|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
ANKARA’NIN NAZARINDA TALAT-ENVER PAŞA FARKI
Son dönem siyasi tarihimizin önemli isimlerinden birisi hiç şüphesiz ki Talat Paşadır. Ona mümasil olmasa da yaşanan siyasi ve askeri hadiselerde rol oynamış diğer bir dizi isim de söz konusudur. Cemal Paşa, Cemal Paşa’nın Yaveri Süreyya ve Nusret Beyler, Cemal Azmi Bey, Bahaeddin Şakir Bey sair isimlere göre farklı bir hususiyete sahip olmuştur. Zira bu isimlerin hepsi Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye haricinde Ermeni suikastçıları tarafından öldürülmüşlerdir. Zikri geçen isimlerin her biri önemli olmakla birlikte Talat Paşa ayrı bir öneme haizdir.
Talat Paşa, kimine göre çingene, kimine göre Pomak kökenli soyunu bir tarafa bırakırsak, memuriyet hayatına posta memuru olarak başladı.
Jön Türk düşüncesinden genç yaşta haberdar oldu. Gizli ve kirli işlere karıştı. Hapse mahkûm edildi. Affedildi. Postacılığa devam etti. İtalyan Obediyası’na bağlı Macedonia Risorta mason locasına girdi. Bektaşilik tarikatı ile ünsiyet içerisinde oldu. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adını alan örgütün kurulmasında yer aldı ve akabinde merkezi Paris’te bulunan ve adı sonrada İttihat ve Terakki olarak değişen teşkilâtın kâtibi olarak görevlendirildi. Bahaeddin Şâkir Bey ile beraber bu örgütün teşkilatlanmasını denetleyen iki kişiden biriydi. 1908 ve 1909 askeri hareketlerinde ve Sultan İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rol aldı.
Paşa ayrıca 1909 yılında kurulan Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın ilk büyük üstadı olarak görev yaptı. İçişleri ve Başbakanlık gibi önemli görevler ifa etti.
Talat Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli figürlerinden biri hâline gelen Enver ve Cemal Paşa ile birlikte Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleyen önemi bir siyasetçi oldu. Ancak kaderine hükmettiği Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olunca diğer İttihatçılar ile birlikte o da yurtdışına kaçtı. Siyasi çalışmalarına devam ettiği Berlin’de bir Ermeni suikastçı tarafından öldürülmek suretiyle hayata veda etti.
Ermeni komitelerinin özellikle tehcir kararında etkili olan devlet adamları ve yakınlarına yönelik terör faaliyetleri sonucu öldürülenlerin ailevi mağduriyetlerinin giderilmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu oldu. Ermeni suikastçılar tarafından siyasî nedenlerle öldürülen devlet ileri gelenlerinin ailelerine ve evladına emlak ve arazi veya nakden tazminat verilmesi hakkında Denizli Milletvekili Haydar Rüştü Bey ve 61 arkadaşı tarafından bir kanun teklifi hazırlandı. 1926 yılında Talat Paşa, Cemâl Paşa, Cemal Azmi, Cemâl Paşa’nın yaveri Süreyya ve Nusret Beyler ve Said Halim Paşa ile birlikte Bahaddin Şakir Bey ailesine değeri 20.000 liraya kadar gayrimenkul, arazi veya nakdi yardımın yapılması Meclis tarafından kabul edildi.
Yardım edilmesi kabul edilen isimler şunlardı:
- Talat Paşa: Zevcesi Hayriye Hanım ismi tespit edilemeyen hemşiresi Hanım.
- Cemal Paşa: Zevcesi Seniha Hanım, Kerimesi Kâmuran Hazım Hanım, Mahdumu Ahmet Behçet Necdet Bey.
- Cemal Azmi Bey: Zevcesi Müzeyyen Hanım, Mahdumu Yüzbaşı Kemal Ekmel Bey;
- Bahaeddin Şakir Bey: Zevcesi Cenan Hanım, Mahdumu Alp ve Celâsin Bey.
- Cemal Paşa’nın Yaveri: Süreyya Bey Validesi Hüsnüye, Hemşireleri Melahat ve Müteehhile Hatice hanımlar, Biraderleri Mustafa, Nurettin, Rüçhan beyler.
- Cemal Paşa’nın Yaveri: Nusret Bey Zevcesi Perihan Elmas Hanım, Hemşiresi Nebiye Hanım, Biraderi Doktor Nihat Bey.
- Sait Halim Paşa Mahdumları: Prens Halim ve Mısır’da bulunan Prens Ömer beyler.
Memleketin selameti için çalışmış ancak Ermeni komitacılar tarafından düzenlenen suikastlar neticesi hayatını kaybeden yukarıda isimlere ilaveten yine Ermeni meselesi ile alakalı olarak memleketin selameti uğurunda idam veya intihar suretiyle hayatından olanlar da unutulmamış, onların da ailelerine yardımda bulunulmuştur. Bu anlamda aşağıdaki isimlerin ailelerine de maddi yardım almış ve maaş bağlanmıştır:
- Urfa Mutasarnfı Nusret Bey: Refikası Hayriye Hanım, Mahdumları Nasuhi, Ekrem, Mazlum, Tank Beyler, Hemşireleri Faika ve İrfan Hanımlar, Biraderi Zonguldak'ta Mukim Mütekait Cevdet Bey.
- Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey: Pederi Kereste Gümrüğü Müdürü Arif Bey, Validesi Nafia Hanım, Kerimeleri Mazhar ve Müşerref Hanımlar, Mahdumu Adnan Bey.
- Muhakemesi Sırasında Firar ve İntihar Eden Doktor Reşit Bey: Refikası Mazlume Hanım, Mahdumları Şinasi, Cezmi, Cehdi Beyler, Kerimeleri Fikret, İsmet, Müteehile Nimet Hanımlar.
Talat Paşa ve sairlerinin ailelerine maaş bağlanması için TBMM Başkanlığına sunulan önerge, tasarının Bütçe Denkleştirme Komisyonunda görüşülmesi sırasında yaşanan çalkantıların hiçbiri yaşanmadan kabul edilmiştir.
Halid Paşa (Ardahan) konuya dair yaptığı konuşmada şöyle demekteydi:
Tarihi ve coğrafi bir hakikati belirtmek isterim ki, Ermeni milletinin birliğini, saadet ve istiklalini temin etmek dün olduğu gibi bugün de Türkiye'ye düşmektedir.
Ermeni milleti derken daha çok devrimci Ermeni komiteleri kastetmekteyim.
Genel seferberlikten sonra Ermeniler, Doğu cephesine gönderdikleri Ermeni çetelerini faaliyete geçirmişlerdi. Bu arada Kafkas cephesinde faaliyet gösteren kuvvetlerin komutanları, bazı Ermeni gruplarının tehcirine başlamanın zamanının geldiğine karar verdiler. Merkezi hükümetin buna rıza gösterdiğini ifade etti. Zira ülkenin refahı söz konusuydu.
Said Halim ve Talat Paşaların kabinede yer almaları nedeniyle hala sorumlu olduklarını kabul ederken, Suriye'de, kabineden uzakta bulunan ve tam tersine her zaman Ermenileri savunan Cemal Paşa'nın suçunun ne olabileceğini anlamıyoruz. Dolayısıyla Cemal Paşa'nın öldürülmesi bize, ona karşı beslenen nefretin Ermeni tehcirinden kaynaklanmadığını, gerçekte Türk milletinin geneline karşı tezahür ettiğini göstermektedir. Milletimize karşı kötü niyet besleyen bu adamlara karşı kin beslemek bizim görevimizdir.
Bir başka görevimiz daha var. O da bu şehitlerin ailelerine sahip çıkmak ve onların çocuklarını eğitmektir. Ayrıca ilk fırsatta yurt dışında ölen bu talihsiz insanların cenazelerini Türkiye'ye getirmek ve onlara görkemli bir cenaze töreni düzenlemek zorundayız.
Tüm dünyaya şunu söylemek isterim ki, sadece Ermenilerin bu tür girişimleri tekrarlamasına göz yummakla kalmayacağız, aynı zamanda başka herhangi bir ulusun da bu tür girişimlere başvurmasını mümkün olan her yolla engelleyeceğiz.
Halid Paşa her ne kadar ilk fırsatta yurt dışında ölen bu talihsiz insanların cenazelerini Türkiye'ye getirmek ve onlara görkemli bir cenaze töreni düzenlemek zorundayız demişse de yurtdışında öldürülenlerin ancak bir kısmının cenazesi yurda getirilebilmiştir.
Son dönem siyasi tarihimizin üç önemli isminden Tiflis’te bulunduğu sırada öldürülen Cemal Paşa’nın cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi.
Berlin’de öldürülen Talat Paşanın na’şı ise uzunca bir süre sonra ancak yurda nakledildi ve şaşalı bir tören ile İstanbul’a defnedildi.
Dikkat çeken husus ise Talat ve Cemal Paşa ile birlikte siyaset güden ve son dönem Osmanlı idaresini yürüten ve Rus kuvvetleri ile girdiği bir çatışmada öldürülen Enver Paşa’nın farklı bir muameleye tabi tutulmuş olmasıdır. Enver Paşa’nın daha hayatta iken Anadolu’ya girmesine izin verilmediği gibi öldürülmesi sonrasında da ailesine, değil maddi yardımda bulunmak ve maaş bağlamak, yasaklar getirildi. Na’şının İstanbul’a nakline bile yakın zamanlara kadar müsaade edilmedi.
30 AĞUSTOS, HİNDİSTAN VE MUSTAFA KEMAL
Türk ordusu 30 Ağustos 1922'de Dumlupınar'da Atatürk'ün başkumandanlığında işgalci Yunan kuvvetlerine karşı büyük bir başarı kazandı.
Başkomutanlık Meydan Muharebesi adıyla da bilinen Büyük Taarruz'un başarıyla sonuçlanması sonrasındadır ki Anadolu Yunan işgalinden kurtuldu.
Zaferle sonuçlanan Büyük Taarruz önemine binaen her yıl 30 Ağustos günü 30 Ağustos Zafer Bayramı olarak kutlanmaktadır.
Kazanılan zafer şüphesiz ki elde bulunan ve son yurt durumundaki Anadolu’nun Türk olarak devamiyetinin ve Türk kimliği ile yaşamasının en temel harcı oldu. Yine ancak bu zafer sonrasındadır ki yeni bir idari sistemin temellerinin atılması mümkün olabildi.
Zaferin elde edilmesinde ve Anadolu’nun yine bir Türk yurdu olarak kalması, vatan ve bayrağın kutsiyeti uğrunda yüzlerce Anadolu insanı feda-yı can etti. Bu uğurda toprağa düşmüş olan her biri şehidi rahmetle, gazilik mertebesine erişmiş olanları ise minnetle yad ederiz.
Türk ordusunun 30 Ağustos’ta kazandığı kahredici zafer esasen bütün İslam dünyasının ortak dayanışması ve nihayet ortak sevinci oldu. Bugün özellikle Pakistan ile hala devam etmekte olan kardeşlik duygusunun kökenleri Millî Mücadele döneminde oluşan tesanütte gizlidir. O günkü coğrafi ve idari statüsü ile Hindistan Müslümanları Millî Mücadele hareketi ile yakından alakadar oldu. Dini ve milli bir veçhe içinde görüp değerlendirdikleri Anadolu’daki mücadeleye maddi ve manevi açıdan olduğu kadar siyasi açıdan da destek verdi. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Hint Müslümanlarının Millî Mücadeleye sağladıkları maddi destek Türk toplumu tarafından muayyen ölçüde biliniyor olsa da siyasi açıdan sağladıkları katı hemen hiçbir surette ele alınıp işlenmiş değildir.
30 Ağustos zaferi diğer Müslüman toplulukları mutlu ettiği gibi Hint Müslümanlarını da ziyadesiyle sevindirdi. Hint Hilafet Komitesi İngiliz idaresi altında ezilen Hint Müslümanlarının duyduğu sevinci ifade etmek ve kazanılan zaferden ötürü kendisini tebrik etmek üzere Mustafa Kemal Paşaya bir mektup gönderdi.
Mustafa Kemal Paşa da kaleme aldığı bir mektupla Hint Hilafet Komitesi liderine ve onun şahsında Hint Müslümanlarına mukabelede bulundu. Mektubunda, teşekkürlerini belirtti ve Hint Müslümanlarından hem maddi hem de manevi yardımda bulunmalarını rica etti.
Millî Mücadele’nin hangi şartlarda sürdürüldüğünü ve zaferlerle nasıl taçlandırıldığını ifade etmesi bakımından Mustafa Kemal’in kaleme alıp Hint Hilafet Komitesi Başkanı Seid Tchoutani, (Seth Jan-Muhammad Chutani)’ye göndermiş olduğu mektup önemlidir.
11 Şubat 1923’te Anadolu Ajansı tarafından duyurulan, 12 Şubat 1923’te ise Vakit gazetesinde neşredilmiş bulunan mektupta şu ifadelere yer verilmiştir:
"Memleketimizin en değerli şehirlerinden birini işgal eden ve kutsal bağımsızlık davamızı başarısızlığa uğratmaya çalışan Yunan Ordusu'na karşı kazandığımız büyük zaferden duyduğunuz sevinci dile getirdiğiniz 18 Eylül 1338 tarihli hitabınızı ancak son günlerde okuyabildim.
Bu büyük zaferin sonuçları sadece Türkiye'nin kaderini etkilemeyecek, aynı zamanda bütün mazlum milletleri, varlıklarını ve bağımsızlıklarını tehdit eden zalimlere karşı ayaklanmaya teşvik edecektir.
Gerçekte, kararlılıkla savunulacak bir bağımsızlığın elde edilmesini tamamen engelleyebilecek hiçbir güç olamaz. Siz ve arkadaşlarınız tarafından savunulan Hindistan davasının çok yakında mutlu bir sonuca ulaşacağına inanıyoruz ve bundan çok umutluyuz. Kazandığımız zafer Hindistan için bir onur payı içermektedir. Bize sağladığınız maddi yardım, Ulusal Amacın elde edilmesine büyük ölçüde yardımcı oldu. Bundan sonra da bize bol bol yapacağınıza inandığımız manevi yardım, sağlam bir barış duygusu elde etmemizde büyük bir etken olacaktır.
Yunanlılardan kurtarabildiğimiz yüz bin kilometrelik topraklarımızda, şu anda aç olan ve yaklaşan kışın sertliğini karşılayacak giysileri olmayan milyonlarca Müslüman yaşamaktadır.
Yunanlıların vahşet ve barbarlığının sonuçlarına katlanan Müslümanlar Hindistan'daki kardeşlerinin yardımına muhtaçtır.
Bize karşı her zaman büyük ilgi ve sempati gösteren Hintli kardeşlerimize selam ve saygılarımızı iletmenizi rica ediyoruz.
En içten saygılarımı kabul etmenizi rica ederim.
İmza: Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı.
Başkomutan
Gazi Mustafa Kemal.
Hint Hilafet Komitesi ve Hint Müslümanları zafer sonrasında da Ankara’yı yalnız bırakmadı. Hint Müslümanları Anadolu’daki mücadelenin mutlak surette zafere ulaşması için dualarını esirgemediği gibi maddi ve askeri desteğini de eksik etmedi. Bu anlamda örneğin Tevhid-i Efkâr gazetesinin 9 Aralık 1923 tarihli sayısında yer alan bir habere göre Hindistan Hilafet Komitesi, Gazi Paşa'ya hediye olarak gönderilecek kılıç için 16.000 rupi, kılıcı Gazi Paşa'ya götürmekle görevli heyetin masrafları için 5.000 rupi, Türk milletine hediye edilecek 3 uçak için 100.000 rupi toplamıştı.
.
ANKARA’NIN NAZARINDA TALAT-ENVER PAŞA FARKI
Son dönem siyasi tarihimizin önemli isimlerinden birisi hiç şüphesiz ki Talat Paşadır. Ona mümasil olmasa da yaşanan siyasi ve askeri hadiselerde rol oynamış diğer bir dizi isim de söz konusudur. Cemal Paşa, Cemal Paşa’nın Yaveri Süreyya ve Nusret Beyler, Cemal Azmi Bey, Bahaeddin Şakir Bey sair isimlere göre farklı bir hususiyete sahip olmuştur. Zira bu isimlerin hepsi Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye haricinde Ermeni suikastçıları tarafından öldürülmüşlerdir. Zikri geçen isimlerin her biri önemli olmakla birlikte Talat Paşa ayrı bir öneme haizdir.
Talat Paşa, kimine göre çingene, kimine göre Pomak kökenli soyunu bir tarafa bırakırsak, memuriyet hayatına posta memuru olarak başladı.
Jön Türk düşüncesinden genç yaşta haberdar oldu. Gizli ve kirli işlere karıştı. Hapse mahkûm edildi. Affedildi. Postacılığa devam etti. İtalyan Obediyası’na bağlı Macedonia Risorta mason locasına girdi. Bektaşilik tarikatı ile ünsiyet içerisinde oldu. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti adını alan örgütün kurulmasında yer aldı ve akabinde merkezi Paris’te bulunan ve adı sonrada İttihat ve Terakki olarak değişen teşkilâtın kâtibi olarak görevlendirildi. Bahaeddin Şâkir Bey ile beraber bu örgütün teşkilatlanmasını denetleyen iki kişiden biriydi. 1908 ve 1909 askeri hareketlerinde ve Sultan İkinci Abdülhamid’in tahttan indirilmesine rol aldı.
Paşa ayrıca 1909 yılında kurulan Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası’nın ilk büyük üstadı olarak görev yaptı. İçişleri ve Başbakanlık gibi önemli görevler ifa etti.
Talat Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyetinin en önemli figürlerinden biri hâline gelen Enver ve Cemal Paşa ile birlikte Osmanlı Devleti’nin kaderini belirleyen önemi bir siyasetçi oldu. Ancak kaderine hükmettiği Osmanlı Devleti Birinci Dünya Savaşı’nda mağlup olunca diğer İttihatçılar ile birlikte o da yurtdışına kaçtı. Siyasi çalışmalarına devam ettiği Berlin’de bir Ermeni suikastçı tarafından öldürülmek suretiyle hayata veda etti.
Ermeni komitelerinin özellikle tehcir kararında etkili olan devlet adamları ve yakınlarına yönelik terör faaliyetleri sonucu öldürülenlerin ailevi mağduriyetlerinin giderilmesi Cumhuriyet’in ilk yıllarında Ankara’nın üzerinde hassasiyetle durduğu bir konu oldu. Ermeni suikastçılar tarafından siyasî nedenlerle öldürülen devlet ileri gelenlerinin ailelerine ve evladına emlak ve arazi veya nakden tazminat verilmesi hakkında Denizli Milletvekili Haydar Rüştü Bey ve 61 arkadaşı tarafından bir kanun teklifi hazırlandı. 1926 yılında Talat Paşa, Cemâl Paşa, Cemal Azmi, Cemâl Paşa’nın yaveri Süreyya ve Nusret Beyler ve Said Halim Paşa ile birlikte Bahaddin Şakir Bey ailesine değeri 20.000 liraya kadar gayrimenkul, arazi veya nakdi yardımın yapılması Meclis tarafından kabul edildi.
Yardım edilmesi kabul edilen isimler şunlardı:
- Talat Paşa: Zevcesi Hayriye Hanım ismi tespit edilemeyen hemşiresi Hanım.
- Cemal Paşa: Zevcesi Seniha Hanım, Kerimesi Kâmuran Hazım Hanım, Mahdumu Ahmet Behçet Necdet Bey.
- Cemal Azmi Bey: Zevcesi Müzeyyen Hanım, Mahdumu Yüzbaşı Kemal Ekmel Bey;
- Bahaeddin Şakir Bey: Zevcesi Cenan Hanım, Mahdumu Alp ve Celâsin Bey.
- Cemal Paşa’nın Yaveri: Süreyya Bey Validesi Hüsnüye, Hemşireleri Melahat ve Müteehhile Hatice hanımlar, Biraderleri Mustafa, Nurettin, Rüçhan beyler.
- Cemal Paşa’nın Yaveri: Nusret Bey Zevcesi Perihan Elmas Hanım, Hemşiresi Nebiye Hanım, Biraderi Doktor Nihat Bey.
- Sait Halim Paşa Mahdumları: Prens Halim ve Mısır’da bulunan Prens Ömer beyler.
Memleketin selameti için çalışmış ancak Ermeni komitacılar tarafından düzenlenen suikastlar neticesi hayatını kaybeden yukarıda isimlere ilaveten yine Ermeni meselesi ile alakalı olarak memleketin selameti uğurunda idam veya intihar suretiyle hayatından olanlar da unutulmamış, onların da ailelerine yardımda bulunulmuştur. Bu anlamda aşağıdaki isimlerin ailelerine de maddi yardım almış ve maaş bağlanmıştır:
- Urfa Mutasarnfı Nusret Bey: Refikası Hayriye Hanım, Mahdumları Nasuhi, Ekrem, Mazlum, Tank Beyler, Hemşireleri Faika ve İrfan Hanımlar, Biraderi Zonguldak'ta Mukim Mütekait Cevdet Bey.
- Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey: Pederi Kereste Gümrüğü Müdürü Arif Bey, Validesi Nafia Hanım, Kerimeleri Mazhar ve Müşerref Hanımlar, Mahdumu Adnan Bey.
- Muhakemesi Sırasında Firar ve İntihar Eden Doktor Reşit Bey: Refikası Mazlume Hanım, Mahdumları Şinasi, Cezmi, Cehdi Beyler, Kerimeleri Fikret, İsmet, Müteehile Nimet Hanımlar.
Talat Paşa ve sairlerinin ailelerine maaş bağlanması için TBMM Başkanlığına sunulan önerge, tasarının Bütçe Denkleştirme Komisyonunda görüşülmesi sırasında yaşanan çalkantıların hiçbiri yaşanmadan kabul edilmiştir.
Halid Paşa (Ardahan) konuya dair yaptığı konuşmada şöyle demekteydi:
Tarihi ve coğrafi bir hakikati belirtmek isterim ki, Ermeni milletinin birliğini, saadet ve istiklalini temin etmek dün olduğu gibi bugün de Türkiye'ye düşmektedir.
Ermeni milleti derken daha çok devrimci Ermeni komiteleri kastetmekteyim.
Genel seferberlikten sonra Ermeniler, Doğu cephesine gönderdikleri Ermeni çetelerini faaliyete geçirmişlerdi. Bu arada Kafkas cephesinde faaliyet gösteren kuvvetlerin komutanları, bazı Ermeni gruplarının tehcirine başlamanın zamanının geldiğine karar verdiler. Merkezi hükümetin buna rıza gösterdiğini ifade etti. Zira ülkenin refahı söz konusuydu.
Said Halim ve Talat Paşaların kabinede yer almaları nedeniyle hala sorumlu olduklarını kabul ederken, Suriye'de, kabineden uzakta bulunan ve tam tersine her zaman Ermenileri savunan Cemal Paşa'nın suçunun ne olabileceğini anlamıyoruz. Dolayısıyla Cemal Paşa'nın öldürülmesi bize, ona karşı beslenen nefretin Ermeni tehcirinden kaynaklanmadığını, gerçekte Türk milletinin geneline karşı tezahür ettiğini göstermektedir. Milletimize karşı kötü niyet besleyen bu adamlara karşı kin beslemek bizim görevimizdir.
Bir başka görevimiz daha var. O da bu şehitlerin ailelerine sahip çıkmak ve onların çocuklarını eğitmektir. Ayrıca ilk fırsatta yurt dışında ölen bu talihsiz insanların cenazelerini Türkiye'ye getirmek ve onlara görkemli bir cenaze töreni düzenlemek zorundayız.
Tüm dünyaya şunu söylemek isterim ki, sadece Ermenilerin bu tür girişimleri tekrarlamasına göz yummakla kalmayacağız, aynı zamanda başka herhangi bir ulusun da bu tür girişimlere başvurmasını mümkün olan her yolla engelleyeceğiz.
Halid Paşa her ne kadar ilk fırsatta yurt dışında ölen bu talihsiz insanların cenazelerini Türkiye'ye getirmek ve onlara görkemli bir cenaze töreni düzenlemek zorundayız demişse de yurtdışında öldürülenlerin ancak bir kısmının cenazesi yurda getirilebilmiştir.
Son dönem siyasi tarihimizin üç önemli isminden Tiflis’te bulunduğu sırada öldürülen Cemal Paşa’nın cenazesi Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir tarafından Erzurum’a getirilerek Karskapı Şehitliği’ne defnedildi.
Berlin’de öldürülen Talat Paşanın na’şı ise uzunca bir süre sonra ancak yurda nakledildi ve şaşalı bir tören ile İstanbul’a defnedildi.
Dikkat çeken husus ise Talat ve Cemal Paşa ile birlikte siyaset güden ve son dönem Osmanlı idaresini yürüten ve Rus kuvvetleri ile girdiği bir çatışmada öldürülen Enver Paşa’nın farklı bir muameleye tabi tutulmuş olmasıdır. Enver Paşa’nın daha hayatta iken Anadolu’ya girmesine izin verilmediği gibi öldürülmesi sonrasında da ailesine, değil maddi yardımda bulunmak ve maaş bağlamak, yasaklar getirildi. Na’şının İstanbul’a nakline bile yakın zamanlara kadar müsaade edilmedi.
.
100 YIL ÖNCE TÜRKİYE’DE GÖÇ VE GÜVENLİK TEDBİRLERİ
İnsanlık tarihi çeşitli nedenlerle vuku bulan büyük göçlere tanıklık etmiştir.
Yakın ve uzak dönem Türk tarihi “Kaçkaç” diye de anılan büyük ve elim suretteki göçlere de konudur.
Osmanlının gerileme ve dağılma döneminde vuku bulan Kafkas göçleri, Rumeli’nin kaybedilmesi ile yaşanan Rumeli göçleri yakın dönem tarihimizin hazin hikayeleriyle doludur. Bu nedenledir ki bugün Anadolu’nun muhtelif şehirleri Anadolu haricinden, Kafkaslardan ve Balkanlardan gelen muhacir Türklerle meskundur. İstanbul’un birçok semti göçmen semtidir ve her bir semtte hemen hemen aynı topluluğun/yörenin insanları ikamet etmektedir.
Göç meselesi dün olduğu gibi bugün de bütün dünyayı yakından alakadar eder haldedir. Ancak Türkiye’nin bu noktada, coğrafi konumu, doğası, iklimi, hayat şartları, dini ve kültürel değerleri, iş bulma fırsatı, güvenilir bir liman olması ve sair nedenlerden ötürü daha bariz bir durum arz etmektedir. Dolayısıyladır ki bugün Türkiye’de Ukraynalısından Afganistanlısına, Ermenistanlısından Suriyelisine, Almanyalısından İngilterelisine ve hatta Afrikalısına kadar birçok milletten insan görmek mümkündür.
Fakat unutmamak gerekir ki kontrolsüz göç aynı zamanda problem demektir. Sadece günümüzün problemi olmayıp önceki asırlarda da söz konusu olan göç ile güvenlik arasında yakın bir ilişki mevcuttur.
Türkiye’de merkezi ve mahalli otorite maruz kaldığımız göçler konusunda muhakkak ki muayyen bir prensipler manzumesine sahiptir.
Bu bağlamda göç ile güvenlik arasında yakın bir ilişkiyi dikkate alan İçişleri Bakanlığı daha yüz yıl öncesinde 2 Nisan 1927’de, ülkenin yabancı unsurları sorununu kesin olarak düzenleyen bir yasa teklifinde bulunmuştur. “Türkiye'de Yabancı Unsurlara İlişkin Yeni Kanun” serlevhası ile sunulan söz konusu düzenleme ile Türkiye'deki idari güvenlik sorununun tamamen çözüleceği ümit edilmişti.
Oldukça kısa ancak derli toplu suretteki yasa teklifinin maddeleri şöyledir:
-
Karadeniz ile Ege arası Ermeniler için yasak bölgedir.
-
Arapların Suriye ve Mezopotamya'nın sınır vilayetlerine yerleşmeleri yasaklanacaktır.
-
Rumlar sadece İstanbul bölgesinde ikamet edebilirler.
-
Rize, Kars, Ardahan ve çevresi vilayetlere Gürcüler yerleşemez.
-
Kürtler dışında Türkçeden başka dil konuşan toplulukların bağımsız komün oluşturmalarına izin verilmeyecektir.
-
İstanbul dışında Türk olmayanların herhangi bir bölgede Türk nüfusunun yüzde onundan fazla olması yasaklanacaktır.
-
Rize bölgesinde suç işleyenlerin aileleri başka bir yere nakledilecektir.
-
Hükümet, yoğun nüfuslu herhangi bir bölgenin bir kısmını diğer üretken bölgelere nakletmek için yetkilendirilecektir.
-
Çingeneler ve Yörükler/Göçebeler bir bölgeye yerleşecektir.
-
Yasak bölgelere gitmek isteyen yabancı unsurlar vesikalarla ve belirli bir süre ile gidebileceklerdir.
-
Ülkeyi temelli terk etme hakkı her unsurun hakkıdır.
-
Bu yasa tasarısı kapsamında nakledilecek nüfus 200.000'den fazla olmayacaktır. Nakledilenlerden ayrılmak zorunda oldukları bölgelerde mülk bırakanlar, Hükümetten arazi veya ev olarak tazminat alacaktır.
.
Bir başka açıdan Cemal paşa!
Yakın tarihimizin önemli simalarından birisidir Cemal Paşa. Meşruti rejimin inşasında, Birinci Dünya Savaşı’na girilmesinde ve Şerif Hüseyin isyanının (Arap isyanı değil) patlak vermesinde ve daha pek çok hadise ve işlerde Doğu’nun üç atlısından biri olan Midilli doğumlu Ahmet Cemal Paşa’nın önemli bir rolü olmuştur.
Talat ve Enver Paşanın gölgesinde kalsa da İttihatçı bir lider olan Cemal Paşa’nın hayatı ve yaptıklarına dair bugüne değin çok şey yazılıp çizilmiştir. Hal böyle olsa da hayatı, icraatı ve düşüncelerini İngilizlerin tespitleri çerçevesinde ele alınması hem Paşa’nın şahsını hem de son dönem siyasi ve askeri tarihimizdeki bazı bilinmezlikler yahut boşlukların bilinip anlaşılmasında yararlı olacağı muhakkaktır.
İngiliz belgelerinde yer alan bilgilere göre tam adı ile ifade etmek gerekirse Ahmet Cemal Paşa 1916'da IV. Türk Ordusu Komutanı ve Bahriye Nazırı oldu.
Mart ayında, Şerif Hüseyin isyanı patlak vermeden önce, Şerif Faysal Şam'da Cemal Paşa’nın yanında bulunmaktaydı.
İngilizlerin değerlendirmesine göre Cemal Paşa, bir dereceye kadar bilinçaltında var olan bir yönelimle, kasıtlı olarak, Arapları ezmek için bahane aradı ve dolayısıyla da patlak verecek bir Arap isyanı için zemini hazır hale getirmeye çalıştı.
Söz konusu temizlik harekâtının başlatılmasında Beyrut'taki Fransız Konsolosluğu'nda 1916'da ele geçirilen menfi suretteki yazışmalar yeterli oldu. İsyanın belirti göstermesine bile fırsat verilmeden önemli sayıda Suriyeli aydının hayatla ilişkisi kesildi.
Cemal Paşa bu suretle Şerif Hüseyin isyanını kışkırttı ve fakat kontrol etmekte güçsüz kaldı. Ancak o, İngiliz belgesindeki beyana göre, işlediği mezalimlerin suçunu oldukça zekice bir surette Enver Paşa'nın üzerine atmayı başardı.
Cemal Paşa izlediği siyasette daimî bir surette Alman karşıtı oldu. Dolayısıyla da Suriye'ye gönderilen tüm Almanlarla tartıştı. Onun temel hevesi Suriye’de bağımsız bir krallık kurup sürdürmekti. Dolaysıyla da bu yöndeki hırsına uygun bir siyaset izledi.
1916'da Arabistan'daki Stotzingen Misyonu'nun başarısızlığı Cemal Paşa’ya atfedildi. Ancak daha kötüsü Cemal Paşa 1916/1917'de Bağdat'a yönelik İngiliz tehdidi sırasında Mezopotamya'da Halil Paşa'ya yardım etmeyi reddederek dikkate değer bir bencillik sergiledi.
Kudüs'ün kaybından maddi ve manevi olarak sorumlu tuttuğu Falkenhayn'a karşı düşmanlık sergiledi ve iş birliği yapmaktan kaçındı. Bu durum onun İstanbul'a geri çağrılmasıyla sonuçlandı. Ağustos 1917'de Berlin'i ziyaret etti.
Eylül ayında, Filistin'den son olarak geri çağrılmasından önce, Beyrut'ta Suriye politikasına değindi ve Türkiye'nin geleneksel düşmanı Bulgaristan'a dikkat etmesi gerektiğini vurgulayarak oldukça çarpıcı bir konuşma yaptı.
Cemal Paşa savaş sırasında Medine'deki Fahrettin Paşanın taleplerine de pratik hiçbir yanıt vermedi.
İzlediği siyasetle hem Suriye halkını Türklere karşı hem de Türkleri müttefiklerine karşı kızdırdı. En güçlü nazırlar ve generallerle tartıştı.
Fakat bütün bunlara rağmen Bahriye Nazırı ve Suriye'de en göze çarpan Türk olmaya devam etti.
İstanbul'a hesap vermesi için çağrılınca emre itaat etti, sonrasında da Berlin'e gitti. Ancak azarlanmak yerine kendisine iltifat edildi ve Suriye'deki iktidarına geri döndü.
Oysaki Cemal Paşa’nın tek başarısı İngilizleri Mısır'ın savunması için milyonlar harcamaya zorlamaktan ve şiddetle ihtiyaç duyulan ordularını başka yerlere yönlendirmekten ibaretti.
Belki bir başka başarısı da Suriye’de bedenlerde isyan edecek hiçbir bir baş ve el bırakmamış olmasıydı.
Cemal Paşa gücü, kamu hayatında kendine bir çizgi haline getirip izhar ettiği, İslam'ı savunmasında yatıyordu. Oysaki davranışları kendi çıkarı dışında her şeye karşı sahteydi.
Önde gelen Türk nazırları arasında İslam’ı savunan tek kişi kendisiydi ve Turancılar onu ve diğer tüm İslam yanlısı Türkleri bertaraf etmeyi çok isteseler de onu etkisiz kılmaya cesaret edemedi.
Böylece Cemal, Alman muhalefetine ve Enver Paşa'nın oyunlarına rağmen iktidarda kaldı.
Aralık 1917'de İstanbul'a dönüşünde, eski Bahriye Nazırlığı görevini üstlendi.
Daha sonra Karadeniz'de Batum'da ve Ağustos 1918'de Viyana'da olduğu rapor edildi…
.
ENVER PAŞA YAŞIYOR, ÖLMEDİ!
Enver Paşa 4 Ağustos'ta Güneydoğu Buhara topraklarında Knovalingam ile Barljuan arasında, Sovyet birlikleri tarafından sıkı bir surette kuşatma altına alınmıştı. Paşa, Kızıl birliklerin her yandan kendisini sıkıştırmakta olduğunu görünce yarma girişiminde bulunmaya karar vermiş ve gücünü iki kısma ayırmıştı.
İki koldan birisi muayyen bir süre Ruslara karşı belirli bir üstünlük sağlamışsa da Rus kuvvetleri kısa bir zaman sonra toparlanmış ve iki taraf arasında göğüs göğüse bir çarpışma yaşanmıştı. Ancak Enver Paşa bütün çabasına rağmen aldığı 5 farklı darbenin etkisi ile çatışma sahasında hayata veda etmişti. Paşa’nın ölümü kendisine bağlı bulunanları da sarsmış, büyük bir bölümü teslim-i silah etmişti. Çatışma sonrasında Paşa’nın cesedi de, şüpheye yer bırakmayacak şekilde, belgeler, mühürler vb. ile teşhis edilmişti.
Enver Paşa'nın ölümü ile Osmanlı Devleti’ni Almanya saffında Birinci Dünya Savaşı'na sürüklemiş olan üçlünün hiçbiri artık hayatta değildi.
Öncelikle Berlin'de Talat Paşa bir Ermeni öğrencinin elinde can vermişti. Kendisini katleden Ermeni Alman mahkemesinde yargılanmışsa da kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı.
Ölüm yolunda Talat Paşayı çok bir zaman geçmeden Bahriye Nazırı ve Suriye valiliği de yapmış olan Cemal Paşa izlemişti.
Savaştan sonra Afganistan Emiri ile ittifak kuran Cemal Paşa orduya erzak almak için Berlin'e gitmiş ve fakat dönüşünde yine Ermeniler tarafından Tiflis'te öldürülmüştü.
Enver Paşa hiç şüphesiz ki İttihatçı liderler arasında en romantik ve maceracı bir figürdü.
Kariyerine Jön Türkler için ajitatör olarak başlamış ve başarılı bir darbe ile Sultan İkinci Abdülhamid'i tahttan indiren İttihatçı lider kadrosundaki üç önemli isimden birisi olmuştu.
Osmanlı Devleti’ni Almanya safında savaşa sokmuş ve savaş sırasında Harbiye Nazırlığı görevini yürütmüştü. İngiliz Hükümetine göre Türkiye'nin Almanya saffında savaşa girmesinden Enver Paşa sorumluydu.
Çanakkale Boğazı'nın geçilmezliğine büyük güven duyan Enver Paşa savaş sırasında Alman yüksek komutanlığı ve bizzat İmparator Willhelm ile birkaç defa bir araya gelmişti. Ancak savaşın seyri umulduğu gibi gitmeyip Mondros Ateşkes antlaşmasının imzalanması üzerine savaş vurgunculuğu ve benzeri faaliyetlerle suçlandığı Türkiye'den kaçmak zorunda kalmıştı.
Ancak o siyasi ve askeri faaliyetlerde bulunmaktan kaçınmamış, Bolşeviklerin Mısır, Hindistan ve Afganistan'ı işgal etmelerini kolaylaştırmak için komplo oluşturmak üzere gayret sarf etmişti. Dolayısıyla da birçok defa Moskova'ya gitmiş ve Lenin ile bir araya gelmişti. Buhara Hükümeti ile Sovyetler arasında yine onun aracılığı sayesinde bir barış antlaşması imzalanmıştı. Fakat sonraki zamanlarda işler değişmiş, Türkistan Emiri olma gayretindeki Paşa Sovyetler tarafından kendilerine ihanet etmekle suçlanmıştı.
İlginç şekilde benzer bir suçlama Ankara tarafından da yapılmış ve her iki tarafça da yakalanıp tutuklanması için çalışmalar başlatılmıştı. Fakat o her defasında yakalanmaktan kurtulmayı başarmıştı.[1]
Enver Paşa Kızıl Ordu ile girdiği çatışmada öldürülmüşse de Doğu’da onu sevenler onun öldüğüne inanmak istememişlerdi. Dolayısıyla da dönemin bazı basın unsurlarında Paşa’nın ölmeyip yaşadığına dair haberler çıkabilmişti.
Bu anlamda Hindistan, Karaçi’de çıkan bir haberde (15 Kasım 1922) Paşa'nın ülkedeki Bolşevik egemenliğine karşı Buhara isyanının başına geçmesi sonrasında neler yaptığına dair bilgiler verilmiş ve ölümüne dair gelen haberlerin çelişkili olduğu ifade edilmişti. Ayrıca Paşa öldü denilse de ölümüne dair hiçbir surette resmi/gerçek açıklama yapılmadığı, Rusya'dan gelen bazı raporlarda Paşa’nın savaşta cesurca mücadele ettikten sonra öldüğü belirtilirken Anadolu’dan gelen haberlerde ise Paşa’nın Bolşevik suikastının kurbanı olduğu bilgisine yer verildiğine dikkat çekilmişti.
Bütün bu belirsizlikler nedeniyledir ki Hintli Müslümanlar Paşa’nın ölüm haberlerine hiçbir surette itibar etmemişlerdi. İran'ın Meşhet kentindeki PIONEER muhabiri Hintli Müslümanların Enver Paşanın ölmeyip hâlâ hayatta olduğu kanaatinde olduğuna dair Batı basınına haberler geçmişti.
Yine Bağdat’ta çıkan bir başka gazete de “Enver Paşa Yaşıyor mu?” başlığı ile verdiği haberinde, uzun zaman önce Türkistan'da öldürüldü diye bilinen “eski İttihatçı Harbiye Nazırı ve başkomutan yardımcısı Enver Paşa”nın İran'da emekli hayatı yaşadığını belirtmişti.
Bağdat gazetesinin bu haberini JOURNAL D'ORIENT de, haberin doğruluğuna itibar etmese de, sayfalarına taşıyarak okuyucuları ile paylaşmıştı.[2]
Enver Paşanın öldürülmüş olmasına rağmen hala hayatta olduğuna inanılmış olmasının yahut inanılıyor gibi davranılmış bulunulması onun Mısır, Hindistan ve Afganistan'ın Avrupa güçlerinin işgalinden kurtulmak istemesi ile alakası olduğu kadar Bolşeviklere karşı sürdürülen savaş başarısızlıkla sonuçlanmış olsa da Buhara yurtseverlerinin Ruslara karşı yeni bir direniş oluşturmak veya en azından uzlaşmayı kolaylaştırmak maksadına matuf olduğu düşünülebilir.
Diğer taraftan “kahraman” sıfatı ile bütünleştirilmiş siyasi ve askeri şahsiyetlerin ölümlerinin hamaset sever ve hissiyat yüklü Doğu toplumlarında kolay kolay kabul edilebilir bir gerçek olmadığını da göz ardı etmemek gerekir. Kahraman sayılan bazı isimler ölse de bugün dahi bazı insanların yüreğide yaşıyor olması söz konusu gereksiz hamaset ve mübalağalı hissiyat ile hemhal olunmasından ileri gelmiştir denilebilir.
[1] The New York Times, August 18, 1922.
[2] TITLE : Central File: Decimal File 867.9111, Internal Affairs Of States, Public Press., Newspapers., Turkey, Clippings And Items., May 26, 1926 - May 11, 1927. SOURCE : Records of the Department of State Relating to Internal Affairs of Turkey, 1910-1929.DETAIL : Turkey; May 26, 1926 - May 11, 1927. 1325pp.
.
TALAT PAŞA KABİNESİ NEDEN İSTİFA ETTİ
Birinci Dünya Savaşı’nın genel seyrinin Osmanlı Devleti aleyhine olması idarede bulunan İttihat ve Terakki Cemiyeti liderlerini oldukça zor bir durumda bırakmıştı. Savaştan makul bir barış antlaşması ile çekilmek istemişlerse de bu yöndeki arayışları da olumlu bir surette gerçekleşmemişti. Savaş, Alman ve Avusturya’nın sırtına yaslanarak sürdürülmekte olduğundan askeri durum her geçen gün kaçınılmaz olarak kötüleşmekteydi. Filistin cephesinin çökmesi, Bulgaristan'ın teslim olması ve müttefiklerin Wilson ilkelerine bağlı olduklarını ilan etmeleri Osmanlı Devleti ve İttihatçı liderler için kötü akıbetin başlangıcını oluşturdu.
Bu durum, tabii olarak, hükümette yer alan muhafazakâr üyeleri düşmanlıkların sona erdirilmesi yönünde teşvik ve telkinlerini daha da artırmaya sevk etti.
Enver Paşa ise bütün olumsuz gelişmelere rağmen savaşa devam etmekten yana olmuş ve savaşarak daha iyi şartlar elde edilebileceğine inanarak ateşkes yapılması fikrine karşı çıkmaya devam etmişti. Fakat nihayeti itibarıyla daha aklı selim üzere bulunanların düşüncesi galip gelmiş ve ateşkes yapılması kararına varılmıştı.
Ateşkes yapılması kararı üzerine idareyi elinde bulunduran Talat Paşa kabinesi istifa etmiş, mütareke şartlarını oluşturma işinin de Talat Paşa kabinesi dışındaki siyasiler tarafından gerçekleştirilmesi istenmişti.
Talat Paşa kabinesinin istifa ile mütareke esaslarının kendileri dışındaki siyasiler tarafından gerçekleştirilmesini istemesi gerçekte oldukça mantıklı bir tercih ve adımdı. Savaş zamanı olaylarıyla hiçbir bağlantısı olmayan, en azından belirgin bir bağlantısı bulunmayan yeni kabinedeki nazırların muzaffer durumdaki müttefiklerden daha iyi şartlar elde ederek mütareke yapmaları mümkün olabilirdi.
Talat Paşa kabinesinin istifa etmesi sonrasında başka siyasi gelişmeler de vuku bulmuştu.
Mondros Mütarekesi müzakereleri devam ederken, İttihat ve Terakki Partisi bir kongre düzenlemiş ve partinin feshini sağlamış ve üyelerin yemin yükümlülüklerinden ibra edildikleri ilan olunmuştu. En azından böyle bir karar alındığına dair herhangi bir itiraz söz konusu değildir.
İbra kararı son derece önemliydi. İleriki zamanlarda İttihatçı üyelerin vatan ve miller adına Anadolu ve sair yerlerde atacakları adım, yapacakları toplantı yahut faaliyetlerin İttihat ve Terakki hesabına yapıldığı iddiasını daha baştan reddedilmiş olmaktaydı.
İttihat ve Terakki liderleri sadece kongre yapmak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni lağvederek üyelerini ibra etmekle yetinmemişler, istikbaldeki siyasi, askeri ve sair işleri planlayıp yönetmek ve neticelendirmek üzere yeni bir siyasi oluşumun varlığına da imza atarak Teceddüt (Yenileşme) Partisi'ni kurmuşlardı.
Teceddüt Partisi hiç şüphesiz ki İttihat ve Terakki'nin kapatılmasıyla yakından alakalıydı. Teceddüt, üyelerinin tamamı İttihatçılardan oluşan, 120.000 lira İttihat fonu alan ve İttihatçı örgütün devamı niteliğindeki İttihat ve Terakki'nin bir diğer isminden başka bir şey değildi. Parti üyeleri bu durumu bazen bilerek ve biraz da kabadayılık ruhuyla bazen de şuursuz bir surette ifade etmekte, kendilerini Teceddütçü olarak değil de İttihatçı olarak takdim etmektelerdi.
Teceddüt’ün varlığını gerekli kılan husus ise İttihatçıların icra edecekleri faaliyetleri kamufle etmek ve siyaseten İttihatçı oldukları yönündeki suçlanma ve sorumlu tutulmaktan kurtulmaktı.
Teceddüt Partisi gerçekte İttihat ve Terakki Partisi’nin isim değiştirmiş hali idi. Ancak bunun böyle olduğunu ispat edebilmek pek tabii ki mümkün değildi. Neticede Teceddüt Partisi hukuka uygun olarak kurulmuş siyasal bir örgüttü ve dolayısıyla da icra ettiği faaliyetleri yönüyle hukukun konusu kılınmalıydı.
.
İTTİHATÇILARIN MİLLÎ MÜCADELE’DE MUSTAFA KEMAL’E DESTEĞİ
İttihatçı liderler İtilaf devletleri ile bir sulh anlaşması gerçekleşmeyince Mondros ateşkes antlaşmasının imzalanmasının hemen ardından Türkiye’den ayrılmışlardı.
Enver Paşa diğerleri aksine ülkeden ayrılmak istememiş; Anadolu’ya geçerek bir mukavemet gücü oluşturarak işgale karşı mücadele etmek istemişti. Ancak diğerleri tarafından onun bu yaklaşımına itiraz edilmiş, kendisini yakalayıp tutuklamak isteyen İngiltere’nin bu vesile ile bütün Anadolu’yu işgal etmesine sebebiyet verebileceği ikazında bulunulmuştu. Enver Paşa da ister istemez ikna olmuş ve Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın ilgili mercilerden izin almadan kendilerine tahsis ettiği bir destroyer ile İstanbul’dan hareketle Kırım’ın Sivastopol şehrine gitmişti. Ancak Enver Paşa Anadolu harekâtına katılmaktan bütünüyle vazgeçmiş de değildi. Mili Mücadele’ye daha sonraki bir zamanda katılmak üzere ön tedbirlerini almış, örneğin Brest-Litovsk antlaşmasının imzalanmasından beri Kafkaslarda bulunan Türk ordusuna 100.000 tüfek ve 800.000 lira göndermişti.
Bu durum dikkate alan ABD Yakındoğu İstihbarat raporları, Anadolu direniş hareketini, Mustafa Kemal'in değil, öncelikle Enver'in fikri olarak değerlendirmiş, ayrıca Mustafa Kemal’in Enver'in Anadolu'ya girişine sürekli karşı çıkmış olmasını da Mustafa Kemal’in İttihatçılara karşı duyduğu haklı bir öfkeden değil "Enver'in gök gürültüsünü çalmış" olma bilincinden kaynaklandığı belirtilmiştir.
İttihatçı liderler Odessa'ya ulaştıktan sonra Berlin'e geçmişler ve zaman kaybetmeden siyasi faaliyetlere koyulmuşlardı.
