|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Dikkat! Hem 12 Eylül öncesi ortam hem de sosyal ve siyasî kaos isteniyor!
Yusuf Kaplan
6/01/2017 Cuma
Türkiye, çok yönlü ve büyük bir saldırıyla karşı karşıya. 2017'nin ilk saatlerinde bir eğlence merkezine saldırıldı; tam anlamıyla bir katliam gerçekleştirildi.
Şimdi aradan bir hafta bile geçmeden İzmir Adliyesi'nin yanıbaşında başka bir terör saldırısı yapıldı.
Yapılmak istenen şey çok tehlikeli:
Türkiye'de hem 12 Eylül öncesi darbe ortamı hem de siyasî ve sosyal kaos oluşturularak askerî darbeye zemin hazırlanıyor...
TÜRKİYE, YÖNETİLEMEZ HÂLE GETİRİLMEK İSTENİYOR!
15 Temmuz, yalnızca bir darbe girişimi değil Türkiye'ye diz çöktürünceye kadar sürdürülmesi planlanan çok kapsamlı bir saldırının ilk perdesidir, demiştim daha ilk yazdığım 15 Temmuz saldırısı yazımda.
15 Temmuz, olmuş bitmiş bir darbe değil; Türkiye'yi kuşatma ve durdurma süreci..
. İçerden ve dışardan gerçekleştirilen, sürgit yeni boyutlar kazandırılarak büyütülen büyük bir saldırı!
Son aylarda, özellikle de kitlesel mekânlara yapılan
terör saldırılarıyla ve ardından icat edilen yapay tartışmalarla ve gerilimlerle, Türkiye'de 12 Eylül öncesine benzer bir ortam oluşturmak isteniyor: Türkiye yönetilemez hâle getirilmeye çalışılıyor. Askerî darbeye zemin hazırlanıyor...
SORUNU DOĞRU TEŞHİS EDEMEZSEK...
Büyük bir tehlikeyle karşı karşıya Türkiye:
Yalnızca askerî darbe tehlikesiyle karşı karşıya değiliz. Türkiye'nin fay hatları patlatılmak isteniyor...
40 küsûr yıl belimizi büken PKK teröründen sonra şimdi de
“laik yaşam tarzı" üzerinden laik-dindar gerilimi oluşturulmak ve bu gerilim Alevî-Sünnî gerilimine, -Allah korusun ama- Alevî-Sünnî çatışmasına dönüştürülmek isteniyor...
Sorunu çok iyi ve net bir şekilde tespit ve teşhis etmemiz gerekiyor; tespit ve teşhiste yanlışlık yaparsak, doğru “tedavi" uygulayamayız.
En genelden en özele doğru sorunu tespit ve teşhis etmeye çalışalım...
OSMANLI'NIN NİÇİN DURDURULDUĞUNU
KAVRAYAMAZSAK...
Osmanlı'nın tasfiyesiyle birlikte Türkiye bütün medeniyet iddialarını terk eden tehlikeli bir sürece girdirildi: İngilizler, burada kilit rol oynadı.
Osmanlı'nın durdurulması
, bin yıl üç kıtada dünya tarihini yapan, Batılılar gibi hiç bir dinin, kültürün, medeniyetin kökünü kazımayan
İslâm medeniyetinin tarihten uzaklaştırılması anlamına geliyordu.
Batılılar, başta İngilizler olmak üzere bütün kıtaları sömürgeleştiren ve dünyayı kan gölüne çevirenler, Osmanlı'nın toparlanmasının önüne geçilemeyeceğini çok iyi biliyorlardı
Osmanlı'nın toparlanması, Batılılar için her bakımdan “ölüm" anlamına gelecekti çünkü.
Nedeni
gayet açıktı bunun:
Osmanlılar'ın beş asır barış yurduna çevirdiği üç kıtanın kesişme noktasını Batılılar bir asırda cehenneme çevirmişlerdi.
Osmanlı'nın toparlanması, Batılıların önce üç kıtanın kesişme noktası olan bu coğrafyaya (tabiî kaynaklarına) hâkim olamamaları; sonra da tarihten çekilmeleri sonucunu doğuracaktı.
O yüzden
Osmanlı durduruldu; Türkiye, medeniyet iddialarından uzaklaştırıldı ve tepeden laikleştirilerek kültürel / ontolojik intiharın eşiğine yuvarlandı...
TÜRKİYE, YENİ ENDÜLÜS OLMAYACAK!
HALK BİLENDİ VE BİLİNÇLENDİ ÇÜNKÜ!
Osmanlı toparlanamadı ama son yarım asırda Türkiye, Osmanlı'nın medeniyet iddiaları ekseninde adım adım toparlanmaya başladı.
Medeniyet iddialarına sahip çıkmaya başladı. Medeniyet iddialarıyla donanmaya, mazlumların umudu olmaya başladı.
İşte bu, Batılıları çileden çıkardı!
Batılılar,
15 Temmuz saldırısıyla
Türkiye'nin toparlanmasına, ayağa kalkmasına ve Osmanlı coğrafyasına yeniden sahip çıkmaya kalkışmasına büyük bir darbe vurmak istediler.
Ama
Türkiye, yeni Endülüs olmayacaktı. Halk bilenmişti. O yüzden 15 Temmuz saldırısına destansı bir şekilde direndi ve püskürttü bu aşağılık saldırıyı.
TÜRKİYE'NİN ÖNÜNDE TEK SEÇENEK VAR:
MEDENİYET İDDİALARI ETRAFINDA KENETLENMEK...
15 Temmuz gecesi gerçekleştirilen saldırı püskürtülünce,
Batılılar, terör örgütlerini üzerimize saldılar!
Bu arada Türkiye'nin medeniyet iddialarına yeniden sahip çıkmasına karşı çıkan Türkiye içindeki çevreleri de kışkırtmaya başladılar.
Türkiye'de, bir asır içinde,
bütün iktidar aygıtları Batıcılarca gaspedildi ve İslâm'dan arındırıldı.
Ülkenin ekonomisi, hukuk sistemi, kültür dünyası, hâriciyesi küçük bir elite teslim edildi: Batılılar, dışardan teslim alamadıkları Türkiye'yi, bu Batıcı elitler vasıtasıyla içerden teslim aldılar ve bu ülkeyi medeniyet iddialarından uzaklaştırmayı başardılar.
Artık köprülerin altından çok su aktı... Toplum toparlandı; şuurlandı; yeniden medeniyet iddialarına iyi kötü sahiplendi.
Yaşadığımız sorun, Türkiye'nin medeniyet iddialarına sahip çıkmasının şiddetle engellenmesi girişimidir.
Türkiye'nin seküler elitlerinin akıllarını başlarına devşirmelerini zamanı gelmiştir:
Türkiye ya medeniyet iddialarına sahip çıkarak yeniden tarih yapacak, tarihi sürükleyecek bir medeniyet yolculuğuna çıkacak... ya da Batılıların uydusu olmayı tercih ederek bir süre daha tarihte tatil yapacak ama bu süre dolacak ve tarihten silinecek...
Batı uygarlığının felsefî olarak çöktüğü, o yüzden de yalnızca kaba güçle varlığını sürdürmeye çalıştığı tarihin gündönümü vaktinde Türkiye'nin bütün kesimleri, şu entelektüel muhasebeyi yapmak zorundalar
:Dünyanın bizim bir şekilde temsil ettiğimiz herkese hayat hakkı tanıyan medeniyet iddialarına şiddetle ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde artık ödünç akılla, ödünç bir dünyada Batılıların palyaçoluğunu yapmaktan başka bir şey yapmış olmuyoruz. Kendi geleceğimizi tarihî derinliğimizi ve dünyanın gebe olduğu hakikat medeniyetini yeniden hayata ve harekete geçirdiğimiz zaman kendimiz belirlemeye başlayabiliriz!
Yaşanan terör hadiselerini, oluşturulmak istenen kaosu ve patlatılmak istenen iç savaşı, ancak ortak medeniyet tecrübemizle donanarak püskürtebiliriz.
O yüzden
ülkede güvenlik önlemlerinin artırılması, toplumun bütün kesimleri arasında ortak aklın, akl-ı selim'in yaygınlaştırılması gerekiyor. Bunun için de, zaaflarımızı ve farklılıklarımızı büyütmek yerine ortak noktalarımızı ve erdemlerimizi büyütmemiz gerekiyor...
Yoksa bu topraklardaki varlığımızı bile koruyamayız -Allah muhafaza.
*100 yıl sonra Kurtlar Sofrası yeniden kuruldu ama Türkiye “Endülüs” olmayacak!
Yusuf Kaplan
8/01/2017 Pazar
Türkiye, boyutlarını henüz kavrayamadığımız çok büyük bir saldırıyla karşı karşıya.
Batılılar, yüz yıl önce bitiremedikleri işi şimdi bitirmek istiyorlar
:
Kurtlar Sofrası yeniden kuruldu; Türkiye'nin, önce iç savaşın eşiğine sürüklenmesi, sonra parçalanması ve yutulması oyunu sahneye konuldu!
Batılılar, nasıl
Endülüs'ü
tarihten sildilerse; şimdi de bizi aynı şekilde bu topraklardan sürmek ve tarihten silmek için Türkiye'ye karşı içerden ve dışardan çok yönlü, kapsamlı ve büyük bir saldırı başlattılar!
Bu saldırıyı püskürtmek zorundayız.
Bu yazıda nasıl bir saldırıyla karşı karşıya kaldığımızı gözler önüne sermeye, yarınki yazıda da bu saldırıyı nasıl püskürtebileceğimize dâir uzun soluklu önerilerde bulunmaya çalışacağım.
KARŞI KARŞIYA KALDIĞIMIZ SALDIRININ BÜYÜKLÜĞÜNÜ FARKEDEMEMEK VE UMURSAMAMAK!
Türkiye'nin içerden ve dışardan ne denli büyük bir saldırıyla karşı karşıya olduğunu farkedemeyen ya da umursamayan kesimler var bu ülkede hâlâ!
Karşı karşıya kaldığımız tehlikenin büyüklüğünü farkedemeyenler, şimdilik büyük sorun olarak görülmeyebilir.
Ama Türkiye'nin Cumhuriyet tarihinin en büyük, en ürpertici ve geleceğimizi tehdit eden bir saldırıyla karşı karşıya kaldığı zorlu bir zaman diliminde,
bu saldırıyı umursamaz gibi hareket eden kesimleri, bunun bedelini hiç bir zaman ve hiç bir şekilde ödeyemezler!
Osmanlı'nın tasfiye edildiği, koskoca Osmanlı medeniyetinin ve hilâfetinin tarihten silindiği bir yokoluş mevsiminde, bu topraklarda yaşayan insanlar,
bizi bu topraklardan sürmek için Batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı nasıl yekvücut olmuşlar
ve
millî bir mücahede
ortaya koymuşlarsa, şimdi karşı karşıya kaldığımız saldırı da da
aynı şekilde yekvücut olamaz, farklılıklarımızı büyütmek yerine ortak noktalarımızı büyütüp ortak noktalarımız etrafında kenetlenemezsek
, Batılı emperyalistler, 100 yıl önce gerçekleştirmeye çalıştıkları şeyi (yani bizi önce bu topraklarda birbirimize düşürme, ülkeyi parçalama, dolayısıyla bizi bu topraklardan sürme emellerini) gerçekleştirme konusunda çok büyük mesafe katetmiş olurlar -Allah korusun.
BATILILARIN TÜRKİYE'Yİ DİZE GETİRMEK İÇİN TASARLADIKLARI 5 AŞAMALI SALDIRI PLANLARI
Burada söylediğim şeyi daha özlü ve anlaşılır bir şekilde altını çizerek şöyle ifade edeyim:
100 önce kurulan Kurtlar sofrası yeniden kuruldu.
100 yıl önce tamamlanamayan hesap şimdi tamamlanmaya çalışılıyor.
Nedir bu hesap?
Sırasıyla madde madde yazmak istiyorum Batılıların bizim üzerimizde oynadıkları oyunu:
1-Türkiye'nin dışardan kuşatılması
: Türkiye'nin etrafının istikrarsızlaştırılması, Irak ve Suriye'nin bir kaç parçaya bölünmesinden sonra sıranın Türkiye'ye gelmesi...
2-Türkiye'nin içerde sinir uçlarının patlatılması;
yapay tartışmalar ve gerilimlerle ülkenin sosyal ve siyasî kaosun eşiğine sürüklenmesi...
3
-Kürt sorununda tasarlanan iç çatışma başarılamadığı için dindar-laik gerilimi çıkarılması, bu dindar-laik geriliminin
Alevî-Sünnî gerilimine dönüştürülmesi ve Türkiye'nin iç savaşın eşiğine sürüklenmesi....
4-Terör örgütlerinin eylemleriyle halkta bir infial oluşturulması, çeşitli kesimlerin çeşitli şekillerde isyana kışkırtılması...
Türkiye'nin yönetilemez hâle getirilmesi ve Türkiye'de sivil yönetime müdahale edilmesi...
5-Ve nihayet Türkiye'nin tıpkı Irak ve Suriye gibi
parçalanması
ve sonuçta bu ülkenin bölge ülkelerini de toparlayabilecek, Osmanlı'dan boşalan vakumun (boşluğun) yeniden Türkiye tarafından doldurulmasını sağlayacak bir
medeniyet yüüyüşüne soyunmasının imkânsız hâle getirilmesi.
BÜTÜN KESİMLERİ UYARIYORUM: YARIN, ÇOK GEÇ OLABİLİR!
Anlaşılsın diye 5 madde hâlinde özetlediğim
Batılıların Türkiye'yi kuşatma, iç savaşa sürükleme, parçalama, bitirme ve Endülüs'e çevirme planları böyle.
Şunu aslâ unutmayalım:
Batılıların, Türkiye'yi durdurmak ve bitirmek için gözü kara bir şekilde her yola başvuracakları anlaşıldı artık.
Batı ittifakının bir üyesi olarak belli başlı Batılı kurumlarda yer alan bir ülke olmasına rağmen 15 Temmuz saldırısında da, ardından art arda yaşanan ürpertici ve bir konsorsiyum ürünü terör hâdiselerinde de görüldüğü üzere Batılılar, Türkiye'yi değil, terör örgütlerini desteklediklerini gösterdiler açık ve net bir şekilde!
Yakıcı gerçek buyken, Türkiye'nin bütün kesimlerinin bu tehlikeyi görerek farklılıklarını bir tarafa bırakıp ortak noktaları etrafında kenetlenmesi kaçınılmazken,
Türkiye'deki bazı kesimlerin bu yakıcı gerçeği görmüyormuş ya da umursamıyormuş gibi hareket ederek ateşe körükle gitmeleri geleceğimiz adına endişe vericidir.
Eğer Türkiye, sinir uçlarının patlatılmasına, iç savaş tezgâhının adım adım hayata geçirilmesine karşı yekvücut olamaz, yapay, sahte “laik yaşam tarzı” tartışmalarına gömülürse, aslâ belini doğrultamaz, boğulmaktan ve yok olmanın eşiğine yuvarlanmaktan aslâ kurtulamaz -Allah muhafaza!
O yüzden toplumun
bütün farklı kesimlerini, Türkiye'ye karşı yapılan ve arkası geleceği anlaşılan saldırıları görmeye, akl-ı selim'e ve ortak noktalarımız etrafında kenetlenmeye davet ediyorum. Yoksa, yarın çok geç olabilir, diye de uyarıyorum.
Ama bendeniz, yaşadığımız tarihî tecrübenin derinliğini, ortaya koyduğumuz medeniyet birikiminin zenginliğini gözönünde bulundurarak,
bu toplumun, Türkiye'nin yeni “Endülüs” yapılmasına, yok edilmesine izin vermeyecek bir basirete sahip olduğunu
düşünüyorum.Batılıların hedefinde Türkiye var; çünkü 100 Yıllık Büyük Oyun’u bozduk biz!
Yusuf Kaplan
9/01/2017 Pazartesi
Türkiye'ye dört bir taraftan saldırı oluyor... İçerden ve dışardan Cumhuriyet tarihinin en ürpertici saldırıları yapılıyor...
Türkiye, her bakımdan, bir
beka mücadelesi
veriyor...
Ama Türkiye'deki bazı çevreler, terör saldırıları üzerinden bile gerginlik çıkarmaktan geri durmuyor. Bir eğlence merkezine yapılan saldırıdan bile “
laik yaşam tarzına saldırı
" sonucu çıkarıyor, sadece sosyal medyada değil gazetelerde ve televizyonlarda da “
laiklik tiradları
" çekmekten çekinmiyorlar!
Bu, olmaz işte! Böyle bir kafa, Türkiye'nin başına “püsküllü belâ" olur yalnızca!
Bu olmaz; çünkü artık dünya âlem biliyor ki, bu örgüt,
İslâm'ı vurmak, İslâm dünyasını birbirine kırdırmak, yapay bir Sünnî-Şiî çatışması icat ederek Ehl-i Sünnet Omurga'yı çökertmek için Batılılar tarafından vekâlet savaşlarında kullanılan bir maşa!
SOĞUK SAVAŞ'IN BİTİRİLMESİ VE İSLÂM'LA POSTMODERN SAVAŞ SÜRECİ...
Söyleye söyleye dilimde tüy bitti:
Batılılar, 1989'dan itibaren Soğuk Savaşı bitirdiler ve “İslâm'la savaş"ı küresel strateji olarak belirlediler.
Bizzat dönemin
NATO Genel Sekreteri Willy Cleas, “Küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâm'dır" dedi.
Küresel sistemin silahlı gücü NATO'nun başındaki kişinin böyle bir açıklama yapması, NATO'nun, Soğuk Savaş'tan sonraki ana stratejisinin “İslâm'la savaş" stratejisi olarak belirlendiği anlamına gelir.
Elbette ki, NATO Genel Sekreteri de, Batılı ülkelerin liderleri de, daha sonraki süreçte yaptıkları açıklamalarda, “
Biz, İslâm'la savaşmıyoruz; terörle savaşıyoruz
" şeklinde açıklamalar yaptılar! Ama
bu açıklamaların hepsi de, hedef saptırmaktan, Batılıların asıl hedeflerini maskelemelerinden başka bir anlam ifade etmiyor.
Batılı liderler, tabiî ki, “İslâm'la savaşıyoruz" diyemezler. Bunun nasıl tehlikeli bir şey olduğunu söylemek bile gerekmiyor. Çünkü bu, kendi ayaklarına kurşun sıkmaları anlamına gelir.
O yüzden şu gerçeği görmemiz gerekiyor artık:
Batılılar, terörle savaşıyormuş gibi yaparak İslâm'la savaşıyorlar. Terör örgütlerini icat edenler onlar!
El-Kaide'nin Sovyetler'e karşı Amerikalılar tarafından icat edildiğini bütün dünya biliyor artık.
DEAŞ'ın da, ABD-İngiltere ortak yapımı olduğunu biz biliyoruz; yarın kendileri de itiraf edecekler. Ne zaman itiraf ederler peki? Hedeflerine ulaştıklarında.
Hedefleri ne?
Âmiyâne tabirle, “zurnanın zırt dediği yer" burası işte.
BATILILARIN ÜÇ AŞAMALI HEDEFLERİ...
Batılıların uzun vadedeki hedefleri, İslâm'ın tarih yapacak bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmasının önlenmesi.
Orta vadedeki hedefleri
, bu birinci hedefi gerçekleştirebilmek için
İslâm'a Karşı İslâm Savaşı stratejisiyle yapay bir Sünnî-Şiî çatışmasının icat edilmesi
, Müslümanların bin yıl dünya tarihini yapmalarını ve dimdik ayakta durmalarını mümkün kılan
Ehl-i Sünnet Omurga'nın çökertilmesi.
Yakın vadedeki hedefleri
ise,
Türkiye'nin kuşatılması ve durdurulması.
Bizim metamorfoz yemiş seküler elitlerimiz henüz olayın vehametini göremese de, Batılılar şunu çok iyi biliyorlar:
Türkiye, yapay Sünnî-Şiî çatışmasını engelleyecek tek ülkedir.
Öte yandan Selçuklu ve Osmanlı tecrübeleriyle Ehl-i Sünnet Omurga'yı kuran medeniyet tecrübesinin mirasçısı -olma mücadelesi veren- bir ülke olarak
Türkiye, Ehl-i Sünnet Omurga'nın çökertilmesine aslâ izin vermeyecek tek ülkedir yine.
TÜRKİYE, BATILILARIN OYUNLARINI NASIL BOZDU?
Şimdi sıkı durun:
Türkiye, üç maddede özetlediğim Batılıların İslâm'ın bir aktör olarak tarih sahnesine çıkmasını önlemek için geliştirdikleri 100 yıllık büyük oyun'u bozdu!
Batılıları çıldırtan bu işte!
Türkiye, ne yaptı da, Batılıların 100 Yıllık Büyük Oyun'larını bozdu, peki?
Bir kaç şeyi birden yaptı...
Öncelikli olarak,
Türkiye'nin “yüzyıllık parantez"e son vermek istediğini
, bunun için de -henüz yeterince hazırlıklı olmasa da-
medeniyet iddialarına yeniden sahipleneceğini ilan etti
. Bunu da, başta Osmanlı coğrafyası olmak üzere medeniyet coğrafyasındaki mazlumlara bilfiil el uzatarak, umut olduğunu göstererek yaptı.
İkinci olarak,
ekonomik bağımsızlığı için bir irade beyanında bulundu ve dünyanın 17. büyük ekonomisi oldu.
Üçüncü olarak da, Fırat Kalkanı Operasyonu'yla, DEAŞ'a hatırı sayılır bir darbe vurdu ve
Batılıların DEAŞ'la savaşmak gibi bir dertlerinin olmadığını
bütün dünyaya gösterdi: Böylelikle
Batılıların “DEAŞ maskesi"ni düşürdü
.
Batılılar için artık takke düşmüş, kel görünmüştü: O yüzden hem
konsorsiyum ürünü
olan, Türkiye'ye yönelik
terör saldırılarını
hızlandırdılar hem de
Türkiye'nin sinir uçlarını sistematik olarak patlatarak
, içerdeki birilerine sufle vererek Türkiye'yi önce sosyal, siyasî ve ekonomik kaosun, sonra da iç-savaşın eşiğine sürükleme tezgâhlarını uygulamaya koymaya başladılar.
Yaptığım bütün bu teorik okumalardan ve tahlillerden sonra, Batılıların neden genelde Türkiye'yi hedef tahtasına yatırdıkları, özelde ise her fırsatta özellikle de DEAŞ üzerinden yapılan eylemlerle ya da ülke içinde kışkırtılan absürd hâdiselerle laiklik üzerinden Türkiye'yi tehlikeli bir gerilimin eşiğine sürüklemeye çalıştıkları daha iyi anlaşılıyor olmalı.Osmanlı ruhu olmadan aslâ!
Yusuf Kaplan
13/01/2017 Cuma
Önce şunu bilelim: Bu ülkede, çoğunluğun azınlığa değil, azgın azınlığın sessiz çoğunluğa tahakkümü var.
İşte bu bitecek. Buna tahammül edemiyorlar.
Durumdan vazife çıkaran, darbe yapan, milleti hizaya getiren laik / oligarşik kurumların vesayeti bitecek.
Onca gürültünün nedeni bu!
Şunu söylüyorum: Azgın azınlığın egemenliği bitsin.
Ama hiç kimse kendini dışlanmış hissetmesin.
Bunu başarabilirsek bizi kimse durduramaz.
ALMAN RUHU, HEGEL VE WEIMAR RÖNESANSI
Türkiye, zor bir dönemeçten geçiyor. Zorlu, uzun ve yorucu bir yolculuk bizi bekliyor...
Ama şunu aslâ unutmamak gerekiyor:
Bütün zor zamanlarda, zorlu zamanlarda, toplumlar, o zorlukları aşacak bir ruh arayışına soyunurlar.
Almanlar böyle yaptılar. Ruslar, böyle yaptılar...
Hegel
, yüzlerce prensliğin cirit attığı bu darmadağın
Almanya'yı birleştirecek ruhun izini sürdü
. O yüzden devleti kutsadı, putlaştırdı.
Aynı şeyi,
Leibnitz de, Kant da yapmıştı
:
Avrupa'yı toparlayacak ortak bir “dil” ve ruh arayışının izini sürmüştü
bu iki düşünür de.
Kant'ın izinden giden Hegel, Almanların “volkgeist” dedikleri, “halkın ruhu”nu, bu ruhun kültürel ve tarihî köklerini araştırdı.
Sonuçta Alman ruhunun, köklü bir Alman dili, kültürü, düşüncesi ve sanatıyla inşa edilebileceğine karar verdiler Alman düşünürler ve sanatçılar.
İşte Weimar Rönesansı buradan doğdu: Almanlar, kendilerini ayağa kaldıracak ruhun yapıtaşlarını geçmişten geleceğe doğru hem Avrupa düşünce tarihinde hem de dünya kültür tarihinde yolculuk yaparak döşemeyi başardılar.
Alman ruhunun, dil ve kültür kodları bakımından birleşmiş bir Almanya ve bu birliği sağlayacak, teminat altına alacak ve Almanya'nın en azından Avrupa tarihini yapacak
güçlü bir lider
etrafında hayat bulacağını gördüler:
Bismarck'ı çıkardılar, Fransızların Napolyon'undan yaklaşık bir asır sonra.
Weimar Rönesansı'nın hikâyesi çok heyecanlı ve zihin açıcı. Ama bu kadarla yetineyim burada.
Biz, bize gelelim, kendimize gelelim: Biz ne yapacağız peki?
BİZİM MEDENİYETİMİZİN RUH KÖKLERİ, NESEB'E DEĞİL, EDEB'E DAYANIR
Almanların
Alman Ruhunu
icat ve inşa etme yolculukları kışkırtıcı. Ama
bütün çapına ve derinliğine rağmen evrensellikten uzak ve aşırılıklarının kurbanı
:
Ulus icadıyla evrensel bir ruh inşa edilemez. Nitekim, onca yolculuk ve çaba, sonunda Faşizm'le heba oldu gitti.
Evet biz ne yapacağız?
Önce şunu göreceğiz: Bu ülkenin ruh kökleri, ulus köklerinden ibaret değil. Ulusal sınırları aşan yerle gök arasını buluşturan, hakikat'ten beslenen, süt emen ulusötesi, o yüzden de gerçek anlamda evrensel bir ruh bu.
Ezberlerimizi çöpe atalım: Batı uygarlığının geliştirebildiği ama adına da “evrensel” deme kompleksi sergilediği en makro bakış, ulus-eksenlidir: Alman ulusu, Fransız Ulusu vesaire içindir her şey.
Yani
Batı'da her şey, temelde neseb'e dayanır; bizde ise edeb'e.
O yüzden
Batılılar şöyle der: Benim derdim seninle!
İşte bu nedenle, sömürgecilik, emperyalizm Batılıların eseridir.
Ama
biz şöyle deriz: Benim derdim benimle
.
Bu nedenle tarihte nerdeyse tarihin yapılmasında kilit rol oynayan
bütün medeniyetlerin üzerine oturdu Osmanlı
.
Ama Batılılar gibi bu medeniyetlerin hiç birini yok etmedi; hepsinden beslendi, hepsini de besledi.
OSMANLI RUHU NE VE BİZE NE SÖYLER?
Osmanlı, bunu nasıl başardı peki?
Tarihte, hem
Dâru'l-İslâm'ı
, hem
Dâru's-Selâm'ı (Barış Yurdu'nu) hem de Dâru'l-İnsan'ı (İnsanlık Yurdu'nu)
inşa eden en gelişmiş,
henüz aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış medeniyet tecrübesini insanlığa armağan ederek başardı.
O yüzden çağımızın en büyük tarih felsefecilerinden
Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” demişti.
Bazı sığ adamlar, bendeniz, Osmanlı'dan sözedince “geçmişten sözetme bize” diye, karşı çıkıyorlar söylediklerime.
Biraz tarih felsefesi bilenler şunu bilirler: Geçmiş de, şimdi de, gelecek de izâfîdir: Geçmiş, geçmiştir ama geleceği inşa edecek bir ruh ve bir tecrübe armağan etmiştir.
İşte Toynbee'nin Osmanlı'yı insanlığın geleceği olarak görmesini sağlayan şey, bu ruhu ve tarihî derinliği farketmiş olmasıydı.
TÜRKİYE, PRANGALARINDAN KURTULACAK...
İlle de söylemem gerekmiyor ama Türkiye'de ürpertici bir Batı kompleksi olduğu için söylemek zorundayım: Hegel, Alman Ruhunun izini sürerken, kurucu ruh köklerini Greklerde bulmuştu.
Örnekleri çoğaltmaya gerek yok.
Şunu bilelim, derim: Tarih, geçmişle ilgilidir ama gelecekle ilgilenir. Tarih, tekrarlanamaz. Ama tarihi yapmamızı mümkün kılan ve vahiyden beslenerek tarihte uygulanan ruh her zaman keşfedilmeyi, yeni şartlara hayat vermeyi bekler.
Bir asırdır, “zihnimize geçirilen deli gömlekleri”nden, prangalardan kurtulma savaşı veriyoruz.
Türkiye prangalarından kurtulacak...
72 dini, ırkı, milleti birarada yaşatan, Medine'den süt emen, üç kıtada dünya tarihini yapmamıza imkânları veren Osmanlı ruhu, küllerinden doğacak, ışık olacak insanlığa yeniden...
***
Altını çizerek söylüyorum: Geçmiş geçmiştir, olmuş bitmiştir.
Aslolan Ruh'tur.
Âlim, Ârif, Hakîm şahsiyetleri peygamberlerin vârisleridir.
Bunlar bize Hakikatin hayat olan, hayat bulan ve herkese hayat sunan Ruhunu taşırlar.
Ruh, yaşıyorsanız, her zaman diridir ve diriltir sizi.
***
Ruh'la hamaset'i karıştıranlar var. Ruhsuz adamlar bunlar.
Hamaset Öldürür, Ruh Diriltir.
Ölüler, Ruh çağrısını ve çağıltısını, Hamaset bağırtısı zannederler.
HAYSİYET CELLATLIĞI VE CELLATLARDAN MEDET UMMAK!
Son olarak şunu söylüyorum:
Türkiye, ontolojik bir ölüm-kalım, yörüngesini bulma, ruhköklerine ulaşma mücadelesi veriyor: Tarihin kırılma anında, en azından bölgenin tarihini yeniden yapma onurlu mücadelesi bu.
Ülkenin beka mücadelesi verdiği, yokoluş mevsiminde, susmak, mevziyi terketmek ya da “entelektüel geviş” getirmek haysiyet cellatlığıdır.
Öte yandan toplumu bölen, etnik kimlikleri kışkırtan, bu toplumun en büyük ortak paydasını, tarih yapmasını mümkün kılan
İslâmî ruh köklerini kurutan laiklikten medet ummak da, prangalardan, cellatlarımızdan medet ummaktır: Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Mevcûdiyetinizi bile koruyamazsınız.
Şunu aslâ unutmayacaksınız: Osmanlı, üç kıtada, 72 ırkı, dini, milleti laiklikle ayakta tutmadı.
İslâm bize yeter! Herkese kol kanat gerer.
Bunu, Toynbee görüyor da, biz neden göremiyoruz acaba?
Zihnimiz prangalı olduğu için, değil mi?
.Bir kültür felsefesi: Ontolojik şiddet ya da kültürü de yok eden “kültür”
Yusuf Kaplan
15/01/2017 Pazar
Çağımız güya “kültür” çağı: İletişim ve bilişim endüstrisinden film, televizyon, sanat, eğlence ve spor endüstrisine kadar “kültür”, “çağın dini”ne dönüşmüş durumda.
“Kültür” sözcüğünü özenle ve özellikle tırnak içine alarak kullanıyorum. Çünkü kültürü de yok eden bir “kültür”den sözediyorum.
Çağımız, “kültür” çağı değil, “kültürel”in hâkim olduğu çağ; her şeyi kültürleştirerek kültürü de yutan bir ağ.
KÜLTÜRELLEŞME VE RUHSUZLAŞMA
Kültür, en netameli kavramlardan biri: “Kültürel” ise kültür'den de netameli.
“Kültürel”, her şeyin kültürleştirilmesi demek: Siyasetin kültürleştirilmesi, ekonominin kültürleştirilmesi, dinin kültürleştirilmesi, cinsiyetin kültürleştirilmesi...
Bir şeyin kültür/el/leştirilmesi, içinin boşaltılması, anlamını yitirmesi, özünü, ruhunu, kendine özgü özelliklerini kaybetmesi ve tüketim nesnesine dönüştürülmesi demek.
Özlü bir deyişle, bir şeyin kültürelleşmesi, “gösteren” / yani neyse o olma özelliğini yitirmesi, “gösterilen”e /yani olması istenen'e, gösterilmek istenen'e dönüştürülmesi demek.
Görselliğin hâkim olduğu bir dünya, gösterilen'in krallığını ilan ettiği, gösteren'i yuttuğu
, yok ettiği bir dünya.
“Gösteren”, bir “şey”in neyse o olarak varolması demek.
Gösteren'in gösterilene dönüşmesi ise, pornografikleşmesi, estetize edilerek ayartı nesnesine dönüştürülmesi ve tüketilmesi demek
. Bir şeyin kendisini neyse o olarak sunması değil, bir şeyin nasıl görülmek isteniyorsa öyle sunulması demek.
ONTOLOJİK ŞİDDET: “DİKTATÖR” İMALİ ÖRNEĞİ
Siyasetten örnek vereyim:
Tayyip Erdoğan
, Türkiye'nin cumhurbaşkanı. Tayyip Erdoğan'ın “
diktatör
” olarak sunulması, “
Cumhurbaşkanı
”nın başka bir şeye dönüştürülmesidir. Burada kültürel'in hegemonyasına ve gerçeği deforme ederek yeni, sahte bir gerçek icat etmesine tanık oluyoruz: Sembollerin gerçeğin yerine geçmesine, estetize edici, ayartıcı / “pornografik” yöntemlerle gerçeği yutmasına yani.
Benzer bir deforme etme işlemini
Kemal Kılıçdaroğlu
,
Devlet Bahçeli
ya da toplumun önünde olan herkes için yapıyor işte bu
kültür/el/leştirme şiddeti.
Şiddet diyorum; çünkü kültür/el/leşme, sembollerin gerçeğin yerine geçmesine yol açıyor.
Sembollerin gerçeğin yerine geçmesi ise, tam anlamıyla ontolojik şiddet üretiyor:
Semboller üzerinden üretilen “kurmaca, icat edilmiş yapay gerçek”, gerçeğin yerine geçiyor. Gerçeği buharlaştırıyor. Daha da vahimi şu: Sanal / sembolik gerçek, gerçekten daha gerçek oluyor.
SEMBOLİK YA DA KÜLTÜREL ŞİDDET, FİZÎKÎ ŞİDDET'TEN DAHA TEHLİKELİ
Yakıcı gerçek şu artık:
Çağımıza damgasını vuran şey, fizîkî şiddet (toplar, silahlar vesaire) değil; sembolik ya da kültürel şiddet.
Kültürel şiddet, fizîkî şiddetten daha yıkıcı, daha tehlikeli: Doğrudan değil, dolaylı olarak saldırıyor hedefine kültürel şiddet çünkü.
Toplarla, silahlarla değil; toplara, silahlara dönüşen sembollerle, imajlarla, hız ve haz üzerinden, ayartan, uyuşturan, insanlığın sorunlarına duyarsızlaştıran, hayattan kaçıran bir dille işliyor
kültürel ya da sembolik şiddet.
HIZ VE HAZ ÇAĞI DROMOKRASİ, AKLI VE DÜŞÜNMEYİ ÖLDÜRDÜ
Akıl yok artık; algı var. Algı, aklı çoktan çarmıha gerdi!
İnsan, aklıyla
düşünmüyor
: Arzularıyla, hazlarıyla, ayartılarak, ayartılmak için can atarak
düşüyor
sadece.
Akıl tutulması
yaşıyor insanlık:
Aydınlanma çağı'yla birlikte, insanın çocuksuluk çağından kurtularak aklını kullanmaya başladığı
bir evreye geçtiğini ilan eden
Kant
, insanlığa, “aklını kullanmaya cesaret et!” diye haykırmıştı.
Ama artık akıl, sırra kadem basmış durumda. Akıl çağı'nın yerinde yeller esiyor: İnsanın çocuksuluk çağına geri döndüğü, arzularının, hazlarının, egosunun esiri, kölesi olduğu dromokrasi çağında yaşıyoruz.
İnsanın aklını kullanarak kurduğu, sonuçta, insanın insanın kurdu olduğu sözümona haklar rejimi demokrasi, hız ve haz rejimi dromokrasi tarafından çoktan tarihe gömülmüş durumda.
O yüzden medya, kültür, spor ve eğlence endüstrisinin temel işlevi,
insanın düşünme melekelerini yok eden estetize edici, ayartıcı / pornografik mitler, semboller ve imajlar üretmekten ibaret.
KÖLELEŞMEKTEN HAZ VE KEYİF ALMAK!
Postmodern neo-liberal yoz, sığ ve bayağı kültür; film, müzik, spor, eğlence, televizyon ve internetin kurmaca sanal dünyasında bu ayartıcı mitler, semboller ve imajlarla insanları küre ölçeğinde kültürel şiddet bombardımana tabi tutuyor.
Çağımızın bilge adamlarından
Aldous Huxley
, “
Cesur Yeni Dünya” başlıklı imajinatif romanında
,
çağımızın tastamam ağa dönüşen
bu paradoksal hâlini enfes bir şekilde şöyle özetliyordu:
İnsanlara öylesine zulmedilecek, insanların duyarlıkları öylesine yok edilecek ki, insanlar bundan büyük bir haz ve keyif alacaklar.
Tükettikçe tükenen insanın tüketmeyi özgürlük sanması, haz ve keyif alınan ayartıcı u/yutucu bir köleleşme biçiminin ortasına yuvarlanması, aslında!
ONTOLOJİK FELÂKETİ ÖNLEMENİN YOLU: SÜNNET-İ SENİYYE
Bu hayatî meseleyi yarınki yazıda bambaşka bir yere getirerek sürdürmek istiyorum.
Sünnet-i Seniyye'nin dromokratik / ayartıcı köleleşme biçimini durdurabilecek neden yegâne imkân olduğunu
, tam da bu nedenle hadislere, Hz. Peygambere (sav), mezheplere niçin saldırıldığını ve
Sünnet-i Seniyye'nin insanlığın yaşadığı bu ontolojik felâketi önleyebilecek nasıl bir rahmet kaynağı
olduğunu göstermeye çalışacağım.Ontolojik felaketi aşmanın yolu: Sünnet-i Seniyye
Yusuf Kaplan
16/01/2017 Pazartesi
Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “felsefenin / 'düşünme'nin Socrates'le birlikte bittiğini” söylemiş, 2500 yıllık küsur yıllık bir ezberi bozmuştu.
Oysa bize anlatılan hikâye neydi, şimdiye kadar?
Felsefeyi, dolayısıyla düşünmeyi Socrates, Eflatun ve Aristo'yla başlatmaktı.
Bugün yaşadığımız temel varoluşsal sorunların gerisinde Socrates'in imzası vardır.
SOCRATES'İN SEVABI VE GÜNAHI
Socrates'in bir günahı bir de sevabı var.
Socrates'in sevabı, Grek putlarını yıkması.
Socrates'in günahı ise, iki bin küsur yıldır insanlığa pahalıya malolan,
insanın tanrılaştırılması
(
antroposantrizm
) yolculuğunun temellerini atması.
Birinci sınıf felsefe tarihçileri bize, Socrates'in yaptığı işi / işlediği cinayeti, tek bir kavramla anlatırlar:
Disconnection. Yani irtibatın-kopması.
Socrates, insanın gök'le irtibatını kopardı, yer'e mahkûm etti insanı.
ONTOLOJİK FELÂKET: İNSANIN TANRILAŞTIRILMASI
İnsanın beşerüstüyle, tabiatüstüyle, ilâhî olan'la irtibatının kopması ve tanrılaşması
, insanın Tanrı'ya, Tabiata, İnsana hâkim olma güdüsü tarafından güdülmesine yol açtı.
Yani
Socrates'le birlikte, Batı uygarlığı, ontolojisini yitirdi; yolculuğunu yalnızca epistemoloji / bilme çabası üzerinden sürdürdü...
O yüzden,
Greklerin insanı tanrılaştırması, Kilise
ç
ağlarında Hıristiyanların Tanrı'yı insanlaştırmaları şaşırtıcı değildir.
Hümanizm, Rönesans ve Reformasyon yolculuklarıyla gerçekleştirilen
modern meydan okuma, yeniden insanın-tanrılaştırılmasıyla sonuçlandı.
İçinden geçtiğimiz
postmodern süreç ise, insan'sız (post-hümanizm) ve Tanrı'sız (post-teistik) bir dünya
. Hakikat fikrinin reddedildiği, her şeyin izafileştirildiği,
yarı-insan, yarı-makina (cynorg) ruhsuz bir tür'ün
hayata çeki düzen verdiği ontolojik felâketler çağı.
Descartes
, “
tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız
” demişti:
İnsanın tanrılaştırılmasının ürpertici bir örneğiydi bu.
Modernler, tabiatın nasıl efendileri ve hâkimleri olacaktı? Bu sorunun cevabını,
Bacon
, “
bilgi güçtür
”, diyerek vermiş,
gücü, güç elde etme güdüsünü kutsamıştı.
İnsanın tanrılaştırılması, insanın
ontolojik güvensizlik sorunu
yaşamasına yol açacaktı. İnsanın böyle bir sorunla varlığını bile sürdürebilmesi mümkün değildi.
Çıkış yolu bulunmuştu:
Ontolojik güvensizlik sorunu, güç üreten araçların kontrol edilmesini sağlayan epistemolojik güvenlik alanlarının genişletilmesiyle aşılacaktı.
Modernler, bilgiyi güç olarak konumlandırdılar; bilgiye sahip olarak güç üreten araçlara (tabiata, bilime, teknolojiye) sahip oldular:
Sahte ama muazzam bir aşırı özgüven duygusu icat ettiler: İnsan artık her şeyi bilebilirdi, her şeyi kontrol edebilirdi, her şeye çeki düzen verebilirdi.
Nedir bu? İnsanın tanrılaştırılması elbette.
Bilgi üzerinden güç üreten araçlara sahip olunması, zamanla araçlara sahip olma güdüsünün amaç hâline gelmesiyle, bu da her şeyin yerle bir olmasıyla sonuçlandı.
Sema'dan Arz'a düşen, hayatı yalnızca Arz'dan ibaret gören modern / seküler insan, arzın, arizîliklerinin yol açtığı maraziliklerin taarruzlarına maruz kalmaktan kurtulamayacaktı.
Yalnızca bilgilenme / epistemoloji üzerinden bir dünya kuramazsınız. Bütün dünyaları da yıkarsınız. Yapılan da bu oldu.
Ontolojisi olmayan bir uygarlık, dünyayı cehenneme çevirecekti; bu kaçınılmazdı.
Bizim terimlerimiz üzerinden gidersek...
Melekûtî âlemle irtibatını koparan, dünyayı / hayatı yalnızca mülk alemine kilitleyen bir uygarlık, melekûtî âlemden süt ememediği için insanın meleksi melekelerini yok edecek ve yalnızca mülk âlemine mâlik / sâhip olma, mülk âleminde meliklik taslama / hegemonya kurma kaygısıyla yaşayacaktı.
ONTOLOJİK FELÂKETİ GÖRME'NİN VE AŞMA'NIN YOLU: SÜNNET-İ SENİYYE
Asıl can alıcı meseleye geliyorum:
Peygamberlik fikri ve hakikati olmadığı için, insan tanrılaştırılmıştı
: Araçlar, amaçların yerine yerleştirilmiş, güç kutsanmış, epistemolojinin / bilginin güç üreten araçları (bilim, teknoloji, hız, haz vs) çoğaltarak bu araçlara sahip olma güdüsünün insanın amaçlarını yitirmesine yol açması engellenememişti.
İşte
Sünnet-i Seniyye'nin hayatî rolü, ontolojik bir imkân sunması: İki bin küsur yıllık pagan Batı uygarlığı tarihinin ürpertici serüveni, Kitab'ın, sadece okunarak, bilgilenerek hayata geçirilmesinin, sadece bilgilenerek insanca bir dünya kurabilmenin peygambersiz imkânsız olduğunu gözler önüne sermeye yetiyor.
SÜNNET-İ SENİYYE: İNSANIN FITRATINI KORUMASININ TEK SİGORTASI
Oysa
Sünnet-i Seniyye, bilginin hayat hâline nasıl dönüştürülebileceğinin yegâne anahtarı
. Çünkü Sünnet-i Seniyye, hakikatin doğrudan hayat olmasının,
insanın fıtratını korumasının tek sigortası.
Hakikate, bilme yolculuğuna çıkarak değil, olma yolculuğuna çıkarak ulaşabilirsiniz.
“Ben Kitabı okurum, anlarım” diyen kişi, ne dediğinin farkında bile olmayan zavallının tekidir.
Çünkü
aslolan Kur'ân'dır ama Kur'ân'ı hayat hâline getirecek yol, Sünnet-i Seniyye'dir. Yani Kur'an asıldır; Sünnet usûl. Amaç hakikate vusûl'dür / ulaşmak. Ama usûl olmadan vusûl olmaz. Fusûl / sapma, savrulma olur ancak.
Peygamber'in olmadığı bir yerde bilgi hayata değemez, aksine kör bilinç üretir, hayatı da, hakikati de linç eder.
Peygamber'in olmadığı bir yerde, hakikatle doğrudan, dolayısıyla doğurgan bir irtibat kurulamaz. Yalnızca dolaylı, dolayısıyla dolandıran, deneme-yamulma trajedisi yaşatan bir ilişki kurulabilir.
SÜNNET-İ SENİYYE VE MEZHEPLERİN HAYATÎ ONTOLOJİK FONKSİYONU
Mezhepler, Sünnet-i Seniyye'nin fonksiyonunu icra eder
.
Mezhepler, usûl yolculuklarıdır çünkü.
Sünnet-i Seniyye, dolayısıyla mezhepler hem sâbitelerin değişkenler (kültür) tarafından yutulmasını önler; hem değişkenlerin (kültür'ün) sâbite katına yükseltilmesinin önüne set çeker; hem de değişkenlerin (kültür'ün) sâbiteler ışığında sonsuz bir şekilde yorumlanmasının yolunu açar.
Çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız.
Biz çağı da hakkıyla tanımıyoruz, kendi kavramlarımıza, dünyamıza da nüfûz edemiyoruz ve tanımlanıyoruz yalnızca.
Daha da vahimi,
Müslüman zihnini ve Müslümanca yaşama zeminini yitirdiğimiz için
de, tanıyamadığımız,
sürekli tanımlandığımız bir ç/ağ'da zihnimiz, çağdaş hurafeler çöplüğüne
dönüşüyor ama bunu göremiyoruz bile; çağın ağlarının, bağlarının, dünyasının içinde sürüklenip duruyoruz sadece.
Sünnet-i Seniyye, bize ontolojik bir alan açıyor
: Bizim hem ümmîleşmemizi (çağın ağlarından, bağlarından ve dünyasından arınmamızı) hem de hakikati her dâim hayat hâline getirme, fıtratı yitirmeme kaygısı ile hareket etmemizi sağladığı için ontolojik felâketi önleyecek yegâne kaynaktır.
Şimdi
insanın fıtratını korumasının yolunun nereden geçtiğini ve Batılıların çeyrek asırdır neden hadislere, Hz. Peygambere (sav) ve mezheplere saldırdıklarını
daha iyi anlıyor olmalısınız.Türkiye, insanlığın “güven adası” olmalı yeniden...
Yusuf Kaplan
20/01/2017 Cuma
Müslüman, farklı kesimler için de bir “güven adası”dır.
Eğer bunu başaramıyorsa, Müslümanın, ya İslâm anlayışında ya da İslâm'ı yaşayışında (yani Müslümanlığında) bir sorun var demektir ve bu sorunu halletmekle mükelleftir.
MÜSLÜMANLAR, “GÜVEN ADASI” OLMA ŞUURUNA SAHİP OLMALI
Dikkat ederseniz, “İslâm” demedim, “Müslüman” dedim.
Niçin?
Rahmet Elçisi
Peygamberimiz
(sav), “
Mü'min, kendisine güvenilen ve başkasına güven veren kişidir”
diye buyurduğu için.
İslâm, yaşanmak içindir. İslâm'ı yaşayan kişinin adıdır Müslüman. O yüzden
her mü'min, güven adası'dır; öyle olması beklenir.
Burada ince ama sonuç itibariyle önemli bir ayırım var; üzerinde mutlaka düşünmemiz gereken.
Eğer birileri “güven adası” olan İslâm'dır, diye itiraz edecek olurlarsa, hayâtî bir noktayı kaçırmış olurlar: Bütün insanlık ve varlıklar için “güven adası” sunan elbette ki, İslâm'dır; ama hayatı “güven adası”na dönüştüren, hayatı “güven adası”na dönüştürmesi istenen, Müslüman'dır.
Eğer Müslüman, hayatı güven adasına dönüştürmüyorsa, İslâm'ın bu ilkesi sadece retorikten / boş lâftan ibaret kalır.
Oysa İslâm, sadece ilke koymaz; koyduğu bütün ilkelerin hayat hâline getirilmesini emreder. Hayat hâline getirilmeyen bir ilke, o ilkeyi koyan dini hayattan uzaklaştırır ve anlamsızlaştırır.
O yüzden Müslüman bizatihî kendisi “güven adası” değilse, olamıyorsa, o zaman İslâm'ı, hayata aktarılamayan, sadece retorikten ibaret bir “şey”e dönüştürüyor demektir; ki, bu, İslâm'ın hayat dini, hayat rehberi olma özelliğine gölge düşürür.
MÜ'MİN, EMANETİ ÜSTLENEN,
YERYÜZÜNDE EMNİYETİ TEMİNAT
ALTINA ALMAKLA MÜKELLEF KİŞİDİR
İslâm'ın Müslümanda tezahür etmesi, hayat hâline gelmesi, Müslüman'ı “güven adası” yapar.
Peygamberimizin bütün âlemlere rahmet olarak gönderilmesi, rahmet elçisi olarak görevlendirilmesi nedeniyle, onun ümmetinin de “güven adası” olması gerekir.
Unutmayalım: Allah (cc), insana “emanet”i vermiştir. Emanetle mükellef kılınan kişinin adı, mü'mindir.
Buradan şöyle bir ilke çıkıyor:
İman eden kişi yani mümin yeryüzünde emaneti yerine getirmekle, emniyeti teminat altına almakla, emîn
(hadiste belirdiği üzere “hem kendisine güvenilen hem de başkasına güven veren kişi” olmakla) mükelleftir.
MÜSLÜMANLAR 14 ASIR “İNSANLIĞIN
GÜVEN ADASI” OLMAYI BAŞARDILAR
Dün neredeyse bütün bir İslâm tarihi boyunca, Müslümanlar, dolayısıyla Müslümanların coğrafyaları “güven adası”ydı farklı dinlerin, kültürlerin ve medeniyetlerin müntesipleri için.
Hem İslâm Yurdu (
Dârü'l-İslâm
), hem Selâm / Barış Yurdu (
Darü
's-Sel
âm
) ve / veya Emniyet Yurdu (
Dârü'l-Eman
) hem de İnsanlık Yurdu (
Dârü'l-İnsan
) olmuştu herkes için.
Dün, bunu büyük ölçüde yalnızca Müslümanlar başardılar; başkalarına hem hayat hakkı tanıdılar; hem başkalarından yararlanmanın yollarını buldular. Müslümanların dışında -en azından- İslâm medeniyeti kadar böyle bir şeyi başaran ikinci bir medeniyet tecrübesi gerçekleştirilemedi henüz.
Özetle dün, Müslümanlar olarak insanlığın güven adası olmayı başardık biz, bugün ve yarın da başarmakla mükellefiz.
Bunun çarpıcı, güzel örneklerini de veriyoruz: Üç milyondan fazla Suriyeli mazluma kol kanat germemiz, bunu bölgesel ve dolayısıyla küresel ölçekte başardığımızın çok iyi bir göstergesi. Üstelik de burası laik bir ülke olmasına rağmen.
Türkiye'yi, Suriyeli mazlumlar için “güven adası” hâline getirmeyi bu ülkenin Müslüman halkı başardı; Türkiye'nin bazı seküler kesimleri bu evrensel hakikati kavrayabilecek duyarlıklardan, ne yazık ki, yoksunlar.
TÜRKİYE, YENİDEN “GÜVEN ADASI” OLMALI
Türkiye'de hükümet etme sisteminde önemli bir değişiklik yapılıyor. Bugüne kadar
Türkiye, sivil ve askerî bürokrasinin vesayetinden çok çekti:
Bu ülke, Batılılar tarafından işgal edilemedi ama bu laik vesayet sistemi tarafından kontrol edildi, kontrol altında tutuldu.
Yaşadığımız değişiklik,
Türkiye'nin bürokratik vesayet sisteminden “yakasını-paçasını” kurtarmasını sağlayacak
, belki de
ilk defa, halkın iradesinin, duyarlıklarının ve taleplerinin ülkeye vaziyet etmesine imkân tanıyacak.
Burada tek derdi hakikat olan bir yazar olarak şunu hatırlatmak istiyorum:
Anayasa, toplumsal bir sözleşme'dir; toplumun bütün farklı kesimlerinin mutabakatı ile yapılmalıdır.
“Cumhurbaşkanlığı sistemi”, Türkiye'nin hızlı ve bağımsız karar almasını kolaylaştıracaktır. Türkiye'nin kaybedecek vakti yok çünkü.
Ayrıca güçlü bir lider var.
Güçlü lider, Türkiye için büyük bir imkândır.
Bunu gözardı edemeyiz. Saplantılarımızı, önyargılarımızı bir kenara koymak zorundayız.
Tam bu noktada, hem Erdoğan'ın aldığı kararların toplumda karşılık bulması için hem de dünyaya -geçici de olsa- yeni bir başkanlık modeli sunabilmemiz için anayasa değişikliğinde mutlaka dikkat etmemiz gereken iki nokta var:
Cumhurbaşkanı'nın yetkilerinin ve denetleme mekanizmalarının Erdoğan-sonrasına göre, üzerinde iyi düşünülerek düzenlenmesidir.
Bu mesele biraz önce de dikkat çektiğim gibi iki açıdan önemlidir:
Birincisi: Toplumun bütün farklı kesimlerine güven verebilmeliyiz
.
Bunu,
Türkiye'de bugüne kadar, çoğunluğun azınlığa tahakkümü değil, azgın azınlığın çoğunluğa tahakkümü olduğunu
, söyleyen biri olarak hatırlatıyorum.
Türkiye'nin içerden ve dışardan büyük saldırılarla karşı karşıya olduğu bir zaman diliminde,
Türkiye'yi yöneten İslâmî kesimlerin “güven adası” olmaları, toplumun kenetlenmesi ve yaşadığımız zorlukların aşılması açısından da hayatîdir.
İkincisi de, dünyaya şu ya da bu şekilde model olabilecek bir başkanlık sistemi geliştirebilmeliyiz.
Yeni dönem, hem farklı kesimlerin endişelerinin giderilebileceği ve toplumun kenetlenebileceği hem de bu Müslüman toplumun rahmet peygamberinin ümmeti olduğu bilinciyle hareket ederek Türkiye'nin bölgemiz için güven adası olacağı bağımsızlaşma ve ayağa kalkma sürecinin başlangıcı olur inşallah.
.İki asırlık İngiliz-Yahudi nüfûzu sona erecek...
Yusuf Kaplan
22/01/2017 Pazar
Anayasa değişiklik paketi, 339 Evet oyuyla geçti.
Devleti ele geçiren iki asırlık İngiliz-Yahudi güdümlü ittihatçı bürokratik oligarşi bitecek, dün olduğu gibi bugün ve yarın da herkese kol kanat gerecek Yeni Türkiye adım adım inşa edilecek biiznillah.
İKİ ASIRLIK İNGİLİZ-YAHUDİ NÜFÛZUNA SON VERİLECEK...
Tanzimat'tan itibaren Türkiye'de ipler bu ülkenin çocuklarının elinde değil.
Osmanlı, Karlofça ve Pasarofça Anlaşmalarıyla birlikte ilk kez toprak kaybetti ve kendine olan güvenini yitirdi. Şerif Mardin, bu kırılma anını “Osmanlı'nın statüsünü kaybetmesi” olarak tarif eder.
Statüsünü, yani hem devletler dengesindeki belirleyici konumunu hem de tarih yapmasını mümkün kılan özgüvenini ve zihnî, siyasî ve stratejik zeminini kaybetti bu toprak kayıplarından sonra.
Dolayısıyla devlette bir özgüven bunalımı ve ontolojik boşluk oluştu: İngilizler, dönemin dünya gücü olarak bunu çok iyi değerlendirdiler ve Osmanlı elitokrasisine derinlemesine nüfûz ettiler Tanzimat'ta.
Başka bir ifadeyle İngilizler hem elitleri hem de Osmanlı Münevver'lerini zihnen teslim aldılar.
İngilizlerin nüfûzu, Cumhuriyet'le birlikte bizzat Batılılaşma projesini uygulayacak kadroların hem zihnen hem de fiilen kontrol edilmesiyle yeni bir evreye girdi.
Osmanlı tasfiye edilecek yerine medeniyet iddialarını terkeden seküler bir devlet inşa edilecekti. Nitekim biz Batılılara karşı İstiklal Savaşı verdik ama Batılıların bütün projelerini uygulayarak istikbalimizi kaybettik.
Her zaman sorduğum soru şu: Eğer biz, Batılıların sekülerleşme projelerini uygulayacak idiysek, Batılılara karşı niçin savaşmıştık ki?
Bu soru öyle basit bir soru değil.
DAYATILAN BÜTÜN REFORM GİRİŞİMLERİ İNTİHARLA SONUÇLANDI
Türkiye, Osmanlı'nın statüsünü kaybetmesinden itibaren hürriyet, müsavat, meşrûtiyet sloganlarıyla aydınları tarafından reforma sürüklendi.
Cumhuriyetle birlikte bu reformlar etme kemiğe büründü: Türkiye, medeniyet iddialarını terketti ama aynı zamanda Batılıların güdümüne girdi.
Şunu iyi bileceksiniz: Batılı ülkelerin dayattıkları bütün reform hareketleri, yok oluşla sonuçlanmıştır: İntiharla.
Bizde de öyle oldu: Türkiye, tarih yapan bir ülke olma özelliğini yitirdi; Batılıların yaptığı tarihte tatil yapma figüranlığını kabul etti!
URLARIMIZDAN TEMİZLENECEK VE YENİ TÜRKİY'Yİ ADIM ADIM İNŞA EDECEĞİZ...
Osmanlı, farklı dinleri, kültürleri bir arada yaşatan muazzam bir medeniyet tecrübesiydi. O yüzden Osmanlı zaaf gösterince ve tarihten çekilince ülkede ipleri her bakımdan azınlıklar ele geçirdi. İngilizlerin ve Yahudilerin güdümündeki Balkan kökenli azınlıklar, her şeyi kontrol ettiler: Sivil ve askerî bürokrasi üzerinden Batılıların vesayetine girdi Türkiye son iki asırdır. İlk asırda örtük, ikinci asırda açıkça bütün bürokrasi dışardan kontrol edilen vesayetçi ve ittihatçı ya da neo-ittihatçı şebekelerin eline geçti.
Şimdi bu vesayetçi ittihatçı oligarşik düzenin sonuna gelindi.
Türkiye, zor ve zorlu bir süreçten geçiyor... Ülkede ipler, ilk defa bu ülkenin yerli çocuklarının eline geçecek...
Yeni ve tarihî bir süreç başlıyor: Bu süreç zorlu geçecek...
Bu süreçte, dün olduğu gibi bugün ve yarın da intikam duygusuyla hareket etmeyeceğiz. Her şeye rağmen Rahmet Peygamberinin ümmeti olduğumuz şuuruyla bütün farklı kesimleri yine kucaklayacağız. Her şeye rağmen... Tıpkı Medine'de Peygamberimizin (sav) yaptığı gibi...
Dik durur ve dikkatli olursak, Allah cc önümüzü açacaktır biiznillah.
Basireti ve feraseti elden bırakmazsak, iyi hazırlanırsak, zorlu bir süreç de olsa, Allah yardım edecektir.
Allah yardımını esirgemesin ve son kalenin önümü açsın, mazlumların umudunun sürmesini sağlasın. Âmîn.Dikkat! Terör Süreci’nden sonra Fitne Süreci geliyor...
Yusuf Kaplan
23/01/2017 Pazartesi
Hadislere, mezheplere, Hz. Peygamber'in (sav) konumuna, dolayısıyla cemaatlere ve tasavvufa saldırılıyor...
15 Temmuz sürecinin bir uzantısı olarak başlatılan cemaatlere yönelik saldırılar önümüzdeki süreçte katlanarak artacak, ne yazık ki!
TERÖR SÜRECİ'NDEN SONRA FİTNE SÜRECİ...
Neden peki?
Bunun iki temel hedefi var: Önce, Müslümanların akîdelerini sarsmak, sonra da Müslüman cemaatleri birbirine düşürmek.
Yani,
önce İslâmî akîdevî omurgayı, sonra da Müslüman toplum omurgasını çökertmek!
Terör süreci'nden sonra Fitne Süreci devreye girdirilecek...
Müslüman toplumun akîdesini sarsıp, genelde toplumun İslâm'dan soğumasını sağlayacak, özelde ise cemaatleri birbirine düşürecek tehlikeli bir süreç bu!
Diyanet, bu tehlikeli sürece kayıtsız kalamaz.
MEDENİYET KRİZİ: MÜSLÜMAN ZİHNİ'NİN VE MÜSLÜMANCA YAŞAMA ZEMİNİ'NİN ÇÖKMESİ
Sorun, öncelikle, bizimle ilgili elbette:
İslâm dünyası iki asırdır ikinci büyük medeniyet krizini yaşıyor.
Bu kriz, Müslümanların, tarihlerinde, daha önce yaşamadıkları bir
fetret dönemidir:
Müslümanların hem İslâm'la hem de dünyayla, dolayısıyla Batı'yla simülatif yani sığ, sahte ve yüzeysel ilişki kurmalarıdır.
Yaşadığımız medeniyet krizi, Müslüman zihninin çökmesiyle ve Müslümanca yaşama Zemin'inin yerle bir olmasıyla sonuçlandı.
Müslümanlar, Müslüman zihnine, Müslümanca duyma ve düşünme biçimlerine ve Müslümanca yaşama zeminine kavuşamadıkları sürece İslâm'a da, başka dünyalara da hakkıyla nüfûz edemez, sorunlarını kavrayamaz ve çözemezler.
DÜNYA, BATI'NIN ESERİ, İNSANLIK BATI'NIN ESİRİ
İşte tam bu noktada devreye
Batı uygarlığı
giriyor...
Yaklaşık üç asırdır, dünyayı yalnızca Batılılar şekillendiriyor:
Dünyanın kullandığı bütün kavramlar ve kurumlar Batılıların eseri; dünya da Batılıların esiri.
İşte meselenin püf noktası burada gizli.
O yüzden Batı uygarlığının dünyada
hangi felsefî temeller
üzerinden hegemonya kurduğunu,
başka medeniyetleri zihnen nasıl fosilleştirdiğini, çok iyi kavrayamadığımız sürece
, temel varoluşsal sorunlarımızı kavrayamayız. İşin ürpertici yanı, bunun farkında bile değiliz henüz!
KORKU'NUN NEDENİ: KÖLE PSİKOLOJİSİ
Batı uygarlığı, umutlar üzerine değil korkular üzerine kuruldu.
O yüzden icat ettiği hayalî korkular üzerinden kendini yeniden kuruyor, koruyor, varlığını ve dünya üzerindeki hegemonyasını sürdürmeye çalışıyor.
Ama şu kadîm ilkeyi unutuyor: Korkunun ecele faydası yok.
Korkular üzerinden üretilen hayallerin zamanla hayalete dönüşmesi kaçınılmazdır.
Batı uygarlığının en temel korkusu, korkularının açığa çıkması ve kaçınılmaz sonunu hazırlaması.
O yüzden, sözgelişi,
İslâm korkusu, bin küsûr yıldır, Batı'yı hem canlı tutuyor hem de kan'la tarih yazmasına neden oluyor.
Batı uygarlığının dayandığı korku'nun felsefî temelleri üzerinde derinlemesine kafa patlatmamız gerekiyor. İnsanlığın, insanca ve hakça bir dünyaya kavuşabilmesinin önündeki en temel nedenleri kavrayabilmemiz için.
Nietzsche
,
Batı uygarlığının “köle psikolojisi"ne dayandığını söyler
. Ve bu köle psikolojisinin arkeolojisini ve soykütüğünü çıkarır ufuk ve zihin açıcı bir dille...
Köle psikolojisinin temel nedeni, üstada göre,
hayata “evet" diyememesidir.
Ne demek “hayata evet diyememek"?
FITRATIN VE HAKİKATİN YİTİRİLMESİ
İslâm ilim, irfan ve hikmet birikiminden devşirdiğim -âcizâne- kendi terimlerimle izah etmem gerekirse...
Yalnızca soyut kavramlarla ve hayatı sadece insanın şekillendirebileceği bir insan ve dünya algısıyla hareket ettiği için Batı uygarlığının hakikatle doğrudan irtibat kuramaması ve hayata değememesi
: Batı uygarlığının “hayata evet diyememesi"nin nedenleri burada gizli.
Burası çok önemli:
Hakikate ve hayata değemediği için hayata "evet" diyemedi Batılılar!
Hakikatle irtibat kurabilmiş olsalardı, insanın fıtratını yakalayabilecekler
, insanı “her şeyin ölçüsü ve ölçütü katına yükseltme" şaşkınlığı sergilemeyecekler, hayatı bir bütün olarak idrak edebileceklerdi Batılılar.
Özetle, Batılılar, modernlikle birlikte bu korku heyûlasını çok abarttılar: Dünyayı “uygar ve barbar", “Batı ve diğerleri" diye ikiye ayırdılar.
Önlerine çıkan güçleri, canavar olarak sundular.
İşte
İslâm korkusu
,
Baudrillard'ın
da çok açıkça ifade ettiği gibi,
İslâm'ın tarih sahnesine çıkışının önünü kesmek ve küresel kapitalist sistemin önündeki bu takozu etkisiz hâle getirmek için hayâlî olarak icat edildi.
Tekrar vurgulamakta yarar var:
Yanlış hayaller üzerine icat edilen bütün dünyalar, hayalete ve kâbusa dönüşmeye mahkûmdur.
“KUR'ÂN İSLÂMI": PEYGAMBERSİZ İSLÂM İCAT ETMEYİ AMAÇLAYAN ORYANTALİST BİR PROJE
Hz. Peygamber'in (sav) devre dışı bırakılması,
peygambersiz bir İslâm icat edilmesi, iki asırlık bir oryantalist projedir
.
Akademik oryantalizm bitti bitmesine ama özellikle de medyatik oryantalizmin
zıvanadan çıkmasıyla (İslâm'ın, kan emici, terör dini olarak sunulmasıyla) meyvelerini vermeye başladı.
İslâm dünyasının yaşadığı ikinci büyük medeniyet krizi, Müslümanların Batı karşısında iki asırdır aşağılık kompleksi yaşamalarına yol açtı; bu da, hadislere, mezheplere, Hz. Peygamber'in konumuna yapılan saldırıyla, paralel dinler icat edilmesinin yapı taşlarını döşeyecek İslâm akîdesini çökertme girişimlerini kolaylaştırdı.
Müslüman Zihni'nin ve Müslümanca yaşama Zemininin yok olduğu bir süreçte, zihinleri çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşen bazı zavallı insanlar, şimdi “
Kur'ân İslâmı" denen oryantalist bir projeyle Müslümanların akîdelerini sarsacak ve Müslüman toplum omurgasını çökertecek fitne-fesat tohumları ekmeye başladılar.
FİTNE, “SINIR" TANIMIYOR...
Bunun son örneklerinden biri, bazı Müslüman cemaatlerin “
Kur'ânsız Müslümanlık
" icat etmeye çalıştıkları fitnesi!
Kur'ansız Müslümanlık olur mu? Ne kadar ürpertici bir saçmalık bu!
Asıl hedef, Peygambersiz İslâm icat etmek oysa. Hedef saptırıyorlar.
Kavrayamadıkları yakıcı mesele şu:
Kur'ân asıldır. Sünnet-i Seniyye usûldür. Aslolan hakikate vusûldür / varmaktır. Usûl olmadan asıl anlaşılamaz, vusûle ulaşılamaz.
Mezhepler de usûl yolculuklarıdır.
Mezhepleri ortadan kaldırdığınız zaman Nebevî, dolayısıyla Kur'ânî usûl de ortadan kalkar. Önüne gelen kafasına göre mezhep icat etmeye kalkışır ve mezhepsizlik en büyük “mezhep" olur.
Ortada dinden eser kalmaz.
DEVLER VE CÜCELER...
Sonuç olarak Gazâlî, Râzî, Buharî, İbn Arabî, İmam Rabbânî gibi devlere saldıran tiplere şunu söylüyorum sadece:
Kendilerinden önceki
öncülere saldıran kişiler, kibrin zirvesine ul
aştıklarını, yarın kendilerine çok daha kolayca saldırılmasının önünü açtıklarını göremeyecek kadar
samimiyet yoksunu, çapsız, kendilerini dev aynasında gören acınası cüce kişilerdir.
Vesselâm.Avrupa dağılıyor, ABD çatırdıyor, dünya bize bakıyor...
Yusuf Kaplan
27/01/2017 Cuma
Avrupa, birleşemedi: Yaşanan yarım asırlık deneyim, Avrupa'nın birleşemeyeceğini gösterdi.
Amerika, içten içe çürüyor, çözülüyor ve sürgit büyüyen bir güç çatışmasına sahne oluyor...
Dünyanın güç dengesi, Asya'ya doğru kayıyor.
Ama Çin, Japonya ve Hindistan gibi
Asya'nın kadîm medeniyetlerinin ekseni çoktan kaydı
: Bu ülkeler, kapitalizm tarafından uyutuldu ve yutuldular;
insanlığın o derinlikli medeniyet birikimlerini kapitalizme kurban verdiler!
Dünyanın önünde tek seçenek kaldı: İslâm'ın yeniden bir medeniyet hamlesi gerçekleştirmesi ihtimali.
Bu ihtimal, Batılıların kâbusu, mazlum halkların da rüyası ve bitmeyen duası.
Türkiye, İslâm'ın yeniden medeniyet hamlesi gerçekleştirmesini mümkün kılacak yegâne aday ülkesi.
Fakat hem yeterince hazırlıklı değiliz henüz; hem de bu ihtimalin gerçeğe dönüşmemesi için içerden ve dışardan yoğun saldırılara maruz kalıyoruz...
AVRUPA, GÜCÜ KUTSADI; AMA KUTSADIĞI GÜCÜN KURBANI ŞİMDİ...
Batı uygarlığını iki kavramla özetleyebiliriz: Kontrol ve kolonizasyon.
Batı uygarlığı, modern Avrupa tecrübesiyle birlikte, bilgiyi güç olarak konumlandırdı; muazzam bilimsel ve teknolojik keşifler yaptı; ama bütün bunlar, sadece Batı'ya değil bütün insanlığa çok pahalıya patladı...
Bilgi'nin güç olarak konumlandırılması, aracın, güç üreten araçların kutsanmasına, amaçların yok olmasına, insanın araçların kölesine dönüşmesine yol açtı.
Güç üreten araçların kutsanması, Tanrı fikrinin, hakikat fikrinin yok edilmesiyle, tabiatın tahrip edilmesiyle, medeniyetlerin köklerinin kurutulmasıyla sonuçlandı.
Gücü kutsayan bir uygarlık, elbette ki, hakikati yitirecekti ve insanlığa adaletin, hakkaniyetin ve barışın hâkim olacağı bir dünya armağan edemeyecekti.
Gücü kutsayan bir uygarlık, elbette ki, dünyayı dâr / yurt edinecek ve başkalarına dünyayı dar edecekti
:
Osmanlı'nın
beş asır barış yurdu inşa ettiği üç kıtanın yalnızca bir asır içinde
Batılılar
tarafından cehenneme çevrilmesi kaçınılmazdı.
Gücü kutsayan bir uygarlığın kurucu aktörleri
Almanların, İngilizlerin, Fransızların..
birbirlerine karşı güç uygulamaları ve kutsadıkları gücün kurbanı olmaları da yine kaçınılmazdı.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşı, Avrupa-içi güç çatışmasının yol açtığı yıkıma imkân tanıdı yalnızca: Avrupa, tarih yapan bir aktör olarak tarihten çekildi sonunda.
AVRUPA'NIN KORKULARI VE AVRUPA ÜZERİNDE DOLAŞAN KARA BULUTLAR...
Batı uygarlığının umutlar değil korkular üzerine kurulduğunu ve varolduğunu söylemiştim.
Bu ilke, Batı uygarlığının iç dinamikleri ve aktörleri için de geçerli:
Avrupa Birliği de korkular üzerine kuruldu
: Avrupalı güçlerin birbirlerini bir daha boğazlamamaları korkusu üzerine.
O yüzden
İngilizler
, Brexit'le Avrupa'ya, özellikle de Almanya'ya tekme vurdular.
Yine o yüzden
Almanların
, yeniden Avrupa'ya damga vurabilme
hayali, hayalete dönüşmek üzere
şimdi...
Orta ölçekli bir ekonomik kriz
, Avrupalı güçlerin, hem güçlerini birbirleri üzerinde denemelerini hem de Avrupa ülkeleri içindeki
yabancılara karşı düşmanlık ve ırkçılık barbarlığını artırmaları
sürecini hızlandıracaktır...
Marx ve Engels'in
yaklaşık bir buçuk asır önce
Komünist Manifesto
'da söyledikleri, bugün de gerçek:
Avrupa'nın üzerinde kara bulutlar dolaşıyor yine...
AMERİKA: AVRUPA'NIN RUHSUZ BİR KARİKATÜRÜ
Amerika'ya gelince...
Avrupa, Batı uygarlığının kurulduğu yerdi.
Amerika, Avrupa'nın iki büyük dünya savaşından sonra yerle bir olmasıyla birlikte Batı uygarlığının temsilciliğini üstlendi ama
Avrupa'nın ayartıcı ve kötü bir karikatürünü üretti sadece.
Amerikan kültürü, sığ, yüzeysel, hiç bir derinliği olmayan; insanlığa
hayatın anlamı
konusunda hiç bir şey sunmayan;
ayartıcı, plastik, pornografik, o yüzden de insanın düşünme melekelerini dumura uğratan ruhsuz bir kültür.
AMERİKAN KAPİTALİZMİ: DİNİ AFYONA DÖNÜŞTÜREN SEKÜLER, AYARTICI, SAHTE BİR DİN
Benzer bir yönelim, dinin algılanışında ve uygulanışında da sözkonusu:
Kilise, ayartıcı ve uyuşturucu bir afyon işlevi görüyor
:
Marx, “din, kitlelerin afyonudur" dedi ama dinin asıl Amerika'da afyon işlevi gördüğünü göremedi.
Amerikan kapitalizmi, Kilise'yi öylesine tepe tepe kullandı ki, sonunda
tüketim kapitalizmi, seküler bir din olup çıkıverdi! Din
de, bir tüketim nesnesine,
uyuşturucu ama kapitalizmi meşrûlaştırıcı bir araca ve paçavraya dönüştü!
Siyasî olarak,
püriten ruh, kendisinden başka kimseyi görmedi: Koskoca kıtayı, kıtanın binlerce yıllık medeniyet birikimini buldozer gibi ezdi geçti
; kadîm medeniyetlerden iz bile bırakmadı.
Amerika'ya yerleşen sözümona Avrupalı püriten uygarlar, barbar olarak gördükleri Amerika kıtalarının yerlilerine
tarihte eşine rastlanmayacak bir barbarlık örneği
sergilediler: Hepsini tarihten sildiler!
İNSANLIĞIN GÖNLÜNÜ FETHEDECEK DERİN TARİHÎ VE İRFANÎ TECRÜBE BİZDE!
Avrupa'nın da, Amerika'nın da dünyaya verebilecekleri yegane şey: Kan, gözyaşı ve yıkım.
İleri kapitalizm, Japonya, Çin ve Hindistan'ı dize getirdi, kendine benzetti ve bitirdi.
Aynı şeyi, İslâm'a yapamadı. İslâm'ı fosilleştiremedi ve dize getiremedi
.
O yüzden İslâm korkusu üretiyor, o yüzden İslâm'ın tarih yapan bir aktör olarak yeniden tarih sahnesine çıkmaması için
Vehhâbî hâriciliği, Şiî yayılmacılığı, Kadıyanîlik, FETÖcülük gibi paralel dinler icat ederek
hem dünyayı ve İslâm dünyasını İslâm'dan soğutmaya, nefret etmeye hem de İslâm'ı protestanlaştırarak sekülerleştirmeye, böylelikle İslâm'ı fosilleştirerek dize getirmeye çalışıyor.
Bu paralel dinlere direnecek derin tarihî ve irfanî tecrübe yalnızca Türkiye'nin sahip olduğu,
yeniden keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir tecrübe.
BİRBİRİMİZLE UĞRAŞMAK YERİNE KENETLENELİM VE ORTAK HEDEFE KİLİTLENELİM...
O yüzden herkese hayat hakkı tanıyan,
insanlığın gönlünü fethedecek bu derin tarihî ve irfanî tecrübeyi yeniden hayata ve harekete geçirmemizin önüne set çekmek için hem Türkiye'ye içerden ve dışardan saldırıyorlar hem de ülke içindeki yeni-FETÖ'leri kışkırtıyorlar.
O yüzden aklımızı başımıza devşirelim,
birbirimizle uğraşmayı bırakalım
, ortak hedefe kilitlenelim, diyorum.
Unutmayalım:
Dünya bize gebe... Biz hakikate...
O yüzden
Türkiye'yi yeniden insanlığın güven adası ve barış yurdu yapacak şuurla donanalım ve yola koyulalım
... Vesselâm.
***
ÖZÜR
Ayrımcılık yapacak biri değilim. Önceki günkü yazımda, Sabetaycı ittihatçı şebekenin Osmanlı'nın tasfiyesinde, cumhuriyet dönemindeki devletin ele geçirilmesinde ve İslam'ın devletten arındırılmasında önemli roller oynadıklarını yazdım.
Balkan kökenli kardeşlerim masumdur. Balkanlar, büyük çınarın can damarlarından biridir. Yanlış anlaşılmalar olmuş.
Düzeltir, özür dilerim.Kurucu kaynaklarımız yayınlanıyor: Sessiz bir devrim bu!
Yusuf Kaplan
29/01/2017 Pazar
Kurucu kaynaklarını yitiren toplumların ayağı kayar; kaygan zeminlerde yalnızca patinaj yapar bu tür toplumlar.
Ve esen sert rüzgârların, fırtınaların önünde oraya buraya yuvarlanır durur, çıkmaz sokaklara savrulurlar...
Bir kaç yıldır,
sessiz bir devrim
yaşanıyor bu çorak ülkede:
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, kurucu kaynaklarımızı orijinalleriyle birlikte yayımlıyor
.
Kurumun Başkanı öncü ve yılmaz adam
Muhittin Macit Hoca, ekibiyle birlikte çölü vahaya çevirecek tohumlar ekiyor
, adım adım...
Geleceğimizi kuracak, ayaklarımızı yere emin adımlarla basarak yürümemizi sağlayacak
medeniyet yolculuğumuzun yapıtaşlarını döşeyen bir devrime imza atıyor...
Yaşanan bu sessiz devrimin ne kadar hayatî olduğunu göstermek için biraz derin nefes almamız, zihin ve ufuk açıcı teorik bir yolculuk yapmamız gerekiyor önce...
KUR'ÂN, KİTAB-I HAKİKAT; PEYGAMBERİMİZ, KİTAB-I HAYAT'TIR.
Kur'ân, Kitab-ı Hakikat'tir.
Âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamberimiz (sav) ise, Kitab-ı Hayat ve “Kâinât".
Hakikat Kitabı'nın hayata aktarılması gerekir. Hakikat Kitabı'nın hayata aktarılması içinse, anlaşılması ve hayata nasıl aktarılabileceğinin anlatılması, adım adım bizzat, bilfiil gösterilmesi şarttır.
İşte Peygamberimiz (sav) bunun için vardır.
Eğer, Kur'ân yalnızca okunarak anlaşılacak ve hayata aktarılacak bir kitap olmuş olsaydı, Peygamberimizin (sav) gönderilmesine gerek kalmazdı.
Meselenin püf noktası şurası:
Kur'ân İlâhî Söz'dür: Hakikatin özüdür.
Hakikatin özünün çarpıtılmadan, bizzat ve bilfiil beşerî dünyaya aktarılması, Peygamberimiz (sav) olmadan doğrudan ve doğurgan bir şekilde mümkün olmazdı.
Hakikatle doğrudan irtibat kuran
bir beşer olan bizatihî Peygamberimizin kendisi. Peygamberimizin beşerliğinin / kulluğunun ısrarla vurgulanmasının en önemli sırlarından biri burada gizli.
Peygamberimiz olmasaydı
, insanlar, kendilerine göre,
kafalarına göre
Kitabı anlamaya ve uygulamaya kalkışırlardı; ama o zaman
ortada hakikat'ten eser kalmazdı
kaçınılmaz olarak.
İLÂHÎ SÖZ'ÜN BEŞERÎ HAYATA AKTARILMASI, PEYGAMBERLER VE VÂRİSLERİ ÂLİMLERLE MÜMKÜN
İlâhî Söz olan Kitabın hakikatlerinin beşer tarafından anlaşılması ve hayat olması, ancak Peygamberimizin (sav) varlığıyla mümkün olabilirdi.
Peygamberimizden sonra da onun izinden giden,
onun vârisleri olan âlimlerle...
Burada âlim derken, İslâm'ın bizzat Kur'ân'da beyan edilen hakikat yolculuğunun birbirini tamamlayan ve açan üç ayrı güzergâhında yolculuk yapan üç şahsiyeti ihata eden bütünleyici bir şahsiyetten sözetmiş oluyoruz: Âlim, Ârif ve Hakîm.
Âlim, ilme'l-yakîn yolculuğu yapacak
Kur'ânda beyan edilen
hakikatlerin
hayat bulması için
yola çıkacak...
Ârif, ayne'l-yakîn yolculuğu yapacak
,
Hakikatin hayat olması için
yolda olacak...
Hakîm ise hakka'l-yakîn yolculuğu yapacak
Hakikatin herkese
hayat sunması için
yol olacak...
TARİH, TEVAZU'NUN KANATLARINDA YÜKSELİR...
Kendilerinden önceki öncü, dev insanlara saygı duymayanlar, kendilerine saygı duyulmasını bekleyemezler. Bunlar, kibri tavan yapan acınası cücelerdir. Kibrin olduğu yerde fikir barınamaz.
Oysa tarih,
tevazu
'nun kanatlarında yükselir. Ancak tevazu sahibi olan insanlar,
mevzi
'lerini / hadlerini bilirler,
mevzu
'larını / izini sürerler.
Kurucu kaynaklarını yitiren toplumlar, nereye, ne'yle, nasıl ve niçin gitmeleri gerektiğini bilemezler... İnsanlığa, dikkate değer hiç bir şey veremezler. Bırakınız insanlığa dikkate değer bir şeyler verebilmelerini, önlerini bile göremezler, geleceğe emin adımlarla yürüyemezler.
FİKRİYAT OLMADAN KÜLLİYAT, KÜLLİYAT OLMADAN DA MEDENİYET OLMAZ
Medeniyet, hissiyatla kurulmaz, fikriyatla kurulur
; fikriyatın oluşturduğu külliyatın dalga dalga yaydığı, yeşerttiği, yemiş verdiği
diriltici ruhla...
Fikriyat, insanlığın hakikatle buluşmasını sağlar...
Külliyat, hakikatin hayatın her alanında kök salmasını mümkün kılacak yol haritalarını sunar...
İlim, irfan ve hikmet güzergâhlarında gerçekleştirilen
yorucu ama insanlığı hakikat medeniyetiyle buluşturucu tohumlar ancak ondan sonra toprağa ekilir, meyve verir ve ancak ondan sonra yeryüzünde adaletin, hakkaniyetin, sulhün, selâmetin ve kardeşliğin gerçeğe dönüşmesi mümkün olabilir.
Fikriyat olmadan külliyat, külliyat olmadan da medeniyet olmaz.
YENİ “HASANÂLİ YÜCEL"İMİZ: MUHİTTİN MACİT HOCA VE ERDOĞAN'IN HEYECANI
İşte
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, Muhittin Macit Hoca'nın öncülüğünde
önümüzü açacak medeniyet yolculuğumuzun temellerini atan büyük bir yükümlülüğü yerine getiriyor.
Yeni Hasanâli Yücel'imiz, Muhittin Macit Hoca'dır.
Geleceğimizi inşa edecek öncü kuşakların yetişmesi ve bu öncü kuşakların
önce kurucu kaynaklarımızı bihakkın anlayabilmeleri, sonra dünyanın birikimine ulaşabilmeleri ve son olarak da bizi esaslı bir medeniyet yolculuğuna çıkaracak çapta bu birikimi tartışacak ve aşacak fikir, oluş ve varoluş çilesine soyunmalarıyla mümkün.
Burada yayımlanan kitapların isimlerini ve insanlığın düşünce dünyasına yaptığı öncü katkıları zikredecek yerim kalmadı.
Yapılan işin ne kadar heyecan verici olduğunu ve bu heyecanı bizzat bu girişimi başlatan, sonuna kadar destekleyen, adım adım takip eden
Erdoğan'la ilgili bir anekdotu
aktararak göstermeye çalışayım.
Muhittin Hoca,
6 ciltlik dev Kâmûsu'l-Muhît Tercümesi'nin yayını sırasında Erdoğan, her cilt için Muhittin Hoca'yı arıyor, “kaçıncı cilttesiniz Hocam?" diye soruyor.
Müthiş!
Muhittin Hoca'nın çabası, geleceğimiz adına umut verici büyük bir çaba. Muhittin Hoca'yı bu kutlu çabasından ötürü yürekten kutluyorum.
Bu çerçevede, bir başka umut verici bir çabaya da burada değinmezsem rahat edemem:
Ekrem
Demirli Hoca, nefis bir Klasik Düşünce Okulu başlattı 2 yıl önce
. Kurucu kaynaklarımızı okutuyor ülkemizin en yetkin, öncü ilim adamlarıyla birlikte.
Yeni yıl başlıyor... Kaçırmayın, derim.
Burada gerek Muhittin Hoca'nın gerekse
Ekrem Demirli Hoca
'nın bu öncü, sessiz devrimlerinden ötürü yaşadığım heyecanı, coşkuyu siz de yaşayın.
Ücretleri son derece makul
olan Yazma Eserler Başkanlığı'nın kitaplarını külliyat olarak edinin ve geleceğimizin yapı-taşlarını döşeyen bu muazzam yolculuk için Allah'a (cc) hamdedin.
Son olarak kitapların
internet / sanal medya adresini
paylaşmak istiyorum sizlerle:Batı’nın mukadderatı, Nietzsche’nin çığlığı ve “bizimkilerin” sığlığı...
Yusuf Kaplan
30/01/2017 Pazartesi
Batı uygarlığı, başdöndürdü: Gerçekten de fırtınalı, heyecanlı, ayartıcı dört asırlık bir serüvene sahne oldu.
Rönesanslardan ve reformasyonlardan, siyasî devrimlerden ve düşünce devrimlerinden, iktisadî devrimlerden ve cinsiyet devrimlerinden ne kaldı geriye?
Ortaya ne koydu, insanlık adına, hayatın anlamı adına Batı uygarlığı? Yeryüzünde adaletin, hakkaniyetin, barışın hâkim olması adına ne armağan etti insanlığa?
ZİHİNSEL KÖLELİĞE DÖNÜŞEN ZİHİNSEL KÖRLÜĞÜMÜZ
Bu sorular,
insanlığın durumu ve geleceği açısından hayat-memat meselesi
olması gereken sorular; ama ülkede öylesine sığ, celladına âşık bir entelijansiya hatta kitle var ki,
insanlığın bu en temel varoluşsal sorunlarını hatırlatan insanlara
, her bakımdan
zihinsel körlük
yaşadıklarını gösteren kendi acınası hallerine bakmadan hemen “gerici, yobaz” damgası yapıştırıyorlar!
Nedir bu?
Yalnızca zihinsel körlük değil, zihinsel kölelik aynı zamanda!
Oysa Batı uygarlığının kurucu düşünürleri de dâhil olmak üzere belli başlı
büyük düşünürleri, Batı uygarlığının ürettiği tecrübeyi, yol açtığı ontolojik felâketi kıyasıya tartışıyorlar bir asırdır...
Tabiî bizim celladına âşık tasmalı çekirgelerimizin rahatını bozuyor bu eleştiriler.
Yeri geldi söyleyeyim:
Türkiye'nin en temel sorunu sığlık. Seküler kesimlerde de, İslâmî kesimlerde de aynen geçerli bu.
NIETZSCHE, BATI UYGARLIĞININ BİTİŞİNİ BİR ASIR ÖNCE İLAN ETMİŞTİ!
Şunu çok iyi bilmemiz gerekiyor artık:
Batı uygarlığı her bakımdan bitti.
Bu gerçeği Batı uygarlığının en büyük düşünürlerinden biri,
Nietzsche
, çok sarih ve sarsıcı bir dille ifade etmişti.
“Ahlâkımız, felsefemiz, dekandansın formlarına dönüştü” demişti üstad.
Dekadans
, çok muazzam, derinlikli bir kavram. Tefessüh demek.
Ama Nietzsche burada tefessühün çok daha ötesinde, çok daha esaslı bir ontolojik felâkete dikkat çeker:
Dekadans'la, Batı uygarlığının hakikate ve hayata değemediğini, o yüzden “hayata evet” diyemediğini söyler.
Hatta bir adım daha ileri giderek,
yalnızca İslâm'ın “hayata evet” dediğini hatırlatır
bir kaç kez.
“ÇÖL BÜYÜYOR... ÇÖL BÜYÜYOR... FELÂKET KAPIDA...”
Nietzsche'yle başladık madem, Nietzsche'yle devam edelim...
“
Avrupa uygarlığı, ölüler evini andırıyor. Virüs bütün bünyeyi kaplamak üzere... Çöl büyüyor... Çöl büyüyor...” diye haykırmıştı Nietzsche.
Ve “
eğer böyle giderse, iki asır içinde, insanlığı çok büyük bir nihilizm felâketi bekliyor...” diye de uyarmıştı.
Ama Nietzsche'nin bu uyarısına kulak tıkadı Avrupa. Ve yarım asır içinde iki büyük paylaşım savaşından sonra yerle bir oldu.
Nietzsche'nin çağrısına Heidegger'in dışında Fransız düşünürler kulak kesildiler.
Nietzsche'nin haylaz çocukları olarak nitelediğim Derrida'lar, Deleuze'ler, Foucault'lar...
Fakat
Fransız düşünürlerin sığ nefesi, Nietzsche'nin sesini bütün derinliğiyle kavramalarına yetmedi.
Onlar, her şeye rağmen bir
yapısöküm
yaparak Batı uygarlığının biraz da
Aydınlanma düşüncesinin eleştirel imkânlarını
yeniden keşfederek ve harekete geçirerek
Batı uygarlığına taze bir kan pompalama kaygısı güttüler.
Ama olmadı. Olması mümkün değildi.
Nietzsche
, hükmünü vermişti: “
Batı uygarlığının insanlığa söyleyebileceği tek yeni şey, yeni bir şey söyleyemeyeceği gerçeğidir.”
Nietzsche'nin haylaz çocukları, üstadlarının bu sözünü idrak edebilecek ontolojik bir konumda değillerdi.
Başka örnek vermeye gerek görmüyorum. Söylenebilecek en iyi sözü Nietzsche söyledi zaten.
19. yüzyılın sonlarında yapılan önemli gözlemler bunlar. Benzer gözlemleri,
Kant'tan Husserl'e, Heidegger'den Vattimo'ya kadar
belli başlı büyük düşünürlerde de görebiliriz bir şekilde.
Batı uygarlığının, felsefî olarak, entelektüel olarak, estetik olarak, ahlâkî olarak söyleyebileceği dişe dokunur bir şey kalmadı insanlığa.
O yüzden hem
büyük düşünürler ve sanatçılar çıkaramıyor
hem de bir yandan sürgit
azmanlaşıyor, gücüne güç katarak, kan'la, gözyaşıyla ve yıkımlarla varlığını ve hegemonyasını sürdürmeye
öte yandan da
pornografiye, yani hız, haz ve ayartı rejimi dromokrasi'ye ivme kazandırarak ve ayartıcı, sahte söylemlere sığınarak ölümünü geciktirmeye çalışıyor...
SONUÇ, ÜRPERTİCİ!
Batı uygarlığı, “
özgürlükler, insan hakları, hukukun üstünlüğü, demokrasi...” gibi gözboyayıcı, işlenen cinayetleri maskeleyici ayartıcı retoriksel sloganlar üretiyor bolca!
Ama gerçekte ortaya çıkan hâsıla insanlığın geleceği adına oldukça ürpertici:
Tanrı fikrini yok etti.
Hakikat fikrini yok etti.
Tabiatı delik deşik etti.
Bütün medeniyetleri ya dümdüz ederek ya da fosilleştirerek tarihten sildi.
Onca ayartıcı vaatlerine rağmen
farklı medeniyetlerin nasıl bir arada yaşayabileceklerine dâir bir formül geliştiremedi.
Aksine farklı medeniyetlerin insanlığa kendilerince, kendi medeniyet perspektifleriyle ve dinamikleriyle katkıda bulunabilme imkânlarını yerle bir etti.
REFAH TOPLUMUNUN VE AYARTICI TÜKETİM TANRI'SININ KÖLELERİ...
Hâlihazırda
Batı uygarlığını iki “şey”, insanı “şeyleştiren”, hayatı çölleştiren iki “dinamo” ayakta tutuyor: Refah toplumu ve tüketim “pornografi”si.
Batı toplumlarında büyük veya orta ölçekli bir
ekonomik kriz
yaşanması, Batı toplumlarının alt üst olmasıyla, sözgelişi
ırkçılığın, yabancı düşmanlığının ve sosyal kargaşaların zıvanadan çıkmasıyla sonuçlanacaktır
. Nitekim 2008 ekonomik krizinden itibaren bu tür sorunların ürpertici boyutlar kazanacak şekilde tırmanmaya başladığını gözlemliyoruz.
O yüzden
refah toplumunun çatırdamaması için Batılı emperyalistlerin savaşları, işgalleri hızlandıracaklarını söylemek için kâhin olmak gerekmiyor.
İkinci olarak
da refah toplumunun çatırdaması durumunda,
vaziyeti kurtarmak için, devreye tüketim “pornografi”sinin girdirildiğini de görüyoruz ürpererek...
Sadece ürün tüketiminden, tüketim çılgınlığından değil, medyalarla, özellikle de sanal a-sosyal mecralarla gerçekleştirilen algı operasyonlarından... arzuların, duyguların, insanın bütün zaaflarının da ayartıcı, plastize edici, ruhsuzlaştırıcı ve zihinleri köleleştirici yöntemlerle kontrol ve kolonize edilmesini sağlayan
zaman ve duygu tüketimi pornografisinden
de sözediyorum.
Tüketim pornografisi, ayartarak uyuşturuyor ve ehlileştiriyor kitleleri. Tüketim Tanrı'sının kölelerine dönüştürüyor...
Oysa tükettikçe tükeniyor insan... Ruhsuzlaşıyor, çölleşiyor... Yaşayan, canlı cenazelere dönüşüyor...
Diriltici bir ruha, bir soluğa ihtiyacı var insanlığın.
Vesselâm.
Türkiye’yi hafife almayacaksınız!
Yusuf Kaplan
3/02/2017 Cuma
Önce İngiltere başbakanı May'in, Amerika ziyaretinin ardından koşa koşa Türkiye'ye gelmesi, bir hafta sonra da Almanya başbakanı Merkel'in Türkiye'ye damlaması önemlidir.
Neden önemlidir?
Şundan: Dünyada güç dengeleri yeniden kurulmaya çalışılıyor. Türkiye, bu dengelerin kurulmasında
tıpkı yüzyıl önce Sultan Abdülhamid'in yaptığı gibi yine dengeleri kuran bir aktör rolü
oynamaya başladı: Belki de yüzyıllık Cumhuriyet tarihinde ilk kez yaşanıyor bu.
Bütün bunlar, bir kaç aydır izlediğimiz
denge-stratejisinin
ve ardından gerçekleştirdiğimiz
Fırat Kalkanı operasyonunun meyveleridir.
TARİH, DALGA-KIRMA VE DALGA-KURMA YOLCULUĞUDUR...
Tarih, dalga-kırma ve dalga-kurma yolculuğudur.
Önce dalga kırılır, çakıl taşları temizlenir; sonra da dalga-kurulur, yapı taşları döşenir.
Gücün başka aktörlerin elinde olduğu bir zaman diliminde, dalga-kurmaya kalkışmak felâketle sonuçlanabilir. Böyle zamanlarda, karşılaşılan engellerin aşılabilmesi için
önce dalga kırma
yolculuğu yapılması gerekir.
Engeller aşılmaya başlandıkça, dalga-kırma hareketi, zamanla dalga-kurmaya imkân tanıyacak zeminler sunar.
Osmanlı'nın durdurulmasından sonra her bakımdan
tarihten çekildi Türkiye
.
Hatta tarih yapmasını mümkün kılan ve varlık nedenini oluşturan medeniyet iddialarını terketmeye kadar vardırdı işi.
Tarihin akışını değiştirmiş bir toplumun medeniyet iddialarını terketmeye kalkışması, intiharın eşiğine sürüklenmesi demekti.
Ortaya çıkan tablo her bakımdan ürpertici oldu: Türkiye,
tarihi sürükleyen
bir ülke olma özelliklerini yitirdi;
Batılıların yaptığı tarihin önünde sürüklendi
durdu...
TÜRKİYE'NİN GÜÇLENMESİ, BATILILARI ÜRKÜTMEYE YETTİ...
Sonuçta, Türkiye, yörüngesini yitirdi. Devlet, her bakımdan Batılıların ve onların adamlarının güdümüne girdi:
Türkiye, Batılılar tarafından işgal edilemedi ama devlet, Batılıların adamları Batıcılar tarafından “laiklik tasması”yla gasp edildi.
Laikliğe dokunulamamasının nedeni burada gizlidir.
Ve en vahimi de, dünyada laikliğin, değiştirilmesinin bile teklif edilemeyecek kadar anayasa ile teminat altına alındığı tek ülkenin Türkiye olmasıdır dünyada.
Ülkede “ipler”, bu ülkenin has çocuklarının elinde değildi hâlâ!
Ama bunun böyle devam etmesi, elbette ki, mümkün değil. Çünkü bu, bizim varlığımızı bile yitirmemizle sonuçlanabilir.
Bütün bunlara rağmen bu
toplum büyük bir basiret ve feraset örneği sergiledi; adım adım toparlandı, yeniden
–
iyi kötü
–
medeniyet iddialarını kuşanmaya başladı.
Türkiye'nin güçlenmesi bile Batılıları ürkütmeye yetiyordu.
Ama Türkiye'nin medeniyet iddialarını kuşanarak güçlenmeye başlaması, Batılıların Türkiye'ye her bakımdan düşmanca tavırlar, tutumlar ve stratejiler geliştirmeleri için kâfiydi
:
O yüzden Batılı ülkeler, bir yandan terör örgütlerini besliyor ve kışkırtıyorlar, öte yandan da Türkiye'nin etrafını kuşatıyor, işgal ediyor, haritaları yeniden çiziyor ve Türkiye'yi nefes alamaz hâle getirmek istiyorlar/dı.
DENGE STRATEJİSİNDEN DENGELERİ KURAN BİR AKTÖRE DOĞRU...
Ama son tahlilde
Batılıların tasarladıkları planlar teker teker püskürtüldü... Türkiye diz çökmedi.
Denge stratejisi izlemeye başladı: Düşmanlarını azaltacak, müttefiklerini çoğaltacak bir denge stratejisi.
Gerek bu sütunda gerekse televizyonlarda,
küresel kapitalist sistemin her yeri cehenneme çevirdiği bir zaman diliminde Türkiye'nin tıpkı denge dehâsı Abdülhamid gibi denge stratejileri izlemesinin kaçınılmaz olduğunu haykırdım. Önce dengeleri gözetelim sonra adım adım dengeleri biz kurmaya başlarız, dedim.
Allah'a hamdolsun olsun, izlemeye başladığımız denge stratejileri meyvelerini vermeye başladı. Bu stratejinin uzantısı olarak –özellikle Rusya'nın desteğini yanımıza alarak– gerçekleştirdiğimiz başarılı
Fırat Kalkanı operasyonuyla hem oyun bozmaya hem de dengeleri kurmaya başladık.
İşte önce
İngiltere başbakanı May'in
, yeni seçilen
ABD Başkanı Trump'ı ilk ziyaret eden Başbakan olarak soluğu Türkiye'de alması
, ardından
Almanya başbakanı Merkel'in
bir kez daha Türkiye'ye damlaması, bu izlediğimiz denge stratejisinin kazanımlarıdır. Bu kazanımlar, artarak hatta katlanarak devam edecektir...
KÜRESEL SİSTEMDE YAHUDİ-İNGİLİZ KAPIŞMASI YAŞANIYOR...
Daha önce de söylemiştim:
Küresel sistemde Yahudiler ile İngilizler arasında bir çatışma yaşanıyor çeyrek asırdır.
Yahudiler'den kastım Amerika'yı ele geçiren neo-con'cu Yahudi gücüdür.
Trump'ın
seçilmesiyle birlikte bu kapışma öncelikle Amerika'da yaşanmaya başlandı.
Trump, bu Yahudi gücünü tasfiye etmek istiyor... Onun için de gelen saldırıları göğüslemek amacıyla İsrail'le daha derin ilişkiler kuracak...
Sonuçta,
Anglo-Amerikan gücünün de, Yahudi gücünün de, ortak hedeflerinden biri, İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkışının durdurulmasıdır
. İslâm'ın yeniden tarih sahnesine çıkmasını sağlayacak, dolayısıyla İslâm dünyasını etrafında toparlayacak tek ülke, derin tarih ve medeniyet tecrübesiyle Türkiye'dir. Bunu Batılılar biliyor ama bizim metamorfoz yemiş Batılı entelijansiyamız göremedi bile hâlâ! Ya da işine gelmiyor...
O yüzden
Yahudi gücünün de, Anglo-Amerikan gücünün de, Avrupa gücünün de, yegâge ortak hedefleri, Türkiye'nin kuşatılması ve durdurulmasıdır.
FIRAT KALKANI OPERASONU, DENGELERİ BOZDU...
Fakat burada enteresan bir sorun var:
Türkiye, üç tarafla da oynamaya başladı.
Fırat Kalkanı operasyonuyla da bütün oyunlarını başlarına yıkacak, maskelerini düşürecek yegâne güç olduğunu gösterdi
.
Önce May'in, ardından Merkel'in Türkiye'yi art arda ziyaret etmeleri, Batılı güçlerin Türkiye'yi hafife alamayacaklarını göstermesi bakımından oldukça önemlidir.
Güzel hareketler bunlar... Vesselâm.
.Modernlikle hesaplaşmadan postmodernliğe yakalandık!
Yusuf Kaplan
5/02/2017 Pazar
Her zaman söylediğim gibi: İçinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız. Tanıyamadığınız bir çağı, bir dünyayı değiştirme iddiasında bulunamazsınız.
İkinci olarak da
başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız
; mevcut hâliyle bile kendi dünyanızı da koruyamazsınız.
Çağı tanıyamazsanız, çağın ağları, bağları, bağlamları ve kavramları, zihninizi çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştürür ve insanı yaşarken -canlı cenaze hâline getirir ve- öldürür.
Dahası,
içinde yaşadığınız çağı derinlemesine tanıyamazsanız, o çağı aşma iddiasında da bulunamazsınız.
MODERNLİKLE HESAPLAŞMADAN POSTMODERNLİĞE YAKALANMAK...
İçinde yaşadığınız çağı,
önce çağın kavramlarıyla
,
sonra sizin dünya tasavvurunuzun kavramlarıyla
, daha
sonra da dünya tasavvurunuzdan devşirdiğiniz size / şahsınıza ait kavramlarla
anlama, anlamlandırma ve aşma
çabasıyla
üç aşamalı bir yolculukla
hakkaniyetli ve verimli bir şekilde tanıyabilir ve ancak ondan sonra aşma çabasına soyunabilirsiniz.
Daha önce bu sütunda yayımlanan bir yazımdan yol çıkarak, önce içinde yaşadığımız çağı, bu çağı kuran Batılıların kendi kavramlarıyla tanımlamaya, yarınki yazıda da bizim kavramlarımızdan yola çıkarak tanımlamaya ve yaşadığımız köklü medeniyet krizini nasıl aşabileceğimiz meselesi üzerinde zihin açıcı olacağını sandığım bir kaç cümle kurmaya çalışacağım.
Modernlikle hesaplaşmadan, postmodernliğe yakalandı
k!
Postmodernlik, daha tehlikeli bir süre
ç
: Hakikat fikrini reddeden, insanı küresel ölçekte işleyen devâsâ hız, haz ve ayartı ağına hapseden, düşünme melekelerini iptal eden her şeyi izafileştirici çok tehlikeli bir süreç postmodernlik.
Hâl böyle olmasına rağmen
Müslüman toplumlardaki “aydın” ve elitlerin, dünyada yaşananları anlamakta zorlandıkları
, sapla samanı birbirine karıştırdıkları bir zaman diliminde yaşıyoruz. Bu, biraz da, yaşadığımız ve Batılıların ürettikleri modern ve postmodern dünyalara bütün insanlık gibi bizim de maruz kalmamızdan kaynaklanıyor elbette.
O yüzden ne olup bittiğini anlamakta zorlanıyoruz: Zihinlerimiz işgal edilmiş durumda çünkü.
MODERNLİK NERESİ, POSTMODERNLİK NEREYE DÜŞER?
Modern ve postmodern “aralık”ları içerecek şekilde çağımızı en iyi “tanımlayan” kişilerden biri soyut resmin en önemli isimlerinden
Vassily Kandinsky.
Kandinsky
, 1955 yılında yazdığı «
Ve
» başlığını taşıyan bir yazısında, daha o zamandan, tığ gibi işleyen zekası ve öngörüsüyle modern ve postmodern duyarlıkları birbirinden ayıran temel kavramsal çerçeveleri çok iyi resmeder.
Üstad'a göre modernliğe “ya-ya da” (ya ben, ya o; ya biz, ya onlar) şeklindeki karşıtlaştırma hükmederken; modernlik-sonrasında “ve” (yani ben ve o; biz ve onlar) anlayışı hükmünü icra etmeye başlamıştır.
Modernlikte
, “ayırma, uzmanlaşma, tek anlamlılığa, dünyanın hesaplanabilir ve kontrol edilebilir olmasına çabalama”;
modernlik-sonrasında
ise, “yanyanalık, iç-içe geçmişlik, çokluk, muğlaklık, bağlamın ve bağlantılılığın sorgulanması, değişmece, üçüncü yolu içerme deneyleri, sentez ve çift değerlilik” sözkonusudur.
Modernlikte
düzen, kapalılık, tamamlanmışlık gibi tanımlayıcı ögeler hakimken;
postmodernlikte
düzensizlik, kaos, belirsizlik, açık uçluluk; sınırları ve sınırlılıkları sorgulama, aşma; sınırlara ve sınırlılıklara ilişkin bir yanılsama, muğlaklık; ve tüm bunların doğurduğu alakasız, birbirinden farklı ögeleri bir araya toplama çaresizliği ve geleceğe (ve geçmiş'e) duyulan korku egemendir.
Modernlik, Marx ve Adorno''nun deyişiyle yaratıcı ama tahripkardır; yıkıcıdır; şiddete dayalı söylemler ve pratikler, hegemonya bi
ç
imleri üreterek varlığını sürdürmeye
ç
alışır
.
Postmodernlikse
,
Baudrillard'ın
deyişiyle
tüketici, düzleştirici, her şeyi izafileştirici, mü
bahla
ştırıcı, simülatif/yanıltıcı ve ayartıcıdır.
Modernlik, açık hegemonya ve tahakküm biçimleri ve ilişkileri üretir: Örneğin sömürgecilik ve emperyalizm gibi.
Postmodernlikse örtük hegemonya ve tahakküm biçimleri ve ilişkileri üretir: Örneğin küreselleşme gibi.
Ulrich Beck modernlikle postmodernlik arasıdaki ilişkinin mantığını özlü bir şekilde şöyle özetler: “Ve''nin (yani postmodernliğin) dünyasında yaşıyor ama ya-ya da'nın (yani modernliğin) kategorileri ile düşünüyoruz” (
Siyasallığın İ
cad
ı
, İletişim Yay., 1999: 61).
Görünüşte postmodern duyarlıkların ve söylemlerin hızla küreselleştiği; her şeye sirayet ettiği bir dünyada yaşıyoruz. Ama gerçekte yaşadığımız dünyada üretilen ve hâkim kılınan pratikler modern zihin kalıplarının belirlediği
saldırgan ve tahakkümcü
pratikler.
YERKÜRE'DE YER-KÖRÜ OLMAK...
Modernliği kavramakta zorlanan bir ülkenin “aydın”ları ve elitleri, modernlikten daha karmaşık özelliklere ve dinamiklere sahip olan postmodernliğin vaadlerini, zaaflarını ve tabiî imkânlarını anlamakta elbette ki daha da zorlanacak ve ayartıcı, cezbedici söylemlerin ayartıcı büyüsüne kapılarak,
Bulunduğu Yer'i terketmekte bir sakınca görmeyecektir.
O yüzden küreselleşen, her şeyin tek bir kürede cereyan ettiği bir dünyada
yerkürede yer-körü olduğumuzu bile göremiyoruz ne yazık ki!
Yarınki yazıda modern ve postmodern taarruzu hem bizim kavramlarımızdan yola çıkarak tanımlayacağım hem de başka medeniyetlere varılma ve yaşama hakkı tanımayan, insanlığın medeniyet birikimini ya tarihten silen ya da fosilleştiren, hakikat fikrini yok eden, tabiatı delik deşik eden, dünyayı cehenneme çeviren seküler-kapitalist saldırının yol açtığı varoluşsal felâketi, sunacağımız medeniyet fikriyle nasıl aşabileceğimizi göstermeye çalışacağım.Medeniyet tasavvurunuz yoksa, yok olmaktan kurtulamazsınız!
Yusuf Kaplan
6/02/2017 Pazartesi
Kendi tarihimizi biliyor muyuz?
Hayır!
Niçin?
Tarih bilincimiz linç edildiği için.
Kendimizi tanıyor muyuz, peki?
Hayır!
Dahası, kendimizi tanımadığımızın farkında mıyız?
Hayır!
Sorular da, cevaplar da ürpertici!
BİR TARİH FELSEFENİZ YOKSA, TARİHİNİZİ BİLE YAZAMAZSINIZ!
Bir toplumun kendi tarihini bilememesi, kendini tanımadığını bile idrak edememesi, o toplumun bir varoluş sorunu yaşadığının ürpertici bir göstergesi!
Kendi tarihini bilemeyen, kendini tanıyamayan bir toplumun, insanlığa bir şey verebilmesi mümkün mü?
O yüzden
yüzyıldır, tarih yapmıyoruz, Batılıların yaptığı tarihte tatil yapıyoruz yalnızca, diyorum ya!
Sorduğum soruların cevabı şu yakıcı soruda gizli:
Tarihimizi nasıl yazıyoruz? Neye göre, kime göre,
kimin, kimlerin bakış açılarına göre yazıyoruz kendi tarihimizi?
Batılı perspektiflere göre!
Niçin?
Bir tarih felsefemiz olmadığı için:
Bir tarih felsefeniz yoksa, kendi tarihinizi bile yazamazsınız!
TARİH FELSEFESİNİN KAYNAĞI:
MEDEN
İYET TASAVVURU
Tarih felsefesi, tarihin usûlünü verir bize
: Tarihe nasıl bakacağımızın ve akacağımızın, hem dün tarihi nasıl yaptığımızın, hem de bugün ve yarın tarihi yeniden bizim nasıl yapabileceğimizin yol haritalarını çizer.
Tarih felsefesi, dünya tasavvurunun çocuğudur. Dünya tasavvuru, medeniyet tasavvurunun bağrında yeşerir. Bir medeniyet tasavvurunuz varsa, dünya tasavvurunuz da var, demektir.
Eğer
bir medeniyet tasavvuruna sahipseniz
, hakikat tasavvuruna da, dolayısıyla Yaratıcı, insan, âlem, ilim, fikir, sanat, siyaset, iktisat... ezcümle
tarih tasavvuruna da sahipsiniz, demektir.
MEDENİYET TASAVVURU OLMADAN ASLÂ!
Bizim içselleştirdiğimiz, hayatın her alanına yansıtabileceğimiz bir
medeniyet tasavvurumuz yok.
Fikrî temelleri iyi atılmış bir medeniyet tasavvurumuz olmadığı için, medeniyet dinamiklerimizden beslenen bir
eğitim sistemimiz de yok.
Köklü bir medeniyet tasavvurumuz olmadığı için
bilimde, düşüncede, sanatta, medyada bizim değerlerimizi, anlam haritalarımızı işleyen,
insanlığa bizim sözümüzü ulaştıracak büyük atılımlara imza atamıyoruz.
Bizim fikir, sanat, bilim, kültür ve medyamızın besleneceği esaslı bir medeniyet tasavvurumuz olsaydı
, hem insanlığa adaletin, hakkaniyetin, kardeşliğin ne olduğunu öğretecek büyük bir birikim ortaya koyabilirdik hem de bu ülkede
ezberlerimizi kutsayarak birbirimizle boğuşma sefaleti sergilemezdik.
Bütün bu gözlemlerden sonra geldiğimiz nokta şurası olmalı: Bir toplum iyi temellendirilmiş, içselleştirilmiş, düşünceden bilime, eğitimden sanata
hayatın her alanında önümüzü açacak, zihnimizi açacak, kalbimizi açık tutacak, bize ruh kazandıracak bir medeniyet tasavvuruna sahip değilse, o toplum kendi tarihini yazamaz; dolayısıyla tarih yapamaz.
TARİHİ, MEDENİYET TASAVVURUNA SAHİP TOPLUMLAR YAPAR...
Medeniyet tasavvuru, her şeye bütünlüklü / bütüncül bakma imkânları ve melekeleri kazandırır.
Medeniyet tasavvuru, bir toplumun hem özgüvene hem de tevazuya sahip olduğunu gösterir.
Özgüven ve tevazuya aynı anda sahip olan toplumlar, ayaklarını yere sağlam basarlar; o yüzden başkalarına saplantıyla ve nefret duygusuyla yaklaşmazlar;
yapılan yanlışlıkları görür, muhasebe yapar ve geleceğe daha emin adımlarla koşarlar...
Medeniyet tasavvuruna sahip toplumlar,
hem kendilerini hem de içinde yaşadıkları dünyayı iyi tanırlar; korkularla değil umutlarla yaşarlar
; o yüzden yalnızca içinde yaşadıkları çağa hapsolmazlar; çağrılarının hem başka çağlarla ve çağrılarla buluşmasını sağlarlar hem de bütün çağlardan ve çağrılardan devşirdikleri hakikatleri kendilerine maletmesini ve insanlığa armağan etmesini iyi bilirler.
BİR TOPLUMUN BAŞINA GELEBİLECEK EN BÜYÜK FELÂKET!
Bir medeniyet fikrimiz yok bizim: Batılılar, sivilizasyon anlamında uygarlık'tan ne anlıyorlarsa, biz de medeniyet'ten onu anlıyoruz.
O yüzden İslâm medeniyetinden sözettiğimiz zamanlarda bile, yalnızca Batılıların uygarlıktan anladıkları şeyi anlıyor ve anlatıyoruz.
Yine o yüzden
İslâm medeniyetinden sözettiğimizde bile zihnimiz, Batılı perspektiflerle işliyor
: İki asırdır, iliklerimize kadar yaşadığımız
ikinci büyük medeniyet krizi
nedeniyle Batı'ya karşı gerek seküler kesimlerde gerekse İslâmî kesimlerde
ürpertici bir aşağılık kompleksi hâkim
olduğu için
her şeye Batılı perspektiflerle bakıyoruz; kendimizi, kendi tarihimizi bile Batılı bakış açılarıyla görüyor, yazıyor ve anlatmaya kalkışıyoruz çocuklarımıza!
Sadece bir örnek:
İslâm düşüncesine ilişkin yazılan kitapların hepsi, yalnızca Batılı bakış açılarıyla yazılan kitaplar! Kendi düşünce tarihimizi bizim bakış açılarımızla yazamayacak kadar zihnen körleşmiş ve köleleşmiş durumdayız.
Bir toplumun başına bundan daha büyük bir felâket gelebilir mi?
Sözün özü: Esaslı, köklü, derinlikli ve içselleştirilmiş bir medeniyet fikrine sahip olmayan toplumlar, tarih tasavvuruna da sahip olamazlar; kendilerini tanıyamaz ve kendi tarihlerini bile yazamazlar.
O yüzden öncelikle
bu ülkenin metamorfoz yemiş aydınlarına
şunu söylüyorum:
Köklü bir medeniyet tasavvurunuz yoksa, başkalarının önce zihnen, zamanla fiilen kölesi olmaktan, dolayısıyla yok olmaktan kurtulamazsınız,
diyorum. Vesselâm.
.10 yılda 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok oluruz...
Yusuf Kaplan
10/02/2017 Cuma
Türkiye, fiilen işgal edilemedi; ama zihnen işgal edildi: Bizim tam bin küsur yıl insanlık tarihini yapmamızı mümkün kılan medeniyet iddialarını önce terketti; sonra da inkâr etme aymazlığı gösterdi!
Tarihin akışını değiştiren medeniyet dinamiklerini dinamitleyen bir ülkenin bilimde, düşüncede, sanatta insanlığın önünü açacak bir atılım gerçekleştirmesi, elbette ki, olmayacak bir şeydi...
ŞİMDİ UZUN SOLUKLU BİR MEDENİYET YOLCULUĞUNA SOYUNMA VAKTİ
...
Türkiye'de, bu ülkenin çocuklarını
aşağılık kompleksinin
eşiğine sürükleyen,
özgüvenini, düşünme melekelerini yok eden sömürgeci eğitim sistemi, yoz ve yozlaştırıcı kültür, sanat ve medya rejimi genç kuşaklarımızı kurşuna diziyor
, ruhsuzlaştırıyor yaklaşık bir asırdır...
Oysa bu durum, tarihin akışını değiştiren, keşfedilmeyi, yeniden icat edilmeyi bekleyen, yeniden icat edildiğinde hem ülkemizin hem de insanlığın önünü açacak
medeniyet iddialarımızı yitirmemize yol açıyor yalnızca...
Yüzyıldır yaşadığımız bu
kültürel inkâr ve intiharın kaçınılmaz sonucu olarak bu toplum, yokolmanın eşiğine sürüklendi ama bu vefakâr ve cefakâr halkın, sabrı, basireti ve engin ferasetiyle ortaya koy
duğu çabalarla kritik eşik aşıldı...
Medeniyet gökkubbemiz çöktüğü için düştük... kendimize olan güveni yitirdik... ama teslim bayrağı çekmedik...
Rotamızı bulduk ve istikametimizi muhkemleştirmek için
, zihnimizi körleştiren, ruhumuzu delik deşik eden bütün engelleri önce belirleme, sonra da aşma mücadelesi veriyoruz...
Şimdi artık toparlanma, muhasebe yapma, yanlışlıklarımızı gözden geçirme, zihnimizi körleştiren, ruhumuzu yok eden ezberlerimizi sorgulama ve emin adımlarla geleceğe yürümemizi sağlayacak, genç kuşaklarımıza ruh, ideal, özgüven kazandıracak uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna soyunma vakti...
RUH ATILIMI OLMADAN ASLÂ!
