp da, "hayır birbirinizi illa ki seveceksiniz" diye emir verebilir? Veren olsa bile onu kim dinler? Dedim ya nikah akdi inandırıcı değildir." Bunlar bayanın kendi düşüncesidir, topluma anası babası belli olmayan çocukların çoğalmasını isteyebilir, buna bir şey diyemeyiz. Ama nikâh müessesesine inanan bir gazetenin, böyle bir yazarın yazısını gazetesinde yer vermesini çok yadırgadım. İnandığımız gibi yaşamak zorundayız. İnanmadıklarımızı yaşıyor gibi görünmemiz bize bir şey kazandırmaz, aksine çok şey kaybettirir.
Bugünkü Tevrat ve İnciller
İyice tetkik edilirse, Tevrat ve İncillerde mevcut olan yazıların üç menbadan geldiği kolayca görülür: 1- Bunların bir kısmı Allah kelamı olabilir. 2- İkinci kısımda yazılı olan sözler Peygamberler tarafından söylenilmiş olabilir. 3- Üçüncü kısımdaki sözlerin bir kısmı İsa aleyhisselamın havarileri tarafından bir kısmı bazı tarihçilerin rivayetlerinden, bir kısmı ise, kimin tarafından ve niçin söylendiği bilinmeyen rivayetlerden ibarettir. Bugün elde bulunan Kitab-ı mukaddesin büyük bir kısmında, kim tarafından söylenildiği bilinmeyen, fakat muhakkak insan sözü olduğu hemen anlaşılan sözler çoktur. Bunları Allah kelamı olarak kabul etmek imkânsızdır. İçinde bir kısım Allah kelamı, bir kısım Peygamber sözü, fakat büyük bir kısmı insanların muhtelif rivayetleri bulunan bir kitap Allah kelamı olarak kabul edilemez. Hele (insan sözü) olan kısımlarında türlü türlü yanlışlıklar bulunması, aynı hususu anlatanların birbirinden çok farklı ifadeleri, verilen rakamların birbirini tutmayışı bugünkü Tevrat ve İncillerin tamamen bir insan eseri olduğunu açıkça ispat etmektedir. Bugünkü İncillerin Allahü teâlânın kelamı mı, yoksa insan eseri mi olduğu hakkında Hıristiyan din ve fen adamları ne diyorlar? Moody İncil Enstitüsü'nden Dr. Graham Secroggie, İncil Allah kelamı mı? adlı kitabında diyor ki: (Kitab-ı mukaddes insan eseridir. Bazı kimseler, neden olduğunu anlamadığım sebeplerden ötürü, bunu inkâr etmektedir. Kitab-ı mukaddes, insanların dimağında teşekkül etmiş, insanlar tarafından, insan dili ile insan eli ile yazılmış ve tamamen insan karakteri taşıyan bir eserdir.) [S.17] Hıristiyan din adamı olan Kenneth Cragg ise şöyle diyor: (Kitab-ı mukaddesin Ahd-i Cedid kısmı, Allah sözü değildir. Burada doğrudan doğruya insanların anlattıkları hikâyeler ve herhangi bir işin nasıl yapıldığını gören insanların görgü şahitliği vardır. Sırf insan sözü olan bu kısımlar, kilise tarafından insanlara Allahü teâlânın kelamı gibi nakledilmektedir.) Teolog Prof. Geyser: (Kitab-ı mukaddes Allah kelamı değildir. Ama, buna rağmen kutsal bir kitaptır) diyor. Demek ki, bugünkü Kitab-ı mukaddes hakkında, Batılı ilim adamları ile birlikte vereceğimiz karar şudur: Kitab-ı mukaddes, Allah kelamı değildir. Allah kelamı olan hakiki Tevrat ve İncil, bugün tamamen başka bir kitap haline dönüşmüştür. Bugünkü İncillerde Allah kelamı olması düşünülebilen sözler yanında, başkaları tarafından ilave edilen birçok sözler, tahminler ve hikâyeler vardır. İncillerin hepsi Allah kelamı olsa bile, Kur'an-ı kerimde olduğu gibi, bir medeni hukuk, bir ceza hukuku yoktur. İncillerle bir muhtarlık bile idare edilemez. İkinci husus, İnciller Allah kelamı bile olsa, artık onlar nesh edilmiştir. Âdem aleyhisselama, Nuh aleyhisselama inen kitapların aslı bulunsa bile onlarla amel edilemez, çünkü onlar yürürlükten kaldırılmıştır. En son gönderdiği din ile amel etmek gerekir. Öyle olmasa idi, Allah bir tek kitap gönderir, bütün peygamberlere bununla amel edin derdi. İman edilecek hususlar bütün dinlerde aynı olduğu gibi amel edilecek hususlar da aynı olurdu. Hıristiyanlığı nesh etmese idi, Müslümanlığı göndermezdi.
Gaflet, Allahü teâlâyı unutmak demektir. Her ne şekilde olursa olsun, Allahü teâlâyı hatırlamak ise gafletten kurtulmak olur. Dinin emirlerini gözeterek yapılan bütün işler, alış verişler, yiyip içmeler, gafletten kurtulmak ve Allahü teâlâyı hatırlamak demektir. Evine, camiye rastgele sağ ayakla giren kimse, gafletle girdiği için sevap alamaz. Sünnet olduğunu düşünerek sağ ayakla girerse sevap alır. Bunun için gafleti yenmeye çalışmalıdır! Kur'an-ı kerimde (Gafillerden olma) buyuruluyor. (Araf 205) Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Gaflet üzere uyuyan, Kıyamette öyle dirilir. O hâlde Allahı anarak uyumaya alışın!) [Deylemî] (Gafiller arasında Allahı anan, kuru çalılar arasındaki yeşil ağaç gibidir.) [Ebu Nuaym] (Gafil iken, gafletinden habersiz kimseye şaşılır. Şu kişiye de şaşılır ki ölüm onun peşinde iken, o dünyanın peşinde koşar. Rabbi kendinden hoşnut olup olmadığını bilmeden kahkaha ile gülene de şaşılır.) [Ebu Nuaym] Gafletin sonu pişmanlıktır. Gaflet, nimeti yok eder, hizmetleri engeller. Gaflet uykusunun sonu, sonsuz pişmanlık olabilir. Salihlerden biri, hocasını rüyada görüp, "Kıyamette en büyük pişmanlık nedir" der. Hocası, "Gafletin neticesi olan pişmanlıktır" buyurur. Adamın biri çuvalı kaybeder, arar bulamaz. Namaza durunca hatırlar. Kölesi adama, (Sen namaz kılmıyor, çuval mı arıyordun?) der. Adam köleyi ikazından dolayı azat eder. Zünnun-i Mısri hazretlerini rüyada görüp, "Vefatından sonra sana ne yaptılar?" diye sorarlar. O da, Allahü teâlâ, (Beni sevdiğini söylerdin; fakat benden gafil olurdun. Bu ise yalancılıktır.) buyurdu Bu zata böyle denirse, bizlere ne söylenmez? Yine rüyada görülen birçok kimse, dünyada gaflet içinde yaşadığını söyler. Bunun için hadis-i şerifte (İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar) buyurulmaktadır. Ölmeden önce uyanmak gerekir. İş işten geçtikten sonra uyanmak faydasızdır. Azrail aleyhisselamla iyi görüşen Yakub aleyhisselam, "Ecelim yaklaşınca bana önceden haber ver" der. O da, "Sana 2-3 haberci gönderirim" der. Bir müddet sonra Hz. Azrail yine gelir. Hz.Yakup, "Ziyarete mi geldin" der. O da, "Canını almaya geldim" der. Hz. Yakup, "Hani bana 2-3 haberci gönderecektin" der. O da der ki: Sana haberci gelmedi mi? Saçların siyahken ağarmadı mı? Kuvvetli iken zayıflamadın mı? Dimdik dururken şimdi belin bükülmedi mi? Haberci çoktur. Her gün çeşitli sebeplerle ölenlere veya mezarlara bakmak kâfidir. Muhakkak olacak şeyi oldu bilmek gerekir! Ölüm muhakkaktır. Azrail aleyhisselam geldiği zaman, Hazırım diyebilmek marifettir. Şakik-i Belhi hazretleri buyuruyor ki: (İnsanlar söyledikleri üç şeye muhalefet ederler. Biz kuluz derler, ama bey gibi yaşarlar. Allah bizim rızkımıza kefildir derler. Ama hep rızık düşünmekle meşgul olurlar. Biz de öleceğiz derler, ama hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya sarılırlar.) Her işi gafletten uzak yapmaya çalışmalıdır!
xxxxxxx
Dinimiz baştan başa edeptir
Edep, güzel terbiye, iyi davranış, güzel ahlâk, hayâ, nezaket, zarafet gibi manalara gelir. Mesela terbiyeli çocuk, edepli çocuk demektir. Hadis-i şerifte, (Evladınızı edepli, terbiyeli yetiştirin) buyuruluyor. Dinimiz, baştan başa edeptir. Edep, kulun kendisini Cenab-ı Hakkın iradesine tâbi kılması, güzel ahlâklı olmasıdır. Hadis-i şerifte, (Sizin en iyiniz, ahlâkı en güzel olandır) buyuruldu. Hz. Ömer, (Edep, ilimden önce gelir) buyurdu. Çok heybetli olmasına rağmen, edebinden, hayâsından Resulullahın huzurunda çok yavaş konuşurdu. Peygamber efendimiz de, bir kimsenin yanında iki diz üzerine oturur, ona saygı olmak için mübarek bacağını dikip oturmazdı. Hadis-i şerifte, (Resulullahın hayâsı, bakire islâm kızlarının hayâsından çoktu) buyuruldu. (Buharî) İbni Mübarek hazretleri, (Bütün ilimleri bilenin eğer edebinde noksanlık varsa, onunla görüşmediğime üzülmem, bunu kayıp saymam. Fakat edepli ile görüşemesem üzülürüm.) buyurdu. Her zaman her yerde edepli, hayâlı olmaya çalışmalıdır! Hadis-i şerifte, (Hayâsızlık insanı küfre düşürür) buyuruldu. Hayâ, bir binayı tutan direk gibidir. Direksiz binanın durması kolay olmadığı gibi, hayâsız kimsenin de imanını muhafaza etmesi zordur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Mümin, ayıplamaz, lânet etmez, çirkin söz söylemez ve hayâsız değildir.) [Tirmizî] (Hayâ imanın nizamıdır. Bir şeyin nizamı bozulunca, parçaları da bozulur.) [İ. Maverdi] (Hayâ imandandır. Hayâsızın imanı yok demektir.) [İbni Hibban] (İnsan, salih iki komşusundan utandığı gibi, gece gündüz kendisiyle beraber olan yanındaki iki melekten de utanmalıdır!) [Beyhekî] Dinimizde hayânın yeri çok mühimdir. Allahü teâlâdan utanmak, imanın kuvvetli olduğuna, hayâsızlık da imanın zayıf olduğuna alamettir. Hadis-i şerifte, (Hayânın azlığı küfürdendir) buyuruldu. Hayâsız kimse, zamanla küfre kadar gidebilir. Hayâ, imanın esasındandır. Hayâsı olan Allahtan utandığı için günahtan çekinir. İnsanlardan utanmayan Allahtan da utanmaz. İnsanlardan utanarak günahı gizlemek de hayâdandır. İnsanlardan utananın, Allahü teâlâdan da utandığı anlaşılır. Çünkü hadis-i şerifte, (Allahtan sakınan, insanlardan da sakınır) buyuruluyor. Hayâsız olan mürüvvetsiz olur. Hz. Ebu Bekir, (Hayâsız insan, halk içinde çıplak oturan gibidir) buyurdu. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (İman edenler arasında kötülüğün, hayâsızlığın yayılmasını isteyenler ve sevenler için dünyada da ahirette de elim bir azap vardır.) [Nur 19] Kadın erkek ilişkilerinde ve tuvalet için kullanılan kelimeleri aynen söylemek insanlığa uygun değildir, hayayı yok eder ve iyileri gücendirir. Böyle kelimeleri söylemek gerekince, açık olarak değil, kinaye olarak söylenir. Kinaye, bir şeyi, açık manası başka olan kelime ile anlatmak demektir. Allahü teâlânın nimetinde, nimeti vereni görmeli, daima Onun huzurunda olduğunu düşünmeli, mesela otururken, yatarken edebe riayet etmelidir. Yerken, içerken, konuşurken, okurken, yazarken ve her çeşit iş yaparken, bütün bunların Allahü teâlânın kudretiyle yapıldığını, bütün işlerde Onun emrine uyup yasak ettiklerinden sakınmayı düşünmelidir. Böyle düşünmek çok üstün bir ibâdettir.
İyi insan olmak için kâmil yani olgun müslüman olmak gerekir. Allah indinde mümin çok kıymetlidir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Müminler, öyle kimselerdir ki, Allah anıldığı zaman kalbleri titrer, Allahın ayetleri okununca, imanları kuvvetlenir ve yalnız Rablerine dayanıp güvenirler, namazı doğru kılar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden [Allahın razı olduğu yerlere] harcarlar.) [Enfal 2-3] (Müminler, kurtuluşa ermiştir. Namazlarını huşu içinde kılar, boş ve lüzumsuz şeylerden yüz çevirir, zekâtlarını verir, iffetlerini korur, emanet ve ahitlerine riayet ederler.) [Müminun 1-8] (Onlar, Allahın ahdini yerine getirir, verdikleri sözü bozmaz, Rablerinin rızasını isteyip sabreder ve kötülüğü iyilikle savarlar.) [Rad 20-22] (Büyük günahlardan ve hayâsızlıktan sakınır, öfkelendikleri zaman da kusurları bağışlar ve işlerini aralarında istişare ederler.) [Şura 37,38] (İnanıp hayırlı iş işleyen [mümin]lerin kötülüklerini örteriz, yaptıklarının en güzeli ile de mükâfatlandırırız.) [Ankebut 7] (Allah müminlerin kötülüklerini örter, işledikleri şeylerin en güzellerinin karşılığını da verir.) [Zümer 35] (Allah, inanıp emirlerini yapan müminlere mağfiret ve büyük ecir vâdetmiştir.) [Feth 29] (Elbette müminler kardeştir.) [Hucurat 10] Müminlerle ilgili hadis-i şeriflerden bazıları da şöyledir: (Müslüman, elinden ve dilinden müslümanların emin olduğu kimsedir.) [Buharî] (Mümin akıllı, basiretli, uyanıktır. Her işte Allahın rızasını gözetir. Acele etmez, ilim sahibidir, haramlardan kaçar.) [Deylemî] (Mümin, koku satan kimse gibidir. Yanında otursan için açılır. Onunla gezsen veya ortak iş yapsan faydasını görürsün. Onun her işi faydalıdır.) [Taberânî] (Müminler, birbirine karşı sevgi ve merhamette, bir vücut gibidir. Vücudun bir yeri rahatsız olunca, bütün vücut huzursuz olur. Oranın tedavisi ile meşgul olurlar. Müslümanlar da böyle birbirine yardıma koşar.) [Buharî] (Mümin ülfet eder [iyi geçinir] ülfet etmeyen ve ülfet edilmeyende hayır yoktur.) [Beyhekî] (Müminin yanına giren, güzel bir bahçeye girmiş gibi ferahlık duyar.) [Deylemî] (Mümin lânet etmez, kötülemez, müstehcen konuşmaz ve hayâsız olmaz.) [Hakim] (Mümin arıya benzer; konduğu dalı kırmaz, oraya zarar vermez. Toplayıp bıraktığı eseri de güzeldir.) [Beyhekî] (Mümin, yumuşaktır. Munis bir deve gibi boyun eğer, "ıh" denince, yer sert olsa da çöker.) [Beyhekî] (Mümin sert değildir. Yumuşaklığından dolayı ahmak zannedilir.) [Deylemî] (Mümin geçim ehlidir, rahatlık verir. Münafık geçimsizdir, sıkıntı verir.) [Dare Kutni] (Halkın elindekine göz dikmemek, müminin alametlerindendir.) [Dare Kutni] (Komşusu kötülüğünden emin olmayan, mümin olamaz.) [Buharî] (Çevrendekilerle güzel komşuluk et ve kendin için sevdiğini, başkaları için de sev ki müslüman olasın.) [Haraiti]
Dini açıdan kürtajın durumu
Doktorlar, dini bir kaygı duymadan rahatça dinden bahsedebiliyorlar. Biz de tıbbi kaygı duyarak tıptan bahsedelim. Kürtaj [curretage], kazımak demektir. Diş etlerindeki lezyonarı temizlemeye de kürtaj denir. Jinekolojide kürtaj, rahimdeki bir dokuyu kazıyarak almak demektir. Bu dokular gebelik ürünü veya tedavi maksatlı olabilir. Kanama bozukluklarında teşhis maksadı ile kısırlık araştırmaları için de kürtaj yapılabilir. Genel olarak, istenmeyen gebeliklerin sonlandırılması maksadı ile yapılır. Ama kürtaj, bir doğum kontrol metodu değildir Kürtajın riskleri gebelik büyüdükçe artar. Özellikle büyük gebeliklerde kürtaj esnasında çok kanama olabilir. Kanama durdurulamaz ise tehlike arz edebilir. Onun için kürtaj ilk aylarda yapılmalıdır. Kürtajın yasal sınırı 10 hafta, yani 2.5 aydır. Bundan sonra kürtaj olmak illegaldir. O halde kürtaj için gecikmemeli, 2.5 ayı aşmamaya gayret etmelidir. Kürtaj imkânına ulaşmamış binlerce kadının gayri sıhhî metodlarla gebeliğini kendi kendine sonlandırmasında meydana gelen ağır hastalıkla hayatını kaybettiği acı bir gerçektir. O halde kürtaj meşru yollarla yapılmalıdır. Yasaya göre 18 yaşından büyük ve evli olan kadınlar hem kendi hem de eşlerinin rızası ile kürtaj olabilir. Resmen evli görülmeyen kadınlarda eş rızası aranmaz. 18 yaşından küçükler ise ancak veli veya vasilerinin onayı ile kürtaj olabilirler. Dinimizde ise, özürsüz çocuk aldırmak haramdır, yasaktır. Hele fakirlikten korkarak, rahmindeki çocuğu öldürmek, haksız yere cana kıymak, yani cinayet olduğu gibi, evlat hakkını da tanımamaktır, büyük günahtır. Ananın veya süt emen diğer çocuğun ölümüne sebep olan bir özür varsa, uzuvları teşekkül etmeden çocuk aldırmak câiz olur. Kütüb-i sittedeki, (İnsan, anne karnında nutfe olarak 40, kan pıhtısı olarak 40, et parçası olarak da 40 gün kalır. Bundan sonra ruh verilir.) mealindeki hadis-i şerifini de esas alan âlimler, bir özürden dalıyı, 1 aydan 4 aya kadar kürtaja izin vermişlerdir. (R. Muhtar) Dinimizde fakirlikten dolayı iyi bakamamak, besleyememek korkusu, kürtaj için özür olmaz. Müslümanların, çocuklarına din bilgisi öğretememek, İslâm terbiyesi ile yetiştirememek korkusu kürtaj için özür olur. Düşük veya kürtajda parmağı, ağzı veya burnu belli olursa, bütün çocuk doğurmuş gibi olur. Hiçbir yeri belli değilse, nifas olmaz. Fakat kan, 3 gün veya daha fazla akarsa ve hayzdan kesileli 15 gün veya daha çok olmuşsa, hayz olur. Eğer 3 günden az ise veya daha hayz kesileli 15 gün olmamış ise, hayz değil, istihazadır. İki âdet arasında en az 15 gün temizlik hali olur. Kan, en az 15 günlük temizlikten sonra gelip 3 günden önce kesildiğinde, namaz vaktinin sonu yaklaşıncaya kadar bekler. Sonra gusletmeden yalnızca abdest alıp, o namazı kılar ve önce kılmadıklarını kaza eder. O namazı kıldıktan sonra kan yine gelirse, namaz kılmaz. Yine kesilirse vaktin sonuna doğru abdest alıp, o namazı kılar ve kılmadıklarını kaza eder. 3 gün tamam oluncaya kadar böyle yapar. Üç gün kan gelip, normal âdet süresinden önce kesildiğinde, namaz vakti sonuna kadar bekler, kan görmezse gusledip, o namazı kılar. Kılmadıklarını kaza etmez. Normal âdet zamanı geçinceye kadar bekler. Sezaryen [caesarean] ile çocuk alınınca gelen kan Malikide nifas olmaz ise de, Hanefide nifastır.
Bilgi yönünden insanlar dört gruba ayrılır: 1- Bildiğini bilen, 2- Bildiğini bilmeyen, 3- Bilmediğini bilen, 4- Bilmediğini bilmeyen. Bildiğini bilen: Böyle kimseler makbuldür. Kendinden emindir. Cesurdur, birçok işi başarır. Bir arkadaş var. Bilgisayar dahil, "her aleti çalıştırabilirim, çünkü bunu da benim gibi bir insan yapmıştır" diyor ve kendinden emin olduğu için de başarabiliyor. Bildiğini bilmeyen: Böyle kimseler ikaza muhtaçtır. Çekingendir. Ben bu işi başaramam diye korkar. Gerekli ikaz yapıldığında o işi rahat başarır. Mesela yine bir arkadaşım var. Bilgisayardan anlamam, o bana konuşmaz dedi. Yanına bir otur dedim, patlar, çatlar diye cesaret edemedi. Israr ettim, "Bunun bilgi ile, kültür ile ilgisi yok. Azıcık cesaret yeter" dedim. Şimdi bilgisayarı rahat kullanıyor. Bilmediğini bilen: Böyle kimseler haddini bilir. Her şeye burnunu sokmaz. Kendi işi ile meşgul olur. Böyle kimseler her zaman takdir görür. Bilmediğini bilmeyen: Böyle kimseler hem kendine, hem topluma zarar verir. Hem bilmez, hem de bilmediğini bilmez. Yani hem kel, hem foduldur. Her şeye burnunu sokar. Burnu da pislikten kurtulmaz. Kendileri ile ilişki kurmak yönünden insanlar dörde ayrılır: 1- Tavşan pisliği gibi olanlar. 2- Gıda [besin] gibi olanlar. 3- İlaç gibi olanlar 4- Hastalık gibi olanlar. Tavşan pisliği gibi olanlar: Ne kokar, ne bulaşır. Hiç kimseye yararı ve zararı dokunmaz. Varlıkları ile yoklukları arasında fark olmayan kimselerdir. Gıda gibi olanlar: Herkesin her zaman ihtiyaç duyduğu kimselerdir. Böyle kimseleri arayıp bulmalı, bulunca da, kaybetmemek için gerekli tedbirleri almalıdır. İlaç gibi olanlar: Ancak ihtiyaç zamanında işe yararlar. Böyle kimseleri de ihmal etmemelidir. Hastalık gibi olanlar: Bu tip insanlara hiç ihtiyaç olmaz. Fakat, kendileri insanlara musallat olurlar, bulaşırlar. Bunlardan kurtulmak için, müdara etmek gerekir. Dört şey bedeni kuvvetlendirir: Et ve bal yemek, güzel koku sürünmek, münasebet olmadan çok yıkanmak, yumuşak kumaştan güzel elbise giymek. Dört şey bedeni zayıflatır: Fazla düşünce, çok ekşi yemek, aç karnına çok su içmek, fazla münasebet. Dört şey gözü kuvvetlendirir: Sürme çekmek, yeşilliğe, akar suya ve helal olan güzel yüze bakmak. Harama bakanların gözleri zayıflar. Dört şey gözün nurunu azaltır: Pisliğe bakmak, idam edilene bakmak, helali de olsa, kadının edep yerine bakmak, kıbleye arka dönüp oturmak. Dört şey aklı çoğaltır: Fazla ve lüzumsuz konuşmamak, misvak kullanmak, salihlerle, âlimlerle beraber olmak, günah işlememek.
Receb ayının ilk cuma gecesine Regaib gecesi denir. Her cuma gecesi kıymetlidir. Bu iki kıymetli gece bir araya gelince, daha kıymetli oluyor. Allahü teâlâ, bu gecede, müminlere, ragibetler [ihsanlar, ikramlar] yapar. Regâib, ihsanlar, ikrâmlar demektir. Bu geceye hürmet edenleri affeder. Regaib gecesi yapılan dua kabul olur, namaz, oruç, sadaka gibi ibadetlere, sayısız sevaplar verilir. Regaib gecesini ibadetle geçirmeli, kazası olan, hiç değilse bir günlük kaza namazı kılmalı! Kazası olmayan da nafile namaz kılar, Kur'an-ı kerim okur, tesbih çeker, tövbe istiğfar eder. Perşembe gününü (yarını), oruçlu geçirip, gecesini de ihya etmek çok sevaptır. Receb ayında oruç tutmak faziletlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, Receb ayında oruç tutanları mağfiret eder.) [Gunye] (Receb-i şerifin bir gün başında, bir gün ortasında ve bir gün de sonunda oruç tutana, Receb'in hepsini tutmuş gibi sevap verilir.) [Miftah-ül-cenne] (Ramazan ayı dışında Allah rızası için bir gün oruç tutan, iyi bir yarış atının bir asırda alacağı mesafe kadar Cehennemden uzaklaşır.) [Ebu Yala] (Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Şabanın 15. gecesi, Cuma gecesi, Ramazan bayramı ve Kurban bayramı gecesi.) [İ. Asâkir] (Receb'in ilk cuma gecesini ihya edene, Allahü teâlâ, kabir azabı yapmaz. Duâlarını kabul eder. Yalnız, 7 kimsenin duasını kabul etmez: Faizci, Müslümanları aşağı gören, ana babasına eziyet eden, Müslüman olan ve dinin emirlerine uyan kocasını dinlemeyen kadın, çalgıcı, livata ve zina eden, beş vakit namazı kılmayan.) [S. Ebediyye] (Bu günahlardan vazgeçmedikçe, duaları kabul olmaz.) (Receb büyük bir aydır. Allah bu ayda hasenatı kat kat eder. Receb ayında bir gün oruç tutana, bir yıl oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur. 7 gün oruç tutana, Cehennem kapıları kapanır. 8 gün oruç tutana Cennetin 8 kapısı açılır. On gün oruç tutana, Allah istediğini verir. 15 gün oruç tutana, bir münadi, "Geçmiş günahların affoldu" der. Receb ayında Allahü teâlâ Nuh aleyhisselamı gemiye bindirdi ve o da, Receb ayını oruçlu geçirdi. Yanındakilere de oruç tutmalarını emretti.) [Taberânî] (Kim Receb ayında, takva üzere bir gün oruç tutarsa, oruç tutulan günler dile gelip "Ya rabbi onu mağfiret et" derler.) [Ebû Muhammed] (Receb Allahın, Şaban benim. Ramazan da ümmetimin ayıdır.) [Ebû Feth] Recep ayı girdiği zaman Resulullah efendimiz, "Ya Rabbi, Recep ve Şaban'ı bizler için mübarek kıl ve bizi Ramazan'a eriştir" diye dua ederdi. (Beyhekî) Hz. İbni Abbası dedi ki: (Resulullah, bazen Recep ayında öyle çok oruç tutardı ki, ayı hep oruçlu geçirecek zannederdik. Bazen de, oruç tutmaz, bu ayda hiç oruç tutmayacak zannederdik.) [Buhârî] Hz. Aişe validemiz, (Resûlullah, pazartesi ve perşembe günleri oruç tutmaya çok önem verirdi.) buyuruyor. Hadis-i şerifte, (Ameller Allahü teâlâya pazartesi ve perşembe günleri arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini istiyorum.) buyuruldu. (Tirmizî) Receb ayında yapılan duâ kabul edilir, hatalar affedilir. Günah işleyenin cezası da kat kat olur.
Bir kimse, kendi mezhebine göre yapamadığı veya güçlükle yaptığı bir işi, diğer üç mezhepte yapılması kolay ise, o mezhebin şartlarına uyarak, bu işi o mezhebe göre yapması caizdir. (R. Muhtar c.1, s.51, Mizan, s.18, Hadika s.790) Bir Hanefi'nin kendi mezhebine göre yapamadığı bir işi, yapabilmesi için Şafiî'yi taklit etmesinde bir beis olmadığı Bahrürraık ve Nehrülfaık'ta da yazmaktadır. (Tahtavi s.96) İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Müslümanları sıkıştırmak, incitmek haramdır. Şafiî âlimleri, kendi mezheplerinde yapılması güç şeylerin Hanefi'ye göre yapılmasına fetva vermişlerdir. Mesela Şafiî'de sekiz sınıfın her birine zekât verilmesi gerekir. Bugün bu sınıfların hepsi olmadığı için zekât vermek imkânsızdır. Bunun için Şafiî âlimleri, Hanefi mezhebi taklit edilerek zekât verilmesine fetva vermiştir. Çünkü Hanefi'de bu sınıflardan birine vermek kâfidir. (c.3, m.22) Hacca giden bir Şafiî'nin kadınlara dokunma ihtimali çok olduğu için abdestli bulunması imkânsız gibidir. Bu durumda Hanefi mezhebini taklit eder. İhtiyaç yok iken veya mezheplerin kolay gelen taraflarını taklit etmek yani telfîk caiz değildir, haramdır. (Hadika s.207, R. Muhtar s.51] İbni Abidin hazretleri buyurdu ki: (Zaruret olmasa da, harac, yani sıkıntı olunca, diğer üç mezhepten biri taklit edilir. Bir işin, bir ibâdetin sahih olması için dört mezhepten birine uygun olması gerekir. Bir ibâdeti yaparken, şartlarından biri, bir mezhebe, başka biri de başka mezhebe uygun olursa, bu ibâdet sahih olmaz.) [R. Muhtar ] Zaruret olmasa da bir ibâdeti yapmakta güçlük olunca, bunu yapmak için başka mezhebi taklit caizdir. (Mizan, Fetava-i Hayriye, Fetava-i Hadisiye, Mafüvat) Bir Hanefi, kendi mezhebine göre yapamadığı bir işte, başka bir mezhebi taklit edebilir. Bu işi yaparken o mezhebin şartlarını da yerine getirmesi gerekir. Harac [güçlük] olmadan ve şartlarını yapmadan taklit ederse, buna telfîk denir ki caiz değildir. (Merakıl felah haşiyesi) Bir Hanefi, yolculukta namazlarını kaçırma tehlikesi olduğu zaman diğer üç mezhepten birini taklit ederek öğle ile ikindiyi veya akşam ile yatsıyı cem ederek bir vakitte kılabilir. Ancak, taklit ettiği mezhebe göre guslü ve abdesti bulunması, namazı da o mezhebe göre kılması gerekir. Mesela; kadına dokunduğu hâlde, namazlarını cem ederse Şafiî'ye göre abdestsiz kılmış olur. Hanefi'de de yolculukta namazı birleştirmek caiz olmadığından her iki mezhebe göre de namazı sahih olmaz. Namaz, gusül ve abdeste bağlı bir ibâdettir. Şafiî'ye göre abdesti olmayan Hanefi, yolculukta Şafiî'ye göre namazlarını birleştiremez. Birleştirirse telfîk olur, caiz olmaz. (Hulasat-üt-tahkik) Başka mezhebi taklit ederken, bütün şartlarına uyulmazsa, taklit caiz olmaz. Ancak bütün şartlarına uymak imkansız olursa o zaman, uyulabildiği kadar uyulur. Mesela mukimken, zaruret olunca Hanbeli mezhebine göre iki namazı cem etmek caizdir. Ancak Hanbeli'de de gusülde ağzın içini yıkamak farzdır. Bunun için ağzında dolgu olan birisi, zaruretsiz Hanbeli'yi taklit edemez. Zaruret olunca da telfîk olmaz, caiz olur. Çünkü başka çare kalmamıştır. Namazı kazaya bırakmak haram olduğu için, Hanbeli taklit edilerek iki namaz cem edilir. (Hulasat-üt-tahkik)
Kelimeleri yanlış kullanmak belki hoş görülebilir. Fakat dini tabirleri bozmak asla hoş görülmez. Çünkü bir söz insanı kâfir edebilir. Dini kelimeleri yerli yerinde kullanmamak dini bilgilerden noksan olmaktan ileri gelmektedir. Hatta bazı kimselerin din ile hiç ilgisi olmuyor. Rastgele konuşuyor. Açlık grevine "ölüm orucu" deniyor. Müslüman da bunlara bakarak aynı hataya düşüyor. Müslüman olmayana şehit denmez. Çin ile Japonya savaşsa, savaşta ölenlere şehit denmez. Şehit kelimesi gibi, yaratmak, kader, mucize, keramet, sihir gibi birçok kelime de yerli yerinde kullanılmıyor. Hırsızın, üç kâğıtçının el çabukluğu ile yaptığı harekete, keramet veya mucize denmez. Evliya harika bir şey gösterse, mesela su üstünde yürüse, buna keramet denir. Peygamber su üstünde yürüse buna mucize denir. Salih bir müslüman yürüse buna firaset denir. Bu kimse, fâsık ise istidrac, kâfir ise, sihir denir. Kâfir olan Deccal'ın da insanları öldürüp diriltmesi bir sihirdir. Sihir, cisimlerin fizik özelliklerini, şekillerini değiştirir. Maddenin yapısını değiştiremez. Mucize ve keramet, ikisini de değiştirebilir. Demek ki mucize sadece peygamberlerde görülür. Bunun için (mucize indirim) demek, birisini övmek için (Mucize yarattı) demek, (Yedinci kattan düştü, mucize olarak kurtuldu) demek, Onun Peygamber olduğunu söylemek olur. Bunda niyete bakılmaz, söze bakılır. Herhangi bir kimseye peygamber demek küfür olur. Allahü teâlâdan başkasına yaratıcı demek mesela, eser yarattım, panik yarattı, yaratıcı bir insan demek Müslüman için çok tehlikelidir. Yaratıcı yalnız Allahü teâlâdır. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Yaratmak Allaha mahsustur.) [Araf 54] Bazı kimseler, Allahü teâlânın yarattığı işlere, mesela gözün, kulağın yapısına mucize diyorlar. Bal peteğinin üstünde Allah yazılı olsa, buna da mucize diyorlar. Böyle söylemek yanlıştır. Allahın kudreti, Allahın hikmeti gibi bir şey demek gerekir. Bir profesörün eserini tavsiye edecektim. Fakat Allahın kudretine mucize dediği için, kıymetli eserini tavsiye edemedim. Mucize kelimesini bozmaya çalıştıkları gibi, Müslüman kelimesi yerine "islâmcı" veya "dinci" diyorlar. Dinimiz salih, mücahit, dindar, mütteki gibi kelimeleri bildirmişken, İslamcı demek bid'attir. Hiçbir İslâm âlimi islâmcılıktan bahsetmemiştir. Türkçe'de genel olarak, cı, cu ekleri isim ve sıfat üreten bir ektir. İsim olarak, sütçü, balıkçı, şarkıcı gibi o işin ticaretini yapan kimseye denir. Sıfat olarak pilavcı, esrarcı makarnacı gibi kelimeler, o şeyi yiyip bitirmekle zevk alana denir. İslâmcı, dinci de bana bunlar gibi geliyor. İslâmı ve dini yiyip bitirmekle zevk alan veya onun ticaretini yapan kimse gibidir. Bunun için de hiç kimsenin dinci veya İslâmcı olmasını tavsiye etmeyiz. Kader kelimesi de yanlış kullanılıyor. (İşçi kaderine terk edilemez, işi kadere, şansa bırakmamalı) diyorlar. Kader, insanların elinde değildir. Kader, şans gibi kelimeler, yanlış olarak tesadüf yerine kullanılıyor. (İşi tesadüfe bırakmamalı) denir. Fakat (İşi kadere bırakmamalı) denmez. Kader, Allahü teâlânın ezelî ilmi ile, kulların yapacakları şeyleri bilmesidir. Allahü teâlânın ilmine kimse müdahale edemez. İntihar eden de Allah'ın kaderini değiştiremez. (Öldürülen kişinin eceli, o anda, ömrü ortadan kesilmiş değildir) ifadesini Ahmed Asım efendi, (Öldürülen kimsenin [ve intihar edenin] o anda eceli gelmiştir. Ömrü ortadan kesilmemiştir. Herkesin eceli bir tanedir.) şeklinde açıklamaktadır.