Bu yöndeki faaliyetlerinin ilki, amacı Fransa ve Büyük Britanya'nın Müslüman tebaası arasında isyan çıkarmak ve böylece bu güçleri Türkiye ile ilişkilerinde sıkıntıya düşürmek olan "İhtilalci Müslüman Dernekler Birliği"ni kurmak olarak gözükmektedir.
İttihatçıların yurtdışındaki siyasi faaliyetleri, genel olarak Türk halkının yanı sıra Mustafa Kemal Paşa tarafından da, zımni bir surette de olsa, olumlu bulunmuştur.
Söz konusu zımni kabulden ötürü olmalıdır ki örneğin 1921 Nisan’ında Ankara adına temaslarda bulunan İttihatçı bir heyet Almanya’dan 200 araba yükü silah ve mühimmat alarak bunları İtalya üzerinden Yunanlılara karşı kullanılmak üzere Anadolu’ya intikal ettirmeye çalışmıştı. Ayrıca silah satın almak için İtalyan hükümeti ile de müzakerelerde bulunulmuştu.
İttihatçı liderlerin rol aldığı operasyon sahnesi daha sonra Berlin'den, Sovyet politikalarının kapitalist güçlere karşı başarılı bir muhalefet için daha fazla şans sunduğu Moskova'ya taşındı. Ancak Talat Paşa, Berlin'de kalmış ve bir İngiliz ajanı olan Kont Sforza, İtalyan Bakan ve Yunan generali Metaxas'ın karıştığı iddia edilen çeşitli entrikalar içerisinde olmuştu.
İttihatçılardan en az ikisinin, İstanbul'un meşhur emniyet müdürü Bedri Bey ile Bahriye Nazırı Cemal Paşa'nın, Rus savaş esirlerinin arasına gizlenerek ulaştıkları Moskova'da sürdürülen operasyonun bir yansıması olarak “Halk Sovyetleri Partisi” kuruldu. Böyle bir partinin kurulmasından maksat Ruslarla yakın iş birliği içinde çalışmak ve Anadolu'da hızla gelişen Türk Milliyetçi Hareketi'ne yardım etmekti. Fakat bu noktada Enver Paşanın diğer İttihatçı liderlerden farkı, kendisini tamamen siyasi işlerle meşgul etmekle yetinmemesi, aktif nitelikte bir şeyler yapmak için son derece sabırsızlık göstermesiydi.
Bu noktada örneğin Enver Paşa, Rusya'nın Asya Müslümanlarını Sovyet kampına çekmek için yaptığı bir hareketten başka bir şey gibi görünmese de, Bakü Kongresi'ne iştirak etmişti.
Kongreye Enver Paşa’ya ilaveten bazı İttihatçı isimler de katılmışsa da herhangi bir ayırt edici rol oynamaları söz konusu olmamıştı.
İttihatçı liderlerin yurtdışındaki meşguliyetleri arasında Afganistan ve Türkistan'a çeşitli seferler yapmaları söz konusu olmuştur. Söz konusu meşguliyet ve temaslar Hindistan'a yönelikti ve dolayısıyla da Anadolu Hareketi'ne yardım etme maksadı gütmüştü.
Enver Paşa'nın faaliyet ve meşguliyetleri içerisinde en ziyade dikkat çeken nokta onun Anadolu’daki Milliyetçi Hareket'e katılma fikrine adeta takıntılı olmasıydı. Bu noktada o daha Batum'da iken, Anadolu’ya kabul edilmesi için Ankara'ya temsilciler göndermekten çok daha fazlasını yapmıştı. Ancak Mustafa Kemal Paşa da, tıpkı Enver Paşada olduğu gibi, Enver Paşa'nın Anadolu harekâtına katılmasını engellemeye yönelik fikirsel bir saplantı vardı. Fakat hemen belirtmek gerekir ki Enver Paşa’nın Anadolu’ya geçmesine sadece Mustafa Kemal değil, bir kısım İttihatçıların da rızası yoktu. Zira Paşa’nın Anadolu'ya ayak basmasının Yunanlılara karşı sergilenen Kemalist direnişin başarısını tehlikeye atabileceği endişesi mevcuttu.
Bu noktada ortaya çıkan soru ise Mustafa Kemal Paşa'nın Enver Paşa'nın kendisinin yerine geçmesinden ve Anadolu hareketinin tüm itibarını kazanmasından mı, yoksa Enver'in bu hareketle olan bağlantısının onun itibarını zedelemesinden mi korktuğudur?
Mustafa Kemal Paşa'nın İstanbul'daki İttihatçılarla aktif yazışmalar içinde olduğu açıktı ve bunların en önde gelenleri Kemalistlerle iş birliği suçlamasıyla, 16 Mart 1920'de İngilizler tarafından özel olarak tutuklanıp Malta'ya gönderilenler arasındaydı.
Dolayısıyla Mustafa Kemal’in İttihatçılarla temasta bulunmaktan kaçınmadığı açıktı ve tavırlarında, onların hareketinin itibarını zedeleyeceklerini düşündüğünü gösteren hiçbir şey de yoktu. Hatta ABD Yakındoğu İstihbarat Raporlarındaki değerlendirmeye göre, Mustafa Kemal Paşa'yı ordu müfettişi kılığında Anadolu'ya kaçıran ve hareketini sağlayanlar kuzu postuna bürünmüş İttihatçılardan oluşan bir hükümetten başkası değildi.
Azmi Bey'in Küçük Talat Bey'e yazdığı 17 Kasım 1921 tarihli bir mektupta; “Mustafa Kemal ile hesaplaşacağımız gün uzak değil…. Ülkeye girmemi engellemeye cüret eden hükümetin değişmez düşmanıyım ama şimdilik değil… Yapacağımız herhangi bir hareketin Anadolu'nun gücünü azaltacağı ve Yunanlıların başarısını garanti edeceği kanaatindeyim” şeklindeki ifadeleri ve bu ifadelerde tezahür eden duygular bir öfke anında duygularını açığa vuran bir kişinin duygularından başka bir şey olmadığı gibi ayrıca yurtdışına kaçan İttihatçı liderler ile Mustafa Kemal arasındaki ilişki ve yaklaşımın nasıl olduğunu veya İttihatçı liderlerin Anadolu hareketine karşı nasıl bir tavır sergilediklerini en bariz surette ortaya koymaktaydı.
Mektubun yazarı aynı zamanda, “Kemalistlerin Yunanlılara karşı başarısını tehlikeye atacak hiçbir şey yapmamak niyetinde olduğunu” belirtirken, içten gelen bir vatanseverlik duygusuna sahip olduğunu da ortaya koymaktaydı.
Muhakkak olan bir şey varsa o da şudur ki; yurtdışına kaçan İttihatçıların, en azından ilk zamanlarda, Anadolu’daki Milliyetçi Hareket'i samimiyetle desteklemişlerdi ve Mustafa Kemal Paşa da onların bu yöndeki desteklerini onaylayıp kabul etmiştir. Ancak hareket büyüdükçe Paşa, söz konusu desteği kabul etmekten giderek daha fazla bir surette kaçınma eğilimi içerisine girebilmiş ve fakat söz konusu destek Anadolu sınırları haricinde yani Azerbaycan, Afganistan, Hindistan vb. ile sınırlı kalabildiği sürece İttihatçılardan yine faydalanmayı doğru bulmuş ve hatta kendi cephesine yönelik baskıyı hafifletmek için bahsi geçen coğrafyalarda faaliyette bulunulmasını teşvik etmiş, ancak İttihatçı önderleri Anadolu'ya kabul etmeme konusunda kararlı davranmış, şanını ve gücünü İttihatçı liderler ile paylaşmaya kesinlikle yanaşmamıştır.
Ankara'ya elçiler göndermelerine rağmen Gazi'nin gelen taleplere olumsuz suretteki yaklaşımı ve hatta kanun ile bazı isimlerin Anadolu’ya girişinin yasaklanması doğal olarak İttihatçıları rahatsız etmiş ve kendilerini hedeflerinden alıkoyan biri olarak onun hakkındaki düşüncelerini oldukça özgür bir surette ifade etmelerine sebebiyet vermiştir. Fakat sergilenen bu tavır sonraki tarihlerde İttihatçı liderlerin Milliyetçi harekete karşı komplo kurdukları şeklinde değerlendirilerek suçlanmalarına yol açmıştır. Ancak İttihatçı liderler, daha önce de ifade edildiği gibi, Mustafa Kemal Paşa'ya karşı düşmanlıklarına rağmen, Yunanlılara fayda sağlayacak herhangi bir şey yapmaktan titizlikle kaçınmışlardır. Azmi Beyin Gazi’ye dair sözlerindeki samimiyet dikkate alındığında yakın bir tarihte kaleme alınmadığı aşikar olan 17 Kasım 1921 tarihli mektubu bu durumu ispata fazlasıyla müsaittir.
..
İTTİHATÇILARIN I. DÜNYA SAVAŞINDAN ÇEKİLME ARAYIŞI
Prof.Dr. Metin Hülagü yazdı...
Sultan Mehmed Reşad’ın vefatı üzerine Vahdeddin’in tahta geçmesi Birinci Dünya Savaşı’nın gidişatı ve Osmanlı Devleti’nin izlemiş olduğu harici siyaset noktasında önemli hiçbir değişikliğe sebebiyet vermedi. Yeni bir padişah olsa da Vahdeddin de Mehmed Reşad gibi İttihatçıların elinde bütünüyle bir maşa halinde kalmaktan kurtulamadı. Reşad’ın ferdi surette karar almasına izin verilmediği gibi Vahdeddin’in de en ufak bir tasarrufta bulunmasına İttihatçılarca şiddetle karşı çıkıldı. Ayrıca Yusuf İzzettin Efendinin şüpheli surette vuku bulan ölümü üzerine 57 yaşında tahta geçmiş olan Vahdeddin’in zaten öteden beri İttihatçılar ile arası da yoktu. Netice itibarıyla Vahdeddin iktidar olmuş, fakat muktedir olamamış, dolayısıyla da mevcut kabineyi dahi değiştirememişti.
Oysa ki Dünya Savaşı her geçen gün aleyhimize gelişmekte ve hemen her alanda şartlar giderek daha da kötüleşmekteydi…
Rusya, 1917 Bolşevik İhtilali dolayısıyla savaştan çekilmişti. Ancak söz konusu ihtilal tabii bir gelişimin mi eseriydi yoksa savaştan çekilmek için bir kurmaca mıydı belli olmayıp esasen bu durum üzerinde durulmaya değer bir konuydu. Örneğin o tarihlerde murakabe altında tutulan Sultan İkinci Abdülhamid’e göre Bolşevik İhtilali muhtemeldir ki savaştan çekilmek için Ruslarca dizayn edilmiş bir kurguydu. Osmanlı Devleti’nin de biran evvel savaştan çekilmesi en doğru harekete olacaktı. Gerçi savaşa hiç girilmemesi kadar savaştan bir an evvel bir şekilde çıkılması sadece Abdülhamid’in fikri de değildi; başta Yusuf İzzettin, Selim Efendi ve Vahdeddin olmak üzere bir kısım Osmanlı şehzadeleri ve bürokratları da aynı kanaatteydi. Osmanlı Devleti münasip şartlar dahilinde savaştan çekilmeli, kuvvetlerini birleştirilmeli, ülkede düzeni sağlayarak hayat pahalılığını gidermeli, siyasi suçlular affedilmeli ve üretim artırılarak ekonomik yapının düzeltilmesine çalışılmalıydı. Ancak İttihatçılar açısından durum farklı surette değerlendirilmekte ve onlara göre ülke menfaati merkezi devletler ve Bulgaristan ile tam bir ittifak içerisinde olmayı gerektirmekteydi. Tabii ki Almanya’nın arzusu da Osmanlı Devleti’nin kendi yanında saf tutmaya devam etmesi yönündeydi. Almanya sadece Osmanlı Devleti’nin savaşa devam etmesinden yana değildi; “Stuttgarter Neue Tageblatt”ın ifade ettiğine göre, Almanya aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin taksim edilmesi planlarına da karşıydı. Ancak onun bu yöndeki muhalefeti Bağdat Demiryollarını önemsemesinden ve Filistin ve Mezopotamya’ya ilaveten “Deniz İmparatorluğu” mesabesindeki Mısır, Tripoli ve İran Körfezi’ni kaybetmek istememesinden kaynaklanmaktaydı. Almanya ayrıca Türkiyesiz bir surette İtilaf devletlerini her alanda alt edebilecek durumdaydı da denilemezdi.
Diğer taraftan Osmanlı kuvvetlerinin Karadeniz kıyılarında ilerlemesi önemliydi ve hedefin Novorossisk olduğu söylenebilirdi. Oraya ulaşılması halinde hem Rus Karadeniz filosu hem de Kırım tehlike altına girmiş olacaktı. Osmanlı kuvvetlerinin Kafkaslardaki söz konusu mevcudiyeti Türkiye’nin tarihsel misyonunu yeniden inşa etmeye, Doğu’daki Müslüman ahaliyi tekrar birleştirmeye başladığı şeklindeki değerlendirmelerde bulunulmasını sağlamışsa da gerek Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu askeri, mali, siyasi ve sair durum gerekse İkinci Abdülhamid gerekse daha başka isimler tarafından yapılan savaştan bir vesile ile çıkılması yönündeki telkinler ve ayrıca Rusya’nın Bolşevik İhtilali neticesi savaştan çekilmiş olması İttihatçıları da etkilemiş ve bu yönde kendilerini ciddi bir arayışa sevk etmişti.
Dönemin basın organlarında çıkan haberlere bakıldığında İttihatçıların savaştan çekilme arayışı içerisine olduklarından söz edilebilir izler mevcuttur.
“İkdam” gazetesi örneğin sayfalarında, barış yolunda nihai uzlaşmaya varılabilmesi için Rusya’nın Karadeniz Filosunu Türkiye’ye teslim etmesi gerektiğini ve Karadeniz’in tarafsızlığını öngören, ticari serbesti garantisi sağlayan ve Rusya’ya Karadeniz’de donanma bulundurma yasağı getiren 1856 Paris antlaşması esaslarına Rusya’nın geri dönmesi icap ettiğini, Karadeniz’de sükunun ancak bu suretle hâkim olabileceği görüşüne yer vermişti.
“Âti” gazetesi de sütunlarında neşrettiği bir yazıda savaş vesilesi ile İttihatçıların ulaşmak istedikleri hedefleri şu surette sıralama gereği hissetmişti:
- Irak, Filistin ve Mezopotamya’nın Türkiye’ye iadesi.
- Mısır’da Türk hakimiyetinin yeniden tesisi.
- İran’ın bağımsız olması ve İngilizlerin bu ülkeden çekilmesi.
- Karadeniz’in Türk gölü haline gelmesi ve:
- Çevresindeki devletlerin Türkiye’ye bağlanması.
- Kırım’ın bir Osmanlı şehzadesi, Gürcistan’ın bir Alman prensi, Ermenistan’ın ise bir Rus Grandükü tarafından yönetilmesi.
- Constanza ve Dedeağaç’ın serbest liman olması.
- Tcherna havzası ve çevre limanlar mukabilinde Kuzey Dobruca’nın Bulgaristan’a bırakılması.
- Kuzey İtalya’nın, Tripoli, Cyrenai ve Ege Adaları Türkiye’ye iade edilinceye kadar, Avusturya ordusu işgalinde kalması.
- Girit’in gerçek sahibine bırakılması.
Ancak İttihatçıların basın yoluyla sulh şartı olarak ileri sürdükleri söylenebilecek olan bu talepler İtilaf devletleri tarafından tam bir saçmalık olarak görülmüş ve “dünyanın Türk megolamanisinden korkması gerektiğinin bir örneği” şeklinde değerlendirilmiştir.
“Tribune de Geneve” gazetesi de İttihatçıların sulh aramadaki tavrını sayfalarında değerlendirirken:
“Türklerin kayıtsızlığına ve aptallığına hala inanan varsa saftır; artık bu yanlış düşünceden uyanmanın vakti gelmiştir. Günümüzde Türkler zeki ve aktiftir, ancak ne yazık ki tüm bu zekâ ve faaliyetler medeni dünyanın entelektüel ve ahlaki güçlerine tamamen zıt olan kaba içgüdülere ve geri zihniyete tabidir.” ifadelerine yer vermiştir.
İkdam yahut Âti gazeteleri ve basının sair organlarında İttihatçıları savaştan ve yayılmacılıktan yana bir siyaset içinde gösteren yazılar çıkmış olsa da anlaşılan o ki bu tür yazılar İttihatçıların bilgi ve irade ve muayyen suretteki planlarının bir parçası olmuş ve Türkiye’nin her halükârda sonuna kadar savaşacağı ve bu yönde büyük bir azim içerisinde olduğu izlenimi verilmek istenmiştir.
Sahnenin yahut basın yolu ile İtilaf devletleri üzerinde oluşturulmak istenen böylesi bir algının gerisinde ise yine farklı bir kurgu ile İtilaf devletleri ile uzlaşılarak savaştan çekilme emeli güdülmüştür.
ABD Yakındoğu İstihbarat raporlarında yer alan bilgilere göre bu yöndeki planın uygulanmasında öne çıkan isim ise meşhur İzmir Valisi İttihatçı Rahmi Bey olmuştur.
İzmir Valisi Rahmi Bey, Atina'ya bir heyet göndererek oradaki İngiliz temsilcisine yazdığı bir mektupta kendisine, İtilaf devletlerinden olumlu bir yaklaşım görmesi halinde İttihat ve Terakki Hükümeti'nin devrilebileceğini mesajını iletmiştir.
Rahmi Bey aynı zamanda 10 Ekim'de yapılacak Mebuslar Meclisi toplantısında söz konusu hükümeti devirmek için hazırlıklar yapıldığını da belirtmişti. Yine Rahmi Beyin delegeleri vasıtasıyla ifade ettiğine göre Sadrazam Talat Paşa kendisine muhalif olup hayatına son vermek üzere fırsat kollamaktaydı…
Bu minvaldeki beyanlarından sonra Rahmi Bey Amerikan, İngiliz ve Fransız Hükümetlerine aşağıdaki şartlar dahilinde bir anlaşmaya varılması halinde İstanbul’da yaşanacak bir hükümet darbesi sonrasında Osmanlı Devleti’nin savaştan çekilebileceğini teklif etmişti:
- İstanbul İmparatorluğun başkenti olarak kalacak. Boğazlar, tüm ülkelerin gemilerine geçiş serbestliği ile Türk kontrolünde bulunacak ve Türkiye’nin boğazları takviye etme hakkı olacaktır.
- Arabistan, Suriye, Ermenistan ve Mezopotamya için “sözde” Türk egemenliği altında tamamen özgür hükümetler kurulacaktır.
- Bulgaristan'a herhangi bir taviz verilmeyecektir.
- İtilaf hükümetlerinin garantisinin dolaşımdaki tüm kâğıt paralar için mevcut Alman garantisinin yerine geçecek ve bazı mali kontrol ve diğer ekonomik avantajlar karşılığında daha fazla ihraç için kredi verilecektir.
- İtilaf devletleri, Almanya'nın İstanbul’dan bertaraf edilmesinin gerekmesi durumunda, deniz gücü takviyesinde ve askeri yardım bulunma sözü verecektir.
- Halifelik meselesi 1914 savaş öncesi haliyle devam edecektir.
- İtilaf devletleri, başka hiçbir Türk devlet adamının sulh yapmada bu kadar iyi şartlar elde edemeyeceği propagandasını yürütecektir.
Ancak Rahmi Beyi temsilen görüşmede bulunan ve fazla zamanları olmadığı için biran evvel geri dönmeleri gerektiğini ve dolayısıyla kendilerine süratle cevap verilmesi icap ettiğini belirten delegelere İngiliz temsilcisinin cevabı İngiliz hükümetinin Türk hükümeti dışındaki kişilerle herhangi bir müzakerede bulunmayacağı şeklinde ve oldukça kısa, kat’i, ivedi ve fakat menfi surette olmuştur.
Rahmi Bey her ne kadar Osmanlı Meclisi’nin toplanacağı ve teklifinin İtilaf devletlerince kabul edilmesi halinde İttihat ve Terakki Hükümeti'nin devrileceğini belirtmişse de ret cevabının şekillenmesinde birçok unsurun yanında Meclis’in toplanmasından bir gün önce 9 Ekim'de Londra basınında çıkan bir haberde Talat Paşanın istifa ettiği ve yerine sadrazam olarak Tevfik Paşanın geçtiği haberleri belirleyici olmuştur.
Yine Mahmud Muhtar Paşanın tüm İttihat ve Terakki rejiminin ortadan kaldırıldığına dair yeterli güvence alana kadar İstanbul’a dönmeyi ve Tevfik Paşa Kabinesi’ne girmeyi reddettiği bilgisi de söz konusu ret cevabının verilmesini gerekli kılmıştır.
Rahmi Beyin teklifinin reddedilmesinde öne çıkan bir diğer önemli unsur ise Tevfik Paşa kabinesinde ilan edilen nazırlar arasında, özellikle savaş zamanlarında önemli olan Bahriye ve Dahiliye, Evkaf, Ticaret ve Ziraat, Posta, Telgraf ve Telefon nezaretlerine kimin getirildiğinden bahsedilmemesi olmuş ve bu durum İtilaf devletlerinin, İttihatçı Komite’nin mevcut kabinede hala güçlü bir şekilde yer aldığı ancak bu durumun kamufle edilmeye çalışıldığı şeklinde bir değerlendirmede bulunmalarına sebebiyet vermiştir.
Savaşı sürdürmenin yaklaşmakta olan tehlikesini ve beyhudeliğini gören ve bu nedenle barışı sağlamayı gerçekten arzulayan Türklerin İtilaf devletlerinin sempatisini ve iyi niyetini yeniden kazanmak için hep birlikte hareket etmekte oldukları, kendilerinin sebebiyet verdiği savaştan çekilerek kurtulmak istedikleri, ancak bu durumu doğrudan ve aşikar bir surette değil de görünüşte Rahmi Beyin bir başvurusu ve hükümet darbesi şeklinde gerçekleştirmeye çalıştıkları, fakat işin özünde ve gerisinde İttihat liderlerin yer aldığı İtilaf devletlerinin değerlendirmeleri arasında yer almış, Rahmi Beyin teklifine itibar edilmemiştir.
Rahmi Bey, Talat, Halil ve Cemal ile birbirlerine sadık bir ilişki içerisinde olan İttihat ve Terakki liderlerinden biriydi. O, bu isimlerle görüşmek üzere İstanbul gitmiş ve 4 Ekim'de de İstanbul’dan İzmir’e geri dönmüştü.
Delegelerinin beyanına göre Rahmi Bey İstanbul'da iken 10 Ekim'de yapılacak Mebusan Meclisi toplantısında İttihat ve Terakki hükümetini devirmek üzere her türlü hazırlık yapılmıştı. Ancak İtilaf devletlerinin değerlendirmesine göre Rahmi Beyin sulh için ileri sürdüğü şartlar incelendiğinde teklifin kendisinden değil, bilakis Komite'den geldiği aşikardı. Dolayısıyla da Rahmi Bey Komite’yi devirmeyi planlayan biri değil, onların amacını gerçekleştirmek için gayret sarf etmekteydi.
Diğer taraftan Talat Paşanın kendisini etkisiz hale getirmek üzere fırsat kolladığı şeklindeki naif bir ifade içeren beyanları esasında Rahmi ile İstanbul'daki İttihat ve Terakki liderlerinin konuyu müzakere ettiklerini ve sulh şartlarını birlikte uydurduklarını ve ardından da Atina'ya sevk ettikleri bir heyet/delege ile kurgularını İtilaf devletleri temsilcilerine sundukları yargısına varılmasını sağlamıştı.
Yukarıda da belirtildiği gibi, İstanbul’da yaşanan Kabine değişikliği, İttihatçıların İngiltere, Fransa ve ABD'yi söz konusu şartları kabul etmeye ikna etmeyi umdukları tarihten önce gerçekleşti. Eğer Rahmi Bey tarafından sunulan şartlar İtilaf devletleri tarafından kabul edilmiş olsaydı, Talat Kabinesi memnuniyetle geri çekilecek ve bu çekilme bir hükümet darbesi biçiminde gerçekleşecek ve İttihatçı Komite tarafından daha önceden belirlenmiş bulunan başka bir İttihat ve Terakki Kabinesi yeni bir parti şeklinde iktidara geçecekti. Ancak olaylar biraz farklı bir seyir izledi.
Hal böyle olsa da İttihatçı liderlerce savaş sırasında gerçekleştirilmeye çalışılan sulh şartları ile savaş sonrası zamanlarda gerçekleştirilenler arasındaki çağrışımların varlığı üzerinde durulması gereken ilginç bir husus olsa gerekir.
X
İTTİHATÇILARIN MALİ YOLSUZLUKLARI
Savaş her halükârda yıkım demektir. Kazananına da kaybedenine de türlü türlü zararlar verir. Her şeyden önce savaşan ülkelerde sosyo-ekonomik yapı altüst olur.
Birinci Dünya Savaşı yıllarında örneğin İstanbul’da yaşamanın ortalama maliyeti yaklaşık yüzde 2.000’i bulmuştu. Diğer bir ifade ile yaşam şartları Türkiye'nin savaşa girmesinden önceki 1914 Sonbaharından 20 kat daha zordu.
Şeker, çay ve kahve, kalitesiz olmalarına rağmen, sınırlı miktarlarda temin edilebilmekte ve savaştan önceki fiyatının yaklaşık 30 kat daha fazlasına satılmaktaydı.
Nüfusun büyük çoğunluğu tarafından kullanılan petrol oldukça kıt bulunur bir hale gelmiş ve savaş öncesi değerinin yaklaşık 40 katına satılır olmuştu.
Diğer tüm gıda maddelerinden daha fazla tüketilen en kalitesiz ekmek yaklaşık yüzde 200 oranında artmış, daha iyi kalitede olan ekmeğin fiyatı ise yaklaşık yüzde 2.000 oranında yükseliş göstermişti.
Et fiyatlarındaki artış ise öncesine nispetle yaklaşık yüzde 4.000 olarak gerçekleşmişti.
Yaşam için gerekli olan diğer tüm malların fiyatları savaştan önceki maliyetlerinin 2 katından 50 katına kadar yükselmişti.
Böyle bir durumun neticesi olarak ülkede tabii bir ticaret hayatının gerçekleşmemesinden ötürü yaşanan kâr kaybı nedeniyle maaş ve ücretlere zam da yapılamamıştı.
1914 sonbaharında örneğin 10 altın veya kâğıt lira alan bir işçi yine 10 lira almaya devam etmişti.
Maaşa yüzde 50 zam yapılıp 10 liradan 15 liraya çıkarılsa bile çalışarak geçinen bir insanın iki yakasını bir araya getirmesi mümkün değildi.
Dahası, söz konusu fiyat artışları nedeniyle ticaretin büyük ölçüde fiilen durmuş olması nedeniyle ülke çapında binlerce çalışan işini kaybetmişti.
Fiyat artışları sadece gıda maddelerinin maliyeti ve satışı ile alakalı değildi. Dükkân ve büro kiraları gibi ev kiraları da artmıştı. Dolayısıyla da esnaf ve tüccarın giderleri yükselmişti. Çalışanların maaşlarına fiyat artışlarına paralel bir surette zam yapılmadığından tüketicinin satın alma gücü kalmamış, esnaf ve tüccar da giderlerini karşılamak üzere elindeki malı daha yüksek fiyattan satma ve elinden çıkarma şansı bulamamıştı.
Bu bağlamda ayakkabı maliyetinden bahsedilebilir.
Savaştan önce bir ayakkabı 2 liraya sipariş edilebilmekteydi.
Aynı ayakkabının savaşın başlamasından sonraki fiyatı 12 liraya yükselmişti.
Kömürün tonu 30 liradan satılmaktaydı…
Hemen belirtmek gerekir ki artan hayat pahalılığı bütünüyle günlük hayatta ihtiyaç duyulan maddelerin azlığından değil, kâğıt liranın değer kaybetmesinden de kaynaklanmaktaydı.
Ayrıca İstanbul'da gıda maddelerinin satın alınması “İttihat ve Terakki Partisi”nin bir dizi siyasi tekeli altında bulunmaktaydı. Dolayısıyla da İttihatçıların tümü değilse dahi en azından muayyen bir kısmı hatırı sayılır miktarda servet edinmişlerdi. Savaştan önce oldukça sade bir hayat yaşamaktan öte imkânı olmayan söz konusu İttihatçılar savaşın tozu dumanı arasında elde etmiş oldukları zenginlik neticesi yemeklerini en güzel yerlerde ve en iyi surette yiyebilmektelerdi. Lokantaya gitmenin oldukça lüks olduğu o günlerde her bir öğün için kurulan mükellef yemek sofrası için 5 ila 10 lira gibi (bir işçinin aylık maaşı tutarındaki) bir ücreti gayet rahat bir şekilde harcayabilmektelerdi. İstanbul ahalisini mustarip kılan piyasaların söz konusu yakıcı ateşi yüksek makamlara sahip olma iştahları tatmin edilemeyen bazı Komite üyelerini "Arz Tekeli" denebilecek bir örgütlenmeye sevk etmişti.
Arz Tekeli ile gerçekleştirilmek istenen amaç, kısaca belirtmek gerekirse, Komite dışı diğer tüm tacirleri dışarıda bırakarak, yaşamsal ihtiyaçların alınıp satılmasıydı.
Bu noktada askeri amaçlara uygun olup olmadığına bakmaksızın Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Paşa büyük ölçüde her şeye el koymaktaydı. Onun bu yöndeki uygulamaları ve piyasadaki spekülasyonlar nedeniyledir ki İstanbul nüfusu için erzak meselesi ciddi bir sorun haline gelmişti.
Bütün bu olumsuzlukları düzeltmek için Talat Paşa çeşitli tedbirlere başvurmak zorunda kalmıştı.
Alınan tedbirlerden ilki İstanbul belediyesinin makul fiyatlarda malzeme sağlamak için gereken düzenlemeleri yapmasından ibaretti. Bir diğer tedbir ise TAN'ın eski yazı işleri müdürü Hüseyin Cahid Beyin başkanlığında "Vurgunculuğu Önleme Komitesi"nin kurulması olmuştu. Üçüncüsü ise “Erzak Nezareti”nin kurulması ve daha sonra intihar edecek olan Kara Kemal Beyin de bu makama bakan olarak atanmasıydı.
Ancak iyi niyetlerle alındığı iddia edilen bütün bu önlemlere rağmen skandalların önüne geçilememişti.
Birkaç yıl öncesine kadar meteliksiz dolaşan bazı önemli İttihat ve Terakki liderlerinin veya bazı üyelerinin Harbiye Nezareti ile yaptıkları sözleşmelerle kendilerini zenginleştirdikleri, gıda maddelerindeki spekülasyonlar, resmi olmayan tekeller ve mevcut savaşın doğrudan veya dolaylı bir sonucu olarak daha başka birçok yollar sözü edilen türden insanların büyük vurgunlar gerçekleştirmesine imkân tanımıştı.
Bu sınıftaki insanlar için savaşın devam etmesi bulunmaz bir nimetti ve “erken” bir barışı önlemek için ellerinden gelen her şeyi yapmaktan çekinmezlerdi.
Vurgunculuğa karşı bir önlem olarak kurulmuş olsa da Erzak Nezareti’nin faaliyetleri neticesinde elde edilen örneğin 213.000 lira (yaklaşık 900.000 Dolar) tutarındaki karın taksimi İttihatçı liderler arasında ihtilaf ve tartışmalara yol açmıştı. En nihayet paranın Vakıflara devredilmesi kararlaştırılmış, rüşvetçiler arasındaki anlaşmazlığı çözmek için dini bir örgütün bu şekilde kullanılması dönemin basın organları tarafından sert bir surette eleştiri konusu edilmiş ve fakat en ilginç olanı ise kendisine aktarılan bu parayı Vakıfların yine İttihatçı liderlerin ortak çıkarları için değerlendirip harcaması olmuştu.
Savaş döneminde İttihatçılarca yapılan vurgunlar ve alınan rüşvetlere dair sorgulamalarda bulunulmuşsa da muazzam miktarda para içeren itirafların sorgulayıcı makam tarafından güvence altına alındığı söylenemez.
Öncelikle vurguncular toplumsal yaşama karşı işlemiş oldukları “cinayet suçu”nu kabul etmedikleri gibi yapılan savunmalarda sorumluluk Genelkurmay başkanın sırtına yüklenmeye çalışılmış, Hüseyin Cahid Beyin yaşanan olumsuzlukları daha ilk başlarda Meclis'e sunduğu belirtilerek İsmail Hakkı Paşanın görevden alınması için çaba sarf edildiği dillendirilmiş ve fakat bu yöndeki çabaların Enver Paşa tarafından bozguna uğratıldığı belirtilmiştir.
Hakikaten de İsmail Hakkı Paşanın umumî mallara el koyması ve bunları kendi adamları vasıtasıyla satması İstanbul ahalisinin ciddi sıkıntılar çekmesine sebebiyet vermiştir. Ancak ahalinin mustarip olmasında sadece İsmail Hakkı Paşanın değil, fakat aynı zamanda daha titiz davranmaması nedeniyle, “Vurgunculuğu Önleme Komitesi”nin de payı olmuştur.
Sorgulamalardan sonuç çıkmaması sorgulamada bulunan makamın tutumu kadar sorgulanan kişilerin açık sözlülükleri konusunda samimi olmamaları ve “hatırlayamama” tarzında bir yol izlemeleri ve dolayısıyla da kendileri ve etrafındakileri kurtarmaya çalışmış olmaları belirleyici olmuştur. Netice itibarıyla gerçekleştirilen vurgunculuğa dair belki çok az şey kanıtlanabilmişse de oldukça sağlam temellere dayanan şüphelerin mevcudiyeti devam etmiştir.
Kim ne derse desin ve her ne şekilde sorgulamada bulunulursa bulunulsun yokluk, kıtlık ve pahalılığın bir alev gibi toplumu sardığı o günlerde muazzam miktarlarda bir paranın öyle ya da böyle muayyen kimselerin elinde biriktiğinde şüphe yoktu. Savaş sonrası maruz kaldıkları karakışta İttihatçıların en azından muayyen bir kısmı gerçekleştirdikleri söz konusu vurgunlar sayesinde hayata tutunabilmişlerdi.
Mondros Mütarekesi'nin imza haberini alır almaz, bir rivayete göre motorlu tekne ile diğer bir rivayete göre ise kabinedeki Bahriye Nazırı Cemal Paşa’nın izinsiz aldığı anlaşılan bir destroyerle Kırım'ın Sivastopol kentine ulaşmak üzere yola çıkmadan önce Merkez Komite üyelerinin her birine sadece 2000 lira avans verilmişti. Ancak komite üyeleri yurt dışında hatırı sayılır rahatlıkta bir hayat sürdürdükleri gibi birçoğu sonraki zamanlarda da gayet rahat bir şekilde yaşamlarını devam ettirebilmişlerdi. Oysaki komite üyelerinin devletten aldıkları maaşları biriktirmeleri söz konusu olmamıştı ve olsa dahi tasarruf etmiş oldukları maaşın miktarı ve öneminden bahsedilemezdi. Ayrıca İttihat ve Terakki'nin dağılmasıyla yakından ilgili olan Teceddüt Partisi'nin kuruluşu için harcanan para da bu noktada dikkat çekiciydi.
Tamamı İttihatçılardan oluşan Teceddüt Partisi'nin kuruluşu için gerekli olan 120.000 lira İttihat ve Terakki fonlaması ile olmuştu ve kurulan bu yeni parti İttihat ve Terakki'nin bir diğer isminden başka bir şey değildi.
Bu ve sair hususlar dikkate alındığında vurgunculuğu önlemek üzere oluşturulmuş olan Erzak İdaresi vasıtasıyla vurgunculuk yapıldığı aşikardı ve zaten kabul edilmekteydi. Özel mülklere el konulması da dahil olmak üzere Komite Üyeleri tarafından türlü vesilelerle yüklü servetler elde edilmişti. Oysaki 1908 siyasi gelişmeleri neticesi Abdülhamid’i tahttan indiren hemen hemen aynı Komite Üyeleri kendilerini, rüşvetçi ve vurguncu olmakla suçladıkları ve haksız ve hukuksuz bir surette mallarına el koyarak Büyükada’ya sürgün ettikleri rejimin eski yöneticilerinden askeri Mektepler Müfettişi İsmail Paşa ile Saray yaverlerinden İsmail Mahir Paşa, Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa, mabeynci Mehmed Ragıp Paşa ve Faik Bey, saray astroloğu ve de çok yönlü hizmetkârı Ebu’l-Huda Es-Sayyadi, Tophane-i Âmire Müşiri Zeki Paşa, Harbiye Nazırı Serasker Mehmed Rıza Paşa, Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa, Bahriyeden sorumlu Hasan Rami Paşa, İstanbul Belediye Başkanı Reşid Paşa ve emsali isimlerin onursal konumuna düşürmüşlerdi.
Komite üyelerinin söz konusu vurgunculuğu bir utanç vesilesi olmuş ve bu utanç dünden bugüne de kendileri için devam etmiştir. Örneğin konu, komplo konusu ile alakası olmasa da, sanıklara karşı toplumda önyargının hâkim kılınması için eski defterleri karıştırmanın mükemmel bir fırsat olduğu düşünülerek İzmir Suikastı vesilesi ile İddia Makamınca gündeme getirilmiş, İttihatçıların gerek yurtdışına kaçışları gerekse vurgunları üzerinde uzun uzadıya durulmuş ve fakat gerçekleştirilmiş olan vurgunculuk konusunun fazlası ile ele alınıp afişe edilmesi halinde mevcut rejimin muhtemeldir ki birçok üyesinin de utandırılmış olacağı hesaba katılarak paranın nasıl kazanıldığı ve kimlerin görüldüğü veya göz ardı edildiği gibi ayrıntılı sorgulamalardan bilinerek kaçınılmıştır.
.
İttihatçılar I. Dünya Savaşını Neden Kaybetti
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti neden yenildi sorusunun bir zamanlar “Almanlar yenilince biz de yenik sayıldık” şeklinde ifade edilmiş olması sonraki zamanlarda yadırganan bir cevap olarak karşılık görmüşse de esasen bu tespiti bütünüyle çöpe atmak da yanlıştır. Zira savaş sırasında Osmanlı Devleti’nin siyasi, askeri, iktisadi ve sosyal açıdan nasıl bir durumda olduğu dönemin ABD Yakındoğu istihbarat raporlarında aşağıdaki cümlelerle ortaya konmuştur.
İttihat ve Terakki Partisi idaresindeki Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na girme kararından Merkez Komitesi'nin haberi olmadığı gibi kabine üyelerinin de bilgisi yoktu. Zira Talat ve Enver Paşa planlarını en yakın arkadaşlarından bile gizli tutmayı uygun görmüşlerdi.
Balkan Savaşları sonrasında Türkiye'nin yalnızlaşması üzerine Mahmut Paşa kabinesi Türk-Alman yakınlaşma politikası izlemiş, Said Halim Paşa kabinesi de, genel olarak tasvip görmese de, az çok aynı politikayı sürdürmek zorunda kalmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu'nda yönetim gücü savaş öncesinde olduğu gibi savaş sırasında da sayıları ancak bir elin parmakları kadar olan bir grubun elindeydi.
Talat Paşa Sadrazam ve Dahiliye Nazırıydı. Enver Paşa ise Harbiye Nazırlığını yürütmekteydi. Bahriye Nezareti’ni ise Dördüncü Kolordu Komutanı ve Suriye Askeri ve Sivil Valisi de olan Cemal Paşa üstlenmişti.
İttihat ve Terakki'nin komite başkan yardımcılarından Midhat Şükrü Beyi de bu noktada unutmamak gerekir.
Zikri geçen isimler İttihat ve Terakki’nin gerçek liderleriydi.
Diğer taraftan bir Osmanlı Meclisi’nin varlığından söz edilebilirse de meclis İttihat ve Terakki Partisinin mutlak kontrolü altındaydı. Dolayısıyladır ki Meclis’ten habersiz bir surette savaş girilebilmiş ve savaşın bidayetinden nihayetine kadar da meclisteki İttihatçı hakimiyetini devirmeye yönelik herhangi bir girişimde bulunulmamıştı. Gerçi böyle bir girişime mevcut liderler ve iktidar tarafından hiçbir surette müsamaha gösterilmeyeceği muhakkaktı. Oysaki söz konusu Komite, kabine bakanlarından kaymakamlara kadar, çoğunluğu devlet dairelerinde görev yapan, ülke geneline dağılmış birkaç yüz üyeden oluşmaktaydı.
Komite üyeleri arasında siyasi açıdan en güçlü olanı sadrazam ve dahiliye nazırı Talat Paşaydı. Harbiye Nazırı Enver Paşa'nın ise Talat Paşadan sonra ikinci sırada geldiği görülmekteydi.
Talat Paşa, imparatorluğun Türk unsuru arasında daha popülerdi. Böyle olmasının nedeni ise büyük ölçüde, onun “ülke çıkarlarını her şeyden önde tuttuğu” inancına dayandırılmıştır. Enver Paşanın Talat Paşaya göre dezavantajlı olması ise “güç” uğruna iktidara talip olması ve “Almanların çok fazla etkisi altında görülmesi” gerçeğinden kaynaklanmaktaydı. En azından aralarındaki fark bu suretle değerlendirilmişti.
Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise güç ve nüfuz açısından Talat Paşa ve Enver Paşa'nın gerisinde kalmıştı.
İttihat ve Terakki Başkan Yardımcısı Midhat Şükrü Bey ise İttihat ve Terakki'nin idarî başkanıydı ve göreve atamalarda ve memleketin iç işlerinde hatırı sayılır derecede nüfuz sahibi biriydi. Ancak uluslararası ilişkilerde önemli bir faktör değildi.
Maliye Bakanı Cavid Bey, Kabine’nin en yetenekli üyesi olarak kabul edilmekteydi. 1914 sonbaharında Türkiye'nin savaşa girmesi sırasında Maliye Bakanı olarak görevinden istifa etmiş, fakat iyi bir finansör olduğuna olan inançtan ötürü Talat Paşa tarafından Maliye Bakanı olarak Kabine'ye yeniden girmesi için ikna edilmişti.
Türkler, Araplar, Osmanlı Rumları ve Ermenilerden oluşan Türk Ordusu, orduların askerî harekâtını yönetmenin yanı sıra birliklerin örgütlenmesi, donatılması ve eğitimi amacıyla hükümetleri tarafından Türkiye'ye gönderilen Alman ve Avusturyalı subayların kontrol ve idaresi altındaydı.
Osmanlı Devleti’nin savaş sırasında sahada Almanya ve Avusturya tarafından sağlanan silah ve giysilerle donanımlı yaklaşık iki buçuk milyon askeri olduğu tahmin edilmekteydi.
Ordudaki Rum ve Ermeniler genellikle Alman ve Avusturyalı subaylar için tercüman, Türk subaylar için sekreter ve emir subayı, büro ve departman yardımcıları, askere alma bürolarının başkanları şeklinde hizmet vermişlerdi. Daha iyi eğitim görmüş olmaları bu tür görevlere getirilmelerini sağlamıştı.
Silah altına girmekten kaçındıkları için özellikle Araplar arasında firar oldukça yaygındı. Diğer taraftan pek çok Osmanlı Rum ve Ermenileri de askerden kaçmak için İstanbul'da ve diğer büyük şehirlerde saklanmayı tercih etmişlerdi.
Bu sınıfın mensupları askerlik için kayıtlarının yapılmaması için askere alma bürolarının bir kısım müdürlerine rüşvet olarak günde 1 ila 3 Türk lirası arasında para ödemeyi sürdürmektelerdi. Öte yandan Türk sağlık teşkilatı görevlisi olsa da bazı tabipler de askere çağırılan kimselerdeki fiziksel kusurları keşfetme becerisi sergilediklerinden rüşvet çarkının bir parçası haline gelmişlerdi.
1 Kasım 1917 tarihine kadar askerlik yapmaya elverişli görülen 17 ila 50 yaş arasındaki her erkek Türk ordusuna nefer olarak kaydedilmişti.
Erkekler genel olarak iyi giyimli ve silahlı olsalar da köylü kıyafetleri içinde çorapsız ve çizmeleri çok kötü olanlarına da tanık olunabiliyordu.
Türk Topçu sınıfının eğitimi ağırlıklı olarak Avusturyalı subayların elindeydi. Süvari ve piyadeler ise Alman subaylarının kontrolü ve yönetimi altındaydı.
Bağdat demiryolu hattı bütünüyle Almanya'nın kontrolü ve yönetiminde bulunmaktaydı. Bunun dışında, Suriye ve Filistin'e giden yollarda bulunan birkaç bin askeri kamyon da yine Alman ve Avusturyalı şoförlerin idaresindeydi.
Daha kötü olan husus ise toprak mahsullerinden beklenen hasılat gerçekleşmediği için ordunun kışın hatırı sayılır acılar yaşayacağının muhakkak olmasıydı. Bu durumun nasıl düzeltilebileceği İstanbul'daki askeri yetkilileri ciddi şekilde endişelendiren en temel sorunlardan biriolmuştu. Fazla stok yapmadıkları için Almanya, Avusturya ve Bulgaristan'ın da Türkiye'ye gerekli gıda maddelerini sağlaması mümkün değildi.
Bu arada İngilizlerin Filistin ve Suriye cephesine yönelik taarruzları ve bu bölgelerdeki başarıları İstanbul ahalisinin Rum, Ermeni ve Arap unsurları arasında büyük bir sevinç ile karşılanmıştı. Halep ve İzmir'den de benzer haberler gelmekteydi. Diğer taraftan Almanya'nın savunduğu her şeye gizlice karşı çıkan ve Doğu'da İngiliz ve Fransız ilerlemesinden ve hakimiyetinden yana olan bir kısım Türkler de mevcuttu.
Rumların ve Ermenilerin İngiliz dilini öğrenme arzularının ve İstanbul'daki İngilizce öğretmenlerine yönelik büyük talep söz konusu unsurların iç dünyalarını ortaya koyması bakımından ilginçti.
15 Kasım 1917 itibarıyla Osmanlı Devleti’nin sahip olduğu borç miktarı 300.000.000 Türk lirası (1.320.000.000 Dolar) civarındaydı. Bu meblağın açık ara büyük bir kısmı Türkiye'nin savaşa girmesinden (29 Ekim 1914) sonrası gerçekleşmişti.
Bu borcun önemli bir kısmı Alman savaş bonolarıydı.
Alman Hükümeti tarafından bu şekilde verilen krediler veya avanslar, Osmanlı Hükümeti tarafından, Alman ve Türk Hükümeti arasındaki borç anlaşmalarına bağlı olarak, savaştan yirmi yıl sonra muayyen dönemlerde, kısmen altın olarak, geri ödenecekti.
Avusturya ve Almanya'nın Türkiye'ye verdiği savaş ikmalleri, ilgili iki hükümet tarafından doğrudan kendi imalatçılarına ödenmekte olduğundan ve kredi bakiyesi hazine bonosu şeklinde daha sonra ülkenin ihtiyacı için dolaşıma sokulduğundan Türk para piyasasının kâğıt parayla dolmasına neden olmuştu.
Savaştan önce Osmanlı Hükümeti'nin Fransız bankerlerle kredi pazarlığı yapmak zorunda olduğunu düşündüğümüzde, Türk Hükümeti'nin (Türkiye için çok büyük) bu muazzam borçtan nasıl kurtulacağını öngörmek oldukça zordu.
1915'in başlarında altınla aynı seviyede olan Türk kâğıt parası giderek değer yitirmiş ve 27 Kasım 1917'de bir Türk Lirası altın, 5.5 kâğıt lira veya yüzde 550 lira değer kaybetmişti.
Altının ve kâğıdın değeri arasındaki fark imparatorluğun çeşitli yerlerinde değişiklik gösterdiğinden birçok tüccar altın alım satımı konusunda spekülasyon oluşturmaya başlamış ve muayyen kimselerin mübadele işlemleri yoluyla önemli servetler edinmesine sebebiyet vermişti.
Mustafa Kemal İstanbul’a adının verilmesini istememişti!
İstanbul fethi bundan tam 573 yıl önce 29 Mayıs 1453'te gerçekleşti. Dolayısıyla ilk defa 1911’de başlatılan İstanbul'un fethi kutlamaları bu yıl da düzenlenen törenler ile bir kez daha tekrarlandı.
İstanbul tarihi süreç içerisinde değişik adlarla anıldı. Fethi öncesinde Byzantion, Augusta Antonina, Nova Roma, Miklagard, Konstantinopolis kullanılan söz konusu isimlerden bazılarıydı.
Bugün kullanmakta olduğumuz “İstanbul” adı ise fetih sonrasında şehre verilen isimlerden sadece birisi oldu. İstanbul, fetih sonrasında Kostantiniyye olarak da anıldı. Arapça, Farsça ve Türkçe ayırımı yapılmadan değişik dillerden isimler ve hatta iki farklı dilden terkipler icat edilmek suretiyle Dersaadet, Deraliyye, Bâb-ı Âli, Pâyitaht, Âsitâne diye de adlandırıldı.