Büyük krizler, hem bir imtihandır hem de bir imkân. Bütün büyük doğumlar, önaçıcı köklü yolculuklar büyük kriz zamanlarının çocuğudur.
Krizlerin imkânlara dönüştürülebilmesinin
tek yolu var: Ruh atılımı gerçekleştirmek...
Ruh atılımı, öyle bir çırpıda olacak bir iş değil elbette.
On yılları alacak zorlu, yorucu ama ufuk açıcı bir
fikir ve oluş çilesiyle
gerçeğe dönüştürülebilir ruh atılımı.
Ruh atılımının ilk şartı,
büyük hayaller görmek ama aslâ hayalperestliğe prim vermemektir.
En büyük hayalimiz, hakikatin hayat bulması, hayatımız olması ve insanlığa hayat sunması olmalı.
Bu sadece bir hayal değil. Bu bir iddiadır: İnsanlığın yükünü omuzlarında taşıma şuuruyla nefes alıp verme kaygısı...
Bu iddia, kutlu kitabımız, hakikat ve hayat rehberimiz Kur'ân'la beyan edildi bize; hayat ve hakikat önderimiz âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimiz (sav) tarafından bir kuşaklık bir zaman diliminde gerçeğe dönüştürüldü...
Yaşadığımız ilk büyük medeniyet bunalımını, fikir, oluş ve “varoluş” (hiçleşerek diriliş) çilesi çeken
Gazâlî'nin öncülüğünde bir kuşaklık bir zaman diliminde
gerçekleştirdiğimiz
ruh atılımıyla
aştık...
Birinci medeniyet krizinin aşılmasında kurucu olarak Melikşah, uygulayıcı olarak Nizamülmülk, öncü olarak Gazâlî kilit rol oynadı...
Benzer bir ruh atılımını
yine bir kuşaklık zaman dilimi içinde Fatih'le
de gerçekleştirdik:
Sağına Akşemseddin'i, soluna Molla Gurânî'yi alan Fatih
, tarihin akışını değiştiren, hakikat bayrağının üç kıtada dalgalanmasına, üç kıtayı barış yurdu ve insanlık yurdu yapmasına imkân tanıyan büyük bir ruh atılımına imza attı..
Yahya Kemal
, bu ruh atılımını, İstanbul üzerinden şöyle tasvir eder: “25 yaşında fethe katılan bir asker, 75 yaşına geldiğinde Müslüman bir şehrin ve taptaze bir medeniyetin inşa edilişine adım adım, kare kare, sayha sayha şehadet etmiştir...” der.
10 YILDA 100 YILIN TOHUMLARINI EKECEK BİR ÖNCÜ KUŞAK...
İki asırdır ikinci büyük medeniyet kriziyle boğuşup duruyoruz...
Bu süreçte Osmanlı tasfiye edildi. Türkiye, fiilen işgal edilemedi ama zihnen işgal edildi: Batı karşısında bir aşağılık kompleksine sürüklendi: Sonunda medeniyet iddialarını yok etmeye yeltendi...
Yaptığımız şey,
kendi ayağımıza kurşun sıkmamız
anlamına geliyordu... Nitekim seküler cumhuriyet kuşaklarının yetiştirilmesinde kilit rol oynayan
Şevket Süreyya Aydemir
işlenen bu cinayeti son yazdığı kitapta itiraf etme dürüstlüğü gösterdi: “
Her şeyi yıktık ama yerine hiç bir şey yapamadık.”
Geleceğim nokta hayatî: Türkiye, eğer medeniyet iddialarıyla kuşanırsa, tarihi yeniden yapabilir. Yok eğer Batılıların ürettiklerini burada tepe tepe tüketme aymazlığı sergilemeye devam ederse, tarihe veda eder -Allah korusun.
Önümüzde tek seçenek var: Küllerimizden doğmamızı sağlayacak uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna soyunmak, ruh atılımının temellerini atmak...
Bunun için de ruhköklerimizi diriltecek, önümüzü açacak, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan
öncü kuşaklar yetiştirmek...
“Uyku”yu yok edecek... “Gece”yi gündüze çevirecek... Fikir, Oluş ve Diriliş çilesi çekecek... 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek... Öncü kuşakları yetiştirmekten başka çıkış yolumuz yok...
Eğer, Fikir ve Sanatta, Kültür, Eğitim ve Medyada 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekemezsek, Ruh, İdeal, Ahlâk, Özgüven ve Tevazu Sahibi Öncü Bir Kuşak yetiştiremezsek, yok oluruz... Vesselâm.
Türkiye’nin yörüngesini bulma mücadelesi...
Yusuf Kaplan
12/02/2017 Pazar
Türkiye, bir asır içinde üç büyük varoluşsal darbe yedi:
Önce
medeniyet iddialarını terketti...
İkinci olarak, medeniyet iddialarını terkettiği için
yörüngesini yitirdi.
Üçüncüsü ve daha önemlisi de, bütün bunların neticesinde,
başına ne geldiğini, yediği bu varoluşsal darbelerin ne anlam ifade ettiğini göremedi...
Göremezdi; çünkü nasıl bir yokoluş felâketiyle karşı karşıya olduğunu anlayacak, anlamlandıracak ve bu felâketi aşmasını sağlayacak
öncü kuşaklarını da yitirmişti.
GERÇEKLERLE YÜZLEŞMEKTEN KORKMAK!
Sonuçta Batılılar tarafından fiilen işgal edilemeyen Türkiye, bizzat kendi elitlerinin marifetiyle zihnen işgal edildi.
Şimdi Türkiye, yörüngesini bulma, siyasî olarak, zihnî olarak ve kültürel olarak gerçek anlamda bağımsızlığına kavuşma mücadelesi veriyor...
Türkiye'de yaşadığımız temel varoluşsal sorunumuz bu.
Ama biz, bütün kesimler olarak,
ezberlerimizi gerçek diye birbirimizin suratına fırlatmakla meşgulüz...
Gerçeklerden korkuyoruz belki de: Gerçeklerle yüzleşmekten...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde ne olacak peki?
GERÇEKLERLE YÜZLEŞTİĞİMİZDE...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde,
Avrupalı devletlerin
iki ürpertici dünya savaşı yaşamalarına ve harab-ü tûrâb olmalarına rağmen
asırlık iddialarından vazgeçmediklerini göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, bin yıldır dünya tarihini, temelde iki aktörün -Müslümanlarla Avrupalıların- yaptığını,
Avrupalıların dünya üzerinde kesin hegemonya kurabilmek için Osmanlı medeniyetini çökertme kaygısıyla
yüzyıllardır bizimle savaştıklarını göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, Osmanlı medeniyetinin durdurulmasıyla birlikte, Türkiye'nin tarihten uzaklaştırıldığını, bunun için
Türkiye'yi fiilen dışardan işgal etmek yerine, zihnen içerden sekülerleştirerek / laikleştirerek ele geçirdiklerini
ve önlerinde takoz olarak gördükleri Türkiye'nin neden durdurulduğunu, nasıl kontrol altına alındığını göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, Batılıların dünyayı sömürgeleştirdikleri bir zaman diliminde, bizim,
dünya tarihinin yapıldığı üç kıtayı tam beş asır nasıl barış yurduna çevirdiğimizi
, bizi tarih yapan bir medeniyet aktörü olarak tarihten uzaklaştırdıkları son bir asır içinde üç kıtayı nasıl cehenneme çevirdikleri gerçeğini göreceğiz.
Gerçeklerle yüzleştiğimizde,
bu ülkenin yeniden tarih yapmasını mümkün kılan ruh köklerinin neden ve nasıl kurutulmaya çalışıldığını
ama insanlığın önünü açacak,
insanca, hakça bir dünya kurulmasını sağlayacak bir dünyanın anlam haritalarının, temel dinamiklerinin bizde olduğunu
, bu dinamikleri yeniden keşfettiğimiz zaman
küllerimizden doğarak tarihin yapılmasında yeniden kilit rol oynayabileceğimizi göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, bu ülkede yaşanan Batılılaşma /
sekülerleşme sürecinin aslında zihnî sömürgeleşme süreci olduğunu
, bunun bizim medeniyet iddiamızı terketmemizle, yörüngemizi yitirmemizle ve öncü kuşaklarımızı kaybetmemizle sonuçlandığını neden göremediğimizi ve
Batılı düşünürlerin bu yakıcı gerçeği, bizim dünyaya ne verebileceğimizi bizden çok daha iyi gördüklerini göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, örneğin, çağımızın en büyük tarih felsefecilerinden Toynbee'nin neden “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” dediğini ve bunun ne anlama geldiğini göreceğiz...
Gerçeklerle yüzleştiğimizde, yine, yaşayan cins
Marksist düşünürlerden Slovaj Zizek'in “İslâm, her zaman hoşgörülü bir din oldu; 18. ve 19. yüzyılda Avrupa'dan gelen gezginler, buradaki dînî hoşgörüden şaşkına dönmüşlerdi. İslâm'ın, özgün hâliyle hoşgörüye sahip olmak anlamında, çok gerilere giden bir tarihi var. Eğer çok kültürlülük konusunda bir şey öğrenmek istiyorsak, sizin tarihinize bakmamız gerektiğini çok açık olarak söylüyorum
” demekten neden çekinmediğini ve bizim metamorfoz yemiş aydınlarımızın neden hâlâ laiklik nutukları atma aymazlığı sergilediklerini, Batılı düşünürlerin gördükleri ve bizi bize hatırlattıkları bu gerçekleri neden kavramakta zorlandıklarını göreceğiz...
Sözün özü: Türkiye, yeniden medeniyet iddialarına sahip çıkacak.. sadece kendi önünü değil insanlığın önünü açacak öncü kuşaklarını yetiştirecek şekilde
yörüngesini bulmasın, gerçekleriyle yüzleşmesin diye içerden ve dışardan kuşatılıyor iki asırdır...
KUŞATMAYI YARABİLMENİN YOLU: YENİDEN GÜVEN ADASI OLMAK...
Ama artık kuşatmayı yarmak üzereyiz...
Kuşatmayı yarma, yörüngemizi bulma mücadelemizin nihâî olarak başarıya ulaşabilmesinin en temel yolu, -altını kalın harflerle çizerek söylüyorum- fiilen işgal edilemeyen Türkiye'nin zihnen işgal edildiğini görmekten, bunun için de toplumun
bütün kesimlerini kucaklayacak, herkese, her kesime adalet, hakkaniyet ve kardeşlik sunacak bir entelektüel ve kültürel, sosyal ve siyasî ortama kavuşmaktan geçiyor...
Elbette ki, çok zorlu bir süreçle karşı karşıyayız... FETÖ terör örgütü ve bütün diğer terör örgütleri, efendilerinden aldıkları talimatlarla Türkiye'yi yaşanılamaz bir ülke hâline getirmek için ürpertici yollara başvurmaktan çekinmiyorlar ve çekinmeyecekler de...
Ama her şeye rağmen
dün olduğu gibi bugün ve yarın da Müslümanların “güven adası” oldukları gerçeğini hayata geçirmek zorundayız.
İslâm'ın, dolayısıyla Müslümanların “güven adası” olduğu gerçeğini, önce ülkemizde, sonra da bölgemizde biz ispat edebiliriz ancak... Bunu, Suriyeli mazlumlara kucak açarak dünya âleme gösterdik zaten.
FETÖ'yle, PKK ve diğer terör örgütleriyle elbette sonuna kadar mücadele edeceğiz. Fakat FETÖ'yle ve PKK'yla mücadelenin sulandırılmaya çalışıldığı gözleniyor.
Etrafımızın ateş çemberine çevrildiği, ABD ile Rusya'nın anlaştığı bir ortamda, Türkiye'nin kenetlenmeye ihtiyacı var.
Kenetlenemezsek, yörüngemizi bulma yolculuğumuz sekteye uğrayabilir
... Benden hatırlatması.Batı’da, “Yahudileri imha planı”, Müslümanlara da uygulanır mı?
Yusuf Kaplan
20/02/2017 Pazartesi
Batı toplumlarında İslâm korkusu, nefreti ve düşmanlığı hızla yayılıyor...
Müslümanların camilerine, kurumlarına, işyerlerine ve evlerine saldırı olmadığı gün yok neredeyse...
Hızla tırmandığı gözlenen ırkçı ve yabancı düşmanlığını körükleyen söylemler ve eylemler, Batı toplumlarında yaşayan Müslümanları çok zorlu ve tehlikeli bir gelecek beklediğini gösteriyor.
Sessiz kalamayız o yüzden.
LUTHER'İN YAHUDİLERİ İMHA PLANI
Luther
'in
, «
Yahudilere ve Yalanlarına Karşı
” (Against the Jews and their Lies)
başlıklı bir kitabı olduğunu biliyor muydunuz?
Protestanlığın kurucusu
Luther
'in bu kitabında, ürpertici bir Yahudileri imha talimatnamesi yer alıyor.
Daha önce de bir vesileyle bu sütunda paylaştığım
7 maddeden oluşan “Yahudileri İmha Planı” şöyle:
"1-
Yahudilerin
sinagoglarını yakın
. Sinagoglardaki
Yahudilerin üzerine de sülfür ve katran dökün.
Ve yakılan Yahudilerin cesetlerinin üzerini, hiçbir iz kalmayacak şekilde toprakla örtün.
2- Yahudilerin evlerini yıkın.
Bütün Yahudileri sürüler halinde ahırlara doldurun.
Böylelikle
Yahudiler, bu dünyanın efendileri olmadıklarını
, sadece
sürgüne mahkum edilen mahpuslar
olduklarını öğrenmiş olsunlar.
3- Kutsal kitaplarını ve metinlerini ellerinden alın
. Böylelikle Yahudiler, Tanrı'ya ve İsa'ya lanet okumaktan alıkonulmuş olsunlar.
4-
Yahudilerin
hahamlarının çocuklarını eğitmelerini, kamusal mekanlarda Tanrı'ya ibadet etmelerini yasaklayın
.
Yasağa uymayanları ölüm cezasıyla cezalandırın.
5-
Alman İmparatorluğu'nun sınırları içinde seyahat etmelerini yasaklayın.
6- Yahudilerin faiz peşinde koşuşturmalarını yasaklayın
. Ellerinden paralarını, altınlarını, gümüşlerini, bütün mallarını, mülklerini alın. Çünkü Yahudilerin, elde ettikleri her şey hırsızlık ve faiz yoluyla elde edilmiştir.
7-
Yahudilerin
çocuklarını ve gen
ç
lerini en zor işlerde
ç
alıştırın
. Böylelikle,
alın teriyle ekmek kazanmanın
nasıl bir şey olduğunu öğrenmiş olsunlar. Ama en iyi yöntem, bunların hepsini Almanya'dan, İspanya'dan, Fransa'dan, Bohemya'dan ve diğer
Avrupa ülkelerinden sürmektir."
Bu belge,
Avrupa'da hâkim olan Yahudi düşmanlığının tarihinin ne denli köklü ve eski
olduğunu gözler önüne sermeye yetiyor.
Burada altı çizilmesi gereken nokta şu: İslâm tarihinde başka din, kültür veya medeniyetlere mensup topluluklara karşı, Avrupalıların Yahudilere karşı gerçekleştirdikleri sistematik katliama benzer bir tavır, tutum ve uygulamaya rastlanmamıştır.
İyi de, İslâm tarihi boyunca
Yahudiler, Müslümanlardan büyük bir himaye, yardım ve destek görmelerine rağmen, neden Ortadoğu'da Müslümanlara cehennem hayatı yaşatıyorlar peki?
Bu soru burada dursun.
KÜRESEL SİSTEMİN HEDEFİ: İSLÂM'IN YENİDEN TARİH SAHNESİNE ÇIKMASINI ÖNLEMEK...
Kapitalist küresel sistemi, İngilizlerle birlikte Yahudiler kurdular.
Yahudiler, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra hem Amerika'yı her bakımdan ele geçirdiler hem de küresel sistemden İngilizleri kovdular!
Çeyrek asırdır yaşanan küresel çatışmaların, işgallerin ve katliamların gerisinde küresel sisteme Yahudilerin mi yoksa Anglo-Saksonların mı çeki düzen vereceği sorunu yatıyor.
Küresel sistemin nasıl şekil alabileceği, hangi aktörlerin ne tür roller üstlenebileceği sorusu, cevabı henüz verilememiş bir soru.
Ama
ortak bir hedefi var küresel sistemin
:
Müslümanların yeniden tarih sahnesine çıkmasına aslâ izin vermemek!
İngilizler de, Yahudiler de, (Almanya, Rusya ve Çin gibi diğer yarı-küresel güçler de belli oranlarda da olsa) her ne sûretle olursa olsun, İslâm'ın yeniden tarihin akışını değiştirecek bir konuma gelmemesi konusunda hemfikirler.
O yüzden
küresel sistemde yaşanan bu güç savaşı, İslâm dünyası üzerinden, münhasıran da Türkiye (ve bir ölçüde de olsa Mısır) üzerinden sürdürülüyor.
Merkez İslâm coğrafyasına (siz bunu “Osmanlı coğrafyası” diye okuyun) çeki düzen veren güçler, dünyaya da çeki düzen verebilir.
O yüzden
küresel sistem dünya üzerindeki hegemonyasını, Osmanlı coğrafyasını kontrol altında tutmasına borçlu.
Osmanlı coğrafyasının kontrol altında tutulmasının, en önemli nedeni şu: Küresel kapitalist sistem, bütün dinleri fosilleştirdi ve etkisiz hâle getirdi. Ama İslâm'ı fosilleştiremedi, dönüştüremedi ve etkisiz hâle getiremedi.
İslâm, bütün yaşadığımız devâsâ sorunlara rağmen hem hâlâ küresel sisteme direnişin adı ve adresi hem de insanlığın yeni bir medeniyet yolculuğuna soyunmasının yegâne kaynağı.
Bunu çok iyi biliyor küresel sistem ve aktörleri.
O yüzden bir yandan
çeyrek asırdır İslâm dünyasında büyük katliamlar ve işgaller gerçekleştiriyorlar; öte yandan da Batı toplumlarında İslâm nefreti ve korkusunun tohumlarını ekiyorlar...
BATI TOPLUMLARINDA TIRMANDIRILAN İSLÂM NEFRETİNE DİKKAT!
Trump'ın
yedi Müslüman ülkenin vatandaşlarının Amerika'ya girmelerini yasaklaması, bu nefretin ve korkunun bir uzantısı.
Batı toplumlarında, İslâm nefreti ve korkusu, modern tarihte ilk defa zirve noktaya ulaştı. Müslümanların mabedlerine, kurumlarına, işyerlerine, evlerine saldırılıyor her Allah'ın günü...
Korkum şu: Tıpkı Yahudileri imha planına benzer uygulamaların bu kez Müslümanlar için de adım adım temellerinin atılıyor olması...
Biz Türkiye'de referandum nedeniyle kendi iç sorunlarımıza kilitlendiğimiz için Batı toplumlarında yaşanan İslâm nefretinin, Müslümanlara yapılan saldırıların, hızla tırmanan ırkçı ve yabancı düşmanlığını körükleyen ilkel söylemler ve eylemlerin çok tehlikeli ve ürpertici boyutlar kazandığını göremiyoruz...
Çok tehlikeli bir süreç bu:
Batı toplumları, orta ölçekli bir ekonomik kriz yaşadıklarında, Müslümanları tehcir etmekten hatta kitlesel katliamlara girişmekten çekinmeyeceklerdir.
Yaşanan tarihî tecrübeler ortada.
O yüzden biraz da dikkatlerimizi bu İslâm nefretine, Batı toplumlarında Müslümanlara karşı gerçekleştirilen saldırılara, hızla tırmanan ırkçı ve yabancı düşmanlığı söylemlerine ve eylemlerine yoğunlaştırmamızda fayda var, diye düşünüyorum.Medyatik kolonyalizm ve paganizm ç/ağında var olabilmek...
Yusuf Kaplan
26/02/2017 Pazar
Bir toplumu, kontrol mü edeceksiniz?
Medyalarını kontrol edin kâfî.
Bir toplumu çözmek, zihnen yönlendirmek ve şekillendirmek mi istiyorsunuz?
Medyalarını kontrol etmeniz yeterli.
Bir toplumu, karıştırmak, iktidarları devirmek mi istiyorsunuz?
Medyaları
silah gibi
kullanmalısınız!
Dahası, dünyaya çeki düzen vermek mi istiyorsunuz?
Güçlü medyalar icat etmeli ve çıkarlarınız doğrultusunda yönlendirmelisiniz.
Küresel sistem, küre üzerindeki hâkimiyetini medyalara borçlu.
AÇIK SÖMÜRGECİLİK VE ÖRTÜK SÖMÜRGECİLİK
Klasik sömürgecilik dönemi çoktan tarihe karıştı.
Dünyanın hegemonik güçleri, dünyayı
fiîlî işgalle değil, kitlelerin zihinlerini işgal ederek
hegemonyalarını sürdürüyorlar.
Klasik ya da modern sömürgecilikte doğrudan ve fiîlî işgal vardı
: Sömürgeciler, fiilen, doğrudan saldırarak, toprakları işgal ederek dünya üzerinde hükümranlık kuruyorlardı.
Yeni ve postmodern sömürgecilikte
,topraklar değil zihinler işgal ediliyor önce
.Savaşlar meydanlarda değil, medyalarda veriliyor öncelikle
. Gerek duyulursa, uzaktan kumanda edilen kukla çeteler, kukla örgütler kullanılarak fiilen de saldırılıyor, ülkeler işgal ediliyor, hükümetler devriliyor...
MEDYADAN DAHA GÜÇLÜ VE ETKİLİ SİLAH İCAT EDİLEMEDİ!
Şu kesin artık:
Medya, silahlardan daha güçlü ve etkili.
Heidegger, “kamera, izleyiciye yöneltilmiş bir silahtır” derken çok önemli bir şey söylüyordu.
Öncelikle,
doğrudan saldırmıyor medyalar
, dolaylı olarak saldırıyor.
İkincisi
, iyiler-kötüler karşıtlığı üretiyor,
iyileri de, kötüleri de mitleştiriyor, “yüceltiyor / süblime ediyor”; kitleleri bu şekilde ayartarak kontrol altına alıyor ve yönlendiriyor.
Üçüncü
olarak
hem ayartıcı hem de çatışmacı dil
kullanıyor: Medyanın çatışmacı dili, iyi-kötü, biz ve onlar karşıtlıkları üzerinden işliyor: Haberlerde bile sanal olarak icat edilen “iyiler” ve sanal olarak icat edilen “kötüler”, gerçeğin de, gerçekliğin de, yaşanan gerçek hâdiselerin de buharlaşmasına yol açıyor.
Çatışmacı dil
üzerinden üretilen
medyatik gerçek, hem hayattaki gerçeği buharlaştırıyor hem de hayattaki gerçekten daha gerçek konuma yükseliyor
. Medyatik gerçek, hayattaki gerçeği yutuyor, böylelikle.
MEDYATİK KOLONYALİZM VE PAGANİZM
Medyanın kullandığı
ayartıcı dil, çatışmacı dilin üzerini örtüyor
; ama çatışmayı yok etmiyor, gizliyor sadece.
Medya, gücünü ayrıntı üzerine yoğunlaşmasından alıyor
: Ayrıntı,
görselliği
eksene alarak aktarıldığı için kaçınılmaz olarak
ayartıcı
bir işlev görüyor.
Görsellik artı ayrıntının ayartısı eşittir zihnin, düşünme melekelerinin iptali ve duygunun, duygusal tepkilerin öne çıkması, böylelikle “pornografi”nin zaferini ilan etmesi...
Ortaya çıkan şey,
hem medyatik kolonyalizm hem de medyatik paganizm
oluyor.
Medya, yeni ikonlar ve ikonalar icat ediyor... Medyatik tanrılar ve tanrıçalar...
Sonuçta örtük bir çatışmacı dil kullanarak, doğrudan değil dolaylı hitap biçimlerine başvurarak, üstelik de bütün bunları ayartıcı yöntemlerle yaparak bir yandan medyaya hâkim olan güçlerin güçlerine güç katıyor öte yandan da herkesi kölesi yapıyor...
Bedenen öldürmüyor medyalar, zihnen öldürüyor
ve kitleleri medyaların kölelerine dönüştürüyor.
MEDYAYI DÖNÜŞTÜREMEZSEK, MEDYA BİZİ DÖNÜŞTÜRÜR...
Medyalarınız ne kadar güçlü ve etkiliyse, o kadar güçlü ve etkili oluyorsunuz... Bu doğru.
Medyalarınız ne kadar güçlü ve etkiliyse, medyalar o kadar güçlü ve etkili bir şekilde sizi köleleştiriyor... Bu da doğru.
Peki, bu durumda biz ne yapacağız?
Medyayı gözardı mı edeceğiz?
Medyayı gözardı etmeyeceğiz. Medyada varlık göstereceğiz:
Medyada yoksanız, yok olmaktan kurtulamazsınız
, yakıcı gerçeğini aslâ unutmayacağız.
Ama öte yandan da medyatik sömürgecilik ve paganizm çağında yaşadığımız gerçeğini zihnimize iyice kazıyarak,
bu medyaları dönüştürme, medyaların çatışmacı ve ayartıcı dilini kırma konusunda kafa patlatacağız.
Zor ve zorlu bir iş. Ama imkânsız değil.
Unutmayalım: Mevcut medyalar, Batı uygarlığının ürünü ve yeniden üreticisi.
Batı uygarlığının dayandığı Kültür ile Tabiat, Tanrı ile İnsan, Ben ile Öteki arasında yaşanan çatışmacı ilkeler, temel felsefî dinamikler, aynen medyalarında da hükmünü icra ediyor.
Medeniyetler arasındaki ilişkiler, alış-verişler form'lar üzerinden gerçekleşir.
Bir medeniyetten ödünç aldığınız bir formu, kendi normlarınız ekseninde re-forme edebilir, dönüştürebilirsiniz
. Örneğin sinema, Batı'da üretilen bir form ama Çinliler, Japonlar, Ruslar, Afrikalılar, Latin Amerikalılar, İranlılar, sinemayı dönüştürdüler.
Aynı şeyi medyanın bütün türlerinde de yapmak mümkün.
Bunun yolu da,
kendi yolunuzu bulmanızdan, kendiniz olmanızdan, kendi medeniyet dinamikleriniz doğrultusunda uzun bir yolculuğa çıkabilecek köklü bir fikrî, estetik ve ahlâkî düzeye ulaşmanızdan
geçiyor... Vesselâm.
.Türkiye, Kemalizm’le ve Gülenizm’le terbiye ediliyor...
Yusuf Kaplan
3/03/2017 Cuma
Yüzyıl önce Osmanlı tasfiye edildi.
Yüzyıl boyunca Türkiye, terbiye edilmeye, dize getirilmeye çalışılıyor adım adım...
Bunun tek yolu vardı: İslâm'ın, önce devletten, sonra da toplumdan “temizlenmesiydi”.
Bu yazıyı okuyun ve ezberlerinizi unutun, çöpe atın, diyorum.
KEMALİZM'LE VE GÜLENİZM'LE TERBİYE EDİLMEYE ÇALIŞILIYORUZ!
Türkiye, önce Kemalizm'le / laiklikle terbiye edildi ve dize getirildi; sonra da Gülenizm'le.
Türkiye'nin terbiye edilebilmesinin aracı, başlangıçta, laiklikti. Darbeler, bunun için ve bu nedenle laiklik adına yapılmıştı.
Türkiye'nin her bakımdan
Batı'ya bağımlı laik elitleri ve aydınları, Türkiye'yi terbiye etme “görev”ini, toplumu laiklikle terbiye ederek gerçekleştirme savaşı verdiler!
Ama 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz süreçleri, Türkiye'nin içerden Kemalizm-Gülenizm işbirliğiyle terbiye edilmesi girişimlerinin ürpertici örnekleriydi.
YÜZYIL ÖNCE OSMANLI TASFİYE EDİLDİ, YÜZYILDIR İSLÂM TASFİYE EDİLİYOR...
Osmanlı'nın tasfiye edilmesinden sonra dışardan teslim alın/a/mayan Türkiye, içerden teslim alınmaya çalışıldı.
Batılılar tarafından dışardan fiilen işgal edil/e/meyen Türkiye, içerden zihnen işgal edildi: Tarih yapmasını, tarihin akışını değiştirmesini mümkün kılan medeniyet iddialarını terketti; Batı uygarlığının yörüngesine girdi.
Türkiye'nin terbiye edilmesinin ve dize getirilmesinin tek yolu vardı: Türkiye'nin İslâm'dan arındırılmasıydı bu.
Cumhuriyet'le birlikte, İslâm, bütün kurumlardan “temizlendi”; eğitim, düşü
nce, k
ültür ve sanat alanları İslâm'dan arındırıldı.
Devlet, laik devrimlerle, laikliğe / Batılı öncüllere göre silbaştan yapılandırıldı.
Ardından
laiklik adına yapılan darbelerle toplumun İslâmî bir yörüngeye kaymasının önü tıkanmaya çalışıldı.
12 EYLÜL, 28 ŞUBAT VE 15 TEMMUZ: İSLÂM'IN PROTESTANLAŞTIRILMASI, “HORMONLU MÜSLÜMANLAR” İCADI...
28 Şubat'ta ve 15 Temmuz'da devreye
başka aktörler girdirildi ve oyunun rengi değiştirildi...
28 Şubat, bir süreçtir: Toplumun İslâmî omurgasını çökertme süreci.
15 Temmuz, tam da bu nedenle, 28 Şubat sürecinin zorunlu bir uzantısıdır.
28 Şubat'la 15 Temmuz süreci arasında bir mahiyet farkı değil derece ya da merhale farkı vardır.
28 Şubat süreci, toplumun İslâmî duyarlıklarına vurulan bir darbeydi. 15 Temmuz ise, toplumun Müslüman omurgasını çökertme saldırısı.
İki darbenin hedefi de aynıydı: İslâmî kesimleri, sekülerleştirme / protestanlaştırma ve hormonlu Müslümanlar icat etme kaygısı!
Bu açıdan bakıldığında, “laikliği koruma” adına yapılan
12 Eylül darbesinin
, İslâm'ın protestanlaştırılması, İslâmî kesimlerin sekülerleştirilmesi çabasının
başlangıç noktasını
oluşturduğunu söyleyebiliriz.
SON ÜÇ DARBENİN KİLİT AKTÖRÜ: FETÖ!
Bu üç darbe girişiminde de kilit aktörün FETÖ olduğu anlaşılmaya başlandı artık.
12 Eylül ve 28 Şubat darbesinin gizli aktörüydü FETÖ
.
15 Temmuz'da iş açıkça FETÖ'ye havale edildi:
Böylelikle, laiklik / Kemalizm kurtarılacak, parlatılacak ve “kurtarıcı” olarak sunulacaktı!
Laik elitler, 12 Eylül darbesine gelinceye kadar, toplumu laik kurumlar ve elitler aracılığıyla sekülerleştirmeye çalıştılar.
12 Eylül'den sonra İslâm'ın protestanlaştırılması / İslâmî kesimlerin sekülerleştirilmesi ve İslâmî duyarlıklarının aşındırması “görev”inin FETÖ'yle işbirliğiyle gerçekleştirilmeye çalışıldığı artık daha iyi anlaşılıyor ve görülüyor.
Bu işbirliğinin küçük ama çarpıcı örneklerinden biri şuydu: 1980 darbesinden sonra FETÖ'nün lideri,
resmen arananlar listesindeydi.
Her yerde, arandığına dair afişler vardı. Ama tam da bu afişlerin sokaklarında asılı olduğu İzmir Bornova merkez camisinde
FETÖ'nün başı sokaklara taşan cemaate vaaz veriyordu her hafta!
Bu, Kemalizm-Gülenizm işbiliriğinin apaşikâr bir göstergesiydi
. Darbenin lideri, Kenan Evren'in mitinglerde âyetler okuması da FETÖ'nün kullandığı adamların işiydi.
Hedef, İslâm'ın içerden terbiye edilmesi, İslâmî kesinlerin protestanlaştırılmasıydı.
İşte 28 Şubat süreci, Kemalizm-Gülenizm işbirliğinin ikinci aşamasıydı: Bu kez, Türkiye'nin yeniden İslâmî bir yörüngeye oturması, İslâmî iddialarıyla donanarak bölgeyi toparlayacak bir medeniyet yolculuğuna soyunması mücadelesinin mimarı rahmetli
Erbakan Hoca'nın hükümeti ve katışıksız İslâmî söylemleri bitirilmeye çalışılacaktı.
12 EYLÜL VE 28 ŞUBAT'LA KEMALİZM, GÜLENİZM'İN ÖNÜNÜ AÇTI; 15 TEMMUZ'DA GÜLENİZM, KEMALİZM'İN...
12 Eylül ve 28 Şubat darbeleriyle Kemalizm, Gülenizm'in önünü açmıştı.
15 Temmuz darbe ve işgal girişimleriyle ise, Gülenizm, Kemalizm'in önünü açtı.
12 Eylül ve özellikle de 28 Şubat darbeleriyle “irtica” yaftasıyla İslâm hedef tahtasına yatırıldı; öyle ki, “irtica tehdidi”, Millî Strateji Konsepti olarak belirlenecek kadar gemi azıya alındı!
15 Temmuz sürecinde ise, görünüşte “cemaatler” ama gerçekte yine İslâm hedef tahtasına yatırıldı ve Kemalizm'in / laikliğin önü alabildiğine açıldı.
Bazı İslâmî kesimler, zokayı yutmuş görünüyorlar!
Elbette ki,
tasavvufî olsun veya olmasın, cemaatlerin çok ciddî sorunları var. Bunu biliyoruz ve açık açık dillendiriyoruz.
Bu süreç, cemaatlerin kendilerini toparlamaları, hem ilim, irfan ve hikmet yolculuğu ekseninde eğitim çalışmalarına yoğunlaşmaları hem de topluma derinlemesine açılmaları, dolayısıyla esaslı bir muhasebe yapmaları bakımından çok önemli bir imkân aynı zamanda.
Cemaatleri, özellikle de tasavvufu, bu toplumun hayatından çıkarırsanız, hem bu toplumun ruh köklerini kurutmuş, Yunus'u, Mevlânâ'yı, Gazâlî'yi, Sinan'ı, İmam Rabbânî'yi, bu toplumun mayasını karan, ruhunu oluşturan devâsâ Nakşibendî geleceğini tarihe gömmüş olursunuz hem de bir kuşaklık zaman dilimi içinde bu toplumda İslâm'dan eser kalmaz -Allah muhafaza.
Avrupa, Almanya’dan kurtulabilecek mi?
Yusuf Kaplan
6/03/2017 Pazartesi
Avrupa, İngiltere'den kurtulamayacak mı?” diye haykırmıştı Nietzsche, yaklaşık bir asır önce.
İngilizlerin açgözlülükleri, çıkarcılıkları, yumuşak görünümlü “sırtlanlıkları”, Nietzsche'yi böylesine çıldırtıcı bir soru sormaya kışkırtmıştı.
Nietzsche'nin sorusunu
, yüzyıl sonra, “
Avrupa, Almanya'dan kurtulabilecek mi?
” diye birazcık değiştirerek Almanlara uyarlayabilir ve güncelleyebiliriz artık!
Neden mi?
İşte bu yazıda, bu sorunun cevabının izini süreceğim...
ALMAN RUHU, TARİHE KARIŞTI...
Avrupa, Almanya demek. Avrupa tarihi boyunca böyle oldu hep bugüne dek.
Avrupa'yı kuranlar ve yıkanlar, kuranlar ve yıkanlar büyük ölçüde Almanlar!
En son İngilizlerle Avrupa'nın şekillendirilmesi sürecinde verdikleri kıran kırana savaşın sonunda
İngilizlere yenildiler İkinci Dünya Savaşı sonrasında
; ve
Yahudi soykırımına itilerek çok büyük bir darbe yediler ve tarihten çekildiler.
Almanlar, teslim bayrağı çekmediler;
Tötonların çocukları
, yarım asırda bir şekilde toparlanmayı başardılar ve Avrupa'ya yeniden çeki düzen verme yolculuğuna soyundular...
Fakat Almanya eski Almanya değil/di artık: Alman ruhu'ndan yoksunlar Almanlar.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Amerikalılar tarafından işgal edildiler ve bağımsızlıklarını,
Almanları Alman yapan ruhlarını yitirdiler.
ALMANLARIN TRAJEDİSİ!
Burada küçük ama önemli bir ayrıntıya dikkatinizi çekmek isterim:
Almanya'yı, İkinci Dünya Savaşı'nın yıkımından “kurtarmak” üzere işgal edenler Amerikalılar
, dedim.
“Amerikalılar”, derken kastettiğim “Amerika”,
savaştan sonra Amerika'yı işgal eden ve İngilizleri Amerika'dan kovan Yahudilerin kontrol ettiği Amerika!
Burası önemli.
Önemli; çünkü
Yahudilerin kontrolündeki Amerika, Almanya'yı yok olmaktan kurtardı ama kurtarılmaya muhtaç konuma getirerek “elini kolunu” bağladı.
Almanlar, tek çıkış yolu olarak, bütün çabalarını ekonomiye yoğunlaştırdılar...
Ekonomide büyük bir sıçrama yaptılar ama bu arada
yalnızca ekonomi üzerinde yoğunlaşmaları, Almanların ruhlarını yitirmeleriyle, felsefî derinliklerini ve melekelerini bitirmeleriyle sonuçlandı.
Almanların trajedisi, bu işte!
ALMANYA, TÜRKİYE'Yİ KARŞISINA ALARAK AYAĞINA KURŞUN SIKIYOR!
Fakat Almanların trajedisi, burada bitmiyor...
Başka bir trajedi daha yaşıyor Almanlar: Orta ve uzun vadede (yaklaşık 50-100 yıllık süreçte) Almanların hem İngilizlerin her ân arkadan vurmaya hazır sinsiliklerinin yol açtığı yıkımdan da, Yahudi-güdümlü Amerika'nın stratejik saldırılarından da kurtulmalarını sağlayabilecek
tek çıkar yol, Türkiye'yle uzun vadeli stratejik ittifak kurması.
Ama Almanya, ruhunu da, felsefî derinliğini de yitirdiği için,
Türkiye'yle yapacağı bu ittifakın
, uzun vadede Almanların Yahudi-güdümünden de İngilizlerin sinsi oyunlarından da kurtulmalarını sağlayacak, Avrupa'ya gerçek anlamda çeki düzen vermelerine imkân tanıyacak en önemli stratejik çıkış yolu, nefes borusu olduğunu göremiyor...
Aksine
tarihî hatalar yapıyor Almanya, Türkiye ile ilişkilerinde...
Meselâ
PKK'nın “vurucu tim”ini de, FETÖ'nün kurucu tiplerini de inanılmaz bir şekilde koruyor. Ve resmen Türkiye'yi vuruyor!
Almanlar, bu kafayla giderse, inanılmaz bir şekilde güçlenen İngiliz gücü tarafından perişan edilirler...
Bunun ilk örneği,
İngilizlerin, Brexit'le birlikte AB'den çıkmaları ve böylelikle Almanlara -kelimenin tam anlamıyla- çok büyük bir “darbe vurmaları” oldu.
İngilizler
,
Trump
yönetimiyle kurdukları derin ilişkilerle, Ortadoğu'da DEAŞ denen “İngiliz anahtarı”yla “çevirdikleri dümenlerle” Almanlara büyük darbe vuracaklar:
Avrupa Birliği hayalinin hayalete dönüşmesini sağlayacaklar ve Almanları kendi evlerinde “boğacaklar”!
Hâl böyleyken, Almanların, Türkiye ile ilişkilerini her bakımdan iyileştirmek ve derinleştirmek yerine dinamitlemeyecek adımlar atmaları,
Almanların kendi ayaklarına kurşun sıkmaları anlamına geliyor!
Almanlar, bunu görebiliyorlar mı?
Hiç sanmam.
Sözün özü, yaşananlar ve yaşanması muhtemel olaylar, Almanlar açısından geleceğin sanıldığından da kötü olacağının göstergesi...
Almanların basiretsizliklerinin bedelini, bütün Avrupa ülkeleri, çok ağır ödeyecek...
Bu nedenle
Nietzsche'nin
İngilizler için sorduğu soruyu, Almanlar için sormanın tam yeri ve zamanı şimdi:
Evet, Avrupa, Almanya'dan kurtulabilecek mi?
Kültür”de kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur
Yusuf Kaplan
10/03/2017 Cuma
Evet, kültürde kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur.
“Kültür", bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Ruhsuz bir toplum, bırakınız insanlığın önünü açmayı, varlığını bile sürdüremez.
Bu, bu kadar net!
EKONOMİ MAKİNASI'NDAN KÜLTÜR SAVAŞLARI'NA...
19. yüzyıl
ekonomi çağıydı.
Art arda yaşanan iktisadî devrimler, ekonomi'yi hayatın merkezine yerleştirdi.
Kapitalizmi, hayatı çölleştiren bir makinaya dönüştürdü...
En ürpertici silahları, insanları kitleler hâlinde katleden kitle imha silahlarını, biyolojik silahları ondan sonra icat ettiler
kapitalizmin köleleri.
Kapitalizmin en gelişmiş silahlarıyla bütün dünyayı köleleştirdiler.
Ve
insanlığın binlerce yıllık medeniyet birikimlerini ondan sonra önce talan ettiler, sonra yerle bir ederek tarihten sildiler.
Sonra da buna “
uygarlığın barbarlığa karşı savaşı" dediler.
İnsanlık, hiç bu kadar alçalmamış, barbarlaşmamıştı!
Çağımız kültür çağı.
Ekonominin yerini kültür aldı.
Bütün savaşlar, önce, kültür savaşları artık.
KÜLTÜR DEĞİL HİKMET
Burada “
kültür
" kavramının son derece
kaypak
ve
muğlak
olduğunu hatırlatmak isterim.
Kültür'le
kastedilen şey, biraz önce de dikkat çektiğim gibi “
bir toplumun ruhu", ruh kökleridir.
Cemil Meriç
, o yüzden, “
kültür
" kavramı yerine “
irfan
"ı önerdi.
Ziya Gökalp'in “hars" önerisinden daha anlamlı bir öneriydi bu
.
Hars, “ekip-biçmek" anlamında “
kültür"ü kabuk
düzleminde karşılıyordu. Ama “kültür", kabuk değildi, “öz"e işaret ediyordu.
Ziya Gökalp'in yanlışı da, Cemil Meriç'in yanılgısı da, Batılı bir kavrama, “Doğulu" bir içerik bulmaktı, son kertede.
Oysa başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Temel varoluşsal ilkemiz bu olmalı. Evrensel “varoluş ilkesi"dir bu.
O yüzden aslolan, kültür'ün özünü oluşturan ruh'tur.
İLİM'LE BİLİR'SİN, İRFAN'LA BULUR'SUN, HİKMET'LE OLUR'SUN...
Ruh
, bizim medeniyetimizde,
Hikmet'in, Hikmet yolculuğunun eseri ve meyvesidir.
İnsanın hakikat yolculuğu üç alanda, aynı anda yolculuğa çıkıldığında insanı hakikate ulaştırma sürecinde katkı sunar.
Akıl, Kalp ve Ruh'tur bu üç alan.
İlim yolculuğuna akıl'la çıkılır, bilme çabası gerçekleştirilir.
Hakikate bilmek'le ulaşılmaz, olmak'la ulaşılır...
O yüzden yolculuğun devam etmesi gerekir.
Bunun için
ikinci aşamada irfan devreye girer, Kalbi harekete geçirir. Kalp vasıtasıyla yapılan irfan yolculuğu, hakikat'in bulunmasıyla sonuçlanır.
Sonra,
üçüncü aşamaya geçilir: Hikmet devreye girer, Ruh'u harekete geçirir. Ruh'la “oluş" gerçekleştirilir.
Burada daha önce de dikkat çekmiştim:
Akıl'la bilirsin, yola çıkarsın.
Kalp'le bulur/bulunursun, yolda olursun.
Ruh'la “olur", olgunlaşır, “yol" olursun.
Meselenin püf noktası şurası: İslâm tefekküründe bu üç alan da (“akıl, kalp ve ruh" da), bu üç vasıtayla gerçekleştirilen yolculuk da, “ilim, irfan ve Hikmet yolculukları da)
birbiriyle kopmaz irtibat hâlindedir.
Tam da bu nedenle,
ilim'de Hikmet'in tohumları gizlidir o yüzden.
Yine bu nedenledir ki, ilmiyle amel edene bilmedikleri öğretilir.
İlmiyle amel etmek, irfan yolculuğuna adım atmak ve hikmet yolculuğuna çıkma melekeleriyle donanmaktır.
“DAĞ"A ÇEKİLECEĞİZ... “DAĞ"IN ÇAĞRISINA KULAK KESİLECEĞİZ...
Peki nasıl olacak bu?
Mevcut ortama, kültüre, kültürel kodlara, zihin yapılarına eklemlenmek yerine
Ümmîleşerek...Dağ'a çekilerek... Dağ'ın çağrı'sına iştirak ederek...
Yani?
Yani'si şu:
Bir Rahmet Peygamber'i gibi, Bir Hz. Musa gibi “Dağ"a çekileceğiz...
Hira'mıza... “Mağara"mıza...
“Dağ"ın onaran, olgunlaştıran, diri tutan sesine kulak vereceğiz...
Ümmîleşeceğiz... Kendimize geleceğiz...
Yer'imizi aslâ terketmeyeceğiz...
Dünyanın bütün geçici nimetlerini elimizin tersiyle iteceğiz...
Hakikatin kalıcı, derinlerde köksalıcı, insanlığın önünü açıcı şarkısını bestelemek için nefes alıp vereceğiz...
Bu dünyada yaşayacağız ama bu dünyayı yaşamayacağız...
Bu dünyayı dâr / yurt edinenlerin, insana dünyayı dar ettikleri gerçeğini kulağımıza küpe edeceğiz...
Umut olacağız...
Ufka kanat çırpacağız...
Umutlarını yitirmeyenler, bize ufuk sunabilirler, ilkesini unutmayacağız...
“Gökkubbeyi yere düşürmeyeceğiz"...
Bir Sezai Karakoç gibi “dağ"ın çağrısına ayarlayacağız saatlerimizi... Diriltici ve gönendirici çağrısına...
Bir İsmet Özel gibi
, “toparlanın gitmiyoruz" diyeceğiz...
Dünyaları verseler de Yer'imizi, duruşumuzu, terketmeyeceğiz aslâ!
Siyasa'nın ve piyasa'nın değil, hakikatin izini süreceğiz... Hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan hem de...
Hakikate ayarlı saatlerimiz, yeri ve zamanı gelince, bizi harekete geçirecek...
Nefesimizi hakikatin sesine, Hakikatin sesini insanlığın nefesine dönüştürme mücahedesi ve mücadelesi vereceğiz...
Sahteye, sığlığa prim vermeyeceğiz...
KUTSALLARINI YİTİREN RUHSUZLAR, OMURGASIZLAR KÜLTÜR'DEN ELLERİNİ ÇEKMEDİKÇE...
Kutsallarını yitiren ruhsuzlara, omurgasızlara “kültürden kirli ellerinizi çekin!" diyorum...
Niçin?
Şunun için:
Kültürde kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur.
“Kültür", bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Tam da bu nedenle, bu toplumun ruh köklerinin yeniden diriltilmesinin önünde takoz gibi duran, kültürün altını oyan, ruhsuz, omurgasız kültür çeteleri, bu topluma ruhunu kazandıracak hiç bir şey sunamazlar; sunamadılar da nitekim.
Yalnızca kültürün altını oydular, bu toplumun ruhunu haraç-mezaç sattılar... bu toplumun ruhunu, ruh köklerini kurutma savaşı vermekten başka bir şey yapmadılar; yapamazlardı da.
Bu medenle, 40 yıldır kültürü yağmalayan, hiç bir
kutsal
ı olmayan, ruhsuz, omurgasız
ç
eteler ülkenin kültür politikasına yön veremez.
Yazık oluyor ülkeye.
Yazık oluyor bu ülkenin insanına.
Yazık oluyor bu ülkenin insanlığın önünü açan derinlikli medeniyet birikimine...Türkiye’nin prangalarını kırma, geleceği kurma mücadelesi
Yusuf Kaplan
12/03/2017 Pazar
Başkanlık sistemi meselesi, bir parti meselesi ya da Tayyip Erdoğan meselesi değildir.
Türkiye'nin önünü tıkayan çarpık parlamenter sistemden kurtulma, prangalarını kırma ve geleceği kurma mücadelesidir.
Bu yakıcı gerçeği göremeyenler bu ülkenin halkı değil, metamorfoz yemiş aydınları!
O yüzden toplumu yanlış yönlendiriyorlar.
ZİHNÎ FELÇ GEÇİREN SÖMÜRGE KAFALI AYDIN, TÜRKİYE'NİN ÖNÜNÜ TIKIYOR!
Türkiye'nin sorunu
, sözümona aydınları, okumuş-yazmışları:
Kendini de, dünyayı da tanıyamayan ama “sazı eline aldığında” mangalda kül bırakmayan garpzedeleri, celladına âşık tasmalı çekirgeleri.
O yüzden Türkiye'nin önündeki
en büyük takoz, aydınları.
Burada körkütük bir aydın-düşmanlığı yapmış olmuyorum; aksine
hem metamorfoz yiyen ve zihnî felç geçiren hem de bu nedenle Türkiye'yi felç eden aydınlarının acınası durumlarına
dikkat çekiyorum.
KENDİNİ DE, DÜNYAYI DA TANIYAMAYAN BİR ENTELİJANSİYA, ÜLKENİN ÖNÜNÜ AÇAMAZ
Aydınları olmayan bir toplum, aydınlık bir geleceğe yürüyemez.
Öncü kuşakları olmayan bir toplum, insanlığın önünü açacak, susuzluğunu giderecek zorlu bir yolculuğa çıkamaz.
Kendini de, dünyayı da tanıyamayan bir aydın tipi, yalnızca siyasa'nın ve piyasa'nın sözcülüğünü ve gözcülüğünü yapar; bunu da marifet sanar!
Oysa
bize siyasa'ya ve piyasa'ya yön verecek fikir üretecek öncü kuşaklar gerek.
Bize, içinde yaşadığı, havasını soluduğu, suyunu içtiği, ekmeğini yediği, varlığını borçlu olduğu toplumu aşağılayan, toplumun bin yıllık birikimini yoksayan hatta bu birikimi yıkmaktan kaçınmayan gulyabaniler, hilkat garibeleri, tasmalı çekirgeler bir şey söyleyemezler.
Aksine, söylenebilecek güzel sözlerin, yapılabilecek güzel işlerin önünü tıkarlar sadece: Takoz olurlar toplumun önünde.
TÜRKİYE'NİN 150 YILLIK PRANGALAR TARİHİ...
Türkiye, Abdülhamid Han'ın düşürülüşünden itibaren düştü.
Düşüş, çöküşle sonuçlandı.
Yaşadığımız yüzyıllık tarihin çöküş olduğunu göremiyor beyni sulanmış Türk entelijansiyası.
Cumhuriyet'le yaşadığımız “devrim”, çöküşü, çıkmaz sokağa sürükledi: Toplumun bin yıllık medeniyet birikimini bir kalemde yoksaydı, hafızamızı sildi, tarih bilincimizi linç etti.
Sonuç, her alanda felç olacaktı elbette ki: Felâket yani.
Zihnen intiharın eşiğine sürüklendi Türkiye...
İnsanlığın en büyük, en aziz, en leziz,
aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış medeniyet birikimini inkâr eden bir ülkenin kaderi intihar olacaktı, tabiî ki.
Hiç bir toplum, hele de tarihin akışını şekillendirmiş muazzam bir medeniyet tecrübesine sahip bir toplum, medeniyet tecrübesini, birikimini ve ruhunu inkâr etmeye kalkışarak, bırakınız insanlığa dişe dokunur bir şeyler verebilmeyi, varlığını bile sürdüremez.
Tarihi sürükleyemez; başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenir durur.
Sonra oraya buraya, çıkmaz sokaklara savrulur...
İşte parlamenter sistem, bu savrulmanın sigortası olmuştur bizim 150 yıllık tarihimizde... Savrulmanın, yolunu şaşırmanın, yoldan çıkmanın ve itilip-kakılmanın...
Medeniyet birikimini ve ruhunu, dolayısıyla varlık nedenini inkâr etme aymazlığı sergileyen bir ülkede, parlamenter sistem, toplumun toparlanmasını zorlaştıracak bir prangaya dönüştürülecekti kaçınılmaz olarak...
Buraya kadar bu ülkenin boynuna geçirilen zihnî ve kültürel prangayı özetledim.
Parlamenter sistem, bu kez, bu toplumun boynuna bürokratik bir pranga geçirdi: Askeriyeyi, hukuk sistemini, genelde siyasî sistemi tıkadı.
GÜÇLÜ LİDERLERİN ÖNÜNÜ TIKAYAN BİR SİSTEMLE YALNIZCA UÇURUMA DOĞRU YUVARLANIYORUZ...
Türk demokrasi tecrübesi, tam bir Ali-Cengiz oyunu oldu: Toplumun iradesinin altını oydu; toplumun önüne “patlamaya hazır bombalar” (darbeler vesaire gibi engeller) koydu.
Bürokratik vesayet sistemi, bu patlamaya hazır bombaların temelini oluşturuyordu. Ali-Cengiz oyununun en iyi sahnelendiği alan bürokratik vesayet sistemiydi.
Bürokratik vesayet sistemiyle hem darbeler meşrûlaştırılıyor hem de topluma tepeden dayatılan, toplumun varlık nedenini oluşturan medeniyet ruhunu buharlaştıran, toplumun kimyasını bozan seküler kurumlar sağlamlaştırılıyordu.
Dahası,
bürokratik vesayet sisteminin garantörü işlevi gören parlamenter sistem
, ülkenin önünü açacak, atılım yapmasını sağlayacak
güçlü liderlerin çıkmasını imkânsızlaştırıyordu. Toplumun çıkardığı, ülkenin önünü açan Menderes gibi, Özal gibi, Erbakan gibi, Erdoğan gibi güçlü liderlerin önünü tıkıyordu.
BAŞKANLIK SİSTEMİ MESELESİ, TÜRKİYE'NİN PRANGALARINI KIRMA, GELECEĞİ KURMA MÜCADELESİDİR
Bu durumun böyle gitmesi mümkün değildi.
Böyle gittiği sürece, bu toplum, yaşanan küresel gelişmelerin, etrafımızı ateş çemberine çeviren emperyalist işgallerin tazyikiyle içerden ve dışardan kuşatılacak, nihayetinde iç-savaşın ve parçalanmanın eşiğine sürüklenmekten kurtulamayacaktı.
Hele de ekonomik olarak dünyanın 17. ülkesi olmayı başardığı, stratejik hedeflerini medeniyet coğrafyasına yaydığı bir atılım sürecinde
Türkiye'nin hedef ülke hâline getirildiği bir ortamda, Türkiye, parlamenter sistemle gidemezdi;
gidemez de.
Bir tür
başkanlık sistemi
anlamına gelen Cumhurbaşkanlığı sistemi,
Türkiye için hem varlığını idame ettirebilmesi hem de yeniden tarihin akışını değiştirecek bir konuma yükselebilmesi sürecinde hayatî bir işlev görecektir.
Türkiye'nin güçlü liderler çıkarmasının önü açılacak...
Güçlü liderlerin kelimenin tam anlamıyla “hadım edilmeleri”nin önü tıkanacak, doğrudan halkın iradesini temsil eden güçlü liderler, Türkiye'nin prangalarını kırarak önünü açacak...
Bu işin şakası yok.
Elbette ki, yeni sistemde Cumhurbaşkanı'nın yetkileri, denetim mekanizmaları tartışılacak, konuşulacak ve ülkemizin önünü açacak bir noktada buluşulacak...
Ama şu kesin:
Başkanlık sistemi meselesi, bir parti meselesi de, Tayyip Erdoğan meselesi de değildir; Türkiye meselesidir
: Türkiye'nin geleceğiyle ilgili, ilk defa
halkın iradesinin önündeki engellerin ortadan kaldırılacağı, halkın nesne konusundan özne konumuna yükseleceği, dolayısıyla ülkemizin atağa geçmesini sağlayacak Türkiye'nin prangalarını kırma ve geleceğin dünyasını kurma yolculuğunda belirleyici rol oynama mücadelesidir.
..Avrupa’nın maskesi düştü: Şimdi toparlanma vakti...
Yusuf Kaplan
13/03/2017 Pazartesi
Avrupa, umutlar üzerinden değil hep korkular üzerinden varoldu.
O yüzden Avrupa, dünya üzerindeki hegemonyasını da, Avrupa ulus devletleri içindeki düzenin sağlanmasını da hep
korkular üretmesine, ötekiler, canavarlar icat etmesine borçlu.
*
Hollanda'da yaşanan tam da bu!
HOLLANDA HESAP VERMELİ!
Önce
Dışişleri Bakanımız Mevlüt Çavuşoğlu'nun uçağının iniş yapmasına engel konuldu.
Ardından
Aile Bakanımız Bakanımız Fatma Betül Sayan Kaya Hollanda'da iğrenç bir muameleye tabi tutuldu
. Hem de saatlerce...
Bakan Kaya, Hollanda polisinin barbarca engellemelerine karşı dimdik durdu. Yüzakımız oldu.
Hollanda polisi bütün yetkilerini aştı.
Hollanda yönetimi,
Türkiye'deki OHAL kararını diline dolayan Avrupalıların ne denli iyi yüzlü olduklarını
bir kez daha gözler önüne seren skandal bir uygulamaya imza attı:
Rotterdam'da
, Bakan Kaya'ya sahip çıkan gurbetçilerimizi engellemek için
OHAL ilan etmekten çekinmedi!
Bakan Kaya'nın danışmanları, korumaları tutuklandı.
Tam bir uluslararası diplomatik skandal bu!
Hollanda polisi, bunlarla yetinmedi: Hollanda yönetimi, Afrikalılara yaptığı barbarlığı gurbetçilere atlarla, köpeklerle saldırarak yaptı!
Hollanda, bütün uluslararası normları, kuralları hiçe saydı!
Neresi burası?
Uluslararası Adalet Divanı'nın bulunduğu yer!
Neresi burası?
Srebrenica'da 8 bin küsur Müslüman Boşnak askerini Sırplara katlettiren ülke!
Neresi burası?
Yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve faşizmin yükselen kalesi!
Ve İslâm düşmanlığının, tavan yaptığı yer!
Hollanda'nın dünden bugüne emperyalist sicili berbat.
O yüzden son skandal nedeniyle
Hollanda'dan uluslararası arenada hesap sorulmalı ve Hollanda'ya yaptığı çirkefliğin bedeli ödetilmeli!
İNSANIN İNSANALTI BİR VARLIK DEREKESİNE DÜŞÜRÜLMESİ...
Şimdi burada duralım ve şu soruyu soralım:
Hollanda özgürlükler ülkesi mi?
Masal bu!
Hepimize, özellikle de metamorfoz yemiş entelijansiyamıza yutturulan ayartıcı bir masal hem de!
Genelde Varupa'da, özellikle de Hollanda'da
özgürlüklerden anlaşılan şey, insanın insanaltı bir varlığa dönüşme özgürlüğü
: İnsanın hazlarının, hayvanî özelliklerinin, zihnini ve ruhunu yok edici insanaltı arzularının sonuna kadar kışkırtıldığı özgürlük anlayışı, özgürlüğün içinin boşaltılması, insanın ayartıcı hazlarının, tutkularının ve gemlenemez arzularının kölesi olması...
Özgürlük mü bu şimdi?
Weber
ne kadar haklıydı: Bu sulusepken sekülerleşme, bireyselleşme, insanın tutkularının kölesine dönüşme serüvenini kışkırtan
modernliği, “demir kafes”
diye tarif etmemişti boşuna!
Ve
modernliğin “anlam krizi” ve “özgürlük kaybı” ürettiğini
, bunun
varoluşsal felâketin alarm zillerinin çalması anlamına geldiğini
boşuna haykırmamıştı, değil mi?
Varoluşsal köleleşmenin
, yani, insanın düşünme yetilerini yitirmesinin, anlamın anlamını kaybetmesinin, değerlerin değersizleşmesinin
özgürlük olarak algılanması, insanın intiharın eşiğine sürüklenmesi demektir.
Nietzsche'nin
yerinde tasviriyle, “
hayatın çölleşmesi”, nihilizmin insanın kökünü kazıyacak kapılarının sonuna kadar açılması demektir.
Özetle, insanın, insanaltı bir varlık derekesine yuvarlanması, demektir...
Sonuçta, ontolojik olarak insanın da, hayatın da bitmesi; siyasî, iktisadî ve sosyal olaraksa,
Darwinci orman kanunlarının hükmünü ilan etmesi, yabancı düşmanlığının, ırkçılığın ve her tür faşizmin tohumlarını ekmesi ve daha da ürperticisi, bütün bunları meşrû hâle getirmesi demektir.
AVRUPA HAYALİ, HAYALETE DÖNÜŞÜRKEN...
Burada çizdiğim tablo, sadece Hollanda için geçerli değildir; Avusturya başta olmak üzere, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya gibi diğer belli başlı Avrupa ülkeleri için de geçerlidir ve gerçeğe dönüşmek üzeredir...
Ne demektir bu?
Avrupa hayalinin tam anlamıyla ürpertici bir hayalete dönüşmesi demektir bu: Hem Avrupa için hem de bütün dünya için.
Avrupa hayalinin Avrupa için ve Avrupa içinde hayalete dönüşmesi
, Avrupa'nın siyasî, sosyal, iktisadî ve kültürel kaosların, kargaşaların, hatta iç-çatışmaların eşiğine sürüklenmesiyle gerçeğe dönüşecektir; ki, bu süreç çoktan başladı bile belli başlı Avrupa ülkelerinde.
Daha da önemlisi,
Avrupa'nın entellektüel olarak, kültürel olarak, sanatsal olarak içten içe çürümesi, çökmesi
, dolayısıyla Avrupa'nın insanlığa verebileceği dikkate değer bir fikrin, modelin, değerin kalmadığının anlaşılması ise,
Avrupa hayalinin bütün dünya ölçeğinde ve bütün dünya için hayalete dönüşeceğinin en önemli göstergesidir.
BÜYÜK ÇATIŞMALAR VE SAVAŞLAR KAPIDA...
Bütün bu felsefî, siyasî, kültürel çöküşün insanlık açısından ürpertici bir sonucu olacak:
Avrupalıların hem yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve türlü faşizm biçimleri üzerinden Avrupa içinde yaşanan çok yönlü
kaosun, kargaşanın üzerini ayartıcı yöntemlerle örtme
girişimlerinin hem de yeniden güç devşirmek için
küresel savaşlara, katliamlara soyunma çabalarının önünün sonuna kadar açılması
sonucunu doğuracak bu.
Bütün bunlar hem Avrupa'yı hem de dolayısıyla dünyayı yeni kaosların, çatışmaların ve savaşların beklediği anlamına geliyor, ne yazık ki.
DİKKAT! HOLLANDALILARIN GERİSİNDE İNGİLİZLER VAR!
İşte burada durmamız, tam bu noktada
bizim ne tür stratejiler geliştirmemiz gerektiği yakıcı meselesi üzerinde derinlemesine kafa yormamız gerekiyor...
İzini sürmemiz gereken yakıcı soru şu burada:
Hollanda'da yaşanan bütün hâdiselerin gerisinde kim var?
Hiç kuşkunuz olmasın ki, İngilizler
!
Şunu aslâ unutmayacağız:
Hollanda, İngilizlerin arka bahçesi, gizli sesi, “görünmez eli”dir!
Hollanda'da İngilizlerden habersiz kuş uçmaz.
Bu iyi bilinmeli, ona göre gerekli stratejiler geliştirilmeli.
Özelde Hollanda'nın da, Almanya'nın da, genelde Avrupa'nın da, ama özellikle İngilizlerin de
korkusu şu:
Biz gelince onlar defolup gidecek! Bütün mesele bu!
Şu kesin artık: Avrupa'nın maskesi düştü... Şimdi toparlanma vakti...Çanakkale ruhu olmadan aslâ!
Yusuf Kaplan
19/03/2017 Pazar
Çanakkale ruhu diye bir şey var.
İslâm dünyasının kalbi, hilâfetin merkezi İstanbul düşmesin diye, bütün Müslümanların yekvücut oldukları ve Çanakkale'ye koştukları bir ruh bu...
Ümmet şuuru, direniş ve diriliş ruhu...
İşte bu ülkede bu ruh yok edilmeye çalışıldı.
Belli bir süre de olsa başarıldı da!
Ama en sert kayaları aşarak gürül gürül akan ilâhî kaynaktan beslenen ümmet şuurunun, direniş ruhunun yok edilebilmesi, diriliş tohumunun çilesini çekerek, zamanını bekleyerek topraktan fışkırmasının önüne geçilebilmesi mümkün değildi elbette!
ÇANAKKALE, BİR ULUSUN KURTULUŞ SAVAŞI DEĞİL, BİR ÜMMETİN DİRENİŞ VE DİRİLİŞ RUHUDUR
Çanakkale savaşı, yalnızca bir ulusun kurtuluş savaşı değildi.
Çanakkale savaşı, mazlum ümmetin çocuklarının hilâfetin düşmemesi için verdiği bir ölüm-kalım savaşıydı.
Hilâfet, İslâm'ın bayrağı, İstanbul bayraktarıydı.
Osmanlı da, Ahmet Cevdet Paşa'nın ifadesiyle, “insanlığın güven adasıydı.”
Osmanlı, 3 kıtada 6 asır barış yurdu inşa etmeyi başarmıştı.
Sonunda, İstanbul düştü, dünya bir asırda cehenneme dönüştü.
ÇANAKKALE DESTANI VE RUHU
İslâm'ın bayrağının yere düşmemesi için dünyanın dört bir tarafından Çanakkale'ye koşan genç-yaşlı, erkek-kadın bütün ümmetin müştereken verdiği bir direniş destanıdır Çanakkale.
Diriliş ruhunun tohumlarının ekildiği, o ruh'la donanılınca yeniden yazılacak, bitmeyen ve bitmeyecek Bedir'in ruhunun yeşertildiği ve yeşerttiği muazzez bir destan...
Osmanlı'nın dört bir cephede ölüm-kalım savaşı verdiği dondurucu kış mevsiminde bütün İslâm coğrafyasının hakikatli çocuklarının hilâfetin düşmemesi, İstanbul'un düşürülmemesi için karda-kışta, binlerce kilometre yol katederek nefes nefese Çanakkale'de soluğu aldığı,
tarihin en büyük direniş destanlarından birini yazdığı, bütün Haçlılara, emperyalistlere, İslâm'ın bayrağının düşürülemeyeceğini haykırdığı diriltici bir ruhtu Çanakkale ruhu.
İSLÂM DÜNYASININ AYAĞA KALKMASI, İSTANBUL'UN AYAĞA KALKMASINA BAĞLI!
O yüzden
Çanakkale'de sergilenen ümmet şuuru, direniş ve diriliş ruhu diri tutulduğunda, İstanbul, yeniden tarihin yapılmasında, insanlığın susuzluğunun giderilmesinde, dünyanın barış yurduna dönüştürülmesinde o tarihî rolünü oynayacak biiznillah...
Bu ruhu yeniden kuşanabilirsek, tarihi yeniden biz, Müslümanlar olarak biz yazarız ve biz yaparız yeniden.
Bu gerçeği bugün İslâm dünyası idrak etmiş durumda ve iliklerine kadar yaşıyor...
Yemen'de, San'a'da karşılaştığımız
yaşlı bir Yemenli
bizi durdurmuş ve aynen şunları söylemişti bize:
“İstanbul düştü, İslâm dünyası düştü. İslâm dünyasının ayağa kalkması, İstanbul'un yeniden ayağa kalkmasına bağlı.”
İş
te bu ruh yok edilmeye çalışıldı bu ülkede.
Bu tarih şuuru, bu ümmet şuuru, bu direniş ve diriliş ruhu.
Bunun en ürpertici örneklerinden biri,
Çanakkale'nin, yalnızca bir ulusun kurtuluş savaşı olarak zihinlere kazınması oldu.
Oysa Bosna'dan Yemen'e, Gazze'den Halep'e, Müslüman Hindistan'dan Kudüs'e kadar bütün Müslümanlar, hilâfetin merkezi İstanbul düşmesin diye Çanakkale'ye koşmuştu.
Neydi bu?
Altını kalın harflerle çizerek tekrar etmekte yarar var:
Bir ümmetin emperyalistlere karşı ümmet şuuruyla yek vücut olarak gerçekleştirdiği direniş ve diriliş ruhuydu bu.
ÇANAKKALE RUHU'NU DİRİ TUTARSAK, TARİHİ BİZ YAPARIZ YENİDEN...
Bu ruhu yitirdiğimiz zaman, ne bu toprakları koruyabiliriz; ne de mazlum İslâm dünyasının umudu olabiliriz.
Bunu aslâ unutmamak gerekir.
Nitekim Çanakkale'de toprağa düşürdüğümüz, tarihe kaydettiğimiz bu diriltici ruh, 15 Temmuz'da hatırlandığı ve şahlandığı içindir ki,
bu toplum, bu ülke düşmesin, mazlumların umudu sönmesin diye göğsünü tanklara siper etti ve yeni bir destan yazdı.
Bize düşen, bu ümmet şuurunu, direniş ve diriliş ruhunu diri tutmak; fikir ve sanatın, kültür ve hayatın her alanına yaymak, gergef gibi işlemek ve gelecek kuşaklarımızı bu ruhla yetiştirmek...
İşte o zaman bu toplum yeniden toparlanacak ve mazlum halkları yeniden toparlayacaktır Allah'ın izni ve keremiyle.Ruh atılımının yapı-taşlarını döşemeden aslâ!
Yusuf Kaplan
20/03/2017 Pazartesi
Türkiye'nin sorunu, yörüngesini bulma sorunu.
İki asır önce, ayağı kaydı, düştü yere sereserpe...
Ama toparlanmaya çalışıyoruz düşe-kalka...
Türkiye, rotasını buldu; şimdi yörüngesini bulma mücadelesi veriyor...
Türkiye'nin yörüngesini bulabilmesinin ve yeniden önaçıcı bir yolculuğa çıkabilmesinin tek şartı var:
Ruh atılımı
gerçekleştirmek... Ve ruh atılımını mümkün kılacak
fikir ve sanat hayatını inşa edecek yapı-taşlarını döşemek sabırla ve çileyle...
Türkiye'nin önünü açacak
çıkış yolu, bu.
MEŞRÛTİYET'LERDEKİ BÜYÜK ATILIM...
Başına gelen felâketin ne olduğunu anlama konusunda küçümsenmeyecek bir mesafe katetti bu ülkenin çocukları bu iki asırlık süreçte: Özellikle
Meşrûtiyet süreçlerinde bugün bile ulaşamadığımız dikkate değer bir fikrî birikim geliştirildi.
Çaplı devlet adamları, fikir adamları yetiştirildi
: Hem üzerimize üzerimize gelen
Avrupa'yla hesaplaşıldı
hem de başımıza gelen felâketin niçin ve nasıl geldiğinin, bu felâketin nasıl üstesinden gelinebileceğinin muhasebesi yapıldı iyi-kötü.
Ahmet Cevdet Paşa, Said Halim Paşa gibi çaplı devlet adamları; Namık Kemal, İbnülemin, Filibeli Ahmet Hilmi, Babanzade Naim, Mustafa Sabri Efendi, Kevserî, Akif, Bediüzzaman, Baha Tevfik, Elmalılı Hamdi, İzmirli Hakkı, Abdülhak Hamit, Muallim Naci gibi
ilim, fikir ve sanat adamları geleceğimizi kuracak bir külliyat inşa ettiler.
MEDENİYET DEĞİŞTİRME SERÜVENİ VE EŞİĞİNE SÜRÜKLENDİĞİMİZ ÇIKMAZ SOKAK
Tam da yapılan muhasebenin sonuçlarının devşirileceği, Meşrûtiyet süreçlerinde ortaya konan külliyatın önümüzü açacak bir yol haritasını nasıl çıkarabileceğimiz yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatacağımız bir süreçte,
devrimlerle birlikte medeniyet iddialarımızı terkettiğimizi ilan ettik dünya âleme: Tarih yapmış, tarihin akışını değiştirmiş bir toplumun intiharı demekti bu!
Fuad Köprülü, Adnan Adıvar, Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Hilmi Ziya Ülken, Ziya Gökalp, Celal Nuri, Fındıkoğlu gibi Cumhuriyet döneminin fikir ve sanat hayatının temellerini atan
öncü isimler, Meşrûtiyet'in çocuklarıydı...
Ama arkası gelmedi. Gelemezdi; bu mümkün değildi; çünkü yaşadığımız
medeniyet değiştirme serüveni, Meşrûtiyetlerde dikilen bütün ağaçları budadı, çınarların kökünü kuruttu, tarih bilincimizi linç etti...
Sonuçta, Türkiye, yörüngesini yitirdi...
Medeniyet dinamiklerini inkâr eden bir toplumun yörüngesini yitirmesi, başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenmesi önlenemezdi...
Meşrûtiyetlerin üretken fikir ve sanat ortamının ürünü Yakup Kadri'nin başını çektiği büyük romancılar kuşağının ürünleri ve Tanpınar'ın, Peyami Safa'nın, Kemal Tahir'in devam ettirdiği, sonraki kuşakta Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Atilla İlhan, İdris Küçükömer, Cemil Meriç ve Nuri Pakdil'in yeni ufuklara taşıdıkları fikir ve sanat adamlarının eserleri,
medeniyet dinamiklerini inkâr eden ve yörüngesini yitiren Türkiye'nin nasıl bir yabancılaşmanın, savrulmanın ve yokoluş felâketinin eşiğine sürüklendiğini resmetti.
TÜRK ŞİİRİNİ KOMAYA SOKAN “GARİP” İŞLER...
Bu serüvenle,
düşe-kalka yol almaya çalıştık ama sonuçta bütün varoluş damarlarımızı kuruttuk.
Bunun en güzel ama ürpertici örneği
Garip Şiiri ve İkinci Yeni Şiiri'ydi.
Birinci Yeni
, adı üstünde, “
garip
” bir şiirdi:
Çapsızdı. Kısırdı. Evsizdi.
Bir alev gibi parladı, söndü gitti.
Biraz Garip Şiiri'nden ders alarak doğan
İkinci Yeni Şiiri'nde bir çap vardı ama ruhsuzdu.
Yunus gibi, Fuzûlî gibi, Bâkî gibi, Nabî gib, Şeyh Galip gibi muazzam şairlerin gergef gibi ördükleri, irfan geleneğimizin derûnî pınarlarından kana kana içerek şiir medeniyetine dönüştürdükleri
medeniyetimizin şiir damarını kuruttu İkinci Yeni: Şiirimizin sentaksına, semantiğine ölümcül bir darbe vurdu; şiirimiz nefesini, diriltici sesini yitirdi: Komada şimdi.
YAKALANAN AMA KURUYAN DAMAR...
Necip Fazıl'ın
açtığı kulvardan yürüyen
Sezai Karakoç'un, Cahit Zarifoğlu'nun şiiri
ve şiirimizde, fikir hayatımızda kendine özgü bir yol açan
İsmet Özel'in şiiri, Türk şiirinde muazzam bir kıvılcım çaktı, kalıcı izler bıraktı ama medeniyetimizin ruh köklerinden beslenen bu şiir damarı tıkandı,
ne yazık ki. Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu ve İsmet Özel çapında büyük şairler, kurucu, yol açıcı şairler çıkaramıyor çünkü.
Bu damar açılabilirse, kaynak'la muhkem irtibatlar kurulabilirse, şiirimiz canlanabilir yeniden; hakikat'ten beslenerek yörüngesine kavuşabilir ve önümüzü açabilir.
Bunun tek şartı var: Derin nefes alarak hem bizim medeniyet birikimimizi ve ruhumuzu özümseyen hem de başka dünyalarla verimli temaslar kurabilen ve bize derin nefes üfleyebilecek güçlü, köklü, özgün bir ilim ve fikir hayatının inşası.
ÇİLELİ AMA DİRİLTİCİ BİR RUH ATILIMI OLMADAN ASLÂ!
Hayatın her alanını sulayacak kuşatıcı bir ruh atılımı demektir bu da.
Dalga-kıracak ve dalga-kuracak çapta bir ruh atılımından sözediyorum.
Hafızasını yitirmiş, medeniyet değiştirme aymazlığı sergilemiş, bu nedenle de özgüvenini yitirmiş bir ülkenin çocuklarıyız...
Bizim yeniden özgüven tesis etmemiz gerekiyor. Siyasa'ya ve piyasa'ya değil hakikat'e odaklanacak,
ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına çıkacak
, pergelin sabit ayağını hakikate basacak, hareketli ayağıyla bütün dünyalara açılacak, bu dünyada yaşayacak ama bu dünyayı yaşamayacak bir öncü kuşak yetiştirebilirsek, hem özgüvenimize kavuşmamız hem de sığlığa prim vermeden yürümemiz imkân dâhiline girebilir.
Gazâlî'yi, Râzî'leri, Cürcanî'leri, İbn Arabî'yi, İmam Rabbânî'yi, Sinan'ı, Itrî'yi, Yunus'u, Şeyh Galip'i özümseyen, tartışan; Batı düşüncesinin de Doğu düşünce geleneklerinin de kurucu düşünürlerini, yönelimlerini iyi bilen bu öncü kuşağı yetiştirebilir ve
ilim, irfan, hikmet ırmaklarını yeniden, taze bir ruhla gürül gürül akıtabilirsek
,
işte o zaman kuruyan damarları açacak, budanan ağaçları yeşertecek dalga-kıracak ve dalga-kuracak bir ruh atılımına soyunmaya başlayabiliriz...
Vesselâm.
Türkiye’yi vurmak için bahane arayacaklar... Teyakkuz ve tedbir şart!
Yusuf Kaplan
24/03/2017 Cuma
Önce Fransa'da ortalık karıştı. Ardından Londra'da bir saldırı olayı yaşandı. Son olarak Belçika'da bir taşıt AVM'ye daldı...
Bütün bunların bir anlamı var: Batılılar için, hem
İslamofobinin tırmandırılması
hem de
Türkiye'nin “hedefe konulması” için bahane
olacak bunlar!
Referandumda kritik eşiğe girildi...
Özellikle
son iki hafta
bütün Türkiye, devletiyle, milletiyle, teyakkuzda olmalı, her tür seçeneği ve ihtimali gözönünde bulundurarak gerekli önlemler alınmalı.
TÜNEL'İN UCU GÖRÜNDÜ...
Türkiye, yaklaşık iki asırlık prangalarından kurtulma mücadelesi veriyor... 16 Nisan bu süreçte bir kilometre taşı işlevi görecek.
Türkiye, artık Londra'dan, Washington'dan, Telaviv'den veya Brüksel'den gelen “komutlara göre” hareket eden bir “robot” olmaktan kurtulacak...
Gelinen noktada mesele,
parti meselesini çoktan aştı: Türkiye'nin kendi iradesiyle karar alıp vereceği, kendi iradesiyle hattı harekâtını belirleyeceği hayatî bir noktaya ulaştı.
Şu gerçeği görelim artık:
Bu ülkede iki asırdır ipler bu ülkenin hâs çocuklarının elinde değil.
Ekonomide değil, hâriciyede değil, kültür dünyasında değil, eğitim ve medya dünyasında değil!
İşte referandum-sonrası süreç, her bakımdan Türkiye'nin zincirlerini kıracağı
, hem kendi geleceğini hem de bölgenin geleceğini yeniden kurabilecek uzun, zorlu ama bizim yeniden tarih yapmamızı mümkün kılacak
tarihî bir yolculuğa soyunacağı bir tünelden çıkış yolculuğu olacak
Allah'ın izni ve keremiyle...
Artık şu kesin:
Türkiye için tünelin ucu göründü...
ABD, YAHUDİLERDEN KURTULMA SAVAŞI VERİYOR...
Amerika'da her şeye Yahudiler hâkim
: Ekonomiye, akademiye, kültür endüstrisine, Silikon Vadisi'ne, istihbarat teşkilatına, Pentagon'a, silah endüstrisine... her şeye.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
Amerika'yı “işgal eden” Yahudi gücü, Amerika'yı tam bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükledi!
Amerika, hem Yahudi işgalinden kurtulma hem de parçalanma tehlikesini yok etme savaşı veriyor şimdi...
ÇANLAR, BRÜKSEL YANİ ALMANYA İÇİN ÇALIYOR!
Avrupa, daha kurulmadan dağılma sinyalleri vermeye başladı bile.
Çanlar Brüksel yani Almanya için çalıyor!
Avrupa, yüzyıl önceki konumuna yuvarlanıyor...
Irkçılık, faşizm, yabancı düşmanlığı, İslâm düşmanlığı,
Avrupa Birliği hayalini hayalete dönüştürecek...
RUSYA, ÇOK BİLİNMELEYENLİ BİR DENKLEM KURARAK GELİYOR...
Bu arada Çin ekonomik olarak büyüyor ama büyük sorunlarla boğuşuyor.
Rusya, bir anda büyük stratejik ataklar yapmaya başladı
. Bir yandan
Türkiye'yle stratejik ilişkilerini derinleştiriyor ama
öte yandan da tıpkı AB gibi, tıpkı ABD gibi
Türkiye'nin altını oyan terör örgütleriyle dans ediyor!
Rusya'yla ilişkilerimizi koparmayacağız ama
Rusya'nın Batı'yla özellikle de ABD'yle birlikte hareket ettiği
, iki ülkenin de buna şiddetle ihtiyaç duyduğu gerçeğini aslâ gözardı etmeyeceğiz.
İNGİLİZLER, STRATEJİK HARİTALARI YENİDEN ÇİZİYOR...
Bu arada asıl gelen ülke,
derinden ve sessizce ilerleyen güç, “çakal” İngiltere!
İki asır önce kurdukları düzeni yeniden yeniliyor, bir yandan terör örgütlerini örgütlüyor öte yandan da Avrupa'yı, Çin'i markaja alıyor Kraliçe'nin ülkesi.
En önemlisi de Balkanlar, Kafkaslar ve özellikle de
Arap dünyasının stratejik haritalarını bizim üzerimizden, güneyimizden yeniden çiziyor İngilizler!
İngilizlere karşı da, AB'ye karşı da, ABD'ye karşı da, Rusya'ya karşı da dikkatli olmalı, uzun vadeli stratejik planlamalar yapmalıyız.
Emperyalist bunlar çünkü!
DİK DURMALIYIZ AMA DİKKATLİ OLMALIYIZ!
Özetle:
Dünyanın 50-100 yıllık geleceğini 3 ülke şekillendireceğe benziyor: İngilizler, Ruslar ve Türkiye.
Tabiî Türkiye'nin hem büyük hatalar yapmaması, tuzaklara karşı dikkatli olması ve uzun vadeli stratejik hedefler belirlemesi şart.
Türkiye'nin yeniden gelişi önlenemez bir yola girdiği içindir ki, Türkiye hedef tahtasına yatırılıyor... Dik durmamız ama dikkatli olmamız gerekiyor...
MİLLÎ İRADE NÖBETLERİ YENİDEN BAŞLATILMALI
Özellikle
Londra'daki saldırı hiç hayra alamet değil!
İngiltere Başbakanı May, Londra'daki saldırganın İngiltere doğumlu olduğunu açıkladı.
Hemen ardındansa, DEAŞ, saldırıyı üstlendiğini ilan etti.
Bu ne anlama geliyor peki?
İngilizler başka tezgâhların altyapısını oluşturuyor olabilirler!
Her tür darbe ve saldırı girişimine karşı, sivil toplum kuruluşları, belediyeler ve parti teşkilatları seferber olmalı, referandum atmosferi eşliğinde yeniden millî irade nöbetleri başlatılmalı.
Tabii bu arada gerekli güvenlik önlemleri de azamî ölçüde artırılmalı.
Panik havası oluşturulmamalı
elbette. Ama her tür tezgâha karşı zarûrî tedbirlerin alınması konusunda rehavete de kapılınmamalı!
Şunu aslâ unutmayacağız: 16 Nisan'a kadar Türkiye'yi rahat bırakmayacaklar!
Vesselâm
.Dünyanın 50 yılını İngiltere, Rusya ve Türkiye şekillendirecek...
Yusuf Kaplan
26/03/2017 Pazar
Batı uygarlığı, Atina'da kuruldu, İskenderiye'de dağıldı, Roma'da toparlandı ve Londra'da yeniden kuruldu.
En az üç asırdır, Batılıların kurdukları ve yön verdikleri bir “dünya”da yaşıyoruz.
Şu an, İngilizlerin Sanayi Devrimleriyle birlikte kurdukları, “Batılı dünya”nın “içindeyiz” hepimiz. Bilimsel Devrim, Aydınlanma Devrimleri, Siyasî Devrimler, İngilizlerin Sanayi Devrimleriyle nihâî noktasına ulaştı.
Önümüzdeki 50-100 yıllık süreçte dünyanın geleceğini, üç aktör şekillendirecek gibi görünüyor: İngilizler, Ruslar ve Türkiye.
Üç aktör de
bilfiil olmasa da bilkuvve dünyanın geleceğini şekillendirebilecek
tarihî, kültürel, ekonomik, siyasî ve stratejik potansiyele sahip yegâne aktör olduklarını şu ya da bu şekilde gösterdiler.
GÜCÜ KUTSAYAN KAPİTALİST SİSTEM, DÜNYAYA KAN KUSTURUYOR...
İngilizler, son iki asırdır, Yahudilerle birlikte gerçekleştirdikleri küresel kapitalist düzenin kurucuları.
Yeni boyutlar kazansa da
cârî apitalist küresel düzenin kodlarını İngilizler belirlediler, Şark Meselesi gibi asırlık büyük stratejileri İngilizler geliştirdiler.
Ancak İngilizlerin yaklaşık bir buçuk asır önce son şeklini verdikleri
kapitalist küresel düzen büyük sorunlarla malul.
İngilizlerin Sanayi Devrimi'yle birlikte yaklaşık iki asır önce geliştirdikleri “
homo-ekonomicus” / “ekonomik-insan” modeli, kapitalist küresel sistemin hem hızla köksalmasında hem de hızla kendi kuyusunu kazmasında belirleyici rol oynadı.
Gücü kutsayan, “sosyal Darwinizm”e dayanan kapitalist sistem, emperyalistleşti, dünyayı cehenneme çevirdi
: Dünyanın bütün medeniyetlerinin felsefî, kültürel ve tarihî dinamiklerini yerle bir etti: Dünyayı kendisine bezmeye icbar etti:
Varolabilmenin yegâne şartı, sürgit makinalaşan, ruhsuzlaşan kapitalist güce, bu gücün her şeyi yerle bir eden ruhsuz “ilerleme / kalkınma” modeline boyun eğmekten geçiyordu!
KAPİTALİST SİSTEM, TARİHÎ GÜÇLERİ UYUTUYOR VE YUTUYOR...
Japonya, Çin, Hindistan, Rusya, Arjantin, Brezilya, İran ve Türkiye bu kapitalist kodlar üzerinden varlıklarını idame ettirmekten başka yolları olmadığını anlamışlardı.
Mesele, İngilizlerin Yahudilerle birlikte kurdukları, acımasız kapitalist sistemin saldırısına direnmekti: Bunun yolu da kapitalist kodları, modelleri benimsemekten geçiyordu!
Böylelikle Sovyetler çöktü...
İnsanlık, ruhsuz bir güç yarışının cehennemine sürüklendi...
Japonya, Çin, Hindistan, Latin Amerika ülkeleri ve Türkiye bu cendereden çıkış yolu olmadığına hükmettiler.
Japonya hızla kapitalistleşti ve ruhunu yitirdi: Şu an canlı cenazeye dönüştü.
Aynı yola diğer “yükselen ekonomiler” de girdi:
Görünüşte ayartıcı ama gerçekte tam bir çıkmaz sokaktı bu ruhsuz güç yarışı!
Soru şu
burada:
Bu acımasız, ruhsuz güç yarışında mesafe kateden Çin, Rusya, Hindistan gibi ülkeler, gerçekten toparlanacak mıydı; yoksa kendi yokoluşlarının, kapitalist sistem tarafından uyutuluşlarının ve yutuluşlarının hızlanma sürecini mi tırmandıracaklardı?
İngilizlerin ekonomi-politik devrimle ve “homo-ekonomicus” modeliyle nihâî şeklini verdikleri
kapitalist küresel sistem, dünyanın büyük tarihî medeniyetlerini buharlaştırmaya yarıyor yalnızca.
Çin, ekonomik olarak güçlenecek ama insanlığa bir medeniyet fikri sunamayacak...
Aynı şey Japonya, Hindistan, Latin Amerika ülkeleri için de geçerli.
MEDENİYET FİKRİNİ YALNIZCA BİZ SUNABİLİRİZ DÜNYAYA...
Rusya'nın ve Türkiye'nin durumları biraz farklı bu noktada.
Rusya, sadece ekonomik güç olarak değil siyasî ve stratejik bir güç olarak geliyor...
Türkiye ise, ekonomisini büyütmenin ötesinde tarihî, kültürel ve medeniyet dinamiklerini harekete geçirerek bölgesel ve küresel ölçekte mevzi kazanıyor...
İşte
Almanlar
öncelikle
Türkiye'nin ekonomik güç olarak büyümesinin kendilerine darbe vuracağını bildikleri için Türkiye'ye stratejik, ekonomik ve siyasî bir savaş açtılar
.
İngilizler
ise, Fas'tan Malezya'ya kadar uzanan -aslında dünyanın merkez coğrafyası demek olan- İslâm dünyasının iki asırlık sorunlarını da, sınırlarını da kendileri belirledikleri için, özelde bölgede, genelde küresel ölçekte kendi kurdukları
kapitalist küresel sisteme asıl darbeyi vuracak aktörün yalnızca Türkiye olduğunu çok iyi biliyorlar.
İngilizler bir yandan Avrupa'da Almanya'ya, öte yandan da Amerika'da ve küresel ölçekte Yahudi gücüne darbe vurma savaşı verirken, asıl hesabın Türkiye ile görüleceğinin bilincindeler.
Bizim farkında olmadığımız kadar bizim derin tarihî, kültürel ve medeniyet gücümüzün farkındalar İngilizler.
DİKKAT: “DEV” UYANMASIN DİYE BİZE YANAŞACAK İNGİLİZLER!
Bize yanaşacak İngilizler: Önce kimyamızı bozmaya, böylelikle Türkiye'yi seküler yörüngesinden koparmamaya çalışacaklar. Sonra da Türkiye'nin tarihî, kültürel ve medeniyet dinamiklerini buharlaştırma savaşı verecekler.
Bölgeyi, çeyrek asırdır, terör örgütleri üzerinden İngilizler şekillendiriyor. İngilizlerin kısa vadedeki amaçları enerji, doğal gaz ve petrol yataklarını kontrol etmek.
Ama
İngilizlerin asıl amaçları, Türkiye'nin seküler / laik Batılı yörüngeden çıkmaması ve dolayısıyla medeniyet iddialarını kuşanmaması!
Eğer Türkiye laik yörüngeden çıkarsa, medeniyet iddialarıyla donanmaya başlarsa, dinamik denge stratejisi izleyerek önce dalga-kırar, sonra da dalga-kuracak bir medeniyet yolculuğuna çıkar...
Böylelikle,
Toynbee'nin ifadesiyle, “dev uyanır; dev uyanırsa, kimse duramaz karşısında!”
Tarih felsefesi nosyonuna sahip derinlikli bir entelijansiyamız olmadığı için bu yakıcı gerçeği göremiyoruz, ne yazık ki!
Sonuç olarak:
Türkiye bir yandan ekonomik büyümesini sürdürecek, ekonomik büyümenin arızalarını “manevî” (fikrî, kültürel, estetik ve rûhî) dinamiklerle tedavi edecek; öte yandan da bölgesel ve küresel güçlerle dinamik denge stratejileri geliştirerek toparlanacak...
Ve eğer 10 yılda 100 yılın tohumlarını edebilirsek, öncelikle bölgeyi -Balkanlar, Kafkaslar ve Arap dünyasını- yeniden toparlayacak uzun, yorucu ve tarihi yeniden kurucu bir medeniyet yolculuğuna soyunacak Türkiye Allah'ın izni ve keremiyle...
O yüzden
iyi hazırlanmalı, büyük hatalar yapmamalı, tuzaklara karşı dikkatli olmalıyız
, diyorum. Vesselam.Önümüzü açacak öncü kuşak için 100 Kitaplık Okuma Listesi-2. Aşama
Yusuf Kaplan
27/03/2017 Pazartesi
Türkiye'de pozitivist, ezberci, yetenek öğüten sömürgeci bir eğitim sistemi var. Oysa bütün toplumlar, kendi medeniyet dinamikleri çerçevesinde eğitim sistemlerini kurarlar.
Türkiye'de yaşadığımız medeniyet değiştirme serüveni, bizim medeniyet iddialarımızı önce inkâr etmemizle, sonra da yok etmeye kalkışmamızla sonuçlandı.
Bunun yıkıcı sonuçlarını bir asırdır yaşıyoruz iliklerimize kadar...
Eğitim sistemi çöktü...
Medya rejimi, çocuklarımızı mankurtlaştırıyor...
Kültür, sanat ve fikir hayatımız, kendi medeniyet iddialarımızı ve ruhumuzu yok saydığı için, dolayısıyla ruh köklerini yitirdiği için
dünya çapında büyük atılımlara imza atamıyor.
Böyle gitmez.
Hele de
dünyanın yeni bir medeniyet fikrine şiddetle ihtiyaç hissettiği
bir zaman diliminde
önümüzü açacak, çağrısı çağrını kuracak, başka çağrılara ve çağlara açılacak bir eğitim sistemi, medya rejimi, kültür, sanat ve fikir hayatı inşa etmemiz şart.
DERT'TEN SONRA DERS BAŞLIYOR...
Tam da bu nedenlerle, bendeniz, önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştirecek,
bize yeni Gazâlî'ler, İbn Arabî'ler, İmam Rabbânî'ler, Yunus'lar, Sinan'lar, Itrî'ler... armağan edecek, insanlığın birikimini özümseyerek ve vahyin filtresinden geçirerek kendine maledecek
fikriyat ve medeniyet yolculuğunun yapıtaşlarını döşeyecek 100 Kitaplık Okuma Listesi hazırladım.
Birkaç ay önce bu listenin ilk aşamasını yayımladım burada. Bu
ilk liste, insanları, ders'ten önce dert sahibi yapacak, belli bir zihnî donanıma ve bilince ulaştıracak bir listeydi.
Sadece Türkiye'de değil Japonya'dan Avrupa ülkelerine ve Amerika'ya kadar yoğun ilgi gördü:
İnsanlar gerek kendi başlarına, gerekse gruplar hâlinde okuma programları oluşturdular.
Şimdi, dert'ten sonra ders başlıyor...
Bu yazıda İkinci Aşama Okuma Listesi'ni sizlerle paylaşıyorum.
İkinci Aşama'da İslâm'ın, İslâm'ı idrak yöntemlerinin bütün yönleriyle öğrenilmesine yoğunlaşıyoruz
.
Bu arada zihin açıcı, düşünmeye-kışkırtıcı ilginç kitaplar da var listede.
Bu listenin
21'den 40'a kadar
olan kitapları
sırayla
okunacak.
2. Aşama listesinde önemli bir yenilik yaptım:
Referans Kitaplar, Sözlükler ve Kavram-Terim Sözlükleri
ekledim: Bu kitaplar,
sırayla değil, zaman zaman, döne döne okunacak
; 40. Kitap tamamlandığında bu kitaplar da tamamlanmış olacak.
Sonraki aşamalarda, medeniyetler tarihi, düşünce tarihi, tarih felsefesi, estetik, sanat metinleri okunacak...
65. Kitap'tan itibarense kurucu, ana metinlere yoğunlaşılacak Arapça, İngilizce ve tabiî Türkçelerinden...
İKİNCİ AŞ
AMA OKUMA L
İ
STES
İ
21-Okulsuz Toplum-Ivan Illich-Birey Toplum Yayınları.
22-Türkiye'nin Maarif Davası-Nurettin Topçu-Dergâh Yayınları.
***
23-İslâm Kültür Atlası-İsmail Faruki-İnkılab (“Rehber” kitap bu: Liste bitince 2. kez okunacak)
24-İslâm Tarihi-3 cilt-Filibeli Ahmet Hilmi ve Ziya Nur Aksun-Ötüken Yayınları
25-Kur'ân-ı Kerîm Işığında Hz. Muhammed Mustafa (sav)-2 cilt-Osman Nuri Topbaş-Erkam Y.
***
26-Mızraklı İlmihal-Semerkand Yayınları
27-Komünist Manifesto-Marx & Engels.
***
28-İlm-i Hâl-S. Ahmet Arvâsî
29-Tefsir Usûlü ve Tarihi-Ömer Çelik-Erkam Yayınları
30-Sünneti Anlamada Yöntem-Yusuf el-Karadavî
31-Çöle İnen Nur-Necip Fazıl Kısakürek
32-Fıkıh Usûlü-Vehbi Zuhayli-Risale Yayınları
33-Tasavvuf-William Chittick-İz Yayıncılık
34-Kelâma Giriş-U. Murat Kılavuz-A. Saim Kılavuz-İSAM Yayınları
***
35-İslâm'ın Vizyonu-William Chittick-İnsan Yayınları
36-Yoldaki İşaretler-Seyyid Kutup
37-İslâm Düşüncesi-Muhammed İkbal-Külliyat Yayınları
38-40-Çağ ve İlham-I-II-III-Sezai Karakoç-Diriliş Yayınları
İKİNCİ AŞ
AMA'DA BA
Ş
VURULACAK-REFERANS K
İTAPLAR
1-Kur'ân-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm-3 cilt-Hasan Basri Çantay
2-Riyâzü's-Sâlihîn-3 cilt-İmam Nevevî
3-Büyük İslâm İlmihâli-Ömer Nasuhi Bilmen
İKİNCİ AŞ
AMA'DA BA
ŞVURULACAK-SÖZL
ÜKLER
1-Osmanlıca Türkçe Ansiklopedik Lûgat-Ferit Develioğlu
2-Misalli Türkçe Sözlük-Ayverdi-3 cilt
3-Büyük Türkçe Sözlük-Mehmet Doğan.
İKİNCİ AŞ
AMA'DA BA
Ş
VURULACAK-KAVRAM-TER
İM SÖZL
ÜKLER
İ
1-Kur'ân Sözlüğü-John Penrice-İşaret Yayınları
2-Kur'ân Terimleri Sözlüğü-Mukatil b. Süleyman-İşaret Yayınları
3-Arap Dili'nde ve Kur'ân'da Farklar Sözlüğü-Ebû Hilâl el-Askerî-İşaret Yayınları
4-Kelimeler Arasındaki Farklar-İsmail Hakkı Bursevî-İşaret Yayınları.
5-Tarifat-Cürcanî-Litera Yayıncılık.
6-Müfredat-Kur'ân Istılahları Sözlüğü-Râğıb el-Isfehânî-Pınar / Çıra Yayınları.
4 KURŞUN KALEMLE
OKUMA Y
Ö
NTEM
İ
Kitaplar,
mutlaka 4 Kurşun Kalem'le okunacak
.
1-
Yeşil Kalem'le:
Kilit
kavramların
altı çizilecek.
2-
Kırmızı Kalem'le: Önemli satırların
altı çizilecek.
3-
Mavi Kalem'le
: Atlanmayacak yerler işaretlenecek veya gerekirse çizilecek HAFİFÇE
4-
Siyah Kurşun Kalem'le:
Kitab'ın sayfalarının sağ ve sol kenarlarına notlar alınacak, başlıklar çıkarılacak, kavramlaştırmalar yapılacak ve ÜST BOŞLUKLARA EN ÖNEMLİ CÜMLE YAZILACAK...
Okunan kitabın Birinci Bölüm'ü bitince, sırasıyla:
1-Önce yeşil kalemle çizilen yerler / kavramlar hızla okunacak...
2-Kırmızı kalemle çizilen satırlar okunacak...
3-Sayfaların üst taraflarına yazılan cümleler okunacak...
Bu üç işlemden sonra Kitabın İKİNCİ BÖLÜM'ÜNE GEÇİLECEK...
Bu okumaları, arkadaşlarla birlikte yapıyorum İstanbul'da değişik yerlerde:
Esenler'de Kültür Merkezi'nde, Gazanferağa Medresesi'nde, Balaban Tekkesi'nde ve Sabahattin Zaim Üniversitesi'nde.
ÖNÜMÜZÜ AÇACAK ÖNCÜ KUŞAĞIN GELİŞİNİ GÖRÜYORUM...
Amacım yalnızca kitap okutmak değil; ruh kazandırmak. Mevcut eğitim sisteminin, fikir, sanat, kültür ve medya rejiminin genç kuşaklarımızı nasıl öldürdüğünü ve önümüzü açacak öncü kuşakların nasıl yetiştirilebileceğini göstermek...
Buradan şu kadarını söyleyeyim:
Birlikte okuma/ ders yaptığımız arkadaşlar, çok iyi yetişiyorlar...
100 Kitaplık Okuma Listesi tamamlandığında, genelden özele doğru pedagojik bir yöntemle geliştirdiğim
bu okuma/ kendini yetiştirme yöntemini uygulayan parlak arkadaşlardan önümüzü açacak öncü bir kuşağın temsilcileri yetişmiş olacak
biiznillah...
Bu arkadaşların adım adım gelişini görüyorum...
1984 yılından itibaren bu öncü kuşağın yetişmesi için gecesini gündüz yapan, sabah namazından önce uyumayan, ülkemizin, medeniyet coğrafyamızın ve hakikate gebe insanlığın yükünü omuzlarında taşıma şuuruyla nefes alıp veren bir âciz kul olarak
önümüzü açacak bu öncü kuşakların gelişini görüyor ve Allah'a (cc) şükrediyorum.
Herkese zihin açıcı “okumala
.Avrupa’nın bilinçaltı patladı: Haçlı ruhu hortladı!
Yusuf Kaplan
2/04/2017 Pazar
Avrupa'da din bitti, Hıristiyanlık büyük darbe yedi ve hayattan çekildi.
Avrupa'da tek din var artık; hem varlığını her geçen gün daha da hissettiren hem de Avrupa toplumlarında her şeye rağmen hızla yayılan ve büyüyen tek din: İslâm.
Son bir kaç yıldır Avrupa ile Türkiye arasında yaşanan gerilimlerin gerisinde -Avrupalılar açısından- bu iki “ürpertici” olgu var.
İSLÂM DÜŞMANLIĞININ TIRMANDIRILMASI, HAÇLI RUHUNUN HORTLATILMASI!
Avrupalılar hem
Avrupa'da yok olan Hıristiyanlığı diriltmek
için hem de
yükselen İslâm'ın önüne set çekmek için iki tehlikeli yola başvuruyorlar:
Birincisi, İslâm düşmanlığının hızla tırmandırılması...
İkincisi de,
İslâm düşmanlığını tırmandıracak yegâne itici güç olarak
ulusal duyguların, sağcı-muhafazakârlığın, aşırı milliyetçi duyarlıkların kışkırtılması, böylelikle faşizmin önünün alabildiğine açılması...
Bütün bunları
bilinçli, sistemli ve programlı bir şekilde hayata geçiriyor belli başlı Avrupa devletleri
. Bundan hiç kuşkunuz olmasın.
İslâm'ın canavarlaştırılarak önünün kesilmeye çalışılmasına ve ırkçı, faşist yönelimlerin kışkırtılmasına Avrupalıların ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiklerini
hatırlatmak istiyorum altını kalın harflerle çizerek.
AVRUPA ÇATIRDARKEN...
Avrupa dağılıyor çünkü...
Sadece Avrupa Birliği projesinin dağılmasından sözetmiyorum burada.
Aynı zamanda Avrupa, Avrupa'yı ayakta tutacak felsefî, dînî, sosyolojik ve ahlâkî temellerinin yerle bir olduğunu çok iyi görüyor. O yüzden
Avrupa uygarlığını ayakta tutacak, bir arada tutacak köklü bir temel arayışı içine giriyor.
Felsefî temellerin çatırdadığı, kültürel dinamiklerin buharlaştığı, birleştirici bir kaynak olarak Hıristiyanlığın çöktüğü, ahlâkın bittiği, sosyal hayatın yerle bir olduğu.. bir
Avrupa, varlığını bile sürdürmekte zorlanacak ve zamanla Avrupalı ulus devletler birbirlerinin altını oymaya, hatta boğazına çökmeye başlayacaklar...
Bunun en çarpıcı örneğini
İngiltere'nin Brexit'le AB'den ayrılma kararı
ve
2008 ekonomik krizinin Avrupa'ya, özellikle de Almanya'ya nasıl büyük darbe vurduğu
gerçeği gözler önüne sermeye yetiyor olsa gerek.
Şu kesin:
Avrupa'nın krizi çok derin. Bu krizi örtmeye, bastırmaya, gözardı etmeye çalıştılar şimdiye kadar ama başaramadılar.
Hem felsefî hem de ekonomik, ahlâkî ve sosyal çöküşle başa çıkamayacaklarını anladıkları, birbirlerinin kuyularını kazmaya başladıklarını gördükleri ândan itibaren
Avrupa'da alarm sinyalleri çalıyor...
TÜRKİYE, AVRUPA'NIN TARİHÎ VE KÜLTÜREL BİLİNÇALTINI PATLATTI!
Öte yandan belli başlı kurucu
Avrupa ülkelerinin 15 Temmuz saldırısının başarıya ulaşamamasından duydukları şoku hâlâ atlatamamaları, Avrupa güçlerinin Türkiye'yi açıkça hedef tahtasına koymalarına yetti.
Türkiye'nin hedef tahtasına yerleştirilmesi, Türkiye'deki referandumdan belli başlı Avrupa ülkelerinin hem de İslâmî semboller üzerinden “hayır” kampanyalarına destek vermeleri, terör örgütlerinin önünü sonuna kadar açmaları, İsviçre Parlamentosu'nun yanıbaşında terör örgütlerinin düzenledikleri gösteride açık açık
“Kill Erdoğan / Erdoğan'ı Öldürün!” pankartının asılması, Avrupalıların Türkiye'nin yükselişinden ve gelişinden duyduğu şokun yansımaları.
Gelinen noktada şunu söyleyebiliriz rahatlıkla:
Türkiye, Avrupa'nın tarihî ve kültürel bilinçaltını patlattı!
İşte tam bu noktada Vatikan devreye girdi. Vatikan da Avrupalıların genlerine işleyen Haçlı ruhunu hortlattı!
AVRUPA'NIN ÜZERİNDE KARA BULUTLAR DOLAŞIYOR, TÜRKİYE'NİN ÖNÜ AÇILIYOR...
Freud'ün
deyişiyle
bastırılan geri dönmüştü
. Ama bir farkla: Modernlikle, seküler, pagan hayat-dünya tasavvuruyla
bastırılan Hıristiyan Haçlı ruhu, bu kez “fırlama” bir şekilde geri dönmüş oldu!
Düşünsenize: Avrupa, geleceğini teminat altına almak için iki iğrenç yönteme sarılıyor mal bulmuş mağribi gibi:
İslâm düşmanlığının ve nefretinin kontrolden çıkacak ölçüde azdırılması ve faşizmin önünün sonuna kadar açılması...
Sözün özü:
Avrupa, fosilleşmiş, ruhsuz tarihî ve kültürel bilinçaltını patlatmakla ve Haçlı ruhunu hortlatmakla hem dünyaya söyleyecek bir şeyi olmadığını hem de çıkarları için her tür barbarlığı harekete geçirmekten çekinmeyeceği mesajını veriyor.
Bu, yaşlı kıtanın bitişinin ilanı, sonunun başlangıcı demek.
Ortada bir cenaze var, kaldırılmayı bekleyen
: Avrupa'nın üzerinde bir kez daha karabulutlar dolaşıyor
Marx ve Engels'in
iki asır önce dikkat çektikleri gibi.
Ama bu kez,
bu karabulutlar, Avrupa'nın çok büyük felâketlerin eşiğine sürüklenmesini ve tarihten çekilmesini haber veren fırtınaların habercisi gibi...
Çünkü Avrupa'nın çarpık bir şekilde patlayan tarihî bilinçaltı ve fırlama bir şekilde hortlayan Haçlı ruhu, Avrupa'ya çok pahalıya patlayacak...
Türkiye'nin, toparlanacağı ve bölgenin geleceğini yeniden şekillendireceği çok önemli tarihî bir imkân açıldı önünde
: Bu imkânı değerlendirmenin yollarını bulmak zorundayız ve bulacağız da Allah'ın izniyle...
Vesselâm.Türkiye’nin Batı’yı rahatsız eden tarihî seçimi, asimetrik savaş ve teyakkuz
Yusuf Kaplan
3/04/2017 Pazartesi
Türkiye, tarihinin en kritik “seçim”lerinden birine hazırlanıyor...
Sadece bir referandum değil Türkiye'nin geleceğinin kararlaştırılacağı bir “seçim” bu.
Devlet egemenliğinin yerini millet egemenliğinin alacağı, Türkiye'nin iki asırlık belirsizlikler, gelgitler, savruluşlar, yokoluşlar tarihinin son bulacağı, sonun başlangıcı olacak bir seçimden söz ediyoruz.
MİLLETİN DEVLETİ'NE DOĞRU...
Hiç abartısız söylüyorum:
Halk iradesi, ülkenin kaderine her bakımdan ilk kez yön verecek...
Halk, ilk kez özneleşecek...
Dolayısıyla
Türkiye, kendi geleceğini kendisi belirleyecek: Batılıların ve içerdeki uzantılarının bizi mahkûm ettikleri prangalarından kurtulacak...
İşte bu açıdan tarihî bir seçim yapacak halkımız: Türkiye, ancak bundan sonra ekonomide, hâriciyede, kültürde, medyada, bütün sivil ve askerî bürokraside kendisi karar alıp kendisi karar verecek...
Türkiye'nin istiklâl ve istikbal mücadelesi bu...
O yüzden Batılılar da, içerdeki uzantıları Batıcılar da bu istiklâl ve istikbal yürüyüşünden çok rahatsızlar.
O yüzden
içerdeki güç odakları, her bakımdan bağımlı oldukları dışarıdaki güç odaklarıyla birlikte büyük bir “hayır” kampanyası yürütüyorlar!
BATILILAR VE UZANTILARI BATICILAR ORTAK HAREKET EDİYORLAR!
İlk kez böyle bir şey oluyor: Türkiye'nin her bakımdan gerçek anlamda özgürlüğüne kavuşma mücadelesinde Türkiye'yi uzaktan kumanda eden, Batılı yörüngeden çıkmaması için darbe ve iç-çatışmalar da dahil her tür yolu deneyen Batılı güç odakları, Türkiye'nin kendi kaderini kendisinin belirlemesine karşı açıkça cephe alıyor, Türkiye'yi hedef tahtasına yatırıyor hatta Haçlı ittifakı kurmaktan bile çekinmiyorlar!
Aslında düşündürücü olan nokta bundan sonrası:
Türkiye'nin, devleti kurucu partisi, Türkiye'nin kendi kaderine kendisinin çeki düzen vermesine karşı çıkıyor!
Olacak iş değil diye sormuyorum; çünkü Türkiye'yi tepeden devletin devleti yapan, milleti devre dışı bırakan, “millete adam edilecek bir nesne” olarak muamele eden
sivil ve askerî bürokrasinin gerisindeki asıl güç CHP aslında.
Bugüne kadar milletin burnundan getirdi bu sivil ve askerî oligarşi: Darbe üstüne darbe yaptı, milletin partilerini kapattı, ezanını, başörtüsünü yasakladı...
Bu liste uzar gider...
TÜRKİYE PRANGALARINDAN KURTULACAK...
Ama ne adına yaptı bunları? Laiklik adına!
İyi de laiklik neyi temsil ediyor? Görünüşe bakılırsa, özgürleşmeyi!
Ama retorik bu, içi boş bir laf.
Laiklik, bu ülkede, halkın elinin kolunun bağlanmasını temsil ediyor, devletten uzaklaştırılmasını temsil ediyor...
Sözün özü: Laiklik bu topluma geçirilmiş bir pranga!
Laiklik prangası, bu ülkenin Batılıların güdümünden çıkmaması ve kendi yolunu kendi çizmemesi için bu topluma giydirilmiş “deli gömleği”dir. Türkiye'nin durdurulmasının ve kuşatılmasının sigortasıdır.
Türkiye'nin yeniden medeniyet iddialarıyla kuşanmaya kalkışmasının her hâl ve şartta önlenmesini sağlayan muazzam bir prangadır.
Buradan laik vatandaşlarımızın hayatlarına bir müdahalede bulunulması gibi (onların yaptıkları ilkelliğe benzer) ilkel bir öneride bulunmuyorum.
Müslüman bir toplumda herkes inancını, inançsızlığını yaşamakta hürdür. Herkesin dini, inancı kendinedir.
Laiklik prangası, sivil ve askerî oligarşi marifetiyle bizim önümüzü tıkamakta kullanıldı.
Laik sivil ve askerî oligarşi, sadece iki işe yaradı: Halkın önünü tıkadı ve Türkiye'nin kendi hâline bırakılmasını imkânsızlaştırdı.
Batılıların özellikle de
İngilizlerin kurdukları düzenekti bu Lozan düzeni'yle birlikte...
Artık bu düzenek çöktü:
Türkiye, kendi yolunu kendi çizecek, Batılı başkentler değil.
O yüzden neredeyse bütün belli başlı Batı ülkeleri, Türkiye'deki referanduma topyekûn karşı tavır aldılar.
Haçlı ruhunu hortlattılar.
Ama korkunun ecele faydası yok.
Türkiye, iki asırlık prangalarından kurtulacak...
Kendi yolunu bulacak... Yeni bir dünyanın kurulmasında kurucu rol oynayacak...
ASİMETRİK SAVAŞ VE TEYAKKUZ
Bütün bunları, referandumun nasıl hayatî bir seçim olduğunu ve bu nedenle son iki haftaya girerken çok dikkatli olmamız gerektiğini hatırlatmak için yazdım.
Bu referandumun yapılmaması ya da yapıldığında da Batılıların istedikleri şekilde sonuçlanması için her tür terör, provokasyon ve asimetrik savaşa başvurmaktan çekinmeyeceklerdir.
Şu an medya ve bürokrasi üzerinden yıkıcı bir asimetrik savaş yürütülüyor...
FETÖ'cüler salıveriliyor! Devlette boşluk izlenimi oluşturulmaya çalışılıyor... Devletle ve milletle resmen “kafa bulunuyor”!
Asimetrik savaşın bir parçası bu.
En önemli parçası ise, medyada, özellikle de sosyal medyada “yalanın” gırla gittiği psikolojik savaş!
Sonuç itibariyle son iki haftada çok dikkatli olunması gerekiyor.
Her şeye hazırlıklı olmak ve gerekli önlemleri almak gerekiyor.
Bu arada güvenlik önlemleri ihmal edilmeden
gece nöbetlerinin şu ya da bu ölçekte başlatılması gerekiyor.
Şu uyur, düşman uyumaz. Teyakkuzu elden bırakamayız. Her tür tedbiri almak zorundayız.
Vesselam.Türkiye "yeni Endülüs" olmayacak...
Yusuf Kaplan
7/04/2017 Cuma
Türkiye, eninde-sonunda Batılılarla hesaplaşacak...
Bu kaçınılmaz.
Türkiye, prangalı bir ülke çünkü.
Nereye, hangi alana bakarsanız bakın, prangalar var "boynunda".
Bu prangaları kırmamız kaçınılmaz.
Kaçınılmaz; çünkü kimliğini, yerini, yönünü, yörüngesini kısacası her bakımdan bağımsızlığını yitirmiş bir Türkiye, ayakta bile kalamaz.
İşte referandum, bu açıdan Türkiye'nin prangalarından kurtulma mücadelesinde kilometre taşlarından biri.
Tam da bu nedenle, Türkiye'de yapılacak bir "seçim", bütün belli başlı
Batı ülkelerinin referanduma karşı açık ve sert şekillerde tavır almalarına yetti!
Sadece bu gerçek bile, bizim "ayıkmamıza", toparlanmamıza, prangalarımızı kırma mücadelesinde tek yürek tek bilek olmamıza yetmeliydi; ama öyle anlaşılıyor ki, yetmedi, ne yazık ki.
ÖNCE ZİHNÎ PRANGALARI KIRACAĞIZ...
Önce şunu bileceğiz:
Türkiye'nin boynuna bu prangalar Batılılar ve onlarla aynı hedefe yürüyen Batıcılar tarafından geçirildi.
Bu ülkenin en ürpertici prangası, zihnî prangalardır.
Avrupalıların modernlikle birlikte geliştirdikleri meydan okuma, bütün medeniyetlere saldırıya dönüşünce Osmanlı da bundan nasibini aldı.
Avrupalıların geliştirdikleri modernleşme projesinin, dünyayı köleleştirme, kontrol ve kolonize etme, zihnen ve kültürel olarak dünyayı teslim alma ve böylelikle insanlığın bütün büyük medeniyetlerinin kökünü kazıma projesi olduğunu göremedik.
Modernleşme, ilerleme olarak pazarlandı.
İlerleme de güce, güç üreten bilim ve teknolojiye sahip olmak olarak algılandı.
Batılıların modernleşmeyle birlikte geliştirdikleri,
gücü, güç üreten araçları ve dolayısıyla maddî ilerlemeyi kutsayan yolculuklarının
sadece Batılıları değil bütün insanlığı gücün, güç üreten
araçların kölesi
hâline getireceğini, insanlığı
sosyal darwinizmin hâkim, güçlü olanın haklı ve hayatta kalma hakkı olduğu köleleştirici uygarlık anlayışları, sonuçta hem Avrupa'yı hem de dünyayı cehenneme çevirdi yalnızca.
Batı'da bile modernliğin, Yaratıcı'ya, insana, tabiata ve bütün medeniyetlere saldırı olduğu neredeyse yüzyıldır açıkça tartışılırken
ve bu çıkmazdan nasıl çıkılabileceği yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatılırken
Türkiye'deyse hâlâ Batı da, Batılı modernlik anlayışı da, bütün modern, laik, kapitalist insan, toplum, dünya anlayışı da kutsanıyor!
Tam bir zihnî körleşme ve köleleşme hâlâ-i pür pelâli yaşıyoruz iki asırdır...
İşte bizi perişan eden asıl pranga bu zihnî prangadır. Bu prangayı kıramadığımız sürece bir arpa boyu bile yol alamayacağımızı bilmiyoruz bile!
BİZİ BU TOPRAKLARDAN SÜREMEYECEKLER!
Türkiye, elbette ki, yok olmamak için belli bir maddî (ekonomik, teknolojik) güce ulaşmak zorunda.
Ama
maddî atılımları, manevî (fikrî, kültürel, sanatsal) atılımların yedeğinde ve yörüngesinde gerçekleştiremezse,
maddî atılımların bu toplumu belli bir süre sonra ruhsuzlaştıracağını ve yok olmanın eşiğine fırlatacağını hiçbir zaman unutmamak zorunda aynı zamanda.
Batıyla hesaplaşma önce zihnî düzlemde
gerçekleştirildiği zaman, zihnî prangalarımız, putlarımız kırıldığı zaman mesafe katledebiliriz.
Ödünç akılla, ödünç bir dünyada yaşayarak, sadece Batılıların geliştirdiği modelleri taklit ederek Batılıların soytarısı olmaktan ve sonunda da yok olmaktan kurtulamayız.
Her zaman söylediğim gibi,
Hz. Mevlânâ'nın pergel metaforu yol haritamız olmalı
: Pergelin sabit ayağını kendi medeniyet dinamiklerimize basmalı, pergelin hareketli ayağıyla da bütün medeniyetlere, kültürlere, dünyalara açılmalıyız...
Bunun için de
fikir, sanat, eğitim, kültür ve medya dünyamızı, medeniyet dinamiklerimiz ekseninde silbaştan yeniden inşa etmeliyiz
.
Genç kuşaklarımıza ruh, ahlâk, ideal, özgüven ve tevazu / başkalarına saygı ilkelerini eksene alacak bir fikir, sanat, eğitim, kültür ve medya dünyası inşa etmemizi sağlayacak bir yolculuğa çıkmalıyız
.