Hediyeyi geri istemek caizdir
Hediye, mevcut ve bilinen bir malı birine karşılıksız vermektir. Belli bir karşılık isteyerek vermek de câizdir. Mecbur kalmadıkça hediyeyi geri istememeli. Çünkü hadis-i şerifte, (Hediyesinden vazgeçip geri isteyen, kustuğunu yalayan köpeğe benzer.) buyuruldu. (Buharî) Buna rağmen, bir kimse, sebepli veya sebepsiz verdiği hediyeyi geri isteyebilir. Ancak şu yedi şeyden biri varsa, hediyesini geri alamaz. (El-İhtiyâr) 1- Verilen malda kıymetini artıran fazlalık meydana gelmiş olmak. [Hediye edilen bir kitabı, alan kimse ciltletmişse, hediyeyi veren artık bunu isteyemez.] 2- İkisinden birinin ölmesi. [Hediyeyi veren ölmüşse, varisleri hediyeyi geri isteyemez, veya hediyeyi alan ölmüşse, veren, varislerinden bunu isteyemez.] 3- Hediyenin karşılığı olduğu bildirilerek bir hediye vermek. [Senin kitabına karşılık olarak şu kurşun kalemi verdim demek gibi.] 4- Hediye edilen malın, alanın mülkünden çıkması. [Hediye edilen kitabı başkasına hediye etmek ve satmak gibi] 5- İkisi arasında nikah bulunmak. [Karı koca, birbirine verdiği hediyeyi geri isteyemez.] 6- Aralarında nikahı ebedi haram eden akrabalık bulunmak. [Kayınpedere, kayınvalideye, geline, damada, ana baba ve çocuklara verilen hediye geri alınamaz.] 7- Hediyenin helak olması. [Alınan hediye kaybolmuşsa, veren hediyesini isteyemez] Zengine verilen hediyeyi gerektiğinde geri istemek caizdir. Fakat fakire verilen hediyeyi geri almak caiz değildir. Çünkü fakire verilen hediye sadaka olur. Sadakayı ise geri almak caiz değildir. (Hidaye) Bir kimse hanımına, "Sana borcum olan mehrini bana hediye etmezsen, babanın evine hiç gidemezsin" dese, hanımı da, hediye etse, sahih olmaz. Çünkü kerhen, zor ile hediye vermek sahih olmaz. Mehri kocasına hediye etmeyi şarta bağlamak, meselâ "Şu işi yaparsan mehrim sana helâl olsun" demek sahih değildir. (Fetâvâ-yı Bezzâziyye) Alacağını borçlusuna veya başkasına hibe eden, vazgeçemez. Müşteri, malı teslim almadan başkasına hibe edebilir. Gelecek ay başında, şu malı sana hibe ettim demek sahih olmaz. Bir kimse, kendi borcunu edâ etmek şartı ile birine bir şey hibe ettikte, borç ödenince, hibe lâzım olur. Ödemezse, hibeden vazgeçebilir. Hibe ederken malın mevcut olması şart, hazır olması şart değildir. Düğünlerde getirilen hediye, getirilen kimse belli değil ise, memleketin âdetine bakılır. (Mecelle) Erkek, nişan için gönderdiğim şeyler mehr idi dese, kadın ise, hediye idi dese, yenilen şeyler hediye olur. Başka şeyler, mehr olur. (S. Ebediyye) Hediye kime verilmişse onun olur, eve bırakılmışsa, müşterek eşya erkeğin, kadına ait olanlar kadınındır. Düğünde gelen hediyeler de böyledir. Kadına mahsus olan eşya kadınındır. Müşterek eşya erkeğindir. Mesela eşarp, bilezik, kolye gibi eşyalar kadının sayılır, kravat, tencere, tabak da erkeğin olur. Sünnet çocuğuna gelen hediyeler de böyledir. Sünnet düğününde bir eşarp gelmişse annesine ait olur, kravat gelmişse babasına ait olur. Oyuncak, küçük bisiklet gibi bir şey gelmişse çocuğun olur. Tencere tava getirilmişse babasının olur.
İman, Amentü'de bildirilen altı esasa inanmaktır. Yani Allaha, meleklerine, gönderdiği mukaddes kitaplarına, peygamberlerine, ahiret gününe, kadere, hayrın ve şerrin Allah'tan olduğuna, öldükten sonra dirilmeye inanmaktır. İmanın sahih, makbul ve muteber olması yani Ehli sünnet olmak için gerekli şartlardan bazıları şunlardır: Allaha iman Allahü teâlâ, vacib-ül-vücud ve hakiki mabut ve bütün varlıkların yaratıcısıdır. Dünya ve âhiret âleminde bulunan her şeyi, maddesiz, zamansız ve benzersiz olarak yoktan var eden, ancak Allahü teâlâdır diye kesin inanmaktır. İmanın temeli hubb-i fillah buğdi fillahtır. Sevgi ve buğzu yalnız Allah için olmak. Allahü teâlânın düşmanlarını sevmek, insanı Allahtan uzaklaştırır. Düşmanlarından uzaklaşmadıkça, sevgiliye [Allaha] dost olunmaz. Tevekkül imanın şartıdır. (Eğer imanınız varsa Allaha tevekkül ediniz!) [Maide 23] (İhya) İmanda sabit olmak: Üç yıl sonra Hıristiyan olacağım diyen, o anda kâfir olur. İman konusunda kıyas olmaz, ictihad veya kıyas edip yanılan kâfir olur. Zaruri olarak ve icma ile bildirilmemiş olan iman bilgilerinde ictihad edip de yanılan, kâfir olmaz ise de, bid'at sahibi olur. Mukallidin imanı muteberdir. [Ana babasını, hocalarını taklit ederek, doğru itikada kavuşan kimsenin imanı sahihtir. Ancak, inceleyip araştırmadığı için, yani fen bilgilerini kısaca öğrenip, Allahü teâlânın varlığını düşünmediği için, günah işlemiştir. Fen bilgisini öğrenmemiş bir kimse, ana babadan, kitaptan öğrenerek iman ettiği, düşünerek kabul ettiği, aklını kullanarak inandığı için, istidlali terk etmiş sayılmaz diyen âlimler de vardır.] İbadetler, ameller imandan parça değildir. Yani ibâdet etmeyen veya katillik, gasp, zina gibi büyük günah işleyen müslümana kâfir oldu denilmez. İman artıp eksilmez. Yani iman edilmesi gereken şeyler yönünden artıp eksilmez, fakat yakîn ve tasdik yönünden parlaklığı, kuvveti artıp eksilir. Müminler, iman ve tevhid hususunda birbirlerine eşittir. Fakat amel itibariyle birbirlerinden farklıdır. Kendi imanından şüphe etmemek. İmanım var mı yok mu dememeli, elhamdülillah müslümanım demelidir. Bir müddet sonra, dinden çıkmayı niyet eden, o anda dinden çıkıp kâfir olur. İtikadını İslâm dininden almak. Resulullahın bildirdiği şekilde iman etmek. Can boğaza gelmeden iman etmek: Kâfirin son nefesteki imanı makbul değildir. Güneş batıdan doğmadan önce iman etmek: Güneş batıdan doğunca tövbe kapısı kapanır. Akıl bâlig olanın Allahı bilmemesi özür olmaz. Gayba iman etmek. (Bekara 3), Gaybı yalnız Allah bilir. Dilerse enbiya ve evliyasına da bildirir. Allah mekândan ve zamandan münezzehtir. [Necdiler ve selefiyeciler gibi Allah gökte veya Arş'ta demek küfürdür.] Allahü teâlâ, küçük günaha azap edebilir, büyük günahları affedebilir. Allahü teâlâ en faydalı olanı yaratmaya mecbur değildir. Allahü teâlâ ahirette cennetten görülecektir. Müminler, cennette iken, hiçbir şeye benzemeden Allahü teâlâyı görünce başka nimetleri unuturlar. Havf ve reca arasında olmak: Allahın azabından korkup, rahmetinden ümit kesmemek. Günah İşleyen, fakat tövbe etmeden mü'min olarak ölen kimseyi Allah dilerse ona cehennemde azap eder, dilerse affeder ve hiç azaba uğratmaz. Meleklere imanMelekler, kâfirlerin dediği gibi, Allahü teâlânın ortakları veya kızları değildir. Günah işlemezler. Meleklerde erkeklik dişilik yoktur. [Devamı var]
Allahü teâlânın peygamberlerine gönderdiği kitapların hepsi haktır, doğrudur. Yalan, yanlış yoktur. Kur'an-ı kerim kelam-ı ilâhidir, mahluk [yaratık] değildir. Kur'an-ı kerimdeki veya diğer din kitaplarındaki dini bir hükümden şüphe etmemek Helâl da haram da rızıktır. Herkes kendi rızkını yer, kimse kimsenin rızkını yiyemez. Haramı haram, helali helal bilmek. Harama helal, helale haram diyen kâfir olur. Elfâz-ı küfürden bir sözü, anlamını kabul etmese de söyleyen kâfir olur. [Yani şaka olarak veya güldürmek için söylese yine küfür olur. Mesela şakadan ben peygamberim dese küfür olur.] Sarhoş iken, elfazı küfrü söyleyene kâfir dememelidir. Bu kâinat sonradan yaratılmıştır. [Felsefeciler, bunu kabul etmiyor, kâinat böyle gelmiş, böyle gider diyerek kâfir oluyorlar.] Evliyanın kerameti haktır. (Avarif-ül-mearif) Mestler üzerine meshi caiz görmek. Küfrü gerektiren bir iş yapmamak: Mesela haç takmamalı, şakadan da, ben kâfirim dememeli. Dar-ül-islâmda fıskı bilinmeyen her imamın arkasında namaz kılmak. Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana işlediği günahlardan dolayı kâfir dememek. [Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, manası çok açık olan kati bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibâdeti yapsa da kâfir olur.] Tasavvufu inkâr etmemek. (Avarif-ül-mearif) Kabir ziyareti haktır. Vefat etmiş Enbiyadan ve evliyadan yardım istemek [tevessül] caizdir. (İrşad-üt-talibin, Et-tevessül-ü bin-Nebi...) Okunan Kur'an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere göndermenin caiz olduğuna, bu sevapların ve duâların ölülere vasıl olarak, azaplarının azalmasına sebep olacağına inanmak. Peygamberlere iman Peygamber, yaratılışı, huyu, ilmi, aklı, zamanında bulunan bütün insanlardan üstün, kıymetli, muhterem bir zat demektir. Hiçbir kötü huyu, yoktur. Her Peygamberde yedi sıfatın bulunduğuna inanmak lâzımdır: Emanet, sıdk, tebliğ, adalet, ismet, fetanet ve emnül-azl. Yani Peygamberlikten azledilmez. Fetanet, çok akıllı, çok anlayışlı demektir Bütün peygamberler, peygamberlikten önce de sonra da günah işlemezler. Peygamberlerden sonra insanların en faziletlisi, Ebu Bekir, sonra sırası ile diğer üç halifedir. Eshab-ı kiramın hepsi cennetliktir. (Hadid suresi 10) Allahü teâlânın Eshab-ı kiramdan razı olduğu bildiriliyor. Onlardan birini kötülemek, bu âyet-i kerimelere inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan) Mucizelere inanmak. Mirac mucizesi ruh ve bedenle birlikte olmuştur. Miracın Mescid-i aksaya kadar olan kısmını inkâr eden kâfir olur. Bundan sonrasına inanmayan ise, bid'at ehli, sapık olur. (Bahr-ür-raik) [Devamı var]
Kader, hayır ve şer Allah'tandır
İnsanlara gelen hayır ve şer, fayda ve zararın hepsi, Allahü teâlânın takdir etmesi iledir. Kader, Allahü teâlânın ezelî ilmi ile, insanların ve diğer mahlukatın yapacağı işleri bilmesi ve dilemesidir. Bunun yaratılmasına kaza, ikisine birden kaza ve kader denir. Allahü teâlâ, dilediğini bir lütuf olarak hidayete ulaştırır. Dilediğini de adaletinin gereği olarak sapıklığa düşürür. Çünkü insanların işlerini Allahü teâlâ yaratır, fakat insana da irade-i cüziye vermiş, yaptığından sorumlu tutmuştur. Öldürülen de, intihar eden de eceliyle ölmüştür. Ecelsiz ölüm olmaz. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Hiç kimse, ecelinin önüne geçemez ve onu geciktiremez.) [Araf 34] İntihâr edenin namazı kılınır. (Dürr-ül-muhtâr) Dirilmeye ve ahiret gününe inanmak Öldükten sonra herkes dirilecektir. Kabir suali kabirde ruhun cesede iadesi ve kâfirler ile günahkâr müminler için kabir azabı vardır. Kabir azabı ruh ve bedene olacaktır. Buna inanmayan bid'at sahibi olur. [Hadis olsa da, olmasa da, kabir azâbına inanmam. Akıl ve tecrübe, bunu kabûl etmiyor, diyen ise kâfir olur.] Cennet ve Cehennem şu anda vardır. Cennette nimetler, cehennemde azap vardır. Cennet ve cehennem hiç yok olmaz. Müminlerin, cennete girmesi Allahın fazlındandır. Çünkü kimse ameliyle cenneti hak edemez. İnsanlar, dirilince hesâba çekileceklerdir. Ameller mizanda tartılacaktır. Peygamberler, âlimler ve salihler, günahkârlara şefaat edecektir. Peygamber efendimizin şefaati büyük günah işleyenleredir. Dağlar kadar büyük günahı olanlar da, az veya çok şefaate kavuşacaktır. Affa ve şefaate kavuşanlardan başka bütün günahkârlar, günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Her peygamberin, müstecab [kabul olan] bir duâsı vardır. Ben duâmı, ümmetime şefaat etmek için ahirete sakladım.) [Buharî] Şefaati inkârdan sakınmalı. Çünkü hadis-i şerifte, (Şefaatime inanmayan, ona kavuşamaz) buyuruldu. (Şir'a) Günahkâr müminler, Cehennemde sonsuz kalmaz, kâfirler sonsuz kalır. (Bekara 81) Sırat köprüsü vardır. (Nuhbet-ül-Leali) [Köprü denilince, bilinen köprüler zannedilmemelidir! "İmtihan köprüsü" diyoruz. Hâlbuki imtihanın köprüye benzer tarafı yoktur. Sırat köprüsü de, bilinen köprülere veya imtihan köprüsüne hiç benzemez. Kıyamet alametlerine inanmak: Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şu alâmetler çıkmadan kıyamet kopmaz: Güneş batıdan doğar, üç yer batar, İsa gökten iner, Duman, Dabbetül arz, Deccal, Yecüc Mecüc ve Aden'den bir ateş çıkar.) [Müslim] Hazret-i Mehdi'nin geleceğine inanmak da, Ehl-i sünnet itikadındandır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Kıyamet kopmadan önce, Allahü teâlâ, benim evladımdan birini yaratır ki, ismi benim ismim gibi, babasının ismi, benim babamın ismi gibi olur. Ondan önce dünya zulümle dolu iken, onun zamanında adaletle dolar.) [Tirmizî, İ. Asâkir] [Üç gündür devam eden bu bilgilerin hepsi, Fıkhı ekber, Emali, R. Nasihin, Mektubat-ı Rabbani, Feraidül fevaid kitaplarından alınmıştır. Başka kitaplardan alınanların ise kaynağı sonunda bildirildi.]
Mesnevi'de deniyor ki: Adamın birisi, her gece kalkıp namaz kılıyor, Allahı anıyor, Ona dua ediyor, yalvarıp yakarıyordu. Şeytan ona bir gün vesvese verir: "Ey ahmak kişi, her gece, Allah demenin, Onu zikretmenin ne anlamı var ki? Sabaha kadar uykusuz kalıp yalvarıyorsun, bütün kapılar yüzüne kapalıdır. Sana, 'Ne istiyorsun' diyen var mı? Şimdiye kadar bir kapı açıldı mı? Buyur eden oldu mu? İstenmeyen yere gidilir mi? Allah senin bu yalvarıp yakarmana önem verseydi dileklerini kabul ederdi, bir cevap verirdi. Boşuna kürek çekip durma!.." Adam, kendine gelen bu düşünceyi doğru bulup gönlü kırıldı, başını yere koyup zikretmeden hüzün içinde uyudu. Rüyasında ona, "Neden Allahı zikretmeden uyudun bugün?" dendi. Adam, "Yalvarıp çağırmalarıma bir cevap gelmiyor ki... Kapıdan kovulduğumu anladığım için artık o kapıyı çalmıyorum" dedi. Adama şöyle dendi: (Senin Allah demen, Onun kabul etmesi, buyur demesi sayesindedir. Senin yalvarışın, Allah'ın senin ruhuna duyurmasındandır. Senin gayretlerin, Allah'ın seni kendine yaklaştırmasındandır, Senin korkun, sevgin, ümidin, Allahın lütfü iledir. Senin her "ya Rabbi" demenin altında, Allahın "Buyur kulum" demesi vardır. Gafilin, cahilin gönlü bu duadan uzaktır. Gafiller dua edemez. Çünkü, "Ya Rabbi" demeye güç yetiremez. Onun ağzında da, dilinde de kilit vardır. Dert içinde iken de ağlayıp sızlayamaz. Allah ona dert, ağrı, sızı, gam, keder vermez. Verse de o doktor der, Allah diyemez. Artık anla ki, Allaha dua etmeni, Onu çağırmanı sağlayan dert, dünya saltanatından daha iyidir. Dertsiz dua soğuktur. Dertliyken yapılan dua ise gönülden kopup gelir, makbuldür.) Adam rüyadan uyanınca, sevinir ve yeniden dua etmeye başlar ve muradına kavuşur. Günahkâr müslümanın duâsı, kabule şayan değilse de, cenab-ı Hak, duâ edenin elini boş çevirmez. Duâ sebebiyle ya günahlar affolur, ya gelecek bir belâ önlenir, ya mevcut bir belâ kalkar, yahut ahirette büyük sevaba kavuşulur. Günah içinde yüzen bir kimsenin dünya işleri ile ilgili duâsının kabul olması, isteklerine kavuşması, onun aleyhine olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Mümin duâ ettiği zaman, Allahü teâlâ, Cebrail aleyhisselama, "İsteğini hemen yapma, ben onun sesini seviyorum" buyurur. Günahkâr duâ edince de, "Bunun isteğini hemen yerine getir, ben onun sesini sevmiyorum" buyurur.) [İbni Neccar] Kâfirin yaptığı duânın hemen kabul olmasını, müminin duâsının gecikmesini merak eden meleklere Allahü teâlâ buyuruyor ki: "Ben kâfire ve sesine gazap ederim. Beni anmasın, bana duâ etmesin diye hemen isteğini veririm. Mümini ve yalvarmasını severim. Benden ve beni anmaktan uzak durmaması için isteklerini geciktiririm." ) [Ramuz] Namaz kılıp da ya Rabbi diyen kuluna, Allahü teâlâ, (Lebbeyk=söyle yapılsın) buyuruyor. Namaz kılmayan kimseye, böyle söylemez. Onun duâsı kabul olunacak yere getirilmez. Namaz dinin direği, kul olmanın gereği. Günahlara kefaret, ibadetin yüreği. Namaz kalbe şifadır, gönülleri şen eder. Doğru kılındığında, kötülükten men eder. Her kim ki kötülükten değil ise selâmet. Namazını gafletle kıldığına alâmet. Namaz kılarak göster, Mevlâya itaati Fazileti büyüktür kaçırma cemaati! Namaz çok kıymetlidir, edası çok sevaptır, Kabirde nurlu ışık, Münker Nekr'e cevaptır, Cenneti istiyorsan bırakmalısın nazı, Şartlarına uyarak kılmalısın namazı. Kurtuluş kolaylaşır, secdeye değse başlar, Çünkü sonsuz mutluluk, ancak namazla başlar.
Amerika'daki olayları bahane ederek Müslümanlığa saldıran bir yazar diyor ki: "Bak, en büyük ibadetin, bir hayvanı yatırıp boğazlamak olduğunu kabul eden bir kültürün [bir dinin], bugün yeryüzünün en acımasız, en vahşi, en kanlı, en bıçaklı-satırlı terörü ile suçlanması, bence rastlantı değil. Bahçelerinde besledikleri kuzuları gözlerinin önünde kesile kesile büyüyen ve böylece cennete gideceklerine inandırılan çocuklar, belli şartlarda kan akıtmaktan, kesmekten, öldürmekten kaçınmıyorlar." Müslümanlık yeni mi geldi? 1400 yıldan beri yok mu? Bu zamana kadar kurban kesen müslümanlar, eli satırlı anarşist mi oldu, hep insan mı kestiler? Bu cehalet mi, yoksa dine saldırmak için bir bahane mi? Kurban kesmek en büyük ibadet sözü de yanlıştır. Kurban kesmek, zengin olan kimseye sadece Hanefi mezhebinde vacip, diğer üç mezhepte ise sünnettir. Yani kurban kesmeyen günaha girmez. Müslümanlıktaki en büyük ibadetin ne olduğunu, farz, vacib, sünnet, mekruh gibi terimlerin neyi ifade ettiğini, din cahili yazar, nereden bilsin ki? O, sadece bahaneler bulup Müslümanlara çamur atmayı bilir. Kurban kesme sünneti sadece Müslümanlıkta değil, Yahudilerin de, Hıristiyanların da Peygamber olarak kabul ettikleri İbrahim aleyhisselamın sünnetidir. İbrahim aleyhisselam oğlunu kesmeyip, bir koçu kestiği için, bu sünnet asırlardan beri devam etmektedir. Çocukların sünnet olmaları da İbrahim aleyhisselamdan kalmıştır. Müslüman kültüründe yetişen kimse, vahşi bir terörist oluyorsa, bu yazar, dağda yetişmedi ya... O da Müslümanların arasında büyüdü. Kurban kesiminden hiç mi etkilenmedi? Demek ki kurban kesmenin terörle bir ilgisi yok. Ama Müslümanlara saldırmak için yazar, kurban kesmeyi bahane ederek Müslümanları potansiyel terörist olarak göstermeye çalışmaktadır. Hıristiyan Avrupa gibi, yerli ateistler de, hayvan kesmeye değil, kurban kesmeye karşıdır. Fakat bunu hayvan hakları adı altında yapıyorlar. Avrupalılar, hayvan kesip hiç et yemiyorlar mı? Yahut zevk için boğa güreşleri düzenleyip, sonunda boğayı şişleyip öldürmüyorlar mı? Vahşi hayvanları öldürüp kürklerini giymiyorlar mı? Çinliler, Japonlar kedi köpek kesip yemiyorlar mı? Bunların maksadı hayvan korumak değil, Müslümanlığa saldırmak için bahane aramaktır. Gazetelerde okuyanlar görmüştür. Bir kış günü hayvanları koruma derneğinin bir toplantısına gelen bayanların hemen hepsinde astragan denilen kuzu postu, Samur veya vizon kürkler vardı. Bunların maksadı, hayvanları korumak değil, edebiyatını yaparak Müslümanlığa çatmaktır. Terörü, "müslümanım" diyenler yapınca, en acımasız, en vahşi, en kanlı, en bıçaklı-satırlı terör oluyor da, gayri müslimler terör yapınca, sevecen, uygar ve kansız bıçaksız mı oluyor? Bosna-Hersek, Kosova, Türkistan, Cezayir, Çeçenistan, Karabağ, Filistin ve daha başka ülkelerde yıllarca yaptıkları zulüm insancıl mıydı? PKK'lılar arasında Hıristiyan Ermenilerin bulunması, yapılan katliamları sevecen hale mi getiriyor? Bu ne sakat görüş böyle? Hıristiyan Sırpların yaptığı zulümlere, biz Hıristiyan terörü mü dedik? Herkes Sırp zulmü dedi, Sırp terörü dedi. Dinini karıştırmanın âlemi nedir? Bu yazarın, varsa eğer, Müslümanların suçlarını Müslümanlığa yamamak istemesi, Müslümanlığı terör dini gibi göstermeye çalışması, onun kötü maksatlı olduğunun açık delilidir.
25 yıldır yazı yazıyorum. Ara sıra yazılı veya sözlü tenkitlere [eleştirilere] maruz kalıyorum. Şimdiye kadar ciddi bir tenkide rastlamadım. Kimi hakaret ediyor, sövüp sayıyor, kimi de, hiçbir mesnete [delile] dayanmadan "yanlış yazıyorsunuz" diyor. Geçen sene ramazanda, kefareti tarif ederken, (Kefaret, oruç tutmamanın değil, geceden niyetli Ramazan orucunu kasten bozmanın cezasıdır" demiştik. Bir genç, telefon edip, "Ben meşru mazeretsiz, Ramazanda bir gün oruç tutmazsam, cezası ne?" dedi. Ben de, "Ramazanda mazeretsiz oruç tutmamak haramdır. Ama bir gün oruç tutmazsan o bir günü kaza etmen gerekir" dedim. Genç, "Ben kasten tutmadım, niye 60 gün kefaret değil de, bir gün kaza tutmam gerekiyor?" diye sordu. Ben de, fıkıh kitapları öyle yazıyor dedim. Genç, ben ilahiyatçıyım, kitaba ne gerek var, akıl var, mantık var, kasten oruç tutmuyorsun ve kaza gerekir diyorsun, olmaz böyle şey" dedi. Tekrar senin dediğin hangi kitapta yazıyor dedim, o da, "Kitaba gerek yok demiştim ya, akıl mantık yok mu?" dedi. "Evet akıl mantık var, akıl mantık yeni çıkmadı o eskiden beri var. Ama eskiden beri akla mantığa değil, kitaba bakılır, kitap ne yazarsa ona göre hareket edilir" dedim. Ama o genç ikna olmadı. Din akla mantığa zıt değil ama, akıl ve mantıkla dini hükümler bulunmaz. Geçen gün de bir genç daha aradı. "Halebi imiş, Reddülmuhtar imiş, Hindiye imiş, bunlar senet olmaz, bana Kur'andan delil göster. Çünkü bir müslüman için dini konularda temel başvuru kitabı şüphesiz Kur'andır" dedi. Kur'an temel başvuru kitabı nasıl olur dedim. "İnanmazsan, Dr. Arif Güneş'in, (Kur'anın ortaya çıkış süreci) isimli eserinin başına bakabilirsin" dedi. "Sen Halebi'ye inanmıyorsun da o kitaba nasıl inanıyorsun?" dedim. "Ama o Kur'ana göre yazıyor" dedi. "Peki Halebi'nin Kur'ana göre yazmadığını nereden biliyorsun?" dedim. Öteki kitap, şu ayette diye delil gösteriyor, ama Halebi'de ayetlerden bahsetmiyor" dedi. Halbuki dinimizde delil dört tanedir. Her şey Kur'anı kerimde açıkça bulunmaz. Onlar temel başvuru kitabı deseler de, namazın nasıl kılınacağı, namazı bozanlar, namazın farz, vacib, sünnet ve mekruhlarını Kur'an-ı kerimde bulamayız. Orucun farzları sünnetleri de öyledir. Birçok hükmü Kur'anda bulamayız. Birçok cahil kimse, "şuna haram diyorsunuz, ama hangi ayette haram olduğu yazılı" diyor. Biraz daha dinden haberi olan, âyet yoksa haram olduğuna dair hadis var mı diyor. Maalesef hangi fıkıh kitabında yazıyor diyen pek nadirdir. Tenkit, ilmî olmalıdır. Mesela denmeli ki: (Siz namazda rüküa eğilince ayakları birleştirmenin sünnet olduğu hususunu, Dürrülmuhtar ve Halebi'de yazdığını söylediniz. Halbuki ben o kitaplara baktım öyle bir şey görmedim) demeli veya (Evet bildirdiğiniz kitaplarda öyle yazıyor ama, başka kitaplarda ise, mesela Hidaye'de, Dürer Gurer'de müftabih olanı, ayakları birleştirmemektir diyor." demelidir. Ancak böyle bir tenkidin bir değeri olur. Saygı ile karşılarız. Bakarız biz yanılmışsak, hemen hakkı kabul ederiz. Hakkı kim söylerse söylesin kabul etmeyene itibar edilmez. Hiçbir kimse çıkıp da, "Size şu muteber eserlerden kaynak gösterdik, fakat kabul etmediniz" diyemez. İnsanlık hali, nakilde bir yanlışımız olsa, hemen kabul eder, bunu muteber eserlerden gösterene minnettar kalırız.