29 Ekim 1923'te Ankara Türkiye Cumhuriyeti'nin başkenti ilan edilince İstanbul’un yıllar boyunca sürdürdüğü başkentlik özelliği sona erdi. Ancak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş, Ankara başkent edilmiş olsa da toplumsal ve bireysel tarihi alışkanlıklar ve siyasi taşkınlıklar tümüyle sona ermemişti.
Bu anlamda 1926-1927’lerde dönemin basın organlarından bir olarak Akşam gazetesi Trabzonlu bir gazetecinin ortaya atmış olduğu teklifi fazlası ile önemseyerek sayfalarına taşımıştı. Trabzonlu gazeteci İstanbul’un adının “Mustafa Kemal Paşa” olarak değiştirilmesini önermekteydi. Gerçi bu teklif bütünüyle özgün bir teklif değildi. Daha öncesinde de İstanbul’un adının “Mustafa İli” olması gündeme getirilmişti. Fakat Ankara bu yönde yapılan gerek önceki gerekse sonraki tekliflerin hiçbirisine teveccüh etmemişti. Mustafa Kemal Paşa mevcut bir şehre kendi adını vermek yerine kendisi tarafından sıfırdan inşa ettirilecek bir şehre adını vermeyi daha gerçekçi bulmuş ve tercih eder gözükmüştü.
Dolayısıyla da şehrin ne Mustafa Kemal Paşa olarak adlandırılması söz konusu olmuş ne de Konstantinopolis, Konstantiniyye veya daha başka bir şekilde anılması uygun bulunmuştu. Nihayet 1930 yılında şehrin tek bir isimle anılması kabul edilmiş o da “İstanbul” olmuştu.
Mustafa Kemal’in ölümünden sonra cumhurbaşkanlığı makamına onun halefi olarak seçilen İsmet İnönü’nün etrafında toplanan ve onun “aziz varlığına yürekten şükran duyan ve mübarek ellerini candan öpen” Naci Tanrısever gibi isimlerin öncüsü Malatya milletvekili Hilmi Bey de “Malatya” şehrinin isminin “İsmet Paşa” olarak değiştirilmesi için Meclis’e öneride bulunmuştu. Ancak Hilmi Beyin teklifi de akim kalmış, olumlu bir karşılık bulmamıştı.
.
KEMALİZM mi!
Yaklaşık bir aydır Anadolu bütün sokakları, evleri, köyleri, ilçe ve illeri kıpır kıpır.
Bir tarafta Kemalizm diğer tarafta Tayyibizm fikri bazda varlık yokluk mücadelesi vermekte.
Çünkü 28 Mayıs Kemalizm ya da Tayyibizmin kalıcı istikbaline gebe.
Kemalizm iktidarı elde edebilmek için her türlü kalıba girmekte, her kesimden seçmeni memnun etmek kastıyla her renge bürünerek gereğinden fazlaca üfürmektedir. Gerektiği zaman çeşit çeşit vaatlerde bulunmakta, gerektiği zaman vaatlerinden dönebilmekte ve yine gerektiği zaman lanet diline yönelebilmektedir. Kemalizm iktidarı elde edebilmek için her şeyi mubah görüp her yolu meşru sayar bir çizgi izlemektedir. Dolayısıyla da söylediklerini, vaat yahut iddia ettiklerini ne anlamak mümkündür ne de iktidara gelmesi halinde icra etmek. Ortada elle tutulabilir, makul denebilecek tek bir vaadi yoktur. Yapılan sadece yanıltıcı ve algı bazlı renga renk balonları göklerde uçurmak, herkese mavi boncuk dağıtmak ve hayal satmaktır.
Kemalizm adına 14 Mayıs akşamı iki büyük şehrin belediye başkanlarının televizyon ekranlarında oynadıkları seçim tiyatrosu kabul etmek gerekir ki hakikaten muhteşemdi. Tıpkı İstanbul Büyük Şehir Belediye Başkanlığı seçimi sırasında olduğu gibi tam bir algı operasyonu sergilendi. Kendisi mazlum, karşısındaki ise zalim yerine konularak mağduriyet rolü oynandı. Sergilenen söz konusu tiyatro oyununda öndeyiz, kazandık, iş bitti, Tayyibizm yıkıldı, işte elimizde ıslak imzalı tutanaklar yollu algı oyunu hakikaten dikkat ilgi çekiciydi. Traji-komik tiyatro oyununda Anadolu Ajansı fazlası ile aşağılanmış, seçim sonuçlarına dair vermiş olduğu haberlere asla inanılmaması, itibar edilmemesi istenerek bir devlet kurumu itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. İki büyük şehrin belediye başkanı kendilerini adeta Anadolu Ajansının yerine konumlandırdı. Ara ara televizyon ekranlarını işgal ederek açılan sandık sayısı ve adayların oy dağılımına dair soncu merak eden 85 milyon Türk insanına ve dost düşman bütün dünyaya doğru olmayan bilgiler sunuldu. Kamuoyu aldatılarak heyecan içerisinde sonucu bekleyen seçmen kitlesi yanıltıldı. İki büyük şehrin belediye başkanının siyasi, idari ve vicdani etiği bakımından bu davranış hiç de uygun olmamıştır.
Kemalizmin seçim propaganda söylem ve filmleri de hakikaten komik, kaba, nezaketsiz ve yanıltıcıdır. Asılan afişler ürkütücü, yapılan anıtım filmleri oldukça çocuksu bir muhteva ile hazırlanmıştır. “Buradayım be burada…” tanıtım filmi komik olduğu kadar da öfke saçmaktadır. Karşısında geri zekalı biri varmışçasına “Bu-ra-da-yım” demektedir. Böyle bir filmi izleyince insan; evet, biliyoruz, oradasın, ama ne işe yararsın ne yapacaksın bize onu söyle, diye düşünmeden edemiyor.
14 Mayıs seçim neticesi göstermektedir ki Tayyibizm bu ülkede kök tutmuş ve kökleşmeye başlamıştır. Yaklaşık çeyrek asırdır iktidarda olmasına, bütün yıpranmışlığı ve kusurlarına ve daha da önemlisi dış dünyanın aleyhteki propagandasına rağmen yıkılmamış, ayakta kalmasını başarabilmiştir. Öyle anlaşılmaktadır ki Tayyibizm 28 Mayısta önündeki bütün engelleri silip süpürecektir. Türkiye erdemlerini gizleyen küllerinden ve nefret edilen kötü huylarından ve sahte gülüş, davranış ve söylemlerinden arınarak içte ve dışta yeni yüzyılın en parlak yüzlerinden birisi olacaktır. Garip ama gerçek şu ki şayet seçimi Kemalizm kazanırsa Türkiye’de ne kemal ne de Kemalizm kalacaktır.
.
DÖNEMİN TÜRK BASINININ GÖZÜYLE SULTAN VAHDEDDİN’İN VEFATI
Sultan Vahdeddin bundan tam 97 yıl önce 16 Mayıs 1926’da ve 65 yaşında vefat etti.
Sultan Vahdeddin 17 Kasım 1922’de ayrıldığı İstanbul’dan önce Malaya gemisi ile Malta adasına, oradan Hicaz’a, bilahare Mısır’a gitti. Nihayet kendi isteği hilafına yerleşmek zorunda kaldığı İtalya’nın San Remo şehrinde 1926 yılı baharında, 16 Mayıs Cumartesi günü akşamı, İngiliz arşiv belgelerine ve Reuter Ajansı’nın verdiği habere göre, apopleksi (felç) nedeniyle[1] diğer bir açıklamaya göre ise kalp yetmezliği nedeniyle vefat etti.
Ancak onun vefatı Türkiye’de siyasi ve idari çevrelerde hiçbir ciddi akis uyandırmadı; bilakis vefatı dönemin Türk basını tarafından umursamazlık içerisinde ve oldukça olumsuz bir surette dillendirildi. O tarihlerde Türk basınında yer alan yazılarda sadece Vahdeddin’e değil, Vahdeddin vesilesi ile bütün Osmanlı padişahlarına olumsuz surette laflar edildi. Osmanlı padişahlarının fırsatçı, çıkarcı, Türklük için değil kendi menfaatleri için çalışan, memlekete ve millete bir hayrı olmayan kabilden kimseler olduğu belirtildi.
Akşam gazetesinde Vahdeddin’in vefatına dair yer verilen bir yazıda örneğin şöyle denilmekteydi:
Padişahların sonuncusu, işlediği suçların gerektirdiği cezayı görmeden San Remo'da vefat etmiştir. Ülkesinden kaçtıktan sonra Vahdeddin rahat durmadı. Türkün düşmanlarını arayıp bularak yeni suçlar işlemek için onlarla iş birliğinde bulundu. Ölmüş olsa dahi sessiz kalamayız; vatanseverlik görevimiz bize bunu yapmamamızı emrediyor ve emretmeye de devam edecek. Tüm bu olayların ortasında yaşadık ama çocuklarımız önemini kavrayamadı. Hepimize düşen görev, son padişahların nasıl yaşadıklarını ve padişahtan ne kastedildiğini onlara anlatmaktır. Gençlerimiz bilsinler ki altı buçuk asır Türkiye'nin mukaddes kaderiyle oynayıp onlara zarar veren sadece Vahdeddin değildir. Halkımız hem onun hem de aralarında deliler, ahlaksızlar ve suçluların da bulunduğu ataları yüzünden acı çekmiştir. İstisnalar da vardı ama Türklüğe karşı affedilemez suçların işlenmesi konusunda bütün padişahlar aynıydı. Osman'ın çocuklarına Türk olduklarını unutturmaya çalıştılar. Osmanlı tarihi bunu ispatlıyor, Türk milletinin adı bile geçmiyor. Osmanlı tarihinin bir hanedanın tarihi olmadığı söylenebilir. Halk savaştı ama galip gelen hep padişah oldu. Vahdeddin'in ortadan kaybolmasıyla, zaman zaman sadece ders almak üzere gözden geçirmemiz gereken bu menfur tarihin son sayfası yazıldı.
Sultan Vahdeddin ve Osmanlı padişahlarına Türk basını ve o basının idarecileri ve onların da arkasındakilerin bakışı bu şekilde iken kendisini ve ceddini suçlayıp aşağılayan ve Türk saymayanlara karşı Sultan Vahdeddin’in yaklaşımı da esasen çok da farklı değildi. O, kendisine ve ceddine gadredenleri bir beyanındaki ifadeleri ile:
İster askeriyeden ve isterse başka bir sınıftan olsun, din, ırk ve vatanlarının ne olduğu meşkûk olan karışık kimselerin meydana getirdiği küçük bir gurup[2]
olarak tanımlamıştı.
Yine o aynı beyanının devamında:
Bazı kimseler beni vatana hıyanet ile itham ederler. Onların bu ithamı benim onların saçmalıklarına muvafakat etmeyişimden kaynaklanmaktadır
demekteydi.
Nihayet o, kendisine karşı yapılan ithamları şu cümlelerle tamamlamıştı:
Vatanımızda meydana gelen ve son Ankara Meclisi’nin almış olduğu vatanın müdafaası hususunda hiçbir hüsn-i niyet taşımayan kararlarından neşet eden benimle muarızlarım arasındaki ihtilafın sebebini özetlemek üzere diyorum ki: Türk devletinin ismi ceddim Osman Gazi’den I. Selim’e kadar Osmanlı saltanatı idi. Hilafetinin alınmasıyla ise “Muhammedî Saltanat” şeklini aldı. Beni haksız yere vatana ihanet ile suçlayanlar, hilafeti, hukukundan ve nüfuzundan tecrit ederek ona zarar verdiler, Muhammedî saltanatı yıktılar. Bu davranışlarıyla yalnızca vatanlarına değil, fakat aynı zamanda tüm İslam âlemine de ihanet ettiler.
Ödeyemediği borçları yüzünden alacaklıları tarafından Sultan Vahdeddin’in cenazesine haciz koydurulmuş olmasına dönemin Türk basının yaklaşımı da hakikaten ibret alınması gereken bir durum arz eder.
Vefat ettiğinde Sultan Vahdeddin’in cenazesinin haczedilmesine sebebiyet veren borç miktarının azlığı ve çokluğu bir tarafa alacaklılarının talebi neticesi verilen karar dolayısıyla defin işlemleri bir süre yapılamamıştır. Aile fertleri arasında büyük bir güçlükle toplanabilen parayla hacze nihayet son verilebilmiş ve son sultana çok mütevazı surette bir cenaze töreni yapılabilmiştir.
Sultan Vahdeddin’in ölümü üzerine zaten zor durumda bulunan ve ellerindeki birkaç kuruşu da haczin kaldırılmasını sağlamak için sarf eden ve dolayısıyla maddî açıdan daha da sıkıntılı bir duruma düşen ailesi efradından bir nebze maddî imkânı olanlar veya maddî imkân bulabilenler sağa sola dağılmaya ve başka yerlere gidip yerleşmeye başlamışken alacaklıların Sultan Vahdeddin’in cenazesine haciz koydurmuş olmaları dönemin Türk basını tarafından ise Sultan’ın şahsının alaya alınması için kullanılmıştır. Türk basını konuya dair San Remo’dan gelen haberlere fazlası ile ilgi göstermiş ve bu yöndeki haberleri Vahdeddin aleyhine oldukça ağır ve aşağılayıcı bir üslupla sütunlarına taşımıştır.
O günkü Türk basınının borç ve haciz haberlerine önem vermesinin temel nedeni ise vefat etmiş olmasına rağmen Sultan Vahdeddin’i alaya alma maksatlı olmuştur. Ancak bu durum muhafazakâr halk kesimi nezdinde olumsuz hiçbir etki doğurmadığı gibi Cumhuriyet’in popülaritesini artırma noktasında da hiçbir yarar sağlamamıştır.[3]
Denilebilir ki Sultan Vahdeddin, kanından ve canından gelen birinci derecedeki varislerine ödemekte oldukça zorlanacakları bir borç ve o borca bağlı olarak hacizli bir ceset bırakarak vefat etti. Vefatı sonrası Vahdeddin’in varislerine bıraktığı miras hatırı sayılır derecedeki maddi bir borç ve haczedilmiş bir ceset olmuşken, yakın dönem tarihçi ve siyasilerine kalan miras ise içinden pek de kolay bir surette çıkılamayacak derece çetrefil ve bir o kadar da tartışmalı haldeki “siyasî tarih” olmuştur.
Onun naçiz cesedi üzerinde alacaklıları tarafından getirilen haciz, varislerinin borçları ödemeleri ile son bulmuş ve cenazesi Şam’a nakledilip Yavuz Sultan Selim Camii Haziresi’ne defnedilmiş olsa da yakın tarihimizin üzerine çökmesinde kendisinin de payı bulunduğu kesif siyasî sis perdesi ve oldukça karmaşık olaylar yumağı bugüne kadar henüz tam anlamı ile aralanıp çözümlenebilmiş değildir. Bu nedenledir ki, kimileri onu hâlâ hain olarak anıp lanetlemekte, kimileri ise gerçek bir sultan ve vatanperver olarak kabullenip rahmetle yâd etmektedir. Öyle anlaşılmaktadır ki bu durum bir “Jön Türk” siyasi mirası olan ve her muhalifi “hain” olarak görüp damgalama geleneğinden vazgeçilmesine ve başta Sultan Vahdeddin olmak üzere yakın dönem siyasilerinin kaleme aldıkları “hatıralar”ın tam bir serbesti içerisinde neşredilmesine kadar da devam edecektir.
Rahmet dilerim. Mekânı cennet, makamı âli olsun.
[1] FO: 371/11554. E 3063/3063/44. 19 May 1926.
[2] Bu beyannamenin Arapça metni ve İngilizce tercümesi için bak: FO: 686/123.
İsmet İnönü İngiltere ve ABD’den Savaş’a girmek için cevap bekliyordu
Ankara’da bulunan ABD Büyükelçiliğinden Wilson imzalı ve “Gizli” kayıtlı 3 Ekim 1945 tarihi ile ABD Dışişleri Bakanlığı’na gönderilen telgrafta Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na neden katılmadığı konusuna dair ilginç bilgiler yer almaktadır.
Dünyanın yaşadığı elim savaşlardan biri olarak İkinci Dünya Savaşı, 1939-1945 yılları arasında cereyan etti. Dönemin büyük devletleri ve ülkelerin büyük çoğunluğu bu savaşta yer aldı. Savaşa katılan devletler Müttefikler ve Mihver adı verilen iki askerî ittifaktan birinde yer aldı. Almanya'nın Polonya'yı istila etmesi (1 Eylül 1939) ve Birleşik Krallık ve Fransa'nın Almanya'ya savaş ilan etmesi ile (3 Eylül 1939) İkinci Dünya Savaşı başlamış oldu. Bu savaş için 100 milyondan fazla insan seferber oldu. Tanklar, zırhlı araçlar, savaş uçakları, uçak gemileri, roketler ve nükleer silahlar savaşın en temel unsurlarını oluşturdu. İnsanlık tarihindeki en ölümcül savaşlarından birisi olarak bu savaşta 100 milyona yakın insan hayatını kaybetti. Ayrıca milyonlarca kişi kötürüm kaldı.
Nihayet Avrupa'daki savaş, Alman işgali altındaki bölgelerin geri alınması ve Almanya’nın istilası, Adolf Hitler'in intiharı sonrası 8 Mayıs 1945'te Almanya'nın koşulsuz suretteki teslim olması ile sonuçlandı.
İnsanlık tarihinde atom bombasının ilk defa kullanıldığı bu savaş, İngilizler ve Sovyetlerin kazandığı Almanlar ve Japonların ise kaybettiği bir savaş oldu.
İkinci Dünya Savaşı yıllarında İsmet İnönü cumhurbaşkanıydı.
Türkiye İkinci Dünya Savaşı’nda yer almadı.
Bu durum İsmet Paşanın büyük bir siyasi öngörüsü olarak değerlendirildi ve hala da o şekilde değerlendirilmeye devam edilmektedir.
Yukarıda sözü edilen telgrafta İkinci Dünya Savaşı ve Türkiye’nin savaş karşısındaki durumu konusunda, bizatihi İsmet İnönü’nün beyanlarına dayalı olarak, ilginç bilgilere yer verilmiştir.
Söz konusu belgenin muhtevasını yorumlanmaya itiyaç duymayacak kadar açık olup şöyledir:
Cumhurbaşkanı İnönü, dün [3 Ekim 1945] Sayın [Ohio Kongre Üyesi Bayan Frances] Bolton ve [Dakota] Kongre Üyesi [Karl E.] Mundt'u bir buçuk saat süren görüşme için kabul etti.
Cumhurbaşkanı, yurtdışında gerçeklerin büyük ölçüde bilinmemesi nedeniyle yanlış anlaşıldığını hissettiği Türkiye'nin savaş sırasındaki konumu hakkında çok açık ve ayrıntılı bir şekilde konuştu.
Belirttiği ilgi çekici noktalar kısaca şöyleydi:
[İngiliz Dışişleri Bakanı Anthony] Eden'den sonra 1942 baharında Moskova'da Stalin görüşmeleri İngiltere tarafından Türkiye’ye hem İngiltere'nin hem de SSCB'nin Türkiye'nin tarafsızlığından tamamen memnun olduğu bilgisi verildi. Ancak Sovyetler Birliği daha da ileri gitti ve hükümetinin talimatıyla Ankara'daki Sovyet Büyükelçisi, Türk Hükümetine, SSCB'nin Türkiye'yi Nazi Almanya’sına karşı bir "siper" olarak gördüğünü ve Türkiye'ye bu konumunu koruması karşılığında savaşın bitiminde Varna'dan Burgaz'a Karadeniz Sahili dahil olmak üzere Bulgaristan'ın güneyi ve Oniki Adaların verilmesi gerektiğine inanıyordu.
Ocak 1943'te Başkan İnönü, Adana'da Churchill ile görüştüğünde, Churchill, İngiltere'nin Türkiye'ye bir miktar savaş malzemesi sağlama niyetinde olduğunu, bunun herhangi bir koşul olmaksızın yapıldığını ve Türkiye'nin hangi yolu izlemek istediğine özgürce karar verebilecek bir konumda olacağını söyledi.
Ancak yeterli savaş malzemeleri hiçbir zaman verilmedi.
Cumhurbaşkanı İnönü, Aralık 1943'teki Tahran Konferansı'nın ardından Kahire'de Başkan Roosevelt ve Churchill ile görüştüğünde, kendisinden savaşa girmesi istendi.
İsmet, Türkiye'nin prensipte savaşa girmeye hazır olduğunu, ancak Türkiye'nin girişinin kesin koşullarını, nerede ve nasıl ve hangi birleşik askeri planlara uygun olarak bilmek istediğini söyledi.
Ancak ne konferansta ne de daha sonra ABD veya İngiltere'den herhangi bir yanıt alabildi.
Beklendiği gibi SSCB, Kahire Konferansı'nda [Sovyet Dışişleri Bakanı Andrei] Vishinski tarafından değil de Ankara Sovyet Büyükelçisi [Sergey] Vinogradov tarafından temsil olundu ve Kahire'de herhangi bir talepte bulunmadı. Ancak Sovyet Hükümeti daha sonra Türkiye'ye “Rusya’yla” savaşa girmesi için baskı yaptı. Bu, diğer şeylerin yanı sıra, Rusya'nın Türk kuvvetlerini Yunanistan'da istihdam etmeyi amaçladığı ve bu Türk Hükümetinin kabul edemeyeceği anlamına geliyordu. Diğer bir deyişle, Türkiye, Türk kuvvetlerinin istihdamı için İngiltere ve ABD'nin stratejik planlarına dahil edilmiş olsaydı, Aralık 1943'ten itibaren Almanya'ya karşı savaşa girmeye hazırlanmıştı.
Röportajın sonunda Başkan İnönü, Türkiye'nin tutumunu kamuoyuna açıklamanın uygun olup olmadığını düşündüğünü ve muhtemelen bunu önümüzdeki ay yapacağını söyledi.
(1 Kasım Millet Meclis açılışında verdiği mesajla bağlantılı olarak açıklama yapmayı düşündüğünü sanıyorum).
.
ABDÜLHAMİD’İN ÖLMESİNİ DÖRT GÖZLE BEKLEYENLER
Sultan Abdülhamid yaklaşık bir asır önce vefat etti. Ancak kendisine olan husumet ve düşmanlık o gündür bugündür hiç bitmedi.
Dün; o daha hayatta iken her gün ve her lahza aleyhinde dedikodular yapıldı, en ufak bir bedeni rahatsızlığında Abdülhamid’in ağır bir surette hasta olduğu, ölmek üzere bulunduğu ve hatta öldüğü yazılıp çizildi ve bu durum dilden dile, kulaktan kulağa intikal ettirildi. Zira Abdülhamid’in ölmesini dört gözle bekleyenler vardı. Onu sevmeyenler, ondan nefret edenler onun sadece ölmek üzere olduğu veya öldüğü yalanı tezviratında bulunmadılar, bilakis ölmesi için hasretle ve samimiyetle dua edip temennilerde bulundular. Fakat Abdülhamid böbrek hastası olmasına ve bu hastalıktan kendisini zaman zaman yatağa düşürecek kadar mustarip olmasına rağmen ölmedi. Maruz kaldığı sağlık problemlerinin her birinden her defasında kurtuldu ve tam 33 yıl tahtta kalıp hüküm sürdü. Yurtiçi ve yurtdışındaki muhalifleri, onu sevmeyenler, ondan nefret edenler ve ölmesini dileyenler ise o tahtta kaldığı sürece, tam 33 yıl boyunca her gün, her saat ve her an ölüüüp ölüp dirildiler. Strese girdiler, adeta akıllarını yitirip delirdiler. Öyle ki Abdülhamid muhaliflerinin Abdülhamid husumeti ve düşmanlığı, kanları ve genleri yoluyla kendilerinden sonra gelen nesillerine siyasal bir miras olarak kaldı.
Dün olduğu gibi bugün de muayyen çevreler tarafından Abdülhamid düşmanlığı gayet sıkı bir surette sürdürülmektedir. Abdülhamid, Hamidiye, İslam denince Abdülhamid düşmanlarının adeta ödleri kopmakta, gözleri yuvalarından fırlamaktadır. Abdülhamid’e ve onun izinden gitmeye çalışanlara nefret kusulmakta, çarşıda, pazarda, yolda, sokakta alenen ve tam bir hadsizlik içerisinde Abdülhamid’in siyasi mirasına sahip çıkanlara pervasız bir surette lanet ve belalar okunarak kinler kusulmaktadır.
Abdülhamid’e ve mirasına düşmanlık etme noktasında ona muhalif olanların okumuş olanları ile cahil kalanları arasında hiçbir fark da yoktur. Bu sınıfa mensup olanların cahilleri cahillikleri dolayısıyla Abdülhamid’den nefret etmekte iken kendilerini entelektüel sayan Abdülhamid muhalifleri ise nefret, lanet ve düşmanlıklarına iftira ve yalan da katmaktadırlar.
Basında çıkan yazılarda Abdülhamid’in içki içtiği yalanı ısrarla savunulmakta ve bunun için arşiv kayıtlı güya belgeler sunulmaktadır. Bir arşiv kaydında geçen alkol satın alındığı bilgisi, Yıldız Sarayı’na alındığı belirtilmiş olmasına rağmen, Abdülhamid’in içki içtiği şeklinde değerlendirilip dillendirilmekte; mal bulmuş mağribi gibi, işte vesikası, cehaleti ile yazılıp çizilmektedir. Aslında bu türden yazılar kaleme alıp ve güya belgeler sunanlar kendi cehaletlerini ilan ettiklerinin farkında bile değildirler.
Oysaki Yıldız Sarayı için sadece bir defa değil her zaman alkol alınmıştır ve yüzlerce, binlerce lira da para ödenmiştir. Bu yeni bir tespit olmayıp herkesçe bilinen bir gerçektir. Böyle bir satın alma Kilercibaşının asli görevlerindendir. Zira İstanbul’daki diplomatik misyon temsilcileri başta olmak üzere İmparatoriçe Öjeni, Anna Bowman Dodd, Sarah Bernhardt, Amerikalı Prima Donna Laura Marquerite Schirmer, Bayan Cookesley, Maria Gorlenko-Dolina, Prenses Milena, Kraliçesi Karmen Silva, Bayan Charlotte Guest Layard, Bayan Dufferin, Bayan Currie ve İmparator Wilhelm ve İmparatoriçe Augusta ya da ABD büyükelçileri John G. A. Leishman, A. W. Terrell ve Arthur Conan Doyle (Sherlock Holmes), Fransa Büyükelçisi Horace Porter ve Kont, Kontes Geza Andraşi ve daha nice hatırı sayılır bay ve bayan yabancı misafirler Yıldız Sarayı’nda yemeğe davet olunmuş ve Kilercibaşı tarafından Saray’a her çeşidinden satın alınan alkollü içeceklerden kendilerine ikram olunmuştur.
The Anaconda Standard gazetesinin 26 Kasım 1895 tarihli sayısında Abdülhamid’in şahsı ve idaresinin ele alındığı ve dolayısıyla içki konusuna da temas edilen oldukça uzun yazıda:
Onun özelliklerinden birisi, misafirlerine özellikle en kaliteli ve en pahalı şarap ve likörleri ikram ederken kendisinin sadece su içmesidir[1]
denilmektedir.
6 Mayıs 1891 tarihli The Democratic Press gazetesi de Abdülhamid’in içkiye olan yaklaşımını dile getirirken:
İslam’ın yasaklamış olmasından ötürü o kesinlikle alkollü içeceklere dokunmaz, bol miktarda şerbet içer[2]
beyanına yer verilmiştir.
Yıldız Sarayı’nda yabancılar için kurulan ziyafet sofrasında alkollü içeceklere yer verilmesi Abdülhamid tarafından izlenmekte olan ince bir siyasetin neticesiydi. Tıpkı ABD başkanlarının Ramazan ayında davet ettiği Müslümanlar için Beyaz Saray’da hazır edilen iftar menüsü gibi.
Beyaz Saray’da hazır edilen iftar menüsünde muhakkak ki hurma da vardı. Ve dahi zemzem. Ancak menüde bulundurulmak üzere Beyaz Saray kilercibaşısı tarafından hurma ve zemzem satın alınmış olması ABD başkanlarının ne Müslüman oldukları ne de oruç tuttukları veya yemeklerinde hurma yiyip zemzem içtikleri anlamına gelir.
Anlaşılan o ki kendilerine cetlerinden miras olarak kalan Abdülhamid düşmanlığı bu memleketin bir kısım çocuklarının hakşinas olmalarını ve hakkaniyetli davranmalarını yok ettiği gibi idraklerini de köreltmiştir. İdrak yoksunu kimselerin dünden bugüne ve bugünden yarına ne Abdülhamid’i ne de Abdülhamid’in benimsediği hayat felsefesini benimsemiş olan ahfadını anlayıp sevmeleri olası gözükmektedir. Bunlar bilakis her daim Abdülhamid’i lanetlemeye ve ahfadını da “Abdülhamitçi” olmakla itham etmeye, ahfadının ölmesini dilemeye ve ölümünün gerçekleşmesi halinde bundan mutluluk duymaya devam edecek bir haldedirler. Ancak ne var ki Abdülhamid’in siyasal mirasının son bularak manen ölmesini bazıları arzu etse de onun adına ve siyasal mirasına sahip çıkıp yaşatacaklar olanlar bu memlekette her daim var olacaklardır.
[1] The Anaconda Standard, November 26, 1895.
[2] The Democratic Press, Ravenna, O., May 6, 1891; Kalgoorlie Miner (WA: 1895 - 1950), 25 May 1918; Star, 16 October 1909.
.
ŞEKER BAYRAMI” DEĞİL “RAMAZAN BAYRAMI”
Dünden bugüne İslam dünyasında kutlanan iki önemli bayram vardır. İlki, yakın zamanda idrak ettiğimiz bir ay süre ile tutulan oruç ibadetinin nihayetinde kutlanan Ramazan Bayramı, diğeri ise Kurban Bayramıdır.
İlkinin Ramazan Bayramı, diğerinin ise Kurban Bayramı şeklinde hususi bir ad/terminoloji ile adlandırılması dini kaynak ve kurallara bağlı olarak gerçekleşmiştir.
İfası emredilen ibadetlerin muhtevaları dolayısıyla o suretle adlandırılmış bulunmaları da esasen son derece yerinde olmuştur.
Ancak kendilerini hiçbir surette alakadar etmediği halde bu bayramların gerek varlığına gerekse adlandırılma biçimlerine karşı muayyen bir kesim tarafından itirazlar da eksik olmamıştır.
Kurban Bayramı örneğin, işaret edilen kesim tarafından hayvan katliamı olarak görülmekte ve gösterilmeye çalışılmaktadır. Ancak her ne hikmetse insanların inanç ve itikatları nedeniyle hayvanları kurban etmelerine itiraz edenler ve bu suretteki bir ibadeti kan dökücülük olarak görenler ve göstermeye çalışanlar ekolojik dengeyi bozduğu iddiası ile hususiyle Batılı muhtelif ülkelerde muhtelif cinsten binlerce, yüzbinlerce hayvanın anlamsız bir şekilde telef edilmesi vahşetine hiçbir surette ses çıkarmamaktadırlar.
Kurban Bayramı’nı kan dökmek olarak görenler Ramazan Bayramı’nı ise asıl, doğru ve asli adının dışında başka bir adla, Şeker Bayramı şeklinde anmakta ve anılmasını sağlamya çalışmış ve çalışmaktadırlar. Bu suretle milyonlarca insanın kutsiyetine inanarak bir ay süreyle sahurlara kalkarak oruç tuttuğu, iftarlar açarak teravihler kıldığı ve Kur’an okuyup sadakalar dağıttığı bu ayı ve nihayetindeki bayramı son derece basit ve sıradan bir ay ve bayrammış gibi göstermeye çalışılmaktadırlar. Dolayısıyla da Ramazan Bayramı’nı bilinçli olarak Şeker Bayramı şeklinde zikretmektedirler.
Oysaki başı rahmet, ortası mağfiret sonu cehennem azabından kurtuluş olan ve dolayısıyla rahmet, mağfiret ve cehennemden kurtulma hali ve vaktinin bayram olarak kutlanmasını Ramazan Bayramı şeklinde değil de Şeker Bayramı şeklinde adlandırmanın ne dini ne de akli mesnedi vardır.
İnanç gereği ibadet ile geçirilen ve nihayetinde manen temizlenilen bir ayın nihayete ermesinin Şeker ile ne ilgisi olabilir ki!
Oysaki Ramazan Bayramında ikram olunan şeker; Ramazan’ı idrak ile ifa etmiş ve rabbinin manevi ikramlarına ermiş bulunan Müslümanların elde ettikleri manevi kazançtan ötürü kendilerini tebrik edenlere mutluluklarını izhar etme vesilesi kıldıkları nesnenin adıdır.
Kaldı ki Türk toplumunda şeker ikramı Ramazan Bayramı günlerine mahsus olan ve sadece bayramdan bayrama sunulan bir ikram da değildir.
Hal böyle olmasına rağmen yazılı ve görsel basının muayyen bir kısmının bu bayramı Ramazan Bayramı yerine hususiyle Şeker Bayramı şeklinde ve şeker vurgusu ile yapması tesadüfi değildir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Ramazan Bayramı’nın bazı kesimler tarafından günümüzde hala Şeker Bayramı olarak zikredilmesi bugünün meselesi değildir. Bu yöndeki kullanımın mazisi Cumhuriyet’in ilk yıllarına kadar uzanmakta olup 1935 yılında çıkarılan 27/5/1935 TARİH VE 2739 SAYILI ULUSAL BAYRAM VE GENEL TATİLLER HAKKINDA KANUN ile yakından alakalıdır.
1935 yılında yapılan söz konusu düzenlemede dini ve resmi bayram ayırımı yapılmadan tek bir kalıba sokulmuş ve bahsi geçen kanunun ikinci maddesinde Genel Tatil Günleri başlığı altında toplanmıştır. Her ne hikmetse Ramazan Bayramı’nın da adı değiştirilerek Şeker Bayramı şeklinde zikredilmiştir. Dolayısıyla da İslam’a ait olan iki bayramdan birisinin adında aşikar bir surette tahrifat yapılmıştır.
1981 yılına kadar mevcudiyetini koruyan bu kanun ve tahrifat nihayet 19 Mart 1981’de yürürlüğe giren ULUSAL BAYRAM VE GENEL TATİLLER HAKKINDA KANUN (Kanun Numarası: 2429 Kabul Tarihi: 17/3/1981 Yayımlandığı R. Gazete: Tarih: 19/3/1981 Sayı: 17284 Yayımlandığı Düstur: Tertip: 5 Cilt: 20 Sayfa: 227.) ile son bulmuş, bayramlar dini ve milli şeklinde iki kategoride toplanmış ve Şeker Bayramı ifadesi de Ramazan Bayramı şeklinde düzeltilmiştir.
Hal böyle olmasına rağmen bugün hala Ramazan Bayramı’nı Şeker Bayramı olarak zikredenler şayet bunu cehaletlerinden ötürü yapıyorlarsa bu durum mazur görülebilir. Bilakis kötü niyet, kasıt ve dini yozlaştırma maksatlı olarak Şeker Bayramı deniliyorsa bu durum, milyonlarca insanın dini değerlerine ve toplumsal huzur ve sükunu sağlamaya yönelik kanunlara saygısızlıktan ötürü mazur görülemez bir durumdur.
Ne dünden bugüne dini metinlerde ne de mevcut resmi kayıtlarda Şeker Bayramı diye bir tanımlamanın olmadığı ortadadır.
İşin bahanesini bayramda ikram edilen şeker teşkil ediyorsa, unutmamak gerekir ki şeker ikramı dünden bugüne Türk toplumunda her gün, her saat söz konusudur. Ziyaretine gidilen her insan kendisini ziyarete gelene şeker, çikolata ikram eder, kolonyağı tutar. Hatta ziyaretçinin ziyaret edilen nezdinde birazcık hatırı varsa kendisine çay, biraz daha fazla itibarı varsa kahve ikram edilir.
ÖZENİLEN İTTİHATÇILIK BU ÜLKE İNSANLARINA BAHAR DEĞİL ÖLÜM GETİRDİ
31 Mart 1909’da Sultan Abdülhamid’i tahttan indiren Enver, Talat, Cemal, Mahmut Şevket ve emsali Jön Türk liderlerinin dillerinde Sultan Abdülhamid ve idaresini lanetleyen özgürlük, eşitlik ve kardeşlik tarzı ithal söylemler vardı.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sonrasında imparatorluğa bahar geleceği iddia olunmaktaydı. Ancak ihtilal sonrasında ülke bütünüyle kan deryasına dönmüş, onlarca insan asılmış, kurşuna dizilmiş ve binlerce insan yurdundan yuvasından edilerek sürgüne gönderilmişti.
Öyle ki Hareket Ordusu daha İstanbul’a girmeden Jön Türkler kendilerine muhalif insanları tutuklayıp cezalandırılmaya başlamıştı. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti mensubu diye nitelenen birçok insan 21 Nisanda feci surette dövülmüş, 22 Nisan günü ise 330 kişi tutuklanarak hapsedilmişti.
İttihatçı ordu daha Ayastefanos/Yeşilköy taraflarında iken Jön Türkler Saray’a mensup bazı isimleri isyan hadisesi ile alakalı görüp talep etmişlerdi. Abdülhamid’in yaveri Şakir Paşa, sabık sadrazam Kâmil Paşanın oğlu Tuğamiral Said Paşa, ikinci harem ağası Emin Bey, Emlak-ı Şahane Nazırı Halit Bey ve Abdülhamid’in hususi tabibi Nureddin Paşa bu minvalde kendilerine teslim edilmesi talep edilmiş kimselerdi.
Daha İstanbul’a girilmeden başlatılan tutuklama ve kurşuna dizmeler şehrin teslim alınmasından sonra ise bir hayli asker ve sivilin tutuklanarak feci suretlerde cezalandırılmaları ile devam etmişti. Öyle ki şehirde hemen her saat başı günlerce süren tutuklama ve cezalandırmalar söz konusu olmuştu.
Jön Türkler bu noktada isyandan sorumlu gördükleri herhangi birinin kaçmasını önlemeye çalışmışlardı. Bu maksatla İstanbul mahalleleri Hareket Ordusu neferleri tarafından kuşatmaya alınmış, gruplar halindeki askerler ellerindeki listede isimleri olan asileri bulmak üzere şehrin muhtelif yerlerinde dolaşmaya başlamış ve pek tabii ki şehri de yağmalamışlardı.
Jön Türklerin esasen 31 Mart hadisesi dolayısıyla öncelikle İstanbul’da ve genel olarak da imparatorluk dahilinde tam bir temizlik yapma niyeti mevcuttu.
Hareket Ordusu’nun önde gelen askeri kumandanlarından biri bu duruma işaretle:
Tam bir temizlik yapmak niyetindeyiz. Son darbeyle bağlantısı olduğundan şüphelenilen herkesi yargılayacağız. Kişiye ve makama saygı gösterilmeyecektir. En yükseği bile kaçamaz. Başkent'e yavaş yaklaşmamızın nedeni, muhtemel bir dış müdahale için bir mazeret teşkil edecek karışıklıklardan kaçınmaktır
beyanında bulunmuştu.
Makedonya birliklerinin komutanı Mahmut Şevket Paşa da Jön Türklerin tutumunu şu şekilde ifade etmişti:
İşleri aceleye getirmeyeceğiz, ancak şehri isyancılardan ve genel olarak istenmeyenlerden temizlememiz ve bu amaçla bir süre daha kuşatma durumunu sürdürmemiz gerekiyor. Şu anda Harbiye Nezareti'nde 13 Nisan (31 Mart) isyanını araştırıyoruz ve bu isyanın kışkırtıcılarını ne kadar yüksek rütbeli olursa olsun cezalandıracağız.
Böyle bir niyetin neticesinde örneğin İttihatçılar 24 Nisan Cumartesi gününden 26 Nisan Pazartesi sabahına kadarki 3 günde içlerinde yüksek kademeden isimlerin de olduğu 10.000’den fazla kişiyi tutuklanmıştı. Sadece Harbiye Nezareti kışlasında 6.000 tutuklu bulunmaktaydı.
26 Nisan itibarıyla yüzlerce tarikat mensubu da dâhil olmak üzere gerici sayılan 4.000 asker tutuklu haldeydi.
Jön Türkler asi, casus ve gerici saydıkları kimseleri bulup yakalayıp tutuklamakta son derece kararlı ve azimli olmuşlardı. Bu anlamda kaçan 5 askerin dahi bulunup getirilmesi için devriyeler görevlendirmişti. Yapılan aramalar neticesinde bu askerlerden ikisi Kartal yakınlarında çıkan çatışma neticesinde öldürülmüştü.
Donanma cephaneliği 2 Mayıs sabahı erken saatlerde büyük bir kuvvet tarafından kuşatılmış ve yaklaşık 500 kişilik bir deniz taburu silahsızlandırılmış, isyan sırasında işlenen cinayetlerin çoğundan sorumlu görülen bu askerler hakkında soruşturma başlatılmıştı.
Tutuklamalar konusunda Jön Türkler hiç de hoşgörülü olmamışlardı. 1909 Mayısının son iki günde (28-29 Mayıs) isyan ile ilişkilendirilerek 15.000 asker ve kışkırtıcılık yaptıkları iddiasıyla 6.000 softa tutuklanmıştı.
Neticede İstanbul’daki kışlalar bağnaz kabul edilerek tutuklanan insanlarla dolup taşmıştı. Zira Jön Türkler Yıldız Sarayı’nda görevli olup görevden alınmalarını istedikleri dışında hiç kimseye dokunmayacaklarını vaat etmişlerse de verilen sözler çabuk unutuluvermişti.
Tutuklananlar arasında Prens Sabahaddin, Erzurum’daki Dördüncü Kolordu'nun sabık komutanı Mareşal Zeki ve Haremağası Nadir Ağa da vardı.
Prens Sabahaddin ayaklanmaya aktif surette karıştığı şüphesiyle, bütün ailesi ile birlikte tutuklanmıştı.
The San Fransisco Call gazetesinde yer alan bir değerlendirmeye göre Prens Sabahaddin’in tutuklandığı haberi dış çevrelerde ve Paris'teki birçok arkadaşı arasında büyük bir şaşkınlık yaratmıştı.
Haremağası Cevher Ağa, Tevfik Bey (Gümrük Dairesi), Lütfi (Volkan editörü), Tayyar (Devlet Meclisi Üyesi), Mustafa (eski Sultan Abdülhamid'in tütüncü) ve Fevzi ise 27 Mayıs’ta tutuklanmışlardı.
Sultan Abdülhamid’in ailesi ve bendeganı 27 Nisan’da Jön Türkler tarafından oldukça kötü bir muameleye muhatap kılınmışlardı. Haremağaları, Hafiye Teşkilatı üyeleri ve sayıları 600’ü bulan daha başkaları Harbiye Nezareti kışlasına sevk olunarak orada hapsedilmişlerdi.
Tutuklananlar sadece askerler ya da Saray bendegânı kimseler değildi; saraydaki 300 kadar aşçı, çok sayıda müzisyen ve gereksiz görülen ya da asalak sayılan kimseler de tutuklananlar arasında yer almıştı.
Yapılan tutuklamaların görünürdeki nedeni tutukluların isyana doğrudan veya dolaylı bir surette sebebiyet vermiş olduklarıydı. Ancak muayyen bir sayı dışında kimin isyanda rol aldığı veya almadığının da aşikâr bir delili yoktu. Dolayısıyla da yapılan tutuklamalara bir mesnet gerekmiş, dolayısıyla da tutuklamaların gerici ve isyancı olarak adlandırılan grupların işgal ettiği binalarda ele geçirilen üye listeleri dâhilinde tutuklandıkları dile getirilmişti. Oysaki yapılan tutuklamalar genel olarak hükümet değişikliği ile ilgili herhangi bir sıkıntı çıkmaması için gerekli görülen bir önlemden ibaretti. Ancak durum bu suretle izah edilemediği için tutuklananlar ile ilgili asılsız suçlamalarda bulunmak kaçınılmaz olmuştu.
The Times’da yer alan bir haberde de belirtildiği üzere bu anlamda örneğin tutuklanan asker ve isyancıların üzerinden yüklü miktarda para çıktığı iddia edilmişti.
The Times ilgili haberinde şöyle demekteydi:
Üzerinde 2.700 lira ve Kâmil Paşanın oğlu Said'in suç ortaklığını kanıtlayan yazışmalar bulunan ünlü gerici Kömürcü Ahmet ile birlikte 150'den fazla softa yani softa kılığına girmiş kişi tutuklandı. Burada tutuklanan isyancıların ve softaların birçoğunun ellerinde hatırı sayılır miktarda para bulundu ve bunların çoğunluğu, paranın Saray tarafından verildiğini beyan ediyor.
Oysaki Jön Türkler daha şehre girmeden Saray’a bir isim listesi sunmuşlar ve listede adı bulunanların kendilerine teslim edilmelerini istemişlerdi. Kuşatma ve çatışmalar sonrasında şehrin ve Saray’ın ele geçirilmesinden sonra ise söz konusu listede adları yer alan şahısları bulup tutuklamak ve yargılamak üzere harekete geçmişlerdi.
Tutuklananların sayısı fazla olmasından ötürü bunlar Harbiye Nezareti kışlası ve Marmara Denizindeki Büyükada başta olmak üzere muhtelif yerlere gönderilmişlerdi.
Büyükada tutuklu bulunan sabık bakanlar ve saray mensupları taşradaki kalelere gönderilmek üzere, bilahare Harbiye Nezareti’ne nakledileceklerdi.
Tutuklu bulunanlara şiddetle muamele edilmiş, özellikle gerici oldukları düşünülerek tutuklanmış bulunan softaların çoğuna acımasızca davranılmıştı. Darp edilmelerinin yanında ağır cezalara çarptırılanlar çözme ve kaçma ihtimali olmayacak surette iple bağlanmışlardı. Sadakatleri hakkında şüphe duyulanlar hiçbir surette salıverilmemişlerdi.
Jön Türkler isyana katılımla suçlananları yargılayıp cezalandırmak üzere Harbiye Nezareti’nde Selanik'ten Üçüncü Kolordu'nun komutan vekili Hadi Paşa başkanlığında bir askeri mahkeme oluşturmuşlardı.
Askeri Mahkeme’ye ilaveten şehrin muhtelif yerlerinde Tophane müşiri Hurşit Paşanın başkanlığında 3 ayrı araştırma komisyonu kurulmuştu. Avrupa yakası da dahil olmak üzere her yerde suçluları bulmak üzere coşkulu bir surette arama başlatılmıştı.
Bütün tutuklular Harbiye Nezareti’nde yargılanmış da değildi. Şüphelilerden bazıları kahvehanelerin önünde doğaçlama olarak kurulmuş olan mahkemelerde yargılanmış, bunlar ya serbest bırakılmış ya da hapse mahkûm edilmişlerdi.
Karşı koyanlar ise hemen oracıkta vurularak öldürülmüşlerdi. Jön Türk saflarından kaçmış olan 100 kadar asker bu suretle infaz olunmuşlardı.
Tutukluların yargılanıp cezalandırılmalarında zaman tahdidi söz konusu değildi. Tatil günü olmasına rağmen, askeri mahkemelerce karar alınabilmiş ve isyana rolü olduğu iddia edilen bazı isimler ölüme mahkûm edilmişlerdi.
Hareket Ordusu tutukluların tümü askeri mahkemede yargılanıp cezalandırılıncaya kadar şehri terk etmemişti.
Mahmut Şevket Paşa isyana karışanların yargılanma sürecinin tamamlanmasından sonra şehrin askerlerden arındırılacağını, sadece şehrin güvenliği için Makedon askerlerden bir kısmının şehirde kalarak jandarma görevini yürüteceklerini belirtmişti.
İstanbul’da bulunan Askeri Mahkeme isyan ile alakalı görülerek tutuklanmış olan birçok insanın kaderine hükmetmişti.
Öncelikle yargılananlar arasında 63 subay ve 37 sivil beraat ederken 5 hoca ve 100 kişi ise idama mahkûm edilmişti. İsyana karışmış olan erlerden bir kısmı ordudan atılmış, sairleri ise subayları ile birlikte kurşuna dizilmişti. İzmir, Manastır ve diğer eyalet merkezlerinde idamlar gerçekleştirilmişti.
Mizan gazetesi editörü Murad Bey 3 Mayıs’ta Askeri Mahkeme karşısına çıkarılmıştı. Haremağası Cevher Ağa, gümrükçü Tevfik Bey, Volkan gazetesi editörü Lütfi Bey, meclis üyesi Tayyar, Tütüncü Mustafa, Halif ve Fevzi idama mahkûm edilenler arasındaydı. Yıldız Sarayı'na ateş açmaları emredilen Asar-ı Tevfik savaş gemisinin subaylarına suikast düzenlemekle itham edilen 24 Türk askeri ve denizcisinin asılmasına karar verilmişti.