10 yılda gelecek 100 yıl tohumlarını ekmeli, aksi takdirde, mevcut varlığımızı bile korumakta çok zorlanacağımızı aslâ unutmamalıyız.
Sözün özü:
Türkiye, yol ayrımının eşiğine geldi dayandı. Batılılar, yüzyıl önce Osmanlı'yı tasfiye ettiler, şimdi de bizi bu topraklardan sürmek için bütün güçleriyle üzerimize üzerimize geliyorlar dört bir cepheden...
Türkiye'nin gerçek istiklal ve istikbal mücadelesi yeni başlıyor...
Zihnî prangalarımızı kıramadığımız sürece Batılılarla da kendimizle de hesaplaşamayız.
O yüzden daha fazla vakit kaybetmeden kendi medeniyet dinamiklerimiz ve ruh köklerimiz ekseninde maddî ve manevî atılımları kısa, orta ve uzun vadeli stratejilerle hayata geçirmek zorundayız.
İşte
referandum, bu açıdan tarihî bir başlangıç noktası
olacak inşallah...
Bizi bu topraklardan süremeyecekler, Türkiye, "yeni Endülüs" olmayacak Allah'ın izniyle...r” diliyorum.
.Türkiye’yi “boğmak” istiyorlar: Dışarda temkin, içerde teyakkuz şart!
Yusuf Kaplan
9/04/2017 Pazar
Türkiye referandum haftasına girerken, etrafı karıştı yine.
Hegemonik güçler, yeniden pozisyon almaya başladılar.
ABD, Suriye'de savaş tamtamları çalıyor: ABD'nin görünüşteki hedefi kimyasal silah kullandığı için güya Suriye'yi, rejimi cezalandırmak ama gerçekte hem Rusya'yı hem de özellikle Türkiye'yi biraz daha köşeye sıkıştırmak.
Referanduma girerken, sonucu etkileyecek, dolayısıyla
Türkiye'yi zora sokacak, köşeye sıkıştıracak askerî operasyonlar yapabilirler ve Türkiye'nin içini “patlatabilirler”!
O yüzden Türkiye dik durmalı ama dikkatli olmalı: Dışarda temkini, içerde de teyakkuzu elden bırakmamalı.
AMERİKA'DA DA KÜRESEL SİSTEMDE DE İNGİLİZLERLE YAHUDİLER SAVAŞIYOR...
ABD'nin yeni yönetiminin Suriye stratejisi henüz netleşmedi.
Burada ezberlerimizi bozacak bir gözlemde bulunmak istiyorum.
Küresel mücadele İngilizlerle Yahudiler arasında yaşanıyor.
Bu mücadelenin “minyatürü” bizzat ABD içinde bütün hızıyla sürüyor...
ABD'yi esas itibariyle İngilizler kurdular ama Yahudilerle birlikte.
Kapitalizmin palazlanmasında,
önce serbest pazar ekonomisinin köksalmasında
, sonra da gelinen noktada
finans kapital'in hâkim olduğu kapitalist sistemin kurulmasında, İngilizler ve -Amerika'daki- Yahudiler kilit rol oynadılar.
Serbest pazar ekonomisi, coğrafî işgallerin ikinci plana atılmasını getirdi
: Coğrafî işgaller zaten doyma noktasına ulaşmıştı (işgal edilecek yer kalmamıştı!) hem de coğrafî işgali veya sömürgeciliği sürdürmek her bakımdan pahalıya patlıyordu.
İşgale uğrayan ülkelerin veya toprakların halkları zamanla organize oluyor ve sömürgeci emperyalistlere başkaldırıyorlardı.
İNGİLİZLERİN “OYUN”U SERBEST PAZAR, OSMANLI'NIN VE RUSYA'NIN TASFİYESİ...
Emperyalistler, özellikle İngiliz aklının ön almasıyla, fiîlî sömürgeciliğe son vermeye karar verdiler ve ekonomik sömürgecilikle sömürülerini ve hegemonyalarını idame ettirmenin yolunu keşfettiler.
İşte
adına serbest pazar ekonomisi denen ama ekonomik sömürünün daha serbestçe gerçekleştirilmesinin temellerini atan postkolonyal / sömürge-sonrası süreç
bundan sonra işletilmeye başladı.
19. yüzyılın sonlarından itibaren hız kazanan
serbest pazar ekonomisi
sonunda bizzat Avrupalı emperyalist güçlerin art arda
iki büyük dünya savaşı yaşamalarına ve birbirlerinin boğazına çökmelerine yol açtı.
Bu süreç, önce Osmanlı tasfiye edilmesine, Rus Çarlığı'nın ve Almanya'nın çökertilmesine yol açtı. İngilizler, birinci hedeflerine böylelikle ulaşmayı başardılar.
Ama ardından patlak veren iki büyük dünya savaşı, İngilizlerin hayallerinin hayalete dönüşmesine neden oldu ve İngiliz imparatorluğu da çöktü.
YAHUDİLER VE FİNANS KAPİTAL
İşte tam bu karmaşık süreçte
Yahudiler, Amerika'yı ele geçirdiler, kapitalist sistemi finans-kapital üzerinden yeniden dizayn ettiler.
Şu an özelde Amerika'da, genelde küre ölçeğinde hükümran olan sistem, finans-kapital sistem.
Yine şu an özelde Amerika'da, genelde küre ölçeğinde yaşanan savaş, İngilizlerin Yahudilerin kurduğu sistemi hem ekonomik hem de jeo-stratejik ve jeo-politik olarak çökertme savaşı.
KÜRESEL ÇATIŞMANIN MERKEZ ÜSSÜ OSMANLI COĞRAFYASI
Bu savaşın Amerika dışındaki merkez üssü, Osmanlı coğrafyası, özellikle de Türkiye'nin güneyi.
İngilizler, son derece sinsi bir şekilde ve derinden geliyorlar...
Yaklaşık iki asır önce ekonomi-politik devrimi yapanlar İngilizlerdi. Küresel kapitalist sistemi kuranlar, kodlarını belirleyenler İngilizlerdi.
Bunun sonucu olarak da
Osmanlı coğrafyası
başta olmak üzere
Hint-Pakistan coğrafyasının, Malay havzasının ve Afrika'nın hem sınırlarını İngilizler çizdiler hem de sorunlarını ve sorun alanlarını İngilizler belirlerdiler.
Balkanları, Kafkasları, Arap dünyasını, Hint-Pakistan havsasını, Malay havzasını
en iyi tanıyanlar, sorunlarını, sorun alanlarını en iyi bilenler İngilizler.
O yüzden,
bütün bu coğrafyaları “patlatan” stratejileri geliştirenler İngilizler, uygulayanlar bir şekilde Amerikalılar oldu.
DÜNYANIN GELECEĞİNİ SURİYE'NİN ALACAĞI ŞEKİL BELİRLEYECEK...
Dünyanın geleceğini Suriye'nin alacağı şekil belirleyecek.
Suriye, tampon bölge. Suriye'de ipleri ele geçiren aktörler, bölgenin ve muhtemelen de dünyanın geleceğini belirleyecek.
Suriye'yi kontrol etmek demek Doğu Akdeniz'i, Arap dünyasını ve Kuzey Afrika'yı kontrol etmek demek.
O yüzden
Rusya da, İran da, Çin de, tabiî Amerikalılar ve İngilizler de bütün stratejilerini Suriye üzerinden geliştiriyorlar.
Hatta Fransa ve şaşırtıcı bir şekilde Almanya da Suriye satrancında “biz de varız” demeye başladılar!
AMERİKA'DA DA, BÖLGEDE DE İPLER İNGİLİZLERİN ELİNE GEÇTİ...
Ama şu kesin:
Suriye'nin alacağı şeklin stratejik haritalarını İngilizler çiziyorlar derinden ve sessizce...
İpler, yeniden İngilizlerin eline geçmeye başladı.
Trump yönetiminin
Suriye'de ilk kez işgalci bir güç olarak müdahil olmasının birincil nedeni, İngilizlerin geliştirdiği adına “
Anglo-Amerikan gücü
” diyebileceğimiz stratejiyi hayata geçirecek
şartların oluştuğunu
görmesi.
Burada Anglo-Amerikan gücü, kısa vadede
Rusya'nın
hızla genişlediği görülen
hegemonya alanını daraltmak
istiyor; ama
orta ve uzun vadede asıl hedef, Türkiye.
TÜRKİYE'Yİ KÖŞEYE SIKIŞTIRIP
BOĞMAK İSTİYORLAR... AMAN DİKKAT!
Anglo-Amerikan gücü, orta ve uzun vadede Türkiye'yi Suriye'de köşeye sıkıştırmak ve boğmak istiyor
. Yani Türkiye'nin bölgede ilerleyen ve artan gücünü kırmak, bunun için de genişleyen nüfûz alanını büsbütün yok etmek için Türkiye'ye büyük tuzaklar kurabilirler...
O yüzden Türkiye'nin, Birinci Dünya Savaşı'na da tam da bu tür tuzakların sonucunda sürüklendiği gerçeğini gözönünde bulundurarak
Suriye'de Türkiye'ye karşı kurulabilecek, bizi köşeye sıkıştırıp boğabilecek tuzaklara karşı çok dikkatli olması şart.
Özetle,
dışarda tuzaklara karşı dikkatli, içerde de Türkiye'yi karıştıracak tezgâhlara karşı teyakkuz hâlinde
olmak zorundayız.
Her zaman söylediğim gibi,
dik duracağız ama dikkatli olacağız, büyük hatalar yapmamak için kılı kırk yaracağız.Kilise saldırıları: İhvan’ı bitirme tezgâhı...
Yusuf Kaplan
10/04/2017 Pazartesi
Mısır'da Tanta ve İskenderiye kentlerinde art arda kiliselere saldırılar düzenlendi. Çok sayıda masum öldü. Saldırıları kınıyorum.
Saldırıların zamanlaması dikkat çekici: Sisi, Trump'la görüşüyor Washington'da: Trump'un önünde el pençe divan durarak -tastamam bir kölemen gibi!- hem de...
Sisi'nin ABD ziyaretinden dönüşünden hemen sonra Mısır'da kiliseler bombalanıyor!
İhvan yetkililerinin
İhvan'a karşı komplo olacağı uyarısına Sisi kulağını tıkıyor
!
Bombalar patlıyor ve İhvan hedef tahtasına yatırılıyor...
Şu kesin: İhvan kıyımı başlayacak... Allah (cc) kardeşlerimize yardım etsin.
İSLÂM DÜNYASI İKİ ASIRDIR KÖLE!
Zokayı yuttuğumuz yer şurası:
Batılılar, bütün dünyayı sömürgeleştirdiler. Bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar. Bütün dinleri fosilleştirdiler. İslâm dünyasını da köleleştirdiler ama İslâm'ı fosilleştiremediler
.
O yüzden son çeyrek asırda
bütün stratejilerini İslâm coğrafyasının omurgasına -Osmanlı coğrafyasına- yoğunlaştırdılar.
Batılıların amaçları, bütün diğer dinler gibi İslâm'ı da fosilleştirmek
!
Batılıların bildikleri ama İslâm dünyasının entelektüellerinin henüz göremedikleri yakıcı gerçek şu:
Eğer İslâm, diğer Doğu dinleri gibi fosilleştirilemez ve dize getirilemezse, İslâm'ın er ya da geç Müslüman toplumları ayağa kaldırmasının önüne aslâ geçilemez
!
İslâm'ın Müslüman toplumları ayağa kaldırması, ancak ittihad-ı İslâm'la gerçeğe dönüşebilir.
İttihad-ı İslâm nasıl gerçeğe dönüştürülebilir peki?
İslâm dünyasının ülkelerinin
teker teker bağımsızlıklarına kavuşmalarıyla
; bu da, Batılı
emperyalistlerin güdümündeki diktatörlüklerden kurtulabilmeleriyle
mümkün olabilir öncelikle...
Özelde Arap dünyası, genelde İslâm dünyası hakkında cümle kuran insanların gözardı ettikleri yakıcı gerçek burada gizli işte:
“İslâm dünyası” diye bir yer yok. Yalnızca Müslümanların yaşadıkları yerler var
.
“İslâm dünyası”, İslâm'ın şekillendirdiği bir dünya değil zira. İşgal veya kontrol altında. Her bakımdan sömürgecilerin şekillendirdikleri bir dünya
: Sömürgecilerin kontrol ve kumanda ettikleri uydular,
diktatörlükler aracılığıyla çeki düzen verdikleri
bir dünya “İslâm dünyası”!
Oysa
sanki İslâm dünyası bağımsızmış gibi konuşuyor
, ileri-geri laflar ediyor televizyonlarda, şurda burda söz alan profesörler bile!
İHVAN ÇÖKERTİLİRSE, ARAP DÜNYASI BİR DAHA BELİNİ DOĞRULTAMAZ!
İhvan, herhangi bir hareket değil. Arap dünyasında
sömürgecilere karşı direnişin kaynağı da, sömürgecilerin uydusu diktatörlüklere direnişin kaynağı da, dirilişin kaynağı da, İhvan Arap dünyasında
.
Dahası,
İhvan, Arap dünyasında Ehl-i Sünnet omurga'nın da kaynağı
. İngilizlerin, Amerikalıların, Yahudilerin İhvan üzerinde bir asırdır operasyon üzerine operasyon yapmalarının en temel nedenlerinden biri, belki de birincisi bu.
İhvan, İngilizlerin kontrol edemedikleri bir hareket
. İhvan'ın kontrol edilememesinin bir diğer pek bilinmeyen nedeni de lideri
Hasan el-Benna'nın tasavvuf kökenli olması
.
Vehhâbîlik
ve oradan da
neo-selefîlik gibi, teröre sürükleyemedikleri için de çıldırdıkları
, o yüzden sürekli hedef tahtasına yatırdıkları bir omurga hareket.
Hem Ehl-i Sünnet hem de tasavvuf kökenli bir hareket, Arap dünyasında İslâm'ın sigortasıdır.
O yüzden
eğer İhvan çökertilirse, bütün Arap dünyasında İslâm büyük darbe yer ve Arap dünyası bir daha belini doğrultamaz
kolay kolay.
FETÖ'nün, karargâh olarak Mısır'ı seçmesinin gerisinde yatan sâik de burada gizli işte: İhvan'ı çökertmek, İslâm'ı fosilleştirmek!
İşte bu nedenle,
İngilizler, İhvan'ı cezalandırmak, sonrasında da çökertebilmek için terörize ediyor, teröre sürüklemek için her tür yolu deniyorlar.
Şundan kesinlikle eminim:
Mısır Firavunu Sisi'nin ABD ziyaretinden sonra kiliseler bombalandı. Bu bir tezgâh! Ama bu tezgâhın gerisinde İngiliz aklı var
.
Dünkü yazımda da söylemiştim:
Trump
, ABD'yi dünya ölçeğinde büyük çıkmaz sokaklara sürükleyen “
Yahudi gücü”nü tasfiye etme savaşı veren “Anglo-Amerikan gücü”nü temsil ediyor.
Amerika'yı kuran WASP'ı (Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan'ları) yani.
WASP'ın çekirdeğinde, Amerika'yı kuran İngilizler (İskoçlar ve İrlandalılar) olduğu gerçeğini unutmayalım burada.
İSLÂM'I TERÖRLE DİZE GETİRMEK İSTİYORLAR!
Küresel sistemde Yahudi gücü ile -beynini İngilizlerin
oluşturduğu- Anglo-Amerikan gücü çatışıyor. Ama ikisinin de ortak düşmanı ne Çin, ne Rusya, ne Hindistan; yalnızca İslâm!
İslâm'ı bu iki güçten hangisi dize getirebilir, kontrol altına alarak Bizanslaştırabilirse, küresel sistemin geleceğini de o şekillendirecek...
O yüzden Yahudiler, Arap dünyasına yerleştirildi Osmanlı'nın tasfiyesinden sonra.
Kim tarafından? İngilizler tarafından!
Peki Yahudiler ne yaptılar? Saldırgan, paranoyakça tutumlarıyla İslâm dünyasının İslâm'la daha diri ilişki kurmalarına yol açtılar!
İşte İngilizler, son 5-6 yıldır, özellikle DEAŞ terör örgütünü icat ederek dizginleri ellerine aldılar.
Yahudiler gibi doğrudan Müslümanlara saldırmıyorlar, terör örgütleri üzerinden İslâm dünyasını cehenneme çeviriyorlar
.
Böylelikle
İngilizler bir taşla iki kuş birden vurmuş oluyorlar:
Birincisi, Müslümanları birbirlerine kırdırıyorlar...
İkincisi ve uzun vadede daha da ürperticisi, İslâm'ı terörle özdeşleştiriyorlar
ve İslâm'a karşı İslâm savaşı stratejistle hem dünyayı İslâm'dan nefret ettiriyorlar hem İslâm dünyasındaki halkları İslâm'dan uzaklaştıracak, protestanlaştıracak, sekülerleştirecek bir yola başvurarak
İslâm'ın kimyasını bozmaya, fosilleştirmeye çalışıyorlar...
İşte Mısır'daki kiliselere saldırı, böylesi bir tezgâhın ürünü.
İhvan'ı terörize ederek, tıpkı neo-selefî oluşumlar gibi teröre sürükleyip ölümcül darbeyi vurmak istiyorlar ihvan'a.
İhvan'ın bitirilmesi demektir bu.
İhvan'ın bitirilmesi ise, Ehl-i
Sünnet omurganın çökertilmesi ve Arap dünyasının bir daha
belini doğrulatmayacak kadar büyük bir darbe yemesi.
Allah (cc) İhvan'a yardım etsin, kardeşlerimize sabır versin.
Çifte vesayet düzeni sona erdirilmedikçe...
Yusuf Kaplan
14/04/2017 Cuma
Türkiye'de iki vesayet düzeni hâkim iki asırdır.
Birincisi, bürokratik vesayet düzeni.
İkincisi de, kültürel vesayet düzeni.
Türkiye fiilen Batılılar tarafından sömürgeleştirilemedi ama zihnen Batıcılar tarafından sömürgeleştirildi.
Bürokratik vesayet düzeni, devleti, milletin elinden aldı.
Kültürel vesayet düzeni de, milleti zihnen teslim aldı.
Çifte kuşatma bu: Tavandan bürokratik vesayet sistemiyle, tabandan kültürel / zihnî vesayet düzeniyle Türkiye kuşatıldı.
Artık şu kesin: Bu çifte kuşatma yarılmadıkça, Türkiye düzlüğe çıkamaz, kendi geleceğini kendi elleriyle kuramaz!
İKİ ASIRLIK BÜROKRATİK VESAYETİN KISA HİKÂYESİ...
Batılıların
modernlikle
birlikte geliştirdikleri meydan okuma, bir yandan bilim, düşünce ve siyasette önemli devrimlerin gerçekleştirilmesine imkânsız tanıdı ama öte yandan da bütün medeniyetlerin kökünün kazanmasıyla ya da hadım edilmesiyle sonuçlandı.
Bize anlatılan modernlik tarihi, büyülü ve efsanevî bir tarih
: Batılıların, bilim, düşünce, sanat, siyaset ve iktisatta gerçekleştirdikleri atılımları yücelte yücelte bitiremeyen bir tarih.
Oysa bu, madalyonun yalnızca bir yüzü.
Madalyonun öteki yüzü, yüzkızartıcı işgaller, sömürüler, yıkımlar tarihi.
Modern bilim, kapitalizmin azmanlaşmasına yol açtı. Daha da vahimi, modern bilim, dinin yerine yerleştirildi ve kurtuluş kaynağı olarak görüldü.
Bunun ontolojik bir cinayet olduğu Batı'da en az yüzyıl öncesinde anlaşıldı. Bilim putlaştırıldı. Tanrı fikri yok edildi, hakikat yitirildi, tabiat delik deşik edildi.
Nietzsche
, yalnızca Hıristiyanlığa değil “
bilim kilisesi"ne, bilimin “laik bir din"e dönüştürülmesine de ateş püskürdü.
Arkasından gelen devâsâ literatürü konuşmaya bile gerek yok.
Ama Türkiye'de, bilim, hâlâ neredeyse bütün kesimlerin en büyük putu.
Türkiye'de, Batı efsanesi, bütün putlarıyla varlığını sürdürüyor hâlâ!
Celladına âşık olmak böyle bir şey galiba!
Oysa Batılıların modernlikle birlikte geliştirdikleri saldırıdan biz de nasibimizi aldık. Osmanlı'nın Batı'da yaşanan gelişmelere büsbütün kayıtsız kalmasını beklemek, körkütük bilim düşmanlığı yapmak, benim yapacağım bir şey olamaz elbette.
Ama Batılıların gücü putlaştırmaları, bütün medeniyetlere karşı bir saldırı geliştirmelerine yetti. Bunu göreceğiz. Bunu göremezsek hiçbir şeyi göremeyiz.
Osmanlı, Batılıların saldırısına direndi; ama sonunda toprak kaybetmeye başlayınca, kendine olan güvenini yitirdi.
FELÂKETTEN VESAYETE, VESAYETTEN FELÂKETE...
İşte ne olduysa bundan sonra oldu: Alelacele Batı'dan hazır reçeteler almaya koyuldu. Sonuç,
felâket
oldu kaçınılmaz olarak.
Islahat ve Tanzimat Fermanlarıyla
giriştiğimiz reformlar, sonunda
Osmanlı devletini yarı-vesayet
hâline getirdi.
Gerisi, hepimizin bildiği bir
trajedi: Osmanlı tarihten silindi.
Bu kez, özellikle II. Meşrûtiyet darbesiyle birlikte, devlet, milletin elinden alındı
adım adım; sonrasında yüzyıldır da milletin varlık nedenini oluşturan, bizim bin yıl dünya tarihini yapmamıza imkân tanıyan medeniyet ruhumuz ve dinamiklerimiz inkâr edildi.
Böylelikle, devlet, İslâm'dan arındırıldı. Millet, tepeden “adam edilmeye", dönüştürülmeye çalışıldı...
Bürokratik bir oligarşi kuruldu. Devletin bütün kurumları, milletin ruh köklerini kurutacak bir işlev görmeye başladı:
Eğitim sistemi seküler, pozitivist bir temele oturtuldu. Fikir, kültür ve sanat hayatı, İslâmî temellerden arındırıldı
.
Batılılaşmış ve kendi kültürüne yabancılaşmış, celladına âşık bir entelijansiya icat edildi.
Böylelikle
kültürel vesayet de tamamlanmış oldu
.
Batılılar tarafından dışardan fiilen sömürgeleştirilemeyen bu ülke içerden zihnen sömürgeleştirildi...
Sonuçta, medeniyet dinamiklerini ve ruh köklerini yitiren kuşaklar, dünyaya bilim, düşünce ve sanatta hiç bir şey veremedi; Batı'da üretilen ürünleri burada taklit etmekle ve tepe tepe tüketmekle yetindi!
Oysa kendi ruh köklerinden beslenemeyen hiç bir bilim, düşünce ve sanat oluşumu, dünyaya ön açacak, öncülük yapacak büyük işlere imza atamazdı.
ÇİFTE KUŞATMA YARILACAK... TARİHÎ YOLCULUĞA YENİDEN ÇIKILACAK...
İşte bu çifte kuşatmanın yarılması kaçınılmazdı.
Adım adım hayata geçirilen bu çifte kuşatma iki asırdır, bu toplumun ruh köklerini kuruttu, tarih şuurunu yerle bir etti, özgüvenini yok etti.
Ama artık sona gelindi: Türkiye, ya bu kuşatmayı yarayacak
er ya da geç; ya da -Allah korusun ama- yok olmaktan kurtulamayacak...
İşte
Menderes'ten itibaren
bu toplum adım adım, düşe kalka ama her zaman sürekli mesafe alarak bu
kuşatmayı yarma mücadelesi
veriyor...
Kuşatmanın şimdilik bürokratik vesayet ayağını yarmaya ramak kalmış durumdayız
.
16 Nisan, bu açıdan milat olacak inşallah.
Sonrasında zihnî / kültürel kuşatmanın yarılması yolculuğuna soyunacağız...
Hedefimiz
şu olmalı sonraki süreçte:
Ne yapıp edip 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekmek
ve yeniden Gazâlî'ler, Yunus'lar, Mevlânâ'lar, Sinan'lar, Itrî'ler yetiştirecek uzun ve zorlu bir yeniden-inşa yolculuğuna başlamak...
Artık kritik eşik aşılmak üzere...
Bürokratik vesayetin aşılması, vartanın atlatılması ve kritik eşiğin aşılması anlamına gelecek...
Allah (cc) bu topluma yardımını esirgemesin.
Milletin devletine ve 5 Millî Seferberliğe doğru...
Yusuf Kaplan
16/04/2017 Pazar
Türkiye, bugün tarihî bir seçim yapacak ve üç şeye karar verecek:
Milletin devleti, gerçeğe dönüşecek
. Artık Londra'dan, Telaviv'den, Washington'dan, Brüksel'den emir almayacak, istiklal ve istikbaline doğru tarihî bir adım atacak bu ülke...
2-Osmanlı'nın tasfiyesinden sonra cehenneme çevrilen
bölgemizin bütünleştirilmesinde, sömürgecilerin defedilmesinde ve kaderinin şekillendirilmesinde tarihî yükümlülüğünü yeniden yerine getirecek
bir karar verecek.
3-İnsanlık hakikate, adalete ve hakkaniyete gebe. Uzun soluklu
hakikat medeniyetinin tohumlarını ekecek beş önemli alanda köklü bir millî seferberlik başlatılması
için kolları sıvayacak...
“İNSANLIĞIN NEFES ALACAK BİR SEMASI BİLE KALMADI”
En başından ele almaya, düşünmeye başlayalım meseleyi...
Osmanlı, kapitalizme neden “yenildi”?
Yani ne yaptı ya da neyi yapamadı da böyle oldu? “Aydınlanmanın karanlığı”ndan sapasağlam çıkmanın bir yolu yok muydu?
Soru bu.
Aydınlanma, bir maske ve maskeleme işlevi gördü:
Aydınlanmanın feneri, Batı dışındaki bütün dünyaların, medeniyetlerin ferini söndürdü
: Aydınlanma, Batılıların önünü açan, Batı dışındaki
bütün medeniyetlerin önünü tıkayan, kökünü kazıyan seküler / pagan bir dünya tasavvuru inşa etti.
Her şey ve herkes düşman, karanlık, öteki, barbar ilan edildi.
Batılı insanın her şeyle ve herkesle savaşının temelleri
böyle ekildi:
Bu dünyada Tanrı'ya yer yoktu.
İnsan, Tanrı'nın yerine yerleştirilmişti.
Tabiat düşman ilan edilmişti
: Keşfedilecek, kontrol edilecek, sömürülecek, hazineleri yağmalanacak
büyülü bir Hint dünyası
gibiydi sanki.
Tabiatın kontrol ve kolonizasyonu, zamanla dünyanın kontrol ve kolonizasyonuna dönüştü
: Bütün medeniyetlere saldırıldı. Bütün medeniyetlerin tabiî kaynakları yağmalandı, kültürleri katledildi, insanları önce fiilen, sonra zihnen köleleştirildi ve aşağılık kompleksinin eşiğine sürüklendi...
Batı dışındaki medeniyetlerin, Sultan Abdülhamid'in ifadesiyle, “nefes alabilecek semaları bile kalmadı”
, bırakılmadı, yerle bir edildi.
DÜNYA BÖYLE BİR SALDIRI GÖRMEDİ...BU SALDIRIYI BİZ PÜSKÜRTECEĞİZ...
Dünya dünya olalı böyle bir saldırı görmedi.
İzi sürülmesi gereken soru şu burada: Modernliğin saldırısından “sağ kalan”, “kurtulan” olabildi mi?
Olmadı. Bütün medeniyetlerin kökü kazındı.
Başkalarını yok ederek kendini var eden tek uygarlık, Batı uygarlığı.
Kendisi dışındaki herkesi.
Tarihte böyle bir felâket yaşanmadı. Kendisi dışındaki insanlık tecrübelerini tarihten silen ya da fosilleştirerek bitiren, antropolojik ölü malzemelere dönüştüren, kültürel cenâze levazımatçılarının incelemelerine / insafına terk eden ikinci bir medeniyet tecrübesi olmadı.
Batı uygarlığının modern / seküler / pagan saldırısıyla
, kendisi dışındaki
bütün medeniyetlerin üç temeli yok edildi:
varlık nedeni /
zihni
, var olma yeri /
zemini
ve varoluş süreci /
zamanı
.
Bu epistemolojik, fenomenolojik / sosyolojik ve ontolojik saldırının üçünü de aynı anda gerçekleştiren ikinci bir tecrübe yaşanmadı tarihte.
Dahası, bunun önce kendisi dışındaki bütün «dünyaları” yıkmasına, sonra da aslında kendisini var eden dinamiklerin kendi temellerini de dinamitleyen bir saldırı üretmesine tanık olunacaktı.
Bu
dışa dönük ve i
ç
e dönük saldırı
dan
temellerini koruyarak en az zararla kurtulan Müslümanlar oldu, biz olduk.
Geldiğimiz noktada, bu, Batılılar için öyle büyük bir kâbus ki, ne yapacaklarını şaşırmış durumdalar,
-afedersiniz ama- “kuduz köpek gibi” saldırıyorlar, saldıracaklar da...
Ama biz vartayı atlatmak üzereyiz.
Biz, kendimize gelmek üzereyiz.
Biz,
ülkede ilk kez, kendimiz olarak “ip”leri elimize almak üzereyiz.
Yaşanan bütün büyük yıkımlara rağmen bu süreç işliyor...
TARİHİN NASIL ŞEKİLLENMESİ GEREKTİĞİNE KARAR VERECEĞİZ...
Bugünkü seçim, pek çok bakımdan tarihî bir seçim olacak.
Bizim tercihimiz, yalnızca
ülkemizle
, ülkemizin geleceğiyle ilgili olmayacak,
bölgenin
hatta
dünyanın
önümüzdeki yüzyıllık süreçte alacağı şeklin tohumlarını ekecek, yörüngesini belirleyecek kadar tarihî bir tercih olacak.
Bugün, belli başlı
Avrupa ülkelerinin haftalardır Türkiye düşmanlığını
açık eden saldırılarına da,
Avrupa'nın nasıl bir şekil alacağına da bizim seçimimiz karar verecek
bir şekilde.
Avrupa'nın bin yıllık Haçlı ruhunu hortlatmasana gereken cevabı veremezsek, bu topraklarda biz rahat yüzü göremeyiz, bu dünyada da insanlık insanca bir dünyaya kavuşma imkânını bulamaz.
Seçimimiz, aynı zamanda, bize bakan, bize dua eden
mazlumların umudunun sönmemesi
yönünde olmalı. Bu bilinçle ve yükümlülükle mühürlerimizi basmalıyız.
Tarihe karar vereceğiz
. Bölgenin ve dünyanın alacağı şeklin ne olacağına. Bu kadar önemli olacak seçimimiz.
İKİ ASIRDIR BU TOPLUMUN ALLAH'TAN BAŞKA SAHİBİ YOK!
Dünkü yazımda da dikkat çekmiştim: Bu ülkede iki asırdır bürokratik ve kültürel bir vesayet sistemi hükümfermâ. Bu ülkenin kaderine devleti ele geçiren, devletin bütün ideolojik iktidar aygıtlarını kontrol eden Batılılar ve Batıcılar çeki düzen veriyor.
Bu toplumun Allah'tan başka sahibi yok iki asırdır.
İtilip-kakılıyor, şekillendirilmeye, ruh kökleri yok edilmeye çalışılıyor
o yüzden.
Ama millet, derin ferasetiyle olup bitenleri sabırla izliyor ve adım adım püskürtme mücadelesi veriyor...
Artık tarihî bir dönemecin eşiğine gelindi:
Millet, bütün haşeratı temizleyecek, prangaları kıracak ve kendi devletini kuracak. Nihayet. Allah'ın izniyle.
10 YILDA 100 YILIN TOHUMLARINI EKECEK 5 MİLLÎ SEFERBERLİK
Vartanın atlatılması anlamına gelecek bu.
Asıl iş o zaman başlayacak:
10 yılda 100 yılın tohumlarını ekmemizi sağlayacak zengin medeniyet dinamiklerimiz ekseninde beş alanda
Mill
î Seferberlik başlatmamız gerekiyor:
1-Eğitim Seferberliği
2-Kültür Seferberliği
3-Medya Seferberliği
4-Gen
ç
lik Seferberliği
5-Ekonomi,
Ü
retim, Çalışma Seferberliği...
Sözün özü: Bugün yapacağımız seçim, hem
milletin özne olmasını, kendi devletine kavuşmasını
sağlayacak.
Hem
bölgenin geleceğinde yeniden kilit ve kurucu rol
oynamasına imkân tanıyacak..
Hem de Batılıların baskısından kurtulacak, Türkiye'nin gerçek anlamda istiklal ve istikbal mücadelesi vermesini engellemek için terör örgütlerini destekleyen, içimizdeki asalakları besleyen, bin yıllık Haçlı ruhunu hortlatarak Türkiye'yi bir kaşık suda boğmak için -tıpkı 15 Temmuz'da olduğu gibi- kelimenin tam anlamıyla
pusuda bekleyen Batılılara “Türkiye, kendi yörüngesini bulacak, yeniden adaletin, hakkaniyetin ve kardeşliğin hâkim olacağı bir dünyanın kurulması, herkese hayat hakkı tanıyan bir hakikat medeniyetin inşası yolculuğuna soyunacak” diyerek tarihin akışını değiştirecek bir cevap
olacak. İnşallah.
Allah (cc) bu aziz, çilekeş millete yardım etsin, önündeki engelleri kaldırsın, önünü açsın, insanımızın, bölgemizin ve zamanla insanlığın yüzü gülsün yeniden.
Vesselâm.Erdoğan’a 20 öneri
Yusuf Kaplan
17/04/2017 Pazartesi
1-İslâmî duyarlıkları güçlü, dünyayı iyi tanıyan, vizyonu geniş, dertli bir kadro kurulmalı, çete'ler, temizlenmeli.
2
-İnsanımızı çözen, İslâm'la ilişkisini sıfırlayan ''salaş'' bir kuşak yetiştiren, çocuklarımızı sığ ve değerlerimizi çözücü tüketim kültürünün kölesi haline getirerek mankurtlaştıran
eğitim, kültür ve medyada devrim yapılmalı.
Eğer
bu üç alanda devrim yapılmazsa, 20 yıl i
ç
inde yok oluruz!
Her zaman söylediğim gibi,
10 yılda yüzyılın tohumları ekilmeli.
3
-
Ehliyet ve liyakat
sahibi insanlarla çalışmalı.
Sağına ''yol a
ç
acak'' Hz. EBUBEKİR
,
soluna ''adaleti hatırlatacak'' Hz. ÖMER KARAKTERi yerleştirmeli.
4
-İslâmî ilkelerle yoğrulan, herkese hayat hakkı tanıyan medeniyet iddialarımıza dayalı kısa, orta, uzun vadeli
kapsamlı bir gelecek tasavvuru geliştirilmeli ve yol haritası çizilmeli.
5
-Genç kuşak hızı ve hazzı kutsayan tüketim kültürünün KÖLEsine dönüşüyor.
İslâmî şuuru gelişkin, dünyayı iyi tanıyan, özgüveni yüksek, kompleksiz bir gen
ç
lik yetiştirilmeli.
6-İslâm Birliği'nin kurulmasını sağlayacak
fikrî, kültürel, sanatsal, sosyal, siyasî, ekonomik ve st
ratejik yapı taşları döşenmeli.
7
-
Ruhsuz kentler yaptık
. Medeniyetler tarihinin en güzel, en estetik, en âdil örneklerini oluşturan Osmanlı şehirlerini yokettik; bu güzelim şehirlerimiz Balkanlar'da, Kuzey Afrika'da ve Arap dünyasında yaşıyor artık.
TOKİ Canavarı yok edilmeli,
ŞİİR-ŞEHİRlerimiz diriltilmeli!
8
-
Pergelin sabit ayağını İSLÂM'a basan, hareketli ayağıyla D
Ü
NYAya açılan, Arap
ç
a, İngilizce ve Latince bilen
, Kendini HAKİKATE adayan, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayacak, çağrısı çağını kuracak önümüzü açacak bizi medeniyet yolculuğuna çıkaracak
vefakâr, cefakâr ve fedakâr bir öncü kuşak
yetiştirilmeli.
9
-Tarihi kitle değil, ilim, irfan ve hikmet yolcusu, insan-ı kâmil timsali
öncü kuşaklar yapar.
Yeni Gazâli, İmam Rabbânî, İbn Arabî, Yunus, Sinan ve Itrî'ler yetiştiremezsek yok oluruz!
10
-Acilen çaplı, küre ölçekli en az bir
İslam
Ü
niversitesi
kurulmalı. Ezher'le, İslamabad'la, Suud'la yarışmalı.
İSTANBUL yeniden ÇEKİ
M MERKEZ
İ
OLMALI!
11
-Dünya çapında parlak isimler yetiştirecek,
küre öl
ç
ekli, çok dilli bir medeniyet üniversitesi
kurulmalı.
AB, ABD, Rusya, Çin, Hint, İbrani, Türk, Arap dünyası enstitüleri hatta üniversiteleri açılmalı.
12
-
Hem KUR'ÂN hem de SÜNNET
Ü
niversiteleri kurulmalı
; burada dünya çapında çığır açacak çalışmalar yapılmalı.
Ayrıca
Hıristiyan, Yahudi, Budizm, Hindu, Tao, Ş
into enstit
üleri açılmalı.
13
-
Medya, kültür ve sanatta Batı, Doğu, özellikle İslâm dünyasıyla yakın ilişkiler kuran büyük projeler hayata ge
ç
irilmeli.
14
-
TRT sil baştan yeniden yapılandırılmalı
, ''yenilenmeli''! Derdi HAKİKAT olan çaplı, karakterli, parlak yöneticilerin önü açılmalı.
Dünya
ç
apında ses getirecek dev projeler yapılmalı.
15
-
MEB yeniden yapılandırılmalı
. Anaokulundan üniversite öğrenimine kadar medeniyet ruhumuza ve dinamiklerimize göre sil baştan yeniden kurulmalı!
Yeni kuşaklarımızı bizim medeniyet ilkelerimiz ışığında yetiştirecek yeni bir ''Hasan Âli Yücel'' bulunmalı. Geleceğimizi kurmalı.
16-Diyanet sil baştan yeniden yapılandırılmalı.
Diyanet, Balkanlar, Kafkaslar, Afrika, Asya, Latin Amerika'da ön almalı! Buralarda İngiliz destekli Suud kökenli Selefi oluşumlar temizlenmeli!
17-Cemaatler, güçlendirilmeli
. FETÖ'yle diğer cemaatler birbirine karıştırılmamalı.
Ayrıca cemaatler kendilerini sıkı bir muhasebeye tabi tutmalı.
Ve bütün dünyaya yayılmalı; yeniden
Ehl-i Sünnet omurganın bayraktarlığını yapmalı
, dün olduğu gibi yarın da gelecek bin yılın tohumlarını ekmeli. 100 yıllık çaplı, küresel projeler geliştirmeli. Bütün kıtalara hakikat tohumu ekmeli!
Öncü ilim, fikir ve sanat adamları yetiştirecek kurumlar inşa etmeli.
18
-
Süper zeki
ç
ocuklar artık masonik şebekelerin elinden kurtarılmalı
!
Bu çocuklarla özel olarak ilgilenilmeli.
Enderun sistemi yeniden ve âcilen hayata geçirilmeli.
19-
Başka kültürlerin gönüllü acentalığını yapan üniversiteler ''yıkılmalı'';
bunların yerine tıpkı ABD'de olduğu gibi Ivy League üniversitelerine benzer, Amerikan kültürünün ve dünyasının izini süren, bir Amerikan ruhu geliştirmeye çalışan, bizim
Nizamülmülk medreselerine
benzer, bizim öncü kuşaklarımızı, bizim medeniyet iddialarımız doğrultusunda yetiştiren,
medreseden beslenen, medreseyi yenileyen çaplı
pilot
üniversiteler kurulmalı
!
20
-Belki de en önemlisi de,
çözücü
postmodern k
ültür
, bir sel gibi bütün dünyayı tek tipleştiren sığ bir kültürü, zevk, beğeni ve hayat tarzını bütün dünyaya anında yayıyor. Eğer bu çözücü postmodern kültüre karşı
kendi değerlerimizi koruyacak ve kendi medeniyet ilkelerimiz doğrultusunda İslâmî duyarlıkları gelişkin yeni bir kuşak yetiştiremezsek, iki kuşak sonra İslâm bu ülkede azınlıkların dini haline gelebilir
-Allah korusun!
Eğer bu toplumda İslâm “biterse”, bu toplumun biteceğini, kurda kuşa yem olacağını aslâ unutmayalım, diyorum. Vesselâm.
*
Not
: Milletin önü açıldı, prangalar kırılacak inşallah teker teker. Hayırlı olsun. Allah (cc) bu milleti yeniden hakikat medeniyetine hizmet eden bir millet katına yükseltsin, mazlumların umudu yeşersin, daha da gürleşsin. 3 yıl önce bu sütunda yazdığım bu yazımı, okuyuculardan gelen talep üzerine birazcık gözden geçirerek yeniden yayımlıyorum.
Asıl iş şimdi başlıyor... Taze bir heyecan dalgası şart!
Yusuf Kaplan
21/04/2017 Cuma
Bu referandum sürecinde şu anlaşıldı, nihayet: Türkiye, prangalar ülkesi.
İki asırdır belimizi büküyor, önümüzü tıkıyor bu prangalar: Hem bürokratik vesayet hem de kültürel vesayet sistemi şeklinde kurgulanan bu prangalar, ülkenin enerjisini, birikimini, iddialarını, dinamizmini su gibi harcıyor...
Oysa kaybedecek vaktimiz yok bizim...
TÜRKİYE'NİN ÖNÜ AÇILDI...
Bu referandumla birlikte, Türkiye'nin önü açıldı...
Hep birlikte,
kenetlenerek, geleceğe yürümeliyiz...
Bunun için de,
Türkiye'yi
, dün -tam bin yıl- olduğu gibi, yarın da
yeniden insanlığın güven adası, umut kıtası hâline getirmek için
gece gündüz çalışmakla mükellefiz...
Ve insanlığı savaşların, işgallerin eşiğine sürükleyen varoluşsal felaketten çıkaracak, herkese hayat hakkı tanıyacak,
bütün farklı kesimleri, inançları, düşünceleri kucaklayacak uzun ve zorlu hakikat medeniyetinin inşası yolculuğuna odaklanmak bizim yegâne vazifemiz...
Bu medeniyet yolculuğunu bizden başka başlatacak, omuzlayacak ülke kalmadı neredeyse şu çorak dünyada...
Evet, bu
referandumla birlikte Türkiye'nin, kendi kaderini kendi çizebileceği kapılar açıldı ilke kez...
Türkiye'nin temel varoluşsal sorunlarını masaya yatırma, kısa, orta ve uzun vadeli kalıcı çözümler ortaya koyma ve bunları adım adım uygulamaya koyma zamanı şimdi...
ASIL İŞ ŞİMDİ BAŞLIYOR...
Evet, asıl iş, asıl zorlu ve umut dolu yolculuk şimdi başlıyor...
Referandum sürecinde bütün
emperyalist ülkeler, inanılmaz bir Türkiye aleyhtarı propaganda yürüttüler
; maşa olarak kullandıkları
FETÖ'den PKK'ya kadar bütün terör örgütlerini Avrupa ülkelerinin göbeğinde Türkiye aleyhine örgütlediler!
Bu millet, bu iğrenç ve barbar karalama kampanyasını yutmadı, 16 Nisan'da Avrupa'ya gerekli cevabı vermiş oldu.
Referandumdan 3 ay önce sistem değişikliğine destek, % 28 civarındaydı; karşı çıkanların oranı da bir hayli yüksekti: % 72!
Ama üç ay gibi kısa bir sürede, millet, meseleyi kavramakta gecikmedi ve referandumu destekledi. Bir kaç ay daha süre olsaydı, muhtemelen destek daha büyük oranda gerçekleşecekti, % 60'ları geçecekti...
Hayırlısı artık...
Vardır bundan da bir hayır, diyeceğiz...
Büyük varta atlatıldı...
Tünelin ucu gözüktü...
Şimdi önümüze bakma vakti...
Devâsâ, köklü meselelerimiz var bizi bekleyen, üzerine kalıcı şekillerde gitmemiz gereken...
İKİ TEHLİKELİ SÜREÇ...
Referandumun kabul edilmesinden sonra, iki tehlikeli süreci devreye girdirecekler şer güçler ve şebek-e-leri: Bir yandan
ülkeyi genel bir kaos ve terör ortamına sürüklemeye
; öte yandan da
İslâmî kesimleri birbirine düşürmeye çalışacaklar
...
Türkiye'nin prangalarından kurtulma mücadelesini, bu tür tezgâhlarla akamete uğratma savaşı verecekler...
Ülkede İslâmî kesimler arasında
, cemaatler arasında, cemaatler ve bazı STK'larla hükümet arasında
fitne fesat tohumları eken kişilere, çağrılara izin verilmemeli.
Öyle anlaşılıyor ki, önümüzdeki süreçte,
Türkiye'nin ruhunu oluşturan, omurgasını kuran İslâmî oluşumlar
, bu oluşumların önde gelen kişileri, ülkenin önünü açmak için gecesini gündüz yapan
yazarlar, fikir adamları hedef tahtasına yatırılmak
,
iğrenç bir fitne-fesat ortamı oluşturulmak isteniyor.
Buna izin veremeyiz. Sağduyumuzu, basiretimizi ve ferasetimizi kuşanarak, bu tezgâhları püskürtmek zorundayız...
Öncelikle,
önümüzdeki bu çakıl taşlarını temizlemeliyiz
:
Ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen fitne-fesat şebekelerini, tetikçi tipleri kaale almamalı, gerekli uyarıları yapmalı, önlemleri almalıyız...
Ülkede genel bir kaos ve terör ortamı oluşturmaya çalışan şebekelere de asla göz yummamalıyız. Toplumu bu konuda sürekli teyakkuz hâlinde olmaya,
barış, huzur ve kardeşlik ortamını bozmaya çalışan her tür kişi ve girişimlere karşı uyanık olmaya çağırmalı, devlet olarak bunlara karşı da her tür önlemi almalıyız...
MEDENİYET FİKRİ, HEYECAN DALGASI VE MİLLÎ SEFERLİK...
Bu iki yakıcı sorunun, fitne-fesadın önlenebilmesinin
öncelikli yolu, toplumun kenetlenmesinden
geçiyor...
Aynı hedeflere kilitlenmesinden...
Burada
iktidara önemli görevler
düşüyor:
Toplumun önüne hedefler konulmalı...
Toplumda her alanda hem
güven ortamı
tesis edilmeli hem de
toplum işine gücüne bakmalı, geleceğe odaklanmalı...
Gerilimler, gerginlikler, fitne-fesat, ülkenin gündemini belirlememeli.
Bizim ülkenin önünü açacak
köklü projelerimiz, hedeflerimiz toplumun bütününde bir heyecan dalgası oluşturacak, kenetlenmeyi sağlayacak şekilde topluma aktarılmalı, ülkenin gündemini bunlar belirlemeli...
Toplum, bir
seferberlik duygusuyla
bu hedeflerin gerçekleştirilmesine yoğunlaşmalı...
Eğitimde, kültürde, fikirde, medyada, sanatta, gençlik alanında atmamız gereken devrim niteliğinde adımlar var: Toplumda bu alanlarda seferberlik duygusu oluşturulmalı...
Bu seferlik duygusunu kazandıracak şey, eğitim, kültür, düşünce, sanat, medya ve gençlik alanlarında
ülkemizin, bölgemizin ve zamanla insanlığın önünü açacak bir medeniyet fikri topluma dalga dalga yayılmalı, bunun için gerekli adımlar geciktirilmeden atılmalı, gerekli kurumlar daha fazla geç kalınmadan atılmalı...
Evet, asıl iş, asıl zorlu ve umut dolu yolculuk şimdi başlıyor...
Hepimiz, bu yolculuğu gerçekleştirmenin heyecanını hissedebilmeliyiz iliklerimize kadar...
Vesselâm.
İslâmcılığı gösteriyorlar ama hedef İslâmî omurganın çökertilmesi!
Yusuf Kaplan
23/04/2017 Pazar
İslâmcılık konusunda kafamız çok karışık. İslâmî kesimler bile “İslâmcılık”tan nefret ettirilme noktasına getirildiler neredeyse... Çok tehlikeli bir şey bu!
Oysa İslâmcılık derken, bütün İslâmî kesimler kastediliyor, meselenin özü bu.
Bazı İslâmî kesimler de “
biz İslamcı değiliz!” diye bangır bangır bağırıyorlar.
Oysa hedef kendileri.
Büyük bir zihnî çöküş, körleşme, felçleşme hâli bu.
Bu bir FETÖ projesidir. Küresel sistemin FETÖ'ye ihale ettiği iğrenç bir proje!
Zokayı yutmak üzereyiz. Aklımızı başımıza devşirelim lütfen.
İSLÂMCILIK, İSLÂM'IN OMURGASI VE SİGORTASIDIR
İslâmcılık konusunda çok büyük hata yapıyoruz. “-cılık” ekinden ötürü, “İslâmcılık” kelimesi sevimsiz, hatta itici geliyor. Bu doğru.
Ama şunu aslâ unutmayalım:
İslâmcılık, Türkiye'de de, İslâm dünyasında da İslâm'ın omurgası ve sigortasıdır.
Abdü
lhamid
İslâmcıdır.
Cevdet Paşa, Said Halim Paşa, Bediüzzaman, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, İsmet Özel, Nuri Pakdil İslâmcıdır.
İslamcılık, İslâm'la kurduğumuz ilişkinin aslî mi, arızî mi, doğrudan mı dolaylı mı olduğuna karar verdiğimiz “yer”dir
. Burası önemli.
Ulusçuluk, liberalizm, vb bütün yönelimler üzerinden İslâm'la kurulan ilişki
arızî ve dolaylıdır.
Batılılar, İslâm'ı 1980'lerde “siyasal İslâm”a indirgediler. 2000'lerde teröre indirgeyerek, İslamcılığı ideoloji haline getirdiler. Bu kabul edilemez.
Ama şunu zihnimize iyi kazıyalım lütfen:
Batılılar, İslâmcılığı hedef tahtasına yaktırıp tasfiye edince, ortada İslâm'ın doğrudan ve aslî temsilcisi kalmayacak, böylelikle İslâm kolaylıkla protestanlaştırılacak.
NEDEN “İSLÂMCILIK” ÖNEMLİ?
Bize şunu dayatacaklar: “Ben Müslümanım, Müslüman olmak bana yeter.”
Ne var bunda, diyorsunuz, değil mi?
Oysa tam bir zihnî körleşme, felçleşme hâlidir bu.
Laiklikle İslâm bağdaşmaz. Ama laik olan biri ben Müslümanım diyor, dil ile ikrar, kalp ile tasdik ediyorsa, sen Müslüman değilsin diyemeyiz.
Ama şunu görelim:
Böyle bir Müslümanlık anlayışı, ruhunu yitirmiş bir din anlayışıdır
; din'i yalnızca bireysel alana hapseden, hayatın bütün alanlarından uzaklaştıran sorunlu, hatta tehlikeli bir din anlayışıdır:
Dinin protestanlaştırılması, sekülerleştirilmesi ve bitirilmesi
sonucunu doğurur bu.
Gayr-ı İslâmî bir ortamda, Müslümanım demekle işi halletmiş olmuyoruz.
O yüzden
Kur'anda sadece Müslüman prototipinden sözedilmez
. Mümin vardır, Muhsin vardır. Asıl hakiki Müslüman muhsindir mesela.
Biz istediğimiz kadar “İslâmcı değiliz” diyelim, biz böyle davrandık
ç
a, Batılılar, “bu Müslümanlar / İslâmî kesimler nasıl da zokayı yuttular öyle!” diye kadeh tokuşturacaklar.
Velhasıl, İslâmî kesimler zihnî felç hâli yaşıyorlar, sığlığın dibini bulmuş durumdalar.
İslâmcılık, zaman zaman İslâm'ı ideolojiye indirgemiştir ama bu yanlıştır; aslâ kabul edilemez.
İslâmcılık, İslâm'ı hayatımız hâline getirme yolculuğudur. Hayatın her alanını İslâmîleştirme gayretidir.
Daha önce bu konuyu yazdım uzun uzadıya ama yarınki yazıda silbaştan yazacağım yeniden bu İslâmcılık meselesini bütün boyutlarıyla... Şimdilik bu fasılda bu kadar kâfî.
İSLAMCILIĞI KİM, NİÇİN HEDEF TAHTASINA YATIRIYOR?
Bazı eyyamcı, ikbalperest tiplerin, İslâmcılığın tasfiye edilmesinden sözetmeleri tam bir hezeyandır.
En önemlisi de,
bu, bir FETÖ projesidir.
FETÖ, başından beri, bütün cemaatleri tasfiye etmek
, dolayısıyla İslâm'ı protestanlaştırarak
Bizanslaştırmak
(yani
küresel sisteme boyun eğdirmek
), ruhsuzlaştırılmış, sisteme itiraz etmeyen
sahte bir dine dönüştürmek
için mücadele ediyor.
Ak Parti'yle de, Millî Görüş'le de, bütün diğer İslâmî cemaatlerle de “İslâmcı bunlar, sistem için tehlikeli, bitirilmeli!” diye mücadele ediyor!
Küresel sistem, doğrudan İslâm'la savaşmıyor; İslâmcılık'la savaşıyor.
Bunu da çok aşağılık bir şekilde yapıyor: İslâmcılığı, siyasal İslâm'a, siyasal İslâm'ı cihadizm'e ve terörizme indirgiyor. Sağ gösterip sol vuruyor: Sonuçta İslâm'ı terörle özdeşleştiriyor ve böylelikle kitlelerin İslâm'dan nefret etmelerinin tohumlarını ekiyor. Müslüman toplumlar ve İslâmî kesimler de zokayı yutuyor!
Tekrar ediyorum: İslâmcılığı hedef tahtasına yatırıyorlar.
İslâmcılıktan kastedilen şey, tasavvufî olan ve olmayan bütün İslâmî kesimlerdir
. İslâmî kesimleri, yani her tür cemaati çekip çıkarın bakalım, geriye İslâm adına ne kalacak! Rahmetli
Ömer Lütfi Mete, tam da bunu söylemişti vefat etmeden önce.
Müslüman toplumlardan
İslâmî kesimleri çıkardığınızda geriye kalan şey, protestanlaştırılmış, sekülerleştirilmiş, bireysel bir inanç meselesine indirgenmiş, hayatın her alanından uzaklaştırılmış, ruhu yok edilmiş, aslî değil arızî bir işlev gören sahte bir din kalacaktır.
TEHLİKELİ BİR SÜREÇ...
Çok tehlikeli bir süreç bu.
Böyle bir şey,
Türkiye'nin bin yıllık İslâmî birikiminin buharlaştırılmasıyla
ve bütün dünyanın bize baktığı bir zaman diliminde,
Türkiye'nin uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna çıkma girişimlerinin önüne set çekilmesiyle
sonuçlanacak, son derece tehlikeli bir şeydir.
Buna aslâ izin verilemez.
Derdi hiçbir zaman hakikat olmayan, yalnızca her dönemin adamı olan, üstelik de kof Maocularla kolkola vererek önüne geleni biçen, fişleyen, (kendileri gibi sefa sürmeyen, sadece davanın cefasını çeken) hakikat adamlarını, mazlum cemaatleri tasfiye etmeye kalkışan tetikçi, fitne-fesatçı tiplere aslâ itibar edilemez ve izin verilemez.
Yoksa birbirimizle boğuşmaktan kurtulamayız.
Oysa bizim birbirimizin önünü tıkamak,
birbirimizle uğraşmak değil, aksine, önümüze bakma, işimize yoğunlaşma, geleceğimizi inşa etme zorlu yolculuğuna soyunmamız gerekiyor...
MAVİ MARMARA, 15 TEMMUZ'DA ŞAHLANAN RUHUN ADIDIR!
Son olarak: Mavi Marmara, bir ruhun adıdır. Zulme direniş, zalime hayır deyiş mücadelesinin sembolü, bayrağı.
Mavi Marmara'daki ruh'la 15 Temmuz'da insanları tankların altına yatmaya iten ruh aynı ruhtur.
Vazifemiz, bu ruhu hedef yapmak değil, yeşertmek olmalı.
Bugün İHH'yı hedef tahtasına yatıranların, yarın Menzil'i, Hüdai'yi, tasavvufî olan ve olmayan bütün cemaatleri, İslâmî kesimleri hedef tahtasına yatıracaklarından hiç kuşkunuz olmasın.
Bu proje,
İslâmcılık üzerinden bu ülkenin İslâmî omurgasının ve birikiminin tasfiye edilmesi projesidir.
Küresel bir projedir bu.
FETÖ eliyle ve Paker denen Sorosçu tarafından servis edilen bir projedir.
Türkiye'nin intihara sürüklenmesidir bu.
Sessiz kalamayız.İki Gece Yolculuğu: “Lâ”dan “İllâ”ya...
Yusuf Kaplan
24/04/2017 Pazartesi
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav), bu gece iki aziz ve leziz yolculuk gerçekleştirdi.
Önce Kudüs'e götürüldü.
Ardından arş-ı a'lâ'ya, sidretü'I-müntehâ'ya, yani, nihâi, “son nokta”ya...
Kudüs'e yapılan ilk yolculuk, yani
İsrâ
hâdisesi,
Hakikat Yürüyüşü'nün başlangıç noktası'ydı
. Yol'a
çıkıştı.
Yol'a çıkılmıştı...
İkinci hâdise, yani
Mirac
,
İlâhî Huzur'a Yüksel/ti/liş'ti. Yolculuk'tu. Asıl yolculuk buydu.
YEN
İ
DEN DO
ĞUŞ
VE YEN
İ
LENEREK DO
ĞRULUŞ
İki hâdise de, olağanüstüydü, beşerüstüydü; zamanlar ve mekânlarüstüydü. Mülk âleminden melekût âlemine yapılan yolculuklardı.
İnsanı, beşerî putlardan ve dünyevî kirlerden arındırarak, insanlığa insanlığını
hat
ırlatacak, bütü
n varl
ığa ve insanlığa İslâm'ın rahmet kanatlarını gerecek yeniden doğuş ve yenilenerek doğruluş yolculuğuydu
Efendimiz'in bu iki beşerüstü, zamanlar ve mekânlarüstü yolculuğu.
Bu iki yolculuğun bize öğrettiği ve hediye ettiği şey,
Yol ve Yolculuk hakikatleriydi: Yol'un adı: Hakikat'ti. Yolculuğun adı, Hakikat Yolculuğu. Meyvesi ise Yükseliş
'ti.
Beşerî olan'dan İlâhî olan'a, mülk âlemi'nden melekût âlemine yükseliş...
Ve melekût âleminden süt emerek yenileniş, arı-duru, tertemiz bir kişiliğe bürünüş...
Yeniden doğuş ve yenilenerek doğruluş...
Deyim yerindeyse,
Kudüs yolculuğu, yeniden doğuş
'un ba
şlangıcı, Mirac yolculuğu ise yenilenerek doğruluş
'un ad
ıydı.
ÖNCE “L”
, SONRA
“İ
LL
”
Başka bir ifadeyle, Efendimiz (sav), İsra / Kudüs Yolculuğu'nda,
“Lâ” demiş, bütün beşerî ve dünyevî putları
elinin tersiyle itmiş ve
yeniden doğuş
'un form
ülünü
vermişti;
Mirac Yolculuğu'nda ise, insanın nereye ve nası
l y
önelebileceğine
işaret etmiş, “İllâ” yani “yalnızca O'na” yönelinebileceğini göstermiş, O'na yükselmiş ve
yenilenerek doğruluş'un yüce formülünü ilan etmişti.
Önce “Lâ” / “Hayı
r!
” diyerek bütün putları reddedeceksin
ve ayartıcı mülk âlemi'ni terkedeceksin ki, yeniden doğuş gerçekleşsin. Melekût âlemi'ne açılan kapılar, sonuna kadar önüne serilsin...
Sonra, “İllâ” / “Yalnızca O'na!” yönelmek imkân dâhiline girsin, insan, zaman-mekân sınırlarını aşsın
, İlâhî Kaynak'a ulaşsın, orada yunsun, yıkansın, arınsın ve yenilenerek doğrulsun, melekût âleminden devşirilen leziz ve diriltici meyveleri bütün insanlığa sunsun,
insanlığa ve varlığa hakikat aşısı yapsın.
İSRA VE Mİ
RAC, NAMAZ'DA
Ö
ZETLENM
İŞTİ
Mirac'da, Efendimiz'e ve ümmetine namaz hediye edilmişti. “Namaz, mü'min'in miracı”ydı.
Aslında,
bu iki gece yolculuğu, namaz'da özetlenmişti
: Namaz'a başlarken alınan
iftitah tekbiriyle
mü'min, beşerî ve dünyevî olan herşeyi “Lâ” diyerek elinin tersiyle iter: Sanki Kudüs / İsra Yolculuğu'nu tekrar eder;
bütün putları reddeder.
Secde'de ise, “illâ” / “yalnızca O'na” yönelir ve secde ederim, der: Böylelikle, miracını / yükselişini ger
ç
ekleştirir
.
Sağa ve sola, meleklere selâm vererek dünyaya arınmış, temizlenmiş ve dirilmiş olarak döner, yenilenerek doğrulur ve hayatın hakikatle buluşması yolculuğuna bizzat tanıklık eder.
Namaz, hakkıyla ve huşû ile kılındığında, kişiyi, bütün kötülüklerden uzaklaştırır ve mülk âlemi'nde, melekût âlemine ulaştırır ve dolayısıyla Rabbine yaklaştırır. Ne büyük lütuf ve kerem bu!
Mirac'ımız, yükselişimiz olsun; Rabbimiz, bu mübarek gecede hepimize rahmetiyle muamele etsin ve yüreğimizi öyle bir genişletsin ki, bize kem gözle bakanları bile yürek ülkesi'nin rahmetiyle kuşatsın. Vesselâm.Anadolu ruhu, dirilişin mayasını karıyor adım adım...
Yusuf Kaplan
28/04/2017 Cuma
İnsanlık tarihindeki bütün büyük atılımlar, ruh atılımlarıdır.
Genelde medeniyet ölçeğinde, özelde, fikir, sanat, ahlâk ve siyasette gerçekleştirilen bütün atılımların gerisinde kanatlandırıcı bir ruh gizlidir.
Son bir kaç haftadır
Anadolu'yu ve Balkanlar'ı dolaşıyorum karış karış...
Bu yolculuklarım, Mayıs ayı boyunca da sürecek...
Bugün Erzurum'da Kitap Fuarı'nda
olacağım,
sonra Yalova, Çankırı, Malatya ve Kocaeli
var sırada nasipse...
RUH ATILIMI OLMADAN ASL
Â
!
Ruh at
ılımı
, önce bir
heyecan dalgası
oluşturur...
Sonra insanlık çapındaki bir
fikri
, ilmek ilmek örer koza gibi...
Son olarak da bu ruh ve
fikir, hayata dönüşür, insanlara diriltici bir hakikat aşısı yapar...
Ruh atılımı, köklerle kurulan irtibatın muhkemliğinden doğar. Köklerle ne kadar muhkem irtibat kurulursa, göklerle o kadar muazzam ve muazzez bir râbıta gerçekleşir, yeryüzünde gökekini leziz meyveler yeşerir.
Ribatla çıkılan, irtibatla kurulan ve râbıtayla yoğrulan hakikat yolculuğ
u, ruh at
ılımıyla kanatlanır, herkesi kanatlandırır, insanlara umut ve ufuk sunar...
ANADOLU'NUN RUHU
İnsanlık
, insanlığa yeniden hakikat aşısı yapacak, insanlığı yeniden adalet, hakkaniyet ve barışla buluşturacak
ruh at
ılımı
na gebe
. Bu ülke de, böylesi bir ruh atılımını hayata ve harekete geçirecek Hakikat'e...
Anadolu'da bir ruh var: Kanatlandırıcı bir ruh bu...
Keşfedilmeyi ve harekete ge
ç
irilmeyi bekleyen diriltici bir ruh.
Bir kaç aydır, Anadolu'yu karış karış dolaşıyorum yine.
SİİRT'İN RUH ÖNC
ÜLER
İ
Anadolu turumuz Siirt'le başladı...
Siirt'e
İsmail Demirci
kardeşimin ve ekibinin düzenlediği Kitap Fuarı dolayısıyla gittim.
Fuarda tatsız bir hâdise yaşadık. Ne yazık ki, bu hâdise, bir anda sosyal medyada patlatıldı.
Gençlik Bakanı, Çağatay Kılıç, çalışmalarını takdir ettiğim bir bakan. Onun döneminde güzel adımlar atıldı.
Fuarda, 2 saat sürecek bir konferansım vardı. Konferansa henüz başlamıştım ki, bakanın koruması önüme bir not iliştirdi: “
Konuşmanızı 10 dakika içinde bitirin. Bakanımız tören yapacak burada!
”
Tabiî bu, şık olmayan bir davranış, salonu dolduran dinleyicilerce de hoş karşılanmadı.
Konuyu uzatmak istemiyorum. Ama hâdisenin bu yönü medyaya yansımadı. Ben de
referanduma zarar vermesin diye, kendimi yıpratma pahasına da olsa sustum
.
Vebali büyük olacak böyle bir hâdisede konuşamazdım.
Kameraların gösterdiği 2 dakikalık bölüm, berbattı. Kameraların çekim yaptığını fark etmedim. Hiçbir insanla o kadar kaba saba konuşacak biri değilim. Ama oldu bir kere ve o görüntüler kurgulandı ve servis edildi.
Elbette fikrin bir haysiyeti vardı. Fikrin haysiyeti korunmalıydı. Fakat o şekilde değil elbette.
Tekrar özür dilerim kamuoyundan ve ilgili herkesten.
Bakanla, dertli, birikimli, kendisinden çok şey beklediğimiz Selim Cerrah kardeşimin aracılığıyla helalleştik daha sonra.
Bu konuyu yazmak istemiyordum yine de. Ama konu geldi oraya dayandı gördüğünüz gibi.
Kitap Fuarı'ndan sonra
Türgev'de
genç arkadaşlara bir konferans verdim. Siirt Türgev'in yöneticisi
Birsen Gözlü Hanıma
ve eşi
Niyazi Bey'e
gösterdikleri güzel evsahipliğinden ve
gözdoldurucu çalışmalarından ötürü teşekkür ederim.
Akşam,
İlim-Yayma'nın merkezinde
, gece yarısına kadar süren, uzun soluklu, verimli bir sohbet gerçekleştirdik.
Ertesi gün,
Siirt Üniversitesi'nde
bir konferans verdim.
İlâhiyât Fakültesi'nin yetenekli, asil ve istikameti sağlam değerli dekanı Cemalettin Erdemci
Hoca'ya ve üniversitenin diğer dertli hocalarına ve tabiî konferansı dikkatle takip eden, nefis sorular soran öğrenci kardeşlerime yürekten teşekkür etmek isterim.
Bu arada
Siirt Kur'ân Kursları'nı ziyaret ettik teker teker...
İnanılmaz işler yapıyor,
tek başına bir kurum gibi çalışıyor Ayhan Hoca
. Okul öncesi ve orta dereceli öğrencilere
İslâmî açıdan model alınması gereken muazzam bir eğitim veriyor.
Diyanet'in en iyi çalışmalarından birine imza atan “Ayhan Hoca'ya dikkat!” diyorum.
Siirt deyince
Tillo
gelir akla. Onlar
muazzam bir direniş sergiliyorlar pozitivist eğitim sistemine karşı. Siirt'te bir ruh var. Bu ruhun gerisinde elbette Tillo'nun rolü çok büyük
. Allah razı olsun onlardan.
BATMAN'IN GÜZEL İNSANLARI VE GENÇ UMUTLARI...
Siirt'ten sonra Sinan Demir kardeşimle Batman'a geçtik.
Eğitimde çok berbat durumdayız. Tayyip Bey'in eğitimde yaptığı en önemli atılımlardan biri,
proje okullar
. 50'ye yakın proje okul kuruldu ve
bu okullar üzerinde çok titriyor Tayyip Bey.
Batman Fatı
ma Zehra K
ız Anadolu
bunlardan biri. En ümit vadedenlerinden biri hem de. Orada bir konferans verdim; “
uçurdum” genç arkadaşları.
Okulda bir “çete” var. Onlar, büyük işler yapacaklar. Selam size genç arkadaşlar.
Batman İl Milli Eğitim Müdürü Mahmut Kurtaran
Hoca'yla ve ekibiyle güzel bir akşam geçirdik; birikimli, dertli biri ve güzel işlere imza atıyor Kurtaran Hoca.
Ertesi gün, Mostar Gençlik'in girişimiyle bir konferans verdim
Batman Üniversitesi'nde
.
Mostar Gençlik ekibi, çok çalışkan.
Batman, güzel şehir. Canlı, diri, gelecek vadeden bir şehir. İslâmî birikimi de güçlü. Dert sahibi insanları var, güzel işlere imza atan güzel insanlar bunlar.
Milli Eğitim Müdürü Kurtaran Hoca'ya,
Fatı
ma Zehra K
ız Anadolu İmam Hatip Lisesi Müdürü Abdurrahman Yakut
Hoca'ya, İl Milli Eğitim Avukatı dertli, derinlikli ve ufuk sahibi kardeşim
Burhan Kavşut
'a
Genç Tümsiad Başkanı Gökhan Başaran
ve ekibine, tabiî Batman programını organize eden kabına sığmaz kardeşim
Sinan Demir
'e yürekten teşekkür ederim.
KAYSERİ'NİN YÜREK ÜLKESİ “ÇOCUKLARI”...
Bu Anadolu turumun son durağı Kayseri oldu.
Yürek ülkesinin çocuğu Serdar Tuncer Kardeşimle
Talas Belediyesi'nin düzenlediği “
Vatan Kalbe Düşünce
” başlıklı bir program gerçekleştirdik.
Program pürdikkat dinlendi. Salon yerinden kımıldamadan izledi saatlerde süren programımızı.
Kayseri, yürek ülkesinin çocuklarını her zaman göğsüne basmıştır.
Üstad Necip Fazıl, Büyük Doğu konferanslarını Kayseri'den başlatmış, Kayseri üstadı görkemli bir şekilde karşılamış, bağrına basmıştı.
Bize de kucak açan, güzel evsahipliği yapan Kayseri'li kardeşlerime ve Talas'ı neredeyse Kayseri'den ayrı/lacak bir şehre dönüştüren
Talas Belediye Başkanı Mustafa Palandıoğlu'
na yürek dolusu teşekkür ve muhabbetlerimi iletiyorum.
Gördüğünüz gibi Anadolu'da bir ruh var. Güzel insanlar diriliş tohumlarını ekiyorlar...
Bu ruhu tattırmaya devam edeceğim sizlere.
.Balkanlar’ı kendi hâline terk edemeyiz!
Yusuf Kaplan
30/04/2017 Pazar
Balkanlar öksüz bir asırdır...
Kafkaslar, Türk dünyası, Arap dünyası sahipsiz...
Hepsi de Türkiye'ye bakıyor, Türkiye'nin toparlanması, ayağa kalkması ve İslâm dünyasını yeniden toparlaması için dua ediyor Türkiye'ye.
Yükümüz ağır, yükümlülüğümüz büyük.
YÜKÜMLÜLÜK BİLİNCİ...
Yükümüzün ağırlığı ve yükümlülüğümüzün büyüklüğünün bilinciyle hareket etmemiz gerekiyor...
Bendeniz bu bilinçle hareket etmeye çalışıyor, karınca kararınca bir kıvılcım çaktırmak için çırpınıp duruyorum; hem Anadolu'yu hem de Balkanlar'ı dolaşıyorum son bir aydır...
Konferans üstüne konferans, sohbet üstüne sohbet ve bitmek bilmeyen, bitmesi istenmeyen, bitmesini istemediğimiz gece yarılarına kadar süren doyumsuz muhabbet...
İlk Anadolu turundan sonra son Balkan konferansı için geçen hafta Bosna'daydım.
Bosna izlenimlerimi birazdan sizlerle paylaşacağım.
Gelecek haftadan itibaren bu yılki ikinci Anadolu turu için yola koyulacağım...
BALKANLAR, PATLAMAYA HAZIR BOMBA GİBİ...
Balkanlar, patlamaya hazır bomba gibi...
Bu hafta başında Makedonya bunun işaret fişeğini verdi: Makedonya Meclis Başkanı seçimleri yapıldı. Sırp kökenliler, meclisi bastı, Arnavut asıllı yeni meclis başkanına saldırdı, kan revan içinde bıraktı... Gerginlik sokaklara taştı... Ama Allah'tan büyümeden sona erdirildi.
Makedonya bıçak sırtında...
Makedonya'daki Müslümanlar ırk kimliği üzerinden değil de Müslüman kimliği üzerinden birleşebilseler
, müşterek hareket edebilseler, güçlerini birleştirebilseler, hem Sırpların saldırma cesaretlerini kırabilirler hem de
Makedonya'nın Rusya, AB, ABD tarafından kaşınmasının ve karıştırılmasının önüne geçebilirler.
BALKANLARDAKİ FETÖ VARLIĞINA DİKKAT!
Burada mutlaka altı çizilmesi gereken hayatî noktalardan biri de Balkanlar'daki FETÖ varlığı.
Bosna'da da fırtına öncesi bir sessizlik yaşanıyor.
Arnavutluk'ta da, Kosova'da da aynı şekilde.
FETÖ, Arnavutluk başta olmak üzere belli başlı Balkan ülkelerini düşürmek üzere!
Benden hatırlatması...
BALKANLAR ÜZERİNDE/N OYNANAN OYUNLAR!
Balkanlar, tampon bölge...
Balkanlar'da huzur ve istikrarın sağlanması, emperyalist güçlerin işine gelmiyor. O yüzden karıştırılıyor...
Bir yandan
Rusya
, öte yandan
ABD
Balkanlar'a hâkim olma savaşı veriyor ve Balkanlar'ı kaşıyorlar.
İngiltere, ayrıştırma politikaları izliyor
Balkanlar'da, daha sonra “arabulucu” (!) rolü oynayabilmek için.
Almanya
, Balkan ülkelerini AB'ye alarak, AB'yi genişletme ve
Avrupa'daki hakimiyetini kesinleştirme stratejileri izliyor.
TÜRKİYE'NİN GÜÇLÜ BİR BALKAN STRATEJİSİNE İHTİYACI VAR!
Balkanlar'a, dün olduğu gibi yarın da gerçek barışı ve huzuru biz armağan edebiliriz yine.
Ama Türkiye'nin, ince elenip sık dokunulmuş, üzerinde derinlemesine kafa patlatılmış bir Balkan stratejisi yok hâlâ!
Uzun vadede, Balkanlar'ı toparlayacak, barış ve huzuru sağlayabilecek yegâne güç İslâm
. Bu gücü hayata ve harekete geçirebilecek yegâne ülke de Türkiye.
Türkiye'nin Balkanlar'ın huzur ve barışa kavuşmasını sağlayabilecek İslâmî kaynağı hayata geçirebilmesinin ön şartı,
Balkan ülkeleriyle güçlü ticarî ve kültürel ilişkiler kurabilmesinden geçiyor.
Balkan ülkelerindeki
bazı kişi ve gruplar üzerinden böyle bir strateji geliştirilemez
. Balkan ülkelerindeki
bütün kesimleri birleştirecek
kısa, orta ve uzun vadeli atılımlarla böyle bir strateji gerçeğe dönüştürülebilir adım adım.
Ayrıca Balkanlar'da
irfana
dayalı,
Tito
döneminin yerle bir ettiği Balkanlardaki kardeşlerimizin gönüllerini fethedecek bir stratejinin devreye girdirilmesi, bunun için de
cemaatlerin önlerinin açılması İslâmî kaynağın güçlü bir şekilde kök salması, ticarî ve kültürel ilişkilerin katlanarak artmasının temellerini atacaktır.
Balkanlar'ın kaderi, Ruslara, Avrupalılara, İngilizlere, Amerikalılara bırakılamaz. Aksi takdirde Balkanlar huzura ve barışa kavuşamaz kolay kolay.
Bu da Türkiye'yi de olumsuz olarak etkiler aynı zamanda.
Balkanlar, Türkiye'nin güvenlik meselesidir. Türkiye'nin güvenliği Balkanlar'dan başlar.
Balkanlar'ın karışması, Türkiye'nin güçlenerek yürüyüşünü de alamete uğratır.
BOSNA'DA YÜREK ÜLKESİNİN ÇOCUKLARI...
Burada son olarak Bosna izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum...
Bosna'ya bu kez
Genç İHH'nın Bosna sorumlusu, dertli ve yürekli kardeşim Burak Sakallı'nın
daveti üzerine üniversitede konferans vermek için gittim.
Uluslararası Saraybosna Üniversitesi'nde dolu dolu geçen
, dikkatle takip edilen bir konferans verdim.
Rektör Tahsin Erkan Ture Hoca, üniversiteyi Bosna'nın en iyi üniversitesinden biri haline getirmiş,
en iyi üniversitesi yapmak üzere kollarını sıvamış.
Akşam Bosna'nın kurucusu bilge düşünür ve devlet adamı
Aliya'nın
Müslüman Bosna'nın tohumlarını ektiği
Mladi Muslumani'nin (Müslüman Gençlik Teşkilatı'nın)
yer aldığı hanın diğer ucunda özel, dertli, birikimli, ufukları sınır tanımayan bir grup arkadaşla 4-5 saat süren derin, samimi bir sohbet gerçekleştirdik.
İlim Yayma'nın Müdürü Abdurrahman Sıradağ
, oradaydı.
Abdurrahman kardeşimden iyi yararlanmalı Türkiye: Müthiş bir feraset, uzun soluklu projeleri olan parlak bir arkadaşımız.
Maarif Vakfı Sorumlusu Salih Sağır
kardeşim de oradaydı o gece. O da kabına sığmaz, parlak bir arkadaşımız.
Orada “
burada devrim yapılır
” diye başladığım o unutulmaz mekanda geleceğimizi inşa edecek genç ve parlak arkadaşlar vardı.
Genç IHH'dan Abdulvahap Turna, Burak Sakallı, Muhammed Necat Gurlek kardeşlerime, bütün diğer arkadaşlara gösterdikleri güzel evsahipliğinden ötürü teşekkür ediyorum.
Allah yollarını açık etsin.
ÖZÜR
Gençlik Bakanı Çağatay Kılıç'la ilgili son bir açıklamada bulunmam gerekiyor burada. Gençlik Bakanlığı, onun döneminde ilk kez büyük atılımlar yaptı, güzel işlere imza atıyor. Bunda başta Selim Cerrah kardeşim olmak üzere bakanlığın idealist ve ufku geniş ekibinin de büyük rolü var. Yaşadığımız tatsız olaydan ötürü bakanın da, bakanlığın da yıpranmasını istemiyorum. Biz ilim ve fikir erbabıyız hasbelkader. Fikrin haysiyetini korumak da, mahviyetkâr olmak da bize düşer. Bendeniz hakkımı helâl ediyorum. Ben ypranayım ama öncü çalışmalara imza atan bakan da, bakanlık da yıpranmasın.
O yüzden bakandan ve diğer arkadaşlardan her şeye rağmen haklarını helâl etmelerini istiyorum.
.İslâmî entelektüel omurga olmadan aslâ!
Yusuf Kaplan
1/05/2017 Pazartesi
Bir ülkeye, ufuk açacak fikir adamları değil de, fitne-fesattan nemalanan, kul hakkını hiçe sayarak ona buna ayar vermeye kalkışan tipler damgasını vuruyor, gündemini ve hattı harekâtını belirliyorsa, bilin ki, orada alarm zilleri çalmaya başlamış demektir.
Oysa
tarih, bedeli ödenmiş, çileyle yoğrulmuş
, farklı bakış açıları sunabilen, derinlikli perspektifler geliştirebilen
güçlü ve köklü bir fikriyatın kanatlarında yükselir.
Tarihin akışını değiştiren, insanlığın ufkunu genişleten, umudunu yeşerten hareketler, fikrî temelleri güçlü hareketlerdir.
Fikrî temelleri güçlü ve köklü olmayan herhangi bir hareketin geleceği de olmaz, gelecek sunacak imkânları da.
TÜRKİYE'NİN TRAJEDİSİ: MÜNBİT TOPRAK, ÇORAK ÜLKE
Türkiye'de fikir bitti. Fikir bitince, sanat da tükendi.
Hayat temel varoluşsal değerleri aşındıran çıkar çatışmalarının, karakter suikastlarının normalleştiği iktidar kavgalarının arenası
hâline geldi.
Yaklaşık bir asırdır yaşadığımız, sürgit anlamsızlığın hükmünü icra ettiği acıklı hikâyemiz
, komediye dönüşen trajik hâl-i pür melâlimiz böylesi bir görünüm arzediyor.
Çorak bir ülkeyi andırıyor Türkiye.
Toprak münbit ama ülke çorak: Türkiye'nin trajedisini özlü bir şekilde özetleyebilecek cümle bu.
BATI MODERNLİĞİNİN SALDIRGAN MEYDAN OKUMASI...
Batı modernitesinin entelektüel, siyasî ve iktisadî devrimlerle geliştirdiği seküler / pagan meydan okuma, bütün dünyayı hallaç pamuğu gibi savurdu
: Çin medeniyetinden İslâm medeniyetine, Hint medeniyetinden Latin Amerika medeniyetlerine kadar insanlık tarihine her alanda büyük katkılarda bulunan bütün medeniyetlerin varlık nedenlerini / zihinlerini ve varoluş zeminlerini yerle bir etti modernliğin bu yıkıcı meydan okuması.
Modernliğin bu saldırgan meydan okuması, İslâm medeniyetinin en kâmil örneğini ve nihâî temsilcisi Osmanlı'yı da derinden sarstı:
Osmanlı'nın bedenini tarihten uzaklaştırdı ama ruhunu yok edemedi.
İşte bu nedenledir ki,
Meşrûtiyetlere gelince muazzam bir fikrî birikim ortaya konuldu: Osmanlıcılık, İslâmcılık, Türkçülük ve Garpçılık gibi önemli ve güçlü temsilcileri olan akımlar ortaya çıktı.
GÜÇLÜ VE KÖKLÜ İSLÂMÎ SÖYLEMLERİN VE OLUŞUMLARIN TASFİYESİ...
Osmanlı durdurulunca, Osmanlıcılık da, tabiî olarak bitti.
Cumhuriyet, Meşrûtiyetlerin en güçlü ve köklü akımı İslâmcılığı tasfiye etti
: Ahmet Cevdet Paşa'dan Said Halim Paşa'ya, Mustafa Sabri Efendi'den Kevserî'ye, Elmalılı'dan Bediüzzaman'a, Mehmet Âkif'ten, Filibeli Ahmet Hilmi'ye ve Babanzade'ye kadar geliştirilen
muazzam İslâmcı fikriyatı bütünüyle inkâr etti
; bu fikriyatın isimlerini, fikir adamlarını, sanatçılarını ademe mahkûm etti.
İslâmî kökleri büsbütün kurutulan bir Türkçülük sosu katılan Garpçılık
üzerinden bir yolculuğa soyundu Türkiye: Sonuçları çok pahalıya patlayacak
tarihte benzeri görülmemiş bir medeniyet değiştirme ve kendini inkâr serüveniydi bu.
TÜRKİYE'NİN VAROLUŞSAL İNTİHARA SÜRÜKLENMESİ...
Laik Türkiye, toplumun İslâmî ruh köklerini, hafızasını, birikimini sıfırlama aymazlığı gösterdi.
Bu, Türkiye'nin tehlikeli sularda yüzmeye kalkışması ve kendi kuyusunu kazması demekti.
Türkiye, ruh köklerini yitiriyor, böylelikle varoluşsal intiharın eşliğine sürükleniyordu...
Oysa
bu toplumun varlık nedeni İslâm'dı.
Bu toplumun tarih yapmasını, tarihin akışını değiştiren bir yolculuğa soyunmasını mümkün kılan yegâne münbit kaynak İslâm'dı.
İslâm'ın kaybedilmesiyle, hiçbir şeyin kazanılması mümkün olmayacaktı.
Daha da vahimi, İslâm'ın devletin bütün kurucu kurumlarından tasfiye edilmesiyle “imparatorluk” bakiyesi halkların buraya toplanmasından oluşan Türkiye'de
seküler kimliğin yegâne tanımlayıcı kimlik olarak dayatılmasıyla
birlikte, bu
toplumun çimentosunu oluşturan İslâmî üst kimliğin, duyarlıkların aşınması
ve ülkenin
sekülerleşmenin kaçınılmaz sonucu
olarak zuhur eden
etnik, platonik ve simülatif (sığ, sahte ve yüzeysel) kimlikler üzerinden hem parçalanmanın eşiğine sürüklenmesi hem de mevcut varlığını bile sürdürebilmesi çok zorlaşacaktı.
Cumhuriyet tarihi boyunca gerçekleştirilen bütün
askerî darbeler, İslâmî kimliğin, duyarlıkların ve omurganın güçlenmesini durdurmak için vurulan darbelerdi
. Laik Türkiye'de bastırılan ama kaçınılmaz olarak güçlenen
İslâmî omurganın tasfiye edilmesi
girişimleriydi bu darbeler.
Unutmayalım: Bu
darbelerin gerisinde küresel sistemin lordları vardı.
GÜÇLÜ VE KÖKLÜ BİR İSLÂMÎ ENTELEKTÜEL OMURGA OLMADAN ASLÂ!
Gelinen noktada, “
İslâmî söylemlerin, oluşumların tasfiye edilmesi
” gibi
tehlikeli bir “proje”
dolaşıyor ortalıkta...
İslâmî kökten gelen bir iktidarın en güçlü döneminde, üstelik de
Türkiye'nin tam da bu İslâmî ruh köklerine sahip çıkmasından ötürü medeniyet coğrafyasında umut ışığı olarak görülmeye başlandığı bir zaman diliminde, böylesi bir şeye izin verilebileceğini düşünmek akla ziyan bir şeydir.
Burada gelmek istediğim nokta hayatî: Oysa
Türkiye'de İslâmî entelektüel omurganın, ülkenin geleceğinin şekillendirilmesinde belirleyici rol oynaması hâlinde, Türkiye'nin orta ve uzun vadede bir medeniyet yürüyüşüne soyunmasının fikrî temelleri atılabilir.
Türkiye'nin
istiklal ve istikbal mücadelesine
katkıda bulunabilecek her tür entelektüel oluşum, ciddiye alınmayı hak eder. Ama bu mücadelenin medeniyet coğrafyamızda karşılığının olmasını sağlayabilecek yegâne entelektüel söylem,
İslâmî entelektüel omurga olabilir yalnızca.
ÖNÜMÜZÜ, TEK DERDİ HAKİKAT OLAN HAKİKAT ADAMLARI AÇABİLİR ANCAK
Sadece dedikodu yapan, fitne-fesattan nemalanan, bu ülkenin bin yıllık İslâmî birikiminin çilekeş temsilcilerini tasfiye çağrıları yapan kişilerin ülkenin gidişatını şekillendirmeye kalkışmaları, bizi büyük çıkmaz sokakların eşiğine sürükler...
Türkiye'nin, hem ülkemizin hem de coğrafyamızın önünü açabilecek
uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna soyunabilmesi, fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, çağrısı çağını kuracak İslâmî entelektüel omurgayı harekete geçirebilmesinden geçer.
Türkiye'nin gelecek 10 yılda 100 yılın tohumlarını dedikoducu, fitne-fesatçı, önüne geleni tasfiye etme kavgası vererek
asıl varoluşsal gündemimizden bizi uzaklaştıran bu sığ kişiler değil
, bu
ülkenin İslâmî entelektüel omurgasını oluşturan
, ülkenin, bölgenin ve dünyanın sorunlarını derinlemesine kavrayan, insanlığın yükünü omuzlarında hisseden, hakikat'ten süt emen, fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken
fedakâr, vefakâr ve cefakâr öncü kuşaklar, önalacak, önümüzü açacak tek derdi hakikat olan hakikat adamları
ekebilir yalnızca.Yol, değerini bilenlerle yürünür...
Yusuf Kaplan
5/05/2017 Cuma
Türkiye, zorlu bir süreçten geçiyor...
İki asırdır yaşadığımız, bizi perişan eden, fırtınalı denizde esen rüzgârların önünde oraya buraya sürükleyen
yorucu ama bir o kadar da öğretici bir süreç bu.
O yüzden
dostunu da, düşmanını da, dost-görünümlü post peşinde koşturan çakalları da iyi bilmek zorundadır önden giden, önalan, önaçan öncü insanlar...
YOL'UN DEĞERİNİ BİLMEYENLER, YOL'U DA, YOLCULUĞU DA BİTİRİR
Yol, değerini bilenlerle yürünür.
Sefasını sürenlerle değil, cefasını çekenlerle...
Dünyayı, dünyanın ayartıcı ve geçici nimetlerini elinin tersiyle iten, bedel ödemekten çekinmeyen,
fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken çilekeş hakikat erleriyle...
Ancak o zaman aşılamaz sanılan
bütün engeller aşılır teker teker
; açılamaz sanılan
bütün kapılar açılır birer birer
; ve
Rahmân
, ancak ondan sonra
rahmetiyle muamele eder; vefakâr, fedakâr ve cefakâr hakikat erlerine kol kanat gerer...
Unutma şunu aslâ:
Yol, değerini bilenlerle yüründüğü zaman mesafe katedilir.
Yolun değerini bilmeyenler, yolu da, yolculuğu da bitirir.
YOLA ÇIKTIĞIN ADAMA İYİ BAKACAKSIN, “ADAM MI?” DİYE...
Yolun ve yolculuğun değerini değil, sadece kendilerini, kendi menfaatlerini düşünenler, ilk engelde, ilk engebede, ilk tökezlemede, çelme takar düşürürler...
Yola çıktığın adama iyi bakacaksın, “adam mı?” diye...
Adamsa, sağına soluna bakmadan yola koyulacaksın ve
dört nala koşturacaksın...
Adam değilse, yanına bile yaklaştırmayacaksın.
DOST'UN DERDİ HAKİKAT'TİR
Dost, post peşinde koşturmaz.
Dostun tek derdi vardır: Hakikat.
Dostun
tek hayali
vardır: Hakikatin -
Mekke
sürecinde-
hayat bulması;
-
Medine
sürecinde-
hayat olması
, hayatın kendi olması ve hakikatle donanması; -
medeniyet
sürecinde de-
hayat sunmasıdır
bütün insanlığa ve varlığa.
Dost, her şeyden önce, hakikatle hemdert, hemdost ve hemhâl olan yürek ülkesinin çocuğudur.
Kendini değil hakikati düşünür.
Kendi geleceğini değil hakikatin geleceğini dert edinir.
O yüzden sille yer, tokat yer ama
hakikati de, hakikat öncülerini de, hakikat yurdunu da aslâ terketmeyi
aklının ucundan bile geçirmez.
DÖRT ŞAŞMAZ DOST KARAKTERİ: HZ. EBÛBEKİR, HZ. ÖMER, HZ. OSMAN VE HZ. ALİ
Dost, önce, Hz. Ebûbekir karakteridir
: Hakikatin önünü açar, yolunu yapar,
hakikatin hayat bulmasını sağlar
;
hakikat adamlarının sağ kolu olur
, önündeki
çakıl taşlarını temizler...
Dost, sonra, Hz. Ömer karakteridir
: Adaleti, hakkaniyeti öğütler: Adım adım
hakikatin hayat olmasını sağlar
;
hakikat adamlarının sol kolu olur, hakikatin yapı-taşlarını döşemesine yardım eder...
Dost, daha sonra Hz. Osman karakteridir
: Hayayı, edebi, ruhu tahkim eder,
önden gider...
Dost, son olarak Hz. Ali karakteridir
:
Basireti, feraseti, tehlikeleri ve imkânkarı gösterir
;
hakikat adamlarının arkasından gider
,
hakikatin herkese hayat sunması için canını feda eder...
TARİH, YALNIZ ADAMLARIN KANATLARINDA YÜKSELİR...
Zorlu yolculuklarda önalan ve önaçan, hiç bir kınayıcının kınamasına aldırmadan ama basireti de, feraseti de elden bırakmadan yol almaya çalışan öncü insanların etrafını çakallar, sırtlanlar sarar...
Dost-görünümlü ama post peşinde koşturan düşük adamlardır bunlar.
En iyi bildikleri şey “dans etmektir”, reverans yapmaktır; gürültü-patırtıyla, hır-gür çıkararak
kendini toprak gibi gören, kefeniyle dolaştığını her dem yineleyen öncü insanların önünü tıkamaktır bu dost-görünümlü fırsatperestlerin, çıkarperestlerin tek dertleri.
Öncü insanlar, mecburen, “yalnız insanlar”dır, o yüzden.
Tarih, “yalnız insanlar”ın kanatlarında yükselir.
“Yalnız insanlar”, zor zamanlarda bileylenirler, ateşten gömlek giyerler ve “
dört inanmış adamla” tarihin akışını değiştirirler...
Türkiye’siz yeni bir dünya kurulamaz...
Yusuf Kaplan
8/05/2017 Pazartesi
Küresel sistem çöktü.
Yeni bir dünya kurulacak.
Yeni bir dünyanın kurulmasında, Türkiye, iyi hazırlanırsak, yeniden kurucu rol oynayacak...
Biiznillah..
OSMANLI'NIN TASFİYESİ VE AVRUPA'NIN
TARİHTEN ÇEKİLİŞİ...
Yüzyıl önce Osmanlı tasfiye edildi ama bir dünya düzeni inşa edilemedi.
1648 yılında Vestfalya Anlaşması'yla
birlikte kurulan
Avrupa Dünya Düzeni
, bir yandan Avrupa'daki iç savaşları ve çatışmaları sona erdirdi,
ulus-imparatorluklar
üzerinden
sömürgecilik ve emperyalizm saldırılarılarını küre ölçeğine genişletti
. Ama öte yandan da, her yeri dize getiren
Avrupalılar, Osmanlı'yı dize getirmekte çok zorlandılar
.
Sonunda 20. yüzyılın başında Osmanlı'ya ölümcül darbeyi vurdular,
Osmanlı'yı tarihten uzaklaştırdılar ve Osmanlı coğrafyasını paylaşmaya başladılar.
Avrupalılar, Osmanlı'nın durdurulmasıyla önlerindeki
en büyük engeli bertaraf ettiklerini
düşünüyorlardı. Osmanlı'yı tasfiye etmek ve parçalamak üzere tasarlanan
Birinci Dünya Savaşı'nın meyvelerini yemeden Allahu Teâlâ İkinci Dünya Savaşı'nın başlarına belâ etti.
Onların bir oyunu varsa, Allah'ın (cc) da bir oyunu, planı vardı:
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra
Avrupalı emperyalist devletler birbirlerinin boğazlarına çullandılar. Savaşın sonunda hem Avrupa Dünya Düzeni çöktü hem de Avrupa tarih yapan bir aktör olarak tarihten çekildi.
Soğuk Savaş döneminde Amerika hem Avrupa'ya hem de dünyaya çeki düzen verdi.
Burada Amerika derken ülkenin ekonomisine, dış politikasına, medyasına, akademyasına, silah endüstrisine hükmeden Amerika'daki Yahudi gücünü kastettiğimi hatırlatayım münhasıran.
Osmanlı'nın tasfiyesi, Avrupa'nın da tasfiyesini getirdi.
Ama özellikle Yahudilerin kontrolündeki
küresel kapitalist sistem, merkez İslâm coğrafyasında Osmanlı'dan boşalan vakumu doldurma savaşı verdi, Yahudileri bölgenin kalbine yerleştirdi: Yahudiler üzerinden bölge cehenneme çevrildi.
KÜRESEL SİSTEMİN BAASÇILIK HAMELELERİ VE BUNLARIN KISA DEVRE YAPMASI
Gelinen noktada karşımıza çıkan manzara şu: Osmanlı'nın
beş asır barış yurdu
kurduğu üç kıtanın kesişme noktasında oluşan
vakum
, küresel sistem tarafından doldurulamadı.
Arap dünyasındaki Sovyetler'in de içinde aktör olarak yer aldığı küresel sistem güdümlü, özellikle de İngiliz icadı Arap milliyetçiliği ve Arap sosyalizmi gibi sonuçta
Baasçılık'ta birleşen hareketler yarım asırda çöktü, yerine coğrafyanın ruh köklerinden beslenen İslâmî oluşumlar yerleşmeye başladı.
İşte ne olduysa bundan sonra oldu:
İslâm, küresel sistemin lordları ve NATO gibi kurumları tarafından “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit” olarak konumlandırıldı.
Küresel sistem,
terörle mücadele stratejisi
adı altında terörle özdeşleştirdiği İslâmî söylemlerin ve hareketlerin İslâm dünyasına çeki düzen verebilecek bir konuma gelememeleri için her yola başvurdu: İşgaller, iç-savaşlar, kabile, meşrep çatışmaları, etnik çatışmalar gibi
bölgeyi, hatta bölge ülkelerini paramparça edecek bütün şeytânî stratejileri hayata geçirdi.
TÜRKİYE'NİN YARMA HAREKÂTLARI...
Bütün bu parçalama stratejilerinden etkilenmeden yoluna devam eden tek ülke Türkiye oldu. AmaBatılıların hedefindeki asıl ülke de Türkiye'ydi
Türkiye'nin küresel sistemin kontrolünden çıkmaması, bölgede etkin bir güç konumuna yükselmemesi de en temel stratejileriydi Batılıların.
Türkiye, Kıbrıs Harekâtıyla küresel sisteme teslim olmayacağına
dair önemli bir “nota” vermişti deyim yerindeyse...
İşte ondan sonra
Türkiye önce iç savaşın eşiğine sürüklendi, sonra da askerî darbe yedi.
Türkiye, teslim bayrağı çekmeye niyetli değildi.
Rahmetli
Özal
,Karadeniz İşbirliği Teşkilatı'nı kurdu ama defteri dürüldü, öldürüldü
. Bu proje, Orta Asya'ya koridor açacaktı. Başlamadan bitirildi.
Ardından
rahmetli Erbakan, cumhuriyet tarihinin en büyük projesi D-8'i kurdu ve küresel sisteme meydan okunmuş oldu böylelikle.
TÜRKİYE'SİZ BİR DÜNYA KURULAMAYACAĞI ANLAŞILDI...
2000'li yılların başında küresel sistem,
renkli devrimlerle
bölgeye çeki düşen veremeye kalkıştı.
Her yeri düşürdüler. Ama Türkiye'yi düşüremediler.
Erdoğan
, Türkiye'nin ekonomisini, stratejik hedeflerini büyüttü, medeniyet coğrafyasına yaydı: Böylelikle
korunaklı bir duvar
ördü.
İşte bu korunaklı duvar, içerden ve dışardan yapılan bütün siyasî, ekonomik, etnik saldırıları püskürtmeye yetti: Gezi kalkışması, 17-25 Aralık saldırısı ve nihayet 15 Temmuz saldırı ve işgal girişimlerinin
hepsi bu korunaklı duvara çarptı ve püskürtüldü.
Türkiye yaklaşık iki yıldan bu yana, özellikle de
Fırat-Kalkanı
operasyonundan sonra bölgede inisiyatifi eline almaya başladı:
Hem küresel sistemin lordlarının oyunlarını bozdu hem de yavaş yavaş oyun kurucu bir role kavuştu.
İşte Erdoğan'ın sadece bir ay içinde yaptığı ve yapacağı önemli görüşmeler ve ziyaretler, bütün bu zorlu mücadelelerin meyvesidir: Putin'le görüşüldü, Hindistan ve Çin ziyaretleri gerçekleştirildi. Sırada Trump görüşmesi, NATO ve Brüksel toplantıları var...
Bütün bunlar, Türkiye'nin dünyanın stratejik olarak en etkili 10 hatta 5 ülkesinden biri konumuna ulaşmasını sağladı.
Artık Türkiye'siz bir dünya kurulamaz. Bu anlaşıldı.
İYİ HAZIRLANIRSAK TARİHİ BİZ YAPARIZ YENİDEN...
Fakat asıl iş, asıl büyük iş şimdi başlıyor:
Batı uygarlığının felsefî olarak çöktüğü, dünyaya söyleyeceği hiç bir şey kalmadığı, sadece işgallerle hegemonyasını idame ettirmeye çalıştığı; Japonya, Çin, Hindistan ve kısmen Rusya'nın kapitalist sistem tarafından yutulduğu ve uyutulduğu bir zaman diliminde,
dünya yeni bir medeniyete gebe...
İşte bu medeniyet fikrini dünyaya sunabilecek özgüvene, tarihî derinliğe ve aktüel imkânlara sadece Türkiye sahip
. Bu yakıcı gerçeği, Batılılar bizden daha iyi biliyorlar; o yüzden Türkiye'yi kuşatıyorlar.
Ama köprünün altından çok sular aktı...
Türkiye, önümüzdeki süreçte, hem
ekonomik ve stratejik gücünü tahkim etmeli
hem ülke içinde barış, kardeşlik ve huzur ortamını kalıcı olarak tesis ederek ülkeyi bir
güven adasına
dönüştürmeli hem de kısa, orta ve uzun vadeli programlarla
düşünce, eğitim, kültür, medya, sanat alanında bir medeniyet fikrinin tohumlarını gergef gibi örecek, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek zorlu bir yolculuğa soyunmalı...
Eğer bu üç yolculuğu özenle ve dikkatle gerçekleştirebilirsek, dünyanın geleceğinin şekillendirilmesinde yeniden kilit rol oynayabiliriz -Allah'ın izniyle.
Vesselam.
FETÖ zihniyeti’yle mücadele etmeden FETÖ’yle mücadele edilemez!
Yusuf Kaplan
12/05/2017 Cuma
FETÖ kadar tehlikeli, başka bir olgu zuhur etmeye başladı: FETÖ zihniyeti bu.
FETÖ'yle etkin bir şekilde mücadele edebilmenin önündeki en büyük engel, işte bu FETÖ zihniyeti.
FETÖ zihniyeti, her yere sirayet ediyor... Sirayet ettiği her yeri çölleştiriyor, kurutuyor, ruhsuzlaştırıyor...
FETÖ zihniyeti, FETÖyle mücadelenin önünü tıkıyor.
Artık şunu görelim:
FETÖ'yle mücadele etmenin en etkili yolu, FETÖ zihniyetiyle mücadele etmekten geçiyor.
FETÖ ZİHNİYETİ NEDİR?
FETÖ zihniyeti ne, peki?
Özlü bir şekilde, tek bir kelimeyle tarif etmek gerekirse,
FETÖ zihniyeti, Makyavelizmdir.
Makyavelizmin tek kutsalı vardır: Çıkar.
Makyavelizmin tek yöntemi vardır
:
Çıkarı koruyabilmek için her yolun, her aracın meşrû görülmesi.
Makyavelizmin tek sonucu vardır: Kişinin çıkarından başka kutsal tanımaması, bütün kutsallarını yitirmesi.
Daha da vahimi,
çıkarperestliğin yani FETÖ zihniyetinin normalleşmesi...
FETÖ ZİHNİYETİ: MÜNAFIK TİPİ
FETÖ zihniyeti nasıl işliyor peki?
FETÖ zihniyetiyle hareket eden kişiler,
her renge, her şekle, her kalıba girebiliyorlar kolayca... Kendilerini gizlemesini çok iyi biliyorlar...
Kolaylıkla karaktersizleşebiliyorlar...
Nifak tohumları ekmekten hiç çekinmiyorlar...
Fitne-fesat çıkarmak, her tür provokasyona başvurmak, çıkarlarını zedeleyeceği düşünülen herkesi fişlemek, şişlemek, tekmelemek, kumpas kurmak, yalan söylemek, iftira atmak, çamur atmak, kaset, şantaj, montaj gibi yöntemlerle en aşağılık karakter suikastları gerçekleştirmek,
önlerinde engel olarak gördükleri herkesi linç etmek...
O yüzden FETÖ zihniyetiyle hareket eden kişiler, önlerine çıkan herkesi silindir gibi ezip geçmekte hiç bir şekilde tereddüt göstermiyorlar.
Tam bir münafık tipiyle karşı karşıyayız, anlayacağınız...
FETÖ'YLE MÜCADELENİN ÖNÜNDEKİ EN BÜYÜK ENGEL: FETÖ ZİHNİYETİ
FETÖ zihniyetiyle hareket eden kişiler, tastamam
Yahudi psikolojisiyle
hareket ederler, her şeyden önce,
kraldan çok kralcı geçinirler...
Amaçları, gücü ele geçirmektir. Gücü kutsarlar.
Güç derken sadece siyasî güçten sözetmiyorum burada.
Her tür gücü
kastediyorum. Özellikle de maddî gücü:
Amaçlarına ulaşmak için masa'yı, kasa'yı ve nisa'yı ürpertici şekillerde kullanmaktan çekinmezler.
FETÖ zihniyetiyle hareket eden kişiler,
gücü ele geçirince de, herkesi kendi güçlerine boyun eğdirirler ve güçlerine boyun eğmeyen herkese kan kustururlar.
Sözün özü:
FETÖ zihniyetiyle hareket eden kişiler, çıkarlarını pekiştirmek, güçlerini korumak için her tür gayr-ı meşrû yola başvurmakta hiç bir sakınca görmezler!
FETÖYLE MÜCADELE ETMENİN EN ETKİLİ YOLU, FETÖ ZİHNİYETİYLE MÜCADELE ETMEK!
FETÖ, cemaat olamaz.
Bir cemaat aslâ makyavelist / çıkarperest yollara başvuramaz.
Bir cemaat,
aslâ aracı, amacın önüne geçiremez
. Başka bir ifadeyle, “hedefe varmak için her yol mübahtır” ilkesizliğini aslâ ilke edinemez. Hedefe varmak için araçları amaçların önüne geçirenler, araçların ve bu araçları da, kendilerini de tepe tepe kullanan şer-şirret güçlerin
kölelerine dönüşürler
sonunda...
Oysa
biz zaferle değil, seferle emrolunduk...
FETÖ, bu toplumu ayakta tutan, birbirine bağlayan bütün kutsallarımızı, kurucu kavramlarımızı yerle bir etti.
FETÖ, cemaat, hizmet, yardımseverlik, kardeşlik, dürüstlük, adalet, asalet, izzet, şahsiyet gibi kurucu kilit kavramlarımızı, toplumda güveni, huzuru, kardeşliği tesis eden ve teminat altına alan
temel ahlâk ilkelerimizi delik deşik etti.
Bir toplumu ayakta tutan, birbirine kopmaz bir şekilde bağlayan kilit
ahlâk ilkeleri yerle bir olduğu zaman, o toplumda güven sarsılır, adalet sarsılır, kutsallar aşınır, bütün bağlar kopar, toplum toplum olma özelliklerini, ilkelerini, dayanaklarını yitirir ve biter...
FETÖ'yle etkin bir şekilde mücadele edebilmenin tek yolu var: Makyavelizmi, çıkarperestliği kutsayan FETÖ zihniyetiyle mücadele etmek.
Bunun yolu da, adaleti, ahlâkı, güveni, farklılıklara saygıyı, dolayısıyla temel ahlâk ilkelerini yeniden tesis etmekten geçer.
Ahlâkı, adaleti, güveni, farklılıklara saygıyı tesis edebilmenin yolu ise,
kul hakkına, helal-haram ölçülerine hakkıyla riayet etmektir.
Müslüman bir toplumda
âhiret inancını, yapıp-ettiklerimizden sorguya çekileceğimiz muhkem inancını
sarsılmaz bir şekilde tesis etmeden bunların hiç birini hakkıyla hayata geçiremeyiz.
Adalet anıtı
Hz. Ömer
(r.a.) bu konuda ölçüyü çok açık ve net bir şekilde ortaya koymuş: “
İnsanların en kötüsü, âhiretini dünyası i
ç
in satandır. Daha da kötüsü âhiretini başkalarının dünyası i
ç
in satandır.
”
Sözün özü:
FETÖ zihniyetiyle etkin bir şekilde mücadele edilmeden, FETÖ'yle mücadele edilemez.
Vesselâm.
.Medeniyet krizi: Önümüzü açacak Maarif Modeli ve Siyer-i Nebî Projesi
Yusuf Kaplan
14/05/2017 Pazar
Batılıların, İslâm dünyası için geliştirdikleri üç büyük tehlikeli proje var:
Birincisi, Gazâlî'nin İslâm düşüncesini bitirdiği masalını “yutturmak”.
İkincisi, Osmanlı'yı unutturmak.
Üçüncüsü de, Hz. Peygamber'in (sav) konumunu sarsmak.
BİRİNCİ MEDENİYET KRİZİ: MELİKŞAH, NİZAMÜLMÜLK VE GAZÂLÎ'NİN BİN YILIN TOHUMLARINI EKEN HAMLESİMüslümanlar, tarihleri boyunca iki büyük medeniyet kriziyle karşı karşıya kaldılar.Birinci büyük medeniyet krizi, 1258'de Bağdat'ın, 1326'da da Kurtuba'nın düşmesiyle yaşandı.
Moğol ve Haçlı saldırıları, öylesine şiddetliydi ki, İslâm dünyasının Doğu cephesini de, Batı cephesini de harabeye çevirdi ama bu saldırılar da, içerden biz Haçlılarla ve Moğollar'la ölüm-kalım savaşı verirken bizimle savaşan Pers saldırıları da,
Müslümanların inançlarını aslâ sarsamadı ve çökertmedi.
Neden peki?
Bu saldırılardan yaklaşık iki asır önce derinden gelen tehlike görülmüş ve tehlikenin püskürtülmesini sağlayacak muhkem temeller atılmıştı.
Müslümanların tarihlerinin bu en zorlu zamanlarında üç büyük adam tarihe çıktı: Melikşah, Nizamülmülk ve Gazâlî.
Ve
Gazâlî'nin öncülüğünde çeyrek asırda bin yılın tohumları ekildi...
Üç büyük sütun dikildi: Akîde, fikir ve siyaset'te Ehl-i Sünnet Omurga kuruldu
, İslâm dünyasında yaklaşık
bin yıl süren ve bugüne kadar Müslüman toplumları dimdik ayakta tutan muazzam bir ittihad-ı İslâm düzeni hayat buldu ve hayat sundu herkese.
Selçuklu mayayı kardı, Osmanlı bu mayayı sarsılmaz bir ruha dönüştürdü.
Gazâlî'nin yaptığı büyük hamle
, Müslümanların akidelerini, zihin dünyalarını ve siyasî hayatlarını sarsan Grek, Hint, Mısır ve Maveraünnehir havzasındaki düşünce geleneklerinin Müslüman toplumlara sirayet eden
yıkıcı etkilerini yok etmek ve özgün İslâm düşüncesinin temellerini Kur'ân ve Sünnet ekseninde silbaştan atmak olmuştu.
Gazâlî'nin temellerini attığı bu ehl-i sünnet omurga, Osmanlı'nın varoluş temellerini oluşturdu.
Batılıların İslâm dünyasında neden Gazâlî, Osmanlı ve Hz. Peygamber'i (sav) adım adım hedef tahtasına yatırdıklarını şimdi daha iyi anlıyor olmalısınız:
Gazâlî de, Osmanlı da, Hz. Peygamber de “kurucu”ydu
-elbette ki, Efendimiz'in kuruculuğunun akîdevî boyutu vardı- ve
Batılılar, ne'yi, niçin vurmaları gerektiğini çok iyi biliyorlardı.
İki asırlık süreçte, Gazâlî vuruldu, Osmanlı unutturuldu.
Çeyrek asırdır, Hz. Peygamber'i hedef tahtasına yatırmış durumdalar ve Hz. Peygamber'i devre dışı bırakacak bir din icat etme savaşı veriyorlar.
Bunu aslâ başaramayacaklar. Gazâlî'nin yaptığı büyük atılım da, Osmanlı da artık çok iyi anlaşılmaya başlandı bütün İslâm coğrafyasında...
İKİNCİ MEDENİYET KRİZİ: ZİHİN, ZEMİN VE ZAMAN'IN ÇÖKMESİ
İkinci büyük medeniyet krizi, Batılıların geliştirdiği
modern
(
Peter Gay'in
, iki ciltlik “
The
Enlightenment
” başlıklı muhteşem kitabındaki tanımlamasıyla “
pagan
”) meydan okuma sonrasında iki asırdır yaşadığımız, bizi birinci krizin aksine
aşağılık kompleksinin, reaksiyonerliğin eşiğine fırlatan, İslâm'la irtibatımızı sakatlayan
,
Müslüman Zihni'nin, Müslümanca yaşama Zemini'nin ve Müslüman Zaman'ının (Zeitgeist'ının) yerle bir olmasına yol açan krizdir.
Başka bir ifadeyle, tarihte ilk defa fetret dönemi yaşamamıza, hem İslâm'la hem de Batı'yla simülatif (sığ, sahte ve yüzeysel) ilişkiler kurmamıza yol açan
epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş bu.
Bu krizi de, tıpkı Gazâlî'nin yaptığı gibi, uzun soluklu bir ilim, irfan ve hikmet yolculuğuna çıkarak aşabiliriz ancak.
Bunun için iki temel ilkeden yola çıkabiliriz.
Birinci ilke: İçinde yaşadığınız çağı tanıyamazsanız, tanımlanırsınız
. Tanıyamadığınız bir çağı değiştirme iddiasında bulunamazsınız.
İkinci ilke: Başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız.
Peki bu iki ilkeyi nasıl gerçeğe dönüştüreceğiz?
Ümmîleşerek...
Tıpkı Gazâlî gibi önce çağın ağlarından ve bağlarından arınarak, çağrı'mızın çağını kurmasını sağlayacak bir fikriyat ve külliyat ortaya koyarak, ardından çağı aşacak, bizi taze bir İslâm çağına ulaştıracak zorlu bir yolculuğa çıkarak...
Bu yolculuğu Sünnet-i Seniyye'yi hayata ve harekete geçirerek gerçekleştirebiliriz.
Sünnet-i Seniyye, vasat ümmet'in hem vasıtasıdır hem de vasatını sunar bize.
Bu hakikat,
vasat ümmet
âyetinde âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz'in üç özelliğinden
şahitlik
özelliği üzerinden
üç aşamalı
olarak anlatılır:
1-Hakikatin şahidi olmak...
2-Hz. Adem'den bu yana ortaya konan mirasın şahidi olmak.
3-İçinde yaşadığımız çağın şahidi olmak.
Gazâlî'nin yaptığı yolculuk buydu. Bu yolculuk, birinci krizi aşmamızı sağladı.
İkinci krizi de benzer bir yolla aşabiliriz ancak...
ÖNÜMÜZÜ AÇACAK MAARİF MODELİ VE SİYER-İ NEBÎ PROJESİ
Onun için Efendimiz'in geliştirdiği,
Sünnet-i Seniyye'de hayat bulan ve hayat sunan
Ehl-i Suffa'ya dayanan maarif modelini taze bir ruhla yeniden ihya ve inşa etmek.
Ehl-i Suffa'nın bir boyutu
ilme
(
medrese'ye
), diğer boyutu
irfana
(
tekke'ye
) bakar.
Müslümanlar, tarih boyunca bu iki yolculuğun sonrasında
Hikmet'e
ulaştılar...
Müslümanların da, ülkemizin de en temel, en yakıcı sorunu, eğitim sorunu.
Türkiye'deki eğitim sistemi pozitivist sömürgeci bir eğitim sistemi. Bu sistem yetenek öğütüyor, genç kuşaklarımızı zihnen ve ruhen öldürüyor sadece.
Bir modele ihtiyacımız var.
John Dewey
, “bize modern bir eğitim sistemi kur” diye 1934 yılında Türkiye'ye davet ettiğimizde, yazdığı raporda “model sizde” demiş ve şunu söylemişti: “Fakat bu medrese modeli opaque'leşmiş / donmuş durumda. Yapacağınız tek şey var. Bu modeli update yapmak / güncellemek.”
Amerikan eğitim sisteminin kurucusu Dewey'in gördüğünü görebilecek o kadar az adam var ki bu çorak ülkede!
Hafta başında Sivas'taydım. Üniversite'de ve Arifan Medresesi'ndeydim.
Üniversite,
Alim Yıldız
Hoca'yla birlikte belki de ilk kez kendine gelecek... Âlim Yıldız Hoca,
üniversitenin önünü açacak inşallah.
Arifan Külliyesi ise, geleceğimizin sembolü
. Ömer Faruk Akkaya Hoca ile
yeni Gazâlî'ler, Râzîler, İbn Arabî'ler yetiştirmemizi sağlayacak tohumları ekecek maarif modelinin nasıl geliştirilebileceği
meselesi üzerinde çalışıyoruz. Yorucu ama sonunda önümüzü açacak bir yolculuk olacak inşallah...
Ömer Faruk Hoca, maarif modelinin yanısıra,
bizim bin yıldır kurduğumuz “düzen”i yıkma tehlikesi taşıyan hâricî mantığının İslâmî dünyasını sürüklediği çıkmaz sokaktan kurtarmaya katkı yapacak muazzam bir Siyer-i Nebî projesi üzerinde çalışıyor
gece gündüz bir kaç yıldır. Devlet, en üst düzeyde ilgilendi, ilgileniyor bu projeyle...
Bu proje, Sünnet-i Seniyye üzerinden bizim yeniden
ilim, irfan ve hikmet yolculuğuna çıkmamızın temellerini atacak
, geleceğimizin yapı taşlarını döşeyecek,
Nebevî soluğu irfânî ruhla Anadolu'nun göbeğinden bütün dünyaya dalga dalga yayacak
muazzez bir “proje”.
Projeyi, Cumhurbaşkanımız Erdoğan'ın açması planlandı.
Erdoğan, Siyer-i Nebî'yi açacak... Bu proje de hem Erdoğan'ın önünü hem de ülkemizin önünü açacak inşallah...
Türkiye’nin uzun soluklu medeniyet yürüyüşü: Osmanlı ruhunun dirilişi...
Yusuf Kaplan
15/05/2017 Pazartesi
Cumhurbaşkanı Erdoğan, bir ay içinde Rusya, Hindistan, Kuveyt ve Çin'i ziyaret etti.
Önemli ekonomik-stratejik anlaşmalara imza attı.
Türkiye'nin, “
aktif denge stratejisi
” olarak tarif ettiğim
önce dalga kıracak, sonra dalga kurmaya başlayacak
bir yolculuğa çıkarak bölgesel ve yarı-küresel bir güç hâline geldiğini gösterdi.
Sırada Trump görüşmesi ve NATO toplantısı var...
Türkiye, özellikle Fırat Kalkanı operasyonundan sonra “
bölge, Türkiye'siz şekillendirilemez. Bir gece ansızın gelebiliriz” dedi.
Bu mesaj, gereken yerlere gitti.
Türkiye, dik duracak ama tuzaklara karşı her dâim dikkatli olacak
, stratejik ittifaklar kurarak, aktif denge stratejisiyle zamanla dengeleri belirleyebilecek bir noktaya ulaşacak,
insanlığın önünü açacak, herkese hayat hakkı tanıyacak uzun soluklu bir medeniyet yürüyüşüne soyunacak
biiznillah...
BATILILAR DÜNYAYI NASIL CEHENNEME ÇEVİRDİLER?
İnsanın başına ne geldiğini de, insanlığın nasıl bir ontolojik felâketin eşiğine sürüklendiğini de anlamakta zorlanıyoruz.
Tarihte, benzeri görülmemiş bir ontolojik felâketle karşı karşıya bütün dünya -üç asırdır...
Bilimsel Devrim'in “baba”larından
Francis Bacon, “bilgi, güçtür” (knowledge is power) demişti.
Modern felsefenin kurucusu
Descartes
da, “
tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız
” diye haykırmıştı adeta.
Modern / pagan
Batılılar, bilgi'yi güç olarak konumlandırdılar ve güç üretmekte kullandılar
;
gücü, güç üreten araçları / silahları kutsadılar
, dünyaya işgallerle hâkim oldular ve
kendileri dışındaki hiçbir kültüre, medeniyete hayat hakkı tanımadılar.