Fitne çıkarmak ve pasiflik
Mevdudici ve Kutupçu mezhepsiz fitneciler, Maide suresinin "Hz. Adem'in oğlu Kabil, kardeşi Habil'e "Seni öldüreceğim" dediği zaman, Habil, "Sen beni öldürmek için elini uzatsan da, ben seni öldürmek için elimi sana uzatmam, çünkü ben Allahtan korkarım" demiştir. mealindeki 27 ve 28. âyetlerinden dolayı Hz. Habil'i pasif ve korkak olarak vasıflandırıyorlar. Gazetelerde yayınlanan Fransız din uzmanı profesör Jacques Rollet'nin, (İslamiyette şiddet yok. Teröristler, El-Benna, S. Kutub, Mevdudi gibi insanların fikirlerini pratiğe döktüler ve bugünkü radikal gruplar oluştu) sözü de, mezhepsizlerin fitneci olduğunu göstermektedir. Halbuki Kur'anı kerimde, fitne kötülenmektedir. Birkaç âyet-i kerime meali şöyledir: (Onlar öyle sapıklar ki, yeryüzünde fitne ve fesat çıkarırlar.) [Bekara 27] (Onlara; "Yeryüzünde fitne fesat çıkarmayın" dendiği zaman, "Biz ancak ıslâh edicileriz" derler.) [Bekara 11] (Fitne çıkarmak adam öldürmekten daha kötüdür.) [Bekara 217] (Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıkarmak için, ayetleri kendilerine göre yorumlar.) [Ali imran 7] (Onlar fitne çıkarmak için can atarlar.) [Nisa 91] (Onlar yeryüzünde bozgunculuğa koşarlar; Allah ise bozguncuları sevmez.) [Maide 64] (Fitneden sakının.) [Enfal 25] (Kâfirler birbirinin dostları, yardımcılarıdır. Siz aranızda dostluk olmazsa yeryüzünde kargaşa, fitne ve büyük bozgun çıkar.) [Enfal 73] (Yeryüzünde fitne fesat çıkaranlara lânet olsun.) [Rad 26] Fitne, Müslümanlar arasında bölücülük yapmak, onları sıkıntıya, zarara, günaha sokmak, insanları isyana kışkırtmak demektir. (Hadika,Tarikat-ı Muhammediyye, Berika) Fitnenin birçok anlamı vardır. Kur'an-ı kerimden beş örnek verelim: 1- Günah: (Bizi fitneye düşürme, diyenlerin kendileri fitneye düşmüştür.) [Tevbe 49] 2- İmtihan: (Sana [Mirac'ta] gösterdiğimiz temaşayı halk için bir fitne [imtihan] yaptık.) [İsra 60] 3- Belâ: (Fitneden [belâdan] sakının!) [Enfal 25] 4- Eziyet: (Fitneye [eziyete, işkenceye] uğratıldıktan sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad edenlerin yardımcısı elbette Rabbindir.) [Nahl 110] 5- Anarşi: (Fitne çıkarmak, adam öldürmekten daha kötüdür.) [Bekara 191] Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: (Fitneden sakının! Söz ile çıkarılan fitne, kılıç ile çıkarılan fitne gibidir.) [İbni Mace] (Malı ve canı ile cihad eden, ortalığın karışık olduğu zaman bir kenara çekilip ibâdetini yapan ve kimseye zararı olmayan insan, mümin-i kâmildir.) [Hakim] (Ne mutlu fitneye karışmayana.) [Ebu Dâvud] (Olaylar, fitneler, zuhur edince, katil [öldüren] olmaktan kurtulup, maktul [öldürülen] olabilirsen ol!) [Ebu Nuaym] (Fitneciler saldırdığı zaman, "Beni öldürmek için sen bana elini uzatırsan da, seni öldürmek için ben sana elimi uzatmam" diyen Âdemin oğlu [Habil] gibi ol!) [Ebu Dâvud, Tirmizî] (Fitne zamanı evinizden ayrılmayın! Âdemin oğlu [Habil] gibi olun!) [Ebu Dâvud, Tirmizî] (Kıyamet yaklaştıkça fitneler çoğalır. Böyle zamanlarda kenarda kalan, ileri atılandan, oturan ayakta olandan, ayakta olan, yürüyenden, yürüyen de, koşandan hayırlıdır, evinizde oturun, fitneye karışmayın!) [Ebu Dâvud] (Fitne uykudadır, uyandırana Allah lânet etsin!) [İ. Rafii]
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölür ruh ölmez. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki: İnsan ölürken ruhunun ölmediğini ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velîlerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevî olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır. (Mişkat) Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu hâlde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve s.417) Abdülgani Nablüsi hazretleri de, (Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, "Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım" buyurmuştur. Çünkü evliya, Resulullahın varisidir. Varis olan, varisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur) buyuruyor. (Hadika) Ruhların yardımı "Hızır aleyhisselam hayatta mı, darda kalanlara yardım ettiği doğru mu?" diyenler çıkıyor. Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: Hızır aleyhisselamın hayatta olması üzerinde, âlimler farklı söylediler. Bazı evliyanın Hazret-i Hızır ile konuştukları bildirildi ise de, bu haberleri onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alıp, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Ruhları ve kabir hayatını anlatmak, çok zordur. Bunlar üzerinde zan ile, tahmin ile konuşmamalı, (Nass)larda [Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde] bildirilmiş olanlara kısaca iman etmelidir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Bunların nasıl olduğunu araştırmayız. Ölülerin birbirleri ile konuştukları bildirildi. Kabirde azap olunanların nara ve sayhaları haber verildi. (Bunları, insanlardan ve cinden başka her canlı işitir) buyuruldu. Ahirette, Cehennemdeki ebedi, sonsuz azaptan kurtulmak için, islâm âlimlerinin bildirdiklerine inanmak gerekir. Evliyanın, bu bildirilenlere uymayan keşifleri kıymetsizdir. Tasavvuftan maksat, nefsin gizli ayıplarını anlamaktır ve dine uymanın kolay olmasıdır ve ihlasa kavuşmaktır. (c1, m.182)
Cehennem şimdi var mı, yoksa kıyamet koptuktan sonra mı yaratılacak? Kâfirler hep aynı yerde mi azap görecektir? deniyor. (Feraid-ül-fevaid) kitabında diyor ki: Cennet ve Cehennem şimdi mevcuttur. Cehennem yedi tabakadır. Birbirinin altındadırlar. Her tabakanın ateşi, üstündekinden daha şiddetlidir. Günahı affedilmemiş olan müminler birinci tabakada, günahları miktarı yanıp, sonra Cehennemden çıkarılarak Cennete götürüleceklerdir. Diğer altı tabakada çeşitli kâfirler sonsuz yanacaklardır. Azabı en şiddetli olan yedinci tabakasında münafıklar, mürtedler ve zındıklar yanacaktır. Bunlar, dilleri ile islâmiyeti övüp, kalbleri ile inanmayan, ikiyüzlü kâfirlerdir. Kâfirlerin bedenleri yanıp kül olunca, tekrar yaratılarak, tekrar yanacaklar, sonsuz olarak böyle azap göreceklerdir. Hz. Âdem'e secde etmek Allahtan başkasına secde edilmediğine göre, Allahü teâlâ, Hz. Âdem'e secde edilmesini niçin emretmiştir deniyor. Allahü teâlânın (Âdem'e secde edin) emri, (Âdem'e doğru secde edin) demektir. Nasıl biz, Kâbe için değil de, Kâbe istikametine secde ediyorsak, melekler de Âdem aleyhisselama doğru secde ettiler. Fakat İblis secde etmedi. Hâlbuki İblis, daha önce hep secde ederdi. Kendini Hz. Âdem'den üstün gördüğü için ona doğru secde etmedi. (Mektubat-ı Rabbanî) Âdem aleyhisselamdan, İbrahim, aleyhisselama kadar, selamlaşma, birbirine secde etmekle olurdu. Sonra, bunun yerine boynuna sarılmakla oldu. Muhammed aleyhisselam zamanında, el ile müsafeha sünnet oldu. (R. Nasıhin) Sirke güzeldir Bazı kimseler, sirkenin şaraptan yapıldığını, bu bakımdan sirke yemenin doğru olmayacağını söylüyorlar. Birçok necis şey, kimyevi değişmelerle temiz olur. Sirke üzümden başka maddeden de yapılır. Fakat üzüm şırasından yapılan daha makbuldür. Şıra önce şarap, sonra sirke olur. Şarap sirke haline dönünce, artık bir daha şaraplaşmaz. Onun için sirke kullanmakta mahzur yoktur. Hadis-i şerifte, (Sirke ne güzel yiyecektir) buyuruldu (Müslim) Alacağın tehiri Bazı kimseler de, "Alacaklı olduğumuz kimseleri, borçlarını ödemeleri için sıkıştırsak günah olur mu?" diye soruyorlar. Her zaman alacağınızı istemek hakkınızdır. Ancak borcunu veremeyenleri sıkıştırmamak çok iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamette sıkıntılarından kurtulmak isteyen, eli darda olana, alacağını tehir etsin veya bağışlasın!) [Müslim] (Bir müslümana Allah rızası için ödünç verene, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir.) [Hakim] (Başka himaye bulunmayan günde, Allahın himayesine girmek isteyen, eli darda olana kolaylık göstersin veya alacağını bağışlasın!) [Taberânî] (Kim, fakirdeki alacağını tehir eder veya bağışlarsa, Allahü teâlâ da, kıyamet günü onu kendi himayesine alır.) [Taberânî]
En sahih hadis kitaplarından olan sahih-i Müslimde bazzat Peygamber efendimiz miracını şöyle anlatıyor: Bana Burak verildi. O, beyaz, merkepten büyük, katırdan küçük bir hayvandı. Adımını gözün erişebildiği yerin en sonuna atardı. Ona binip Beyt-ül-Makdis'e geldim. Onu, önceki Peygamberlerin bağladığı halkaya bağladım, sonra Mescide girdim ve orada iki rek'at namaz kıldım. Sonra çıktım. Cebrail aleyhisselam bir kap şarap, bir kap da süt getirdi. Ben sütü seçtim. Cebrail aleyhisselam Yaratılışa uygun olanı seçtin, dedi. Sonra bizi birinci semaya çıkardı. Gök kapısında, "Sen kimsin" diye bir ses geldi. Ben Cebrail'im dedi. Yanındaki kim? dendi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? dendi. Cebrail, evet dedi. Gök kapısı açıldı. Âdem aleyhisselam ile karşılaştım. Bana merhaba, dedi ve hayır dua etti. İkinci semaya çıktık. Yine orada da, "Sen kimsin" denildi. Ben Cebrail'im, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Göğün kapısı açıldı. Burada iki teyze oğulu İsa ve Yahya ile karşılaştım. Bana merhaba, dediler ve hayır dua ettiler. Üçüncü semaya çıktık. Bu kapıda da "Sen kimsin" denildi. Yine ben Cebrail, dedi. Yanındaki kim denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Göğün kapısı açıldı. Orada Yusuf aleyhisselamı gördüm. Bana merhaba dedi ve hayır dua etti. Dördüncü semaya çıktık. Yine kim o denildi. Cebrail, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Kapı açıldı. İdris aleyhisselam ile karşılaştım. Merhaba dedi ve hayır dua etti. Beşinci semaya çıktık. Yine kim o denildi. Cebrail, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Kapı açıldı. Harun aleyhisselam ile karşılaştım. Bana merhaba, dedi ve hayır dua etti. Altıncı semaya çıktık. Yine kim o denildi. Cebrail, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Kapı açıldı. Musa aleyhisselam ile karşılaştım. Bana merhaba, dedi ve hayır dua etti. Yedinci semaya çıktık. Yine kim o denildi. Cebrail, dedi. Yanındaki kim? denildi. Muhammed aleyhisselam dedi. O, Peygamber olarak gönderildi mi? denildi. Cebrail, evet dedi. Kapı açıldı. Arkasını Beyt-ül-mamura dayamış İbrahim aleyhisselamı gördüm. Bana merhaba, dedi ve hayır dua etti. Beyt-ül-Mamur'u gördüm. Sonra Cebrail beni Sidretü'l-Münteha'ya götürdü. Sidrede bana bir hâl oldu. Anladım ki Allahü teâlânın yarattıklarından, onun güzelliğinin bir kısmını bile kimse tarif edemez. Allahü teâlâ, günde elli vakit namaz farz kıldı. Hz. Musa'nın yanına indim. Ona elli vakit namaz farz kılındığını bildirdim. Rabbine dönüp, ondan azaltmasını iste. Çünkü ümmetin buna güç yetiremez. Ben İsrail oğullarını imtihana tabi tutmuş ve onları tecrübe ettim, dedi. Ben de Rabbime dönüp, durumu arz ettim. Benden beş vaktini indirdi. Musa'ya döndüm. Musa, ümmetin buna da güç yetiremez. yine Rabbine dön ve hafifletmesini iste, dedi. Böylece Rabbim ile Musa aleyhisselam arasında gidip gelmeye devam ettim. Nihayet Rabbim bana buyurdu ki: "Ya habibim, beş vakit namazı farz kıldım. Her vakit için on sevap vardır. Böylece elli vakit namaz olur. Bir iyiliğe niyetlenip de yapamayana, bir iyilik yazılır, yaparsa on iyilik yazılır. Bir kötülüğe niyetlenip de yapmayana hiç bir şey yazılmaz. Eğer yaparsa, bir tek kötülük yazılır." Sonra Musa aleyhisselamın yanına indim. Ümmetin bu beş vakte de güç yetiremez, git azaltılmasını iste, dedi. "Rabbime çok gittim, artık yüzüm kalmadı" dedim. (Müslim)
Bütün Ehl-i sünnet âlimleri, ittifakla, hepsi şefaati kabul etmişlerdir. Mutezile denilen sapık bir fırka ile aklını dinde ölçü sanan ahmaklar şefaati inkâr etmiştir. Halbuki Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, şefaat edene ve şefaat edilene izin vermedikçe, hiç kimse şefaat edemez. Kalblerindeki müthiş korku giderilince, [şefaat bekleyenlere şefaat edenlere] "Rabbiniz şefaat hakkında ne buyurdu?" diye soracaklar. Onlar [şefaat edenler] ise, "Hak olanı buyurdu [şefaate izin verdi"] diyecekler.) [Sebe 23] (O gün, kimse şefaat edemez. Ancak Rahmanın izin verdiği ve sözünden hoşlandığı kimse şefaat eder.) [Taha 109] (Rahmanın [Allahın] nezdinde söz ve izin alanlardan başkası şefaat edemez.) [Meryem 87] (Allahı bırakıp da, taptığı putlar şefaat edemez. Ancak hak dine inanıp ona şahitlik eden kimseler şefaat eder.) [Zuhruf 86] (Onlar, Allahın rızasına kavuşmuş olandan başkasına şefaat etmezler.) [Enbiya 28] (Sadece Allahın dilediği ve razı olduğu kimselere şefaat etmesi için izin verilen, göklerde nice melekler vardır.) [Necm 26] Yukarıdaki ayet-i kerimelerde, Allahın izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceği, ancak Allahın izin verdiklerinin bundan müstesna oldukları, yani ancak Allahın izni ile şefaat edecekleri bildirilmiştir. Allahın izni olmadan şefaat edilemeyeceğini bildiren birkaç ayet-i kerime şunlardır: (Bekara 255, Yunüs 3, Meryem 87, Zümer 44) Kâfirlere şefaatçi olmadığını ve putların şefaat edemeyeceğini gösteren ayetlerden bazıları: (Araf 53, Şuara 100, Rum 13, Secde 4, Yasin 23), (Şefaatçilerin şefaatleri, onlara [kâfirlere] fayda vermez.) [Müddessir 48] Putlarla ilgili ayet-i kerimeleri gösterip, (Resulullah müminlere şefaat edemez) demek, mezhepsizliğe has bir taktiktir. Duha suresinin, (Sen razı olana kadar, her dilediğini vereceğim) mealindeki 5. ayeti, Allahü teâlânın, Peygamberlerine bütün ilimleri, bütün üstünlükleri, ahkam-ı İslâmiyeyi, düşmanlarına karşı yardım ve ümmetine kıyamette her türlü şefaat ve tecelliler ihsan edeceğini va'd etmektedir. Bu ayet-i kerime gelince, Cebrail aleyhisselama bakıp, (Cehennemde bir müminin kalmasına razı olmam) buyurdu. Yine buyurdu ki: (O kadar çok kimseye şefaat ederim ki, Rabbim Allahü teâlâ, bana, "Razı oldun mu?" diye sorunca, "Evet razı oldum" derim.) [Beyhekî, Bezzar, Taberânî] Resulullahı vesile edenlerin, onun şefaati ile tövbelerinin kabul olunacağını şu ayet-i kerime de göstermektedir: (Nefislerine zulmedenler, sana gelip, Allahtan af diler ve Resulüm olarak sen de, onlar için af dilersen, Allahü teâlâyı, tövbeleri kabul edici ve merhamet edici bulurlar.) [Nisa 64] Hadis-i şeriflerde de buyuruluyor ki: ("Rabbin sana Makam-ı Mahmud'u verecek" [İsra 79.] ayetindeki "Makam-ı Mahmud", bana verilecek şefaat makamıdır.) [Tirmizî] (Her peygamberin duâsı kabul olur. Her peygamber, ümmeti için dünyada duâ etti. Ben ise, kıyamette ümmetime şefaat izni verilmesi için duâ ediyorum. Duâm Allahın izni ile kabul olacak. Müşrikler hariç, herkese şefaat edeceğim.) [Buharî]
Her Müslüman şefaate kavuşacaktır
Şefaat ilgili hadis-i şerifler çoktur. Bazıları şöyledir: (Allahü teâlâ bana, "Ümmetinin üçte ikisini sorgusuz suâlsiz cennete koymamı mı istersin, yoksa şefaat izni mi istersin?" buyurdu. Ben de şefaat hakkı vermesini istedim. Şefaatim elbette bütün Müslümanlaradır.) [Taberânî] (Kıyamette, Sırat'ta ümmetimi beklerim. Allahü teâlâ, "Dilediğini iste, istediklerine şefaat et, şefaatin kabul olunacak" buyurur. Rabbim bana, "İhlasla bir defa La ilahe illallah diyen ve imanla ölen herkesi Cennete koy" buyuruncaya kadar yerimden kalkmam.) [İ. Ahmed] (Ümmetimden geri kalan olur korkusu ile Cennette yerime oturmam. Allahü teâlâya, "Ya Rabbi ümmetim..." derim. Rabbim "Ümmetine ne yapmamı istiyorsun?" buyurur. Ben de, "Ya Rabbi onların hesaplarını çabuk gör, sıkıntıdan kurtulsunlar" derim. Cehennemliklerin listesi bana verilir. Onlara şefaat ederim.) [Beyhekî, Taberânî] (Kıyamette, en önce ben şefaat edeceğim.) [Müslim] (Büyük günah işleyenlere şefaat edeceğim.) [Nesâî] (Günahı çok olanlara şefaat edeceğim.) [Hatib] (Kıyamette, kum sayısından daha çok kimseye şefaat ederim.) [Taberânî] (Kıyamette zerre kadar imanı olan şefaatimle Cennete girecektir.) [Buharî] (Ehl-i beytimi sevenlere şefaat edeceğim.) [Hatib] (Eshabımı kötüleyenden başka, herkese şefaat edeceğim.) [Buharî] (Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip oldu.) [Buharî] (Sırf beni ziyaret için kabrime gelen, Allahın izniyle şefaatime kavuşur.) [Müslim] (Medine'de ölen [mümin]lere şefaat ederim.) [Tirmizî] (Medine'nin sıkıntılarına katlanana, şefaat ederim.) [Müslim] (Kıyamette, Âdem aleyhisselam bir milyar insana şefaat eder.) [Taberânî] (Kur'an-ı kerim, okuyanlarına, ya şefaat edecek veya düşman olacaktır.) [Müslim] (Kur'andan daha üstün şefaatçi yoktur. Ne peygamber, ne melek, ne de başkası.) [Taberânî] (Kur'an-ı kerim, kıyamette yüzü ve ahlâkı güzel bir zat suretinde gelir. Kendisinden şefaat talep olunur ve şefaat eder. Kendisini musiki ile [gazel okur gibi ve oyun yerlerinde okuyanlardan ve para kazanmak için] okuyanlardan davacı olur. Bunlardan hakkını ister. Razı olduklarını alıp Cennete götürür.) [İ. Gazali] (Kıyamet günü önce enbiya, sonra ulema, sonra şüheda olanlar şefaat edecek.) [İbni Mace] (Kıyamet günü Allahü teâlâ, "Ey âlimler, siz benim indimde bazı melekler gibisiniz, şefaat edin, şefaatiniz kabul edilecektir" buyurur.) [Zehebi] (İmamlarınız şefaatçilerinizdir.) [Dare Kutni] (Yemin ederim ki, Osman 70 bin kişiye şefaat edip, cehenneme gitmekten kurtarır.) [İ. Asakir] (Kıyamette Allahü teâlâ, "Melekler, peygamberler ve salihler şefaatlerini yaptılar. Bundan sonra benim büyük rahmetim kaldı" buyurur.) [Buharî] Peygamber efendimiz, günahkârlara şefaat edeceğini bildirince, Hz. Ebüdderda, (İmanı olan hırsız ve zani de şefaate kavuşacak mı) diye suâl etti. (Evet, onlara da şefaat edeceğim) buyurdu. (Hatib)
Kabirden, önce Resulullah, üzerinde Cennet elbisesi ile kalkacak. Burak üzerinde, elinde liva-ül-hamd isimli bayrakla mahşer yerine gidecek, peygamberler ve bütün insanlar bu bayrağın altında duracak, hepsi, beklemekten çok sıkılacak, önce peygamberlerden Hz. Âdem, sonra Hz. Nuh, sonra Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. İsa'ya gidip, hesaba başlanması için şefaat etmelerini dileyeceklerdir. Her biri, birer özür bildirerek, Allahü teâlâdan utandıklarını söyleyecekler, şefaat edemeyecekler, sonra Resulullaha gelip yalvaracaklardır. Önce, Onun ümmeti, Sırattan geçip Cennete girecektir. Sonra bütün peygamberler şefaat edecektir. (Buharî) Tövbesiz ölen müminlerin küçük ve büyük günahlarının affedilmesi için, Peygamberler, Velîler, Salihler, Melekler ve Allahü teâlânın izin verdiği kimseler şefaat edecek ve kabul edilecektir Mahşerde, şefaat şöyle olacaktır: 1- Kıyamet günü, mahşer yerinde kalabalıktan, çok uzun beklemekten usanan günahkârlar, feryat ederek, hesabın bir an önce yapılmasını isteyeceklerdir. Bunun için şefaat olunacaktır. 2- Suâlin ve hesabın kolay ve çabuk olması için şefaat olunacaktır. 3- Günahı olan müminlerin, Sırattan Cehenneme düşmemeleri, Cehennem azabından korunmaları için şefaat olunacaktır. 4- Günahı çok olan müminleri Cehennemden çıkarmak için şefaat olunacaktır. 5- Sevapla günahı eşit olup, Arafta bekleyen kimselerin Cennete gitmelerine şefaat edecektir. 6- Cennette sayısız nimetler olacak ve sonsuz kalınacak ise de, sekiz derecesi vardır. Herkesin derecesi, makamı imanının ve amellerinin miktarınca olacaktır. Cennettekilerin derecelerinin yükselmesi için de şefaat olunacaktır. 7- Şefaat ile hesaptan kurtardığı 70 bin kimsenin her birinin şefaatleri ile de, yetmişer bin kişi sorgusuz, suâlsiz Cennete girecektir. Allahü teâlânın rahmeti o kadar çok ki, peygamber, âlim, evliya, şehit gibi üstün kimseler haricinde, bazı Müslümanlara da şefaat izni verecektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir kimse, ameline göre birkaç kişiye şefaat eder.) [Tirmizî] (Bir Cehennemlik, bir Cennetliğe, "Dünyada sana su vermiştim. Şimdi sen de bana şefaat et" der. O da Allahın izni ile şefaat edip, onu Cehennemden kurtarır.) [Deylemî] (Küçük çocuk ana-babasına şefaat eder, onları Cennete çeker.) [İbni Mace] (Bir kişinin şefaati ile Temim oğullarından daha çok kimse Cennete girecektir.) [İbni Mace] (Kur'an, akraba, emanete riayet eden ve din kardeşleriniz şefaat eder.) [Deylemî] (Bir kimse, bir mümine bir iyilik yapınca, Allahü teâlâ bu iyilikten bir melek yaratır. Bu melek, hep ibâdet eder. İbadetlerinin sevapları buna verilir. Bu kimse ölünce, bu melek, nurlu ve sevimli olarak bunun kabrine gelir. Meleği görünce neşelenir, "Sen kimsin?" der. "Ben, falancaya yaptığın iyilik ve onun kalbine koyduğun neşeyim. Allahü teâlâ beni, bugün seni sevindirmek ve sana şefaat etmek ve Cennetteki yerini sana göstermek için gönderdi" der.) [Ebuş-şeyh] (Şefaatime kavuşmak isteyen kızını fâsıka vermesin!) [Şira] (Kıyamette abide Cennete gir, âlime ise halka şefaat için bekle! denir.) [İ. Maverdi] (Müslüman bir kimse, 90 yaşına ulaşınca, geçmiş ve gelecek birçok günahları affolur. Aile efradına şefaat etmesi için, kendisine izin verilir.) [Ebu Yala] (Şefaatime en layık olan, bana en çok salevat okuyandır.) [Tirmizî] (Cuma günü ve gecesi çok salevat getirene şefaat ederim.) [Beyhekî] (Kur'an okuyun! Çünkü kıyamette şefaat eder.) [Müslim] (Hacı, yakınlarından 400 kişiye şefaat eder.) [Ramuz] (Çok tanıdığınız olsun! Kıyamette hepsi de şefaat eder.) [Şira] (Şefaatime inanmayan ona kavuşamaz.) [Şira]
Ölümden korkmak ve ölümü istemek
Her müslüman, cennet ve cehenneme inanır. Cehennemden kurtulmak, cennete girmek isteyen akıllı kimsenin ölüme hazır beklemesi gerekir. Çünkü Peygamber efendimiz, (Akıllı kimse, kendisini hesaba çekip ölüm için hazırlanan kimsedir) buyuruyor. Bir şey için hazırlanmak, onu sık sık hatırlamakla olur. Hatırlamak ise, hatırlatıcı şeylere bakmakla, onları yapmakla mümkündür. Genel olarak bütün insanlar ölümden gafildir. Bir âyet-i kerimede, (Hesap görme zamanı yaklaşmasına rağmen, insanlar gaflet içinde, bundan yüz çeviriyorlar) buyuruluyor. (Enbiya 1) Dünyanın faydasız zevklerine aldanan, ölümden habersiz yaşar. Ölümden bahsedilince, nefret eder. Peygamber efendimiz, (Kim ölümden nefret ederse, Allah da ondan nefret eder) buyuruyor. Allahü teâlâ da, (Kendisinden kaçtığınız ölüme mutlaka yakalanacaksınız) buyuruyor. (Cuma Günahlardan kaçıp ibadetlerini yapan, ölümü istemese, ölümden nefret etmiş sayılmaz. Çünkü, o kusurlarını telafi peşindedir. Birine sevgilisi hemen gel dese, o kimse de, yıkansa, tıraş olsa, yeni elbiseler giymekle, sevgilisine hediyeler almakla meşgul olsa, geciktiği için sevgilisine kavuşmaktan nefret etmiş sayılmaz. Yani ölümden hoşlanmamasında mazurdur. Çünkü ölüme hazırlanmaktadır. Ebu Süleyman Darani hazretlerine salih bir zat dedi ki: (Ben ölümü sevmem. Çünkü birisine karşı bir kabahat işlesem, onun yüzüne bakmaya utanırım. Onu görmek istemem. Bu kadar günah içinde iken, günahlardan kurtulmadan, nasıl olur da Allahın huzuruna çıkmayı isterim?) Arifler ise, ölümü devamlı hatırlar. Çünkü onlar ölüme her zaman hazırdır. Ayrıca onlar bilir ki, ölüm sevgili ile buluşma zamanıdır. Ölüm, dostu dosta kavuşturan bir köprüdür. Bu köprüden geçmeyen sevgiliye kavuşamaz. Arifler bunun için ölümü severler. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ölümü çok hatırlayanın kalbi ihya olur, ölümü de kolaylaşır.) [Deylemî] (Demir paslandığı gibi, kalbler de günahla paslanır. Kalblerin cilası ölümü çok hatırlamak ve Kur'an-ı kerim okumaktır.) [Beyhekî] (Ölümü çok anmak, insanı dünyadan çeker, günahlardan sıyırır.) [İbni Lal] "Ölümü çok anıp günahlardan kaçanın kabri, Cennet bahçesi olur. Ölümü unutup günahlara dalan kimsenin kabri de Cehennem çukuru olur." (Süfyan-ı Sevri) Hz. Mevlana da, Hz. Azraile, (Tez gel, haydi canımı çabuk al, beni Rabbime hemen kavuştur) dedi. Öyle ya, seven sevgilisi ile buluşacağı günü hiç hatırından çıkarır mı, o günün bir an gelmesini arzu etmez mi? Hatta ölümün gecikmesine canı sıkılır. Bir an önce ona kavuşmaya can atar. Hz. Huzeyfe, ölüm döşeğinde, (Dost âni bir baskınla geldi, pişmanlık faydasızdır. Ya Rabbi, yaşamak hakkımda hayırlı ise yaşamamı nasip eyle, ölüm, hakkımda hayırlı ise, ölümü bana kolaylaştır) diye dua etti. İşte ölümü de, yaşamayı da değil, hangisi hakkında hayırlı ise onu tercih eden, yani işi Allaha havale eden, Allahın takdirine rıza gösteren, en üstün rütbeye kavuşmuş olur. Dünyanın faydasız zevklerine sımsıkı sarılan kimse bile, ölümü anmakla dünyanın kirli işlerinden uzaklaşmaya başlar. Zamanla dünya, ona ağır gelir, zevklerinden hoşlanmaz. Böylece dünyanın faydasız işlerinden soğutan her şey, bir kurtuluş sebebidir. Bir zat, bir kimseden bahsederek onu çok övdü. Orada bulunan Peygamber efendimiz, (O kimse ölümü hatırlar mı?) buyurdu. O zat da, (Ölümü hatırladığını duymadık) dedi. (Ölümü anmayanın değeri olmaz) buyurdu. Demek ki değerli olmak, ölümü hatırlamakla da anlaşılıyor. Ölümü hatırlamak, ölüme hazırlanmakla olur.
Bir sözle insan küfre düşebilir, kâfir olabilir. Elfaz-ı küfür denilen bu sözlerin neler olduğunu defalarca açıklamıştım. İman ne kadar kıymetli ise, bir söz söyleyerek kâfir olmak da o kadar kötüdür. İkrah edilince, bu sözlerden bazılarını söylemek küfür olmaz. İkrah, bir insanı, istemediği bir şeyi yapması için, haksız olarak zorlamak demektir. Zorlamanın ikrah olması için dört şart lâzımdır. 1- Zorlayanın, korkuttuğu şeyi yapabilecek kuvvette olması. 2- Zorlananın korkutulan şeyin muhakkak yapılacağını bilmesi. 3- Korkutulan şeyin, ölüm veya bir uzvun kesilmesi veya üzücü bir şey olması. 4- Zorlanan şeyin, yapılmaması gereken bir şey olması lâzımdır. İkrah iki türlü olur: Mülci ikrah, Mülci olmayan ikrah. Mülci, ağır olup, insanın rızasını ve ihtiyarını yok eder. Zorlanan şeyin yapılması zarurî olur. Bu da, ölüm, bir uzvun veya bütün malın telef olması veya bu ikisine sebep olacak hapis ve dayak [Zaruri olan nafakayı temîn etmek için çalışmaya mani olunması ve başka çalışacak yer bulamamak korkusu da mülci ikrahtır.] Mülci olmayan ikrah, yalnız rızayı yok eder ki, bir günden çok hapis veya şiddetli dayak ile korkutulmaktır. [Böyle ikrah da, küfr-i hükmî için özür olur.] İlim, şeref sahiplerine sert söylemek, bunlar için ikrah olur. Mahrem akrabanın hapsedilmesi, kanunla ceza da ikrah olur. İkrah ile yaptırılması istenen şey birkaç çeşittir: 1- Yapması caiz, yapmaması ise sevap olan şeylerdir. Mülci ikrah ile küfre sebep olan söz söylemek, mesela Resulullahı kötülemek. Fakat, bunları söylerken Tevriye etmesi, yani Muhammed ismindeki başkasını düşünmesi, puta secde ederken, Allahü teâlâya secde etmeyi düşünmesi gerekir. Tevriye etmek lâzım olduğu hatırına gelmezse mazur olur. Namaz kılma, kendinin ve başkasının malını telef et, karını boşa, zina veya livata et veya ettir diye zorlamak. 2- Mülci ikrah ile yapması haram olan şeylerdir. Bir insanı öldürmek veya bir uzvunu kesmek veya bunlara sebep olacak kadar hapsetmek ve dövmek, erkeğe zina et diye zorlamak böyledir. Kendini öldürmesi için ölüm ile tehdit edilenin kendini öldürmesi câiz olmaz. [Düşman eline geçince, ırzına geçilip, işkence ile öldürüleceğini anlayanın, kendini ve yakınlarını öldürmesi câiz olmaz.] Savaşınca öldürüleceğini, savaşmazsa esir olacağını anlayan, düşmana saldırmaz. 3- Mülci olan ikrah ile yapması helâl, hattâ farz, yapmayıp ölmesi günah olan şey şunlardır: İçki, kan içmek, leş, domuz yemek. Mülci olan veya olmayan bir tehditle, zorlama ile yapılan sözleşmeler sahih olmaz. Mülci olmayan ikrah ile de yapılan nikâh, talak, nezir, yemin sahih olur. İkrah bitince, nikahtan ve talaktan vazgeçebilir. Nezirden vazgeçemez. Nezir olarak verdiğini, ikrah edenden isteyemez. İkrah edilerek borçlusunu affetmesi sahih olmaz. Mülci olmayan ikrah ile leş, kan, domuz yenmez. şarap içilmez ve müslümanın malı telef edilmez. Çünkü, Mülci olmayan ikrah ile zaruret hasıl olmaz. Ölmemek için leş, domuz yenir ve kan, şarap içilir. Yemez, içmez de ölürse cehenneme gider. Mülci ikrah ile, bu içkiyi iç, şu malı sat denilse, malını satar. Şarabı içmesi de câiz olur. Câiz olacağını bilmediği için, içmez ve satmaz da öldürülürse, şehit olur. Sultanın haksız olarak, zulüm ile para, mal istemesi ikrah olur. Bunları vermek câiz olur. (İbni Âbidîn, Dürer-ül-hükkâm)
Gayb, duygu organları ile veya hesap ile, tecrübe ile anlaşılmayan şey demektir. Gaybı ancak Allah bilir. O, Âlim-ül-gayb = gaybı bilen (Haşr 23) ve Allâmül-guyûb = gaybları en iyi bilendir. (Sebe 48) Bu konudaki birkaç ayet-i kerime meali şöyledir: (Allah'ın, gaybları en iyi bilen olduğunu hâlâ anlamadılar mı?) [Tevbe 78], (De ki: Gaybı bilmek Allaha mahsustur.) [Yunus 20], (Göklerin ve yerin gaybı Allah'a aittir.) [Hud 123, Nahl 77], (De ki: Göklerde ve yerde gaybı Allah'tan başka bilen yoktur.) [Neml 65, Hücurat 18] Gaybı Peygamberler de bilmez. Bu konudaki birkaç ayet-i kerime meali şöyledir: (Ben gaybı da bilmem.) [Enam 50, Hud 31], (Gaybın anahtarları Allah'ın yanındadır.) [Enam 59], (De ki: Eğer ben gaybı bilseydim elbette daha çok hayır yapmak isterdim.) [Araf 188] Gaybı cin de bilmez. Bir ayet-i kerime meali: (Cinler gaybı bilselerdi, zelil edici azap içinde kalmazlardı.) [Sebe 14] Falanca hoca, filanca falcı gaybı biliyor gibi şeyler söylemek küfür olur. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki: (Falcının, büyücünün veya başka birinin gaybdan [gelecekten] verdiği haberlere inanan, Kur'an-ı kerime inanmamış olur.) [Taberânî] Allahü teâlâ dilerse, peygamberlerine bazı gayblarını bildirir. Bu konudaki iki ayet meali şöyledir: (Allah size gaybı bildirmez; fakat dilediği peygamberine gaybı bildirir.) [Ali imran 179], (Allah gayba kimseyi muttali kılmaz; ancak dilediği peygamber müstesna. Çünkü her peygamberin önünden ve ardından gözcüler salar.) [Cin 26, 27] Bir gün Resulullahın devesi kayboldu. Münafıklar bunu fırsat bilip "Hani göklerden, cennetten, cehennemden bahsediyordu. Kaybolan devesinin yerini bile bilmiyor." dediler. Münafıkların bu sözü Resulullaha ulaşınca, (Vallahi ben ancak Rabbimin bana bildirdiklerini bilirim. Şu anda Rabbim, bana devemin nerede olduğunu bildirdi. Devem, şu anda falanca yerdedir) buyurdu. Tarif edilen yere gidip deveyi bir ağaca bağlı olarak buldular. (Mevahib) Peygamber efendimiz, arkasında olanları da görürdü. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Saflarınızı tamamlayın. Çünkü sizi arkamdan da görüyorum. Rükû ve secdeleri düzgün yapın, Allaha yemin ederim ki, sizi rükû ve secde yaparken arkamdan görüyorum.) [Müslim] Allahü telâlâ birçok gaybı Resulüne bildirmiştir. Peygamber efendimizin gaybdan, yani gelecekten haber verdiği hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Erkekler azalacak, kadınlar çoğalacak.) [Buharî], (Çalgı her yere yayılacak.) [Beyhekî], (Anarşi ve ölüm çoğalacak.) [İbni Mace], (İşler, ehli olmayana verilecek.) [Buharî], (Alimler, isteğe göre fetva verecek, harama helal diyecek.) [Deylemî], (Fuhuş yayılacak.) [Hakim], (Deprem, fitne, katillik artacak.) [Buharî], (Kötüler dünyaya hakim olacak.) [Tirmizî], (Allaha inanan olduğu sürece kıyamet kopmayacak.) [Müslim], (Kalbleriniz temiz olsa idi, siz de benim duyduklarımı duyardınız.) [İ. Ahmed, Taberani] Son hadis-i şerifte, kalbi temiz olanın gaybları bileceği söyleniyor. Bunun için Hz. Ömer, Medine'den İran'daki ordusunu görüp, komutanı Sariye'ye, "Dağa çekil" demiştir. (Ş. Nübüvve) Hz. Ömer'inki gibi başka evliyadan da birçok keramet görülmüştür. Kur'an-ı kerim bunu bildirmektedir. (Neml 38-40, Meryem 24, Ali imran 37, Kehf 17,18, 63-81) Netice: Allah dilediğine gaybı bildirir ve o da gaybdan haber verir. (Avarif-ül-mearif)
İnsanları Hakka davet eden, onlara doğru yolu gösterip, hakiki saadete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velilerin on birincisidir. Maveraünnehrin Tur-i Sina gibi mukaddes bir yer olmasına vesile olan, orayı nurlandıran büyük âlim ve velilerden olan Mahmud-i İncirfagnevi, Buhara'nın Fagne köyünde doğdu. 1315 senesinde vefat etti. Mimarlık ile geçinirdi. Hace Ârif-i Rivegeri hazretlerinin derslerinde ve sohbetlerinde yetişip, kemâle geldi. Maddi ve manevi ilimlerde zamanının büyük âlimlerinden oldu. İnsanları irşad etmek ve onlara saadet yolunu göstermek için hocasından icazet aldı. Birçok âlim yetiştirdi. Binlerce kimsenin, dalaletten hidayete, yani sapıklıktan doğru yola ve saadete kavuşmasına vesile oldu. Yetiştirdiği âlimlerin en büyüğü ve kendisinden sonra halifesi Hace Ali Ramitenidir. Hocası Ârif-i Rivegeri'den icazet alıp, insanları doğru yola irşad ile vazifelendirilince, vaktin gereği sesli zikre başladı. Sesli zikre ilk başlaması, hocasının vefat hastalığı sırasında, Riveger tepesi üzerinde olmuştu. Hace Ârif bu zaman; "Şimdi vaktidir" buyurdu. Bu sözünü, kabulüne işaret tutmuşlardır. Hace Ârif Rivegeri'nin vefatından sonra, Kale Kapısı önündeki mescitte sesli zikre devam eyledi. Vaktinin büyük âlimlerinden Hace Muhammed Parisa'nın dedelerinden Mevlana Hafızuddin, âlimlerin üstadı Şemsüleimme Hulvani'nin işareti ile, Buhara'da, o zamanın en büyük imam ve âlimlerinin huzurunda, Hace Mahmud'a; "Siz hangi niyetle cehri (sesli) zikr ile meşgul oluyorsunuz?" diye sordu. Cevabında; "Uyuyanları uyandırmak, gâfillere işittirmek ve insanları dinin ana caddesi ve doğru yolu üzerinde yürütmek, hakikate teşvik etmek, böylece insanların, bütün iyiliklerin anahtarı, her saadetin esası olan tövbeye ve bir büyüğe bağlanmalarına sebep olmak istiyorum" buyurdu. Bunu duyunca, Mevlana Hafızuddin ona; "Niyetiniz böyle dürüst olunca, böyle zikretmeniz caiz olur." dedi. Mahmud-i İncirfagnevi buyurdu ki: "Sesli zikri ancak, dili yalandan ve gıybetten, midesi haram ve şüpheliden temiz, kalbi riyadan ve gösterişten uzak, sırrı Rabbinden başka her şeye teveccühten münezzeh olan yapabilir." Büyük âlim Ali Ramiteni anlatır: "Hace Mahmud-i İncirfagnevi zamanında, dervişlerden biri Hızır aleyhisselamı gördü ve ona; "Bu zamanda kendisine uyulacak kimdir?" diye sordu. Hz. Hızır, "Hace Mahmud-i İncirfagnevidir." dedi. Hz. Hızır ile görüşüp o suali soran zatın, Ali Ramiteninin kendisi olduğu bildirilmişlerdir. Bir gün Hace Ali Ramiteni, Hace Mahmud-i İncirfagnevi'nin bağlıları ile Ramiten sahrasında iken, havada uçan büyük beyaz bir kuş gördüler. Onların başlarının üzerine gelince, açık bir dille; "Ey Ali, kâmil er ol! Sözüne bağlı kal, yapıştığın eteğe sımsıkı sarıl, ahdini bozma!" dedi. Bu kuşu görmek, söylediklerini duymakla, arkadaşlarını bir hâl kapladı, kendilerinden geçtiler. Kendilerine geldiklerinde, kuştan ve konuşmasından sordular. Ali Ramiteni buyurdu ki: "O, Hace Mahmud-i İncirfagnevi idi. Allahü teâlâ ona bu kerameti ihsan eyledi. Şimdi Hace Dıhkan hastadır, Son anlarını yaşamaktadır. Onu ziyarete, yoklamaya gidiyor. Çünkü o, Allahü teâlâdan son nefeste, kendisine yardımcı olması için evliyasından birini göndermesini istemişti. Hace, bu sebeple onun yanına gidiyor."
Yemeğe başlarken besmele çekmek yani (Bismillahirrahmanirrahim) demek ve sonunda (Elhamdülillah) demek sünnettir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Yemekten sonra, "El-hamdülillahillezi etamena hazettaame ve rezekana min gayri havlin minna ve la kuvveh" duâsını okuyanın günahları affolur.) [Ebu Dâvud] (Bir kimse, yiyip içtikten sonra, "El hamdülillahillezi atameni ve eşbeani ve sakani ve ervani" duâsını okursa, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur.) [İbni Sünni] Peygamber efendimiz yemekten sonra (El-hamdü-lillahillezi etamena ve sakana ve cealena müslimin) duâsını okurdu (Tirmizî) Yemeklerden sonra, yukarıdaki duâları da içine alan şu duâyı okumak daha uygundur: (El-hamdü-lillahillezi eşbeana ve ervana min-gayri-havlin minna ve la kuvveh. Allahümme at'imhüm kema at'amüna. Allahümmerzukna kalben takıyyen, mineşşirki beriyyen la kâfiren ve şekıyyen velhamdülülillahi rabbilâlemin) Dini deyimlerin açıklanması Dinimizde kullanılan bazı kelimeler bilinirse, din kitapları daha iyi anlaşılır. Ateistlere göre de tarifleri yapılmıştır. Allah: Kâinatı yoktan yaratan ilah. Ateiste göre, insanların yarattığı hayali varlık. İslâmiyet, Allahın emir ve yasaklarının tamamı. Ateiste göre, hurafeler zinciri. Müslüman, İslâmiyet'e uyan kimse. Ateiste göre, hurafelere uyan gerici. Salih, ibadetleri yapıp haramlardan kaçan müslüman. Ateiste göre, tam bağnaz kimse. Fâsık, bazı farzları yapmayan veya birkaç haram işleyen müslüman. Ateiste göre, az bağnaz kimse. Kâfir, Müslüman olmayan. Ateiste göre, tam özgür kişi. Münafık, Müslümanları aldatmak için müslüman görünen kâfir. Ateiste göre, özgürlüklerinden özveride bulunan yiğit militan. Mürted, Müslümanlıktan ayrılıp, kâfir olan. Ateiste göre, tam özgürlüğü seçen ilerici. Mülhid, kendini samimi müslüman bildiği hâlde, ayet ve hadise kendi görüşü ile mana vererek, imanı bozulan, küfre düşen kimse. Ateiste göre, aydın müslüman. Zındık, Allaha, helale, harama inanmadığı halde inanıyor gibi görünen dinsiz kâfir. Zındıklar, komünist, mason veya ateisttir. Ateiste göre, özgürlüklerinden özveride bulunan militan. Yobaz, bütün hakikatler kendisine gösterildiği hâlde, kabul etmeyen, kendi indi ve hatalı görüşünde körü körüne ısrar ve inat eden kaba, cahil kimse. Bunun din yobazı, fen yobazı, devrim yobazı gibi birçok çeşidi vardır. Yobazların her çeşidi zararlıdır. Ateiste göre, herhangi bir dine inanan bağnaz. Nikah: Meşru bir aile kurmak için, sünnete uygun yapılan evlilik. Ateiste göre, bir eşle beraber yaşamaya zorlanan, özgürlükleri kısıtlayıcı, Sümerlerden kalma yasal baskı. Ölüm: Müslümanların Allaha, kâfirlerin azaba kavuşması. Ateiste göre, insanın yok olup gitmesi.