21 Nisan’da Hareket Ordusu askerleri arasında komutanlarına bağlılıklarını baltalamaya çalıştıkları iddiası ile 10 ajitatör, askeri mahkemede yargılanmalarının ardından, Ayastefanos'ta kurşuna dizilerek idam edilmiş, birkaç gün sonrasında da benzer suçlamalarla 40 kişi daha tutuklanmıştı.
24 Nisan’da 10 kişi askeri mahkemenin vermiş olduğu hüküm gereği kurşuna dizilmişti.
26 Nisan’da ise 5 kişi ölüme mahkûm edilmiş ve cezaları hemen o gün öğleden sonra icra olunmuştu.
27 Nisan’daki idamlara ilaveten 28 Nisan’da 13 kişi daha idam olunmuştu.
29 Nisan’da ise Askeri Mahkeme İstanbul’daki ordu kumandanlarından 250’sini isyan ile ilişkili görerek ölüme mahkûm etmiş ve cezaları tehir olunmaksızın infaz edilmişti.
3 Mayıs’ta 13 kişi daha idam olunmuştu. İdam edilen 5 hocanın cesetleri saatlerce idam sehpasında asılı tutulmuştu.
12 Mayıs’ta İstanbul halkı 23 kişinin idam edilmesine şahitlik ederek bir kez daha şaşkınlık içinde kalmıştı. Bunlardan 8’i amirallik binasının dışına, 4’ü Yıldız Sarayı’nın birkaç yüz metre yakınında, 5’i Harbiye Nezareti binası haricinde ve diğerleri de başkentin farklı yerlerinde infaz olunmuşlardı.
17 Mayıs günü sabah saat 03.30’da Ayasofya Camii karşısında yer alan Meclis Binası önünde 5 kişi idam olunmuştu. Askeri Mahkeme bu kişileri 31 Mart hadisesi sırasında 3 subayı öldürdükleri suçlaması ile yargılanmış ve suçlu bulmuştu.
Askeri Mahkemece verilen karar gereği Abdülhamid’e sadakatle bağlı bulunan 2.000 kişinin hayatına son verilmiş, fakat bu rakam da muhalifleri cezalandırıp sindirmek için yeterli görülmemişti.
Enver Paşa o günlerde yaptığı bir açıklamada, Askeri Mahkeme kararları sonucu 100 infazın daha olacağına ve daha birçok kişinin ağır işlerde hapis cezasına çarptırılacağını belirtmişti.
Mayıs ortalarında Selimiye Kışlası’nda iki subay ve İstanbul’da 3 polis isyan ile alakaları olduğu gerekçesi ile idam edilmişlerdi.
27 Mayıs’ta Abdülhamid'in haremağası Cevher Ağa ve diğer altısı, 31 Mart hareketine katıldıkları gerekçesi ile ölüme mahkûm edilmişler ve bu karar derhal icra olunmuştu.
Temyiz Mahkemesi üyesi Arif Bey Beylerbeyi’nde polise mukavemeti sırasında öldürülmüştü.
Askeri mahkeme yargılamalarında fazlası ile katı ve pervasız davranmıştı. Tutuklananlar bir yana tutuklanamayan ve hatta İstanbul’da olmayanlar bile gıyaben yargılanmış ve aleyhlerinde hüküm verilerek idama mahkûm edilmişlerdi. Bu anlamda İstanbul’da olmayıp Mekke’ye hacca gitmiş olan 5 hoca mahkeme tarafından ölüme mahkûm edilmişti.
İnfaz yerleri genel olarak mağdurların kendilerine isnat edilen cinayetleri işlemekten suçlu bulundukları yerler olmuştu. Ancak bazı suçluların idamı muhtemel isyanların çıkmasını önlemek maksadıyla başka kasaba ve beldelerde gerçekleştirilmişti.
Ölüm cezasına çarptırılanlardan, en azından muayyen bir kısmı, şehrin surlarının dışına çıkarılıp kurşuna dizilmişlerdi.
İstanbul’da idamları gerçekleştirildiği en belli başlı yerler Galata Köprüsü, Babıali, Harbiye Nezareti, Ayasofya Meydanı ve İstanbul mıntıkaları olmuştu.
İdamlar, kentin çeşitli yerlerinde ve halka açık surette icra edilmiş olmasının gerisindeki amaç idamlardan herkesin ders alması gayesi güdülmüş olması dolayısıylaydı.
Hakikaten de gerçekleştirilen idamlar İstanbul’da o vakte kadar görülen en dehşet verici hadise olmuştu. Kurbanlar makaralarla yerden kaldırılarak üçayaklı darağaçlarına asılmakta ve yavaşça boğularak ölmeleri sağlanmaktaydı. Bu duruma muhatap olanlar kadar şahit olanlara da büyük bir acı ve korku yaşamaktaydı.
Kurbanların her biri tulum tarzında beyaz elbiseler içerisindeydi. Her birinin göğsünde adı ve hangi suçtan dolayı asıldığı yazılı pankartlar vardı. Açık sokaklarda ve göze çarpan yerlerde darağaçlarının kurulmuş olması nedeniyle binlerce kişi idamlara tanık olmuştu. İdam edilenlerin fotoğraflarının çekilmesini yasaklamak için polisler özel bir gayret göstermiş, ele geçirilen kameralar hemen oracıkta parçalanmıştı.
Sarayın ikinci hadımı ve Sultan Abdülhamid’in gözdesi Nadir Ağa, Galata Köprüsü'ne asılmıştı. Nadir Ağa, iri yarı Nübye’li bir köleydi. Jön Türkler onu Abdülhamid'in gizli emirlerini ve entrikalarını yerine getirmek için güvendiği üç adamdan biri olarak görmüş, İstanbul’un yabancı sakinlerinin katledilmesini tasarladığına ve 31 Mart hadisesinin patlak vermesinde belirleyici olmakla suçlamışlardı.
Nadir Ağa İstanbul'u Galata ve Pera mahallelerine bağlayan Galata Köprüsü’nde 28 Nisan sabahı şafak vakti asılmıştı. Sabah saat 08.00'e kadar cesedi idam sehpasında sallandırılmış ve dolayısıyla binlerce kişi Nübye'li Nadir Ağa’nın akıbetine dehşet içinde şahit olmuştu.
Askeri mahkeme tarafından 31 Mart isyanını organize etmekle suçlanmış olsa da Nadir Ağanın bütün günahı Sultan Abdülhamid’in bendeganı olması ve asılması suretiyle diğer bendegan ve Hamidiye taraftarlarının muhtemel ayaklanma girişimlerini önlemek maksadı dolayısıylaydı. Bu noktada onun idamı ve darağacında hazin suretteki asılı hali etkili de olmuş, İstanbul ahalisi durumdan bir hayli etkilenmişti.
Abdülhamid’in yaveri Çerkez Mehmet Paşa ve adı kötüye çıkmış hafiye Hakkı Bey de idama mahkûm edilenler arasında yer almıştı.
Sultan Reşat’ın daha fazla insanın idamını onaylamak istememesi ve bu noktadaki itirazlarına rağmen idamlar sürüp gitmiş, Askeri Mahkeme idam cezalarına ilaveten hapis ve sürgün cezaları da vermişti. Ulemadan Hoca Rasim Efendi örneğin isyanda rolü olduğu gerekçesi ile ömür boyu hapse mahkûm edilmişi.
Gıyabında hüküm verilen İkdam gazetesi editörü Ali Kemal Askeri Mahkeme tarafından casuslukta bulunduğu suçlamasıyla daimî sürgün cezasına mahkûm edilmişti. Bursa’da isyana teşebbüsten ötürü tutuklanan çok sayıda alaylı subay ise Eğedeki takımadalardan birine sevk ile cezalandırılmışlardı.
Marmara denizinde bulunan adalar da sürgüne gönderilenlerden bir kısmına ev sahipliği yapmıştı. Büyükada’ya gönderilenler bu nedenle Ada Sakinleri şeklinde anılmışlardı.
Yargılanarak kendilerine ceza verilen askerlerden bir kısmı ise trenle Selanik’e sevk olunmuş, Birinci Ordu'nun dağılmış birliklerinin çoğu Makedon vilayetlerinde yol yapımında ve diğer kamu yararı işlerinde istihdam olunmuşlardı. Dolayısıyla da isyan ile alakalandırılan 10.000 kişi yol yapımında çalıştırılmak üzere Makedonya’ya gönderilmişi.
İdam, hapis ve sürgün ile yetinilmemiş, Meşrutiyetçilerin talepleri gereği, İstanbul’da garnizonda bulunan birliklere ayrıca Kur’an-ı Kerim üzerine yemin ettirilmişti.
Bugün ve zaman zaman özlemi duyulan komitacılık, İttihatçılık, İttihatçı liderlere duyulan hayranlık bu ülke insanına sulh, sükûn ve refah değil, bilakis kaos, çatışma ve parçalanıp yok olma tehlikesinden başka bir sonuç sağlamadı.
Tarih ders almasını bilenler için eşsiz bir hazinedir.
.
31 MART: MUHAFAZAKÂR DÜŞÜNCENİN TAHTTAN İNDİRİLMESİ
2. Abdülhamid 1876 yılı Ağustos’u sonunda tahta çıktı.
1909 yılı Nisan ayına kadar yaklaşık 33 yıl Osmanlı padişahı olarak tahtta kaldı.
2. Mahmut’tan sonra devlet idaresinde mutlak hakimiyet sağlayan en otokrat padişah oldu.
İktidarı devri Hamidiye Dönemi olarak adlandırılıp anıldı.
İdaresi döneminde imparatorlukta büyük bir imar faaliyeti yaşandı.
Eğitim-öğretim başta olmak üzere, ulaşım, demiryolları, mali ve askeri gibi birçok alanda ciddi ilerlemeler kaydedildi.
Bir taraftan Rusya ve Yunanistan ile savaşılmak zorunda kalınırken diğer taraftan da dış politikada İslam dünyası ve toplulukları genelinde İslamcılık politikası ve hilafet siyaseti güdüldü.
Uzak Doğu ve Afrika temsilcilikler açıldı.
Japonya, Çin ve Rusya ile sıcak ilişkiler tesis edildi.
…
Hamidiye Dönemi’nin en özgün yanı III. Selim ile başlayıp II. Mahmut ile devam eden ve 1839 Fermanı ile Mustafa Reşit, Âli, Fuat ve Mithat Paşa ve benzerlerinin devletin sahip olduğu İslami idari yapısını Batılılaştırma çabalarını 33 yıl süreyle sekteye uğratması oldu. Hamidiye Dönemi’nde ıslahat adı altında bütüncül bir surette Batı’yı taklit etmeye yönelik anlayış tarzına sona verilmeye çalışıldı.
Ancak Hamidiye İdaresi’nde yerli ve milli kalınması, kalkınma çabalarında arı ve duru bir politika izlenmesi ve Batı’nın ancak ilmi ve fenni açıdan takip edilmesi prensibi bazı çevreleri Abdülhamid ve idaresine karşı memnuniyetsizlik duymaya sevk etti. Bu noktada Paris ve Londra’yı merkez edinen, dahilde ise Selanik’te toplanan en etkin muhalefet grubu ise Jön Türkler oldu.
Jön Türkler, İstanbul’da başlayan ve tarihte 31 Mart Hadisesi diye anılan bir tertip neticesinde, Abdülhamid’i tahttan indirmek ve Hamidiye İdaresi’ne son vermek üzere Selanik ve Manastır’daki askeri kuvvetleri harekete geçirdi.
Mahmut Şevket Paşa komutasında öncelikle Galata ve Pera/Beyoğlu’ndan başlayarak Yıldız Sarayı’na doğru ilerleyen Hareket Ordusu İstanbul yakasında Ayasofya Meydanı’nda toplandı. Fatih ve benzeri camilere sığınan askerler ile çatıştı. Galata-Pera cihetinde ise Taksim Kışlası ve Taşkışla’da kendilerine karşı direnen askerler ile savaştı. Denizden topların namlularına hedef kılınan Üsküdar’daki Selimiye Kışlası ise Hareket Ordusu’nun eline geçen en son oldu.
Çatalca’dan Şile’ye kadar İstanbul’u dört bir taraftan kuşatan, İstanbul boğazını Karadeniz ve Marmara Denizi tarafından giriş çıkışa bütünüyle kapatan Hareket Ordusu özellikle Taksim ve Taşkışla çatışmalarında büyük kayıplar verdi.
Enver Paşa çatışmalar sırasında Taksim Kışlasındaydı. Direnişte bulunan askerlere karşı Hareket Ordusu mensubu askerleri daha bir şevkle savaşmaları için kamçılamış ve bu maksatla aşağıdaki marşın söylenmesini sağlamıştı:
Suriye'ye Gitmek
Suriye'ye giden genç ve yakışıklı Dunois,
Kahramanlıklarını kutsamak için Meryem'e dua etmeye geldi:
Ölümsüz Kraliçe, ayrılırken ona dedi,
En güzeli sevdiğini ve en cesur olduğunu.
Taşa işler o namus yeminini,
Ve efendisi Kont'u savaşa kadar takip eder;
En şerefli dilek, savaşırken diyordu:
En güzeli sevmek, en yiğide saygı duymaktır.
Ona zafer borçluyuz doğrusu, dedi lord;
Sen benim şanım olduğun için seni mutlu edeceğim!
Kızım Isabelle'e, şimdi damat ol,
Çünkü o en güzeli, sen ise en yiğit.
Meryem Sunağı'nda ikisi de sözleşme yapıyor
Bu birliktelik sevgiliyi tek mutlu edendir.
Şapeldeki herkes onları görünce dedi ki:
En güzele sevgi, en yiğide şeref.
Enver Paşanın 31 Mart çatışmaları sırasında söylediği ve emrindeki askerlerin de söylemesini istediği Suriye'ye Gitmek marşının müziği Hortense de Beauharnais'e, sözleri ise Alexandre de Laborde'ye aitti.
Marş, General Bonaparte'ın 1798'deki Suriye ve Mısır seferinden esinlenilerek kaleme alınmış olup Bonaparte'ı haçlı şövalyesine benzetmekteydi.
Suriye'ye Gitmek marşı İkinci İmparatorluk döneminde çoğu resmî törende çalınan ancak resmî olmayan Fransız milli marşı haline gelmiş, İmparatorluğun sonlarına doğru ise yasaklanmıştı.
31 Mart kuşatma ve çatışmalarının yaşandığı sırada Jön Türkler ve Hareket Ordusu neferlerinin dilinde daha başka Fransız İhtilali artığı devrim şarkıları da vardı.
The Salt Lake Tribune gazetesi kışlalardaki direnişin kırılmasından sonra zafer sarhoşluğu içerisinde bulunan Hareket Ordusu askerlerinin durumunu şu suretle anlatmaktadır:
Her yerde askerler oturuyor, yürüyor, sigara içiyor, konuşuyor, arkadaşlarına sarılıyor. Esirler, başları eğik ve elleri bağlı olarak Harbiye Nezareti’ne götürülerek hapsedildi.
Kışlaya doğru bakıldığında, kırılan camlar, yırtılan duvarlar ve kurşun delikleri, yedi saatlik mücadelenin vahşetinden bahsediyordu.
Ama hadise daha bitmemişti. Tüm gözler Yıldız'a çevrildi. Birlikler Pera boyunca yürümeye başladı.
Halk (azınlıklar), (Yaşasın ordu!) diye bağırarak alkışladı.
Niyazi Bey'in vefatı büyük bir coşku yarattı ve halk büyük bir coşkuyla protesto gösterisi yaptı. Milli marşlarını ve devrim şarkılarını söyleyen Arnavut askerlerini Yunan komitacısı olan Makedon gönüllüler ve diğerleri izledi. Hepsi Osmanlı'ya yakışan "Marseillaise" şarkısını söylediler:
Hadi gidelim! Türkiye'nin çocukları!
Zafer günü geldi!
Zalim gecenin ardından
Üzerinize güneş doğdu.
Kampanyalarımızda sesinizi duyun,
Yıkılan köylerimizde,
Şehirlerimizde, dağlarımızda,
Mazlum kardeşlerin çağrısı var.
Kuşanın! Osmanlılar!
Taburlarınızı oluşturun!
Hayda yürüyelim! Hayda yürüyelim!
Unutma
Tanrı hidayet etsin!
Yaklaşık bir asır önce bu ülkede Sultan Abdülhamid’e müstebit denilmiş, Fransız İhtilali artığı marşlar ve şarkılar söylenmişti.
Abdülhamid ve Hamidiye Dönemini lanetleyenlerin dilinden liberté, égalité ve fraternité tarzı ithal söylemler hiç düşmemişti.
Abdülhamid düşmanlığı Doğulu kalmak yerine Batılı olmayı tercih edenlerin yüreklerine öylesine köklü bir surette sinmişti ki, tahttan indirilmesine ve aradan onca zaman geçmesine rağmen, kendisine karşı duyulan nefret ve husumet bugüne değin bir türlü sona ermedi.
Esasen muhalifleri tarafından duyulan nefret onun şahsına yönelikmiş gibi gözükse de bilakis felsefesi ve mefkuresini hedef almaktaydı. Şayet şahsına karşı bir düşmanlık söz konusu olsaydı sürgüne gönderilmez, 31 Mart sonrası idam edilen onlarca insan gibi o da idam edilir yahut bir şekilde öldürülürdü.
31 Mart hadisesi ile aslında Sultan Abdülhamid değil, Tanzimat uygulamalarına dur diyen, Batılaşmayı frenleyen ve 33 yıl boyunca tatbik alanı bulan onun temsil ettiği muhafazakâr düşünce tahttan indirildi. Akabinde Batı’dan ithal edilen umdeler, fikirler ve ideolojiler Jön Türkler vesilesiyle iktidar olma ve uygulanma şansı buldu.
Bugün bazı çevrelerce kahrolsun istibdat, kahrolsun zulüm, yaşasın hürriyet söylemlerinin hala telaffuz edilebilir olması, iktidar arayışında öne çıkarılarak bu söylemlerden medet umulması Sultan Abdülhamid’in tarihteki yerini, Hamidiye Devri uygulamalarının isabetliliğini, 31 Mart’ın siyasal açıdan ne denli önemli bir değişime sebebiyet verdiğini ve söz konusu değişimi sağlayanların hangi fikirlerle beslenmiş olduklarını göstermesi bakımından önemlidir.
.
LOZAN KAHRAMANI İNÖNÜ’DEN MÜCAHİD KILIÇDAROĞLU’NA
Genel seçimlerin yaklaştığı bu günlerde CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun hem de Saadet Partisi’nin kapı eşiğinde kamuoyuna, peygamber neslinden geldiği ve hafız olduğu güzellemelerine bir yenisi ilave olunarak, Mücahit Kılıçdaroğlu şeklinde takdim edilmesi ister istemez yakın tarihimizdeki kişi kültünü ve bu nokta CHP lideri İsmet Paşanın kutsiyet mertebesine yükseltilir surette nasıl meth u sena edildiğini hatırlattı bana.
Kılıçdaroğlu’na atfedilen sıfatların yegâne sebebinin yaklaşan seçimlerde oy devşirmek olduğu aşikardır. Ancak bugünkü CHP’nin dini seçimlerde suiistimal etme konusundaki zihniyetinin İnönü dönemindeki CHP’nin dini seçimlerde istismar etme noktasında sergilediği zihniyetten hiçbir surette farkı yoktur.
1965’te bir CHP delegesi İsmet İnönü’ye: Sayın Türk Üreticisi, Büyük Paşam! şeklinde hitap ettikten sonra:
Malum aliniz olduğu üzere evlat ve torunlarınız, Türk milleti olarak yegâne inancı bir Allah kelimesidir. Hatiplerimiz yarın propagandaya çıktıklarında konuşmaları arasında Allah kelimesini söylerlerse mutlak inancım CHP oylarının yüzde 65’e yükselecektir diyebilmişken bugünün CHP’si de gün ortasında oruç yese de herkesle birlikte iftar edebilen ve seccade tepelese de özür dilerim demeyen Kemal Kılıçtaroğlu’nu hafız, peygamber soyundan ve mücahit biri olarak takdim edilmesini oy uğruna içine sindirebilmiştir.
Türk tarihi liderlere olumlu ve olumsuz yaklaşımlar noktasında abartılı bir içeriğe sahiptir. Bu noktada sahip olduğu kut anlayışı bir hayli etkili olmuş gözükmektedir. Zira kut anlayışı özellikle kişi kültü yönüyle siyasi lider bazında oldukça abartılı ve hatta yer yer uydurma, aldatma, samimiyetsiz ve menfaat devşirici maksatlı olabilmiştir.
Bu noktada özellikle Cumhuriyet döneminde temel hak ve hürriyetlerin kısıtlandığı, demokratik idareler yerine tek parti sisteminin geçerli kılındığı zamanlarda görev yapmış olan siyasi liderler adına muayyen isim ve kesimler tarafından dillendirilmiş övgülü sözler, meth u senalar söz konusu olmuştur. Geçmişte İsmet İnönü’ye yönelik olarak yazılıp çizilenler ve kendisine atfedilen sıfatların burada üzerinde durulması konunun daha iyi anlaşılması bakımından önemlidir.
Önceki asrın önemli bir siyasi figürü olduğunda şüphe olmayan İsmet İnönü günümüzde Sağır İsmet yahut müstebit, diktatör anlamında Milli Şef denilerek küçümsense de geçen asırda İnönücüler ve CHP-perverler tarafından kendisi yüceltici birçok nitelemelere muhatap kılınmıştır. Öyle ki onun Milli Şef ve Değişmez Genel Başkan unvanlarını alması Atatürk'ün vefatının hemen ardından gerçekleştirilen kurultayda söz konusu olmuştur.
Öncelikle belirtmek gerekir ki dönemindeki İnönücüler ve CHP-perverler ile bazı kimselere göre İsmet İnönü Türk halkı için siyasi ve idari açıdan bir Baba idi. Dolayısıyla kendisine İsmet Babacığım hitabıyla mektup yazılabilmişti.
İsmet İnönü, bazı isimlerin nezdinde memlekete ve millete büyük hizmetler yapmış Koruyucu Başkan’dı. Yurdu düşman istilasından kurtararak dünya tarihinde müstesna bir zafer sahifesini teşkil eden kurtuluş savaşını ve onu müteakip Lozan’da da siyasi bir zafer elde etmişti. Dolayısıyla o Lozan kahramanıydı.
Bazı kesimlere göre ise İnönü, mübarek iki eli öpülesi olan biriydi.
Bugünkü bir siyasi lidere hazretleri diye hitap edilmesi halinde böyle bir hitap şekli oldukça şiddetli bir surette yadırganmanın ötesinde İnkılaplara aykırı ve hatta düşmanlık olarak görülüp hitap sahibi linç edilebilir olsa da hazret yahut hazretleri diye hitap edilmesini yasaklayan Cumhuriyet İnkılaplarının varlığına ve bu inkılapların sahibi ve icracısı olmasına rağmen geçen asırda bazı çevrelerin Sayın İnönü Hazretleri şeklindeki hitapta bulunmaları mümkün olabilmiştir. Efendi, Bey, Paşa Gibi Lakap ve Unvanların Kaldırılmasına Dair Kanunun varlığına rağmen İnönü’ye Çok muhterem Paşam efendim diye seslenilebilmiş, hem paşa hem de hazretleri sıfatları birleştirilerek ve de kendisi muhterem görülerek Pek Muhterem Büyüğümüz Paşa Hazretleri! ifadesi dahi kendisi için kullanılabilmiştir.
Hatta bugün için söylenmesi kıyamet koparacak olan ve Çok Muhterem Paşam Efendim diye başlayıp insan varlığınızdan, yüce şahsiyetinizden, cömert ve zengin ruhunuzdan cesaret alarak ve hudutsuz hoş görülüğünüzden ve açık kalpliliğinize gönülden inanmış hakiki bir dost olarak… benim aziz paşam… her şey bir yana. Benim için kıymetlerin üstünde tek kıymet, sağlığınız ve beni manen yaşatan sıcak sevgi ve teveccühlerinizdir... şeklinde şahsını kutsallaştıracak ifadeler ile anılabilmiştir.
Bazı kimseler açısından ise İsmet Paşa; Vatanın kurtuluşunda, milletin yeniden teşkilatlanıp modern bir devlet oluşunda, insanlığın en mütekamil bir sevk idare sistemi olarak kabul ettiği demokrasinin memlekette olgunlaşıp gelişmesinde ve böylece insanlık alemi içinde gerçek bir topluluk olarak milletimizin yerini almasında her zaman birinci planda… olmuştur o. Bu kanaatteki kimseler: Ben İsmet İnönü’yü, cemiyetimizdeki insanlık ruhunu, iradesini en erken sezenlerden ve ona gönülden inananlardan olduğu için seviyorum ve sayıyorum. Ben İsmet İnönü’ye, milletimizi daima ileri ve üstün insanlık seviyesine çıkartmak kararında olduğu ve bu inanışını başarıya götürdüğü için bağlıyım ve emrinde olmaktan şeref duymaktayım inancı ile bakmışlardı. Bu türden bir inanca sahip olanlar nezdinde İnönü, sonsuz inanışla en derin ihtiramlar arz eden ve elleri öpülen bir efendiliğin sahibi olmuştu. Esasen İnönü’ye atfedilen muhteremlik ve efendilik nitelemeleri çok yadırganacak bir hal de değildi. İnönücüler ve CHP-perverler arasında İsmet İnönü’nün yüce bir şahsiyete sahip olduğuna ve yüksek irşatları bulunduğuna inananların sayısı az da değildi.
Bütün bu nedenlerledir ki İsmet İnönü’ye özellikle doğum yıl dönümlerinde şiirler yazmış, kendisine yüksek değerler atfetmiş kimseler vardı. Öyle anlaşılmaktadır ki İsmet Paşa da kendisine karşı izhar edilen söz konusu yaklaşımları, şahsını yüceltici senaları sevmiş, önemsemiş ve buna dair evrakları büyük bir özenle muhafaza etmiştir.
Onun saklayıp muhafaza ettiği söz konusu şiirlerden birkaçı şöyledir:
İçimizdeki yerin, bir muazzam çağlayan
Sulhun koruyucusu, zulümleri dağlayan
Millet aşkın ne büyük, her zorluğa barikat
Engin ruhunuzla siz, gönüllerdesin kat kat
Türklüğün şuuruna halis mecrayı verdin
İnsanlık hizmetinde, derin başı çektin.
Nankör tanır mı Paşam elbette saldıracak
Özgürlük davamızı elbet bulandıracak
Nesillere ulaşan, tarihten çektiğin tiz
Ülkümüz medeniyet, ölmez fikirleriniz…
***
İnkılabın cevheri, tarihin yeni yönü
Sen yoktan neler verdin, bu millete İnönü
Mutlakıyet devrini, ATA ile yıkışın
Eserlerini kurup, doğruyu haykırışın
Türklüğün öz ruhunu, Orta Asya’dan alan
İleri bir dünyaya, inkişaf ile salan
Nasıl unutulur ah, hizmetin sıra sıra
Önder olan şahsınla, neler sığdırdın asra
Nesillerin malısın, demokrasinin sesi
Üstün meziyetlerin, faziletin sinesi…
***
İNÖNÜ’NÜN YOLUNDA
(On Sekizinci Kurultaydan Doğan Aşk)
Makus talihi yendin, bu kez, fikir de nakış
Sıra sıra devrimler, kırk üç seneden akış
Mükemmel bir ahlakın, aynasındaki izin
Vakar ile yükselen, Kurultaydaki sesin…
İlim ile irfanın, halis fikirde yeri
Gözler görüyor paşam, madde üstü değeri?
Ortanın solu dedin, mağdura açtın kucak
Sosyal Güvenlik ile, bu millet kurtulacak.
Can bekçimiz oldun ah, can damarı duyguda
Hissin yücedir paşam, vicdandaki sorguda
Kara görür mü hiç, beyazdaki mayayı
Özü bulanık olan, düşünür mü hayayı
Misilsiz bir sabırla, fazilet şarttır dedin
İşte hayatın diyet, ne güzel örnek verdin…
Yarının Türkiye’si, saf beyinler de yerin
Her günün canlı tarih, konuşan eserlerin
Fazilet Savaşında, neşterini vuruşun
Gönüllere aşk veren, irfan dolu duruşun
Demokrasi öncüsü, İnönü yolundayız
Komünizme kaleyiz, ortanın solundayız
Aç yok, iş var güvenle, toplu kalkınma hızı
Ortanın solundayız, paşa çekti cımbızı
Aldatmak yok, emek var, planla, hak hukukla
Bu vatan mukaddestir, olamaz asla kukla…
(Ali Ünal / 20 Ekim 1966)
Geçen asırda İnönü ve İnönü Türkiye’si bazı isim ve kesimlerce her ne kadar yukarıdaki suretlerde anılıp meth u sena edilmişse de bütün bunların halkın nazarı ve nezdinde hiçbir değeri olmamıştır. Bilakis milletin zihninde ve dolayısıyla da dilinde yaygın bir surette dolaşıp duran ve İnönü ile İnönü Türkiye’sine dair durumu kısaca özetleyen sözler:
İsmet uludur! İsmet uludur!
Memurlar Saracoğlu’nun kuludur!
şeklinde olmuştur.
Unutmamak gerekir ki tarih tekerrürden ibarettir.
..
HALİL AKYEL’İN İSMET PAŞA'YA MEKTUBU
Prof. Dr. Metin Hülagü yazdı...
Devlet başkanları, devlet adamları, siyasiler, halka mal olmuş isimler, adları öne çıkan ve şöhretleri ile tanınan insanların, özellikle de Türkiye Cumhuriyeti’ne liderlik yapmış olan kimselerin kolay kolay vakıf olamayacağımız içe dönük özel hayatlarını ve halk ile bize aşikâr olmayan münasebetlerini keşke yeterince bilebilsek. Bu türden kimselerin arşivlerinde yaşadıkları ilginç olayları anlatan, kendilerine yapılan hususi talepleri dile getiren evraklar, mektuplar muhakkak ki mevcuttur.
Tam da bu anlamda aşağıda tarihi bir şahsiyete gönderilmiş tarihi bir mektuba yer verilmiştir.
Söz konusu mektup sadece bireysel bir talebi dile getirmekteymiş gibi görünse ve çok basit ve hatta komik ve dahi bir anlamda “uyanıklık” eseri olarak değerlendirilebilirse de esasında yarım yüzyıl önce, 1965’li yıllarda Türk toplumunun toplumsal ve kültürel yapısını, eğitim düzeyini, çaresizliklere çare bulma yöntemini, dayanışma örneğini ve isimleri unutulmayarak gönüllere taht kurmuş kimselerin ulaştıkları şöhreti hak edip etmedikleri ve daha birçok hususu gözler önüne sermektedir.
Halil Akyel’in kaleme alıp çaresizlik içinde kendisine gönderdiği mektubu İsmet İnönü nezdinde itibar görmüş müdür bilemiyoruz. Ancak mektubun Türk toplumunun sahip olduğu sosyolojik vahametin Kemal Sunal filmlerinde ne denli bir başarı ile ele alındığını göstermesi bakımından dikkate değerdir.
Mektubun metni ve aslı şöyledir:
Bay İsmet babacığım evvela sagılarımla ellerimden öperim. Senden yardım istiyorum. İki senedir nişanlıyım. Bu sene evlenecektik ama fakirlik yüzünden ve babamın ölmesinden nişanlımı başkasına verecekler. Bana bir aya kadar para bul, bulamassan biz kızımızı satacaz diyorlar. Bu sebepten sizden az ve çok yardım istiyorum. Çünkü bizim köyde bir düğün 67.000 lira yapılıyor.
İsmet babacığım siz de yardım vermezseniz ya o köyden çıkıp gitmek yahut ki nişanlımı alanı öldürmek lazım. Çünkü iki senedir nişanlıyım.
İSMET BABACIĞIM NE olur benim gibi garibin işini yapmış olursunuz, artık meded senden.
Acele hayırlı cevap beklerim.
Babacığım (sen de deme öyle direk) para alacak. Ne olur benim gibi garibin hayatını kazanmış olacaksınız.
Bir hafta eveli Zeki Mürene aynı teklifte bulundum 1500 lira gönderdi ve bana bir de iş buluverecek.
İmza
Adresim:
Halil Akyel
Bucak, Seydi Köy
.
MİLLETVEKİLİ OLMAK İÇİN TARİHSEL TÜYOLAR
Türkiye yeni bir genel seçimin arifesinde bulunmaktadır.
Sağdan, soldan yahut orta saftan olup milletvekili olma hevesi içindekiler bir elleri ceplerinde diğer elleri bürokraside günün heyecan ve pembe hayalleri içerisinde günü akşam etmektedirler.
Cumhurbaşkanı olmak isteyenler, bu olmadı Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmayı umanlar, bakanlık hevesinde bulunanlar, milletvekilliği özlemi duyanlar, bunların hiç birisinin olmaması halinde ise milletvekili aday adayı olma sıfatını taşımaktan medet umanlar önceki seçimlerde olduğu gibi bu seçim döneminde de büyük bir telaşa içerisindeler.
Ancak Milletvekili olabilmek için sadece ilgili partinin gerekli kıldığı parayı ödemek veya hayır hasenatta bulunmakla yetmez, daha başka işleri de yapmak ve girişimlerde bulunmak gerekir. Tıpkı 1965 yılı seçimlerinde milletvekili adaylığını garanti etmek üzere gayret eden namzetler gibi.
1965 yılında İsmet İnönü’ye hitaben muhtelif surette kaleme alınmış olup aşağıda bir kopyasına yer verilmiş bulunan tarihi mektuplar günümüzde milletvekili olmak üzere müracaat etmiş bulunanlara nasıl davranmaları gerektiği konusunda belki fayda sağlayabilir. Muhakkak ki tarih engin bir tecrübedir. Müstakbel pişmanlıklara muhatap olmamak için bu kadim tecrübeden bihakkın istifade etmek, bihaber olmamak gerekir.
Maksuda erişmek için her yol mubahtır fehvasınca İsmet Paşaya gönderilmiş olan söz konusu kadim namzetlik mektuplarında diz boyu yalakalıkta bulunmanın utanıp sıkılacak türden cümleler sarf etmenin hiçbir etik sakıncası olmamıştır.
Dolayısıyladır ki söz konusu mektupların her birisinin muhteva ve amacı aynı olsa da üslupları farklı olmuştur. O dönemki kimi adaylar mektubunu yalakalık tarzında kaleme almış, kimisi ise onca zamandır partiye sağladığı hizmetleri dile getirerek adaylığını garantilemek istemiş, bazıları ise kendisinin ne denli önemli olduğunu belirtme gereği hissetmiştir.
Abdullah Ş. Başaran, Çok muhterem Paşam efendim, diyerek başlayıp İnsan varlığınızdan, yüce şahsiyetinizden, cömert ve zengin ruhunuzdan cesaret alarak ve hudutsuz hoş görülüğünüzden ve açık kalpliliğinize gönülden inanmış hakiki bir dost olarak… dedikten ve akabinde Benim Aziz Paşam şeklinde hitap ettikten sonra İnönü’ye yazdığı mektubunu Her şey bir yana. Benim için kıymetlerin üstünde tek kıymet, sağlığınız ve beni manen yaşatan sıcak sevgi ve teveccühlerinizdir diye duygularını dile getirdiği mektubunu Sonsuz inanışla en derin ihtiramlarını arz eder ellerinizden öperim efendim diye bitirmiştir.
Milletvekili namzetleri tarafından İsmet Paşaya gönderilmiş olan kimi adaylar azınlık olmayı ayrıcalık vesilesi kılmaya çalışmış ve yine kimi adaylar kendisini muayyen bir kitlenin namzedi şeklinde takdim ederek veya ettirerek İnönü üzerinde baskı kurmaya çalışmıştır.
Adaylar arasında öz güveni olanlar ve bir kıymete haiz bulunduğuna inananlar da yok değildir. Bunlar mektuplarını biraz daha seviyeli bir üslupla kaleme almışken partiye belirgin bir hizmeti olmayan, henüz nam da salmamış bulunanlar ise kendilerine referans olacak kelli felli isimler bulmayı tercih etmişlerdir.
Diğer taraftan mektubun Türkçe yazılmış olması da olmaz ise olmaz bir şart olarak değerlendirilmemiş; arzu edenler Harf İnkılabına rağmen, harf inkılabının baş mimarlarında İsmet Paşaya Pek Muhterem Büyüğümüz Paşa Hazretlerine! şeklinde bir hitap ederek eski yazı yani Osmanlı Türkçesi ile de istirhamlarını iletebilmişlerdir.
Tarihi değerlerine binaen söz konusu mektupların orijinal suretine aşağıda yer verilmiş olup Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak’ın, örneğin, İsmet Paşaya hitaben kaleme aldığı mektubu şöyledir:
Ermeni asıllı, Anadolu Klübü Büyükada Şubesi İdare Heyeti Üyesi Yetvart Bezaz da kaleme aldığı mektubunda İsmet Paşaya şöyle seslenmiştir:
Sami Turan adına Kayseri CHP Başkanı Şaban Kütükoğlu ve CHP İl İdare Kurulu adına Başkan Hamit Başer göndermiş oldukları telgraflarında İsmet Paşaya şu çağrıda bulunmuşlardır:
Hasan Bedrettin Ülgen mektubunda partideki görevlerini sıraladıktan sonra İlhami Sancar, Orhan Eyüpoğlu, Haşim İşcan ve Fahrettin Kerim Gökay’ı referans göstererek İsmet Paşadan istirhamının kabulünü dilemiştir:
Kemal Zeki Gençosman kaleme aldığı mektubunda Sırtında, Türkiye’nin kaderine yön verecek çok ağır sorumluluklar bulunduğunu bilerek, yeni Meclis’te hizmete devam etmek istiyorum… ifadeleri ve Çok Sayın Genel Başkanım hitabıyla İsmet Paşadan şu ifadelerle niyazcı olmuştur:
Halihazırda Erzurum milletvekili olan Cevat Dursunoğlu ise mektubunda biraz siyasi dedikodu yaptıktan sonra Yüce güveninize mazhar olursam bunu da son yıllarımın mutluluğu sayacağımı arz eder, en derin saygı ve bağlılıkla ellerinizden öperim diye sonlandırdığı mektubunda İsmet Paşaya şöyle seslenmiştir:
Av. İsmail Arar’ın İsmet Paşaya göndermiş olduğu mektubu ise şöyledir:
.
TÜRKÇE EZAN KANUNU KIPKIRMIZI KOMÜNİST KOKAR
Sinan Tekelioğlu (Seyhan) Arapça ezan yasağının kaldırılması Meclis’te müzakere edilirken diyordu ki:
O zaman arz ettiğim gibi şu söylemiş olduğum sözleri arkadaşlar hatırlarlar ve yahut o zamanki tutanakları alıp okuyacak olurlarsa görürler ki, o zaman şöyle demiştim:
«Bu kanun kıpkırmızı komünist kokar». Bu kanunun lütfen kaldırılmasını rica ederim.(Gürültüler).
Ezanın Arapça okunmasına getirilen yasak 18. 07. 1932 tarihinde Atatürk’e atfen Diyanet İşleri Riyasetinden alman bir tamimle memleket sathında geçerli kılınmıştır. Bu emre muhalif hareket eden muhtelif din mensuplarının ceza almamaları üzerine ise Hükümet 1941 tarihinde Ceza Kanununun 526 ncı maddesini tadil etmek suretiyle, “Arapça ezan ve kamet okuyanlar” ifadesini kullanarak bu suçu işleyenlerin cezalandırılmasını imkân dâhiline almıştır. Dolayısıyla Ezan’ın Arapça okunması yasaklandığı gibi muhalefet edenler de cezalandırılmıştır. Ta ki 1950 yılında Adnan Menderes Hükümeti’nin işbaşına gelmesine kadar.
Adnan Menderes Hükümeti’nin kurulması ile birlikte Kayseri Milletvekili İsmail Berkok ve 13 arkadaşının ve Tokat Milletvekili Ahmet Gürkan'ın, Türk Ceza Kanunu’nun 526 ncı maddesinin ikinci fıkrasının değiştirilmesine dair bir Kanun teklifi hazırlamışlardır.
Hazırlanan kanun teklifinin gerekçesinde şu ifadelere yer verilmiştir:
Devletimizin Anayasamızda tespit edildiği gibi laik olması ve laikliğin ise Devletle din müesseselerinin yekdiğerinden ayrı tutularak birbirine karıştırılmaması manasına gelmesi itibariyle kanunların bu esaslar dairesinde ayarlanması icap ettiği gibi lâikliğe aykırı olan kanunların da buna muvazi olarak tadili icap eder.
Esasen bütün demokrat ve medeni memleketlerde bu esas kabul edilmiş ve din işleri Devlet teşkilâtından ayrı tutularak din adamlarının dinî bilgilerine terk edilmiş bulunduğu bir hakikattir. Şu hale göre dine taallûk eden işlerden Devletin elini tamamıyla çekmesi ve bu manevi varlığı ilâhiyatçıların bilgilerine daha doğrusu ihtisaslarına terk etmesi bir zaruret halinde karşımıza dikilmektedir.
Sabık iktidarın lâikliği din aleyhinde tefsir etmesi suretiyle ve bu cümleden olarak iman ve amelden mürekkep Müslümanlık dininin amele taallûk eden ezan ve kametin Türkçe okutulmasını mecbur tutması lâiklik prensibini ihlâl ve Anayasanın verdiği vicdan hürriyetine tecavüzdür. Lâik bir idarenin bir Hristiyan mabedinde çalınan çan tokmağını şu kadar veya şu şekilde vuracağı hususlarına müdahale etmesi nasıl bir haksızlık teşkil ederse, ayni şekle muvazi olan ezan veya kameti şu şekil veya şu lisanla okutmak istemesi de o nispette haksızlık, hatta din ve vicdan hürriyetine bir tecavüzdür.
Hakkiyle ve ilmî bir şekilde Türkçeye tercüme dahi edilemeyen ezan ve kametin Diyanet işleri Başkanlığı tarafından kabul edilecek şekli ne olursa olsun halen bu mevzuda lâiklik prensiplerini ihlâl eden T.C.K. 526/2 fıkrasındaki (veya Arapça ezan ve kamet okuyanlar) kaydının kaldırılması suretiyle/mezkûr maddenin ekli tasarı şeklinde tadilinde zaruret görmekteyiz. Bu zaruret, çeşitli ırk ve lisanlara sahip 500 milyondan fazla Müslümanın kabul ettiği, hatta hangi Hristiyan memleketinde yaşarsa yaşasın tatbikatında asla güçlük çekmediği bu ibadet usulüne medeni ve lâik bir Devlet olarak müdahale etmemiz bariz bir hatadır. Bu bakımdan ekli tasarı hazırlanmış bulunuyor.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes Hükümeti adına Başbakan Adnan Menderes tarafından da Büyük Millet Meclisi Başkanlığına gönderilen yazıda şu talep ve gerekçeye yer verilmiştir:
Büyük Millet Meclisi Yüksek Başkanlığına
Türk Ceza Kanununsun 526 ncı maddesinin değiştirilmesi hakkında Adalet Bakanlığınca hazırlanan ve Bakanlar Kurulunun 14. 06. 1950 tarihli toplantısında Yüksek Meclise sunulması kararlaştırılan Kanun tasarısının gerekçesiyle birlikte sunulmuş olduğunu saygılarımla arz ederim.
A. Menderes / Başbakan
Türk Ceza Kanunu’nun 4055 sayılı kanunla değiştirilmiş olan 526 ncı maddesinin değiştirilmesi hakkında hazırlanmış bulunan kanun tasarısı gerekçesinde ise:
1939 senesinde Ceza Kanunu’nun 526 ncı maddesine eklenen fıkralar arasında Arapça ezan ve kamet okuyanların cezalandırılacaklarına dair bir hüküm bulunmaktadır. Bu hükmün sevkini gerektiren mucip sebeplerde : Diyanet İşleri Reisliğinin, teşkilâta yaptığı bir tamimle ezan ve kametin okunmasını menettiği ve buna muhalif hareket edenlerin 526 ncı maddenin ilk fıkrasıyla tecziyeleri mümkün ise de, memnuiyetin fertlere de şümulünü sağlamaya bu müeyyidenin kâfi gelemeyeceği ve Arapça lisanının eski zihniyete ve eski ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak için ikinci fıkradaki hükmün ve bunun müeyyidesi olan cezanın konulmasına lüzum hâsıl olduğu, belirtilmektedir.
Halbuki Anayasanın Türk vatandaşı için tabiî hak saydığı vicdan hürriyetinin dokunulmaz bir hak olarak hürmete lâyık görülmesi gerekir ve bunun tabiî olan din serbestisi her türlü müdahaleden azade kalmak iktiza ederken ana kanunlarla korunmuş bulunan din ve vicdan hürriyetinden vatandaşı herhangi bir şekilde kısmen veya tamamen mahrum etmek ve bu hususu, kanuni ceza teyitleri altında bulundurmak doğru olamaz. Böyle bir kayıtlama, Türkiye Devleti’nin esas vasıflarını gösteren Anayasanın 2 nci maddesindeki lâiklik esasına da uygun düşemez. Din ile Devletin ayrılması ve Devletin din işlerine karışmaması ve Devletle dinin birbirlerine karşı tamamen bitaraf kalmaları şeklindeki telâkkinin ifadesi olan lâikliğin, ibadetin icra şekline taalluk eden herhangi bir faaliyet veya faaliyet safhasında tadilini tazammun eder tarzda müdahalede bulunmamasını zaruri kılan bir ana hüküm olarak muhafaza ve idame edilmesi zaruridir. Arapça lisanının eski zihniyet ve ananelere bağlayan tesirinden halkı kurtarmak gayesinin takip edildiğine taalluk eden görüşte de bugün için bir isabet mülâhaza etmek caiz olamaz. Kaldı ki kanunun tadilinden beri geçen uzun zaman içinde o zamanki telâkki ve düşünüş şeklini değiştirecek mühim tebeddüller ve ilerlemeler husule gelmiş ve bugün eski zihniyetin sadece bu gibi kanun müeyyideleriyle teminat altına alınabilmesi mülâhaza yerinde görülmemiştir.
Esasen, maddedeki cezai hükmün, ezan ve kametin yalnız Arapça okunamayacağı ve fakat bunun dışında herhangi diğer bir lisanla okunabilmesindeki cevazı tazammun eden ifade şekli de bizatihi bir garabet arz etmekte bulunmuştur.
Bütün bu mülâhaza ve sebeplerden başka, Müslüman Türklere sebepsiz yere manevi huzursuzluk veren böyle bir yasağın demokrasi ile idare olunan bir Devlet nizamı içinde yer alabilmesi de müstahsildir.
Fıkranın tayyi Müslüman Türklere muhakkak bir huzur ve vicdan rahatlığı verecektir. Binaenaleyh, gerek büyük bir Müslüman vatandaş çoğunluğunu bu huzur ve rahata eriştirmek ve gerekse Anayasa ile müeyyet lâyıklık prensibine Devletçe sadakat göstermiş olmak ve bilhassa ana hak ve hürriyetlerden olan vicdan ve din serbestisini herhangi bir zorlama altında bulundurmamak sebeplerinden ötürü Türk Ceza Kanunu’nun 526 ncı maddesinde mevcut olup ezan ve kametin Arapça okunmasının memnuiyeti hakkındaki hükmün kaldırılması gerekli bulunmuştur.
Yukarıda arz edilen öneri ve gerekçeler sonrasında 16. Haziran 1950 Cuma günü öğleden sonra saat 15.00’te Başkanvekili Fuad Hulusi Demirelli başkanlığında toplanan Meclis’in Birinci Oturumu’nda konu nihayet gündeme alınmıştır.
Dönemin Başbakanı Adnan Menderes (İstanbul): — Söz istiyorum, diyerek Meclis başkanından talepte bulunmuş ve Başkan tarafından: — Buyurun! denilmek suretiyle kendisine söz verilmesi üzerine BAŞBAKAN ADNAN MENDERES:
— Muhterem arkadaşlar;
hitabıyla başladığı konuşmasında ezanın Arapça olarak okunması hakkında Demokrat Parti Meclis Grubunda verilen kararın gazeteler ve radyo ile yayınlanması neticesinde artık ezanın Arapça okunması yasağının bulunmadığı kanuni mâniin kaldırılmış olduğu telâkkisinin hâsıl olması ve bazı vatandaşların Arapça ezan okuması muhtemel olduğu için bu konuda Hükümetçe Meclise sevk edilmiş olunan lâyihanın o gün gündeme alınmasını ve acilen müzakere edilmesini Meclis üyelerinin yüksek tasviplerine arz etmiştir.
Menderes’in bu yöndeki talebi Meclis’te bulunanlar tarafından; uygundur, bravo sesleri, soldan, sürekli alkışlar, şeklinde destek görmüştür.
Mecliste tasarı üzerine yapılan müzakerelerde Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Gurubu namına Cemal Reşit Eyüboğlu (Trabzon) açıklamalarda bulunmuştur.