Sonunda, gelinen noktada,
dünyayı orman kanunlarının hâkim olduğu bir cehenneme çevirdiler
Batılılar.
Rimbaud'nun
yaklaşık bir buçuk asır önce
Paris
için kullandığı “
cehennemde bir mevsim
”
metaforu
,
bütün dünya için kullanılabilecek ürpertici bir gerçeğe dönüştü.
ÇIKMAZ SOKAK'TAN ÇIKIŞIN ANAHTARLARI BİZİM ELİMİZDE....
Batılıların, işgallerini maskeleyen “demokrasi, insan hakları, özgürlükler” gibi ayartıcı söylemlerine rağmen
dünyaya kandan, gözyaşından, felâketten başka bir şey veremedikleri çok iyi anlaşıldı artık.
Eğer Batılıların, hem başkalarına hayat hakkı tanımadığı
hem de başkalarıyla nasıl bir arada yaşanılabileceğinin formülünü geliştiremedikleri
, o yüzden dünya üzerindeki hâkimiyetlerini korumak için her tür şiddete, işgale, hukuksuzluğa başvurmakta hiç bir sakınca görmedikleri yakıcı gerçeğini göremezsek,
ülkemizde, medeniyet coğrafyamızda ve dünya ö
lçeğinde yaşanan sorunların nereden kaynaklandığını da, nasıl aşılabileceğini de kavramakta zorlanırız
.
Yakıcı gerçek şu burada: Batılıların “
uygarlaştırma misyonu
” gibi ayartıcı bir gerekçeyle
bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri
bir zaman diliminde,
Osmanlı, üç kıtada, üç kıtanın kesişme noktasında adaletin, hakkaniyetin, sulhün, selâmetin, kardeşliğin ne demek olduğunu öğretti bütün dünyaya
.
OSMANLI, BİLFİİL / BEDENEN ÇÖKTÜ, BİLKUVVE / RUHEN YAŞIYOR...
Osmanlı, Kapitalizme direndiği için bilfiil / bedenen çöktü.
Ama Kapitalizme direndiği için bilkuvve / ruhen yaşıyor
(dün adaletle, sulhle, hakkaniyetle hüküm sürdüğü üç kıtanın kesişme noktasında, hatta bütün mazlum dünyada...)
Ve Osmanlı ruhunun, cehenneme dönüşen medeniyet coğrafyamıza yeniden nefes üflemesi konuşuluyor, bunun için dua ediliyor...
OSMANLI'NIN GELİŞİ: BATILILARIN VE MAZLUMLARIN OSMANLI İLGİSİ...
Sadece duadan ibaret değil Osmanlı'nın gelişi...
Yalnızca medeniyet coğrafyamızda değil
bütün dünyada, Amerika'da, Avrupa'da, Arap dünyasında Osmanlı medeniyeti araştırılıyor
, Osmanlı'nın üç kıtada barışı, adaleti ve kardeşliği hâkim kılan ilkeleri, ruhu derinlemesine gün ışığına çıkarılıyor...
O yüzden
Batılılar
,
Osmanlı'nın ruhunun yeniden dirilmemesi, mazlum dünyaları toparlayıp kendine getirmemesi, bu nedenle Türkiye'nin kuşatılması, parçalanması, ülke içinde Alevî-Sünnî, laik-dindar
ç
atışmasının yaşanması için uygun şartlar oluşturulması.. gibi meselelere kafa patlatıyorlar...
Araştırmalar yapıyor, bu araştırmalara inanılmaz paralar akıtıyorlar...
Öte yandan
Osmanlı ruhu, bütün Osmanlı coğrafyasında diriliyor hızla
: Bosna'dan Kırım'a, Yemen'den Moro'ya kadar kitleler, yeniden herkese hayat hakkı tanıyacak,
dünyaya adaleti, hakkaniyeti, barışı armağan edecek Medine'den süt emen,
insanca bir dünya kuran Osmanlı ruhunun dirilişini bekliyor...
Türkiye, henüz bu beklentiye karşılık verebilecek maddî ve manevî güce ulaşmış değil
. Ekonomik olarak dünyanın en büyük 20 ülkesinden, stratejik olaraksa dünyanın en etkin 5 ülkesinden biri olmasına rağmen...
TÜRKİYE'NİN UZUN SOLUKLU MEDENİYET YÜRÜYÜŞÜ...
Türkiye'nin yürüşünü başarılı bir şekilde sürdürebilmesi, öncelikle, ekonomisini
üretim ekonomisine, yüksek teknolojiye dayalı bir ekonomi
hâline getirebilmesine, nihayetinde
askerî bakımdan teknolojik olarak dize getirilemez bir noktaya ulaşabilmesine bağlı.
İkinci olarak da, “manevî” olarak atması gereken hayatî adımları artık daha fazla gecikmeden atmasına...
Yani,
eğitimde, medyada, fikir, sanat ve kültürde, bizim ruh köklerimizden beslenen
, imajinatif, ön açıcı, her alanda öncü kişilerin yetiştirilmesi, öncü atılımların ve akımların geliştirilmesi için kısa, orta ve uzun vadeli hedeflerle hayata geçirilecek
kanatlandırıcı bir medeniyet fikriyatının ve külliyatının ortaya koyulmasına, uzun, yorucu ama bizim de, bölgemizin de, insanlığın da önünü
açacak bir medeniyet yolculuğuna soyunmasına
...
Tarihi dehalar yapar
:
Dünyayı da, kendi dünyalarını da iyi kavrayan, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, çağrısı çağını kuracak vefakâr, fedakâr ve cefakâr öncü kuşaklar...
Sözünü ettiğim anlamda geçmiş ve gelecek spektrumunda yolculuk yaparak
önce çakıl taşlarını temizleyerek dalga
-kıracak, sonra yapı taşlarını döşeyerek dalga-kuracak dehaları
, ön alacak, ön açacak öncü kuşakları olmayan toplumlar, tarih yapamaz, tarihi sürükleyemez, başkalarının yaptığı tarihinde önünde sürüklenir dururlar ve sonuçta yok olmaktan kurtulamazlar...
Önümüzdeki
10 yıllık süreçte gelecek 100 yılın tohumlarını ekecek şekilde eğitim sistemimizi, medya düzenimizi, fikir, sanat ve kültür hayatımızı kendi medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda, pergel metaforu ekseninde silbaştan yenilememiz gerekiyor...
İşte o zaman dev uyanmaya başlayacak...
Dik durarak ama tuzaklara karşı dikkatli olarak geliştireceğimiz kalıcı stratejilerin sonucunda insanlığa yeniden adalet, hakkaniyet ve barış sunacak uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna çıkacak Türkiye
... Allah'ın lütfu ve keremiyle.
.yeni bir dünya kurulacak, Türkiye, kurucu rol oynayacak...
Yusuf Kaplan
19/05/2017 Cuma
İsmet İnönü, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra şöyle demişti: “Yeni bir dünya kurulur, Türkiye de orada yerini alır".
Köprünün altından çok sular aktı...
Batı uygarlığının dünyaya hem söyleyeceği esaslı bir şey olmadığı hem de tam da bu nedenle hegemonyasını sürdürebilmek için işgallerden, savaşlardan, çatışmalardan ve karışıklıklardan medet ummaktan başka bir seçeneği kalmadığı anlaşıldı.
Varlığını, başkalarının yıkımı üzerine kuran bir uygarlık, her bakımdan tefessüh etmiş, bitmiş demektir
zaten.
Bildiğimiz dünyanın sonu geldi...
Şimdi yeni şeyler söyleme vakti: Yeni bir dünya kurulacak, Türkiye, bu yeni dünyanın kurulmasında kurucu rol oynayacak...
OSMANLI'NIN TASFİYESİ, DÜNYAYI FELÂKETİN EŞİĞİNE SÜRÜKLEDİ...
Emperyalist Batılılar,
Osmanlı'yı tasfiye
ettiklerinde dünya üzerindeki
hegemonyalarının önündeki en büyük engeli kaldırabileceklerini
hesap etmişlerdi.
Ama evdeki hesap çarşıdaki pazara uymayacaktı...
Osmanlı'nın tasfiyesi için başlatılan, Osmanlı'ya nihâî ölümcül darbeyi vurmak için çıkartılan Birinci Dünya Savaşı, “düvel-i muazzama"nın, emperyalist ülkelerin iştahlarını kabarttı.
Osmanlı'nın tasfiyesinden çeyrek asır geçmeden,
Osmanlı'yı çökertmek üzere bir araya gelen bütün emperyalist ülkeler birbirlerini boğazlamaya başladılar...
Sonuçta, “
üzerinde güneş batmayan" İngiliz İmparatorluğu, bir daha gün yüzü, güneş yüzü göremeyecek kadar karanlığa gömüldü ve çöktü.
Ardından, Avrupa, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra harabeye döndü ve tarihten çekildi...
20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa, toparlanma iradesi gösterdi.
Avrupa'nın toparlanma gerekçesi, bu toparlanmanın uzun soluklu ve kalıcı olamayacağının göstergesiydi: Korku'ydu bu. Yok olma korkusu.
Avrupa, umutlar üzerinden değil, korkular üzerinden kurulmuştu
; varlığını da, üç asır süren dünya üzerindeki emperyalist hegemonyasını da umutlar üzerinden değil korkular üzerinden temellendirmesine borçluydu.
Gelinen noktada
korkunun fendi, birlik ve birleşme iradesini yendi
: Şu ân Avrupa, geri dönüşü olmayan bir dağılma, parçalanma, yabancı düşmanlığı, “İslâm / öteki nefreti" çıkmaz sokağının eşiğine sürükleniyor hızla!
Sonuç ne peki?
Sonuç gayet net: Osmanlı'nın tasfiyesi, emperyalist Avrupa ülkelerini felâketlerin, çıkmaz sokakların eşiğine fırlattı.
TÜRKİYE'NİN TARİH YAPAN BİR AKTÖRDEN TARİHTE TATİL YAPAN
BİR FİGÜRANA DÖNÜŞTÜRÜLMESİ...
Osmanlı, yıkılırken bile dünyanın denge unsuruydu:
Osmanlı durduruldu, hem dünyanın dengesi bozuldu
hem de
Avrupa
, kısa süreli bir refah döneminden sonra geri dönüşü olmayan bir
dağılmanın, kültürel çözülmenin, felsefî çöküşün, ahlâkî ve sosyal yıkımın ortasında buldu
kendisini.
Bu arada,
Batılılar tarafından fiilen işgal edilmeyen Türkiye, içerden Batıcılar tarafından zihnen işgal edildi
: Medeniyet iddialarını terketti ve özgüveni delik deşik edilen, tarih bilinci linç edilen,
metamorfoz yemiş celladına âşık kuşaklar icat edildi.
Türkiye, tarih yapan bir
aktörden
, Batılıların yaptıkları tarihte, tatil yapan bir
figürana
dönüştürüldü.
TÜRKİYE'NİN STRATEJİK UFUKLARI, MEDENİYET COĞRAFYASINI AŞTI...
Bu durumun, sonsuza dek böyle gitmesi mümkün değildi. Değildi; zira
Batı uygarlığının çöküşün eşiğine sürüklendiği bir zaman diliminde, Türkiye'nin, medeniyet iddialarından vazgeçmek yerine, medeniyet iddialarını güncelleyerek benimsemesi, yeşertmesi gerekirdi.
Kaldı ki, bunun fikrî temelleri de atılmıştı Meşrûtiyetlerde.
Eğer Batıyla da bir şekilde hesaplaşan, kendi iç-muhasebesini yapan
bu devâsâ entelektüel birikim topyekûn tasfiye edilmek yerine, daha da geliştirilseydi, Türkiye, toparlanabilir ve tam bir asır sadece içi boş, anlamsız ve bizi birbirimize düşüren iç-gerilimlerle enerjisini tüketmezdi.
Olan oldu. Şimdi olacak olana yoğunlaşma vakti...
Menderes, Özal ve Erbakan'la
birlikte gerçekleştirilen
yarma harekâtları
bizi yordu ama bütün bu yarma harekâtları,
Erdoğan'la
birlikte gerçekleştirdiğimiz zorlu
toparlanmanın yapı taşlarını döşemiş oldu.
Dış politikada yapılan pek çok yanlışa rağmen Türkiye, bu yanlışlardan ders almasını bildi: Hem ekonomisini büyüttü hem de Türkiye'nin stratejik ufkunu medeniyet coğrafyasının ötesine yaymayı başardı -çok şükür...
TÜRKİYE'NİN GELİŞİ,
EMPERYALİSTLER
İ
TEDİRGİN ETTİ...
Bütün bunlar,
Türkiye'nin yeniden gelişini gösteriyor ve Batılılar tarafından dikkatle izleniyor.
O yüzden Türkiye'nin gelişi, emperyalistleri tedirgin etmeye ve ürkütmeye yetti...
Ama
Türkiye, pes etmedi, etmeyecek
... İçerden ve dışardan yapılan (17-25 Aralık operasyonu, Gezi kalkışması, 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi gibi) bütün saldırıları püskürtmeyi başardı Türkiye -Allah'ın yardımıyla.
Erdoğan'ın
iki hafta içinde dünyanın gidişatını şekillendiren Çin, Hindistan, Rusya ve ABD'ye yaptığı
ziyaretler, Türkiye'nin yeni kurulmakta olan dünyanın kurulmasında kurucu rol oynayacağının işaret fişekleri, gözardı edilemez göstergeleri...
TÜRKİYE TOPARLANACAK VE DÜNYAYI DA, MAZLUMLARI DA TOPARLAYACAK...
Bütün bunlar şu anlama geliyor: Önümüzdeki 25 ilâ 50 yıllık süreçte Türkiye, adım adım toparlanacak ve dünyayı da, mazlumları da toparlayacak uzun soluklu bir medeniyet yolculuğuna soyunacak...
Elbette bu, o kadar kolay olmayacak. Uzun zaman alacak, yorucu ama zorlu bir hazırlık yapılacak.
Ama bu, olacak -inşallah.
Türkiye vartayı atlattı, tünelin ucu görünmeye başladı..
.
Şimdi işimize yoğunlaşma, önümüze bakma, kenetlenme, asgarî müştereklerimizi çoğaltma, zaaflarımızı erdemlere dönüştürme, erdemlerimizi her alana yayma, yeniden Gazâlî gibi, İmam Rabbânî gibi, Yunus gibi, Sinan gibi, Itrî gibi önümüzü açacak, çağrısı çağını kuracak öncü kuşaklar, büyük dehalar yetiştirmek için
düşüncede, eğitimde, kültürde, sanatta, medyada büyük devrimleri adım adım hayata geçirme ve
geleceği getirecek uzun soluklu bir yolculuğa çıkma zamanı...
Eğer gelecek 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekebilirsek, yarın elbet bizim olacak, ebed bizim olacak...
Sözün özü: Yeni bir dünya kurulacak, yeni bir dünyanın kurulmasında Türkiye kurucu rol oynayacak biiznillah... Vesselâm.10 yılda 100 yılın tohumları ekilmeli...
Yusuf Kaplan
21/05/2017 Pazar
Bugün Akparti'nin kongresi var.
Erdoğan, partinin başına geçecek.
Kongre'den beklentiler büyük: Yeni, tertemiz, genç ve parlak bir ekiple yola koyulacağı, esaslı bir temizlenme ve yenilenme gerçekleştirileceği beklentisi var toplumda.
Önümüzdeki süreçte her alanda izlenmesi gereken
temel strateji, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek köklü adımlar atmak olmalı...
MANEVÎ VE MADDÎ ATILIMLAR ATBAŞI GİTMELİ
Büyük atılımlara ihtiyacı var Türkiye'nin... Sadece maddî alanda değil, manevî alanda da (düşünce, kültür, sanat, şehircilik ve medya gibi toplumun temelini, ruhunu oluşturan bütün alanlarda) köklü atılımlar gerçekleştirilmeli,
manevî ve maddî atılımlar atbaşı gitmeli.
Sözünü ettiğim anlamda manevî atılım ihmal edilirse,
sadece maddî atılıma dayalı olarak atılan adımların bumerang etkisi yapacağı
, anlam haritalarımızı paramparça edeceği, değerlerimizi çözeceği, toplumu ayakta tutan, tarih yapmamıza imkân tanıyan medeniyet dinamiklerimizi dinamitleyeceği,
sosyo-kültürel dokunun hızla sekülerleşmesine
,
genç kuşakların bu ülkeye ve kültürümüze aidiyet duygularının hızla aşınmasına
yol açtığı aslâ gözardı edilmemeli.
Hem ülkenin
stratejik hedefleri
derinleştirilmeli;
üretim ekonomisine
geçilmeli;
yüksek teknolojiye
dâir kalıcı yatırımlar yapılmalı. Hem de
eğitim, fikir, sanat, kültür, medya ve şehirlerimiz bizim medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda silbaştan yeniden inşa edilmeli.
FETÖYLE MÜCADELENİN SULANDIRILMASINA İZİN VERİLMEMELİ: ADALET GECİKTİRİLMEMELİ
FETÖ soruşturmaları bütün hızıyla sürdürülmeli.
Haine merhamet edilmemeli
. Ama FETÖ'yle ilgisi olmayan KHK mağdurlarının sorunları âcilen çözülmeli. Bu sorun
sürüncemede bırakılmamalı.
FETÖ'yle zırnık kadar ilgisi olmayan
mağdurların, mazlumların âhı alınmamalı.
Bu arada FETÖyle mücadeleyi sekteye uğratma, sulandırma girişimlerine (meselâ FETÖnün tepe kadrosunun tahliye edilmesine) aslâ izin verilmemeli.
Bürokraside, siyasette, üniversitelerde,
yuvalanan
kriptolar
ve
FETÖ zihniyetiyle hareket ederek önüne geleni fişleyen-şişleyen karakter yoksunu tipler temizlenmeli.
Adalet duygusu zedelenirse, toplumda güvensizlik ve karamsarlık yerleşirse, geleceğe emin adımlarla yürümemiz zorlaşır.
PERGELİNİ ŞAŞIRMAYAN BİR TOPLUM YOLUNU DA ŞAŞIRMAZ
Ülkede
sömürgeci bir eğitim sistemi
var: Batı'da 19. yüzyılın pozitivist dünya tasavvurunun kötü bir kopyası, devşirme bir eğitim sistemi bu.
Her toplumun eğitim sistemi, medeniyet birikimi, tarihî derinliği, kültürel ve entelektüel ufukları ekseninde inşa edilir.
Bu toplum, dünyanın en asil ve en aziz medeniyet tecrübelerinden birine sahip. İslâm medeniyetinin bu topraklardaki yorumu olan bizim
Selçuklu ve Osmanlı tecrübemiz, yeniden keşfedilmeyi bekleyen insanlığın en büyük hazinelerinden biri. Gazâlî, Yunus, Mevlânâ, İmam Rabbânî, İbn Arabî, Fuzûlî, Sinan, Itrî insanlığa armağan ettiğimiz büyük dehalarımız.
Eğitim, düşünce, kültür, sanat ve medya hayatımız
, bu dehaları hem her seviyede topluma ruh üfleyecek şekilde tanıtmalı hem de bu
dehaların izini süren, çağdaş dünyayı da iyi bilen
bizim
geleceğimizi inşa edecek yeni dehalarımızı yetiştirecek
şekilde silbaştan yeniden inşa edilmeli.
Bunun tek yolu var:
Hz. Mevlânâ'nın pergel metaforunu hayata ve harekete geçirmek
. Pergelin sâbit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize sabitlemek, pergelin hareketli ayağıyla da bütün dünyalara, bütün kültürlere ve bütün medeniyetlere açılmak.
Pergel metaforunu manevî ve maddî atılımlar olarak da yorumlayabilir ve uygulayabiliriz.
İnsanlık tarihinde
, genelde bütün medeniyetlerde, özelde ise bütün alanlarda gerçekleştirilen
büyük atılımlar, Mevlânâ'dan önce de, sonra da hep bu pergel metaforu işletilerek gerçekleştirilmiştir.
Pergel metaforu
, geçmişten geleceğe doğru yürümemizi sağlayan,
sâbitelerimiz ışığında bütün değişkenleri ve medeniyet birikimlerini yorumlamamıza imkân tanıyan muazzam bir usûl ve yol haritası sunuyor bize.
Biz bir asırdır pergelini şaşırmış durumdayız. Oysa pergelini şaşırmayan bir toplum, yolunu da aslâ şaşırmaz.
Unutmayalım ki,
köksüz ağaç meyve vermez
.
Derin nefes alamazsanız, derin nefes üfleyemez, önünüzü göremez, geleceği fethedemez, geleceği getiremezsiniz.
DÜNYA BİZE GEBE, BİZ HAKİKATE...
Kültür, sanat ve medya dünyamız işgal altında. Şehirlerimiz târumâr olmuş durumda
. Metamorfoz yemiş, sadece ceplerini düşünen haydut kılıklı tipler, ülkeyi çıkmaz sokağın eşiğine sürüklüyor...
Dünyaya söylenecek sözü söyleyecek bir medeniyet birikimine sahibiz biz.
Hz. Mevlânâ 14-15 senedir Amerika'da en çok okunan şair.
Bizim dünyaya söyleyeceğimiz söze
-Batı uygarlığının felsefî / varoluşsal kriz yaşadığı bir zaman diliminde-
ekmek kadar su kadar ihtiyacı var insanlığın.
Ama bu ülkede Batı kültürünün postası çıkmış ürünlerini topluma enjekte eden, genç kuşakların özgüvenini yok eden, genç kuşaklarımızı celladına âşık eden mankurtlaştırıcı bir düşünce, kültür, sanat ve medya hayatı hükmünü icra ediyor hâlâ...
Hem zaman hem enerji hem kan kaybediyoruz hem de genç kuşaklarımız gözümüzün içine baka baka kayıp gidiyor elimizden... Batı kültürünün sığ ve popüler kültür ürünlerinin kölesine dönüşüyor...
Artık bu duruma seyirci kalamayız.
Dünyaya hakikatin eskimez, pörsümez sözünü
yeni bir dille ve duyarlıkla
sunacak, bölgenin ve
dünyanın en büyük düşünce, sanat, kültür ve medya atılımlarına
-daha fazla gecikmeden- imza atmak zorundayız.
Şu gerçeği görelim:
Türkiye, bilkuvve umut oldu, şimdi bilfiil umut olma, umudu bölgenin ve dünyanın kültür, sanat ve düşünce ufuklarına taşıma vakti. Dünya bize gebe, biz hakikate.
ÖNÜMÜZÜ AÇACAK ÖNCÜ KUŞAKLAR YETİŞTİRİLMEDEN ASLÂ!
Her zaman söylediğim gibi eğitim sistemi de, düşünce hayatı da, kültür, sanat ve medya dünyası da bir ülkenin genç kuşaklarına şu beş temel ilkeyi vermek zorundadır:
1-Ruh
2-Ahlâk
3-İdeal
4-Özgüven
5-Tevazu / Başkalarına saygı.
Bir toplumun eğitim, kültür, düşünce, sanat ve medyası, genç kuşaklara bu beş temel ilkeyi vermiyorsa, toplumun mezarını kazıyor demektir.
Eğer önümüzdeki 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, bütün çabaların boşa gideceği, bize bakan mazlumların umutlarının söneceği aslâ unutulmamalı.
Tarihin gündönümü vaktindeyiz: Bir asır içinde yeni bir dünya kurulacak, Türkiye, kurucu rol oynayacak. Bunun için çok iyi hazırlanmalıyız...
Şu iyi bilinmeli: Geleceği,
özü gür, özgüveni yüksek
, kendi dünyasını özümsemiş, başka dünyalara da açılmasını bilen, hepsinden vahyin filtresinden geçirerek beslenebilen,
ç
ağrısı çağını kuracak, fikir ve oluş çilesi çeken, sefakâr değil vefakâr, cefakâr ve fedakâr öncü kuşaklar kuracak
biiznillah.Özlü bir medeniyet tasavvuru manifestosu
Yusuf Kaplan
22/05/2017 Pazartesi
Medeniyet'le ilgili kurduğumuz cümleler bize ait değil. Yanlış.
Medeniyet deyince, Batı uygarlığından ne anlıyorsak onu anlıyoruz sadece!
Kelime bize ait ama içeriği bize ait değil. Bu ürpertici işte!
Yaşadığımız medeniyet krizinin yol açtığı traji-komik bir durum bu.
Bugün bu sütunda daha önce yayımlanan bir yazımı, medeniyet meselesini özlü bir şekilde açıklığa kavuşturacağı, bu konuda kalkış noktası oluşturabileceği düşüncesiyle gözden geçirerek sizlerle yeniden paylaşıyorum.
Bir manifesto bu. Zihnimizi açacak, berraklaştıracak bir yol haritası aynı zamanda.
MEDEN
İYET VAREDİCİ, UYGARLIK YOKEDİCİDİR
Uygarlık yani sivilizasyon, tek boyutludur
: Yalnızca yatay düzlemde varolur. O yüzden sadece yüzeyle ilgilenir, her şeyi yüzeyselleştirerek düzleştirir. Ve bitirir.
Herbert Marcuse
, bu yakıcı gerçeği, “
One-dimensional Man
” başlıklı zihin açıcı kitabında enfes bir şekilde gözler önüne serdi.
Uygarlık, bura'yla ilgilidir: bura'yı ele geçirmekle; burada hüküm sürmekle. O yüzden
uygarlık, hakikati bütün yönleriyle kavrama melekelerinden yoksundur
; zira hakikat diye bir derdi yoktur: Daha ürperticisi de, yalnızca kendisini hakikat olarak görür uygarlık. Ve tanrılaştırır, bir Grek tanrısı gibi.
Oysa bura, geçicidir: Burada olan her şey, gidici. Geçici ve gidici olanı, sanki kalıcı ve köksalıcı bir şeymiş gibi görmek,
insanı
n alg
ı melekelerini de, düşünme melekelerini de ayartmakla ve körleştirmekle sonu
ç
lanır
kaçınılmaz olarak.
Uygarlığın dünyası, yalnızca mülk âlemidir
: O yüzden
her
şeye mâlik olmak, sahip olmak, kontrol ve kolonize etmek ister. Melik'leşir
. Melekleşmekten ürker: Ürker; çünkü melekleştiği zaman, “feleğin”, bütün mülklerini, güçlerini elinden alacağını, geçersiz kılacağını vehmeder.
Batı uygarlığının trajedisi
burada gizlidir.
Uygarlık, yok etmesini bilir yalnızca. Her şeyi yok eder. Medeniyet ise, her şeyi var edicidir
: Her şeye ve herkese kendi olarak hayat bahşeder.
MEDEN
İYET'İN ÖZ'
Ü
HİKMET, UYGARLIĞIN ÖZÜ Şİ
DDET'T
İR
Birbirine bakan ve birbirine akan
melek
û
t âlemi
ile
mülk âleminin
birbiriyle buluşması, birbiriyle konuşması, birbirini açıklığa kavuşturması yolculuğudur medeniyet.
Medeniyet
, özü, özsuyu
hikmet
olduğu için,
hakikatin izini sürer. Uygarlık ise, özü ontolojik şiddet olduğu i
ç
in, hakikatin izini siler
, kendisini hakikat ilan eder ve bunu da marifet zanneder!
Uygarlığın kendisini hakikat ilan etmesi, hakikatin ve hayatın bitirilmesinin bütün yapı taşlarını döşer birer birer...
MEDEN
İYETİN MÂNÂ HARİTALARI, S
ÜNNET-
İ
SEN
İ
YYE'DE
Şİ
FRELENM
İŞTİR
Sünnet-i Seniyye, fı
trat'
ın, zamanda ve mekânda özetlenmesi, örneklenmesi, önümüze serilmesidir.
Medeniyetin tohumları, peygamberler tarafından ekilir.
Peygamberler, medinelere medeniyet tohumları ekerler,
Rahman'ın rahmet elçileri olarak, insanlığa hakikat haberleri getirirler: Ve insanı olgunlaştıran, aşkınlaştıran, tabiatı yeşerten, kâinâtı bütün varlıklarla birleştiren, insanı dirilten ve hayata ruh üfleyen bir
merhamet ve adalet, kardeşlik ve hakikat şarkısı bestelerler.
Bizim
medeniyetimizin kaynağı, vahiy
;
kurucusu
âlemlere rahmet olarak gönderilen
Hz. Peygamber
;
kurucu sütunları ise ilim, irfan ve hikmet menzilleridir.
İlim, irfan ve hikmet menzilleri, medeniyetin Efendimiz'in (sav) şahsında ve yaşadığı dünyada
hakikatin Mekke sürecinde hayat bulduğu, Medine sürecinde hayat olduğu
, Mekke ve Medine süreçlerinin hâsılası ve mahsûlü olarak
medeniyet sürecinde herkese ve her şeye hayat sunduğu Sünnet-i Seniyye'nin güzergâhlarında yapılan bir “füt
û
hât” / açılım yolculuğudur.
Özlü bir ifadeyle,
İlâhî şiarların Nebevî şuurla buluşması, Nebevî şuurun, hakikatle yoğrulan insan tarafından beşerî bir şiire durdurulması yolculuğudur medeniyet.
NEBEV
Î SOLUK ÇEKİ
LD
İ, İ
NSANIN NEFES
İ KESİ
LD
İ
Ne zaman ki, dünyadan
Nebevî soluk
çekildi, işte o zaman, insanın yokoluş bileti de, hakikat nefesi ve sesi de kesildi.
İnsanın yeniden insanca bir hayata kavuşabilmesi için, bu kez derinden, ta derinden Nebevî rahmet, adalet ve hakikatin sesine kulak kesilmeye ihtiyacı var.
İnsanın, Nebevî sesin bize sesleneceği, bizi dirilteceği, herkese ruh üfleyeceği Efendimiz'in (sav) kendisinde, dolayısıyla Sünnet-i Seniyye'sinde özetlenen
biliş / ilim, oluş / irfan ve “varoluş” / hikmet
süreçlerinden oluşan bütünlüklü / kâmil insan hakikatine kavuşabilmesinin yegâne yolu,
füt
û
hât-ı medeniyye
yolcuğunda gizli çünkü.
F
Ü
TÛHÂ
T-I MEDEN
İYYE MİNİ
MAN
İFESTOSU
Nebevî hakikat medeniyeti yolculuğunun bidayeti ilim, ortası irfan, nihayeti ve nihâî gâyesi hikmet'tir.
O yüzden, Hakikat, hikmetle kâimdir; hikmetse, hakikatle dâim:
Hakikat, hikmet'le kıyam eder, varolur; hikmet'se hakikatle devam eder, yol olur
: Hakikat yolculuğunun yolu.
Hikmeti yitiren hayat, bayatlar, solar. Hakikati yitiren hayatsa, insanı yalnızca ağlarına bağlar, soldurur.
İlim, hakikatin SÖZ hâli'dir. İrfan, hakikatin “GÖZ” / KALP GÖZÜ hâlidir. Hikmet'se hakikatin ÖZ hâli.
İlim,
ç
ağrı'dır
: Mekke'de hayat bulan
İlâhî çağrı.
İrfan,
ç
ağ'dır
: Medine'de hayat olan
Nebevî çağ.
Hikmet'se, Mekke ile Medine'nin gürül gürül akıttığı
çağlayan'dır
: İlâhî çağrı'yla buluşan, Nebevî çağ'la oluşan insanın, hakikati çağlayana dönüştürme çabası.
İlim, SÖZ'ü zenginleştirir. İrfan, “GÖZ”ü derinleştirir. Hikmet'se, ÖZ'ü gürleştirir.
İ
lim, ribat't
ır
: Hakikate bağlanma.
İrfan, irtibat'tır
: Hakikatin bağlarını birbirine bağlama.
Hikmet'se, r
âbıta'dır
: Bağ kurma, çağ kurma, çağrı'yı gürül gürül akan, insanı yıkayıp arındıran bir çağlayan'a kavuşturma.
İlim, hakikatli bakış
't
ır. İrfan, hakikat'le akış
't
ır. Hikmet'se hakikate varış.
Hâsıl-ı kelâm, ilim, hakikatin toprağa düşürülen tohumudur. İrfan, hakikat ağacının tomurcuklanmasıdır. Hikmetse, filizlenen, yeşeren, tomurcuklanan hakikat ağacının meyveye durması, meyve vermesi..Osmanlı, Balkanlar’da yaşıyor: Kosova izlenimleri...
Yusuf Kaplan
28/05/2017 Pazar
PRİZREN / KOSOVA
Balkanlar seferimiz sürüyor...
Geçen ay Bosna'daydım. Bu ay Kosova'da. Gelecek ay da muhtemelen Makedonya'da olacağım bir kez daha.
İHH'dan Osman Atalay kardeşim ve Ordu İHH'dan Ali İyi kardeşimle Kosova'dayız.
Kosova ziyareti çok ânî gelişti...
Sevgili Osman kardeşim, “Hocam gel seninle Kosova'ya gidelim. Senin nefes almaya ihtiyacın var" dedi. Soluğu Kosova'da aldık. Ramazan'ı Kosova'daki kardeşlerimizle karşılamak güzel olacak...
Kosova'nın çeşitli illerinde, kasabalarında, köylerinde Ramazan yardımı yapacağız, Ramazan'ın paylaşma iklimini Kosovalı kardeşlerimizle birlikte soluyacağız.
İHH bu yıl 104 ülkede 300 bin aileye Ramazan yardımı yapacak. 2 milyon kişiye iftar verecek. Onbinlerce yoksula, kimsesize elbise yardımında bulunacak...
HAÇ: BALKANLAR'IN KALBİNE SAPLANAN HANÇER!
Priştine Havaalanı'ndan çıkar çıkmaz dağlara taşlara kazınmış, içi boş, bağlısı olmayan bir kilise karşılıyor Priştine'yi sarıp sarmalayan dağların zirve noktasında sizi.
Halbuki Kosova'nın resmî açıklamalarına göre ülkenin % 96'sı Müslüman. Priştine'nin kalbine kim sapladı bu haç hançerini?
Neredeyse bütün Balkan ülkelerinde, bu tür haçlar Osmanlı şehirlerinin kalbine saplanıyor...
Tiran'da da, Üsküp'te de, Priştine'de de Müslümanlara meydan okunuyor açıkçası.
PRİZREN: CENNETTEN BİR KÖŞE
Priştine'den Prizren'e geçiyoruz. Prizren, Amasya'yı andırıyor: Ortasında gürül gürül akan bir ırmak, etrafında ıhlamur ağaçları, yasemin çiçekleri şehre kozmetik olmayan sahici, tabiî bir hava veriyor, şehri -deyim yerindeyse- cennetten bir köşeye çeviriyor.
Prizren'de başınızı ne yöne çevirirseniz, bir cami ilişiveriyor gözünüze.
Irmak, ağaçlar, dar, şirin Osmanlı sokakları, sade, gösterişsiz ama zarif evler, tabiî nefis Arnavut kaldırımları, neredeyse her sokakta zamanın bütün yıkımlarına dervişane bir sükûnetle direnircesine, sessizce ama kendinden emin bir şekilde, sanki geleceği görüyormuşçasına dingin bir ruhla akan çeşmeler, misk gibi kokan ıhlamur ağaçları, yaseminler insanın bir ân rüyada mıyım, hayal mi görüyorum diye sormadan edemediği nefis bir şehir Prizren.
İlk teravih'i Prizren'de Sinan Paşa Camii'nde kıldık. Cemaat gençlerden oluşuyor... Baştan sona gençler neredeyse... Yaşlılar, çok az. Bu, Kosova'ya özgü bir durum.
Gözlerim yaşardı... Sevinç gözyaşları...
OSMANLI BALKANLAR'DA YAŞIYOR...
Osmanlı Balkanlar'da yaşıyor... Balkanlar, Osmanlı hayaliyle nefes alıp veriyor... Balkanlar gibi tarih boyunca karmaşık bir coğrafyada, bu yarı-kıta'da Osmanlı yönetimi dışında Balkanlar'a huzur hiç uğramadı.
Oysa Osmanlı 6 asır barış, kardeşlik, insanlık yurduna çevirdi Balkanlar'ı.
İnsanlar,
Kosovalı bir film yönetmeni Balkanlar'da verdiğim konferanslardan birinde, konferansın hemen sonrasında aynen şunu söylemişti: Biz Balkanlar'da iki şey için dua ederiz: Birincisi, Allah rızası için, ikincisi, Türkiye için. Türkiye'nin düşmemesi, toparlanması ve bizi yeniden toparlayabilmesi için.
Bu inanılmaz bir şey, gerçekten. Kendisi için dua edilen kaç ülke var şu çivisi çıkmış dünyada.
Bunun kıymetini ne kadar müdrikiz acaba?
Kosova izlenimlerimi yarın da paylaşacağım sizlerle...
Hayırlı Ramazanlar.
.Balkanlar bizi bekler... Stratejik akıl şart!
Yusuf Kaplan
29/05/2017 Pazartesi
MAMUŞA, PRİŞTİNE / KOSOVA
Türkiye'nin stratejik sınırları Balkanlar'dan başlar. Balkanlar'ı koruyamazsak, Türkiye'yi koruyamayız.
Gerçek bu ama Balkanlar'da herkes var... Amerikalılar var... Avrupalılar var... Suudlar var, İranlılar var, Ruslar var... Türkiye yok yalnızca!
Oysa bu ülkelerin çoğu Balkanlar'a zarar, Balkanlar'ın altını oyar, Balkanlar'ın bütünleşebilmesinin, huzura, refaha, salaha kavuşabilmesinin önüne dinamit koyar...
MÜSLÜMAN TÜRKİYE
Balkanlar'da huzuru, kardeşliği sağlayabilecek, herkesi bütün farklılıklara saygı duyacak müşterek bir geleceğe hazırlayabilecek ülke sadece Türkiye'dir. Laik Türkiye değil, Müslüman Türkiye.
Laiklik, denememizin ustalarından
Salah Birsel'in
o ironik ifadesiyle “
yapıştırma bıyık
" gibi duruyor Türkiye'nin üzerinde de, Müslüman Balkanlar'da da.
Kimsenin laikliğine veya dindarlığına karışamayız.
Herkes inancında da, inkârında da hürdür.
Ama yaşadığımız tecrübe, (
Türkiye'de kapitalizme, Balkanlar'da sosyalizme dayalı) laiklik tecrübesi hem ruh köklerimizle bağlarımızı kuruttu, hem de Türkiye'yi de, Balkanları da Batılılara dekor yaptı.
Laik Türkiye'nin Balkanlara verebileceği bir şey yok.
Laiklik / sekülerlik, Balkanlar'ı hem bölüyor, hem kendine yabancılaştırıyor, hem de ruhen çürütüyor, çölleştiriyor...
TEMEL STRATEJİ: BALKANLARI İSLÂM'DAN TEMİZLEMEK
Balkanlar'ın ihtiyacını hissettiği şey, huzur, refah, bütünleşme.
Balkan ülkelerinde
ayartıcı bir din savaşları gerilimi
yaşanıyor: Bir yandan
Vatikan
, Hıristiyan olmayan, Hıristiyanların yaşamadığı yerlere bile, üstelik de
en görkemli, merkezî yerlere cemaati olmayan, sadece fitne tohumları ekmeye yarayan anlamsız kiliseler dikiyor.
Öte yandan FETÖ, Balkanlar'ı düşürecek, hayattan uzaklaştırılmış, Batılıların kölesi olacak protestanlaştırılmış İslam'ın stratejik temellerini atıyor. Bu mesele çok hayatî.
Kaldı ki, yalnızca Vatikan'ın değil bütün Batılıların stratejisi bu: Önce her yere kilise dikmek, sonra adım adım yerleşmek.
Şunu biliyoruz artık:
Kilisenin girdiği yere zulüm girer, fitne girer, savaşlar girer, engizisyonlar girer.
Batılıların da, Rusların da
Balkan stratejilerinin merkezinde, Balkanlar'ın İslâm'dan arındırılması
hatta Bosna ve Kosova savaşlarında da gördüğümüz gibi İslâm'dan etnik olarak, coğrafî olarak, entelektüel olarak temizlenmesi stratejisi yatar.
Laik Türkiye'nin stratejisi de bundan farklı olmadı yüzyıl boyunca.
Balkanlar'a gönderdiğimiz Elçiler, Balkanlar'a laiklik pompaladılar,
herhangi bir Batı ülkesinin Elçileri gibi davrandılar, Balkanlar'da zulme uğrayan, itilip bakılan, bize umut diye bakan mazlum, masum,
yetim insanları hayal kırıklığına uğrattılar.
ÇIKIŞ YOLU: TARİHÎ-KÜLTÜREL DERİNLİĞİ HAREKETE GEÇİRECEK KÖKLÜ BİR BALKAN STRATEJİSİ
Türkiye'nin Balkanlar'da stratejik olarak adım atabilmesinin ve mesafe kazanabilmesinin tek yolu var:
Balkan stratejilerini, İslâm jeo-ekonomik, jeo-politik ve jeo-kültürel stratejisi üzerine inşa etmek
ve geliştirmek.
Balkanlar'ı toparlayacak yegane güç, İslâm'ın jeo-kültürel, jeo-stratejik gücüdür.
Balkanları daha da parçalayacak şey ise, Balkanların İslâmî kimliğiyle oynamak, İslâmî kültürel ve tarihî kimliği ve konfigürasyonu tarumar etmek, tanınamaz hâle getirmek.
Oysa
muazzam bir Osmanlı tecrübesi
var önümüzde. Sadece Balkanlardaki o
şirin ve şiir Osmanlı şehirlerinin semiyolojisi, sokakları, insanları, çeşmeleri
, sevimli küçük yapılarının görünümleri, her bir unsurun birbirleriyle ilişkileri bile
Osmanlı'nın
burada kurduğu
herkese hayat hakkı tanıyan düzenin soluk üfleyici, gönendirici, herkese kol kanat gerici,
herkesin ve her şeyin birbirinden emin bir şekilde hayat sürdürmesini mümkün kılıcı
entelektüel fotoğrafını, ruh topoğrafyasını
sunar bize.
Balkanlar, sadece Osmanlı'yla gün yüzü gördü, yüzü güldü; Osmanlı çökertildi, paramparça edildi, cehenneme çevrildi.
BALKANLARI, OSMANLI RUHU HAYATA DÖNDÜREBİLİR YENİDEN...
Balkanları hayata Osmanlı ruhu döndürebilir yalnızca. Bunu herkes biliyor ve diliyor Bosna'da, Üsküp'te, Kosova'da. Ama Osmanlı'nın bütünleştirici, herkese kol kanat gerici, kardeşlik armağan edici ruhunu ve misyonunu kimin, nasıl hayata ve harekete geçirebileceğini bilemiyor.
Ramazan'ın ilk gününden itibaren
Kosova'da Prizren, Mamuşa ve Priştine'de İHH'dan Osman Atalay ve Ali İyi kardeşimle yaptığımız keşifler ve gezilerde
gördüğümüz gibi, kafa kafaya verip gelecek güzel günleri nasıl getirebiliriz, inşa edebiliriz diye sabahlara kadar konuştuğumuz güzel insanların dertleri de bu. Bilesiniz.
Balkanlar'ı hayata döndürecek,
Balkanlar'ı bütünleştirecek, bütün farklılıkları zenginlik olarak görebilecek kuşatıcı ve kucaklayıcı bir medeniyet fikri Balkanlar'ı bu parçalı hâlinden, sürekli itilip kakılmaktan kurtarabilir yalnızca.
O yüzden Türkiye'ye tarihî görevler düşüyor...
Balkanlar'ı yeniden fethetmemiz gerekiyor:
Balkanlar'ın kalbini, gönlünü yakalamamız. İşgalle filan işimiz olmaz bizim. Dünyada,
gönül coğrafyası
fikrine de, tatbikine de biz sahibiz.
ÇOK GEÇ KALIYORUZ... BALKANLAR HIRİSTİYANLAŞTIRILIYOR HIZLA...
Çok geç kalıyoruz...
Hızla Hıristiyanlaştırılıyor Balkanlar.. ve seküler, vulgar, sığ, ayartıcı, baştan çıkarıcı, özellikle cinsel kültürün kölesi hâline getirilerek metamorfoz yiyor, yaşarken canlı cenazeye dönüştürülüyor ve içerden ele geçiriliyor...
Türkiye'de durum bundan farklı mı, demeyin. Balkanlar'ın güçlü cemaatleri yok unutmayın.
Sonraki yazıda Kosova'da
Mamuşa Belediye Başkanı ve Valisi Ârif Bütüç'le
yaptığımız verimli görüşmeyi, Mamuşa'nın, Prizren'in, Priştine'nin ve zamanla Kosova'nın Müslüman geleceğinin inşasında kilit rol oynayacak, sadece Allah rızası için yola çıkan
Gönül Eli
Derneği'nin değerli yöneticileri kardeşlerimizle yaptığımız görüşmeleri, Kosova'nın geleceğinde etkili olacak kardeşlerimizle bugün yapacağımız görüşmeleri yazacağım.
Biz yola koyulalım artık...
Vesselam.Türkiye’nin küresel güç olmasının yolu Suriye’den değil Balkanlar’dan geçer...
Yusuf Kaplan
2/06/2017 Cuma
Balkanlar'ı ihmal ettiğimizi görüyorum.
Oysa Balkanlar, ihmale gelmez aslâ.
Balkanlar'ı ihmal ederseniz, tarihten sürülmeniz, imha edilmeniz mukadderdir.
Mesut Bakkal isyan etti
Mesut Bakkal isyan etti
Torku Konyaspor, Spor Toto Süper Lig'in 31. haftasında kendi sahasında Gençlerbirliği'ni 1-0 mağlup etti. Konuk ekibin teknik direktörü Mesut Bakkal "Ceza sahasında bu kadar kolay top yaptırırsanız yenilmek de kaçınılmaz oluyor" dedi.
Mukadderdir; çünkü Balkanlar, Balkanlar'dan daha büyüktür: Tampon bölgedir Balkanlar. Avrupa'nın geleceğini de, Rusya'nın geleceğini de, Türkiye'nin geleceğini de belirler Balkanlar'da yaşanan büyük ölçekli dönüşümler, krizler veya savaşlar.
O yüzden Balkanlar'ın, Balkan ülkelerinin, huzuru ve güvenliği,
Balkanların aynı ortak hedefler çerçevesinde bütünleşebilmesine
bağlıdır.
Balkanlar'ın,
ancak bir kıtaya sığabilecek ölçüde etnik farklılığa sahip olması, kolaylıkla karıştırılmasını da
, huzur ve istikrar sağlanabildiğindeyse örnek gösterilecek
zengin, renkli, güzel bir hayat inşa edilmesini de kolaylaştırıyor.
SURİYE DEĞİL BALKANLARA DİKKAT!
Türkiye'nin bölgesel ve küresel güç olmasının yolu Suriye'den veya Irak'tan değil Balkanlar'dan geçiyor
.
Elbette, Türkiye, Suriye'den çekilemez. Suriye'nin parçalanmasına da, Türkiye'den habersiz şekillendirilmesine de seyirci kalamaz.
Ancak
stratejik önceliklerimiz, Esed rejiminin ne olacağı değil, Türkiye'nin güvenliğinin ne olacağı, nasıl teminat altına alınacağı ilkesi ekseninde belirlenmelidir.
Ayrıca Balkanlar'da elde edeceğimiz stratejik kazanımlar, Suriye ve Irak dâhil güneyimizdeki stratejik manevra alanlarımızı genişletecektir.
Yayı Balkanlar'dan
gerersek,
atacağımız
ok, Asya'nın içlerine
, Arabistan yarımadasının dış çeperlerine kadar uzanır; geniş bir alandaki hedefleri böyle “vurabiliriz".
DEMOGRAFİ VE TÜRKİYE'NİN
ALTINI OYAN HÂRİCİYECİLERİ
Balkanlar'da,
demografiler / nüfus yapıları
belirliyor her şeyi. O yüzden bütün güçler, Balkanlar'ın demografisiyle oynayarak hâkim olma savaşı verdiler Balkanlar'a.
Demografinin
hem etnik hem de dinî demografi ekseninde patlatılması, stratejik bir silah
olarak kullanılması Doğu Bloku'nun çökmesinden sonra Balkanlar'ın bir anda karıştırılmasıyla gerçeğe dönüştü son kez.
Sırplar
, bağımsızlıklarını ilan ettiler:
Almanlar
, bağımsız Sırbistan'ı tanıdılar ve böylelikle Balkanlar'da
çeyrek asırdan bu yana Balkanlar'ı perişan eden soykırım savaşlarının
yaşanmasının tohumlarını ektiler.
Soykırıma uğrayanlar, elbette ki, Müslümanlar'dı. Büyük katliamlar yaşandı, Müslümanlar kitleler hâlinde imha edildi -özellikle Bosna'da.
Yüzyıl önceki oyun yeniden sahnelendi:
Yüzyıl önce Balkan Savaşları sırasında yüzbinlerde Müslümanın nasıl katledildiğini yazmıyor tarihler de, tarihçiler de, tarih kitapları da!
Bazı Balkan ülkelerinin patlamaya hazır bombayı
andırdığını hatırlatmak isterim:
Bosna
ve
Makedonya
bu ülkelerin başında geliyor...
Türkiye'nin Balkanlara stratejik olarak müdahil olması gerekiyor. Hem yoğun Türk nüfus var hem de daha önemlisi de Balkanlar neredeyse kahir ekseriyetle Müslüman.
Türkiye, Osmanlı tecrübesiyle, Balkanlar'ın tarihinde farklı dinleri, etnisiteleri ve kültürleri bir arada yaşatabilecek aşılamamış tek formulü, evrensel modeli geliştirmiş bir ülke.
Balkan ülkelerine gönderdiğimiz elçiler, bu gerçeği (anlamak ve) anlatmak, buradan Avrupa'ya filan ortak yaşama modeli sunmak yerine, Türkiye'nin laik, Avrupalı bir ülke olduğunu anlatıp durdular bir asırdır.
Kendi kuyusunu kazan aşağılık kompleksinin böylesi görülmedi.
Türkiye devleti de ülkenin çıkarlarını buharlaştıran,
Türkiye'nin altını oyan
bu
laik, monşer hâriciyecileri
baştacı etti: Böyle bir akıl tutulması da hiç bir yerde görülmedi.
FETÖ'yu bunlar hâriciyeye yerleştirdi, başımıza belâ etti.
Son yıllarda hariciyede önemli değişiklikler yaşanıyor. Bunu görüyorum ama şu gerçek değişmedi hâlâ: Türkiye'de her şeye dokunabilirsiniz ama monşer hâriciyecilere aslâ!
“BİZİ AÇ KURTLARA BIRAKMAYIN!"
Oysa Balkanlar'ı toparlayacak, Türkiye'nin küresel güç olmasını sağlayacak yapıtaşlarını döşeyecek yegâne kaynak: İslâm.
Bütün Balkan ülkelerini yalnızca İslâm jeo-kültürel ve jeo-ekonomik stratejisi bir araya getirebilir.
Bu gerçeği Balkanlardaki herkes görüyor ve dillendiriyor. Her kesim. Her kesimin önde gelen isimleri, temsilcileri.
Priştine'de evinde görüştüğümüz -
Kosova'da laik-dindar bütün kesimlerin bağrına bastığı, Müslüman gençliğin mimarı, Ehl-i Sünnet'in kalesi, Türkiye âşığı- Şevket Hoca
bu gerçeği çarpıcı bir dille dile getirdi:
“Doğu Bloku çökünce, Batılıların ilk hedefleri, Balkanları İslâm'dan temizlemek oldu. Bosna'da Müslümanlar katledildi. Diğer ülkelerde yapay gerilimler icat edildi. Kosova'da dâhil Balkanlar'dan İslâm'ı temizlemek istediler ama başaramadılar. 300'den fazla Alman STK Kosova'da cirit atıyor şu anda. Müslümanları Hıristiyanlaştırmak için papaz okulları açtılar. Sonra FETÖ geldi, onların yapamadığını yapmaya çalışıyor. İçerden teslim almak istiyor."
“Bizi aç kurtlara bırakmayın," diyor Şevket Hoca, defalarca.
Kosova'da gelecek hafta seçimler var. Almanya, ABD, Rusya burada. Türkiye burada değil. Binlerce Kosovalı öğrenci var Türkiye'de ama Türkiye burada yok.
Sadece Türklerle ilgileniyor Türkiye
-burada da diğer Balkan ülkelerinde de. Türklerin şehri Prizren'den başka bir yerle ilgilenmiyor.
Stratejik intihar bu!
Balkanlar'da genelde İslâm jeo-politiği, özelde daha noktasal / lokal sorunlar veya gerçeklikler ekseninde
iki farklı strateji izlemeli
Türkiye ve
şimdiye kadar ilişkide bulunduğu kişilerin, grupların, kuruluşların hepsini gözden geçirmeli
. Bu çok önemli. Güvenilir kurumlarla, parlak insanlarla köklü stratejik yol haritaları çizilmeli.
Tekrar ediyorum:
Türkiye'nin küresel güç olabilmesinin yolu, Suriye'den değil Balkanlar'dan geçer.
Devletleri ve bütün İslâmî hareketleri yok etmek istiyorlar!
Yusuf Kaplan
9/06/2017 Cuma
Sözümona “özgür dünya”nın (!) yurdu Amerika’nın -kelimenin tam anlamıyla- “yankee” yeni başkanı, Suud kralı ve Mısır diktatörü ile Riyad’ta üzerine el basarak yemin ettikleri “sihirli küre”den Katar’ı karadan, havadan ve denizden abluka alma “kararı” çıktı. Bu karar Katar’ı bir kaşık suda boğmayı amaçlıyor ama asıl görünmeyen çok önemli üç hedefi var:
Emre: Önce öldürmeye çalıştılar...
Emre: Önce öldürmeye çalıştılar...
Mudanya feribotunda Beşiktaş formalı kişilerin saldırısına uğrayan Fenerbahçe futbolcusu Emre Belözoğlu, “Arabamın yanına gelip küfür etmeye başladılar. 'Anamı eşimi tanıyor musun da sövüyorsun' dedim. Kavga çıktı. Trabzon'da öldürmeye çalışmışlardı, yetmedi” dedi.
1-İslâm dünyasındaki devletleri yok etmek, şehir devletleri, kantonlar icat etmek
2-İslâmî hareketlerin birbirleriyle irtibatlarını kesmek
3-Müslümanları birbirine kırdırmak...
DEVLETLERİ YOK ETMEK,KANTONLAR, ŞEHİR DEVLETLER İCAT ETMEK İSTİYORLAR...
ABD Başkanı Trump, tam bir kovboy gibi. John Wayne Yankee’sinin hortlamışı sanki. Bir devlet başkanına hiç benzemiyor.
Dünyaya bir haydut gibi çeki düzen vermeye devam edeceğini gösterdi Trump, Başkan seçildikten sonra yaptığı ilk yurtdışı ziyaretinde Riyad’da.
Körfez ülkeleri, Trump’ın, Suud kralı ve Mısır diktatörü Sisi ile birlikte Riyad ziyaretinde “sihirli küre”ye el basarak yemin etmelerinin üzerinden bir kaç güç geçmeden Katar’ı kara, hava ve denizden ablukaya aldılar.
Tam bir köle psikolojisiyle, efendileri emretti diye Katar’ı boğmaya başladılar.
Türkiye, Katar’ı yalnız bırakamaz. Hedefte Türkiye de var asıl.
Mesele #Katar değil.
Batılıların 3 hedefi var:
1-Devletleri yok etmek. Biraz açarsak... Haritaları silbaştan yeniden çizmek, İslâm dünyasını lime lime, paramparça etmek, deyim yerindeyse İslâm dünyasında şehir-devletleri, küçük kantonlar icat etmek, böylelikle istenildiği gibi dışardan diktatörler veya küçük kastlarla yönetmek, karıştırmak, yönlendirmek.
2-İslâmî hareketlerin, cemaatlerin, oluşumların birbirleriyle irtibatlarını kesmek.
3-Müslümanları birbirine kırdırmak. Büyük sünnî-şiî mezhep çatışmasını patlatmak.
İSLÂMÎ HAREKETLERİ YOK ETMEK İSTİYORLAR...
Osmanlı’nın tasfiyesinden sonra İslâm tarih yapan bir aktör olarak tarihten çekildi. İslâm’ın varlığını sürdürmesini sağlayacak Müslüman devlet kalmadı yerkürede. Bütün İslâm dünyası sömürgeleştirilerek köleleştirildi, kaynakları talan edildi.
İslâm, son iki yüzyıldan bu yana varlığını İslâmî hareketlere, cemaatlere, oluşumlara borçludur.
İslâmcılığa borçludur.
İslâmcılık, Müslüman toplumların hem içerde hem de dışarda verdikleri bağımsızlık, İstiklal ve istikbal mücadelesinin yegâne kaynağıdır.
İslâm dünyasında sömürgecilere verilen direniş mücadelesinde birinci derecede belirleyici rol oynadı İslâmcı hareketler. Sömürgecilere karşı verilen bu direniş mücadelelerinin ve mücahedelerinin başını İslâmî hareketler çekiyordu.
Kurtuluş savaşı da, bir İslâmî mücahedeydi. Bizzat Mustafa Kemal’in kendi yazdığı yazılarda “millî mücahede” olarak sözediyordu bu mücadeleden.
Tasavvufî hareketler başat direniş aktörleriydi.
Kafkaslar’da Şeyh Şamil, Afrika’da Şeyh Senûsî, Mısır’da İhvan hareketinin kurucusu Şeyh Hasan el-Bennâ, öncelikle tasavvufî hareketlerin ya da tasavvuftan doğrudan veya dolaylı olarak beslenen hareketlerin bizzat “cephede”ki, en öndeki liderleriydiler.
Bu hareketlerin tasavvufî hareketler olması zarûriydi. Nefis terbiyesi ve tezkiyesi, dolayısıyla güçlü bir Müslüman şahsiyetin inşası temel gayesiydi bu hareketlerin.
Güçlü şahsiyetler inşa etmeden, güçlü maddî ve manevî ordular inşa edebilmek, güçlü eğitim kurumları inşa etmek, öncü fikir adamları yetiştirmek zordur.
Katar’da hem mevcut devletleri bitirmek, şehir devletleri, kantonlar icat etmek hem de bu seküler devletlerin yarın İslâmî devletlere dönüşmesinin yegâne şartı olan İslâmî hareketlerin kökünü kazımak istiyorlar.
Çok büyük bir saldırı bu. Bu saldırıya karşı sessiz kalınamaz.
İslâm’ın geleceği sözkonusu.
Şu kadarını söyleyeyim bir Nietzsche veya bir Baudrillard gibi hatta onlardan da ilham alarak: İnsanlığın geleceği, onuru ancak İslâm’la kâimdir.
Bu gerçeği, Baudrillard, “İslâm’ı terörle özdeşleştirmek ve hedef tahtasına yatırmakla, insanlığın önündeki tek seçeneği yok ediyoruz” diye haykırmıştı.
Vesselam.İngilizlerin 2 asırlık stratejisi: İslâm’sız Dünya, Türkiye’siz İslâm
Yusuf Kaplan
11/06/2017 Pazar
Katar krizinin gerisinde İngilizler var: Haritaları İngilizler yeniden çiziyorlar...
İhvan gibi İslâmî oluşumların kökünü kazıyacak, Müslümanları birbirine kırdıracak planları İngilizler geliştiriyorlar.
İngilizlerin iki asırdır iki aşamalı olarak uyguladıkları temel strateji şu:
Genelde İslâm’sız Dünya ve “İslâm’sız” İslâm; özelde ise İslâm’sız Türkiye ve Türkiye’siz İslâm.
Özgecan'ın katili Altındöken linç mi edildi?
Özgecan'ın katili Altındöken linç mi edildi?
Türm Türkiye'yi yasa boğan Özgecan Aslan'ın katil zanlısı Suphi Altındöken'in cezaevinde dövüldüğü iddia edildi.
Eğer Şark Meselesi olarak adlandırılan, benim burada özlü bir şekilde formülleştirerek özetlediğim bu iki asırlık İngiliz stratejisini bilemezseniz, hiç bir şeyi anlayamaz ve çözemezsiniz.
Burada daha önce yayınlanan bir yazımı, Katar krizi ve sonrasını daha iyi anlayabilmek için, gözden geçirerek yeniden yayınlıyorum.
İNGİLİZLERİ ÇÖZEMEZSEK HİÇ BİR ŞEYİ ANLAYAMAYIZ!
İki Sanayi Devrimi’ni yapanlar, kapitalist sistemi kuranlar ve kodlarını kurgulayanlar İngilizler.
O yüzden merkezinde bizim coğrafyamızın bulunduğu Fas’tan Malezya’ya kadar İslâm dünyasının sorunlarını ve sınırlarını belirleyenler İngilizler yine.
İşte bu nedenle, İslâm dünyasını, sorunlarını, imkânlarını ve zaaflarını en iyi bilenler de İngilizler.
İngilizleri, en az iki asırlık temel stratejilerini iyi çözmeden, hem çeyrek asırdır yaşanan küresel sorunları, güç mücadelelerini ve bu uğurda verilen savaşları anlayabilmek hem de bu sorunların nasıl çözülebileceği konusunda zihin ve ön açıcı şekilde kafa patlatabilmek çok zordur, diyorum.
İSLÂM’SIZ DÜNYA’DAN “İSLÂM’SIZ” İSLÂM’A...
İngilizlerin iki asırlık küresel stratejilerinin merkezinde İslâm var: İslâm’ın, önce ilk aşamada tarih yapan bir aktör olarak tarihten uzaklaştırılması (=İslâm’sız Dünya); sonra da ikinci aşamada Müslümanların İslâm’dan uzaklaştırılması (protestanlaştırılmış, dönüştürülmüş, küresel sisteme boyun eğecek kadar hadım edilmiş “İslâm’sız” İslâm) stratejisi.
Osmanlı’yı durdurarak, İslâm’ın tarih yapan bir aktör olarak tarihten uzaklaştırılmasını, dolayısıyla İslâm’sız Dünya stratejisini hayata geçirmeyi başardılar.
Laik Türkiye’nin kurulması ve Vehhâbiliğin icat edilmesiyle de “İslâm’sız” İslâm stratejisini hayata geçirmeye başladılar.
İKİ PARALEL DİN
Geldiğimiz nokta itibariyle iki “paralel din” icat ettiler: Vehhâbilik üzerinden neo-selefîliği ürettiler, neo-selefîlik üzerinden de terör örgütlerini... Ve hâricî mantığına dayalı, kendisi gibi düşünmeyen herkesi tekfir eden, İslâm tarihinin hiç bir döneminde gözlenmeyen ruhsuz bir din anlayışını İslâm dünyasının omurgası hâline getirmeyi de başardı İngilizler.
Tarihte ilk defa hâricî mantığına dayalı bir İslâm anlayışı, Müslüman toplumların omurgası hâline getirildi.
Buradan varılmak istenen sonuç, İslâm’ı terörle özdeşleştirerek hem özelde Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak hem de genelde dinin tarihin mezarını boyladığı Batı’da kitlelerin küresel bir dünyada İslâm’a ilgilerini kırmak ve nefretlerini artırmak...
Bununla yetinmediler.
İkinci bir paralel din daha icat ederek “İslâm’sız” İslâm projesini bir adım daha öteye götürdüler: Bu ikinci paralel din, protestanlaştırılmış, ruhu çalınmış, küresel sisteme boyun eğerek bütün iddialarını terkeden FETÖcülük.
Laik Türkiye projesiyle önce İslâm’sız Türkiye projesi gerçeğe dönüştürüldü: İslâm, bütün kurumlardan temizlendi; eğitimden, kültür hayatından, düşünce ve sanat hayatından, siyasetten uzaklaştırıldı; sadece namaz, oruç gibi ibadetlere indirgendi; camiye hapsedildi; laik bir din anlayışına dönüştürülerek İslâm sadece bireysel bir inanç meselesi hâline getirildi!
İkinci aşamada da sadece Türkiye’de uygulanan kaskatı laiklik pratiği ile FETÖ gibi oluşumların önü açıldı!
Ve FETÖ, Türkiye’ye üzerine salındı!
FELÂKETİN ADI: İSLÂM’SIZ TÜRKİYE’DEN TÜRKİYE’SİZ İSLÂM’A...
Uzun vadede amaç, Türkiye’nin İslâmî iddialarına aslâ sahiplenmemesi, dolayısıyla İslâm dünyasına öncülük edebilecek ruh köklerinin kurutulması ve Türkiye’siz İslâm stratejisinin aşama aşama hayata geçirilmesi!
Türkiye’nin başına gelebilecek en büyük felâket budur!
Oysa bu toplum şunu unutmamalı aslâ: Bu ülkenin varlık nedeni İslâm’dır.
Bu toplum, ancak Müslüman olduktan sonra bu topraklarda üç kıtanın tarihini yapmış henüz anlaşılamamış ve aşılamamış herkese, her dine, her inanca, her düşünceye hayat hakkı tanıyan ilk ve son küresel medeniyet tecrübesini insanlığa sunmayı başarmıştır.
ÇIKIŞ YOLU: KENETLENMEK VE İSLÂMÎLEŞMEK...
Türkiye’nin içerde yapması gereken şey, toplumun kenetlenmesini sağlamak ve laik kesimlerin inanç ve hayat tarzlarını teminat altına alacak kuşatıcı ve kucaklayıcı bir medeniyet fikri çerçevesinde toplumun yeniden İslâmîleşmesini mümkün kılacak eğitim, kültür, gençlik, medya hayatında büyük atılımlar yapmak...
Dışarda ise Türkiye’yi, tıpkı Birinci Dünya Savaşı’nda olduğu gibi tuzağa düşürmek ve hep birlikte vurmak için fırsat kollayan aç kurtların oyununa gelmemek.
Hem pes etmemek hem de tuzağa düşmemek ve toplumu germeden geleceğe emin adımlarla yürümemizi sağlayabilecek köklü yapı taşlarını adım adım döşemek...
Zorlu günlerden geçiyoruz... Allah, yardımını esirgemesin... Âmi92 yaşındaki âlim Karadavi’yi terörist ilan etmek için çıldırmış olmak gerek!
Yusuf Kaplan
12/06/2017 Pazartesi
92 yaşında bir âlim...
Hâlâ diri, hâlâ koşturuyor.. o ülke senin.. bu televizyon benim diyerek...
İslâm dünyasının en saygın isimlerinden biri. Arap dünyasındaki kralların otoritelerinden daha fazla otoriteye ve güce sahip Karadavi.
O yüzden çok korkuyor Batılı kralların soytarıları olan diktatörler...
Pensilvanya ile Kandil bir oldu
Pensilvanya ile Kandil bir oldu
İstanbul'da Beyoğlu Belediyesi'nin hizmet binası açılış töreninde konuşan Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan Pensilvanya ile Kandil'in işbirliği yaptığını söyleyerek, "Devlet içinde devlet asla mümkün değildir" dedi. Erdoğan, "Bu millet Yeni Türkiye yolundan dönmez dönmeyecektir. Bu böyle biline..." ifadelerini de kullandı.
*
Dünyanın çivisi çıktı...
*
Osmanlı, 3 kıtada 5 asır barış yurdu inşa etti.
Osmanlı bitirildi.
Dünyadan ruh çekildi.
Batılılar, dünyayı 1 asırda cehenneme çevirdi.
*
Batılı emperyalistler, bütün güçleriyle, bütün vahşilikleriyle İslâm dünyasına çullanıyorlar...
Uzaktan kumanda ettikleri diktatörlerle İslâm dünyasında İslâm’ın kökünü kazıma konusunda, sihirli küre’ye el basarak ortaklaşa yemin ediyorlar...
Daha önce de dikkat çekmiştim: İslâm dünyası iki asırdır işgal altında.
Batılıların kölesi.
Bağımsız değil o yüzden.
Böylesi bir ortamda, iki asırdır, ikinci büyük medeniyet krizini yaşadığımız bu en zor zamanda, Müslümanların varlığını koruyabilmelerini devletlere değil İslâmî hareketlere borçluyuz.
Burası çok önemli.
Müslümanları ayakta ve diri tutan Müslüman devletler yok. İslâmî hareketler, cemaatler, oluşumlar var yalnızca.
Batılılar, uzaktan kumanda ile kontrol ettikleri diktatörlerle, Müslüman toplumları toplayan, ayakta tutan ve yeniden Müslüman devletler kurulmasının zeminini oluşturan İslâmî hareketleri ve liderlerini yok etmeye kararlı.
Eğer İhvan çökertilirse, İslâm çok büyük darbe yer sadece Mısır’da değil bütün Arap dünyasında.
Arap dünyasından İhvan’ı çekip çıkarın İslâm diye bir şey kalmaz.
Uyarıyorum: Bütün İslâmî hareketlerin, cemaatlerin, STK’ların birbirleriyle irtibatlarını kesecekler, mazlum Müslüman kitlelerin yegâne koruyucusu, kollayıcısı İslâmî hareketleri ve cemaatleri bitirecekler, kitleleri açlığa, susuzluğa mahkûm edecekler.
Kudurdu bu Batılılar da, kuklaları soytarı adamlar da!
Musul, ölüyor usul usul bir kaç gündür...
İlaç yok, ekmek yok, süt yok...
Kedi eti yemeye başlamışlar zorunluluktan. Ve bir kilo kedi eti 30 dolara satılıyor!
Musul’daki bir adamın bir haftalık geçim masrafı 30 dolar!
Gerisini siz düşünün artık...
Önce Müslüman şehirleri öldürdüler... Harabelere çevirdiler...
Şimdi de bütün Müslüman cemaatlerin, oluşumların, hayır kurumlarının kökünü kazımaya çalışarak, Müslüman kitleleri ölüme terkediyorlar...
Müslümanların Yusuf el Karadavi gibi en saygın adamlarını, teröre hiç bir şekilde bulaşmamış İhvan gibi hareketleri terörist ilan ediyorlar!
Yusuf el Karadavi’yi terörist ilan edenler, hayduttur, kudurmuştur!
92 yaşındaki âlim Karadavi’yi terörist ilan etmek için çıldırmış olmak gerek!
*
Türkiye, bizi en zor zamanımızda yalnız bırakmayan Katar’ı yalnız bırakamaz ve aç kurtlara yediremez.
Türkiye’nin dik durması ama dikkatli olması gerekiyor...
Yaşananların asıl hedefi Türkiye’dir: Türkiye’yi bir savaşa sokup parçalamak ve kaosa sürüklemektir.
O yüzden teyakkuzu elden bırakamayız. Türkiye’nin Katar’a yapacağı en önemli iyilik, krizde aktif arabuluculuk yapmasıdır. Savaşa yol açabilecek herhangi bir kıvılcım bölge için de, dünya için de kıyamet demektir.
*
Tekrar tekrar hatırlayacağım: Türkiye, Birinci Dünya Savaşı’na tuzağa düşürülerek itildi... ve koskoca devleti kaybettik bu sürecin sonucundaKılıçdaroğlu, ateşle oynama!
Yusuf Kaplan
16/06/2017 Cuma
Türkiye’ye içerden-dışardan bir saldırı var…
Beka mücadelesi veriyor Türkiye…
Fakat ana muhalefet partisi genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, -özür dilerim ama- FETÖ’nün “siyasî imamı” gibi konuşuyor:
15 Temmuz’un yıldönümünün yaklaştığı bir zaman diliminde, darbeci FETÖcüleri ve efendilerini aklayacak işlere soyunuyor, dahası darbenin yıldönümüne bir ay kala Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasını bahane ederek (“adalet” çağrısıyla) halkı sokağa çağırıyor…
Bunlar akla ziyan işlerdir.
Tehlikeli işlerdir; hem de çok tehlikeli!
Oysa «mevzi”nin korunması, tek yürek tek bilek olunması, iç ve dış saldırıların ortaklaşa püskürtülmesi gerekiyor...
İnsan, 15 Haziran “tezgâh»ı bu mu yoksa, diye sormadan edemiyor.
ADALET SİSTEMİNE NEŞTER ŞART
Türkiye’de adalet sisteminin yara aldığı aşikâr. Bunun nedenleri de biliniyor -en azından ilgililer tarafından-.
Adalete güveni sarsan son hâdiselerden biri hafta sonu yaşandı.
Bunu şöyle yazmıştım sosyal medyada:
“FETÖyle zırnık kadar ilgisi olmayan canım, kardeşim, öğrencim Serdar Arslan tutuklandı
Hem de iftarda!
Çıldırtmak mı istiyorsunuz adamı?!
Şu kesin artık: Birileri, Erdoğan’ın, dolayısıyla Türkiye’nin altını oyuyor…”
O akşam onlarca masum Serdar tutuklandı, nerdeyse hiçbir araştırma filan yapılmadan yaka paça içeri atıldı!
Uykularım kaçtı benim… Yüreğim kan ağlıyor hâlâ!
Bu KHK’larla suçsuz yere içeri atılan çok sayıda insan var.
FETÖ, hükümet karşıtları vs. gece gündüz bu konuyu gündeme taşıyor sosyal medyada.
Hükümeti vurmak için iğrenç bir şekilde kullanıyor.
O yüzden kimse FETÖyle hiçbir ilgisi, ilişkisi olmayan mağdurların çığlıklarına sahip çıkmıyor.
Hükümet bu konuda bir komisyon kurdu aylar önce… Bu komisyonun kurulması fikri, Fatih Altaylı’yla teke tek yaptığımız bir programda benim çağrımdı.
Komisyon kuruldu ama doğru düzgün çalışmıyor…
Komisyonun süratle çalıştırılması, mağdurların sorunlarını hızla hal yoluna koyması gerekiyor…
İşte ana muhalefet, bu konuyu çözecek adım atmak, bunun için hükümete yardımcı olmak yerine, ne yapıp edip Erdoğan’ı devirmeye odaklanmış durumda…
Bunun için de hem mağdurları sömürmekten hem de FETÖ’nün sözcüsü ve gözcüsü gibi hareket etmekten çekinmiyor.
Görünen manzara bu.
Türkiye’nin adalet sistemi çok sorunlu. Bunu herkes biliyor. Adaletin olmadığı yerde, sulh, selamet olmaz. Kardeşlik olmaz. Barış olmaz.
CHP’nin adalet meselesiyle ilgilenmesi ana muhalefet partisi olarak görevi.
Ama CHP’nin derdi adalet değil Erdoğan’ı devirmek, bunun için de ne gerekiyorsa, her yolu denemek!
Şunu herkes görüyor: Erdoğan’sız bir Türkiye, kaosun eşiğine sürüklenir…
Eğer CHP bunu göremiyorsa, neyi görüyor acaba?
ZAMAN, MEVZİ’Yİ KORUMA ZAMANI MEVZİ, VATANDIR!
15 Temmuz’un yıldönümü yaklaşırken gerekçesi ne olursa olsun Türkiye’yi kaosa sürükleyecek işler yapmak bu ülkenin traji-komedisi.
Traji-komedisi; çünkü önümüzde tankların altına yatan, tanklara karşı göğsünü siper eden, ülkeye yapılan saldırıyı destansı bir direnişle püskürten bir halk var.
Biz bu halkı ve bu destanı konuşacağımıza, ülkeyi yeni bir kaosa sürükleyecek tehlikeli çağrılar yapıyoruz…
Olmaz!
Zaman Mevzi’yi koruma zamanı.
Mevzi, vatan’dır.
Mevzi, dünyanın bütün mazlumlarıdır.
Vatanı da, mazlumları da kurda kuşa yem edemeyiz.
Mevzi’lerini koruyamayanlar muvazenelerini de yitirirler.
Ve tarihin önünde hesap veremezler!
Sözün özü: Türkiye, iç ve dış saldırılarla boğuşurken isyan çağrıları yapmak ülkeyi kaosa sürükleyecek çağrılarda bulunmak kendi ayağımıza kurşun sıkmaktır.
Ülkenin bütünleşmeye, yekvücut olmaya, tek yürek tek bilek kenetlenmeye ihtiyacı var, kaosa ve birimizle boğuşmaya değil!
Unutmayalım: Zor zamanlarda birlik olmasını bilmeyenler, dirlik yüzü göremezler.
*Kültürde kazanılamayan istiklâl mücadelesi, kaybedilmeye mahkûmdur…
Yusuf Kaplan
18/06/2017 Pazar
“Kültür”, bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Ruhsuz bir toplum, bırakınız insanlığın önünü açmayı, varlığını bile sürdüremez.
Bu kadar net bu!
Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçenlerde, “kültür’de varlık gösteremediğimizi, kültürü ihmal ettiğimizi” söyledi.
Neden peki?
Tam da bu sorunun cevabının izini sürmeye çalıştığım bir yazımı gözden geçirerek sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm. Buyurunuz efendim…
EKONOMİ MAKİNASI’NDAN KÜLTÜR SAVAŞLARI’NA...
19. Yüzyıl ekonomi çağıydı. Art arda yaşanan iktisadî devrimler, ekonomi’yi hayatın merkezine yerleştirdi. Kapitalizmi, hayatı çölleştiren bir makinaya dönüştürdü...
En ürpertici silahları, insanları kitleler hâlinde katleden kitle imha silahlarını, biyolojik silahları ondan sonra icat ettiler kapitalizmin köleleri.
Kapitalizmin en gelişmiş silahlarıyla bütün dünyayı köleleştirdiler.
Ve insanlığın binlerce yıllık medeniyet birikimlerini önce talan ettiler, yerle bir ederek tarihten sildiler.
Sonra da buna “uygarlığın barbarlığa karşı savaşı” dediler.
İnsanlık, hiç bu kadar alçalmamış, barbarlaşmamıştı!
KÜLTÜR DEĞİL HİKMET
Çağımız kültür çağı.
Ekonominin yerini kültür aldı.
Bütün savaşlar, önce, kültür savaşları artık.
Burada “kültür” kavramının son derece kaypak ve muğlak olduğunu hatırlatmak isterim.
Kültür’le kastedilen şey, “bir toplumun ruhu”, ruh kökleri.
Cemil Meriç, o yüzden, “kültür” kavramı yerine “irfan"ı önerdi.
Ziya Gökalp’in “hars” önerisinden daha anlamlı bir öneriydi bu.
Hars, “ekip-biçmek” anlamında “kültür"ü kabuk düzleminde karşılıyordu. Ama “kültür”, kabuk değildi, “öz”e işaret ediyordu.
Ziya Gökalp’in yanlışı da, Cemil Meriç’in yanılgısı da, Batılı bir kavrama, “Doğulu” bir içerik bulmaktı.
Oysa başkalarının kavramlarıyla kendi dünyanızı kuramazsınız. Temel varoluşsal ilkemiz bu olmalı. Evrensel “varoluş ilkesi”.
O yüzden aslolan, kültür’ün özünü oluşturan ruh’tur.
İLİM’LE BİLİR’SİN, İRFAN’LA BULUR’SUN, HİKMET’LE OLUR’SUN...
Ruh, bizim medeniyetimizde, Hikmet’in, Hikmet yolculuğunun eseri ve meyvesidir.
İnsanın hakikat yolculuğu, üç alanda, aynı anda yolculuğa çıkıldığında insanı hakikate ulaştırma sürecinde katkı sunar.
Akıl, Kalp ve Ruh’tur bu üç alan.
İlim yolculuğuna akıl’la çıkılır, bilme çabası gerçekleştirilir.
Hakikate bilmek’le değil, olmak’la ulaşılır...
O yüzden yolculuğun devam etmesi gerekir.
Bunun için ikinci aşamada irfan devreye girer, Kalbi harekete geçirir. Hakikat’in izi sürülür...
Sonra, üçüncü aşamaya geçilir: Hikmet devreye girer, Ruh’u harekete geçirir. Ruh’la “oluş” gerçekleştirilir.
Özetle:
Akıl’la bilirsin, yola çıkarsın.
Kalp’le bulur/bulunursun, yolda olursun.
Ruh’la “olur”, olgunlaşır, “yol” olursun.
Meselenin püf noktası şurası: İslâm tefekküründe bu üç alan da (“akıl, kalp ve ruh” da), bu üç vasıtayla gerçekleştirilen yolculuk da, (“ilim, irfan ve Hikmet yolculukları da) birbiriyle kopmaz irtibat hâlindedir.
Tam da bu nedenle, ilim’de Hikmet’in tohumları gizlidir.
Yine bu nedenle, ilmiyle amel edene bilmedikleri öğretilir.
İlmiyle amel etmek, irfan yolculuğuna adım atmak ve hikmet yolculuğuna çıkma melekeleriyle donanmaktır.
“DAĞ"A ÇEKİLECEĞİZ... “DAĞ"IN ÇAĞRISINA KULAK KESİLECEĞİZ...
Peki nasıl olacak bu?
Mevcut ortama, kültüre, kültürel kodlara, zihin yapılarına eklemlenmek yerine Ümmîleşerek…
...Dağ’a çekilerek... Dağ’ın çağrı’sına iştirak ederek...
Bir Rahmet Peygamberi gibi, Bir Hz. Musa gibi “Dağ”a çekileceğiz...Hira’mıza... “Mağara"mıza...
“Dağ"ın onaran, olgunlaştıran, diri tutan sesine kulak vereceğiz...
Ümmîleşeceğiz... Kendimize geleceğiz...
Yer’imizi aslâ terketmeyeceğiz...
Dünyanın bütün geçici nimetlerini elimizin tersiyle iteceğiz...
Hakikatin kalıcı, derinlerde köksalıcı, insanlığın önünü açıcı şarkısını bestelemek için nefes alıp vereceğiz...
Bu dünyada yaşayacağız ama bu dünyayı yaşamayacağız...
Bu dünyayı dâr / yurt edinenlerin, insana dünyayı dar ettikleri gerçeğini kulağımıza küpe edeceğiz...
Umut olacağız... Ufka kanat çırpacağız... Yalnızca Umutlarını yitirmeyenler, bize ufuk sunabilirler, ilkesini unutmayacağız...
“Gökkubbeyi yere düşürmeyeceğiz"...
Bir Sezai Karakoç gibi “dağ"ın çağrısına ayarlayacağız saatlerimizi... Diriltici ve gönendirici çağrısına...
Bir İsmet Özel gibi, “toparlanın gitmiyoruz” diyeceğiz...
Dünyaları verseler de Yer’imizi, duruşumuzu, terketmeyeceğiz aslâ!
Siyasa’nın ve piyasa’nın değil, hakikatin izini süreceğiz...
Hakikate ayarlı saatlerimiz, yeri ve zamanı gelince, bizi harekete geçirecek...
Nefesimizi hakikatin sesine, Hakikatin sesini insanlığın nefesine dönüştürme mücahedesi ve mücadelesi vereceğiz...
Sahteye, sığlığa prim vermeyeceğiz...
KUTSALLARINI YİTİREN RUHSUZLAR, OMURGASIZLAR KÜLTÜR‘DEN ELLERİNİ ÇEKMEDİKÇE...
Kutsallarını yitiren ruhsuzlara, omurgasızlara “kültürden kirli ellerinizi çekin!” diyorum...
Kültürde kazanılamayan bir istiklal ve istikbal mücadelesi kaybedilmeye mahkûmdur çünkü.
“Kültür”, bir toplumun ruhudur çünkü.
Önce ruh!
Tam da bu nedenle, bu toplumun ruh köklerinin yeniden diriltilmesinin önünde takoz gibi duran, kültürün altını oyan, ruhsuz, omurgasız kültür çeteleri, bu topluma ruhunu kazandıracak hiç bir şey sunamazlar; sunamadılar da nitekim.
Yalnızca kültürün altını oydular, bu toplumun ruhunu haraç-mezat sattılar... bu toplumun ruhunu, ruh köklerini kurutma savaşı vermekten başka bir şey yapmadılar; yapamazlardı da.
Bu nedenle, 40 yıldır kültürü yağmalayan, hiçbir kutsalı olmayan, ruhsuz, omurgasız çeteler ülkenin kültür politikasına yön veremez.
Yazık oluyor ülkeye.
Yazık oluyor bu ülkenin insanına.
Yazık oluyor bu ülkenin insanlığın önünü açan derinlikli medeniyet birikimine...
Kadir Gecesi takdir olunan iktidar ve kudret
Yusuf Kaplan
23/06/2017 Cuma
Kadir Gecesi’nden bahsedilirken hep Kur’ân’ın bu gecede indirilmesi üzerinde duruldu hep. Vurgu, Kur’ân’a oldu; inzâl’e değil.
Şırnak'ta 5 terörist teslim oldu
Şırnak'ta 5 terörist teslim oldu
Şırnak'ta terör örgütü PKK'dan kaçan 5 terörist, güvenlik güçlerine teslim oldu.
Eğer vurgu, inzâlin eserine değil de bizzat inzâl fiilinin kendisine (dolayısıyla Fâil’e / Allah’a, Allah’ın kudretine ve hâkimiyetine) yapılmış olsaydı, Kur’ân, herhangi bir kitap muamelesi görmez, her dâim Allah’ın kudret ve iktidarının / hâkimiyetinin yegane kaynağı olarak hayatımızda merkezî bir yer işgâl ederdi.
Bugün, ayartıcı yeni-paganizm ve yeni-barbarlık biçimleri, neo-seküler kültürel formlar aracılığıyla hayatımızın her alanına derinlemesine nüfûz ediyor. Ve dünyamızı yaşanılamaz bir çatışma, işgal, sömürü, zulüm ve tecavüzler arenasına dönüştürüyor…
Çıkış yolu olarak da insanlığı hızın, hazzın ve tüketimin kölesi hâline getirmekte buluyor: İnsanlığın nihilizmin eşiğine sürüklenmesi demektir bu: Güle-oynaya intiharı yani!
İşte tam böylesi bir ontolojik felâket çağında, bizatihî inzâl hâdisesinin kendine vurgu yapılması hayâtî önem arzediyor: Allah’ın kudret ve takdirinin, insanın bütün putları yere sermesine imkân tanıyan, insanlığı asıl özgürlüğüne kavuşturan diriltici çıkış yolu burada gizli çünkü.
İNZÂL HÂDİSESİ: RUBÛBİYET KUDRETİ
Bu kutlu gecede iki şeye dikkat buyurmamız isteniyor bizden: Birincisi, Kur’ân’ı bize bir nimet, hidayet ve sırat-ı müstakîm nimeti olarak inzal eden Rabb’ül-Alemîn’in inzal fiilinin kendisine; yani Allah’ın hayatımıza bilfiil müdahalesine; ikincisi de inzâl fiiliyle gerçekleştirilen bu müdahalenin eserine yani Kur’ân’a.
Bu müdahalenin bizatihi kendisi, çok önemli, çok hayâtî bir hâdisedir. Kur’ân işte bu müdahale sonucunda gerçekleştirilen bir hatırlatma, bir ihtardır: Bizi seçim yapma imkânına kavuşturan, ihtiyarımızı (seçme kabiliyetimizi) kullanmamıza zemin hazırlayarak bizi seçimimizde özgür (muhtar) kılan, insanın aslâ paganizme, barbarizme, totalitarizmlere ve zulümlere mahkûm olmayacağını, paganizmden, barbarizmden totaliterizmlerden, zulümlerden salaha (kurtuluşa) erdiren bir salahiyete (otoriteye / kudrete) sahip kılacak diriltici bir hatırlatma, bir ihtar, bir muhtariyet kaynağı olan Allah’a ubûdiyete çağıran, bu ubûdiyetin ve muhtariyetin yegane kaynağı olan bir kitap ve hitaptır.
Allah’ın yüce kudretinin en önemli tecellisi ve tezahürü, Kur’ân’ın sadece tenzîl edilmesi değil, aynı zamanda inzâl edilmesidir. İnzâl ile tenzîl aynı şeyler değildir.
Meselâ biz “Kur’ân bize Allah tarafından indirilmiş veya gönderilmiş bir kitaptır” demekle yetinebilir miyiz?
Yetinemeyiz; çünkü Kur’ân’ın “indirilmesi”, “indirilmiş olması”, gönderilmesi”, “gönderilmiş olması” gibi ifadeler, Kur’ân’ın nasıl vahyedildiğini, vahyin muhatabını, vahyedilen şeyi ve mahiyetini anlamamıza, kavramımıza, idrak etmemize, gerekli tedariklerle donanmamıza yani hakkıyla mümin (Allah’a güvenen, kendisine güvenilen, herkese güven veren insan) olmamıza yetmez.
Bütün bunların gerçekleşebilmesi için medeniyet dilimize, medeniyet dilimizin ruhunu oluşturan vahyin lugatçe’sine ihtiyacımız olduğunu görmemiz gerekiyor.
İnzâl ve tenzîl kelimelerinin, nasıl zihnî ve fiîlî bir güce sahip olduğunu, bu kurucu “kavramları” yok ettiğimiz zaman, müminlerin sahip olmaları gereken kuvvete, kudrete, “iktidara” sahip olamayacaklarını, Allah’ın kuvvetini, kudretini ve iktidarının kudsiyetini kavramakta zorlanacaklarını özenle vurgulamak isterim.
Evet, Kur’ân, hem inzâl edilmiş, hem de tenzîl edilmiş, Sünnet-i Seniyye ile gerçeğe dönüştürülen bir kitap, bir hitaptır, bir hayattır.
Peki, inzâl ile tenzîl kelimelerini değil de “indirilmiş, gönderilmiş” kelimelerini kullandığımızda, inzal ve tenzîl kelimelerini sözlüklerimizden, hatta Kur’ân meallerimizden, tefsirlerimizden, kitaplarımızdan çıkardığımızda kaybedeceğimiz şeyin ne kadar hayatî bir şey olduğunu idrak edebiliyor muyuz, bilmiyorum doğrusu.
İnzâlin anlamı şudur: Kur’ân, bir bütün olarak Kadir Gecesi’nde bir anda Levh-i Mahfuz’dan dünya Sema’sına indirilmiş bir kitaptır; dolayısıyla, ğayb âleminden şehâdet âlemine yapılan bir hitaptır.
Tenzîl’in, inzâlden farklı olan en önemli yanı, inzâl gibi bir ânda değil, zamanla, zamana yayılarak, peyderpey, ardı arkası kesilmeden süregiden bir süreye ve sürece işaret etmesidir: Sünnet-i Seniyye’de gerçekleştirilen bir hayatın vasat’ının temellerinin atılmasıdır.
TENZÎL HÂDİSESİ: UBÛDİYET
ŞUURU VE HÜRRİYET ŞİİRİ
O hâlde, İnzâl, vahyin, Allah’ın kudret ve kuvvetinin tecellini ettirdiği fiilin kendisi, Tenzîl ise Allah’ın takdirinin, kudret, kuvvet ve ilâhî iktidarının adım adım tercüme ve tezahürünün Sünnet-i Seniyye ile gerçekleşme sürecidir.
Kadir Gecesi, sadece Müslümanların böylesine ulvî bir nimete sahip oldukları, Allah’ın kuvvet, kudret ve ilâhî iktidarını, sınırsız hâkimiyetini hissettikleri, rahmetini, bereketini gördükleri eşsiz, benzersiz, o yüzden de bir ömre bedel muazzez, “sınırsız” bir zamandır.
Müslümanların gücü, Allah’ın hem bu gecede olduğu gibi insanlığa, varlığa hitap ederek doğrudan hayata müdahale etmek, hem de Kur’ân’ı tenzil ederek kitap göndermek suretiyle bütün alemlerin Rabbi, rahmet ve merhamet kaynağı, müminlerin ise velisi / dostu olduğu hakikatine sadece Müslümanların sahip / dost ve layık olmalarından kaynaklanıyor.
Bunu hakkıyla idrak edebildiğimiz zaman bugün iliklerimize kadar yaşadığımız iki ontolojik meseleyi, teslimiyet ve temsiliyet meselelerini de hakkıyla idrak edebilmemiz imkân dâhiline olabilir. Bu iki hayatî meseleyi bayram yazısında yazacağım nasipse…
O hâlde kadir gecesinde inzal ile tecellî eden, tenzîl ile Fahri Kâinât Efendimiz (sav) vasıtasıyla ve sîretinin tahakkuk ettiği İslâmî vasat’ta / sünnet-i seniyye’de tercüme ve tezahür ettirilen ilâhî kudret ve iktidarın, biz müminlere emrettiği, takdir ettiği, teklif ettiği ulûhiyet ve rubûbiyet kaynaklı ubûdiyet iktidar ve kudretinin hayata dönüştürülen hakîkatinin, bizi bütün beşerî, dünyevî, maddî, şehevî, dolayısıyla arızî ve sürekli arızalar üreten nevzuhûr güçleri putlaştırarak, bizi bunların kulu-kölesi yapan hakikat ihtarının ve bu ihtarın sunduğu muhtariyetin (hakîkî hürriyetin) sırrını idrak etme şuuruyla yaşamanın bize vereceği nimetin farkında olalım, hatırlatmasında bulunuyorum, vesselâm.Ramazan, ümmîleşme seyrüseferi; bayram, ümmetleşme zaferi
Yusuf Kaplan
25/06/2017 Pazar
Ramazan, arınma ve toparlanma iklimi, yenilenerek doğrulma ve yeniden doğma mevsimi…
Diriltici bir ümmîleşme seyrüseferi: Zihni, kirlerden temizleme; insanı, özüne döndürme, kendine getirme; özetle, taze bir ruhla donanma seferi...
Bayramsa, toparlayıcı, kenetleyici ve yekvücut kılıcı ümmetleşme zaferi: Taze bir heyecanla ve kanatlandırıcı bir neşeyle seküler / bölmeli zamanı durdurma, bütün ayrıcalıkları ortadan kaldırarak bütünleşme, hâlleşme, helâlleşme, rahmetleşme, kardeş olma ve coşma zemini…
E-devlet'e baktı şoke oldu
E-devlet'e baktı şoke oldu
Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu (BTK) Başkanı Tayfun Acarer, mobil hat sorgulama hizmetinden bugüne kadar 15 milyondan fazla sorgulama yapıldığını belirterek, "Bilgisi olmaksızın bir vatandaşın üzerine 264 adet mobil hat açıldığı mobil hat sorgulama sistemiyle tespit edildi" dedi. Acarer, mobil hatların e-devlet'ten sorgulanabildiğini de söyledi.
ZAFERE ODAKLANMAK HEZİMETLE, SEFERDE OLMAK SAMİMİYETLE SONUÇLANIR…
İnsanın varoluş amacı, zafer değildir. Amaç, zafer olduğunda, sonuç hezimet olacaktır. Ontolojik olarak kaçınılmazdır bu.
Maksadı zafer olan insan, samimiyetini yitirir, kendini herkesin ve herşeyin önüne geçirir ve hakikati bitirir.
Aslolan samimiyettir; samimiyet, bizatihî seferde olma hâli’dir ve hakikat, seferde olanlara lütfedilir.
ÜMMÎLEŞEREK DOĞRULUR,“YALNIZLAŞARAK” KENDİNİ VE HAKİKATİ BULUR İNSAN…
Ümmîleşme, “yalnızlaşma” demektir aslında: Kendine doğru sefere çıkma, içine yönelme, kendine çeki düzen verme, kendini hatırlama, kendine ulaşma ve hakikati bulma kaygısı…
Başka zamanlarda hayatın akışına kapılır, oraya buraya sürüklenir ve kendini unutur insan: Hakikati unutur: Yaratıcı’yı unutur…
Ramazan’da durur: İçine yönelir ve durulur: Kendini bulur…
Yapıp ettiklerini, her şeyi muhasebeye koyulur…
İtikaf, işte bu yüzden emrolunmuştur…
Ancak o zaman insan, nefsinin insanı kendinden, kendi hakikatinden ve bizatihî hakikatin kendisinden, kendi fıtratından ve özünden uzaklaştıran tuzaklarından kurtulur…
“Yalnızlaşarak” ümmîleştikçe, kendini bulur insan: “Yalnızlaşarak” ümmîleştikçe, kirlerinden arınır, nefsinden uzaklaşır; kendine, kendi hakikatine ve hakikatin hakikatine yaklaşır…
“Yalnızlaşmak”, kişinin kendiyle başbaşa kalmasıdır, ilk bakışta.
Ama gerçekte “yalnızlaşmak”, kişinin kendinden başkasıyla, Yaratıcı’yla başbaşa kalmasıdır aslında: Yaratıcı’yla buluşması…
İNŞA ÇABASI İMHA EDER, İBADET KAYGISI İHYA EDER…
Tanpınar’dan esinle ve besinle söylersek: Mü’min, inşa etmez, ibadet eder: Maddeye, imanın nurunu, hakikatin ruhunu nakşeder; eşyaya ancak o zaman tasarruf eder.
İbadet, kurucu bir eylem değil, kurtarıcı bir eyleyiş’tir.
İnşa’da mücadele vardır; ibadet’te mücahede.
Ne muazzam, ne muazzez, ne muhteşem bir seyrüsefer hâlidir mücahede: Kişi hem ibadet eder, kulluk vazifesini ifa eder; hem emanet’i üstlenen mü’min olarak halife olma yükümlülüğünün yüklediği Hakk’a vekâlet mükellefiyetini yerine getirir, yeryüzünde emniyetiteminat altına almaya girişir; hem de bu seyrüseferin sonucunda yenilenir, temizlenir ve kendine gelir.
İnşa çabasının gerisinde zafer hırsı yatar: Merkezde, ben / ego vardır: İnsanın eşyayı, dünyayı, hatta insanları, başkalarını yenme, tahakkümü altına alma patolojisi hükmünü icra eder alttan altta...
O yüzden inşa çabası, insanın samimiyetini yok eder.
O yüzden yaşanabilir bir dünya inşa edemez inşa çabasıyla çabalayıp duran beşer. Şaşar. Ve imha eder her şeyi, sonuçta…
Oysa ibadet’in kaygısı, sürekli sefer hâlinde olmaktır; sefer’de, ben / ego, merkezde değildir.
O yüzden benini, nefsini yenebilen; çıkarlarını düşünmeyen; başkalarını, başkalarının iyiliğini, hayrını, güzelliğini düşünen insanların işidir sefer.
Ezcümle: Bütün ibadetlerin özetlendiği, örneklendiği bir ümmîleşme mevsimidir Ramazan.
Bütün ibadetlerin bidayeti ümmîleşmek, nihayeti ümmetleşmektir.
Bu zihin açıcı meseleyi, yarınki yazıda, teslimiyet ve temsiliyet meseleleri üzerinden derinlemesine ele alacağımı belirtilmekle yetineyim burada.
ÜMMÎLEŞİLMEDEN ÜMMETLEŞİLEMEZ!
İnsan, tam yaratılmamıştır, ham yaratılmıştır.
O yüzden insanın hamlıktan kurtulması, tamamlanma, tam olma, kemal yolculuğuna çıkması amaçlanmıştır.
Bunun yolu ümmîleşmek’tir: Arınmak. Temizlenmek. Kendine gelmek.
Arınma, temizlenme, kendine gelme bir inşa çabasıyla gerçekleşmez; ibadet şuuruyla gerçekleşir: Hayat bulur, hayat olur ve hayat sunar herkese.
İnsan ümmileştikçe ümmetleşir, ümmîleştikçe yaşanabilir bir dünyanın için/d/e doğrulur, her dem taze, her dem yenilenerek doğar, yenilenerek yola koyulur…
Aslolan zafer değil, seferdir çünkü.
Zafer, sonuçta, sahip olma hırsını kışkırtır ve insanı insanlığından eder…
Bakınız: Sekülerizm ve kapitalizm üzerinden pagan Batı uygarlığının dünyayı eşiğine sürüklediği ontolojik felâket.
Oysa sefer, olma kaygısı’nı / cehdini yeşertir, insanı kendine getirir ve insan eder.
Sözün özü: Ümmîleşilmeden, ümmetleşilemez: Mekke süreci, Ümmîleşme seyrüseferidir; Medine süreci, ümmetleşme zaferi.
Aynı şekilde, Ramazan, ümmîleşme seyrüseferidir; bayram, ümmetleşme zaferi.
O yüzden bayramda her zaman hem hüzün ve keder hem de neşe ve sevinç birlikte yaşanır.
Bir yanda, Ramazanın / Ümmîleşme seyrüseferinin / arınma, toparlanma ve yenilenerek doğrulma yolculuğunun bitebileceği hüznü vardır.
Ama öte yanda da, böylesine diriltici bir yolculuk yapıldığı için bunun verdiği sevinç ve neşenin bütün insanlarla ve varlıklarla, herkesle ve her şeyle doyasıya yaşanması sözkonusudur.
Bir aylık ümmîleşme yolculuğundan sonra meyvelerini topladığımız ümmetleşme bayramınız mübarek olsun. Bayram; birlik, dirlik ve kardeşlik ruhuyla hem ülke olarak hem mazlum ümmet olarak yeniden doğuşumuza ve yenilenerek doğruluşumuza vesile olsun, diyorum. Vesselâm.Bayramın tatile dönüşmesi: İnsanın ve hayatın çölleşmesi…
Yusuf Kaplan
26/06/2017 Pazartesi
Bir yanda, bayram coşkusu, sevinci, bayram günlerinin heyecanı ve neşesi...
Öte yanda, insanın şehirden, insanlardan tatile kaçışı, dekadansla dans’ı…
İşte bizim yaşadığımız şizofreninin, yörüngesini yitirmenin, esen rüzgârların önünde sürüklenmenin, çürümenin, çölleşmenin hikâyesi, ürpertici göstergesi!
Antalya- Ankara arası 3 saat
Antalya- Ankara arası 3 saat
Antalya-İstanbul arasının 4,5 saat, Antalya-Ankara arasının 3 saat olacağı Antalya Hızlı Tren Hattı ile, Antalya-İzmir ve Antalya-Kayseri arasındaki seyahat süresi de 3,5 saat oluyor. Antalya Hızlı Tren Hattı'nın Gar ve İstasyon yerlerinin belirlenmesi çalışmaları başladı.
ÖLÜMÜ HATIRLADIKÇA YAŞAR İNSAN
Bütün bilgeler, hayatın ölüm’le, ölüm fikrinin şuuruna ermekle kâim ve dâim, anlamlı ve yaşanabilir olduğunu söylerler bize..
Doğu’nun Konfüçyüs, Tao gibi kadîm bilgelerinden Batı’nın Eflatun, Schopenhauer, Nietzsche gibi derinlikli düşünürlerine; İslâm’ın bütün ilim, irfan ve hikmet büyüklerine kadar insanlığın yetiştirdiği büyük düşünürler, sanatçılar ölümü unutan insanların hayatı yaşayamayacaklarını, hayatın ve insanlığın temel varoluşsal sorunlarına karşı duyarsızlaşacaklarını, bencilleşeceklerini ve yalnızca hız, haz peşinde koşturarak -güle oynaya- intihara sürükleneceklerini hatırlatırlar.
Ölümden kaçış, nihilizmin zaferiyle sonuçlanır: Yeryüzündeki zulmün, işgallerin, zorbalıkların nedeni insanı duyarsızlaştıran nihilizm biçimleridir.
Ölümü unutan insanlar, yaşadıklarını nasıl hatırlayabilirler ki?
Bayramı tatile dönüştüren kişiler, aslında hayatı tatil ederek çölleştirdiklerini, hakikati iptal ederek ruhsuzlaştıklarını ilan etmekten başka ne söyler ki bize!
Oysa ölümü hatırladıkça yaşar insan. Ölümü hatırladıkça, hayatı unutmaz, kendini unutmaz, hakikati unutmaz.
Ölümü hatırladıkça hayatı tadar; ölümü unuttukça hayattan kaçar.
İKİ ZIT ŞİİR TABLOSU: ÖLÜMÜN VE HAYATIN ŞİİRİ
İki tablo var karşımızda:
İlki, insanın kendinden kaçış tablosu: Tatile kaçışı... Ruhsuz insanlardan, bunaltıcı hayattan uzaklaşma arzusu belki de bu.
İkinci tablo: Bayramın hayata ve insana kucak açan coşkulu, bütünleştirici ve herkesi kardeş kılıcı, ortaklaşa yaşanan, herkesle paylaşılan neşe ve sevinç tablosu: İnsanın insandan kaçışı değil, insanın insana, hayata ve hakikate koşuşu...
Biri ölümün, diğeri dirilişin tablosu.
Biri; trajik, hatta traji komik, ölümcül ve yok edici… Diğeri; epik, destansı, diriltici ve varedici iki apayrı tablo!
İkisi de şiirsel: Biri, yokoluşun şiiri...
Diğeri, dirilişin, gelişin, hayatın; orucun yaşattığı bir aylık ruh şöleni’nin bayram’ını yapma telâşının, neşesinin ve heyecanının şiiri.
TATİL TABLOSU: İNSANIN DEKADANSLA ÖLÜM DANSI
Kafkaesk bir tablo bu aslında. Işıltılı ama ölümcül.
Picasso’nun ya da Dali’nin zevkle çizecekleri çılgın bir ölüm senfonisi!
Veya en iyi Bergman’ın çekeceği bir ölüm dansı vakitleri filmi...
İnsanın kayboluş serüveni, sonra da cenazesinin kaldırılış seremonisi!
Picassovârî ya da Dalivârî sert imgeler, yaşanan trajediyi resmeder: Dilin bir tarafa savrulduğu... Kalbin kan olup aktığı, idam sonrasını andıran bir sahnenin gerisinden bir gözün hortlamışçasına baktığı bir Picasso, Dali tablosu veya böceğe dönüşen Kafka hikâyesi...
İnsan kayboldu, kayboluyor hızla, hazla ve tamgaz…
Ölümüne kaçıyor... Şehirden kaçıyor... Tatil köylerine... Otel odalarına, sığıntı gibi yaşanılan, hapishaneden farksız otellerin hücrelerine...
Plajlara kaçıyor...
Evet, sert bir Picasso veya Dali darbesiyle çizilen, yığının, kumun, insan yığınlarının içinde, arasında, ortasında; kum tanelerinden daha da kişiliksizleşmiş, silikleşmiş, denizin kıyısına vurduğu ölüleri, canlı cenazeleri andıran yokoluş seremonilerine uçuyor...
Plajlarda, kum tanelerinden bir tane olarak çakılıp kalıyor... Gömülüyor plaja!
İnsanlığı, duyarlığı gömüyor kuma: İnsanlığın yaşadığı büyük sorunları, trajedileri unutuyor; gömüyor plaja!
Mezara...
İnsanlığın gömüldüğü mezar, plaj burada: İnsanın ve insanlığın, hayatın ve hakikatin mezarı!
Şarapla kirlenen, denizle yıkanan... şarapla kirlendikçe denizin dalgalarını vurarak kıyıya, yıkadığı, denizin insandan öç aldığı bir hayalet yer plaj.
Gök ve yer, ne der bize?
Gök’le yer, nasıl semâ eder birbirlerine?
Güneş’in ışığı niçin var?
İnsan, plajda göğe bakar ama göğün bize ne dediğini anlayamaz. Güneşle konuşamaz. Işığını öldürür Güneş’in.
Eritir plajın kumunda.
Kuma gömer Güneş’in ışığını da, kafasını da!
BAYRAM GÜNLERİNİN UMUT DOLU NEŞESİ VE COŞKUSU…
Oysa bayram günlerinin telâşı ve heyecanı ne güzeldir! Ne kadar umut dolu, sevgi dolu, insan dolu, hayat doludur, değil mi!
Bayram günlerinde yüzler güler. Yüzleri güldüren, oruç günlerinin hediyesi gönüllerdir: Arınan, dirilen, çiçek açan, bayram günlerini neşeyle ve sevinçle yaşamamızı mümkün kılan yüce ve yüceltici gönüller…
Arefe günleri, annelerin günleridir. Sadece annelere özeldir. Bayram günleri bütün ailenin, özellikle de çocukların, elbette ki.
Arefe günü, bir ışık dolar eve, her tarafa, her yere: Anneden yansıyan ışıktır bu. İşte bu ışık, bayram günlerini aşkla, coşkuyla yaşanan, doyasıya yaşanan bir meşke, ortak sevince dönüştürür…
BİR TOPLUMUN KARDEŞLİK ŞARKISINI BAYRAMLAR BESTELER…
Bir toplumun kardeşlik şiirini ve şarkısını, bayramlar besteler…
Plajın Güneş’in ışığını bile kuma gömen mezarına inat, arefe günü, annenin ışığı Güneş’e bile ışık verir, enerji verir adeta.
Mevsim yazsa güneş yakmaz.
Kışsa, anneden aldığı ışıkla, enerjiyle en küçük bir ışık hüzmesi bile bayram günlerinde insanın içini ışıtmaya, ruhunu kanatlandırmaya, bütün aile fertlerinin bir cennet bahçesinde yaşıyormuş hâlet-i rûhiyesiyle dolmalarına yeter.
Arefe günlerinde de, bayram günlerinde de yalnızca annelerin, çocukların, aile fertlerinin yüzleri gülmez sadece; ruhları da güler ve ruh üfler birbirlerine ve herkese...
O yüzden arefe günleri bir başka güzeldir, bayram günleri bambaşka.
Annelerimizin arefeleri her dâim heyecanlı, hepimizin bayramı her dem canlı, capcanlı olsun, ülkenizin ve mazlum Müslümanların kardeşliğine, huzuruna vesile olsun diliyorum Rabbimden.
Bayramınız mübarek olsun, tatilleriniz bayram olsun, sıla-i rahim ruhuyla dolsun.
Unutmayalım: Tatil, bayramda en yakınlardan kaçıştır; sıla-i rahim ise en yakınlara koşuş. Allah, sıla-i rahim yapanlardan eylesin hepimizi. Vesselâm.
İnsanlığın dekadansla ölüm dansı, çıkış yolu ve Türkiye’nin rolü
Yusuf Kaplan
30/06/2017 Cuma
Katliamlar, savaşlar, işgaller durdurak bilmiyor dünyanın her yerinde, özellikle de bizim medeniyet coğrafyamızda…
İnsanlık, bir uçuruma doğru sürükleniyor…
Sıkı durun şimdi: İnsanlığı uçuruma sürükleyen şey, katliamlar, savaşlar, işgaller mi? Hayır!
Bunlar sonuç sadece.
İnsanlığı ontolojik felakete, dekadansla ölüm dansı intiharına sürükleyen üç şey: Hız, Haz ve Ayartı!
Toplu olarak intihar ediyor insanlık: Güle oynaya hem de.
ÇIKIŞ YOLU: HAYATA EVET DİYEBİLMEK, ÖZ’E DÖNMEK…
Bir çıkış yolu yok mu, peki?
Var, elbette ki.
Bu çıkış yolunu, Batı düşüncesinin en cins ve en büyük düşünürü Nietzsche, haber vermişti bize yaklaşık bir buçuk asır önce: “Hayat’a Evet diyebilmek”!
Nietzsche, felsefî olarak künhüne varamayacak kadar sığlık yaşadığımız için kutsadığımız modernliğin, modern Batı uygarlığının Tanrı’yı öldürdüğünü, hakikati yok ettiğini, gücü / güç üreten araçları putlaştırarak hayatı bitirdiğini, “ölüler evine” dönüştürdüğünü, “çölleştirdiğini” söylemiş, özetle, insanlığı ontolojik bir felâketin eşiğine sürüklediğini haykırmış ve büyük bir darbe vurmuştu modernliğe.
Bizim celladına âşık, kendinden de, dünyadan da bî-haber entelijansiyamızın ezberlerini yerle bir edecek şekilde, çıkış yolunun, “hayata evet diyebilmek”ten geçtiğini söylemiş, yalnızca İslâm’ın “hayata evet” dediğini tekrarlamıştı bir kaç kez.
Hayat’a evet demek, insanın fıtratının / özünün korunması demek.
DEKADANSLA DANS: İNSANLIĞIN GÜLE OYNAYA İNTİHARA KOŞMASI…
Nietzsche, Modern Batı uygarlığının, hayata evet diyemediği, insanın fıtratını / özünü delik deşik ettiği için, insanlığı büyük bir dekadansın / tefessühün / ontolojik felâketin eşiğine sürüklediğini haykırmıştı.
Şu an içinden geçtiğimiz postmodern süreçte, dekadans, iki büyük paylaşım savaşıyla sonuçlandı: Tarihin tanık olduğu en büyük, en korkunç iki büyük dünya savaşıydı bu savaşlar.
Şimdi, dekadans, yerini dekadansla dans’a terketti. Dekadansla dans, “pornografi” demek.
“Pornografi”, insanlığın intiharının yeni adı!
“Pornografi”, insanın düşünme melekelerini yitirmesi, yalnızca duygularıyla hareket etmesi, aşırı-ayartılma ihtiyacı duyduğu duygularının kölesine dönüşmesi demek çağdaş insanın.
“Pornografi çağı”nda yaşama savaşı veriyor insanlık!
Hız, haz ve ayartı: Çağdaş insanın yaşama biçiminin araçları: Baştan çıkarıcı putları!
Çağdaş insan, yaşamıyor aslında; kaçıyor: Hayattan kaçıyor, hakikatten kaçıyor, kendinden kaçıyor…
Hız da, haz da, ayartı da, çağdaş insanın farkında bile olmadığı prangaları aslında!
Hız, durup düşünmesini imkânsızlaştırıyor…
Haz, düşünme melekelerini iptal ediyor…
Ayartı, hayata değmesini zorlaştırıyor; gerçek hayatı değil, medyalar, imajlar ve algılar üzerinden sanal olarak icat edilen sanal bir hayatı yaşamasını sağlıyor çağdaş insanın ve sanal dünyanın labirentine gömüyor çağdaş insanı.
TÜRKİYE UMUDU’NU YEŞERTMEK BOYNUMUZUN BORCU…
Türkiye, dünyanın ruhu, mazlumların umudu, zorbaların kâbusu.
Bütün zorbalıkların, işgallerin ortasında “hayata evet” diyen, insanın fıtratına, özüne, ruhuna sahip çıkan, mazlumlara kol kanat geren tavrıyla insanlığın karşı karşıya kaldığı felaketten çıkış yolunu temsil ediyor Türkiye.
O yüzden hedef tahtasına yatırılıyor…
O yüzden içerden ve dışardan kuşatılıyor, kaşınıyor, karıştırılıyor…
Türkiye’nin insanlığın umudu olma konusunda atması gereken çok büyük adımlar var hâlâ!
Şimdilik bilkuvve umut Türkiye.
Bilkuvve umudun, bilfiil umuda dönüştürülebilmesi için eğitim, fikir, kültür, sanat ve medya hayatımızın yeniden insanlığın önünü açacak Mevlânâ’lar, Yunus’lar, Gazâlî’ler, Sinan’lar, Itrî’ler… yetiştirecek şekilde bizim medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda silbaştan yapılandırılması gerekiyor…
Geç kalıyoruz…
Bilkuvve umuduz; ama toplum fenâ hâlde çözülüyor; berbat bir sekülerleşme süreci yaşanıyor… Genç kuşak bu topraklara, bu toprakların medeniyet birikimine, ruhuna aidiyet bilincini hızla kaybediyor…
İyi hazırlanmamız gerekiyor… İşimiz vaktimizden çok.
Benden hatırlatması. Vesselam.
***
TEŞEKKÜR
Ramazan’ın son haftası ânî bir yüz felci geçirdim. Gece, Hasan Kaçan Ağabey’le hastane hastane dolaştık. Sonunda, soluğu Bağcılar-Medipol’de aldık. Bağcılar Medipol ekibi, sağolsunlar, yakından ilgilendi, güzel bir bakım yaptılar.
Medipol Üniversitesi Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Koca, başhekim Gazi Yiğitbaşı, Doç. Cengiz Erol, Dr. Özge Arıcı Düz, Dr. Elmir Khanmammadov, Dr. Erdem Dal, Vecahat Karabekir, Zeliş Parlak, Gizem Duvan, Orhan Taşçı ve halen tedavi sürecini yöneten Prof. Lütfü Hanoğlu ile onkoloji profesörü Bünyamin Kardeşime yürekten teşekkür ederim.
Zahmet edip ilk gün hastanede ziyaret ederek bizleri yalnız bırakmayan yılmazhakikat adamı Cumhurbaşkanımız Tayyip Bey’e, evde ziyaret eden gönül insanı Diyanet İşleri Başkanımız Mehmet Görmez Hocamız’a, bütün diğer devlet ricali kardeşlerime, Yeni Şafak ve TVNet’in sahibi, yöneticisi, çalışanı cankardeşlerime ve siz değerli okuyucularım yürek kardeşlerime (dua, ziyaret, telefon ve mesajlarla destek verdiğiniz için) kalbî teşekkürlerimi sunarım.
Allah razı olsun.
.Yol, sefasını sürenlerle değil, cefasını çekenlerle yürünür…
Yusuf Kaplan
2/07/2017 Pazar
Türkiye, zorlu bir süreçten geçiyor...
İki asırdır yaşadığımız, bizi perişan eden, fırtınalı denizde esen rüzgârların önünde oraya buraya sürükleyen yorucu ama bir o kadar da öğretici bir süreç bu.
O yüzden dostunu da, düşmanını da, dost-görünümlü post peşinde koşturan “insan müsveddeleri”ni de iyi bilmek zorundadır önden giden, önalan, önaçan öncü insanlar...
“METAL YORGUNLUĞU VE NÖBET DEĞİŞİMİ…”
Cumhurbaşkanı Erdoğan, beklenen değişim ve yenilenme sinyalini verdi. Ak Parti’nin “metal yorgunluğu yaşadığını, nöbet değişimi yapılacağını” söyledi.
Böyle bir açıklama bekleniyordu.
Bundan sonraki süreç, her zaman söylediğim gibi, yalnızca hakikatin izini sürecek, bize umut olarak bakan mazlum dünyanın umutlarını daha bir yeşertecek, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek karakter sahibi, ehliyetli, liyakatli, yetenekli ve kişilikli öncü insanlarla yolculuğu sürdürmek olmalı…
İyi bir muhasebe yapılmalı.
Yolu tıkayanlar da, yolculuğun önünde takoz gibi duranlar da ayıklanmalı.
İnsanlığın yükünü omuzlarında taşıma, mazlumların umutlarını boşa çıkarmama mesuliyetiyle nefes alıp veren makam-mevki, şan-şöhret, para-pul peşinde koşturmayan, yalnızca hedefe kilitlenen İslâmî bilinci güçlü, entelektüel ufku geniş taze kadrolarla yola çıkılmalı…
Yol ve yolculukla ilgili çok yazdım. Burada tam zamanı olduğu için daha önce yazdığım bazı fikirlerimi sizlerle yeniden paylaşmak istiyorum.
YOL’UN DEĞERİNİ BİLMEYENLER,
YOL‘U DA, YOLCULUĞU DA BİTİRİR
Yol, değerini bilenlerle yürünür.
Sefasını sürenlerle değil, cefasını çekenlerle...
Dünyayı, dünyanın ayartıcı ve geçici nimetlerini elinin tersiyle iten, bedel ödemekten çekinmeyen, fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken çilekeş hakikat erleriyle...
Ancak o zaman aşılamaz sanılan bütün engeller aşılır teker teker; açılamaz sanılan bütün kapılar açılır birer birer; ve Rahmân, ancak ondan sonra rahmetiyle muamele eder; vefakâr, fedakâr ve cefakâr hakikat erlerine kol kanat gerer...
Unutma şunu aslâ:
Yol, değerini bilenlerle yüründüğü zaman mesafe katedilir.
Yolun değerini bilmeyenler, yolu da, yolculuğu da bitirir.
YOLA ÇIKTIĞIN ADAMA İYİ BAKACAKSIN, “ADAM MI?” DİYE...
Yolun ve yolculuğun değerini değil, sadece kendilerini, kendi menfaatlerini düşünenler, ilk engelde, ilk engebede, ilk tökezlemede, çelme takar düşürürler...
Yola çıktığın adama iyi bakacaksın, “adam mı?” diye...
Adamsa, sağına soluna bakmadan yola koyulacaksın ve dörtnala koşturacaksın...
Adam değilse, yanına bile yaklaştırmayacaksın.
DOST‘UN DERDİ HAKİKAT‘TİR
Dost, post peşinde koşturmaz.
Dostun tek derdi vardır: Hakikat.
Dostun tek hayali vardır: Hakikatin -Mekke sürecinde- hayat bulması; -Medine sürecinde- hayat olması, hayatın kendi olması ve hakikatle donanması; -medeniyet sürecinde de- hayat sunmasıdır bütün insanlığa ve varlığa.
Dost, her şeyden önce, hakikatle hemdert, hemdost ve hemhâl olan yürek ülkesinin çocuğudur.
Kendini değil, hakikati düşünür.
Kendi geleceğini değil hakikatin geleceğini dert edinir.
O yüzden sille yer, tokat yer ama hakikati de, hakikat öncülerini de, hakikat yurdunu da aslâ terketmeyi aklının ucundan bile geçirmez.