İlim öğrenmek, herkese gerektiği kadar farzdır. Mesela fakire zekât ve hac ilmi farz değildir. Evlenmeyen ve mahrem kadın akrabası olmayan erkeğe hayz bilgilerini öğrenmek de farz değildir. Kadınların öğrenmeleri gereken ilimler, kendilerine farz-ı ayn olan bilgilerdir. Her ilim değildir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Tecrübeli yaşlılarla oturup kalkın. Âlimlere sorun. Hikmet sahipleri ile beraber olun.) [Taberânî] (Âlim olmayan veya ilim öğrenmeye çalışmayan bizden değildir.) [Deylemî] (Bir âlimin, yanına oturarak, bir saat ilimle meşgul olması, bir âbidin 70 yıl ibadetinden hayırlı olabilir. ) [Deylemî] (İşlenen bir günah, âlime bir, cahile iki olarak yazılır. Alim, günahı için azap olunur. Cahil ise hem günahı, hem de öğrenmediği için azap olunur.) [Deylemî] (Allah, dünya işlerinin âlimi, âhiret işlerinin câhili olana buğz eder.) [Hâkim] (İlim öğrenmek, namaz, oruç, hac ve Allah yolundaki cihaddan daha kıymetlidir.) [Deylemî] (Bir saat ilim öğrenmek gece sabaha kadar ibâdet etmekten kıymetlidir. Bir gün ilim öğrenmek, üç ay oruç tutmaktan kıymetlidir.) [Ebu Nuaym] (Bir kimse, ilim öğrense, bununla amel etmese bile; bin rekat namaz kılmasından daha fazla sevap alır. Eğer öğrendiği ilimle amel eder veya başkasına öğretirse, hem bunun sevabını alır, hem de Kıyamete kadar bununla amel edenlerin sevabını alır.) [Hatib] (İlimden bir mesele öğrenmek, dünyadaki her şeyden kıymetlidir.) [Taberânî] (İlim öğrenmek, kadın-erkek her müslümana farzdır.) [Beyhekî] (Farzlarda ihmallik yapan bir derde müptelâ olur. ) [İ. Ahmed] Hesaba çekilme riski Hesaba çekilen herkes sıkıntı görür. Sorgusuz sualsiz cennete girmeye çalışmalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamette hesaba çekilen, helak olmuştur.) [Buharî] (Hesaba çekilen azap görmüş olur.) [Bezzar] (Kıyamette herkes, şu dört suale cevap vermedikçe hesaptan kurtulamaz: 1- Ömrünü nasıl geçirdi? 2- İlmi ile nasıl amel etti? 3- Malını nereden, nasıl kazandı, nereye harcadı? 4- Bedenini nerede yordu?) [Tirmizî] Ancak hesabı çok kolay geçenler de olacaktır. Mesela (Sen falanca mısın?) diye sorulacak, sonra bekletmeden Cennete konacaktır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Osman'ın şefaati ile hepsi Cehennemlik olan yetmiş bin kişi, sorgusuz suâlsiz Cennete girecektir.) [İbni Asakir] (Allahü teâlâ buyuruyor ki: Kulumla anlaşmamız vardır. Namazlarını vaktinde, eksiksiz kılarsa, ona azap etmem ve onu sorgusuz sualsiz Cennete koyarım.) [Hakim] (Kıyamette insanlar hesaba çekilirken, üç defa "Allahtan alacağı olanlar, kalksın ve Cennete girsin" diye ses duyulur. Oradakiler, "Allahtan alacaklı olan da olur mu ki?" derler. "İnsanları affedenlerdir" denir. Bunlar, kalkıp hemen sorgusuz sualsiz Cennete girerler.) [Taberânî]
Dinimizde abes, lüzumsuz şeyleri yapmak, caiz değildir. Mesela boş ve lüzumsuz yere birşeyler karalamak, israf ve abestir. Burada birkaç israf vardır. Zaman, emek, enerji, kâğıt, kalem, mürekkep. Hepsinden mühimi de faydalı bir şeyle meşgul olunmamak... Eğer dünyadaki herkesin boşa harcadığı zaman, enerji ve emek hesaplansa, dünyada açlık ve yokluk içinde kıvranan milyonlarca insanın ihtiyaçlarına kâfi gelebilecek zaruri meta üretilebilirdi. İsrafın miktarı ne olursa olsun zararı büyüktür. Küçük sanılan şeyler, yan yana geldiği zaman büyük rakamlar, değerler ortaya çıkar. Damlaya damlaya göl olur, atasözünü duymuşuzdur. Dakikada on damla kaçıran bir musluk ayda 170 litre su akıtıyormuş. Malı, dinin ve mürüvvetin uygun görmediği yerlere dağıtmaya israf denir. Mürüvvet, faydalı olmak, iyilik yapmak arzusudur. Dine uymayan israf, haramdır. Mürüvvete uymayan israf tenzihen mekruhtur. Semavi dinlerin hepsinde Allahü teâlâ kötü bir huy olan israfı yasak etmiştir. Dinimizin boşu, abesi, haramı, israfı yasaklamasında insanların saadeti, refahı, adaleti ve her şeyi yatmaktadır. Dinimizde, cimriliğin, israftan daha çok kötülenmesi, israfın cimrilik kadar kötü olmadığını göstermez. Cimriliğin daha çok kötülenmesi, insanlardan çoğunun mal biriktirmeye meyilli olmasındandır. İsrafın kötülüğünü göstermek için, Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Yiyin, için, fakat israf etmeyin! Allahü teâlâ israf edenleri elbette sevmez.) [Araf 31] (İsraf etme! İsraf edenler, şeytanların kardeşleridir.) [İsra 26,27] (Müsrifleri helâk ettik.) [Enbiya 9] (Mallarını israf edenlere bir şey vermeyin!) emri ile müsrifleri en kötü şekilde vasıflandırıp, (Mallarınızı sefihlere vermeyin!) buyuruyor. (Nisa 5) Ne israf etmeli, ne de kısmalıdır. Bunların ortasını bulmak ise makbuldür. Buna iktisat etmek denir. Cömertlik de malını iktisat ile kullanmaktır. Allahü teâlâ buyuruyor ki: (Cimri olma, israf da etme!) [İsra 29] Cömertleri överken de buyuruyor ki: (Onlar harcadıkları zaman ne israf ederler, ne de cimrilik. İkisi arasında orta bir yol tutarlar.) [Furkan 67] Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İktisat eden sıkıntı çekmez.) [İ. Ahmed] (İktisat eden zenginleşir, israf edeni fakirleşir.) [Bezzar] (Yiyip için, giyinin ve tasadduk edin. Fakat israf ve kibirden sakının!) [Buharî] İsrafın zararları, israf edenlerin şeytana, Firavuna ve Hz. Lut'un kötü kavmine benzetilmesi ve Allahü teâlânın bunları sevmemesi ve bunlara sefih demesi ve ahirette azap çekmeleri, dünyada aşağı, muhtaç duruma düşmeleri ve pişman olmalarıdır. İsrafın kötü olmasının birinci sebebi, malın kıymetli olmasıdır. Mal, Allahü teâlânın verdiği bir nimettir. Ahireti kazanmak, mal ile olur. Dünya ve ahiret, mal ile intizam bulur, rahat olur. Hac, cihad sevabı mal ile kazanılır. Bedenin sıhhat, kuvvet bulması, mal ile olur. Başkasına muhtaç olmaktan insanı koruyan maldır. Sadaka vermek, akrabayı dolaşmak, fakirlerin imdadına yetişmek mal ile olur. Mescitler, okullar, hastaneler, yollar, çeşmeler, köprüler yaparak insanlara hizmet de mal ile olur. Peygamber efendimiz (İnsanların en iyisi, onlara faydası çok olanıdır.) buyuruyor. (Kudai) İnsanlara yardım etmek için çalışıp para kazanmak, nafile ibâdet etmekten daha çok sevaptır. Cennetin yüksek derecelerine mal ile kavuşulur. Mal kıymetli olunca, onu israf etmek elbette kötüdür.
İslâm ilimleri iki kısımdır: Birincisi Din bilgileri, ikincisi Fen bilgileridir. İslâm âlimi olmak için her ikisini de öğrenmek gerekir. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümana gerekir. Yani Farz-ı ayndır. Fen bilgilerinden gerekenleri yalnız bu işte meşgul olanların öğrenmeleri ve yapmaları gerekir. Yani Farz-ı kifaye'dir. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler. Medeni olur. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Ahiret nimetlerini isteyene o nimetleri, dünya nimetlerini isteyen de dünya nimetlerini veririz.) [Şura 20] İstemek laf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yani çalışmak gerekir. Allahü teâlâ, dünya nimetlerine ve ahiret nimetlerine kavuşmak için, çalışanlara dilediklerini vereceğini vâdediyor. Müslüman olsun, olmasın, beğendiği gibi çalışan herkese, vereceğini bildiriyor. Avrupalılar, Amerikalılar, Japonlar böyle çalıştıkları için dünya nimetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağdaki Müslümanları, böyle çalıştıkları için, medeniyet rehberi olmuşlardır. Abbasilerin ve Osmanlıların son zamanlarında, iç ve dış düşmanların tesirleriyle, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve sanat üzerinde çalışmaktan mahrum edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü. Din bilgisi, iman, ibâdet ve ahlâktan ibarettir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, tamam olmaz. Noksan olan şeyin faydası olmaz. Eski Romalılarda, Yunanlılarda ve Avrupa'daki, Asya'daki devletlerde fen bilgisi vardı. Fakat din bilgisi noksandı. Bunun için, fen ve teknikte nail oldukları nimetleri kötü yerlerde kullandılar. Bir kısım sanat eserlerini zevklerde, fuhuşlarda kullandılar. Bir kısmı da teknik vasıtalarını, insanlara zulüm, işkence yapmakta kullandı. Medeni olmaları şöyle dursun, parçalandılar, yıkıldılar, yok oldular. Belaların geliş sebebi İmam-ı Rabbanî hazretleri buyuruyor ki: Dertlerin, belâların gelmesine sebep günah işlemektir. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Size gelen musibet, kendi ellerinizle işlediğiniz [günahlar] yüzündendir.) [Şura 30] (Sana gelen her iyilik, Allahü teâlânın [bir ihsanı olarak] gelmekte, her kötülük de [işlediğin günahlara karşılık olarak] kendinden gelmektedir.) [Nisa 79] Peygamber efendimiz buyurdu ki: Ümmetim şu on beş kötü hasleti işlediği zaman çeşitli belalara maruz kalır: 1- Ganimet, çarçur edilir, yerinde harcanmaz. 2- Emanet, emanete hıyanet edilir, ganimet kabul edilir. 3- Zekât cereme telakki edilir. [Vermek istenmez, hile yolları aranır.] 4- Erkek karısının sözünden çıkmaz. [Kılıbık olur.] 5- Ana babaya isyan edilir., sözlerine itibar edilmez. [Geri kafalı, bunak falan denir.] 6- Ana babaya sıkıntı verilir. 7- Kötü arkadaşlara uyulur. [Ayıp olur diye çeşitli günah işlenir.] 8- Camilerde yüksek sesle konuşulur. [Hutbeyi nutuk çeker gibi okumak da buna dahildir.] 9- Kötüler, ehli olmayanlar idareci olur. 10- Şerrinden, zararından korkulanlara ikram edilir. 11- İçki içenler çoğalır. 12- Erkekler haram olan ipeği giyer. 13- Şarkıcı kadınlar çoğalır. 14- Çalgı aletleri, müzik her yere yayılır. 15- Önceki âlimler kötülenir. (Tirmizî)
Melek, cin ve şeytan görülmüyorsa
Ateistler, (Melek, cin, şeytan gibi varlıkları göremiyoruz. Görülmeyen şey yoktur) diyorlardı. Bu düşüncelerini yadırgamıyorduk. Fakat bir ilahiyat profesörü, melek diye bir şey yok, tabiat kuvvetleridir, bir başka ilahiyatçı da Cebrail diye bir melek yoktur, vahyin gelişi ruh ile irtibat, iletişim kurmasıdır, diyor. Bir başka sapık da, cinler, vücudumuza giren mikroplardır, hastalık yaparlar diyor. Ateistlerden farklı tarafları tevilli konuşmalarıdır. Yoksa melek, cin ve şeytanı inkâr eden kâfir olur. Bunlar Kur'an-ı kerimde açıkça yazılıdır. Dünya, bir imtihan yeridir. Allahü teâlâ, Bekara suresinin başında gayba imanı, yani görmeden inanmamızı emretmiştir. İyi ile kötünün, inananla inanmayanın ayırt edilmesi için bir imtihan gerekir. Allahü telâlâ imtihan etmeden de kullarının ne yapacağını, suç, günah işleyeceğini bilir. Fakat, henüz suç işlemeden cezalandırılsa, (Suçum yokken, imtihan edilmeden, beni cezalandırmak doğu değil) diyebilir. İşte bunun gibi sebeplerle, insanlar imtihan için dünyaya getirilmiştir. Söz dinleyenle, dinlemeyen, suç işleyenle işlemeyen belli olsun diye, bazı yasaklar konmuş, bazı ibadetleri yapma mecburiyeti getirilmiştir. Mesela (domuz eti veya besmelesiz kesilen kuzu eti niye haram) diye soruluyor. Etin mutlaka bir zararı olduğu için değil, emri dinleyenle dinlemeyen belli olsun diye de haram edilmiş olamaz mı? Bu öyle bir imtihan ki sorular da, cevaplar da bellidir. Kabirde ne sorulacak, ahirette ne sorulacak hepsi bellidir. Ben soruları ve cevapları bilmiyordum diye itiraz edilemeyecektir. Cin, şeytan, nazar, cennet, cehennem gibi şeylerin görülmemesi de bir imtihandır. Görüldükten sonra imtihanın ne önemi kalır? Çok çalışkan ve bilgili bir öğrenci ile çok tembel ve cahil bir öğrenci imtihana girse, sorular ve cevaplar belli olsa, ikisi de aynı şeyi yazacak, o zaman çalışkan talebe ile tembel olan ayrılmayacaktır. Bilenle bilmeyenin ayrılması için bir imtihan gerekmez mi? Görülmeyen her şeye yok demek, aklı bırakıp, duyulara tâbi olmak demektir. Hayvanlar duyularına tâbi olur; insan ise, akla tâbi olur. İnsanların duyuları, hayvanlarınkinden daha geridedir. Köpek çok kuvvetli koku alır. İnsan, bu kadar koku alamaz, gecenin zifirî karanlığında yarasa gibi hareket edemez. İnsan, ışık olmadan, karanlıkta göremediği hâlde, kedi görebiliyor. O hâlde göze değil, akla göre karar vermek gerekir. Mıknatısın manyetik gücünü gözle göremiyoruz. Fakat demiri çekmesinden mıknatısta bir güç olduğunu anlıyoruz. Kumanda aleti ile, TV'yi açıp kapatıyoruz. Kumanda aletinde gözle görmediğimiz bir güç, bu işleri yapıyor. Uzaktan kumandalı bir aletle, otonun kapıları açılabiliyor. Fakat bu işi yapan gücü göremiyoruz. O hâlde, hisse değil, akla değer vermek gerekir. Lazer ışınları ile ameliyat yapılıyor, demir kesiliyor. Bu ışınları ve manyetik dalgaları gözle göremiyoruz. Göremediğimize yok demek akla, ilme uygun değildir. Bir teldeki elektrik akımını gözle göremiyoruz. Fakat yaptığı işlerden, içinde cereyan olduğunu anlıyoruz. Gözle görmediğimiz için cereyanı inkâr edemeyiz. Yer çekimini de gözle göremiyoruz. Fakat cisimlerin havaya değil de yere düşmesinden, yerde bir çekim kuvvetinin olduğunu anlıyoruz. İnsanları ayakta tutup hareket etmesini sağladığı için ruhun varlığını anlıyoruz. Fakat gözle göremiyoruz. Hakkı bâtıldan ayıran insana akıllı diyoruz. Fakat aklı da göremiyoruz. Görülmediği hâlde, varlığı akılla anlaşılan çok şey vardır. Kimisi, bir şeye bakıp beğendiği zaman gözlerinden çıkan şualar, yani nazar, canlı cansız şeylerin bozulmasına sebep oluyor. Fen, belki bir gün, şuaları ve etkilerini daha iyi açıklayacaktır.
Berat gecesi, şaban ayının on beşinci gecesidir. Yani 14 şabanın bittiği günün gecesi ki, bu yıl çarşambayı perşembeye bağlayan gecedir. Berat gecesinin günü, 1 Kasımdır. Oruç tutmak isteyen perşembe günü tutmalı. Bünyesi zayıf olanın, şabanın 15'inden sonra oruç tutmayıp, farz olan Ramazan-ı şerif orucuna hazırlanması iyi olur. Sağlığı yerinde olan ise, şaban ayının çoğunu, hatta tamamını oruçlu geçirebilir. Aişe validemiz buyuruyor ki: (Resulullahın, hiçbir ayda, şaban ayından daha fazla [nafile] oruç tuttuğunu görmedim. Bazen şabanın tamamını oruçla geçirirdi.) [Buhari)] Resulullah efendimiz en çok Şaban ayında oruç tutmayı severdi. Sebebi sorulduğunda buyurdu ki: (Şaban, öyle faziletli bir aydır ki, insanlar bundan gafildir. Bu ayda ameller, âlemlerin Rabbine arz edilir. Ben de amelimin oruçlu iken arz edilmesini isterim.) [Nesâî] Bu konudaki hadis-i şeriflerden bazıları şöyledir: (Ramazandan sonra en faziletli oruç, şaban ayında tutulan oruçtur.) [Tirmizî] (Şaban ayında üç gün oruç tutana, Hak teâlâ, Cennet-i âlâda bir yer hazırlar.) [Eyoğul ilmihali] (Şu beş gecede yapılan duâ geri çevrilmez. Regaib gecesi, Berat gecesi, Cuma gecesi, Ramazan ve Kurban bayramı gecesi.) [İ.Asâkir] (Şabanın 15. gecesini ibadetle, gündüzünü de oruçla geçirin! O gece Allahü teâlâ buyurur ki: "Af isteyen yok mu, affedeyim. Rızık isteyen yok mu, rızık vereyim. Dertli yok mu, sıhhat, afiyet vereyim. Ne isteyen varsa, istesin vereyim." Bu hâl, sabaha kadar devam eder.) [İbni Mace] (Hz. Cebrail gelip, "Kalk namaz kıl ve duâ et! Bu gece şabanın 15. gecesidir" dedi. Bu geceyi ihya edenleri Allahü teâlâ affeder. Yalnız, müşrik, büyücü, falcı, cimri, kindar, müşahin, içkici, faizci ve zaniyi affetmez.) [Taberânî] (Müşahin, bid'at ehli, mezhepsiz demektir.) (Salih akrabayı terk eden, ana babaya asi olan da bu gece affa kavuşamaz.) [Beyhekî] İçki içmek, cimrilik, kin gütmek, ana babaya isyan gibi günahları işleyen kâfir olmaz. İmanı düzgün ise, günahlarının cezasını çektikten sonra cennete girer. Sevapları günahlarından daha çok ise cehenneme girmeden de cennete gider. Kıyamette pişman olmamak için, bu geceyi ganimet bilmeli, tövbe istiğfar etmeli, kaza namazı kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı! Bilhassa ilim öğrenmeli, yani ilmihal okumalıdır. Peygamber efendimiz Berat gecesinde, (Allahümmerzuknâ kalben takıyyen mineşşirki beriyyen lâ kâfiren ve şakiyyen) duâsını çok okurdu. Hz. Aişe validemiz, (Ya Resulallah, Allahü teâlâ seni günah işlemekten muhafaza buyurduğu halde, neden Berat gecesinde çok ibadet ettin?) diye sorduğu zaman, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Şükredici kul olmayayım mı? Bu yıl içinde doğacak her çocuk, bu gece deftere geçirilir. Bu yıl içinde öleceklerin isimleri, bu gece özel deftere yazılır. Bu gece herkesin rızkı tertip olunur. Bu gece herkesin amelleri Allahü teâlâya arz olunur.) [Gunye]
Her ilim sahibine âlim denmez. Mal ve mevki sahibi olmak için ilim öğrenen ve ilmi ile amel etmeyen, İslâm âlimi değildir. Buyuruluyor ki: Âlimler hariç, insanlar helak olmuştur. İlmiyle amel edenler hariç, âlimler de helak olmuştur. İhlaslı olanlar hariç, amel eden âlimler de aldanmıştır. O hâlde gerçek âlim, ilim, amel ve ihlas sahibi salih kimsedir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Cahiller ile mücadele etmek ve meşhur olmak için ilim öğrenen cehenneme gider.) [İ. Mace] (Allah rızasından başka maksatla ilim öğrenen Cehennemdeki yerine hazırlansın.) [Tirmizî] (Dünya için ilim öğrenen, mala, mevkie kavuşursa, kazancı cehennem ateşi olur.) [R. Nasıhin] (Âlim, ilmi az da olsa, ilmi ile amel eden kimsedir.) [Ebuş-şeyh] İnsanı kötü yoldan ilim ve âlimler kurtarır. Rehber olmadan doğru yol bulunamaz. Büyük bir peygamber olan Hz. Musa, Allahü teâlâ ile konuşmak şerefine kavuştuğu hâlde, Hz. Hızır'dan ilim öğrenmeye gelmiştir. İmam-ı Ebu Yusuf'un çok sevdiği oğlu vefat edince, talebelerine, (Defin işini siz yapın. Ben üstadımın dersine gidiyorum. Dersimi kaçırmayayım.) dedi. Kendisini vefatından sonra rüyada gördüler. Cennette, yüksekliği Arş'a varan büyük bir köşkte idi. Buna nasıl kavuştuğu sorulunca, (İlim öğrenmeye ve öğretmeye olan sevgim ile) buyurdu. İlim ve âlim kıymetlidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Doğru ilim sahibi olan ve ilmi ile amel eden bir âlim ile Peygamberler arasında bir derece fark vardır. Bu peygamberlik makamıdır.) [R. Nasıhin] (Âlime hürmet eden, bana hürmet etmiş, onu ziyaret eden beni ziyaret etmiş olur.) [İ. Rafii] (Âlim olmayan veya ilim öğrenmeye çalışmayan bizden değildir.) [Deylemî] (Ya âlim, ya öğrenci, ya dinleyici veya bunları seven olun. Yoksa helâk olursunuz.) [Beyhekî] (Âlimler rehberdir.) [İ.Neccar] (Âlim ile oturmak, yüzüne bakmak ibadettir.) [Hâkim] (Âlim ile beraber olun, diz dize oturun. Çünkü Allahü teâlâ, yağmurla ölü toprağı dirilttiği gibi, ölü kalpleri de ilim nuru ile diriltir.) [Taberânî] (Kıyamette peygamberler, âlimler ve Şehitler şefaat eder.) [İ. Mace] (Cennette de âlime ihtiyaç olur. Cennet ehline "Ne arzunuz varsa isteyin" diye sorunca, ne isteyeceklerini şaşırıp âlimlere bakarlar. Âlimler de, "Şunu isteyin" derler.) [Deylemî] İşte böyle kıymetli olan âlimin vefatı büyük kayıptır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Allahü teâlâ, sizden ilmi almak için ilmi ile amil olan âlimleri kaldırır. Cahiller kalır. Dinden suâl edenlere, kendi akılları ile cevap verip, insanları doğru yoldan ayırırlar.) [Buhari] (Bir âlim ölünce, İslâmda bir gedik açılmış olur ve kıyâmete kadar kapanmaz.) [İ. Süyuti] (Âlimin ölümüne üzülmeyen, münafıktır. Bir âlimin ölümünden daha büyük musibet yoktur. Bir âlim ölünce, gökler ve göklerde olanlar, yetmiş gün ağlarlar.) [R. Nasıhin] (Âlim ölünce, denizdeki balıklar bile kıyamete kadar ona istiğfar ederler.) [Deylemî] (Bir âlimin ölmesi, bir şehir halkının ölümünden daha büyük ziyandır.) [Taberani] (Ahir zamanda, âlimler ölür, câhiller din adamı yerine geçirilir. Onlar da bilmeden yanlış fetva verir, kendisi sapar, başkalarını da saptırır.) [Buhari] Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Cuma günü veya gecesi ölen mümine kabir azabı olmaz.) [Tirmizî]; (Hak teâlâ buyurdu ki: "ihtiyarlık benim nurumdan bir nurdur. Ben nuruma, narımla azap etmekten hayâ ederim") [Ebuş-şeyh]; (Bir Müslüman, 90 yaşına ulaşınca, geçmiş ve gelecek birçok günahları affolur. Aile efradına şefaat etmesi için, kendisine izin verilir.) [Ebu Yala] Büyük bir âlim vefat edince, feyz vermesi kesilmez, daha da artar. Kınından çıkmış kılıç gibi olur. (İrşad-üt-talibin)
İnsanları Hakk'a davet eden, doğru yolu göstererek saadete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen büyük âlim ve velilerin on beşincisidir. Allahü teâlânın sevgisini kalplere nakşettiği için, kendisine Nakşibend denir. 1318'de Buhara'ya yakın Kasr-ı Arifan'da doğdu. 1389'da Kasr-ı Arifan'da vefat etti. Kabri oradadır. İslam âlimlerinin en meşhurlarından olup, tasavvufta en yüksek derecelere ulaşmıştır. Zamanında ve kendinden sonraki asırlarda onun sebebi ile pek çok insan, hidayete, doğru yola kavuşmuştur. Zamanının büyük velilerinden Muhammed Baba Semmasi, henüz o doğmadan Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Bu gelişinde, burada bir büyük zatın kokusu geliyor. Bu beldede büyük bir veli yetişecek diyerek işaret etmiş, emsalsiz bir zatın buradan zuhur edip ortaya çıkacağını talebelerine müjdelemişti. Babası Seyyid Muhammed Buhari anlatır: "Oğlum Behaeddin'in doğmasından üç gün sonra, Hace Muhammed Baba Semmasi, yine Kasr-ı Arifan'a gelmişti. Ben kendisini çok sever ve muhabbet beslerdim. Yeni doğan oğlum Behaeddin'i alıp huzuruna götürdüm. Hace, oğlumu elimden alıp, bağrına bastı ve; "Bu yavru, benim oğlumdur. Ben bunu, manevi evlatlığa kabul ettim" buyurdu. Sonra Seyyid Emir Gilal'e şöyle dedi: "Size, bu yerde bir büyük zatın kokusu geliyor derdim. İşte o mübarek koku, bu melek yavrunun kokusudur. Bu yavru, büyük bir zat olsa gerektir." buyurdu. Annesi anlatır: "Oğlum Behaeddin dört yaşında iken, evimizdeki ineği göstererek, bu inek beyaz başlı bir buzağı doğuracak dedi. Birkaç ay sonra inek, dediği gibi bir buzağı doğurdu." Behaeddin Buhari hazretlerinin ilk hocası, Hace Muhammed Baba Semmasi'dir. Sonra Seyyid Emir Gilal hocası oldu. Daha bir çok hocalardan ders aldı. "Ali Ramiteni hazretlerinden gelip, emanet olarak saklanan taç bana verildi. O anda kalbim Allahü teâlânın muhabbeti ile dolup, taştı. Sonra hocam Seyyid Emir Gilal, Kasr-ı Arifan'a geldi. Bana çok iltifatta bulunup; "Hace Muhammed Baba Semmasi'nin emri üzerine seni yetiştirmeye çalışacağım" dedi. Seyyid Emir Gilal hazretleri, Behaeddin Buhari hazretlerinin yetişmesi için titizlikle meşgul olup, onu tasavvufta yüksek derecelere ulaştırdıktan sonra buyurdu ki: "Hace Muhammed Baba Semmasi'nin sizin terbiyeniz ile ilgili vasiyetini yerine getirdim. Sizi istenilen şekilde yetiştirdim. Artık icazetlisin" Behaeddin Buhari hazretleri, Emir Gilal hazretlerinin vefatından sonra, insanlara doğru yolu gösterip, rehberlik vazifesini yapmaya başladı.
Müslüman olan bir kimseye, ilk önce La ilahe illallah, Muhammedün resulullah kelimesinin manasını bilmek ve inanmak farzdır. Bu kelimeye Kelime-i tevhid denir. Kısaca manası, (Allah'tan başka ilah yoktur. Muhammed aleyhisselam da O'nun Resulüdür) demektir. Kelime-i tevhidin fazileti çoktur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (La ilahe illallah diyen belâ ve sıkıntılardan kurtulur.) [Bezzar] (La ilahe illallahı çok söyleyerek imanınızı tazeleyin!) [Taberânî] (Amellerin kıymetlisi La ilahe illallah demektir.) [Hakim] (Zikrin [Allah'ı anmanın] en faziletlisi la ilahe illallah demektir.) [Nesâî] (La ilahe illallah demek 99 belâyı önler. Bunun en aşağısı sıkıntıdır.) [Deylemî] (Benim ve diğer peygamberlerin dediği en üstün şey, la ilahe illallah sözüdür.) [Tirmizî] (La ilahe illallah diyenin günahları silinir, yerine o kadar sevap yazılır.) [E.Yala] (La ilahe illallah Cennetin anahtarıdır.) [İ.Ahmed] (La ilahe illallah diyen, sözünde sadık ise, bütün günahları affedilir.) [İ.Gazali] (Ölüm halindekilere La ilahe illallah söylemesini telkin edin, onları Cennetle de müjdeleyin. Şeytanın insana en yakın olduğu an bu vakittir.) [Ebu Nuaym] (Ağır hastayı, La ilahe illallah demeye zorlamayın, sadece telkinde bulunun.) [Dare Kutni] (Son sözü La ilahe illallah olanın, ruhu kolay çıkar ve o söz kıyamette ona nur olur.) [Hakim] (Ahıret, dünyaya tercih edilince, La ilahe illallah sözü, Allah'ın gazabından korur. Dünya kârını, ahırete tercih eden, La ilahe illallah dediği zaman, Allahü teâlâ, "Yalan söylüyorsun, sözünde sadık değilsin" buyurur.) [Beyhekî] (La ilahe illallah diyene, işlediği günahlardan dolayı kâfir demeyiniz! Buna kâfir diyenin kendisi kâfir olur.) [Buharî] (Günde yüz defa La ilahe illallah diyenin yüzü kıyamette ayın 14'ü gibi parlar.) [Taberânî] [Yüzüncüyü söylerken "Muhammedün resulullah" ilave etmek iyi olur. Tecvide göre okununca "Muhammedür-resulullah" denir.] (Haramlardan kaçarak, ihlasla, "la ilahe illallah" diyen Cennete girer.) [Hatib, Taberânî] (İhlasla La ilahe illallah diyen Cennete girer. İhlas, söyleyeni haramlardan alıkoymasıdır.) İhlas, kalbde Allah sevgisinden başka şeye yer bırakmamak, başka şeyleri temizlemek demektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlânın birliğine iman edip, şirk koşmadan ve ihlasla namazını kılıp, zekâtını verenden Allah razı olur.) [İbni Mace] (İhlasla amel edin! Allahü teâlâ ancak ihlasla yapılan ameli kabul eder.) [Dare Kutni] (İbadetleri ihlas ile yap! İhlas ile yapılan az amel, kıyamette sana yetişir.) (Ebu Nuaym] (İbadetlerini ihlas ile yapanlara müjdeler olsun! Bunlar hidayet yıldızlarıdır. Fitnelerin karanlıklarını yok ederler.) [Ebu Nuaym] (Kırk gün ihlasla ibâdet edenin, kalbinden diline hikmet pınarı akar.) [Ebu Şeyh]
Bir iş yaparken ehline sormaya "meşveret" veya "istişare" denir. İstişare sünnettir. Kur'an-ı kerimde (Yapacağın işi önce meşveret et!) buyuruluyor. (Al-i İmran 159) İyi kimseler övülürken de (İstişare ederek iş yaparlar) buyuruluyor. (Şura 38) Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (İstişare, pişmanlığa karşı kaledir.) [İ.Maverdi] (İstihare eden, mahrum kalmaz, istişare eden pişman olmaz.) [Taberânî] (İnsanı pişman eden, kendi görüşündeki ısrardır.) [İ. Maverdi] (Kendi düşüncenize göre hareket etmeyin!) [Taberânî] (Yapacağı işi ehli ile istişare edene, o işin en güzeli nasip olur.) [Taberânî] Hz. Âdem, "işlerinizi istişare ile yapın. Eğer ben, yasak meyve konusunda meleklerle istişare etseydim, musibete maruz kalmazdım." Buyuruyor. İstişare edilecek kimsede şu vasıflar bulunmalıdır: 1- Akıllı olmalı! Akıllı ile istişare galibiyet, ahmakla istişare mağlubiyet denilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Akıllıya danışıp onu dinleyen, doğruyu bulur, dinlemeyen pişman olur.) [İ.Maverdi] 2- Tecrübeli, işinin ehli olmalı! Çünkü, her şey akla, akıl da tecrübeye muhtaçtır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Tedbirli kimse, işinin ehli olana danışıp, ona göre hareket eder.) [Ebu Dâvud] Hz. Lokman Hakim de buyurdu ki: (Yapacağın işi, daha önce bunu denemiş, tecrübeli kimseye danış! Çünkü o, kendisine pahalıya mal olmuş doğru görüşleri sana bedava verir.) [İ.Maverdi] 3- İlim sahibi ve salih olmalı! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Salih olan âlimlerle istişare edin!) [Taberânî] 4- Dost olmalı! Dost olmayan kimseler, yanlış bilgi verebilir. 5- Fikri kuvvetli, sıhhatli olmalı! düşüncesi dağınık, kaygılı kimselerin görüşü isabetli olmaz. Danışılacak kimsenin, insanların hâlini, zamanın ve ülkenin şartlarını bilmesi gerekir. Bundan başka, aklı, fikri kuvvetli, ileriyi gören ve hatta sıhhati yerinde olan kimselerle istişare edilir. Böyle vasıflara haiz olmayan kimselerle istişare etmek günah olur. Peygamber efendimiz eshabı ile istişare eder, bazen bir iş için, akıl, takva, hikmet ve tecrübe sahibi on kişiye danışırdı. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İstişare edilen, güvenilen kişidir, kendisine layık gördüğünü başkasına tavsiye eder.) [Taberânî] (Danışana, bilerek yalan söyleyen ona hıyanet etmiş olur.) [İbni Cerir] (Danışan yardıma kavuşur. İstişare edilen emindir.) [Askeri] İstişare ile yapılan iş, hatalı görünse de, sormadan yapılandan üstündür. İstişare sünnettir, danışan dağı aşar, Danışmayan zavallı, düz yolda bile şaşar. Bilmemek ayıp değil, sormamak ayıp olur, Ehline soran kişi, hakîkî yolu bulur. Meşveretin Türkçesi, ehline danışmaktır, Başlamadan bir işe sebebe yapışmaktır. İstişare edenler, hiç pişman olmaz elbet Danışacak bir yerin varsa ne büyük nimet Şaşkınlık içindesin, sendeki bu çile ne? Eğer bin bilsen bile, sormalısın bir bilene
İmansız ölmemek için imanı muhafaza etmek gerekir. Bunun için şunlara riayet etmeli: 1- Gayba iman etmiş olmalı. Melekleri, Cenneti, Cehennemi gösterseler, gözümüzle gördüğümüz için, "Cennet, Cehennem vardır" demek iman olmaz. Gayrı müslimlerin hepsi, ölürken Cenneti Cehennemi görüp, "İman ettik" diyecekler; fakat kabul olmayacaktır. Müminler övülürken, (Onlar gayba inanırlar) buyuruluyor. (Bekara 3) 2- Gaybı yalnız Allahü teâlânın bildiğine inanmaktır. Peygamber, melek, cin gaybı bilmez. Ancak Allahü teâlâ dilerse, bildirebilir. Bu bakımdan mucizeyi, kerameti inkâr etmek caiz değildir. 3- Haramı haram, helalı helal bilmek. Harama helal, helale haram diyen kâfir olur. 4- Allahü teâlânın azabından emin olmamak ve gazabından çok korkmak gerekir. Kur'an-ı kerimde, Rabbin azabından korkanların, O'nun azabından emin, garantili olmadığı bildiriliyor. (Mearic 27-28) 5- Bir insan ne kadar çok günah işlerse işlesin, kendini yüzde yüz Cehennemlik bilmemeli. Hadis-i kudside buyuruldu ki: (Kulum, göklere ulaşacak günah işlese; fakat rahmetimden ümidini kesmeyip, benden mağfiret dilerse, affederim) [Tirmizî] Kur'an-ı kerimde de buyuruldu ki: (Ey günahı çok olan kullarım, Allahın rahmetinden ümidinizi kesmeyin! Allah günahların hepsini affeder. O sonsuz mağfiret ve nihayetsiz merhamet sahibidir.) [Zümer 53] 6- Hem Allah'ın azabından emin olmamalı, hem de O'nun rahmetinden ümit kesmemeli! Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Mümin havf ve reca [korku ile ümit] arasında bulunursa, Allahü teâlâ, o kuluna ümit ettiğini verir ve korktuğundan onu emin kılar.) [Tirmizî] 7- Hubb-i fillah, buğd-i fillah üzere olmak. Yani sevdiğini Allah için sevmek, sevmediğini de Allah için sevmemektir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İmanın temeli Müslümanları sevmek ve kafirleri sevmemektir.) [İ. Ahmed] (İmanın efdali Allah için sevmek, Allah için buğzetmek, diliyle de Allah'ı anmak, kendisine hoş geleni, başkasına da hoş görmek, istemediği bir şeyi başkası için de istememek, hayır konuşmak veya susmaktır.) [Taberânî] Cenab-ı Hak, Hz. İsa'ya buyurdu ki: (Yer ve göklerdeki bütün mahlukatın ibâdetlerini yapsan, dostlarımı sevmedikçe ve düşmanlarıma düşmanlık etmedikçe, hiç faydası olmaz.) [K.Saadet] Kadınların namazı Kadının, erkeğe göre, namazda farklı olduğu bazı yerler vardır. Bunlar şöyledir: 1- Kadın, namaza dururken, ellerini, omuzlarına kadar kaldırır. Ellerini de kapatır. Sağ el parmaklarını sol bilek üzerine halka yapmaz. Sağ eli, sol el üzerinde olarak göğüs üstüne kor. 2- Rükûa eğilirken ayaklarını birleştirmez. Rükuda az eğilir, belini başı ile düz tutmaz, dizlerini büker. Ellerini dizleri üstüne kor, dizlerini kavramaz ve parmaklarını açmaz. 3- Secdede kollarını, karnına yakın olarak yere serer. Karnını uyluklarına bitiştirir. 4- Teşehhüdde, ayaklarını sağa çıkararak yere oturur. Parmakları birbirine yapışık olur. 5- Duâ ederken ellerini ileri uzatmaz, yüzüne karşı eğik tutar. 6- Sabah namazını geç kılması müstehap değildir. Vakit girer girmez kılmaları iyi olur. 7- Namazda yüksek sesle okumaz. Teşrik tekbirini sessiz okur. (R.Muhtar, Tahtavi)
Teheccüd, gecenin üçte ikisi geçtikten sonra, sabah namazı girinceye kadar kılınan nafile bir namazdır. Kazası olan bu vakitte kaza kılarsa, hem kazası ödenir, hem de teheccüd sevabına kavuşur. (Nevadir-i Fıkhıyye) Teheccüd, uykuyu terk etmek demektir. Gece kılınan nafile namaz, gündüz kılınan nafile namazdan daha faziletlidir. Çünkü gece uyanmak nefse zor gelir. Hadis-i şerifte (İbadetin efdali zahmetli olanıdır) buyuruldu. (M. Felah) Meşakkati az ve yapılması kolay olan ibadeti devamlı yapmak, (Amellerin kıymetlisi, az da olsa devamlı olanıdır) hadis-i şerifine göre, meşakkatli, nefse güç geleni ara sıra yapmaktan daha faydalıdır. Kolaylıklardan istifade etmelidir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kışın oruç tutmak, meşakkatsiz elde edilen bir ganimettir.) [Tirmizi] (Kış mevsimi müminin baharıdır. Gündüzleri kısa olur, oruç tutar. Geceleri uzundur ibadet eder.) [Beyhekî] Hz. Musa, (Ya Rabbi sana ne zaman ibâdet edeyim ki makbul olsun?) diye sordu. Cenab-ı Hak da (Gece namaz kıl) buyurdu. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Gece kılınan iki rekat namaz, dünya ve içindekilerden daha kıymetlidir. Eğer meşakkat vermeseydi, gece namazını ümmetime farz kılardım.) [Deylemî] (Farzlardan sonra en faziletli namaz, gece namazıdır.) [Müslim] (Ey insanlar, selamı yayar, açları doyurur, sıla-i rahmde bulunur, geceleri herkes uykuda iken namaz kılarsanız, selametle Cennete girersiniz.) [Tirmizî] (Bir müminin şerefi gece namazı kılmasındadır.) [Taberânî] (Gece ibâdeti Rabbinize yaklaştıran, günahlarınızı affettiren salihlerin amelidir, vücuttaki hastalıklara da şifa verir.) [Tirmizî] (Gece namazına kalkmak için niyet edip yattıktan sonra, sabaha kadar uyuyup kalan kişiye gece namazı kılmış gibi sevap yazılır, uykusu da kendisine bir sadaka olur.) [Nesâî] Teheccüd namazı böyle faziletli olmakla beraber, nafiledir. Hâlbuki ilim öğrenmek herkese farzdır. Din bilgilerinin hepsini öğrenmek farz değildir. Kendisine gereken ilmihal bilgilerini öğrenmek farzdır. Bu bakımdan her Müslümanın evinde nakli esas alan, doğru bir ilmihal kitabı bulunmalı, her fırsatta ondan ilim öğrenmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İlim öğrenmek, namaz, oruç, hac ve Allah yolundaki cihaddan daha kıymetlidir.) [Deylemî] (Bir saat ilim öğrenmek gece sabaha kadar ibâdet etmekten kıymetlidir. Bir gün ilim öğrenmek, üç ay oruç tutmaktan kıymetlidir.) [Ebu Nuaym] (Bir kimse, ilim öğrense, bununla amel etmese bile; bin rekat namaz kılmasından daha fazla sevap alır. Eğer öğrendiği ilimle amel eder veya başkasına öğretirse, hem bunun sevabını alır, hem de Kıyamete kadar bununla amel edenlerin sevabını alır.) [Hatib] (Allah yolunda bir gün cihad, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır.) [Buharî] Emr-i maruf da hepsinden daha sevaptır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bütün ameller, Allah için cihada nispetle, büyük deniz yanında bir damla su gibidir. Allah yolunda cihad ve bütün ameller, emr-i maruf ve nehy-i münkere nispetle yine bir damla gibidir.) [Deylemî]
Ramazan ayı yaklaşmaktadır. Bu konuda İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Mübarek Ramazan ayı, çok şereflidir. Bu ayda yapılan, nafile namaz, zikir, sadaka ve bütün nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu ayda bir oruçluya iftar verenin günahları affolur. Cehennemden azat olur. O oruçlunun sevabı kadar, ayrıca buna da sevap verilir. O oruçlunun sevabı hiç azalmaz. Bu ayda, emri altında bulunanların, işlerini hafifleten, onların ibadet etmelerine kolaylık gösteren âmirler de affolur, cehennemden azat olur. Ramazan-ı şerif ayında, Resulullah, esirleri azat eder, her istenilen şeyi verirdi. Bu ayda ibadet ve iyi iş yapabilenlere, bütün sene bu işleri yapmak nasip olur. Bu aya saygısızlık edenin, günah işleyenin bütün senesi, günah işlemekle geçer. Bu ayı fırsat bilmeli, elden geldiği kadar ibadet etmelidir. Allahü teâlânın razı olduğu işleri yapmalıdır. Bu ayı, ahireti kazanmak için fırsat bilmelidir. Kur'an-ı kerim, Ramazanda indi. Kadir gecesi, bu aydadır. Ramazan-ı şerifte, iftarı erken yapmak, sahuru geç yapmak sünnettir. Resulullah bu iki sünneti yapmaya çok önem verirdi. İftarda acele etmek ve sahuru geciktirmek, belki insanın aczini, yiyip içmeye ve dolayısıyla her şeye muhtaç olduğunu göstermektedir. İbadet etmek de zaten bu demektir. Hurma ile iftar etmek sünnettir. İftar edince, (Zehebez-zama' vebtellet-il uruk ve sebet-el-ecr inşaallahü teâlâ) duasını okumak, teravih kılmak ve hatim okumak önemli sünnettir. Bu ayda, her gece, Cehenneme girmesi gereken, binlerce Müslüman affolur, azat olur. Bu ayda, Cennet kapıları açılır. Cehennem kapıları kapanır. Şeytanlar, zincirlere bağlanır. Rahmet kapıları açılır. Allahü teâlâ, bu mübarek ayda O'nun şanına yakışacak, kulluk yapmayı ve Rabbimizin razı olduğu, beğendiği yolda bulunmayı, hepimize nasip eylesin! Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır. Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilip, sevabını da Allah'tan bekleyerek oruç tutanın günahları affolur.) (Ramazan orucunu tutup ölen mümin, cennete girer.) (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını gözetin! Ancak cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) (Ramazan orucu farz, teravih namazı ise sünnettir. Bu ayda oruç tutup, gecelerini de ibadetle geçirenin günahları affolur.) (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutunuz! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan harcama gibi sevaptır.) (Oruç tutanın susması tesbih, uykusu ibadet, duası müstecap ve amelinin sevabı da çoktur.) (Bilhassa oruçlu iken çirkin konuşmayın! Birisi size sataşırsa, "Ben oruçluyum" deyin!)