Eyüpoğlu konuşmasında:
Türk Ceza Kanunu’nun 526 nci maddesinden, Ezana ile ilgili bulunan ceza hükmünün kaldırılması maksadıyla Hükümetin bugün huzurunuza getirdiği kanun tasarısı hakkındaki Cumhuriyet Halk Partisi Meclis Grubunun görüşünü ahzediyorum.
Bu memlekette Millî Devlet ve Millî şuur politikası, Cumhuriyetle kurulmuş ve C. H. Partisi bu politikayı takip etmiştir. Bu politika icabı olarak ezan meselesi de bir dil meselesi ve Millî şuur meselesi telâkki edilmiştir.
Millî Devlet politikası, mümkün olan her yerde Türkçenin kullanılmasını emreder. Türk vatanında ibadete çağırmanın da öz dilimizle olmasını bu bakımdan daima tercih ettik. Türkçe ezan, Arapça ezan mevzuu üzerinde bir politika münakaşası açmaya taraftar değiliz.
Millî şuurun bu konuyu, kendiliğinden halledeceğine güvenerek Arapça ezan meselesinin ceza konusu olmaktan çıkarılmasına aleyhtar olmayacağız (Sağdan ve soldan alkışlar)
ifadelerine yer vermiştir.
Yapılan müzakereler sırasında Sinan Tekelioğlu (Seyhan) ise enteresan çıkışlarda bulunarak şu suretle konuşmuştur:
— Sayın arkadaşlar; Atatürk her şeyi Türkçeleştirmek kaidesini ortaya attığı zaman acaba İslam dinine ait olan kitapların Türkçeye tercümesi mümkün müdür diye bir tecrübeye baş vurulmuştu. Atatürk bu meyanda ilk defa ezanın Türkçe okunmasına karar verdi. Bilahare Arapça ezan okuyanları tecziye etmek üzere de bir ceza müeyyidesi olarak, Ceza Kanunu’na bir hüküm kondu.
Arkadaşlar; şayet Atatürk sağ olsaydı hiç şüphe yok ki, o da bu büyük Meclisin düşündüğü gibi düşünecek o da elimizdeki Allah Kanunu’nun Türkçe ile tercümesine imkân olmadığını, din ulemalarının vermiş olduğu karara göre, anlayacak ve ezanı din diliyle okutacaktı.
Arkadaşlar; Atatürk inkılâbı, gazetelerin yazdığı gibi umdesi değil, Atatürk memlekette yapmış olduğu inkılâpların millet tarafından hazmedilmesini esas olarak kabul etmişti. Bu bir dil meselesi değil; Allahu ekber ile Tanrı Uludur kelimeleri ikisi bir manaya gelmez. Biz eski zamanlara ait kitapları okursak, birçok tanrılar olduğunu görürüz, yağmur tanrısı, yer tanrısı ve saire. Binaenaleyh Tanrı Uludur deyince bunların hangisi uludur? Binaenaleyh İslam dini, Müslüman dili kaidelerine göre Müslüman camilerinde ancak din dili ile olur. Ve bunu da memleketin yüzde doksan sekizi, bizi seçenler, bizden istemişlerdir.
Hristiyanlar bile bir ölüyü haber vermek için çan çalarlar, onlar çan çalınırken çanın ne demek istediğini anlıyorlar. Müslümanlar bir sala sesi duymuyorlardı. Dışardan Türk dili ile ezan okunurken, içerde yine din dili ile Kuran okumaya müsaade ediliyordu. Binaenaleyh arada birbirine uymayan, zıt esaslar vardı. Ben Adnan Menderes Hükümetine ve o Hükümetin istinat etmiş olduğu milletin reyi ile, mutlak reyi ile buraya gelen Demokrat Parti milletvekillerini tebrik etmekten başka kendimde hiçbir salâhiyet göremiyorum. Yalnız bugünü bize gösterdiğinden dolayı Adnan Menderes Hükümetine teşekkür ediyorum.
Türk Milletinin büyük umdesi olan dine sarılmak esası komünizme vaki olan kaleyi Adnan Menderes tamamıyla ve mutlak olarak kurmuştur. Kendilerini tebrik ederim.
Arkadaşlar, yalnız bununla iş bitmiş olmuyor.
Dine ait birçok sınırlamaları sinesinde taşıyan antidemokratik denen kanunlar vardır. O kanunlardan bir tanesi bize seçim arifesinde kabul ettirildi. Bu kanunda ben Müslümanım demek dahi ceza idi. Onun için Adnan Menderes Hükümetinden nasıl bu kanunu kaldırmışsa bunların da kaldırılmasını rica ediyorum….
Arkadaşlar, O zaman bu kanun müzakere edilirken gerek Grupta gerek Mecliste, bendeniz elimden geldiği kadar bu kanunun çıkmaması için uğraştım. Çünkü bu aşırı … kanunu; mana ve hüküm itibariyle doğrudan doğruya tam manası ile İslam akidelerine birer gem vurmaktan başka bir şey değildi… Diğer taraftan din hakkında hareket eden vayemsi teşkilâtının ve kökü dışarda bulunan Masonluk teşkilâtının kurulmasına müsaade edilmişti…
O zaman arz ettiğim gibi şu söylemiş olduğum sözleri arkadaşlar hatırlarlar ve yahut o zamanki tutanakları alıp okuyacak olurlarsa görürler ki, o zaman şöyle demiştim:
«Bu kanun kıpkırmızı komünist kokar». Bu kanunun lütfen kaldırılmasını rica ederim. (Gürültüler).
Konuya dair söz alan ve görüşlerini beyan eden Talât Vasfi Öz (Ankara) bey ise şu ifadelerde bulunmuştu:
— Muhterem arkadaşlarım,
Ezan yalnız bir ilân değildir. Ezan muayyen vakitlerde hususi terimlerle yapılan özel bir ilândır. Hususi lâfızlar şâriin, yani Peygamberin tayin ettiği lâfızlardır. Bu da ezandır. Bu hususi vakit ise muayyen vakitler olup, bildiğiniz namaz, beş vakit namaz vaktidir. Peygamberimize ezan için bir vahiy nazil olmuştur. Bu vahye şâri dilinde vahyi medlüv denildiğini de pek âlâ takdir edersiniz. Ezan farzı kifayedir. Bir memlekette Peygamberin emrettiği şekilde ezan okunmazsa namazın sahih olmadığını söyleyen müçtehitler olduğunu bilhassa huzurunuzda zikretmek isterim. (Alkışlar). Fakat arkadaşlar, bu asil milletin asıl duyduğu kendi kendine vaki olan yetkisiz tecavüz ve kanunsuz hareket karşısında yıllarca susmuştur. 18 milyonun % 98 ini teşkil eden Müslüman çocukları ıstırapların sessiz sessiz taşımışlardır. (Alkışlar). Adnan Menderes Hükümetine, huzurunuzda Büyük Meclisle beraber Millet adına minnet ve şükranlarımı sunmayı en kutsal bir vazife telâkki ederim. İnsanın vicdan hürriyetinin, insanların en tabiî hakları olduğunu ancak Türk Milleti 14 Mayıs’ta büyük siyasi zaferi temin ettikten sonra teslim edilmiş bir hak olarak görebilmiştir. Büyük Meclisi tebrik eder ve Hükümete şükranlarımı arz ederim. 14 Mayıs'a bilhassa işaret etmek isterim, ki mübarek bir güne tesadüf etti ve mübarek günün arifesinde Türk Milleti, dünyayı imrendiren eşsiz bir siyasi zafere ulaştı…
Ezana taallûk eden müdahalenin kaldırılması hâdisesi de Ramazanımızın arifesi olan mübarek bir cuma gününe tesadüf ediyor. Buna da bilhassa işaret etmek isterim. (Sağdan lâyik Hükümet?) 18 milyon Türk'ün % 98 i İslam camiasını teşkil eder. Bunu Türk vatandaşları Büyük Meclisin bu mübarek... (Sağdan ve soldan gürültüler, vaiz istemiyoruz sesleri). Bu mübarek günde ittihaz ettiği kararı vicdanlarından aldığı sesle, göz yaşlarıyla ve şükranla kaydetmektedir. (Sağdan ve soldan gürültüler, vaiz istemiyoruz sesleri)'.
Tekrar Büyük Meclise ve Hükümete şükranlarımı sunarım.
Nihayet Meclis Başkanı müzakereleri kifayet eder bulmuş ve önergeyi kabul edenler... Kabul
etmeyenler... Yeterlik önergesi kabul edilmiştir. Maddelere geçilmesini kabul edenler lütfen işaret etsinler... Kabul etmeyenler işaret etsinler... Maddelere geçilmesi kabul edilmiştir.
— Söz istiyorum diyen Muzaffer Âlî Mühto (Kastamonu), lüzum yok diyenler ile alkışlar arasında şu son derece ilginç konuşmasını yapmıştır:
— Muhterem arkadaşlar. Maddeyi aynen kabul ediyorum. Bendeniz D. P. nin birinci büyük kongresinde program üzerinde konuşurken, din derslerinin de programa alınmasından bahsetmiş ve sözlerime şöyle nihayet vermiştim. (Anlaşıldı, lüzum yok sesleri).
Efendim, müsaade ediniz, rica ederim, yeminim var, ahtım var. Söyleyeceğim.
Ben inkılâp içinde doğmuş bir gençtim. Din terbiyemdeki noksanların.. (Gürültüler) Söyleyeceğim.. Maddeyi aynen kabul ediyorum. (Gürültüler) Lütfen bir dakika söz verin, rica ederim. (Devam, devam sesleri).
O zaman demiştim ki, üç çocuğum vardır, korkarım ki, öldüğüm zaman bana Fatiha okuyamayacaklardır.
Tanin Gazetesi demişti ki; «Bu zat avamfiribane konuşuyor belki de ona Fatiha okumazlar.»
Şimdi o gazete ölmüş gitmiştir. Biz hâlâ yürüyoruz ve Allanın lütfuyla yürüyeceğiz ve yaşayacağız. (Alkışlar).
.
KUTSİYETİNİ KAYBEDEN MASA
2023 yılı çok hızlı başladı…
Önce devasa çaptaki depremler ve devam eden sarsıntılar ile toplum ruhen alt üst oldu.
Sonrasında ise üyelerinin etrafında toplandığı “Kutsal İttifak” masası büyük bir darbe aldı.
Böyle olması esasen kaçınılmaz bir haldi. Zira Kutsal İttifak’ın her bir üyesi kendi ekseninde dönüp kendisinden gayrısını hep öteledi, önce ve öncelikle ben varım, ben olmalıyım demekteydi.
Ancak Kutsal İttifak’ın tek kadın üyesi diğerlerinden çok daha fazla “ben” demekte, ben başatım, önce ve sonra, her daim ben olmalıyım havasındaydı. Hırsı, tutkuları, benlik duyguları, yönetme arzusu, belirleyici tavırları… diğer üyelerden çok ama çok daha ziyadeydi. Oysaki söz konusu ruh hali ve zihin yapısı her daim kendisini aşikâr etmekteydi. Tıpkı yakın zamanlarda ölen İngiltere kraliçesi Elizabeth gibi sıra dışı renklerdeki giyim tarzı ile her vakit toplum ve “Kutsal Masa” üyeleri nezdinde kendisini öne çıkarıcı bir davranış sergilemekteydi. Sapsarı, masmavi, pespembe, kıpkırmızı, bembeyaz, turuncu ve daha türlü türlü dikkat çekici renkteki ceketleri tam bir algı oluşturma vesilesiydi.
Ceketinin sıra dışı renkleri kadar sözleri de keskin ve kararlılık sergilemekteydi. “Ya tarih yazacağız ya da tarih olacağız” diyordu. Kutsal İttifak üyelerinin etrafında toplandığı masayı “kumar masası” olarak tanımlıyordu. “Kumar” ve “noter” masasında olamayız iddiasında bulunmaktaydı. Hep kendisi dinlensin, hep onun dedikleri olsun ve hep o belirlesin azmi içindeydi. Gerçi diğer üyeler de hırsları ve arzuları itibarıyla ondan geri değillerdi… Nihayet masa devrilmiş, ayaklarından birisi hesapsız bir surette kırılmıştı. Fakat acil müdahale ekiplerinin akıl, fikir ve yönlendirmesi ile vuku bulan kaos kısa sürmüş, allı pullu üye kırıp döktüğü sövüp saydığı Kutsal Masa’ya geri dönmek zorunda kalmıştı. Ancak halet-i ruhiyesi çökmüş, yüzünü gözünü keder bürümüştü. Ayrıca geri dönmeye mecbur kaldığı o gün ilkbahar soluklu allı yeşilli ceketlerinden hiçbirisini giymeyerek ölüm matemi içindekiler gibi siyah bir mantoya bürünerek tekmelediği kapıyı tekrar çalmıştı.
İmdi;
Liderlik iddiasındaki birinin tekmelediği kapıyı bir daha çalmaması icap eder. Tıpkı “one minute” örneğinde olduğu ve “Benim için bundan böyle, Davos bitmiştir. Daha Davos'a gelmem! Bunu da böyle bilesin!” ifade ve uygulamasında olduğu gibi.
Türkiye’yi yönetme sevdasındaki bir oluşumun liderinin kendi oluşumuna mensup üyelerden hiçbirisini Türkiye’nin yönetimi için yeterli ve ehliyetli görmeyip kendisi ile rekabet halinde bulunduğu bir oluşumun üyelerine kucak açması, onları bağrına basması ve onlar için Kutsal Masa’yı tekmeleyecek kadar asabileşmesi ise hakikaten traji-komik bir durumdur.
“Tükürdüğünü yalamak” ise ilkbahar soluklu Kutsal Masa üyesi için çok vahim olmuştur. Böyle davranmakla itibarını sıfırlamış, kendisine duyulan itimadı yitirmiştir. Oysaki Tarık bin Ziyad olabilmek ve tarih yazabilmek için gemileri yakmak gerekirdi. Masa’yı tekmelemenin üzerinden daha 24 saat geçmeden keder ve kasvet kokulu siyahi elbiseler içerisinde geri dönülmemeliydi. Şayet fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bir surette örgütlenilmiş olunsaydı tabii ki sonuç öyle olmazdı.
Unutmamak gerekir ki özgürlük ve bağımsızlık Türk’ün karakteridir.
Velhasıl;
Lider; sözünün eri olmalıdır.
Lider; itimada layık bulunmalıdır.
Lider; halkının derdi ile dertlenmelidir.
Lider; fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür olmalıdır.
Lider; kusuru varsa, özür dilemesini bilmelidir.
Lider; kara günlerinde halkı ile birlikte gözyaşı dökebilmelidir.
Lider; gerektiği takdirde halkı için kendisi feda edebilmelidir.
.
Beklenen İstanbul Depremindeki ÖLÜM VADİSİ
Kadife Devrimler…
Arap Baharı...
Harap olan ve imansızlaştırılan Ortadoğu…
Ve nihayet alacakaranlıklarda yaşanmaya başlayan Zincir Depremler…
Belirtildiğine göre Zincir Depremlerde zincirin en önemli halkalarından birisi de İstanbul Depremi olacakmış… belki yarın, belki yarından da yakın…
İstanbul’da yaşanacak bir depremin neticelerini tahayyül etmek bile asap bozucu… Değil kendisi, hayali bile insanı ürkütmektedir. Vuku bulması halinde insani, siyasi, askeri, mali, iktisadi… açıdan Türkiye bir asır öncesine gerileyecektir. İstiklal ve istikbalini kaybetmesi dahi oldukça muhtemeldir.
Deprem bir vakıa; inkârı kabil değil. İstanbul ise tarihte bir dizi vahim depremler yaşamış bir şehir. Deprem ise geliyorum diye bizlere zaman zaman haber verip işaretler etmekte… Ama heyhat ki milyonları barındıran çarpık yapılı bu kentte gerekli tedbirler yeterince alınmıyor ve alınamıyor.
İstanbul’un en büyük değeri Boğaziçi. İki yakası binlerce, milyonlarca insana mesken olmuş. Ancak buradaki binaların %90’ı, geçen asrın teknoloji ve bilgisi ile yapılmış. Daha önemlisi ise inşaatta kullanılan kum deniz kumu. Yapılar artık korozyona uğramış durumda. Binaların her biri en az 50 yaşında olup ya ömrünü doldurmuş ya da doldurmak üzere.
Parasını ödeyip vaktiyle buradan ev alanlar, arsalarına ev yapmış olanlar artık evlerini yıkıp yeniden yapmak istiyorlar. Meydana gelecek bir depremde pisi pisine ölmek istemiyorlar. Ancak böyle bir işlemin önünde büyük bir engel mevcut. Boğaziçi’ndeki evinizi yıkabilirsiniz ama yapamazsınız, çünkü YASAK. Dolayısıyladır ki burada oturanlar imara müsaade edilmesi için yaklaşık 50 yıldır bekliyorlar.
Söz konusu YASAK 1983 yılında seçimi kaybeden Bülent Ulusu darbe hükümetinin acele ile çıkardığı son yasa. Yasanın ilgili maddesinde şahıs arsalarının Orman Bakanlığınca kamulaştırılması kabul edilmiş. O günden bugüne değin 40 yıl geçmiş, fakat kamulaştırma yapılmamış. Konu mülk sahiplerince Yargıtay’a taşınmış. Yargıtay Genel Kurulu 2012 yılında konuyu ele almış ve durumu “kamulaştırmasız el koyma olarak nitelemiş”. Yani vatandaşı haklı bulmuş. Tabi bu karar ile devlet zor durumda kalmış. Çünkü kamulaştıramadığı için bir anlamda gaspçı durumuna düşmüş…
Karar sonrası İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Orman Bakanlığı’na başvurular yapılmış… Orman Bakanlığı orası orman arazisi değil diyerek topu belediye, belediye de taca atmış… Yargıtay Genel Kurulu’nun 2010 kamulaştırmasız el atma kararı göz ardı edilmiş.
Oysaki 2960 sayılı Boğaziçi imar yasasında belirlenen sınırlar tamamen masa üstünde çizilmiştir. Boğaz görünümüne zarar vermeyen çukur bir alandaki bir yapının imarına izin verilmezken en tepede ve bütün haşmeti ile Boğaziçi’ni bir uçtan bir uca temaşa eden yapılar yıkılıp yeniden yapılabilmektedir.
Bu arada mevcut yasal düzenlemeye destek veren Boğaziçi Platformu diye bir oluşum vücut bulmuş. Bunlar; Boğaziçi fazla yapılaşmayı kaldırmaz. Mevcut haliyle kalmalıdır. Boğaziçi sit alanı olmalıdır, Unesco Dünya Mirası listesine alınmalıdır, söylemindeler. Ancak Boğaziçi’ndeki bu ölüm vadisinin hiçbir sakini için Boğazı “iç etme” diyetinde olan hiçbir varlığın değeri yoktur.
Velhasıl;
Halk arasında “Kenan Evren yasası” diye bilinen düzenleme imarlı, ruhsatlı ve iskanlı mülk sahibi milyonlarca insanı yıllardır mağdur etmektedir. “Kenan Evren yasası” diye bilinen Boğaziçi yasası acilen değişmelidir.
Bazı güdümlü çevre örgütlerinin kasti suretteki hedef saptırmalarına itibar edilmemelidir.
Bölgede bulunan bütün binalardan karot alınmalı, analiz ettirilip çürük binalar derhal yıkılıp tapulu, imarlı, iskanlı binalar yenilenmeli, depreme dayanıklı hale getirilmelidir.
Rüştünü ispat etmiş olan TOKİ bu yapıları yıkıp, buralarda ikamet edenleri yerlerinden etmeden, güzel bir proje ile yenilemeli, Boğaz’a depremin ve çağın gerektiği yapıları dikmelidir. Aksi takdirde İstanbul’da yaşanacak vahim bir depremde masum çocuklar, yaşlı dedeler ve nineler, genç insan gücü, yeni evli çiftler, kısacası milyonlarca insan, her bir binanın toz duman içinde savrulup gittiği engebeli bu ölüm vadisinde, hayatını kaybedecektir.
Boğaziçi’ni Toplu Mezar haline getirecek olan böyle bir felaketin vebali ise şüphesiz ki yerel idareciler kadar merkezi yöneticilerin de sırtında kalacaktır.
Hakkaniyetli, çağdaş ve estetik muhtevalı yeni bir Boğaziçi İmar Yasası ile devlet millet kaynaşması neden sağlanmasın ki!
Prensibimiz; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” değil mi?
.
Doğu'dan gelen Haçlılar!
6 Şubat’ta gerçekleşen depremde her iki depremin derinliğinin ortalama 8,5 ila 10 kilometre arasında olduğu; yer kabuğunun her iki deprem sırasında 2 dakikalık süre boyunca çok ciddi şekilde sarsıldığı ve deprem bölgesinde yer kabuğunda 7 metre 30 santime kadar yer değiştirmenin gerçekleştiği belirtiliyor.
Ayrıca deprem, gerçekleştiği alan itibarıyla toplamda 11 ili kapsıyor. Son derece geniş, metrekare olarak bazı Avrupa devletlerinden çok daha büyük.
Sebebiyet verdiği kayıplar ve sağladığı yıkım itibarıyla da deprem oldukça ibret-amiz.
Ölen insan sayısı, yıkılan bina adedi, kullanılamaz hale gelip ayakta zoraki duran yapılar, metrelerce derinlik ve genişlikte yırtılan yeryüzü ve hatta kayalar vahametin ne denli korkunç olduğunun en bariz tezahürleri!
İnanılacak gibi değil.
Yakın tarihte bu denli şiddetli, bu denli yakıp yıkıcı, bu denli acı bir deprem kayıtlı değil.
Türkiye savaşa girse bu derecede bir yıkım yaşamaz, bu denli geniş hasar ve zarar görmezdi. Dile kolay 100 bin kilometre karelik bir alanda gecenin bir karanlığında derinden ve yüreğinden vurulmuş bir ülke.
Bu yönüne ilaveten depremin diğer bir yüzü daha var: Depremzedelerin bireysel olarak yaşadıkları ve bizzat hikâye ettikleri manevi haller.
Onca zaman geçmesine rağmen enkaz altından karnı tok çıkanlar; bir yudum su içmediği halde böbreği ve sair organları hiçbir surette zarar görmeyenler; nur yüzlü insanlardan ve şifa dolu ellerden enkaz altında tedavi görenler yahut kendileri ile sohbet edip eğlenen çocuklar… İnsanın taaccüp ettiği daha nice ibretlik hikayeler…
Bu noktada anlatılanlar travma kaynaklıdır diyeceğim ama bunu söylememe mâni tıbbi tespit ve tabiplerin “bunlar tıbben izahta zorlandığımız durumlar” şeklinde bayanları aşikâr…
Depremin bir Haarp saldırısı olduğu yolunda iddialar var. Bu da depremin üzerinde durulması gereken bir başka vechesi…
ABD’ye atfen bu yönde senaryolar yazılıp iddialarda bulunulmaktadır.
Bu yöndeki iddiaların gerçekliği pek tabii ki muhtemeldir. Ancak kesin surette öyledir diyebilmek için ispat etmek gerekir. Vuku bulan depremin adedi, hiddeti, şiddeti, büyüklüğü, etki alanı, emsalinin olmaması ve benzeri hususlar dikkate alındığında Haarp saldırısının olmadığını kesin surette söylemek imkansızdır. Savaşların artık en yeni ve en akıl almaz yöntemlerle gerçekleştirildiği ortadadır. İçinde bulunduğumuz yüzyılın savaş araçları maalesef teknolojik ve tıbbi laboratuvarlarda üretilmektedir. Yapay virüsler; güneş ışınlarının teknolojik aletlerle aynı noktaya yansıtılması neticesi çıkarılan orman yangınları; birden fazla şehrin ve hatta bir ülkenin elektrik sisteminin bütünüyle felç edilmesi… çağımızın en bayağı suretteki yeni teknolojik icat ve saldırıları kabilindendir.
Hal böyle olunca teknolojik icatların yer üstünde olduğu kadar yer altında da kullanılması neden mümkün olmasın ki!
11 ili alttan alta sarsacak düzeyde bir teknolojinin var olup olmadığı bir tarafa depremden etkilenen 11 ilin, Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Malatya, Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Adıyaman, Osmaniye, Adana ve Elâzığ’ın, Arz-ı Mevud (Vadedilmiş Topraklar) dahilinde bulunması acaba bütünüyle bir tesadüfmüdür.
Deprem neticesi isimleri öne çıkan bu şehirlerin konumları itibarıyla Vadedilmiş Topraklar ile örtüşmesi ve ayrıca depremin yakıp yıkıcı etkisinin sadece söz konusu iller ile sınırlı kalması hakikaten düşündürücü.
Vadedilmiş Topraklara dahil olmayan ama Vadedilmiş Topraklara sınır olan Kayseri depremin sadece yorgun dalgalarını hissetti; yıkılan, ölen veya yaralananı yok. Depremin merkez üssü Maraş olsa da depremin en yıkıcı tesirini Hatay yaşadı. Vuku bulan deprem yerle bir ettiği Vadedilmiş Topraklar dahilinde olan Halep’ten/Suriye’den Türkiye’ye adeta kapı araladı.
Unutmamak gerekir ki depremin gerçekleştiği Kahramanmaraş, Hatay, Gaziantep, Malatya, Diyarbakır, Kilis, Şanlıurfa, Adıyaman, Osmaniye, Adana ve Elâzığ gibi Irak, Suriye ve Lübnan toprakları da bütünüyle Vadedilmiş Topraklar dahilindedir.
Irak; Vadedilmiş Topraklar dahilinde olan Körfez Savaşı ile tarumar edildi.
Suriye yakıldı, yıkıldı ve insani olarak boşaltıldı.
Lübnan yakın zamanlarda patlamalara ve yangınlara sahne oldu. Ülkede kalıp yaşamak zorunda olanlar uzun bir süre karanlığa gömüldü. Siyaseten istikrarsızlaştırıldı.
Kısmen Vadedilmiş Topraklar dahilinde bulunan İran’da zaman zaman iç savaş çıkartma teşebbüsleri sebepsiz değildir.
Vadedilmiş Topraklara Ürdün ve kısmen dahil olan Suudi Arabistan, şimdilik her ne kadar sükûn içerisinde olsalar da, bir nefeste yıkılacak durumdadırlar.
Vadedilmiş Toprakları elde etme noktasında Suriye’nin iflah olmaz kötürüm halinden sona Halep üzerinden Hatay’a ve dolayısıyla da Anadolu’ya, insansızlaştırma ve istikrarsızlaştırma anlamında, sanki kapı aralanıp ilk adım atıldı. Anadolu’daki Vadedilmiş Topraklara hâkim olabilmek için Türkiye ile doğrudan doğruya savaşmak mümkün olmadığından Türkiye’ye sanki dolaylı bir savaş yaşatılmıştır; kendi içinde, derinden ve oldukça tabii surette gerçekleşen bir savaş; Türkiye’nin doğa ile savaşı.
Basında yer alan haberlere göre deprem sonrası depremzedeler bölgeden uzaklaşmakta, daha emin gördükleri şehirlere taşınmakta. Halihazırda yaklaşık 500 bin kişi bölgeyi terk etmiş durumda. Depremde ölenler de dikkate alındığında Vadedilmiş olarak kabul edilen bu topraklarda demografik yapı değişecek gibi gözükmektedir; tıpkı Ortadoğu’da, özellikle Lübnan ve Suriye’de olduğu gibi.
Yine basında çıkan haberlere inanılacak olursa depremden geriye kalan Erciyes Dağı büyüklüğündeki enkazın taşınacağı yerler 20 bin açık maden sahası imiş!
Keşke, imkân olsa ve inşası bakımından mümkün bulunsa da, büyük şehirlere inat, etrafında daha yaşanır yerleşim merkezleri kurmak ve demografik yapıyı korumak adına bu 20 bin çukurun her biri su ile doldurulabilse ve İsviçre örneğinde olduğu gibi, Anadolu, tabiatı yeşillendiren, iklimi ılıman kılan, temaşası hoş göller ile süslenebilse!
Ayrıca gölet merkezli, köyden büyük ilçeden küçük bu yeni kasabaların/yerleşim merkezlerinin her birine bir de üretim yapan, İsviçre misali, küçük sanayi tesisleri/atelyeleri kuruldumu işte o zaman kırsaldan şehre ne göç kalır ne işsizlik…
20 bin gölet dile kolay!
Benimkisi düz bir fikir ve hayal işte… Para ile değil ya!
.
Allahu ekber!
….
Türk eriyiz silsilemiz kahraman
Müslümanız Hakk'a tapan Müslüman
Putları Allah tanıyanlar, aman
Mescidimin boynuna çan asmasın
Amin! Desin hep birden yiğitler
Allahu ekber! gökten şehitler
Amin! Amin! Allahu ekber!
…
Yukarıdaki mısralar Mehmet Akif Ersoy’un “Ordunun Duası” şiirine aittir.
Şiir, nakaratları ile birlikte toplamda 8 beyitten oluşmaktadır.
Deprem vesilesi ile gündem konusu kılınmış olan “Allahu ekber!” nidası bazı çevreleri fazlaca rahatsız etmiş olsa da “Allahu ekber!” her Müslümanın doğumundan ölümüne kadar hemhal olduğu kutsi bir cümledir.
Müslüman bir ailede doğan çocuğun dünyada kulağına okunan ve dolayısıyla da zihnine nakşedilen ilk cümle “Allahu ekber!”dir.
Allah’ın kendilerine lütfetmiş olduğu çocuklarının ismini Müslüman anne babalar çocuklarının kulağına Ezan-ı Muhammedi’yi okuduktan sonra verir.
“Allahu ekber!” günde beş vakit okunan o lahuti nidanın, Ezan-ı Muhammedi’nin ilk cümlesidir.
“Allahu ekber!” günde beş vakit kılınan namazın her bir rekatını süslemektedir.
Ölen her Müslüman arka arkaya alınan “Allahu ekber!” tekbirleri ile kılınan cenaze namazı sonrası ahirete yolcu edilmektedir.
Birçok ibadetin en temel unsuru “Allahu ekber!” iledir.
Müslümanın gönlü ve zihninde tek bir varlık, tek bir kuvvet saltanat kurmuştur; ki bu varlık kendisini yoktan var edip yaşatan, her şeyin maliki, hüküm gününün sahibi olan Allah’ın ta kendisidir.
Bu nedenledir ki inanan gönüller ömrünü “i’la-yı kelimetullah” için harcar. Allah’ın yüce adını önce hayatına sonra da yaşadığı aleme hâkim kılmak için mücadele eder. Ecdadının üç kıtada hüküm sürmüş olması, denizleri deryaları aşarak Anadolu’yu, Balkanları, Asya’yı, Afrika’yı İslamlaştırmış bulunması hep bu maksat ve lafızla olmuştur. Viyana önlerine kadar, şan olsun diye değil, bütünüyle bu maksatla gidilmiştir. “Allahu ekber!” şeklindeki lahuti nida her yerde işitilsin ve bilinsin istenilmiştir. Bu uğurda can vermekten çekinilmemiştir. Anadolu ve fethedilen her bir yer, her bir karış toprak, altında binlerce kefensiz yatan, sıkınca topraktan fışkıracak olan şehitler sayesinde elde edilmiştir.
Arif Nihat Asya’nın “Dua” adlı o enfes şiirindeki yakarışı Müslümanların hangi felsefe ile yaşadıklarını ve şehitler vermiş olduklarını ifade etmesi bakımından son derece önemlidir:
Biz, kısık sesleriz... minareleri,
Sen, ezansız bırakma Allahım!
Ya çağır şurda bal yapanlarını,
Ya kovansız bırakma Allahım!
Mahyasızdır minareler...göğü de,
Kehkeşansız bırakma Allahım!
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allahım!
Bize güç ver... cihad meydanını,
Pehlivansız bırakma Allahım!
…
Müslümanın gönlü ve zihninde hâkim olan tek varlık ve kudret, kendisini “ekber!” şeklinde nitelendirdiği Allah’tır. Allah, inanan gönüllerde saltanat kurmuş olduğu içindir ki gecenin bir yarısında gerçekleşen deprem neticesi ev kıyafeti ile enkaz altında kalan kadınlar, genç kızlar enkazdan kurtarılıp çıkarılırken önce başlarını örtecek bir örtü istemekte, başını ve bedenini örtmeden bulunduğu yerden dışarı adım atmamakta direnmektedirler. Yaşadığımız son deprem bunun en güzel örnekleri ile doludur.
Bedenleri enkazın altında kalanlar ruhları ile arş-ı a’laya yükselirken enkazdan kurtarılanlar ise “Allah” diyerek, “şahadet” getirerek hayata yeniden tutunmaktadırlar. Mucizevi kurtuluşlara aracılık ve tanıklık eden imanlı gönüller ise şahidi oldukları hadiselerden ötürü “hay” ve “kayyum” olan rablerine karşı besledikleri “hayret” ve “takdir” hislerini “Allahu ekber!” nidaları ile ifade etmektedirler.
“Maşaallah” Allah’ın cemal sıfatının tezahürleri karşısında duyulan hayranlık dolayısıyla; “Allahu ekber!” ise Allah’ın kudreti ve kuvveti ile halk ettiği eserler karşısında acziyet içerisindeki insanoğlunun duyduğu hayret, taaccüp ve takdir hislerinden başka bir şey değildir.
Dolayısıyladır ki “Allahu ekber!” nidası ne bir cemaatin sloganı ne bir örgütün nidası ne de bir başka grup yahut inanç ve felsefenin simgesidir. Bilakis “Allahu ekber!” nidası, doğumundan ölümüne kadar, Müslüman kalplerin en temel akidesi, en temel felsefesidir.
.
Kaderin üstünde bir kader… göklerden gelen bir karar vardır
Millet olarak Korona virüsten henüz kurtulmuşken maalesef yeni bir felakete maruz kaldık. Toplum olarak içimiz yandı, hakikaten perişan olduk.
Vuku bulan deprem o kadar güçlü o kadar şiddetli oldu ki sadece bize, değil etrafımızdaki ülkelere, bütün Ortadoğu’ya dahi varlığını hissettirdi.
Eskilerin “semavi ve arazi afetlerden” muhafaza olunmak için dua ettiği deprem bizi Anadolu’da, tabir caiz ise, kalbimizden vurdu. Hem de bir defa değil, üst üste iki kez vurdu. Birinci darbede yıkamadığı binaları ikinci darbede yıktı. Anadolu’da 10 vilayetimizi yerle bir etti. Anadolu’ya ilaveten Suriye’de Halep ve İdlip gibi şehirleri de harap etti. Lübnan’da dahi hasarlar oluşturdu.
Halihazırda bütün bölgede binlerce hane viran olmuş, on binlerce insan yaralanmış bir haldedir. Sayısını bilemediğimiz yüzlerce insanımız ise enkaz altında kurtarılmayı beklemektedir.
Mevsimin maalesef kış olması, kara yollarının ve enerji hatlarının zarar görmüş bulunması depremin vahametini daha da artırmaktadır.
Ancak Türk milleti her zamanki gibi bütün gücü ve varlığı ile mağdurlara el uzatmaktadır.
Hükümet kurumsal yapısı, mali ve idari veçhesi ile deprem bölgesinde daha hadisenin ilk saatlerinden itibaren var olmuştur.
Kenya’dan Yeni Zelanda’ya, Pakistan’dan Belçika’ya kadar birçok devlet ve milletten gelen yardım ve kurtarma ekipleri devasa deprem sahasında arama kurtarma çalışması içerisindedir. Resmi ve sivil, bütün güçler, bir tek kişi de olsa, can kurtarma azmindedir. Afad’ın, Kızılay’ın, Thy’nin, özel hava yollarının, Tsk ve sair güvenlik güçlerimizin, maden işçilerimizin ve daha nice özel ve tüzel kurum, kuruluş ve sivil bireylerimizin gayretleri destansı birer özveri olup yüreğimiz ferahlatmaktadır.
Yardım kampanyaları, bazı gıda firmalarının yüklü miktardaki erzak ve malzeme bağışları hakikaten takdire şayandır.
Pakistan’ı öteden beri neden “kardeş” kabul ettiğimiz Pakistan Hükümeti’nin aldığı son karar ile bir kez daha haklılığını ispat etmiştir.
Ancak “Varlığım Türk milletine armağan olsun” sözünün hakikaten bir kez daha tahakkuk ettiği böle bir zamanda aramızda bir hayli “ayrık otları”, “virüsler”; fırsatı ganimet bilen kötüler; devletine ve milletine nankörlük eden arsızlar; yaşanan acılardan, acziyetlerden ders almayan utanmazlar ve varlığımızdan ziyade yokluğumuzu temenni eden basiretsizler de yok değildir.
Bunlar her fırsatta ve her vesile ile etrafa zehir saçmakta, asılsız ve akılsız söylemleri ile toplumsal birliğimizi dinamitlemeye çalışmaktadırlar.
Bunlar; depremin şiddeti ile yarılan dağı görmez ama yarılan yollara laf ederler.
Bunlar; bükülüp kırılan dağdaki bayırdaki raylardan ibret almayı bilmezler.
Bunlar; havaalanlarının iyi ki yapılmış olduklarını değil de niye zarar görmüş olduklarını sorgularlar.
Kim bilir belki de bunlar; “kaderin üstünde bir kader olduğunu …göklerden gelen bir karar bulunduğunu” bilmezler.
Bunlar galiba iktidara hasret, gözlerini siyaset hırsı bürümüş ve dolayısıyla geçeği göremeyen asrımızın garip gureba bireyleridir.
Allah akıbetimizi hayreylesin.
Ölenlerimize rahmet, yaralılarımıza şifalar diliyorum.
.
CHP’nin seçimlerde %65 oy alabilmesinin yolu
Yeni bir seçim mevsimi başlamak üzere.
Isınma turları, nutukları ve propaganda çalışmalarının hazırlığı yapılmakta.
Din, inanç ve bu bağlamdaki unsurlar, hiç alakası olmayanlar tarafından dahi, Cumhuriyet tarihindeki toplumsal siyasetin bir manivelası haline getirilebilmektedir.
Geçmişte Milli Şef ve sonrası dönemde CHP’nin propaganda çalışmalarında bu kabilden uygulamalarla sıklıkla tanış olmak mümkündür.
Oysaki Milli Şef İsmet İnönü’lü yıllarda memlekette ezan Arapça değil, hatırlanacağı üzere, Türkçe okutulmaktaydı. Müezzin efendiler Müslümanları namaza davet etmek için yeni rejimin dini nidalarını minarelerden günde beş vakit:
Tanrı uludur, Tanrı uludur,
Tanrı uludur, Tanrı uludur
….
şeklinde duyurmak zorundaydı.
Öyle ki halk tarafından bu çağrıya bir teşbih ve aynı zamanda takbih olmak üzere İnönü Türkiye’sini tasvir eden ve İstanbul ve Ankara ahalisinin dilinde yaygın bir surette dolaşıp duran oldukça muzip bir çağrı da icat olunmuştu:
İsmet uludur!
İsmet uludur!
Memurlar Saracoğlu’nun kuludur!
…..
Gerçi dönemin entelektüellerinden olan ve günümüzde dahi şahs-ı manevisi pek fazlaca sevilen bir isim olarak Ziya Gökalp da gidişatı aşağıdaki mısraları ile daha da alevlendirmişti:
Bir ülke ki, camiinde Türkçe ezan okunur
Köylü anlar manasını namazdaki duanın
Bir ülke ki, mektebinde Türkçe Kur’an okunur
Küçük büyük herkes bilir buyruğunu Huda'nın
Ey Türk oğlu, işte senin orasıdır vatanın
Dolayısıyla dönem yeni bir ulus inşası yolunda yeni adımların atıldığı bir dönemdi.
Dahası 1945 yılında dönemin Bakanlar Kurulu muhtelif yayınevleri tarafından bastırılıp satılmakta olan pek çok satılıp okunan bir dizi (popüler) dini kitabı faydasız ve zararlı olarak değerlendirilip yasaklamıştı.
Milletin hararetle okuduğu bu kitaplar peki neden yasaklanmıştı...
Konuya değinen ABD belgelerine göre söz konusu kitaplar yarı dini literatüre aitti. Hükümet yetkililerinin dini fanatizmi ve olası ırksal düşmanlıklar beslemesi ve İslam hakkındaki mitlerin ve tarihsel olarak sorgulanabilir bilgilerin sürekli surette yayılmasına son verilmesi isteğiyle böyle bir yasaklama söz konusu olmuştu. Ayrıca unutulmaması gereken bir başka husus ise, Anayasa'da da belirtildiği üzere, altı temel prensipten veya anayasanın temel unsurlarından birisinin de devletin laik olduğu gerçeğiydi. Hükümet, bu tür bir okuma listesinin, nüfusun geniş bir kesiminde İslam inancının canlılığını devam ettirebileceğini ve o günkü Türkiye'nin materyalist zihniyetiyle bağdaşmayan bir görünüm arz edeceğini düşünmüş olmalıydı.
Milli Şef döneminde din eğitimi konusu da milletin kendi dini inancını öğrenmekten mahrum edilmesi şeklinde seyretmişti.
İnönü’nün Cumhurbaşkanlığı döneminde dini derslere eğitim sisteminde yer verilmemişti. Dönemin gazetelerinden örneğin Vatan:
Bir nesil sonra camileri sadece birer abide olarak görüp, halkın birbirine şaşkınlık içinde; “bu abideler acaba ne maksatla kullanılmaktaydı”, diye sorduğunu işiteceğiz
diye yazıp durumdan şikayet etmişti.
Dini eğitime eğitim sisteminde yer verilip verilmemesi 1946 sonu ve 1947 başlarında ancak tartışma konusu haline gelebilmişti. Bu duruma neden olan husus ise dine karşı duyulan hassasiyetten ileri gelmemiş, Sovyetlerin dini inancı siyasetin istismar vasıtası haline getirmeye yönelmesi ve dinin öğretilmesi suretiyle Yeni Türkiye’deki mevcut rejimin muhafaza edilmesi düşüncesi kaynaklıydı.
O günlerde Vatan gazetesi bu durumu sayfalarına taşımış ve:
Sovyetler Birliği dini siyasi maksatlarına ulaşmak için kullanmaya başlamaktadır. Şayet dini konuları konuşmaktan kaçınır ve sessiz kalırsak rejimimizi korumaktan kaçınmış olacağız
diye belirtmişti.
Vatan’ın görüşlerine katılmayan hükümet taraftarı Necmettin Sadak ise Akşam gazetesinde:
Laik bir devlette dini ulusal ve resmi bir araç olarak kullanmak, o rejimi temelinden sarsmaya çalışmakla aynı anlama gelir. Dini öğretmeye başladığımızda, dinin emirlerine uymakta nerede duracağımızı gerçekten biliyor muyuz?
diye itiraz etmişti.
Esasen İsmet Paşa 1929 Aralık ayı nihayetlerinde Türkiye’de dini reformun muhtemeliyeti konusunda Rockefeller Vakfı adına kendisi ile bir görüşme gerçekleştirmiş bulunan ABD’li Miss Ruth Woodsmall’un “Türk Sosyal İnkılaplarının temel dayanağı nedir?” sorusuna verdiği cevapta iki önemli ilke üzerinde durmuş ve Türkiye’deki siyasi idarenin dine bakışını şu suretle dillendirmişti:
Birincisi, Türkiye'nin değişim ihtiyacının farkına varması, gecikmiş gelişimin bilincinde olması, değişim için gerekli faktörleri araştırması ve Doğu ile Batı arasındaki farkları analiz etmesidir.
İkincisi, Türkiye, yarı yolda alınan önlemlerin etkili olamayacağını anlayarak, ilerici reformlar programını kabul ederken gerekli olan her türlü fedakarlığı yapmaya istekli olmuştur.
Temel çıkış noktası, devletin din egemenliğinden tam bağımsızlığıdır. Başka bir deyişle, hükümetler bir zayıflık duygusuyla din ve ilerleme arasında uzlaşma bulmaktan memnun olabilirler. Türkiye’de din tamamen farklı bir mesele haline getirildiği için, dinin reformlarla uyumlu hale getirilmesi sorununu düşünmek hem mantıksız hem de gereksiz olacaktır. Her bir süreci denemek, sosyal reformun din ile hiçbir bağlantısı olmadığı şeklindeki temel ilkenin reddi olacaktır. Laik süreç, tüm reformların başlangıç noktasını temsil eder.
Başta İsmet İnönü olmak üzere CHP’nin dine bakış ve yaklaşımı normal zamanlarda bu minvalde iken olağanüstü hallerde yahut aşılması gereken engeller karşısında daha farklı olabilmiş, samimiyetsiz bir surette dinden medet umulabilmiştir.
Bir CHP delegesinin ekte yer verilen ve İsmet İnönü’ye:
“Sayın Türk Üreticisi,
Büyük Paşam!”
abartılı suretteki hitabı ile başlayan mektubu dinin CHP nezdinde nasıl istismar unsuru olarak görüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır.
Kaynak: TTK Arşivi; Koleksiyon İİ; Kutu 1; Gömlek 122; Belge No: 122.
.
Abdülhamid, Erdoğan, Kuran ve İsveç’in dün olup bugün kaybettiği erdem
İsveç, tarihte Osmanlı’dan himaye görmüş bir ülkedir. İnfirad politikasından vazgeçen Osmanlı Devleti’nin tarihteki ilk müttefiklerinden birisidir…
Ancak İsveç uzun bir süredir İslam, Kur’an ve Cumhurbaşkanı Erdoğan husumeti ile gündemi meşgul etmektedir.
Oysa ki İsveç bugün reddettiği erdemli duruşu, dahilde bir kısım çevrelerin muhalefetine rağmen, geçen asırda muhafaza edebilmişti.
İslam, Kur’an ve Cumhurbaşkanı Erdoğan aleyhine sergilenen çirkinliklerin dün yasaklayıcısı olmuştu.
Bugün İsveç için geçerli olmasa da dün var olan, benimsenen ve kutsiyetine inanılan söz konusu erdemli duruşunun hikayesi şöyledir:
Abdülhamid aleyhinde geçen asırda Batı’da gazetelerde çıkan yahut dergi ve benzeri neşriyatta yer alan olumsuz mahiyetteki yazı ve tanımlamalar çoğu kere eski bir ataşeye, büyükelçiye, gazete muhabirlerine, turistlerin ifadelerine, yazılı basının bir başka unsurundan yapılan nakillere, siyasilerin beyanlarına, Jön Türk ve emsali Abdülhamid idaresine siyaseten muhalif olanların söylemlerine, Avrupa hükümetlerinin emrinde olan ya da onlarla iş birliğinde bulunan isimlerin beyanlarına… müstenit olmuştur.
Bu anlamda yabancı basına Abdülhamid ve idaresi aleyhtarı yazı ve alıntılara malzeme oluşturması ve kaynaklık etmesi bakımlarından Dorys Georges’in kaleme aldığı eser ayrı bir yere ve role sahip olmuştur. Dolayısıyla denebilir ki Batı’da olumsuz bir Abdülhamid algısının oluşmasındaki en belirleyici unsurlardan birisi Abdul-Hamid Intime adlı eser olmuştur.
Eserin orijinal dili Fransızca olup önce Paris’te basılmış, akabinde ise II. Abdülhamid’in Özel Yaşamı unvanıyla İngilizce başta olmak üzere birçok Avrupa diline tercüme edilmiştir.
Kitapta kullanılan Dorys Georges ismi ise esasen müstear olup yazarın asıl adı Alexandre Adonossi’dir.
Alexandre Adonossi, 1872-1874 ve 1878-1884 yılları arasında Sisam Adası beyliğinde bulunmuş, Girit valiliği yapmış ve ayrıca Osmanlı Devleti’nde bakanlık görevini üstlenmiş bulunan Konstantin Adossidi Paşanın oğludur.
Alexandre Adonossi, önceleri babası, daha sonraları ise bulunduğu konumun sağladığı avantajlar vesilesiyle London Times'ın İstanbul’daki alt muhabiri olarak çalışmıştı. Ancak kaleme almış olduğu eserinin Batı’da itibar görüp değer kazanması ise bazı sebeplere müstenitti. Öncelikle babasının Yıldız Sarayı’ndaki makamı onun kitabında vermiş olduğu bilgilerin güvenirliliğinin inkâr edilemeyeceği şeklindeki bir kanaatin oluşmasını sağlamıştı. Ayrıca kendisinin London Times’ın İstanbul muhabiri olarak görev yapmış olması da kendisine Batı’da muayyen bir ölçüde bilinirlik kazandırmıştı. Belki de en önemlisi, İstanbul’dan ayrılarak gitmiş olduğu Avrupa’da, Abdülhamid ve idaresi aleyhinde faaliyet gösteren Jön Türk Cemiyeti’nin etkin üyeleri arasında yer alması olmuştu.