DÖRT ŞAŞMAZ DOST KARAKTERİ:
HZ. EBÛBEKİR, HZ. ÖMER,
HZ. OSMAN VE HZ. ALİ
Dost, önce, Hz. Ebûbekir karakteridir: Hakikatin önünü açar, yolunu yapar, hakikatin hayat bulmasını sağlar; hakikat adamlarının sağ kolu olur, önündeki çakıl taşlarını temizler...
Dost, sonra, Hz. Ömer karakteridir: Adaleti, hakkaniyeti öğütler: Adım adım hakikatin hayat olmasını sağlar; hakikat adamlarının sol kolu olur, hakikatin yapı-taşlarını döşemesine yardım eder...
Dost, daha sonra, Hz. Osman karakteridir: Hayayı, edebi, ruhu tahkim eder, önden gider...
Dost, son olarak, Hz. Ali karakteridir: Basireti, feraseti, tehlikeleri ve imkânkarı gösterir; hakikat adamlarının arkasından gider, hakikatin herkese hayat sunması için canını feda eder...
TARİH, YALNIZ ADAMLARIN KANATLARINDA YÜKSELİR...
Zorlu yolculuklarda önalan ve önaçan, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırmadan ama basireti de, feraseti de elden bırakmadan yol almaya çalışan öncü insanların etrafını çakallar, sırtlanlar sarar...
Dost-görünümlü ama post peşinde koşturan düşük adamlardır bunlar.
En iyi bildikleri şey “dans etmektir”, reverans yapmaktır; gürültü-patırtıyla, hır-gür çıkararak, kendini toprak gibi gören, kefeniyle dolaştığını her dem yineleyen öncü insanların önünde takoz gibi dururlar bu dost-görünümlü fırsatperest, çıkarperest tipler.
Öncü insanlar, mecburen, “yalnız insanlar”dır, o yüzden.
Tarih, “yalnız insanlar”ın kanatlarında yükselir.
“Yalnız insanlar”, zor zamanlarda bileylenirler, ateşten gömlek giyerler ve “dört inanmış adamla” tarihin akışını değiştirirler...Laiklik pompalanacak, 15 Temmuz ruhu bombalanacak, Alevî meselesi kaşınacak…
Yusuf Kaplan
3/07/2017 Pazartesi
Cumhuriyet tarihinin son üçte birlik dilimine “Kürt meselesi” damgasını vurdu.
Bundan sonraki sürece, önce laiklik meselesi, sonra da laiklik üzerinden kaşınacak “Alevî meselesi” damgasını vuracak…
Dikkatli olmamız, fikrî ve siyasî olarak iyi hazırlanmamız gereken zorlu bir süreç bizi bekliyor…
“DEVLETSİZ” MİLLET!
Neredeyse iki asırdır milletin kaderini milletin kendisi şekillendirmiyor bu ülkede.
Özellikle son bir asırdır milletin tarihi, hafızası, medeniyet iddiası ve birikimi önce inkâr edildi, sonra adım adım linç edildi.
Milletin devleti olmadı, devlet “ele geçirildi”.
Hafızasız, tarihsiz, kimliksiz, nevzuhûr seküler bir devlet, dolayısıyla “devletsiz” bir millet icat edildi…
KÜLTÜREL İNKÂR, SIĞLIK VE KÜLTÜREL İNTİHAR
Oysa biz sadece İslâm tarihini değil tam bin yıl insanlık tarihini yapan, herkese hayat hakkı tanıyan, aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış cihanşümûl bir medeniyet tecrübesi armağan ettik insanlığa.
İşte bu kadar muazzam bir medeniyet ruhunu ve tecrübesini inkâr ettiğimiz için, Batı’yla da, kendi medeniyet dinamiklerimizle de güçlü, verimli ve imajinatif ilişkiler kurmamızı sağlayabilecek özgüven, donanım ve ufku kaybettik.
O yüzden Batı’yla kurduğumuz ilişkiler de, İslâm’la kurduğumuz ilişkiler de simülatif (sığ, sahte ve yüzeysel) ilişkiler karmaşası oldu iki asırdır…
Bizim yaşadığımız, tarihte benzeri olmayan, başka bir toplumun başına gelmeyen büyük bir trajedi bu; komediye dönüşen bir trajedi.
Hem dünyanın sömürgeleştirilemeyen tek ülkesi olacaksınız hem de bin yıl insanlık tarihini yapan, varlık nedeninizi oluşturan İslâmî medeniyet iddialarınızı, ruhunuzu, kimliğinizi inkâr etmeye, yok etmeye, bunun için de bu toplumu tepeden sekülerleştirerek kendi-kendinizi sömürgeleştirmeye kalkışacaksınız!
Bir toplumun intiharıdır bu.
Üstelik de tarih yapmış ve yeniden tarih yapabilecek dinamiklere sahip bir toplumun, yeniden insanlığın önünü açabilecek “asabiye”ye / kabına sığmazlık özelliklerine sahip bir toplumun intiharıdır.
BÜTÜN SORUNLARIMIZIN KÖKENİ: BÖLÜCÜ SEKÜLERLEŞME BİÇİMLERİ
Bu toplumun yaşadığı, sürgit kontrolden çıktığı, kangrene dönüştüğü gözlenen temel sorunlarının gerisinde, medeniyet iddialarının, ruhunun inkâr edilmesi, ruh köklerinin kurutulması ve bu topluma tepeden sahte seküler bir kimlik ve kültür dayatılması cinayeti gizlidir.
Bu toplumun medeniyet iddialarının ve ruhunun inkâr edilmesi, sahte seküler bir kimliğe boyun eğdirilmeye zorlanması, başka bir toplumun yaşamadığı büyük bir cinayettir.
30’dan fazla etnik unsurun yaşadığı “imparatorluk” bakiyesi bir topluma seküler bir kimlik dayatılması, bu toplumun piminin çekilmesi demekti.
Nitekim öyle de oldu…
Kurumlar üzerinden devlet tarafından tepeden seküler bir kimlik dayatıldıkça, “imparatorluk” bakiyesi bir toplumun medeniyet üst kimliğini oluşturan İslâmî kimlik ve duyarlıklar aşındırıldı.
Seküler kimlik yaygınlaştıkça, İslâmî kimlik aşındı, etnik kimlik aidiyet bilincinin yegâne üst kimliği oldu. Türkiye, cumhuriyet tarihinin üçte birlik son diliminde, laiklik dayatmasının İslâmî kimliği ve duyarlıkları aşındırması ve etnik kimlikleri patlatması aymazlığı yaşadı: Bunun faturası çok ağır oldu bu ülkeye de, topluma da.
KÜRT MESELESİ’NDEN SONRA ALEVÎ MESELESİ…
Şimdi Alevî-Sünnî çatışmasının zemini oluşturuluyor son çeyrek asırdır. 1993 yılında, önce, Madımak’ta Alevî insanlarımız yakıldı. Ardından Başbağlar’da Sünnî insanlarımıza katliam yapıldı.
Gelinen nokta, gelecek açısından çok tehlikeli…
Kürt meselesi’nde, etnik kimliğin bölücü, İslâmî kimliğin bütünleştirici ve birleştirici olduğu gerçeği, arzulanan hedefe ulaşılmasını önledi.
Alevî meselesinde, öyle bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleniyoruz ki, İslâmî kimlikler ve duyarlıklar az biraz güçlendikçe, “laiklik elden gidiyor!” sopası uzatılıyor hemen.
Oysa bu toplumu, farklı inanç, düşünce ve meşrepten insanları bir arada tutacak kimlik, laik kimlik değil. Çok büyük bir ezber bu.
Laiklik, bölücüdür; bölüyor da nitekim: İslâmî kimliği bastırıyor, etnik kimliğin önünü açıyor, böylelikle ülkenin bölünmesinin yapı-taşlarını döşüyor…
Bu toplumu, ayakta tutacak, hakkıyla kardeş kılacak kimlik İslâmî kimlik ve duyarlıklardır. Osmanlı, 72 milleti, mezhebi, dini laiklikle bir arada tutmadı; aksine İslâmî duyarlıkların herkese hayat hakkı tanıyan kozmolojik tasavvurunun genişliği ve derinliği nedeniyle ayakta tuttu…
LAİKLİK POMPALANACAK, 15 TEMMUZ RUHU BOMBALANACAK!
15 Temmuz’un arefesinde, Türkiye, Alevî meselesi üzerinden kaşınmaya çalışılabilir…
Gezi’de bir Alevî kalkışması provası yapıldı, 17-25 Aralık’ta da Alevî meselesi kaşındı alttan alta.
Alevî vatandaşlarımızın da, Sünnî vatandaşlarımızın da son derece duyarlı hareket etmesi gereken zorlu bir gelecek bizi bekliyor…
Kılıçdaroğlu, İstanbul’a yaklaştıkça, Gezi sırasında Alevîleri kışkırtan istirahat tezgâhları artmaya başladı bile…
Kürt meselesinde istedikleri sonucu alamadı emperyalistler. Alevî meselesini kaşıyacaklar… Bunun için on yıllardır çok ince hazırlık yapıyorlar…
Sadece şu kadarını söyleyeyim: Kürt meselesinde bizi birbirimize düşüremediler; ama Alevî meselesi kaşınır ve kontrolden çıkarılacak boyutlar kazanırsa, işimiz çok zorlaşır Allah muhafaza.
Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”, yeni bir Gezi’ye dönüştürülecek…
Hem 15 Temmuz buharlaştırılacak hem de Türkiye’nin fay hatları patlatılacak…
Laiklik üzerinden alttan alta Alevîlik kaşınacak…
Laiklik pompalanacak, 15 Temmuz ruhu bombalanacak!
Dikkatli olmamız, kenetlenmemiz, provokasyonlara karşı teyakkuz hâlinde olmamız gerekiyor…
O yüzden hunharca katledilen Özgecan’ın Alevî kökenli babasının, kızının barbarca katledilmesi üzerine söylediği “Anadolu, Nuh’un gemisidir,” sözünü hepimiz kulağımıza küpe etmeliyiz, diyorum. VesselâmGelen siyasî darbe: Kaos planı ve Türkiye’nin durdurulması
Yusuf Kaplan
7/07/2017 Cuma
15 Temmuz darbe ve işgal girişimi, Türkiye’nin istiklal ve istikbaline yapılmış çok yönlü bir saldırıydı.
Bu saldırı, tarihte pek benzeri olmayan destansı bir direnişle püskürtüldü: Bu çilekeş halk, imanını siper etti, darbecilere büyük darbe indirdi: Tankların üzerine yürüdü, saldırıyı püskürttü.
Çirkin tehdit
Çirkin tehdit
Seçimler yaklaştıkça Güneydoğu’daki halk üzerinde PKK’nın baskı kurma çabaları da artmaya başladı. Bazı illerde AK Partili adayları evlerinde ağırlayan ailere tehdit mektubu gönderildi. Mektupta vatandaşlar, oylarını AK Parti’ye vermeleri durumunda “bedel ödemekle” tehdit ediliyor.
Şimdi darbenin siyasî ayağı devreye girdirilmeye çalışılıyor adım adım…
ASKERÎ DARBE PÜSKÜRTÜLDÜ AMA BÜROKRATİK DARBE ALTTAN ALTA SÜRÜYOR…
Askerî darbe püskürtüldü ama bürokratik darbe henüz tam olarak püskürtülemedi: FETÖcülere büyük darbe vuruldu ama yargıda hâlâ operasyon yapıyorlar, toplumda infial oluşturacak kararlara imza atıyorlar.
Son haftalarda hükümet tarafından bu bürokratik / siyasî darbeye dönük büyük operasyonlar yapılmasının gerisinde bu gerçek yatıyor.
Şimdi spesifik olarak yargıda süren bu örtük bürokratik darbe, ülkeyi gerecek, kaosun eşiğine sürükleyecek ürpertici kararlara imza atabilir. Yargıda bu kararlara imza atanlar yalnızca FETÖcüler ya da kripto FETÖcüler değil, bürokrasinin tepesine adım adım yerleşen / sızan ulusalcı, laikçi tipler!
Bu operasyonun en son örneğini, HÜDA PAR yöneticilerine hâlen Fetö'cülükten tutuklu bulunan hukukçularca açılan 28 Şubat attığı davanın bugün muhtemelen ulusalçı tiplerce 6 yıl hapis cezası verilmesi oluşturuyor.
SİYASÎ DARBE: KAOS PLANI!
15 Temmuz saldırısı sırasında altını çizerek dikkat çekmiştim: 15 Temmuz, bir süreçtir; 28 Şubat sürecinin devamı ve yeni bir aşaması…
Türkiye’nin büyümesini, güçlenmesini, gerçek bağımsızlığına kavuşarak ve zamanla medeniyet iddialarıyla donanarak tarihî bir yürüyüşe soyunmasını önlemeyi amaçlayan çok yönlü, çok boyutlu ve son derece karmaşık bir süreç bu.
Darbenin askerî ayağı püskürtüldü ama darbe pek çok bakımdan örtük olarak sürüyor alttan alta: 15 Temmuz’un yıldönümünde darbenin siyasî ayağı devreye girdirilecek, Türkiye içerden ve dışardan siyasî, ekonomik ve stratejik saldırılarla kaosun eşiğine sürüklenmeye ve çökertilmeye çalışılacak…
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun adalet gibi kimsenin kayıtsız kalamayacağı yakıcı bir sorunu eksene alarak Ankara’dan İstanbul’a yürümesi, darbenin siyasî ayağının bir parçasını oluşturuyor… Bu yürüyüşün, Türkiye’yi nereye sürükleyeceğini göreceğiz bir kaç gün içinde.
Kılıçdaroğlu, darbecilere karşı tıpkı Bahçeli gibi hükümetle ortaklaşa hareket etse, ortak bir devlet / millet politikası geliştirilse, darbecilerin iç ve dış ayakları büyük darbe yer.
Ama Kılıçdaroğlu, yaptığı eylemle Türkiye’ye darbe vuruyor, darbecileri cesaretlendiriyor ve darbecilerin önünü açıyor. Bunu görebiliyor mu acaba?
Nitekim yazmak için masaya oturduğumda, Avrupa Parlamentosu (AP), Türkiye’nin AB müzakelerini durdurma kararı aldı.
AP’nin Türkiye kararı, siyasî bir darbedir.
Avrupa’dan Türkiye’yi kaosa sürüklemeye dönük yeni saldırılar gelecek…
Türkiye’yi boğmak istiyorlar.
Ama başaramayacaklar Allah’ın izniyle…
Türkiye, iki asırdır, kelimenin tam anlamıyla, çok yönlü bir istiklal ve istikbal mücadelesi veriyor…
O yüzden Batılılar, Türkiye’nin aslâ kendi hâline bırakılmaması gerektiğini düşünüyorlar ve Türkiye’nin Batı ittifakından bağımsız hareket etmesine, kendi geleceğini kendisinin belirlemesine dönük en küçük adımları bile şüpheyle karşılıyorlar.
Türkiye’nin Londra’dan, Washington’dan, Telaviv’den ve Brüksel’den bağımsızlaşma yolunda attığı her adımı, Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesinin kilometre taşları olarak görüyor Batılılar.
HÜDAPAR’A KUMPAS: ERDOĞAN’IN VE TÜRKİYE’NİN ALTINI OYUYORLAR!
Son olarak önceki gün, HÜDAPAR Gn. Bşk Yardımcıları Bahattin Temel ve Sait Şahin ile Rehber TV GYY Fikret Gültekin’e 6 yıl 3 ay hapis cezası verildi. İğrenç bir kumpas bu!
Bu kumpası kuranlar hâlihazırda FETÖ'den içeri atılan hâkim ve savcılar!
Ne çok çile çekti bu çilekeş insanlar! 28 Şubat artığı bu zulüm yeter, diyorum.
HÜDA PAR, 15 Temmuz’da tankları durdurdu! 16 Nisan’da, şer güçlerin oyununu bozdu!
Şimdi intikam alınıyor! Erdoğan’ın ve Türkiye’nin altı oyuluyor!
Evet, HÜDA PAR’a kumpas kuruyorlar! Bürokratik ve siyasî bir darbe bu.
Ama unutmayalım ki, Peygamber sevdalısı onlar… Ümmet bilinciyle tezgâhı bozacaklar!
Adalet Bakanlığını duruma -hukuk içinde- müdahale etmeye çağırıyorum.
Ezcümle: Erdoğan’ın ve Türkiye’nin altının oyulmasına kimse şeyirci kalamaz.Türkiye, dünyanın ruhu, mazlumların umudu, zorbaların kâbusu
Yusuf Kaplan
9/07/2017 Pazar
Şunu iyi bilelim: Türkiye, her an, her tür darbeye ya da saldırıya maruz kalabilecek bir ülkedir.
Felâket tellallığı yapmıyorum burada. Sorumluluğunu müdrik bir yazar olarak felâket tellallığı yapamam.
15 Temmuz’dan 6 ay önce, “darbe geliyor” dedim ama felâket tellallığı yapmakla itham edildim o zaman da.
Başımızı kuma gömemeyiz. Yakıcı gerçekleri önceden görmek ve ona göre kalıcı önlemler almak zorundayız.
TÜRKİYE, HER ÂN, HER TÜR DARBEYE VEYA SALDIRIYA AÇIK BİR ÜLKEDİR
Neden her an, her tür darbeye veya saldırıya maruz kalabilir bir ülkedir Türkiye?
Bunun iki temel nedeni var.
Birincisi, Türkiye, tam anlamıyla bağımsız değil. Türkiye’de ipler, bu ülkenin has çocuklarının elinde değil hâlâ. Bu millet “sahipsiz”.
O yüzden, ortalama on yılda bir darbe üstüne darbe yiyor.
O yüzden, istiklal ve istikbal mücadelesinden söz ediyoruz. İkincisi de, bin yıldır, Selçuklu ve Osmanlı’yla birlikte, tarihi biz yapıyoruz: Sadece İslâm tarihini değil; dünya tarihini de elbette.
Son iki asırdır durduruldu Türkiye.
Türkiye’nin toparlanıp yeniden gelmemesi için, Türkiye, bir asırdır kontrol altında tutuluyor, son çeyrek asırdır da kuşatılıyor içerden ve dışardan -her bakımdan.
Niçin?
Biz gelince, onlar gidecekler. Batılılar bunu bizden daha iyi biliyorlar. O yüzden Türkiye’yi kendi hâline bırakmak istemiyorlar; içerden ve dışardan karıştırıyorlar, darbe üstüne darbe vuruyorlar. İşte 15 Temmuz darbe ve işgal girişimi hem içerden hem de dışardan gerçekleştirilen çok yönlü bir saldırıydı.
DOLAYLI VESAYET SİSTEMİ’NDEN DOĞRUDAN VESAYET REJİMİ’NE…
Türkiye, iki asırdır, kelimenin tam anlamıyla, çok yönlü bir istiklal ve istikbal mücadelesi veriyor…
İki asırdır, henüz adını koyamadığımız, tam olarak tanıyamadığımız ve tanımlayamadığımız iki vesayet sistemi hükmediyor Türkiye’ye.
Tanzimat’la eşiğine sürüklendiğimiz dolaylı vesayet sistemi, İttihatçıların Sultan Abdülhamid’i tahttan indirmeleriyle, ardından gelen Cumhuriyet’le birlikte, yerini, doğrudan vesayet rejimi’ne terketti.
Tanzimat’tan itibaren İngilizler Osmanlı entelijansiyasını zihnen teslim aldılar.
Cumhuriyet’le birlikte devletin kurumlarını şu ya da bu şekilde yapılandırdılar. Cumhuriyet’in İngilizlere karşı ve İngilizlere rağmen kurulduğu fikri, tam anlamıyla resmî tarih efsanesidir. Bu meseleyi ayrıca yazacağım; şimdilik değinmekle yetiniyorum.
Cumhuriyet’le birlikte, Türkiye, Batılılara, medeniyet iddialarını terk ettiğini, Batılı yörüngeye girdiğini, Türkiye’nin laikleştirileceği sözünü verdi.
Bu süreç, Türkiye’yi şizofreninin, kültürel intiharın, çıkmaz sokağın eşiğine sürükledi.
Anormalleştirdi.
İki Türkiye icat etti: Türkiye’nin yörüngesini, iddialarını ve ruhunu yitirmesiyle neticelendi.
Ve kültürel olarak çölleştirdi Türkiye’yi.
Türkiye, bu ontolojik yokoluş sürecinden çıkabilmek için Menderes’ten Erdoğan’a kadarki süreçte yarma harekatları gerçekleştiriyor.
Biz yarma harekâtları gerçekleştirdikçe, küresel güçler, Türkiye’yi daha fazla kuşatıyor ve karıştırıyor. 15 Temmuz bu kuşatmanın, darbe ve işgal girişimine dönüştüğü çok yönlü, karmaşık bir saldırıydı.
Türkiye’nin kendine gelme, yörüngesini bulma, toparlanma ve yeniden tarihî bir yürüyüşe soyunma girişimlerini durdurmayı amaçlayan küresel bir saldırı bu: Küresel sistemin lordları, Türkiye’nin tarihte tatilden eve dönmesine, yeniden tarihî bir yürüyüşe soyunmasına aslâ izin vermek istemiyorlar.
O yüzden Türkiye’nin, -verdiği laiklik sözüne sadık kalarak bile olsa- ekonomik olarak büyümesi, güçlenmesi küresel sistemin lordlarını ürkütmeye yetiyor yeteri kadar.
Bin yıl sadece İslâm tarihini değil üç kıtada dünya tarihini yapan bir aktör olarak Türkiye’nin sahip olduğu köklü medeniyet birikimi, tarihî tecrübesi ve kültürel zenginliğinin, bugün maddî olarak büyüyen ve güçlenen bir Türkiye’yi, yarın medeniyet iddialarına sahip çıkacak bir konuma ulaştıracağını çok iyi biliyor Batılılar.
O yüzden Türkiye’nin Batı ittifakından bağımsız hareket etmesine, kendi geleceğini kendisinin belirlemesine dönük en küçük adımı bile şüpheyle karşılıyorlar.
Türkiye’nin Londra’dan, Washington’dan, Telaviv’den ve Brüksel’den bağımsızlaşma yolunda attığı her adımı, Türkiye’nin istiklal ve istikbal mücadelesinin kilometre taşları olarak görüyorlar ve ürküyorlar!
Küresel sistemin lordları, Türkiye’nin gelişini görüyorlar ama içimizdeki sömürgeci sözümona ulusalcı, sözümona bağımsızlıkçı Batıcı elitler ve aydınlar ya göremiyorlar ya da işlerine gelmiyor bu.
TÜRKİYE, DÜNYANIN RUHU, MAZLUMLARIN UMUDU, ZORBALARIN KÂBUSUDUR
Sözün özü: Türkiye, dünyanın ruhu, mazlumların umudu ve zorbaların kâbusudur. O yüzden Batılılar bütün asırlık stratejilerini Türkiye ve hinterlandı üzerinden kurguluyorlar.
Şunu çok iyi biliyorlar: Toynbee’nin dediği gibi, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir.”
Niçin?
Bizim 6 asır barış yurduna çevirdiğimiz üç kıtayı Batılılar bir asırda cehenneme çevirmeyi başardılar!
O yüzden biz gelince, onlar gidecekler…
Bunu yine Toynbee, çok enfes bir şekilde şöyle dile getirmişti: “Osmanlı durduruldu, dev uyutuldu. Dev uyanırsa, kimse duramaz karşısında.”
Dev’in uyanmasının tek şartı var: Dışarda her bakımdan güçlenmek ama içerde de toplumu ortak medeniyet iddialarımız etrafında kenetlemek, bütünleştirmek için süratle eğitim, kültür, düşünce ve sanat hayatında devrim niteliğinde adımlar atmak, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekmek…
İçerde zorlu bir süreç yaşıyoruz…
Bu zorlukları aşacağız inşallah: Zahmetsiz rahmet olmaz.
Bütün büyük doğumlar sancılıdır ve büyük sancıların çocuğudur. Yeter ki, umudumuzu yitirmeyelim, geleceğimizi doğru adımlarla inşa edecek bir diriliş yolculuğuna soyunalım…
Vesselam.
.Beşinci Cumhuriyet’e doğru…
Yusuf Kaplan
10/07/2017 Pazartesi
Karlofça ve Pasarofça anlaşmalarıyla birlikte, Osmanlı, ilk kez toprak kaybetti. Islahat Fermanı, Tanzimat Fermanı gibi reformlarla eksenini yitirmeye başladı.
Cumhuriyet’e gelince, eksenini kaybetti, yörüngesini yitirdi: Medeniyet değiştirme sürecine girdi…
Tarih yapan, tarihi sürükleyen bir aktörden, tarihte tatil yapan, Batılıların yaptıkları tarihin önünde sürüklenen bir figürana dönüştü…
Bugüne kadar dört cumhuriyet tecrübesi yaşadık. Şimdi Beşinci Cumhuriyet’in kuruluşuna tanıklık ediyoruz…
15 Temmuz saldırısı, beşinci Cumhuriyet’in daha fazla geciktirilmeden kurulması gerektiği gerçeğini dayatıyor bize…
REFORM GİRİŞİMLERİ YIKIMLA SONUÇLANIR…
Dışardan dayatılan ya da dışarıdaki gelişmelere reaksiyon olarak kararlaştırılan bütün reform girişimleri yıkımla sonuçlanır. Bu kaçınılmazdır.
Reform girişimleri, birer atılım değil, yok olmama denemeleridir: Ama yok oluş mukadderdir.
Osmanlı’daki reform girişimleri de Osmanlı’nın önce içerden zihnen sonra da dışardan fiilen tasfiye edilmesiyle sonuçlandı.
Türkiye’nin toparlanabilmesinin yolu, ruh atılımı yapabilmekti. Bunun zorunlu maddî ve manevî temelleri, ilkeleri vardır.
Reform girişimlerinin yörüngesi yoktur, yörünge kaybıdır zaten bütün reformlar…
Ruh atılımları, bir yörünge üzerinden kök salar, neşv-u nemâ bulur, düşünce, bilim, sanat, ahlâk ve siyasette taptaze yolculukların yapı-taşlarını döşer, geleceği inşa edecek yol haritalarını çıkarır.
Tanzimat ve Meşrûtiyet reformlarında yörüngemizi, dolayısıyla kendimize olan güvenimizi kaybetmeye başladığımız için zamanla Osmanlı’nın tasfiyesi önlenemedi.
Ama bu arada, özellikle de Meşrûtiyetlerde muazzam bir entelektüel silkinme, toparlanma ve geleceği inşa edecek çağdaş bir külliyat geliştirme sürecinde önemli mesafeler katettik: Sadede fikir hayatında değil sanat hayatında da büyük bir silkinme hamlesi geliştirildi.
CUMHURİYET’LE GELEN TRAVMATİK TASFİYE SÜRECİ…
Ancak Cumhuriyet’le birlikte, Meşrutiyetlerde geliştirilen muazzam İslâmî birikim tasfiye edildi, bu birikimin mimarları, ülkeden fiilen ve / veya zihnen sürgün edildi.
Cumhuriyet tarihi boyunca, Meşrûtiyetlerde geliştirilen entellektüel birikimin düzeyine hiç bir zaman ulaşılamadı. Eğer bu muazzam birikim, tasfiye edilmek yerine daha da derinleştirilseydi, bugün bambaşka bir dünyada yaşıyor olacaktık…
Hayırlısı diyorum; vâkî olanda hayır olduğuna inanıyorum: Bizi yok olmanın eşiğine sürükleyen ama zamanla yarma harekâtlarıyla toparlanmamıza imkân tanıyan zorlu, travmatik fakat öğretici bir tecrübe yaşıyoruz iki asırdır…
İKİ ASIRDIR KADERİMİZİ İNGİLİZLER ŞEKİLLENDİRİYOR…
Kaderimizi İngilizlerin şekillendirdiğini bilmiyoruz bile; bu nedenle de bu mesele üzerinde kafa patlatmıyoruz yeterince.
Osmanlı’nın tasfiyesinde de, laik cumhuriyet tesisinde de İngilizler birinci derecede belirleyici roller oynadılar oysa.
Payitaht’ın bazı unsurlarının, dönemin süper gücü olması nedeniyle, süper güçle iyi geçinmek gerektiğini düşünerek “İngiliz muhibbi” olduğunu biliyoruz. Ama bazı Cumhuriyet kadrolarının da İngiliz muhipliğini -Halide Edip Adıvar gibi yazarlar başta olmak üzere- sonuna kadar savunduklarını da biliyoruz.
Cumhuriyet’in ilanına giden süreçte kurulan devlet , İstiklal Savaşını veren milletin eseridir. I. Grup’un tasfiyesinden sonra, özellikle de Lozan’dan itibaren kurulan, devletin bütün kurumlarını laikleştirmeyi amaçlayarak fiilî laikliğe geçişi sağlayan laik cumhuriyet, esas itibariyle, İngilizlerle yapılan gizli veya açık anlaşmaların ürünüdür.
İstiklal Savaşı sonrasında milletin kurduğu devletten / ön-cumhuriyetten, Lozan sonrasında kurulan laik cumhuriyete geçiş, çok hızlı ve ânî gerçekleşti.
Türkiye, önce İslâm’ı devletten tasfiye ederek, sonra da devleti, ön-cumhuriyeti kuran, yoğunluğunu İslâmcıların oluşturduğu kadroları devre dışı bırakarak, medeniyet iddialarını reddetti, Batılı bir yörüngeye girdiğini dünya âleme açıkça ilan etti.
LOZAN DÜZENİ VE BİRİNCİ CUMHURİYET
Lozan, bu süreçte, kilit rol oynamıştı.
Lozan düzeni’ydi bu: Lozan, küresel sistemin kurucusu ve kolayıcısı İngilizler için büyük bir oyun-bozan’dı; bizim medeniyet iddialarımızı terkettiğimiz ama bu toprakları terketmeyeceğimizi söylediğimiz travmatik bir süreçti.
O yüzden, Lozan’ın gerisindeki tek isim, İsmet İnönü, Osmanlı’nın üzerine üzerine gelen, Tanzimat’la birlikte Osmanlı’yı dolaylı vesayet’le yönlendiren İngilizlerin bizi yok etmeye kararlı olduklarını düşünmüş, o yüzden Lozan’a mecburen imza atmış olabilir.
İnönü, İngilizlere, “tamam, bizim bir medeniyet iddiamız, tarih yapma iddiamız olmayacak” dedi ama Lozan’dan çıkarken aynen şu düşündürücü cümleyi de kayıtlara geçirdi: “Artık yüz sene daha rahat nefes alabileceğiz.”
Lozan düzeniyle birlikte, ontolojik ve kültürel yok olmanın eşiğine sürüklendik ama sonuçta Türkiye zaman kazandı.Birinci Cumhuriyet, Atatürk tarafından 1923’te resmen Ankara’da ama fiilen Lozan’la kuruldu.
İKİNCİ, ÜÇÜNCÜ VE DÖRDÜNCÜ CUMHURİYETLER…
İkinci Cumhuriyet, Menderes’le kuruldu; Türkiye’yi rotasına oturttu rahmetli Menderes.
Üçüncü Cumhuriyet, 1960 darbesiyle kuruldu ve Lozan düzenini restore etti, Türkiye’nin katı laikleşme sürecinin yasal, siyasal bürokratik temellerini attı, kurumlarını dayattı.
Dördüncü Cumhuriyet, Özal’ın eseridir.
Katı olanı buharlaştırdı Özal: Bir yandan liberalleşme süreciyle sekülerleşmenin önü açıldı ama öte yandan da milletin adamları ilk kez yoğun olarak bürokrasiye yani devlete yerleşmeye başladı.
BEŞİNCİ CUMHURİYET’E DOĞRU…
Şu an Beşinci Cumhuriyet aşamasındayız:Devletin yeniden kurulacağı, devleti milletin derin tarihî tecrübesinin, medeniyet dinamiklerinin ışığında silbaştan inşa edeceği son Cumhuriyet aşaması bu.
Direniş ve yeniden diriliş süreci olarak tarihe geçecek bu Beşinci Cumhuriyet.
Beşinci cumhuriyetin zihnî temelleriErbakan Hoca’nın millî görüş fikriyatı ile atıldı. Türkiye’de pek çok bakımdan -en azından siyasî düzlemde- medeniyet fikrinin kaynağı millî görüştür: Kök orasıdır; orası yeşertilmeli ve geliştirilmelidir.
Ak Parti, millî görüş köklerini muhkemleştiremez ve daha da geliştiremezse, Türkiye’nin önünü açamaz ve daha da önemlisi Akpartinin kaderi Anaptan farklı olmaz.
15 Temmuz saldırısı, Beşinci Cumhuriyet’in kuruluş sürecini hızlandırmamız gerektiği gerçeğini dayatıyor bize.
Hem maddi hem manevî atılımı atbaşı götüreceğiz.
Eğitim, düşünce, kültür, sanat ve medya hayatımızı, medeniyet dinamiklerimiz ve iddialarımız ekseninde silbaştan yeniden inşa edeceğiz.
Ve şunu bileceğiz: Yeni Gazâlî’ler, Râzî’ler, Rabbânî’ler, İbn Arabî’ler, İbn Haldun’lar, Fuzûlî’ler, Merâğî’ler, Sinan’lar, Yunus’lar, Mevlânâ’lar, Itrîler yetiştirecek temelleri atacak Beşinci Cumhuriyet.
Hz. Mevlânâ’nın Pergel metaforunu hayata geçirerek, pergelin sabit ayağını bizim medeniyet dinamiklerimize ve ruh köklerimize muhkem bir şekilde basacak, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara, düşüncelere ve medeniyetlere açılacak bir öncü kuşak Beşinci Cumhuriyet’in kuruluşunu tamamlayacak Allah’ın yardımıyla.
İyi hazırlanmalıyız. Vesselam.15 Temmuz’un hedefi: Cemaatleri ve Ehl-i Sünnet Omurga’yı çökertmek
Yusuf Kaplan
14/07/2017 Cuma
15 Temmuz saldırısı bitmedi, bütün hızıyla sürüyor hâlâ…
15 Temmuz saldırısının temel hedefi: Özelde, cemaatleri Müslüman toplumların hayatından uzaklaştırmak, genelde ise bin yıllık Ehl-i Sünnet Omurga’yı çökertmek.
15 Temmuz’da cemaatleri hedef tahtasına oturtanlar, şimdi stratejilerini yenilediler: İslâmî kesimleri birbirine kırdıracaklar…
Aradan bir yıl geçti ama hâlâ göremediğimiz yakıcı gerçek şu: 15 Temmuz saldırısı, paralel devlet tehlikesi sunan lokal bir saldırı değil, paralel dinler icat etmeyi amaçlayan sürgit stratejisini yenileyerek süren son derece tehlikeli global bir saldırıdır.
15 TEMMUZ SALDIRISI: BİN YILIN İNTİKAMI
15 Temmuz, tarihî bir saldırıdır.
Türkiye’yi bu topraklardan sürme, bu toprakları şehit kanlarıyla yoğuran, hakikat ve adalet kuleleriyle yaşatan, dimdik ayakta tutan bu ülkenin hakikatli çocuklarına mezar yapma saldırısıdır.
15 Temmuz, 1071’in intikamını alma saldırısıdır.
15 Temmuz, 1453’ün rövanşını alma saldırısıdır.
15 Temmuz, geçilemeyen Çanakkale’nin geçilmesi saldırısıdır.
15 Temmuz, bizim bin yıldır onca çile, onca mücadele, onca mücahede ile canımızla, kanımızla, yüreğimizle inşa ettiğimiz, sadece İslâm dünyasını değil üç kıtayı adalet, sulh, selâmet ve kardeşlik yurduna dönüştürdüğümüz Ehl-i Sünnet Omurga’nın mayasını kardığı, gönülleri fetheden irfânî tecrübemizin gönüller yaparak ruhunu oluşturduğu; aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için de aşılamadığı da anlaşılamamış insanlığın gerçekleştirdiği en evrensel, en kâmil medeniyet tecrübesinin ve ruhunun yeniden dirilmemesi geliştirilmiş çok yönlü bir saldırıdır.
PARALEL DEVLET TEHLİKESİ DEĞİL, PARALEL DİN TEHLİKESİ
Başka bir ifadeyle, 15 Temmuz bizim bin yıldır kurduğumuz Ehl-i Sünnet düzeninin yıkılması, yerine İslâm’ı hadım edecek, hormonlu Müslümanlar icat edecek, İslâm’ın diriltici ruhunu yok edecek selefsizlik demek olan neo-selefîlik üzerinden hâricî mantığına ve protestanlaştırıcı FETÖ sapmasına dayalı iki paralel din icat etme saldırısıdır.
15 Temmuz saldırısı, paralel devlet tehlikesi değil, paralel din tehlikesidir.
Asıl mesele din’in dönüştürülmesi, İslâm’ın yeniden tarih yapacak ruhunun, ilkelerinin, temellerinin yerle bir edilmesi, tıpkı Hinduizm gibi, tıpkı Konfüçyanizm gibi, tıpkı Zen, Şintoizm ve Budizm gibi hadım edilmesi, fosilleştirilmesi ve tarihe gömülmesi saldırısıdır.
28 ŞUBAT İHANETİ!
28 Şubat, irtica maskesiyleİslâm’ı hedef tahtasına yatırmış, bu toplumun İslâmî duyarlıklarına, kimliğine, birikimine saldırmıştı.
Bu topluma, bu ülkeye yapılacak en büyük ihanetti bu.
Düşünsenize…Küresel sistem, terörizmle savaş bahanesiyle İslâm’la savaşı küresel strateji olarak benimsiyor, siz de, 30’dan fazla etnik unsurun yaşadığı “imparatorluk” bakiyesi bir ülkede bu toplumu ayakta tutacak yegâne tutkalı, yegane kaynağı, toplumun tek üst kimliği, varlık nedeni İslâmî kimliği ve omurgayı yerle bir ediyorsunuz!
İslâmî üst kimliğin yok edilmesi, bölücü, etnik kimlikleri kaşıyıcı seküler kimliğin pekiştirilmesi, etnik kimliğin üst kimlik katına yükseltilmesine ve sonuçta da Türkiye’yi büyük bir etnik parçalanmanın eşiğine sürükledi!
Eğer küresel sistemin, İslâm’la savaştığı bir zaman diliminde, ulus devletleri etnik dilimlere ayırdığı bir yok oluş mevsiminde seküler kimlik değil de İslâmî kimlik ve duyarlıklar güçlendirilseydi, Türkiye neredeyse yarım asra yakın cehennem hayatının eşiğine sürüklenmezdi.
Büyük bir ihanetti 28 Şubat.
Bu toplumun İslâmî kimliğini ve duyarlıklarını aşındırmayı ve ülkeyi etnik kimlikler üzerinden dilim dilim etmeyi amaçlamıştı. Başarılı da oldu. Bizi çok yordu ve çok pahalıya maloldu bize.
15 TEMMUZ SALDIRISININ HEDEFİNDE NİÇİN CEMAATLER VAR?
15 Temmuz saldırısı, bu toplumun bin yıllık İslâmî omurgasını iyi kötü temsil eden ruhköklerinin kaynağına, cemaatlere, tasavvufa, tarikatlere saldırıdır.
Cemaatlerin çok köklü sorunları var: Cemaat, siyaset, ticaret, tarikat aldı başını gitti. Cemaatler, Ankara’da ihale kovalayan ruhsuz STK’lara dönüştü.
Cemiyeti terk etti; hakikati değil, siyaseti ve ticareti mesken tuttu, meslek edindi.
Bütün bu zaaflarına rağmen bu toplumun hayatından cemaatleri çekip çıkarırsanız, fazla değil, bir kuşaklık bir zaman dilimi içinde, bu ülkede İslâm’dan eser kalmaz.
15 Temmuz saldırısı, cemaatlere saldırıdır.
FETÖ, cemaat değildir, olamaz.
Şantaj, montaj, kaset, rüşvet, hırsızlık, sahtekârlık yapan, küresel güçlerin maşası olarak çalışan, kendi ülkesine ve insanına kurşun sıkan bir şebeke cemaat olamaz, olsa olsa maşa bir örgüt olur.
Diğer cemaatleri FETÖ’yle özdeşleştirmek, Ali Cengiz oyunu oynamak, cambaza bak, numarası çevirmektir!
Yapılmak istenen şey, ülkenin bütün İslâmî kesimlerini devletten uzaklaştırmaktır. Bu, intihardır. Mesele ehliyete, liyakate bakmaktır.
KÜRESEL SİSTEMİN İSLÂM’LA POSTMODERN SAVAŞI
Lütfen büyük resmi görelim…
Küresel sistem, çeyrek asırdır, Soğuk Savaş’ın bitirilmesinden sonra, terörle savaşıyormuş gibi yaparak postmodern sinsi / cynical yöntemlerle İslâm’la savaşıyor. Bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas’ın ağzından “küresel sistemin önündeki en büyük tehdit İslâmdır” diyerek küresel sistemin İslâm’la savaştığını açıkça ilan ediyor.
Üç temel hedef belirlediler:
Öncelikle, İslâm’ı terörle özdeşleştirerek, dinin bittiği Batı’da -üstelik de okumuş yazmış kesimler arasında- hızla yayıldığı gözlenen İslâm’ın yükselişinin durdurmak.
İkinci olarak, Batılıların, bütün dünyanın, özellikle de Müslüman kitlelerin İslâm’dan nefret etmelerini sağlamak.
Üçüncü olarak, İslâm dünyasında haricî mantığına ve protestanlaştırıcı mantığa dayalı iki paralel din icat ederek İslâm’ın içerden çökertilmesine, çözülmesine, fosilleştirilmesine yoğunlaşmak.
Bu nedenle önce genelde İslâm terörle özdeşleştirerek dolaylı olarak hedef tahtasına yatırıldı.
Sonra da, son birkaç yıldır da, doğrudan cemaatler hedef hâline getirildi.
Bunun en ürpertici örneği terörle hiç ilgisi olmayan, Sisi’nin askerlerinin kurşunlarına göğsünü siper ederek silah kullanmamaya ahdeden İhvan gibi Ehl-i Sünnet’in ikinci büyük omurgası küresel bir cemaatin terörist ilan edilmesidir!
İki asırdır, ikinci büyük medeniyet krizini yaşıyor Müslümanlar iliklerine kadar.
Bu iki asırlık süre zarfında Müslümanları ayakta tutan devletler değil cemaatler oldu.
Yine bu iki asırlık süreçte, sömürgecilere karşı cemaatler direndi, özellikle de tasavvufî cemaatler: Şeyh Şamil’den Senûsî’ye kadar…
15 Temmuz saldırısı genelde İslâm’ın, özelde ise Ehl-i Sünnet cemaatlerin küresel sistem tarafından önce Müslüman toplumların hayatından uzaklaştırılması, sonra da büsbütün etkisiz hâlâ getirilmesi küresel saldırısının bidayetidir, bunun nihayeti İhvan’ın bütün Arap dünyasında hedef tahtasına yatırılması olarak gerçekleşti.
Sözün özü: Bu toprakların çocukları, bin yıllık Ehl-i Sünnet’in kurucusu ve koruyucusudur. Bin yıldır bizim kurduğumuz Ehl-i Sünnet düzen yıkılıyor, yerine haricî mantığına dayalı, o olmazsa, ya da onunla beraber İslâm’ı protestanlaştırmayı, hayattan uzaklaştırmayı amaçlayan sahte dinler icat ediliyor ve yerleştiriliyor…
Sırada, İslâmî kesimleri birbirine düşürme hesapları var…
Basireti elden bırakmayalım.
Zaaflarımızı değil erdemlerimizi büyütürsek, bu tezgâhı da püskürtürüz biiznillah…15 Temmuz Destanı: Direnişin ve Yeniden Dirilişin Adı ve Miladı
Yusuf Kaplan
15/07/2017 Cumartesi
Türkiye, herhangi bir ülke değil. Küresel sistemin, dolayısıyla Batı uygarlığının “demokrasi, insan hakları, hukukun üstünlüğü, özgürlükler” gibi ayartıcı sloganlarla dünya üzerinde kurduğu haksız, hukuksuz hegemonyanın geleceği, Türkiye’ye, Türkiye’nin alacağı şekle, izleyeceği stratejilere bağlı.
İlk bakışta abartılı bir iddia gibi gelebilir bu.
Ama ülkemizde, medeniyet coğrafyamızda ve dünya genelinde yaşananlara derin nefes alarak, bir tarih felsefesi okuması yaparak baktığımız zaman bu gözlemimin hiç de abartılı bir iddia olmadığı görülecektir.
BİN YILDIR TARİHİ İKİ AKTÖR YAPIYOR: MÜSLÜMANLAR VE BATILILAR
Dünya tarihini bin yıldır iki aktör yapıyor esas itibariyle: Müslümanlar ve Batılılar.
Bu bin yıllık tarihin ilk yedi asrını Müslümanlar, Müslümanlardan da Selçuklu, Eyyûbî ve Osmanlı çocukları olarak biz şekillendirdik. Biz, yani Anadolu yarımadasını, insanlığın son adası yapacak kadar hakikatin diriltici, kucaklayıcı, bütün farklı kültürlerin, dinlerin ve medeniyetlerin önünü açıcı, herkese hayat hakkı tanıyan; bütün medeniyetlerden vahyin filtresinden geçirerek hem beslenmesini hem de temasa geçtiğimiz insanlık tarihinin belli başlı medeniyetlerini beslemesini bilen; yeryüzünde en az beş asır sulhü, selâmeti ve adaleti hâkim kılan; aşılamamış, anlaşılmamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış ilk ve son derinlikli, çaplı ve ufuk açıcı muazzam bir medeniyet tecrübesini biz geliştirdik, biz armağan ettik bütün insanlığa.
Bu bin yıllık dünya tarihinin yalnızca son üç asrını Avrupalılar / Batılılar şekillendiriyor…
Son üç asırda Batılılar bütün kıtaları ve denizleri sömürgeleştirdiler; temasa geçtikleri bütün medeniyetleri, dinleri ve kültürleri ya yok ettiler ya da tahrip ederek fosilleştirdiler.
Bizim en az beş asır barış yurduna dönüştürdüğümüz, dünya tarihinin yapıldığı üç kıtayı, tam anlamıyla cehenneme çevirdiler.
Batılılar, bütün dünyaya hâkim oldular ama farklı dinlerle, kültürlerle ve medeniyetlerle, sulh ve hukuk ekseninde nasıl bir arada yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler. Böyle bir formülü insanlık tarihinin en çaplı ve köklü medeniyet tecrübelerinden Çin medeniyeti de, Hint medeniyeti de, Rus ortodoks medeniyeti de, kökleri Batılı emperyalistler tarafından bütünüyle kurutulan ve tarihe gömülen “Latin Amerika” medeniyetleri de geliştiremediler.
Selçuklu’nun ve Eyyûbîlerin mayasını kardığı, Osmanlı’nın ruha dönüştürdüğü bin yıllık medeniyet tecrübemiz, iki asırdır, bedenen / bilfiil tarihten çekildi ama ruhen / bilkuvve varlığını, dinamizmini ve insanlığın önünü açacak evrensel iddialarını koruyor hâlâ.
OSMANLI’NIN MEDENİYET KURUCU
VE HAKİKATİ KORUYUCU ROLÜ
Osmanlı medeniyet tecrübesi, sadece İslâm tarihinin değil, aynı zamanda, insanlık tarihinin de tarihte kemâl noktasını temsil eder.
Tarih felsefecisi Toynbee’nin “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” tespitini yapmasının gerisinde Osmanlı’nın insanlık tarihinin tarihte kemâl noktasını temsil ettiği gerçeği yatar.
Osmanlı, başka hiç bir medeniyetin yapamadığı yeniden-keşfedildiğinde insanlığın önünü açacak üç kurucu ve koruyucu kavram geliştirdi ve bu üç kavramı bilfiil, muazzam bir şekilde hayata geçirdi: Dârü’l-İslâm / İslâm Yurdu, Dârü’s-Selâm / Barış Yurdu ve Dârü’l-İnsan / İnsanlık Yurdu.
Bu üç kurucu ve koruyucu kavram, yeniden keşfedilip hayata ve harekete geçirildiğinde, sulhe ve selâmete, adalete ve kardeşliğe dayalı bir medeniyeti yalnızca biz armağan edebiliriz insanlığa yeniden.
OSMANLI HANGİ GEREKÇELERLE DURDURULDUYSA, TÜRKİYE DE AYNI GEREKÇELERLE KUŞATILIYOR…
Batılılar, bunu çok iyi biliyorlar: O yüzden bizim üzerimize üzerimize geldiler tam üç asır, Osmanlı’yı durdurmak için.
Osmanlı durdurulduğu zaman, Batılılar, dünya üzerinde kurmaya çalıştıkları kontrol ve kolonizasyonun önündeki yegâne engelin kaldırılmış olacağını çok iyi biliyorlardı.
Nitekim sonunda Osmanlı durduruldu.
Medeniyet iddialarını inkâr ederek kültürel ve varoluşsal intiharın eşiğine sürüklenen laik Cumhuriyet kuruldu: Türkiye’nin ruh kökleri kurutuldu, sadece bedeni canlı tutuldu.
Tarihi, yalnızca Batılılar yapıyor, Türkiye, tarih değil tarihten tatil yapıyor, intiharının kuyusunu kazıyordu.
Yüzyıllık medeniyet değiştirme sürecinde Türkiye yok olmanın eşiğine sürüklendi, yönünü ve yörüngesini kaybetti: Tarihi yapan, tarihi sürükleyen bir aktörden, Batılıların yaptığı tarihin önünde sürüklenen bir figürana dönüştü.
Ama bu toplum teslim bayrağı çekmedi: Direndi.
Derûnî bir sükûnet sergiledi; ama, bu arada, toplumun önündeki engelleri birer birer kaldırmasını bildi: Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan’la “yarma harekâtları” gerçekleştirdi.
Sonunda, gelinen noktada, ekonomisini büyüttü, stratejik hedeflerini ilk kez medeniyet coğrafyasına genişletti ve bütün mazlum dünyanın umudu hâline geldi: Son Kale olarak tarihî bir misyon üstlendi.
İşte ne olduysa bütün bunlardan sonra oldu: Yüzyıl önce her şeyini kaybeden, ruhköklerini yitiren, her alanda metamorfoz yiyen ve yok olmanın eşiğine sürüklenen Türkiye, yüzyılın sonunda umut ve Son Kale olarak görüldü.
Dünyanın ruhu, mazlumların umudu ve Batılıların kâbusu oldu.
EHL-İ SÜNNET OMURGA’NIN ÇÖKERTİLMESİ VE İSLÂM’IN TARİHTEN UZAKLAŞTIRILMASI SAVAŞI
Batılılar, Türkiye’nin gelişini gördüler ve Osmanlı’yı hangi gerekçelerle durdurdularsa, Türkiye’yi de aynı gerekçelerle kuşatmaya, içerden ve dışardan ateş çemberinin eşiğine sürüklemeye çalıştılar.
Bütün askerî darbeler, medeniyet iddialarını kuşanacak bir Türkiye’nin durdurulması için Batılıların desteğiyle gerçekleştirildi. Türkiye, darbe üstüne darbe yedi ama aslâ pes etmedi.
28 Şubat’ta ve 15 Temmuz’da Türkiye’nin İslâmî omurgası çökertilmeye çalışıldı. 28 Şubat saldırısı, geri tepti.
Ardından 15 Temmuz’da bu kez İslâm’ı protestanlaştırarak dönüştürecek, fosilleştirecek, hayattan uzaklaştıracak ve küresel sisteme hizmet edecek “paralel din” icat etme ve böylece “İslâm’a Karşı İslâm Savaşı” stratejiyle İslâm’ın içerden çökertilmesi projesi devreye girdirildi.
28 Şubat saldırısı, “irtica” maskesini kullanarak İslâmî omurgaya büyük darbe vurdu.
15 Temmuz saldırısı ise daha sinsi ve son derece tehlikeli bir yol izledi, bir “cemaat” kiralandı ve ülkenin darbe ile işgal edilmesinde kullanıldı. Şunu ispat etmek istiyorlardı: Bütün cemaatler, FETÖ gibidir, devleti ele geçirir ve ülkeyi felâketin eşiğine sürükler!
Sonuçta, devleti İslâm’dan nihâi olarak arındıracak büyük bir darbe vurulmak istendi, cemaatler maskesi ile bütün cemaatler hedef tahtası hâline getirildi.
DİRENİŞİN VE YENİDEN DİRİLİŞİN ADI VE MİLADIDIR TÜRKİYE
15 Temmuz saldırısı, Türkiye’nin medeniyet iddialarıyla kuşanarak yeniden medeniyet kurucu bir role soyunmasını önlemeyi amaçlıyor.
15 Temmuz saldırısı, bizim bin yıl İslâm dünyasını birleştiren, dimdik ayakta tutan Selçuklu’nun mayasını kardığı, Osmanlı’nın ruha dönüştürerek dünya tarihini yaptığı Ehl-i Sünnet omurgayı çökertmeyi amaçlıyor.
İngilizler, akîde, fikir ve siyaset sütunlarından oluşan Ehl-i Sünnet omurga’ya dayalı olarak kurduğumuz medeniyet tasavvuru ve tatbikatını topyekûn tarihten silmek için Şark Meselesi olarak adlandırılan bir stratejiyi uyguluyorlar İslâm dünyasında adım adım.
Şark Meselesi’nin iki ayağı var.
Birincisi, tarih yapan bir aktör olarak İslâm’ı tarihten uzaklaştırmak. Hindistan’ı parçalayarak, Osmanlı’yı durdurarak, İslâm dünyasında onlarca yapay devlet icat ederek bu hedeflerine ulaştılar.
Şark Meselesi’nin ikinci ayağının hedefi ise, Müslümanları İslâm’dan uzaklaştırmak, hormonlu Müslümanlar icat etmek.
İngilizler, bunu iki paralel din icat ederek hayata geçiriyorlar iki asırdır adım adım…
İki asır içinde iki paralel din icat ettiler İngilizler: Birincisi, Vehhâbilik icat edildi, tam anlamıyla “selefsizlik” / köksüzlük demek olan neo-selefîlik üzerinden hâricî mantığı üretildi ve bu hâricî mantığı İslâm dünyasının omurgası hâline getirildi.
İkinci paralel din, İngilizler tarafından Hindistan’da icat edilen İslâm’ı protestanlaştırarak içini boşaltacak, ruhunu yok edecek Kadiyânîlikten FETÖ’ye kadar önleri alabildiğine açılan hareketler…
15 Temmuz saldırısı, paralel devlet saldırısı değildir, paralel din saldırısıdır. Hedefi, Ehl-i Sünnet omurgayı çökertmektir.
Ehl-i Sünnet’in omurga katına yükseltilmesi ve orada aşılamamış bir medeniyet tecrübesi ve dünya düzeni geliştirilmesi başarısı bizim eserimizdir. O yüzden küresel sistem 15 Temmuz saldırısıyla bizim bin yıldır kurduğumuz düzeni yıkıyorlar, ölümü / hâricîleri gösterip sıtmaya / protestanlaştırılmış sahte dine mahkûm ederek İslâm’ı dize getirmek ve dönüştürmek istiyorlar.
İşte 15 Temmuz destanı, böylesine zorlu, yorucu ama bizim önümüzü de, medeniyet coğrafyamızın önünü de, insanlığın önünü de açacak kapsamlı bir direnişin ve yeniden dirilişin adı ve miladıdır.
İyi hazırlanmalı, geleceğimizi emin bir şekilde inşa edecek öncü çaplı kuşakları iyi hazırlamalıyız. Vesselam.
.Geleceksin sen Ey Türkiye! İnsanlığın geleceği… İyi b/ak kendine…
Yusuf Kaplan
16/07/2017 Pazar
Tarihin yapıldığı müstesnâ ân’lar vardır: Büyük kırılma anlarıdır bu ân’lar. Kırılma ânları, yeniden kurulma zamanlarına hâmiledir.
Bu an’larda, bir gece, yüzyıla, hatta bin yıla bedeldir bazen.
Bir gecede, yüzyılın, yüzyılların hatta binyılın birikmiş enerjisi patlar: Bir lav gibi… Birikmiş, sıkışmış, dışarı fırlayacağı ânı bekler…
Ya da doğumunu bekleyen bir tohum gibi, kabuğunu yararak dışarı fırlayacağı ânı gözler…
Çilesini doldurmuştur anarahminde…
Olmuştur…
Kabuğu yarmalı, bir besin ve esin kaynağı olarak varlığa ve insanlığa umut sunmalıdır.
Bütün varlıkların ve bütün büyük harikulâde ânların eseri hâdiselerin varlığa geliş, hayat buluş, varoluş yolculuğunu sürdürüş serencamı böyledir…
YÜZYILIN EN UZUN GECESİ…
İşte 15 Temmuz böylesi bir geceydi.
Yüzyılın en uzun gecesiydi…
Bin yılın birikmiş enerjisi patladı o gece…
Su aktı, aktı… yatağına ulaştı…
Bir gecede yüzyılların biriken enerjisi harekete geçti; yüzyılın hesabı görüldü; kanımızla, canımızla, ruhumuzla yoğurduğumuz, aziz kıldığımız bu toprakları bize mezar yapmak isteyenlere hiç beklemedikleri muazzam bir cevap verildi, unutamayacakları esaslı bir Osmanlı tokadı aşkedildi.
DİKKAT! OYUN BOZULMADI, DEŞİFRE EDİLDİ SADECE!
O gece Türkiye’ye saldıran, Türkiye’yi işgal ederek paramparça etmeyi planlayan emperyalist şer güçlerin yüzyıllık hesapları yerle bir edildi.
Şer güçler, öyle bir şok yaşadılar ki, neye uğradıklarını şaşırdılar ve hâlâ da yaşadıkları şoku atlatamadılar!
Emperyalistlerin bizim için kurguladıkları yüzyıllık oyun altüst oldu, deşifre edilmiş oldu.
Altını çizerek tekrarlıyorum: Oyun bozulmadı, deşifre edilmiş oldu sadece.
O yüzden oyun yeni saldırılarla yenilenerek sahneleniyor hâlâ…
Türkiye’de, ilk defa, bütün farklı kesimler, Batılıların güçlü bir Türkiye istemedikleri gerçeğini, güçlü bir Türkiye’ye bu dünyayı dar edecekleri ürpertici gerçeğini o gece, o en uzun zifirî karanlık gece anladılar.
UYARIYORUM: KEMALİST ULUSALCI TİPLER, OPERASYON ÇEKİYOR…
Ama bazı kesimlerin 15 Temmuz gecesi yaşanan felâketten ders almadıkları anlaşılıyor hâlâ…
15 Temmuz darbe ve işgal saldırısı başarıya ulaştığında bu ülkenin paramparça edileceğini, bir Suriye, bir Irak cehennemine çevrileceğini göremedikleri anlaşılıyor…
Ya da başka bir hesabın parçası bu tür kişiler: Söylemeye dilim varmıyor ama kendi çıkarları, kendi sınıfsal, ideolojik çıkarları için darbenin başarıya ulaşmasını istedikleri anlaşılıyor…
Bunu düşünmek bile korkunç, ürpertici ve yeterince onur kırıcı!
Oyun-deşifre edildi, saldırı püskürtüldü ama tehlike geçmiş değil henüz.
15 Temmuz saldırısı alttan alta sürüyor hâlâ…
Her yolu deniyorlar alçaklar…
Ekonomiyi çökertmeye çalıştılar, başaramadılar. Ekonomi, AB ülkelerinin hepsinden daha fazla büyüdü bu zor yılda bile!
Sosyal kalkışmaları kışkırtarak siyasî kaos oluşturma savaşı veriyorlar… Bunu da mağduriyetler üzerinden hayata geçirmeye çalışıyorlar…
Özellikle etkili olacak ve tam anlamıyla felâketle sonuçlanacak kumpas, genelde İslâmî kesimlerin birbirine düşürülmesi, özelde ise Erdoğan’dan ümit kesilmesi, hatta -söylemeye dilim varmıyor ama- daha ötesi… Erdoğan’a düşman edilmesi yani…
HÜDAPAR’ın yöneticilerinin 28 Şubat artığı bir davadan 6 yıl hapis cezasına çarptırılması, 15 Temmuz’un, 28 Şubat’ın uzantısı olduğunun en önemli göstergelerinden biri.
Yine Saadet Partisi’nin yöneticilerinden Mustafa Yaman’ın, “bylock kullanmadığına dair” açıkça resmen bir belge verilmesine rağmen tutuklanıp içeri atılması, Ak Parti tabanı ile Saadet tabanının birbirine düşürülmesini amaçlıyor…
Bazı cemaatler de, bu arada, doğrudan hedef tahtasına yatırılıyor…
Birileri, emniyet ve yargı bürokrasisinde Erdoğan’ın altını oyuyor…
Özellikle Kemalist, ulusalcı tipler, meydanı boş bulduklarından mıdır yoksa başka bir güce sahip olduklarından mıdır, nedir, hem cemaatlere operasyon çekiyorlar hem de İslâmî kesimleri Erdoğan’a cephe alacak şekilde mağdur edecek emniyet ve yargı operasyonlarına imza atıyorlar.
DİKKAT! ERDOĞAN'IN VE TÜRKİYE'NİN ALTINI OYUYORLAR!
FETÖ operasyonları hiç aksatılmadan ve etkili bir şekilde bütün hızıyla sürdürülmeli. Bu konuda, kimsenin gözünün yaşına bakılmamalı! Mağduriyet edebiyatıyla FETÖ soruşturmalarını sulandırmaya kalkışanlara da kesinlikle itibar edilmemeli ve göz yumulmamalı.
Ama öte yandan İslami kesimleri hedef haline getirmek, temizlemek, birbirine düşürmek ve böylelikle alttan alta Erdoğan'ın altını oymak için tezgahlanan emniyet ve yargı büroksasisindeki operasyonlara derhal müdahale edilmeli.
Yoksa bu gidiş, iyi değil. Bu gidiş durdurulmazsa bizzat Erdoğan'ın kendisinin de 'metal yorgunluğu' konuşmasında uyardığı gibi, 2019 tehlikeye girer.
Unutmayalım: Erdoğan biterse, Türkiye biter.
Türkiye'nin kaderi Erdoğan'a kilitlendi: FETÖ'yle kalıcı olarak ve etkili bir şekilde ancak Erdoğan mücadele eder. Bunu herkes, her kesim kabul ediyor artık.
Şu çok açık ve net olarak anlaşıldı: Erdoğan'ın altının oyulması, Türkiye'nin altının oyulması demektir.
GELECEKSİN SEN EY TÜRKİYE! İNSANLIĞIN GELECEĞİ…
Sözün özü: Türkiye, uyuyan devdir. Durdurulmuş, uyutulmuş bir dev. Dev uyandığında, kimse duramayacak karşısında. Bunu bizden de iyi biliyor emperyalist şer güçler!
Türkiye, şu hâliyle bile, umudun adıdır.
Türkiye umudu büyüdüğünde, dalga dalga bütün medeniyet coğrafyamızı harekete geçirecek, dünyaya adaleti, hakkaniyeti, sulhü, selâmeti ve kardeşliği armağan edecek hakikat medeniyeti yolculuğu gerçeğe dönüşecek…
Türkiye, Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Moro’dan Patani’ye ve Afrika’nın içlerine kadar umudun adıdır.
Evet şu hâliyle bile, mazlumların gönüllerini fethetmeyi başarmış gönül coğrafyasının adı, insanlığın son adası, mazlumların son limanıdır.
Türkiye, insanlığın geleceğidir.
Bütün bu içerden ve dışardan çevrilen tezgâhlar, yapılan saldırılar, sen gelmeyesin diye ey Türkiye!
Ama Geleceksin sen ey Türkiye!
O yüzden yolun engebelerle dolu, yolculuğun uzun ve zorlu…
Yılmak yok, yıkılmak yok. Gözünü dört açacak, bütün oyunları bozmaya bakacaksın.
Yeniden doğuş umudusun sen.
Yenilenerek doğruluşun umudu.
Yoruldukça yoğrulacaksın.
Yoğruldukça doğrulacaksın.
Doğruldukça olacak ve olduracak, yolunu bulacak ve bulduracaksın Allah’ın izni ve keremiyle.Dünya tükendi ve Türkiye’ye kilitlendi…
Yusuf Kaplan
17/07/2017 Pazartesi
İşimize bakalım artık… Önümüze…
Hem kendi önümüzü hem de insanlığın önünü açma zorlu çabasına odaklanalım…
Dünya bize bakıyor…
Albayrak'tan Bilic açıklaması
Albayrak'tan Bilic açıklaması
Beşiktaş Kulübü Yönetim Kurulu Üyesi ve Basın Sözcüsü Metin Albayrak, teknik direktör Slaven Bilic'in sezon sonunda kesin olarak takımdan ayrılacağı yönünde basına yansıyan haberlere tepki gösterip, Hırvat teknik adamla sezon bitiminde görüşerek, son kararlarını vereceklerini ifade etti.
Batılılar, ne yapacak bunlar, diye, bizi izliyor adım adım.. korkulara bürünerek ve kâbuslar görerek…
Mazlumlarsa, toparlanacak ve mazlum dünyayı da toparlayabilecek tarihî yürüyüşe soyunacak mı Türkiye, diye, bizi takip ediyor merakla ve heyecanla…
Ne kadar farkındayız ama gerçek böyle: Dünya bize gebe, biz hakikate.
ÇİLEMİZİ DOLDURARAK GELİYORUZ…
Büyük varoluşsal meselelerimiz var üzerinde kafa patlatmamız gereken.
Bu hayatî sorunlardan biri şu: Biz bu dünyaya bir şey söyleyebilecek miyiz? Dünyaya bir şey söyleyecek durumda ve donanımda mıyız?
Unutmayalım: Bu dünyaya söyleyecek bir sözümüz yoksa, bu dünyada yaşamamızın anlamı da yoktur.
Bu dünyaya söylenecek tek bir söz var. O sözü söyleyecek biziz. Ama biz, yokuz.
Fakat geliyoruz biz…
Sessiz ve derinden geliyoruz…
Çilemizi doldurarak geliyoruz…
Gelecek biziz. Biz geleceğiz: Hakikat fikri bizde var sadece şu çivisi çıkmış dünyada.
Bu hakikat fikrini bütün boyutlarıyla idrak ve ifade edebilecek, hayatın her alanına gergef gibi işleyerek nakşedecek zorlu ama kanatlandırıcı bir ilim, irfan ve hikmet yolculuğuna çıkmak zorundayız.
İNSANLIĞIN YÜKÜNÜ OMUZLARINDA TAŞIMA SORUMLULUĞU VE ONURU
Hem kendimizi, kendi dünyamızı iyi tanımak hem de kendi ruh köklerimizden yola çıkarak insanlığın temel varoluşsal felâketlerini anlamak, anlamlandırmak ve çıkış yolları üzerinde kafa patlatmak yalnızca bizim yükümüz ve yükümlüğümüz şu çölleşen, “çorak ülke” dönüşen dünyada.
Bunu görebiliyor ve ona göre yükümüzü ve yükümlülüğümüzü müdrik bir şekilde yerine getirebiliyor olmamız gerekiyor.
İnsanlığın yükü bizim omuzlarımızda: Tarih yeniden yapılıyor…
Bildiğimiz dünya çoktan tarih oldu…
Yeni bir dünya kurulacak, yeni bir dünyanın kurulmasında Türkiye kurucu, kilit rol oynayacak.
O yüzden Osmanlı’yı durdurdular.
O yüzden Türkiye’yi kuşatıyorlar bir asırdır hem içerden hem de dışardan eşzamanlı olarak…
DÜNYA FELÂKETE SÜRÜKLENİRKEN…
Batılılar, dünyayı cehenneme çevirdiler.
Bizim 6 asır barış yurduna dönüştürdüğümüz üç kıtayı cehenneme dönüştürme başarısı sergilediler. Hem de bir asır içinde sadece.
Bu bile, geleceğin bizim olduğunu göstermeye yeter, öyle değil mi?
İyi de bunu görecek zehir gibi bir göz, parlak bir zihin var mı bizde?
Batılılar, bütün o ayartıcı felsefî vaatlerini yerle bir ettiler. Vadettiklerini hem gerçekleştiremediler hem de belki de bu nedenle sürgit barbarlaşma eğilimi ve kötü, öteki, canavar icadı üzerinden varolma yönelimi sergiliyorlar…
Gerçekleştirdikleri işgalleri, tecavüzleri, katliamları; döktükleri kan ve gözyaşını örtbas etmek için sürekli kötü, sürekli canavar icat ediyorlar!
Kötülükten besleniyorlar…
Nedir bu? Tükenişin tâ kendisidir…
İnsanlık bir çıkmaz sokağın eşiğinde debelenip duruyor, bir uçuruma doğru sürükleniyor…
Toplu olarak intihar ediyor: Güle oynaya hem de.
Hız, haz ve ayartı: Çağdaş insanın yaşama biçiminin hem araçları hem de baştan çıkarıcı, uyuşturucu, narkoz etkisi yapıcı, hayattan uzaklaştırıcı, hayatın sorunlarına duyarsızlaştırıcı ve insanlığı nihilizmin eşiğine yuvarlayıcı putları!
Çağdaş insan, yaşamıyor aslında, kaçıyor: Hayattan kaçıyor, hakikatten kaçıyor, kendinden kaçıyor…
Hız da, haz da, ayartı da, çağdaş insanın farkında bile olmadığı prangalarına dönüşüyor sonunda!
Hız, durup düşünmesini imkânsızlaştırıyor…
Haz, düşünme melekelerini iptal ediyor…
Ayartı, hayata değmesini zorlaştırıyor; gerçek hayatı değil medyalar, imajlar ve algılar üzerinden sanal olarak icat edilen sanal bir hayat yaşamasını sağlıyor çağdaş insanın ve sanal bir dünyanın labirentine gömüyor çağdaş insanı.
İNSANLIĞIN BEKLENTİSİNİ BOŞA ÇIKARMAMALIYIZ…
Sözün özü: Görüldüğü üzere yükümüz de, yükümlülüğümüz de ağır.
O yüzden işimize bakmalıyız… Önümüze…
Umudu dalga dalga yayayacak bir yolculuğa iyi hazırlanmalıyız…
İnsanlığın beklentisini, umudunu boşa çıkarmamalıyız…
Onun için de, geleceği inşa edecek, özgüveni yüksek ama tevazu sahibi, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, dünyanın geçici nimetlerini elinin tersiyle iten, hakikatin insanlığın önünü açacak kalıcı lezzetlerini insanlığa sunmak için nefes alıp veren, insanlığın yükünü omuzlarında taşıdığı şuuruyla gecesini gündüze, gündüzünü geceye çevirmekten bir an olsun tereddüt etmeyen, yükünü de yükümlülüğünü de müdrik, önümüzü açacak öncü kuşakları iyi yetiştirmeye odaklanmalıyız…
Kudüs özgürleşmeden “özgürüm” deme!
Yusuf Kaplan
21/07/2017 Cuma
“İsrail doğdu, insanlık öldü” demişti Hollywood’un parlak yıldızlarından ünlü Methodist oyuncu Dustin Hoffman.
Hakikati söylemiş ve de çok iyi özetlemişti.
Terör devleti İsrail İlk Mabedimizi kapatıyor… Mazlum kadınlarımıza, masum çocuklarımıza saldırıyor…
Sadece Filistinlilerin değil bütün Müslümanların izzetiyle ve haysiyetiyle oynuyor…
Müslümanlar bir şey yapamıyor. Seyrediyor…
Dünya bir şey yapamıyor. Seyrediyor…
Zillet hâlidir bu. Bu zilletle yaşanmaz!
Sessiz kalamayız!
Bugün bütün Türkiye olarak #KudüsiçinBeyazıttayız!
50 YIL SONRA İLK KEZ SECDEYE
DURAMADI AKSA!
Kudüs işgal altında!
Mescid-i Aksa saldırıya uğruyor her gün her gece!
50 yıl sonra ilk kez secdeye duramadı Aksa!
Önce ezan susturuldu, ardından Mescid-i Aksa’ya saldırılar yapıldı art arda gece gündüz demeden, çocuk kadın ayırt etmeden…
Köpeklerle saldırdı İsrail’in aşağılık askerleri körpe çocuklara, köpeklerle!
Çok şımardı bu İsrail!
Çok fütursuzlaştı!
İSLÂM DÜNYASI İKİ ASIRDIR KÖLE!
İsrail de fütursuzlaşır, Batılı emperyalistler de barbarlaşır ve her tür vahşete imza atar İslâm dünyasında!
Bunu kolaylıkla yaparlar artık; çünkü İslâm dünyası diye bir yer yok. Bunu zihnimize iyi kazımamız gerekiyor önce.
İslâm dünyası iki asırdır köle.
İki asır önce bağımsızlığını yitirdi, Batılıların uydusuna dönüştü.
Sonra paramparça edildi, canlı cenazeye dönüştürüldü: Yaşayan bir ölü artık İslâm dünyası.
İslâm dünyası diye bir yer yok o yüzden: İslâm dünyasını İslâm şekillendirmiyor, sömürgeci emperyalistler şekillendiriyor iki asırdır: Sınırlarını sömürgeci emperyalistler çiziyor, sorunlarını sömürgeci emperyalistler belirliyor: Sömürgeci emperyalistler nereye sürüklerlerse oraya sürükleniyor…
İSRAİL’İN CEHENNEM SENARYOSU!
İslâm dünyasının bu perperişan hâlini çok iyi biliyor ve cehennem senaryosu olarak nitelendirilebilecek, bütün bölgeyi tastamam cehenneme çevirecek ürpertici saldırılara hazırlanıyor İsrail.
İran’ın, Mısır’ın, Türkiye’nin ve Suudi Arabistan’ın birbirlerine girmelerine yol açabilecek kadar iğrenç, şeytanca bir cehennem senaryosu bu!
Ortada bir devlet yok: Cinayet şebekesi var.
Tarih boyunca hep böyle yaptılar. Sonuç ne? Cehennem ve sürgün üstüne sürgün!
İsrail, Kudüs üzerinden, münhasıran da Mescid-i Aksa üzerinden bütün İslâm dünyasını provoke ediyor. Müslümanların dağınıklığını, bir araya gelemeyecek kadar paramparça olduğunu görüyor ve ateşle oynuyor.
Hem Müslümanların psikolojisini çökertiyor hem de asıl emellerine ulaşmasını sağlayacak büyük saldırılara hazırlanıyor…
İsrail’in barbar eylemlerini, ürpertici emellerini yalnızca biz boşa çıkarabiliriz, dün olduğu gibi yarın da.
Az kaldı, diyorum, burada…
DÜNYA BARIŞI, KUDÜS MÜSLÜMANLARIN İDARESİNDE OLDUĞU ZAMAN SAĞLANIR…
Evet Kudüs işgal altında, o yüzden kan da, gözyaşı da, katliam da dinmek bilmiyor…
İyi de, Kudüs işgal altında da, Mekke, Medine ne durumda peki? Güvende mi? Pek sayılmaz!
Payitaht İstanbul düştü, aynı yıllarda, aynı zaman diliminde Kudüs de elimizden gitti.
Mekke’nin, Medine’nin güvenliği tehlikeye girdi…
Mekke’yi, Medine’yi ve Kudüs’ü yalnızca bir koruduk; yaklaşık bin yıla yakın Selçuklu, Eyyûbî ve Osmanlı çocukları olarak biz kol kanat gerdik Mekke’ye, Medine’ye ve Kudüs’e.
Ve dünyaya bu üç kurucu şehirden süt emerek farklı dinlerin mensuplarının sulh ve selamet içinde, hakkaniyet ve adalet nizamı çerçevesinde bir arada yaşayabildikleri tek evrensel medeniyet tecrübesini biz armağan ettik insanlığa.
Şu artık tarihî bir gerçektir: Kudüs, ne zaman Müslümanların idaresinde olmuşsa, ancak o zaman gün yüzü görebilmiş, sulh içinde yaşayabilmiştir. Kudüs, ne zaman Müslümanların elinden çıkmışsa herkes için cehenneme dönüşüvermiştir.
Bugün de bir asırdır bu hakikatin doğrulanmasına tanıklık ediyor bütün dünya.
Şu tartışılmaz bir gerçek artık: Sadece Filistin’de, Arap dünyasında, hatta İslâm dünyasında değil, bütün dünyada barış Kudüs yeniden Müslümanların idaresine geçtiği zaman sağlanabilir.
KÜRESEL KUDÜS İNTİFADASINA DOĞRU…
Bu arada İsrail’i güçlü protesto Türkiye’nin elini güçlendirir. İslâm dünyasının da yeni bir şuurla ayağa kalkmasına imkân tanır.
Öyle anlaşılıyor ki, üzerine ölü toprağı serpilmiş gibi büyük bir hüzne gömülen İslâm dünyasını, Kudüs’ün yanan çilekeş yüreği birleştirecek, ümmet şuurunu Kudüs’ün yangın yerine dönen yüreği yeşertecek…
O yüzden bütün İslâm dünyası, bütün coğrafyalardaki Müslümanlar kapsamlı bir uluslararası Kudüs zirvesi düzenlemeli. Derhal. Ve ortak ses vermeli, İsrail’in planlarını boşa çıkarmalı.
İslâm dünyası perişan olsa da, zor durumda olsa da, Kudüs’te ve Mescid-i Aksa’da yaşananlar çok büyük bir infial oluşturmaya yetti.
Enerji birikti ve bu enerji patlayacak…
O yüzden sadece Kudüs’te, sadece Filistin’de değil bütün dünyada bir Kudüs intifadası başlamalı.
Kitleler sokaklara dökülmeli… İsrail’i, İsrail’in kölesi gibi hareket eden yöneticileri protesto etmeli.
KUDÜS ÖZGÜRLEŞMEDEN “ÖZGÜRÜM” DEME!
Mesele şu: Mekke iddiamız, Medine davamız, Kudüs bitmeyen duamız, İstanbul son durağımız, son sığınağımız, koruyucu kalkanımız.
İstanbul düşünce, tarihin akışı değişti, İslâm medeniyeti tarih yapan bir aktör olarak tarihten çekildi fiilen.
İstanbul düşünce, Kudüs de düştü.
İstanbul Kudüs’ündür; Kudüs İstanbul’un.
Şam ve Bosna, Üsküp ve Kudüs emanettir bize.
Emanetine sahip çık Ey Türkiye!
Ve unutma: Kudüs düşerse, Mekke düşer, Medine düşer, İstanbul düşer…
Biz düşeriz… İşte o zaman bütün umutlar suya düşer!
Kudüs özgürleşmeden “özgürüm, deme, boşuna.
Kudüs onurumuzdur, diyoruz. Elbette öyle.
Öyleyse onurunu çiğnetme!Kapsamlı bir entelektüel ve kitlesel Aksâ İntifadası çağrısı…
Yusuf Kaplan
23/07/2017 Pazar
Kudüs’te, ilk mabedimiz Mescid-i Aksa kapatılıyor…
Kudüs’ün çocukları isyan ediyor buna…
İsrail’in aşağılık askerleri kadınlara, çocuklara köpeklerle saldırıyor…
Dünya seyrediyor…
Müslümanlar seyrediyor…
Kudüs’te insanlığın onuru çiğneniyor oysa…
Kudüs’te yaşanan, bir yanıyla, daha da büyüyeceği, dalga dalga yayılacağı anlaşılan büyük bir zulmün, büyük bir felâketin ayak sesleridir…
Ama bir başka yanıyla da, zorlu bir doğumun sancılı işaretleri…
TARİH, ZOR ZAMANLARIN ÇOCUĞUDUR…
Tarih zor zamanların çocuğudur.
Hakikat, hak edene lûtfedilir. Hakikati hak etmek için çilesini çekmek, bedelini ödemek gerekir. Çilesi çekilmeyen, bedeli ödenmeyen hakikat kolay elden gider…
Sahte, tam da böylesi zamanlarda devreye girer, bütün ayartıcılığıyla hükmünü icra eder, dünyayı cehenneme çevirecek yapı taşlarını döşer birer birer…
1960’larda Mescid-i Aksa saldırıya uğradığında uydu devletlerce başlatılan İslâm Konferansı Örgütü girişimi bir işe yaramadı; fiyaskoyla sonuçlandı.
Bendeniz bu yazıda kalıcı olacak, sonuç doğuracak entellektüel ve kitlesel bir Aksa intifadası çağrısı yapacağım; fikir, sanat, kültür ve medyada geleceğimizi inşa edecek kısa, orta ve uzun vadeli bir yol haritası sunmaya çalışacağım.
Tarihi, devletler değil, kitlelere yapacak önümüzdeki süreçte çünkü. Bu iyi bilinmeli.
HAKİKAT’İN OLMADIĞI YERDE ADALET DE EMNİYET DE TESİS EDİLEMEZ
Önce bazı zorunlu tarihî teorik tahlillerle başlayalım…
Dünyanın yaşadığı felaketlerin, işgallerin, gözyaşının gerisinde hakikat fikrinin yitirilmesi gerçeği gizli.
Hakikat fikrinin olmadığı bir yerde, adalet fikri geliştirilemez. Hakikatin olmadığı bir yerde, adalet de emniyet de tesis edilemez.
Hakikatin yitirildiği bir dünyada geliştirilen bütün adalet fikirleri kısa devre yapmaya mahkûmdur.
Hakikat fikri’ne nasıl ulaşacağız peki?
Yaratıcı, Kâinât ve İnsan’dan oluşan büyük varlık zinciri’nin sürgit, muhkem bir şekilde işlemesini ve aslâ alt üst olmamasını sağlayarak…
İnsanlığın insanca bir dünya kurabilmesinin yolu, buradan geçer…
İnsan, yaratılmış bir varlıktır: Alıp verdiği nefes de, ölümü de doğumu da kendi elinde değildir. Dolayısıyla insan, Tanrı rolü oynamaya kalkıştığı zaman azmanlaşır; dünyayı cehenneme çevirecek azmanlıklara soyunmaktan kaçınmaz.
Pagan Batı uygarlığının 2500 yıllık tarihi, buna tanıklık eder.
İnsanın “yaratıcılığı”, insana, Yaratıcı’nın, ruhundan üflemesiyle imkân dâhiline girmiştir. Yaratıcı fikrini yitiren ya da inkâr eden insan, yıkıcı, azman bir yaratığa dönüşmekten kurtulamaz.
Yaratıcı, insana ruhundan üflemekle, hilafeti ve emaneti vermiştir; hilâfetin (Allah’ın “vekilliği”nin) ve emanetin (Allah’ın insana yüklediği yükümlülüklerin, mükellefiyetlerin) yerine getirilmesi de bir şarta, olmazsa olmazsa şaşmaz bir hakikate bağlı kılınmıştır: Ubûdiyet; yani kulluk şuuru.
Unutmayalım: Kulluk, en yüce makamdır. Ve en yüce kul, âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili peygamberimiz Muhammed Mustafa’dır (sav).
Kulluk, köleleşmek değildir; aksine, Allah’ın dışında hiç bir güce, nesneye, hiç bir şeye kul-köle olmamak, boyun eğmemek demektir. Kişi için de, insanlık için de Hakikî özgürlük tam da burada/n başlar…
Hakikat fikrini, hakikat fikrinin merkezini oluşturan Yaratıcı fikrini yitiren insan, kulluk fikrinden yoksun insan, tanrılaşmaya soyunmaktan, azmanlaşmaktan, dünyayı talan etmekten, cehenneme çevirmekten kurtulamaz.
Hakikat fikrinden yoksun bir uygarlık, gücü, güç üreten araçları, güç üreten bilimi, askerî teknolojiyi kutsar. Araçları amaçların önüne geçirir. Amaçları bitirir ve yitirir zamanla.
Bunun sonucu, gücü ele geçirdiğinde, insanlığa kan kusturmak şeklinde tezahür eder. Kaçınılmazdır bu.
Yaklaşık dört asırdır küre ölçeğinde yaşanan, Batılıların bütün dünyaya yaşattıkları felâket, insanlık tragedyası tam da budur:
Batılılar, bütün dünyayı sömürgeleştirdiler; bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar; hiç bir dine, kültüre, medeniyete hayat hakkı tanımadılar. Dünyayı cehenneme çevirdiler, yaşanılamaz hâle getirdiler; ama “başkaları cehennemdir” diyerek, başkalarını, özellikle de Müslümanları hedef tahtasına yatırdılar, Müslümanlara kan kusturuyorlar iki asırdır.
KUDÜS KRİTERLERİ VE OSMANLI MODELİ
Başka dinlere, kültürlere, medeniyetlere hayat hakkı tanıyan, temasa geçilen bütün medeniyetlerden beslenen, hepsini besleyen, insanlığın önünü açan tek evrensel medeniyet tecrübesini biz armağan ettik insanlığa.
Mekke’den ve Medine’den süt emen, Kudüs’te hayata geçirilen, Osmanlı’da kâmil noktasına ulaştırılan aşılamamış, anlaşılmamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış bir medeniyet tecrübesi bu.Dâru’l-İslâm / İslâm Yurdu, Dâru’s-Selâm / Sulh ve Selamet Yurdu ve Dâru’l-İnsan / İnsanlık Yurdu temelleri üzerinde yükseldi bu tecrübe. Tarihte hiç bir medeniyetin başaramadığı ufuk çizgisi bu. Kudüs kriterleridir bu aynı zamanda.
Bu kriterleri yalnızca Müslümanlar geliştirmiştir.
O yüzden Kudüs, Müslümanların idaresi altında olduğu zaman gün yüzü görmüştür; yarın da öyle olacaktır.
Oysa Yahûdîler de, Hıristiyanlar da Kudüs’e hâkim olduklarında, Kudüs’ü de, dünyayı da cehenneme çevirmiştir.
İSLÂM’IN HEDEF TAHTASINA YATIRILMASININ NEDENLERİ…
Neden Müslümanlar hedef tahtasına oturtuluyor peki?
Hakikat fikrine yalnızca Müslümanlar sahip olduğu için.
İslâm’ın gücü, güce değil hakikate dayandığı, hakikati hiç bir gücün nihâî olarak yok edemeyeceği iyi bilindiği için.
Tam da bu nedenle, Batılılar, bütün dinleri fosilleştirdikleri ve dize getirdikleri hâlde, İslâm’ı fosilleştiremedikleri ve dize getiremedikleri için doğrudan İslâm dünyasını, dolaylı olarak da İslâm’ı hedef tahtasına yatırıyor, İslâm’ı dize getirmeye, dönüştürmeye, sahte, paralel din’ler icat etmeye çalışıyorlar…
En önemlisi de, İslâm dize getirilemediği, dönüştürülemediği, fosilleştirilemediği zaman, eninde sonunda, yeniden gelecek, tarihin akışını değiştirecek, dışlayıcı değil kucaklayıcı, herkese hayat hakkı tanıyan bir medeniyet fikrini yeniden armağan edecek insanlığa.
Biz gelince, onlar gidecek… Korkuları bu Batılıların.
O yüzden kan kusturuyorlar ve ölümcül darbeyi vurmak için İslâm dünyasını içerden ve dışardan kuşatıyorlar, cehenneme çevirmeye çalışıyorlar…
Ama bütün bunlar, boşuna.
Bütün bunlar, zorbaların son çırpınışları.
Buradan yeni bir Doğum gerçekleşecek, bu zorluktan muazzez bir rahmet tecellî edecek Allah’ın izniyle…
Yaşadıklarımız, Doğum sancılarıdır.
Bütün doğumlar, sancılıdır. Sancısız Doğum olmaz.
CEMAATLERİ BOŞUNA HEDEF TAHTASINA YATIRMIYORLAR!
Peki ne yapacağız? Nasıl toparlanıp yeniden ayağa kalkacağız?
Önce şunu bileceğiz: İslâm dünyası, iki asırdır bağımsız değil; köle.
Mevcut devletlerle kalıcı, köklü adımlar atılamaz. Mevcut devletlerin ipi Batılıların elinde.
İki asırdır, İslâm dünyasının onurunu cemaatler koruyor.
Elbette cemaatlerin de çok köklü sorunları, açmazları, hâl yoluna koymaları gereken büyük meseleleri var.
Ama sömürgecilere karşı direnişi cemaatler verdi. Diriliş tohumlarını cemaatler ekti, ekiyor…
O yüzden Batılılar, Türkiye’de 15 Temmuz’la birlikte, Arap dünyasında Katar kriziyle birlikte, Hint-Pakistan coğrafyasında Afganistan işgaliyle birlikte cemaatleri hedef tahtasına yatırdılar…
Cemaatlerin hem köklerini, kaynaklarını kurutmaya hem de birbirleriyle ilişkilerini koparmaya, sıfırlamaya çalışıyorlar…
Şunu unutmayalım: İslâm medeniyetini ayakta tutan üç sacayağı vardır: İlmiye, kalemiye / bürokrasi, seyfiye / askeriye.
Devletlerin ipi Batılıların eline geçince, kalemiye de, sayfiye de işlevini yitirdi, ilmiye körleştirildi.
İlmiyenin üstlendiği rolü cemaatler üstleniyor İslâm dünyasında. İhvan’dan Cemaat-i İslâmî’ye, Türkiye’deki tasavvufî hareketlerden diğer cemaatlere kadar bütün cemaatler hem fikrî hem sosyal hem de siyasî hayatın İslâmî temeller üzerinden şekillendirilmesi ve sürdürülmesi görevini yerine getiriyor…
Cemaatlerden bağımsız fikir, sanat ve siyaset hareketleri var elbette. Ama cemaat fikrinden, bütün Müslümanları ümmet olarak gören “büyük cemaat fikri”nden bağımsız değil hiç bir fikir, sanat, siyaset ve kültür hareketi.
NASIL TOPARLANIP AYAĞA KALKACAĞIZ? İŞTE KALICI VE KÖKLÜ BİR YOL HARİTASI…
Buradan geleceğim nokta önemli…
İspanya iç savaşı patlak verdiğinde, Batı’daki bütün yazarlar, sanatçılar, düşünürler faşist İspanya rejimine karşı topyekûn harekete geçmişlerdi. Ve savaşın seyrini değiştirmişlerdi.
İslâm dünyasının yazarları, ilim ve fikir adamları, kültür, sanat ve medya temsilcileri de Kudüs için harekete geçmeli, İsrail’in zulmünü kınayan, çıkış yolları sunan ortak bildiriler ve daha uzun soluklu ortak metinler hazırlamalı.
Bu meseleye birazdan daha ayrıntılı olarak gireceğim. Ama önce genel olarak yapılması gerekenlerin haritasını çıkarmak istiyorum.
1-İslâm dünyasında, cemaatlerle doğrudan veya dolaylı olarak ilişkili fikir, sanat, medya ve kültür dünyasının temsilcileri tek ses tek yürek olmalı, büyük işbirliği projeleri geliştirmeli.
2-The Economist, Time, Newsweek gibi, hem dünyanın sorunlarını hem Müslümanların sorunlarını ortak bir dille, ortak bir platformda, bütün dünyaya aynı anda ulaştıracak, güçlü fikir adamlarıyla, ilim adamlarıyla tartışacak, çözüm yolları önerecek İngilizce, Arapça, Türkçe ya da aynı anda çok dilli yayın yapacak haftalık nitelikli, etkili dergiler çıkarılmalı.
3-Bütün Müslümanlara hitap eden, saygınlığı olan, dünyanın kayıtsız kalamayacağı küresel televizyon kuruluşlarımız yok. TRT, yeni dönemde, bölgesel ve küresel ölçekte yayın yapacak şekilde yeniden yapılandırılmalı, mazlumların, gönül coğrafyamızın sesi olmalı ve İslâm dünyasında benzer televizyon kuruluşları kurulmalı.
4-İnternet ortamı, sanal medya güçlü bir şekilde ortak sesimiz, nefesimiz olacak büyük projeler için seferber edilmeli.
5-Sinemacılar, müzisyenler, yazarlar, fikir adamları, ilim adamları ortak geleceğimizi nakış nakış işleyecek ortak işbirliği projeleri geliştirmeli, ortak gündemlerle düzenli olarak toplantılar düzenlemeli, fikir alış-verişi trafiği hızlandırılmalı, geleceğimizin tohumları ortaklaşa projelerle atılmalı.
6-Üniversiteler, enstitüler arasında işbirliği artırılmalı. Geleceğimizi kuracak ortak üniversiteler, enstitüler inşa edilmeli, medeniyet fikriyatının temelleri ortaklaşa atılmalı.
Sorunlarımıza kalıcı çözümler geliştirmeli bu eğitim ve fikir kurumları…
GELECEĞİ DEVLETLER DEĞİL KİTLELER VE SİVİL OLUŞUMLAR BELİRLEYECEK
Geleceği, devletler değil, kitleler, yani sivil oluşumlar, girişimler ve atılımlar belirleyecek…
Sınırların aşılmasıyla birlikte, devletlerin etkinliği izafîleşti.
Sivil hareketler, sivil girişimler, dolayısıyla kitleleri harekete geçirecek sivil oluşumlar, toplumların kaderinde daha etkili olacak…
Böyle bir sürece girdi dünya. Ama Müslümanlar küresel ölçekte burada yoklar.
Oysa Müslümanlar bu yeni durumu farkettiklerinde ve değerlendirmeye başladıklarında, dünyanın kaderi değişecektir.
Çünkü bu yeni durum, bizim için, özellikle de biz Müslümanlar çok iyi bir imkân aynı zamanda. Hem cemaatler, hem fikir, sanat, medya, kültür kuruluşları, kitleleri bilinçlendirecek, ümmet bilincini, medeniyet fikrini yeşertecek kalıcı ve köklü işlere odaklanmalı…
KÜRESEL ENTELEKTÜEL VE KİTLESEL KUDÜS İNTİFADASI
Mevcut uydu devletlerle bir yere kadar…
Bu anlaşıldı artık.
Kitleler kendi kaderlerini kendileri belirlemenin yollarını araştırmalı.
1-Öncelikli olarak Kudüs meselesi gündeme alınmalı derhal. Deyim yerindeyse küresel entelektüel ve kitlesel bir Kudüs intifadası başlatılmalı.
2-Kudüs meselesinde İslâm dünyasının yazarları, ilim, fikir ve sanat adamları derhal ortak bir bildiri yayınlamalı, İsrail şiddetle kınanmalı, dünyanın sessizliği şiddetle kınanmalı.
3-Kudüs’le ilgili bu tür bildirilere Batı’dan, Çin’den, Hindistan’dan, Rusya’dan, Latin Amerika ve Afrika’dan yazar, düşünür ve sanatçıların da destek vermeleri, imza atmaları sağlanmalı.
4-İslâm dünyasının, yazar, düşünür, sanatçı ve ilim adamları Kudüs’ün, Filistin’in genelde İslâm dünyasının sorunlarını mercek altına alacak kısa, orta ve uzun vadeli ortak eylem planları hazırlamalı, ortak programlar düzenlemeli, devletlere baskı yapılmalı, yapay coğrafî duvarlar yıkılmalı, ortak geleceğimizin yapı taşlarını döşeyecek büyük işlere ortaklaşa soyunulmalı…
Yolumuz uzun, ama iyi hazırlanırsak, bu uzun ve zorlu yolculuğu yeniden doğuş ve yenilenerek doğruluşun imkânına dönüştürebiliriz… Allah’ın izni ve keremiyle…Kudüs, siyonist esaretinden kurtulmadıkça, dünya barış yüzü göremeyecek…
Yusuf Kaplan
24/07/2017 Pazartesi
Kudüs esaret altında...
Kudüs’ün esaretten kurtulmasının ilk şartı, gözü dönmüş siyonistlerin fiîlî zulmünden kurtulması.
Ama bu, geçici bir özgürlük olabilir sadece.
'Yıldız transferine ihtiyaç yok'
'Yıldız transferine ihtiyaç yok'
Galatasaray Kulübü'nün 23 Mayıs Cumartesi günü yapılacak olağan seçimli genel kurulunda başkanlığa aday olan Dursun Özbek, yönetim kurulu aday listesini tanıttı. Özbek 'Bizim yıldız oyuncu transfer etmemize gerek yok. Dünyadaki bütün yıldızlar Galatasaray formasını giymek için can atıyorlar' dedi.
Kudüs, yalnızca gözü dönmüş siyonist esaretinden kurtulmakla özgürlüğüne kavuşmuş olmayacak. Asıl özgürlüğüne Yahûdîlerin tarihî / akîdevî, dolayısıyla siyasî esaretinden kurtulduğu zaman kavuşacak.
Hâlihazırda aciliyet kesbeden mesele, tabiî ki, Kudüs’te Müslümanların uğradığı zulmü durdurmak.
Mescid-i Aksa’nın, göğüslerini siper ederek ilk mabedimizin kapatılmasına direnen yürek ülkesinin çocukları Filistinlilerin, özellikle de kadınların ve çocukların uğradığı acımasız zulme, dolayısıyla, bu zulme yol açan ve cinayet şebekesine dönüşen İsrail devletinin Mescid-i Aksa’yı kapatmaya varacak kadar tehlikeli adımlar atma şımarıklığına, fütursuzluğuna son verebilmek.
KUDÜS: UMUT, UFUK VE YURT
Kudüs nedir, ne değildir; dünden bugüne ve yarına ne’yi temsil eder ve bugün neden acı çeker, hakkıyla bildiğimiz söylenemez pek.
Kudüs hem umut hem ufuk hem de yurt demektir: Mekke’nin umudu, Medine’nin ufku, Kudüs’te medeniyetin yurdu oldu.
Kudüs’ü Kudüs yapan, peygamberleridir…
Kudüs, peygamberler şehridir.
Kudüs, hakikatin hayat olduğu, hayat bulduğu, hayat sunduğu kurucu bir şehirdir: Kurucu ve koruyucu, umut ve ufuk sunucu yurdu ezelî hakikatin, peygamberlerin getirdiği ebedî hakikat fikrinin.
MÜSLÜMANLARIN KUDÜS’Ü KUCAKLAYICIDIR VE BARIŞ YURDUDUR
Kudüs, Filistinlilerin meselesi değildir. Kudüs, Arapların meselesi değildir. Yalnızca Müslümanların meselesi de değildir Kudüs: İnsanlığın meselesidir: İnsanın hakikatle buluştuğu, hakikatin hayat sunduğu, insanın insanlığını bulduğu buluşma noktası.
Kudüs, üç din için de kutsaldır.
Kudüs, Yahudilik demektir: Yahûdîliğin bütün peygamberleri Kudüs’le özdeştir.
Kudüs, Hıristiyanlık demektir: Hz. İsa, Kudüs’ün çocuğudur… Kudüs’ün ruhudur.
Kudüs, İslâm demektir: Ezelden ebede kadar her bakımdan, her düzlemde İslâm.
Kudüs’ün İslâm açısından önemi, sadece İslâm’ın ilk mabed yeri olmasından ibaret değildir.
Çok daha ötesidir: Kudüs, yalnızca İslâm’ın insanlığı hakikatle buluşturduğu, hakikatle buluşturduğu için de adaleti ve hakkaniyeti, sulhü ve selâmeti cihanşümûl ölçekte tesis ettiği, sözün özü, bütün insanlığı hakikatte, adalette ve sulhte birleştirdiği müstesnâ bir yerdir; ama bunu sadece İslâm’ın gerçekleştirmeyi başarabildiği bizim için de, insanlık için de çok özel bir yerdir Kudüs.
YAHÛDÎLERİN VE HIRİSTİYANLARIN KUDÜS’Ü DIŞLAYICIDIR VE KÂBÛS DOLUDUR
Yahûdîler, Kudüs’ün yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia ederler.
Hıristiyanlar da, Yahûdîler kadar olmasa da, Kudüs’ü, Hıristiyan ütopyasının gerçekleşebileceği muhayyel ve müstakbel yurtları olarak kabul ederler.
Yalnızca Müslümanlar, Kudüs’ü hem hakikatin hem de insanlığın birleştirildiği, insanlığın hakikatle buluşturulduğu nihâî imkân ve mekân olarak görürler.
Yahûdîlerin ve Hıristiyanların Kudüs’e bakışları, aslında iki dinin hem temel akîdevî sınırlarını çizer; hem tarihî yolculuklarını özetler; hem de başkalarına ne denli sınırlayıcı ve dışlayıcı bir gözle baktıklarının ipuçlarını gizler.
Yahûdîler ve Hıristiyanlar, Kudüs’ün yalnızca kendilerinin olması mücadelesi verirler. Müslümanlar ise Yahûdîlerin ve Hıristiyanların kendi olmaları mücadelesi.
Bunun nedeni çok açıktır: Yahûdîlik de, Hıristiyanlık da dışlayıcıdır. İslâm ise kucaklayıcıdır.
Tam da bu nedenledir ki, Yahûdîler de, Hıristiyanlar da başkalarıyla sulh içinde nasıl yaşanabileceğinin formülünü geliştiremediler, geliştirmezlerdi de.
Başka dinlerle, kültürlerle, medeniyetlerle sulh ve selamet, hukuk, hakkaniyet ve adalet nizamı içinde nasıl birlikte yaşanabileceğinin en gelişmiş, en kâmil formülünü Müslümanlar geliştirdiler sadece. Ve bunun nihâî örneğini de Kudüs’te hayata geçirdiler.
O yüzden tarihî ve güncel gerçek, şunu ispat eder: Kudüs, Müslümanların elinden çıktığı ândan itibaren birleştirici özelliğini yitirir.
Kaynayan kazana döner…
Kanar…
Kan ağlar…
Tarih de, tam bir asırdır günümüzde Kudüs’te yaşananlar da bunu ispatlar, bu yakıcı gerçeğe çok iyi tanıklık eder.
ZAFERE ODAKLANIRSANIZ HAYATI CEHENNEME ÇEVİRMENİZ KAÇINILMAZDIR
Yahûdîlerin ve Batılıların gücü, gücü kutsanmalarında gizli.
İslâm’ın gücü ise, güce değil hakikate dayanıyor olmasında.
O yüzden, Yahûdîler ve Batılılar için aslolan zaferdir; Müslümanlar içinse sefer…
Zafer’in öncelenmesi, öncelikle hakikatin ikinci plana itilmesiyle ve yitirilmesiyle sonuçlanır. Kaçınılmazdır bu.
Yahûdîler de Batılılar da tarih boyunca büyük ölçüde hep hükümranlık kurma güdüsüyle hareket ettiler; o yüzden zafer peşinde koşturdular ama sonunda gücün güdümüne girdiler, gücün kölesine dönüştüler ve dünyayı köleleştirmekten çekinmediler.
İslâm, bu dünyayı geçici bir yer olarak görür ve Müslümanlardan dünyada hükümranlık peşinde koşturmalarını değil, hakikatin izini sürmelerini, bunun için de her dâim seferde olmalarını talep eder. Zafer, Allah’ın takdiridir.
Zafere odaklandığınız zaman, hakikatle ilişkiniz sakatlanır ve zamanla kopar, yok olur.
Sefere odaklandığınız zamansa, her hâl ve şartta hakikatin izini sürmeniz tek vazgeçilemez kuraldır.
Yahûdîler ve Hıristiyanlar, hakikati kaybettiler.
Gücü, güç üreten araçları hakikatin yerine yerleştirdiler.
Güç, hakikati yedi-bitirdi; insanın zihnini, insanî melekelerini körleştirdi; hayatı çölleştirdi; insanı nankörleştirdi ve ruhsuzluğa mahkûm etti…
Bu da insanı hakikatten sürgün etti, gücün acımasız dişlilerinde yok etti, hayatı cehenneme çevirdi…
Oysa Kudüs yalnızca Müslümanların idaresinde günyüzü gördü; farklı dinlerin nasıl sulh ve selamet düzeni içinde birlikte yaşayabileceğini dünya âleme gösterdi. Hıristiyanların idaresi altında da, Yahudîlerin idaresi altında da her zaman zulüm yerine dönüştü.
O yüzden, Kudüs, siyonist esaretinden kurtulmadıkça, dünya barış yüzü göremeyecek… Tarihe baktığımızda da, günümüzde yaşananlara baktığımızda da görünen tek yakıcı gerçek bu.
Vesselâm.
.Uyarıyorum: Devletleri çökerttiler… Cemaatler de çökerse, her şey biter…
Yusuf Kaplan
28/07/2017 Cuma
Türkiye dünyanın geleceğini şekillendirecek bütün bu gelişmelerin hem coğrafî hem kültürel hem de stratejik olarak tam merkezinde yer alıyor…
Bu ne anlama geliyor peki?
Türkiye’nin ince elenip sık dokunulmuş dikkatli ve derinlikli stratejiler geliştirmesi, bunları adım adım hayata geçirmesi durumunda dünyanın geleceğinin şekillendirilmesinde kilit rol oynayabilir Türkiye.
ÖZNE OLARAK TÜRKİYE DİYE BİR YER YOK!
Elbette bilfiil böyle bir maddî ve manevî güce ve imkânlara sahip değiliz. Ama bilkuvve, yani potansiyel olarak böyle bir güce sahip tek ülkesi biziz bu dünyanın.
Dolayısıyla Batılılar, bütün hesaplarını Türkiye üzerinde ve Türkiye üzerinden yapıyorlar!
Türkiye’nin bu bilkuvve gücünü bilfiil bir güce dönüştürmemesi için iki asırdır Türkiye üzerinde hem dışardan hem de içerden ameliyat üstüne ameliyat, operasyon üstüne operasyon yapıyorlar.
Yaparlar; çünkü Türkiye diye bir yer yok: İnsanlığın önünü açacak bir medeniyet iddiası olan, o iddiasını adıma adım hayata geçirme mücadelesi veren bir özne olarak Türkiye yok.
Türkiye, iki asır önce yarı-özne’ydi; ama bir asırdır, bütün iddialarını terkettiğini dünya âleme ilan etti: Tarih yapan bir özne olma özelliğini yitirdi, Batılıların yaptığı tarihte tatil yapan bir nesne’ye dönüştü.
Tam bin yıl dünya tarihini sürükleyen bir özne’den, yüzyıldır Batılıların sürüklediği tarihin önünde sürüklenen bir nesne’ye dönüştü yani.
Bu, bizim fiilen tarihten çekilmemiz anlamına geliyordu. Türkiye’de Batılıların özellikle Lozan’da yaptığı yönlendirme hatta dayatmalarla kurulan laik devlet, bizim tarihten çekildiğimizin resmen ilan edilmesiydi.
DEVLET NESNELEŞTİ, TOPLUM ÖZNELEŞMEK İÇİN DİRENDİ…
Devlet nesneleşti ama toplum nesneleşmeyi kabul etmedi.
Direndi.
Yarma harekâtları gerçekleştirdi.
Milletin adamları Menderes, Özal, Erbakan ve Erdoğan toplumun özneleşme sürecine öncülük etti.
Son yarım asırlık mücadele, meyvesini verdi; ve gelinen nokta itibariyle bütün sorunlarına, savrulmalara, konformizm biçimlerine, iktidarın bozuculuğuna rağmen, toplumun ana omurgası İslâmî omurga olarak tezahür etti.
CEMAATLER HEM DİRENİŞİN HEM DİRİLİŞİN KAYNAĞI
Bundan sonra geleceğim nokta önemli.
İki asırdır Müslüman toplumları cemaatler ayakta tutuyor. Cemaatler, hem sömürgecilere direnişin hem de yeniden dirilişin yegâne adresleri. Özellikle de tasavvufî cemaatler.
Çünkü Selçuklu’nun mayasını irfan kardı, Osmanlı’nın ruhunu irfan tecrübesi “kurdu”.
İrfan tecrübesi, aynı zamanda, Selçukluyla kurulan, Osmanlı’yla korunan bin yıllık Ehl-i Sünnet omurganın hem ruhunu hem de sürgit dinamizmini koruyan dinamosu oldu.
Selçuklu, Eyyûbî ve Osmanlı tecrübeleriyle müştereken inşa ettiğimiz bu Ehl-i Sünnet omurga, ortaya koyduğumuz ve bütün medeniyetlere, kültürlere hayat hakkı tanıyan, hepsinden beslenen, hepsini besleyen, hepsinin önünü açan, yaşamasını sağlayan, aşılamamış tek evrensel medeniyet tecrübesini yeşerten; hem de Müslümanların bin yıl İslâm dünyasını tek Gökkubbe altında birleştirerek, ittihad-ı İslâm’ı hem zihnî hem rûhî hem maddî ve küresel ölçekte hayata geçirdiğimiz muazzez bir hayat sürdürmelerini mümkün kılan muhkem omurgadır.
CEMAATLER ÇÖKERSE, KÖK KURUR, TÜRKİYE KIYIYA VURUR…
İşte son çeyrek asırdır bu İslâmî Ehl-i Sünnet omurga çökertilmeye çalışılıyor…
28 Şubat’tan 15 Temmuz’a gelen ve hâlen bütün şiddetiyle süren bu çökertme operasyonları, hem çok tehlikeli hem de iğrenç boyutlar kazandı…
İslâm tarihinde ilk defa İslâm’ın kurucu kaynakları tartışmaya açıldı, yıkılmaya çalışılıyor fütürsuzca…
Hadislere, mezheplere, İslâm’ın kurucu kaynaklarına karşı İslâm tarihinin hiç bir döneminde böylesine büyük bir saldırı olmadı.
Hadislere saldırı, Hz. Peygambere saldırının ön-aşamasıdır. Sırada Hz. Peygamber var. Sonra sıra Kur’ân’a gelecek…
Kurucu Kaynaklar, bir dinin kök’lerini oluşturur, gök ekini ruhköklerini.
Köksüz ağaç meyve vermez. Soysuzlar, bize soylu bir gelecek vadedemez. Eşyanın tabiatına terstir bu.
Temel kaynaklar yıkılınca, tutunacak dal kalmaz: Kitleler, büyük çıkmaz sokağın eşiğine yuvarlanır…
Ortalığı nihilizm, deizm ve ateizm savrulmaları kaplar: Eğer kurucu temel kaynaklar çökerse, bu savrulmaların önünde kimse duramaz.
Tarih boyunca kurucu temel kaynaklarımızı koruyan ilim, irfan ve hikmet yolculukları oldu.
Medeniyet, kriz yaşamaya başlayınca, bütün dünyayı istila eden, sömürgeleştiren emperyalist Batı saldırısının da etkisiyle Devletler çökünce, Müslüman zihin, Müslümanca yaşama zemin’i ve hayata Müslüman duyarlıklarını, zevklerini, beğenilerini, duyuş ve düşünüş biçimlerini nakşeden Müslüman zaman’ı da buharlaştı, yok oldu. Sonuçta ilim, irfan ve hikmet yolculukları da tarih oldu, son buldu…
Yaşadığımız bu ikinci medeniyet krizinin somut en önemli sonuçlarından biri devletlerin çökmesi ve sömürgecilerin icat ettiği yapay, güdümlü devletlerin zuhur etmesi oldu.
MÜSLÜMANLARI DEVLETTEN TASFİYE ETMEK İSTİYORLAR… GÖZ YUMULAMAZ!
Devletler çöktü ama cemaatler çökmedi; alttan alta hem sömürgecilere direnişi hem de dirilişi yeşertti.
Müslümanların bağımsız devletleri yok: Batı güdümlü diktatörlükler var ve Müslüman halkların burnundan getiriyorlar, Müslümanların tabiî kaynaklarını emperyalistlere peşkeş çekiyorlar…
Yeni direniş de, yeniden doğuş ve yenilenerek doğruluş da tabandan yani cemaatlerden gelecek…
Bunu çok iyi biliyor Batılı emperyalistler.
O yüzden Kadıyanîlik gibi, FETÖ gibi, bu kez İslâm’ı, içerden vuracak, küresel sisteme boyun eğdirecek, sahte cemaatler icat ettiler.
15 Temmuz bunun zirve noktasıdır. FETÖyle cemaatleri eşitleyip bütün cemaatleri önce devletten sonra hayattan uzaklaştırmak istiyorlar.
Onun için de önce İslâm’ın kurucu kaynaklarına saldırtıyorlar, sonra da Müslüman oluşumları birbirlerine saldırtacaklar…
Çok sinsi bir operasyon bu!
Oysa elimizde sadece cemaatler kaldı.
Cemaatler de bu büyük medeniyet krizinden nasibini aldı.
İhale peşinde koşturan, siyasanın ve piyasanın peşinden koşturan STK’lara dönüştü ve ruhsuzlaştı, amacından sapmaya başladı…
Bütün bunların hepsi doğru.
Ama asıl görmemiz gereken ve görmekte zorlandığımızı gördüğüm ürpertici gerçek, cemaatlerin hedef tahtasına yatırılmasından geniş Müslüman kitlelerin tedirginlik duymamaları hatta memnun olduklarını söyleyebiliyor olmaları.
İşte bu felâket.
Büyük bir felâket bu.
Zokayı yuttuğumuzun göstergesi, ürpertici felâket.
Bu mesele en temel ve çetrefilli meselemiz olacak…
Hem kurucu temel kaynakların korunması hem cemaatlerin fitne-fesat tuzağına düşürülerek birbiriyle boğuşmasının önüne geçilmesi hem de cemaatlere operasyon çekilerek Müslümanların devletten bütünüyle temizlenmesi gibi üç temel hayatî meselemiz var üzerinde derinlemesine kafa yormamız gereken.
Son söz olarak uyarıyorum: Devletleri çökerttiler… Cemaatler de çökerse, her şey biter… Allah muhafaza.
Allah kardeşliğimizi bozmasın, tuzaklara karşı basiretimizi bağlamasın. AminMedeniyetimizin ruhu Tarihî Yarımada ve hafızası Babıâlî ölüyor adım adım…
Yusuf Kaplan
30/07/2017 Pazar
Tarihi madde yapmaz.
Tarihin malzemesidir madde, ruhu değil.
Tarihi yapan, tarihe kalan, insanlığın önünü açan yegâne güç, mânâ’dır.
Mânâ ve manevî dünya…
.Bu topraklardaki İslâmî varlığımız tehlikede… Oysa anahtar bizde!
Yusuf Kaplan
31/07/2017 Pazartesi
Sekülerleşme /dünyevîleşme biçimi, Müslüman bir topluma dışardan gelen, içerde gerçekleştirilen bir kültürel saldırı biçimidir. Yeni sömürgecilik biçimidir bu.
Bakan Yıldız maden işletmecileriyle görüştü
Bakan Yıldız maden işletmecileriyle görüştü
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Taner Yıldız, Torba Yasa'nın ardından zor günler geçiren redevanslı saha sahipleriyle görüştü. Bakan Yıldız, Torba Yasa sebebiyle zor günler geçiren ve adeta ocaklarının kapısına kilit vurma noktasına gelen maden işletmecileriyle toplantı yaptı. Basına kapalı gerçekleştirilen toplantıdan olumlu sonuçlar çıktı.
Bu yeni-sömürgecilik biçimi, özellikle medyalar üzerinden zihnî işgalle hayata geçirliyor… seküler duyuş, yaşayış ve bakış biçimleriyle daha kolayca ve hatta ayartarak köleleştiriyor bizi de, bütün dünyayı da.
O yüzden sekülerleştikçe, İslâmî sâbitelerimizi yitiriyoruz hızla…
Sekülerleştikçe, değişkenler, sâbitelerimizi yerle bir ediyor ve zamanla değişkenler, sâbite katına yükseliyor, değişmez kural hâline geliyor, rutinleşiyor ve biz de kanıksıyoruz bu ontolojik yok oluş sürecini…
Özetle: Sekülerleştikçe, İslâmî duyarlıklarımız aşınıyor.. İslâmî duyarlıklarımız aşındıkça, bu ülkedeki İslâmî varlığımız darbe yiyor, eriyor, adım adım yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalıyor…
Somut örnekler üzerinden test edelim buraya kadar teorik olarak söylediklerimizi…
YOK OLUŞUN İŞARET FİŞEKLERİ…
İslâm’la ilişkisi sıfırlanan bir kuşak geliyor… Sıfır.
Sadece tüketim çılgınlığı peşinde koşturan; kariyerizme, paraya tapan, egoizmin pençesinde kıvranan; medya, sanal dünya, film, futbol gibi neredeyse hayatın bütün alanlarını şekillendiren bütün mecralarda, hız, haz ve ayartı peşinde koşturanduyarlıklarını yitirmiş, dünyanın sorunlarına yabancılaşmış, düşünme melekeleri dumurauğramış, sorumluluk bilinci sıfırlanmış, bu ülkeye, bu ülkenin bin yıllık medeniyet birikimine aidiyet ve mensubiyet biçimleri yerle bir olmuş, bir an önce kapağı Avrupa’ya, Amerika’ya atmak için kurulmuş, kurgulanmış, beyni yıkanmış bir yokoluş kuşağı bu…
Uyuşturucu kullanımındaki patlamayı yazmıyorum bile…
Özetle genç kuşaklarımız zihnen ve bedenen ölüyor gözümün önünde…
Geleceğimizin yok oluşunu seyrediyoruz hep birlikte… Kimi zaman bazı çevrelerde güle oynaya hem de…
İntihar bu. Bir toplumun bugününün değil, yarınının da adım adım yok edilmesi, katledilmesi hatta.
Genç kuşağın savruluşuyla sınırlı değil bu ülkedeki İslâmî varlığımızın yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalması sorunu.
Toplumda boşanma oranları katlanarak artıyor… Hem de muhafazakâr çevrelerde bir patlama yaşanıyor özellikle… Egoizm, kariyerizm, bireyselleşmenin meyveleri…
Toplumun bütün kesimleri hızla konformistleşiyor… Oportünizm tavan yapıyor… Herkes menfaatine bakıyor…
Kardeşlik, yardımlaşma, kanaatkârlık, tevazu, fedakârlık, diğergâmlık gibi kurucu değerlerimiz yok oluyor…
YENİDEN MÜSLÜMANLAŞAMAZSAK YOK OLURUZ…
Ne yapacağız peki?
Yapacağımız şey çok açık: Yeniden Müslümanlaşmak. Deyim yerindeyse, kendimizi re-setlemek, bismillah diyerek her şeye yeniden, taze bir ruhla, taze bir heyecanla silbaştan başlamak…
Müslüman olma coşkusunu yakalamak… Müslüman olmanın nimet olduğu gerçeğini iliklerimize kadar hissederek sarsılmaz ve aşılamaz ilkelerimizi yeniden hayata geçirmek…
Müslüman olma coşkusunu doyasıya yaşamak, bu coşkuyu diğer müslüman kardeşlerimizle paylaşmak…
Müslüman olmanın tadına varmak, tadını almak ve herkese tattırma coşkusunu iliklerimize kadar yaşamak…
İSLÂM, CEMAATLE YAŞANIR, CEMAATLE YAŞAR VE HERKESİYAŞATIR…
Peki, nasıl yeniden-Müslümanlaşabileceğiz hakkıyla öyleyse?
Cemaatleşerek…
Efendimiz (sav) âlemlere rahmet olarak gönderildi.
Efendimiz olmadan rahmet tecellî etmez. Doğum gerçekleşmez.
Rahmet cemaate gizlidir. Cemaat olmadan İslâm hayatı inşa edilemez.
Cemaat, her bakımdan, rahmetin kaynağı ve tecelligâhıdır.
O yüzden üçMüslüman bir araya geldiğinde cemaat olmalarıemredilmiştir. Bu kadar açık, sarih ve nettir bu. Emirdir.
Ama bir cemaat sadece kendini düşünemez, kendi mensuplarını düşünerek hareket edemez.
Cemaat ruhuna terstir bu.
Cemaat, mahviyetkâr olmalıdır. Kendinden önce başka bir kardeşini, başka bir cemaati, başka bir cemaatin mensubunu düşündüğü zaman hakkıyla cemaat olur, hakikatten süt emen, herkesin susuzluğunu giderecek hakikatli bir cemaat olur.
O zaman rahmet tecellî eder.
O zaman kardeşlik yeşerir, neşvünemâ bulur, cemaat olmanın maksadı hâsıl olur, kapanan kapılar açılır, açılan kapılar göğüsleri genişletir, gönül coğrafyası inşa edilir…
DÜNYAYI ONTOLOJİK FELÂKETTEN SAHİH EHL-İ SÜNNET CEMAATLER KURTARACAK…
Öyleyse yeniden müslümanlaşabilmenin yolu, cemaatlerin hakkıyla yeniden-cemaatleşmelerinden geçiyor…
Unutmayalım: Ayağımızı basacağımız zemin kalmadı. Eksenimiz kaydı iki asır önce.
Bir asır önce de yörüngemizi yitirdik biz…
Zemin çok kaygan o yüzden. Kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz yine bu nedenle.