Oruç, yalnız aç ve susuz kalmak değildir. Bir hayvanı veya inanmayan bir kimseyi bir odaya hapsedip aç, susuz bırakmakla oruç tutturulmuş olmaz. Orucun, sabır, şükür, nefis terbiyesi gibi diğer ibadetlerle irtibatı vardır. Onun için hadis-i şerifte, (Her şeyin bir kapısı vardır. İbadetlerin kapısı ise oruçtur) buyuruldu. Sinir sistemimizin vücuttaki yeri çok mühimdir. Dil sinirleri felç olan konuşamaz. Bacaktaki sinirler felç olursa, insan yürüyemez. Sinirimizin bozulması nispetinde hayatımız, az veya çok tehlike içindedir. Siniri bozuk kimse, huzursuz olur, sabredemez. Cemiyetteki kavgaların, cinayetlerin çoğu sinirli olmaktan, sabredememekten ileri gelmektedir. Hadis-i şerifte, (Oruç sabrın, sabır da imanın yarısıdır) buyuruldu. Böylece orucun imandan olduğu görülmektedir. İmanlı olan da, imanının kuvvetine göre suç ve günah işlemez. Sinirine hakim olur. Her şeyin bir zekatı vardır. Vücudun zekatı ise açlıktır. Oruç tutarak aç kalanın arzuları kırıldığı için sabretmesi kolay olur. Oruç tutan aç durur. Aç durmak iyidir: Aç duranın basireti açılır. Anlayış kabiliyeti artar. Hadis-i şerifte, (Aç duranın idraki artar, zekası açılır) ve (Tefekkür, ibadetin yarısı, az yemek ise tamamıdır) buyurulmuştur. Çok yiyen çok uyur, çok uyuyanın da ömrü boşa geçmiş olur. Çok yiyen sarhoş gibi olur, dimağı yorgunlaşır. Zekası, zihni dumura uğrar. Açlık, kalbde incelik doğurur. Hadis-i şerifte, (Az yiyenin içi nurla dolar ve Allahü teâlâ, az yiyip içen ve bedeni hafif olan mümini sever) buyuruldu. Açlıkta arzular kırılır, nefsimiz uysallaşır, serkeşliği kalkar. Çok yemek, gafleti doğurur. Azgın bir atı zaptetmek zor olduğu gibi, çok yedirmekle azan nefsi zaptetmek de zordur. Açlıkla terbiyesi kolaylaşır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İnsan kalbi tarladaki ekin, yemek ise yağmur gibidir. Fazla su ekini kuruttuğu gibi, fazla gıda da kalbi öldürür.) Her zaman tok olan şefkatsiz ve merhametsiz olur. Tok, acın halini bilmez. Çok yiyen sert ve katı kalbli olur. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmekle kalbinizi öldürmeyin!) buyuruldu. Sinirlerine hakim olan huzurlu olur. Açlık, günah işleme arzusunu kırar, kötülük etmeye mani olur. Hadis-i şerifte, (Açlık ve susuzlukla nefisle cihad etmek, Allah yolunda cihad gibidir.) buyuruldu. Çok yiyen çok su içer. Çok su içen çok uyur. Çok uyuyanın ömrü uyku ile geçtiği için dünya ve ahiret kazancına mani olur. Demek ki açlık, sinirleri uyanık, zinde tutar. Fazla tokluk ahmaklığa yol açar. Okuduğunu ezberlemesi ve hatırında tutması zor olur. Hadis-i şerifte, (Her gün bir defa yemek yemek itidaldir.) buyuruldu. İki günde üç defa yemek yemenin normal olduğu bildirilmiştir. Hastalıkların çoğu çok yemekten ileri gelir. Hadis-i şerifte, (Çok yiyip içmek hastalıkların başıdır.) buyuruldu. Az yiyenin vücudu sıhhatli olur. Hadis-i şerifte, (Oruç tutan sağlıklı olur.) buyuruldu. Çok yiyende acıma hissi azalır. Arzuları artar, harama dalar. Gayri meşru arzuları harekete geçiren yolları tıkamak gerekir. Açlık şeytanın yolunu tıkar. Hadis-i şerifte, (Şeytan, damardaki kan gibi, vücutta dolaşır, açlık ile yolunu daraltın) buyuruldu.
Bazı cahiller, (Namaz kılmayan, içki içen, açık gezen veya başka günah işleyen bir kimse, boşuna oruç tutmamalı) diyorlar. Bu, söz dine aykırıdır. Birkaç günah işleyenin, diğer günahları da yapması gerekmez. Hem oruç tutup hem de günah işleyen kimse, oruç tutmakla hasıl olan büyük sevaba kavuşamaz. Fakat ahirette niçin oruç tutmadın diye hesaba çekilmez. Oruç borcunu ödemiş olur. Hatta orucun bereketiyle diğer günahlardan da kaçma imkanı olur. İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: (Bütün günahlara tövbe edip hepsinden kaçmak büyük nimettir. Bu yapılamazsa, bazı günahlara tövbe etmek de nimettir. Bunların bereketiyle belki bütün günahlara tövbe etmek nasip olur. Bir şeyin bütünü ele geçmezse, hepsini de kaçırmamalı.) Namazın dinimizdeki yeri, oruca göre daha önemli ise de, bir kimseye namaz kılmadığı için, (oruç da tutma) denmez. Aksine, (Namaz kılamıyorsan, orucu bari terk etme) denir. Namaz kılmamakla büyük bir günaha giren kimse, oruç tutmazsa günah miktarı daha da çok artar. Birkaç günaha müptela olan kimse, birinden vazgeçmek isterse, ona, (Diğerlerini bırakmadığına göre bu günaha da devam et) denmez. Günah miktarı ne kadar azaltılırsa o kadar iyi olur. Allah'tan korkup bir günahtan vazgeçmek iman alametidir. Hadis-i şerifte, (Ömründe bir defa Allah'ı anan veya O'ndan korkan Müslüman, cehennemden çıkar) buyuruldu. Günah işleyen, oruç tutuyor veya zekat veriyorsa, (Aman bunları bari bırakma) demelidir! Bu ibadetleri de yapmazsa, dinden tamamen uzaklaşabilir. Korkutmaktan çok, müjdeleyici olmak gerekir. Peygamber efendimiz, (Allah'ın rahmetinden ümit kestirip, dinden nefret ettirenlere lanet olsun! Kolaylaştırın, güçleştirmeyin) buyurdu. Bir genç, Peygamber efendimize, (Şu üç günahı bırakamıyorum) dedi. O üç günah, yalan, zina ve içkidir. Resulullah efendimiz, (Bu üç günahtan yalanı benim için bırak) buyurdu. O genç, kabul edip gitti. Daha sonra, diğer iki günahı işlemek isteyince, (Bu günahları işleyip Resulullahın karşısına çıkınca, "Ben işlemedim" desem yalan söylemiş olurum. Eğer işlediğimi söylersem, beni cezalandırır) diye düşündü. Diğer iki günahtan da vazgeçip salihlerden oldu. Kelime-i şahadeti dil ile söyleyip kalb ile de tasdik eden Müslümandır. Günah işleyen Müslümanlıktan çıkmaz. Hadis-i şerifte (Cebrail aleyhisselam, "Ümmetine müjde ver ki, şirk üzere ölmeyen cennete girer" dedi. Ben, "Zina ve hırsızlık eden de mi cennete girer?" diye üç defa sordum. "Evet, zina ve hırsızlık eden de cennete girer" dedi. Daha sonra, "İçki içse de yine cennete girer" dedi.) buyuruldu. [Ancak bu günahların cezaları çekildikten sonra cennete girilir.] Bu müjdeler, insanı günah işlemeye sevk etmemelidir! Her günah, kalbi karartır, insanı küfre sürükler ve ebedi cehennemde kalmaya sebep olabilir. Allahın gazabı günahlar içinde saklıdır. Onun için her günahtan kaçınmalıdır. Belam-ı Baura, çok ibadet eden büyük bir âlim iken, bir günah yüzünden kâfir oldu. Günah işleyen hemen tövbe etmelidir!
Peygamber efendimiz Ramazan-ı şerifin fazileti hakkında buyuruyor ki: (Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları açılır, cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir. O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) (Ramazan ayı gelince, "Hayır ehli, hayra koş, şer ehli, sen de kötülüklerden el çek" denir.) (Ramazan bereket ayıdır. Allah bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder.) (Ramazan gelince, Allahü teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.) Farz namaz, sonraki namaza kadar; cuma, sonraki cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazana kadar olan günahlara kefaret olur. (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) (Ramazan ayının başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, cehennemden kurtuluştur.) (İslam, Kelime-i şahadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve haccetmektir.) (Allahü teâlânın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet dolu sofrası, ancak oruçlular içindir.) Hz. Peygamberin rüyası Rüyamda acayip şeyler gördüm. Ümmetimden birini azap melekleri yakalamıştı. Aldığı abdestler gelip, onu içindeki zor durumdan kurtardı. Birini gördüm, kabri onu sıkıyordu. Kıldığı namazlar gelip, onu kabir azabından kurtardı. Birine şeytanlar musallat olmuştu. Ettiği zikirler gelip, şeytandan onu kurtardı. Birinin de susuzluktan dili çıkmıştı. Tuttuğu Ramazan orucu gelip, susuzluğunu giderdi. Birini zulmet sarmıştı. Yaptığı hac gelip karanlıktan çıkardı. Birine ölüm meleği gelmişti. Ana babasına yaptığı iyilikler gelip, ölümüne engel oldu, geciktirdi. Birini Müslümanlarla konuşturmuyorlardı. Sıla-i rahim gelip, ona şefaat etti, onlarla konuştu. Peygamberinin yanına gitmek isteyen birine engel oluyorlardı. Cünüplükten yaptığı guslü, onu alıp yanıma getirdi. Ateşten korunmak isteyen birisine, sadakası gelip ateşe perde oldu. Birini zebaniler alıp cehenneme götürürken, yaptığı emr-i maruf ve nehy-i münker gelip kurtardı. Biri cehennem ateşine atılmıştı. (Allah korkusu ile döktüğü) gözyaşları gelip oradan kurtardı. Birine amel defteri solundan verilirken, Allah korkusu gelip, defterini sağa aldı. Sevapları hafif gelen birine, kendinden önce ölen çocukları gelip, sevabını ağırlaştırdı. Cehennemin kenarında, korkudan titreyen birine, Allaha olan hüsnü zannı gelince, titremesi durdu. Sırattan zorla geçen biri, cennete geldi. Fakat kapılar kapalıydı. Kelime-i şehadeti gelip, onu cennete koydu.
Yarın Ramazan-ı şeriftir. Oruçla ilgili meseleleri bilmek gerekir. En başta orucun farzını bilmek lâzımdır. Bunlar, niyet etmek. Niyeti, ilk ve son vakitleri arasında yapmak. İmsak vaktinden güneşin batmasına kadar olan zaman içinde, orucu bozan her şeyden sakınmaktır. Ramazanda ve nafile oruçlara niyetin ilk vakti, güneş battıktan sonra başlar. Son vakti ise, ertesi günü öğleye bir saat kalıncaya kadardır. Kaza ve kefaret oruçlarında ise, akşamdan imsak vaktine kadardır. Ramazanda oruca niyet ederken, akşamdan imsak vaktine kadar, "Yarın oruç tutmaya", imsaktan sonra ise "Bugün oruç tutmaya" denir. Yanılıp yanlış söylense de, oruç tutulacak gün bilindiği için mahzuru olmaz. Ramazanda bir aylık oruca toptan niyet edilmez, her gün ayrı niyet etmek gerekir. Akşam vaktinin girdiği kesin olarak biliniyorsa, önce hurma, su gibi bir şey ile oruç açılır sonra namaz kılınır. Yemeği tezce yiyip sonra namaz kılmak da caizdir. Ancak iftar sofrasında çeşitli yemekler olduğu için, akşam namazı gecikebilir. Namaz mekruh vakte kalabilir. Bu bakımdan önce namazı kılmak ve sonra yavaş yavaş yemeği yemek daha uygun olur. Vaktin girdiği kesin belli değilse, önce namazı kılmak gerekir. Daha sonra vaktin girmediği anlaşılırsa, namazı iade etmek mümkündür. Fakat vakit girmeden oruç açılırsa, oruç bozulmuş olur. Telafisi de mümkün olmaz. Hadis-i şerifte, (İftarı acele edin) buyuruldu. Acelenin son vaktinin, muteber kitaplarda, yıldızlar görününceye kadar olduğu bildiriliyor. Bu da takriben akşam vakti girdikten yarım saat sonradır. Hadis-i şerifte, (Yıldızlar görünmeden iftar eden, sünnetimle amel etmiş olur.) buyuruldu. Gece yatarken yemeği yiyip veya yemek yemeden niyet edilse, sonra gece uyanınca, sahura kalkınca yemek yemekte mahzur yoktur. Akşam yemeği yerken niyet etmek iyi olur. Niyetten sonra da, imsak vaktine kadar yiyip içmekte mahzur yoktur. İmsak, gecenin bitimi, yiyip içmenin yasak olan vaktin başlaması demektir. Türkiye Gazetesi Takvimi'nde yazılı olan imsak vaktinde, yiyip içmeyi kesmelidir! Bundan 20 dakika kadar sonra sabah namazı kılınabilir! Bazı yanlış takvimlere göre hareket edip de, yiyip içmeyi ezan okununcaya kadar uzatmamalıdır. Böyle yiyip içmeyi uzatan kimsenin, ihtiyatı bırakıp da, suçu yanlış takvime bulması, kendini mesuliyetten kurtaramaz! Kalb hastasının göğsüne sürdüğü ilaç, orucu bozmaz. Çünkü, sağlam deriye sürülen ilaç, deriden içeriye girse de orucu bozmaz. Nikotin yakısı vuruluyormuş. Bu da sağlam deriye konduğu için orucu bozmaz. Dil altına konulup emilenler bozar. Kulağa konulan ilaç da bozar. Morfinle dişini çektirdikten sonra, oruç bozulduğu için, yiyip içene kefaret gerekmez, kaza gerekir. Bir hastalık sebebiyle de iğne [enjeksiyon] yapılınca oruç bozulur ve kaza gerekir. Oruç bu şekilde bozulduktan sonra yiyip içmek, kefaret gerektirmez. Diş çektirmek orucu bozmaz. Dişten çıkan kan yutulursa oruç bozulur. Ramazan orucunu tutarken iğne vurduranın veya dişinden çıkan kanı yutanın orucu bozulur, gününe gün kaza gerekir, kefaret gerekmez. İstemeyerek ağız dolusu kusmak orucu bozmaz. İsteyerek, zorlayarak az bir kusma da orucu bozmaz ise de, ağız dolusu kusmak bozar. Hadis-i şerifte (Kendiliğinden ağız dolusu kusanın orucu bozulmaz. İsteyerek ağız dolusu kusanın orucu bozulur, kazası gerekir.) buyuruldu.
Peygamber efendimiz, 3-4 gün teravihi cemaatle kıldırmış, daha sonra evden çıkmamıştır. Sebebi sorulunca, (Teravih namazının size farz olacağından korktuğum için evden çıkmadım.) buyurmuştur. Teravihin yirmi rekat oluşu ve cemaatle kılınması hadis-i şerifle bildirilmiştir. Sünnet olduğu Eshab-ı kiramın İcmaı ile sabittir. Peygamber efendimiz, teravihi, 8, 12 ve 20 rekat olarak da kılmıştır. İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki, Resulullah, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekat namaz kıldıktan sonra, (Ramazanda 20 rekat teravih namazı kılanın, yirmi bin günahı affolur.) buyurdu. Teravihin yirmi rekat olduğuna inanmayanın sapık olduğu (Nur-ül-izah) şerhinde de yazılıdır İmam-ı a'zam hazretleri, (Teravih namazı sünnet-i müekkededir. Hz. Ömer, teravihin 20 rekat olarak cemaatle kılınmasını kendiliğinden ortaya çıkarmamıştır. O, elindeki sağlam esasa, yani Resulullahın sünnetine dayanarak emretmiştir.) buyuruyor. (El-İhtiyar) Peygamber efendimiz, teravihi hiç kılmasa bile hulefa-i raşidinin kılması, sünnet olması için kâfidir. Hadis-i şerifte, (Sünnetime ve hulefa-i raşidinin sünnetine sımsıkı sarılın!) buyuruldu. Teravihin cemaatle kılınması Sünnet-i kifaye'dir. Yani bir mahallede cemaatle kılınınca, diğerleri evde kılsa, sünnet ifa edilmiş olur. Erkeklerin camide cemaatle namaz kılmalarının, evde kıldıkları namazdan 27 derece daha fazla sevap olduğu, kadınların ise, evde namaz kılmalarının, camide namaz kılmalarından daha çok sevap olduğu hadis-i şeriflerle bildirilmiştir. Kadınlar, zaruretsiz camiye gidemez. Çünkü Redd-ül-muhtar'da buyuruluyor ki: (Genç ve yaşlı kadınların 5 vakit namaza, Cuma ve bayram namazları için, vaaz dinlemek için camiye gitmeleri caiz değildir. Eskiden, yalnız çok yaşlı kadınların, akşam ve yatsı namazına gitmesine izin verilmiş idi ise de, şimdi bunların da gitmesi caiz değildir.) Teravih namazı iki veya dört rekatta bir selam vererek kılınır. Fakat iki rekatta bir selam vermek daha iyidir. Teravih namazını on rekatta bir selam vererek iki selamla bitirmek caiz, fakat mekruhtur. Şafii'de ise hiç sahih olmaz. Teravih, vitirden önce kılınır. Vitirden sonra da kılmak caizdir. Kılınamayan teravih namazının kazası gerekmez Yatsıyı cemaatle kılan, teravihi yalnız, vitri de cemaatle kılsa mahzuru olmaz. Hatta teravihi kılmasa da, farzı kılmış olduğu imama uyarak vitri kılabilir. İmamla birlikte yatsının farzı kılınsa, sonra imam gitse, cemaatten biri imam olup teravihi ve vitri kıldırsa sahih olur. Birkaç kişi camiye girince, yatsının farzının kılınmış olduğunu görseler, biri imam olup yatsının farzını kıldırsa ve teravih kıldıran imama uysalar vitri de bu imamla kılsalar sahih olur. Bir özrü sebebiyle camiye gidemeyen kimse, teravihi evde yalnız başına kılabilir. Hanımı, anası ve kızı ile de cemaat yapıp kılabilir. Fakat imam, sünnete uygun kıldırıyorsa, erkekler camiye gitmelidir. Bazı imamlar tadil-i erkana riayet etmeyerek teravihi hızlı kıldırıyor. Halbuki Hanefi'de tadil-i erkan vaciptir. Vaciplerinden biri kasten terk edilerek kılınan namazı tekrar kılmak vaciptir. Unutularak vacip terk edilirse, secde-i sehv gerekir. Ta'dil-i erkan, Şafii'de ise farzdır. Farz terk edilince namaz sahih olmaz. Teravih de olsa, sahih olmayacak kadar hızlı kılmak caiz olmaz.
Ramazan münasebetiyle çeşitli firmalar tarafından imsakiyeler dağıtılmaktadır. Dağıtılmakta olan bu Ramazan imsakiyeleri farklı farklıdır. Eğer imsak vaktinden sonra yiyip içilmeye devam edilirse, oruç tutulmamış olur. Bunun için imsak vaktinde yiyip içmeyi kesmek şarttır. Bugün ülkemizde, iki çeşit imsakiye dağıtılmaktadır. Bir kısmı, yüz senedir kullanılmakta olup, doğruluğunda en ufak bir şüphe, tereddüt hasıl olmamış namaz vakitleri cetvelini aynen muhafaza eden takvimler; bir kısmı da, 1983'ten sonra, "çok oruç tutuyoruz" diyenleri susturmak gayesiyle, imsak vaktini uzatan takvimlerdir. 1983 yılından önce bütün takvimler aynı idi. Fakat 1983'ten itibaren Diyanet İşleri temkin vakitlerini kaldırdığından, böyle farklı iki durum ortaya çıkmıştır. 1983 tarihinden önceki takvimlerin yanlış olmadığını herkes kabul etmektedir. Bu hususta bir ihtilaf yoktur. Nitekim, Diyanet İşleri Başkanlığı'nın 30 Mart 1988 tarih ve 234-497 sayılı Müftülüklere gönderdiği tamimde şöyle denilmektedir: "1983 öncesi takvim ile yeni uygulama arasında sadece temkin farkı bulunmaktadır. Buna göre 1983 öncesindeki uygulama yanlış değildir." Türkiye Gazetesinin Takvimi ve Fazilet takvimi ile diğer bazı takvimler, doğruluğunda ittifak olan 1983 öncesine göre hazırlanmaktadır. Diyanet'in tamiminde bildirdiği gibi, 1983 yılından önceki uygulamaya göre hazırlanan takvimler ile bu takvimlere dayanılarak hazırlanan "Ramazan imsakiyeleri" yanlış değil, sadece temkinlidir. Temkin nedir, âlimler, bu temkini niçin koymuştur? Kısaca bunu da izah edelim: Bir namaz vakti hesaplanırken, hesabı yapılan şehrin arazisinin yükseklik ve alçaklık, doğu-batı, kuzey-güney, genişlik gibi durumlarının göz önüne alınması gereklidir. Ayrıca vakte tesir edecek atmosfer şartlarının da en anormal hâli düşünülerek, bütün bu şartların hepsini karşılayarak, vakti emniyet altında tutacak zamana, vaktin temkini denir. Bu vakit, ibadet vaktinin emniyeti bakımından zarurî olarak konulması şart olan bir zamandır. Temkinsiz yapılan ibadet, vaktin dışında yapılmış demektir. Bilindiği gibi, namazları vaktinde kılmak şarttır. Birkaç dakika önce kılınsa namaz sahih olmaz. Oruç da böyledir. Güneş batmadan önce yiyip içilince, oruç sahih olmaz. Namazları vakit girdikten üç-beş dakika sonra kılmakta hiç mahzur yoktur. Güneş battıktan 5-10 dakika sonra orucu açmakta da mahzur yoktur. Hatta yıldızlar görülünceye kadar geciktirmek câizdir. Nûr-ül izâh şerhinde; "Bulutlu gecelerde, orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyatlı davranarak oruç açmayı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görülmeden önce iftar eden acele etmiş olur" buyuruluyor. Yeni takvimlerde, imsak vakti 10-15 dakika geciktirilmektedir. Böyle olunca, oruç tehlikeye sokulmaktadır. İmsak vaktinde eski cetvelleri esas alıp, yeni takvimlerden 10-15 dakika önce yiyip içmeyi kesmekte hiç mahzur yoktur. Hatta çok iyi olur , tedbirli ve temkinli hareket edilmiş olur. Tedbirsizlik ve temkinsizlik sebebiyle namaz ve oruçları ifsat etmemek gerekir. İki takvim arasında fark, biri temkinli, öteki temkinsizdir. Türkiye Gazetesi Takvimi, ehil kimseler tarafından, çok hassas bir şekilde hazırlanmıştır. Bu hususta takvimimizde her ay, "Mühim Tenbih" başlığı altında ikaz yapılmaktadır. Mevcut takvimler içinde, Türkiye Gazetesi Takvimi ve bu takvim esas alınarak hazırlanan "Ramazan imsakiyeleri" temkinli olup, en uygun olanıdır.
Orucun vücuda zarar verdiğini söyleyenlere itibar etmemelidir. Çünkü Allahü teâlâ, insanlara zararlı olan bir şeyi emretmez. Tıp uzmanları diyor ki: Oruçlu kimselerde adrenalin ve kortizon hormonları kana daha kolaylıkla karışmaktadır. Bu hormonlar, tesirlerini kanserli hücreler üzerinde de göstermektedir. Böylece bu hormonlar kansere karşı bir çeşit kalkan rolünü oynamakta, yani kanser hücrelerinin çoğalmasını önlemektedir. Oruç tutan bünye, adeta bakıma girer, iç organları saran yağlar erir, vücudun zindeliği artar, direnme gücü kazanır, mide, böbrek, şeker, kalb ve karaciğer hastalıklarına karşı mukavemeti artar. Karaciğer, oruçlu iken, 3-5 saat istirahat eder, gıda depolama işine bir müddet ara vermiş olur. Bu arada, korunma sistemini güçlendirici globülinleri hazırlar. Midedeki kaslar ve salgı ifraz eden hücreler, oruç müddetince birkaç saat dinlenir. Kan hacmi de azaldığı için tansiyon düşerek kalb rahatlar. Gıda artıkları iyi yakılmayınca, damarları yıpratır. Yakılmayan yağlar, damarları daraltır, damar sertliği denilen rahatsızlığa sebep olur. Akşama doğru vücutta gıda hemen hiç kalmaz. Yani bütün gıdalar yakılmış olur. Bu bakımdan bilhassa "damar sertliği" olanların sık sık oruç tutmaları iyidir. Oruç iken vücudun diğer organlarında da dinlenme olur. Az yemek ve oruç tutmak vücudun sıhhati için önemlidir. Zekat, malın kiridir. Zekat veren, malını kirden koruduğu gibi, oruç tutan da vücudun zekatını ödemiş, hastalıklardan onu korumuş olur. Peygamber efendimiz, (Her şeyin bir zekatı vardır. Vücudun zekatı ise oruçtur) buyurmuştur. Orucun sevabı diğer ibadetlere göre daha fazladır. Hadis-i kudside, (Her iyiliğe, on mislinden 700 misline kadar sevap verilir. Fakat oruç bana mahsustur, onun mükafatını ben veririm.) buyuruldu. Her iyiliğin sevabını Allahü teâlâ verdiği halde, orucun sevabı için, (Ben veririm) buyurmasının hikmeti vardır. Yeryüzünün tamamı Allahü teâlânın mülkü olduğu halde, Kâbe'ye (Beytullah) yani (Allahın evi) denmesi ona şeref vermek içindir. (Oruç bana mahsustur) demekle de ona özel bir şeref vermiştir. Oruç tutana verilecek sevabın muayyen bir ölçüsü yoktur. Oruçlunun durumuna göre, çok sevap verilecektir. Başkaları oruç yerken oruç tutmak daha sevaptır. Hadis-i şerifte, (Oruçlunun yanında oruçsuzlar yiyince, melekler, oruçluya dua eder.) buyuruldu. Herhangi bir sebeple nafile oruç tutamayan, şükretmeli; misafirlere, fakirlere yemek yedirmelidir. Hadis-i şerifte, (Şükredip yemek yediren, sabredip oruç tutan gibidir.) buyuruldu. Şükredenlere çok mükafat verilecektir. Şükür, İslamiyete uymak demektir. İmam-ı Rabbani hazretleri, (Ramazanda nafile ibadetlere verilen sevap, başka aylarda yapılan farzlar gibidir. Bu ayda yapılan bir farz, başka aylarda yapılan yetmiş farz gibidir. Bu aya saygısızlık edenin, bu ayda günah işleyenin bütün senesi günah işlemekle geçer.) buyurmaktadır. O halde bilhassa Ramazan ayında günah işlemekten daha çok sakınmak gerekir. Mübarek yerlerde yapılan ibadetlere de daha çok sevap verilir. Hadis-i şerifte, (Mekke'de bir Ramazan orucu tutmak, başka yerde tutulan bin Ramazan orucundan efdaldir.) buyuruldu. Cuma günü yapılan ibadetlere de kat kat sevap verilir. Cuma günü işlenen günahlar da iki kat yazılır. Kıymetli günlerin değerini bilmek ve gereğini yapmak gerekir.