Alexandre Adonossi ya da müstear adıyla Georges Dorys eserini siyaseten tarafsız yahut yansız bir surette kalmış değildi. Bilakis, Jön Türk hareketine aktif olarak katılmış ve nihayet Paris’e kaçmış ve zaten kitabını da Paris’te yazmış ve neşrini sağlamıştı. Adonossi, tarafsız olmak yahut tarafsız kalmak bir tarafa, Abdülhamid ve idaresine bütünüyle muhalif bir isim olarak hayat sürmüştü.
Yabancı basında sıklıkla yer alan Abdülhamid’in sarayında her dakika korku içinde yaşadığı; güvenliğinin hassasiyet ve hususi bir surette sağlandığı; zehirlenme korkusu nedeniyle yiyeceği yemeği önce kedi ve köpeklere tattırdığı; öldürülme endişesinin kafasında bir saplantı haline gelmiş olmasından ötürü söz konusu korkunun bir göstergesi olarak Yıldız Sarayı’nın gecelerinin gündüzleri kadar aydınlatıldığı şeklindeki aslı esası olmayan bütün haberlerinin kaynağı hemen bütünüyle Alexandre Adonossi’in söz konusu kitabı olmuştu.
Dorys, söz konusu eserinde Abdülhamid’i hakikaten de fazlası ile aşağılamıştı. Gerçekle alakası olmasa da babasının makamının gölgesinde kaleme almış olduğu Abdülhamid ve Yıldız Sarayı’na dair anlatımlarında, o tarihlerde 42.000.000 insanın hükümdarı olan Abdülhamid'i kınarken son derece tavizsiz ve oldukça acı ve yıkıcı bir üslup kullanmıştı. Abdülhamid’in, değil başkaları, kendi çocukları ve diğer akrabaları tarafından bile nefret edilen bir canavar olduğunu iddia etmiş; onu tarihteki bir başka Borgia olarak nitelemiş; kendi sarayında pek çok masum insana ilaveten İstanbul'da ve imparatorluğun hemen her yerinde binlerce mazlumun celladı olduğunu belirtmiş ve tahtını gasp ettiği öz kardeşi zavallı Beşinci Murad’ın başına adeta gardiyan kesildiğini birer hakikatmişçesine yazabilmişti.
Dorys, o günkü dünyanın önde gelen hükümdarlarından biri olmasına rağmen, Abdülhamid için hiç de hoş olmayan birçok ad, lakap ve sıfatlar kullanmaktan da kaçınmamıştı.
Dorys’e göre Abdülhamid:
Türkiye'nin yeni doğan anayasasını boğan gölgesinden korkan bir ödlek; kendisi son derece zenginken kendi ailesini zor durumda bırakan bir cimri; doğru heceleyemeyen ancak böyle olmasına rağmen Çin kurnazlığına sahip olan ve amacına ulaşmak için hiçbir şeyden vazgeçmeyen bir cahil; dehşete kapılmış bir monomanyak; her an bir suikastçının bıçağı veya kurşununun kendisine isabet etmesini düşünen ve sadece muazzam bir irade gücüyle canlı bulunan ve Bavyera'nın çılgın Kralı Ludwig'inkinden çok da uzak olmayan eksantrik bir enkaz
olmaktan başka bir şey değildi.
Eserinde Abdülhamid’in çocukluk yıllarında da değinmiş olan Dorys onu kötü niyetli insan düşmanı olarak tanımlamıştı. Dorys’in Abdülhamid’in yetişkin yahut olgunluk yıllarındaki karakterine ilişkin analizleri de son derece acımasızdı. Eserde Abdülhamid’e ait var olan tek bir erdemden söz etmek hemen hemen imkânsız gibidir.
Kitabında Abdülhamid’i oldukça bayağı suretteki niteliklerle ele alınmış olan Dorys’e göre:
İçinde bulunduğu doyumsuzluk hali ve sahip olduğu acımasız canavarca halet-i ruhiyesi ve ayrıca bütünüyle ilkesiz oluşu, Abdülhamid’i yönettiği imparatorluğun lanetlisi haline getirmiştir.
Dorys, Abdülhamid’i kurnaz, düzenbaz, acımasız, sihre inanan ve bir dereceye kadar batıl inançlı ve sürekli can korkusuyla yaşayan biri olarak resmetmişti. Onun karanlıktan korktuğunu, bu nedenle de Yıldız Parkı'nın geceleri her daim pırıl pırıl aydınlatıldığını belirtmişti. Yine onun sessizlikten de ürperdiğini ve dolayısıyla bütün gece penceresi çevresinde bir aşağı bir yukarı yürüyen bir muhafız birliğine sahip olduğunu; casuslarının gecenin her saatinde kendisine rapor verdiğini; şüphelendiği adam ya da kadının akıbetinden esef edildiğini; itfaiyenin bile yangına müdahale etmeden önce kendisinden izin alması gerektiğini… ve çok daha fazlasını kitabında ileri sürmüştü.
Dorys’e göre Abdülhamid'in en sevdiği kitap Machiavelli'nin Prens adlı kitabıydı. Öyle ki; bu kitap onun devleti idare etmede rehberi durumundaydı. Ancak o, bu kitaptan öğrendiklerine kendi sinsi Doğulu dehasını da ilave etmişti.
Dorys’e göre Abdülhamid iktidara hile ile gelmiş, fakat o koltuğu bir daha ve asla bırakmamıştı. Zaman zaman güç karşısında, istemeyerek boyun eğse de sonraki zamanlarda kaybettiklerini geri almak için derin bir hesap makinesi gibi çalışmış, çaresizlik diye bir şeyin varlığını asla kabul etmemişti. Maruz kaldığı bir tehlikeyi atlatmak için yeni hokkabazlıklar geliştirmiş ve mucizevi kaçışlar gerçekleştirmişti. İçinde uzun zamandır beslenmiş olan intikam duygusu nihayeti itibarıyla onun nezdinde şehvetli bir zihinsel şölene dönüştürmüştü. Zahmetli bir tebaanın hayatının onun için hiçbir önemi yoktu, bilakis kan akması onun titreyen sinirlerini yatıştırıcı bir banyo rahatlığı sağlamaktaydı.
Dorys’e göre Abdülhamid tarihin anakronizmi halindeydi. O günün uygarlığı pekâlâ şaşırmış olabilirdi. Ancak o, yalnızca karanlık çağların herhangi bir halifesi kadar mutlak bir müstebit değil, fakat aynı zamanda gücü ve çılgın gaddarlığının hâkim olduğu her yerde bir bela gibi kontrolsüz bir şekilde hüküm sürmekteydi.
Dorys’in kitabında yer alan yukarıdaki beyanlar dönemin matbuatında sayfa sayfa yayınlanmış, Batı kamuoyları nezdinde Abdülhamid aleyhtarlığının dalağa dalga genişleyip kökleşmesine yol açmıştı. Babasının Saray’a mensubiyeti, kendisinin de Saray havası solumuş olması Dorys'in kitabında ifade ettiği beyanlarının, asılsız da olsa, kısa bir süre içerisinde Batı’da büyük bir ilgi ile yayılmasına ve kitabın muhtelif dillere çevirisine sebebiyet vermişti.
Dorys ve kaleme almış olduğu eser tabii olarak Yıldız Sarayı’nın hedefi haline gelmiş ve Sultan Abdülhamid’i fazlası ile kızdırmıştı. Bütünüyle fantezi ve hayal mahsulü olsa da böyle bir kitabın şahsı, idaresi ve Osmanlı Devleti aleyhinde Batı kamuoyları nezdinde uyandıracağı tesire fırsat vermemek için derhal diplomatik kanallardan girişimler başlatılmış, fakat söz konusu girişimlerden sadece İsveç'te arzu edilen sonucun alınması mümkün olabilmişti.
Orijinali Fransızca olan kitap İsveççeye de tercüme edilmiş ve henüz basılmış olsa da Sultan Abdülhamid’in iradesi ve Osmanlı hariciye nazırının İsveç hükümeti nezdindeki ricaları neticesi kitap, tanınmış İsveçli yazar ve gazetecilerden oluşan bir jüri tarafından kitabın suç unsurları içermediğine dair beyanda bulunulmuş olunmasına rağmen, İsveç Hükümeti tarafından yasaklanmıştı.
Atatürk’ün cenaze töreni ve bir kırgınlığın zoraki telafisi
Atatürk’ün cenaze törenine Almanya, A.B.D., Afganistan, Arnavutluk, Bulgaristan, Çekoslovakya, Danimarka, Finlandiya, Fransa, Hollanda, Irak, İngiltere, İran, İspanya, İsveç, İtalya, Japonya, Litvanya, Macaristan, Mısır, Milletler Cemiyeti, Polonya, Romanya, Suriye, SSCB Hükümeti, Yugoslavya ve Yunanistan’dan resmi ve askeri temsilciler iştirak etmişti.
Cenaze törenine katılan diğer bir ülke ise ABD olmuştu. Ancak ABD belgelerinde yer alan bilgilere göre ABD’nin Atatürk’ün cenaze törenine katılımı Türk Hükümeti’nin ricası üzerine gerçekleşmişti.
Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra, aldığı talimat üzerine, ABD Hükümeti’nin Türkiye’deki ABD sefiri başkanlığında Atatürk'ün cenazesine özel bir temsil heyeti göndermesi veya Büyükelçi John Van A. MacMurray’in bu amaçla görevlendirilmesi yolundaki Türk Hükümeti'nin talebini 12 Kasım 1938’de ABD hariciyesine yazılı olarak arz etmişti.
ABD Hükümeti, Türk Hükümeti’nin talebini de dikkate alarak, ABD Başkan Sekreteri Marvin H. McIntyre’nin tavsiyesi üzerine, iki ülke arasındaki mesafeyi ve zaman darlığını da hesaba katarak, Atatürk’ün cenaze törenine ABD Başkanı’nın özel temsilcisi sıfatıyla katılmak üzere 15 Kasım'da John Van A. MacMurray’i görevlendirmişti.
MacMurray’in olağanüstü elçi olarak görevlendirilmesi teamüller gereğince itimat mektubunun sunulması ve kabul edilmesini icap ettirse de zamanın kısıtlı olmasından ötürü, böyle bir görevlendirme mektubu ABD hariciyesi tarafından MacMurray’e iletilmediği gibi MacMurray’in kendisi tarafından da Türk Hükümeti’ne herhangi bir itimat mektubu sunulmamıştı. Görevlendirmenin telgraf yolu ile Türk Dışişleri Bakanlığı’na bildirilmesinin yeterli olacağı Türkiye tarafından istenmiş ve öylece de yapılmıştı.
MacMurray, ABD hariciyesinin kendisine göndermiş olduğu 16 Kasım tarihli telgrafta yer alan yetkiye uygun bir surette Başkan Roosevelt ve ABD Hükümeti ve halkı adına cenazeye kendisinin katılacağını Türk Dışişleri Bakanlığına bildirmiş ve ayrıca cenaze için çelenk de göndermişti.
Oysaki Türk Hükümeti ve Dışişleri Bakanlığı Amerika Birleşik Devletleri'nin cenaze törenine hatırı sayılır bir heyetle katılacağı beklentisi içerisinde oluştu. ABD adına yalnızca özel bir temsilcinin isminin bildirilmesinden hiç de hoşnut olunmamıştı. Gerek Türk halkının gerekse idarecilerinin gönlünde aşikâr surette ortak bir beklenti mevcuttu. Fransa’nın M. SARRAUT’u, Almanya’nın HERR VON NEURATH’ı, Büyük Britanya’nın MAREŞAL LORD BIRDWOOD ve AMİRAL SIR DUDLEY POUND’u, Yunanistan’ın M. METAXAS’ı, İtalya’nın BARON ALOİSİ’i ve Sovyetler Birliğinin M. POTEMKİNE’i göndermesi gibi keşke Amerika Birleşik Devletleri de donanmasından bir savaş gemisi ve deniz müfrezesine ilaveten kabine düzeyinden özel bir temsilci veya Türkiye ile bazı duygusal bağlar içinde olan özel bir ismi cenaze törenine göndermiş olsaydı.
Duyulan hoşnutsuzluk resmi ve aleni bir surette izhar edilmemişse de ABD sefareti çalışanları duruma gayri resmi yollardan muttali olmuşlardı.
Türkiye’de Olağanüstü Elçi sıfatı ile bulunmakta olan MacMurray Türk Hükümeti’nin söz konusu beklentisini kısmen de olsa karşılayabilmek ve duyulan hoşnutsuzluğu olabildiğince giderebilmek adına, kendince bir çözüm yolu olmak üzere, 17 Kasım'da ABD Dışişleri Bakanlığı'na bir telgraf göndermiş, ABD sefaretinde görevli diplomatik üyeler ile askeri ve ticari ataşelerin de cenaze törenine katılmak üzere adlarını Amerikan Heyeti’ne dahil ettiğini bildirmişti.
Dolayısıyla da Atatürk’ün cenaze törenine ABD adına katılan MacMurray başkanlığındaki heyet 5 kişiye yükselmiş olup:
-
John Van A. MacMurray (Heyet Başkanı ve Olağanüstü ve Tam Yetkili ABD Büyükelçisi),
-
Bay Robert F. Kelley (ABD Ankara Sefareti Birinci Sekreteri),
-
Binbaşı Walter L. Kluss (ABD Ankara Sefareti Askeri Ataşesi),
-
Bay Julian E. Gillespie (ABD Ankara Sefareti Ticaret Ataşesi),
-
Bay Joseph L. Brent (ABD Ankara Sefareti İkinci Sekreteri).
isimlerden oluşmuştu.
MacMurray ABD hariciyesine gönderdiği konuya dair raporunda Türk Hükümeti’nin beklenti ve izhar ettiği hoşnutsuzluk hakkında GİZLİ kayıtlı tespit ve değerlendirmelerde bulunmuştu.
MacMurray’in tespitine göre; ABD'nin, belki de bir donanma gemisine ve bir deniz müfrezesine ek olarak, yurtdışından -Kabine düzeyinde özel bir temsilci ya da Türkiye ile daha evvelce duygusal bir yakınlık içerisinde olmuş birinin- göndermesi gerektiğine ve gerek halk gerekse idareciler arasında, Fransa’nın (M. Sarraut); Almanya’nın (Herr von Neurath); Büyük Britanya’nın (Mareşal Lord Birdwood ve Amiral Sir Dudley Pound); Yunanistan’nın (M. Metaxas); İtalya’nın (Baron Aloisi) ve Sovyetler Birliği’nin (M. Potemkine)’nin yaptığı gibi ABD’nin de donanmadan bir parça gemi ile cenaze törenine katılmalıydı şeklinde kuşkuya yer bırakmayacak surette yaygın bir his mevcuttu. Daha önemlisi ise resmi ve gayri resmi çevreler tarafından ABD hükümetinin Atatürk'ün cenazesine yönelik tutumunun küçümsenecek derecede gelişi güzel olduğu şeklinde yorumlandığı ve böyle bir yaklaşımın varlığı konusunda kuşku bulunmadığı yine büyükelçi tarafından ABD hariciyesine rapor edilmişti.
ABD’ye karşı duyulan hoşnutsuzluk bürokratik düzeyde olduğu gibi toplumsal düzeyde de gösterilen tepkisel davranışlar ile izhar olunmuştu.
Bu anlamda gerek Amerikan gerekse Türk eğitim kurumlarında görev yapmakta olan Amerikalı öğretmenlere karşı öğrenciler tarafından itaatsizlikle mukabele edilmiş; bazı Amerikan ticari faaliyetlerinde vurgulanan iş birliği yerel idare çalışanları tarafından ilgisizlikle karşılık görmüş ve bazı resmi ilişkilerde gözle görülür bir soğukluk yaşanmıştı. Ancak bu soğukluk yahut Türk Hükümetinin ABD’ye olan kırgınlığı uzun ömürlü olmadığı gibi kalıcı türden hasar verici de olmamıştı.
MacMurray’e göre Türk Hükümeti’nin söz konusu beklenti ve yaklaşımı mantıksız olduğu kadar duygusal olup gerçekçi değildi. Zira öncelikle iki ülkeyi birbirinden ayıran mesafe ve iki ülke arasında hemen hemen her türden yakın bağların yokluğu göz önüne alındığında böyle bir beklenti büyükelçilik için olduğu kadar ABD Hariciye Bakanlığı için de anlaşılmaz bir durumdu.
Diğer taraftan, Türkiye'de fazlası ile anlatılıp dillendirilmiş olan bir husus varsa o da iki ülke cumhurbaşkanları arasında özel ve hatta neredeyse efsanevi bir kişisel dostluğun olduğu inancıydı. Ayrıca böyle bir hoşnutsuzluğun yaşanmasında, ek özel temsilcilerin atanacağı veya ABD donanmasından bir geminin törene iştirak edeceğine ilişkin bir duyurunun ABD tarafından nihai olarak bildirileceği umudunun etkili olmasının ötesinde, cenaze töreninde Amerika’nın özel bir surette temsil olunacağının yeterince duyurulmamış olması da belirleyici olmuştu.
Söz konusu efsanevi dostluğun varlığına inanılmış olmasında şüphesiz ki bir dizi faktörün etkisi vardı. Öyle anlaşılmaktadır ki Mustafa Kemal’in daha evvelce Roosevelt’e gönderdiği mektupta ona olan hitap şekli bu faktörlerden birisini oluşturmuştu.
Mustafa Kemal daha kısa bir süre önce 1 Mart 1935’te Türkiye Cumhuriyeti riyasetine dördüncü defa seçilmesi üzerine seçilişini 2 Mart 1935’te Amerika Birleşik Devletleri başkanı Franklin Roosevelt’e Büyük ve Aziz Dost hitabı ile haber vermiş ve bütün mesaisinin Türkiye ile ABD arasında mevcut güzel suretteki dostane münasebetleri idame, inkişaf ve artırmaya yönelik olacağını yolunda kendisini temin etmiş ve ayrıca hem Roosevelt’in şahsi saadeti hem de ABD milletinin refah ve ikbali için temennilerde bulunduğuna lütfen itimat edilmesi ricasında bulunmuştu. (1)
Roosevelt’e karşı kullanılan yukarıdaki hitap biçimi Atatürk ile sınırlı kalmamış, İsmet İnönü tarafından da devam ettirilmişti.
Türk Hükümeti öncelikle ABD’ye karşı sergilenen hoşnutsuzluk ve soğukluğun daha fazla sürdürülmesinin doğru olmayacağı kanaatine ulaşmış olmalıdır ki cenaze töreninden birkaç gün sonra, ABD hariciyesine teşekkür edilmesi için harekete geçmişti.
Bu maksatla ABD Türkiye Büyükelçisi ve Müsteşarı Mehmet Münir Ertegün 28 Kasım 1938’de MacMuray ile bir telefon görüşmesi gerçekleştirmiş ve yüz yüze görüşme talebinde bulunmuştu.
Münir Ertegün, hükümetin talimatı gereği, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ölümünden sonra gösterdiği özel onur ve özellikle hususi bir ismin cenaze töreninde görevlendirmiş olmasından ötürü ABD Başkanı’na, Türk Hükümetinin derinden minnettar olduğunu ifade etmiş ve duyulan minnettarlığın ABD Başkanı’na lütfen iletilmesini istemişti.
MacMurray de Ertegün’e, Türk Hükümeti’nin bu son derece nazik mesajını Başkan'a iletmekten büyük bir memnuniyet duyacağını ve ayrıca Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ölümünün ABD Hükümeti ve halkı tarafından büyük bir vatanseverin ve büyük bir liderin kaybı olarak görüldüğünden emin olabileceğini ifade etmişti.
Böylesi bir gelişmenin hemen akabinde, yaklaşık bir ay sonra, Türk Hükümeti tarafından yeni bir adım daha atılmış ve Amerika Birleşik Devletleri Anayasası'nın 150. yıl dönümünü anmak üzere Başkan Roosevelt ve Cumhurbaşkanı Atatürk'ün birleşik portreleri tasarımlı bir posta pulu çıkarılmak istenmiş ve söz konusu tasarımın sakıncası olup olmadığına dair ABD hariciyesinden görüş istenmişti. (2)
Türk Hükümeti ikili ilişkilerinde siyasi bir soğukluğa sebebiyet vermemek üzere ilişkileri sıcak tutacak adımlar atmış olsa da ABD cephesinde konu bütünü ile unutulmuş değildi. ABD hariciyesi hakikaten de MacMuray’in daha evvelce göndermiş olduğu ve GİZLİ kaydı ile raporunda yer vermiş bulunduğu:
Her ne kadar mantıksız görünse de ABD hükümetinin Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesine yönelik tutumunun resmi olarak -ve gayri resmi olarak- neredeyse küçümsenecek kadar gelişi güzel olarak yorumlandığında kuşku yoktur
şeklindeki tespiti ve ayrıca:
Öncelikle iki ülkeyi birbirinden ayıran mesafe ve iki ülke arasında hemen hemen her türden yakın bağların yokluğu göz önüne alındığında, bu durum, yapılacak araştırma ve soruşturmalar neticesinde bu beklentinin nedeni açıklığa kavuşuncaya kadar, büyükelçilik için olduğu kadar ABD Hariciye Bakanlığı için de anlaşılmaz görünebilir
suretindeki değerlendirmesini göz ardı etmemiş, Türk Hükümetince ABD’ye karşı sergilenen ve Türk toplumunda da geniş mikyasta yansıma bulan hoşnutsuzluğun gerçek sebebini öğrenmeye çalışmıştı.
ABD Türkiye Olağanüstü Büyükelçisi MacMurray 7 Ocak 1939’da Ertegün ile yaptığı görüşmede vuzuha kavuşturmak üzere hoşnutsuzluk konusuna temas etmişti.
Türk Büyükelçisi Ertegün ABD’nin cenazeye katılımının gelişi güzel surette olduğu şeklindeki değerlendirmeye öncelikle gerçekten şaşırmış görünmüş ve Türk Hükümeti'nin böyle bir kanaat içinde bulunduğu düşüncesinin tamamen temelsiz olduğuna kani bulunduğunu belirtmişti.
Ertegün bu görüşünü desteklemek için de Cumhurbaşkanı Atatürk'ün ölümünden kısa bir süre sonra, Türk Hükümeti’nin talimatları doğrultusunda hareket ederek Atatürk'ün cenazesine katılmak üzere ABD Hükümeti’nin özel bir temsilci gönderilmesi veya MacMurray’in bu amaçla görevlendirilmesi yolundaki Türki Hükümeti'nin talebini iletmek üzere ABD Dışişleri Bakanlığına yaptığı ziyareti hatırlatmıştı.
ABD Dışişleri Bakanlığının Bay MacMurray'i cenazeye katılmak üzere özel büyükelçisi olarak atama kararından Türk Hükümeti’nin bütünüyle memnun olduğunu ve bunun kanıtı olarak da cenaze töreni için özel bir büyükelçi atamak üzere ABD hariciyesinin ivedilikle almış olduğu kararlardan ötürü Türk Hükümeti’nce ABD hükümetine duyulan derin takdirin Dışişleri Bakan Vekiline ve uygun bir zamanda Başkan Roosevelt'e iletmek üzere kendisinin Türk Hükümeti’nden almış olduğu talimatı hatırlatmıştı.
Büyükelçi ayrıca Türk Hükümeti’ndeki hiçbir sorumlu yetkilinin, Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesi ile ilgili olarak Büyükelçi'nin talebi üzerine ABD Hükümeti tarafından gerçekleştirilen harekete karşı herhangi bir kızgınlık duyamayacağını da vurgulu bir surette belirtme gereği hissetmişti.
Özel şahısların tutumu konusunda ise Cumhurbaşkanı'nın ölümünün ardından Türk halkının müthiş bir duygusal baskı altında olduğuna İstanbul'daki ziyaret ve törenler sırasında ayaklar altında kalıp çiğnenmiş çok sayıdaki kişinin trajik ölümünün tanıklık ettiğini hatırlatmıştı.
Büyükelçi Ertegün ayrıca cenazeye katılım sağlayan bazı Avrupa devletlerinin özel temsilcilerinin sergilediği olağanüstü gösteriyi izleyen bilgisiz ve düşüncesiz kimselerin cenazedeki ABD temsili ile ilgili olarak haksız sonuçlara varmalarının kolaylıkla mümkün olabileceğini belirtmişti.
Ertegün; Türkiye’ye yakın bir mesafede olmalarına rağmen diğer devletler tarafından çok az sayıda savaş gemisi gönderildiği ve ABD'nin Türkiye'ye olan uzaklığı malumken, ABD hükümetinin ABD’den özel temsilciler göndermiş olmasını bu tür kişiler elbette bütünüyle anlayamazlar, diye belirtiş, ABD'nin konuyu daha fazla nazar-ı dikkate almamasını ve bu tür aptalca söylentilerin ortadan kaldırılması için gerekli görülebilecek adımların atılması için Türkiye Başbakanı'na konuya dair kişisel bir mektup yazma fırsatı bulacağını umduğunu ifade ederek sözlerini tamamlamıştı.
Ertegün bu görüşmeden bir müddet sonra, hoşnutsuzluk konusunun tekrar ele alındığı bir görüşmede bulunmak üzer 9 Ocak sabahı ABD sefiri Wallace Murray’i tekrar ziyaret etmiş ve sefire, daha evvelce yaptıkları konuşmayı müteakiben Türk Dışişleri Bakanı’na kişisel bir mektup yazdığını ve az önce bir cevap aldığını belirtmiş ve mektubunun Bakan’a ulaşması sonrası vuku bulan gelişmelere dair bilgi vermişti.
Ertegün bütün bunları ifade ettikten sonra, Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye'de sahip olduğu yüksek itibarda en ufak bir azalma olmadığı ve Türk Hükümeti’nin iki ülke arasında halihazırda var olan yakın ilişkilerin daha da güçlendirilmesine büyük önem vermeye devam ettiği konusunda Wallace Murray’i ve dolayısıyla da ABD hariciyesi ve hükümetini temin etmeye çalışmıştı.
Bu bağlamda Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu ABD Ankara Maslahatgüzarı Robert F. Kelley ile bir görüşme gerçekleştirmiş ve Kelley'ye, Türk yetkililerin veya önemli mevkilerde bulunan Türklerin Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesindeki Amerikan temsilini eleştirdiği yönündeki söylentilerin tamamen mesnetsiz olduğunu vurgulamıştı. Dışişleri bakanı ayrıca, Kelley'ye aksine bir durum söz konusu ise bu durumu kendisine açıklamasını istemişti. Ancak Kelley'nin, söylentilerin kulaktan dolma bilgilerden başka bir şeye dayanmadığı konusundaki ifadeleri üzerine Dışişleri Bakanı ile Kelley nihayet fikir birliğine varmışlardı.
Türk Dışişleri Bakanı Şükrü Saraçoğlu hoşnutsuzluk konusunu ele almak üzere Kelley ile bir görüşme daha gerçekleştirmişti.
Saraçoğlu, Türk Hükümeti’nin Amerikan Hükümeti'nin komşu ülkeler tarafından gönderilenlere benzer özel bir heyet göndermesini veya savaş gemileri ve askeri personel göndermesini sadece aradaki mesafenin imkânsız kıldığının farkında olduğunu ve Amerikan Hükümeti’nin Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesinde temsil edilmesinden herhangi bir memnuniyetsizlik duymadığını, Türk Hükümet üyelerinden hiç kimsenin Amerikan Hükümeti’nden yapılandan daha fazlasını yapmasını beklemediğini Kelley’ye 6 Şubattaki görüşmede tekraren ifade etmek zorunda kalmıştı. Ancak konu bir türlü kapanmamış, Kelley ile Saraçoğlu arasında 10 Şubat’ta gerçekleşen yeni bir görüşmede kaçınılmaz olarak gündeme gelmişti.
Görüşmede Saraçoğlu, Amerikan Hükümeti'nin cenazeye yönelik tutumundan Türk Hükümeti'nin memnun olmadığı konusunun resmi bir beyana dayanmadığını, Türk Hükümeti cenaze töreninde Amerikan Hükümeti'nin temsil edilmesinden herhangi bir memnuniyetsizlik duymadığını, bilakis ABD’nin cenaze törenine katılımını Türk Hükümeti’nin istemiş olduğunu ifade etmek zorunda kalmıştı.
Nihayet Kelley de konunun esasında bütünüyle halkın muayyen bir kesiminin, Başkan Roosevelt ile Atatürk arasındaki dostluk dikkate alarak, Amerikan Hükümeti'nin yapması gerekeni yapmadığı hissine kapılmış olduğuna işaret eden çeşitli olayların varlığının ABD Büyükelçiliğinin dikkatini çekmiş olmasından kaynaklandığını ifade etmişti.
Kelley’ye hak veren Bakan Saraçoğlu da Türk insanının o dönemde duygusal baskı altında bulunduğunu, normal şartlar altında söyleyip yapmayacağı şeyleri yapmış veya söylemiş olabileceğinin elbette oldukça mümkün bulunduğunu belirtmiş ve Kelley’i Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesindeki Amerikan temsilinin karakterinin Türk Hükümeti’ni hiçbir şekilde gücendirmediği konusunda bir kez daha temin etmişti.
Saraçoğlu ayrıca, Türk Hükümeti'nin ABD'ye karşı en dostane duygulardan başka bir şey duymadığını ve siyasi amaçlarından birisinin de ABD ile daha da yakın ilişkiler geliştirilmesi olduğunu belirtmişti.
ABD Ankara sefaretinin bu tarihlerde meşgul olduğu konulardan biri ise Ankara Büyükelçiliği için arazi satın alma arzusuydu. Arazi alımı konusunda tabii olarak Türk Hükümet yetkililerinin yardımına ihtiyaç duyulmaktaydı. Nihayet arazi meselesi de yetkililerin yardımları ile kısa b,r süre içerisinde halledilivermişti.
ABD sefiri Murray arazinin satın alınmasında Türk makamlarının sağladıkları yardıma teşekkür etmek üzere 10 Şubat 1939’da Türk Dışişleri Bakanı Saraçoğlu ile bir görüşme gerçekleştirmişti.
Görüşme sırasında Amerika Birleşik Devletleri’nin Cumhurbaşkanı Atatürk'ün cenazesindeki temsili konusu bir kez daha gündeme gelmişti.
Saraçoğlu konuya bir kez daha değinerek; Amerikan Hükümeti'nin bu amaç için özel bir delegasyon veya askeri veya deniz kuvvetleri birlikleri göndermesini yalnızca mesafe gerçeğinin imkansız kıldığı açıklamasında bulunmuş, ancak durumu kavrayamayan bazı düşüncesiz kişilerin bu noktadaki söylemlerine devam ettiğini belirtmiş, kendisinin Kelley ile yaptığı son görüşmeyi hatırlatmış ve Türk Hükümeti’nden hiçbir yetkilinin böyle bir duygu beslemediğine dair Murray’e güvence vermiş ve meselenin akılları daha fazla kurcalamayacağı ümidini belirterek sözlerini tamamlamıştı.
1- National Archives (United States). Central File: Decimal File 867.001, Internal Affairs Of States, Political Affairs., Turkey, Chief Executive. Sovereign. Visits., Dec. 8, 1932 - February 15, 1939. DETAIL: Records of the Department of State Relating to Internal Affairs of Turkey, 1930- 1944. DETAIL: Dec. 8, 1932 - February 15, 1939. 421pp. COLLECTION: Turkey: Records of the U.S. Department of State, 1802-1949.
2- National Archives (United States). Central File: Decimal File 867.001. ATATUK / 77.
.
İsmet İnönü cumhurbaşkanlığına siyasi kulisle seçilmişti
İsmet İnönü cumhurbaşkanlığına siyasi kulisle seçilmişti
Atatürk’ün ölümü üzerine Anayasası'nın 33. maddesi uyarınca Büyük Millet Meclisi Başkanı görevini yürütmekte olan M. Abdülhalik Renda geçici olarak cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmiş ve aynı gün, Anayasa'nın 34. maddesinde öngörüldüğü şekilde, ertesi sabah yeni cumhurbaşkanını seçmek üzere Meclis'i olağanüstü toplantıya çağırmıştı.
Renda’nın imzasını taşıyan söz konusu çağırısı:
Cumhurbaşkanımız Atatürk'ün vefatının tüm milletin yas tutmasına neden olan acı kaybı sonucunda, 11 Kasım Cuma günü saat 11.00'de Büyük Millet Meclisi'ni Anayasa’nın 34. maddesine uygun olarak yeni cumhurbaşkanının seçimine başlamak üzere toplantıya çağırıyorum.
şeklindeydi.
Ertesi gün, Atatürk'ün ölümünün Meclis'te ilan edilmesi ve anısına üç dakikalık saygı duruşunda bulunulmuş, milletvekillerine seçimin bir an önce gerçekleştirilmesi çağrısı yapılmıştı.
Atatürk’ün vefatı öncesinde onun halefi olarak isimleri geçenler olmuşsa da mecliste seçim sırasında herhangi bir aday gösterilmemişti. Oy pusulaları dağıtılmış ve adları okunan milletvekilleri kürsüye çıkarak oylarını hususi olarak hazırlanmış olan seçim sandığına atmıştı. Sayım için verilen kısa bir aranın ardından Meclis Başkanı, coşkulu alkışlar arasında, hazır bulunan 348 milletvekilinin istisnasız bir şekilde Devlet Başkanı Orgeneral İsmet İnönü'ye oy verdiğini duyurmuştu.
Meclis Başkanı, Orgeneral İnönü'nün huzurda hazır bulunmadığını, Meclis’e gelip hitap edebilmesi için kendisine fırsat tanımak maksadıyla, oturumun yirmi dakika erteleneceğini bildirmişti.
Yirmi dakika kadar sonra General İnönü, refakatçileriyle birlikte Cumhurbaşkanlığı otomobilleri ile Meclis binasına gelerek, uzun süren tezahüratlar arasında Meclis'e girmiş ve hemen görevine başlamıştı. Böylece İsmet İnönü Atatürk’ün ölümünün ardından 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı olmuştu.
Meclis’te kısa bir konuşma yapan İnönü hitabında; Türkiye'nin dayanışmasını, saldırganlığa karşı koyma iradesini ve Atatürk'ün gösterdiği yolda ilerleme kararlılığını vurgulamış, sözleri sık sık alkışlarla kesilmişti.
İnönü’nün hitabının ardından oturuma ara verilmiş ve 101 pare top atışı ile yeni cumhurbaşkanının seçildiği kamuoyuna da duyurulmuştu.
ABD belgeleri arasında KESİNLİKLE GİZLİ kaşeli bir raporda İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçiliş biçimi konusunda önemli bilgilere yer verilmiştir.
Söz konusu raporda belirtildiğine göre seçim öncesinde Halk Partisi'nin Atatürk'ün halefi olarak herhangi bir adayı desteklemekten kaçındığı ve seçimin sadece yeni cumhurbaşkanının kim olacağını belirlemeye yönelik olduğu izlenimini vermek için büyük çabalar sarf edilmiş olmasına rağmen, hemen her emare Halk Partisi'nin tercihinin General İnönü olduğunu ve İsmet İnönü’nün de bu gerçeğin farkında bulunduğunu gösteriyordu.
Diğer taraftan milletvekillerine dağıtılan oy pusulalarında İsmet İnönü (Malatya) ismi yazılıydı. Meclis'te bulunmayan tek milletvekili de yine İsmet İnönü’ydü. Öyle anlaşılmaktadır ki seçim sırasında İsmet İnönü Çankaya'daki evinde kendisine yapılacak daveti bekliyordu.
Meclis’te yaptığı konuşması da doğaçlama olmadığı gibi kendisine seçildiğinin bildirilmesi ile Meclis'e girmesi arasında geçen süre zarfında da hazırlanamayacak bir metin mahiyetindeydi ve hitabını bu hazır metni okuyarak yapmıştı. Daha önemlisi ise Orgeneral İnönü'nün tutumu, Meclis'e girerken gösterdiği sükûnet ve asalet, cumhurbaşkanı olarak ilk görevlerini yerine getirirken kendinden emin kararlılığı ve titizliği söz konusuydu ve bütün bunlar önceden düşünülmüş bir prosedürü yürüttüğü izlenimini vermekteydi.
İngiliz arşiv belgelerinde yer alan bilgilere göre İsmet İnönü 1880’de İzmir’de doğdu. 1920’de Mustafa Kemal’e katıldı. Askerlik günlerinde oldukça kabiliyetli bir asker, mücadeleci ve bir noktaya kadar da 1922’de Yunanlılara karşı kazanılan zaferde geniş derecede payı olan biri olarak kabul edildi. Lozan müzakerelerinde kendisini inatçı, fakat iyi bir müzakereci olarak tanıttı. Kibar, fakat zaman zaman işine gelen sağırlıktan mustarip biri oldu. Milliyetçi liderler arasında Mustafa Kemal’in güvenine ilk mazhar olan ve bu güveni Gazi’nin sağ kolu olarak uzun bir müddet sürdürebilen sadece İsmet Paşa oldu.
İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümü üzerine onun halefi olarak 11 Kasım 1938’de seçilip üstlendiği ilk dönem cumhurbaşkanlığı görevini dönem sonuna kadar devam ettirdi. 4 Nisan 1939’da ise aynı göreve tekrar seçildi.
İnönü'nün cumhurbaşkanı görevine seçilmesi hem Türkiye'de hem de yurt dışında memnuniyetle karşılandı.
Yerel basın, İnönü’yü Atatürk'ün en büyük dostu, en yetenekli işbirlikçisi ve mantıklı halefi olarak selamlayarak ona koşulsuz destek verdi. İSTANBUL gazetesinin İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi hakkındaki 12 Kasım 1938 tarihli başyazısı da Türk basınının genel tavrının tipik bir örneği halindeydi.
Yabancı gazete yorumları yerel neşriyatın sayfalarına taşınmış, tenor olarak da farklılık arz etmemişti.
Türkiye genelinde, birkaç istisna dışında, İnönü’nün tek başına Atatürk'ün yerine geçebileceği ve çalışmalarını sürdürebileceği yönünde genel bir duygu mevcuttu.
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dahilde müspet olarak karşılanmışsa da yabancı diplomatik misyonlarca yeni döneme tam bir güvenle bakıldığı söylenemezdi.
ABD diplomatlarından J.V.A. MacMurray’a göre İnönü rejiminin Atatürk'ün kurduğu modele ne kadar uygunluk göstereceğine dair kesin bir tahminde bulunmak için henüz çok erken olsa da genel olarak, iki yönetim, iki devlet başkanının kişilikleri ve ilkelerindeki farklılıklar gibi, aşağı yukarı aynı şekilde, farklılık gösterecekti.
Cumhurbaşkanı İnönü'nün soğukkanlılığı ve ılımlılığının öngörülebilen sonuçları şimdiden ifade edilmekte olsa da hükümetin politikalarında olmasa bile, en nihayet hükümetin tutumunda, Atatürk'ün daha az şovenist görüşleri ve dini açıkça küçümsemesiyle karşılaştırıldığında, köklü değişikliklere yol açması en muhtemel unsurlar olarak görünen güçlü milliyetçi ve dini duygularının olası sonuçlarına özel olarak değinilmeliydi. Ayrıca bazı çevrelerde azınlıklara karşı ayrımcılık şeklinde iç yansımaların olabileceğinden korkulmaktaydı. Ancak ABD sefirinin kanaati, Türkiye'deki çeşitli Amerikan kurumlarının yeni rejimdeki konumunun geçmişte işgal ettiklerinden farklı olmayacağı şeklindeydi.
İnönü’nün dini görüşleri ve bunların hükümetin İslam'a ve genel olarak dine karşı tutumu üzerindeki muhtemel etkisi birçok ilginç spekülasyona yol açmıştı.
Hal böyle olsa da onun dini kurumları eski konumuna döndürmek veya dini sınıfa halihazırda sahip olduklarından daha fazla yetki veya prestij kazandırmak için herhangi bir resmi önlem alınacağı düşünülmemekteydi. Ancak o güne kadar dine yapılan lanetin İnönü’nün müdahalesi ile ortadan kalkacağını ve İslam’ın yavaş yavaş ve belki de fark edilmeden günlük hayatta daha büyük ve normal bir rol oynamaya başlayacağını hayal etmek mümkündü.
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı görevine seçilmiş olmasına yabancılar arasında belki de en ziyade memnun olan Mark Bristol olmuştu.
ABD'nin Türkiye'deki eski Yüksek Komiseri Amiral Mark Bristol Türkiye'nin yeni seçilen cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün eski dostuydu ve kendisine bir telgrafın göndererek cumhurbaşkanlığına seçilmesinden ötürü duyduğu memnuniyeti ifade etmek istemişti.
Amiral Bristol'ün Türkiye'de gördüğü yüksek itibar göz önüne alındığında söz konusu kadim dostluğun Türk-Amerikan ilişkileri açısından ne derece önem arz ettiği de aşikardı.
Amiral Bristol 18 Kasım 1938’de eski dostuna, ABD hariciyesi vasıtasıyla, oldukça kısa, ancak bir o kadar da anlamlı şu kutlama telgrafını göndermişti:
Amiral ve Bayan Bristol, Başkan'a en içten tebriklerini sunarak başarılar diler.
Dönemin ABD başkanı adına Ankara’dan 22 Kasım 1938’de J.V.A. MacMurray’ın Çankaya’da İsmet İnönü’ye göndermiş olduğu tebrik mektubunda ise şu ifadelere yer verilmişti:
Sevgili Başkanım,
Devletin en büyük sorumluluklarını üstlenmeniz üzerine, Başkan Roosevelt'in ve Birleşik Devletler Hükümeti'nin yürekten tebriklerini ve içten iyiliğini size iletmek benim için memnuniyetle karşılanan bir görevdir.
Amerikan halkı, Cumhuriyet'in on beş yılı boyunca Türkiye'nin yeni bir ulusal yaşam geliştirme yolunda kaydettiği olağanüstü ilerlemeyi dostane bir ilgi ve sempatiyle izlemiştir ve yönetiminiz altında sürekli bir başarı bekliyorlar.
Türk ulusunun kaderini yönlendirmek gibi ağır ama yine de yüreklendirici bir görevi üstlenmenizden duyduğum sıcak kişisel tatmin ve güvenin bir güvencesini kendi adıma eklemek isterim.
Sayın Başkanım,
Saygılarımla,
J.V.A. MacMURRAY
İnönü’nün 26 Kasım 1938 tarihi ile Ankara’da Amerika Birleşik Devletleri Olağanüstü Sefiri Bay MacMurray’a ABD Başkanına iletilmek üzere gönderdiği cevabi teşekkürü ise şöyleydi:
Sevgili Büyükelçim,
Başkan Roosevelt'in tebriklerini ve iyi dileklerini bildiren 22 Kasım tarihli mektubunuzu büyük bir memnuniyetle aldım.
Büyük ve asil Amerikan ulusunun en yetkin temsilcisinden bize gelen dostane ve övgü dolu sözlerden derinden etkilenerek, Birleşik Devletler Başkanına, başkanlığımın eşiğinde Türk Halkına ve şahsıma karşı nezaketle izhar ettiği yeni sempatik tutumu için en içten teşekkürlerimi ve en içten duygularımın ifadesini en içten teşekkürlerimle kabulü için iletmenizi rica ediyorum.
İSMET
Atatürk'ün ölümünün ertesi günü İsmet İnönü’nün Büyük Millet Meclisi tarafından oybirliği ile cumhurbaşkanlığı görevine seçildiği bütün diplomatik makamlara duyurulup mukabilinde tebrik telgraflarının alındığı bir sırada İnönü’nün ilk icraatı hükümeti kendi başkanlığında toplaması, Atatürk’ün cenaze hizmetleri ve törenine dair bir program hazırlanmasını sağlamak oldu.
İnönü’nün ikinci önemli işi ise seçildiği günün akşamında bakanlarının istifalarını kabul etmek üzere Bakanlar Kurulu'nu toplantıya çağırmak ve yeni kabineyi kurma görevini Başbakan Celal Bayar'a vermek olmuştu. Oysaki siyasi çevrelerin genel kanaati, Meclis'in tatile girmesine kadar herhangi bir değişiklik yapılmayacağı ve gerçekleşecek olan istifaların tamamen resmi ve önemsiz surette olacağı şeklindeydi. Ancak İnönü tüm gözlemcileri şaşırtan bir şekilde, muhakkak ki kendisi ile mutabakata varmış olan Başbakan Celal Bayar'ın önerdiği on iki yıl boyunca Dışişleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras’ı ve Atatürk'ün yakın arkadaşı, Halk Partisi Genel Sekreteri, 1927'den beri İçişleri Bakanı ve eski Dışişleri ve Tarım Bakanı olan Şükrü Kaya’yı içermeyen yeni kabineyi onaylamıştı.
Kamuya açıklanmasa da İsmet’in Dr. Aras'ın hizmetlerinden vazgeçme nedeni, genel olarak İnönü’nün Başbakanlıktan istifasına yol açan eski günlere kadar uzanmakta olup o günlerde Aras'ın eski şefine karşı gereksiz yere soğuk davranmasına dayandırılmıştı.
Şükrü Kaya'nın istifasını kabul etme sebepleri ise daha aşikardı.
Her şeyden önce kişisel alışkanlıkları ve itibarı ile Şükrü Kaya, İnönü'nün uzun süredir hoşnutsuz olduğu bir kamu görevlisi tipini temsil ediyordu ve büyük ölçüde bu nedenledir ki Şükrü Kaya ile hiçbir zaman mükemmel diye nitelenebilecek ilişkiler içinde olmamıştı.
ABD belgelerinde kendisi hakkında Atatürk'ün yerini doldurmanın çok gerisinde kalacağı ve her halükârda çok daha az aktif olacağı, ilerici bir liderlik sağlayacak durumda olmadığı ve bir diktatör için gerekli olan kişisel liderlik ve çekicilik özelliklerini gösteremediği şeklinde tanımlamalarda bulunulan İnönü, bu tanımlamaların tam aksine, daha cumhurbaşkanı seçilmesini takip eden ilk günün gecesinde, Ankara ve İstanbul’daki yabancı diplomatlar aksini düşünmüş olsalar da, gücünü göstermeye başlamıştı bile.
Atatürk’ün halefi olma yarışında üç isim: Çakmak, İnönü ve Özalp
Atatürk’ün hasta olduğu süreçte ABD belgelerinde özellikle ve hatta büyük bir merakla üzerinde durulan, bilgi edinilmeye çalışılan ve edinilen bilgilerin ABD hariciyesi ile anında paylaşıldığı konulardan birisi vefatı halinde halefinin kim olacağı, nasıl bir siyaset izleyeceği ve rejimin akıbetinin ne olabileceği olmuştur.
Esasen bu konu sadece ABD hariciyesini ilgilendirmemiş, sair Avrupa devletleri diplomatları da konu ile yakından ilgilenmişlerdir. Paris ve Avrupa’nın diğer başkentlerinde ve daha ziyade dostane sohbetlerde Cumhuriyet’in kurucusunun vefatı halinde Türkiye Cumhuriyeti’ni hangi akıbetlerin beklediği sorgulanır olmuştur. Mussolini bile samimi dostları ile yaptığı kişisel sohbetlerinde Faşizmin İtalya'da kalıcı hale geldiği düşüncesini ifade etmişse de kendisinin vefatı sonrası, aradan geçen onca zamana rağmen, İtalyan rejiminin istikbali açısından endişeleri bulunduğunu ve nasıl işleyeceğinden emin olamadığını belirtmiştir.
Atatürk’ün vefatı öncesi ve sırasında Başbakanlık görevini Celal Bayar yürütmekteydi. Celal Bayar Atatürk’ün hasta olduğu tarihlerde başbakanlık koltuğunda bulunmuş olsa da Atatürk’ün halefi olarak değerlendirilebilecek bir konumda olmamıştı. Atatürk’ün sağlık durumunu yakından takip etmiş, şifreli telgrafla gelişmelere dair sürekli bilgi edinmiş ve halihazırda Başbakanlık koltuğunda bulunmasına rağmen, hastalığı nedeni ile istirahate çekildiği günlerde Atatürk tarafından huzura çok az defa kabul edilmişti. Bütün bu durumlar dikkate alınarak vefatı sonrasında Atatürk’e kimin halef olacağı konusundaki değerlendirmelerde Celal Bayar’a fazla bir şans verilmemişti.
Halefi olması ihtimali bakımından Atatürk’ün yakın çevresi içerisinde en şanslı ismin İsmet İnönü olduğunun düşünülmesi oldukça tabii bir hal olsa da yakın zamanlardaki İnönü-Atatürk ilişkisindeki pürüzler söz konusu hali şüpheli kılmaktaydı. Atatürk, bu sadık arkadaşının sık sık ve genellikle hep aynı tarzdaki önerilerine sinirlenmiş ve kendisini Başbakanlık görevinden alarak yanından uzaklaştırmış, başbakanlık görevini de Celal Bayar’a vermişti.
Böyle bir gelişme öncesine kadar Atatürk'ün mantıksal halefi olarak görülen İsmet İnönü kamu hayatından çekilmek zorunda kalmıştı. Dolayısıyla da Atatürk’ün güvenini yeniden kazanıncaya, en azından öyle görünen bir durumu söz konusu oluncaya değin İnönü’nün haleflik şansının bulunmadığına kani olunmuştu.