Her tür saldırıya karşı bizi hakikate bağlayacak, dimdik ayakta tutacak, birbirimize tutunmamızı sağlayacak muhkem bir yer, bir tutamak, kaynak olmalı.
İşte o yer cemaatlerdir. Ama siyasaya, piyasaya, dünyaya asılan, tutunan cemaatler değil. Küresel sistemin kölesi hâline gelen, İslâm’ı içerden dönüştürme misyonerliği verilen FETÖ terör örgütü hiç değil elbette.
Siyaseti, parayı, dünyayı hizaya getirecek sahiciliğe, samimiyete, fedakârlığa, çileye, umuda ve ufka sahip cemaatler… Bize yeni Gazâlîler, Rabbânîler, İbn Arabîler, Yunus’lar, Mevlânâlar, Itrîler, Sinan’lar, Şeyh Galipler, Abdülhamidler yetiştirmek için yola koyulacak sahici cemaatler…
Şunu zihnimize kazıyalım, derim: Osmanlı padişahları bu dünyanın sultanları değildi yalnızca; aynı zamanda gönül sultanlarının sultanlarıydı; o yüzden Müslümanların gönlünde taht kurmayı başarmıştı Osmanlı da, sultanları da.
Osmanlı sultanları arasında mürid olmayan bir Allah’ın kulu yoktu -bir kaç özel istisna dışında.
Son olarak şunu söyleyeyim sonraki yazıya girizgâh olarak: Nihilizmin, izafileşmenin zıvanadan çıktığı, kitleleri hız, haz ve ayartının kölesine dönüştürdüğü postmoderndünyayıda bu ontolojik felâketten ancak Müslüman cemaatler kurtarabilir.
Omurgasını Ehl-i Sünnetin oluşturduğu, sâbiteleri koruyarak değişkenleri yeniden yorumlama kabiliyetine sahip cemaatler…
Bin yıl insanlık tarihini yapmamızı mümkün kılan Selçuklu’nun mayasını karan Osmanlı’nın ruhunu kuran Ehl-i Sünnete, temel kurucu kaynaklarımıza, hadislere, mezheplere ve cemaatlere son derece sığ gerekçelerle neden saldırıldığını şimdi daha iyi anlıyor olmalıyız…
Vesselam.
Diyanet, Türkiye’nin önünü açacak tarihî rolünü oynamalı…
Yusuf Kaplan
4/08/2017 Cuma
Tam da küre ölçeğinde yaşanan anlam krizinin her şeyi izâfîleştirdiği, anlamsızlaştırdığı vebitirdiği; bütün dünyada değerlerin yerle bir olduğu, sosyal yapıların çatırdağı, ailenin bittiği; dinin hayattan çekildiği; futbol, müzik, medya, kısacası, kültür endüstrisinin ayartıcı din-dışı kutsallıklar’ının insanlığı büyük bir ontolojik felâketin ve manevî boşluğun eşiğine sürüklediği bir zaman diliminde.. insanlığın, İslâm’ın yeniden insanca ve hakça bir dünya kurulmasını sağlayacak değerlerine ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği bir yok oluş mevsiminde.. bizim kurucu kaynaklarımızı zayıflatmamız değil güçlendirmemiz gerekiyor…
Eğer Türkiye, anlam krizini yenecek, insanlığın gönlünü fethedecek irfan tecrübemize dayalı bin yıllık medeniyet ilkelerimizi dünyaya ulaştırırsa, tarihi biz şekillendiririz yeniden.
İşte burada Diyanet’e tarihî roller düşüyor…
DİYANET’E DÜŞEN TARİHÎ ROL…
Batılılar, adalet ve hakkaniyet, sulh ve selâmet ilkeleri çerçevesinde bin yıl insanlık tarihini yapmamızı mümkün kılan irfan tecrübemize dayanan Ehl-i Sünnet omurgayı çökertmek için savaşıyorlar…
Önce Vehhâbîlerin, sonra da İran’ın önünü bunun için açtılar…
Osmanlı’nın durdurulmasının ve Türkiye’nin kuşatılmasının, bölgemizin cehenneme çevrilmesinin görünmeyen ama gerçek nedeni, asıl sebebi de bu yine.
Bin yıllık Ehl-i Sünnet omurgayı içerden çökertmek için icat edilen Hâricî mantığını ve paralel dinleri püskürtecek, insanlığın gönlünü fethedecek bir harekât başlatması gerekiyor Türkiye’nin. Bunu Diyanet’le yapabiliriz…
Diyanet ve tabiî İlâhiyâtlar, temel kaynaklarımızın tartışılmasını, hadislere, mezheplere, Hz. Peygambere yapılan planlı, iğrenç ve “proje” saldırıları seyretmek, hatta bu saldırılara su taşımak yerine, muhkemleştirmekle mükelleftir.
Yoksa bunun hesabını veremez Diyanet de, ilâhiyâtlar da.
Düşünsenize: Dünya, sizin temsil ettiğiniz (aslında edemediğiniz, sığ bir kafayla yerle bir ettiğiniz) değerlerinize ihtiyaç duyuyor ama siz ne yapıyorsunuz? Bu değerleri, bu değerlerin kurucu kaynaklarını sığ bir kafayla, sudan gerekçelerle, magazinel malzemelerle yıkmaya çalışıyorsunuz!
Nasıl bir akıl tutulmasıdır, nasıl basiretsizliktir bu!
Sonra da “akıl, akıl” diye, geveleyip duruyorsunuz! Akılsızsınız! Akla ihtiyacı olan sizsiniz!
Olacak iş değil gerçekten…
ONTOLOJİK FELÂKET VE KÜRESEL MANEVÎ BOŞLUK
Ontolojik bir yok oluş felâketinin eşiğine sürükleniyor dünya ayartıcı bir şekilde… Güle oynaya üstelik de!
Yok oluşun ayartıcı bir şekilde gerçekleşiyor olması, felâketin hem görülememesine hem de tam da bu nedenle katmerleşesine, kangrene dönüşmesine yol açıyor…
Büyük bir manevî boşluk oluşuyor dünyada.
Bu manevî boşluk, iki şekilde doldurulmaya çalışılıyor Batı toplumlarında…
Hem ayartıcı ve hayatın sorunlarından uzaklaştırıcı din-dışı kutsallıklar üreten hız, haz ve tüketim dini hem de buna ilaveten transandantal meditasyona dönüştürülen, içi boşaltılarak ve tanınamayacak kadar tarumar edilerek postmodern dünyaya eklemlenen Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Zen gibi Doğu dinleri bu manevî boşluğun giderilmesinde ya da üzerinin örtülmesinde ve ertelenmesinde tepe tepe kullanılıyor…
Konfüçyanizm, Hinduizm, Budizm, Zen gibi Doğu dinleri ve bilgelikleri, Batı kültürünün saldırısına dayanamadı, fosilleştirilerek bitirildi.
Oysa Batılılar aynı şeyi İslâm’a yapamadılar. İslâm’ı fosilleştirmeyi, dize getirmeyi başaramadılar.
Niçin?
İslâm’ın hakikat tasavvurunun güçlü olması, hayatı derinlemesine, enlemesine ve boylamasına kavrayabilecek bir güce sahip olması, güçlü bir hakikat tasavvuru sunan temel kaynaklarımızın dönüştürülmesini, fosilleştirilmesini zorlaştırdığı için…
İSLÂM’A ÇİFTE SALDIRI…
İşte tam bu noktada biri dışardan gelen, diğer içerde üretilen iki büyük saldırıyla karşı karşıya kalıyoruz bütün İslâm dünyasında ama özellikle de Türkiye’de.
Dışardan gelen saldırı, İslâm’ı dize getirmek, fosilleştirmek için paralel / sahte dinler icat etme projesi.
Bir uçta Vehhâbîlikle başlayan neo-selefîlikle, hâricî mantığıyla sürdürülen, diğer uçta Kâdıyânîlik’le başlayan FETÖ’yle hız verilen İslâma Karşı İslâm stratejisi bu.
Bu iki uç oluşumun gerisinde de İngilizlerin olduğu gerçeğine özellikle dikkatinizi çekmek isterim.
İçerden üretilen saldırı ise, hadisleri, mezhepleri, Hz. Peygamberin (sav) konumunu tartışmaya açan, sonuçta Peygambersiz İslâm icadıyla sonuçlanacak son derece tehlikeli bir projeye dayanıyor.
Bu iki saldırı da Batılılar tarafından geliştirilen biri fiilen hayata geçirilen, diğeri zihinleri tarumar ederek hayata geçirilmesi düşünülen projeler aslında.
Tarihin hiç bir döneminde, İslâm’ın dışardan ve içerden dönüştürülmesini hedefleyen sahte, paralel dinler icat etme tehlikesi yaşanmamıştı bu kadar ürpertici bir şekilde!
Tam bu noktada, basiretimizi kullanabilirsek, bu çifte saldırıyı hem biz püskürtürüz hem de insanlığın önünü açacak taze bir yolculuğun tohumlarını yine biz ekebiliriz yeniden…
Türkiye, insanlığa yol olabilecek, insanlığın önünü açabilecek tarihî, zihnî ve rûhî potansiyele sahip ender ülkelerinden biri şu çivisi çıkmış dünyanın.
Peki, farkında mıyız bu imkânın ve potansiyelin?
NASIL BİR DİYANET?
Sözün özü: Anacadde’yi koruyamazsanız, yoldan çıkarsınız. Yoldan çıkanların, bize yol önermeleri, olmayacak duaya âmin demek gibi absürd bir şeydir.
Anacadde’yi koruyamazsanız, güçlü bir şekilde tahkim edemezseniz, yeni ufuklara açılamazsınız.
Anacadde’yi koruyamazsanız, yan yollara sapmaktan ve başka dünyaların istilâsına uğramaktan kurtulamazsınız.
İngilizler, Ehl-i Sünnet omurgayı çökertmek için Vehhabiliği ve paralel dinleri icat ettiler.
Ehl-i Sünnet omurgayı, Ehl-i Sünnet omurgayı inşa eden kurucu kaynaklarımızı koruyacak, Sâbiteler ışığında değişkenleri yorumlayacak, ufkumuzu, zihnimizi açacak, dünyanın gönlünü fethe koyulacak bir Diyanet gerek bize…
Vesselâm.Eğer İslâm’ı kaybedersek, sadece biz değil, bütün insanlık kaybeder…
Yusuf Kaplan
6/08/2017 Pazar
Bu ülkede Müslümanlar iktidarda ama İslâm’ın hayatımızdan hızla çekildiği, ayağımızın altından kayıp gittiği gözleniyor…
Ürpertici bu…
Bunu, bu ürpertici gerçeği iktidardaki insanlar da -en azından bazıları da- görüyor, endişeleniyor ve nereye sürükleniyoruz böyle, diye soruyor…
Eğer İslâm’ı kaybedersek, hiç bir şeyi kazanamayız…
Eğer İslâm’ı kaybedersek, hiç bir şeyi koruyamaz ve insanlığın önünü açacak yeni bir dünya sunamayız insanlığa.
Eğer İslâm’ı kaybedersek, bir Gazâlî, bir İbn Arabî, bir Yunus, bir Mevlânâ, bir Sinan, bir Itrî, bir Fatih veya Yavuz çıkaramayız…
Eğer İslâm’ı kaybedersek, sadece biz kaybetmiş olmayız, bütün insanlık kaybeder…
BATI ÇÖKERKEN…
BİZ TOPARLANABİLECEK MİYİZ?
Oysa her zaman söylediğim gibi, dünya bize gebe, biz hakikate…
Bakın… Batı uygarlığı, felsefî olarak, kültürel olarak, ahlâkî olarak, siyasî ve sosyal olarak çöktü: Sadece kaba gücü var, kaba güçle ayakta duruyor ve bu kaba güçle dünya üzerindeki haksız, hukuksuz hegemonyasını koruma savaşı veriyor Batılılar.
Bunun için de dünyayı cehenneme çevirmekten çekinmiyorlar.
Felsefî olarak çöken, dünyaya söyleyecek bir şeyi kalmayan bir uygarlığın kaderidir dünyayı cehenneme çevirerek hem hegemonyasını bir süre de daha sürdürmek hem de vuruşa vuruşa “çekilmek”…
Yaşadığımız şey, bir açıdan bakılınca, Batı uygarlığının hem fikren hem zihnen hem ruhen hem de ahlâken çöküşü…
Bir başka açıdan bakıldığında da, çok sancılı da olsa, bizim gelişimizdir.
Tamam; biz bilfii hazır değiliz. Medeniyet atılımı gerçekleştirecek fikrî birikime de, bu fikrî birikimi hayata ve harekete geçirecek maddî atılıma da sahip değiliz henüz.
Ama bilkuve hazırız. Sadece “biz” varız şu çivisi çıkmış dünyada dünyaya ruh sunan, mazluma kucak açan, umut olan. Sadece biz.
Çin’i kapitalistleştirdiler, uyuttular ve yuttular; ama Konfüçyanizmi de, Taoizmi de fosilleştirdiler ve durdurdular.
Hindistan’ı kapitalistleştirdiler yuttular, uyuttular; ama Budizm’i de, Hinduizm’i de fosilleştirdiler ve durdurdular.
Afrika’nın, Latin Amerika’nın ne hâlde olduğunu konuşmak bile gerekmiyor… Can çekişiyor iki yaşlı kıta da; ölüm-kalım savaşı veriyor…
Sadece İslâm dünyası, dinamizmini koruyor iyi-kötü…
Yok olmamak, yutulmamak için direniyor…
İslâm’ın Batılılar tarafından dize getirilmemesi, dönüştürülmesi, fosilleştirilmemesi için direniyor.
Eğer toparlanabilirsek, insanlığın sorunlarını da, kendi sorunlarımızı da bir bütün olarak, derinlemesine kavrayabilirsek, biz bilkuvve varolan gücümüzü, imkânlarımızı, bilfiil hâle getirebilir, insanlığın yüzünü güldürecek, yeniden hak, hukuk ve hakkaniyet, sulh, salah ve adalet düzenini biz armağan edebiliriz insanlığa…
ASIL ÜRPERTİCİ SALDIRI İÇERİDEN GELİYOR…
Ancak çok tedirgin edici bir sorunumuz var: Batılıların dışardan yaptıkları her tür saldırıyı bir şekilde püskürttük, püskürüyoruz -çok çile çekerek de olsa Allah’a şükür.
Ama asıl saldırı, asıl iğrenç saldırı içeriden geliyor İslâm’a karşı -İslâm’ın kurucu kaynakları birer birer yıkılmaya çalışılarak…
Batılılar dışardan İslâm’ı dışardan dize getiremediler, fosilleştirmediler, dönüştüremediler ama içimizdeki beyinsizler İslâm’ın kurucu kaynaklarını, hadisleri, mezhepleri, cemaatleri sudan gerekçelerle, temelsiz, sığ argümanlarla, magazinel malzemelerle, televizyonlarda kitlelerin önünde şov yaparak topa tutuyorlar!
BİZİM KAYNAKLARIMIZDA SORUN YOK BEYLER! SORUN, SİZİN KAFANIZDA!
Bizim kaynaklarımızda sorun yok beyler!
Sorun sizin kafanızda!
Ne dünyayı felsefî bir derinlikle anlayabilecek, kavrayabilecek ne de İslâm’ın kaynaklarına derinlemesine nüfûz edebilecek bir birikime sahipsiniz; ama kitlelerin, özellikle de genç kuşakların hızla deizmin, nihilizmin, ateizmin eşiğine sürüklenmesinin yapı-taşlarını döşüyorsunuz birer birer…
Bu nasıl bir sorumsuzluk örneğidir, nasıl bir beyinsizlik göstergesidir böyle!
Allah ıslah eyleye!
Allah, akıl, fikir, zikir, şükür ihsan eyleye!
İslâm’ın kurucu kaynaklarını tartışmaya açanlar, bütün bu tartışmaların oryantalistler tarafından iki asırdır yapıldığını gizliyorlar. Yaptıkları işin taşeronluk olduğunu, oryantalistlerin eline su dökemeyecek kadar sığ olduklarını bilmiyor kitleler -oryantalistlerin karikatürü bu tiplerin.
Ve biri, bu zavallı, sığ, başkalarının akıllarını buraya taşıyan, başkalarının akıllarıyla iş yapan bu taşeron tiplere, Müslümanca duyma ve düşünme biçimlerini yitirdiklerini, zihinlerinin çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüştüğünü, söylemeli.
Şunu söylüyorum Batı düşüncesini de, İslâm düşüncesini de, dolayısıyla dünyanın sorunlarını da, İslâm dünyasının sorunlarını da derinlemesine kavramaktan yoksun bu zavallı tiplere:
Batı uygarlığının felsefî olarak çöktüğü, o yüzden dünyayı cehenneme çevirmekten başka bir şey yapamadığı, diğer medeniyetlerin fosilleştirildiği ve durdurulduğu bir zaman diliminde, bize düşen, önce, İslâm’ın kurucu kaynaklarıyla doğrudan ve doğrudan olduğu için de doğurgan irtibat kurmanın; sonra, Batı düşüncesiyle derinlemesine ilişkiler geliştirmenin, Batı düşüncesini özümsemenin, beslenebileceğimiz kadar beslenmenin; son olarak da bu dünyayı iyi tanıyarak ama kendi kavramlarımızdan yola çıkarak insanlığın önünü açacak güçlü bir fikriyat inşa etmenin; bu fikriyatı inşa edecek bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan, önce çakıl taşlarını temizleyerek dalga-kıracak, sonra da yapı-taşlarını düşerek dalga-kuracak çağ açacak, çağ aşacak, çağrısı çağını kuracak öncü kuşaklar yetiştirmenin yollarını bulmak, yapmak olmalı…
Görüldüğü gibi yük ağır, yükümlülük de.
İşimize bakalım, kendi kuyumuzu kazmakla uğraşmayalım…
Yükümlülüğümüzü kuşanalım, insanlığın önünü açacak uzun soluklu hakikat medeniyeti yolculuğuna çıkmaya bakalım…
Eğer İslâm’ı kaybedersek, sadece biz kaybetmiş olmayız, insanlık kaybeder…
Bunu da aslâ unutmayalım.
Vesselâm.
İslâm’ın temel kaynaklarına yapılan saldırılara seyirci kalamayız!
Yusuf Kaplan
7/08/2017 Pazartesi
Bir yandan, bu toplumun İslâm’la ilişkisi süratle çözülüyor... İslâm’la ilişkisi sıfırlanan bir kuşak geliyor…
Öte yandan da, İslâm’ın kurucu kaynaklarına içerden inanılmaz bir saldırı yapılıyor…
Mezhepler tartışmaya açılıyor: Akîdenin temelleri sarsılıyor…
Hadisler tartışmaya açılıyor… Hz. Peygamberin (sav) konumu sarsılıyor…
Bunların hepsi, önce, Peygambersiz İslâm projesi’nin ön-hazırlıkları.
Ardından sıra Ku’ân’a gelecek… Kur’ân’daki âyetlerin açıklanmasında ciddi sorunlar yaşanacak ve Kur’ân’dan soğutulacak kitleler…
DİYANET DE, İLÂHİYÂTLAR DAİSLÂM’IN TEMELLERİNE YAPILAN SALDIRILARA SEYİRCİ KALAMAZ!
Müslümanları 1400 yıl dimdik ayakta tutan İslâm’ın kurucu kaynaklarına, temel yapılarına, bu kaynakların ve yapıların iyi-kötü temsilcisi bütün cemaatlere büyük bir saldırı var.
Üstelik de Batı uygarlığının felsefî olarak çöktüğü, diğer dinlerin fosilleştirildiği; dünyanın, İslâm’a, İslâm’ın kuşatıcı, kucaklayıcı, diriltici, insan haysiyetini koruyucu evrensel mesajına her zamankinden daha fazla ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, bir yok oluş mevsiminde İslâm’ın temellerinin sarsılması, kaynaklarının ağır saldırıya uğraması tam bir intihardır…
İslâm’ın temellerine, kurucu kaynaklarına, hadislere, Ehl-i Sünnet’e, Hz. Peygambere büyük bir saldırı oluyor.
Diyanet uyuyor…
İlâhiyatlar uyuyor…
Olmaz!
Daha da vahimi, bu saldırılar, Diyanet’in içindeki bazı odaklar, ilâhiyâtlardaki bazı sığ tipler tarafından da destekleniyor hatta bizzat yürütülüyor zaman zaman.
İyi de Diyanet niçin var?
Tam da böyle zamanlar için var, değil mi?
İlâhiyâtlar niçin var, ne işe yarar?
Tam da böyle zamanlarda İslâm’ın ana omurgasını, kaynaklarını korumak için var.
Üstelik, oryantalistlerin iki asırdır geliştirdikleri ama bizim proje tiplerimizin gündeme getirdikleri, gönüllü acentalık yaparak yürüttükleri bu tür saçma sapan saldırılar, genelde kitlelerin, özelde genç kuşakların İslâm’dan hızla uzaklaşmalarına, İslâm’dan soğumalarına, nefret etmelerine, deizmin, nihilizmin, ateizmin kucağına sürüklenmelerine yol açıyor…
MUHAFAZAKÂR DİNDARLAŞMA: DİNİ DARLAŞTIRMA…
Bir yanda muhafazakârlaşma süreci var; ama öte yanda da İslâmî duyarlıklar aşınıyor hızla!
Bu bir çelişki mi, peki?
Hayır.
Hayır; çünkü muhafazakârlık bir modernleşme, sekülerleşme biçimdir: Konformizm, oportunizm, kariyerizm, bireyselleşme, beraberinde, sosyal ve ahlâkî yapıların ve duyarlıklarını yırtılmasını ve aşınmasını da getiriyor kaçınılmaz olarak.
Sanıldığı gibi, muhafazakârlaşma, otomatik olarak, İslâmîleşme değil, modernleşme ve sekülerleşme biçimlerini tetikliyor; bu da protestanlaşmış, bireysel alana hapsedilen, duyarlıkları aşınan bir din algısı, olgusu ve dindarlaşma biçimi üretiyor.
Bu anlamda muhafazakâr dindarlaşma, dini protestanlaştırma ve dini dar’laştırma biçimidir.
BU TOPLUMUN VARLIK NEDENİ İSLÂM’DIR, ÖTESİ HÜSRANDIR!
Bu toplumun varlık nedeni İslâm’dır.
Bu toplum, İslâm’la varolmuş, İslâm’la dünya tarihini yapacak bir konuma ulaşmış, İslâm’la varlığını korumuştur.
İslâm, bu toplumun hem yegâne varlık nedeni hem de tek ortak noktası ve sigortasıdır.
İslâm’dan başka çıkış yolu aramak, hüsrandır ve toplumu çıkmaz sokakların eşiğine fırlatacak, ülkeyi kurda kuşa yem yapacaktır…
İslâmî duyarlıklarını kaybetmiş, bu topluma, bu toplumun ruh köklerine aidiyet biçimlerini yitirmiş kuşakların bu topluma verebilecekleri yıkımdan başka bir şey yoktur…
İslâm’ın temellerinin sarsılması, İslâmî duyarlıkların aşınması, bu toplumu beklenmedik büyük sorunların, zamanla da yok oluşun eşiğine fırlatacaktır.
TUTUNACAK DAL, SIĞINILACAK TEMEL KALMAZSA…
Herkesin aklını başına devşirmesi gerekiyor…
Toplumun İslâm’la ilişkisini diri tutacak, canlı tutacak yapılar yok…
Zemin ayağımızın altından kayıyor hızla…
Zemin çok kaygan. Kaygan zeminlerde patinaj yapıyoruz yalnızca…
Toplumun İslâmî kimliğini, duyarlıklarını geliştireceği, koruyacağı ve yaslanacağı, varolacağı yapılar, tutunacağı dallar, sığınacağı limanlar olarak görülebilecek cemaatler de hedef tahtasına yatırılıyor…
Tam böyle bir zaman diliminde, cemaatlerin de kendilerini toparlamaları, hem önümüzü açacak, dünyayı ve İslâm’ı iyi tanıyacak çaplı adamlar, öncü kuşaklar yetiştirmeleri; hem de toplumun İslâm’la bağlarını diri tutacak kadar topluma derinlemesine yönelmeleri, toplumun İslâmîleştirilmesi sürecine, İslâmî duyarlıklarını koruma gayretine kalıcı, köklü katkılarda bulunmanın yollarını bulmaları şart.
Ama önce cemaatlerin kendilerine çeki düzen vermeleri kaçılmaz. İhale peşinde koşturan cemaat olmaz. Siyaset peşinde, ticaret peşinde koşturan cemaat olmaz.
Siyaset aslâ terkedilemez. Ülkenin yönetimi aslâ bizim İslâmî köklerimizi kazımak, ruh köklerimizi yok etmek için çalışan tiplere bırakılamaz. Ama kim olursa olsun, önce ehliyet ve liyakat, tecrübe ve birikim… Bunu söylemek bile gerekmiyor, elbette ki.
Cemaatler, sözünü ettiğim iki eksen üzerinde (öncü kuşak yetiştirme ve toplumun İslâmî kimliğini ve duyarlıklarını geliştirme ve koruma sürecinde) üzerlerine düşen mükellefiyetleri yerine getirmek için gece gündüz demeden köklü ve kalıcı hazırlıklar yapmazlarsa, çok büyük bir vebal üstlenmiş olurlar ve bunun vebalini bu dünyada da ötesinde de aslâ ödeyemezler.
1400 yıllık birikim “uydurulmuş din”, oryantalistlerin fikirleri “indirilmiş din”, öyle mi?
Yusuf Kaplan
11/08/2017 Cuma
Batılılar, diğer dinleri dönüştürdüler ama İslâm’ı dönüştüremediler.
O yüzden icat ettikleri sömürge aydını tiplerle İslâm’ı içerden dönüştürme projesini devreye girdirdiler.
Hedef: Peygamber'siz İslâm projesi!
Bu sömürge aydını tipler, 1400 yıllık devâsâ ilim, irfan ve hikmet birikimini “uydurulmuş din” diye yaftalıyor, oryantalistlerin fikirlerine dayalı olarak icat ettikleri din anlayışlarını da “indirilmiş din” diye satıyorlar!
Saçmalığın dikalası ve sığlığın dibi bu!
Ürkütücü olan, oryantalistlerin taşeronluğunu yapan sömürge aydını tiplerin sığ fikirlerinin alıcılarının olması!
BATI UYGARLIĞI: TANRI’YA, HAKİKATE, TABİATA VE İNSANLIĞA SALDIRI
Önce şunu bileceksiniz: Batı uygarlığı, Tanrı’ya, hakikate ve tabiata saldırıdır. Bu nedenle, bütün insanlığa saldırıya dönüştü kaçınılmaz olarak…
O yüzden bütün dünya fiilen sömürgeleştirildi, bütün medeniyetlerin ya kökü kökü kazındı ya da fosilleştirildi ve tarih dışına itildi…
Gelinen postmodern süreçte, Tanrı fikri de, hakikat fikri de yok edildi…
Sonuçta, dünya, bir yandan izâfîleşme ve nihilizm çukuruna sürüklenirken, öte yandan da Batılılar dünyaya orman kanunlarıyla çeki düzen vermek, bu felsefî tıkanmayı güç gösterisiyle örtmek, Batı uygarlığının felsefî olarak ölümünü örtbas etmek için “canavarlar”, “ötekiler” icat etmek için yoğun çaba sarfediyorlar…
ÖNCE FİÎLÎ İŞGAL… ŞİMDİ DE ZİHNÎ İŞGAL DEVREDE…
Bütün bu saldırılardan en büyüğü İslâm dünyasına yapılan saldırılar… Bu saldırlar iki şekilde sürdürülüyor hâlâ:
Birincisi, dün fiilen İslâm coğrafyasını işgal etmişler, İslâm medeniyetini tarihten silmişlerdi.
İkincisi de, bugün, işgal zihnî işgal olarak sürüyor… Özellikle de, aydınların, okumuş-yazmışların zihinleri işgal altında…
Batı’dan gelen çok yönlü saldırı sonrasında gökkubbemiz çöktü; İslâm medeniyeti tarihten çekildi: Müslümanca duyma ve düşünme melekelerimizi de, Müslümanca yaşama zeminlerimizi de yitirdik… Batı uygarlığından gelen bu çifte saldırı (hem fiîlî işgal hem de zihnî işgal) bizi, çürütücü, ürpertici bir aşağılık kompleksinin eşiğine sürüklüyor; özellikle de, İslâm dünyasının zihnî sömürge yaşayan entelijansiyasını.
İKİ TÜR SÖMÜRGE AYDINI TİPİ
Sonuçta iki tür sömürge aydını türedi İslâm dünyasında, münhasıran da Türkiye’de.
Birincisi, metamorfoz yiyen, kendini de, Batı’yı da tanıma melekelerini yitiren, kendinden nefret eden, Batı’ya platonik aşk ilan eden, celladına âşık tasmalı çekirge tipi: Seküler entelijansiya bu.
İkincisi de, yine kendini de, Batı’yı da tanımaktan âciz, görünüşte yerli ama gerçekte kendi sorunlarına bile Batılı perspektiflerle bakan, yaşadığımız ontolojik yok oluş sorununda bile, çıkış yollarını Batılı yaklaşımlarda arayan sözümona yerli entelijansiya tipi.
Bu sözümona yerli entelijansiya tipi, oryantalistlerin projelerini ve çözüm önerilerini, bizim karşı karşıya kaldığımız temel sorunlarımızı hâl yoluna koymamızda yegâne çıkış yolu olarak sunabiliyor bu ülkede!
İnanılır gibi değil ama gerçek bu.
Meselâ bizim İmam-ı Azam, Gazâlî, Râzîler, Cürcânîler, Rabbânîlerin onca çileyle ortaya koydukları 1400 yıllık devâsâ İslâm ilim, irfan ve hikmet birikimimizi “uydurulmuş din” olarak yaftalıyor ve Batı düşüncesinde hem hiç bir karşılığı, yeri ve değeri olmayan hem de açıkça İslâm’ı fosilleştirmek ve içerden çökertmek için proje olarak icat edilen oryantalistlerin üçüncü sınıf İslâm kavrayışlarını ve yorumlarını “indirilmiş din” diye satabiliyorlar. Daha da vahimi de, bunların alıcıları var!
ZİHNİ ÇAĞDAŞ HURAFELER ÇÖPLÜĞÜNE DÖNENLER BİZE BİR ŞEY SÖYLEYEMEZLER!
Önceki yazımda da söyledim: Bizim kaynaklarımızda sorun yok; sorun bizde, bizim kafamızda; bizim kaynaklarımızla ve dünyayla ilişkilerimizde sorun var: Kafamız çok karışık: Çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş durumda kafamız. Ama bunun farkında bile değiliz hâlâ!
O yüzden, kim ki, İslâm’ın kaynakları sorunlu, bu kaynakların sorgulanması gerekir, diyorsa, bilin ki, o kişinin kafası sorunlu ve aslında kendinden sözediyor, demektir; bu kişinin sorgulanması gerekir.
Sözün özü: Zihni çağdaş hurafeler çöplüğüne dönenler, bize, önümüzü, zihnimizi ve ufkumuzu açacak bir şey söyleyemezler!
“Akıl, akıl” diyerek, “aklınızı kullanın” diyerek önüne gelene saldıran ama başkalarının, oryantalistlerin akıllarıyla hareket eden bu kişilerin ne denli sığ oldukları, oryantalistlerin gönüllü acentalığını yaptıkları anlaşılacak ama bu süreçte çok berbat bir tahribat yapıyorlar…
Allah akıl, fikir ihsan etsin diyorum, sadece.
Vesselâm.
Önümüzü açacak bir millî kültür hamlesine doğru…
Yusuf Kaplan
13/08/2017 Pazar
Kültürlerini ihmal eden toplumlar, başka kültürlerin kölesine dönüşmekten ve geleceklerini imha etmekten kurtulamazlar.
Türkiye’de kültürü ihmal ediyoruz: Kendi intiharımızın yapı taşlarını döşüyoruz…
Yaşadığımız şey, bir trajedi değil, traji-komedi.
Traji-komedi; çünkü bu toplum, hüdainâbit bir toplum değil; aksine, dünyanın en zengin, en derinlikli kültürlerinden birine sahip; ama bu kültürü kendi ellerimizle yok ediyoruz…
Olacak iş değil gerçekten!
Bu yazıda, önümüzü açacak, uzun soluklu bir millî kültür hamlesinin nasıl gerçekleştirilebileceğinin ipuçlarını vermeye çalışacağım.
OSMANLI RUHU
Bu toplum, yaklaşık bin yıl dünya tarihini yaptı üç kıtada. Sadece tarih yapmakla kalmadı; başka dinlerin, kültürlerin, medeniyetlerin birbirlerinden beslenerek, birbirlerini besleyerek sulh ve selâmet, hak ve adalet düzeni içinde nasıl bir arada yaşayabileceğini ortaya koyan; aşılamamış, anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış, yeniden keşfedilmeyi bekleyen evrensel bir medeniyet tecrübesi armağan etti insanlığa.
Böyle bir tecrübeyi ve böyle bir modeli, Çinliler de, Hintliler de, Batılılar da geliştiremediler.
O yüzden Amerika’da yarım asırdır Osmanlı kürsüleri kuruluyor üniversitelerde…
Amerikalılar, yarım asırdır Osmanlı üzerinde kafa yorarken, harıl harıl Osmanlı’yı araştırırken, biz, yani sözümona Osmanlı’nın çocukları Osmanlı’yı aşağılayıp durduk bir asırdır!
Böyle bir felâketi, böyle bir intiharı çağımızda bizden başka ikinci bir toplum yaşamadı.
Bu ülkeyi sömürgeciler işgal etselerdi (Allah göstermesin elbette) böyle bir cinayeti işlemeye cesaret bile edemezlerdi. Türkiye sömürgeleştirilemedi ama kendi kendini sömürgeleştirme aymazlığı gösterdi!
Ama artık vartayı atlattık: Ortada keşfedilmeyi bekleyen muazzam bir medeniyet fikri ve birikimi var.
Adalet, asalet, hakkaniyet, sulh, selâmet, fedakârlık, ferağat, kanaatkârlık, kardeşlik gibi insanlığın insanca yaşamasını, insanca ve hakça bir dünya kurmasını mümkün kılan en kadîm değerleri biz hayata geçirdik.
Batılıların bütün dünyayı sömürgeleştirdikleri, hiç bir kültüre hayat hakkı tanımadıkları, kültürlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde adalet, hakkaniyet ve kardeşliğe dayalı dünya düzenini biz armağan ettik insanlığa…
Batılılar, Endülüs’ün kökünü kazıdıklarında, “Hıristiyan olmayanı yakarız,” demişler ve yakmışlardı. Oysa Fatih, Bosna’yı fethettiğinde, “Hıristiyan olana, Yahudi olana dokunanı yakarım, karşısında beni, Osmanlı’yı bulur” demişti. Aradaki fark bu!
Toynbee’ye, “Osmanlı insanlığın geleceğidir” cümlesini kurdurtan işte bu aşılamamış, yeniden-keşfedildiğinde insanlığın önünü açacak bu muazzez medeniyet tecrübesidir.
Osmanlı’nın diriltilmesinden sözetmiyorum. Osmanlı öldü.
Başka kültürlerle bir arada yaşama modelini geliştiren tek model olarak Osmanlı modelinin, Medine’den süt emen Osmanlı medeniyet fikrinin yeniden icat edilmesinden ve diriltilmesinden sözediyorum.
İnsanlığın insanca yaşayabileceği bir dünyayı, bu dünyayı varedecek değerleri yeniden biz sunabiliriz insanlığa… Bunu bildikleri için, biz henüz kendimize gelmeden, toparlanmadan, içerden ve dışardan kuşatıyorlar…
Her zaman söylediğim gibi, biz gelince, onlar gidecekler çünkü.
MİLLÎ KÜLTÜR SEFERBERLİĞİ…
Dünyaya söyleyecek çok sözümüz var. Ama bu sözü söyleyecek öncülerimiz, önaçacak, önalacak, çağrısı çağını kuracak öncü kuşaklarımız yok.
Öncü kuşakları olmayan toplumlar, bırakınız insanlığın önünü açmayı, kendi geleceklerini bile teminat altına alamazlar.
Tarihi, öncü kuşaklar yapar. İbn Haldun’dan Toynbee’ye kadar bütün tarih felsefecileri bunu söyler bize.
Biz de, ne yapıp edip, önümüzü açacak öncü kuşakları yetiştirmek zorundayız.
Ortada devâsâ bir kültür var. Hz. Mevlânâ’nın pergel metaforunu hayata geçirerek, pergelin sabit ayağını kendi ruh köklerimize basacak, bu kültürü özümseyecek, pergelin hareketli ayağıyla bütün dünyalara ve kültürlere açılacak öncü kuşaklar olmadan aslâ!
Bu, eğitimde devrim niteliğinde kararlar almayı gerektirir.
Yine de elimizde, kültürde, kültürün bütün alanlarında büyük hamleler yapmamıza öncülük edecek sayıları az da olsa yetenekli insanlar var.
Ama bu insanlar, “pisliğe” bulaşmamak için, her yerden kaçıyorlar…
İşte Kültür Bakanlığı, bu insanları bulmalı, kültürde her alanda küresel ölçekte millî hamleler yapacak uzun soluklu bir yolculuğa soyunmalı.
Sinemada, müzikte, edebiyatın bütün alanlarında dil kurmamızı sağlayacak millî bir seferberlik başlatılmalı.
Sinemada, müzikte, edebiyatta yetenekli gençler keşfedilmeli, bizim medeniyet ilkelerimiz doğrultusunda özel eğitimden geçirilmeli, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek fedakâr, vefakâr ve cefakâr, fikir ve oluş çilesi çeken, insanlığın yükünü omuzlarında hisseden parlak öncü kuşaklar yetiştirilmeli.
MİLLÎ KÜLTÜR STRATEJİSİ OLMADAN ASLÂ!
Devlet kültüre karışmaz, diye bir boş laf var. Bu tastamam liberal bir tuzaktır. Rusya, Çin, İran, Kanada, başta Fransa, İngiltere ve Almanya olmak üzere belli başlı bütün Avrupa ülkeleri kültürün her alanına stratejik planlar çerçevesinde müdahale eder, çeki düzen verir, büyük yatırım yaparlar…
Türkiye’nin bir kültür stratejisi yok. Dertli, medeniyet perspektifine sahip ve entelektüel biri olarak yeni bakan Numan Kurtulmuş, geleceğimizi inşa edecek kısa, orta ve uzun vadeli hedefleri olan (yani 25-50-100 yıllık) bir millî kültür stratejisi geliştirmeli.
Devlet, bu süreçte, hiç kimseye bir şey dayatmamalı elbette; ama stratejik hedefleri ortaya koymalı, bu hedeflere ulaşmak için hem ekonomik sermayeyi hem de insan sermayesini seferber etmeli.
Unutmayalım: Bir toplumu ayakta tutan kültürüdür. Bir toplumun yaşadığı ülke fiilen işgal edilebilir ama kültürü güçlü, ruhkökleri sağlamsa, o toplumu yok edilemez: Su akar, yatağını bulur… Toplum, yeniden doğrulur…
Türkiye, zor bir süreçten geçiyor… İçerde ve dışarda devâsâ sorunlarla boğuşuyor…
Türkiye’nin güçlenmesi gerekiyor, güçlü bir savunma sanayisi kurması gerekiyor…
Ama asıl büyük atılımı kültürde yapacağız, yapmak zorundayız.
Eğer Türkiye, kültürde büyük bir hamle gerçekleştirebilirse, ne tür saldırıyla karşı karşıya kalırsa kalsın, ancak o zaman hem yok olmaktan kurtulur hem de geleceği kuracak bir yolculuğa soyunur…
Dikkat! ABD, Türkiye’nin altını oyuyor adım adım…
Yusuf Kaplan
14/08/2017 Pazartesi
Osmanlı durduruldu; Batılıların önündeki en büyük engel ortadan kaldırıldı.
Yeni kurulan Türkiye’nin eli kolu bağlandı: Yeni Türkiye, bir iddiası olmadığını, Batılı yörüngeye girdiğini, medeniyet iddialarını terkettiğini (Türkiye’yi tepeden laikleşme sürecine girdirerek) ilan etti.
Türkiye, dışardan fiilen işgal edilmedi, edilemedi ama Kale içerden ele geçirildi.
Önce şunu bileceksiniz: Bir ülke, medeniyet değiştirerek toparlanamaz; hele de tepeden jakoben, monteleme yöntemlerle, mühendislik projeleriyle hiç bir zaman toparlanamaz; aksine, önce zihnî, sonra sosyolojik parçalanmanın ve kaosun eşiğine sürüklenir ve sonunda yörüngesini yitirir, esen rüzgârların, fırtınaların önünde oraya buraya sürüklenir, yok olma felâketiyle karşı karşıya gelir…
Yüzyıllık yok oluş serüvenimizin özlü bir özetidir bu bir cümle.
OSMANLI, NİÇİN DURDURULDU?
Mesele şudur: İslâm medeniyetinin en son ve en sofistike kavramlarını ve kurumlarını geliştiren Osmanlı, son iki asrında büyük bir medeniyet krizi ile karşı karşıya kaldı. Medeniyet krizinin iç ve dış nedenleri vardı. Ama Batı uygarlığının modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okuma, başka kültürlere, dinlere ve medeniyetlere bir saldırıya dönüştü. Belli başlı bütün medeniyetlerin kökü kazındı; hiç birine hayat hakkı tanınmadı.
Batı uygarlığının bütün insanlığa saldırıya dönüşen meydan okuma biçimi, başka medeniyetlerle nasıl bir arada yaşanabileceğinin formülünü vermekten uzaktı.
Böyle bir modeli yalnızca Osmanlı geliştirmişti.
O yüzden Osmanlı’nın iki temel gerekçeyle durdurulması gerekiyordu:
Birincisi, eğer Osmanlı durdurulamazsa, Batılıların dünya üzerindeki mutlak hâkimiyeti sağlanamazdı.
İkinciside, eğer Osmanlı durdurulamazsa, yeniden toparlanabilirdi; (nitekim toparlanıyordu da; Meşrûtiyetlerde muazzam bir entelektüel birikim ve özgüven inşa edilmişti). Osmanlı’nın toparlanması, Batı hâkimiyetini yerle bir edebilirdi…
Bunlar, hayalî, soyut, spekülatif gözlemler gibi gelebilir bazı okuyuculara…
Ama hiç öyle gelmesin. Çünkü bugün Türkiye’nin, hâlâ yörüngesini tam olarak bulmamasına, Batı ittifakının bir üyesi olmasına, laiklik bir pranga olarak dayatılmasına ve aslâ tartışma konusu yapılmamasına rağmen bu hâliyle bile Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Türk dünyasından Arap dünyasına ve bütün mazlum dünyalara kadar yaydığı umut dalgası Batılıları ürkütmeye yetiyor, değil mi?
TÜRKİYE, GELİYOR MU GERÇEKTEN? HEM EVET, HEM HAYIR…
Türkiye, geliyor mu gerçekten?
Hem evet, hem hayır.
Hayır; çünkü yeteri kadar, “masaya yumruğunu vuracak kadar” güçlü değil henüz.
Evet; çünkü mazlum dünya, Batılılara değil bize umut olarak bakıyor; Balkanlar, Kafkaslar, bütün mazlum dünya, “demokrasi, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” gibi sloganları kullanarak dünyayı cehenneme çeviren, istediği yeri işgal eden, istediği lideri “diktatör” ilan ederek alaşağı eden Batılılara değil, yeteri kadar gücü olmadığı hâlde gücünün çok çok ötesinde mazlumlara kol kanat geren Türkiye’ye (laik Türkiye’ye değil, İslâm dünyasını toparlayacak, bağımsızlığına kavuşturacak, medeniyet iddialarıyla kuşanan bir Türkiye’ye) umut olarak bakıyor…
Niçin peki?
Türkiye, dünyanın ruhu, emperyalistlerin kâbusu, mazlumların umudu olduğu için…
İşte bu, atlanmaması gereken ve üzerinde derinlemesine kafa patlatmayı gerektiren yakıcı bir gerçek.
DİKKAT! ABD, TÜRKİYE’Yİ VURMAYA HAZIRLANIYOR…
Türkiye, içerdeki sorunlara gömülmeye çalışılıyor… İçerde birbirine düşürülüyor… Farklı toplum kesimleri, hatta aynı toplum kesimleri fitne-fesat tohumları ekilerek boğuşturulmaya çalışılıyor…
Oysa dışarda, güney sınırlarımızda, ülkemizin ve bölgemizin kaderini şekillendirecek tehlikeli gelişmeler yaşanıyor: Amerikan yönetimi, gözümüzün içine baka baka yüzlerce TIR silahı, tankı PKK’nın uzantısı YPG’ye akıtıyor…
Körfez’den Akdeniz’e kadar bir koridor oluşturulmaya ve PKK devleti kurdurulmaya çalışılıyor…
Eğer böyle bir şey olursa, bu, Türkiye’nin parçalanmasıyla ve iç savaşın eşiğine sürüklenmesiyle sonuçlanacaktır -Allah muhafaza.
DEAŞ’IN ROLÜNÜ PKK DEVLETİ ÜSTLENECEK! HESAPLARI BU!
Şunu iyi bilelim: Kurulacak devlet, Kürt devleti olmayacak; PKK devleti olacak.
İran’daki, Suriye’deki ve Irak’taki Kürtlerin ortaklaşa bir devlet kurmaları anlamına gelmeyecek bu.
Buna aslâ izin vermeyecekler! O zaman kendi kuyularını kazmış olurlar.
Kurulacak devlet, PKK devleti olacak, ikinci İsrail rolü oyanayacak ve hem bölge için hem de bölgenin bütün Kürtleri için çıbanbaşı işlevi görecek…
DEAŞ’ın rolünü PKK devleti üstlenecek… Hesapları bu!
Ama asıl hedef, Türkiye’nin parçalanması, iç savaşın eşiğine sürüklenmesi ve işgal edilmesidir.
Batılılar, şimdi durdurulan ama iki yıl Türkiye’yi perişan eden terör saldırılarıyla, yayınladıkları parçalanmış Türkiye haritalarıyla, 15 Temmuz işgal ve darbe girişiminde takındıkları “işgalci” ve “darbeci” tavırlarla niyetlerini açık etmekten çekinmediler…
KENETLENMEK VE İYİ HAZIRLANMAK ZORUNDAYIZ…
Sözü özü: Birbirimizle uğraşmayı bırakalım, dik duralım, Türkiye’ye yapılacak muhtemel saldırılara karşı askerî bakımdan hazırlıklı olalım, savunma sanayimizi güçlendirelim ve bu arada Çin, Rusya, Brezilya gibi eksen ülkelerle ekonomik ve stratejik ilişkilerimizi derinleştirelim, derim.
Eğer bu söylediklerimi yapabilirsek, gelecek her tür saldırıyı püskürtürüz ve bu sancılı süreçte FETÖ belasını da daha rahat defederek, geleceğe yürür, geleceği biz inşa ederiz yeniden…
Bıçak sırtı gibi bir durum var: Ama bu toplumun, tarihî bilinci -linç edilmiş olsa da- çok derinlerde gizlidir ve bu bilinç tam da bu tür en zor zamanlarda fışkırıyor yerinden…
Batı uygarlığının felsefî olarak çöktüğü, dünyaya söyleyecek sözünün kalmadığı, o yüzden barbarlaştığı, önüne gelen yeri işgal ettiği, dünyaya kan kusturduğu bir zaman diliminde, dünyaya söylenecek sözü yalnızca bizim söyleyebileceğimiz gerçeği ortaya çıkmaya başladı…
Bu nedenle, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek şekilde çok iyi hazırlanmak, İslâm’ı ve dünyayı iyi tanıyan, mütevazi ama özgüven sahibi, düşünce, b/ilim ve sanatta önümüzü açacak fedakâr, vefakâr ve cefakâr öncü kuşakları yetiştirmeye odaklanmak zorundayız…
Vesselâm.
.Batı komada… Türkiye yola çıktı…
Yusuf Kaplan
20/08/2017 Pazar
Tarihî bir süreçten geçiyoruz...
Yol ayırımımın eşiğine gelip dayandık:
Ya olacağız ya da öleceğiz...
Ya varolacağız ya da yok olacağız…
Ama biz hep olduk; varolduk ve olduk: Biz varoldukça, dünya varoldu, nefes aldı...
Olma-ölme meselesi, varolma-yokolma ayırımı, sadece bizim eşiğine gelip dayandığımız bir yol ayırımı değil.
Dünyanın da yaşadığı zorlu bir süreç bu.
BİZİM VERECEĞİMİZ KARAR, DÜNYANIN GİDİŞATINI BELİRLEYECEK…
Yüzyıllar sonra ilk defa, bizim vereceğimiz karar ya da ortaya koyacağımız performans, dünyanın gidişatını şekillendirecek.
Çok iddialı, fazlasıyla abartılı, ayağı yere basmayan, iler-tutar tarafı olmayan gözlemler gibi gelebilir söylediklerim.
Eğer kafanızı kuma gömmüşseniz, dünyanın yaşadığı sorunu hem felsefî / teorik hem de pratik olarak okuyabilecek bir derinliğe sahip değilseniz, söylediklerim abartılı, iler-tutar tarafı olmayan hayalî iddialar olarak görülecektir.
Yok eğer yaşananları, bir bütün olarak kavrayabilecek bir tarih felsefesi birikimine sahipseniz, yaşananların, en azından Soğuk Savaş’ın bitmesinden sonra yaşadıklarımızın Wallerstein’ın yerinde ve kışkırtıcı tanımlamasıyla “bildiğimiz dünyanın sonu” anlamına geldiğini, dünyanın “belirsizlikler çağı”nın eşiğine sürüklendiğini, çeyrek asırdır geleceğin dünyasının kurulmaya çalışıldığını, geleceğin dünyasının kurulmasında bizim belirleyici bir konumda olacağımızı, işte bu nedenle, Amerika’sı, Almanya’sı ile topyekûn Türkiye’yi içerden ve dışardan hedef tahtasına yatırdıklarını daha net olarak görebilirsiniz…
OSMANLI DURDURULDU AMA BİTİRİLEMEDİ…
Osmanlı, çöküş asrında bile, dünyanın denge unsuruydu. Bunu, dönemin süper gücü her tür iğrençliğe başvuran İngilizler de, amansız düşmanımız Ruslar da, ayartıcı ve sahte müttefikimiz Almanlar da biliyor ve teslim ediyordu.
Ne zaman ki, Osmanlı durduruldu; işte o zaman, dünyanın dengesi bozuldu.
Kafkaslar, Balkanlar, Arap dünyası paramparça oldu; Türk dünyası yok oldu.
Emperyalistler, birbirlerinin boğazına sarıldı iki dünya savaşıyla birlikte.
Şu an yaşadığımız küresel, bölgesel ve ülke içindeki sorunların kökeninde Osmanlı’nın hâlâ bitirilememesi gerçeği gizli…
Osmanlı durduruldu, bilfiil tarihten silindi ama bilkuvve bitirilemedi, yok edilemedi.
Yok edilemezdi; çünkü bizzat çağımızın en büyük tarih felsefecisi, Batı uygarlığının İbn Haldun’u Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” demişti.
Arap dünyasında, sömürgecilerden kalan eğitim sisteminin sonucu olarak, Osmanlı’ya emperyalist olarak bakılıyordu. Ama yaklaşık son on yılda yaşadıklarımızdan sonra, bu emperyalist Osmanlı algısı hızla yerle bir oldu ve herkes Osmanlı’yı arar oldu, saygıyla, şükranla yadeder oldu.
Ve bu arada bir şey daha oldu: Arap dünyasında, Osmanlı’yla ilgili yayınlarda tam bir patlama yaşandı.
Benzer bir süreç Balkanlar’da, Kafkaslar’da ve bu coğrafyanın çok çok ötesinde de yaşandı. Yemen’den Endonezya’ya, Güney Afrika’dan Patani’ye kadar herkes Osmanlı’yı arar oldu, hayırla yadeder oldu.
TÜRKİYE’NİN GELİŞİ, BATILILARI ÜRKÜTMEYE YETTİ…
Niçin peki?
Bu sorunun tek bir cevabı var: Batılıların dünyayı sömürgeleştirdikleri, bütün medeniyetlerin kökünü kazıdıkları bir zaman diliminde Osmanlı’nın bütün dinlere, kültürlere ve medeniyetlere nasıl hayat hakkı tanıdığı, farklı dinlerle, kültürlerle ve medeniyetlerle, sulh ve selamet, adalet ve hakkaniyet düzeni içinde nasıl birarada yaşanabileceğinin formülünü Medine’den süt emen Osmanlı gerçekleştirmişti sadece.
Hatta 1996 yılında rahmetli Erbakan, Başbakan olduğunda Batı basınının ortak manşeti “Osmanlı’nın gelişi” şeklindeydi.
O yüzden yaklaşık Özal’ın Karadeniz İşbirliği Teşkilatı’nı kurmasıyla başlayan, Erbakan’ın başbakanlığıyla süren ve son on yıldır da Erdoğan’ın stratejik adımlarıyla hızlanan Türkiye’nin gelişi, Osmanlı’nın gelişi olarak algılandı her yerde. Batı’da da, mazlum dünyada da. Batılıları ürküttü, mazlumları umutlandırdı bu.
Soru şu burada: Türkiye, geliyor muydu gerçekten?
Türkiye, bir medeniyet fikrini dünyaya sunacak donanıma ve hazırlığa sahip değil henüz. Ama bu ruha sahip. O yüzden mazlumlara karşılıksız kucak açan tek ülkesi dünyanın Türkiye oldu.
Bu da, Balkanlar’dan Malay havzasına kadar dalga dalga kitleleri umutlandırdı, bu kitleler bizimle yattılar, bizimle kalktılar ve sürekli olarak bize dua ettiler.
Niçin?
İslâm dünyasının makus talihini -dün olduğu gibi- bugün de yenecek Türkiye’den başka ülke yok çünkü.
Batılılar, işte bu gerçeği, Türkiye etrafında dünyada esen rüzgârı çok iyi gördüler.
Daha Türkiye bilkuvve umudu, bilfiil umuda dönüştürmeden, Türkiye’yi hedef tahtasına yatırdılar.
Batı ittifakının bir üyesi olmasına, Batılı kurumlara bağlı olmasına rağmen Türkiye’nin altını oymaya, darbe yapmaya, darbecileri korumaya, teröristleri beslemekten geri durmayacaklarını açıkça ilan etmeye başladılar.
BATI, YOĞUN BAKIMDA…
Nedir bu?
Batı’nın bitişi, Türkiye’nin gelişini her hâl ve şartta durdurma psiko-patolojisi…
Batı, komada: Büyük düşünürler, sanatçılar, bilge adamlar çıkaramayacak kadar felsefî bir çöküş yaşıyor.
Her büyük çöküş hâdisesinde olduğu gibi saldırganlaşıyor, azmanlaşıyor, dünyayı kan gölüne çevirmekten geri durmuyor…
Türkiye’yi korkulu rüyası, kâbusu olarak görüyor…
Şimdi dünya bir tercihle karşı karşıya: Olmak ya da ölmek. Varolmak ya da yok olmak.
Biz olursak, varolursak, toparlanır ayağa kalkarsak, yeni bir dünya kurulabilir ve mevcut dünya çöker zamanla…
Ne demiştim: Türkiye, dünyanın ruhu, Batılıların kâbusu, mazlumların umududur.
Bunu Batılılar da hisssetti, mazlum dünya da gördü, iliklerine kadar da hissediyor…
O yüzden mazlum dünya, Balkanlar, Kafkaslar ve Türk dünyası bizim gelmemizi bekliyor...
Bizim gelmemiz, kendimize gelmemize bağlı.
Bütün yaşadıklarımız biz kendimize gelmeyelim diye zaten.
Mesele budur.
Türkiye, elbette ki, dik duracak ama dikkatli olacak, büyük hata yapmayacak, önüne bakacak, içeriye çeki düzen verip dışarıdaki büyük yolculuğa hazırlanacak…
Vesselam.
Laiklik dogması ve sopası…
Yusuf Kaplan
21/08/2017 Pazartesi
Bu toplumun tuhaf bir sorunu var: Laiklik.
Hiçbir şekilde tartışılamayan, kritik zamanlarda, sopa olarak kullanılan bir pranga bu.
Toplumu germek için kullanılan bir “maşa”!
Son haftalarda, Atatürk heykellerine yapılan saçma sapan saldırılarla, insanların giyim-kuşamlarına türlü tuhaf müdahalelerle yeniden hortlatılmaya çalışılıyor laiklik…
Yeter, diyorum.
Bu yazıyı, linç edileceğimi bile bile yazıyorum. Hiç kimsenin, söyleneni anlamak ve üzerinde düşünmek gibi bir derdi yok. “Vurun abalıya!” ilkelliği tek geçer akçe hâlâ!
Ama bu yazı yazılmalı.
TARİH BİLİNCİ OLMAZSA,YAPAY SORUNLAR TOPLUMU GERER VE HAKİKATİ LİNÇ EDER
Çağımızın en parlak düşünürü Heidegger, “Tarih, olmuş bitmiş bir hâdiseler yığını değildir. Bitmez” der.
Tarih bitmiştir, diyenler, aslında farkında olmadan, kendilerinin bittiğini itiraf ederler.
Tarih dinamiktir, statik değildir; durmaz, durmadan akar…
İnsan da irade sahibi bir varlıktır; hem tarihi yapar hem tarihe bakar hem de tarihle akar…
Tarih, insanlığın canlı hafızasıdır. Hafızasını yitiren insan, nasıl eşyayı, insanları ve dünyayı tanımakta ve tanımlamakta zorlanırsa, tarih bilincini yitiren toplumlar da, yaşadıkları sorunları anlamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanırlar. Sürgit yalpalarlar… Ve sürgit dünyaya bir çocuk gibi bakarlar, her şeye sıfırdan başlamak zorunda kalırlar. Türkiye, böyle bir ülke. Tarih bilinci linç edildiği için, en temel varoluşsal sorunlarını bile anlamakta ve anlamlandırmakta çok zorlanıyor.
O yüzden önce yapay olarak icat edilen, sonra çeşitli şekillerde dayatılan, sonra da zamanla kaçınılmaz olarak gerçeğe dönüştürülen sahte sorunlarla boğuşup duruyor yüzyıldır…
O yüzden yerinde sayıyor: Yüzyıl önceki sorunları tekrar tekrar yaşayıp duruyor. Bunun en son ama traji-komik örneği müftülere nikâh kıyma yetkisi verilmesi sorunu etrafında yaşanan tuhaf tartışmalar. Tartışmaların odak noktası, tam yüzyıl önce başladığımız yer: Laikliğin altı oyuluyor, diye feryat-figan ediliyor…
Sekülerlik ve laiklik kavramları, elbette ki, farklılıkları olan kavramlar. Dağıtmamak için, konuyu, laiklik kavramı üzerinden sürdürmek istiyorum.
BATI’DA LAİKLİĞİN UZUN VE KANLI BİR TARİHİ VAR…
Batı’da laikliğin uzun, uzun olduğu kadar da kanlı bir tarihi var. Batı toplumlarının, modernliğe geçiş sürecinde sekülerleşmeye / laikliğe ihtiyaçları vardı. Kilise Hıristiyanlığı, insan iradesini yok sayıyor, insanın özgürlüğünü ipotek altına alıyordu.
İslâm medeniyetinin, dört bir taraftan Avrupa’nın içlerine kadar yayılan meydan okumasına, Kilise Hıristiyanlığı’nın, insanı, aklını, özgürlüğünü hiçe sayan donmuş dünyasından yola çıkarak hem ayakta durması hem de bu meydan okumaya cevap üretmesi mümkün değildi.
O yüzden insan aklını, özgür iradesini keşfedebilmesi, Batılıların, İslâm medeniyetiyle girdikleri temas neticesinde mümkün olabilmişti: İslâm medeniyeti, modernleri doğurmuş, Batı’yı tarihe kışkırtmıştı.
Modernler, ancak Kilise’den kurtuldukları zaman, İslâm’ın geliştirdiği meydan okuma karşısında yok olmaktan kurtulabileceklerini farketmişlerdi.
O yüzden Batılılar, modernliğe geçiş sürecinde, Grek düşüncesini, Müslümanlardan öğrendiler -Arapça eserlerden.
Batılılar, Grek düşüncesiyle daha önce de ilişkiye geçmişlerdi İskenderiye’de.
Sonuç, tam anlamıyla fiyasko oldu: Grek düşüncesi, Hıristiyanlığı yuttu. Paganlaştırdı.
Ama Müslümanlar, Grek düşüncesiyle, Batılılardan / Hıristiyanlardan altı asır sonra irtibata geçtiler ama Hıristiyanlık gibi Grek düşüncesi tarafından yutulmadılar!
Grek düşüncesiyle, yani kendi felsefî kökleriyle, ancak Müslümanların yardımıyla irtibata geçebildiler Batılılar!
TÜRKİYE’DE LAİKLİĞİN ABSÜRD GEREKÇESİ VE OLMAYAN TARİHİ
Altını çizerek söylüyorum: Türkiye’de laikliğin tabiî bir tarihi olmadı, olamazdı: Laikliği zorunlu kılacak Kilise çağlarında yaşanan sorunlar yaşanmadı bu toplumda.
Özgür irade sorunu, insanın aklını kullanamaması, bir yerlere ipotek etmesi sorunu yaşanmadı hiç bir zaman. Dahası, en uç akımlar bile İslâm düşüncesi içinde yer aldı tarih boyunca…
Laiklik, dışardan ve tepeden dayatıldı bu topluma.
Laiklik, zihnimize giydirilmiş bir deli gömleğiydi. Hayatımıza vurulmuş bir pranga.
Bu topraklarda, laik bir toplum icat etmek ve İslâm, toplumun hayatından uzaklaştırılmak istendi.
Laikliğin gerekçesi, şuydu: “Bu toplum geri kaldı. İslâm, bizi geri bıraktırdı. Dolayısıyla Türkiye çağdaşlaşmalıydı. Çağdaşlaşmanın tek yolu, laikleşmekti.” (!)
Bu gerekçe, bizim zihnimizle de, tarihî gerçeklerle de alay eden sığ ve ürpertici bir gerekçeydi.
Oysa bir toplum, kendini inkâr ederek yeni bir atılım gerçekleştiremezdi. Kendini inkârın kaçınılmaz neticesi, intihar olabilirdi ancak.
Nitekim öyle de oldu, ne yazık ki.
BU ENTELEKTÜEL SIĞLIKLA BİR YERE GİDEMEYİZ…
Kimsenin laikliği tartışmaya ne mecali ne de entellektüel birikimi var. Sığlık diz boyu hem laik kesimlerde hem de İslâmî kesimlerde. Temel sorunumuz sığlık bu ülkede.
Laiklik tartışılamaz bir dogma. Oysa bu, tastamam zihnin donması.
Laikliğin dogma hâline getirilmesi, zekâmızla alay edilmesi anlamına geliyor. Düşünsenize, laiklik, “değiştirilmesi bile teklif edilemez” bir madde olarak yer alıyor bu ülkenin anayasasında. Sadece bu ülkenin anayasasında şu koskoca dünyada! İyi de, neden peki?
Laikliğin anavatanı, dünyanın en laik ülkelerinde bile laikliğin tartışılmaz olması, dogma katına yükseltilmesi, laikliği tartışanların aforoz edilmesi gibi absürdlükler düşünülemez bile.
Ama burası Türkiye!
Celladına âşık tasmalı çekirgeler, gulyabanîler ülkesi!
Benim anlayamadığım mesele şu: Bir yandan hızlı ve sefih bir sekülerleşme süreci gözleniyor toplumda... O yüzden inanılmaz cinayet biçimleri yaşanıyor, boşanma oranları tavan yapmaya başladı... Toplumun, özellikle de genç kuşakların İslâm’la ilişkisi hızla aşınıyor… Öte yandan da, her fırsatta giyim-kuşam üzerinden, Atatürk heykellerine yapılan tastamam tezgâh olduğu anlaşılan tuhaf saldırılar gerekçe gösterilerek laiklik pompalanıyor…
Birileri laiklik üzerinden topluma sopa sallamaktan geri durmuyor…
Yeter ama!
Şunu aslâ unutmayacaksınız: Bu toplum, tam altı asır, 72 millete, dine, ırka mensup toplumu bir arada yaşama tecrübesi üretebilmiş tek toplumdur. Bunu da laiklik üzerinden değil,
İslâm üzerinden başarabilmiştir.
Laiklik bizi bozar! Bozuyor da nitekim…Vesselâm.Yarın, çok geç olabilir…
Yusuf Kaplan
25/08/2017 Cuma
Türkiye kuşatılıyor…
Güney sınırlarımız üzerinden Türkiye’nin altı oyuluyor…
Nevzuhur bir “terör devleti” icat edilerek bütün bölge ülkelerinin ama özellikle de Türkiye’nin güvenliği ve bağımsızlığı tehdit ediliyor…
Sahnede kanlar içinde kaldı
Sahnede kanlar içinde kaldı
Kadife sesli şarkıcı olarak tanınan ünlü İspanyol şarkıcı Julio Iglasias'ın kendisini gibi şarkıcı olan oğlu Enrique Iglasias, Meksika'da konser verirken, görüntü alan İHA'nın pervanesinin eline çarpması sonucu binlerce seyircinin gözleri önünde kanlar içinde kaldı.
Türkiye, bu duruma seyirci kalamaz: Bir yandan bütün diplomatik imkânlar harekete geçirilmeli ama öte yandan da duruma derhal müdahale edilmeli, emperyalistler ters köşe yapılmalı, oyunları bozulmalı!
GÜCÜ KUTSAYAMAYIZ AMA GÜÇLENMEK ZORUNDAYIZ…
En iyi zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Bu, doğru.
Savaşmadan zafer kazanmanın olmazsa olmaz şartları var elbette.
Her bakımdan güçlü olmak, bunların başında gelir.
Gücü kutsamıyorum, kutsayamayız.
Bizim gücümüz, maddî güce değil hakikate dayanır.
İslâm tarihi boyunca böyle olmuştur büyük ölçüde.
Yine İslâm tarihinin de, dünya tarihinin de neredeyse bin yıllık en önemli bölümünü yaptığımız Selçuklu, Eyyûbî ve Osmanlı tecrübelerinde, gücü değil hakikati eksene aldık.
O yüzden yeryüzünde, üç kıtada en az beş asır adaleti hâkim kılan -yeniden keşfedilmeyi bekleyen- muazzam ve muazzez bir medeniyet tecrübesi armağan ettik insanlığa.
Fakat içinde yaşadığımız dünyada, dünya, güç üzerinde/n dönüyor…
Ne yazık ki, vaziyet böyle.
Hakkın, hukukun, adaletin büsbütün hiçe sayıldığı, üstelik de “özgürlükler, hukukun üstünlüğü, demokrasi” gibi Batılıların işgallerini maskeleyici ayartıcı sloganlar eşliğinde hukukun ve adaletin yok edildiği bir zaman diliminde yaşıyoruz.
“Gücü gücü yetene” ilkesizliğinin, “güçlü olanın hayatta kalabileceği” Darwinyen orman kanunlarının tek geçer akçe hâline geldiği bir dünyada varlığınızı sürdürebilmek için her bakımdan güçlü olmak zorundasınız.
DİPLOMASİ VE İKİNCİ FIRAT KALKANI HAREKÂTI
Savaş, en son seçenektir, elbette ki.
Bunu söylemek bile gerekmiyor.
Ama tehlike her geçen gün hızla büyüyor ve durum, bizim kontrolümüzden çıkmak üzere…
Tıpkı Birinci Fırat Kalkanı operasyonunda olduğu gibi, bir yandan bütün diplomatik adımları atmak öte yandan da duruma fiilen müdahale etmekten başka seçenek kalmıyor önümüzde…
Meselenin diplomatik ayağını aslâ ihmal edemeyiz.
Türkiye, bu konuda şu aşamada önemli diplomatik ataklar geliştiriyor: Önce İran Genelkurmay Başkanı Türkiye’ye geliyor… Ardından ABD Savunma Bakanı… Sonra da Rusya Genelkurmay Başkanı gelecek…
Bu arada Başbakan Binali Yıldırım, Uzak Asya kaplanlarına ekonomik ve stratejik değeri büyük bir çıkarma yapıyor.
Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Irak, Suriye, Erbil hattında mekik dokuyor… Özellikle Barzani’nin referandum girişimini önlemek için bütün diplomatik imkânları kullanıyor.
Tam bu noktada, MHP lideri Devlet Bahçeli’nin “Erbil’in referandum kararı, savaş sebebi sayılmalı” açıklaması, Türkiye’nin elini güçlendirecek önemli ve tarihî bir açıklama olarak kayda geçirilmeli ve iyi değerlendirilmeli.
Bu diplomatik ataklar sürerken Türkiye, “terör devleti”nin kurulmasına karşı askerî olarak müdahalede bulunmaktan çekinmemeli, Türkiye’nin altını oymaya çalışan emperyalistlere ve kuklalarına beklemedikleri bir ders vermeli.
TÜRKİYE’NİN ALTININ OYULMASINA SEYİRCİ KALAMAYIZ!
Türkiye, tam bir yıl önce başlattığı Fırat Kalkanı operasyonuyla hem stratejik üstünlüğü hem de psikolojik üstünlüğü ele geçirmişti bölgede ilk kez.
Ama emperyalist devletler, bu durumdan çok rahatsız oldular ve terör örgütlerine, özellikle de YPG’ye, “DEAŞ’la / terörle savaşıyoruz” diyerek açık açık, gözümüzün içine baka baka silah yardımı yapmaya, dahası bölgede, tam bir çıbanbaşı işlevi görecek, bölge ülkelerini karıştıracak özellikle de Türkiye’nin parçalanmasına kadar gidecek kadar tehlikeli bir “terör devleti” icat etmeye başladılar…
Bütün yapılanların nihâî hedefi, önce Türkiye’nin dışardan kuşatılması, sonra içerden karıştırılması ve son olarak da parçalanmanın eşiğine sürüklenmesidir.
Türkiye, bu duruma daha fazla seyirci kalamaz.
Türkiye, İkinci Fırat Kalkanı operasyonunu başlatmalı ve emperyalistleri ters köşe yapmalı, hepsine unutamayacakları bir ders vermelidir.
Unutmayalım: Yarın, çok geç olabilir…
Vesselâm.Balkanlar bize bakıyor, Yetimkale sizi bekliyor…
Yusuf Kaplan
27/08/2017 Pazar
YETİMKALE / PRİZREN
Balkanlar bize bakıyor…
Balkanlar’a barışı, kardeşliği, hak, hukuk, hakkaniyet ve adaleti “biz” hâkim kılabiliriz yeniden.
“Biz” yani derdi yalnızca hakikat olan, hakikat bayrağının dört bir kıtada dalgalanması için bin yıl mücadele ve mücahede eden yeniden İslâm’ın sancaktarı olacak bir Türkiye.
O yüzden Balkanlar bize bakıyor, bizi bekliyor…
Kosovalı bir film yönetmeni, “Balkanlar’da biz iki şey için dua ederiz: Birincisi, Allah rızası için. İkincisi de, Türkiye için” diyor.
O yüzden iyi hazırlanmalıyız, diyorum, bendeniz de…
Bursaspor'un 3. kralı
Bursaspor'un 3. kralı
Bursaspor'un başarılı forveti Fernandao, bu sezon rakip fileleri 22 kez havalandırarak, yeşil-beyazı takım adına krallık koltuğuna oturan 3'ncü isim oldu.
ÜÇ AY SONRA İKİNCİ KOSOVA SEFERİ!
Üç ay sonra yeniden Kosova’dayım. Ramazan’da Osman Atalay kardeşimle İHH’nın yetim faaliyetleri için Kosova’daydık. Priştine, Prizren ve Mamuşa’da Kosovalı kardeşlerimizle buluşmuş, halleşmiş, dertleşmiş, hasret gidermiştik.
Osman Atalay, Balkanlar’ı adım adım, karış karış, sokak sokak tanıyan, Balkanlar’la yatan, Başkanlar’la kalkan bir gönül eri. Balkanlar’ı ona soracaksınız. Türkiye, Balkan stratejisi geliştirirken Osman Atalay’dan istifade edemezse, geliştirilen Balkan stratejisi kesinlikle eksik olur, kadük kalır.
Osman Atalay’ı tanıyanlar bana hak verecektir.
Bu arada Müfid Yüksel’in Balkanlar konusundaki bilgi ve birikiminden de mutlaka istifade edilmeli. Bunu da burada bir haksinaslık olarak hatırlamam gerekiyor. Bir de Yusuf Armağan kardeşim var. Onu yazmama, hatırlatmama gerek yok sanırım.
Son olarak burada Balkanlar için özellikle televizyon alanında çok büyük işlere öncülük eden TRT-Diyanet’in genel müdürü Sedat Sağırkaya kardeşimi de hatırlatayım size. O gizli bir kahraman. Allah rızası için nefes alıp veren bir Müslüman.
Şimdi yine Kosova’dayım. Bu kez Osman Atalay kardeşim yok ama onun organize ettiği bir kaç program için buradayım.
Dün Prizren’de Yunus Emre’de verimli bir program yaptık. Yunus Emre programını, izlenimlerimi Pazartesi günü sizlerle paylaşacağım.
Bugün Mamuşa’daki kardeşlerimizle birlikte olacağız. Mamuşalı kardeşlerimizin gözdolduran çalışmalarını yarın yazacağım, moral bulacaksınız.
YETİMKALE: TEK BİR YETİM KALMAYINCAYA KADAR…
Yazıyı, Prizren’in Uludağ’ı olarak adlandırılabilecek en tepe noktasında yer alan Yetimkale’den yazıyorum.
Yetimkale’yi duydunuz mu?
Yetimkale, bir otel ve lokanta. Bir tatil yeri.
Tertemiz havası, tabiatla iç içe doğası, dünyanın dört bir yanından insanların dinlenmek için buraya gelmelerine yetiyor.
Yetimkale, basit bir tatil yeri değil; bir buluşma ve kaynaşma mekânı: Dünyanın dört bir tarafından gelen Müslümanlarla burada tanışmanız, dertleşmeniz, kardeşliğinizi perçinlenmeniz, ortak rüyalarınızı büyütmeniz mümkün burada.
Ama Yetimkale Türkiye’de yeterince tanınmıyor.
Bu üzücü. Üzücü; çünkü İHH’nın partneri Yetimkale.
Kuruluş gerekçesi ve hikâyesi gerçekten göz yaşartıcı Yetimkale’nin…
1998-1999 Kosova Savaşı’ndan sonra dört Müslüman bir araya geliyor ve Kosova’da yetim kalmayıncaya kadar yetimlere sahip çıkacak bir şeyler yapmamız gerekiyor, diyor ve Yetimkale projesini geliştiriyorlar.
Dört inanmış adam: Hacı Kemal Yunus, Hacı İskender Yunus, Hacı Mustafa Curcali, Hacı Nasır Bütüç.
Fakat bir sorunları var: Savaştan yeni çıkmışlar, böyle bir projeyi hayata geçirmek için ciddî bir destek gerekiyor.
Destek, İHH’dan geliyor. İHH, her tür desteği veriyor.
Yetimkale’de beş vakit ezan okunuyor, namaz kılınıyor bir çadır-mescitte.
Mekke ve Medine’den sonra hayatımda lezzet alarak kıldığım, gözyaşlarımı tutamadığım Cuma namazını bu çadır-mescit’te kıldım.
Buraya mutlaka gelmelisiniz. Ekipler, gruplar halinde gelmelisiniz. Çocuklarınızla gelmelisiniz. Buranın havasını, burada dünyanın dört bir köşesinden gelen Müslümanlarla kardeşliğin havasını solumalısınız.
Yetimkale’nin isimlerini zikrettiğim kahramanlarıyla dün bir toplantı yaptık. Osman Atalay’ın kulaklarını çınlattık.
Çok güzel insanlar.
Yetimkale’nin gizli kahramanı, çocukları Türkiye’de okuyan Hacı Bayram Peza ile tanışmalısınız.
Unutamayacağınız bir iz bırakacak Yetimkale’de geçireceğiniz, iliklerinize kadar soluyarak yaşayacağınız bir kaç gün.
Böylesine enfes bir projeyi hayata geçiren güzel insanları ve İHH’yı yürekten kutluyorum. Ve İHH’nın ne demek olduğu, ne kadar hayatî bir iş ve işlev gördüğü gerçeği üzerinde bir kez daha derinlemesine düşünün ve dua edin, diyorum.
İyi ki İHH var. Ve iyi ki İHH’nın her şeyi demek olan Bülent Yıldırım var.
Yazacaklarım bitmedi. Yarınki yazıda kaldığımız yerden devam ederiz.
BALKANLAR'DA BARIŞIN TEMİNATI İSLÂM VE TÜRKİYE’DİR…
Yalnız şu kadarını mutlaka söylemem gerekiyor yazıya son verirken…
Balkanlar’da yeniden barışın ve adaletin hâkim kılınabilmesi ancak İslâm’ın diriltici ruhunun canlandırılmasıyla mümkün. Bunun başka yolu yok.
Balkanlar, Avrupa’nın bir parçası ama sadece kan ve gözyaşı armağan ettiler Avrupalılar Balkanlar’a!
Balkanlar’a barışı, kardeşliği ve adaleti yalnızca biz hâkim kıldık. Biz, yani Müslümanlar.
O yüzden eğer Balkanlar’da İslâm’ı devre dışı bırakırsanız, ne Balkanlar günyüzü görebilir ne de Türkiye’nin güvenliği nihâî olarak teminat altına alınabilir.
Balkanlar patlamaya hazır bomba gibi. Bıçak sırtında duruyor. Türkiye’nin, bir an evvel toparlanıp, yeniden Balkanlar’ı toparlamasını bekliyor…
Balkanlar’da insanlar, gece gündüz bunun için Türkiye’ye dua ediyor.
Siz de bizi bekleyen kardeşlerimiz için hem kavlî hem de fiîlî dualarınızı eksik etmeyin, Balkanlar’ı yeniden ve yeniden keşfedin, mutlaka buralara gelin, kardeşlerimizle hasret giderin ve Türkiye’nin sınırlarının coğrafî sınırlardan ibaret olmadığını, Türkiye’nin asıl sınırlarının gönül ve ruh coğrafyamızın sınırları olduğunu, bunun da Balkanlar’dan Kafkaslar’a, Yemen’den Türkistan’a ve Kuzey Afrika’ya kadar uzandığını bilfiil görün…
Vesselâm.
.Dünya bizi bekliyor… İyi hazırlanmalıyız…
Yusuf Kaplan
28/08/2017 Pazartesi
Türkiye’nin sınırları coğrafî sınırlarından ibaret değildir.
Türkiye, Türkiye’den daha fazla bir yerdir.
Türkiye’nin bir de gönül ve ruh coğrafyası vardır; gönül ve ruh coğrafyasının sınırları Balkanlar’dan başlar, Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya ve Yemen’e kadar uzanır...
Ebu Seyyaf operasyonunda 64 ölü
Ebu Seyyaf operasyonunda 64 ölü
Filipinler'de düzenlenen Ebu Seyyaf operasyonlarında 5 ayda 64 Ebu Seyyaf militanı öldürüldü.
Dünyada gönül ve ruh coğrafyası neredeyse dünya coğrafyasının çoğuna ulaşan, kendisine dua edilen ikinci bir ülke yoktur.
O yüzden Türkiye, oran olarak mazlumlara en çok yardım yapan, gönül ve ruh coğrafyasının Türkiye’ye baktığının bilinciyle hareket eden bir ülke hâline gelmiştir Allah’a çok şükür…
DÜNYADA GÖNÜL VE RUH COĞRAFYASI OLAN TEK ÜLKEYİZ…
Gönül ve ruh coğrafyamıza her bakımdan ve her alanda tam anlamıyla ulaşabildiğimiz elbette söylenemez.
Ama bir de yarın -Allah’ın izniyle- gönül ve ruh coğrafyamızla bir şekilde birleştiğimizi, bütünleştiğimizi, tabiî, insanî, kültürel ve tarihî imkânlarımızı birlikte kullandığımızı ve seferber ettiğimizi düşünün…
İşte o zaman bizim önümüzde, imkânlarını müştereken harekete geçiren gönül ve ruh coğrafyamızın önünde kimse duramaz…
O gün şu şartlarda çok uzak görünüyor olabilir ama zihnimizdeki prangaları kırdığımızı, bizi birbirimizden uzaklaştıran, ayıran yapay sınırları ortadan kaldırdığımızı, yok ettiğimizi düşünün…
Evet işte o zaman yeni bir dünyanın, adaletin, sulhün, selametin ve hakkaniyetin hâkim olacağı yeni bir dünyanın kurulma süreci başlayacaktır…
Bu, şu ân, mevcut şartlarda zor gibi gözüküyor olabilir ama hiç de imkânsız değil.
O gün hiç de uzak değil.
Gönül ve ruh coğrafyamızın kan ve gözyaşına boğulmuş olması, aynı zamanda, direnişin, teslim bayrağı çekmeyişin ve yeniden toparlanma iradesi beyanının bir ifadesidir.
Yeni bir doğumun işaret fişeğidir.
Gönül ve ruh coğrafyamız paramparça. Bu, doğru.
Ama teslim bayrağı çekmemek, yeniden toparlanmak ve ayağa kalkmak için direniyor… Bu da doğru. Bunu da görelim ve hiç de küçümsemeyelim.
Nerede bir zulüm varsa, bilin ki, bütün Müslümanların yüreği orada atıyor…
Bu basit bir şey değil.
Gönül ve ruh coğrafyamızın dışında dünyanın hiç bir coğrafyasında böyle bir şey sözkonusu değil.
Sözgelişi, Batı dünyasının böyle bir gücü yok. Batı dünyasının tek gücü kaba güç.
Kaba güçle hiç kimseyi bir araya toplayamaz, aynı hedefe doğru koşturamazsınız.
TÜRKİYE BOŞUNA KUŞATILMIYOR…
Oysa bizim gönül ve ruh dünyamızda insanların kalpleri aynı anda atıyor, dünyanın en ücra köşesindeki mazlumların dertleriyle hem dert oluyor.
Bunun bir adım sonrasını görebilmeli ve ona göre çok iyi hazırlanmalı, saflaşmalı, saflarımızı sıklaştırmalı, imkânlarımızı birleştirmeli ve insanlığın insanca bir dünyaya kavuşabilmesi için seferber edebilmenin maddî ve manevî yollarını inşa etmek için vargücümüzle çalışmalıyız…
İşte gönül ve ruh coğrafyamızın insanları, Balkanlar, Kafkaslar, Kuzey Afrika, bütün bir mazlum coğrafya bize bakıyor, bizim toparlanmamız ve ayağa kalkmamız için dua ediyor…
Artık şunu görelim…
Dünyada Batı’nın sömürgecilik, zulüm, talan demek olduğunu göremeyen, Batı’ya hayranlıkla bakan tek ülke biziz… Daha doğrusu, bizim celladına âşık tasmalı çekirgelerimiz, dünyada türü olmayan, kelaynakları, gulyabanîleri andıran Batıcı laiklerimiz!
Oysa dünyanın hiç bir coğrafyası, Amerika’ya, İngiltere’ye, Almanya’ya filan umut olarak bakmıyor, dua etmiyor…
Batılı ülkelerin, terör örgütleri üzerinden, sahip oldukları kaba güç üzerinden estirdikleri terör havasının, gerçekleştirdikleri zulüm ve işgallerin, döktükleri kanın ve gözyaşının bitmesi ve Batılıların işgal ettikleri coğrafyalardan defolup gitmesi için kahrediyor, dua ediyor, mücadele ediyor…
Tekrar ediyorum: Dünya, Batılılara lanet okuyor… Ama bize dua ediyor, bizi bekliyor, toparlanıp yeniden ayağa kalkacağımız günleri özlüyor…
Çizdiğim bu tablo, hayalî bir tablo değil. İçinde yaşadığımız dünyanın yakıcı gerçeği…
İYİ HAZIRLANMAK ZORUNDAYIZ…
O yüzden Türkiye içerden ve dışardan kuşatılıyor…
O yüzden Türkiye’nin yeniden toparlanamaması, ayağa kalkamaması için içerden ve dışardan Türkiye’nin önü tıkanmaya çalışılıyor…
Fakat şundan eminim artık: Batı hâkimiyetinin sonuna, yeniden Türkiye’nin gelişine tanık oluyor dünya…
Bu yakıcı gerçeği görebilmek için Balkanlar’a, Kafkaslar’a, Kuzey Afrika’ya bir kez olsun açılmanız kâfî…
Bir kez olsun Prizren’e, Priştine’ye; Üsküp’e, Saraybosna’ya, Mekke’ye, Medine’ye, Yemen’e, Sudan’a gidin, insanların Türkiye’yle yatıp Türkiye’yle kalktıklarını görecek ve küçük dilinizi yutacaksınız…
Masal anlatmıyorum… Bizzat tanık olduğum, gördüğüm gerçekleri paylaşıyorum sizlerle…
İnsanlar bizi bekliyor…
O yüzden çok iyi hazırlanmalıyız…
O yüzden kenetlenmeli, birliğimizi, dirliğimizi, kardeşliğimizi pekiştirecek köklü adımlar atmalıyız…
O yüzden daha fazla vakit kaybetmeden içerdeki sorunlarımızı hızla hâlletmeli, b/ilim, düşünce, sanat, siyaset, medya ve kültürde geleceği inşa edecek, önümüzü açacak, bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan öncü kuşakları yetiştirecek devrim niteliğinde adımları atmanın yollarını bulmalıyız…
Vesselâm.Kevser ve ebter: Nahr günleri ve “intihar” günleri
Yusuf Kaplan
1/09/2017 Cuma
Kurban Bayramı’na bu yıl da buruk giriyoruz…
Arakan’da dünyanın gözü önünde bir soykırım yaşanıyor…
Dünya seyrediyor…
Sözümona Müslüman ülkeler seyrediyor…
Birleşmiş Milletler, zoraki bir toplantı yapıyor ve “sadece kınıyoruz” diye bir açıklama yapıyor.
İnanılır gibi değil gerçekten! “Sadece kınıyoruz” derken, “bir milyon Müslümanın katledilmesine göz yumuyoruz, kına yakıyoruz” der gibiler!
Lanet olsun size!
Lanet olsun kanla kurduğunuz, masumların kanını akıtarak koruduğunuz kapitalist düzeninize!
Ebter olasınız: Soyunuz kurusun!
İnsanlık sizden kurtulsun, rahat nefes alsın.
Düşün insanlığın yakasından!
O “insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” gibi zorbalıklarınızı, döktüğünüz kanı, akıttığınız gözyaşını maskeleyici, ayartıcı, sahte söylemleriniz başınıza çalınsın!
Gölge etmeyin, başka istemiyor bu dünya sizden!
Defolun işgal ettiğiniz yerlerden, kanla beslendiğiniz mazlum coğrafyalardan, yeter!
Bugün sizlerle yine de kurbanı, bayramı ve anlamını konuşacağım bu zorbalara, barbarlara inat!
Bayramı çok görüyorlar bize! Ama bayramı yapacağız, yaşayacağız buruk da olsa…
Bu buruk bayramlar, bizi olgunlaştıracak, birbirimize daha da yakınlaştıracak, kenetleyecek, bağlayacak, kardeş kılacak inşallah…
KEVSER SÛRESİ’YLE GELEN HABER…
Kurban ve bayramına dâir Kitabımız’da birkaç yerde “haber” vardır. Ama Kevser sûresinde verilen ihbar, ihtar ve emirler, oldukça çarpıcı ve anlam yüklüdür.
Kevser sûresi, Kutlu Kitabımız’ın en kısa ama İslâm’ın tekliflerini, vaatlerini, haberlerini, temellerini, temel direklerini en mükemmel, en özlü şekilde tasvir, tavsif ve tarif eden sûrelerin başında gelir, biliyorsunuz.
İlkin Kevser sûresi’nin mealini verelim. Meali, Elmalılı’nın tefsirinden aktarıyorum:
“1-Biz verdik sana hakikatte Kevser. 2-Sen de Rabbın için namaz kıl ve kurban kesiver. 3-Doğrusu, sana buğz edendir ebter.”
Sûrede öne çıkarılan iki kilit kavram var: Kevser ve ebter.
Elmalılı, müfessirlerin kevser’e 26 değişik anlam verdiklerini zikrediyor; bunlardan beşini alıyor ve enfes bir şekilde izah ediyor.
Kevser, lügatte „çokluk” anlamına geliyor. Müfessirler, sûredeki kevser’i özetle “hayr-ı kesîr”, yani “çok, pek çok hayır” olarak tercüme ediyorlar.
Ebter ise, sözlükte, "nesli tükenmiş” demek.
Sûre’nin nâzil oluş sebebi, Hz. Peygamber’in (sav) oğlu Kasım’ın vefatı üzerine kâfirlerin, Peygamberimize “ebter” diye hitap etmeleri.
Elmalılı’nın Kevser’in anlamlarına ilişkin yaptığı zihin ve ufuk açıcı izahattan beşini sizlerle -özetleyerek- paylaşmak istiyorum:
BEŞ KEVSER HÂLİ VE AHVALİ
Birinci anlam: Kevser, Cennet’te bir nehr’in adıdır. Kâinâtın övüncü ve bütün âlemlere rahmet olarak gönderilen sevgili Peygamberimize Kevser’in Mi’rac’ta gösterildiğini, ümmetine, nehirlerin en güzeli Kevser nehrinin bir nimet olarak vadedildiğini sahih hadislerinden öğreniyoruz.
İkinci anlam: Kevser’den muradın, bizzat nübüvvet şerefi olduğu belirtiliyor: Elmalılı, nübüvvet’in, Peygamberimizin âlemlere rahmet olarak gönderildiğinin en önemli işâreti olduğunu zikrediyor ve Hz. Peygamberin Müslim, Mü’min ve Muhsin olanlara iki dünyanın nimetlerini tatmalarının vasıtası olduğuna dikkat çekiyor.
Üçüncü anlam: Kevser’den muradın âlimler olduğu zikrediliyor. Elmalılı, "ilmen ve ahlâken verese-i Enbiya olan ulemâ, hayr-ı kesîrdir”; bu sebeple, ulemâ, İslâm’ın, Müslümana teklif edilen mükellefiyetlerini hatırlatarak, iki dünyada rahmet-i ilâhiyeyi halka haber verir ve ulaştırır, diyor.
Dördüncü anlam: Kâinât ve içindeki her şeydir. Zira kâinât ve içindeki her şey, Allah’ın inşâ ve her dâim ihya ettiği düzenini, emrini yerine getirir ve böylelikle, eşref-i mahlûkât olan insana Allah’ın rahmetini bahşeder.
Beşinci anlam: Hz. Peygamberin evladlarının ve ümmetinin kesreti’dir (çokluğudur). Elmalılı burada, “bu, düşmanlarının zannettiği gibi, senin oğullarının li-hikmetin vefatıyla, neslin tükenmeyecek,... [aksine] mürûri zaman ile... pek çok nesil vereceğiz, [demek oluyor],” diyor.
MEKKE’DEN MEDİNE’YE… EBTER’DEN KEVSER’E…
Bilindiği gibi, Kur’ân-ı Kerîm, Mekke’de ve Medine’de nâzil oldu. Bu sûre, Mekke’de nâzil olan sûrelerden.
Mekke’de nâzil olan sûreler ve âyetlerle, İslâm, bir din olarak hayat buldu. Medîne’de nâzil olan sûreler ve âyetlerle ise, İslâm, hayat oldu.
Mekke’de insana müdahale edildi; Müslüman şahsiyetin ve zihnin tekmili, tesisi ve inşası sağlandı.
Medine’de ise hayata müdahale edildi, İslâm, bizzat hayatın kendisi oldu; Müslümanca yaşama zemini kuruldu…
Başka bir deyişle, Mekkî âyetler, İslâm’ın yaratıcı ruhunun, Medenî âyetler ise, kurucu iradesinin temellerini attı.
Kevser, mü’minlere hediye edilen yaratıcı ruh’tur. Ebter ise, bu yaratıcı ruhtan nasîbini alamayanların, dünyaya tapanların, dünyadan başka bir hayat tanımayanların bu dünyada verdikleri kavgayla dünyayı karanlığa, zindana çevirenlerin yıkıcı iradelerinin adıdır. Ama şu kesin: Şirkin, zulmün, küfrün ömrü de, insanlığa verdiği hayırları da sınırlıdır.
Ebter hâli, bir intihar hâlidir: Yitiş ve bitiş durumu.
Kevser hâli ise, gürül gürül akan, aktıkça berraklaşan bir nahr hâli: Her dâim oluş, kendi oluş ve varoluş imkânı.
Kurban, münbit bir Kevser mevsimidir; iman eden insanı, hem Allah’a ve varlıklar âlemine, hem de eşyâ’nın ve kâinâtın hakîkatine yaklaştıran, yakınlaştıran bereketli, leziz bir iklim…
O hâlde Kurban Bayramı ikliminiz ve kevseriniz dâim ve kâim olsun, mazlum Müslümanları Kurban Bayramı’nda kurban etmekten çekinmeyenler ve “sadece kınıyoruz” diyenler, ıslah olsunlar, eğer ıslah olmayacaklarsa “soyları kurusun” diye duâ ediyorum.
Hayırlı bayramlar.Gönül coğrafyamız, fokur fokur kaynıyor, bizi bekliyor…
Yusuf Kaplan
8/09/2017 Cuma
Bu toplumda bir “şey” var; başka toplumlarda olmayan bir şey bu: Ruh.
O yüzden Türkiye ruhsuz dünyanın ruhu, mazlumların umududur, diyorum.
Dikkat buyurulsun lütfen: Umudun kaynağı ruhtur; ruhun olduğu yerde yeşerir umut.
Ruhun olmadığı yerde yalnızca gürûh vardır.
Amerika’dan yayılan ruhsuz popüler postmodern kültür, yalnızca gürûh’lar icat ediyor…
Dünyaya ruh’u biz armağan edeceğiz: Arakanlı Müslümanlara yalnızca bizim sahip çıkmamız, bunun küçük ama önemli bir işaret fişeği…
BU TOPLUMUN RUHUNUN İKİ TEMELİ: İRFAN VE ÇİLE
Bu topluma ruh’unu veren “şey” nedir, peki?
İki şeydir: Birincisi irfan, ikincisi de çile’dir.
Bu toplumun mayası irfanla karılmış, çile’yle yoğrulmuş, buradan ruh doğmuştur.
Fussilet Sûresi 53. âyette emredilen iki özellik, “enfüs” ve “âfak”, bizim ruhumuzu oluşturan iki kurucu ilkede ete kemiğe bürünmüştür.
Âyette, enfüs de, âfak da “yolculuk” metaforu üzerinden tasvir ve tarif edilir.
Hakikate ulaşmak için enfüs’te ve âfak’ta yolculuk yapmamız emredilir bize…
Enfüs, içe doğru yolculuk; âfak’sa dışa doğru yolculuktur.
Bu âyet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav) tarafından zihin ve ufuk açıcı bir şekilde tefsir edilmiştir.
Buna göre, asıl yolculuk “enfüs”te, yani içe doğru yapılan yolculuktur. Kişi, iç yolculuğunu tamamlayıp olgunluğa ulaştığı ândan itibaren “âfak”ta / dış dünyada yolculuğa çıkmaya başlar, hem zihnini, hem kalbini harekete geçirir ve ortaya ruh çıkar.
Böylelikle kişi, önce kendine çeki düzen verecek, sonra da, iç yolculuk ve olgunlaşmanın meyvesini dışarı’da, dış dünyada görecektir.
İç yolculuğunu tamamlayanlar, dışarda dört nala koşarlar…
EHL-İ SÜNNET OMURGA’YI İRFAN VE ÇİLE’YLE İNŞA ETTİK…
İşte bu toplumun mayası irfanla karıldı ve bu toplum, iç dünyasını sağlam temeller üzerinden inşa etti.
Haçlı ve Moğol saldırılarının İslâm dünyasını kasıp kavurduğu bir yok oluş mevsiminde, mayası irfanla karılan Selçuk ve Eyyüb çocukları, bütün zorluklara göğüs gerdiler, muazzam bir çile çektiler, çile onları bileyledi, mayayı ruha dönüştürdü ve bütün saldırıları püskürttüler.
Böylelikle İslâm medeniyeti yaşadığı ve İslâm dünyasını kasıp kavuran bu felâketi, işte bu ruhla aştı.
O yüzden bu toplum her zaman “kurucu” ve “koruyucu” oldu: Hakikat bayrağını yere düşürmemek için üç kıtada, yedi iklimde büyük bir direniş ve diriliş destanı ortaya koydu.
Selçuklu ve Eyyûbīler direnişin adı oldu, dirilişin tohumlarını ekti.
Osmanlı’ysa, dirilişin ve üç kıtada hakikat bayrağını dalgalandırmanın, dolayısıyla adalet, hakkaniyet, sulh ve selâmete dayalı aşılamamış bir medeniyet tecrübesinin ve ufkunun adı ve adresi.
Yaklaşık bin yıl muazzam bir gönül coğrafyası inşa edildi. Bu gönül coğrafyasının omurgası, şemsiyesi Ehl-i Sünnet’ti. İslâm dünyasını tam bin yıl dimdik ayakta tutan, birleştiren, evrensel bir dünya düzeni kurulmasını mümkün kılan bu Ehl-i Sünnet omurganın kurulabilmesi ve bütün Müslümanları koruyabilmesi, işte bu irfan mayası ve çile tecrübesiyle sözkonusu olabilmişti.
İrfan mayası ve çile tecrübesi, bu toprakların çocuklarına muazzam ve sarsılmaz bir ruh armağan etmişti.
BU RUH, YERİ VE ZAMANI GELİNCE FIŞKIRACAK…
Bu ruh, son iki asırdır yara aldı ama yok edilemedi. O yüzden bu toplum, sömürgeleştirilemedi, dünyanın sömürgeleştirilemeyen tek toplumu olarak tarihe geçti.
İşte yaralanan, örselenen ve üzeri örtülen bu ruh, yeri ve zamanı gelince fışkırıyor yeniden yerinden… Bizim, mazlumların imdadına koşan, bunu hiç bir karşılık beklemeden yapan tek toplum olmamızın sırrı burada gizli işte.
Bu ruh, dünyayı kurtaracak yeniden -eğer biz bu ruhla hakkıyla donanabilirsek elbette.
Bu ruhun küre ölçeğine yayılan bir gönül coğrafyası var: Balkanlar’dan Malay havzasına kadar uzanan manevî bir coğrafya bu…
O yüzden bu devâsâ coğrafya bize bakıyor, bizimle yatıp bizimle kalkıyor ve bizim yeniden ayağa kalkmamız için dua ediyor bize…
Dünyada dünyanın dört bir tarafında kendisine dua edilen tek toplum olduğumuzu unutmayalım.
GÖNÜL ERLERİ VE ELÇİLERİ’NE DİKKAT!
Son on yıllarda gönül coğrafyamızda büyük bir canlanma ve hareketlilik var: Tasavvufî cemaatlerden TİKA, İHH, Kızılay, Diyanet Vakfı gibi kuruluşlarımıza kadar pek çok oluşumun katkısı büyük bu canlanma ve hareketlilikte…
Bu “oluşum”lardan biri de kısaltılmış adı YTB olan Yurtdışı Türkler ve Akrabalar Topluluğu Başkanlığı.
YTB, çok büyük bir işe imza atıyor: Gönül coğrafyamızın gönül erlerini ve elçilerini yetiştiriyor: Dünyanın dört bir tarafından Türkiye’de okuyacak öğrenciler seçiyor, onlara burs veriyor.
YTB’nin ve İHH’nın desteklediği oluşumlardan biri Kosova Mamuşa’daki Gönüleli Derneği. Başkan Buyar Morina ve arkadaşlarının samimi gayretleriyle Gönüleli Derneği Mamuşa’nın en etkin, en saygın kurumlarından biri hâline gelmeyi başardı.
Türkiye’de okuyan öğrencilere burs veren Gönüleli Derneği’nin gönül erlerinin daha fazla desteğe, ilgiye ihtiyacı var. Çok güzel hayalleri olan bu kardeşlerimize gereken ilgiyi göstermek ve desteği vermek boynumuzun borcu.
GÖNÜL COĞRAFYAMIZ, FOKUR FOKUR KAYNIYOR, BİZİ BEKLİYOR…
Türkiye, Balkanlar’dan Kuzey Afrika’ya, oradan Orta ve Uzak Asya’ya kadar uzanan gönül coğrafyasına gönül elini hakkıyla uzatmaya başladığı zaman neden ruhsuz dünyanın ruhu ve mazlumların umudu olduğunu dünya âleme göstermiş olacak…
Gönül coğrafyamız bize bakıyor, bizi bekliyor…
Dünyada hiç bir ülkenin sahip olmadığı bir imkândan sözediyorum.
Eğer gönül ve ruh coğrafyamıza kısa, orta ve uzun vadeli projelerle, kalıcı, köklü kültürel, ekonomik ve siyasî stratejilerle açılabilirsek, bizim önümüzde kimse duramaz.
Türkiye’nin ABD ve Almanya tarafından hedef tahtasına yatırılmasının en önemli nedenlerinden birinin, belki de en önemli nedeninin bizim gönül ve ruh coğrafyamızdaki etkimizin ve etkinliğimizin hızla artıyor olması gerçeği olduğunu özellikle hatırlatmak isterim.
Gönül ve ruh coğrafyamızla, doğru kişilerle, doğru oluşumlarla ve doğru, uzun soluklu stratejiler geliştirerek ilişki kurabilirsek, geleceği biz belirleriz hep birlikte yeniden biiznillah.
Vesselâm.
.Kendi ülkesinde “çifte sürgün” yaşayan bir entelektüel: Şerif Mardin
Yusuf Kaplan
10/09/2017 Pazar
Dünya ölçeğindeki en önemli sosyal bilimcimiz, Şerif Mardin vefat etti. Allah, rahmet eylesin, taksiratını affetsin.
Şerif Mardin, din-devlet, din-toplum, özellikle de din-laiklik ilişkilerinde, ezber bozucu analizler yapmıştı.
O yüzden bu ezber-bozucu tahlilleri, hâkim seküler entelijansiyayı rahatsız etmiş, uzunca bir süre “kurtarılmış bölge” gibi işleyen “seküler akademik iktidar” tarafından dışlanmasına yetmişti.
Öyle ki, Türkiye’nin dünya çapındaki en önemli sosyal bilimcisi, TÜBA’ya (Türkiye Bilimler Akademisi’ne) alınmamış, üyelik başvurusu onyıllarca reddedilmişti!
CEBERRUT DEVLET, ENTELEKTÜEL DOGMATİZM VE MARDİN’İN SÜRGÜN’Ü…
Cumhuriyet’le birlikte, ceberrut bir devlet icat edildi: Toplum, jakoben yöntemlerle, tepeden modernleştirilmeye (sekülerleştirilmeye) çalışıldı.
Belki de Benedict Anderson’ın “hayali toplum”u gerçek anlamda Türkiye’de gerçeğe dönüşmüştü!
Bu modernleştirme / sekülerleştirme çabası, önce devletin, sonra da zamanla toplumun İslâm’dan, İslâmî anlam haritalarından ve anlamlandırma pratiklerinden büsbütün arındırılmasını amaçlıyordu.
Radikal / yıkıcı modernleştirme / sekülerleştirme projesi, Tanpınar’ın deyişiyle “kültürel inkâr”la yol almayı hedefledi ama sonuçta kültürel inkâr, kaçınılmaz olarak kültürel intiharla sonuçlandı!
Medeniyet iddialarımız terkedildi. Türkiye, medeniyet değiştirme sürecine sürüklendi…
Bir toplum, hele de tarih yapmış, dünya tarihinin akışını şekillendirmiş bir toplum, medeniyet iddialarını terkederek ve reddederek, ardından medeniyet değiştirme çabasına soyunarak, ödünç bir dünya’da, ödünç bir akıl’la bırakınız bilim, düşünce ve sanatta atılım yapabilmeyi, varlığını bile sürdürebilir miydi?
Olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi bu!
Türkiye’de jakoben modernleşme / sekülerleşme projesi, benzeri olmayan, sonuç itibariyle, ülkeyi tam bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyecek radikal bir projeydi.
Şerif Mardin, bu gerçeği görmüş ve esaslı sorular sormuştu: Türk modernleşmesinin taşıyıcı ideolojik aygıtı Kemalizm’in“iyi, güzel ve doğru” fikri sunamayacak kadar zayıf, tabansız bir ideoloji olduğunu söyledi; nihayetinde, büyük bir “değer boşluğu” oluşturduğunu, böyle gittiği sürece seküler Türk aydınlarının “halktan uzaklaşmaya ve halka yabancılaşmaya devam edeceklerini ve büyük sürprizlere hazır olmaları gerektiğini” hatırlattı.
Bu tür analizleri, sadece literati (okumuş-yazmış) olduğunu ifade ettiği, eleştirel ve analitik melekeleri gelişkin bir entelektüel yetkinlikten, donanımdan uzak olduğunu vurguladığı Kemalist entelijansiya tarafından dışlanmasına yetti.
Tepeden inmeci jakoben ceberrut devlet, bilimi kutsadı; din’in yerine “laikliği” anlam haritalarını tanımlayıcı yegâne çerçeve olarak belirledi; Batı’yla simulatif (sığ, sahte ve yüzeysel) ilişkiler kurabilen, zihnî felç yaşayan, celladına âşık dogmatik seküler entellektüel tipi ve iktidar biçimi üretti.
Bu dogmatik entellektüel ve akademik iktidar, Şerif Mardin’e -neredeyse tam yarım yarım asır- kendi ülkesinde entelektüel sürgün hayatı yaşattı.
Tarihin bir cilvesi olarak, Şerif Mardin’e hakettiği değeri (Althusser’yen yeni-sol dışında) esas itibariyle İslâmcılar verdi.
En parlak iki öğrencisinin Ahmet Davutoğlu ve Bedri Gencer olması tesadüfî değildi, elbette ki.
Türkiye’nin anormal, zorlu şartlarında -kendisinin de kültürel sürgün yaşadığını hissettiğini zannettiğim- Şerif Mardin, Türkiye’nin sürüklendiği epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş felâketini görür gibiydi ama ömrü vefa etmedi.
BATILI ÇERÇEVELERLE İSLÂM’A BAKMAK?
Türkiye şartlarında zihni donduran, pozitivist ezberleri kutsayan, oradan da “sahte” ama sonuçta ülkenin zihnî geleceği açısından tehlikeli bir iktidar kuran yel değirmenlerine karşı sessiz ve derinden savaşan bir Don Kişot gibiydi.
O yüzden entellektüel sürgün, kaderiydi.
Oysa Şerif Mardin’in çabası önemliydi Türkiye şartlarında.
Ama Şerif Mardin, Batılı sosyal bilimlerin metodolojileri içinden konuştu.
Şunu söylüyorum hep: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini, dilini ve yönünü tayin eder. Durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler.
Seküler Türk entelijansiyası Batı’ya, Batılı sosyal bilimlerin metodolojilerine, teorik çerçevelerine konuşlanarak, bu toplumu, bu toplumun sorunlarını konuşmuş olmuyor aslında.
Konuşlandığınız yer, konuşmanızın hem içeriğini belirliyor hem de özne’nizi nesneleştiriyor; yani hem Türk toplumunu Batı toplumlarını anlamak için geliştirilen kavramsal çerçevelerle anlama açmazı üretiyor hem de daha önemlisi de Batı hegemonyasını (araştırma nesnesi Türk toplumu üzerinden) yeniden-üretiyor ve bir kez daha meşrûlaştırmış oluyor.
Şerif Mardin, bu topluma, bu toplumun zihin setleri, kültürel kodları üzerinden bakmadı, Batılı zihin setleri ve kültür kodları üzerinden baktı.
Meselâ din’i, ideoloji’nin bir alt kategorisi olarak konumlandırdı.
Burada iki temel sorun vardı: Birincisi, İslâm ile diğer dinleri aynı “din” kategorisi içine dâhil ederek inceleme konusu yapmak, çok yanlış yerlere götürürdü kişiyi.
İkincisi, İslâm, her hangi bir olgunun alt kategorisi değil, hayatın bütününü kucaklayan, anlamlandıran bir dünya-hayat tasavvuruydu.
MERKEZ-ÇEVRE İLİŞKİLERİ’Nİ NEDEN TERS YÜZ ETTİ?
Burada son olarak, Şerif Mardin’in yaptığı ama nedense hiç görülemeyen bir yanlışlığa ya da “atraksiyon”a dikkat çekerek yazıyı bitirmek istiyorum.
Şerif Mardin’in “merkez-çevre ilişkileri” çözümlemesi çok konuşuldu.
Mardin, siyasî güç odaklarını “merkez”, toplum’u da “çevre” olarak konumlandırmıştı.
Oyda Mardin’in bu kavramı ödünç aldığı Edward Shils, bu kavramı bambaşka bir düzlemde ve anlamda kullanıyordu.
Shils, toplumun kültürünü, dolayısıyla toplumun bizâtihî kendisini “merkez” olarak konumlandırıyordu.
Şerif Mardin, Shils’in çerçevesini ters yüz etmişti ama hiç kimse de çıkıp da, bu duruma dikkat çekmedi bu ülkede!
Bütün bunlara rağmen Şerif Mardin, tekrar tekrar okunacak, zihnimizi açacak dünya çapındaki en önemli sosyal teorisyenimizdi.
Bizzat kendisinin Türk toplumunu Batılı perspektiflerle anlamaya çalışması anlamında yaşadığı “kültürel sürgün”lük hâli ve yanısıra dogmatik entelektüel-akademik iktidar tarafından kendisine reva görülen “entellektüel sürgün”lük durumu’yla ortaya koyduğu entellektüel çabanın ve birikimin hakettiği şekilde anlaşılmasını umarak tekrar Allah’tan rahmet diliyorum Şerif Mardin’e.İnsansız şehir, şehirsiz insan…
Yusuf Kaplan
11/09/2017 Pazartesi
Önümüzdeki 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok oluruz, demiştim.
Başta eğitim olmak üzere, fikir, sanat, kültür, medya ve gençlik’te medeniyet dinamiklerimiz ekseninde devrim yapamazsak, yaptığımız maddî atılımların hepsi boşa gider; geleceğe emin adımlarla yürümeyi geçtim, varlığımızı sürdürebilmemiz de tehlikeye girer...
Bu arada umudunu bize bağlayan mazlum ümmetin umutları da suya düşer.
10 yılda âcilen yapmamız gereken hayatî işlerden biri şehir meselesine eğilmek…
Unutmayalım: Medeniyetler, şehirlerde yeşerir.
İlkemiz şu olmalı burada: Din, mekke’de hayat bulur; medine’de hayat olur; medeniyet sürecinde de hayat sunar bütün insanlığa ve varlığa...
Bir yandan, biz, kendimiz, kendi ellerimizle, ruhsuz ve acımasız bir şekilde, şehirlerimizi yok ediyoruz, öldürüyoruz…
Öte yandan, medeniyetimizin kurucu ve koruyucu şehirleri Bağdat, Şam, Musul, Halep, Kerkük, Kâbil birer birer harabeye çevriliyor gözümüzün içine baka baka!
Kimseden çıt çıkmıyor!
Bir Londra’nın, Paris’in, Viyana’nın, Roma’nın, dünyanın gözünün içine baka baka yok edildiğini düşünebiliyor musunuz?
Daha önce yayımlanan bu yazımı gözden geçirerek yeniden yayımlama ihtiyacı hissettim: Artık hem şehirlerimizi özene bezene korumak hem de yeniden güvenilir, âdil, tertemiz yeni müslüman şehirler inşa etmek için kollarımızı sıvamak zorunda olduğumuzu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir süreçte, önce seküler kent fikri, sonra da Müslüman şehir / medine tasavvuru konusunda dişe dokunur bir iki cümle kurmanın yararlı olacağını düşündüm.
SEKÜLER KENTLER: TAŞLAŞMIŞ, RUHSUZ MEZARLIKLAR
Öncelikle, burada kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı “dünya” olarak görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum bir kez daha.
Kaldı ki, Batılı düşünürler bu meselede zihin açıcı fikirler geliştirdiler. Sözgelişi, parlak çağdaş düşünürlerden Deleuze, kent’i / city’yi, “garnizon” metaforuyla, medine’yi / şehir’i “galaksi” metaforuyla açıklar.
Bu ayırım, son derece kışkırtıcıdır; bu mesele üzerinde çok yazdığım için bu kadarla yetiniyorum burada.
Paul Virilio, modern seküler kentlerin “ölü mezarlıkları andırdığını” söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir tespitte bulunur.
Sekülerleşmenin ürünü kentleşme, şehri öldürdü çünkü. Sadece şehri değil; insanı da.
Buradaki yakıcı paradoksu görüyor olmalısınız: Modernleşme, doğuşunu kentlere borçlu aslında: Kentleşme olmasaydı, modernleşme de olamazdı. Modernleşme, kentlerle varoldu; ama şehri de, şehrin tabiî çocuğu insanı da yok etti.
Modernleşme / sekülerleşme serüvenimizi, bir de kimliksiz ve ruhsuz kentlere dönüştürülen şehirlerimizin yok oluş serencamı üzerinden okuyabiliriz.
Kent, bizim yaşadığımız derin tarihî tecrübenin ürünü değildi: Kenti, biz, her şey gibi, Batı’dan ithal ettik. O yüzden kent, Türkiye’de tutmadı; şehri de tuzla buz etti.
Peki, kent, Batı’da tuttu mu? Tuttu ama insanı da yuttu bu arada. İnsansa, kentte, kendini de, kendi hakikatini de, hakikatin kendisini de unuttu tabiatıyla.
Modern kent, kalabalık yığınlardan oluşan modern insanın sürgün yeri aslında: İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insanî özelliklerini hatırlayabilmesi için, kentten, kent sürgününden kurtulabilmesi şart.
POLİS‘TEN NET-ROPOLİS’E...
Atina’nın Polis’inden modernliğin metropolis’ine, çağımızın megapolis’ine kadar yaşadığı serüvenle, insan, kentin yerine, yerli yerince yerleşebileceği yeni yerler, muhkem, sarsılmaz yerleşim alanları arayışına soyundu: İşte adına sanal-kent veya sanal-âlem dediğimiz net-ro-polis, bu arayış çabasının bir sonucu.
Peki sanal-kent ya da net-ro-polis ne, nasıl bir yer?
Kentin de öldüğü bir yer; yersiz-yurtsuzluk hâli. Bir kaçış mahalli. Kentin de, insanın da, hakikatin de, fizik gerçekliğin de buharlaştığı, sırra kadem bastığı bir sanalgöçebelik, tastamam bir göçüş, bir göçmüşlük labirenti.
PEYGAMBERLER YURDU: BARIŞ MEKÂNI MEDİNE / ŞEHİR
Oysa şehir, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânı.
Yaratıcı’nın müdahalesine her ân hazır, tabiatın yemişlerini devşirmeye her zaman hazırlıklı bir keşif ve mükâşefe aktörü: Şehir / medine, yalnızca Müslümanlara özgü bir varoluş, bir tekevvün imkânı.
Çünkü şehir / medine, her şeyden önce peygamberlerin yurdu.
Kutlu kitabımızda, bütün peygamberlerin şehirlere gönderildikleri açıkça vurgulanır: Çünkü şehir, âlemin, varlıklar âleminin özü ve özetidir.
İnsan da, zübde-i âlemdir: Âlemin, tabiatın ve bütün varlıkların dengesini korumak, sadece insanlar arasında, sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis etmek ve teminat altına almakla mükellef kılınmıştır insan.
İnsan, varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde Allah’ın adaletini tesis etmekle yükümlü kılındığı için, insanın, inanan insanın başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi, diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de tahakküm kurması düşünülemez. İnsan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde hakîkî kul olur.
Bu nedenle Müslüman şehir, kendisine emanetin yüklendiği, emniyeti teminat altına almakla yükümlü kılındığı mesuliyetleri yerine getirdiği yer olabildiği ölçüde, insanı, inanmış insanı yansıtır.
Tıpkı inanmış insan gibi, Müslüman şehir de mütevazidir; âdildir; ilmin şehridir; güvenilirdir: O yüzden Müslümanların yurdu, darus’s-selâm olarak adlandırılır.
MÜSLÜMAN ŞEHİRLER İNŞA EDEMEDİĞİMİZ SÜRECE....
İşte bu nedenledir ki, bugüne kadar farklı dinlere, kültürlere ve inançlara mensup toplulukların bir arada, sulh ve bütünleşme ortamı içinde yaşayabildikleri şehirleri Müslümanlar inşa etmiştir yalnızca.
Sözgelişi, Osmanlı İstanbul’unun, Kudüs’ün, Saraybosna’nın, Üsküp’ün, Kurtuba’nın, Kahire’nin, Bağdat’ın ve Şam’ın benzerleri başka medeniyetlerde görülememiştir. Farklılıkların tecrübe edilebildiği, farklılıklardan yararlanılabilen, farklılıkların farklılıklarını zenginlik ve derinlik olarak sunabildikleri şehirler yalnızca Müslüman şehirler olmuştur.
Ancak bugün Müslüman şehirler ne yazık ki, varlıklarını, canlılıklarını sürdürebilecek bir medeniyet ruhuna, medeniyet şuuruna ve medeniyet iddialarına sahip olmaktan uzak oldukları için can çekişiyorlar…
Özetle, yeniden Müslüman şehirler inşa edemediğimiz sürece, dünyaya insana dair hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi, yeniden ve taze ruh üfleyecek şekilde yenilenerek gelemeyeceğimizi iyi bilelim, derim. Vesselâm.Çember daralıyor ama Türkiye herkesi şaşırtacak..
Yusuf Kaplan
17/09/2017 Pazar
Takke düştü, kel göründü: Türkiye, dizginlenemeyecek kadar büyümeye başlayınca Batılılar niyetlerini açık ettiler. Türkiye sözümona Batı ittifakının bir üyesi ama başta ABD ve Almanya olmak üzere küresel kapitalist sistemin önde gelen ülkeleri, Türkiye’nin gelişini durdurmak, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve vurmak için her yolu deniyorlar.
Çember daralıyor…
Önümüze yüzyıl önceki gibi bir Sevr Planı koymaktan çekinmeyecek emperyalist ülkeler!
Türkiye, önce haklı olarak diplomatik yolları tüketerek stratejik inisiyatifi ele geçirmeye çalışıyor… Önce oyun-bozmak, sonra oyun-kurmak gerekiyor çünkü…
Astana süreci, oyun-bozma imkânlarını araştıran ve harekete geçiren bir süreç.
Çember daralıyor ama Türkiye de uyumuyor: Ve herkesi şaşırtacak…
TÜRKİYE’NİN DURDURULMASI VE İSRAİL’İN GÜDÜMÜNDEKİ LAİK KÜRT DEVLETİ PROJESİ!
Öncelikle temel sorunu iyi kavramak gerekiyor: Bölgede çıban başı olacak, İsrail’i “kötü adam” rolünden uzaklaştıracak, dolayısıyla İsrail’in yükünü alacak bir laik Kürt devleti kurulmak isteniyor.
Laik Kürt devleti, öncelikle İsrail’in güdümünde olacak ama bütün emperyalist ülkelerin bölgede daha rahat cirit atmalarını kolaylaştıracak.
İsrail’in de, Batılı emperyalist devletlerin de asıl hedefi, büyüyen, inisiyatifi ele geçiren ve bölgenin geleceğini belirleyecek konuma yükselen bir Türkiye’nin önünü kesmek.
İsrail de, Batılı emperyalist ülkeler de Türkiye’nin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu, bölgenin geleceğini şekillendirecek ölçüde siyasî, askerî ve stratejik adımlar attığını görüyorlar…
İsrail’i de, Batılı emperyalist ülkeleri de kaygılandıran en temel sorun bu: Orta ve uzun vadede yani 50 ilâ 100 yıllık süreçte, bölgenin kaderinin sadece Türkiye tarafından şekillendirilme ihtimalinin gerçeğe dönüşmek üzere olması.
TÜRKİYE’NİN GELİŞİ: BATILILARIN KÂBUSU
Türkiye’nin bölgeyi şekillendirecek bir güce ulaşması, Batılıların uzun vadede bölgeden çekilmek zorunda kalmaları sonucunu doğuracak.