İhtiyacı olan eşyadan ve borçlarından fazla olarak zekat nisabı kadar malı, parası bulunan Müslümanın fıtra vermesi vacip olur. Nisaba malik değilse fıtra vermesi vacip olmaz. Fakat vermesi iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ramazan orucu, gökle yer arasında durur. Sadaka-i fıtr verilince yükselir.) (Sadaka-i fıtr, oruçlunun, uygunsuz sözlerinden meydana gelen günahları temizler.) (Sadaka-i fıtr, zenginlerinize bir tezkiyedir. Fakirleriniz de verirse, Allahü teâlâ onlara daha çoğunu verir.) [Tezkiye, temize çıkarma, temizleme demektir.] Diğer üç mezhebde, bir günlük yiyeceği olanın fıtra vermesi farzdır. Hadis-i şerifte, (Sadaka-i fıtrı, küçük büyük, zengin fakir herkesin vermesi gerekir.) buyuruldu. Dinen zengin olmayan herkes, fıtra, zekat alabilir. İhtiyacı olan eşya ve borçlarından fazla olarak, zekat nisabı kadar malı, parası bulunan müslümanın, fıtra vermesi vacip olur. Fıtra, zekat alması, haram olur. Fıtra nisabına katılacak malın ticaret için olması şart olmadığı gibi, elinde bir yıl kalmış olması da gerekmez Halk arasındaki zenginlikle, dinin bildirdiği zenginlik farklıdır. Nisap miktarı malı veya parası olmayan bir kimse, fakir demektir. Evi olmayan, kirada oturan bir kimse nisap miktarı paraya, altına veya ticaret malına sahip ise dinen zengin sayılır, böyle bir kimsenin zekat vermesi gerekir ve zekat alması caiz olmaz. Ticaret için olmayan malların zekatı verilmez. Gelirleri nisaba dahil edilir. Nisaba malik olmayan herkes fakir sayılır, zekat alabilir. Nisaba malikse fıtra vermesi vacip olur. Asgari maaş alan bir kimse, borçları çıktıktan sonra, nisaba malik ise, zengin sayılır, fıtra vermesi gerekir. [Nisap, 96 gr altın veya bu değerde para, ticaret malı demektir.] Sadaka-i fıtr, Ramazan-ı şerifte verilir. Ramazandan önce ve bayramdan sonra da vermek caiz ise de bayram namazından önce verilmiş olması daha çok sevaptır. Şafii'de Ramazandan önce verilmez. Bayramdan sonraya da bırakılmaz. Hastalık gibi herhangi bir özürden dolayı oruç tutamayan kimsenin de, zengin ise fıtra vermesi gerekir. Sadaka-i fıtrın miktarı her yıl değişmez. Fıtra olarak yarım sa' buğday veya un, yahut bir sa' arpa, hurma veya kuru üzüm verilir. Yarım sa ölçek, ihtiyatlı olarak 1750 gramdır. Bir sa' ise 3500 gramdır. Bu miktarlar kıyamete kadar hiç değişmez. Fıtra olarak, ya bizzat buğday, un, arpa, hurma veya kuru üzüm verilir. Yahut değeri kadar altın veya gümüş verilir. Buğday, un ve diğerlerini vermek güç olursa, bunların kıymeti kadar, ekmek veya mısır verilebilir. Fıtra miktarları ve bugünkü değerleri yaklaşık olarak şöyledir: Fıtranın cinsi Miktarı (gr) Değeri (TL) Buğday 1750 400.000 Un 1750 750.000 Un (İyi) 1750 1.000.000 Arpa 3500 700.000 Kuru üzüm 3500 5.000.000 K. Üzüm (İyi) 3500 8.000.000 Hurma 3500 7.000.000 Hurma (İyi) 3500 35.000.000
Hadis-i şerifte, (Ramazanda bir misafire oruç açtırana, Sırat köprüsünü geçmek kolaylaşır.) buyuruldu. Yolda giderken bir oruçluya bir hurma veya bir zeytin verilse de, iftar verme sevabına kavuşulur. Peygamber efendimiz, (Bir kimse, bu ayda bir oruçluya iftar verirse günahları affolur. O oruçlunun sevabı kadar ona sevap verilir) buyurunca, Eshab-ı kiramdan bazıları, bir oruçluyu iftar ettirecek kadar zengin olmadıklarını söylediler. Onlara cevaben buyurdu ki: (Bir hurma ile iftar verene de, yalnız su ile oruç açtırana da, biraz süt ikram edene de bu sevap verilir.) Peygamber efendimiz, (Ramazan ayında bir oruçluyu su ile iftar ettiren, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur) buyurunca da, Eshab-ı kiram, "Su az ve kıymetli iken mi?" diye sual etti. Onlara cevaben (İsterse nehir kenarında versin, aynıdır.) buyurdu. Yemek yedirmek çok sevaptır. Hele oruçluya yedirmek daha çok sevaptır. Oruç tutanın sevabı kadar sevap alır, oruçlunun sevabından eksilme olmaz. Yemek yedirmeyi nimet bilmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Amellerin en faziletlisi, bir müminin aybını örtmek, karnını doyurmak ve bir ihtiyacını karşılamak suretiyle onu sevindirmektir.) (Allah, yemek yediren cömertle meleklerine övünür.) (Misafir, sofrada bulunduğu müddetçe, melekler, ev sahibine dua eder.) (Cennette öyle güzel köşkler vardır ki, bunlar, tatlı konuşan, yemek yediren ve herkes uyurken namaz kılanlar içindir.) (Arkadaşına, sevdiği yemeği verenin günahları affolur.) Dost ve arkadaşlara yemek yedirmek, sadaka vermekten efdaldir. Hz. Ali buyurdu ki: (Dostlara yedirdiğim bir ekmek, fakirlere verdiğim beş ekmekten daha kıymetlidir. Dostlarla yenilen yemek, köle azat etmekten daha makbuldür.) (O beni yemeğe çağırmıyor. Onu niye çağırayım) dememelidir! Yemeğe çağırırken de, yemeğe giderken de yalnız Allah rızasını düşünmelidir! Yemekte günah işlenen davetlere gidilmez. Fakirlerin davetine gitmeyip de, zenginlerinkine gitmek kibirdendir. Kendinden aşağı olanları ziyaret etmek de tevazu alametidir. Düğün yemeğine davet olunanın gitmesi sünnet, başka ziyafetlere gitmek müstehaptır. Bazı âlimler ise, (Düğün yemeğine gitmek vacip, diğer davetlere gitmek sünnettir) demişlerdir. Müslümanın Müslüman üzerindeki beş haktan biri, davetine icabettir. Yani davetini kabul edip gitmektir. Hadis-i şerifte, (Davete icabet ediniz) buyuruldu. Külfete girenin davetine gitmek gerekmez. Cimrinin davetine de gitmemelidir! Peygamber efendimiz, bu hususta, (Cömerdin yemeği şifa, cimrinin yemeği hastalıktır.) buyurmaktadır. Samimi olarak davet edilen yere gitmelidir! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Müslüman kardeşine ikram eden, Allaha ikram etmiş olur.), (İki kişi birden davet ederse, kapısı yakın olana icabet et! Çünkü kapısı yakın olanın hakkı daha önce gelir.), (Davete icabet etmeyen, Allaha ve Resulüne asi olmuş olur.) [Dinimizin bu konudaki emrine uymamış olur]
Bazı kimseler, "Allahın bildiği kuldan saklanmaz" diyerek, oruç tutan Müslümanlara saygısızlık yapıyorlar, açıktan oruç yiyorlar. Açıktan oruç yemek günahtır. Çünkü günahı, açık da, gizli de işlemek caiz olmaz. Fakat nefsine, şeytana uyarak günah işleyen, günahını gizlemelidir! Günahı gizlemek birkaç yönden faydalıdır: Eğer günahlarımız açığa çıkmamışsa sevinmelidir! Cenab-ı Hak, (Günahı gizleyin) buyuruyor. Peygamber efendimiz de, (İnsan günahını dünyada gizlerse, Allahü teâlâ da, Kıyamette, bu günahı kullarından saklar) buyurdu. Allahü teâlâ açıktan, çekinmeden günah işleyenlere daha çok buğz eder. Fakat üzülerek günahını gizleyenleri, gizlediği için affedebilir. Hadis-i şerifte, (Bir günaha düşen, günahını gizlesin! Allahü teâlânın örtüsünü onun üzerinde bulundursun!) buyuruldu. Günah işlerken halktan olsun utanmalı! Başkasını kendi hakkında konuşturmamak, gıybetini ettirmemek için günahı gizlemeli! Hadis-i şeriflerde, (Haya imandandır.), (Hayasızın dini olmaz ve hayasız kişi cennete giremez.) buyurulmuştur. Kötü örnek olmamak, başkalarının da günah işlemesine cesaret vermemek için günahı gizlemelidir! Böyle sebeplerden dolayı günahı gizlemeli, gizli de olsa günah işlemekten sakınmalıdır! Çünkü günahlar öldürücü zehirdir. İmanı olan günah işlemekten çok korkar. Hadis-i şerifte, (Mümin, günahını dağ gibi görür, üzerine düşeceğinden korkar. Münafık ise, günahını, burnuna konmuş, hemen uçacak bir sinek gibi görür.) buyuruldu. Bugün serumla gıda ve deva verilebiliyor. İhtiyacı olan suyu, gıdayı ve ilacı serumla alan kimsenin orucu bozulur. Oruçta gaye, yiyip içmeyi terk etmek olduğuna göre, ağız yolu ile değil de, damar yolu ile yiyip içenin de orucu bozulur. Dört mezhepte de, sağlam deriye konan ilaç, gıda ve deva, emilip içeriye nüfuz etse de oruç bozulmuş olmaz. Mesela kalb hastalığında, göğüs üzerine nitroderm ihtiva eden bir ilaç [TTN] konur. Bu deriden içeriye emilir. Sağlam deriden içeri girdiği için dört mezhepte de orucu bozmaz. Bunun gibi, oruçlu iken sigara tiryakileri tarafından sağlam deriye konan nikotin yakısı da, vücut tarafından emildiği halde, dört mezhepte de orucu bozmaz. Tabiî menfezlerden [deliklerden] giren şeyler orucu bozar. Şafiîde, kulak tabii menfezdir. Kulağa konan sıvı katı her şey, mideye girmiş gibi orucu bozar. Şafii'de idrar yolu da tabii menfezdir. Buraya ilaç, hatta pamuk konsa bile orucu bozar. Dört mezhepte de ve bütün imamlara göre, yaraya konulan ilaç, cevfe [içeriye] giderse oruç bozulur. Şafiî mezhebinde, dimağ [beyin], karın, bağırsak, mesane birer cevftir. Mesela, baştaki kemik yarılsa, buradaki yaraya konulan ilaç, cevfe, yani beyne gideceğinden oruç bozulmuş olur. Şafiî'de karna bıçak saplansa, bıçağın ucu mideye, yani cevfe girdiği için oruç bozulur. Sağlam deriden bıçak cevfe girince oruç bozulduğu gibi, iğne ile adaleyi veya damarı yırtarak verilen ilaç, cevfe ulaşınca oruç bozulmuş olur. Hanefi'de ise, bıçak tamamen midenin içine girerse oruç bozulur. Girmezse yarısı dışarıda kalırsa bozmaz. Serum, dört mezhepte de orucu bozar. Sadece kaza gerekir. (Serum veya enjeksiyonla verilen ilaç, cevfe, [yani dimağ ve mesane gibi yerlere] gitmez) demek, çok yanlış olur, ilme ters olur. Bütün doktorlar, damardan veya adaleden verilen ilacın, dimağ ve mesaneye gittiğini bildiriyorlar. O halde, işin aslını bilmeyenlere kanıp da, enjeksiyonla orucu telef etmekten sakınmak gerekir. [Hanefi mezhebi ile ilgili bilgiler, Tahtavî, Mebsut, Bedayi ve benzeri kitaplardan, Şafiî mezhebi ilgili bilgiler ise, Mecmu, Muğn-il muhtaç, Tuhfe, Envar, Kummesra, Şerh-i İbni Bacuri gibi eserlerden alınmıştır.]
Oruçlu olduğunu unutarak yiyen kimse, orucunun bozulduğunu sanarak yiyip içmeye devam ederse kaza gerekir, kefaret gerekmez. Eğer oruçlu olduğunu unutarak yedikten sonra, unutarak yiyip içmenin orucu bozmadığını bildiği halde, kasten yiyip içmeye devam ederse, hem kaza, hem de kefaret gerekir. Gıybet edince, kan aldırınca, ihtilam olunca, oruç bozulmuş olmaz. Oruç bozuldu sanıp yiyip içene kefaret gerekir. Burundan genze giden kanı veya dişi kanayan ağzındaki kanı yutunca, yani kan mideye gidince oruç bozulur. Sadece kaza gerekir. Burna konan sıvı ilaç orucu bozduğu halde, göze damlatılan veya diş çukuruna konan ilacın tadı boğazda hissedilse bile orucu bozmaz. Flixotide, Ventolin, Salbutol, Salbulin gibi ağza püskürtülen inhaler tipi ilaçlar orucu bozar. İçinde hiç ilaç olmayan oksijen tüpleri ile oruçluya hava vermek orucu bozmaz. Burna sıvı ilaç veya tuzlu su çekmek, boğaza giderse orucu bozar. Hasta, su buharını teneffüs etse, buhar ciğerlere giderse orucu bozar. Çok yaşlanıp ölünceye kadar oruç tutamayacak ihtiyar ve iyi olmasından ümit kesilen hasta, gizli yiyip içmelidir! Oruç tutamayan böyle bir kimse, zengin ise, her günün orucu için fidye verir. Fakir olan fidye vermez. 30 gün oruç için 53 kg un verilir. Yahut bu kadar unun kıymeti kadar altın, bir veya birkaç fakire verilir. Fidye verdikten sonra, oruç tutabilecek hale gelen kimse, tutamadığı oruçlarını kaza eder. Fidye için, her gün için bir fıtra miktarı un, hurma veya üzüm verilir. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Şeri mazeretsiz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz.) buyuruldu. Dini bir özrü olanın orucunu kazaya bırakması caiz olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya bir sıkıntı olacaksa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Yolculukta [sıkıntı içinde] oruç tutmak takvadan sayılmaz) buyuruldu. [Yolculuk, sefer demek, 104 km'den uzak yere gitmek üzere yola çıkmaktır. Bunlardan daha kısa yola giden seferi olmaz. Burada takva daha çok sevap kazanmak manasındadır.] Erkeklerin idrar yoluna koyduğu pamuk tamamen kaybolsa da Hanefide bozulmaz. Makata konan pamuğun bir kısmı dışarıda kalsa orucu bozmaz, hepsi girerse bozar. Kadın veya erkeğin ilaç olarak kullandıkları fitil, orucu bozar, fakat guslü gerektirmez. Bir genç, (Babam oruç tutarken, takvime göre değil, Kur'ana göre hareket ediyor. Siyah iplikle beyaz iplik birbirinden ayrılıncaya kadar yiyip içiyor. Ortalık ağardığı için şüpheleniyorum.) demişti. Bekara suresindeki, (Beyaz iplik siyah iplikten ayırt edilinceye kadar yiyip için) mealindeki 187. ayetindeki iplikler, gündüzün beyazlığı ile gecenin siyahlığıdır. Ayet-i kerimenin anlamı, (Gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığı, iplik gibi birbirinden ayrılıncaya kadar yiyip için) demektir. Bu ayeti kerimeyi duyan bir zat, (Ya Resulullah, ben gündüzün geceden ayrıldığını öğrenmek için yastığımın altına bir beyaz iplik ile bir siyah iplik koydum. Fakat gecenin bitişini yine de tespit edemedim.) dedi. Bunun üzerine, Peygamber efendimiz, (O iplikler, gündüzün aydınlığı ile gecenin karanlığıdır.) buyurdu. Eğer Peygamber efendimiz açıklamasa idi, beyaz ipliğin aydınlık, siyah ipliğin karanlık olduğunu nereden bilecektik? Kur'an-ı kerimden anladığımıza uyarak, gencin babası gibi, bilhassa bulutlu havalarda, daha ortalık karanlık diye, güneş doğana kadar yiyip içerdik.
Seher vakti gecenin son altıda biridir. Yani güneşin batışından imsak vaktine kadar olan zamanın son altıda biridir. Mesela akşam 16.30'da, imsak da 5.30'da oluyorsa, gecenin tamamı 11 saat demektir. Bunun altıda biri 1 saat 50 dk eder. 5.30'dan çıkarılınca 3.40 kalır. Saat 3.40'tan saat 5.30'a kadar seher vakti demektir. Yaz ve kış bu vakit azalıp çoğalır. Teheccüd namazını ve vitri seher vaktinde kılmak iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Gecenin sonunda uyanamayacağından korkan, gecenin evvelinde vitri eda etsin! Sonra yatsın! Gece sonunda uyanacağını ümit eden, vitri o zaman kılsın! Çünkü gecenin sonundaki kalkmakta rahmet melekleri hazır olur.) (Gece seher vaktinde ve namazlardan sonra yapılan dua kabul olur.) (Seher vakti Allahü teâlâ buyurur ki: İstiğfar eden yok mu, onu mağfiret edeyim. İsteyen yok mu, istediğini vereyim, duasını kabul edeyim.) Seher vakti, dua ve istiğfarların kabul olduğu zamandır. Ramazan ayında sahur için kalkınca seher vaktinde kalkılmış olur. Bu vakitte dua etmeyi ganimet bilmelidir! Allahü teâlâ iyileri överken, (Onlar seher vaktinde istiğfar eder) buyuruyor. (Zariyat 18) Hz.Yakub, oğullarına, (Sizin için yakında [seher vakti] Rabbime istiğfar edeceğim) dedi. (Yusüf 98) Al-i İmran suresinin 17. ayetinde, sabredenler, sadıklar, namaz kılanlar, zekat verenler ve seher vakitlerinde istiğfar edenler övülmektedir. Hepsinden sonra, istiğfar edenlerin bildirilmesi, insanın her ibadetini kusurlu görüp, daima istiğfar etmesi içindir. Fırsat ganimettir. Ömrü faydasız işlerle geçirmemeli, Hak teâlânın rızasına uygun şeylere sarf etmelidir! Beş vakit namazı, tadil-i erkan ile ve cemaat ile eda etmelidir! Teheccüd namazı kılmalı, seher vakitlerini istiğfarsız geçirmemeli, gaflet uykusuna dalmamalı, ölümü ve ahireti düşünmeli, haram olan dünya işlerinden yüz çevirip, ahiret işlerine yönelmelidir! Zaruri olan dünya kazancı ile meşgul olup, diğer vakitleri, ahireti imar etmekle meşgul olmalıdır!. (Mek. Masumiyye) Sahura kalkmadan oruç tutmakta mahzur yoktur. Yani günah değildir. Ancak sahura kalkmak çok sevaptır. Bir yudum su içmek için de olsa, sahura kalkmalıdır! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sahura kalkın, sahurda bereket vardır.) (Sahurda yemek yiyerek, oruç tutmanıza yardımcı olun!) (Sahur yemeğine kalkmak, Allahın size bağışladığı berekettir, bunu kaçırmayın!) (Yedikleri helal olmak şartı ile hesaba çekilmeyecek üç kişi; oruçlu, sahur yemeği yiyen ve Allah yolunda nöbet tutandır.) (Bir lokma olsa da sahur yemeği yiyin! Çünkü onda bereket vardır.) (Müminin sahurunun hurma ile olması ne güzeldir.) (Allahü teâlâ, sahura kalkanlara rahmet eder.) (Sahur yemeği mübarektir. Sahurun tamamı berekettir. Bir yudum su için de olsa sahura kalkın! Allahü teâlâ ve melekleri, sahura kalkanlara salat ve selam ederler.) [Yani Allahü teâlâ, sahura kalkanları mağfiret eder, melekler de onlar için dua eder.]
Her zaman günahtan sakınmak gerekir ama oruçlu iken daha çok sakınmak gerekir. Hadis-i şerifte, (Gıybet etmek, söz taşımak, yalan yere yemin etmek, namahreme şehvetle bakmak orucu bozar) buyuruldu. İmam-ı a'zam hazretleri, bu hadis-i şerifi açıklıyor ve (Bu günahlar orucun sevabını bozar, sıhhatini bozmaz, oruç mekruh olur) buyuruyor. Yani bu günahları işleyen, oruç borcundan kurtulur ise de, oruca mahsus olan büyük sevaba kavuşamaz. Hadis-i şerifte, (Nice oruç tutan vardır ki, açlık ve susuzluktan başka bir şey elde etmez.) buyuruldu. Oruç, müminler için bir nimet ve emanettir. Emanete riayet etmek gerekir. Onun zayi olmaması için şartlarını ve edeplerini gözetmek gerekir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Harama bakmak, şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Allah korkusu ile bunu terk edene, Allahü teâlâ öyle bir iman verir ki, tatlılığını kalbinde bulur.), (Oruç, ateşe kalkandır. Gıybet ile parçalanmadıkça korur. Oruçlu, cahillik edip de kötü söz söylemesin! Birisi kendine sataşmak isterse, "Ben oruçluyum" desin!) Gözü ve dili günahlardan koruduğumuz gibi, kulağımızı da korumamız gerekir. Konuşulması haram olan şeyi, dinlemek de haramdır. El, ayak ve diğer uzuvları da haramdan korumalıdır! Oruç tutup azaları ile günah işleyen, ilaç yerine zehir içen hastaya benzer. Çünkü günah zehirdir. İbadetlerimizin sevabını yok eder. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Sahura kalkın, sahurda bereket vardır.), (Sahurda yemek yiyerek, oruç tutmanıza yardımcı olun!), (Sahur yemeğine kalkmak, Allahın size bağışladığı berekettir, bunu kaçırmayın!), (Yedikleri helal olmak şartı ile hesaba çekilmeyecek üç kişi; oruçlu, sahur yemeği yiyen ve Allah yolunda nöbet tutandır.), (Bir lokma olsa da sahur yemeği yiyin! Çünkü onda bereket vardır.), (Müminin sahurunun hurma ile olması ne güzeldir.), (Allahü teâlâ, sahura kalkanlara rahmet eder.), (Sahur yemeği mübarektir. Sahurun tamamı berekettir. Bir yudum su için de olsa sahura kalkın! Allahü teâlâ ve melekleri, sahura kalkanlara salat ve selam ederler.) [Yani Allahü teâlâ, sahura kalkanları mağfiret eder, melekler de onlar için dua eder.] İyilik etmek İnsanlara iyilik etmek çok sevaptır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (İnsanların hepsi Allahın ıyâli [ev halkı] gibidir. Allahın en çok sevdiği kimse, Onun ıyâline [insanlara] en faydalı olandır. Allahın en buğzettiği kimse de Onun ıyâline iyilik etmeyendir.), (Şu iki şeyden daha iyisi yoktur: Allaha iman ve Onun kullarına iyilik etmek. Şu iki şeyden de kötüsü yoktur: Şirk ve insanlara kötülük etmek.), (En iyi kimse, kendisinden hep iyilik beklenendir.), (İyilik etmek ömrü uzatır.), (Kime bir iyilik yapılırsa, o iyiliği ansın! İyiliği anmak şükür, iyiliği gizlemek nankörlüktür.) İtikaf nedir? İtikaf, camiye girip ibâdetle meşgul olmak demektir. Ramazan-ı şerifte itikaf, sünnet-i müekkededir. Ancak itikaf, sünnet-i kifaye olduğu için bir mahallede birkaç kişi itikafa girerse, diğerlerinden bu sünnet sakıt olur. Bu bakımdan imkânı olanlar itikafa girmelidir! İtikaf eden kimse camide yiyip içer, yatar. Abdest için dışarı çıkabilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (İtikafta olan, günahlardan uzaklaşır, her iyiliği işlemiş gibi sevaba kavuşur.), (Bir devenin 2 sağımı kadar itikaf eden, bir köle azat etmiş gibi sevap kazanır.), (Ramazanda on gün itikaf eden, 2 defa hac yapmış gibi sevap kazanır.)
Bir günlük yiyeceği olanın, zekât veya sadaka istemesi haramdır. Fakat istemeden verilen sadakayı, zekâtı alması caizdir. Muhtaç olmayan fakirin, verilen zekât veya sadakayı almaması iyi olur. Birisi zekât toplamak için vazife isteyince, Resulullah efendimiz, (Seni, insanların yıkayıp attıkları kirleri toplamaya memur etmek istemem) buyurdu. Zekât olarak verilen bir deveyi isteyen bir zata, (Şişman birinin, sıcakta terleyip vücudunu yıkadığı kirli su içilir mi? Zekât böyle kir gibidir) buyurdu. (Zekât, karıştığı malı ifsat eder) hadis-i şerifini İmam-ı Ahmed hazretleri, (İhtiyacı olmadığı hâlde, zekât olarak alınan mal, diğer malları helak eder) diye açıklamıştır. Zekâtı muhtaçlara vermelidir! Kur'an-ı kerimin çeşitli yerlerinde namaz ile zekât beraber bildiriliyor. (Namazı kılın, zekâtı verin) buyuruluyor. (2/43) Zekâtın önemi büyüktür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allaha ve Resulüne inanan, malının zekâtını versin!) (En faziletli ibâdet namaz, sonra zekâttır.) (Hastalarınızı sadaka ile, mallarınızı zekât ile koruyun!) (Malın temizlenip güzelleşmesi için zekât farz kılındı.) (Zekât vermeyen, kıtlıklara, krizlere maruz kalır.) (Zekât vermeyene Allahü teâlâ lânet eder.) (Zekât vermeyen, temiz malını kirletmiş olur.) (Zekât vermeyen, Kıyamette ateştedir.) (Zekât vermeyen toplum, rahmetten mahrum kalır.) (Zekâtı verilmeyen mallar, karada, denizde telef olur.) (Zekâtını veren o malın şerrinden korunmuş olur.) (Zekât vermeyenin namazı kabul olmaz.) [Zekât vermemek büyük günah olduğu için, böyle günahkârın kıldığı namaz sahih olup, borcu ödenirse de; namazdan hasıl olacak sevaba kavuşamaz. Her günah da böyledir.] (Zenginlerin zekâtı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir.) [Eli ayağı tutup da çalışabilenlerin zekât istemesi haramdır. İstemediği hâlde, kendisine zekât verilirse, alması günah olmaz. Zekât, çalışamayacak kadar hasta, sakat olanlara ve çalışıp da güç geçinenlere verilir. Allahü teâlâ böyle fakirleri de milletin içinde kırkta bir yaratmıştır.] Peygamber efendimiz, (Zekâtı verilmeyen mallar, ejderha olup sahibinin boynuna sarılır) buyurduktan sonra şu mealdeki ayet-i kerimeyi okudu: (Hak teâlânın ihsan ettiği malın zekâtını vermeyenler; iyi ettiklerini, zengin kalacaklarını zannediyorlar. Hâlbuki kendilerine kötülük etmiş oluyorlar, o mallar cehennemde azap aleti olacak, yılan şeklinde boyunlarına sarılıp, baştan ayağa kadar onları sokacaktır.) [3/180] Bu acı azaplardan kurtulmak için malların zekâtını, tarla mahsullerinin, sebzelerin, meyvelerin uşrunu vermek şarttır. Zekât kırkta bir, uşur onda bir verilir. Kur'an-ı kerimde, (Malı, parayı biriktirip zekâtını vermeyenlere çok acı azabı müjdele! Zekâtı verilmeyen mallar, paralar, cehennem ateşinde kızdırılıp, sahiplerinin alınlarına, böğürlerine, sırtlarına mühür basar gibi basılacaktır.) buyurulmuştur. (Tevbe 34, 35) Fakire verilen altın, onu zengin edecek kadar fazla olmamalıdır. Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek mekruh olarak caizdir. 10 g altın kadar borcu var ise, 100 g altını alması mekruh olmaz. Altın ile gümüş, ne niyetle saklanırsa saklansın ticaret eşyası kabul edilir. Nisap miktarı ise zekâtı verilir. "Ev, araba almak için biriktirilen paranın bana göre zekatı olmaz" diyen dinde reformculara itibar edilmemelidir.
Zekât nisabı, 20 miskal, yani 96 g altın veya bu değerde para veya ticaret eşyasıdır. Zekât nisabına malik olan kimseye zengin denir. Zekâta tabi malların veya paranın, sene içindeki azalıp çoğalmasına itibar edilmez. Nisaba malik olduktan bir yıl sonra elde kalan mal, nisabı buluyorsa, kırkta biri zekât olarak fakirlere verilir. Nisabdan aşağı ise verilmez. Zekât; kârdan değil, ticaret malının veya paranın tamamından verilir. Alacaklar nisap hesabına dahil edilir. Alacaklar tahsil edildikten sonra zekâtları verilir. Daha almadan verilebilir. Borçlar, mevcut para veya maldan çıkarılır. Geri kalanın zekâtı verilir. Ticaret için olmayan evler, arsalar, vasıtalar, demirbaş eşyalar zekât nisabına dahil edilmez. Ticaret için alınıp ticaret için saklanan malların, altın, gümüş, her çeşit paranın zekâtı verilir. Evin, arabanın, zekâtı olmaz. Araba, ev ve arsa alıp satan, bunların zekâtını verir. Çünkü bunlar ticaret malı olmuştur. (Her şeyin bir zekâtı var. Evin zekâtı, misafir odasıdır) hadis-i şerifi misafir kabul etmenin önemini bildiriyor. Bir zenginin bir fakirden alacağı olsa, fakire borç senedini verip, "Sana alacağım kadar zekât vermeye niyet ettim. Sen de borcuna karşılık kabul et, böylece ödeşmiş olalım" dese, fakir de kabul etse, zengin zekâtını vermiş olmaz. Çünkü zekât, borç senedi vermekle, razı olmakla verilmiş olmaz. Ancak mal teslim etmekle olur. Bu zenginin zekâtını fakire vermesi, fakirin de, aldıktan sonra, tekrar zengine geri vererek borcunu ödemesi gerekir. Ev kirasını ödeyemeyen fakir kiracıya, mal sahibi kirayı almadan ona bağışlasa, bu para zekât yerine geçmez sadaka olur. (R. Muhtar) Zekât verirken bilezik, yüzük gibi altınların işçilik ve sanat değerine değil, ağırlığına itibar edilir. Mesela Reşat altını ile Aziz lira 7.2 g olarak kabul edilir. Yani 12 ayardan fazla olan bütün altınlar, tartılır. Kırkta biri zekât olarak verilir. Bilezik, küpe, yüzük gibi çeşitli ayarlarda altını olan, bunların içinden en yüksek olanının ayarından vermesi evla, ortalamasından vermesi caiz, en düşüğünden vermesi ise, mekruhtur. Zekâta tabi mallar, altın liraların en düşüğünün alış fiyatına göre hesap edilir. Kadınların altın ve gümüşten başka diğer süs [ziynet] eşyaları zekâta tabi değildir. Pırlanta, elmas gibi ziynet eşyalarının zekâtı verilmez. Şafiîde, kadınların altından olan ziynetlerinin de zekâtı verilmez. Nisabın üstünde bileziği olan kadın, zekâtını kendi verir. Veya (Zekâtımı sen bir fakire ver) diye kocasını veya başka birini vekil ederse, vekil kendi parası ile zekâtı verebilir. Borçlu ve fakire, hanımı zekât verebilir. Namaz kılmayan, oruç tutmayan bir müslümanın da zekât vermesi gerekir! Borçsuz fakire nisap miktarı veya daha çok zekât vermek mekruhtur. Zekât verirken, zekât demek gerekmez. Hediye denilse de caizdir. Zekât, ticareti yapılan maldan veya aynı değerde altın olarak verilir. İstenince satılabilen hisse senetleri, ticaret malı gibi, zekâtın hesap edildiği tarihteki piyasa değeri üzerinden nisaba dahil edilir. Gölde yetiştirilen balıklar satılınca, bu para diğer zekâta tâbi mallarla beraber nisaba ulaşırsa zekâtı verilir. Zekât, farz olduktan sonra verilir. Nisaba ulaşan, zengin olduğu tarihi, kameri aya göre bir yere yazar. Mesela, 3 Recepte zengin olmuşsa, bir yıl sonra Recebin üçü gelince yine nisap kadar parası ve ticaret malı varsa zekâtını verir. Ramazan ayını beklemez. Günü gelmeden zekât vermekte de mahzur yoktur, çok iyi olur. Hatta gelecek birkaç yılın zekâtını önceden vermek de caizdir. Bir kimse, zekâtını yanlış hesap edip, bir altın zekat vermesi gerekirken iki altın hesap etse, fakire verdikten sonra tekrar hesap etse, bir altın vereceğini anlasa, ikinci yıl vereceği zekâta bu bir altını mahsup eder.
Günümüzde herkes, dinden bahseder, aklına göre fetvalar verir. "Niye böyle olmasın ki, bence bal gibi olur" diyorlar. Allah ne emrediyor, Peygamberimiz ne buyuruyor, din kitaplarımız ne yazıyor demiyorlar. Akla göre ölçü olsa, akıl sayısı kadar din olur. Onun için dinde nakil esastır. Bazı kimseler, para paradır, kâğıt para ile niye zekât verilmez ki diyorlar. Şimdi bu konudaki muteber din kitaplarındaki ifadelere bakalım: Zekât olarak verilecek mallar yerine, bunların kıymetlerini de vermek caizdir. Kıymet denilince, altın ve gümüş anlaşılır, başka mal, çek, senet veya paralar anlaşılmaz. Çünkü eşyanın kıymeti altın ve gümüş ile anlaşılır. (Keşfi rümuz-i gurer) Fülus [bakır] paraların kıymetleri nisabı bulunca zekât olarak, bu fülusun değerlerinin kırkta birini gümüş olarak vermek gerekir. (Miftah-üs-seade) Bakır paranın zekâtı, aynı cins bakır paradan verilmez, gümüş olarak verilmesi gerekir. İmam-ı Ebu Yusuf hazretleri buyurdu ki: "Toprak sahiplerinden uşur ve zekât olarak, altın ve gümüş yerine, başka geçer akçe [kâğıt para] almak haram olur. Her ne kadar bunlar, herkesin kabul ettiği damgalı para ise de, altın değil, bakır paradır." (Redd-ül-Muhtar) Altın ve gümüş olmayan, tedavüldeki para ile zekât verilmez. Zekât, ya altın veya gümüş, yahut ticareti yapılan maldan verilir. İmam-ı Nesefi hazretleri buyuruyor ki: "Bir zengin, yemek satın alıp fakire yedirse, zekât vermiş olmaz." (Zahire) Zekât olarak altın ve gümüş yerine, bunların kıymeti kadar uruz [Ticaret malı] vermek sahihtir. Elbise tüccarı, ya ticaretini yaptığı elbiseden veya değeri kadar altın, gümüş verir. (Tahtavi) Zekât olarak, erkek deve verilmez. Erkek develerin zekâtı bile dişi deve olarak verilir. Dişi devesi yoksa değeri kadar altın veya gümüş verilir. Başka mal verilmez. (Hindiyye) Niye dişi deve verilmesi gerektiğini bilemeyiz. Deveye binilir, eti yenir, yük taşır. Dişi devenin erkek deveden farkı var, süt verir, yavru doğurur. Fakat dişi deve, erkek deve olmadan yavru doğuramaz. Buna rağmen dinimiz erkek deveyi zekât olarak vermeyi caiz görmemektedir. Bir bakkal, dükkanında sattığı mallardan zekât verebilir, konfeksiyon malından zekât veremez. Bir konfeksiyoncu da, ceket pantolon gibi sattığı mallardan zekât verebilir, pirinç, yağ gibi bakkalın sattığı mallardan zekât veremez. Bir eczacı ancak, sattığı ilaçları zekât olarak verebilir. Yahut altın olarak verir. Konfeksiyon veya bakkal malzemeleri veremez. Halıcı veya mobilyacı ancak ticaretini yaptığı, sattığı malları zekât olarak verebilir. Halıcı mobilya, mobilyacı halı veremez. Bazıları (Fakire ne versen alır, yeter ki ver, fakir razı olur.) diyorlar. Evet fakir razı olur. Fakat fakirin rızası önemli değildir, önemli olan Allahın rızasıdır. Kumarda da, faizde de, zinada da tarafların rızası vardır. Ama Allahın rızası yoktur. Önemli olan Allahın emridir. Niye? Niçin? demeden, muteber kitaplarda ne yazıyorsa ona uymak gerekir. Aklını kullanarak, niye altın veya ticareti yapılan maldan zekât veriliyor da, başka maldan ve kâğıt paradan zekât verilmiyor? demeye kimsenin hakkı yoktur.