Ancak Atatürk’ün vefatı öncesinde istirahate çekildiği günlerde yanında daimî surette İsmet İnönü’nün bulunmasını istemiş olması siyasi ve diplomatik çevrelerin gözünde İsmet Paşanın haleflik şansını yeniden geçerli hale gelmesini sağlamıştı.
Geçen süre içerisinde ve Atatürk’ün ölümcül hastalığının seyrine paralel bir şekilde haleflik konusunda da bir belirginleşme söz konusu olmuş ve nihayeti itibarıyla üç isim öne çıkmıştı:
-
Genelkurmay Eski Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak,
-
Meclis önceki başbakanı Kazım Özalp,
-
Atatürk’ün yakın dostu sabık Başbakan İsmet İnönü.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki ABD belgelerindeki değerlendirmeye göre Atatürk’ün halefi her kim olursa olsun, kalibre ve prestiji itibarıyla Atatürk’e hiçbir şekilde muadil olamayacaktı.
Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün haleflik konusunda adı öne çıkmakla beraber bu iki isimden hangisinin daha fazla şansa sahip bulunduğu konusunda da bir hayli farklı değerlendirme söz konusuydu.
Fevzi Çakmak; ABD belgelerinde verilen bilgilere göre siyasi kulvarlarda genel olarak Cumhurbaşkanlığı'nın yükünü üstlenemeyecek kadar yaşlı olarak değerlendirilmekteydi. Yine belgelerde ifade edildiğine göre Fevzi Çakmak’ın diplomatik gruplarla görüşmesine de zaten izin verilmemekteydi. Esasen onun da siyasetle çok az ilgilendiği ve hatta ilgilenmediği söylenebilirdi. Komuta eden bir kişiliğe ve insana nüfuz eden gözlere sahip bulunan Fevzi Çakmak kendisini münhasıran Türk ordusunun gelişimine adamış, raporları doğrulamak, birlikleri teftiş etmek ve ülkedeki gelişmeleri denetlemek için sık sık ülke çapında çeşitli askeri bölgelere seyahat etmekteydi. Dolayısıyla da ABD hariciyesine gönderilmiş olan bir belgede, Mustafa Kemal’in vefatı halinde Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanlığı görevine kalıcı veya geçici bir surette ya da bu makama uygun birinin seçilmesine kadar devam ettirmek üzere getirilebileceği ifade edilmişti.
İsmet İnönü ise sabık bir başbakan olarak ABD hariciyesinden bazı isimlerce gayet iyi surette tanınan biriydi.
Wallace Murray, örneğin, İsmet Paşadan:
Mükemmel bir yönetici ve yönetici yardımcısı olan ve Türkiye'deki temsilcilerimiz tarafından büyük saygı duyulan İsmet, bir diktatör için gerekli olan kişisel liderlik ve çekicilik özelliklerini gösterememiştir
şeklinde söz etmişti.
ABD diplomatlarından Charles S. Berrill’in beyanına göre ise İsmet İnönü, yazılan raporlar dolayısıyla, ABD Hariciyesince fazlası ile tanınmaktaydı. Hatta İsmet Paşaya Charles S. Berrill kişisel muhabbet beslenmekte, saygı duymakta ve sahip olduğu birçok erdeme imrenmekteydi. Fakat bu gerçeklere rağmen Berrill, birçok diplomatın yaptığı gibi Paşa’ya yüksek mertebeler takdir etmemekteydi. Yine Charles S. Berrill, birçok yabancının diplomatın inancı hilafına, Atatürk’ün ölmesi halinde, İsmet Paşanın Cumhurbaşkanlığı makamına geçebileceğini düşünmediğini de ifade etmişti.
Charles H. Berrill yukarıdaki yaklaşımlarında pek de haksız sayılmazdı. 1920'den 1937'ye kadar Atatürk'ün yardımcısı durumunda olan ve 1924'ten 1937'ye kadar da Türkiye Başbakanı olarak görev yapmış bulunan İsmet İnönü'nün Atatürk’ün halefi olarak seçilme ihtimali Mareşal Fevzi Çakmak'a nispetle azdı.
Hastalığı öncesinde genellikle hep aynı tarzdaki önerilerine sinirlenmiş ve kendisini görevden alarak yanından uzaklaştırmış olması dolayısıyla Atatürk ile İnönü ilişkisi arızaya uğramıştı. O ana kadar Atatürk'ün mantıksal halefi olarak görülen İsmet İnönü görevden alınması üzerine ciddi bir itibar kaybına uğramış ve kamu hayatından çekilmek zorunda kalmıştı. Gözden düşmüş birinin halef tayin edilmesinin imkânı yoktu. Üstelik o tarihlerde İnönü hastaydı ve herhangi bir muhalefetin olması halinde iktidara geçememe riski de söz konusuydu.
Siyasi kulvarlarda konuşulanlara ve güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere inanılacak olursa İsmet İnönü haleflikten ziyade Halk Fırkası adayı olma düşüncesi içerisindeydi. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen İsmet Paşanın haleflik şansı noktasında göz ardı edilmemesi gereken önemli husus ise istirahate çekildiği günlerde Atatürk’ün onun daimî surette yanında bulunmasını ısrarla istemiş olmasıydı. Dolayısıyla da İnönü, Atatürk’ün güvenini yeniden kazanmış olmalıydı ya da en azından öyle gözükmekteydi.
Sahnenin görünür kısmında bütün bunlar konuşulup değerlendirilirken izlenip muttali olunamayan muhakkak suretteki gelişme ise yeni dönemin potansiyel liderinin kim olacağı konusunda uzlaşmaya arayışlarının varlığıydı. Genel olarak hissedilmese de İsmet İnönü ve Mareşal Çakmak ismi halef adayı olarak somutlaşmıştı.
O tarihlerde siyasi kulvarlarda kulaktan kulağa ulaşan bilgilere göre Fevzi Çakmak Cumhurbaşkanı olacak, İsmet İnönü de Başbakanlık görevini yürütecekti.
ABD’li siyasilerin değerlendirmesine göre böyle bir kombinasyon, kuşkusuz Atatürk'ün yerini doldurmanın çok gerisinde kalacak ve her halükârda çok daha az aktif ve ilerici bir liderlik sağlayacaktı. Fakat böyle olsa da askeri çevrelerde popüler olmak ve istikrarının sınanabileceği bir dönemde hükümete bir güç unsuru sağlamak gibi diğer olası çözümlere göre belirli avantajlara sahip bulunacaktı.
Siyasi kulislerde dillendirilen bir başka bilgi ise mevcut işaretlerin parti liderlerinin Cumhurbaşkanlığına İsmet İnönü’yü seçmeyi düşündükleri şeklindeydi. Hatta bu noktada hükümetin güçlü unsurları arasında muayyen bir ölçüde anlaşma dahi sağlanmıştı.
Güvenilir bir kaynaktan edinilen bilgiye göre tüm ilgili taraflarca İnönü Atatürk’ün unvanlı halefi olarak kabul edilmiş olup mutabık kalınan plan doğal olarak büyük bir gizlilikle saklanmaktaydı. Ancak mutlak olan bir şey varsa o da İnönü'nün hükümette baskın nüfuz sahibi olması muhtemel bulunsa da Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi henüz katiyet arz etmemekteydi.
Mustafa Kemal toplamda üç isme güven duymuş olsa da haleflik noktasında Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün adlarının öne çıkmasının kendine özgü nedenleri vardı.
Kazım Özalp İngiliz istihbaratının edindiği bilgilere göre 1884’de Köprülü’de doğdu. Önceleri sadık bir İttihat ve Terakki Komitesi üyesi idi. 1919’da Bandırma-Balıkesir yöresindeki kuvvetlerle Mustafa Kemal’e destek verdi. İyi bir eğitim görmüş olan Özalp, biraz Fransızca bilmekteydi. Makul olmakla birlikte inatçı ve sağlam karakterli biriydi. Alman muhalifi olması muhtemel olan Paşa’nın Bolşevik aleyhtarlığı kesindi. Tesirli biri olsa da cazibesi yoktu. Paşa, iyi bir poker oyuncusuydu.
Yine İngiliz istihbaratının tespitlerine göre 1874 yılında İstanbul’da doğan Fevzi Çakmak Paşa Mustafa Kemal ile yakın ilişki içerisinde olan biriydi. Millî Savunma Bakanlığı görevinde bulunmuş, Kemalist ordunun vücuda gelmesinde ve cephane imal ve sevkiyatının tertiplenmesinde büyük payı vardı.
Fevzi Paşa Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa’nın ve bilahare Mustafa Kemal’in itimadını kazanmıştı. Özellikle idari işlerde şöhrete ulaşmış biriydi. Halide Edip tarafından sadece iyi bir asker olarak nitelendirilmiş olan Paşa’nın ordu üzerinde büyük bir nüfuzu mevcuttu. Önceleri Turancı ve İslamcı bir fikre sahip olmuştu. Hilafetin kaldırılmasından sonra ise hayat tarzını kesinlikle reddettiği Mustafa Kemal’in rakibi olarak görülmüştü. Musul meselesi sırasındaki savaş taraftarlarının lideri olarak tanınan Paşa, biraz gelenekçi ve münzevi biriydi. Bir parça Fransızca bilmekte olup hoş sohbet biriydi. (1)
İngiliz belgelerinde Fevzi Paşa’nın biraz gelenekçi biri olduğu ifade edilmişken ABD diplomatlarından Wallace Murray’ın değerlendirmesine göre ise hem Mareşal Fevzi Çakmak hem de İsmet İnönü dindar Müslüman olarak bilinmekteydi. Bu isimlerden birisinin Atatürk’ün halefi seçilmesi halinde Atatürk’ün militan laikliğinden rahatsızlık duyan ve dolayısıyla kendisine olan tutkusu en azından bir kırgınlık duygusuyla bütünleşmiş bulunan kitlenin çeşitli muhafazakâr unsurlarının yeni kurulacak hükümete destek vermesi mümkün hale gelebilecekti.
Yine ABD belgelerindeki yaklaşıma göre Genelkurmay Başkanlığında bulunmuş olan Mareşal Fevzi Çakmak Türkiye'de olağanüstü ulusal itibara sahip sayılı kişilerden biriydi.
ABD hariciyesinden Charles S. Berrill’in ifadelerine bakılacak olursa gerek İsmet gerekse Fevzi Paşanın Atatürk’e halef gösterilmelerinin sırrı daha enteresandı.
Charles S. Berrill’e göre her şeyden önce İsmet Paşanın mevcut siyasi görevini elde etmiş olması, tıpkı Kazım Özalp Paşanın Meclis Başkanlığını elde etmesi gibi, Millî Mücadele’deki başarısı dolayısıylaydı.
Gerek İsmet Paşanın gerekse Kazım Paşa'nın Türk bağımsızlık mücadelesi sırasında ün kazanmış birer general olduklarını unutmamak lazımdı. Dolayısıyla da Berrill’e göre bu durum İsmet Paşanın mevcut görevine neden seçildiğini açıklar bir haldi. Ancak pek çok insanın anlayamadığı şey ise çok kötü bir parlamenter olmasına rağmen İsmet Paşanın başarılı olarak değerlendirilmesiydi. Oysaki Fevzi Çakmak, Charles S. Berrill’e göre, Mareşal Paul von Hindenburg ve Fransız ordusunun başkomutanı General Maxime Weygand ile aynı vasıflara sahip bulunmaktaydı. Yine Berrill’e göre, hal böyle olsa da, Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi ve İsmet Paşa'nın şahsiyetlerinde toplanıp bütünleşmiş olan askeri güç, Türkiye'deki kadar alaylı bir parlamentonun bile her zaman için kendi kastlarının kontrolü altında olacağından daimi surette emin olmayı gerekli kılmaktaydı.
Charles S. Berrill’e göre Mustafa Kemal, ülkedeki mevcudiyetleri hep birlikte dikkate alındığında, kendisi ölse bile, kendisinden sonra istikrarı garanti edecek üç isme Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Mareşal Fevzi Çakmak, Büyük Millet Meclisi Başkanlığında bulunmuş olan Kâzım Özalp ve Başbakanlık görevinde bulunmuş olan İsmet Paşaya tam bir güven duymaktaydı.
Wallace Murray gibi Charles S. Berrill’in değerlendirmesine göre de hem Mareşal Fevzi Çakmak hem de İsmet İnönü çok dindar Müslümanlardı ve her ikisi de İslam’ın tüm detaylarına titizlikle riayet eden isimlerdi.
Charles S. Berrill’e göre yukarıda ifade edilenlerin tümü dikkate alındığında, Atatürk'ün ölümü halinde, idaresinde yetenekli bir halefler grubunun elinde bulunan ve sürekli gelişen organizasyon ve modern teçhizatı ile güç kazanan ordunun Türkiye'deki mevcut rejimin istikrarını sağlayacağı muhakkaktı.
Dolayısıyladır ki ABD diplomatlarının değerlendirmesine göre Atatürk sonrası idareye geçiş, kamu güvenliği ve mevcut politikanın idame ettirilmesi halinde ciddi olumsuz sonuçlar olmaksızın mümkün olabilecekti. Kaleme alınan elçilik raporlarında bu husus:
Yeni rejimin potansiyel liderlerinin kendi aralarında neredeyse kesin olarak bir anlaşmaya vardığı ve geçişin kamu güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğurmadan gerçekleştirileceği genel olarak hissedilmektedir
şekilde ifade edilmiş ve ayrıca:
Ancak bir sonraki Hükümetin, Türkiye'de son yıllardaki herhangi bir hükümetten daha fazla askeri ağırlıklı olması da muhtemel görünüyor
tespitine de yer verilmişti.
1- Public Record Office, Foreign Office Archives (Londara)’da F.O: 371/19035; F.O: 371/12321 ve F.O: 371/13826.
.
İsmet İnönü cumhurbaşkanlığına siyasi kulisle seçilmişti
İsmet İnönü cumhurbaşkanlığına siyasi kulisle seçilmişti
Atatürk’ün ölümü üzerine Anayasası'nın 33. maddesi uyarınca Büyük Millet Meclisi Başkanı görevini yürütmekte olan M. Abdülhalik Renda geçici olarak cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmiş ve aynı gün, Anayasa'nın 34. maddesinde öngörüldüğü şekilde, ertesi sabah yeni cumhurbaşkanını seçmek üzere Meclis'i olağanüstü toplantıya çağırmıştı.
Renda’nın imzasını taşıyan söz konusu çağırısı:
Cumhurbaşkanımız Atatürk'ün vefatının tüm milletin yas tutmasına neden olan acı kaybı sonucunda, 11 Kasım Cuma günü saat 11.00'de Büyük Millet Meclisi'ni Anayasa’nın 34. maddesine uygun olarak yeni cumhurbaşkanının seçimine başlamak üzere toplantıya çağırıyorum.
şeklindeydi.
Ertesi gün, Atatürk'ün ölümünün Meclis'te ilan edilmesi ve anısına üç dakikalık saygı duruşunda bulunulmuş, milletvekillerine seçimin bir an önce gerçekleştirilmesi çağrısı yapılmıştı.
Atatürk’ün vefatı öncesinde onun halefi olarak isimleri geçenler olmuşsa da mecliste seçim sırasında herhangi bir aday gösterilmemişti. Oy pusulaları dağıtılmış ve adları okunan milletvekilleri kürsüye çıkarak oylarını hususi olarak hazırlanmış olan seçim sandığına atmıştı. Sayım için verilen kısa bir aranın ardından Meclis Başkanı, coşkulu alkışlar arasında, hazır bulunan 348 milletvekilinin istisnasız bir şekilde Devlet Başkanı Orgeneral İsmet İnönü'ye oy verdiğini duyurmuştu.
Meclis Başkanı, Orgeneral İnönü'nün huzurda hazır bulunmadığını, Meclis’e gelip hitap edebilmesi için kendisine fırsat tanımak maksadıyla, oturumun yirmi dakika erteleneceğini bildirmişti.
Yirmi dakika kadar sonra General İnönü, refakatçileriyle birlikte Cumhurbaşkanlığı otomobilleri ile Meclis binasına gelerek, uzun süren tezahüratlar arasında Meclis'e girmiş ve hemen görevine başlamıştı. Böylece İsmet İnönü Atatürk’ün ölümünün ardından 11 Kasım 1938’de Cumhurbaşkanı olmuştu.
Meclis’te kısa bir konuşma yapan İnönü hitabında; Türkiye'nin dayanışmasını, saldırganlığa karşı koyma iradesini ve Atatürk'ün gösterdiği yolda ilerleme kararlılığını vurgulamış, sözleri sık sık alkışlarla kesilmişti.
İnönü’nün hitabının ardından oturuma ara verilmiş ve 101 pare top atışı ile yeni cumhurbaşkanının seçildiği kamuoyuna da duyurulmuştu.
ABD belgeleri arasında KESİNLİKLE GİZLİ kaşeli bir raporda İnönü’nün cumhurbaşkanlığına seçiliş biçimi konusunda önemli bilgilere yer verilmiştir.
Söz konusu raporda belirtildiğine göre seçim öncesinde Halk Partisi'nin Atatürk'ün halefi olarak herhangi bir adayı desteklemekten kaçındığı ve seçimin sadece yeni cumhurbaşkanının kim olacağını belirlemeye yönelik olduğu izlenimini vermek için büyük çabalar sarf edilmiş olmasına rağmen, hemen her emare Halk Partisi'nin tercihinin General İnönü olduğunu ve İsmet İnönü’nün de bu gerçeğin farkında bulunduğunu gösteriyordu.
Diğer taraftan milletvekillerine dağıtılan oy pusulalarında İsmet İnönü (Malatya) ismi yazılıydı. Meclis'te bulunmayan tek milletvekili de yine İsmet İnönü’ydü. Öyle anlaşılmaktadır ki seçim sırasında İsmet İnönü Çankaya'daki evinde kendisine yapılacak daveti bekliyordu.
Meclis’te yaptığı konuşması da doğaçlama olmadığı gibi kendisine seçildiğinin bildirilmesi ile Meclis'e girmesi arasında geçen süre zarfında da hazırlanamayacak bir metin mahiyetindeydi ve hitabını bu hazır metni okuyarak yapmıştı. Daha önemlisi ise Orgeneral İnönü'nün tutumu, Meclis'e girerken gösterdiği sükûnet ve asalet, cumhurbaşkanı olarak ilk görevlerini yerine getirirken kendinden emin kararlılığı ve titizliği söz konusuydu ve bütün bunlar önceden düşünülmüş bir prosedürü yürüttüğü izlenimini vermekteydi.
İngiliz arşiv belgelerinde yer alan bilgilere göre İsmet İnönü 1880’de İzmir’de doğdu. 1920’de Mustafa Kemal’e katıldı. Askerlik günlerinde oldukça kabiliyetli bir asker, mücadeleci ve bir noktaya kadar da 1922’de Yunanlılara karşı kazanılan zaferde geniş derecede payı olan biri olarak kabul edildi. Lozan müzakerelerinde kendisini inatçı, fakat iyi bir müzakereci olarak tanıttı. Kibar, fakat zaman zaman işine gelen sağırlıktan mustarip biri oldu. Milliyetçi liderler arasında Mustafa Kemal’in güvenine ilk mazhar olan ve bu güveni Gazi’nin sağ kolu olarak uzun bir müddet sürdürebilen sadece İsmet Paşa oldu.
İsmet İnönü, Atatürk’ün ölümü üzerine onun halefi olarak 11 Kasım 1938’de seçilip üstlendiği ilk dönem cumhurbaşkanlığı görevini dönem sonuna kadar devam ettirdi. 4 Nisan 1939’da ise aynı göreve tekrar seçildi.
İnönü'nün cumhurbaşkanı görevine seçilmesi hem Türkiye'de hem de yurt dışında memnuniyetle karşılandı.
Yerel basın, İnönü’yü Atatürk'ün en büyük dostu, en yetenekli işbirlikçisi ve mantıklı halefi olarak selamlayarak ona koşulsuz destek verdi. İSTANBUL gazetesinin İnönü’nün cumhurbaşkanı seçilmesi hakkındaki 12 Kasım 1938 tarihli başyazısı da Türk basınının genel tavrının tipik bir örneği halindeydi.
Yabancı gazete yorumları yerel neşriyatın sayfalarına taşınmış, tenor olarak da farklılık arz etmemişti.
Türkiye genelinde, birkaç istisna dışında, İnönü’nün tek başına Atatürk'ün yerine geçebileceği ve çalışmalarını sürdürebileceği yönünde genel bir duygu mevcuttu.
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı dahilde müspet olarak karşılanmışsa da yabancı diplomatik misyonlarca yeni döneme tam bir güvenle bakıldığı söylenemezdi.
ABD diplomatlarından J.V.A. MacMurray’a göre İnönü rejiminin Atatürk'ün kurduğu modele ne kadar uygunluk göstereceğine dair kesin bir tahminde bulunmak için henüz çok erken olsa da genel olarak, iki yönetim, iki devlet başkanının kişilikleri ve ilkelerindeki farklılıklar gibi, aşağı yukarı aynı şekilde, farklılık gösterecekti.
Cumhurbaşkanı İnönü'nün soğukkanlılığı ve ılımlılığının öngörülebilen sonuçları şimdiden ifade edilmekte olsa da hükümetin politikalarında olmasa bile, en nihayet hükümetin tutumunda, Atatürk'ün daha az şovenist görüşleri ve dini açıkça küçümsemesiyle karşılaştırıldığında, köklü değişikliklere yol açması en muhtemel unsurlar olarak görünen güçlü milliyetçi ve dini duygularının olası sonuçlarına özel olarak değinilmeliydi. Ayrıca bazı çevrelerde azınlıklara karşı ayrımcılık şeklinde iç yansımaların olabileceğinden korkulmaktaydı. Ancak ABD sefirinin kanaati, Türkiye'deki çeşitli Amerikan kurumlarının yeni rejimdeki konumunun geçmişte işgal ettiklerinden farklı olmayacağı şeklindeydi.
İnönü’nün dini görüşleri ve bunların hükümetin İslam'a ve genel olarak dine karşı tutumu üzerindeki muhtemel etkisi birçok ilginç spekülasyona yol açmıştı.
Hal böyle olsa da onun dini kurumları eski konumuna döndürmek veya dini sınıfa halihazırda sahip olduklarından daha fazla yetki veya prestij kazandırmak için herhangi bir resmi önlem alınacağı düşünülmemekteydi. Ancak o güne kadar dine yapılan lanetin İnönü’nün müdahalesi ile ortadan kalkacağını ve İslam’ın yavaş yavaş ve belki de fark edilmeden günlük hayatta daha büyük ve normal bir rol oynamaya başlayacağını hayal etmek mümkündü.
İsmet İnönü’nün cumhurbaşkanlığı görevine seçilmiş olmasına yabancılar arasında belki de en ziyade memnun olan Mark Bristol olmuştu.
ABD'nin Türkiye'deki eski Yüksek Komiseri Amiral Mark Bristol Türkiye'nin yeni seçilen cumhurbaşkanı İsmet İnönü'nün eski dostuydu ve kendisine bir telgrafın göndererek cumhurbaşkanlığına seçilmesinden ötürü duyduğu memnuniyeti ifade etmek istemişti.
Amiral Bristol'ün Türkiye'de gördüğü yüksek itibar göz önüne alındığında söz konusu kadim dostluğun Türk-Amerikan ilişkileri açısından ne derece önem arz ettiği de aşikardı.
Amiral Bristol 18 Kasım 1938’de eski dostuna, ABD hariciyesi vasıtasıyla, oldukça kısa, ancak bir o kadar da anlamlı şu kutlama telgrafını göndermişti:
Amiral ve Bayan Bristol, Başkan'a en içten tebriklerini sunarak başarılar diler.
Dönemin ABD başkanı adına Ankara’dan 22 Kasım 1938’de J.V.A. MacMurray’ın Çankaya’da İsmet İnönü’ye göndermiş olduğu tebrik mektubunda ise şu ifadelere yer verilmişti:
Sevgili Başkanım,
Devletin en büyük sorumluluklarını üstlenmeniz üzerine, Başkan Roosevelt'in ve Birleşik Devletler Hükümeti'nin yürekten tebriklerini ve içten iyiliğini size iletmek benim için memnuniyetle karşılanan bir görevdir.
Amerikan halkı, Cumhuriyet'in on beş yılı boyunca Türkiye'nin yeni bir ulusal yaşam geliştirme yolunda kaydettiği olağanüstü ilerlemeyi dostane bir ilgi ve sempatiyle izlemiştir ve yönetiminiz altında sürekli bir başarı bekliyorlar.
Türk ulusunun kaderini yönlendirmek gibi ağır ama yine de yüreklendirici bir görevi üstlenmenizden duyduğum sıcak kişisel tatmin ve güvenin bir güvencesini kendi adıma eklemek isterim.
Sayın Başkanım,
Saygılarımla,
J.V.A. MacMURRAY
İnönü’nün 26 Kasım 1938 tarihi ile Ankara’da Amerika Birleşik Devletleri Olağanüstü Sefiri Bay MacMurray’a ABD Başkanına iletilmek üzere gönderdiği cevabi teşekkürü ise şöyleydi:
Sevgili Büyükelçim,
Başkan Roosevelt'in tebriklerini ve iyi dileklerini bildiren 22 Kasım tarihli mektubunuzu büyük bir memnuniyetle aldım.
Büyük ve asil Amerikan ulusunun en yetkin temsilcisinden bize gelen dostane ve övgü dolu sözlerden derinden etkilenerek, Birleşik Devletler Başkanına, başkanlığımın eşiğinde Türk Halkına ve şahsıma karşı nezaketle izhar ettiği yeni sempatik tutumu için en içten teşekkürlerimi ve en içten duygularımın ifadesini en içten teşekkürlerimle kabulü için iletmenizi rica ediyorum.
İSMET
Atatürk'ün ölümünün ertesi günü İsmet İnönü’nün Büyük Millet Meclisi tarafından oybirliği ile cumhurbaşkanlığı görevine seçildiği bütün diplomatik makamlara duyurulup mukabilinde tebrik telgraflarının alındığı bir sırada İnönü’nün ilk icraatı hükümeti kendi başkanlığında toplaması, Atatürk’ün cenaze hizmetleri ve törenine dair bir program hazırlanmasını sağlamak oldu.
İnönü’nün ikinci önemli işi ise seçildiği günün akşamında bakanlarının istifalarını kabul etmek üzere Bakanlar Kurulu'nu toplantıya çağırmak ve yeni kabineyi kurma görevini Başbakan Celal Bayar'a vermek olmuştu. Oysaki siyasi çevrelerin genel kanaati, Meclis'in tatile girmesine kadar herhangi bir değişiklik yapılmayacağı ve gerçekleşecek olan istifaların tamamen resmi ve önemsiz surette olacağı şeklindeydi. Ancak İnönü tüm gözlemcileri şaşırtan bir şekilde, muhakkak ki kendisi ile mutabakata varmış olan Başbakan Celal Bayar'ın önerdiği on iki yıl boyunca Dışişleri Bakanı olan Tevfik Rüştü Aras’ı ve Atatürk'ün yakın arkadaşı, Halk Partisi Genel Sekreteri, 1927'den beri İçişleri Bakanı ve eski Dışişleri ve Tarım Bakanı olan Şükrü Kaya’yı içermeyen yeni kabineyi onaylamıştı.
Kamuya açıklanmasa da İsmet’in Dr. Aras'ın hizmetlerinden vazgeçme nedeni, genel olarak İnönü’nün Başbakanlıktan istifasına yol açan eski günlere kadar uzanmakta olup o günlerde Aras'ın eski şefine karşı gereksiz yere soğuk davranmasına dayandırılmıştı.
Şükrü Kaya'nın istifasını kabul etme sebepleri ise daha aşikardı.
Her şeyden önce kişisel alışkanlıkları ve itibarı ile Şükrü Kaya, İnönü'nün uzun süredir hoşnutsuz olduğu bir kamu görevlisi tipini temsil ediyordu ve büyük ölçüde bu nedenledir ki Şükrü Kaya ile hiçbir zaman mükemmel diye nitelenebilecek ilişkiler içinde olmamıştı.
ABD belgelerinde kendisi hakkında Atatürk'ün yerini doldurmanın çok gerisinde kalacağı ve her halükârda çok daha az aktif olacağı, ilerici bir liderlik sağlayacak durumda olmadığı ve bir diktatör için gerekli olan kişisel liderlik ve çekicilik özelliklerini gösteremediği şeklinde tanımlamalarda bulunulan İnönü, bu tanımlamaların tam aksine, daha cumhurbaşkanı seçilmesini takip eden ilk günün gecesinde, Ankara ve İstanbul’daki yabancı diplomatlar aksini düşünmüş olsalar da, gücünü göstermeye başlamıştı bile.
.
Atatürk’ün halefi olma yarışında üç isim: Çakmak, İnönü ve Özalp
Atatürk’ün hasta olduğu süreçte ABD belgelerinde özellikle ve hatta büyük bir merakla üzerinde durulan, bilgi edinilmeye çalışılan ve edinilen bilgilerin ABD hariciyesi ile anında paylaşıldığı konulardan birisi vefatı halinde halefinin kim olacağı, nasıl bir siyaset izleyeceği ve rejimin akıbetinin ne olabileceği olmuştur.
Esasen bu konu sadece ABD hariciyesini ilgilendirmemiş, sair Avrupa devletleri diplomatları da konu ile yakından ilgilenmişlerdir. Paris ve Avrupa’nın diğer başkentlerinde ve daha ziyade dostane sohbetlerde Cumhuriyet’in kurucusunun vefatı halinde Türkiye Cumhuriyeti’ni hangi akıbetlerin beklediği sorgulanır olmuştur. Mussolini bile samimi dostları ile yaptığı kişisel sohbetlerinde Faşizmin İtalya'da kalıcı hale geldiği düşüncesini ifade etmişse de kendisinin vefatı sonrası, aradan geçen onca zamana rağmen, İtalyan rejiminin istikbali açısından endişeleri bulunduğunu ve nasıl işleyeceğinden emin olamadığını belirtmiştir.
Atatürk’ün vefatı öncesi ve sırasında Başbakanlık görevini Celal Bayar yürütmekteydi. Celal Bayar Atatürk’ün hasta olduğu tarihlerde başbakanlık koltuğunda bulunmuş olsa da Atatürk’ün halefi olarak değerlendirilebilecek bir konumda olmamıştı. Atatürk’ün sağlık durumunu yakından takip etmiş, şifreli telgrafla gelişmelere dair sürekli bilgi edinmiş ve halihazırda Başbakanlık koltuğunda bulunmasına rağmen, hastalığı nedeni ile istirahate çekildiği günlerde Atatürk tarafından huzura çok az defa kabul edilmişti. Bütün bu durumlar dikkate alınarak vefatı sonrasında Atatürk’e kimin halef olacağı konusundaki değerlendirmelerde Celal Bayar’a fazla bir şans verilmemişti.
Halefi olması ihtimali bakımından Atatürk’ün yakın çevresi içerisinde en şanslı ismin İsmet İnönü olduğunun düşünülmesi oldukça tabii bir hal olsa da yakın zamanlardaki İnönü-Atatürk ilişkisindeki pürüzler söz konusu hali şüpheli kılmaktaydı. Atatürk, bu sadık arkadaşının sık sık ve genellikle hep aynı tarzdaki önerilerine sinirlenmiş ve kendisini Başbakanlık görevinden alarak yanından uzaklaştırmış, başbakanlık görevini de Celal Bayar’a vermişti.
Böyle bir gelişme öncesine kadar Atatürk'ün mantıksal halefi olarak görülen İsmet İnönü kamu hayatından çekilmek zorunda kalmıştı. Dolayısıyla da Atatürk’ün güvenini yeniden kazanıncaya, en azından öyle görünen bir durumu söz konusu oluncaya değin İnönü’nün haleflik şansının bulunmadığına kani olunmuştu.
Ancak Atatürk’ün vefatı öncesinde istirahate çekildiği günlerde yanında daimî surette İsmet İnönü’nün bulunmasını istemiş olması siyasi ve diplomatik çevrelerin gözünde İsmet Paşanın haleflik şansını yeniden geçerli hale gelmesini sağlamıştı.
Geçen süre içerisinde ve Atatürk’ün ölümcül hastalığının seyrine paralel bir şekilde haleflik konusunda da bir belirginleşme söz konusu olmuş ve nihayeti itibarıyla üç isim öne çıkmıştı:
-
Genelkurmay Eski Başkanı Mareşal Fevzi Çakmak,
-
Meclis önceki başbakanı Kazım Özalp,
-
Atatürk’ün yakın dostu sabık Başbakan İsmet İnönü.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki ABD belgelerindeki değerlendirmeye göre Atatürk’ün halefi her kim olursa olsun, kalibre ve prestiji itibarıyla Atatürk’e hiçbir şekilde muadil olamayacaktı.
Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün haleflik konusunda adı öne çıkmakla beraber bu iki isimden hangisinin daha fazla şansa sahip bulunduğu konusunda da bir hayli farklı değerlendirme söz konusuydu.
Fevzi Çakmak; ABD belgelerinde verilen bilgilere göre siyasi kulvarlarda genel olarak Cumhurbaşkanlığı'nın yükünü üstlenemeyecek kadar yaşlı olarak değerlendirilmekteydi. Yine belgelerde ifade edildiğine göre Fevzi Çakmak’ın diplomatik gruplarla görüşmesine de zaten izin verilmemekteydi. Esasen onun da siyasetle çok az ilgilendiği ve hatta ilgilenmediği söylenebilirdi. Komuta eden bir kişiliğe ve insana nüfuz eden gözlere sahip bulunan Fevzi Çakmak kendisini münhasıran Türk ordusunun gelişimine adamış, raporları doğrulamak, birlikleri teftiş etmek ve ülkedeki gelişmeleri denetlemek için sık sık ülke çapında çeşitli askeri bölgelere seyahat etmekteydi. Dolayısıyla da ABD hariciyesine gönderilmiş olan bir belgede, Mustafa Kemal’in vefatı halinde Fevzi Çakmak’ın Cumhurbaşkanlığı görevine kalıcı veya geçici bir surette ya da bu makama uygun birinin seçilmesine kadar devam ettirmek üzere getirilebileceği ifade edilmişti.
İsmet İnönü ise sabık bir başbakan olarak ABD hariciyesinden bazı isimlerce gayet iyi surette tanınan biriydi.
Wallace Murray, örneğin, İsmet Paşadan:
Mükemmel bir yönetici ve yönetici yardımcısı olan ve Türkiye'deki temsilcilerimiz tarafından büyük saygı duyulan İsmet, bir diktatör için gerekli olan kişisel liderlik ve çekicilik özelliklerini gösterememiştir
şeklinde söz etmişti.
ABD diplomatlarından Charles S. Berrill’in beyanına göre ise İsmet İnönü, yazılan raporlar dolayısıyla, ABD Hariciyesince fazlası ile tanınmaktaydı. Hatta İsmet Paşaya Charles S. Berrill kişisel muhabbet beslenmekte, saygı duymakta ve sahip olduğu birçok erdeme imrenmekteydi. Fakat bu gerçeklere rağmen Berrill, birçok diplomatın yaptığı gibi Paşa’ya yüksek mertebeler takdir etmemekteydi. Yine Charles S. Berrill, birçok yabancının diplomatın inancı hilafına, Atatürk’ün ölmesi halinde, İsmet Paşanın Cumhurbaşkanlığı makamına geçebileceğini düşünmediğini de ifade etmişti.
Charles H. Berrill yukarıdaki yaklaşımlarında pek de haksız sayılmazdı. 1920'den 1937'ye kadar Atatürk'ün yardımcısı durumunda olan ve 1924'ten 1937'ye kadar da Türkiye Başbakanı olarak görev yapmış bulunan İsmet İnönü'nün Atatürk’ün halefi olarak seçilme ihtimali Mareşal Fevzi Çakmak'a nispetle azdı.
Hastalığı öncesinde genellikle hep aynı tarzdaki önerilerine sinirlenmiş ve kendisini görevden alarak yanından uzaklaştırmış olması dolayısıyla Atatürk ile İnönü ilişkisi arızaya uğramıştı. O ana kadar Atatürk'ün mantıksal halefi olarak görülen İsmet İnönü görevden alınması üzerine ciddi bir itibar kaybına uğramış ve kamu hayatından çekilmek zorunda kalmıştı. Gözden düşmüş birinin halef tayin edilmesinin imkânı yoktu. Üstelik o tarihlerde İnönü hastaydı ve herhangi bir muhalefetin olması halinde iktidara geçememe riski de söz konusuydu.
Siyasi kulvarlarda konuşulanlara ve güvenilir kaynaklardan edinilen bilgilere inanılacak olursa İsmet İnönü haleflikten ziyade Halk Fırkası adayı olma düşüncesi içerisindeydi. Fakat bütün bu olumsuzluklara rağmen İsmet Paşanın haleflik şansı noktasında göz ardı edilmemesi gereken önemli husus ise istirahate çekildiği günlerde Atatürk’ün onun daimî surette yanında bulunmasını ısrarla istemiş olmasıydı. Dolayısıyla da İnönü, Atatürk’ün güvenini yeniden kazanmış olmalıydı ya da en azından öyle gözükmekteydi.
Sahnenin görünür kısmında bütün bunlar konuşulup değerlendirilirken izlenip muttali olunamayan muhakkak suretteki gelişme ise yeni dönemin potansiyel liderinin kim olacağı konusunda uzlaşmaya arayışlarının varlığıydı. Genel olarak hissedilmese de İsmet İnönü ve Mareşal Çakmak ismi halef adayı olarak somutlaşmıştı.
O tarihlerde siyasi kulvarlarda kulaktan kulağa ulaşan bilgilere göre Fevzi Çakmak Cumhurbaşkanı olacak, İsmet İnönü de Başbakanlık görevini yürütecekti.
ABD’li siyasilerin değerlendirmesine göre böyle bir kombinasyon, kuşkusuz Atatürk'ün yerini doldurmanın çok gerisinde kalacak ve her halükârda çok daha az aktif ve ilerici bir liderlik sağlayacaktı. Fakat böyle olsa da askeri çevrelerde popüler olmak ve istikrarının sınanabileceği bir dönemde hükümete bir güç unsuru sağlamak gibi diğer olası çözümlere göre belirli avantajlara sahip bulunacaktı.
Siyasi kulislerde dillendirilen bir başka bilgi ise mevcut işaretlerin parti liderlerinin Cumhurbaşkanlığına İsmet İnönü’yü seçmeyi düşündükleri şeklindeydi. Hatta bu noktada hükümetin güçlü unsurları arasında muayyen bir ölçüde anlaşma dahi sağlanmıştı.
Güvenilir bir kaynaktan edinilen bilgiye göre tüm ilgili taraflarca İnönü Atatürk’ün unvanlı halefi olarak kabul edilmiş olup mutabık kalınan plan doğal olarak büyük bir gizlilikle saklanmaktaydı. Ancak mutlak olan bir şey varsa o da İnönü'nün hükümette baskın nüfuz sahibi olması muhtemel bulunsa da Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi henüz katiyet arz etmemekteydi.
Mustafa Kemal toplamda üç isme güven duymuş olsa da haleflik noktasında Fevzi Çakmak ve İsmet İnönü’nün adlarının öne çıkmasının kendine özgü nedenleri vardı.
Kazım Özalp İngiliz istihbaratının edindiği bilgilere göre 1884’de Köprülü’de doğdu. Önceleri sadık bir İttihat ve Terakki Komitesi üyesi idi. 1919’da Bandırma-Balıkesir yöresindeki kuvvetlerle Mustafa Kemal’e destek verdi. İyi bir eğitim görmüş olan Özalp, biraz Fransızca bilmekteydi. Makul olmakla birlikte inatçı ve sağlam karakterli biriydi. Alman muhalifi olması muhtemel olan Paşa’nın Bolşevik aleyhtarlığı kesindi. Tesirli biri olsa da cazibesi yoktu. Paşa, iyi bir poker oyuncusuydu.
Yine İngiliz istihbaratının tespitlerine göre 1874 yılında İstanbul’da doğan Fevzi Çakmak Paşa Mustafa Kemal ile yakın ilişki içerisinde olan biriydi. Millî Savunma Bakanlığı görevinde bulunmuş, Kemalist ordunun vücuda gelmesinde ve cephane imal ve sevkiyatının tertiplenmesinde büyük payı vardı.
Fevzi Paşa Birinci Dünya Savaşı sırasında Enver Paşa’nın ve bilahare Mustafa Kemal’in itimadını kazanmıştı. Özellikle idari işlerde şöhrete ulaşmış biriydi. Halide Edip tarafından sadece iyi bir asker olarak nitelendirilmiş olan Paşa’nın ordu üzerinde büyük bir nüfuzu mevcuttu. Önceleri Turancı ve İslamcı bir fikre sahip olmuştu. Hilafetin kaldırılmasından sonra ise hayat tarzını kesinlikle reddettiği Mustafa Kemal’in rakibi olarak görülmüştü. Musul meselesi sırasındaki savaş taraftarlarının lideri olarak tanınan Paşa, biraz gelenekçi ve münzevi biriydi. Bir parça Fransızca bilmekte olup hoş sohbet biriydi. (1)
İngiliz belgelerinde Fevzi Paşa’nın biraz gelenekçi biri olduğu ifade edilmişken ABD diplomatlarından Wallace Murray’ın değerlendirmesine göre ise hem Mareşal Fevzi Çakmak hem de İsmet İnönü dindar Müslüman olarak bilinmekteydi. Bu isimlerden birisinin Atatürk’ün halefi seçilmesi halinde Atatürk’ün militan laikliğinden rahatsızlık duyan ve dolayısıyla kendisine olan tutkusu en azından bir kırgınlık duygusuyla bütünleşmiş bulunan kitlenin çeşitli muhafazakâr unsurlarının yeni kurulacak hükümete destek vermesi mümkün hale gelebilecekti.
Yine ABD belgelerindeki yaklaşıma göre Genelkurmay Başkanlığında bulunmuş olan Mareşal Fevzi Çakmak Türkiye'de olağanüstü ulusal itibara sahip sayılı kişilerden biriydi.
ABD hariciyesinden Charles S. Berrill’in ifadelerine bakılacak olursa gerek İsmet gerekse Fevzi Paşanın Atatürk’e halef gösterilmelerinin sırrı daha enteresandı.
Charles S. Berrill’e göre her şeyden önce İsmet Paşanın mevcut siyasi görevini elde etmiş olması, tıpkı Kazım Özalp Paşanın Meclis Başkanlığını elde etmesi gibi, Millî Mücadele’deki başarısı dolayısıylaydı.
Gerek İsmet Paşanın gerekse Kazım Paşa'nın Türk bağımsızlık mücadelesi sırasında ün kazanmış birer general olduklarını unutmamak lazımdı. Dolayısıyla da Berrill’e göre bu durum İsmet Paşanın mevcut görevine neden seçildiğini açıklar bir haldi. Ancak pek çok insanın anlayamadığı şey ise çok kötü bir parlamenter olmasına rağmen İsmet Paşanın başarılı olarak değerlendirilmesiydi. Oysaki Fevzi Çakmak, Charles S. Berrill’e göre, Mareşal Paul von Hindenburg ve Fransız ordusunun başkomutanı General Maxime Weygand ile aynı vasıflara sahip bulunmaktaydı. Yine Berrill’e göre, hal böyle olsa da, Mustafa Kemal, Mareşal Fevzi ve İsmet Paşa'nın şahsiyetlerinde toplanıp bütünleşmiş olan askeri güç, Türkiye'deki kadar alaylı bir parlamentonun bile her zaman için kendi kastlarının kontrolü altında olacağından daimi surette emin olmayı gerekli kılmaktaydı.
Charles S. Berrill’e göre Mustafa Kemal, ülkedeki mevcudiyetleri hep birlikte dikkate alındığında, kendisi ölse bile, kendisinden sonra istikrarı garanti edecek üç isme Genelkurmay Başkanlığı yapmış olan Mareşal Fevzi Çakmak, Büyük Millet Meclisi Başkanlığında bulunmuş olan Kâzım Özalp ve Başbakanlık görevinde bulunmuş olan İsmet Paşaya tam bir güven duymaktaydı.
Wallace Murray gibi Charles S. Berrill’in değerlendirmesine göre de hem Mareşal Fevzi Çakmak hem de İsmet İnönü çok dindar Müslümanlardı ve her ikisi de İslam’ın tüm detaylarına titizlikle riayet eden isimlerdi.
Charles S. Berrill’e göre yukarıda ifade edilenlerin tümü dikkate alındığında, Atatürk'ün ölümü halinde, idaresinde yetenekli bir halefler grubunun elinde bulunan ve sürekli gelişen organizasyon ve modern teçhizatı ile güç kazanan ordunun Türkiye'deki mevcut rejimin istikrarını sağlayacağı muhakkaktı.
Dolayısıyladır ki ABD diplomatlarının değerlendirmesine göre Atatürk sonrası idareye geçiş, kamu güvenliği ve mevcut politikanın idame ettirilmesi halinde ciddi olumsuz sonuçlar olmaksızın mümkün olabilecekti. Kaleme alınan elçilik raporlarında bu husus:
Yeni rejimin potansiyel liderlerinin kendi aralarında neredeyse kesin olarak bir anlaşmaya vardığı ve geçişin kamu güvenliği açısından ciddi sonuçlar doğurmadan gerçekleştirileceği genel olarak hissedilmektedir
şekilde ifade edilmiş ve ayrıca:
Ancak bir sonraki Hükümetin, Türkiye'de son yıllardaki herhangi bir hükümetten daha fazla askeri ağırlıklı olması da muhtemel görünüyor
tespitine de yer verilmişti.
.
Sevgiliyi beklercesine hasretle beklenen Atatürk’ün siyasi vasiyeti
Atatürk’ün mal varlığını kime ve hangi şartlarda bağışladığı veya miras bıraktığında bir problem yoksa da onun geriye bıraktığı bir de yazılı bir siyasi vasiyetinin olduğundan bahsedilir.
Bu konu bugünlerde pek konuşulmasa da yakın zamana kadar hep tartışılagelmiştir.
Bu yöndeki tartışmaların mazisi ise hastalığının kesafet ve ciddiyet kazandığı 1938 yılı Ağustosuna kadar uzanmaktadır.
Rivayet o ki Atatürk; hastalığının giderek kökleşmesi ve sağlığına tekrar kavuşamayacağına kani bulunmuş olması dolayısıyla mali servetine dair bir vasiyetname kaleme aldığı gibi bir de siyasi vasiyetname kaleme almıştır.
Yazılı olmaktan ziyade rivayetsel bir suretle varlığına işaret edilen bu siyasi vasiyetnamesinde Atatürk güya ülkeye atide yön verecek ilkelere yer vermiş, vasiyetnamenin vefatından itibaren 50 yıl süre ile açılmayarak saklanmasını istenmiştir.
İlk defa dillendirildiği 1938 yılındaki rivayetlere göre söz konusu siyasi vasiyette yer alan maddelerden birisi örneğin, Meclis Başkanı Abdülhalik Renda’nın Atatürk’ün vefatı sonrasında, Meclis tarafından yeni bir seçim yapılıncaya kadar Geçici Başkan olarak görev yapacak olmasıdır. Oysaki böyle bir yola gidilmesi zaten o tarihte geçerli bulunan kanunlar gereğiydi.
Hal böyle olsa da Türk toplumunda yaygın bir inanç halinde Atatürk'ün bir de siyasi vasiyeti olduğu hep konuşulup dillendirilmiştir.
Atatürk’ün yazılı surette geride bıraktığı siyasi bir vasiyetnamesinin bulunup bulunmadığı konusu, ulaşılabilen ABD diplomatik belgelerinde açık bir beyan yahut dolaylı bir ifade ya da ima şeklinde de olsa söz konusu edilmiş değildir.
Diğer taraftan Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda hasta olarak yattığı günlerde İsmet İnönü’nün her daim yanı başında olmasını istemiş olması herhalde İsmet Paşanın sadece yanı başında nöbet tutması için olmasa gerekir. Muhakkak ki iki eski dost, aralarında zaman zaman anlaşmazlıklar vuku bulmuş olsa da, Atatürk’ün vefatı sonrası Türkiye’nin istikbalini, dünyanın siyasi açıdan gidişatını ve atılması gereken adımları, yaşamlarının en ayrılmaz parçası olan onca ateş, barut, duman, savaş, kan ve ihtilal tecrübesi çerçevesinde, yeterince müzakere edip değerlendirmiş olmalıdırlar.
Varlığı sıkı bir iddia ile dile getirilen ancak bugüne kadar bir türlü açılıp açıklanmayan gizli vurgulu siyasi vasiyetinin temel öğesinin hilâfet olduğu belirtilmiş olmasına ve Türk siyasi ve toplumsal yapısının henüz açıklanmasına hazır olmadığı mazereti ile önce Kenan Evren tarafından açılması ve açıklanması güya 25 yıl ertelenen fakat erteleme süresinin dolmasına rağmen vasiyetnamenin bırakınız açıklanması, varlığından dahi söz edilmez hale gelinmiştir.