Batılıların bölgeden çekilmesi, küresel sistemin geleceğinin tehlikeye düşmesine yol açacak.
Batılılar bunu çok iyi biliyorlar. Çünkü küresel sistem, varlığını ve dünya üzerindeki hegemonyasını dünyanın en zengin doğal gaz ve petrol yataklarına sahip “Orta Doğu” coğrafyasına borçlu.
Türkiye'de görülemeyen daha önemli gerekçe ise şu: Küresel sistem, bütün dinleri kâh yok ederek kâh fosilleştirerek ya da dönüştürerek dize getirdi. Ama İslâm’ı dönüştüremedi ve dize getiremedi.
O yüzden sadece İslâm dünyası, küresel sistemin çökmesine yol açacak bir direniş ve diriliş ruhuna sahip.
İslâm dünyasının Batılıların kölesi olan ülkeleri İslâm etrafında toplanarak bir sıçrama gerçekleştirecek olurlarsa, bunun mantıkî sonucu, İslâm dünyasının gerçek bağımsızlığına kavuşması ve küresel sistemin çatırdaması olacak…
Böyle bir şeyi yapabilecek, Batılıların kölesi olan İslâm dünyasını ayağa kaldırabilecek ve harekete geçirebilecek tek ülke, Türkiye.
Türkiye’nin sadece maddî olarak güçlenmesi bile, o yüzden Batılıların kâbus görmesine yetiyor.
İsrail’in ve Batılı emperyalist ülkelerin güdümünde olacak, Batılıların istedikleri gibi kullanacakları, bölgedeki ilgili ülkeleri istedikleri şekilde karıştırmakta kullanacakları laik Kürt devleti, Batılıların önündeki son seçenek.
Geçen haftaki yazılarımdan birinde de işaret etmiştim ama fazla dikkat çekmedi:
İsrail de, Batılı emperyalist ülkeler de, DEAŞ’ın kullanım süresinin dolmak üzere olduğunu, bölgeyi hallaç pamuğu gibi karıştıracak şeyin laik Kürt devleti olduğunu görüyorlar. O yüzden DEAŞ’ın gördüğü işlevi, bu laik Kürt devleti görecek bundan böyle… Plan bu.
ASTANA SÜRECİ: OYUN-BOZUCU STRATEJİK BİR ADIM
Ancak bu plan bozulmak üzere: Astana süreci’nde Rusya, Türkiye, İran ve Irak, bölgede –laik veya değil– bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıktıklarını açık ettiler.
Astana sürecinin gerçekleştirilmesinde İran’ın ve Türkiye’nin rolü çok büyük.
Türkiye, böylesi bir diplomatik ataktan sonra Erdoğan’ın Trump’la görüşmesi ve BM toplantısında yapacağı diğer önemli görüşmelerden sonra ikinci bir Fırat Kalkanı operasyonunu gündemine alacak…
En iyi zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Stratejinin en önemli ilkelerinden biri budur. Türkiye, önce bütün diplomatik imkânları tüketiyor; sonra, gerek duyulursa, ikinci Fırat Kalkanı operasyonunu mutlaka gündemine alacak…
Şimdilik durum kontrolümüzde… Diplomatik olarak inisiyatifi ele geçirmiş durumdayız.
Ama her şeye rağmen askerî seçeneği aslâ gözardı edemeyiz.
Mayınlı bir tarla var kaşımızda. Tuzaklarla dolu. O yüzden dikkatli gideceğiz ama her ân askerî seçeneği devreye girdirmeye de hazırlıklı olacağız.
Yoksa yüzyıl önceki Sevr Planı’na benzer bir planın önümüze koyulacağını, dayatılacağını aslâ unutmayacağız…
Sözün özü: Geleceğin dünyası, Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı noktada şekilleniyor…
Eğer büyük hata yapmaz, zekice stratejik adımlar atmayı sürdürürsek bölgenin geleceğini biz şekillendirebiliriz yeniden…
Yâni insana ve hayata ruh veren fikir ve sanat, ahlâk ve estetik yolculukları…
NBA'de finalin adı belli oldu
NBA'de finalin adı belli oldu
Amerikan Basketbol Ligi (NBA) play-off'ları Batı Konferansı finalinde konuk ettiği Houston Rockets'ı 104-90 yenen Golden State Warriors, seride durumu 4-1'e getirerek, finalde Cleveland Cavaliers'ın rakibi oldu.
Yani kültür.
(Burada “mânâ” kelimesi ile “manevî” kelimesinin aynı kökten geldiklerini hatırlatmak kışkırtıcı olabilir.)
Şunu aslâ unutmayacağız: Kültürde varlık gösteremeyen toplumlar, yok olmaktan kurtulamazlar!
MEDENEYETİMİZİN RUHU TARİHÎ YARIMADA VE BÂBIÂLÎ KATLEDİLİYOR!
Bu ülkenin İslâmî kesimlerinin en önemli sermayesi kültür aslında, görünüşe bakılırsa; bin küsur yıllık muazzam ve muazzez bir medeniyet birikiminin normalde sahipleri onlar ama kültürde yoklar!
İnanılmaz bir paradoks bu! İnanılması ve anlaşılması hiç de kolay olmayan, insanı çıldırtan çok acı, acı olduğu kadar da yıkıcı bir gerçek!
O yüzden olsa gerek, bizim bu topraklardaki bin yıllık varlığımızın asırlar boyunca kan ter içinde onca çileyle taşa, eşyaya, tahtaya, toprağa, tabiata nakşede nakşede işlediğimiz, inşa ettiğimiz, geliştirdiğimiz, İstanbul’un ruhunu oluşturan tarihî yarımada ve tarihî yarımadanın ruhunu oluşturan Sultanahmet, Eyüp, Fatih, Divanyolu ve bütün bunların hepsinin asırlardır kaynayan pınarı, fikir, sanat, kültür hayatımızın yegâne havuzu, havzası ve hafızası Bâbıâlî katlediliyor… Ama herkes seyrediyor…
Adım adım ölüyor Bâbıâlî…
Öldürülüyor…
Her gün bir kez daha yok oluyor, bir parçası daha yok ediliyor Bâbıâlî’nin.
Ama hükümet seyrediyor…
Yerel yönetimler seyrediyor…
Seyrediyor ne kelime, bizzat yok ediyor Bâbıâlî’yi…
Hep birlikte yok ediyoruz, seyrederek suç ortaklığı yapıyoruz bizler de.
Bu ülkenin klasik ve çağdaş İslâmî kültürünün kaynağı kurutuluyor ama yönetimler de bu şehrin ve bu ülkenin vatandaşları da seyrediyor…
Olmaz!
Bir kültürün, bir toplumun intiharıdır bu!
Buna göz yumulamaz!
KİTABEVİ, RUHSUZLUĞUMUZA KURBAN GİTTİ, KAPANDI: OKUL BİTTİ…
Evet bir yandan bu ülkenin kültürel sermayesini aslında İslâmî kesimler temsil ediyor güyâ ama her şeyi tarumâr ediyor…
Bu nasıl bir ruhsuzluk hâlidir, nasıl bir vurdumduymazlık ve çöküş hâlidir ki, kimsenin kılı bile kıpırdamıyor!
En son işlenen cinayetlerden biri Bâbıâlî’de tam anlamıyla okul işlevi gören, farklı kesimlerin aydınlarının, yazarlarının, düşünürlerinin buluşma, konuşma, yeni hayaller kurma mekânı olarak tarihî bir rol oynayan Kitabevi kapanması oldu!
Çilekeş adam, hayatını bu ülkenin kültürünün, düşüncesinin, sanatının tanıtılmasına, kitlelere ulaştırılmasına, öncü kuşaklar yetiştirilmesine vakfeden, tek başına bir kurum gibi, bir okul gibi tam bir vakıf adamı olarak çırpınıp duran sevgili Mehmet Varış Ağabey, Kitabevi’ni kapattı…
Ey Kültür bakanlığı sen ne işe yararsın “arkadaş”? Niçin varsın?
Sadece mekân olarak değil, yayımladığı 13 ciltlik Mesnevî Şerhi başta olmak üzere yüzlerce fikir, sanat, tarih, folklor, şiir, felsefe, sosyoloji kitabına imza atan, ticarî düşünmediği için hiç kimsenin basmaya cesaret edemeyeceği eşsiz kitapları yayımlama cesareti gösteren Mehmet Varış Ağabey ekonomik olarak daha fazla dayanamadı, iflas etti, köşesine çekildi…
Ben buna isyan ederim arkadaş!
Tarihî yarımadayı turizme peşkeş çeken zihniyet, sadece bizi kültürel ve tarihî intiharın eşiğine sürüklüyor, demektir.
Bâbıâlî’yi yok eden zihniyet, bizim altımızı oyuyor, demektir.
Kitabevi’ni ölüme terkeden zihniyet, bizim önümüzü tıkıyor, kuyumuzu kazıyor, demektir.
Gel de isyan etme şimdi!
RUHUMUZUN YOK EDİLMESİNE SESSİZ KALAMAYIZ!
Yetkilileri ve vatandaşları, herkesi uyarıyorum buradan: Bu topraklardaki bin yıllık varlığımızın onca çileyle inşa ettiğimiz ruhunu barındıran genelde tarihî yarımadanın, özelde Bâbıâlî’nin yok edilmesine, turizme talan edilmesine göz yumamayız!
Yoksa geleceği kuramaz, geleceğe doğru emin adımlarla yol alamayız.
Unutmayalım: Fikriyatsız Külliyatsız olmaz. Külliyatsız medeniyet yolculuğuna çıkılamaz.
Tarihî yarımada, bizim fikriyatımız, külliyatımız ışığında inşa ettiğimiz medeniyetimizin ruhudur; bu ruh, Bâbıâlî’de işleniyor, geliştiriliyor, fikriyata, külliyata dönüştürülüyor ve medeniyetin harcını karıyor, ruhunu capcanlı tutuyordu…
Medeniyetimizin ruhunu diri tutan, yaşatan tarihî yarımadayı ve münhasıran da Bâbıâlî’yi kurtarmak, yeniden canlandırmak, oradan yeni bir ruh hamlesi başlatmanın yollarını araştırmak zorundayız.
Yoksa böyle giderse, yok olmaktan kurtulamayız… Üstelik de kendi ellerimizle, kendi ayağımıza kurşun sıkarak…
Ben yükümlülüğümü yerine getirdim.
Gerisi, yetkililerin ve bu ülkenin insanları olarak yetkililere baskı yapmak zorunda olan sizlerin, bu ülkenin insanlarının işi…
Tarihî yarımadanın ve Bâbıâlî’nin katledilmesini şiddetle protesto edelim…
Vesselâm.
.Kendi ülkesinde “çifte sürgün” yaşayan bir entelektüel: Şerif Mardin
Yusuf Kaplan
10/09/2017 Pazar
Dünya ölçeğindeki en önemli sosyal bilimcimiz, Şerif Mardin vefat etti. Allah, rahmet eylesin, taksiratını affetsin.
Şerif Mardin, din-devlet, din-toplum, özellikle de din-laiklik ilişkilerinde, ezber bozucu analizler yapmıştı.
O yüzden bu ezber-bozucu tahlilleri, hâkim seküler entelijansiyayı rahatsız etmiş, uzunca bir süre “kurtarılmış bölge” gibi işleyen “seküler akademik iktidar” tarafından dışlanmasına yetmişti.
Öyle ki, Türkiye’nin dünya çapındaki en önemli sosyal bilimcisi, TÜBA’ya (Türkiye Bilimler Akademisi’ne) alınmamış, üyelik başvurusu onyıllarca reddedilmişti!
CEBERRUT DEVLET, ENTELEKTÜEL DOGMATİZM VE MARDİN’İN SÜRGÜN’Ü…
Cumhuriyet’le birlikte, ceberrut bir devlet icat edildi: Toplum, jakoben yöntemlerle, tepeden modernleştirilmeye (sekülerleştirilmeye) çalışıldı.
Belki de Benedict Anderson’ın “hayali toplum”u gerçek anlamda Türkiye’de gerçeğe dönüşmüştü!
Bu modernleştirme / sekülerleştirme çabası, önce devletin, sonra da zamanla toplumun İslâm’dan, İslâmî anlam haritalarından ve anlamlandırma pratiklerinden büsbütün arındırılmasını amaçlıyordu.
Radikal / yıkıcı modernleştirme / sekülerleştirme projesi, Tanpınar’ın deyişiyle “kültürel inkâr”la yol almayı hedefledi ama sonuçta kültürel inkâr, kaçınılmaz olarak kültürel intiharla sonuçlandı!
Medeniyet iddialarımız terkedildi. Türkiye, medeniyet değiştirme sürecine sürüklendi…
Bir toplum, hele de tarih yapmış, dünya tarihinin akışını şekillendirmiş bir toplum, medeniyet iddialarını terkederek ve reddederek, ardından medeniyet değiştirme çabasına soyunarak, ödünç bir dünya’da, ödünç bir akıl’la bırakınız bilim, düşünce ve sanatta atılım yapabilmeyi, varlığını bile sürdürebilir miydi?
Olmayacak duaya âmin demek gibi bir şeydi bu!
Türkiye’de jakoben modernleşme / sekülerleşme projesi, benzeri olmayan, sonuç itibariyle, ülkeyi tam bir çıkmaz sokağın eşiğine sürükleyecek radikal bir projeydi.
Şerif Mardin, bu gerçeği görmüş ve esaslı sorular sormuştu: Türk modernleşmesinin taşıyıcı ideolojik aygıtı Kemalizm’in“iyi, güzel ve doğru” fikri sunamayacak kadar zayıf, tabansız bir ideoloji olduğunu söyledi; nihayetinde, büyük bir “değer boşluğu” oluşturduğunu, böyle gittiği sürece seküler Türk aydınlarının “halktan uzaklaşmaya ve halka yabancılaşmaya devam edeceklerini ve büyük sürprizlere hazır olmaları gerektiğini” hatırlattı.
Bu tür analizleri, sadece literati (okumuş-yazmış) olduğunu ifade ettiği, eleştirel ve analitik melekeleri gelişkin bir entelektüel yetkinlikten, donanımdan uzak olduğunu vurguladığı Kemalist entelijansiya tarafından dışlanmasına yetti.
Tepeden inmeci jakoben ceberrut devlet, bilimi kutsadı; din’in yerine “laikliği” anlam haritalarını tanımlayıcı yegâne çerçeve olarak belirledi; Batı’yla simulatif (sığ, sahte ve yüzeysel) ilişkiler kurabilen, zihnî felç yaşayan, celladına âşık dogmatik seküler entellektüel tipi ve iktidar biçimi üretti.
Bu dogmatik entellektüel ve akademik iktidar, Şerif Mardin’e -neredeyse tam yarım yarım asır- kendi ülkesinde entelektüel sürgün hayatı yaşattı.
Tarihin bir cilvesi olarak, Şerif Mardin’e hakettiği değeri (Althusser’yen yeni-sol dışında) esas itibariyle İslâmcılar verdi.
En parlak iki öğrencisinin Ahmet Davutoğlu ve Bedri Gencer olması tesadüfî değildi, elbette ki.
Türkiye’nin anormal, zorlu şartlarında -kendisinin de kültürel sürgün yaşadığını hissettiğini zannettiğim- Şerif Mardin, Türkiye’nin sürüklendiği epistemolojik kırılma ve ontolojik kopuş felâketini görür gibiydi ama ömrü vefa etmedi.
BATILI ÇERÇEVELERLE İSLÂM’A BAKMAK?
Türkiye şartlarında zihni donduran, pozitivist ezberleri kutsayan, oradan da “sahte” ama sonuçta ülkenin zihnî geleceği açısından tehlikeli bir iktidar kuran yel değirmenlerine karşı sessiz ve derinden savaşan bir Don Kişot gibiydi.
O yüzden entellektüel sürgün, kaderiydi.
Oysa Şerif Mardin’in çabası önemliydi Türkiye şartlarında.
Ama Şerif Mardin, Batılı sosyal bilimlerin metodolojileri içinden konuştu.
Şunu söylüyorum hep: Konuşlandığınız yer, konuşmanızın içeriğini, dilini ve yönünü tayin eder. Durduğunuz yer, gördüğünüz şeyi belirler.
Seküler Türk entelijansiyası Batı’ya, Batılı sosyal bilimlerin metodolojilerine, teorik çerçevelerine konuşlanarak, bu toplumu, bu toplumun sorunlarını konuşmuş olmuyor aslında.
Konuşlandığınız yer, konuşmanızın hem içeriğini belirliyor hem de özne’nizi nesneleştiriyor; yani hem Türk toplumunu Batı toplumlarını anlamak için geliştirilen kavramsal çerçevelerle anlama açmazı üretiyor hem de daha önemlisi de Batı hegemonyasını (araştırma nesnesi Türk toplumu üzerinden) yeniden-üretiyor ve bir kez daha meşrûlaştırmış oluyor.
Şerif Mardin, bu topluma, bu toplumun zihin setleri, kültürel kodları üzerinden bakmadı, Batılı zihin setleri ve kültür kodları üzerinden baktı.
Meselâ din’i, ideoloji’nin bir alt kategorisi olarak konumlandırdı.
Burada iki temel sorun vardı: Birincisi, İslâm ile diğer dinleri aynı “din” kategorisi içine dâhil ederek inceleme konusu yapmak, çok yanlış yerlere götürürdü kişiyi.
İkincisi, İslâm, her hangi bir olgunun alt kategorisi değil, hayatın bütününü kucaklayan, anlamlandıran bir dünya-hayat tasavvuruydu.
MERKEZ-ÇEVRE İLİŞKİLERİ’Nİ NEDEN TERS YÜZ ETTİ?
Burada son olarak, Şerif Mardin’in yaptığı ama nedense hiç görülemeyen bir yanlışlığa ya da “atraksiyon”a dikkat çekerek yazıyı bitirmek istiyorum.
Şerif Mardin’in “merkez-çevre ilişkileri” çözümlemesi çok konuşuldu.
Mardin, siyasî güç odaklarını “merkez”, toplum’u da “çevre” olarak konumlandırmıştı.
Oyda Mardin’in bu kavramı ödünç aldığı Edward Shils, bu kavramı bambaşka bir düzlemde ve anlamda kullanıyordu.
Shils, toplumun kültürünü, dolayısıyla toplumun bizâtihî kendisini “merkez” olarak konumlandırıyordu.
Şerif Mardin, Shils’in çerçevesini ters yüz etmişti ama hiç kimse de çıkıp da, bu duruma dikkat çekmedi bu ülkede!
Bütün bunlara rağmen Şerif Mardin, tekrar tekrar okunacak, zihnimizi açacak dünya çapındaki en önemli sosyal teorisyenimizdi.
Bizzat kendisinin Türk toplumunu Batılı perspektiflerle anlamaya çalışması anlamında yaşadığı “kültürel sürgün”lük hâli ve yanısıra dogmatik entelektüel-akademik iktidar tarafından kendisine reva görülen “entellektüel sürgün”lük durumu’yla ortaya koyduğu entellektüel çabanın ve birikimin hakettiği şekilde anlaşılmasını umarak tekrar Allah’tan rahmet diliyorum Şerif Mardin’e.İnsansız şehir, şehirsiz insan…
Yusuf Kaplan
11/09/2017 Pazartesi
Önümüzdeki 10 yılda gelecek 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok oluruz, demiştim.
Başta eğitim olmak üzere, fikir, sanat, kültür, medya ve gençlik’te medeniyet dinamiklerimiz ekseninde devrim yapamazsak, yaptığımız maddî atılımların hepsi boşa gider; geleceğe emin adımlarla yürümeyi geçtim, varlığımızı sürdürebilmemiz de tehlikeye girer...
Bu arada umudunu bize bağlayan mazlum ümmetin umutları da suya düşer.
10 yılda âcilen yapmamız gereken hayatî işlerden biri şehir meselesine eğilmek…
Unutmayalım: Medeniyetler, şehirlerde yeşerir.
İlkemiz şu olmalı burada: Din, mekke’de hayat bulur; medine’de hayat olur; medeniyet sürecinde de hayat sunar bütün insanlığa ve varlığa...
Bir yandan, biz, kendimiz, kendi ellerimizle, ruhsuz ve acımasız bir şekilde, şehirlerimizi yok ediyoruz, öldürüyoruz…
Öte yandan, medeniyetimizin kurucu ve koruyucu şehirleri Bağdat, Şam, Musul, Halep, Kerkük, Kâbil birer birer harabeye çevriliyor gözümüzün içine baka baka!
Kimseden çıt çıkmıyor!
Bir Londra’nın, Paris’in, Viyana’nın, Roma’nın, dünyanın gözünün içine baka baka yok edildiğini düşünebiliyor musunuz?
Daha önce yayımlanan bu yazımı gözden geçirerek yeniden yayımlama ihtiyacı hissettim: Artık hem şehirlerimizi özene bezene korumak hem de yeniden güvenilir, âdil, tertemiz yeni müslüman şehirler inşa etmek için kollarımızı sıvamak zorunda olduğumuzu iliklerimize kadar hissettiğimiz bir süreçte, önce seküler kent fikri, sonra da Müslüman şehir / medine tasavvuru konusunda dişe dokunur bir iki cümle kurmanın yararlı olacağını düşündüm.
SEKÜLER KENTLER: TAŞLAŞMIŞ, RUHSUZ MEZARLIKLAR
Öncelikle, burada kent ile şehri ayrı anlamlara sahip iki ayrı “dünya” olarak görmemiz gerektiğini hatırlatmak istiyorum bir kez daha.
Kaldı ki, Batılı düşünürler bu meselede zihin açıcı fikirler geliştirdiler. Sözgelişi, parlak çağdaş düşünürlerden Deleuze, kent’i / city’yi, “garnizon” metaforuyla, medine’yi / şehir’i “galaksi” metaforuyla açıklar.
Bu ayırım, son derece kışkırtıcıdır; bu mesele üzerinde çok yazdığım için bu kadarla yetiniyorum burada.
Paul Virilio, modern seküler kentlerin “ölü mezarlıkları andırdığını” söylerken hiç de yabana atılmaması gereken bir tespitte bulunur.
Sekülerleşmenin ürünü kentleşme, şehri öldürdü çünkü. Sadece şehri değil; insanı da.
Buradaki yakıcı paradoksu görüyor olmalısınız: Modernleşme, doğuşunu kentlere borçlu aslında: Kentleşme olmasaydı, modernleşme de olamazdı. Modernleşme, kentlerle varoldu; ama şehri de, şehrin tabiî çocuğu insanı da yok etti.
Modernleşme / sekülerleşme serüvenimizi, bir de kimliksiz ve ruhsuz kentlere dönüştürülen şehirlerimizin yok oluş serencamı üzerinden okuyabiliriz.
Kent, bizim yaşadığımız derin tarihî tecrübenin ürünü değildi: Kenti, biz, her şey gibi, Batı’dan ithal ettik. O yüzden kent, Türkiye’de tutmadı; şehri de tuzla buz etti.
Peki, kent, Batı’da tuttu mu? Tuttu ama insanı da yuttu bu arada. İnsansa, kentte, kendini de, kendi hakikatini de, hakikatin kendisini de unuttu tabiatıyla.
Modern kent, kalabalık yığınlardan oluşan modern insanın sürgün yeri aslında: İnsanın insan olabilmesi, kalabalıkların ortasındaki sürgün yerinde yitirdiği insanî özelliklerini hatırlayabilmesi için, kentten, kent sürgününden kurtulabilmesi şart.
POLİS‘TEN NET-ROPOLİS’E...
Atina’nın Polis’inden modernliğin metropolis’ine, çağımızın megapolis’ine kadar yaşadığı serüvenle, insan, kentin yerine, yerli yerince yerleşebileceği yeni yerler, muhkem, sarsılmaz yerleşim alanları arayışına soyundu: İşte adına sanal-kent veya sanal-âlem dediğimiz net-ro-polis, bu arayış çabasının bir sonucu.
Peki sanal-kent ya da net-ro-polis ne, nasıl bir yer?
Kentin de öldüğü bir yer; yersiz-yurtsuzluk hâli. Bir kaçış mahalli. Kentin de, insanın da, hakikatin de, fizik gerçekliğin de buharlaştığı, sırra kadem bastığı bir sanalgöçebelik, tastamam bir göçüş, bir göçmüşlük labirenti.
PEYGAMBERLER YURDU: BARIŞ MEKÂNI MEDİNE / ŞEHİR
Oysa şehir, bütün varlıkların, bütün hakikatlerin, bütün farklılıkların ve çeşitliklerin yaşanabildiği, tecrübe edilebildiği sürekli varoluş ve diriliş mekânı.
Yaratıcı’nın müdahalesine her ân hazır, tabiatın yemişlerini devşirmeye her zaman hazırlıklı bir keşif ve mükâşefe aktörü: Şehir / medine, yalnızca Müslümanlara özgü bir varoluş, bir tekevvün imkânı.
Çünkü şehir / medine, her şeyden önce peygamberlerin yurdu.
Kutlu kitabımızda, bütün peygamberlerin şehirlere gönderildikleri açıkça vurgulanır: Çünkü şehir, âlemin, varlıklar âleminin özü ve özetidir.
İnsan da, zübde-i âlemdir: Âlemin, tabiatın ve bütün varlıkların dengesini korumak, sadece insanlar arasında, sadece inananlar arasında değil, bütün yaratılmışlar arasında mizanı, dengeyi, ölçüyü, adaleti temin ve tesis etmek ve teminat altına almakla mükellef kılınmıştır insan.
İnsan, varlıklar âleminin bir parçası olduğu ve varlıklar âleminde Allah’ın adaletini tesis etmekle yükümlü kılındığı için, insanın, inanan insanın başka insanlara da, başka varlıklara da, tabiata da zarar vermesi, diğer insanlar ve varlıklar üzerinde de, tabiat üzerinde de tahakküm kurması düşünülemez. İnsan bu yükümlülüğünü yerine getirdiği ölçüde hakîkî kul olur.
Bu nedenle Müslüman şehir, kendisine emanetin yüklendiği, emniyeti teminat altına almakla yükümlü kılındığı mesuliyetleri yerine getirdiği yer olabildiği ölçüde, insanı, inanmış insanı yansıtır.
Tıpkı inanmış insan gibi, Müslüman şehir de mütevazidir; âdildir; ilmin şehridir; güvenilirdir: O yüzden Müslümanların yurdu, darus’s-selâm olarak adlandırılır.
MÜSLÜMAN ŞEHİRLER İNŞA EDEMEDİĞİMİZ SÜRECE....
İşte bu nedenledir ki, bugüne kadar farklı dinlere, kültürlere ve inançlara mensup toplulukların bir arada, sulh ve bütünleşme ortamı içinde yaşayabildikleri şehirleri Müslümanlar inşa etmiştir yalnızca.
Sözgelişi, Osmanlı İstanbul’unun, Kudüs’ün, Saraybosna’nın, Üsküp’ün, Kurtuba’nın, Kahire’nin, Bağdat’ın ve Şam’ın benzerleri başka medeniyetlerde görülememiştir. Farklılıkların tecrübe edilebildiği, farklılıklardan yararlanılabilen, farklılıkların farklılıklarını zenginlik ve derinlik olarak sunabildikleri şehirler yalnızca Müslüman şehirler olmuştur.
Ancak bugün Müslüman şehirler ne yazık ki, varlıklarını, canlılıklarını sürdürebilecek bir medeniyet ruhuna, medeniyet şuuruna ve medeniyet iddialarına sahip olmaktan uzak oldukları için can çekişiyorlar…
Özetle, yeniden Müslüman şehirler inşa edemediğimiz sürece, dünyaya insana dair hiçbir şey söyleyemeyeceğimizi, yeniden ve taze ruh üfleyecek şekilde yenilenerek gelemeyeceğimizi iyi bilelim, derim. Vesselâm.Çember daralıyor ama Türkiye herkesi şaşırtacak..
Yusuf Kaplan
17/09/2017 Pazar
Takke düştü, kel göründü: Türkiye, dizginlenemeyecek kadar büyümeye başlayınca Batılılar niyetlerini açık ettiler. Türkiye sözümona Batı ittifakının bir üyesi ama başta ABD ve Almanya olmak üzere küresel kapitalist sistemin önde gelen ülkeleri, Türkiye’nin gelişini durdurmak, Türkiye’yi köşeye sıkıştırmak ve vurmak için her yolu deniyorlar.
Çember daralıyor…
Önümüze yüzyıl önceki gibi bir Sevr Planı koymaktan çekinmeyecek emperyalist ülkeler!
Türkiye, önce haklı olarak diplomatik yolları tüketerek stratejik inisiyatifi ele geçirmeye çalışıyor… Önce oyun-bozmak, sonra oyun-kurmak gerekiyor çünkü…
Astana süreci, oyun-bozma imkânlarını araştıran ve harekete geçiren bir süreç.
Çember daralıyor ama Türkiye de uyumuyor: Ve herkesi şaşırtacak…
TÜRKİYE’NİN DURDURULMASI VE İSRAİL’İN GÜDÜMÜNDEKİ LAİK KÜRT DEVLETİ PROJESİ!
Öncelikle temel sorunu iyi kavramak gerekiyor: Bölgede çıban başı olacak, İsrail’i “kötü adam” rolünden uzaklaştıracak, dolayısıyla İsrail’in yükünü alacak bir laik Kürt devleti kurulmak isteniyor.
Laik Kürt devleti, öncelikle İsrail’in güdümünde olacak ama bütün emperyalist ülkelerin bölgede daha rahat cirit atmalarını kolaylaştıracak.
İsrail’in de, Batılı emperyalist devletlerin de asıl hedefi, büyüyen, inisiyatifi ele geçiren ve bölgenin geleceğini belirleyecek konuma yükselen bir Türkiye’nin önünü kesmek.
İsrail de, Batılı emperyalist ülkeler de Türkiye’nin kontrollerinden çıkmak üzere olduğunu, bölgenin geleceğini şekillendirecek ölçüde siyasî, askerî ve stratejik adımlar attığını görüyorlar…
İsrail’i de, Batılı emperyalist ülkeleri de kaygılandıran en temel sorun bu: Orta ve uzun vadede yani 50 ilâ 100 yıllık süreçte, bölgenin kaderinin sadece Türkiye tarafından şekillendirilme ihtimalinin gerçeğe dönüşmek üzere olması.
TÜRKİYE’NİN GELİŞİ: BATILILARIN KÂBUSU
Türkiye’nin bölgeyi şekillendirecek bir güce ulaşması, Batılıların uzun vadede bölgeden çekilmek zorunda kalmaları sonucunu doğuracak.
Batılıların bölgeden çekilmesi, küresel sistemin geleceğinin tehlikeye düşmesine yol açacak.
Batılılar bunu çok iyi biliyorlar. Çünkü küresel sistem, varlığını ve dünya üzerindeki hegemonyasını dünyanın en zengin doğal gaz ve petrol yataklarına sahip “Orta Doğu” coğrafyasına borçlu.
Türkiye'de görülemeyen daha önemli gerekçe ise şu: Küresel sistem, bütün dinleri kâh yok ederek kâh fosilleştirerek ya da dönüştürerek dize getirdi. Ama İslâm’ı dönüştüremedi ve dize getiremedi.
O yüzden sadece İslâm dünyası, küresel sistemin çökmesine yol açacak bir direniş ve diriliş ruhuna sahip.
İslâm dünyasının Batılıların kölesi olan ülkeleri İslâm etrafında toplanarak bir sıçrama gerçekleştirecek olurlarsa, bunun mantıkî sonucu, İslâm dünyasının gerçek bağımsızlığına kavuşması ve küresel sistemin çatırdaması olacak…
Böyle bir şeyi yapabilecek, Batılıların kölesi olan İslâm dünyasını ayağa kaldırabilecek ve harekete geçirebilecek tek ülke, Türkiye.
Türkiye’nin sadece maddî olarak güçlenmesi bile, o yüzden Batılıların kâbus görmesine yetiyor.
İsrail’in ve Batılı emperyalist ülkelerin güdümünde olacak, Batılıların istedikleri gibi kullanacakları, bölgedeki ilgili ülkeleri istedikleri şekilde karıştırmakta kullanacakları laik Kürt devleti, Batılıların önündeki son seçenek.
Geçen haftaki yazılarımdan birinde de işaret etmiştim ama fazla dikkat çekmedi:
İsrail de, Batılı emperyalist ülkeler de, DEAŞ’ın kullanım süresinin dolmak üzere olduğunu, bölgeyi hallaç pamuğu gibi karıştıracak şeyin laik Kürt devleti olduğunu görüyorlar. O yüzden DEAŞ’ın gördüğü işlevi, bu laik Kürt devleti görecek bundan böyle… Plan bu.
ASTANA SÜRECİ: OYUN-BOZUCU STRATEJİK BİR ADIM
Ancak bu plan bozulmak üzere: Astana süreci’nde Rusya, Türkiye, İran ve Irak, bölgede –laik veya değil– bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasına şiddetle karşı çıktıklarını açık ettiler.
Astana sürecinin gerçekleştirilmesinde İran’ın ve Türkiye’nin rolü çok büyük.
Türkiye, böylesi bir diplomatik ataktan sonra Erdoğan’ın Trump’la görüşmesi ve BM toplantısında yapacağı diğer önemli görüşmelerden sonra ikinci bir Fırat Kalkanı operasyonunu gündemine alacak…
En iyi zafer, savaşmadan kazanılan zaferdir. Stratejinin en önemli ilkelerinden biri budur. Türkiye, önce bütün diplomatik imkânları tüketiyor; sonra, gerek duyulursa, ikinci Fırat Kalkanı operasyonunu mutlaka gündemine alacak…
Şimdilik durum kontrolümüzde… Diplomatik olarak inisiyatifi ele geçirmiş durumdayız.
Ama her şeye rağmen askerî seçeneği aslâ gözardı edemeyiz.
Mayınlı bir tarla var kaşımızda. Tuzaklarla dolu. O yüzden dikkatli gideceğiz ama her ân askerî seçeneği devreye girdirmeye de hazırlıklı olacağız.
Yoksa yüzyıl önceki Sevr Planı’na benzer bir planın önümüze koyulacağını, dayatılacağını aslâ unutmayacağız…
Sözün özü: Geleceğin dünyası, Türkiye’nin tam merkezinde yer aldığı noktada şekilleniyor…
Eğer büyük hata yapmaz, zekice stratejik adımlar atmayı sürdürürsek bölgenin geleceğini biz şekillendirebiliriz yeniden…
.Tarih, gücün değil, hakikatin kanatlarında yükselir…
Yusuf Kaplan
18/09/2017 Pazartesi
Tarihi yalnızca Batılılar yapıyor son üç asırdır…
Batılılar, Batı uygarlığı dışındaki medeniyetlerin yürüyüşünü durdurdular.
Rönesanslar, bilimsel devrimler, siyasî devrimler, düşünce ve sanayi devrimleriyle modern pagan Batı’yı kurdular.
Sömürgecilik ve emperyalizm tecrübeleriyle de bütün insanlığı vurdular; insanlığın medeniyet birikimlerini, kültürlerini, bunlara kaynaklık eden dinlerini ve düşünce sistemlerini yerle bir ettiler.
Niçin?
Gücü kutsadıkları için.
Ama artık yolun sonuna gelindi: Güç, dünyayı cehenneme çevirdi çünkü.
BATILILAR, GÜCÜ NİÇİN KUTSADILAR?
Batı uygarlığı, sadece güce dayanıyordu. Bilimsel devrimler, siyasî devrimler, düşünce ve sanayi devrimleri, Batılıların gücü, güç üreten araçları kutsamalarının bir ürünüydü.
Tam da burada sorulması gereken yakıcı soru şu: Batılılar, neden gücü ve güç üreten araçları kutsama ihtiyacı hissetmişlerdi?
Batılıların gücü, güç üreten araçları kutsamaya ihtiyaçları vardı.
Niçin?
İslâm medeniyetinin geliştirdiği meydan okuma karşısında ayakta durabilmeleri için.
İnsanın özgür iradesini yoksayan Kilise’nin öğretileriyle İslâm medeniyetinin yürüyüşünü durdurmaları mümkün değildi.
O yüzden Kilise’yi, Kilise’nin Tanrı’sını bir kenara koymaları gerekiyordu.
İnsanın özgür iradesini hayata ve harekete geçirecek bir Tanrı fikri, hakikat fikri sunmuyordu Kilise.
Sonuçta, Batılılar, Tanrı fikri ve hakikat fikrine sahip ol/a/madıkları için, ontolojik güvensizlik duygusu yaşamaya başladılar.
Ontolojik güvensizlik duygusu yaşayan bir insanın, toplumun veya uygarlığın varlığını sürdürebilmesi mümkün değildi. Bütün büyük düşünürlerin, sanatçıların dikkat çektiği gibi.
İnsanın kendine güvene ihtiyacı vardı. Peki, bu güvene nasıl ulaşacaklardı Batılılar?
Böylesi bir güveni nereden ve nasıl elde edeceklerdi?
Güce sahip olarak. Güç üreten araçlara sahip olarak.
Bunun yolunu bilimsel devrimin ve modernliğin iki büyük kurucusu göstermişti: Francis Bacon ve Rene Descartes.
Bacon, “bilgi güçtür” demişti.
Descartes da, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” diye yola koyulmuştu…
Dikkat buyurulsun lütfen: Amaç, bilgiye ulaşmak değil güce ulaşmaktı.
Güce nasıl ulaşılacaktı? Tabiatın imkânları keşfedilerek. Yani bilim yapılarak.
Batılılar, dünyayı sömürgeleştirmeden önce tabiatı sömürgeleştirdiler.
Gücü, tabiattan devşirdiler ve sonra da tabiatı köleleri hâline getirdiler.
Özetle: Tanrı fikrini, hakikat fikrini yitiren modern / seküler insan, yaşadığı ontolojik güvensizlik duygusunu geçici de olsa aşmanın yolunu bulmuştu: Epistemolojik güvenlik alanlarını genişletmek.
Bu da, güce, güç üreten araçlara (bilime ve teknolojiye) sahip olmakla mümkündü.
Sonuçta güç ve güç üreten araçlar kutsandı; amaç hâline getirildi.
İNSANLIK GÜCÜN KÖLESİNE DÖNÜŞTÜĞÜ İÇİN DARWIN’YEN ORMAN KANUNLARI HÜKÜMFERMÂ DÜNYADA!
Oysa güç, dolayısıyla güç üreten araçlar (bilim ve teknoloji) kutsandığında, amaç hâline geldiğinde, insan gücün, dolayısıyla araçların, dolayısıyla bu gücü ve araçları üreten bilim ve teknolojinin kölesi hâline gelmekten kurtulamaz.
Elbette bilgi, bilim, teknoloji geliştireceksiniz. Ama bilgiyi, bilimi, teknolojiyi, hayatı daha anlamlı kılmak için değil de, güç üretmek, tabiat ve insanlık üzerinde tahakküm kurmak için geliştirmeye ve kullanmaya başladığınız andan itibaren gücün, güç üreten araçların kölesine dönüşmeniz ve sonuçta dünyayı darwinyen kanunların hükümfermâ olduğu orman kanunlarının pençesinde kıvrandırmanız ve cehenneme çevirmeniz kaçınılmazdır.
Oysa insanın hayatını anlamlı kılan şey, güç ve güç üreten araçlar değildir.
Bunu söylemeye bile gerek yok; ama günümüzde, özellikle de ülkemizde insanlar (istisnasız bütün kesimlere mensup insanlar) dünyaya, hayata güç penceresinden bakıyor, bilimi kutsuyorlar!
Oysa gücün ve güç üreten araçların kutsandığı bir dünyanın insanlığı götüreceği nokta, insanın, hayatın ve hakikatin buharlaşması, yok olmanın eşiğine sürüklenmesi tehlikesidir.
Hayat güce dayandığı zaman, anlamını yitirir; anlam boşluğu, manevî boşluk alır başını gider; ruhsuzlaşır ve çölleşir…
Oysa hayatı anlamlı kılacak yolculuk, güce dayalı bir yolculuk değil hakikate dayalı bir yolculuktur.
Bugün bize “hakikat diye bir şey yok, hakikat izafidir, herkesin hakikati kendinedir” diye postmodern bir masal anlatıyorlar; bu masalı anlatanlar, aslında, bir hakikat fikri olmayan insanlar.
GÜCÜN, HAKİKAT’İ YENDİĞİNİ TARİH YAZMIYOR!
Her şeye rağmen muhkem bir Yaratıcı fikrine, kuşatıcı ve herkesi kucaklayıcı hakikat fikrine yalnızca Müslümanlar sahip.
O yüzden Müslümanlar Hint, Çin, Japon, Afrika ve Latin Amerika kültürleri gibi, Batılıların gücü kutsayan ontolojik saldırısına karşı boyun eğmediler, eğmeyecekler… Direnecekler… Direne direne yenilenecek ve dirilecekler…
O yüzden Batılılar, İslâm dünyasını cehenneme çevirmeye çalışıyorlar…
Şimdilerde şiddetlenen ve çeyrek asırdır yaşadığımız şey, Batı’nın İslâm’la savaşıdır.
Savaşan, savaşı isteyen biz değiliz. Batılılar.
Biz, her zaman sulhün, silmin, selâmetin, hakikatin, dolayısıyla adaletin izini sürmüş bir medeniyetin çocuklarıyız.
İnsanı insanlığından eden güç dünyasının değil, hakikatten süt emen yürek ülkesinin çocukları…
Bu savaş, zorlu olacak.
Ama hakikat kolay elde edilmez. Bedel ödemeden elde edilmez hakikat.
Bedel ödemeden, kolay elde edilen hakikat kolay elden gider.
Elbette yok olmamak ve toparlanmak için bizim de belli bir güce sahip olmamız kaçınılmaz ama gücü hiç bir zaman hakikatin önüne geçirmeyeceğiz; hakikatin, dolayısıyla insanlığın hizmetine sunacağız.
Batı uygarlığı güce dayandığı için bugün yerkürede hâkim olabilir.
Ama güce dayanan bir uygarlık yine o gücün kölesine dönüşecek, paldır küldür çökecektir…
Mısır da, Roma da mezarlık şimdi.
Gücün, Hakikat’i yendiğini tarih yazmıyor: Tarih, gücün değil hakikatin kanatlarında yükselir…
Güç yıkar, hakikat yapar…
Güç yok eder, hakikat vareder…
Güç imha ve ifsad eder, hakikat ihya ve inşa…
Tarih, buna tanıklık eder. Vesselâm.Hicret Ruhu: Diriliş umudu ve ufku
Yusuf Kaplan
22/09/2017 Cuma
Bugün hicrî 1439 yılının ikinci günü.
Hicret, Çölden doğan Hakikat Güneşi’nin yeryüzüne ışık saçtığı, insanlığın önünü açtığı hakikat medeniyeti yolculuğunun başlangıcı.
Diriliş takvimimizin başlangıç noktası.
İnsanı, esfel-i sâfilîn’den/ en aşağı özelliklerden arındırarak ahsen-i takvîm’e/ en yüce özelliklere ulaştıran, insana eşref-i mahlûkât özellikleri kazandıran hakikat yolculuğunun miladı.
Diriltici hicret ruhuna, umuduna ve ufkuna iliklerimize kadar ihtiyaç hissettiğimiz şu zorlu zamanlarda, daha önce yayımlanan bir hicret yazımı gözden geçirerek, güncelleyerek sizlerle paylaşıyorum.
HİCRET RUHU: SÜFLÎ ÖZELLİKLERİ TERKETMEK, ULVÎ ÖZELLİKLERE YÖNELMEK…
Çağdaş insan hızın, hazzın, ayartıcı hırslarının ve arzularının izini sürmeyi özgürleşmek sanıyor.
Ne büyük gaflet!
Bunlar, süflî/ düşük özelliklerdir; insanı özgürleştirmez; en düşük özelliklerinin kölesi hâline getirir ve düşürür insanı.
Kişi, süflî özelliklerinden kurtularak ulvî özelliklerle donanmaya başladığı zaman, her tür putu yenebilir ve ancak o zaman özgürleşebilir ve insanlaşabilir.
Süflî özellikler, “virüs” gibi yapışkandır, kalıcı ve hızla köksalıcıdır: Kişiyi, kendine mahkûm eder. Aklını, kalbini ve ruhunu öldürür kişinin.
Ulvî özellikler ise su gibi akışkandır: Kişiyi gürül gürül akan nehir gibi, su gibi sürekli olarak yıkar, temizler ve kirlerinden arındırır; hem dış dünyada, hem de iç dünyada leziz ve nefis yolculuklara çıkarır insanı. Dolayısıyla, ulvî özellikler, insanın aklını da, kalbini de, ruhunu da diriltir, diri tutar.
Bu nedenle, ulvî özellikler, insanın diğer varlıklarla kopmaz irtibatlar kurmasını sağlar, önündeuçsuz bucaksız koridorlar açar ve Arş-ı A’lâ’ya yükseltir insanı.
İşte insanı, süflî özelliklerden arındırarak ulvî niteliklerle donatan şey, hicret ruhudur: İnsanı insanlığından uzaklaştıran kötü hasletleri terkedebilme yolculuğu, insanı üstün insanın, kâmil insanın özellikleriyle donatma umudu ve ufku…
Tarih, insanın hem dış dünyada, hem de iç dünyada gerçekleştirdiği hicret yolculuğuyla hayata ve hakikate kavuşur. İnsanı aziz yolculuklara çıkarır...
TARİHİ YÜRÜTEBİLMEK İÇİN…
Tam bu noktada sorulması ve izi sürülmesi gereken, insanlık olarak varoluşsal sorunlarımızı kavramımızı ve insanca bir hayata kavuşmamızı sağlayabilecek temel soru şu galiba: Tarih, alelade yürünülen bir yol mudur; yoksa yürütülen fevkalade bir yolculuk mu?
Tarihte bir yürüyüş gerçekleştirmek, tarihi yürütmekle gerçeğe dönüşebilir. Tarihte yürüyebilenler, ancak tarihi yürütmesini bilebilenlerdir.
Tarihi yürütenler, ulvî özelliklerle donanan ve kemâl yolculuğuna çıkan insanlardır yalnızca.
Süflî özelliklerine mahkûm olan kişilerse, tarihte oraya buraya sürüklenirler ve hâkim konuma geçtikleri zaman da, hayatı çatışmalardan, işgallerden, tecavüzden geçilmeyen bir cehenneme çevirirler; hakikati hayattan sürerek sürgün ettikleri için insanları da “sürüleştirirler”.
HAKİKATİ HAYATTAN SÜRGÜN ETMENİN BEDELİ: ÖZGÜRLÜĞÜN YİTİRİLMESİ
Batı uygarlığı tarihi, süflî özelliklerinden kurtulamayanların, hakikati hayattan sürgün ettikleri için bütün insanlığı “sürüleştirdikleri” bir yokoluşlar ve yokedişler tarihidir.
Latin Amerika medeniyetleri, bu yüzden tarihten sürülmüş, izleri silinmiştir. Afrikalılar, bu nedenle topraklarından koparılmış, zincirlere vurularak Avrupalara ve Amerikalara sürgün edilmiştir. Endülüs’ün kökü bu nedenle kazınmış, İspanya ve Portekiz Müslümanlara mezar edilmiştir.
O yüzden özgürlük sorunu, Batı uygarlığı tarihinin hem teolojik, hem felsefî, hem de siyasî açıdan en temel sorunlarından biri olmuştur.
BİR VAROLUŞ VE VARKILIŞ TARİHİ
Müslümanların tarihi, insanın süflî özelliklerinden kurtularak insanlaşmasının, ulvî özelliklerle donanmasının örneklerinin ortaya konulduğu bir varoluş ve varkılış tarihidir.
Elbette ki, Müslümanların tarihinde de gözardı edilemeyecek sorunlar yaşanmıştır. Ama bu sorunlar, Batı uygarlığı tarihinde yaşanan sorunlarla karşılaştırıldığında devede kulak gibidir. Müslümanların tarihine panoramik bir şekilde bakıldığında bu gerçeği test edebiliriz kolaylıkla.
Müslümanların tarihi, Mekke’de Müslümanlara nefes aldırmayanlara, Müslümanların Medine’de hayat ve varolma hakkı tanıdıkları; Abbasiler döneminde Arap yarımadasında ve hinterlandında; İspanya’da Endülüs’te ve nihayet Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu coğrafyalarında Osmanlı medeniyetinde birbirinden farklı bütün inançların, inanç ve düşünce sahiplerinin güven içinde varolabildikleri, kendilerini gerçekleştirebildikleri zeminlere ve imkânlara kavuşabildikleri sadece Müslümanlar için değil, herkes için bir darü’s-selâm/ barış yurdu tarihidir.
MEDENİYETİN YAPITAŞLARI, HİCRET RUHUYLA DÖŞENİR
Tarihte, hayatın hakikate, hakikatin hayata kavuşması da, insanın insanca bir hayat sürdürebilmesi de, nihayet tarihi yürütebilmesi de yine hicretle mümkündür.
Hicret, tarihin de, hayatın da çok katmanlı, her şeyi ve herkesi varedici derûnî bir mânâya ulaşmasıdır.
Hicret, tarihin de, hayatın da kötülüklerden arınması ve bütün varlıklara diriltici bir nefes üfleyen kanatlandırıcı bir ruhla donanmasıdır.
Hicret, insanı süflî özelliklere mahkûm ve esir eden beşerliğinin, ulvî özelliklerle donanarak insanlaşmasının, kemâle ulaşma yolculuğunun bidayetine erişilmesi zorlu ama münbit yürüyüşünün adıdır.
Medeniyetin yollarının yapıtaşları, Mekke’lerden Medine’lere gerçekleştirilen hicretlerle döşenir…
Hicret, yeniler insanı; taze ve diriltici bir ruh üfler insana…
O yüzden, tarihte varoluş şartı hicrette, hicret ruhuyla donanabilmekte gizlidir.
Yeni hicrî yılımız mübarek olsun. Hayırlı ve taze başlangıçlara vesile olsun. Vesselâm.Türklerle Kürtler birbirlerine omuz verirlerse tarihin akışını değiştirirler yine…
Yusuf Kaplan
24/09/2017 Pazar
Türkiye’nin güneyi hızla Balkanlaştırılıyor…
Kuzey Irak’ta bağımsız bir devlet kurulması için referandum kararı alınması, bu Balkanlaştırma stratejisinin bir sonucu.
Bir bölgeyi Balkanlaştırmak demek, o bölgede kanton devletler icat etmek demek.
Kanton devlet, Kuzey Irak’la sınırlı kalmayacak… Mantar gibi çoğalacak zamanla…
Emperyalistler, Balkanlaştırma stratejisine, dolayısıyla kanton devletler icadına niçin ihtiyaç duyarlar?
Hem bölgeyi hem de kanton devletleri kolay karıştırabilmek, kolayca birbirine düşürebilmek ve bunların kaçınılmaz sonucu olarak da genelde Balkanlaştırılan bölgeyi, özelde kanton devletleri çok daha kolay kontrol edebilmek için elbette.
Erzurum'da HDP’ye tepki
Erzurum'da HDP’ye tepki
Erzurum'un Pasinler ilçesinde HDP'nin konvoyuna gençler tepki gösterdi.
“BÜYÜK KÜRDİSTAN DEVLETİ” HAYALİ HAYALETE VE FELÂKETE DÖNÜŞECEKTİR
Kuzey Irak’ta kurulması planlanan Barzanî kanton devletinin, Türkiye, İran, Irak ve Suriye’deki bazı Kürt gruplarca, “Büyük Kürdistan” hayalinin ilk adımını oluşturacağı düşünülüyor…
Önce ahlâkî olarak şunu söylemem gerekiyor: Her halk kendi kaderini kendi tayin hakkına sahiptir. Ama yaşadığımız konjonktürde, gerçekte, hiçbir halkın kendi kaderini kendisinin tayin edebilmesini mümkün kılabilecek şartlar mevcut değil. Basiret ve feraset lütfen!
Zira süratle Balkanlaştırılan, büyük acı çeken, gözyaşı döken, yüzyıldır, özellikle de Amerika’nın Irak’ı işgalinden bu yana çeyrek asırdır bitmek tükenmek bilmeyen ürpertici katliamlara sahne olan bir bölgede kurulacak kanton devletin görece hâkim olacağı topraklarda gerçekten bağımsız bir entite olarak varlığını sürdürmesi bile çok zordur.
Bu sürecin “Büyük Kürdistan Devleti” gibi bir şeye dönüşebilmesi ise bölgeye, bölgenin diğer devletlerine ve halklarına çok pahalıya patlayacak, bölgesel, belki de küresel çatışmaların fitilini ateşleyecektir.
Eğer emperyalist devletlerin, Türkiye ve kısmen İran’ın parçalanmasını göze alacak kadar gözü dönerse, bu bölgesel değil küresel bir savaşla sonuçlanacaktır -Allah muhafaza.
Türkiye de, İran da böyle bir şeye seyirci kalmayacak, işin içine Batılı emperyalist devletlerin dışında önce Rusya ardından Çin ve Japonya da girecektir.
Neresinden bakarsanız bakın, “Büyük Kürdistan Devleti” hayali, geri dönüşü çok zor bir hayalete ve çok yönlü bir felâkete dönüşecektir.
KÜRESELLEŞME SÜRECİ VE ULUS-DEVLETLERİN ÇÖKÜŞÜ…
Aslında yaşananlar, ulus-devlet fikrinin, bu fikrin gerisindeki “laiklik ideolojisi”nin çöküşüdür.
Ulus devlet fikri, sadece bölgemizde değil bütün dünyada çöktü.
Modernlik, özellikle düşünce devrimleri, siyasî devrimler ve sanayi devrimlerinden sonra ulus devlet fikrini icat etti. Ulus devlet fikri, Avrupa’da imparatorluklara yedirildi; bir süre kör-topal gitti: Önce imparatorlukları çökertti (İngiliz, Osmanlı, Rus ve Alman imparatorluklarını yerle bir etti), sonra da, Avrupalı ulus devletlerin çöküşünün yapıtaşlarını döşedi.
1970’lerde hız verilen küreselleşme süreci, hem ulus devletlerin birbirleriyle boğuşma nedenlerini hem de ulus-devletlerin çöküş gerekçelerini bir süreliğine ertelemeyi amaçlıyordu.
Önce ekonomik ve kültürel sınırlar ortadan kalktı. Sonra da siyasî ve coğrafî sınırlar aşındı.
Modernlik, ulus devletleri doğurmuştu. Postmodernlik ise ikili bir yapı icat etti küre ölçeğinde: Bir yandan emperyalist Batılı ülkeler, yeniden imparatorluklara evrilmeye, öte yandan, Batı dışındaki diğer ülkelerse kanton devletçiklere bölünmeye başladı.
Bu arada, önceki yazımda da vurguladığım gibi, tarihteki önemli medeniyetlerin kurucusu Çin, Hindistan, Rusya, Türkiye, Brezilya, Meksika gibi orta ölçekli “ulus-devletler”e, “ulus devlet” gömleği dar gelmeye başladı ve bu ülkeleri patlama ile parlama, küçülme ile büyüme seçenekleriyle karşı karşıya bıraktı.
ÇIKIŞ YOLU, KANTON DEVLETLER DEĞİL MÜŞTEREK MEDENİYET YOLCULUĞU…
Hâsılı kelâm: Ulus-devletler çöktü. Yeniden imparatorluklar dönemine giriyoruz...
“İmparatorluk” kavramını, ulus-ötesi devlet anlamında ve sözkonusu orta-ölçekli ülkelerin medeniyet tecrübelerine gönderme yapmak amacıyla kullanıyorum.
Soru ve sorun şu burada: Dünyanın geleceğini, emperyalist batılı devletlerle sözkonusu orta ölçekli ama ulus-devlet gömleği dar gelen ve sürgit büyüyen ülkeler arasındaki mücadele belirleyecek.
Ama küreselleşme sürecinde liberal ekonomik ve kültürel senkronizasyon işlemleriyle küresel sisteme eklemlenen (ehlîleştirilen, ruhları delik deşik edilen, medeniyet iddiaları buharlaştırılan)bu orta ölçekli ülkeler, medeniyet iddialarına sahip çıkacak ve medeniyet atılımları gerçekleştirebilecekler mi?
Cevabını vermemiz gereken hayatî soru bu.
Sorunun cevabı, aslında soruda gizli: Küresel kapitalist sisteme eklemlenmiş, dolayısıyla ehlileştirilmiş ve medeniyet iddiaları buharlaştırılmış ülkelerin medeniyet atılımları gerçekleştirmeleri çok zor.
Burada sadece Türkiye’nin böyle bir imkânı var.
Çünkü bütün diğer orta ölçekli ülkelerin medeniyet kaynaklarını oluşturan dinler ya fosilleştirildi ya da dönüştürülerek yok edildi.
Sadece Türkiye’nin medeniyet iddiasının kaynağını, ruhunu oluşturan İslâm fosilleştirilemedi ve İslâm’ın tarihte bin yıl boyunca Müslüman toplumları dimdik ayakta tutan, Müslümanların dünya tarihini yapmalarına yol açan ana-omurgası Ehl-i Sünnet çökertilemedi.
O yüzden yüzyıllık “büyük oyun” Türkiye ve hinterlandı üzerinden sahneye konuluyor ve o yüzden spesifik olarak Türkiye kuşatılmaya, içerden ve dışardan durdurulmaya çalışılıyor.
Özetle: Kürtler de, Türkler de ulus-devlet entite’sinin bize dar geldiğini görerek İslâmî idealler ve ilkeler üzerinden müşterek bir medeniyet yürüyüşünün temellerini atmanın yollarını araştırmak zorundalar…
Eğer İslâmî kimliği bastırıp etnik kimliği öne çıkarırlarsa, Türkleri de, Kürtleri de, Arapları da felâket dolu günlerin beklediğini görmek için kâhin olmak gerekmiyor.
Türklerle Kürtler birbirlerine omuz verdiler ve tam bin yıl sadece İslâm tarihini değil dünya tarihini yaptılar, tarihin akışını değiştirdiler.
Eğer birbirlerine omuz vermek yerine omuz vururlarsa, o zaman emperyalistlerin oyuncağı olmayı sürdürürler, tarihin yeniden yapıldığı bir süreçte tarihi müştereken yapma imkânını yitirirler, bu coğrafyayı emperyalistlere peşkeş çekmiş olurlar ve bunun hesabını iki cihanda da veremezler aslâ.
Vesselâm.Dârü’l-İslâm kurulmadan Dârü’s-Selâm kurulamaz…
Yusuf Kaplan
25/09/2017 Pazartesi
Önce şu temel gerçeği zihnimize iyi kazımamız gerekiyor, diye düşünüyorum: Ülkemizde de, bölgemizde de boğuştuğumuz, bizi per-perişan eden bütün sorunlar, iki asırdır yaşadığımız medeniyet krizinin yol açtığı sorunlar.
Medeniyet krizi, özlü bir tarifle, Müslüman zihni’nin ve Müslümanca yaşama Zemini’nin çökmesi, yerle bir olmasıdır.
Alaşehir’de bağları dolu vurdu
Alaşehir’de bağları dolu vurdu
MEDENİYET KRİZİNİ ANLAMADAN HİÇBİR ŞEYİ ANLAYAMAZ, HİÇBİR YERE VARAMAYIZ…
Müslümanca duyma, düşünme biçimlerinden yoksun olduğumuz, yani Müslüman zihni’ni yitirdiğimiz için, yaşadığımız sorunlara Müslümanca bakış açılarıyla, Müslümanca duyarlıklarla, İslâmî kavramlarla ve ölçülerle bakamıyoruz.
Her zaman söylediğim gibi, kendi meselelerimize bile bakarken Batılı / seküler perspektiflerle bakıyoruz: Zihnimiz çağdaş hurafeler çöplüğüne dönüşmüş durumda.
O yüzden İslâm’a da, dolayısıyla Batı’ya da hakkıyla nüfûz edemiyoruz.
O yüzden karşı karşıya kaldığımız temel sorunlarımızın nereden kaynaklandığını kavrayamıyoruz.
Sonuçta, Müslüman zihnini, dolayısıyla Müslümanca algılama, duyma, düşünme ve görme biçimlerini yitirdiğimiz için her şeye şaşı bakıyor ve karşı karşıya kaldığımız temel varoluşsal sorunlarımızı bile anlamakta, algılamakta, anlamlandırmakta ve aşmakta zorlanıyoruz.
Sonuçlarını iliklerimize kadar yaşadığımız bu ikinci büyük medeniyet krizinin ikinci sonucu, Müslümanca yaşama zemininin de yok olmasıdır.
Hem Müslüman şehirler yok artık; hem de Müslüman şehrin, nasıl bir yer olduğunu, yani Müslüman hayatının, dünyasının, duyarlıklarının, zevklerinin, beğenilerinin şekillenmesinde ve sürmesinde nasıl hayatî roller oynadığını bilmiyoruz bile!
Müslümanca yaşama zemini derken sadece Müslüman şehirlerin yok olmasını kastetmiyorum: Müslüman yaşayışını mümkün kılan ailenin / ev’in, mahallenin, ülkenin, medeniyetin kısaca Müslüman mekânının, hayatının ve dünyasının bütünüyle yok olmasını kastediyorum.
MÜSLÜMAN DEVLETLER YOK, SEKÜLER VE BATI-GÜDÜMLÜ TOTALİTER DEVLETLER VAR
Zihnimiz, Müslümanca işlemiyor…
Zemin’imiz, İslâmî temellerden bütünüyle kopuk…
Ev’imiz, mahallemiz, şehrimiz, ülkemiz, medeniyet / ümmet coğrafyamız, fiilen seküler/ Batılı tarzların, duyarlıkların ve dünyanın işgali altında. Üstelik de, bu batılı tarzlar, duyarlıklar, kısacası kültür, Batı kültürünün posası çıkmış, en sığ, en yoz, en kimliksiz, en zevksiz ve kişiliksiz örnekleri.
Müslüman zihni ve Müslümanca yaşama zemini çöktüğü için medeniyet gökkubbemiz çöktü, medeniyet coğrafyamız işgal altında.
O yüzden İslâm dünyası dediğimiz “dünya” aslında İslâm’ın değil Batılı emperyalistlerin şekillendirdiği bir dünya; “İslâm dünyası” dediğimiz zihnen ve fiilen işgal altındaki bu dünyada Müslüman halklar var ama Müslüman devletler yok.
İşgal altındaki İslâm dünyasındaki devletler, hem fiilen hem de zihnen Batılıların kontrolünde nefes alıp veren ya seküler ya da totaliter devletler. Türk devleti seküler, Suud devleti totaliter. Ama ikisi de bağımsız değil. İkisi de İslâmî ilkelerden, temellerden uzak devletler.
Hâl böyleyken, İslâm dünyasının, zihnen yeniden Müslümanlaşmaya, yaşadıkları zeminleri silbaştan müslümanlaştırmaya ekmek kadar su kadar ihtiyacı varken, yeni (güdümlü) devletçilerin kurulması, sınırların emperyalistler tarafından yeniden çizilmesi, yaşadığımız sorunları kangrene çevirecek, iyice içinden çıkılmaz hâle getirecek, daha da vahimi, bizi birbirimize düşürecektir.
MEDENİYET YOLCULUĞUNUN TEMELİ: MÜSLÜMAN ZİHNİ VE MÜSLÜMANCA YAŞAMA ZEMİNİ
İslâm dünyasının, daha fazla parçalanmaya değil toparlanmaya, bütünleşmeye, emperyalistlerin zihnen ve fiilen işgal ettikleri coğrafyamızı ve zihinlerimizi İslâmileştirmeye ihtiyacı var.
İslâm dünyasının halkları, “yeniden Müslüman Zihni’ne ve Müslümanca Yaşama Zeminine nasıl ulaşabiliriz” hayatî sorusunun izini sürmek yerine, “nasıl kendi kanton devletçilerimize kavuşuruz” ayartıcı sorusunun izini sürerlerse, felâketten felâketle sürüklenmekten ve emperyalistlerin ekmeğine yağ sürmekten başka bir şey yapmış olamazlar.
Oysa tarihî gerçek şu: Yalnızca Dârü’l-İslâm kurulduğunda, yani Müslüman zihni ve Müslümanca yaşama zemini tesis edildiğinde, sadece İslâm dünyası değil, dünya da Dârü’s-Selâm’a (Sulh Yurdu’na) dönüşmüştür.
Farklı dinlerin, kültürlerin, felsefelerin, mezheplerin, ırkların bütün farklılıklarını koruyarak yaşayabildileri bir dünyayı yalnızca Müslümanlar armağan edebilmiştir insanlığa.
Kudüs’ten Saraybosna’ya, Üsküp’ten Delhi’ye, Şam’dan Kahire’ye, Semerkand’tan Kurtuba’ya ve
İstanbul’a kadar İslâm medeniyetinin bütün kurucu ve koruyucu şehirleri, henüz aşılamamış ve anlaşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış ama yeniden keşfedilmeyi ve insanlığa sunulmayı bekleyen muazzam ve muazzez dârü’s-selâm örnekleriyle doludur…
Tam da dünyanın böylesi bir dârü’s-selâm’a şiddetle ihtiyaç hissettiği bir zaman diliminde, Müslümanların, etnik kimliği İslâmî kimliğin önüne geçirmeleri hem kendilerinin intiharı hem de kendi ayaklarına kurşun sıkmaları anlamına gelecek büyük bir felâkettir.
Sözün özü, eğer Müslümanlar, dârü’s-selâm’a kavuşmanın yolunun dârü’l-İslâm’ın yeniden tesis edilmesini mümkün kılacak, bütün yapay sınırları yıkıcı bir medeniyet yolculuğuna soyunmaktan geçtiğini kavrayamazlar ve buna göre hareket edemezlerse, sadece bizim değil, dünyanın eşiğine sürükleneceği felâketin sorumluları olacaklarını iyi bilmeliler.
Vesselâm.
.Tehlike büyük... Türkiye kenetlenmeli!
Yusuf Kaplan
1/10/2017 Pazar
Dünyanın çivisi çıktı: Bildiğimiz bütün uluslararası ilişkiler kuralları ihlâl ediliyor!
Amerikalılar da, Ruslar da, Avrupalılar da, başkaları da bütün kuralları, anlaşmaları, hukuk ilkelerini hiçe sayıyorlar!
Dünyada anlaşmalara, uluslararası hukuka saygı duyan neredeyse bizden başka ülke kalmadı. Ama ortada hukuk filan da kalmadı!
HEDEFTE TÜRKİYE OLDUĞUNU UNUTMAYACAĞIZ ASLÂ!
Dünya bildiğimiz dünya değil: Her ân herşey olabilir. Her ülke dün aldığı bir karardan, yaptığı anlaşmadan bugün vazgeçebilir!
Uluslararası ilişkilerde Wallerstein’ın “belirsizlikler çağı”nın çok çok ötesine geçildi: Tam bir kaos ve nihilizm çıkmaz sokağına doğru yuvarlanıyor dünya...
Böyle bir dünyada karar alıp uygulamak, istikrarı koruyabilmek çok zor.
Dünya tehlikeli bir sürece doğru sürükleniyor hızla...
Felâket tellallığı yapmıyorum. Sorumluluğunu müdrik bir yazar olarak felâket tellallığı yapamam. Darbeden önce de özellikle ordudaki hareketlilikten ötürü darbe olabilir, diye yazmıştım hem burada hem de sosyal medyada. Ayrıca Ülke tv’de insanları ürkütmemek için ıkına-sıkına da olsa darbe tehlikesine dikkat çekmiştim sevgili Mustafa Yıldız kardeşimin programında darbeden üç ay önce.
Tabii o zamanlar açıkça felâket tellallığı yapmakla itham edildim.
Irak ve Suriye’deki kaos, dünya için tehlike çanlarının çaldığı, güç mücadelelerinin verildiği çok bilinmeyenli bir kaos.
Bu tehlikeli, çok yönlü, çok katmanlı ve çok bilinmeyenli kaosun merkezinde Türkiye var.
Şundan hiç kuşkunuz olmasın: Kaos Suriye’de ve Irak’ta yaşanıyor ama hedef Türkiye.
Bütün engellemelere, iç ve dış tezgâhlara rağmen sürgit büyüyen, Batılı başkentlerden bağımsızlaşan ve durdurulamayacak ölçüde etki alanı süratle Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’ya, zaman zaman daha ötesine uzanan bir Türkiye, Batılıları ürkütmeye yetiyor.
Türkiye’yi kuşatmaya, Türkiye’ye diz çöktürmeye çalışıyorlar...
Şimdiye kadar başaramadılar.
Bundan sonra da başaramayacaklar Allah’ın izniyle.
HİÇBİR ÜLKEYE SONUNA KADAR GÜVENMEYECEĞİZ...
Türkiye, çok iyi diplomasi ve strateji oyunu oynamaya başladı. -FETÖ sivil ve askerî bürokrasiden önemli ölçüde temizlendikten sonra.
O yüzden aynı ânda pek çok farklı stratejik adımı atabiliyor artık. Kurtlarla dans etmeye başladık.
Ama kurtlar da boş durmuyor elbette.
Rusya ve İran’la Astana süreci başlatıldı önceki hafta. Ve Suriye’de çatışmasızlık bölgeleri belirlendi.
Ama Putin, Türkiye’den ayrıldıktan sonra bu bölgelerde ürpertici katliamlar yapmaya başladı, Ruslar ve İranlılar!
Baş döndürücü bir hızla Astana süreci askıya alınmış oldu -bir süreliğine belki, bilmiyoruz.
Rusya ile ilişkiler tavan yaptı.
Bu hem iyi hem de kötü.
Türkiye’nin eksen genişletmesi, Batılıların Türkiye’yi kuşatma çabalarını Rusya’yla dengelemesi açısından iyi. Fakat Türkiye’nin Rusya’ya bağımlı hâle gelme tehlikesi barındırması bakımından kötü.
Düşmanlarımızı azaltacağız, müttefiklerimizi artıracağız.
Bu temel stratejimiz olmalı.
Ama hiçbir müttefike de sonuna kadar güvenmeyeceğiz: Her ân tetikte olacağız.
Haritaların yeniden çizildiğini, bildiğimiz dünyanın çöktüğünü, yeni bir dünyanın kurulduğunu ve her müttefikimiz olan ülkenin beklenmedik anda bize cephe alabileceğini unutmayacağız.
Özellikle de tuzaklara karşı dikkatli olacağız. Dik duracağız ama her zaman teyakkuz hâlinde olacağız; aynı ânda bir kaç kartla birlikte oynamasını bileceğiz: Yüzyıl sonra bir kez daha kurtlarla dans ettiğimizi aslâ gözardı etmeyeceğiz.
ERDOĞAN, TOPLUMU KUCAKLAMALI...
Özetle: Sadece Türkiye’nin değil bölgemizin ve dünyanın çok kritik bir süreçten geçtiğini unutmamak gerekiyor.
Yeni bir dünya kuruluyor...
Bu dünyanın kurulmasında kurucu rol oynayabiliriz.
Bunun için büyük hata yapmamamız, tuzaklara karşı tetikte olmamız gerekiyor.
O yüzden herşeye hazırlıklı olmak gerekiyor.
Yine o yüzden sosyal barışın, huzurun ve kardeşliğin korunmasına özen gösterilmesi gerekiyor.
Farklılıklarımızı bir tarafa bırakarak bütünleşmek, kenetlenmek zorundayız.
Cumhurbaşkanı Erdoğan’a burada çok hayatî roller düşüyor: Toplumu kenetleyecek, bütünleştirecek, farklılıkları zenginlik olarak değerlendirecek, asgarî müşterekleri pekiştirecek, kısacası, bütün kesimleri kucaklayacak ve aynı hedefe yönlendirecek kişi o.
Allah yardımcısı ve yardımcımız olsun...
Vesselâm.Eğitim, kültür ve medyada devrim yapmadan aslâ!
Yusuf Kaplan
2/10/2017 Pazartesi
Dünyada ruh, yalnızca Türkiye’de var.
Bunun, bizi gelecek adına ümitvâr kılan en önemli göstergesi şu: İnsanlığın sorunlarıyla hemdert, hemdost ve hemhâl olan insanlar yalnızca bu ülkenin çocukları şu çivisi çıkmış dünyada!
Bunu görüyor bütün dünya da!
O yüzden üzerimize üzerimize geliyorlar, o yüzden içerden ve dışardan çepeçevre kuşatıyorlar ya!
Eğer biz, üzerimizdeki yükün, insanlığın yükünü taşıma yükünün yükümlülüklerini hakkıyla yerine getirebilirsek, kim ne tür plan, tezgâh, tuzak kurarsa kursun, kim ne türden oyunlar oynarsa oynasın, hepsini püskürtürüz Allah’ın izniyle...
SÖMÜRGECİ EĞİTİM, KÜLTÜR VE MEDYA REJİMİ YIKILMALI!
Ama bu ruh aşınıyor hızla...
Bu ülkedeki pozitivist, ezberci, sığ ve diplomalı câhil yetiştiren seküler eğitim sistemi; her Allah’ın günü genç kuşaklarımızı kurşuna dizen, bu ülkenin ruh köklerinden uzaklaştıran yayınlarıyla sömürgeci medya rejimi; bu toplumun medeniyet birikimini yoksayan, yok etmeye çalışan metamorfoz yemiş fikir, kültür ve sanat dünyası yıkılmalı -kimsenin gözünün yaşına bakmadan hem de!
Bu ülkenin ruh kökleri, sâbiteleri, aşılamayan evrensel değerleri sömürgeciler tarafından değil, cellâdına âşık tasmalı çekirgeler, zihinleri sömürgeleştirilen yerli sömürgeciler tarafından yok ediliyor, kurşuna diziliyor...
Dünyanın sömürgeleştirilemeyen tek ülkesi olacaksınız, sonra da varlık nedeninizi, dünya tarihini yapmanızı mümkün kılan ruh köklerinizi oluşturan, yüzyılların mücahedesi, mücadelesi ve çilesiyle inşa ettiğiniz ruhunuz, medeniyet ufkunuz ve dinamikleriniz yerli sömürgeciler tarafından yerle bir edilecek ve siz hiç bir şey olmuyormuş gibi hareket edeceksiniz!
İşte bu olmaz!
Bir toplum, kendi intiharını seyredemez!
Hele de insanlığın dün umudu olmuş, yarın da umudu olabileceğini gösterecek kadar dünyanın mazlumlarına, yoksullarına, kimsesizlerine kucak açan bir ülkenin çocukları, intihar edemez, kendi intiharını seyredemez!
DÜNYANIN İHTİYACINI HİSSETTİĞİ RUHU BİZ SUNABİLİRİZ YALNIZCA!
Öte yandan bir de dünyanın eşiğine sürüklendiği bir kültürel nihilizm felâketi var.
Amerika’dan bütün dünyaya ânında yayılan ayartıcı ve sığ “pornografik” kültür, dünyanın her bir köşesinde algı melekelerini ve düşünme kabiliyetlerini, duyarlıklarını ve duyarlılarını yitiren bir güruh üretiyor yalnızca.
Dünya hiç bu kadar tüketimin kölesine dönüşmemişti!
Dünya hiç bu kadar ruhunu yitirmemişti.
Dünya hiç bu kadar çölleşmemişti.
Şunu aslâ unutmayalım: Dünyanın ihtiyacını hissettiği ruhu, biz sunabiliriz yalınızca.
Yeter ki, biz, sahip olduğumuz ruhu müdrik olarak hareket edelim; öncelikli olarak atmamız gereken hayatî adımları daha fazla ertelemeden atalım; asıl işimize bakalım; eğitim, kültür ve medyada seferberlik başlatalım; hem İslâm’ı hem de dünyayı iyi tanıyan; hem aşağılık kompleksine kapılmayan hem de “ver mehteri” gibi genç kuşakları aptallaştıran, içi boş, hamaset yüklü sloganlarla ayartan aşırı-özgüven duygusu tuzağıyla kibrinin kölesi yapmayan, aksine kendi çocuklarımızı, yürek ülkesinin çocuklarını yetiştirmeye yoğunlaşalım, “kendi geleceğimizi nasıl inşa edebileceğimiz ve insanlığın önünü Hakikat medeniyetine nasıl açabileceğimiz” zorlu meselesi üzerinde kafa patlatalım, işte o zaman bizi kimse durduramaz.
O yüzden ne yapıp edip ruhumuza, ruh köklerimize gözümüz gibi sahip çıkacağız...
Ne yapıp edip bu ülkenin çocuklarına diriltici ruh aşısı yapacağız...
Ve şunu aslâ unutmayacağız: Maddî gelişme geçicidir; asıl gelişme fikir, sanat, ilim, irfan, hikmet, ve elbette ki ahlâk güzergâhlarında elde edilecek manevî gelişmedir.
Manevî açıdan gelişmiş, sâbitelerine, ruh köklerine yürekten sahip çıkan bir ülkenin çocuklarını hiç bir maddî güç yok edemez.
Fikrî birikimi güçlü, ruh kökleri muhkem, istikameti sağlam bir toplum, kaybetse de, kazanır mutlaka sonunda.
Tıpkı Selçuk çocuklarını tarihten silen Moğolların, bir süre sonra, Selçuk çocuklarının insanı kanatlandıran engin ve zengin ilim, irfan ve hikmet birikimleri ve ruh kökleri karşısında diz çökmeleri gibi...
YÜZLERCE DEĞİL BİR KAÇ TANE ÇIĞIR AÇICI ÜNİVERSİTE!
O yüzden çok okula, yüzlerce üniversiteye ihtiyacı yok bu ülkenin.
İnsanlığın önünü açacak hem kendini hem de dünyayı iyi tanıyan; bu dünyada yaşayan ama bu dünyayı yaşamayan; insanlığın yükünü omuzlarında taşıma şuuruyla nefes alıp veren; aldığı nefesi hakikatin sesine, hakikatin sesini insanlığın nefesine dönüştürebilecek diriltici bir ruha sahip öncü kuşakları yetiştirecek, dünyaya dünya çapında fikir adamı, sanatçı, bilim insanı armağan edecek üç beş çaplı okula, birkaç çığır açıcı üniversiteye ihtiyacı var. O kadar.
Son olarak, her zaman söylediğim gibi: 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekemezsek, yok olmaktan kurtulamayız.
Vesselâm.Azgın azınlığın traji-komik hâli, tükenişin hâl-i pür melâli...
Yusuf Kaplan
6/10/2017 Cuma
Şu anlaşıldı artık: Bu ülkede, çoğunluğun azınlığa değil, azgın azınlığın sessiz çoğunluğa tahakkümü vardır.
Yüz yıllık travmatik tarihimize önyargısız bir gözle baktığınızda bu tedirgin edici gerçeği görmeniz ve teslim etmeniz hiç de zor olmayacaktır.
Bunun son traji-komik bir örneği geçtiğimiz hafta Adana Film Festivali’nde yaşandı. Programın sunuculuğunu yapan bir oyuncu, Meltem Cumbul, festivalde, en iyi yönetmen ödülü verilen ülkemizin en parlak film yönetmenlerinden Semih Kaplanoğlu’nu alenen, milletin önünde aşağıladı!
Ama yaşanan hâdise, azgın azınlığın keyfince hükmettiği kültür-sanat iktidarının kabızlık hâlinin ve bitişin habercisidir...
AŞAĞILANAN SEMİH KAPLANOĞLU DEĞİL, BU ÜLKENİN RUH KÖKLERİDİR
Mesele basit bir el sıkmama meselesi değildir.
Aslında bu ilkel hâdiseyle birlikte, bu ülkenin kültür dünyasına keyiflerince hükmeden küçük, azgın azınlığın, bu ülkenin kültüründen, ruh köklerinden ne kadar nefret ettiği, her fırsatta nasıl faşistleşebileceği bir kez daha gün ışığına çıkmış oldu.
Aşağılanan sadece Semih Kaplanoğlu değildir. Aşağılanan bu ülkenin kültürel değerleri, anlam haritaları ve ruh kökleridir.
Ne var ki, bu aşağılayıcı hareket, trajik değil, traji-komiktir.
Traji-komiktir; çünkü aşağılanan kişi, yaptığı toplam altı filmle ve aldığı 28 uluslararası ödülle, bu ülkenin en parlak sanatçılarından ve yönetmenlerinden biridir.
Aşağılayansa, hiç bir yetenek ışıltısı göstermeyen, sıradan, lümpen bir oyuncudur.
Sıradan bir oyuncunun dünya çapında takdir toplamış bir film yönetmenini aşağılamaya kalkışması komiktir. Meselenin içinde “işsizlik” varsa, bu daha da komik, hatta trajiktir.
İşin daha trajik tarafı şudur: Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nun sinemada yaptığı “devrimi” anlayamayacak kadar film dilinden de, film estetiğinden de, entellektüel birikimden de yoksun biridir.
Eğer Meltem Cumbul, Semih Kaplanoğlu’nun film dilinde ülkemizde yaptığı ve bütün dünyada takdir toplayan “devrim”i anlayabilecek çapta biri olmuş olsaydı, bırakınız Kaplanoğlu’nu aşağılamayı, ayakta alkışlardı.
HAYSİYET SORUNU VE BU ÜLKEDEKİ TRAJİ-KOMDEDİ’NİN BOYUTLARI...
Foucault ile Deleuze çağımızın iki cins düşünürüdür. Foucault, Deleuze’ün hocasıdır.
Deleuze’ün hocası hakkında söylediği sarsıcı bir söz vardır. Deleuze, “Foucault, bize hiç bir şey öğretmediyse şunu öğretmiştir ve bu onu büyük bir düşünür yapmaya yeter: Başkaları adına konuşma, başkalarını yargılama haysiyetsizliği.” (Cumbul, bırakınız bu isimleri tanımayı, telaffuz edebilir mi acaba? Ama bu isimleri de, çağdaş düşünceyi de, İslâm düşüncesini ve estetiğini de iyi bilen bir yönetmeni “gerici, yobaz, yalaka” vesaire gibi ilkel niteliklerle yaftalamak nasıl acıklı bir güldürüdür, değil mi?)
Adana’da yaşanan çirkin hâdise, başkaları adına konuşma, yargılama ve nefret söylemi üretme ilkelliği ve faşizmidir.
Sadece sunucunun çirkin davranışından sözetmiyorum. Bu ülkede, sunucunun kendisini ait hissettiği dar bir çevrenin, bu ülkenin kültür ve sanat dünyasına keyiflerince hükmeden azgın bir azınlığın traji-komik durumunu ele veren, ülkemiz adına tedirgin edici bir hâdiseden sözediyorum.
Oysa bu ülke sıradan, herhangi bir ülke değil. İnsanlık tarihinin Yunus gibi, Mevlânâ gibi, Sinan gibi, Fuzûlî gibi, İbn Arabî gibi en büyük bilgelerinin, düşünürlerinin, sanatçılarının en ön sıralarında yer alan öncü isimlerini yetiştirmiş bir medeniyet birikimini insanlığa armağan etmiş bir ülke burası.
Semih Kaplanoğlu, işte bu isimlerini saydığım öncülerin ortaya koydukları evrensel insanlık birikimini özümsemiş, bu birikimi film diline aktarmayı başarabilmiş ve dünyaya bizim nasıl imajinatif bir film dili ve estetiği armağan edebileceğimizi gösterebilmiş ilk sıradaki yönetmenimizdir.
Adana Film Festivali’nde en iyi yönetmen ödülü verilen filmi Buğday dünyada yüzümüzü ağartacak bir başyapıttır.
Bu ülkede yüzyıldır kültür ve sanat dünyasına hâkim olan Meltem Cumbul da, onlar adına konuştuğu celladına âşık tasmalı çekirgelerin hiç biri de, böylesine büyük bir atılıma öncülük edememiştir. Vebu ülkenin zengin ve engin kültürel dinamiklerini, insanı sarıp sarmalayan, kanatlandıran, ötelerin ötesine taşıyan, çağları, zamanları ve mekânları aşarak günümüze kadar gelen ve yarına da iletilecek çapta ve derinlikteki ruh köklerini aşağıladıkları, aşağılamaya devam ettikleri sürece de dünya sinemasına, sanatına özgün diller ve estetikler armağan edecek yaratıcı bir atılıma öncülük edemeyeceklerdir, etmeleri de mümkün değildir.
ÇEYREK ASIR İÇİNDE SİLİNİP GİDECEKLER...
Cumbul’un davranışı, ait olduğu azgın azınlığın traji-komik hâli pür melâlini çok iyi resmediyor.
Bu davranış biçimi, bu azgın azınlığın hem bu ülkenin sahip olduğu devâsâ kültürel, sanatsal ve estetik birikimden bîhaber olduklarının hem de bu birikimi başka bir medeniyetin ürünü olan sinema gibi bir sanat formunu dönüştürecek ve bizim kültürel, sanatsal ve estetik kodlarımız üzerinden yeniden icat edecek bir atılıma imza atmış bir yönetmeni aşağılamakla ne kadar acıklı ve gülünç duruma düştüklerini göremeyecek kadar çapsız, sığ ve acıklı durumda olduklarının göstergesidir.
Böylesine ilkel bir davranış biçimine Türkiye’de kültür-sanat dünyasına keyiflerince hükmeden azgın azınlığın hiç olmazsa bu kez “bu kadar da olmaz” diyerek karşı çıkmasını ve bu ilkel davranışı kınamasını beklerdim.
Olmadı tabii. Olması da mümkün değildi, elbette ki.
Bu azgın azınlık bu kafayla giderse, çok değil bir çeyrek asır içinde, kendiliğinden silinip gidecektir...
Böylesine ilkel bir traji-komediyle uzun süre nefes alıp verebilmesi olmayacak bir şeydir çünkü.
21. yüzyıl, başlamadı; 21. yüzyılı İslâm başlatacak...
Yusuf Kaplan
8/10/2017 Pazar
Toplum olarak, geleceğimizden, hatta yarınımızdan bile emin değiliz.
Kaygılıyız. Geleceğe, biraz kuşku, biraz da korkuyla karışık bir öz/güvensizlikle bakıyoruz. Günü kurtarmakla meşgulüz. Art arda yaşadığımız “doğal” ve siyasi-kültürel şoklar, depremler, anormallikler, kendimize olan güvenimizi, geleceğe güvenle bakabilme melekelerimizi ve enstrümanlarımızı her geçen gün daha bir yok ediyor gibi.
Her ne suretle olursa olsun, her “kriz durumu”, beraberinde “yeni arayışlar”ı da getirir. Yaşanan krizlerin büyüklüğüyle orantılı olarak “uzun soluklu muhasebeler” yapmaya icbar eder herkesi.
Şu an işte böylesi bir “hesaplaşma”, geleceğe bakma, bir gelecek tasavvuru geliştirme noktasında duruyoruz.
Bugün 18 yıl önce yayımlanan bir yazımı sizlerle yeniden paylaşıyorum.
AYAĞIMIZI “BULUNDUĞUMUZ YER”E SAĞLAM BASMAK...
Geleceğe bakabilmemiz için, “sağlam bir yer”de duruyor; “ayak”larımızı, “bulunduğumuz yer”e sağlam basıyor olmamız gerekir. Ancak görünen o ki, biz, bulunduğumuz yerin ne/resi olduğunu bile tam olarak bilemiyoruz.
Tarihimiz, hafızamız, kültürümüz, anlam haritalarımız sürgit yok edilmeye, yok sayılmaya çalışıldığı için, nereye basabileceğimizi de, nereye doğru yürüyeceğimizi de, dolayısıyla yürüyüşümüzü engelleyebilecek “duvar”ları nasıl aşabileceğimiz de kestiremiyoruz.
Ama biz tarih yapmış, tarihe yön vermiş bir toplumuz. Bu, inkarı mümkün olmayan bir gerçek.
Bu gerçeği “göz önünde bulundurduğumuz” sürece, yaşadığımız sorunları anlamlandırabilmenin ve aşabilmenin; dolayısıyla geleceğimize yön ve şekil verebilmenin yollarını keşfedebilmemiz mümkün olacaktır.
GELECEĞİ OKUYABİLMEK...
Batıda yazarlar, sık sık geleceğe bakarlar; geleceği okumaya, geleceğin ne tür “görünümler” alabileceğini tahmin etmeye çalışırlar. (Örneğin, Avrupa’daki birkaç “bilge-yazar”dan biri olan Neal Acherson’ın 1989 yılında yazdığı bir yazıda, Balkanlarda bugün yaşanan trajedileri nasıl gerçeğe yakın bir şekilde okuduğunu çok iyi hatırlıyorum.) Her şeye sıfırdan başlamaya icbar edilen bir toplum, bir anlamda “hafızsız” olduğu için, böylesi bir toplumun geleceğe bakabilecek enstrümanları, kavramları yok demektir. Herhalde “geçmişi olmayanın geleceği de yoktur” ilkesi, bilinçaltımıza kazınmış olduğu için olsa gerek, bizde bu tür yazılara da, yazarlara da rastlayabilmek zordur.
Yüzyılımız, gerçekten olağanüstü olaylara tanıklık etti. 19. yüzyıldan 20. yüzyıla kalabilen önemli imparatorlukların ve uygarlıkların dikkate değer bir bölüğü yüzyılımızın başlarında tarihe karıştı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesiyle birlikte İslam medeniyeti “geri çekildi”.
Avrupa’daki “büyük güçler” ilkin birbirleriyle kapıştılar. Ardından da modern tarih boyunca dünyaya pek çok bakımdan “hükmeden”, Batı-dışı toplumların ve kültürlerin de başvurmak durumunda kaldıkları pek çok kavramı ve kurumu şu ya da bu şekilde “ihraç eden” Avrupa, iki büyük savaşın ardından yorgun ve bitap düşerek, yerini ve gücünü Amerika’ya devretmek zorunda kaldı.
Şu an, artık Avrupa’ya da pek çok bakımdan Amerika esin kaynağı olmaya başlamış durumda. Ayağa kalkmaya çalışan Avrupa ile dünya üzerindeki hegemonyasını kimi zaman sanal, kimi zaman gerçek görünümler aldığı gözlenen bir “dünya imparatorluğu”na dönüştürerek sürdürmeyi başaran Amerika, aynı medeniyet havzasına mensup iki başlıca “rakip güç” olarak dünya tarihini yapma ve yazma savaş/ım/ı veriyorlar.
GÜNEŞ, DOĞU’DAN DOĞACAK MI?
20. yüzyılda güneş Doğu’dan doğmadı. Asya, ancak “kaplanlaşabileceğini”; başkalarının postuna ve pozisyonuna göz dikerek bir “ölüm-kalım savaşı” verebileceğini göstermekten başka bir şey yapamadı. Dünyaya bir medeniyet iddiası ve fikri sunamadı.
Batı’dan doğan şeyin de “güneş” olmadığını, yüzyılımızı geren; kanlara, gözyaşlarına boğan savaşlar, kaoslar yeterince ispatlıyor olsa gerek.
Bu zaman diliminde İslâm dünyası, İslâm tarihi boyunca en büyük sarsıntılardan ve yenilgilerden birini tattı: Yüzyılın başlarında bir şekilde “Azrail”le tanıştı; ama yüzyılın sonlarında silkinip kendine gelebileceğini, yeniden ayağa kalkabileceğini gösteren “mesajlar ve işaretler” sundu dünyaya.
Şu an dünyamız yeni oluşumlara gebe. Yerkürenin stratejik haritaları yeniden çiziliyor. Yerküre için çizilmekte olan stratejik haritaların “merkez üssü”nde, “göbeği”nde İslam dünyası ve biz varız.
Artık ideolojiler bitti. “İdeolojik savaşlar”ın yerini “medeniyet savaşları” almaya başladı.
20. yüzyıl, 2000 yılında sona ermeyecek; 21. yüzyılın ilk çeyreğine, hatta biraz daha ötesine kadar sürecek gibi gözüküyor.
20. yüzyılın sona ermesi ve 21. yüzyılın başlaması, ancak İslâm dünyasının, köklü ve çığır açıcı bir medeniyet bilinci, vizyonu ve sıçraması geliştirebilmesiyle birlikte mümkün olabilecek.
.İslâm, nasıl yeniden geleceğimiz olabilir?
Yusuf Kaplan
9/10/2017 Pazartesi
Batılılar, Türkiye’nin etrafını cehenneme çevirdiler...
Hedef, Türkiye’nin toparlanıp taze bir medeniyet yürüyüşüne soyunmasını önlemek, hatta imkânsızlaştırmak.
Öte yandan Türkiye hızla sekülerleşiyor...
Özellikle İslâm’la ilişkisi sıfırlanan, aidiyet bilincini kaybeden bir genç kuşak geliyor...
Böyle giderse, geleceği kaybederiz...
İzini sürmemiz gereken soru, Türkiye’nin, daha fazla vakit kaybetmeden, hızla yeniden İslâmî bir dünyaya ve hayata kavuşmasını nasıl sağlayabiliriz, yakıcı sorusudur.
BATILILARIN DÜNYAYI DEMİR-KAFESE DÖNÜŞTÜRMELERİ...
Dünyada, bölgemizde ve ülkemizde yaşanan sorunların temelinde, Batı uygarlığının, gücü putlaştırması ve geliştirdiği güçle bütün medeniyetlerin kökünü kazıma saldırısı üretmesi olduğu gerçeği yatıyor ama bu yakıcı gerçeği görecek, konuşacak, tartışacak çapta bir entelijansiya yok bu ülkede.
Batı uygarlığı, modernlikle birlikte geliştirdiği meydan okumayla, üç asır gibi kısa bir zaman dilimi içinde, ele geçirdiği ekonomik, teknolojik ve askerî güçle bütün medeniyetlerin kökünü kazıdı.
Tarihte, hiçbir medeniyet, Batı uygarlığının bütün medeniyetlerin kökünü kazımasına benzer bir saldırı üretmedi insanlığa ve başka medeniyetlere karşı. Batı uygarlığının ürettiği bu topyekûn saldırı, medeniyetlerin varlık nedenlerini ve temellerini yerle bir etti, insanlığın geliştirdiği medeniyetleri tarihten sildi.
Batı uygarlığının yıkıcı saldırısından İslâm dünyası ve ülkemiz de nasibini aldı. Sonuçta, medeniyet coğrafyamız ve ülkemiz, iki asır önce, İslâm’ı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı.
Gelinen noktada, Batı uygarlığı, ürettiği saldırıyla, bütün dünyayı seküler-kapitalist kafese girdirdi: Ve gücü, güç üreten araçları ele geçirme güdüsünü, bütün insanlığın yegâne varoluş nedeni hâline getirdi.
Sadece kitleler değil, aydınların büyük bir bölüğü de, bu dünyada varolmanın tek şartının gücü, güç üreten araçları üretmekten geçtiğine inanıyor artık!
Nedir bu?
Zihnî felçleşmedir.
GÜCE DEĞİL HAKİKATE DAYALI YENİ BİR MEDENİYET YOLCULUĞU İÇİN...
Elbette ki, gücün kutsandığı ve putlaştırıldığı bir çağda, varlığınızı koruyabilmeniz için belli bir güce ulaşmanız kaçınılmaz. Ama atlanmaması gereken asıl mesele, tarihin yalnızca güce dayandığı, güçle ayakta durduğu masalı.
Oysa tarihe kalan, insanlığın önünü açan medeniyetler, gücü değil hakikati, dolayısıyla adaleti eksene alan medeniyetlerdir. Bugün Roma’nın, Mısır’ın tarihin mezarını boyladığını söylemek bile gerekmiyor.
Bugün yalnızca İslâm dünyasının dirilik ve direniş emaresi gösterdiği, yeniden toparlanma imkânlarını yitirmediği gözleniyor...
İnsanlığın insanca bir dünyaya kavuşmasını sağlayacak en muhkem, en asil dinamikleri sadece İslâm’ın insanlığa sunabilecek diriliğe sahip olduğunu, dünyada seküler-kapitalist sapmaya yalnızca yaralı İslâm dünyasının direniyor olması gerçeği göstermeye yetiyor olsa gerek.
O yüzden Batılı emperyalistlerin, geleceğin dünyasını bizim gelişimizi durdurma projesi üzerine kurmaya çalıştıklarını ve o yüzden İslâm dünyasını cehenneme çevirdiklerini görmek gerekiyor.
İSLÂM’IN KONUMU VE GELECEĞİ...
Dünyanın, bölgemizin ve ülkemizin karşı karşıya kaldığı, içinden çıkamadığı, aksine, sürgit kangrene dönüşen, karmaşıklaşan ve ağırlaşan en temel sorunu, İslâm’ın konumu, İslâm’ın, tarihin akışını şekillendirecek bir konuma ulaşıp ulaşamayacağı meselesi.
Ülkemizin geleceği, İslâm’ın bir aktör olarak yeniden hayatımızın akışını, hayatımızın her alanını, önümüzü açacak şekilde belirleyici bir konuma yerleşebilmesine bağlı.
Sadece ülkemizin değil, bölgemizin hatta dünyanın geleceği de aynı şekilde İslâm’ın tarihin akışını şekillendirebilecek bir konuma ulaşmasına bağlı.
Eğer dünya tarihinin şekillenmesinde son iki yüzyıla kadar kilit rol oynayan İslâm, yeniden tarihî rolünü oynayamazsa, ülkemizi de, bölgemizi de, dünyayı da büyük bir felâketin beklediğini iyi bilelim.
Dünyaya da, bölgemize de, ülkemize de iki asırdır yalnızca Batılılar, Batılı kavramlar ve kurumlar şekil ve çeki düzen veriyor...
İslâm’ın, oynaması gereken tabiî rol engellenmeye çalışıldığı sürece dünyanın, özellikle de bölgemizin ve ülkemizin günyüzü görebilmesi, her anlamda ve her alanda huzura ve sükûna kavuşabilmesi ve geleceğe emin adımlarla yürüyebilmesi, insanlığın gelişimine önaçıcı katkılarda bulunabilmesi ham hayalden ibaret olmaya devam edecektir.
İSLÂM NASIL YENİDEN GELECEĞİMİZ OLACAK?
Bu ülkede İslâm’ın yeniden geleceğimiz olmasını nasıl sağlayabiliriz? Üzerinde kafa patlatmamız gereken asıl yakıcı mesele bu işte.
Sonraki yazılarda bu yakıcı mesele üzerinde imal-i fikirde bulunacağım.
Burada yapmamız gerekenlerle ilgili olarak sadece şu kadarını söylemekle yetiniyorum.
İki olmazsa olmaz şeyi aynı anda yapmak zorundayız.
Birincisi, her ne sûretle olursa olsun, önümüzü açacak, dünyayı iyi tanıyan, çağrısı çağını kuracak, bize yol haritası çıkaracak, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden yalnızca hakikatin izini sürecek ilim, irfan ve hikmet yolculuklarına çıkacak bir öncü kuşak yetiştirmek...
İkinci olarak da, toplumun hızla sekülerleşmesinin önüne geçecek, İslâmî varlığını, kimliğini ve ruhunu koruyacak yılmayacak ve yıkılmayacak samimî ve sahici bir Müslüman toplum inşa etmek...
Eğer bu iki olmazsa olmaz yolculuğu yapamazsak, bu ülkede İslâm’ın geleceğinin tehlikeye gireceğini ve zamanla bu ülkenin celladına âşık tasmalı çekirgelerin marifetleriyle leş kargalarına yem edileceğini aslâ gözardı etmeyelim, diyorum.
Vesselâm.Kervan’ın yolu niçin kesildi?
Yusuf Kaplan
16/10/2017 Pazartesi
Ülkemizin çilekeş, yetenekli yönetmenlerinden İsmail Güneş’in, Ermeni tehcirini çektiği filmi Kervan 1915, göz göre göre sansürlendi, sinema salonlarından kovuldu!
3 yılda binbir zorlukla çekilen, Türkiye’nin tezlerini, ustalıklı, olabildiği ölçüde önyargısız bir dille dillendiren bir filminkendi ülkesinde -tam bir Alicengiz oyunuyla- salonlardan kovulması, tek kelimeyle, skandaldır!
Cüneyt Çakır ile bir ilk yaşanacak
Cüneyt Çakır ile bir ilk yaşanacak
UEFA Şampiyonlar Ligi'nde yarınki Juventus-Barcelona maçını yönetecek Cüneyt Çakır, UEFA kulüp organizasyonlarında final yöneten ilk Türk hakem unvanını alacak.
Şundan hiç kuşku duymuyorum: Eğer bu film, Ermeni tezlerini destekleyen bir film olmuş olsaydı, aylarca kapalı gişe oynardı, yönetmeni de, oyuncuları da kahraman olur çıkardı!
KÜLTÜRDE YOKSANIZ, YOK OLMAKTAN KURTULAMAZSINIZ!
Çağımız, kültür çağı.
Kültürde yoksanız, yok olmaktan kurtulamazsınız o yüzden.
Yine o yüzden işgaller önce kültürel olarak gerçekleştiriliyor: Televizyondan sinemaya, müzikten spor, özellikle de futbol endüstrisine kadar önce zihinler işgal ediliyor, sonra da ülkeler.
Kaldı ki, zihinler işgal edildikten sonra ülkelerin işgal edilmesine gerek filan da kalmıyor: Zihinleri işgal edilen toplumların, ülkeleriyle bağları zayıflıyor ve zamanla buharlaşıyor, yok oluyor...
Başka bir deyişle, klasik fiîlî sömürgecilik biçimi çoktan tarih oldu.
Çağımızda güçlü ülkeler, çağa yön veren güçler, zihnî işgallerle hegemonyalarını tesis ediyor, meşrûlaştırıyor ve sürdürüyorlar...
Çağımız, siyasî veya coğrafî sömürgeciliğin buharlaştığı, kültürel ve zihnî sömürgeciliğin zaferini ilan ettiği bir çağ: O yüzden devâsâ bir ağ aslında.
Eğer bu dünyada varolmak istiyorsak, genelde kültürde, özelde ise medyada varlık göstermek zorundayız. Yoksa, dünya ölçeğinde Batılıların güdümündeki, Batı-dışı ülkelerde ise Batılıların gönüllü acentası tasmalı çekirgelerin kontrolündeki kültürel emperyalizmin ağında yok olmaktan kurtulamayız!
BU ÜLKENİN HAS ÇOCUKLARI SAHİPSİZ Mİ?
Evet, Türkiye’nin tezlerini değil de, Ermenilerin (=siz bunu Batılıların diye okuyun) tezlerini destekleyen, Türkiye’yi aşağılayan bir Ermeni tehciri filmi çekilmiş olsaydı, kapalı gişe oynardı bu film aylarca!
İyi de, burası neresi?
Bu ülkenin hâs çocukları sahipsiz mi?
Bu ülke kendi sorunlarına sahip çıkan, yıllarca çile çeken çocuklarına ne zaman sahip çıkacak?
Şimdi değilse, ne zaman, bu ülkenin sinemacıları, sanatçıları, fikir adamları itilip kakılmaktan, aşağılanmaktan, dışlanmaktan kurtulacak?
Bu ülkenin has, çilekeş çocukları, kendi ülkelerinde, kendi sorunlarını, üstelik de ülkemizi köşeye sıkıştıran, binbir türlü yalanlarla, hesaplarla bütün dünyayı aldatan temel meselelerini kendi insanlarına anlatamayacaklar mı; seslerini, mesajlarını kendi toplumlarına ulaştıramayacaklar mı?
Bu nasıl bir vurdumduymazlıktır, bu nasıl bir duyarsızlık örneğidir, anlayan varsa beri gelsin!
İnsanı çıldırtan şeyse, bu filme her tür desteği veren devletin, Türkiye’yi perişan eden bir meseleyi dünyaya anlatacak kalibrede bir dille ve hikâyeyle başarıyla çeken çilekeş bir yönetmene sahip çıkmaması, filme uygulanan sansüre göz yummasıdır!
Kervan 1915’in önü niçin kesildi, nasıl oldu da kesilebildi, anlayabilmek çok zor gerçekten!
ÜLKEMİZDEKİ KÜLTÜREL İŞGALİ YOK ETMEDEN TAM BAĞIMSIZLIK MÜCADELESİ VEREMEYİZ!
İsmail Güneş’in filminin salon bulamaması, salonlardan kovulması, Türkiye’nin kültürel işgal altında olduğunun ürpertici bir göstergesidir!
Türkiye’de, kültürün, sanatın ve medyanın her alanı neredeyse gönüllü acentalar, celladına âşık tasmalı çekirgeler ve rant peşinde koşturan ruhsuz adamlar ve kadınlar tarafından işgal altındadır!
Kültürel işgal sona erdirilmediği sürece, kimse, Türkiye’nin tam bağımsız olduğundan sözetmesin!
Celladına âşık tasmalı çekirgelerin, gulyabanîlerin, garpzedelerin, rantçı-solcu kapitalist hokkabazların hükümran olduğu, bizim ruh köklerimizi delik deşik eden, genç kuşaklarımızın zihnini, dünyasını, duyarlıklarını yerle bir eden, özetle toplumumuzu, özellikle de genç kuşaklarımızı zihnen Batılıların kölesi hâline getiren ülkedeki yerli-sömürgeci kültürel iktidar yok edilemediği sürece bu ülkede bu ülkenin hâs çocukları gerçek anlamda iktidar olamayacaklar hiç bir zaman.
Sözün özü, özeldeİsmail Güneş’e ve binbir çileyle çektiği filmine sahip çıkmak, geneldeyse kısa, orta ve uzun vadede, ülkedeki kültürel işgalin kökünün nasıl kurutulabileceği, insanlığın önünü açacak evrensel medeniyet birikimimizin, değerlerimizin ve kültürel zenginliğimizin önce genç kuşaklarımıza, sonra da bölgemize ve dünyaya nasıl ulaştırılabileceği yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatmak zorundayız.
Şunu aslâ unutmayalım: Türkiye, eğer dünyaya bir şey verecekse, yeniden bölgesel ve küresel güç hâline gelecekse, bu, ancak, bütün insanlığın ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği evrensel ruh köklerimizden beslenen ve taze bir ruhla bestelenen köklü bir kültürel devrimle ve atılımla mümkün olacaktır.
Vesselâm.Batılılar, neden Çin’i değil de, İslâm’ı tehdit olarak görüyorlar?
Yusuf Kaplan
22/10/2017 Pazar
Batılılar, dünya üzerindeki hegemonyalarını İslâm dünyasını kontrol edebiliyor olmalarına borçlular.
Sanıldığı ve iddia edildiği gibi sadece zengin doğal gaz ve petrol yataklarını kontrol etmelerine değil.
Televizyonlarda konuşan yazarlar, stratejistler, akademisyenler, Batılıların İslâm dünyasını, zengin doğal gaz ve petrol yataklarına sahip olduğu için kontrol ettiklerini söyleyip duruyorlar!
Acaba öyle mi gerçekten?
ÇİN GELMİYOR, YOK OLMAYA GELİYOR...
Bu yaklaşım kısmen doğru.
Ama Batılıların asıl kaygıları bu değil.
Batılıların asıl kaygıları bu olmuş olsaydı, Çin’i karıştırmaya, durdurmaya çalışırlar, bütün gayretlerini Çin’in gelişini engellemeye yoğunlaştırırlardı. Çünkü Çin, bizzat Batılıların yaptıkları araştırmalara, yayınladıkları raporlara göre, önümüzdeki 25 ilâ 30 yıl içinde, ABD’nin gücünü geçecek, dünyanın en büyük maddî gücü hâline gelecek...
Atladığımız ve sor(a)madığımız yakıcı soru şu burada: Batılılar, neden, yakın gelecekte, dünyanın en büyük gücü olacak Çin’le savaşmıyorlar da, İslâm’la savaşıyorlar, İslâm dünyasını kan gölüne çevirme savaşı veriyorlar?
İslâm dünyası tarihinin en zorlu dönemlerinden birini yaşarken neden İslamofobi diye bir şey geliştiriyorlar da, Sinofobi / Çinfobisi diye bir şey icat etmiyorlar?
Bu soru önemli. Asıl sorulması ve izi sürülmesi gereken hayatî soru bu, oysa.
Bunun nedeni, Çin’in kapitalistleştirilmesi, Konfüçyanizmden, dolayısıyla derinlikli medeniyet tecrübesinden gelen direnç noktalarını yitirmesi, bir medeniyet iddiasının olmaması, küresel sisteme eklemlenmesi, dolayısıyla uyutulması ve yutulmasıdır.
Çin, Batı hegemonyasını tehdit etmiyor, aksine, hem iddialarını terk ediyor, hem kapitalist sisteme eklemleniyor hem de böylelikle küresel sistemi tahkim ediyor.
Özetle, Çin gelmiyor, yok olmaya geliyor...
ZİHNÎ FELÇLEŞME HÂLİ
O yüzden Çin’in kapitalistleşmesi de, Hindistan’ın kapitalistleşmesi de, Japonya’nın kapitalistleşmesi de Batılıları ürkütmüyor aksine sevindiriyor...
Çünkü Batılılar, İslâm dünyası dışındaki bütün Doğu aktörlerini, dinlerini fosilleştirererek dize getirdiklerini, direnç noktalarını kırdıklarını ama yalnızca İslâm’ı fosilleştiremediklerini, dize getiremediklerini, dolayısıyla İslâm dünyasının direnç noktalarını kıramadıklarını görüyorlar.
O yüzden Çin’i değil, İslâm dünyasını, özellikle de İslâm’ı küresel hegemonyalarının önündeki en büyük engel, en büyük tehdit olarak görüyorlar. Ve o yüzden bütün stratejilerini İslâm dünyasının yeniden toparlanmasını ve ayağa kalkmasını önlemeye, bunun için de İslâm’ı dışardan ve içerden binbir türlü projelerle, paralel dinler icat ederek dönüştürmeye hasrediyorlar.
Türkiye’deki yazar, stratejist ve akademisyenlerin televizyonlarda Batılıların İslâm dünyasına yerleşmelerini sadece bölgedeki doğal gaz ve petrol yataklarını kontrol etmek olarak açıklamaları zihinsel felçleşme hâlidir.
Üstelik de bu tür bir gerekçeyi İslâmî çevrelerin yazar ve akademisyenlerinin de mal bulmuş mağribi gibi sahiplenmeleri ve yüksek sesle dillendirmeleri oldukça düşündürücüdür.
BUSH DOKTRİNİ: İSLÂM’I DİZE GETİRME STRATEJİSİ
Bir defa, bölgede yaşananların yalnızca maddî faktörlerle açıklanmasıdır bu ve yaşananları açıklama gücü kısmî ve arızîdir.
Oysa Batılıların kendileri de zaman zaman da olsa neden İslâm dünyasını kuşattıklarını açıkça itiraf etmekten çekinmiyorlar.
Meselâ ABD Başkanı Bush, Bush Doktrini olarak adlandırılan, 2004 yılında yayınlanan Ulusal Güvenlik Stratejisi’nde Batılıların bölgeye yerleşmelerinin asıl nedenlerinin petrol ve doğal gaz yataklarını kontrol etmek değil, Batı hegemonyasını tehdit eden İslâm’ın dize getirilmesi, dolayısıyla dönüştürülerek fosilleştirilmesi olduğunu açıkça itiraf ediyor.
NİHÂÎ HEDEF, TÜRKİYE’NİN DURDURULMASI!
Ayrıca Batılıların İslâm dünyasını kuşatma girişimlerinin merkezinde Türkiye’nin yer aldığını da görmemiz gerekiyor.
Çünkü Batılılar şunu çok iyi biliyorlar: Eğer Türkiye durdurulamazsa, Türkiye’nin medeniyet iddiasıyla kuşanması, kısa vadede (kabaca 25 yılda) olmasa bile, orta ve uzun vadede (50 ilâ 100 yıl içinde) İslâm dünyasını toparlamaya soyunması önlenemez.
Bu da, Batılıların hem bölgeden çekilip gitmeleri anlamına gelir hem de Batılı zorba küresel sistemin çatırdaması anlamına.
O yüzden zorlu bir süreçten geçiyoruz...
Tarihin yeniden yapıldığı bir süreç bu...
Her zaman söylediğim ve dilimde tüy bitse de görülene ve gerçeğe dönüştürülene kadar bıkmadan usanmadan söyleyeceğim gibi, fikir, sanat, kültür, gençlik, medya gibi temel alanlarda 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekecek şekilde iyi hazırlanmalı, tuzaklara karşı dikkatli olmalı ama her zaman dik durmalıyız...
O zaman Batılıların oyunlarını bozar, kendi oyunumuzu adım adım kurmaya başlarız Allah’ın yardımıyla...
Vesselâm.
Medine’den Medeniyet’e, İstiklâl’den İstikbal’e...
Yusuf Kaplan
27/10/2017 Cuma
Sahici bir medeniyet fikri, muhkem bir medeniyet tasavvuru geliştiremediğimiz sürece, istiklâlimize kavuşamaz, istikbale doğru emin adımlarla yol alamayız...
Bizde köklü, güçlü ve sahici bir medeniyet fikri yok; o yüzden hakikatin hayat bulacağı, hayat olacağı ve herkese hayat sunacağı bir Medine/şehir fikrimiz de yok.
İşte bu nedenle, dünyanın en güzel şehirleri, şiir şehirlerimizi katlediyoruz...
Oysa Medine fikri olmadan medeniyet mefkûresi geliştirilemez.
Medine fikri olmadan, Medine kurulmadan medeniyet yolculuğuna çıkılamaz, tam anlamıyla istiklale kavuşulamaz ve istikbale koşulamaz.
Medeniyet’le uygarlığı, medeniyet’le sivilizasyon’u; medine/şehir ile kent’i/city’yi aynı şeylermiş gibi düşündüğümüz sürece Medine fikrine, dolayısıyla medeniyet fikrine ulaşamayacağımızı da, dolayısıyla gerçek anlamda istiklâlimize kavuşamayacağımızı da iyi bilelim, derim.
Bugün 2014’te yayımlanan bir yazımı, gözden geçirerek, tam yerinde ve zamanında yeniden paylaşmak istiyorum sizlerle...
Özlü bir medine ve medeniyet, istiklâl ve istikbal manifestosu olarak okuyabilirsiniz...
MEKKE BULUNACAK, MEDİNE KURULACAK VE MEDENİYETE ULAŞILACAK...
“Beyaz atlar” kişneyecek... uzun, zorlu bir yürüyüşe çıkmaya hüküm giyilecek... hakikat medeniyeti yeşerecek, boy verecek... bütün insanlara ve varlığa hakikatli ve leziz meyveler armağan edecek...
Mekke’nin izini sürecek “beyaz atlar”... Mekke’yi bulacak ve Medine’yi kuracaklar...
Mekke bulunacak, Medine kurulacak ve medeniyete ulaşılacak...
Mekke bulunmadan Medine kurulamaz; Medine kurulmadan da medeniyete ulaşılamaz zira.
Özetle: Mekke’de tohum ekilecek, Medine’de tohumlar yeşerecek ve “medeniyet meyvesi”ni verecek...
HAKİKAT, EMANET VE MEDENİYET
Emaneti üstlendi insan: Kutlu hazine’yi ve kutsal vazife’yi...
Müslüman dediğin, zor zamanların adamıdır, zora taliptir, hayatı kolaylaştırmak için...
İşte hakikat medeniyeti, bütün karagünlerin, kapkaranlık günlerin, zor günlerin üstesinden gelebilecek zorlu yolculuklara çıkmaya hüküm giyebilen karagün dostu, zor zamanların insanı, yürek insanlarının ülkesidir.
Hakikat medeniyeti, ilke’lerinin izini süren; ilke’lerini ülkü’lere dönüştürme cehdi gösteren; ülkü’lerinin yer’ini bulması, “dil”ini kurması, konuşması, hakikat şarkısını bestelemesi ve nihayet hakikat ülke’sine kavuşması için beyaz atlara binen fikir, oluş ve varoluş çilesi çeken hakikat erlerinin eseridir.
MEKKE, RUH; MEDİNE, “BEDEN”; MEDENİYET, İNSAN’DIR
Mekke, ruh; Medine, bu ruhun “beden”i; medeniyet ise bu ruhla bedenin inşa ettiği “insan”dır.
Mekke, ribat; Medine irtibat; medeniyet ise hakikatle kurulan rabıta’dır.
Mekke, “derin geçmiş”; Medine direnen, dirilen ve dirilten şimdi; medeniyet ise güven veren gelecek”tir.
“Derin geçmiş”lerini yitirenlerin hâl’lerini kendi ellerine alabilmeleri de, istiklâllerine kavuşabilmeleri ve istikbal’e yürüyebilmeleri de muhaldir, ham hayalden ibarettir.
MEDİNE’LERİNİ YİTİRENLER, MEDENİYET’LERİNİ DE YİTİRİRLER
O hâlde, istiklâl, istikbal’in tohumu; istikbal’se istiklâl’in sonucudur.
Başka bir deyişle, Medine, medeniyet’in tohumu; medeniyet’se Mekke’den süt emen, ruh devşiren ve herkese medeniyet ruhu üfleyen Medine’nin çocuğudur.
İstikbal, varoluşsal istiklâl’de (Mekke’den devşirilen ruhun kurduğu Medine’de) gizlidir ve “istiklal”in / medine’nin kanatlarında yükselir.
İstiklâl’lerini yitirenler, istikballerini de yitirirler; “beyaz atlar”a binemezler ve uzun soluklu koşulara çıkmaya hüküm giyemezler.
İstiklâl’in şafağı, peygamberlerin kurdukları Medine’lerde atar.
İstikbal’in bayrağı ise peygamberlerin Medine’lerle kemâle erdirdikleri medeniyetlerde dalgalanır.
O yüzden, Medine’lerini yitirenler, medeniyetlerini de yitirmekten kurtulamazlar.
O yüzden, medeniyet çökmüşse, Medine’ler göçtüğü içindir.
Özetle, Mekke’den süt emmeden Medine kurulamaz; Medine kurulmadan da herkese ruh üfleyen medeniyete ulaşılmaz.
MEKKE’DE İSTİKLÂL RÜZGÂRI ESER, MEDİNE’DE İSTİKBAL RUHU YEŞERİR
İstiklâl, istikbalin habercisidir. İstiklâl, istikbale gebedir çünkü.
İstiklâl, istikbalin çocuğudur; istiklâl uğruna verilen yılmaz mücadelelerin doyumsuz sonucu.
İstikbal, insanı, miracına ulaştırmak için yorulmak nedir demeden koşan, koştukça coşan istiklâlin “beyaz atlar”ı burakların kanatlarında yükselir.
İstiklâl rüzgârlarının estirdiği hava, istikbale ruh üfler. Hâl’e hakikat aşısı yapar ve çocuğunu armağan eder istikbal’e.
Beyaz atlar kutlu buraklar, Mekke’yi “bulur”; Medine’yi kurar ve böylelikle medeniyete ulaştırırlar bizi.
MEKKE, TOPRAK; MEDİNE, TOHUM; MEDENİYET, MEYVE’DİR
Alemlere rahmet olarak gönderilen Efendimiz (sav), kendisini, “ilmin Medinesi” olarak tarif etmiştir.
O yüzden, Medine’de, Mekke’den süt emen, ruh devşiren hakikat medeniyetinin tohumlarını ekmiştir.
Mekke toprak; Medine tohum; medeniyet ise, meyveye duran hakikat ağacıdır.
Mekke, hakikatin hayat bulduğu; Medine, hakikatin hayat olduğu; medeniyet ise, hakikatin herkese ve her şeye hayat sunduğu leziz meyveler veren “münbit yer”dir.
“Beyaz atlar”, kutlu buraklar, Mekke’de kişner, yola düşer... Medine’de küheylan’a dönüşür ve insanı medeniyete “götürür”.
İnsan, Mekke’de Hakk’a kul olarak gerçek istiklâl’inin tohumlarını eker ve putları yere serer: Medine’de ise, medeniyeti kuracak istikbal’in yapıtaşlarını döşer.
İslâm’ın altını oyan “türedi tipler” cirit atıyor, İhsan Şenocak cezalandırılıyor!
Yusuf Kaplan
29/10/2017 Pazar
İslâm’ın altını oyan türedi tiplerin her yerde cirit attığı bir ülkede Ehl-i Sünnet müdafaası için göğsünü siper eden, önümüzü açacak öncü bir kuşak yetiştiren İhsan Şenocak Hoca’nın görevden alınması oldukça düşündürücüdür.
İslâm’ın ana kaynaklarına küresel bir saldırının adım adım uygulandığı bir süreçte, bu projeye karşı yılmaz bir mücadele veren İhsan Şenocak Hoca’yı cezalandırmak anlamına gelecek talihsiz bir karara imza atan Diyanet, kendisini daha fazla yıpratmamalı ve bu kararını gözden geçirmelidir.