Bazı kimseler, Kur'an-ı kerimdeki Fi-sebilillah kelimesini, Allah yolunda olan her kurum ve kuruluş dahil diyerek, dernekten partiye kadar her kuruluşa zekât verileceğini söylüyorlar. Kur'an-ı kerimde zekât verileceği bildirilen 8 sınıftan birisi de Fi-sebilillah yani (Allah yolundakiler)dir. Bu sınıfa girenler: 1- Fi-sebilillahtan murad, fakir askerlerdir. (Nur-ül izah) 2- Fi-sebilillahtan murad, cihad ve hac yolundaki muhtaçlardır. (R. Muhtar) 3- İmam-ı Ebu Yusüf'e göre, savaşa gidemeyen fakirler, İmam-ı Muhammed'e göre de hac yolundaki fakirlerdir. (Dürer) 4- Gaza veya hac için çıkıp da nafakası tükenenlerdir. (Tahtavi) 5- Üç mezhebe göre, gazi ve askerlerdir. Hanbeli'ye göre hac yolundakiler de dahildir. (Mizanül Kübra) 6- Gaziler olduğunda dört mezhebde ittifak vardır. (M. Erbea) 7- Zahid-ül Kevseri hazretleri, Makalat kitabında, (Hayır kurumlarına zekât verilmesi caiz değildir. Müctehid imamların hiçbirisi, hayır kurumlara zekât verileceğini bildirmemiş ve bu konuda icma hasıl olmuştur. Sonra gelen âlimlerin sözleri icmayı bozamaz) buyuruyor. [Demek ki, bugün bir âlim çıksa, kurumlara zekât verilmesine fetva verse, icmayı bozamayacağı için fetvası geçersiz olur. Zaten hakiki âlim de icmayı bozucu fetva vermez.] İbni Abidin hazretleri, Bedayi'de, fi-sebilillah kelimesinin bütün kurbetler (Allah için olan bütün işler) olarak açıklandığını bildirmekte ve Nehr kitabından alarak, (Âlimler, zekât toplayanlardan başka, bütün sınıflara fakirlik şartı ile zekât verileceğinde ittifak etmişlerdir) buyurmakta, ayrıca, (Mescid, köprü, yol yaptırmak, hac ve cihad etmek gibi temlik sayılmayan yerlere zekât verilmez) hükmünü Zeylai'den naklen bildirmektedir. [Temlik, zekâtı fakirin eline vermektir.] Bedayi'de, fi-sebilillah kelimesi ile Allah yolunda çalışanlar bildirilmiştir. Mesela zengin de olsa, ilim talebesine zekât verilir. Dürr-ül-muhtar'da diyor ki: Din bilgilerini öğrenmekte ve öğretmekte olanlar da, zengin olsalar bile, çalışıp kazanmaya vakitleri olmadığı için zekât alabilirler. İbni Abidin hazretleri bunu açıklarken buyuruyor ki: Hadis-i şerifte, (İlim öğrenmekte olanın 40 yıllık nafakası olsa da, buna zekât vermek caizdir) buyuruldu. Durum böyle iken, çeşitli kurumlar, zekât fonu diye bankaya bir hesap numarası açıyorlar, yahut makbuzla para topluyorlar. Yukarıdaki vesikalardan anlaşılacağı gibi, bu yolla verilen paralar zekât yerine geçmez. Dinden haberi olmayan bazı kimseler de, kitaptan değil de, kendi aklını ölçü alarak, (zekâttan gaye, fakirin istifadesidir. Her ne şekilde olursa olsun fakire yardım edilirse, zekât yerine geçer) diyorlar. Bu çok yanlıştır. Zekât fonundan fakire yardım etmekle, fona yatan para zekât yerine geçmez. Mesela, "Oruç tutmaktan maksat aç kalmaktır. Ha Ramazan ayında aç kalınmış, ha Recebde aç kalınmış fark etmez" denilemez. "Kurbandan maksat, bir hayvan boğazlamaktır" denilerek bu hayvanı istenildiği zaman kesmek, kurban olmaz. Kurban vasfı olan bir hayvanı, kurban bayramında kesmek gerekir. Zekâtı da dinimizin emrettiği şekilde vermek gerekir. Ülkemizde, dine hizmet eden, ilim talebesi yetiştiren yurtlar, Kur'an kursları, vakıflar ve başka hayır kurumları vardır. Buraların desteklemek gerekir. Bunun için bu kurumların bir yetkilisi, bir fakirden vekalet alır. Fakir, kurumdaki yetkili şahsa vekalet verirken, (Benim adıma zekât almaya ve aldığın zekâtı dilediğin yere vermeye seni vekil ettim) der. Yahut sadece (Seni umumi vekil ettim) demesi de kâfidir. Vekil de, aldığı zekâtı, talebelerin ihtiyaçlarına, kurumun başka ihtiyaçlarına sarf edebilir. Böylece hem dine uygun zekât verilmiş, hem de istenilen hayır kurumuna yardım edilmiş olur
Avrupa'daki bazı Müslümanların, yatsı ve sabahın vakti girmeyen yerlerde cemaatle nafile namaz kılarak ayrılığa sebep olduklarını işitiyoruz. Müslümanlık, birlik dinidir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Şeytan, insanın kurdudur. Sürüden ayrılan koyunu kurt yakaladığı gibi, şeytan da İslâm topluluğundan ayrılanı yakalar. Sakın ayrılmayın, cami ve cemaatlerde bulunun!) Kur'an-ı kerimde, beş vakit namazın vakitleri, çeşitli ayet-i kerimelerde bildirildiği hâlde, "Beş vakit namaz" tabiri geçmez. Bunun hikmetlerinden birisi de, kutuplara yakın yerlerde, beş vakit namazın hepsinin vaktinin girmemesidir. Şafiîlerin çoğuna göre, yatsı ve sabah namazının vakti girmeyen yerlerde bu namazlar, vakitleri giren en yakın bölgeye kıyas edilerek kılınır. Hanefi âlimlerinin çoğuna göre de, vakit girmediği için bu iki namaz farz olmaz. Nitekim, ayakları olmayan kimse için abdestin farzı dört değil, üçtür. Biri sakıt olmuştur. Bulunmayan ayaklar yerine vücudun başka yerini yıkamak gerekmez. Zengin, islâmın beş şartını da yapmakla mükellef iken, fakire zekât vermek ve şartları yoksa, hacca gitmek de farz değildir. Şu hâlde ifa bakımından, islâmın şartı zengine göre beş iken, fakire göre üçtür. Fakire de, (Sen islâmın beş şartını yapmaya mecbursun) denilemez. Çünkü onda zenginlik şartı yoktur. Muayyen özrü on gün devam eden bir kadın, her ay on gün namaz kılmaz. Çünkü namaz kılmak için o kadında, hadesten taharet şartı mevcut değildir. Özürden kurtulunca kaza etmesi de emredilmemiştir. Kısa gecelerde şafak kaybolmadan fecrin tulu ettiği ülkelerde, yatsı ve vitrin vakitleri girmediği için bu namazları kılmak gerekmez. (Nimet-i İslâm) Halebi'de buyuruluyor ki: Vakit girmedikçe, namaz farz olmaz. Nitekim Sadrüddin Bürhan-ül eimme, (Vakti girmediği için yatsı namazı size farz olmaz) diye fetva vermiştir. Şems-ül-eimme Hulvani, (Vakit girmeyen yerlerde yatsı namazı kaza olarak kılınır) diye fetva vermiştir. Ancak bu fetvayı duyan Harezm'de Şeyh-i Kebir Bakkali, (Vakit girmeyen yerlerde yatsı namazı farz olmaz) diye fetva verdi. İmam-ı Hulvani bu fetva üzerine, Şeyh-i Kebir'e, (Beş vakit namazdan birini kaldıran kimse, kâfir olmaz mı?) diye sordurunca, Şeyh-i Kebir de, (Dirsekleri ile birlikte elleri veya aşık kemikleri ile birlikte ayakları olmayan kimse için abdestin farzı kaçtır?) dedi. Daha sonra, (İşte bir abdest uzvu noksan olana abdestin farzı, dört değil, üç olduğu gibi, namaz vakitlerinden bazısı girmeyen yerdeki Müslümanlara, sadece vakti giren namazlar farzdır) buyurdu. Bu cevap karşısında, İmam-ı Hulvani, hakkı teslim edip, önceki fetvasından rücu etti. Hanefi'de vakit, namazın hem şartı hem de sebebi olduğu için, sebep bulunmayınca yani vakit girmeyince, o namaz farz olmaz. Vakit girmeden de kılınmaz. Kaza etmek de gerekmez. Fakat bazı âlimlere göre bu iki namazı kılmak farzdır. İhtiyata riayet etmek çok iyi olur. Bu bakımdan bu iki namaz, (Vaktine yetişip de kılamadığım yatsı veya sabah namazının farzını kılmaya) diye niyet edilerek kılınmalıdır. Bu iki namazı, vakitlerinin başladığı en son günün vakitlerinde kılmak iyi olur. Seferi olanın, dört mezhebde de oruç tutması farz değildir. Kutuplara ve Ay'a giden Müslüman, seferi ise oruç tutmaz. Geriye dönünce kaza eder. Ramazan ayı gelince, oruç tutmak farz olur. Bu bakımdan gündüzleri çok uzun olan yerlerde ikamet eden bir Müslüman, oruca saat ile başlar, saat ile bozar. Vakitleri normal teşekkül eden en yakın bölgelere kıyas edilir. O hâlde gündüzleri çok uzun olan yerde yaşayan Müslümanlar, gündüzü böyle uzun olmayan bir şehirdeki Müslümanların zamanına uyarak oruçlarını tutarlar. (Dürer)
Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte, (Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir günkü sevaba kavuşamaz.) buyuruldu. Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz. Oruç tutmamayı mubah kılan özürler şunlardır: 1- Hastalık. Hasta olan veya oruç tutunca hastalığı artan kimse, oruç tutmaz veya tutuyorsa bozabilir. Hastaya bakan da, hasta hükmündedir. Hastaya bakmak için sıkıntıya girerse, oruç tutmayabilir. 2- Sefer: 104 km uzağa giden kimse, 15 günden az kaldığı yerde seferi olur. Yolculukta sıkıntı olur, iş aksar veya kazaya sebep olacak bir durum olursa, orucu kazaya bırakmak caiz olur. Hadis-i şerifte, (Seferde, sıkıntı içinde oruç tutmak iyilik sayılmaz) buyuruldu. 3- Gebe ve emzikli olmak: Kendine veya çocuğuna bir zarar gelecekse, gebe ve çocuk emziren kadın oruç tutmaz. Hadis-i şerifte, (Allahü teala, gebe ve emziklinin orucunu tehir etti.) buyuruluyor. Çocuğu emziren kadın, ister kendi çocuğunu emzirsin, isterse başkasının çocuğunu emzirsin hüküm aynıdır. 4- Açlık ve susuzluk: Kendisine şiddetli açlık ve susuzluk meydana gelen kimse, ölüm tehlikesi varsa veya aklı gidecekse yahut hastalanıp bir zarara uğrayacaksa, orucunu bozabilir. 5- İhtiyarlık: Çok yaşlı kimse, oruç tutamayacak halde ise, oruç tutmaz, iyileşme ihtimali de yoksa, tutamadığı günler için fidye verir. 30 günün fidyesi 53 kg. undur. 6- İkrah: Birisi oruç tutana, (Orucunu bozmazsan seni öldürürüm veya bir uzvunu keserim) diye tehdit etmişse, dediğini yapmaya gücü yetiyorsa, ve blöf yapmıyorsa, oruçlunun orucunu bozması mubah olur. Uşur vermek Toprak mahsullerinin zekatına uşur denir. Fakir veya borçlu olanın da uşur vermesi gerekir. Fakat ticaret malı ve hayvan zekâtı böyle değildir. Borçlar düşüldükten sonra kalanı, nisap miktarını buluyorsa zekât verilir. İmam-ı a'zam hazretleri buyuruyor ki: (Mahsul topraktan alındığı zaman, az olsun, çok olsun onda birini veya kıymeti kadar altın veya gümüşü Müslüman fakirlere vermek farzdır.) İmameyn'e göre, uşur vermek için mahsulün bir yıl dayanıklı olması ve miktarının 1250 litreden [yaklaşık bir tondan] çok olması gerekir. Mesela yarım ton buğdayı çıkan fakir, İmameyn'in kavline göre uşur vermezse günaha girmez. Fakat zenginin yüz kg. buğdayı olsa onda birini vermesi gerekir. Uşur veren fakir, başkalarının verdiği uşru alabilir. Fakat zenginin zekât alması haramdır. Bir kimse tarlasının veya bahçesinin onda birini bir fakire verse, tarlasının veya bahçesinin kalan kısmının uşrunu yine her sene vermesi gerekir. Gülün uşru verilmez. Fakat ticaret niyetiyle yetiştirildiği zaman zekâtı verilir. Buğday ve arpanın uşrunu, arpadan vermek caizdir. Buğdayın uşrunu, başka yılın buğdayından veya undan da vermek caizdir. Zeytinin uşrunu ise zeytinyağı olarak vermek caizdir. Mal sahibi ile kiracı eşit mahsul almışsa, uşru yarı yarıya verirler. Ev bahçesine sebze yerine buğday ekilse, ev bahçesi olduğu için uşru verilmez. Ev bahçesi, ticaret niyetiyle yetiştirilirse uşru verilir. İhtiyaç için yetiştirilen sebzenin uşru olmaz.
Kadir Gecesi'nin alametleri
Kadir gecesi, açık ve sâkin olur, ne sıcak, ne de soğuk olur. Ertesi sabah güneş, kızıl olup, şuâsız doğar. Kadir gecesinde köpek sesi duyulmaz diyen âlimler de olmuştur. Ubeyd bin Ömer, hazretleri anlatır: Kadir gecesi denizde idim, denizin suyunu içtim, tuzlu değildi, tatlı ve hoş idi. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kadir gecesi açık ve mülayim bir gecedir. Soğuk ve sıcak değildir. sabahında da güneş zaif ve kızıl olarak doğar.) [Taberânî] (Kadir gecesi açık bir gecedir. Sıcak ve soğuk değildir. Onda bulut yoktur. Yağmur ve rüzgar yoktur. O gecenin sabahının alameti güneşin şuasız doğmasıdır.) [Taberânî] (Kadir gecesi sabahı güneş şuasız olarak doğar. Yükselinceye kadar sanki büyük bir tabak gibidir.) [Müslim] Kadir gecesi, Muhammed aleyhisselâmın ümmetine mahsus bir gecedir. Başka peygamberlere böyle bir gece verilmemiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Allah, Kadir gecesini ümmetime hediye etmiş, ondan önce kimselere vermemiştir.) [Deylemi] Peygamber efendimiz, daha önceki ümmetlerden bin sene cihad eden insanları düşünüp, benim ümmetimin ömrü kısadır, az ibadet ederler diye düşününce, Allahü teâlâ, (Kadir gecesi senin ve ümmetinindir) buyurup habibinin kalbini kuvvetlendirdi. Hem de Kadir gecesi her ramazanda gelir. Resulullah efendimize kendisinden önceki insanların ömürlerinin ne kadar olduğu, bildirilince, kendi ümmetinin ömürlerini kısa buldu, uzun ömürlü olan diğerlerinin işledikleri salih amelleri işleyemezler diye düşününce Allahü teâlâ, Ona bin aydan hayırlı olan kadir gecesini ihsan etti. (İ. Mâlik) Kadir gecesi her sene geldiği için, her sene bin aydan, 80 seneden daha fazla ibadet edilmiş sevabı kazanıyoruz. 13 senede bin sene ibadet etmiş sevabı kazanırız. Kadir gecesi hakkındaki hadîs-i şerîflerde buyuruldu ki: (Kadir gecesinde, bir kere Kadr suresini okumak, başka zamanda Kur'anı hatmetmekten daha sevaptır. Kadir gecesinde bir tesbih, bir tahmid, bir tehlil söylemek 700 bin tesbih, tahmid ve tehlilden kıymetlidir. ) [Tefsiri Mugni] [Tesbih: Sübhanallah, Tahmid: Elhamdülillah, Tehlil: La ilahe illallah, demektir.] (Kadir gecesinde üç defâ "Lâ ilâhe illallah" söyleyenin, birincisinde bütün günahları bağışlanır. İkincisinde Cehennemden kurtulur, üçüncüsünde Cennete girer.) [Tefsiri Mugni] Kadir gecesinde Kadr suresini okuyan, Kur'an-ı kerimin dörtte birini okumuş gibi sevaba kavuşur.) [R. Ans.] Ramazanı şerifin her gecesi Kadr suresini okuyan Kadir gecesinde okumuş olur. Diğer ibadetleri yapan da Kadir gecesi yapmış sayılır. Onun için her geceyi Kadir gecesi gibi ibadetle geçermeye çalışmalıdır. Kadir gecesinin günü de, gecesi gibi fazilette aynıdır.
Kadir gecesinin hangi gece olduğu, kesin olarak belli değildir. (Allahü teâlâ, rızasını taatte, gazabını günahlarda, orta namazı beş vakit namazda, evliyasını halk arasında, Kadir Gecesini Ramazan ayı içinde gizlemiştir) buyuruluyor. O hâlde Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için, hiçbir iyiliği küçük görmemeli! Gazabı günahlar içinde saklı olduğu için, hiçbir günahı küçük görmemeli; orta namazı kaçırmamak için, beş vakit namazı vaktinde kılmalı; evliya halk arasında gizli olduğu için herkese iyi muamele etmeli! (Her geleni Hızır, her geceyi Kadir bil) denmiştir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Allahü teâlâ indinde en kıymetli gece, Kadir Gecesidir.), (Bin aydan daha kıymetli olan Ramazan ayındaki o gecenin [Kadir Gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.), (Kadir Gecesinde bir defa, Kadr suresini okumak, Kur'an-ı kerimi hatmetmekten daha sevabdır. Bu gece bir koyun sağma müddeti kadar namaz kılmak, ibâdet etmek, bir ay her geceyi ibâdetle geçirmekten daha kıymetlidir.), (Kadir Gecesini Ramazanın son on gününde arayın.) (Kadir Gecesini, Ramazanın son on gününün 21, 23, 25, 27 ve 29 gibi tek gecelerinde veya Ramazanın son gecesinde arayınız. Sevabını umarak Kadir Gecesini ibâdetle geçirenin geçmiş ve gelecek günahları affolur.), (Kadir Gecesi Ramazanın 27. gecesidir.) Hz. Aişe (Resulullah, Ramazanın son on gününde çok ibâdet ederdi.) buyuruyor. İmam-ı a'zam hazretleri, Kadir Gecesinin, Ramazanın 27. gecesine çok isabet ettiğini bildirmiştir. (Kadir Gecesine rastlamış olan bir geceyi ihya eden, Kadir Gecesini ihya etmiş gibi sevap kazanır) hadis-i şerifini düşünerek sık sık vaki olan 27. gece ihya edilirse, o gece Kadir Gecesi olmasa bile, büyük sevaba kavuşulur. Kadir Gecesini soran bir zata, Peygamber efendimiz, (Bu yıl Kadir Gecesi Ramazanın ilk gecesi idi geçti. 27. geceyi ihya et! Ramazanın 27. gecesini ihya edene, vücudundaki kıllar sayısınca, hac, umre, şehid ve gazi sevabı verilir) buyurdu. Başka birisine de, (Bu yıl Kadir Gecesi geçti, fakat Ramazanın 27. gecesini ihya et! Kadir Gecesi sevabına kavuşursun. Şefaatten nasipsiz kalmazsın) buyurdu. Hz. Aişe validemize de, (13. gece idi geçti. Kadir Gecesini kaçırdıysan, 27. geceye kavuşursun. O geceyi ihya edersen, ahiret yolculuğu için azık olarak o geceki ibâdet sana yeter) buyurdu. Mübarek vakitlerde, günahlardan titizlikle uzak durmalı, ibâdetleri ve her çeşit iyiliği arttırmalıdır. Çünkü Allahü teâlâ, sevdiği kulunu, faziletli vakitlerde faziletli amellerle meşgul eder. Buğzettiği kulunu ise; faziletli vakitlerde kötü işlerle meşgul eder. Onun bu hareketi azabının daha şiddetli olmasına ve Allahü teâlânın, ona daha çok buğzetmesine sebep olur. Çünkü o, böyle yapmakla vaktin bereketinden mahrum kalmış ve onun hürmet ve şerefini çiğnemiş olur. Bu geceyi ihya için ilim öğrenmeli, mesela ilmihalden bir konuyu okumalı, kaza namazı kılmalı, Kur'an-ı kerim okumalı, duâ, tövbe etmeli, sadaka vermeli, Müslümanları sevindirmeli, bunların sevaplarını ölü diri bütün müminlere göndermeli! Kadir Gecesini ihya edenin, Ramazan orucunu tutanın, haccı kabul olanın, bütün günahları affolursa da, namaz, oruç ve kul borçları ödenmiş olmaz. Bunları kaza ederek, ödeyerek borçtan kurtulmak gerekir. Peygamber efendimiz, Kadir Gecesinde, (Allahümme inneke afüvvün tühıbbül afve fa'fü annî) duâsını okumayı bildirmiştir. Manası şöyledir: (Ya Rabbi, sen affedicisin, affı seversin, beni de affeyle!)
Ev için biriktirilen paranın zekâtı
Hadis-i şeriflerde bildirilen kıyamet alametleri birer birer çıkmaktadır. Dini konular bilen bilmeyen herkes tarafından tartışma konusu haline getirilmiştir. Bana göre böyle olmalı, bana göre böyle olmamalı gibi indi görüşler, din gibi ortaya atılmaktadır. "Ben Hanefi mezhebindenim, mezhepsiz değilim" diyen biri de diyor ki: "Ev, araba, kitap, makine, alet gibi ihtiyaç eşyası almak için biriktirilen paranın, BANA GÖRE zekâtı yoktur. Ayrıca kadınların, asli ihtiyaçları olan bilezik, kolye gibi süs eşyalarına da Hanefi mezhebi hariç, diğer üç mezhebe göre zekâtı verilmez. Ben de zekât verilmez ictihadına katılıyorum" Burada iki büyük hata var. Adam hem Hanefi'yim diyor, hem de, hiçbir ihtiyaç yokken başka mezhepleri delil olarak gösterip, "Ben de onlara katılıyorum" diyor. Bu dini konudur, ekonomik görüş değil ki herkes bir görüşe katılsın. O zaman bir mezhebe uymanın ne önemi kalır. Niye ben Hanefiyim diyor? İmam-ı Rabbani hazretleri Mebde ve Mead risalesinde, ihtiyaçsız başka bir mezhebe uymayı ilhad olarak bildiriyor. İslam âlimleri buna telfık diyor, haram olduğunu bildiriyor. İkinci hatası "Bana göre" diyor. Dinde bana göre sana göre olur mu? O zaman, birine göre helal olan ötekine göre haram olur. Ortaya insan sayısı kadar din çıkar. Dinde her şey bildirilmiştir. Bana göreye ihtiyaç kalmamıştır. Bu konuda Hanefi mezhebinin hükmü şöyledir: Altın ile gümüşün 12 ayardan fazlası, para olarak kullanılsın, kadınların süsü gibi, helal olarak kullanılsın, erkeklerin altın yüzük takması gibi, haram olarak kullanılsın, ev, yiyecek, kefen vs. satın almak için saklanılsın, kılıç gibi ihtiyaç eşyası olsa da, zekât nisabına katılır. (Dürr-ül-münteka) Kudsi hadisler (Kullarımdan kimi bana iman ederek, kimi de kâfir olarak sabahlar. Kim Allahü teâlânın ihsanı ve rahmetiyle üzerimize yağmur yağdı dediyse işte o, bana iman etmiş, yıldıza iman etmemiştir. Kim de şu sebeplerle üzerimize yağmur yağdı dediyse, [her şeyin benden olduğunu inkâr etmişse] o, bana değil, yıldıza iman etmiştir.) [Müslim] (Kulum bir kötülük yapmaya niyetlenirse, onu hemen yazmayın. Eğer o işi yaparsa onun adına tek bir kötülük yazın. Kulum iyi bir işe niyetlenir de yapamaz ise, niyetini bir iyilik olarak yazın. Niyetini gerçekleştirir ise on iyilik yazın.) [Müslim] (Benim yarattığım gibi yaratmaya kalkışandan daha zalim kim olabilir? Haydi onlar yoktan bir zerre veya bir tek arpa tanesi yaratsınlar ya.) [Müslim] (Ben kulumun zannettiği gibiyim. Kulum beni anarken ben onunla beraber bulunurum. Eğer o beni gizlice anarsa, ben de onu gizlice anarım. Eğer o beni bir cemaat içinde anarsa, ben de onu o cemaatten daha hayırlı bir cemaat içinde anarım. Kulum bana bir karış yaklaşırsa, ben ona bir arşın yaklaşırım. Kulum bana bir arşın yaklaşırsa, ben ona bir kulaç yaklaşırım. o yürüyerek gelirse, ben ona koşarak varırım.) [Müslim] Allahü teâlâ, bir kulu sevdiği zaman, Hz. Cebrail'e, "Ben filanı seviyorum, sen de sev" der. Cibrîl de onu sever. Sonra Cibrîl semada seslenip: Allahü teâlâ, filanı seviyor, siz de onu sevin der. Artık gök ehli onu severler. Allahü teâlâ, bir kula da buğz edince, Cibrîl'e: Ben filanı sevmiyorum, sen de sevme der. Cibrîl de onu sevmez. Sonra Cibrîl gök halkı içinde: Allahü teâlâ, filanı sevmiyor, siz de onu sevmeyin diye nida eder. Göktekiler de o kimseyi sevmezler. (Müslim)
Diğer peygamberler, kavimlerine lânet ettikleri hâlde, Peygamber efendimiz bir savaşta, kâfirlerin yok olması için duâ etmesini istediklerinde, (Ben lânet etmek için, insanların azap çekmesi için değil, herkese iyilik etmek için, insanların huzura kavuşması için gönderildim) buyurdu. Kur'an-ı kerimde de, (Seni âlemlere rahmet, iyilik için gönderdik.) buyuruluyor. Ancak lânete müstahak olanlara lânet etmiştir. Hadis-i şeriflerde (Allah lânet etsin!) denilen zümrelerden bazıları şunlardır: (Kadın elbisesi giyen erkeğe, erkek elbisesi giyen kadına lânet olsun!) [Hakim], (Kadın gibi davranan erkeğe, erkek gibi davranan kadına lânet olsun!) [Buharî], (Rüşvet alıp verenlere Allah lânet etsin!) [İbni Mace] , (Eshabıma sövenlere Allah lânet etsin!) [Hakim], (Zekât vermeyenlere Allah lânet etsin!) [Nesâî] , (Ana-babasına lânet edene Allah lânet etsin!) [Müslim] (Lutilere Allah lânet etsin!) [Beyhekî] , (Zâlim âmirlere, fâsıklara, sünnetimi yıkan bid'atçilere Allah lânet etsin!.) [Deylemî] , (Altın ve gümüşün kuluna paraya tapana lânet olsun!) [Tirmizî], (Halkın işlerini üstlenip de onlara güçlük çıkarana lânet olsun!) [Ebu Avane], (Hanımını anasından üstün tutana lânet olsun!) [Şira], (Sadaka vermeye engel olana lânet olsun.) [İsfehani], (Allahtan ümit kestirip dinden nefret ettirenlere lânet olsun!) (Şira), (Bid'atler çıkınca âlim ilmini açıklasın! İlmini açıklamayana lânet olsun!) [Deylemî], (Vücuduna dövme yapana, yaptırana, faiz alıp verene lânet olsun.) [Buharî], (Ana ile evladın, kardeşle kardeşin arasını açana lânet olsun.) [İ. Mace], (Kızını fâsıkla evlendirene lânet olsun.) [Şir'a], (Ölü için ağlayana lanet olsun.) [Ebu Davud] Kur'an-ı kerimde, Ebu Lehep için, (Onun eli kurusun) buyuruldu. Ebu Leheb'in oğlu Uteybe, (Tebbet) suresi gelince, Resulullah efendimize hakaret etti. Üzülen Peygamber efendimiz, (Ya Rabbi, buna bir canavar musallat eyle!) dedi. Ebu Lehebin oğlu Uteybe Şam'a giderken, bir gece arkadaşlarının arasında yatarken, bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe'ye gelince onu parçaladı. Sol eliyle yemek yiyen birine de, (Sağ elin ile ye) buyurdu. (Sağ kolum hareket etmiyor) diye yalan söyledi. Bir peygamber ile alay eden bu kimse için Resulullah, (Sağ elin artık hareket etmesin) buyurdu. Peygamber efendimizin buna benzer bedduaları vardır. Diğer insanların ibret almaları ve hidayete kavuşmaları için böyle mucizeler vaki olmuştur. Allahü teâlâ da lânet etmiştir. İşte ayeti kerimeler: (Allahın lâneti inkar edenlerine üzerine olsun) [Bekara 89], (Biz kitapta açıkça belirttikten sonra indirdiğimiz açık delilleri ve hidayeti gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lanet eder, hem de bütün lanet ediciler lanet eder.) [Bekara159], (Allah inkârları yüzünden onlara [yahudilere] lanet etmiştir.) [Nisa 48], (Bir mümini kasten öldürenin cezası, içinde ebediyen kalacağı cehennemdir. Allah ona gazap etmiş, onu lânetlemiş ve onun için büyük bir azap hazırlamıştır.) [Nisa 93], (Sözlerini bozmaları sebebiyle onları lânetledik.) [Maide 13], (Yahudiler, Allahın eli sıkı dedikleri için lanet onlara) [Maide 93], (Allah'ın lâneti zalimlerin üzerine olsun!) [Araf 44] , (Allah, ikiyüzlü erkek ve kadınlara ve inkarcılara, ebedi kalacakları cehennem ateşini hazırlamıştır. Allah lanet etsin! Onlara devamlı azap vardır.) [Tevbe 68], (Bozgunculara lanet olsun) [Rad 25], (Allah ve Resûlünü incitenlere Allah, dünyada ve ahirette lânet etmiştir) [Ahzab 57]
Bayramda erken kalkmak, gusletmek, misvak kullanmak, güzel koku sürünmek, yeni ve temiz elbise giymek, sevindiğini belli etmek, fıtr, yani Ramazan bayramında, bayram namazından önce tatlı yemek, hurma yemek, hurmayı 1, 3, 5 gibi tek adet yemek, teke riayet etmek, yüzük takmak, karşılaştığı müminlere güler yüzle selam vermek, fakirlere çok sadaka vermek, İslamiyete doğru olarak hizmet edenlere yardım etmek, dargınları barıştırmak, akrabayı, din kardeşlerini ziyaret etmek, onlara hediye götürmek sünnettir. Ramazan gittiği için değil, günahlarımızın affolduğu için, büyük sevap ve nimete kavuştuğumuz için bayram yapıyoruz. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Bayram sabahı Müslümanlar, namaz için camilerde toplanınca, Allahü teâlâ, meleklere, "İşini yapıp ikmal edenin karşılığı nedir?" diye sorar. Melekler de, "Ücretini almaktır" derler. Allahü teâlâ da, "Siz şahit olun ki, Ramazandaki oruçların ve namazların karşılığı olarak kullarıma kendi rızamı ve mağfiretimi verdim. Ey kullarım, bugün benden isteyin, izzet ve celâlim hakkı için istediklerinizi veririm" buyurur.) Peygamber efendimiz, (Ramazanın son günü Allahü teâlâ, oruç tutanları affeder) buyurunca, Eshab-ı kiram, (Ya Resulallah, o gün Kadir Gecesi mi?) diye suâl etti. Peygamber efendimiz, (Bilmez misiniz ki, iş yapana, işi bitirince ücreti verilir.) buyurdu Bu mükâfatları bilen bir Müslüman nasıl sevinmez ve bayram etmez ki? Bayram günleri sevinmek, neşelenmek gerekir. Hz. Ebu Bekir, kızı Âişe validemizin evine gidince, iki cariyenin tef çalıp oynadığını gördü. Ensar-ı kiramın kahramanlıklarını övüyor, destan söylüyorlardı. Hz. Ebu Bekir, Resulullahın evinde böyle şey yapılmasının uygun olmayacağını bildirerek, onların susmalarını söyledi. Peygamber efendimiz, Hz. Ebu Bekir'e, (Onlara mâni olma! Her kavmin bir bayramı vardır, bu da bizim bayramımızdır. Bayram, sevinç günleridir) buyurdu. Hz. Ali buyurdu ki: (Bugün, orucu kabul edilmiş, çalışmasının mükâfatını görmüş ve günahları affedilmiş olanların bayramıdır.) Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ, Ramazanda dört sınıf insan hariç, herkesin günahlarını affeder. Bunlar, içki içmeye devam eden, ana-babasına âsi olan, sıla-i rahmi terk eden, mümin olmaktan ümidini kesendir) buyuruldu. Eğer bunlar tövbe ederse, Allahü teâlâ günahlarını affeder. Ramazandaki sevaplar bilinseydi, her günün Ramazan olması istenirdi. Hadis-i şerifte, (Ramazandaki özel sevaplar bilinmiş olsaydı, bütün yılın Ramazan olması istenirdi.) buyuruldu. Ne mutlu günahlardan sakınarak oruç tutanlara. Bunlar, asıl bayramı ahirette yapacaklardır. Dargın olanların, bayramı beklemeyip, hemen barışması gerekir. Allahü teâlâyı ve Peygamber efendimizi seven kimse, insanların kusurlarına bakmaz, hoşgörülü olur. İyi insan yani mümin, herkesle iyi geçinir. Başkalarına sıkıntı vermediği gibi, onlardan gelecek eziyetlere de katlanır. Kimseye darılmamalı, dargınlık olduysa, 3 günden fazla sürmemeli, bayrama kadar süren bir dargınlık olduysa, daha fazla gecikmeden barışmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Din kardeşiyle 3 günden çok küs durmak caiz değildir. Üç gün sonra, onunla karşılaşırsa, ona selam verip hatırını sormalıdır. O kimse selamını alırsa, birlikte sevaba ortak olurlar. Selamını almazsa günaha girer. Selam veren de küs durma mesuliyetinden kurtulmuş olur.) (Ameller pazartesi ve perşembe günü Hak teâlâya arz olunur. Hak teâlâ da, şirk koşmayan herkesi affeder. Ancak bu mağfiretten birbirine kin tutan istifade edemez. Cenab-ı Hak, "Onlar barışıncaya kadar amellerini bana getirmeyin" buyurur.)
Şevval ayında [bu ayda] oruç
Her zaman oruç tutmak sevaptır. Hadis-i şerifte, (Oruç, cehennem ateşinden koruyan bir kalkandır) buyuruldu. Şevval ayında yani bu ayda tutulan orucun çok sevabı vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ramazandan sonra Şevval ayında da 6 gün oruç tutan, anasından doğduğu günkü gibi günahsız olur.) (Ramazan orucu ile Şevvalde de altı gün oruç tutan kimse, bir yıl oruç tutmuş sayılır.) (Ramazan ayı orucu on aya, Ramazandan sonra tutulan 6 gün oruç da iki aya mukabil olur ki, böylece bir yıl oruç tutma sevabına kavuşulur.) Bazı alimler, bu 6 gün orucun vakit geçirmeden, bayramdan sonra hemen tutulmasının iyi olacağını bildirmişlerdir. Bu oruçları aralıklı tutmak da câizdir. Şevval ayında tutulan nafile veya kaza oruçlarını pazartesi ve perşembe günleri tutmak daha iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ameller, pazartesi ve perşembe günleri arz olunur. Ben de amelimin oruçlu iken arz olunmasını isterim.) (Pazartesi ve perşembe, günahların affedildiği gün olduğu için oruç tutuyorum.) (Cennetin kapıları pazartesi ve perşembe günleri açılır.) Oruç kazası olmayan nafile oruç tutmalıdır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir gün nafile oruç tutana, yeryüzü dolusu altın verilse, o orucun sevabını karşılamaz.) (Gizleyerek, bir gün nafile oruç tutana, Allahü teâlâ, cennetini ihsan eder.) Her ay 3 gün oruç tutmak çok iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Her [kamerî] ayda, üç gün oruç tutmak, bütün yılı oruçlu geçirmek gibi sevaptır.) (İbrahim aleyhisselam, her ayda 3 gün oruç tuttu. Allahü teâlâ da ona ömrü boyu oruç tutmuş gibi sevap verdi ve ömür boyu sanki yiyip içmiş gibi kuvvet, zindelik verdi.) (Her ay 3 gün oruç tutan, yılın tamamında oruç tutmuş gibi olur.) (Her ay 3 gün oruç tutanın kalbindeki kin yok olur.) "Eyyâm-ı biyd" denilen kamerî ayların 13, 14 ve 15. günleri de tutmak iyi olur. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Ayda 3 gün oruç tutan, ayın 13, 14 ve 15. günlerinde tutsun!) (Her ay, eyyâm-ı biyd'de oruç tutan, yılın tamamında oruç tutmuş gibi sevaba kavuşur.) Nafile oruç tutarken uygun bir davete gidilince, orucu bozmak günah değildir. Bir mümin arkadaşı sevindirmek ve onu üzmemek için davetine gidilir. Davete gidip de orucunu bozmayan bir kimseye Peygamber efendimiz, (Arkadaşın senin için bu kadar külfete girdiği hâlde, sen hâlâ "Oruçluyum" diyorsun. Şimdi ye, sonra yerine bir gün tutarsın.) buyurdu. Yine buyurdu ki: (Davete giden, Ramazan, kaza ve adak orucu değilse, [nafile] orucunu bozsun!) (Din kardeşinin hatırı için nafile orucu bozana, bin günlük oruç sevabı yazılır. Bu orucu kaza edince de iki bin günlük sevap yazılır.) Öğleden sonra, bir zaruret olmadıkça, nafile orucu bozmamalıdır! Hadis-i şerifte, (Nafile oruç tutan kimse, öğleye kadar muhayyerdir.) buyuruldu
İnsanların iman, ibâdet ve ahlâk hususunda doğruyu öğrenip yapmaları ve Allahü teâlânın rızasına kavuşmaları için onlara rehberlik edip, buna kavuşturan ve kendilerine tasavvuf yolunda silsile-i aliyye denilen meşhur velî ve bu âlimlerin yedincisidir. Devrinin bir tanesi idi. Zâhirî din ilimlerini, Ebül-Kasım Kuşeyrî'den ve daha başka âlimlerden öğrendi. Nasihatleri pek tesirli idi. Nizâm-ül-mülk ve zamanın devlet erkânı kendisine çok hürmet ederdi. Tasavvuf ilminin mütehassısı idi. İmâm-ı Gazâlî, ve Yûsuf-i Hemedânî hazretlerinin de hocası idi. Kendisi anlatır: Gençliğimde Nişabur'da ilim öğreniyordum. Bir gün Şeyh Ebu Saîd Ebülhayr hazretlerinin Nişabur'a gelmekte olduğu haberini aldık. Kerametleri meşhur idi. Nişabur halkı, âlimler ve ileri gelenlerin hepsi onun büyüklüğünü biliyor ve saygı duyuyordu. Pek çok kimse karşılamaya çıktı. Ben de onu görmek istiyordum. Kendisini görür görmez ona ve tasavvufa karşı kalbimdeki sevgi pek fazlalaştı. O gün sohbetini dikkatle dinledim. Devamlı sohbetlerine katılmaya başladım. Bir gün onu görme arzum arttı. Fakat o gün sohbet için belirlenen günlerden değildi. Sabredeyim, dedim. Dayanamayıp dışarı çıktım. Etrafıma bakındım. Ebu Saîd hazretleri birçok kimse ile bir yere gidiyordu. Onları tâkip ettim. Bir yere dâvete gidiyorlarmış. Dâvet edilen eve girdiler. Peşlerinden ben de girip bir köşeye oturdum. Beni görmüyordu. Şeyhe bir hâl oldu, kendinden geçip üzerindeki abayı parçaladı. Sonra abayı çıkarıp yere bıraktı. Mecliste bulunanlar yırtılmış abayı parçalara ayırıp dağıtması için Şeyhin önüne bıraktılar. Bu parçalardan işlemeli bir kısım olan kolun yen kısmını ayırıp; "Ebu Ali neredesin?" dedi. Ben kendi kendime beni tanımaz, bilmez, galiba talebelerinden, adı Ebu Ali olan birini çağırıyor diye cevap vermedim. İkinci defa çağırınca, oradakiler bana; "Şeyhimiz seni çağırıyor" dediler. Kalkıp huzuruna vardım. İşlemeli elbise parçasını bana verip; "Sen bize bu elbise parçası gibi yakınsın" dedi. Ebül-Kasım Kuşeyrî'nin yanında kaldığım sıra, bende meydana gelen halleri kendisine anlatınca, "Evlâdım, ilim öğrenmekle meşgul ol" diyordu. 2-3 yıl daha ilim öğrendim. Bir gün kalemimi mürekkep hokkasına batırıp çıkardım. Bembeyaz çıktı. Üç defa denedim, her defasında mürekkep beyaz çıkıyordu. Bu hâli hocama anlattım. "Mademki kalem senin elinden kaçıyor, sen de onu bırak" dedi. Ben de, medreseden ayrılıp, dergâha geçtim. Bir gün bana bir hal oldu, kendimden geçtim. Bir mürşide, rehbere ihtiyacım var diye düşündüm. Ebül-Kasım Gürgani'nin ismini işitmiştim. Tus şehrine hareket ettim. Talebeleri ile mescitte oturuyordu. Ben de önünde diz çöktüm. Şeyhin başı önüne eğikti. Başını kaldırıp, "Gel Ebu Ali" buyurdu. Yanına oturup hallerimi anlattım. "Başlangıcın mübarek olsun. Terbiye görürsen, yüksek derecelere kavuşursun." buyurdu. Kalbimdeki aşk ve şevk çoğalmıştı. Bu arzumun çokluğu sebebiyle, Ebül-Hasan-ı Harkani hazretlerinin sohbetine nihâyetsiz feyizlerine kavuştum. Hocam Ebül-Kasım Kuşeyri hamamda guslediyordu. Belki ihtiyacı olur diye kuyudan bir kova su çıkarıp hamamın havuzuna boşalttım. O anda gerçekten bu suya ihtiyacı varmış. Hamamdan çıkınca; "Ey Ebu Ali, Ebül-Kasım'ın 70 yılda elde ettiği dereceyi, sen bir kova su ile kazandın" buyurdu. Bir yolculuğumuz sırasında bir dağa yaklaşırken önümüze büyük bir yılan çıktı. Hepimiz korkup kaçıştık. Ebû Saîd hazretleri de orada idi. Atından inip o koca yılana yaklaştı. Ben Şeyhin yanında idim. Yılan onun önünde başını yerlere sürerek saygı gösterdi. Şeyh hazretleri yılana; "Zahmet ettin" dedi. Sonra yılan dağa doğru uzaklaşıp gitti. Şeyh dedi ki: "Bu dağda iken birkaç yıl bu yılanla aynı yerde bulunduk. Bizim buradan geçmekte olduğumuzu anlayınca gelip dostluğunu tazeledi. Ahdin güzelliği imandandır. Güzel huylu olana karşı her şey güzel huylu olur. Hz. İbrahim de güzel huylu idi. Ateş de ona güzel huylu oldu. Onu yakmadı."
Bin küsur yıldan beri herkes bir mezhebe bağlı iken, bazı türediler, "Peygamberin mezhebi ne idi? Eshabın ve Tabiinin mezhebi mi vardı?" diyerek, herkesi başı boş, mezhepsiz yapmaya çalışıyorlar. Bu konuda iki örnek verirsek gayet iyi anlaşılacağını ümit ediyoruz. Birisi Milli Eğitimden, diğeri de ordudan. Milli eğitime bağlı okullar, sınıflar, müdürler, öğretmenler ve öğrenciler vardır. Okul ile sınıf, müdürle öğretmen mukayese edilmez. Çünkü hepsinin görevleri farklıdır. Öğretmenle öğrenci de mukayese edilmez. Öğrencileri müdür veya öğretmen yerine, öğretmenleri de öğrenci yerine koymak yanlış olur. Öğretmen veya müdür hangi sınıfın öğrencisi denemeyeceği gibi, şu öğrenci, hangi okulun müdürü denmez. Öğretmen ve müdüre öğrenci denmez. Öğrenciye de, öğretmen veya müdür denmez. Atalarımız, "Temsilde [misal vermede] hata olmaz" demişlerdir. Müctehid âlimler birer öğretmen gibidir. Mutlak müctehidler ise müdür gibidir. İnsanlar da öğrenci gibidir. Öğretmene, bu hangi okulun müdürü denmeyeceği gibi, öğrenciye de hangi okulun öğretmeni denmez. Öğrenciler öğretmene tâbi olduğu gibi, insanlar da müctehide tâbi olur. Öğretmenler nasıl müdüre bağlı ise, tamamı müctehid olan Eshabı kiram da, Resulullah efendimize bağlı idiler. Tabiinde ise müctehidler ve halk var idi. Halk müctehidlere tâbi oluyordu. Halkın mezhebi tâbi olduğu müctehidin mezhebi idi. Mezhepsiz kimse yok idi. Eshabı kiram, "Biz Resulullaha değil, yalnız Allaha tâbiyiz" demez ve diyemez. Sıradan bir müslüman da "Ben müctehide tâbi olmam, ben yalnız Resulullaha tâbi olurum" diyemez. Müctehid, Allahın ve Resulünün emirlerini bildiriyor. Müctehide tâbi olmak Allah ve Resulüne tâbi olmak demektir. Nasıl ki öğretmen müdüre, müdür de Milli Eğitim Bakanı'na, Milli Eğitim Bakanı da Başbakana bağlı ise, insanlar bir müctehide, müctehidler mutlak müctehide, mutlak müctehidler de Resulullah efendimize bağlıdır. Bağsız yani mezhepsiz kimse yok idi. Ordudaki misal daha cazip. Bütün subayların bir sınıfı olur. Topçu yüzbaşı, piyade albay gibi. Ama general olunca artık sınıf kalmaz. Topçu general olmaz. Artık o bütün sınıfların generalidir. Generaller de, sınıfsız ama, onlar da ya havacı, ya karacı veya denizcidir. Bunlardan birinde olmayan general olmaz. Bunlar da, ordu komutanlıklarına, ordu komutanları da hava, deniz veya kara kuvvetlerine bağlıdır. Kuvvet komutanları Genelkurmay'a bağlıdır. Dikkat edilirse, gerek eğitim sisteminde ve gerekse orduda âmirsiz sistem yoktur. Bir silsile vardır. İnsanlar birer er gibidir. Bağlı oldukları bölükler, taburlar alaylar vardır. Müctehidler generaller gibidir. Mutlak müctehidler kuvvet komutanları gibidir. Resulullah efendimiz de Genelkurmay başkanı gibidir. Genelkurmay Başkanı, hangi bölüğün eri veya hangi kuvvet komutanlığına bağlı denilemeyeceği gibi, Eshabı kiramın veya Resulullahın mezhebi ne idi denemez. Bu durum iyice anlaşılınca, herkes haddini bilmeli, er olan erim demeli, subayla benim aramda ne fark var dememeli. Bir müslüman da müctehidle boy ölçüşmemelidir. Hatta peygambere bile tâbi olmayıp ben Kur'ana göre hareket ederim demesi ne kadar tuhaf olur değil mi?
Gençliğin kıymetini bilmeli, faydalı işlerle meşgul olmalıdır. Muhammed Masum Faruki hazretleri buyuruyor ki: Gençlik, ömrün en kıymetli zamanıdır. İnsanın sıhhatli, kuvvetli olduğu zamandır. Bu zaman, her gün geçiyor, azalıyor, ihtiyarlık yaklaşıyor. Yazıklar olsun ki, en şerefli, en lüzumlu iş olan, marifetullahı kazanmayı, hayâl olan ömrün sonuna bırakıyoruz. En şerefli olan zamanlarını, en zararlı, en kötü şey olan nefsin arzularına kavuşmak için sarf ediyoruz. Peygamber efendimiz, (Yarın yaparım diyenler, aldandı) buyurdu. Allahü teâlâ, insanları ve cinleri Marifetullah'a ve Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşmak için yarattı. Nefislerinin arzuları peşinde koşan ahmaklar, ne zaman akıllarını başlarına toplayacak? Ne zamana kadar bu nimetten mahrum kalacak, nefsi ve şeytanı sevindirmeye ve Allahü teâlânın rızasından mahrum kalmaya ne kadar daha devam edecek? Dünya lezzetleri nefsin arzularıdır. İnsanın, Allahü teâlânın marifetine kavuşmasına mani olan en kuvvetli düşman da nefsin arzularıdır. Bu arzular bitmez ve tükenmez. Hepsi de çok zararlıdır. (Maksudun, mabudundur) sözü meşhurdur. (Nefislerinin arzularını ilah edinenleri görmedin mi?) ayet-i kerimesi, bu sözün vesikasıdır. (c.1,m.65] [Marifetullah, Allahın zatını ve sıfatlarını tanımak demektir. Zatını tanımak, anlaşılmayacağını anlamaktır. Sıfatlarını tanımak, mahlukların sıfatlarına benzemediklerini anlamaktır. Maksudun, mabudundur demek, amacın ne ise, ne için yaşıyorsan ona tapıyorsun, o senin ilahın demektir. Maksadı Allah rızası olanlar kurtulur.] Dine uymak gerekir Her işimizde, her sözümüzde dinimize uymaya çalışmalıyız. Muhammed Masum hazretleri buyurdu ki: Allahü teâlâ, insanları başıboş bırakmadı. Her istediklerini yapmaya izin vermedi. Nefislerinin arzularına uymalarını, böylece felaketlere sürüklenmelerini dilemedi. Rahat ve huzur içinde yaşamaları ve sonsuz saadete kavuşmaları için gereken faydalı şeyleri yapmalarını emretti. Zararlı şeyleri yapmalarını yasak etti. Saadete [mutluluğa] kavuşmak isteyen, dinin emir ve yasaklarına riayet etmeye macburdur. Nefsinin ve tabiatının, dine uymayan arzularını terk etmesi gerekir. Dine uymazsa, sahibinin [yaratanın] gazabına, azabına maruz kalır. Dine uyan kul, mesut, rahat olur. Sahibi onu sever. Dünya ahiretin tarlasıdır. Tarlayı ekmeyip, tohumları yiyerek zevk ve safa süren, ürün almaktan mahrum kalacağı gibi, dünya hayatını, geçici zevklerle, nefsin arzularını yapmakla geçiren de, ebedi nimetlerden, sonsuz zevklerden mahrum olur. Bu hâl, aklı başında olanın kabul edeceği bir şey değildir. Sonsuz lezzetleri kaçırmaya sebep olan geçici ve zararlı lezzetleri tercih etmez. Dine uymak için, önce Ehl-i sünnet âlimlerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden anlayıp bildirdikleri şekilde doğru iman etmek, sonra haram, yani yasak edilmiş olanları öğrenip bunlardan sakınmak, daha sonra, yapması emredilen farzları öğrenip yapmak gerekir. Bunları yapmaya ibadet etmek, haramlardan sakınmaya ise takva denir. (c.2, m.11)
Yıllardır gazetede çeşitli dualar yayınlandı. Okuyuculardan bunları her defasında kesip saklamaya çalışanlar oldu. Bazıları da, (Bunları kitap haline getirseniz de gazeteden kesmekten kurtulsak) diyordu. Okuyucuların bu ısrarlı talepleri yerine getirilmiştir. Arkadaşımız Mehmet Oruç, bütün duaları kitap haline getirdi. Gazetedeki çıkan duaların esas kaynağı olan, İslâm Ahlâkı ve Seadet-i Ebediyye kitabındaki ve diğer muteber kitaplarda geçen dualar konularına göre tasnif edilerek "365 Gün DUA" ismi ile kitap haline getirilmiştir. İslam harflerinin latin harfleri ile karışık yazılması uygun olmadığı için, kitabın sonuna da bu duaların asılları, Arapça metinleri konmuştur. Latin harfleri ile yazılmış duaların sonundaki ( ) numaradan Arapça aslına ulaşmak mümkündür. Bu kitapta, günlük okunacak dualarla birlikte mübarek üç aylarda, mübarek günler ve gecelerde, kandillerde okunacak dualara da yer verilmiştir. Ayrıca bu ayların, günlerin ve gecelerin önemi de belirtilmiştir. "365 Gün DUA" kitabının son bölümüne, surelerin faziletleri de ilave edilmiştir. En önemlisi de, birçok okuyucumuz, ayat-ı hırzın orijinalini istiyorlardı. O da kitaba ilave edilmiştir. Bu kitabı alan büyük bir hazineye kavuşmuş olur. Kitap, Arı Sanat Yayınevi'nden (0212 4291742) temin edilebilir. Cinsiyeti belirsiz insan Dinimizde, kendisinde hem erkeklik, hem de kadınlık uzvu bulunan veya her ikisi de bulunmayan kimseye (Hünsa) denir. Her iki uzvu olup da, idrarını hangisinden yapıyorsa, ona göre hüküm verilir. Bu, henüz çocuk iken böyledir. Büyüyünce, sakalı çıkar, erkek gibi ihtilam olursa erkek hükmündedir. Göğsü büyür, kadınlık halleri zuhur ederse kadın olduğu anlaşılır. Eğer erkek veya kadın olduğuna dair hiçbir alamet bulunmazsa veya her ikisinden eşit miktarda bulunursa, böyle kimseye (Hünsa-i müşkil) denir. Hünsa-i müşkil, kadın olma ihtimali düşünülerek ihtiyatlı hareket eder. Namazı kadınlar gibi kılar. Ölünce, kadınlar gibi kefenlenmesi iyi olur. Teyemmüm ettirilerek defnedilir. Kadın olduğu zannedilip ameliyatla erkek olduğu meydana çıkan kimse, erkektir. Erkek olduğu zannedilip ameliyat edilince kadın olduğu meydana çıkarsa kadındır. Fakat erkek iken, kadın olmak niyetiyle ameliyat olan, kadın olmaz. (Hidaye, Dürer, Hindiyye) Uyuyan talebe Bir talebe, bir âlimi çok sever, sohbeti için can atarmış. Âlime durumu bildirmişler. Âlim de (Gece beklesin, geleceğim) der. Talebe saatin zilini kurarak biraz uyumak üzere yatar. Âlim gelince talebeyi uyur hâlde bulur. Saatin zilini bağlar, cebine biraz kuru yemiş koyarak gider. Talebe sabah olup uyanınca yaptığı hataya pişman olur, uyuyarak beklenilmeyeceğini, sevenin gözüne uyku girmeyeceğini anlar, ondan sonra ömrü boyunca uyanık kalmaya gayret eder. Âlim bir gece gelir, talebe de muradına erer.
İyi huylu olmak için ve iyi ahlâkını muhafaza edebilmek için, salih kimselerle, iyi huylularla arkadaşlık etmelidir. İnsanın ahlâkı, arkadaşının huyu gibi olur. Ahlâk, hastalık gibi saridir. Kötü huylu ile arkadaşlık etmemelidir. Hadis-i şerifte, (İnsanın dini, arkadaşının dini gibi olur) buyuruldu. Faydasız şeylerden, oyunlardan, zararlı şakalaşmaktan ve münakaşa etmekten sakınmalıdır. İlim öğrenmeli ve faydalı işler yapmalıdır. Ahlâkı bozan, şehveti harekete getiren seks, fuhuş kitapları okumamalı, böyle radyo ve televizyondan sakınmalıdır. İyi huyların faydaları ve haramların zararları ve Cehennemdeki azapları, hep hatırlanmalıdır. Mal mevki arkasında koşanlardan hiçbiri muradına kavuşamamıştır. Malı, mevkiyi hayır için arayan ve hayır işlerde kullanan, rahata, huzura kavuşmuştur. Mal, mevki gaye olmamalı, hayra vasıta olmalıdır. Mal mevki, bir deryaya benzer. Çok kimse, bu denizde boğulmuştur. Allahü teâlâdan korkmak, bu deryanın gemisidir. Hadis-i şerifte, (Dünyada, kalıcı değil, yolcu gibi yaşamalı! "Öleceğini hiç unutmamalı!) buyuruldu. İnsan, dünyada baki değildir. Dünya zevklerine daldıkça, dertler, üzüntüler, güçlükler artar. Aşağıdaki hadis-i şerifleri hiç unutmamalıdır: (İbadetleri az olan bir kul, iyi huyu ile, kıyamette yüksek derecelere kavuşur.) (İbadetlerin en kolayı ve çok faidelisi, az konuşmak ve iyi huylu olmaktır.) (İyi huylu olan, dünya ve ahiret saadetlerine kavuşur) [Çünkü iyi huylu kimse, Allahü teâlâya ve kullara karşı olan hakları, vazifeleri ifa eder.] (Kendinden uzaklaşanlara yaklaşmak, zulmedenleri affetmek, kendini mahrum edenlere ihsan etmek, güzel huylu olmaktır) [İyi huylu kimse, kendisine darılana iyilik yapar. İhsanda bulunur. Malına, haysiyetine, bedenine zarar vereni affeder.] (Kızınca, yumuşak davrananın kalbini Allahü teâlâ emniyet ve iman ile doldurur) [Korkusuz ve emin olur. Kötülük edene iyilik yapmak, iyi huyların en üstünüdür. Kâmil insan olmanın alametidir. Düşmanları dost yapar. ] (Kötü huylunun ibâdetleri çok olsa da, kötü huyu, onu cehennemin dibine götürür. Bazen küfre götürür.) Birinin gündüzleri oruç tuttuğu, geceleri namaz kıldığı, fakat kötü huylu olduğu, dili ile komşularına, arkadaşlarına eziyet ettiği söylenince, Resulullah efendimiz cevabında, (Böyle olmak iyi değildir. Gideceği yer, cehennem ateşidir) buyurdu. Semavi dinlerin hepsinde iyi huylar vardır. Bu din, bunları tamamlamak için gönderildi. Bu din varken, iyi huy bildirecek başka kaynağa, başka kimseye lüzum yoktur. Bunun için, Muhammed aleyhisselamdan sonra, Peygamber gelmeyecektir. İnsan günahını ne kadar çok büyük görürse o kadar iyidir. Fakat günahı yüzünden Allahın sonsuz rahmetinden ümit kesmek caiz değildir. Hadis-i şerifte, (Allahü teâlâ buyurdu ki: İşlediği günahı affımın yanında büyük görene gazaplanmam. Eğer acele etmek şanımdan olsaydı, acele ceza verseydim, rahmetimden ümit kesenlere acele ceza verirdim.) buyuruluyor. Allahü teâlâ, tövbe edilen günahları affeder.
Müslümanların birbirine olan haklarından birisi de iki kişinin arasını bulmak, küsleri barıştırmaktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Nafile namaz, oruç ve sadakadan daha faziletli amel iki kişi arasını bulmak ve düzeltmektir. Çünkü ara bozukluğu dini kökünden yıkar.) [Tirmizî] Peygamber efendimiz, bir gün gülümsedi. Bunu gören Hz. Ömer sebebini suâl etti. Resulullah efendimiz buyurdu ki: (Ümmetimden iki kişi, ahirette hesaplaşırlar. Birisi (Ya Rabbi, bu adamdan hakkımı al) der. Allahü teâlâ, ötekine, (Bu adamın hakkını ver) buyurur. Adam, (Ya Rabbi, bir iyiliğim kalmadı ki nasıl vereyim) der. Allahü teâlâ hak sahibine, (Bu adamın iyiliği kalmadı. Ne yapacaksın) buyurur. Adam (Öyle ise günahlarımı alsın) der. Bu arada Peygamber aleyhisselam ağlayarak (O gün öyle dehşetli bir gündür ki, o gün başkalarının günahlarını yüklenmek şöyle dursun insan kendi günahının yükünü çekemez.) buyurdu. Allahü teâlâ, hak sahibine, (Başını kaldır da, cennetin şu muhteşem köşklerine bak) der. Hak sahibi baktıktan sonra, (Evet görüyorum. Bu muhteşem köşkler, hangi peygamberin veya hangi şehidindir) der. Allahü teâlâ, (İşte o gördüğün göz kamaştırıcı köşkler, bedellerini ödeyenler içindir.) buyurur. Adam, (Ya Rabbi bunların bedellerini kim ödeyebilir ki?) der. Allahü teâlâ, (Sen ödeyebilirsin) buyurur. Adam, (Nasıl ödeyebilirim, neyim var ki?) der. Allahü teâlâ, (Hakkını bu kardeşine bağışlamakla bu köşke sahip olursun) buyurur. Adam hemen, (Bağışladım ya Rabbi) der. Allahü teâlâ, (Haydi kardeşinin elinden tutup Cennete girin) buyurur. Peygamber aleyhisselam devam ederek buyurdu ki: (Allahtan korkun ve aralarınızı düzeltmeye çalışın! Çünkü Allahü teâlâ, kıyamet gününde sizin aralarınızı düzeltir.) [Haraiti] Yalan büyük günah olduğu hâlde birkaç yerde, hayra, iyiliğe vesile olduğu için caizdir. Harbde, düşmanların zararından korunmak için, iki müslümanı barıştırmak için birinden diğerine iyi söz getirmek için caizdir. Ölmemek için leş yemeğe benzer. Çünkü bir hadis-i şerifte buyuruldu ki: (İki kişinin arasını bulmak için hayırlı söz söyleyen yalancı değildir.) [Müslim] Bunların haricinde şakadan bile olsa yalan söylememeli. Bu konudaki bir hadis-i şerif meali şöyledir: (İman sahibi her kabahati yapabilir. Fakat, hıyanet edemez ve yalan söyleyemez.) [İ. E. Şeybe] Alacağı tehir etmek Her zaman alacağımızı istemek hakkımızdır. Ancak borcunu veremeyen fakirleri sıkıştırmamak çok iyidir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kıyamet gününün sıkıntılarından kurtulmak isteyen, eli darda olana, alacağını tehir etsin veya bağışlasın!) [Müslim] (Bir müslümana Allah rızası için ödünç verene, her gün için sadaka sevabı verilir. Fakirden alacağını çabuk istemeyene, her gün için malın hepsini sadaka vermiş gibi sevap verilir.) [Hakim] (Başka himaye bulunmayan ahiret gününde, Allahın himayesine girmek isteyen, eli darda olana kolaylık göstersin veya alacağını bağışlasın!) [Taberânî] (Kim, fakirdeki alacağını tehir eder veya bağışlarsa, Allahü teâlâ da, kıyamet günü onu kendi himayesine alır.) [Taberânî]
Herkese iyilik etmek, ödünç veya sadaka vermek çok sevaptır. Akrabaya yapılan iyilik daha sevaptır. Bir kadın, Resulullaha, (Fakir kocama yardımda bulunsam, sadaka yerine geçer mi?) diye suâl ettirdiğinde Peygamber efendimiz, (İki sevap vardır. Biri sadaka, diğeri de sıla-i rahim sevabı) buyurdu. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir: (Senden yüz çeviren akrabana verilen sadaka daha faziletlidir.) [Taberânî] (Yakın akraba ve komşuya verilen sadakanın sevabı iki misli fazladır.) [Taberânî] (Paranızı önce kendi ihtiyaçlarınıza, artarsa çoluk çocuğunuzun ihtiyaçlarına sarf edin! Bundan da artarsa akrabalarınıza yardım edin!) [Müslim] (Bir kimseden amcasının oğlu yardım ister de, o da gücü yettiği hâlde, vermezse, kıyamet günü Allahın fazlından mahrum kalır.) [Taberânî] (Bir müslümana ödünç veren iki misli sadaka sevabı kazanır.) [İbni Mace] Günahkârın ibadeti Haram yiyenin namazı ve diğer ibâdetleri kabul olur mu diye soruluyor. Sahih olmakla kabul olmak ayrı şeydir. Her çeşit günahı işleyen kimsenin kıldığı namaz sahihtir, fakat kabul olmaz. Yani ahirette ona "Niçin namaz kılmadın?" diye suâl edilmez. Namaz borcundan kurtulur. Namaz kılmamak gibi büyük günahtan kurtulur. Fakat namazdan hasıl olacak büyük sevaplara kavuşamaz. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Bir lokma haram yiyenin kırk günlük güzel ameli kabul olmaz.) [Taberânî], (On dirhemlik bir elbisenin bir dirhemlik kısmı haram kazançtan gelse, o elbise ile kıldığı namaz kabul olmaz.) [İ. Ahmed], (Şarap içenin namazı kırk gün kabul olmaz.) [Hakim] Tekrar edelim, (Namazı kabul olmaz) demek, namazı boşa gider demek değildir. Namaz borcundan kurtulur, ancak namaza ait büyük sevaplardan mahrum kalır. Namaza devam ederse, günahları bırakması kolaylaşır. Şu hâlde içki içen de, başka günahları işleyen de namaza devam etmelidir. İbadetin başı sabır Sabır çok kıymetli bir hazinedir. İbadet yapmak için de, günah işlememek için de sabra ihtiyaç vardır. Sabrın önemi hakkında Peygamber efendimiz buyuruyor ki: (İbadetin başı sabırdır.) [Hakim], (Sabrın imandaki yeri, başın vücuttaki yeri gibidir.) [Deylemî], (Hak teâlâ, sabırlı ve ihlaslı olanı, sorguya çekmeden Cennete koyar.) [Taberânî], (En hayırlı vasıta sabırdır.) [Hakim-i Tirmizî], (Allahın yardımı, kulun sabrı ile beraberdir.) [Ebu Nuaym] Ansızın ölmek İyi kimseler için ani ölüm iyidir. Hadis-i şerifte, (Ani ölüm, mümine rahmet, facire [kötülere] pişmanlıktır.) buyurulmuştur. Süfyan-ı Sevri hazretleri, (ani ölümü istemezdim. Ama fitnelerden korktuğum için ani ölümü istiyorum.) buyurdu. Orada bulunan Yusüf bin Esbat hazretleri, (Hayır ben ani ölümü istemiyorum. Hatta fazla yaşamayı istiyorum. Belki günahlarıma tövbe eder, salih ameller işlerim) buyurdu. Orada bulunan Hz. Vüheyb de, (Ben her ikisini de istemem. Çünkü hangisinin hakkımda hayırlı olduğunu bilemem. Allahü teâlâ hakkımda neyi takdir etti ise, onu sever, onu kabul ederim) buyurdu. Süfyan-ı Sevri hazretleri bu sözü duyunca, (Allaha yemin ederim ki, bu Allah adamıdır. Doğruyu bu söyledi) diyerek onu alnından öptü. Bayezid-i Bistami hazretleri de (Ya Rabbi senin güzel gördüğün şeyi senden isterim) diye duâ ederdi.
Bazı okuyucular, (Kelime-i şahadet söyleyen bir kimse, çok günahkâr olsa da er geç mutlaka Cennete girer mi? Bir kimse de ne kadar çok sevabı olursa olsun, küfre düşürücü bir söz söylerse, yaptığı ibâdetler, iyilikler boşa giderek mutlaka Cehenneme gider mi) diye soruyorlar. Bu konuyu çok yazdık. Bir kâfir, Kelime-i şahadet söyleyip müslüman olsa, bütün günahları affolur, hepsi sevaba çevrilir. Bir müslüman da küfre düşürücü söz söylese [mesela din ile alay etse] kâfir olur. "La ilahe illallah Muhammedün Resulullah" ifadesini kalb ile tasdik ederek söyleyen kimse, iman sahibidir. Bu imanını muhafaza ederek ölen herkes, mutlaka Cennete gider. Günahlar, imanın düşmanıdır. Günah işlemeye devam edenin, imanını muhafaza etmesi zorlaşır. Günahlar insanı sarhoş eder. Sarhoş da imanını çaldırabilir. İmanı gidenin de yaptığı hiç bir iyiliğe sevap verilmez. Her yere cami yaptırsa, bütün insanlığı refaha kavuştursa, zerre kadar sevap alamaz. Bu bakımdan iman nimetinin kıymetini bilmek, imanın düşmanı olan günahlara dalıp elden çıkarmamak gerekir. (Mekt. Rabbanî) Kötülüğe rıza Bir iyiliğe sebep olan onu yapmış gibi sevap alır, kötülüğe sebep olan da onu işlemiş gibi günah kazanır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kötülüğe yol gösteren onu yapan gibidir.) [Deylemî] İbni Mesud hazretleri, "Bir günah işlendiğini duyduğu vakit, o günahın işlendiğine sevinirse, aynı günahı işlemiş gibi olur." buyurdu. Hadis-i şerifte de (Doğuda bir adam öldürülür de, batıda olan buna razı olursa, onu öldürme günahına ortak olur.) buyuruldu. (İ. Gazalî] Zaruretsiz veya ihtiyaçsız gayri müslimlerin kötülüklerine razı olmak, onlarla dostluk kurmak uygun değildir. Kur'an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Müminler, müminleri bırakıp da, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allahü teâlânın dostluğunu bırakmış olurlar.) [A. İmran 28] Hadis-i şerifte de, (Bir kavmi sevip de onlarla dostluk kuran, kıyamette onlarla haşrolur) buyuruldu. (Taberânî) Yani bir milletin, adete, tekniğe ait işlerini değil de, onların dinlerini, ibâdetlerini, günah olan işlerini seven kimseler, kıyamet günü onlarla birlikte Cehenneme giderler. Fenne ait işlerini ve günah olmayan adetlerini yapmak caiz, hatta sevaptır. Fazilet yarışı Yarış, yardımlaşma iyilikte olur. Kötülükte yardımlaşma, yarış olmaz. Kur'an-ı kerimde buyuruldu ki: (İyilik etmekte, kötülüğü önlemekte birbirinizle yardımlaşın! Günah işlemekte, zulümde, haddi aşmakta yardımlaşmayın!) [Maide 2], (İyi işler için yarışanlar bunun [iyiliğe koşmak, kötülüğe mani olmak, ibâdete devam etmek] için yarışsınlar) [Mutaffıfin 26] Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Şu iki kişiye gıpta edilir: Bunlardan biri, ilmi ile amel eden ve başkalarına da öğreten, diğeri de, meşru yolda kazandığını, meşru yolda sarfeden.) [Müslim] Kötülüğe sabretmek Kötü söz söylememek için sabretmekte büyük sevaplar vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Dünyada veya ahirette özür dilemek zorunda kalacağın söz ve hareketten uzak durmaya çalış!) [Hakim], (Bir kimse, senin ayıplarını söyleyerek seni kötülerse, sen de onun ayıplarını söyleyerek kötülemeye çalışma! Bunun sevabı senin, vebali de kötü söz söyleyenindir.) [Nesâî] Hz. Hızır buyurdu ki: (Güler yüzlü ol, hiddetlenme! Hep faydalı iş yap, az da olsa zararlı iş yapma! Lüzumsuz dolaşma, boş yere gülme, hiç kimseyi kusurundan dolayı ayıplama, günahların için ağla!)
Seyyid Mazhar-ı Can-ı Canan
Evliyanın büyüklerinden. İnsanları Hakka davet eden, doğru yolu göstererek hakiki saadete kavuşturan ve kendilerine "Silsile-i aliyye" denilen alim ve velilerin meşhurlarındandır. Babası Mirza Can'ın ismine izafeten Can-ı Canan denilmiştir. Zeka ve anlayışının parlaklığını gören firaset erbabı, onun yüksek bir yaratılışa sahip olduğunu söylerlerdi. Kendisi şöyle demiştir: Çocukluğumda İbrahim aleyhisselamı rüyamda görüp, çok iltifat ve ihsanlarına kavuştum. Çocukken Hz. Ebu Bekr'i ne zaman hatırlayıp ismini ansam, mübarek sureti karşıma çıkardı. Ruhaniyetini gözümle görürdüm. Bana çok iltifatta bulunurdu. Yine ben çocukken, bir kimse babamla konuşuyordu. İmam-ı Rabbani hazretlerinden bahsettiler. Ben o anda İmam-ı Rabbani hazretlerinin ruhaniyetini gördüm. Bana oradan kalkmam için işaret etti. Bu hali babama söyleyince; "Anlaşıldı ki, sen onların yolundan istifade edeceksin." dedi. Tasavvuf yoluna girmek için Seyyid Nur Muhammed Bedayuni'nin huzuruna gittim. Mübarek yüzünü görünce marifet sahibi bir zat olduğunu anladım. Sünnete son derece bağlı, dinin emirlerine tam uyan, yüksek ahlak sahibi bir zat idi. Sohbeti kalbe safa veriyor, cana can katıyordu. İyice anlaşılmıştı ki, arayanlar maksada onun huzurunda kavuşuyor, ölmüş kalb onun huzurunda dirilip itminana eriyor. Hakka kavuşmak orada müyesser oluyordu. Beni talebeliğe kabul etmesini arz edince, istiharesiz talebe kabul etmediği halde beni derhal kabul etti. Feyizleri o kadar bereketli ve tesirli idi ki, bir teveccüh ile talebesinin kalbi zikretmeye başlardı. Ona talebe olup feyizlerine kavuşunca gönlüm aydınlandı. Allahü teâlâ bize en olgun aklı, doğru ve keskin görüşü ihsan etti. Bende öyle bir hal hasıl oldu ki, bir bakışla herkesin ne olduğunu ve kalbindekini anlardım. Hatta Cennetlik veya Cehennemlik olduğunu, alınlarından okurdum. Hangi nimete kavuşmuşsam, hocalarıma olan sevgim sebebiyle kavuştum. Kulun amelleri nedir ki, Allahü teâlânın rızasına kavuştursun! Fakat Allahü teâlânın rızasına kavuşmuş ve makbul kullarından olan zatları sevmek, Allahü teâlânın rızasına kavuşmak için en kuvvetli vasıtadır. Tasavvufta Müceddidiyye yolunda yüksek derecelere kavuştu. Ayrıca Kadiriyye, Çeştiyye, Sühreverdiyye ve Kübreviyye yollarından da icazet aldı. Zahiri ve batıni ilimleri öğrendikten sonra insanları irşada ve doğru yolu anlatmaya başladı. Derslerine, sohbetlerine alimler, amirler, veliler ve halk devam edip ondan feyiz aldılar. Senaullah Pani-püti, Seyyid Abdullah Dehlevi gibi büyük alimler ve veliler yetiştirdi. Bir fahişenin kabri yanına oturup kabre teveccüh eyledi. "Bu mezarda Cehennem ateşi var. Kadının imanlı olmasında şüphe ediyorum. Ruhuna hatm-i tehlil, yani yetmiş bin Kelime-i tevhid sevabı bağışlayacağım. İmanı varsa affolur." buyurdu. Hatm-i tehlilin sevabını bağışladıktan sonra; "Elhamdülillah, imanı varmış. Kelime-i tayyibe, tesirini gösterip azaptan kurtuldu" buyurdu. Hadis-i şerifte ise, (Bir kimse, kendisi veya başkası için yetmiş bin adet Kelime-i tevhid okursa, günahları affolur) buyruldu. (Makamat-ı Mazheriyye) Moğol ve mecusi kişilerce bıçaklanarak şehit edildi.
Yılbaşı ile Noel birbirinden farklıdır. Fakat 21 veya 25 Aralık'taki Noel kutlamalarının devamı sayılabileceğinden yılbaşı gecesi onlar gibi eğlenmek, çam kesmek, çam devirmek ve evi çamla süslemek caiz olmaz. Çünkü bayramlarında onlar gibi eğlenmek, onlara benzemek olur. Din kitaplarında buyuruluyor ki: Noel günü ve gecesinde, kâfirlerin paskalya ve yortularında, onlar gibi bayram yapan küfre girer. Yılbaşı münasebetiyle Türkiye'nin ve dünyanın çeşitli yerlerinde milyonlarca çam fidanı Noel hurafesi uğruna kesilip yok edilmektedir. Hıristiyan ülkelerde olduğu gibi, Müslüman ülkelerde de bu cinayetler işlenmemeli. Hıristiyanlara benzememek için yılbaşı gecesi hindi yememeli! Yenirse mekruh olur. Birkaç gün sonra yenebilir. Kumar oynamak, tombala çekmek gibi oyunlar ise zaten her zaman caiz değildir. Bu gece, gayrı müslimlere benzemek gayesiyle çeşitli yiyecek, içecek almak da caiz olmaz. Her zaman ne alınıyorsa onları almakta mahzur yoktur. Kâfirlerin ibâdetleri ve çirkin işleri hariç, mubah olan âdetlerini yapmakta mahzur yoktur. Yani onlara benzemiş olunmaz. Noeli kutlamak asla caiz değildir. Fakat, Noel ile ilgisi olmayan yılbaşında bir Müslümana tebrik kartı yazıp, yeni bir yılın insanlık için, Müslümanlar için hayırlı olmasını dilemek günah değildir. Yahut, (yeni yılın kutlu olsun) diyene, (seninki de kutlu olsun) demek günah olmaz. Bu inceliği anlamalıdır! Müslüman her gece neleri yapıyorsa, bu gece de onları yapmalı! Sanki mübarek geceymiş gibi mevlid okutmak, sohbetler düzenlemek uygun değildir. Kâfirlerin yaptıkları ibadetler ve çirkin işleri hariç, mubah olan âdetlerini yapmakta mahzur yoktur. Yani onlara benzemiş olunmaz. Müslüman her gece neleri yapıyorsa, bu gece de onları yapmalıdır! Haram malı sadaka vermek Haramdan sadaka verilse, alan fakir de haramdan olduğunu bilerek, verene, Allah razı olsun dese veya Allah kabul etsin dese ve veren de, amin dese, ikisi de küfre girer. Bir kimsenin elindeki malın haram mal olduğu bilinmedikçe, çalınmış veya kumardan almış olsa bile, elindeki bu malın onun helal mülkü olduğu kabul edilir. Bunu verince, mülk-i habis ise de, almak caiz olur. Verilenin haram mal olduğu kesin bilinirse, bunu almak caiz olmaz. Haram malı, hediye vermek caiz olmaz. Haram olduğunu bilenin de, bunu alması caiz olmaz. Eline, haram mal, mesela para geçen, bunu sahibine vermeli, sahibi bilinmiyorsa, fakire sadaka vermelidir. Başka yere vermesi günah olur. Bu malı almak, fakirlerden başka kimseye caiz olmaz. Yalnız varisin, haram mal olduğunu bildiği halde, mirası alması caiz olur. Sadaka olarak verdiği fakir, haram malı kendisine hediye ederse, bunu kendisi de kullanabilir Malının çoğunun helal olduğu sanılanın verdiği hediyeyi almak caiz olur. Malı haram ise caiz olmaz. Bulanık suyun temiz olduğu kabul edilir. Çünkü, suyun aslı temizdir. Necis olması ise, şüphelidir. Kazancının çoğu haramdan olan kimsenin verdiği malın haramdan olduğu kesin olarak bilinmedikçe, bu malını almak haram olmaz, mekruh olur. Malının çoğu helal olanın hediyesi alınır. Çoğu haram ise, helal diyerek verdiği alınır. Verirken söylemedi ise, araştırıp zannına göre amel eder.
|
|
|
|
|
Bugün 76 ziyaretçi (185 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|