ÇİFTE KUŞATMAYA DİKKAT!
İki asırdır İslâm dünyası hem dışardan hem de içerden kuşatılıyor, büyük saldırılara maruz kalıyor.
Bu süreçte İngilizler kilit rol oynuyor.
Daha önce de dikkat çekmiştim, şimdi bir kez daha altını çizme gereği hissediyorum.
İki asırdır yaşadığımız büyük ölçekli köklü sorunların gerisinde İngilizlerin belirleyici rolleri var.
Kapitalist sistemin kodlarını İngilizler belirlediler. Modern Batı uygarlığının dünya üzerinde hâkimiyet kurmasının yapı-taşlarını İngilizler döşediler.
İki asır önce art arda gerçekleştirdikleri sanayi devrimleriyle, ekonomi-politik devrimi İngilizler hayata geçirdiler. “Homo economicus” (Ekonomik İnsan) olarak adlandırılan ruhsuz, açgözlü, çıkarcı, hazcı insan tipini İngilizler icat ettiler böylelikle.
Bu, insanın düşüşüdür: İnsanaltı bir varlığa dönüşmesi, nefsinin, arzularının, hazlarının kölesi hâline gelmesidir.
Çıkarparestliğin tek geçer akçe olması, insanın insanî duyarlıklarını ve duyargalarını yitirmesi, dünyanın sorunlarına karşı kayıtsızlaşmasıdır: Nietzsche’nin bir asır önceden haber verdiği nihilizm felâketinin köksalması, küre ölçeğinde neşvünemâ bulmasıdır.
Bu süreç, kapitalist sistemin, dünyayı, dünyanın kaynaklarını kontrol etmesini kolaylaştırıyor.
Kapitalist sistemin lordlarının insanlık, özgürlük, hak-hukuk-hakkaniyet gibi dertleri, kaygıları yoktur.
Tam tersine, “insan hakları, özgürlükler, hukukun üstünlüğü” gibi sadece retorikten (içi boş laftan) ibaret söylemlerle küre ölçeğinde işledikleri cinayetleri, gerçekleştirdikleri işgalleri maskelemeye çalışıyor Batılılar.
Küresel sömürü düzenidir bu.
İnsanın insanî duyarlıklarını yok eden, kitleleri tüketimin, hız, haz ve ayartının kölesi hâline getiren, hayatın çölleştirildiği, nihilizmin, orman kanunlarının zaferini ilan ettiği, güçlü olanın haklı kabul edildiği, güçsüz olanın yaşama hakkının olmadığı kaosların, belirsizliklerin, çatışmaların dünyasıdır:
Fransız şairin bir asır öncesinden “Cehennemde bir mevsim” olarak tasvir ettiği devâsâ bir çöldür.
Batılıların bu barbarca dünya hegemonyalarının, insana, hakikate, tabiata saldırılarının önünde “takoz gibi” duran İslâm’ın dize getirilmesi stratejisi, İngilizlerin Şark Meselesi olarak geliştirdikleri iki asırlık bir projedir.
İki asırdır İngilizler, İslâm’ın nasıl dize getirilebileceği meselesi üzerinde kafa patlatıyorlar ve bu konuda da büyük mesafeler katettiler maalesef.
İngilizler, önce, ele geçirdikleri vahşî teknolojik güçle ve sahip oldukları stratejik zekâyla önce İslâm dünyasını parçaladılar.
Sonra da İslâmı dönüştürme, dize getirme projesini hayata geçirmeye başladılar.
Bunun için hem paralel dinler icat ediyorlar hem de İslâm dünyasını içerden birbirine dönüştürecek oryantalist İslâm yorumlarıyla bir yandan müslümanların zihinlerini delik deşik edecek öte yandan da fitne-fesat tohumları ekerek müslümanları birbirine düşürecek stratejileri adım adım hayata geçiriyorlar: Vehhâbîlikten Kadıyâniliğe, İslâm’ı Protestanlaştırma projesine, tam anlamıyla selefsizlik / köksüzlük demek olan neo-selefiliğe ve teröre kadar inanılmaz yöntemlere başvuruyorlar.
Sonuçta, İslâm dünyasını paramparça ettiler...
Şimdi, İslâm’a Karşı İslâm savaşı projesini bütün hızıyla hayata geçiriyor, fitne-fesat tohumları ekiyor, Müslümanları birbirine düşürme mücadelesi veriyorlar.
İHSAN ŞENOCAK’I “CEZALANDIRMAK” KABUL EDİLEMEZ!
Müslümanların çok dikkatli, duyarlı, basiretli hareket etmeleri gereken zorlu bir süreçten geçiyoruz.
İslâm’ın ana kaynaklarının tartışmaya açıldığı, Peygamber'siz İslâm projesinin hızlandırıldığı, önüne gelenin kafasına göre din icat etmeye kalkışacağı çok tehlikeli bir süreç bu.
Böylesine hassas bir dönemden geçilirken, İslâm’ın ana kaynaklarına, Sünnet’e saldırılara, Peygamber'siz İslâm icat etme projelerine göğsünü siper eden ilim ve fikir adamlarının hedef tahtasına yatırılması, cezalandırılmaya ve susturulmaya çalışılması son derece düşündürücüdür.
Bu tedirgin edici girişimlerin sonuncusu, İhsan Şenocak Hoca’ya görevden el çektirilmesi oldu. Takdir edilmesi gereken insanların tekdir edilmesi, Diyanet için talihsiz bir girişimdir.
İslâm’ın altını oyan türedi tipler her yerde cirit atarken İhsan Şenocak Hoca’nın görevden alınarak cezalandırılmaya ve susturulmaya çalışılması kabul edilemez!
İhsan Hoca, İslâm’ın kaynaklarını özümseyen, dünyayı iyi bilen, şuurlu, duyarlı, donanımlı önümüzü açacak öncü bir kuşağın tohumlarını ekiyor.
İslâm’ın ana kaynaklarının tartışılmaya açıldığı, Sünnet-i Seniyye’nin, hadislerin, mezheplerin ve tasavvufun oryantalist türedi tiplerce hedef tahtasına yatırıldığı bir süreçte, İhsan Şenocak Hoca, İslâm’ın altını oyan bu türedi tiplerin deşifre edilmesinde, Ehl-i Sünnet omurganın müdafaasında hem eğitim hem de yayın faaliyetleriyle tarihî bir rol oynuyor. İhsan Hoca’nın görevden alınması, haklı olarak milleti tedirgin etti; Ehl-i Sünnet’e ve “sünnete saldıran türedi tiplerden şikâyet eden” Erdoğan’a operasyon olarak algılanacaktır bu!
Diyanet’in aldığı kararı gözden geçireceğini, İslâm’ın ana kaynaklarına yapılan saldırıya karşı göğsünü siper eden, önümüzü açacak öncü bir kuşak yetiştirmek için gecesini gündüz eden, bunun için Anadolu’yu karış karış dolaşan İhsan Şenocak Hoca gibi samimî, dertli, hakikatli ilim adamlarına gereken değeri vereceğini ummak istiyorum.
Yoksa bu tür kararlar Diyanet’i de ziyadesiyle yıpratacaktır. Diyanet’in kendisi İslâm’ın ana kaynaklarına yapılan saldırıları göğüslemesi gerekirken bu uğurda cehdeden İhsan Şenocak Hoca gibi ilim adamlarını cezalandırması, Diyanet’in kendi kendini yıpratmasıyla sonuçlanır.
Diyanet’in böylesine birleştirici, bütünleştirici bir kurumu, -kendisini yani- yıprattığını görmesi gerekir.Gazâlî yıkıcı mı, kurucu mu?
Yusuf Kaplan
13/11/2017 Pazartesi
Batılıların, son iki asırda, İslâm dünyası üzerinde uygulanmak üzere akademide geliştirdikleri üç büyük yıkıcı proje var. Kısaca, anabaşlıklar hâlinde özetlemek gerekirse, bu üç büyük oryantalist proje şunlar:
Birincisi, İslâm düşüncesinin Gazâlî’yle bittiği masalını yaymak.
İkincisi, Osmanlı’yı unutturmak.
Üçüncüsü de, Hz. Peygamber’in (sav) konumunu sarsmak.
İSLÂM’IN “KURUCU” TEMELLERİNİ YIKMAK!
Burada tedirgin edici mesele şu: Bu üç hedeften ilk ikisini gerçekleştirmeyi başardılar.
Şimdi sıra Efendimiz’in (sav) konumunu sarsmak için hadislere, sünnete, mezheplere, 1400 yıllık İslâm ilim, irfan ve hikmet birikimine karşı büyük, yıkıcı saldırıyı hayata geçirmekle meşguller Batılılar ve uzantıları!
Batılıların bu üç mesele üzerinden Müslüman toplumları hedef tahtasına yatırmasının başlıca nedeni, Osmanlı’nın da, Gazâlî’nin de, Efendimiz’in (sav) de buluştukları çok hayatî ortak bir noktanın olması.
Üç’ü de farklı açılardan, kendilerine göre, “kurucu” konuma sahipler: Hz. Peygamber (sav), akîdevî açıdan, Gazâlî fikrî açıdan, Osmanlı da siyâsî açıdan hem dün “kurucu” roller oynadı; hem de daha önemlisi de yarın yine bu kurucu rollerini oynayacak...
Özetle... Batılılar, İslâm dünyasını, dolayısıyla İslâm’ı nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar: Kurucu temelleri yıkmak.
DOZY VE RENAN’DAN DE BOER’E...
De Boer denen “sıradan bir adam” yaklaşık yüzyıl önce İslâm felsefiyle ilgili bir kitap yazar: Küçük bir risaledir bu aslında. De Boer, ne tarihçidir, ne de felsefeci.
Gerçekten de “sıradan bir adam’’dır ama yazdığı bu kitap İslâm dünyasında sadece seküler kesimlerin değil, İslâmî duyarlıklı çevrelerin akademisyenlerinin ve entelektüellerinin zihin dünyasını şekillendirir.
Daha önceki süreçte, Dozy, Renan, Goldziher, Gibb, Watt gibi oryantalistler, İslâm dünyasının Osmanlı coğrafyası başta olmak üzere Hint-Pakistan coğrafyasında da, Tatar, Türkistan ve İran coğrafyalarında da bütün münevverler, fikir adamları üzerinde derin etkilere, dalgalanmalara yol açan İslâm düşüncesine ve tarihine ilişkin kitaplar, risaleler yazmışlardı.
Bu oryantalist yazarların fikirleri, 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İslâm dünyasında yoğun tartışmalara yol açmıştı/r.
Bu, iki açıdan dikkat çekiciydi: Birincisi, oryantalist yazarlara gösterilen ilgi ve tepki, özelde Osmanlı coğrafyasındaki, genelde ise bütün bir İslâm coğrafyasındaki fikir hayatının canlılığına işaret eder.
İkinci olarak ise, İslâm dünyasının, Avrupa’nın modern meydan okumasından sonra yoğun bir medeniyet buhranı yaşadığını, Müslümanların her alanda hem bu buhranı zihnî ve tarihî olarak iliklerine kadar yaşadıklarını hem de Batı’ya karşı özgüvenlerini yitirdiklerini, o yüzden Batı’ya karşı yalnızca reaksiyoner tavırlar geliştirdiklerini, özgün çıkışlar yapamadıklarını, hem fikir hem de fiil planında “aksiyon”Iar ortaya koyamadıklarını, yalnızca savunmacı dolayısıyla edilgen / reaksiyoner ve marazî tavırlar ortaya koyabildiklerini gözler önüne serer.
Fakat Dozy ve Renan gibi yazarların fikirleri her şeye rağmen tartışılmış, görüşlerine reddiyeler yazılmıştı.
Oysa De Boer’in kitabı, Müslüman fikir adamlarının, akademisyenlerin ve yazarların zihinlerini tarumar ettiği hâlde, de Boer’in görüşleri handiyse hiç tartışılmadı, olduğu gibi benimsendi: Osmanlı’nın durdurulmasıyla yıkılamayan “kale”, bu kez, Müslüman akademisyenler, yazarlar zihnen teslim alınarak, zihnî felçleşme yaşamaya mahkûm edilerek içerden yıkılmaya çalışılıyor...
GAZÂLÎ YIKMADI, YENİDEN-KURDU!
Gazâlî meselesinde de Boer’in “Gazâlî, akla darbe yurdu, İslâm düşüncesini dondurdu” şeklindeki iddiası bugün hâlâ -ilahiyat camiasında bile- genel olarak benimsenmiş, çok tehlikeli -Batı-merkezci, iler-tutar yanı olmayan- bir iddiadır.
Bu iddia hem de o kadar sorgusuz sualsiz kabul edilmiştir ki, elimizde mevcut bütün İslâm felsefesine dâir yazılan kitapların kalkış noktasını oluşturuyor -hâlâ!
İnanması zor ama dahası da var: İslâm felsefe tarihiyle ilgili yazılan bütün kitapların konuları, başlıkları, meseleleri ele alış tarzları yani metodolojik yaklaşımları, hep De Boer’in kitabı eksene alarak belirlenmiştir.
Tam bir zihin tembelliği ve daha da vahimi zihin körleşmesi ile karşı karşıyayız burada.
GAZÂLİ’NİN DEHASI, MÜSLÜMANLARIN ZİHNÎ SAVRULMASI
Önce şu: Gazâlî, İslâm düşüncesini dondurmak şöyle olursun, sil baştan yeniden kurdu: Gazâlî’nin çabası, üstelik de, çığır açan, önaçan kurucu, öncü bir çaba: Gazâlî, İslâm düşüncesini Grek düşüncesinden, Hint düşüncesinden ve bütün diğer yabancı düşünce geleneklerinden arındıran, özgün İslâm düşüncesinin temellerini atan tarihî bir atılım gerçekleştiriyor.
Öyle ki, İslâm medeniyetinin yaşamaya başladığı, Moğol ve Haçlı saldırılarıyla zirveye ulaşan birinci büyük medeniyet buhranının fikrî / varoluşsal değil siyasî bir buhran olarak yaşanmasına yol açıyor Gazâlî’nin gerçekleştirdiği bu atılım. Ve daha da önemlisi bin yıl süren Ehl-i Sünnet omurganın akîdevî, fikrî ve siyasî olmak üzere üç sütun üzerinde/n muhkem bir şekilde kurulmasını sağlıyor.
Birinci medeniyet krizi, esas itibariyle siyasî bir kriz olarak gerçekleşiyor ve bu kriz Gazâlî’nin kurucu dehasıyla aşılıyor. 200 yıldır ikinci büyük medeniyet buhranını yaşıyor İslâm dünyası ve Gazâlî gibi bu krizin aşılması sürecinde kurucu roller oynayacak dehâlardan yoksun.
Üstelik de bu kriz, siyasî değil; fikrî-varoluşsal. Yani Gazâlî gibi öncü, kurucu şahsiyetlere hayatî ihtiyaç duyduğumuz sarsıcı, kapsamlı ve çok katmanlı bir kriz bu.
İste Gazâlî gibi şahsiyetlere ihtiyaç duyulan bir zaman diliminde 2 asır öncesinden Gazâlî’nin önünün kesilmesi, Ehl-i Sünnet omurganın çökertilmesi ve İslâm dünyasının yaşadığı ikinci medeniyet krizini aşacak öncü, kurucu şahsiyetlerin önünün kesilmesi anlamına geliyor.
Batılılar, nereden vuracaklarını çok iyi biliyorlar ama biz bu hayatî meseleyi henüz kavrayabilmiş hatta görebilmiş bile değiliz!
*
Not: Bu yazının tam metni Hüküm dergisinin bu ayki sayısında yayımlandı.
Sistemi dönüştürmek mi, sistem tarafından dönüştürülmek mi?
Yusuf Kaplan
17/11/2017 Cuma
Hepimiz ağır bir imtihandan geçiyoruz: Dünyaya söylenecek, dünyanın ekmek kadar, su kadar ihtiyaç hissettiği bir söz var. O sözü söyleyecek biziz ama biz yokuz.
Yokuz; çünkü biz, biz’de değiliz; iz’imizi yitirdik.
İz’imizi yitirdiğimiz için de biz’e ulaşamıyoruz...
İz’e ulaşabildiğimiz zaman, biz’e ulaşabiliriz ancak.
Biz, iz’de gizli; iz de biz’de çünkü.
BİZ’İN İZ’İ: SÂBİTELER VE DEĞİŞKENLERİN SEYRÜSEFERİ...
İz’imizi yitirdiğimiz için biz olamıyor, biz’i bulamıyoruz.
O yüzden esen sert rüzgârların önünde oraya buraya savrulup duruyoruz...
Biz’i biz yapan güç, sâbitelerimizi her hâl ve şartta koruyabilme irademiz ve kudretimizdir. Sâbitelerimizi koruyabiliyorsak, sâbitelerimizin, biz’de bıraktığı iz, köklü ve sağlam, demektir.
Yok eğer sâbitelerimizi koruyamıyorsak, değişkenlerin sâbitelerimizi yuttuğuna, bizi de uyuttuğuna hükmedebiliriz.
Sâbitelerini yitiren toplumlar, gelip geçici değişkenlerin estirdiği fırtınaların önünde duramazlar; dalga-kıramaz ve dalga-kuramazlar.
Öyleyse sâbitelerimizi koruyabilmemiz şart. Sâbitelerimizi koruyamazsak biz olamayız, biz’i aslâ koruyamayız.
Biz’i “kuran”, bizi bütün esen fırtınaların önünde dimdik durduran, gelip geçici değişkenler değil, kalıcı, kök salıcı, ön açıcı sâbitelerdir.
Değişkenler, ne iz bırakabilir ne de bizi biz yapabilir.
Bizi biz yapan, biz’in tarihte, zamanda ve mekânda iz bırakmasına imkân tanıyan, zamanlara ve mekânlara meydan okuyan köklü, kalıcı, köksalıcı ve biz’i de, iz’i de geleceğe taşıyıcı sarsılmaz çınarlar yani sâbitelerdir.
İSLÂM ASLÎ VE KALICI, İDEOLOJİLERSE ARIZÎ VE GEÇİCİDİR...
Sâbiteler aslîdir; değişkenlerse, -adı üstünde, doğası gereği- arızî, yani gelip geçici...
Sâbiteler, aslî temelleri ve sütunları muhkem, sarsılmaz bir şekilde diker.
Oysa değişkenler, arızî olduğu için sürgit arıza üretir.
İki asırdır, medeniyet gökkubbemiz çöktüğü için, değişkenlerin, arızî olan, arızî olduğu için de sürgit marazîlikler üreten taarruzlarına maruz kalıyoruz...
İslâm ilâhîdir; o yüzden de aslîdir; bütün zamanlara ve mekânlara hitap eder: Bütün zamanlarda ve mekânlarda geçerli olabilecek ilkeler, değerler, anlam haritaları ve anlamlandırma pratikleri sunar.
Bütün ideolojiler, beşer ürünüdür, arızîdir, gelip geçicidir; değişen zamana dayanamaz ve -örneğin sosyalizm, nasyonal sosyalizm yani faşizm gibi- aşılır zamanla...
Bir ideolojinin ebedî, sonsuz olduğunu söyleyen insanlar, tam bir akıl tutulması, zihin felçleşmesi yaşıyorlar, demektir.
Hiçbir ideoloji, ebedî, sonsuz olamaz.
Herhangi bir ideolojinin ebedî, sonsuz olduğunu, kıyamete kadar süreceğini söyleyen kişiler bunu ya çıkarları öyle gerektirdiği için ya da bir ideolojiyi dogmalaştırdıkları için söylüyor olabilirler; ki, her iki durumda da, insanın -en azından kendi- aklıyla, zekâsıyla dalga geçmek demektir bu!
İSLÂM DÖNÜŞMEZ, DÖNÜŞTÜRÜR...
Evet, İslâm dönüşmez, dönüştürür...
İslâm’ın Müslümanlardan beklediği şey de, dönüşmek değil, en azından her türlü dönüştürme biçimlerine karşı direnmek, dimdik durmaktır.
Müslüman, bulunduğu yerin şeklini alan kişi değil, bulunduğu yere şeklini veren kişidir.
Eğer Müslümanlar bulundukları yere şekil vermiyorlar da, bulundukları yerini şeklini alıyorlarsa, yapmaları gereken şey, derhal aynaya bakmak olmalıdır.
Bu yazıda serdettiğim fikirler, güncel siyasetle sınırlı fikirler değildir; aksine güncel siyasetin sınırlılıklarını aşmaya, bizi sâhil-i selâmete ulaşmaya, bizi bize ulaşmaya, biz’in izini sürmeye çağıran fikirlerdir.
Söylemek istediğim şeyin özel ve genel olmak üzere iki boyutu var.
Birincisi şu: Sistem mi bizi dönüştürecek, biz mi sistemi dönüştüreceğiz?
İkincisi de: Dünya mı bizi dönüştürecek ve kendine benzetecek; yoksa biz mi dünyayı dönüştürüp hakikatin rengine boyayacak ve daha âdil, daha barışçıl ve daha kardeşâne bir dünyayı nasıl inşa edebileceğimiz yakıcı meselesi üzerinde kafa patlatacağız?Köklere inemezseniz, göklere yükselemezsiniz
Yusuf Kaplan
19/11/2017 Pazar
Türkiye’de merkezî yönetim’le yerel yönetimler arasındaki ilişkilerin çerçevesi çok iyi çizilmiş değil.
Merkezî yönetimin hayatımız üzerindeki belirleyici rolü azaldığı, buna mukabil, yerel yönetimlerin etkisi ve etkinlik alanı arttığı ölçüde, toplumda huzur, refah ve kardeşlik artar, ve köksalmaya başlar...
Toplum, yerinden yönetilir. Bu, bu kadar nettir.
Toplum, yerinden yönetildiği zaman, yönetim, hayata değer, insana değer verir.
Çiller ifade verecek
Çiller ifade verecek
28 Şubat dönemine ilişkin, "Türkiye Cumhuriyeti Hükümetini cebren devirmeye, düşürmeye iştirak" suçundan 103 sanığın yargılandığı davanın 77. duruşmasında eski Başbakan Çiller'in beyanı alınacak.
KÖKLERİ KURUYAN BİR TOPLUM GELECEĞİ KURAMAZ...
Böylesi bir yerinden yönetim anlayışının ülkemizde gelişebilmesi, elbette ki, hep köklü engellerle karşı karşıya kalageldi...
Türkiye’nin, yönünü ve yörüngesini yitirdiği, dolayısıyla, tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figürana dönüştüğü bir yok oluş mevsiminde, yerel yönetimlerin azamî ölçüde güçlenmesini beklemek, elbette ki, ham hayalden ibarettir.
Türkiye, yönünü ve yörüngesini buldukça, yerinden yönetim zemini daha artacak, toplumun sorunlarıyla daha noktasal ve daha kalıcı olarak ilgilenebilmek, çözümler üretebilmek daha da kolaylaşacaktır.
Yüzyıldır hayata değemiyoruz... Hayata değmeden hayatı dönüştürmeye, topluma tepeden hayat tarzları dayatmaya; toplumu “adam etmeye” çalışıyoruz... Yüzlerce yılın mücadelesi sonucunda geliştirdiğimiz medeniyet iddialarımızı, dinamiklerimizi ve ruhumuzu yok etme mücadelesi veriyoruz...
Topluma tepeden -üstelik de- ithal kültürler, ithal kimlikler dayatarak toplumun önünü açamazsınız; aksine tıkarsınız. Yapacağınız şey, yalnızca başkalarını taklit etmekten, daha da kötüsü, başka kültürlerin burada karikatürünü üretmekten öteye geçmez.
Köklerini kurutan bir toplumun, geleceği kurması olmayacak duaya âmin demesi gibi bir şeydir.
Köklere indiğiniz ölçüde, göklere yükselebilirsiniz.
Kökleriniz ne kadar güçlü olursa, göklere açılma imkanlarınız ve kabiliyetleriniz de o kadar artar...
Köksüz ağaç meyve vermez çünkü.
HAYATA DEĞEN VE RUH ÜFLEYEN BİR SANAT...
İşte geçtiğimiz hafta sonu, hayata değen, köklere inen, göklere açılacak ve genç kuşakların tohumlarını ekecek bir kurumun açılışını yaptık Samsun’da.
Samsun’un en büyük belediyesi, İlkadım Belediyesi, Başkan Erdoğan Tok Bey’in ve gayretli, temiz, parlak ekibinin girişimleriyle güzel bir Türk İslâm Sanatları Merkezi açtı. Gerek eğitim ve etkinlik programı, gerekse eğitim müfredatı ve kadrosuyla ülkemizin en göz dolduracak, geleceğimizin yapı taşlarını döşeyecek kültür-sanat merkezlerinden biri olmaya aday bir adım bu, İlkadım’da gerçekleştirilen bir ilk adım.
Açılış “tören”iyle hayata nasıl değilebileceğini gösterdi İlkadım Belediye Başkanı Erdoğan Tok Bey: Açılış, Samsun’un merkezinde, açık havada, Samsunluların yoğun katılımıyla, genç bir hafız arkadaşımızın herkesi mest eden bir Kur’ân tilâvetiyle gerçekleşti.
Sanat, hayatın ruhudur. Dolayısıyla fildişi kulelerden indiği, halka değdiği, halkın kendini bulduğu; hayata ve esere nakşedilen hakikati insanlara iliklerine kadar solutabildiği zaman, sanat, hayatlaşır ve insana ruh sunar, hayat sunar.. insan da sanatla kendini bulur, kendi olur, kendini aşarak başka dünyalara kulaç açar...
İlkadım’da geçen hafta gerçekleştirdiğimiz İslâm sanatları merkezinin açılışı, sanatla hayatın, hakikatle sanatın iç içe geçtiği, birbirini beslediği nezih bir ortamda vukû buldu.
Açılışa, ülkemizde yaşayan hattatların pîri Hasan Çelebi üstadımızın, ilerlemiş yaşına rağmen İstanbul’dan koşa koşa gelmesi, Samsunluları mesteden nefis ve düşündürücü bir konuşma yapması, havanın samimiyetini, sahiciliğini ve neşvesini artırmaya yetti.
Orada yaptığım konuşmada da söylediğim gibi, zorlu ama geleceğimizi inşa edecek umut dolu bir işe soyunmuş İlkadım. Tahsis edilen binanın yanında çok daha büyük ama boş bir bina var: Tügva’ya verilecekmiş. Tügva, hakkından ferağat etmeli, bu binayı sanat merkezine vermeli, geleceğimizin yapı-taşlarının döşenmesi yolculuğuna böylesine güzel bir katkıda bulunmalı.
Bu sanat merkezi, önümüzdeki onyılları inşa edecek öncü kuşakları yetiştirecek... Bundan hiç kuşku duymuyorum. Emeği geçen herkesi gönülden tebrik ediyorum.
Kuruluşunda gösterilen özen, yapılan önhazırlıklar, gerek Erdoğan Başkan’ın, gerekse bu projenin hayata geçmesi için yoğun çaba gösteren Yahya Çınkıl, Fatih Güzel ve Hatice Kübra’dan oluşan çekirdek ekibinin yüzlerine yansıyan coşku, heyecan ve samimiyet gelecek adına umutlu olmamı sağladı.
Gösterdikleri evsahipliğinden ötürü kendilerine yürekten teşekkür ediyor, bu girişimin geleceğimizin temellerini atacak öncü kuşakların yetiştirileceği, başka belediyeleri de harekete geçirecek bir ilk adım olmasını diliyorum.
Türkiye, içerden ve dışardan kuşatılıyor... Ama fikir, oluş ve varoluş çilesi çekerek geleceğimizi inşa etme gayretimiz aksamadan sürdüğü sürece, biz bütün kuşatmaları yararız Allah’ın izniyle...
Sözün özü: Kök, gök ekini bir “meyve”dir. Gök, ekinini yer’de yeşertir. Bu, Rahman’ın rahmeti gereği böyledir.
Unutmayalım: Köklere inemezseniz, göklere yükselemezsiniz. Vesselâm.
Balkanlar’ın umudu: Köklü bir gelecek tasavvuru
Yusuf Kaplan
26/11/2017 Pazar
1648’de kanlı 30 Yıl Savaşları’nın sonunda Westfalya’da kurulan Batılı Dünya Düzeni çöktü.
Batılılar, 350 yıla, insanlık tarihinin en kanlı savaşlarını, en ürpertici katliamlarını, bütün medeniyetlerin kökünü kazıyan, başkasına hayat hakkı tanımayan orman kanunlarının hâkim olduğu haksız, hukuksuz, sömürgeci ve emperyalist yıkımı sığdırdılar.
Batı’da gerçekleştirilen büyük siyasî, entelektüel, bilimsel ve iktisadî devrimler, gelinen noktada, insanlığı tam bir ontolojik felâketin, kaosun ve çıkmaz sokağın eşiğine sürükledi!
TÜRKİYE’SİZ YENİ BİR DÜNYA KURULAMAZ!
Artık bildiğimiz dünyanın sonuna geldi insanlık: Yeni bir dünya kurulacak ama yeni dünyanın kuruluşu çok sancılı olacak...
Yeni dünyanın kuruluşunda Türkiye kilit rol oynayacak: Türkiye’siz, yani bin küsur yıl boyunca onca fikir ve oluş çilesiyle geliştirdiğimiz medeniyet birikimimiz gözardı edilerek yeni bir dünyanın kurulması mümkün olmayacak.
Bunu, bütün Batılı güçler anladı fakat bizim entelijansiyamız anlayamadı hâlâ!
Ama onlar da anlayacak bir süre sonra...
ÜSKÜP’ÜN ŞİİRİ, ŞUURU VE UYANIŞI...
Balkanlar seferimiz sürüyor...
Geçtiğimiz hafta üç gün boyunca Makedonya’nın başkenti, İstanbul’un kardeşi, ruh ikizi Üsküp’teydim.
Yahya Kemal’in rüyalarını yeşerten, hayallerini büyüten, sanatını kanatlandıran, dünyasını inşa eden Üsküp’te...
Üsküp, bir rüyanın hâlâ bize göz kırpan, yokoluşa direnen delişmen şehri...
Şiiri ve şuuru...
Şu ân uzun bir kış uykusundan uyanıyor yavaş yavaş... Üsküp’ün dirilişi, uyanışı, yeniden hakikat medeniyeti şuuruyla donanarak şiire duruşu hızlanacak...
Üsküp’te kaldığım süre boyunca Üsküp’ün hakikat medeniyeti şuurunun mayasını karan, ruhunu ayağa kaldırmaya çalışan güzel insanlarla, öncü dervişlerle, yılmadan, yıkılmadan önalan ve önaçan akıncılarla ve alperenlerle birlikte oldum...
Bir günde 4-5 program, bir o kadar da ziyaret gerçekleştirdik sevgili kardeşim Osman Atalay’la... İHH’nın stratejik beyni, Balkanlar’ın uç beyi Osman Atalay, Balkanlar’ı en iyi bilen, Balkanlar’ın yeniden toparlanması, kendine gelmesi ve ayağa kalkması için gecesini gündüz yapan, Balkanları yurt edinen bir diriliş eri...
Uluslararası Balkan Üniversitesi’nde dikkatle dinlenen bir konferans verdim.
Üniversitenin rektörü İsmail Kocayusufoğlu Hoca’nın, Şanghay Eğitim Kriterleri’ne göre Makedonya’nın en iyi üniversitesi olduğunu söylediği, hızla büyüyen, Balkanlar’ın medeniyet ufkunu büyüten, umudunu yeşerten bir üniversite burası. Önceki rektör Şinasi Gündüz Hoca’dan sonra İsmail Hoca’da da bu ufkun ve umudun canlı, coşkulu yansımalarını gördüm.
Aynı dinamizmi Tetovo / Kalkendelen Devlet Üniversitesi Felsefe Bölümü, Şarkiyat öğrencileriyle yaptığım, pür dikkat dinlenen 2 saatlik derste de müşahede ettim. Süleyman Baki Hoca’yla üniversiteyi gezdik... Umutlandım. Gözlerim yaşardı... duygulandım.
Ensar Kültür ve Dayanışma Derneği’nde samimi bir sohbetin ortasında buldum kendimi.
Hüsrev Emin kardeşimin ve kabına sığmaz eşi Leyla Hanım’ın özene bezene büyüttükleri, 15 yaşına ulaşan, genç sanatçıların, edebiyatçıların, yazarların okulu hâline gelen Köprü Dergisi’nde doyumsuz bir sohbete daldık gece yarısına kadar genç sanatçı, yazar arkadaşlarla...
Bushi Hotel’de iki saate yakın süren, Köprü Dergisi’nin organize ettiği, soluk soluğa dinlenen Balkanlar’ın Gelecek Tasavvuru başlıklı bir konferans verdim.
Kosova’dan gelen güzel insan Fazıl Kardeşim, Hüsrev Kardeşim ve Osman Atalay kardeşimle Makedonya Devlet Televizyonu’na gittik. Orada iyi bir program yaptık. Anadolu Ajansı’nın Balkanlardaki şubesinin merkezi Üsküp üssünde harıl harıl çalışan, geleceği kuran kardeşlerimizle bir röportaj yaptık.
KÖKLÜ VE UZUN SOLUKLU BALKAN STRATEJİSİ ŞART!
Köprü Dergisi’ndeki sohbetimize Adnan İsmaili Bey de katılınca sohbetin tadı koyulaştı...
Adnan İsmaili Arnavut kökenli, Aliya’nın çalışma arkadaşlarından bir öncü. İkinci Aliya. BESA’nın (Ahde Vefa Partisi’nin) başkanı.
Bir kaç hafta önce yapılan seçimlerde 120 kişilik Makedonya Parlamentosu’nda 5 milletvekili çıkarmayı başardı BESA. Bu, büyük bir başarı olarak kabul ediliyor Makedonya’da.
Adnan İsmaili sadece partiyle öncülük yapmıyor: “Logos A” başlıklı Makedonya’nın en kaliteli kitaplarını yayımlayan yayınevinin, çeşitli eğitim kurumlarının da öncüsü dertli, yüreği yangın yerine dönen çilekeş bir isim.
Makedonya’nın yarısı Arnavut ve Boşnak müslümanlardan oluşuyor. 2 milyonluk ülkede 130 bin Türk yaşıyor.
Türkler, inançlarını koruyabiliyor olmalarını Arnavut müslümanlara, vefakâr, cefakâr ve fedakâr öncü isimlere borçlular.
Ancak Türkiye, Makedonya’da bir hata yapıyor: Sadece Türkleri eksen alan bir strateji izliyor. Bu, çok yanlış bir strateji.
Balkanlar’ın bütününde Türk azınlıkları değil Müslüman çoğunluğu eksene alan bir strateji izlerse, Balkanlar’da tarihî bir atılımın gerçekleştirilmesinin yapı taşlarının döşenmesine katkıda bulunabilir Türkiye. Ayrıca Balkanlar’da Balkan kökenli müslümanlar üzerinden strateji geliştiremezsek, Balkanlar’ın bize bağladığı umutlar boşa çıkabilir ve Balkanlar bir kez daha yalnızlığa, Avrupalılarla Amerikalıların insafına terkedilmiş olur; ki, bu Türkiye’nin güvenliği açısından da çok büyük sorunlara yol açar. Unutmayalım: Erdoğan’ın da her zaman dikkat çektiği gibi Türkiye’nin güvenliği Balkanlar’dan başlar...
BALKAN STRATEJİSİ, BALKAN KÖKENLİ MÜSLÜMANLARLA BELİRLENMELİ
Son olarak önemli bir meseleye dikkat çekmek istiyorum: Türkiye’de Adnan İsmaili gibi bir öncü isim, FETÖ’cü diye lanse edildi. Gerçi sonradan düzeltildi ama bu olmaz!
Bu, kendi ayağımıza kurşun sıkmamız anlamına gelir ve böyle bir iftiranın, karalamanın bedeli, bu dünyada da, öte dünyada da çok ağırdır. Türkiye, güçlü ve köklü bir Balkan stratejisini Balkan kökenli öncü isimlerle belirleyemezse, hem Balkanlardaki kardeşlerimizin umutları söner hem Balkan ülkelerinin -teker teker AB’ye alınmasıyla birlikte- İslâmî kimlikleri ve varlıkları tehlikeye düşer hem de Balkanlar’ı kaybeder.
Bunun orta ve uzun vadede nasıl büyük bir felâketle sonuçlanacağını siz düşünün artık.
Bendeniz müslüman bir yazar olarak vazifemi yapıyor, güçlü, köklü ve kalıcı Balkan stratejisini nasıl geliştirebileceğimiz konusunda yol haritası sunabilecek gözlemlerimi buradan paylaşıyorum. Bu gözlemlerimi ilgili yerlere de ayrıntılı olarak ileteceğimi hatırlatmış olayım.
İslâm’ın önünü açmaya odaklanırsak, kimse diz çöktüremez bize!
Yusuf Kaplan
1/12/2017 Cuma
Şunu görebiliyor muyuz, çok emin değilim: Küresel sistem Türkiye’yle savaşıyor! Açıkça değil, sinsice/ postmodern yöntemlerle.
Türkiye, Batılı kurumların üyesi olduğu için açıkça saldıramıyor küresel kapitalist sistemin lordları!
Böyle söylemekle, Türkiye’nin geleceğinin, Batılı yörüngede gizli olduğunu söylemiş olmuyorum. Aksine...
TÜRKİYE’NİN VARLIK NEDENİ, İSLÂMÎ YÖRÜNGENİN ÖNCÜ GÜCÜ OLMASIDIR
Türkiye’nin yönü de, yörüngesi de Selçuklu-Osmanlı tecrübesi tarafından açık ve net bir şekilde
İslâmî yörünge olarak belirlenmiş, ancak o zaman yaklaşık bin yıl dünya tarihini yapmış, tarihi sürüklemiştir bu toplum.
Türkiye, işte bu tarihî derinliğin ürünü İslâmî yönünü ve yörüngesini yitirdiği için tarih yapan bir aktörden tarihte tatil yapan bir figürana dönüştü.
Türkiye’nin Batı ittifakının bir üyesi olması, konjonktürel, geçici bir karardır ve Türkiye’yi Batılıların saldırısından korumayı amaçlamıştır.
Ama Türkiye, zaman zaman Türkiye’nin Batı ittifakının bir üyesi olması olgusunu, Batılı yörüngeye oturması, medeniyet değiştirme çabası olarak algılama aymazlığı sergileyebildi.
Türkiye’nin İslâmî yörüngeden çıkıp Batılı yörüngeye oturması, medeniyet iddialarını yitirmesi, bağımsızlığını kaybetmesi ve Batılıların uydusu/ kölesi hâline gelmesi demektir.
Bu toplumun varlık nedeni ve varoluş hikmeti, İslâmî yörüngenin öncü gücü olmasıdır.Bu toplum ancak o zaman dünya tarihini yapmış, dünya tarihinin akışını şekillendirebilmiştir.
YARMA HAREKÂTI: DİP-DALGANIN FIŞKIRMASI AMA DUYARLIKLARIN AŞINMASI
Türkiye, yaklaşık yarım asırdır, görünüşte Batı ittifakının bir üyesi ama gerçekte kendi İslâmî yörüngesini bulma mücadelesi veriyor...
Türkiye, başkalarının yörüngesine girdiği zaman başkalarının yaptığı tarihin önünde sürüklenmekten, sonra da zamanla, tarihten çekilmekten kurtulamayacaktır.
Türkiye, İslâmî yörüngesini bulduğu, İslâmî yörüngeyi hayata ve harekete geçirecek belli bir güce ve konuma ulaştığı zaman yeniden tarih yapmaya, tarihi sürüklemeye, tarihin akışını değiştirmeye başlama imkânına kavuşacaktır.
Menderes’le başlayan süreçte, Türkiye, görünüşte Batılı kurumların üyesi hâline geldi. Yazının başında da dikkat çektiğim gibi, bu, Batılıların şerrinden, her türlü saldırılarından emin olmak için yapılmış, konjonktürel bir tercihti.
Ama yine Menderes’le başlayan süreçte, Türkiye, gerçekte, bu toplumun İslâmî yörüngesini bulmasını sağlayacak İslâmî kültürel genetik kodlarını ve dip dalgasını pekiştirme mücadelesi verdi alttan alta.
Yarma harekâtı olarak başlayan bu süreç, zor ve zorlu bir süreçti. Özal’la ve özellikle de Erbakan ve tabiî Erdoğan’la birlikte sürdü bu toparlanma ve ayağa kalkma süreci.
Yarım asrı aşan bu süreç, İslâmî duyarlıkları aşındırdı elbette; ama toplumun dip dalgasını ve İslâmî genetik kodlarını da geri dönüşü imkânsız bir şekilde güçlendirdi ve pekiştirdi.
Yarım asırlık bu zorlu süreçte, devleti ele geçiren, ülkeyi içerden sömürgeleştirme aymazlığı sergileyen küçük azınlığın elinden, devletin, milletin hâs çocukları tarafından yeniden “ele geçirilme” yolculuğu, bu ülkenin İslâmî duyarlıklarına ve yörüngesine sahip çıkan çocuklarının araçları, özellikle de siyaseti zaman zaman amaç hâline getirme yanlışlıklarına düşmesine de yol açtı...
Araçları / siyaseti, amaçların / hakikatin önüne geçirirseniz, araçların amaçları yutmasını, toplumun siyasî mekanizmalar yoluyla sekülerleşmesini, İslâmî duyarlıklarını zedelemesini önleyemezsiniz.
Araçların amaç katına yükseltilmesi, eninde sonunda amaçların yitirilmesi, İslâmî duyarlıkların ve ahlâkî ölçütlerin aşınmasıyla sonuçlanır.
İSLÂM’IN ÖNÜNÜ AÇMAYA ODAKLANIRSAK, BİZİ KİMSE DİZE GETİREMEZ!
Amerika’da, Türkiye’yi 15 Temmuz’da dize getiremeyen çevrelerin asimetrik savaşla dize getirme savaşı verdikleri bir kumpas davası yaşanıyor...
15 Temmuz’da askerî darbe girişimiyle başaramadıklarını siyasî yargı ve ekonomik darbeyle başarmak istiyorlar. Türkiye’ye diz çöktürmek istiyorlar.
Türkiye’nin her hâl ve şartta diz çökmesini önleyecek tek çıkış yolu var: Araçların veya her türlü gücün değil sadece İslâm’ın önünün açılmasına kilitlenmek.
Eğer araçların değil de amaçların yani İslâm’ın, İslâmî iddialarımızın önünü açma hayatî meselesi üzerinde kafa yormazsak, sözkonusu siyasî davaları, asimetrik savaşları kazansak bile, asıl davayı, hakikat davasını kaybederiz, uzun vadede.
Özetle: Ne yapıp eğitimden kültüre, fikirden sanata ve medyaya kadar her alanda İslâm’ın önünü açacak yapı taşlarını döşeyemezsek, her zaman söylediğim gibi, 10 yılda 100 yılın tohumlarını ekemezsek,geleceğe emin adımlarla yürüyemez, insanlığın ekmek kadar su kadar ihtiyaç hissettiği hakikat medeniyeti yolculuğuna soyunamaz, tarihi sürükleyecek bir konuma ulaşamaz, mevcut varlığımızı bile koruyamayız -Allah muhafaza!Türkiye’ye diz çöktürmek için “engizisyon mahkemesi” kurdular!
Yusuf Kaplan
3/12/2017 Pazar
Üzerimize gelen küresel saldırının ne kadar farkındayız, bilmiyorum.
Türkiye’ye karşı küresel bir saldırı var.
Bu meseleye, partiler açısından, partilerin çıkarları açısından bakamayız.
Türkiye’ye küresel bir saldırının olduğu bir zaman diliminde, parti çıkarlarını öne çıkarmak, daha da kötüsü, bu meseleyi, Türkiye’yi vurmaya dönük çıkarperest, fırsatperest iğrenç bir siyasete dönüştürmek, buradan siyasî rant devşirmek bu ülkeye ihanettir.
MESELE, RÜŞVET MESELESİ DEĞİL! BASÎRET LÜTFEN!
Bu ülkedeki herkes de, her kesim de çok iyi biliyor ki, ABD’deki dava, rüşvet davası filan değildir.
Rüşvete bulaşanlar, görevlerini kişisel çıkarları için kötüye kullananlar, suistimal etmeye kalkışanlar, dolayısıyla ülkenin altını oyanlar mutlaka hak ettikleri cezaya çarptırılmalı elbette.
Bir müslüman olarak rüşveti savunacak bir konuma düşmekten Allah’a sığınırım. Rüşvet lanetlenmiştir çünkü. Rüşvet alan da, veren de lanetli bir türdür.
Bu mesele enine boyuna araştırılmalı, suçları sabit olanlar olursa, en ağır şekilde cezalandırılmalıdır.
Ama müslüman basiret sahibidir. Mesele aslâ rüşvet meselesi değildir. Mesele Türkiye’nin yargılanmasıdır.
ABD, TÜRKİYE’Yİ YARGILAYAMAZ! ABD YARGILANMALI ÖNCELİKLE!
Hollanda, Almanya, Sudan, Çin, Hindistan hatta İran Amerika’nın ambargosunu kaç defa deldi ama hiçbirini ABD’de yargılamayı düşünmedi Amerikan yönetimi.
Sadece bu gerçek bile, ABD’deki davanın, Türkiye’nin yargılanması için icat edilen düzmece bir dava olduğunu görmek için yeterlidir.
Mesele, küresel sistemin haksız ve hukuksuz uygulamalarına, hatta mantığına dikkat çeken, zaman zaman, “dünya beşten büyüktür” diyerek bu haksız ve hukuksuz sisteme meydan okuyan Türkiye’nin hizaya getirilmesidir.
O yüzden ABD’de kurulan mahkeme, Türkiye’yi yargılamak ve cezalandırmak üzere kurulmuş, kurmaca, düzmece bir engizisyon mahkemesidir.
ABD, Türkiye’yi yargılayamaz!
Buna göz yumulamaz.
Türkiye’nin yargılanmasına ve cezalandırılmasına sessiz kalınamaz.
Eğer dünyada yargılanacak bir ülke varsa, o da, öncelikle ABD’nin kendisidir: Hiroşima’yı, Nagazaki’yi bir kaç saniyede kimyasal toz bulutuna çeviren, dünyada istediği yeri işgal eden, istediği lideri deviren, Latin Amerika ülkelerinin burnundan getiren, her yerde darbe üstüne darbe yapmaktan çekinmeyen ABD yargılanmalıdır.
YÜZYIL ÖNCEKİ KURTLAR SOFRASI KURULDU!
Yüzyıl önceki Kurtlar Sofrası yeniden kuruldu: Türkiye’nin durdurulması, içerden ve dışardan kuşatılması ve vurulması için bütün planlar, tezgâhlar ve kumpaslar yürürlüğe konuldu...
Türkiye’ye karşı çok yönlü asimetrik bir savaş var.
Küresel sistemin lordları şer güçler ve palyaçoları şer-şirret, fitne-fesat şebek-e-ler, el ele vererek Türkiye’ye diz çöktürme savaşı veriyorlar!
Gezi’de denediler...
17-25 Aralık’ta denediler...
En son 15 Temmuz’da denediler.
Ama Türkiye’ye diz çöktüremediler.
15 Temmuz’da askerî darbeyle yapamadıklarını, şimdi ABD’de yürütülen siyasî yargı darbesiyleve ekonomik darbeyle yapmak istiyorlar.
Türkiye’ye karşı kartları açık oynamaya başladılar!
Üç alandan saldıracaklar:
1- Ekonomik saldırı/ambargo...
2- Siyasî ve sosyal kaos çıkarmak...
3- Terör saldırısı ve/veya askerî saldırı...
Dikkatli olmak, kenetlenmek ve dik durmak zorundayız.
KÜRESEL SİSTEM, TÜRKİYE’YLE NEDEN SAVAŞIYOR PEKİ?
Önceki yazıda da dikkat çekmiştim: Küresel sistem, Türkiye’yle savaşıyor, diye.
İzi sürülmesi ve cevabı verilmesi gereken hayatî soru şu burada: Küresel sistem, neden Türkiye’yle savaşıyor, peki?
Türkiye, yüzyıllık yakın tarihinde Anadolu yarımadasına hapsolan bakışını, akışını ve açısını, ilk defa medeniyet coğrafyasına genişleten, yayan, ulaşan stratejiler geliştirdi.
Türkiye’nin Batı’ya körkütük bağımlı eksenini çeşitlendirdi: Rusya’ya, Çin’e, Afrika’ya hatta Latin Amerika’ya açılmaya başladı.
Bütün bunlar ne anlam ifade ediyor, neyi gösteriyor?
Bütün bunlar, Türkiye’nin tarihî derinliğini, köklü medeniyet tecrübesini aktüel hâle getirme, insanlığa adaletin, hakkaniyetin ve barışın hâkim olacağı bir dünyanın yegâne kurucu aktörünün dün olduğu gibi yarın da Türkiye olacağını gösteriyor.
Biz, ister kabul edelim, ister reddedelim, şaşmaz gerçek şu: Türkiye, Türkiye’den ibaret değildir ve Türkiye, Türkiye’den daha fazla bir yerdir.
Batılılar bu yakıcı gerçeği çok iyi biliyorlar: Bir gün, Türkiye’nin, toparlanıp ayağa kalkabileceğini, mazlum dünyayı toparlayabileceğini, adaletin, hakkaniyetin ve sulhün hâkim olacağı yeni bir dünya kurmaya soyunabileceğini çok iyi biliyorlar.
TÜRKİYE, YÜKÜMLÜLÜĞÜNÜ TERKEDERSE...
Türkiye böylesi bir yükümlülükten kaçamaz. Kaçarsa, taşıdığı yükün altında ezilir.
Küresel kapitalist sistem, dünyayı cehenneme çevirdi.
Yeni bir dünya kurulacak ve yeni bir dünyanın kurulmasında Türkiye kurucu kilit rol oynayacak.
Burada haklı olarak sorulması gereken soru şu: İyi de, Türkiye buna hazır mı?
Elbette tam olarak hazır değil ama hazırlanıyor: Henüz katedeceğimiz çok mesafe var ama Türkiye, geri dönüşü olmayan bir yola girdi artık.
O yüzden Türkiye için “engizisyon mahkemesi” kurdular! Türkiye’ye diz çöktürmek için düzmece bir mahkeme, iğrenç bir kumpas bu!
Ne olursa olsun, Türkiye’ye diz çöktüremeyecekler!
Yine de her şeye rağmen bir yandan tuzaklara karşı dikkatli olmak öte yandan da kısa, orta ve uzun vadeli büyük projelerle her alanda büyük atılımlar yapmak zorundayız. Vesselâm.İstanbul, ruhuna kavuşacak mı yeniden?
Yusuf Kaplan
4/12/2017 Pazartesi
Şunu iyi bilelim, derim; İstanbul’u kurtarabilirsek, Türkiye kurtulur ve yeniden kurulur.
İstanbul’u kurtaramazsak, Türkiye yok olur...
Bir rüya ve bir kâbus senaryosu var karşımızda.
Cins adam İtalo Calvino, “Şehirler, rüyaların ve / veya kabusların mekânıdır” der.
İstanbul’’u “özne”si yapan bir yazıya, bu denli silkeleyici ve sarsıcı bir alıntıyla başlayınca insanın kafasında, “Acaba İstanbul ne? Nasıl bir şehir? Rüyaların mı, yoksa kabusların mı mekanı? Hayallerin kaynağı mı, yoksa hayaletlerin cirit attığı ruhu çalınmış bir kültürler mezarlığı mı?” gibi bir dizi soru sökün ediveriyor...
Sahi, şu an, İstanbul’un bir bedeni, bu bedene hayat veren bir ruhu var mı?
İstanbul’un eğer hala hayat emareleri gösteren bir bedeni, bir ruhu yoksa, İstanbul’dan; yaşayan, hayat veren engin ve zengin bir İstanbul’un varlığından sözetmek mümkün olabilir mi?
Bu denli “büyük sorular” sordurtan bir şehir, sadece bu soruları sordurtmakla bile, aslında bir ruhunun var olduğunu kendiliğinden söyletmiş olmuyor mu?
O halde soru şu: İstanbul’u İstanbul yapan şey ne?
Elbette ki, İstanbul’un yüzyıllar boyunca “büyük rüyalar” görmesi, tarihin akışını değiştiren büyük rüyaların beşiği, kaynağı, pınarı, mekanı, kısacası Ruhu olması...
Bir zamanlar İstanbul’a büyük rüyalar gördürten o asil ruh, bugün maalesef sırra kadem basmış gibi.
Ama demek ki, o ruh, öylesine asil ve esaslı; İstanbul’un bedenine, fotoğrafyasına, topoğrafyasına, mitoğrafyasına öylesine nüfuz etmiş, öylesine kök salmış olmalı ki, yaşamıyor zannedildiği bir zaman diliminde bile sanki “hayır, bedenimi öldürmüş, tarumar etmiş olabilirsiniz ama ben, bu şehre yegane anlam ve hayat veren ruhumla, bu şehrin daima atan ve asla durdurulamayacak olan kalbiyim, vicdanıyım” diye haykırıyor bize.
İstanbul’un “beden”i ölü; ama ruhu yaşıyor hâlâ... Onca işkenceye rağmen nefes alıp veriyor yine de.
Bizi bekliyor...
Bizim kendimize gelmemizi...
İstanbul, bu ruha yeniden hayat verecek “sahibini”, İstanbul’un ruhunu iliklerine kadar soluyan, solutacak “gerçek sahiplerini” arıyor...
İstanbul, ruhuyla ve bedeniyle büyük rüyaların mekanı olduğu vakitler, başka kültürlerin ve medeniyetlerin ilham kaynağı olan büyük insanların solumadan edemedikleri bir “mekân”dı...
İngilizlerin İstanbul tarihçisi Peter Mansell, Avrupalı büyük yazar, sanatçı ve düşünürlerin hem Avrupa’da kendilerine karşı uygulanan baskılardan kurtulmak için hem de İstanbul’u İstanbul yapan ruhu keşfetmek, solumak için 19. yüzyıla kadar İstanbul’u mesken tuttuklarını yazar.
Bugün bu durum tam tersine dönmüş gibidir. İstanbul’u yeniden büyük rüyaların görüldüğü yegane merkez haline getirebilmenin yolu, İstanbul’u, yeniden büyük rüyaların mekânı haline getirmekten geçiyor: İstanbul, o asil ve büyük rüyalarını yeniden görmeye başladığı zaman, yeniden hayatiyetine kavuşacaktır.
Bunun için İstanbul’un ruhuyla özdeş büyük rüyalar gören insanlara, İstanbul’un ruhuna ve rüyalarına yeniden hayat verecek gerçek sahiplerine ihtiyacı var. Oysa biz İstanbul’un ruhunu kirletmekten, rüyalarını ertelemekten başka bir şey yapamıyoruz.
İstanbul’un, bize yeniden ruh üfleyecek bir “aşkın özne” haline gelmesi gerekiyor...
Yine İstanbul’un “köksüz”, “tabansız”, “sapkın”, şaşkın, “tahripkar” ve tükenmek bilmez süflî arzuların nesnesi olmasından kurtarılması, bizi kanatlandıracak o asil ruhuna yeniden kavuşabilmesi gerekiyor...
İstanbul, can çekişiyor...
Ölmemek için direniyor...
İstanbul, Osmanlı medeniyetinin dünyaya adalet, hakkaniyet ve sulh armağan ettiği ruhudur.
İstanbul’u kaybedersek, bu ruha hiç bir zaman kavuşamayız yeniden.
Efendimiz’in bize emaneti olan bu ruhla donanırsak, İstanbul’u kurtarabiliriz.
İstanbul kurtulursa biz de kurtulur, yeniden büyük rüyalar gören uzun soluklu yolculuklara soyunuruz...
Ne yapıp edip çabalarımızın önemli bir kısmını İstanbul’u kurtarmaya teksif etmek zorundayız.
İstanbul yok olursa, biz de yok oluruz zira.
.Celâl, Cemâl ve Kemâl yolculukları açısından Kudüs’ü anlamak-1
Yusuf Kaplan
10/12/2017 Pazar
Kudüs, tam da işgal edilişinin 100. yılında, işgal edildiği günde, İsrail’in başkenti olarak kabul edildi ABD yönetimi tarafından!
Amerika, şeytanlıkta bir numara!
Siyonistlerse, ABD’yi parmağında oynatmakta!
Kudüs, Müslüman hâkimiyeti dönemlerinde Kudüs oldu; adıyla müsemmâ bir selâm ve hakkaniyet, sulh, selâmet ve emniyet yurdunu Kudüs’te yalnızca müslümanlar kurdu.
Müslümanlar, Mekke’de yola çıkarlar, Medine’de yolda olurlar, Kudüs’te de Yol olurlar ve böylelikle bütün insanlık için insanca, hakça bir dünyanın nasıl inşa edilebileceğinin modelini ortaya koyarlar...
Batılıların da, yahudilerin de korkusu, bunun bir kez daha gerçek olması!
O yüzden ne kadar pahalıya patlarsa patlasın, bütün dertleri, bunun bir kez daha gerçek olmasını önlemek.
TARİHE VE HAYATA, ALLAH’IN SIFATLARI VE İSİMLERİ ÜZERİNDEN B/AKMAK...
İsmail Bursevî Hazretleri, şehirleri, Allah’ın (cc) Esmâü’l-Hüsnâ’sı üzerinden okur ve muazzam bir şehirler topoğrayası yapar; şehirlerin, öncelikle 'ruh fotoğrafları' üzerinden -kelimenin tam anlamıyla- bir şehir felsefesi, oradan da bir tarih felsefesi çıkarır.
Bendeniz de bu yazıda böylesi bir şehir felsefesi, dolayısıyla tarih felsefesi yapmamızı mümkün kılan temelleri sunacak Allah Teâlâ’nın Celâl ve Cemâl sıfatları ekseninde, kışkırtıcı, zihin açıcı bir tarih felsefesi için yol haritası olabilecek özlü bir çaba ortaya koymak niyetindeyim.
Allah’ın sıfatları ve isimleri insanda ve kâinatta değişik şekillerde tezahür ve tecellî eder. Ama Allah’ın hem sıfatları hem de isimleri insanda topyekûn tecellî eder; ancak insan bunu farkedemez çoğu zaman.
Allah’ın sıfatları ve isimleri meselesi, esas itibariyle akîdenin konusudur ama kelâmın, fıkhın, “felsefe”nin, fiziğin, metafiziğin, tarihin, velhâsıl bütün ilimlerin hem konularını, hem konumlarını hem de konuşma biçimlerini belirler.
AKÎDE, SÂBİTELERİ BELİRLER, DEĞİŞKENLERE DİRİLTİCİ RUH ÜFLER...
Şunu söylemiş oluyorum: Akîde, Müslümanlar için sadece bir inanç meselesi değildir; aynı zamanda, hayatın bütün alanlarına yayılan, hayatın bütün alanlarını ve meselelerini anlamaya ve anlamlandırmaya imkân tanıyan bir biliş/ilim, oluş/irfan ve “varoluş”/hikmet meselesidir.
Akîde’nin konumu, konusu ve konuşması, bütün alanlarda/n görülür, işitilir ve hayata geçirilir.
Başka hiç bir inanç veya felsefe sisteminde akîde’nin böylesine hem enlemesine hem boylamasana hayatın her alanına nüfûz eden bir yeri yoktur.
Âkîde, sâbiteleri belirler; bütün diğer ilimler ve faaliyetler de değişkenlere sâbiteler ışığında ruh üfler... Böylelikle değişkenlerin sâbite konumuna yükseltilmesi, insanın yerini ve konumunu şaşırmaması sağlanır, her hâl ve şartta insanlığın önünün açılması mümkün hâle gelir.
MEDENİYET, ALLAH TEÂLÂ’NIN 'CELÂL' VE 'CEMÂL' SIFATLARININ TEZAHÜRÜDÜR...
İslâm, doğumundan 50 yıl geçmeden Doğu’da Çin’e, Batı’da İspanya’ya kadar uzandı. Tarih felsefecileri İslâm’ın bu kadar kısa bir süre içinde dünyanın neredeyse en ücrâ köşelerine kadar 'şimşek hızı'yla yayıldığına dikkat çekerler ve bunu izah etmekte güçlük çektiklerini açıkça itiraf ederler.
İslâm’ın kısa sürede bu kadar hızlı bir şekilde yayılmasının sırrı, öncelikle sâbitelerinin muhkem, sarsılmaz olmasında ve insanlığın varoluşsal sorunlarını, insanı sarıp sarmalayan ölçekte aynı anda hem sade hem de derûnî bir şekilde izah edebilme husûsiyeti sergilemesinde gizli.
Allah Teala’nın Celâl ve Cemâl sıfatları, insanın biliş, oluş ve varoluş yolculuğunun iki ana eksenini oluşturur.
Celâl sıfatıyla, Allah’ın 'azamet'i tecellî eder, Cemâl sıfatıyla 'rahmet'i.
Medeniyet, Mekke ve Medine süreçlerinin toplamıdır.
Mekke sürecinde Celâl sıfatı, Medine sürecinde de Cemâl sıfatı öne çıkmıştır. Medeniyet süreci ise Kemâl noktasına Kudüs’te ulaşmış, hakikat ve merhamet, sulh ve selâmet kâmil anlamda bütün insanlığa sunulmuştur.
Yarınki yazıda bu tartışmayı kaldığım yerden sürdüreceğim nasipse...
Celâl, Cemâl ve Kemâl yolculukları açısından Kudüs’ü anlamak-2
Yusuf Kaplan
11/12/2017 Pazartesi
Dünkü yazımda, Allah Teâlâ’nın Celâl ve Cemâl sıfatlarından yola çıkarak ve Kudüs örneğini eksene alarak bir şehirler tasavvuru ve tarih felsefesi geliştirme çabasına giriş yapmıştım.
Bugün dün bıraktığımız yerden devam edelim.
Şöyle demiştim:
Allah Teâlâ’nın Celal ve Cemâl sıfatları, insanın biliş, oluş ve varoluş yolculuğunun iki ana eksenini oluşturur.
Celâl sıfatıyla Allah’ın “azamet”i tecellî eder, Cemâl sıfatıyla “rahmet”i.
CELÂL MEKKE’DE, CEMÂL MEDİNE’DE, KEMÂL KUDÜS’TE TEZAHÜR EDER...
Medeniyet, Mekke ve Medine süreçlerinin toplamıdır.
Mekke sürecinde Celâl sıfatı, Medine sürecinde de Cemâl sıfatı öne çıkmıştır. Medeniyet süreci ise Kemâl noktasına Kudüs’te ulaşmış, hakikat ve merhamet, sulh ve selâmet kâmil anlamda bütün insanlığa sunulmuştur.
Celâl sıfatı, Mekke’de akîdeyi muhkem bir şekilde inşa ederken, Cemâl sıfatı, Medine’de Müslüman hayatını inşa etmiştir.
Başka bir ifadeyle Mekke’de hakikat hayat bulmuş, Medine’de hayat olmuştur, Medeniyet sürecinde de hayat sunmuştur bütün insanlığa.
Mekke’de dârü’l-islâm’ın (İslâm yurdu’nun) temelleri muhkem, sarsılmaz bir şekilde atıldı; Medine’de dârü’s-selâm’ın, Kudüs’te ise dârü’l-insanın (insanlık yurdu’nun).
Mekke’de hakikatin (dolayısıyla sulh, selâmet ve adaletin) önündeki çakıl-taşları temizlendi, dalga-kırıldı.
Medine’de hakikatin yapı-taşları döşendi, dalga-kuruldu.
Kudüs’te herkese hayat hakkı tanıyan bu evrensel modelle bütün insanlığa dalga-sunuldu; hakikat medeniyetinin sulh, selâmet ve adalet nizamı insanlığın önüne konuldu.
Başka bir ifadeyle, insanlık çapında henüz aşılamayan muazzam bir medeniyet fikri ve tecrübesi, Mekke’de hayata geçirildi, Medine’de hayat hâline getirildi, Kudüs’te insanlığa armağan edildi.
BATILILARIN VE YAHUDİLERİN, KUDÜS’Ü -VE DÜNYAYI- CEHENNEME ÇEVİRMELERİNİN FELSEFÎ NEDENLERİ
Burada Celâl, Cemâl ve Kemâl “süreç”leri üzerinden geliştirdiğim sistem, ilk bakışta Hegel’in diyalektik sistemini çağrıştırabilir ama bunun Hegelci diyalektik sistemle hiç bir ilgisi ve ilişkisi yok.
Hegelci sistem, Descartes’ın ayırdığı, Kant’ın birleştirdiğini sandığı ama son kertede birbirinden kopardığı dış-dünya ve insan arasındaki ilişkileri birleştirme amacı güder gibidir.
Ancak Hegel’in diyalektiği bütün aktifliğine rağmen hem mekaniktir hem de aktörler arasındaki ilişki antagonizmalar / husûmetler üzerinden kurulur: Tez, antitez ve sentez.
Bu antagonizmalar, Marx’ta daha da şiddetlenecektir. Marx, antagonizmaların şiddetinden “cennet” üretecektir!
Oysa Celâl, Cemâl ve Kemâl “süreçleri” hayata yansıtıldığında birbiriyle kopmaz irtibat hâlindedir: Birbirlerini yok ede yok ede değil, birbirlerini varede varede varolurlar; insanın biliş, oluş ve varoluş yolculuğunun, adım adım yapıtaşlarını döşerler... Celâl’de Cemâl’in, Cemâl’de Kemâl’in izdüşümleri ve tohumları gizlidir.
Modern Batı düşüncesinin serencamını özetleyen Hegel’in diyalektiği, değişkenleri sâbite katına yükseltme çabası içindedir: Batı düşüncesinin, kendi kendini dinamitleyen dinamikleri burada gizlidir işte!
Oysa Celâl, Cemâl ve Kemâl yolculukları, sâbiteleri koruyarak değişkenlere ruh üfler... Değişkenlere sâbitelerin ruhunu, gücünü ve derûnîliğini hediye eder...
Hegel’in diyalektiği, dolayısıyla modern düşünce, değişkenlerden hakikat icat eder; değişkenleri mutlaklaştırır ama gerçekte hakikati izâfîleştirir böylelikle.
O yüzden modern düşünce, hakikati izâfileştirdiği hâlde, başkasını hem tanımaz, tanıyamaz; hem de başkasıyla yaşayamaz ve başkasına hayat hakkı da tanımaz.
Oysa Celâl, Cemâl ve Kemâl yolculukları, hakikat fikrini diri tuttuğu için, başkasının hakikatine de, hayatına da karışmaz; bilakis, başkasının kendi hakikatini ve hayatını yaşamasını mümkün kılacak alan açar başkasına.
İşte Kudüs’te Hıristiyanların da, modernlerin de, Yahudilerin de başkasına hayat hakkı tanımamalarının ve başkalarına dünyayı cehennem etmelerinin gerisindeki ontolojik ve kozmolojik neden burada gizlidir.
Sözün özü: Hıristiyanlar da, Yahudiler de hâkim oldukları zamanlarda, Kudüs’ü cehenneme çevirdiler; Müslümanlarsa selam ve insanlık yurduna, adalet ve hakkaniyet ufkuna dönüştürdüler.
BATILILARIN VE YAHUDİLERİN KORKUSU...
Hıristiyan veya Yahudi, modern veya postmodern Batılıların korkusu, Müslümanların, toparlandıkları zaman Kudüs’ü yeniden selam ve insanlık yurduna dönüştürebilecekleri, kendilerinin bunu aslâ başaramadıklarını ve başaramayacaklarını -tarihte bir kez daha- ispat edecekleri korkusudur.
Bu korku, sadece Kudüs’le sınırlı değil. Batı uygarlığının ruhunda köksalan derin bir korkudur.
O yüzden umutlar üzerinden değil korkular üzerinden varlıklarını ve hegemonyalarını sürdürebiliyorlar yalnızca!
Ama korkular üzerinden kurulan bir dünya, kendi korkularının kurbanı olmaktan kurtulamayacaktır aslâ!
Uzak veya yakın tarihe bakın, bütün çıplaklığıyla göreceksiniz bu çarpıcı gerçeği.
BATILILARIN KUDÜS’Ü VE MÜSLÜMANLARIN KUDÜS’Ü
Özetle: Batılıların ya da Yahudilerin Kudüs’ü kendileri için de cehennemdir.
Müslümanların Kudüs’ü ise başkaları için bile selâm ve insanlık yurdu, adalet ve hakkaniyet umudu ve ufkudur. Bunu mümkün kılan da bütün Mekke’lerde Celâl sıfatıyla azametin, bütün Medine’lerde rahmet’in, Kudüs’te ilk mükemmel örneği ortaya konan bütün İslâm medeniyet havzalarında ise merhametin, dolayısıyla adalet, hakkaniyet, sulh ve selâmetin, kısacası Kemâl’in bütün özelliklerinin bizzât tecellî ettirebilmesidir.
Dünkü yazının başında yer alan şu cümleyle bitireyim yazıyı: Müslümanlar Mekke’de yola çıkarlar, Medine’de yolda olurlar, Kudüs’te de Yol olurlar ve böylelikle bütün insanlık için insanca, hakça bir dünyanın nasıl inşa edilebileceğinin modelini ortaya koyarlar.
Batılıların da, Yahudilerin de korkusu, bunun bir kez daha gerçek olması! O yüzden ne kadar pahalıya patlarsa patlasın, bütün dertleri, bunun bir kez daha gerçek olmasını önlemek.
Vesselâm.Tarihî kriz ve krizi aşmanın yolları...
Yusuf Kaplan
15/12/2017 Cuma
İslâm İşbirliği Teşkilatı (İİT), Türkiye’nin çağrısı üzerine İstanbul’da âcil bir toplantı yaptı. Toplantıda alınan en önemli karar, Doğu Kudüs’ün Filistin’in başkenti olarak tanınması kararı oldu.
Sorunlu ama önemli bir karar bu.
Sorunlu; çünkü Kudüs’ün % 87’sini oluşturan Batı Kudüs’ün İsrail’in başkenti olarak kabul edilmesinin önünü açmak anlamına gelebilir bu karar.
Önemli; çünkü buna rağmen adında “işbirliği” bulunan bu örgüt şimdiye kadar dikkate değer herhangi bir konuda işbirliği yapamamış, önemli müşterek kararların altına imza atamıştı.
Bu karar, İslâm ülkeleri arasındaki işbirliği faaliyetlerinin artırılmasını -belki- tetikleyebilecek olması bakımından bir başlangıç noktası işlevi görebilir.
Ama yaşadığımız tarihî krizi, bu tür ısmarlama teşkilatlarla aşamayız.
Daha esaslı, daha köklü, daha kalıcı adımlar atmak zorundayız... Bu yazıda tarihî krizi ve çıkış yollarını kısaca özetlemek istiyorum.
KÜRESEL SİSTEM, İSLÂM’LA SAVAŞIYOR! BUNU GÖRELİM ARTIK!
İslâm dünyası, tarihinin en zorlu hatta en “berbat” dönemini yaşıyor. “Berbat” diyorum çünkü İslâm dünyası -Moğol ve Haçlı saldırıları dönemini hâriç tutarsak- hiç bir dönemde, bu kadar çaresiz, bu kadar perişan, bu kadar kaotik durumda olmamıştı.
İİT’nın adıyla müsemma bir kuruluşa dönüştürülebilmesi gerekiyor. Ama mevcut şartlarda bu çok zor görünüyor.
İslâm dünyası bağımsız değil; iki asırdır hem Batılıların kölesi hem de bunun doğal sonucu olarak paramparça; üstelik de son bir kaç yıldan bu yana sürgit daha da parçalanıyor; kabile, meşrep, mezhep çatışmalarının pençesinde kıvranıyor...
Sanki bütün yollar tıkanmış gibi. Bir çıkış yolu yok gibi.
Düşünsenize son çeyrek asırda Soğuk Savaş’ın bitirilmesinden sonra, küresel sistem, Fas’tan Malezya’ya kadar her alanda canlanan, siyasî, entelektüel, sosyal ve kültürel her alanda müslüman toplumların omurgası konumuna yükselen İslâm’ın yürüyüşünün bir medeniyet sıçramasına dönüşecek bir yola girebileceğini gördü ve bütün stratejilerini bu medeniyet sıçramasının gerçekleşmemesi için geliştirdi.
Ve “İslâm’ı, küresel sistemin önündeki en büyük tehdit” olarak konumlandırdı. Bunu da bizzat dönemin NATO Genel Sekreteri Willy Cleas’ın ağzından resmen ve alenen aynen bu kelimelerle ilan etti.
Küresel sistem,son çeyrek asırdır İslâm’la savaşıyor; İslâm’ın yeniden tarih yapacak bir konuma yükselmesini önlemek için savaşıyor.
Ve bu savaşı, son derece iğrenç, son derece barbar yöntemlerle sürdürüyor.
DIŞARDAN İSLÂM ÜLKELERİNİ İŞGAL, LİDERLERİ YOK EDİYORLAR!
Dışardan İslâm’ı terörle özdeşleştirme, İslâmî söylemleri bitirme, müslüman ülkeleri fiilen işgal etme ve İslâmî kaygılarla nefes alıp versin vermesin Müslüman ülkelerin güçlü liderlerini teker teker düşürme, yok etme savaşı veriyor...
Bir yandan İslâm dünyasını adım adım, karış karış işgal ediyor, parçalıyor, iç çatışma alanlarını alabildiğine kaşıyor; Afganistan’dan Libya’ya, Irak ve Suriye’den Pakistan’a kadar ülkeleri yerle bir ediyor; öte yandan da müslüman ülkelerdeki güçlü liderleri teker teker yok ediyor. Pakistan’ın lideri Ziyaülhak’ı, ekibiyle birlikte, havada yok ettiler meselâ. Atom bombası yapmasının bedelini böylesine iğrenç, aşağılık bir suikastla ödettiler.
Saddam’ı, Kaddafi’yi de yine aynı şekilde.
Şimdi Erdoğan’a “kafayı takmış” durumdalar. Erdoğan’ın -nasıl olursa olsun- gitmesi için inanılmaz pespayelikler yapmaktan zırnık kadar çekinmiyorlar!
Emekli büyükelçi ve eski CHP milletvekili Şükrü Elekdağ, bu gerçeği, “yakın tarihimizde hiç bir liderimize bu kadar saldırmadılar” diyerek telaffuz etti açıkça.
Barbar bunlar!
Kendilerine, zorba düzenlerine meydan okuyan hiç kimsenin gözünün yaşına bakmıyorlar!
İÇERDEN “PROJE TİPLER”İ VE “AHMAK TİPLER”İ KULLANIYORLAR!
İçerdense, İslâm’a karşı İslâm çatışması icat etmek için inanılmaz tezgâhlar çeviriyorlar!
Bu süreçte, sığ “proje tipler”i ve kullanılmaya müsait sığlığın dibini bulmuş “ahmak tipler”i temel İslâmî kaynakları tartışmaya açacak şekilde tepe tepe kullanıyorlar!
Basirete en fazla ihtiyaç hissettiğimiz zaman dilimlerinden birinin tam ortasındayız...
Bir yandan İslâm dünyasının lime lime edilerek paramparça edilmesine, müslüman ülkelerin liderlerinin alaşağı edilmesine karşı, öte yandan da bizi bize düşürecek projelere karşı, basiretimizi kuşanmak ve müteyakkız olmak zorundayız.
ÇIKIŞ YOLU...
Büyük bir kriz bu. 2 asırdır yaşadığımız ikinci büyük medeniyet krizi.
Bu kriz, küresel ölçekte yaşanan haksızlıkların, hukuksuzlukların, zorbalıkların tavan yapmasıyla ve bu arada bizim müslümanlar olarak sefih sekülerleşme sürecine, konformizme, menfaatperestliğe sürüklenmemizle, ahlâk, adalet ve hukuk ilkelerini hiçe sayan savruk bir hayat yaşamımızla daha da kangrene dönüşüyor.
Krizden çıkış yolu için bir kaç maddelik özlü bir öneride bulunacağım...
Birincisi, sürükleyici bir fikre ihtiyacımız var.
Yeniden müslümanlaşmamızı sağlayacak, gücün, dünyevî çıkarların değil İslâm’ın, adaletin, kardeşliğin, hakikatin önünü açacak güçlü bir muhasebe ve toparlanma sürecine...
İkincisi, güçlü liderlere ihtiyacımız var.
Yılmayacak, yıkılmayacak, makus talihimizin yenilmesinde kurucu, koruyucu ve önaçıcı roller oynayacak, fırtınalara karşı dalgakıran gibi karşı duracak güçlü liderelere...
Üçüncü olarak da, her alanda işbirliği faaliyetlerini hızlandırmamız gerekiyor daha fazla gecikmeden...
Devletler arasındaki ekonomik, sosyal, kültürel, fikrî ve askerî ilişkileri süratle hızlandırmamız ve kalıcı, ön açıcı boyutlara ulaştırmamız şart.
Yoksa yok olmaktan kurtulamayız...
İİT gibi ısmarlama teşkilatlarla bir yere varamayız...Buruk Beyrut izlenimleri...
Yusuf Kaplan
17/12/2017 Pazar
Doktor arkadaşlar, “kafana bir şey takmayacaksın” demişlerdi hastanedeyken... Ben de onlara, “dünya, büyük bir ontolojik felâketin eşliğinden geçerken, İslâm dünyası, tarihinin en ağır sorunlarıyla canhıraş boğuşurken bana, ‘kafana bir şey takmayacaksın’ demeniz, 'ölmemi istemeniz' demektir" diye karşılık vermiştim.
Hastalığım düzelmeye başlayınca yollara düştük yine mecburen. Burada Medipol Hastaneleri'nin Yönetim Kurulu Başkanı Fahrettin Hoca’ya, özenli tedavi gayretleri için doktor arkadaşlara, sağlık ekibineve dualarınız için siz değerli okuyucularıma bir kez daha yürekten teşekkür etmek isterim.
YOLLAR BİZİ BEKLER...
Hastalığım düzelmeye başlayınca yollara düştük yine mecburen.
Önce soluğu İHH’dan Osman Atalay kardeşimle Makedonya’da aldık. Üsküp’te ve Tetova/Kalkandelen’de üç gün süren yoğun proğramlar yaptık. Makedonya’daki kardeşlerimizin sorunlarını yerinde gözlemledik.
Sonra geçtiğimiz hafta sonu Sadakaşı Derneği’nin yetenekli başkanı Kemal Özdal ve gönüldaşı Fatih Bolcan kardeşlerimin girişimiyle bir grup milletvekili, STK yöneticisi, televizyoncu ve yazar arkadaşla Lübnan’a uzandık.
Lübnan’da Sabra ve Şatilla, Burj el-Barajne kamplarını ziyaret ettik.
Burj el-Barajne’de El-Aksa Okulu’nun açılışını yaptık. Ayrıca Kahire Kitap Fuarı’nda sonra Arap dünyasının en büyük kitap fuarı olan Beyrut Kitap Fuarı’nda bir konferans verdim.
Hafta içinde de Sakarya Üniversitesi’nde Yedi Hilal Derneği’nin ve Edirne’de Trakya Üniversitesi’nde Mimar Sinan Vakfı’nın düzenlediği iki verimli konferans gerçekleştirdik. Sakarya ve Edirne izlenimlerimi yarınki yazıda sizlerle paylaşacağım. Bugün Beyrut izlenimlerimi paylaşmak istiyorum sizlerle...
BEYRUT’UN HÜZNÜNE ORTAK OLMAK...
Beyrut’a gerçekleştirdiğim üçüncü ziyaret bu. 2006 ve 2013 yıllarında da ziyaret etmiştim Beyrut’u. Bu kez çok hüzünlü, tedirgin ve şaşkın gördüm Arap dünyasının incisi güzelim Beyrut’u.
Beyrut, 19. Yüzyıl'da Osmanlı’nın silbaştan inşa ettiği, sonra elimizden gidince, Fransızlar'ın tecavüzüne uğrayan, bugün kelimenin tam anlamıyla gavurlaştırılan ve bu kez Amerikan, Yahudi, İngiliz ve Fransız kapitalistlerinin tecavüzüne uğrayan acılı bir şehir.
Refik Hariri, Türkiye’nin yeniden gelişi, medeniyet coğrafyasına açılışıyla birlikte, Beyrut’u, Osmanlı kimliği üzerinden silbaştan inşa etti ve bunun bedelini canıyla ödedi!
Lübnan, tampon bir ülke bölgede. Lübnan’ı kontrol eden Arabistan Yarımadası’nı kontrol eder.
O yüzden gönül coğrafyamıza, yaşadığı köklü sorunlara, emperyalistlerin ve fitne-fesatçıların tecavüzlerine daha fazla sessiz kalamayız.
İşte bu nedenle Lübnan’a kol kanat germek, her tür desteği vermek boynumuzun borcu. Sokaklarda gördüğümüz, konuştuğumuz Lübnanlı kardeşlerimiz, “Türkiye!” diyor, ardından, “Erdogan!” diyor ve zafer işareti yapıyor!
Balkanlar’dan Afrika’nın içlerine, Asya’nın en ücra köşelerine kadar aynı manzarayla karşılaşınca, insan, sırtındaki yükün biraz daha arttığını hissediyor ama hasbelkader karınca kararınca da olsa yükümlülüğünü yerine getirme kaygısıyla hareket edince, hafifliyor...
Burj el-Barajne kamplarında 1 km’de 40 bin insanın tıkış tıkış yaşadığı bir yerde, üstelik de Kudüs’ün ABD tarafından İsrail’in başkenti ilan edildiği günlerde, Sadakataşı Derneği’nin öncülüğünde El-Aksa adını taşıyan birinci sınıf kalitede bir okul açmamız, bizim de, mazlum kardeşlerimizin de yüreğine su serpmeye, kardeşliğimizi de, zorbalara öfkekimizi de büyütmeye yetiyor...
FARS YAYILMACILIĞINA DİKKAT!
Gelgelelim, özelde Beyrut’un, genelde Lübnan’ın, bir de Şiî zulmüne maruz kalması ve İran’ın Arap Yarımadası’na yerleşmesini sağlayan bir 'karargâh’a dönüşmesi, hüznümüzü bir kat daha artırıyor...
Düşünsenize... Sabra ve Şatilla’da bir tane Şiî yoktu önceden, şimdi İran resmen işgal etmiş Sabra ve Şatilla’yı...
Suudi Arabistan, Mısır ve diğer Körfez ülkeleri İsrail’e ve emperyalistlere bölgenin kaynaklarını ve geleceğini peşkeş çekerken, İran Fars yayılmacılığında sınır tanımıyor...
Batılılar, İran’ın önünü alabildiğine açıyor...
En son ve somut örneği şu bunun: Başbakan Yıldırım, İngiltere’ye ziyaret yapıyor... Putin, Arap dünyasına açılıyor ve Türkiye’ye geliyor... Tam bu sırada, İngiltere, Dışişleri Bakanı’nı İran’a gönderiyor!
Lübnan’da görüştüğümüz Müslüman liderler de, bu durumun kaygı verici olduğuna dikkat çekiyorlar...
Böyle giderse, önümüzdeki 50 yılda, İran, Arap dünyasını kontrol edecek...
Çok sinsi bir strateji devrede burada. Asıl Şiî-Sünnî çatışması -Allah korusun- işte o zaman patlak verecek! İslâm dünyası tam ortadan ikiye parçalanacak... Şunu bilin ki, kıyamet asıl o zaman kopacak mazlum İslam dünyası için.
O yüzden İran’ın tabiî sınırlarına çekilmesi, Fars imparatorluğu hayallerini unutması, onun için de durdurulması gerekiyor.
Bunu İran’ı Batılıların kucağına iterek değil, birlikte hareket edecek zekice stratejiler geliştirerek yapabiliriz.
Ehl-i Sünnet Omurga’nın çökertilmesi derken kastettiğim yakıcı mesele bu aslında.
Burada mezhepçilik yapmıyorum. Böylesine zorlu bir zaman diliminde, mezhepçilik yapmaktan Allah’a sığınırım. Yapmaya çalıştığım şey, bizi nasıl bir felâketin eşiğine sürüklediklerine dikkat çekmek ve basireti, teyakkuzu elden bırakmamak.
BEYRUT’TA UNUTULMAZ ÂNLAR VE ANILAR...
Beyrut izlenimlerimi biraz güzel haberlerle bitireyim.
Beyrut’ta unutulmaz anlar yaşadık, unutulması zor anılar biriktirdik...
Beyrut, sürgün yeri...
Beyrut’ta Sultan Abdülmecid’in torunlarından Yavuz Alphan Osmansoy’la, Sultan Abdülaziz’in torunlarından
Alp Osmansoy’u ziyaret ettik.
Yavuz Alphan Osmansoy’un dedesi Plevne gazisi Kâzım Paşa. Babası Hicaz Demiryolu projesinin genel müdürü...
“Türkiye her yerde umut olarak görülüyor. Türkiye toparlanmalı diye dua ediyor” diyor, 1928 doğumlu Yavuz Alphan Osmansoy.
1931 doğumlu Alp Osmansoy’sa, “sizi görünce içim ışıdı. Dünya Türkiye’yi bekliyor, Türkiye’ye selâmlarımızı ve özlemlerimizi iletiniz,” diyor.
Son olarak, Beyrut Kitap Fuarı’nda bir konferans verdim. Konferans ilgiyle dinlendi.
Yunus Emre’nin parlak Beyrut temsilcisi Reha Ermumcu ve Zaher Sultan kardeşime yürekten teşekkürler.
Gözden ırak olan gönülden de ırak olur.
Medeniyet coğrafyamızı yalnız bırakamayız.
Türkiye, tarihî yükümlülüğünü yerine getirmeli.
Yoksa bu yükümlülüğün yüklediği yükün altında kalırız.
Yükümlülüğümüzü hakkıyla yerine getirirsek, geleceğin tarihini, medeniyet coğrafyamızdaki kardeşlerimizle birlikte biz yaparız yeniden Allah’ın izni ve keremiyle...
.28 Şubat darbesi ve yıkımı...
Yusuf Kaplan
22/12/2017 Cuma
28 Şubat postmodern darbecileri nihayet yargılandı ve aralarında dönemin Genelkurmay Başkanı İsmail Karadayı ile 1. Ordu Komutanı, Batı Çalışma Grubu’nun başaktörlerinden Çevik Bir’in de bulunduğu 60 kişi müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
28 Şubat sadece postmodern / örtük bir askerî darbe değildi. Toplumun, ruh köklerini yerle bir eden, İslâmî duyarlıklarını tanınamaz hâle getiren, ayartıcı “irtica tehdidi” numarasıyla İslâmî kimliği bastırarak etnik kimlikleri kışkırtan, dolayısıyla ülkeyi bölünmenin eşiğine getiren ürpertici bir darbeydi.
Esmerlere güneş uyarısı
Esmerlere güneş uyarısı
Esmer tenli kişilerin beyaz tenlilere göre daha az D vitamini sentezlediğini belirten Biyokimya Uzmanı Prof. Necat Yılmaz, esmerlerin daha çok güneşte kalmaları gerektiğini söyledi.
28 ŞUBAT KÜRESEL BİR PROJEYDİ!
28 Şubat, toplumun ruh dünyasını tarumar eden, zihin haritasını parçalayan, İslâm’la ilişkilerini çarpıklaştıran ve hâlâ süren derin, örtük ama açık darbelerden daha yıkıcı izler bırakan bir darbeydi.
Türkiye, 28 Şubat sürecine sürüklenmeseydi, 15 Temmuz darbesine maruz kalmazdı.
28 Şubat, Soğuk Savaş’ın bitirilmesinden sonra 1990’larda küresel sistem tarafından başlatılan İslâm’la postmodern savaş stratejisinin bir uzantısıydı.
Küresel sistemin, 1970’lerden itibaren Fas’tan Malezya’ya kadar İslâmî siyasî, entelektüel, kültürel söylemlerin İslâm dünyasının omurgası hâline gelmesi üzerine başlattığı postmodern / örtük bir savaş stratejisiydi...
Terör diye bir heyulâ icat edildi, İslâm terörle özdeşleştirildi. Küresel sistem, İslâm’la değil, “terörle savaşıyoruz” diyerek, İslâm’ın yükselişini durdurmak aracıyla başlatmıştı bu İslâm’la postmodern savaş sürecini...
Strateji, doğrudan İslâm’ı hedef almıyordu; İslâmî oluşumları hedef alıyordu. Sağ gösterip sol vurmak istiyordu.
Bu stratejinin adı, “İslâm’a Karşı İslâm” savaşıydı.
İslâm’a karşı İslâm stratejisiyle üç proje adım adım hayata geçirilmek isteniyordu.
Birincisi, biraz önce de, değindiğim gibi, İslâm’ın terörle özdeşleştirilmesi hedefleniyordu.
Burada iki amaç gözetiliyordu: Önce, dünyanın İslâm’dan nefret etmesi, sonra da Müslüman toplumların İslâm’dan uzaklaştırılmaları amaçlanıyordu.
Tam bu noktada ikinci proje devreye girdirildi: Paralel dinler icadı.
İki tür paralel din icat edilmeye çalışıldı.
Birincisi, iki asır önce Vehhâbilikle başlatılan neo-selefīlik üzerinden şiddete sürüklenebilecek hâricî mantığı icat edildi ve hâricî mantığı, tarihte ilk defa Müslüman toplumların omurgası hâline getirildi.
İkinci olarak da, Hindistan’da Kadiyânîlikle başlatılan, Türkiye’de ve küre ölçeğinde FETÖ ile nihâî noktasına ulaştırılan “ılımlı İslâm” projesiyle İslâm’ın protestanlaştırılması, yani ruhunun yok edilmesi, hayattan uzaklaştırılması, dinin bireysel bir inanç meselesine indirgenerek İslâm’ın küresel sistemin zorbalıklarına, haksızlıklarına meydan okuyan direnç noktalarının kırılması, hormonlu Müslümanlar icat edilmek istendi.
Ölümü göstererek sıtmaya razı etmek hedefleniyordu...
Üçüncü proje ise, İslâm dünyasında Sünnî-Şiî çatışması icat edilmeye çalışılacaktı...
İslâm’a Karşı İslâm stratejisinin bu üç ayağı da büyük ölçüde başarılı oldu, ne yazık ki!
28 Şubat süreci, işte küresel sistemin İslâm’a Karşı İslâm stratejisinin bir uzantısıydı...
28 Şubat’ın aktörleri, “irticayla savaşıyoruz” diyerek bin yıl süreceğini söyledikleri postmodern bir darbe yaptılar.
Küresel sistemin postmodern / sinsi yöntemlerle İslâm’la savaştığı bir süreçte, 28 Şubatçıların “irtica tehdidi” numarasıyla, toplumun kardeşliğinin, ülkenin birlik ve bütünlüğünün yegâne sigortası, toplumun en büyük ortak paydası, İslâmî kimlik ve duyarlıklar aşındırıldı; etnik kimlikler kaşındı... Böylelikle, PKK’nın önü açıldı, Türkiye bölünmenin eşiğine yuvarlandı.
EN BÜYÜK DARBE, EN BÜYÜK YIKIM!
Küresel sistemin lordlarının “İslâm’ı küresel sistemin önündeki en büyük tehdit” olarak ilan ettikleri ve alelacele Soğuk Savaşı bitirdikleri bir süreçte, bu ülkenin yapması gereken şey, İslâmî kimlikleri ve söylemleri hedef tahtasına yatırarak tarumar etmek değil, aksine, güçlendirecek adımlar atmaktı.
28 Şubat postmodern darbesiyle, İslâmî kimliklerin ve söylemlerin hedef tahtasına yatırılması, Türkiye’yi dimdik ayakta tutan omurgayı çökertti, tutkal’ı yerle bir etti.
Toplumda, İslâmî kesimler de dâhil hızlı bir sekülerleşme süreci başlatıldı: Kur’ân kursları, İmam Hatip Liseleri (İHL), İslâmî kimlik ve söylemler aşındırıldıkça, etnik bilinç ve kimlikler inanılmaz bir patlama yaşadı.
Böylelikle hem PKK’nın teorik temelleri atılmış hem de ılımlı İslâm projesinin hizmetkârı FETÖ’nün önü alabildiğine açılmış oldu.
Sonuçta canlı, diri bir görünüm arzeden, 1980’lerde ve 1990’larda zirve noktaya ulaşan İslâmî entelektüel yönelimler kurutuldu; kitap ve dergi yayıncılığına büyük darbe vuruldu.
Ardından gelen sefih, vulger popüler postmodern kültür, hayatın her alanında sefih sekülerleşme biçimlerini patlattı!
AK Parti iktidarının köklü fikrî ve kültürel altyapısının olmaması, uygulanan liberalleşme programları, İslâmî kesimlerin hızla sekülerleşme süreçlerinin, konformizmin, oportünizmin eşiğine sürüklenmesine yol açtı.
28 Şubat darbesi, toplumun İslâmî kimliğinin aşındırılması sürecinde topluma çok büyük bir darbe vurdu; diğer darbelerin hepsinden daha yıkıcı sonuçları oldu.
28 Şubat darbecilerinin yargılanması, 20 yıl sonra da olsa olumlu bir gelişme elbette. Ama bu adımın, hâlâ 20 yıldır içerde olan mazlumların serbest bırakılmaları, hâlâ haklarını tam olarak alamayan mağdurların haklarına kavuşabilmeleri gibi adımlarla daha ileri noktalara götürülmesi gerekiyor.
Dünyanın, “Tanrı’yı kıyamete zorlayan” bir 'Yahudi sorunu' var
Yusuf Kaplan
24/12/2017 Pazar
Birleşmiş Milletler’in (BM) yapısı, küresel sistemin, dolayısıyla Batı uygarlığının hegemonyasının iddia edildiği gibi hak, hukuk, adalet ya da Fransız Devrimi’nin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” ilkeleri üzerinden işlemediğini gösterir.
Ama bütün Batılılar ve cellâdına aşık tasmalı çekirgeler’den ibaret bütün Batıcılar, bize ve bütün dünyaya tersini söylerler; insan hakları, demokrasi, hukukun üstünlüğü, özgürlükler gibi “değerlerin” “evrensel değerler” olduğunu bıkmadan usanmadan beynimize zerkederler...
Nedir bu?
Ezberdir!
Ama bu ezber, artık çok bayatladı; ezberi, temcit pilavı gibi tekrarlayıp duranların ağzında fenâ hâlde sırıtıyor...
Batılıların gerçekleştirdikleri katliamların ardı arkası kesilmiyor çünkü...
Çok değil, 50 yıl sonra, Batı uygarlığı çok berbat bir şekilde anılacak: Bilimsel devrimlerin, düşünce devrimlerinin, siyasî devrimlerin ve iktisadî devrimlerin esas itibariyle Batılıların zorbalıklarını küre ölçeğine yaymalarından başka bir işe yaramadığı anlaşılacak...
KAPİTALİZM VE SOSYALİZM'İN TANRI'SIZ VE İNSANSIZ DÜNYASI
Bütün fikirler, hayata geçirilmek için geliştirilir. Sözgelişi, Locke’un Liberal felsefesi Anglo-Amerikan demokrasinin ve hegemonyasının kurulmasında kilit rol oynadı.
Locke’un liberal felsefesi, bir özgürleşme felsefesi miydi, yoksa insana, tabiata hâkim olmanın, insanı tanrılaştırmanın (Antoposantrizmin) gerekçelendirilmesi mi?
Liberal felsefe, siyasî açıdan değil, ontolojik açıdan bir felâket üretti: Dünyayı, Tanrı'sı sermaye olan kapitalizmin ruhsuz hegemonyasının pençesine terketti.
Yine Marx’ın 20. yüzyıldaki bütün sosyalist devrimlerin fitilini ateşleyen diyalektik materyalizmi, son kertede, “Sosyalist dünya cenneti”yle mi, yoksa “otokratik-bürokratik Sosyalist cehennem”le mi sonuçlandı, bunu bütün dünya gördü.
Kapitalizm'in de, Sosyalizm'in de sorunu, insanın ontolojik konumunu yanlış tanımlamalarından kaynaklanıyordu: İkisi de modernliğin çocuğuydu. İkisi de bu dünyayı mutlaklaştırıyor, tabiata hâkim olma (dolayısıyla biri üretimi, diğeri tüketimi kutsama) açmazına sürükleniyor ama ikisi de ortak bir noktada buluşuyordu: İnsanın Tanrılaştırılması, Tanrı’nın olmadığı bir dünyanın kurulması.
Sonuçta, liberalizm, dolayısıyla kapitalizm, daha ayartıcı çıktı ve insanı, araçların, güç üreten bilim ve teknolojinin, bunların da ötesinde sermayenin, dolayısıyla ekonomik / siyasî gücün kölesi hâline getirdi.
Çağımız Tanrı fikrini yitirdi: Dostoyevski’nin özlü bir şekilde ifade ettiği gibi, “Tanrı yoksa herşey mübahtır.” fikrinin ifade ettiği, paranın / sermayenin, dolayısıyla gücün kutsandığı, güçlünün haklı görüldüğü, orman kanunlarının hükmünü icra ettiği bir “gücü gücü yetene cehennemi”nin eşiğine fırlatıldı insanlık.
YAHUDİ ZİHNİYETİ ÖNCE BATI’YI, SONRA DÜNYAYI KENDİNE ESİR ETTİ
Buradan geleceğim nokta entelektüel çevrelerin gözardı ettiği bir yer: Sonuçta Kapitalizm'in de, Sosyalizm'in de gerisinde zeki, hatta dâhî Yahudi figürler, dolayısıyla Yahudi zihni/yeti var.
Şunu söylemek istiyorum: Yahudi beyinler, küre ölçeğinde Yahudi hâkimiyetini tesis etmek için her alana el attılar ve sonunda dünya üzerinde Yahudi hâkimiyetini tesis etmeyi başardılar.
Kapitalizm, İngilizler'in olduğu kadar Yahudiler'in de eseri.
Ya da şöyle söyleyelim: Kapitalizmin nihâî temellerini atan ilk iki sanayi devriminde İngilizler, son iki (bilgisayar ve dijital eksenli) sanayi devriminde Yahudiler belirleyici rol oynadılar.
Kapitalizm, dünyanın kıyamete sürüklenmesinin ateş fişeğidir. Sömürgeciliklerin, siyasî ve kültürel emperyalizm biçimlerinin dölyatağı.
Kapitalizm, aslında sonuçtur: Peter Gay’in “modern Paganizm” olarak tarif ettiği modernliğin, dini, dünyadan (Batı açısından haklı olarak) uzaklaştıran, dünyevî olanı dinselleştiren sekülerizm biçimlerinin kaçınılmaz sonucu.
Kapitalist ruhun gerisinde de, seküler dünya tasarımının gerisinde de tipik Yahudi zihniyeti gizlidir.
Merkantilist ekonominin doğuşuna, İtalyan şehir devletlerinin işleyişine yakından baktığınızda, Yahudi zihniyetinin (dinin sekülerleştirilmesi demek olan) Protestanlığın zuhurunda nasıl kilit rol oynadığını görebilirsiniz... Avrupa tarihi boyunca Yahudiler'in neden “şeytan” gibi görüldüğünü, her tür işkenceye, itilip kakılmaya niçin maruz bırakıldıklarını da sözünü ettiğim modernlik sürecine dikkatle bakarsanız çok iyi farkedebilirsiniz.
DÜNYANIN BİR 'YAHUDİ SORUNU' VAR!
Bu sorun, velût bir yazı konusu ama yerim bitti. Sadece şunu söylemekle yetiniyorum: Yahudiler, Hıristiyanlığın doğuşu sırasında Hıristiyanlar'a kan kusturdular.
Kapitalizm'in doğuşu sürecinde de, Hıristiyanlığa görünmeyen bir darbe vurdular veAvrupalıları, tamahkâr Yahudi zihniyetine sürükleyerek her bakımdan kuşattılar ve kapitalizmle birlikte teslim aldılar.
Burada körkütük bir Yahudi düşmanlığı geliştirmiyorum. Yahudilerin, dünya üzerinde hegemonya kurmak için önce Avrupalıları, sonra da Amerikalılar'ı nasıl esir aldıklarını; tamahkâr, açgözlü Yahudi zihniyetine köle yaptıklarını hatırlatmış oluyorum.
Yahudiler, ABD’ye her bakımdan hâkimler.
Amerikan derin devleti, Yahudiler'in kontrolünde: Finans, ekonomi, medya, akademya, CIA, silikon vadisi, Hollywood, Pentagon ve silah endüstrisi Yahudilerin tekelinde.
Yahudiler'in bir vatanı yok. Tek Tanrıları var: Sermaye/Para, dolayısıyla Güç. Sermaye, nereye giderse, Yahudiler orayı vatanları bellemekte tereddüt etmezler.
Şu ân ABD’nin bir Yahudi sorunu var. Sadece ABD’nin değil, bütün dünyanın aslında. “Tanrı’yı kıyamete zorlayan” ürpertici bir insanlık sorunu bu.
Bu sorunun farkında olanlar ya da bunu açıkça dinlendirenler yalnızca Müslümanlar şu çivisi çıkmış dünyada.
O yüzden Yahudiler, kendilerini soykırıma tabi tutan Batılılara değil, Yahudilerin dünyayı nasıl cehenneme çevirdiğini haykıran (üstelik de tarih boyunca kendilerine kucak açan!) Müslümanlar'a kan kusturuyorlar!
.Tarih fânîdir, hafıza bâkî...
Yusuf Kaplan
25/12/2017 Pazartesi
Hafıza nedir?
Geçmiş, şimdi ve gelecek zaman spektrumunda nefes alıp verebiliyor olmasıdır insanın.
Hafıza hem zamanda oluşur hem de zamanı oluşturur.
Hafıza yoksa, zaman da yoktur; insan da “canlı cenaze”ye dönüşür, “yok olur” zamanla.
Hafızanın varlığı nedeniyledir ki, insan, zamanın, dolayısıyla mekânın ve kendi’nin farkına varır.
Yine hafıza’nın varlığı nedeniyledir ki, insan, şimdiki, buradaki zamanı aşabilir, “oradaki” yani hem geçmişteki hem de gelecekteki muhtemel zamana ulaşabilir...
TARİH YAŞANIR, HAZIFA YAŞATIR...
Tarihle hafıza arasında benzerlikler de vardır, farklılıklar da.
Tarih, varlığını hafızaya borçludur.
Tarih olur ve ölür.
Hafıza her zaman diridir. Tarihi dirilten de, canlı kılan da, yeniden inşa eden de hafızadır.
Hafıza da her dâim olur ve ölür; hafızanın olması ve ölmesi bitmesini değil, akıp gitmesini, kendini yenilemesini sağlar...
Hafıza her zaman dâim ve kâimdir.
Tarih, yaşanır ve biter...
Hafıza, yaşar ve yaşatır; akıp gider...
ÇAĞIMIZIN AÇMAZI: HAFIZA KAYBI VE NİHİLİZM
Tarih fânîdir; hafıza bâkî...
Tarih yaşanır, hafıza yaşatır...
Tarihi götüren de getiren de hafızadır.
Hafıza hem korur hem de kurar.
Tarihte yaşanan yaşanmışlıklarda gizli olanruhu, hafıza bulup çıkarır gün ışığına...
İnsan, tarih bilinci’ni hafıza ile inşa eder...
Hafıza olmasa, tarih de olmaz.
Tarih, bilincini, hafıza’nın sakladığı bilgiyi ve hafızanın sunduğu ruhu harekete geçiren insanın ilim gibi, kudret gibi niteliklerine borçludur.
Hafıza, sanıldığı gibi pasif bir kayıt cihazı değildir.
Hafıza, her zaman aktiftir, canlıdır.
Hafızasıyla yaşar insan.
Hafızasını koruyan insan, yaşar; hayatı yaşanılır kılabilecek idealler, ilkeler ve fikirlere ulaşabilir.
Çağımızın en temel açmazı, hafıza kaybıdır.
Heidegger, “insan, varlığı unuttu” demişti.
Araçların / niceliğin hükümranlığı, amaçları / niteliği unutturdu; insanı hayattan, hayatın sorunlarından, acılarından uzaklaştırdı, hayatın sorunlarına karşı duyarsızlaştırdı.
Hayatı yaşamıyor insan artık, yüzeylerinde sürükleniyor yalnızca...
Arzularının, hızın, hazzın ve ayartı’nın peşinde koşturuyor; böylelikle hayattan kaçıyor, nihilizmin eşiğine sürükleniyor...
TARİH, HAFIZA VE RUH
Tarih, insanın meyvesidir; hafıza ruhun.
Tarih, yaşanmışlıkların bedeni; hafıza, bu yaşanmışlıkları ve yaşanmışlıkların ruhunu hem koruyan hem de bulup çıkararak taze bir dünya kuran hazinesi insanın.
Hafıza hem hatırlar hem hayal kurar.
Geleceğin tarihi, insanın hafızasında tahayyül edilir ve hafıza vasıtasıyla gerçeğe dönüştürülür.
Geçmiş de, gelecek de hafızada gizlidir.
Tarih, belki de, sadece şimdi’den ibarettir.
Şimdi, hafızada hem “geçmiş” olur hem de geleceğe yol sunacak bir ruhun mayası...
Hafızasını koruyan insan, insanlığını koruyabilir.
Hafızasını koruyan insan hatırlayabilir.
Hafızasını gözü gibi koruyan insan, muhtariyetinin özünü kavrayabilir, özgürlüğünü koruyabilir.
Hafıza, makine değildir; meleke’dir.
Bilgisayarların da hafızası vardır; ama ruhu yoktur.
İnsanı insan yapan, insanî özelliklerinin ötesine ulaştıran ruhudur.
İşte hafıza melekesi, burada zamanı-mekânı aşan bir rol oynar. İnsanın zamanı-mekânı aşabilmesi, ruhunun eseridir.Osmanlı ruhu ve misyonunun dirilişi...
Yusuf Kaplan
29/12/2017 Cuma
Erdoğan’ın Afrika turunda, özellikle de Sudan’da coşkuyla karşılanması, bu ülkede dikkatlerden kaçtı, nedense...
Bu coşkulu karşılama, bu ülkede pek konuşulmadı ama şundan kesinkes eminim: Erdoğan’a gösterilen sevgi seli, Batılıları, özellikle de Sudan’ın kendilerinden sorulduğunu düşünen İngilizleri çıldırtmış olmalı!
MS hastalığına robotik rehabilitasyon
MS hastalığına robotik rehabilitasyon
Robotik rehabilitasyon, önemli derecede hareket kısıtlığı yaratan multiple skleroz (MS) hastalarına umut oluyor. Prof. Kalyon, MS hastası Nilgün Üstün'ün, 30 seans robotik rehabilitasyonla günlük ihtiyaçlarını tek başına giderebilir duruma geldiğini belirtti.
Niçin?
Dünyada pek az lidere gösterilen bu sevgi seli, Osmanlı’ya duyulan özlemi, dolayısıyla adalet, hakkaniyet ve selâmet ilkeleri üzerine kurulan, Medine’den süt emen Osmanlı ruhunu ve misyonunu hatırlattığı için elbette.
BATI UYGARLIĞI, ONTOLOJİK FELÂKET ÜRETTİ, DÜNYAYI CEHENNEME ÇEVİRDİ...
Bir medeniyetin yaşadığının en önemli göstergesi, başkalarını da yaşatabiliyor olması, başkalarına da âb-ı hayat iksiri sunabiliyor olmasıdır...
Batı uygarlığına bu açıdan baktığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkar acaba?
Şu ân çağımızda tek uygarlık hükümfermâ: Batı uygarlığı.
Batı’da din, yaşanan varoluşsal sorunları açıklayamadığı için önce hayattan çekildi, sonra da paçavraya çevrildi.
Batılılar, Tanrı fikrini, hakikat fikrini yitirdiler.
Çıkış yolu olarak, insanı Tanrı’nın yerine yerleştirdiler. Tanrı’nın sahip olduğu bütün özellikleri ve yetkileri insana verdiler.
Bilen, gören, kontrol ve kolonize eden, her şeye hükmeden insandı artık.
Bilimsel devrimin kurucu babalarından Francis Bacon’la birlikte, bilgiyi güç olarak konumlandırdılar; bilimi, güç üreten bir araca dönüştürdüler ve gücü ele geçirme güdüsünü yegâne varoluşsal amaç hâline getirdiler.
Modern felsefenin, dolayısıyla modern dünyanın temellerini atan René Descartes’la birlikte, “tabiatın efendileri ve hâkimleri olacağız” dediler. Ve yalnızca tabiatın değil, güç üreten araçları ele geçirdikçe, dünyanın efendileri ve hâkimleri oldular.
Sonuç ne?
Sonuç tam bir felâket.
Sonuçta, orman kanunlarının hükümfermâ olduğu, sosyal Darwinizmin “güçlü olanın haklı ve hayatta kalmayı hak eden varlık” olarak kabul edildiği kaotik ve katastrofik bir dünya kurdular.
Bütün kıtaları sömürgeleştirdiler: Dünyayı cehenneme çevirdiler.
Bütün medeniyetlerin kökünü kazıdılar, bütün dinleri fosilleştirdiler, sekülerleştirdiler, dünyevî olan her şeyi dinselleştirdiler, tekno-paganizm olarak adlandırdığım yeni sahte bir din icat ederek insanı hız, haz ve ayartının, ruhsuz tüketimin kölesi hâline getirdiler.
Bunun özgürleşme, ilerleme olduğu fikrini bütün dünyaya kabul ettirdiler!
ONTOLOJİK FELÂKETİN KARŞISINDA
BİZ DURABİLİRİZ YALNIZCA!
Ne kadar farkındayız bilmiyorum ama tarihin yeniden yapıldığı bir süreçten geçiyoruz... Gündönümü vakitlerindeyiz...
Geleceğin tarihini Batılılar yapmayacak...
Kendileri açısından çok büyük, çok boyutlu sonuçları olacak bu yakıcı gerçeği Batılılar çok iyi görüyor ve iliklerine kadar yaşıyorlar ama Batılıların dışındaki toplumlar, bu yakıcı gerçeği göremiyorlar bile...
Göremezler; çünkü Batı dışındaki dünyanın çocukları çift yönlü bir zihnî felçleşme hâli yaşıyorlar: Hem her şeye Batılı önceliklerle, kavramlarla ve gözlüklerle bakmaları hem de kendilerine olan güvenlerini yitirmeleri, sekülerizmi de, kapitalizmi de sorgulamak şöyle dursun, kaçınılmazmış gibi kabullenmeleri zihnî felçleşmenin nasıl derinlerde kök saldığını ve kanıksandığını gözler önüne seriyor.
Başka bir deyişle, bütün inançları, değerleri aşındıran, anlam haritalarını yerle bir eden, aile gibi güçlü, köklü bütün geleneksel yapıları tuzla buz eden, insan türünün varlığını bile tehlikeye sokan azman sekülerleşme süreçlerini, kapitalist tüketim biçimlerini neredeyse sorgusuz sualsiz benimseleri bu zihnî felçleşme hâlinin her her şeye nasıl sirayet ettiğini göstermeye yetiyor...
Bu zihnî felçleşme hâlini en ürpertici şekillerde yaşayan celladına âşık bir entelijansiyanın hâlâ “borusunun öttüğü” ülkelerin en ön sıralarında yer alıyoruz biz.
Buna rağmen Batı’da yaşanan ama hızla küre ölçeğine yayılan her şeyi çözücü ve çürütücü dekadan seküler postmodern kültürün önünde (eğer İslâmî duyarlıklarımızı koruyabilir ve daha da güçlendirme çabası ortaya koyabilirsek) biz durabiliriz sadece...
Ne olursa olsun, dünyada ruh, yalnızca bu toplumda var hâlâ!
O yüzden şu net olarak ortaya çıktı: Türkiye dünyanın ruhu, mazlumların umudu ve zorbaların kâbusudur.
OSMANLI BEDENEN DURDURULDU AMA RUHEN YAŞIYOR...
Bu ülkede ülkenin metamorfoz yemiş aydınlarının Osmanlı’yı “Ortaçağ karanlığı, gericilik” diye şaşı görürken, çağımızın en büyük tarihçilerinden ve tarih felsefecilerinden Arnold Toynbee, “Osmanlı, insanlığın geleceğidir” diye bakıyordu Osmanlı’ya.
“Osmanlı çökmedi, durduruldu” diyordu.
Osmanlı kapitalizme direndiği için bilfiil / bedenen durdurulmuştu ama Osmanlı kapitalizme direndiği için bilkuvve / ruhen yaşıyor/du...
O yüzden Batılılar, özellikle de Osmanlı’nın durdurulmasında kilit rol oynayan İngilizler, Osmanlı’nın, bir gün, yeri ve zamanı geldiğinde, ruhunun dirilebileceğini düşünüyorlardı.
O yüzden Türkiye’nin aslâ kendi hâline bırakılmaması gerektiğini söyleyip duruyordu Thatcher’dan Clinton’a, Schröder’den Wolfowitz’e kadar belli başlı Batılı liderler...
Osmanlı ruhu ve misyonu, başkalarına hayat hakkı tanıyan, hiç bir kültürün, medeniyetin kökünü kazımayan İslâm medeniyetinin en son ve en sofistike kavramlarını ve kurumlarını geliştiren, anlaşılamamış, aşılamamış, anlaşılamadığı için aşılamadığı da anlaşılamamış muazzam bir medeniyet tecrübesinin adıydı.
Yeri ve zamanı gelince Osmanlı ruhu ve misyonu, yeniden, taze bir ruhla insanlığa adalet, hakkaniyet ve selâmet yurdu, umudu ve ufku sunacak bir dinamizmle donanarak dirilebilirdi...
Sudan ziyaretinde Osmanlı’nın çocuğu Erdoğan’a gösterilen sevgi seli, bunun küçük bir işareti sadece.
Eğer kısa, orta ve uzun vadede, köklü stratejik, ekonomik, kültürel, siyasî ve askerî adımlar atabilirsek, bu ruhun insanlığı yeniden ayağa kaldırması hiç de hayal olmayacaktır.
O yüzden çok iyi hazırlanmamız, içerdeki köklü sorunlarımızı adım adım hâl yoluna koymamız, fikir, sanat, kültür ve medyada medeniyet dinamiklerimiz doğrultusunda önümüzü açacak bir öncü kuşak yetiştirmemiz şart.
Vesselâm.Darbeciler de darbecilere arka çıkanlar da tarihin çöp sepetini boylayacak...
Yusuf Kaplan
31/12/2017 Pazar
2018 zorlu geçecek...
Türkiye, herşeye rağmen, büyüyeyecek, hedeflerini büyütecek ve adım adım gerçekleştirmek için yoluna duraksamadan devam edecek...
Türkiye’nin büyümesi, dün olduğu gibi yarın da emperyalistleri tedirgin edecek...
Ama Türkiye, yolundan şaşmayacak, çıktığı yolculuğu aksatmadan, engelleri teker teker aşarak, oyunları birer birer bozarak, geleceğe yürüyecek...
TÜRKİYE’NİN GELİŞİ, MAZLUMLAR İÇİN UMUT IŞIĞI, ZORBALAR İÇİN KÂBUS...
Şunu görelim artık: Türkiye’nin önünde iki seçenek var: Türkiye, ya büyüyecek ve zamanla tarihin yapılmasında yeniden öncü, kurucu rol oynayacak; ya da Batı’ya bağımlı kalacak ve zamanla varlık nedenini de, tarihî derinliğini de, küresel sorumluluğunu da unutacak; bütün iddialarını yitirmiş bir figüran olarak kalacak ve yok olmaktan kurtulamayacak. -Allah muhafaza!
Türkiye’nin büyümesi, hedeflerini büyütmesi, medeniyet iddialarını sahiplenmesi, emperyalistleri rahatsız etmeye yetiyor.
Niçin?
Çünkü bu, Türkiye’nin yeniden gelişi, dirilişi ve mazlumların önünü açması anlamına gelecek...
Türkiye’nin gelişi, insanlığın insanca bir dünyaya kavuşmasının habercisi, işaret fişeği olacak.
Bunu bütün dünya biliyor: Batılılar da, mazlum halklar da.
Mazlum halklar, Türkiye’nin toparlanmasını ve mazlumları toparlamasını bekliyor...
Batılı emperyalistlerse, Türkiye’nin gelişini durdurmak için dışardan ve içerden her tür yolu, her tür şirretliği deniyor...
Türkiye’nin gelişi, mazlumlar için umut ışığı, emperyalistler için kâbus olarak görülüyor...
TÜRKİYE, ZİLLETE BOYUN EĞMEYECEK...
Emperyalistlerin bu millete boyun eğdirebilmelerinin tek yolu var: Bu milletin medeniyet iddialarını yok etmek ve milleti birbirine düşürmek.
İki asırdır bunun tohumları ekildi: Bu ülkenin ruh köklerine yabancı, medeniyet iddialarını, dolayısıyla varlık nedenini ve ruhunu kaybetmiş, celladına âşık, metamorfoz yemiş, sömürge kafalı, zihnî felç yaşayan sözümona elitler ve aydınlar icat edildi.
Dışardan, fiilen sömürgeleştirilemeyen Türkiye, içerden zihnen sömürgeleştirildi.
Türkiye, içimizdeki tasmalı çekirgelerin ve gönüllü acentaların marifetleriyle içerden teslim alındı: Ekonomisine, hâriciyesine, kültürüne, eğitimine bu türedi tipler çeki düzen verdi.
Bu ülkenin bin yıllık kültürü, entelektüel birikimi, medeniyet dinamikleri, yerli sömürgeciler tarafından tam bir soykırımdan geçirildi.
Bu, bizim intiharımız anlamına geliyordu.
Bu intihara karşı çıkan milletin çocukları (Menderes, Özal, Yazıcıoğlu) öldürüldü; Erbakan, yaşarken ademe mahkûm edildi. Erdoğan, içerden ve dışardan tezgâhlarla, darbe girişimleriyle yok edilmeye çalışılıyor...
Türkiye, 2013’ten itibaren 17-25 Aralık operasyonu, Gezi operasyonu, 15 Temmuz darbe ve işgal saldırısı gibi büyük saldırılarla dize getirilmeye çalışılıyor...
Bu millet, hiçbir zaman zillete boyun eğmedi, bundan sonra da eğmeyecek...
Bu millet, emperyalistlere hiçbir zaman boyun eğmedi, bundan sonra da eğmeyecek...
DARBECİLER DE, ARKA ÇIKANLAR DA TARİHİN ÇÖP SEPETİNİ BOYLAYACAK...
Burada ürpertici olan nokta, Cumhuriyet'i kuran partinin, (ülkeye dışardan ve içerdeki hainlerle, terör örgütleriyle yapılan) çifte saldırıya karşı dimdik durmak yerine, Türkiye’nin altını oyan, yürüyüşünü ve büyümesini durdurmaya çalışan bütün bu saldırılarda emperyalistlerle, onların taşeron olarak kullandıkları örgütlerle aynı yerde durduğunu göremeyecek kadar -en iyimser ifadeyle- zihnî felçleşme ve zihnî körleşme yaşıyor olmasıdır.
Düşünsenize... Türkiye’ye dışardan ve içerden çok büyük saldırlar oluyor. AK Parti, MHP, Hüdapar, bu saldırıları göğüslemek için, kritik zamanlarda müşterek hareket ediyorlar ama CHP, bu fotoğrafın içinde yok!
Tam karşısında hatta.. Zaman zaman.
CHP lideri Kılıçdaroğlu’nun, 15 Temmuz Şehitler Köprüsü’ndeki darbecileri “masum”, darbecileri durdurmaya çalışan bu ülkenin cesuryürek çocuklarını ise, şu ya da bu şekilde adeta “suçlu” göstermeye çalışması, çok tehlikelidir.
CHP’nin, 2019 kampanyalarını, 15 Temmuz hesaplaşması üzerinden yürüteceği anlaşılıyor!
Sadece şunu söylemekle yetiniyorum burada: Bu millet, darbecileri de, darbecilere arka çıkanları da affetmez!
Çünkü bu millet hiçbir zaman zillete boyun eğmedi; bundan sonra da zillete boyun eğmemek için verdiği destansı mücadeleyi bulandırmaya ve sulandırmaya çalışarak emperyalistlere ve taşeronu hâinlere prim vermeye kalkışanları aslâ affetmez, affetmeyecek.
Sözün özü: Darbeciler de, darbecilere arka çıkanlar da tarihin çöp sepetini boylayacak... Vesselâm. |
Bugün 162 ziyaretçi (734 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
Bugün 75 ziyaretçi (167 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|