Böyle bir durum da gayet tabii olsa gerekir. Zira açılması için açılan davalar ortada bir vasiyetname olmadığı için anlam kazanamamış, TBMM Başkanlığı’na verilen soru önergeleri, değil açılması, varlığına dair bile olumlu bir cevap ile karşılık görmemiştir. Ancak var olduğuna nedense muayyen bir kesim tarafından hep inanılmış, açılması istenmiş ve açılacağı gün, bir sevgiliyi beklercesine, hasretle beklenir olmuştur. En ziyade bekleyenlerini ise iktidarda halihazırda muhafazakâr bir reisicumhur, milliyetçi-muhafazakâr bir hükümet ve daha önemlisi başkanlık sisteminin olmasına rağmen, muhafazakâr denilen kesimden insanlar oluşturmuştur.
Halife olmayı kabul etmeyen; kral olmayı benimsemeyen; mevcut halifeyi apar topar yurtdışına sürgün eden; Charles H. Berrill beyanıyla, ateist değilse de deist olduğu kendi ifadeleri ile muhakkak olan; mason Mustafa Edip Servet Tör’ü Türkiye’yi temsilen ter ü taze inkılabın öngördüğü kasketi ile gözlemci olarak 1926 Mekke Hilafet Kongresi’ne gönderen; halefi olarak, dünyevi ve uhrevi felsefeleri itibarıyla birbirinden pek de farkı olmayan, İsmet İnönü, Fevzi Çakmak ve Kazım Özalp’tan, özellikle de İnönü’den yana tercihte bulunan birinin 50 yıl sonra açılmak üzere geride siyasi bir vasiyet bırakması ve bu vasiyetnamede ilga ettiği hilafetin yeniden ihya edilmesini istemiş olması ne ilim ne de akıl ile izah edilebilir. Böylesi iddialar olsa olsa ancak maziden hatıra tatlı bir şehir efsanesi olabilir
.
ATATÜRK'ÜN MİRASI VE İŞBANKASI SERMAYESİ
Atatürk ölmeden evvel her ne kadar çiftliklerini ve sahibi bulunduğu bir kısım tahvilleri hazineye bağışlamışsa da maaşının ötesinde daha başka varlıkları da mevcuttu. Sahip olduğu mali varlığın miktarı ise genel olarak 3 ila 4.000.000 lira arasında tahmin edilmekteydi. Unutmamak gerekir ki icra etmekte olduğu cumhurbaşkanlığı görevi dolayısıyla almakta olduğu bir maaşı vardı ve bu maaş küçümsenecek bir miktarda da değildi.
Atatürk hazineye yaptığı bağışlardan arta kalan mal varlığını vefatı öncesinde muayyen kişi ve kurumlara kayda bağlı olarak miras bırakmıştı.
ABD belgelerindeki ifade biçimi ile Büyük Şef Atatürk'ün son vasiyeti vefatı sonrasında, 28 Kasım 1938’de Adliye Sarayı'nda, Sulh Ceza Hâkimliğinde, kız kardeşi Makbule Hanım, Adalet Bakanı, Dışişleri Bakanı, İçişleri Bakanı ve birkaç milletvekili ve avukatın huzurunda açılmıştı.
Sulh Hâkimi vasiyeti Adliye Sarayı'nda katılımcıların huzurunda açıp okumadan önce Büyük Şef’in faziletlerinden övgü ile bahsettiği bir konuşma yapmış, sonrasında ise resmi görevini icra etmek üzere cübbesini giymişti.
Sulh Hâkimi öncelikle üzerinde birkaç mühür ve Büyük Şef'in imzası, içerisinde ise ikinci bir zarf ve bir kâğıdın bulunduğu büyük bir zarfı açmıştı. İkinci kâğıt; İstanbul 6. Noteri (Bay Kunter), Hasan Rıza Soyak ve Dr. N. E. İrdelp'in imzasını taşıyan bir tutanaktı.
Hâkim, tutanakta yer alan bilgileri, katılımcıların işitebileceği şekilde, yüksek bir sesle okumuştu.
Sulh Hâkimi zarf üzerindeki mühürlerin ve imzaların tahrif edilmediğini doğruladıktan sonra Atatürk'ün vasiyetini içeren ikinci zarfı açmış ve yapılmasını istediği son arzusunu ihtiva eden vasiyeti hazır bulunanlara beyan etmişti.
Vasiyetname ve vasiyetnamenin açılışını anlatan tutanak metni 28 Kasım 1938'de Anadolu Ajansı tarafından da yayınlanmıştı.
Esasen Atatürk vasiyetini İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda hasta olarak yatmakta olduğu 5 Ağustos 1938 Pazartesi günü hazırlamıştı. Diğer bir ifade ile vasiyetname Büyük Şef’in ölümünden yaklaşık 3 ay önce kaleme alınmıştı. Vasiyetnamenin 1938 Ağustos’u başında kaleme alınmış olması ise tesadüfi bir zaman dilimi olmayıp, bilakis Ağustos ayının ilk günlerinde sağlık açısından maruz kaldığı olumsuz gelişmeler nedeniyleydi.
Hatırlanacağı üzere Atatürk, Ağustos’un ilk günlerinde istirahat ettiği SAVARONA’da biraz üşütmüş olması ve durumunun aniden kötüleşmesi üzerine doktorlarının önerisi üzerine 4 Ağustos Perşembe günü Dolmabahçe Sarayı'na nakledilmiş ve birkaç saat içinde ölümünün beklendiği belirtilmişti. Ayrıca o akşam, Başbakan hariç tüm Bakanlar Kurulu üyeleri, vefatın gerçekleştiği saatte görevlerinin başında olmak üzere Ankara'ya dönmüşlerdi.
Konuşulanlar öyle anlaşılmaktadır ki doğruydu. Zira çevresindekiler kadar Atatürk’ün kendisi de hayattan ümidini kesmiş olmalıdır ki 5 Ağustos 1938 Pazartesi günü geride bırakacağı mallarına dair vasiyetini kendi el yazısı ile kaleme almıştı.
Atatürk'ün 28 Kasım 1938'de Ankara'da Adliye Sarayı'nda açılıp okunan vasiyeti esasen son derece kişisel hususiyetlere sahipti ve geride bıraktığı malın ailesi üyeleri ve bazı kurumlara miras olarak bırakıldığını ifade etmekteydi.
Varlıklarının önemli bir kısmını daha evvelce hazineye bağışlamış olması dolayısıyla vasiyetnamenin esas konusu Atatürk’ün İş Bankası’nda bulunan hisselerine dairdi. Bu hisselerin kim tarafından ve nasıl değerlendirileceği konusu yanında hisselerden kimlerin ne oranda nemalanacağı ifade olunmuştu.
Atatürk’ün gerek hisselerin değerlendirilmesi gerekse kurumsal işletmenin sağlanması bakımından, Cumhuriyet Halk Partisi’ni bir anlamda İş Bankası'na kayyım olarak atamıştı.
Kız kardeşi Makbule Hanım başta olmak üzere diğer evlatlık kızlarına ise muayyen bir süre ve miktarda pay bırakmıştı. Kendisinden sonra halefi olan İsmet İnönü'nün çocuklarını da unutmamış, yükseköğrenimlerinin sağlanması için mirasından kendilerine harcama yapılmasını vasiyet etmişti. Vasiyetin kalıcı mirasçıları ise şüphesiz ki Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları olmuştu.
Atatürk, yukarıda adları sayılan kimseleri kısıtlı ve muayyen bir süre için mirasından yararlanır kılmış olsa da tarih, dil ve kültür boyutlu araştırmalar yapmak üzere Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarını kalıcı mirasçı kılmış ve dolayısıyla da sahip olduğu maddi varlığı esas itibarıyla yine Türk devleti ve milletine bırakmıştı.
Atatürk'ün miras olarak geriye bıraktığı servetin miktarı genel olarak 3.000.000 ila 4.000.000 lira, (yaklaşık 2.400.000 – 3.200.000 dolar) arasında tahmin olunmuştur. 3.200.000 doların, 1938 yılı itibarıyla ortalama %3,72 enflasyon ve %7,861,28 kümülatif enflasyon çerçevesindeki değeri ise 82.612,684 Türk lirasina tekabül etmektedir. (1)
Bu para daha o devirde yıllık 8 faizle işletildiği dikkate alındığında Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının ne derece büyük bir miktarda mirasa muhatap kılınıp kendilerine menfaat sağlandığı ortadadır.
Belirtmek gerekir ki bugün Türk Tarih ve Türk Dil Kurumları kendilerine bırakılan mirasın yıllık nemasını/faizini bile harcayıp bitiremeyecek kadar maddi açıdan güçlü ve Türkiye’nin en zengin resmî kurumları arasındadırlar.
Atatürk’ün Türkiye İş Bankası’ndaki hisselerini Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarına ve dolayısıyla da Türk devleti ve milletine miras bırakmış olması bütünüyle tesadüfi bir durum muydu yoksa bir kasd-ı mahsusa mı dayanmaktaydı şeklindeki bir soruya kesin bir surette cevap vermek mümkün olmayıp bu konuya dair birçok şey söylenebilirse de, ABD belgelerinin ifadesiyle, muhakkak olan bir hakikat varsa o da Atatürk'ün söz konusu servetinin kaynağını, Milli Mücadele sırasında,1,000.000.00 lira (20.653,171 dolar) miktarındaki Ağa Han'ın katkısı da dâhil olmak üzere, Hindistan, Mısır ve bir veya iki diğer Müslüman ülke tarafından Türk davasına katkıda bulunmak üzere gönderilen yardımlardan oluştuğudur.
ABD diplomatik belgelerinde vefatı ile birlikte İş Bankası kurumsallığında Atatürk’ten geriye kalan mirasın esas kaynağı ya da oluşum şekli konusunda verilen söz konusu bilgilerin ötesinde üzerinde durulan diğer bir konu ise mirasın geriye bırakılma şekli olmuştur.
ABD belgelerinde konuya dair olarak yapılan değerlendirmede:
Vasiyetnamenin borçların, vergilerin veya diğer masrafların ödenmesi için herhangi bir hüküm içermediği
belirtilmekte ve ayrıca vasiyetin yapılma şeklinin o dönem yürürlükte olan Türk hukukunun:
Vasiyetçinin malvarlığını serbestçe tasarruf etme kabiliyetine getirdiği sınırlamaları tamamen göz ardı ettiği
konusuna dikkat çekilmektedir.
1: Hesaplama için bak: https://smartasset.com/investing/inflation-calculator#XpHWTwUQD6
.
Atatürk’ün hazineye bağışladığı çiftlikler
Atatürk’ün mal varlığını konu edinen vasiyetini vefatı öncesi günlerde kaleme aldığı ve muayyen şartlar dâhilinde miras bıraktığı malumdur.
Onun ayrıca vefatından yaklaşık bir yıl önce, 1937 Haziran’ında, mülkiyetinde olup tasarrufunda olan 5 adet çiftliğini ve endüstriyel türden muhtelif yatırım hisselerini Hazine’ye bağışladığı da bilinmektedir.
Bu vesile ile İsmet İnönü, 12 Haziran 1937'de Büyük Millet Meclisi'nde uzun ve coşkulu alkışlar arasında, Atatürk'ün Türkiye'deki tüm arazisini temsil eden beş deneme çiftliğini ve çeşitli Türk sanayi kuruluşlarına ait sahibi olduğu hisselerini Hazine'ye devrettiğini beyan etmişti.
Yapılan bağış İsmet Paşa tarafından:
Millete emsalsiz derecede cömert bir hediye
şeklinde ifade edilen takdir patlamasıyla büyük bir beğeni kazanmış ve:
Tüm hayatını Türkiye'ye hizmet etmek için harcayan Cumhurbaşkanı'nın tipik bir davranışı
olarak tanımlanmıştı.
Anlaşılan o ki, o anki düşüncelerinin tahrik ettiği duygusallık telaşına bir an için yakalanmış olan Atatürk de:
Gerektiğinde Türkiye'ye tereddüt etmeden vereceği çok daha değerli bir hediyeye sahip olduğunu
belirterek yapılan teşekkürleri kabul etmişti.
Atatürk'ün cömertliği sonucu hazinenin elde ettiği mal, teçhizat, demirbaş vb. eşyaların listesine dönemin basını sayfalarında epeyce bir yer ayırmış, ancak bağışın değerini hiçbir surette bahis konusu etmemişti.
Bağışın bu yönü ile kimse ilgilenmese de ABD Büyükelçiliği konuya dair merakını gidermek istemiş ve birçok başarısız denemeden sonra nihayet Tarım Bakanlığı'ndaki bir yetkiliden, gayri resmi bir tahmin olarak, sadece çiftliklerin değerinin 1.500,000 lira olduğunu öğrenmişti. Sahip olup bağışladığı hisseleri de dikkate alındığında yapılan tüm bağışın yaklaşık 2.000.000 lira (1.600.000 dolar) olduğu söylenebilirdi.
Bu rakam ise bağışın yapıldığı tarih itibarıyla, ortalama %3,54 enflasyon ve %1,749,54 kümülatif enflasyon çerçevesinde, 30.517,359 dolara tekabül etmekteydi. (1)
Hazineye bağışlanmış olup son birkaç yıldır yeniden yapılan yatırımlarla hepsinin kârlı bir surette faaliyet gösterdiği söylenen 5 çiftlik toplamda 154.729 dönümlük bir alanı kapsamakta ve aşağıdaki bireysel mülklerden oluşmaktaydı:
-
Ankara'da bira, şarap, süt ürünleri, et, sebze vb. üreten ve Yağmur Baba, Macun, Güvercinler, Tahar, Etimesgut ve Çakırlar çiftliklerinden oluşan Gazi Orman Çiftliği,
-
Orman Çiftliği ile bira ve şarap dışında hemen hemen aynı ürünleri üreten, Milet ve Baltacı çiftliklerinden oluşan Bursa yakınlarındaki Yalova Çiftliği,
-
Süt ürünleri ve sebzelerin yanı sıra portakal ve limon üretimi yapan, Tekir ve Şövalye çiftliklerinden oluşan Silifke Çiftlik,
-
Narenciye üretimi yapılan ve ayrıca bir miktar pamuk da yetiştirilen Dörtyol Çiftlik,
-
Tarsus'ta pamuk, buğday ve narenciye üretimi yapan Piloğlu Çiftliği,
Çiftliklerin bünyesinde 45 bina, bira fabrikası, tabakhane, buzlu içecek ve birkaç bağcılık işletmesi şeklinde çeşitli işletmeler mevcuttu.
1) Hesaplama için bak: https://smartasset.com/investing/inflation-calculator#XpHWTwUQD6
|
Bugün 206 ziyaretçi (249 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
.
Atatürk’ün ölmeden önce son sözü ne oldu?
Prof. Dr. Metin Hülagü
Mustafa Kemal’in özel yaşamı ve İslam dinine ve sair ilahi din ve inançlara bakışı öteden beri spekülasyon konusu edilmiştir. Kimilerine göre onun İslami inancı olmadığı gibi diğer ilahi dinlere de itikadı yoktu. Agnostik olduğuna dair rivayetler ise bir hayli çoktu. Kimilerine göre ise, şeyh uçmaz, mürit uçurur misali, Atatürk evliya makamında bir insandı, ölürken dahi; Ve aleyküm selam! diyerek Hazreti Muhammed’in kendisine verdiği selama mukabele ettikten sonra ruhunu teslim etmişti.
İnanıp inanmamayı yaratıcının bile, sonrasında hesabı sorulmak üzere, ‘dinde zorlama yoktur’ hükmü ile insanların takdir ve tercihine bırakmış olmasına rağmen özel hayata müdahale anlamına gelen -araştırma konusu olması veya kendisini daha yakından tanıma maksadı taşıması müstesna- ideolojik ve saplantılı yaklaşımlara muhatap kılınarak inanması gerektiği veya inanmaması icap ettiği gibi bir zorunluluk ile ele alınıp hakkında bir hayli kitap ve makale yazılmış olan Atatürk, inançlı olduğu veya inançsız bulunduğu tartışmalarıyla Türk insanının zihnini ziyadesiyle meşgul etmiştir. Esasen bu durum, kendisini daha yakından tanımak isteyen yabancı siyasiler ile diplomatların da alaka duyduğu bir konu olmuştur. Neticede Türk toplumunda onun Müslüman olduğunu savunanlar kadar olmadığını belirtenler de yerilip kınanmaktan kurtulamamışlardır.
Mahrem, Münhasıran Mahrem, Özel ve Mahrem veya Kısıtlı Dağıtım kategorileri ile karşımıza çıkan ABD diplomatik raporlarındaki değerlendirmelere göre Atatürk'ün Türkiye'yi Batılılaşma süreciyle modernleştirme kararlılığı laikleşmeyi kaçınılmaz kılmıştı. Padişahların idaresindeki Osmanlı Devleti’nde hem dünyevi hem de dini güç bir aradaydı. İdare, teokratik bir devletin yapısına dayalıydı. Dolayısıyla da gerçek bir modernleşme sağlanmadan önce Türk Hükümeti ve halkı üzerindeki aşırı muhafazakâr İslam hâkimiyetini kırıp gidermek gerekmekteydi.
Söz konusu raporlarda dindarlığın Gazi'nin en göze çarpan özelliklerinden biri olmadığı beyan edilmiş ve yukarıda ifade edilen nedenden ötürü de hilafetin kaldırılmış, devlet okullarında din öğretimi yasaklanmış, dini âdet ve uygulamalardan vazgeçilmiş, Mekke'ye hac ziyaretlerine müsaade olunmamıştı.
LIFE dergisi 31 Ekim 1938 tarihli sayısında şahsı ve idaresine dair sayfalarında yer vermiş olduğu değerlendirmesinde Atatürk’ün ölüm döşeğinde olmasına rağmen kendisine dua edilmesini yasakladığı belirtmişti.
Atatürk’ün inanç boyutuna açıklık getiren ve ABD belgeleri arasında yer alan en kapsamlı bilgi Amerika Birleşik Devletleri adına Türkiye’de Büyükelçilik yapmış olan Charles H. Sherrill’in onun İslam inancına dair kaleme alıp ABD hariciyesine göndermiş olduğu raporudur.
Sherrill’in söz konusu raporu Türkiye’de bir kısım kesimlerce kendisine evliya olmak ile agnostik bulunmak arasında makam ve rol tayin edilen Atatürk’ün dini akidesinin mahiyetine bizatihi onun kendi dilinden ifadelere dayanması ve ışık tutması bakımından önemlidir.
Diplomat olmasına ilaveten aynı zamanda bir hukukçu ve tarihçi de olan General Charles H. Sherrill, ABD’nin tam yetkili fevkalade elçisi olarak Ankara’da (Mart 1932 – Mart 1933) bir yıl süreyle görev yaptı. Sherrill, görev yaptığı bu dönemde Atatürk ile yüz yüze görüşmelerde bulunmuştu. Gerek konuştukları gerekse gözlemlerine dayanarak 17 Mart 1933 tarih ve Türkiye’de Din konulu, Münhasıran Mahrem kayıtlı ve “Saygıdeğer, Dışişleri Bakanı” hitabı ile kaleme alıp Ankara’dan Washington’a göndermiş olduğu raporunda Atatürk’ün dini inancına dair şu bilgilere yer vermiştir:
Beyefendi,
Reisicumhur Gazi Mustafa Kemal ile dün öğleden sonraki üç saatlik mülakatım zarfında, hakkında yazmakta olduğum biyografinin sekiz bölümünü birlikte gözden geçirdiğimiz ve tartıştığımız sırada Türkiye’de din meselesi bahis edildi.
…Agnostik olduğuna dair genel kabul görmüş inancı tamamen reddediyor, ancak dininin yalnızca Evrenin Yaratıcısı ve Hükümdarı olan, Her Şeye Gücü Yeten Tek Tanrı'nın varlığına inanacak kadar ileri gittiğini iddia ediyor. Ayrıca insanlığın böyle bir Tanrı inancına ihtiyacı olduğuna inanıyor. Sözlerine, bir tür dua şeklinde bu Tanrı'ya hitap etmenin insanlık için iyi olduğunu da ekledi. Orada durur (Hepsi bu kadar).
Daha sonra, on yıl önce kurduğu yeni Cumhuriyet’in başkanı olarak iktidara geldiğinde bulduğu İslam dininin durumunu bana anlatmaya devam etti. Şeyhülislamın yanı sıra medreselerin, mahkemelerin ve onlara başkanlık eden kadıların, hocaların ve çeşitli dervişler de dâhil olmak üzere tüm dini sınıfın kaldırılmasını gerekli gördüğünü söyledi.
…Bu, Kur'an'ın Arapçadan Türkçeye modern çevirisini neden ve nasıl gittiğinden bahsetmesini sağladı ve bu konuda oldukça yeni bir ufuk açtı. Türk halkının uzun zamandır okuduğu bazı Arapça duaların gerçek anlamını öğrendiğinde kendilerinden iğreneceklerini iddia ediyor.
…Bu yöndeki düşünce tarzını ifade ettikçe ben de o nispette Kur'an'ın Türkçe olarak okunmasını büyük ölçüde Kur'an'ı Türkler nezdinde itibarsızlaştırmak için olduğu neticesine varmak zorunda kaldım.
Türk halkının hiçbir şekilde gerçekten dindar olmadığına dair genel ve biraz şaşırtıcı bir açıklama yaptı ve hala camilere giden az sayıda kişinin sadece alışkanlıktan veya duaların sesli olarak okunmasına ilgi duyduklarından dolayı camiye gittiklerini iddia etti.
Bu konuda vardığı sonuçlara çok saygılı bir şekilde karşı çıktım…
O, Sovyetlerin tüm dinleri ortadan kaldırma fikrine kesinlikle katılmıyor. Belli başlı camilerin Hükümet tarafından özenle muhafaza edilmesi ve başlangıçta kutsandıkları amaçlar için kullanılması gerektiği konusunda ısrar ediyor. Üç büyük dinin hepsinin etik öğretilerine inanır, ancak dinlerden çok etik olarak inanıyor.
Bize bahşettiği nimetler için tek Allah'a sık sık şükrün ifadesi eklenmeden kendi dini inancının eksik olduğunu düşündüğümü söylediğimde şaşırmış ama ilgilenmiş görünüyordu...
…Konuşmamızın bu bölümünün sonunda, daha önce hiçbir yabancıyla meseleye bu kadar tam olarak girmediğini, kesinlikle kendi kişisel dini inançlarını ifade etmediğini söyleyecek kadar iyiydi. (1)
Oysaki bazı kitaplar ve yazılarda Atatürk’ün vefat etmeden, son sözünün; “Ve aleyküm selam” olduğu ifade edilmektedir. Sadece ABD Büyükelçisi Charles H. Sherrill’in beyanları değil, daha birçok kaynak ve hatta Meclis’in açılışındaki kendi sözleri dikkate alındığında ona atfedilen söz konusu “yakıştırma”nın hiçbir surette doğru olmadığı, bilakis böyle bir iddianın en mahrem ve kutsal bir an olan ölüm anının bütünüyle ve aşikâr bir surette suiistimal edildiği ortadadır. Esasen vefatın gerçekleştiği tespitinde bulunan doktorları Atatürk’ün derin bir koma halinde olduğu sırada vefat ettiğini kayıt altına almışlardır.
İlgili doktorlarının bu husustaki beyanları resmi tebligat olarak da yayınlanmış olup şöyledir.
(1): National Archives (United States). Central File: Decimal File 867.404 / 218. Geniş bilgi için bakınız: Metin Hülagü, Atatürk’ün Ölümünün Perde Arkası, Altınordu Yayınları, Ankara 2022.
RESMİ TEBLİĞ
İstanbul, 10 (AA).
Daimî ve Danışman doktorlar tarafından hazırlanan tebliğdir.
1. …
2. Cumhurbaşkanı Atatürk'ün dün gece yarısı yayınlanan bültende dikkat çekilen durumunun ciddiyeti giderek daha fazla ehemmiyet kesp etmiştir.
10 Kasım 1938'de sabah saat 09:05'te büyük şefimiz derin bir komada son nefesini verdi.
Doktorlarının kaleme aldıkları ölüm raporuna göre Atatürk “derin bir koma halinde iken” vefat etmiştir. Dolayısıyla da onun son nefesi öncesinde söylediği ifade edilen sözlerin gerçekliği olsa olsa asılsız bir rivayetten ibaret olup doğruluk payı yoktur. O ölmeden önce ne “Ve aleyküm selam” demiştir ne de bu anlamda başka bir şey söylemiştir.
“Dini konuda yalnızca evrenin yaratıcısı ve hükümdarı olan, her şeye gücü yeten tek tanrının varlığına inanacak kadar ileri giden” ve ayrıca “üç büyük dinin hepsinin etik öğretilerine sadece etik karakterli olmaları dolaysısıyla itibar eden” birisini son dinin tebliğcisinin onu kendisine muhatap kılarak selamlamasının ve o selama da onun karşılık vermesinin anlamsızlığı ise ortadadır.
Anlaşılan o ki; kendisine atfedilen asılsız sözlerin ve sahte hallerin büyük bir kısmının asıl ve gerçek olanlarından tespit edilip ayıklanması Atatürk’ü yalın hali ile anlamak için son derece elzemdir.
Onun;
“Tarih yazmak tarih yapmak kadar mühimdir, yazan yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır”
sözü işte bu nedenle son derece önemlidir.
.
Beni Türk doktorlarına emanet ediniz’ sözü Atatürk’e mi ait?
Prof. Dr. Metin Hülagü
Türk tarihinin aynı zamanda bir ‘mit’ler tarihi olduğunu biliyoruz. ‘Şeyh uçmaz, mürid uçurur’ vecizesinde nedenselliği oldukça güzel bir şekilde cevaplandırılmış olan bu durum Türk tarihinde dünden bugüne kişi kültünün hayli önemli bir yer işgal etmesini sağlamıştır maalesef.
Bu anlamda tarihte birçok insanın ismini hatırlamak mümkündür. Bu isimlere Mustafa Kemal Atatürk’e de dâhildir. Hakikatini bilmesek de kendisine atfedilen bir dizi söz ve vecize mevcuttur.
Mesela onun ‘Beni Türk doktorlarına emanet ediniz’ dediği hep yazılıp çizilmiştir.
Peki, bu söz gerçekten Mustafa Kemal’e ait midir? O hakikaten böyle bir beyan ve talepte bulunmuş mudur?
Rivayet o ki; evet, bulunmuştur.
O takdirde rivayetlere mi inanmak lazım gelir uygulamalara mı bakmak icap eder?
Mustafa Kemal 1938’de hastalandığında kendisini tedavi eden 3 daimi, 5’i danışman 8 doktorundan birisi Dr. Abravaya Marmaralı idi. Dr. Abravaya, adından da belli ki, Türk değildi.
Mustafa Kemal 1938’de hastalandığında 3 daimi, 5’i danışman toplamda 8 doktor, hastalığını teşhiste aralarında ihtilafa düşmüşler, ortak bir karar verememişlerdi. Dolayısıyladır ki konsültasyonda bulunmak üzere Paris’ten dönemin meşhur doktorlarından Profesör Dr. Fiessinger Türkiye’ye davet olunmuştu.
Profesör Dr. Fiessinger Atatürk’ü muayene etmiş, hastalığı teşhis etmiş, gerekli tedaviyi önermiş ve Mustafa Kemal’de Fransız Doktor Fiessinger’in önerdiği perhize sıkı sıkıya bağlı kalmaya çalışmıştı.
Dr. Fiessinger yaptığı muayene neticesinde Atatürk’ün karaciğerinden mustarip olduğunu, ancak düzenli bir tedavi ile hastalığın kontrol altına alınabileceğini belirtmişti. Dr. Fiessinger ayrıca, Atatürk’ün 1 ay ya da 6 hafta yatak istirahatinde bulunması ve alkolden sakınması gerektiğini de ilave etmişti.
Dr. Fiessinger Atatürk’ü bir defaya mahsus olarak muayene etmemişti. Bilakis onun Ata’yı muayene etmek ve hastalığın seyrini tekrar değerlendirmek üzere ileriki tarihlerde Ankara’ya tekrar gelmesi kararlaştırılmıştı.
Dr. Fiessinger 1938 Mayıs’ında Türkiye’den ayrılmış ve gerçekten de bilahare Atatürk’ü muayene etmek üzere tekrar İstanbul’a gelmişti.
Diğer taraftan Atatürk’ü ölümcül hastalığı sırasında muayene eden yabancı doktor sadece Dr. Fiessinger de olmamıştı. Örneğin Atatürk’ün hastalığının teşhis ve tedavisi için Avusturyalı doktorlara da müracaat olunmuştu. Her ne kadar Avusturyalı bir doktorlar heyeti Atatürk’ü muayene etmişse de tedavisini Fransız Dr. Fiessinger yürütmüştü.
Hülasa; Atatürk’ün ‘Beni Türk doktorlarına emanet ediniz’ tarzındaki klişe söylemin pek de doğru olmadığı ortadadır. Bu ve benzeri sözlerin daha doğrusu yakıştırmaların herhalde üzerinde durulması Atatürk’ü gerçek ve tabii hali ile tanıyabilmek açısından önem arz etmektedir. Esasen bu tür yakıştırma söylemlerin ve ona ait olmayan vecizelerin fayda sağlaması bir tarafa Atatürk’ü tanımayı zorlaştırmaktan başka hiçbir işe yaramadığı aşikârdır.
‘Şeyh uçmaz, mürid uçurur’ deyimi 'yakıştırmacı müritleri' ifade etmek için icat edilmiştir.
.
Atatürk’ün ölümüne “nefesleri likör kokanlar” mı sebebiyet verdi!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Mustafa Kemal Atatürk her ne kadar 1938 Kasımında vefat etmişse de mütecessis gözler onun her daim üzerinde olmuştu. Hareketleri her ne kadar yerinde olsa ve vücudu zinde bulunsa da ne kadar alkol aldığı, kendisinde olup olmadığı yabancı diplomatlar tarafından sürekli gözlemlenmiş, sağlık sorunlarının olduğu yolundaki söylentilerin doğruluğu tespite çalışılmıştı.
Esasen söylentiler bütünüyle de yersiz değildi. 1938 yılı daha Ocak ayından itibaren Mustafa Kemal için olumsuzluklar ile başlamıştı. İstanbul'a gidişi ilk zaman gayet tabii surette değerlendirilmişse de orada uzun süre kalması bazı çevrelerin dilinde dedi kodu malzemesi haline gelmişti.
Duyulan merakı tabii olarak gidermek ve Ankara’da değil de neden İstanbul’da uzun süre kalmış olduğunun sebebini kamuoyuna duyurmak gerekmişti. Resmi makamlarca yapılan açıklamalarda Gazi’nin İstanbul'da uzun süre kalmasının nedeni akut boğaz enfeksiyonuna bağlanmış, tıbbi tedavi görmesi gerektiği ifade edilmiş, larenjite yakalandığına yer verilmişti. Resmi toplantılarda yapılan sohbetlerde de aynı minval açıklamalarda bulunulmuş, Gazi'nin içkilerini buzlu içme alışkanlığında olduğundan ötürü boğazının ağrıdığı belirtilmişti.
Resmî açıklamalar bu yönde olsa da Mustafa Kemal’in İstanbul’da uzun süre kalış nedeni halk tarafından onun kanser olduğu şeklindeki bir değerlendirmeye sebebiyet vermişti. Hatta Gazi'nin mazeretleri nedeniyle gücünü ve kontrolünü kaybettiği dillendirilmişti.
Ankara'daki hayatını ve faaliyetlerini yakından takip etme fırsatı bulanlar ise onun dur durak bilmeden çalıştığını ve eskisi gibi hâkimiyet kurmaya devam ettiğini söylemektelerdi. Oysa ki muhakkak olan bir şey varsa o da Gazi’nin güvenip inanabileceği etrafındaki insanların sayısının her geçen gün giderek azaldığı gibi sağlığının da bozulmakta olduğuydu.
1938 Ocak ve Şubat ayları halk nezdinde sağlığına dair söz konusu kabilden olumsuz dedikodularla yüklü bir surette geçmişken 1938 Martı ise hakikatte amansız bir mahiyet ve surette yeni rahatsızlıkların tezahür ettiği bir zaman dilimi olmuştu.
Atatürk’ün sağlığının iyi olmadığına dair söylentiler Beyrut’ta ve hatta Bağdat’ta başını alıp gitmişti.
Söz konusu söylentilere resmi makamlarının cevabı ise:
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Ekselansları Atatürk’ün hastalığının ciddiyeti konusunda muayyen yabancı gazeteler tarafından yayınlanmış bulunan rapor hakikati ifade etmemektedir. Ekselansları Atatürk, her zamanki gibi, tam bir gayret ile devlet işlerini idare etmektedir. Maruz kaldığı hastalık basit bir üşütme olup bir müddet istirahatten sonra sağlığına kavuşmuştur. Sağlığında büyük bir gelişme söz konusu olup on beş gün önce mutat yurt turlarına tekrar başlamıştır
şeklinde olmuştu.
Neticede artan rahatsızlıkları neticesi ve bizzat kendisinin talebi üzerine Türk doktorları Atatürk’ü muayene etmiş ve sağlık durumuna dair endişe verici bir rapor hazırlamışlardı. Ancak doktorları yaptıkları konsültasyon ve istişare neticesinde görüş ayrılığına düşmüşlerdi. Maruz kaldığı rahatsızlığı tespit, teşhis ve tedavisi konusunda aşikâr bir ihmalin ötesinde cehalet ve kararsızlık hüküm sürmekteydi.
Kaçınılmaz olarak Fransız Doktor Fiessinger kendisini muayene ve tedavi etmek üzere İstanbul’a davet olunmuştu. Prof. Dr. Fiessinger’in Atatürk’ü muayene ve tedavi eden çevresindeki bir dizi doktora onun maruz kaldığı hastalığının mazisinin en az on yıl olduğunu belirtmiş olması ise hakikaten ibretamiz bir durum oluşturmuştu.
Dr. Fiessinger’in tespitine göre Atatürk’ü ölüme götürecek olan mevcut hastalığın en az 10 yıl önce başlamış olduğu kesindi.
Bütün yabancı diplomatların gözü öteden beri onun üzerinde olmasına, halk arasında hasta olduğuna dair onca dedikodu yayılmasına ve dönemin en meşhur Türk doktorlarının her vakit kendisinin yanında ve yakınında bulunmalarına rağmen geçmişi on yılı bulunan bir hastalığın varlığının hissedilmemiş olması, hissedildiği tarihte ise teşhiste bulunulamayıp kendi aralarında ihtilafa düşmüş olmaları hakikaten oldukça garip bir haldi.
Esasen Dr. Fiessinger muayene ve tedavi için davet olunduğunda artık her şey bitmişti; Atatürk’ün karaciğerinden mustaripti ve içinde bulunduğu sağlık durumunun tam olarak:
Hastalığın karaciğer sirozu olduğu; kullanmakta olduğu her türlü alkollü uyarıcıdan kaçınmak suretiyle öngörülen rejime sıkı sıkıya bağlı kaldığı takdirde hastaya ancak iki aylık olası bir yaşam süresi tanınabileceği
şeklindeydi.
Dr. Fiessinger Atatürk’e dinlenmesini, alkol almamasını ve perhizlerine riayet etmesini tavsiye etmişti. Atatürk de 1938 Mayıs’ında dinlenmeye çekilmişti. İstirahat ettiği günlerde doktorunun kendisinden uygulamasını istediği perhize tavizsiz bir surette riayet etmeye çalışmıştı. Nihayeti itibarıyla konu önemliydi; hayat memat meselesiydi.
Fakat çevresindekilerin davranışlarında bir gariplik vardı. Yakın çevresi de Atatürk’e karşı gerekli özeni göstermemekteydi.
Atatürk, istirahate çekildiği ilk günlerde doğal davranmadığı gibi mesai arkadaşlarına karşı da oldukça sinirli bir tutum sergilemişti. Sergilemiş olduğu bu tutumundan ötürü en yakındakiler dahi şaşkınlık içerisinde kalmışlardı. Ancak maruz kalınan şaşkınlık, onun huzurunda herhangi birine içki içilmesine izin vermeyi reddetmesinden, hatta nefesi likör kokanların mevcudiyetine tahammül etmemesinden kaynaklanmıştı.
Atatürk, Dr. Fiessinger’in tavsiyelerine, uyması ve uygulaması gereken perhizine, muayyen bir süreliğinde de olsa, sağlam bir irade ile bağlı kalmıştı. Ancak yakın çevresinde bulunanlar nefesleri alkol kokar bir halde kendisini ziyaret etmekten kaçınmamışlardı.
Konuya dair belgelerde verilen bilgilere göre doktorları daha bir hafta önce beliren semptomların bütünüyle izale olduğunu ifade etmişlerdi. Nabız, düzenli ve güçlü 80; solunum 19; hararet 36.8 idi. Hastalık tabii seyri içerisindeydi. Dolayısıyla da günlük bültenler çıkarılmasına bile ihtiyaç kalmamıştı.
Oysaki Atatürk’ün sağlık durumu iyi olmayıp ölümün eşiğinde bir seyir takip etmekteydi. İçinde bulunduğu durumu nekahet dönemi sayanlar için söz konusu zaman dilimi hiç de alışık türden olmayıp oldukça uzun sürmüştü.
Hasan Rıza Soyak tarafından 9 Kasım günü saat 09.50 itibarıyla Ankara’da Başvekâlet Müsteşarlığı’na gönderilen şifreli telgrafta belirtildiği şekliyle de Atatürk’ün hali hiç de iç açıcı bir durum arz etmemekteydi.
Hal böyleyken 10 Kasım gecesi Atatürk'ün sağlığı ile ilgili olarak doktorlar kendi aralarında bir konsültasyon daha yapmışlardı. Gece yarısı bir bülten yayınlanmış ve bültende Atatürk'ün durumunun ciddiyet kesp ettiği hususiyle vurgulanmıştı.
Her şeyin yolunda gittiğini ifade eden doktorlar o gecenin sabahında Atatürk'ün vefat ettiğini kayıt altına almışlardı.(1)
1- Geniş bilgi için bakınız: Metin Hülagü, Atatürk’ün Ölümünün Perde Arkası, Altınordu Yayınları, Ankara 2022.
.
Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır…
Atatürk’ü tedavi eden doktorlar 1 Kasım günü sağlık durumuna dair konsültasyonda bulunmuşlar ve aynı gün akşam saat 20.00’de bir bültenle hastanın durumuna dair kamuya bilgi verilmesini sağlamışlardı.
Verilen bilgiye göre bir hafta önce beliren semptomlar bütünüyle izale olmuştu. Nabız, düzenli ve güçlü 80; solunum 19; hararet 36.8 idi. Hastalık tabii seyri içerisindeydi. Günlük bültenler çıkarılmasına daha fazla ihtiyaç yoktu.
Oysaki Atatürk’ün sağlık durumu iyi olmayıp ölümün eşiğinde bir seyir takip etmekteydi. İçinde bulunduğu durumu nekahet dönemi sayanlar için söz konusu zaman dilimi hiç de alışık türden olmayıp uzun sürmüştü.
Hakikaten de Atatürk’ün sağlık durumu, Hasan Rıza Soyak tarafından 9 Kasım günü saat 09.50 itibarıyla Ankara’da Başvekâlet Müsteşarlığına gönderilen şifreli telgrafta belirtildiği şekli ile hiç de iç açıcı bir durum arz etmemekteydi.
Soyak’ın verdiği bilgiye göre Atatürk 8 Kasım gecesini koma halinde geçirmişti. Hastalığın vahameti ve durumun ciddiyeti daha da artmıştı. Hararet derecesi 36.4; nabız muntazam 124 ve teneffüs 26 idi.
10 Kasım gecesi Atatürk'ün sağlığı ile ilgili olarak doktorlar kendi aralarında bir konsültasyon daha yapmışlardı. Gece yarısı bir bülten yayınlanmış ve bültende Atatürk'ün durumunun ciddiyet kesp ettiği hususiyle vurgulanmıştı. Ancak bültendeki bildirime imza atan aynı doktorlar, o gecenin sabahında, Atatürk'ün vefat ettiğini kayıt altına almışlardı.
Vefatın gerçekleştiği tespitinde bulunan doktorlar iki gruptu:
Daimî doktorlar:
Danışman doktorlar:
Atatürk’ün vefatı aylardır hasta olarak kaldığı Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleşmişti.
Vefatına sebebiyet veren rahatsızlık ise önce plörezi ve daha sonra ödem ile komplike olan karaciğer sirozu olmuştu.
Kendisini muayene eden ve bir takım tıbbi tavsiyelerde bulunan Fransız Doktor Fiessinger, Atatürk’ün tam olarak içinde bulunduğu sağlık durumunu:
Hastalığın karaciğer sirozu olduğu; kullanmakta olduğu her türlü alkollü uyarıcıdan kaçınmak suretiyle öngörülen rejime sıkı sıkıya bağlı kaldığı takdirde hastaya ancak iki aylık olası bir yaşam süresi tanınabileceği
şeklinde özetlemişti.
Atatürk’ün maruz kalıp Kasım ayı başlarına kadar hayatta kalmayı başarabildiği hastalığının en ağır şekilde seyrettiği dönem Temmuz ayı sonu ile Ağustos ayının ilk günleriydi.
Ağustos ayının ilk günü Atatürk’ün sağlık durumu o kadar kötüleşmiş o denli vahamet kazanmıştı ki maiyetindekiler iyileşeceği yolunda o güne kadar taşımakta oldukları tüm ümitlerini kaybetmişlerdi. Hastalığının ulaştığı nokta ve Atatürk’ün çekmekte olduğu ıstırap ve genel durumuna vakıf olan hemen herkes artık iyileşme şansının kalmadığını düşünmeye başlamıştı.
Hastalığın seyri, Atatürk’ün son durumu, Saray’da yaşanan gelişmeler hiçbir surette dışarıya duyurulmamakta, her gelişme, alınan her karar gizli tutularak yürütülmekteydi. Ancak yerin de her şeyi duyan bir kulağı vardı ve gelişmeler belli kısıtlamalar dâhilinde de olsa dışarıya yansımaktaydı.
ABD diplomatlarından MacMurray, 4 Ağustos 1938 tarihi ile ABD Hariciyesine MÜNHASIRAN MAHREM kaydı ile göndermiş olduğu telgrafında, sağlık durumuna dair genel olarak sürdürülen mahremiyete rağmen Atatürk’ün kritik surette plöreziden rahatsız olduğu hakikatinin anlaşılmakta olduğunu belirtmişti.
Hakikaten de mevcut rahatsızlığının hızla plöreziye sebebiyet vermesi suretiyle Atatürk’ün sağlık durumu aniden bozulmuş ve Temmuz ayı sonu ile Ağustos ayının ilk günleri ağır bir tablonun oluşması kaçınılmaz olmuştu. Ancak yaşanan tüm olumsuz gelişmeler sonrasında Atatürk’ün 5 Ağustos Cuma günü hayatiyetinin devam ettiği görülmüş ve Cumartesi günü iyileşmesi için umutlar yeniden artmıştı.
Atatürk ani surette tezahür eden plörezi / akciğer zarı iltihabı krizini 8 Ağustos Pazartesi günü atlatmıştı. Genel kabule göre plörezi krizini atlatmış olması bütünüyle bünyesinin gösterdiği direniş gücü sayesinde söz konusu olmuştu. Ancak temel şikâyeti olan karaciğer sirozundan ıstırap duymaya devam etmişti. Daha kötüsü ise sirozdan iyileşmesi için duyulan umut çok az olduğundan karaciğer şikâyeti daha fazla endişe konusu olmuştu.
Hastalık Gazi’nin vücudunu günden güne eritip tüketmişti. Öyle ki, öldüğünde bünyesi, belirtildiğine göre, 38 kilogramdan daha ağır değildi.
Atatürk’ü ölüme sürükleyen hastalık 1938 Haziran’ında teşhis edilmiş, Ağustos’ta vahamet kesp etmiş ve 10 Kasım’da:
“Benim naçiz vücudum, bir gün elbet toprak olacaktır.
Fakat Türkiye Cumhuriyeti, ilelebet payidar kalacaktır”
sözünü tahakkuk ettirecek surette nihayete ermiştir.
.
Atatürk’ün Ölümünün Perde Arkası
Prof. Dr. Metin Hülagü
Yakın dönem Türk tarihi en az haiz olduğu önem kadar da kaotiktir.
Vefatları üzerinden onca zaman geçmiş olmasına rağmen Sultan Abdülhamid, Sultan Vahdeddin ve Mustafa Kemal Atatürk… tam anlamı ile tanınıp anlaşılabilmiş değildir. Bu tür isimler izlemiş oldukları siyasetleri kadar şahsiyetleri ve özel yaşam tarzları bakımından da dünden bugüne hep tartışılagelmişlerdir.
Ancak bilgiden ziyade ham hamaset, kara cehalet ve iflah olmaz bağnazlığın kuşattığı fikir fukaralığı ekseninde söz konusu isimler etrafında yapılan beyanlar ve gerçekleştirilen tartışmalar yahut tarihsel bir ferdin öne çıkarılabilmesi için diğer bir simanın lanetlenmesinin şart olduğu şeklindeki bir önyargının pençesine düşülmüş olarak kaleme alınan yazılar netice itibarıyla hemen her anlamda ayrışmayı, kamplaşmayı ve nihayet, kaçınılmaz olarak, toplumsal çatışmayı doğurmaktadır.
Söz konusu ayrışma ve çatışmanın husule gelmesinde en ziyade etkili olan temel unsur ise pek tabii ki konuya dair eldeki belgelerin yetersizliği, konunun gereğince araştırılıp incelenmemiş olması ve daha önemli olanı ise hadiselerin hakikat gözü ile görülüp hakkaniyet ile değerlendirilmesi yerine büyük oranda hamaset ve fanatizm ile ele alınması oluşturmaktadır. Nihayeti itibarıyla böyle bir yaklaşım ise söz konusu kaotik yapının gölgesinde kalan yalın ve masumane fikri arayışları adeta mefluç etmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün hastalanması, tedavisi ve vefatı maalesef sözü edilen mahiyetteki yakın tarihimizin en önemli konularından birisidir. Ancak Atatürk’ün hastalık ve tedavisine dair elde, diğer birçok önemli konuda olduğu gibi, maalesef dişe dokunur belge yoktur. Her ne kadar ortada bir Cumhuriyet Arşivi varsa da burada yer alan kayıtlar, nabız sayısı ve vücut harareti muhtevalı üç beş vesikadan ibarettir.
Bugüne değin konuya dair muhakkak ki önemli telif eserler, makale ve daha başka yazılar kaleme alınmıştır. Ancak bunların önemli bir kısmı fazlasıyla spekülatiftir. Dolayısıyla da Atatürk’ün hastalığı süreci ve ölümüne dair mevcut bilgilerin en azından muayyen bir kısmının doğruluğu, gerçek bilgi ve belgelerle teyit olunmadıkça, daha çok su kaldırır mahiyetteki varlığı ve vasfını devam ettirecek gözükmektedir. Dolayısıyladır ki; resmin bütününü görebilmek, tam olarak hakikatin ne olduğunu öğrenebilmek adına tarihi olaylar ve şahsiyetler ile alakalı her dilden ve her arşivden temin edilecek bilgi ve belgelere ihtiyaç vardır. Elde edilecek yeni bilgiler ve belgelerle ancak onun ölümü etrafında oluşan sisli havayı, yavaş yavaş da olsa, muhakkak ki dağıtacaktır.
Bu anlamda cenaze törenine katılan ve o gün gördükleri ve hissettiklerini günü gününe kaleme alarak temsil ettiği ülkeye gönderen ve dolayısıyla da Atatürk’ün na’şı, cenaze töreni ve Ankara’ya nakli hususlarında bizim için önemli bilgiler veren yabancı diplomatların ve diplomatik arşiv vesikalarının şahitliğinin herhalde daha farklı bir anlam ve önemi olmalıdır.
Atatürk’ün hastalanması ve vefatı sürecini ele alan “Atatürk’ün Ölümünün Perde Arkası” adı ile akademik dünyaya yeni bir çalışma kazandırılmış bulunmaktadır.
Çalışma hemen hemen bütünüyle ABD diplomatik arşivinden elde edilebilen belgeler çerçevesinde konuya açıklık getirmek amacıyla kaleme alınmıştır. Dolayısıyla da giriş sadedinde verilen bilgiler hariç olmak üzere çalışmada başvurulan kaynaklar bütünüyle ABD (ve birkaç İngiliz belgesi) ile sınırlı tutulmuştur. Kuşkusuz ki ABD ve İngiliz belgelerinde yer verilen her bilgi doğru olduğu değildir; sefirlerce dışişleri bakanlıklarına gönderilen raporlar, temin edilebilen bilgiler çerçevesinde kaleme alınmış olsalar da en azından bir kısmının, yorum, zan ve rivayetler üzerine kurulu olduğu da malumdur.
Çalışma kısa bir takdimin ardından İngilizlerin gözüyle Atatürk’ün kısa bir biyografisi ile başlamaktadır. Sonrasında ise 1938 yılı öncesinde Atatürk’ün sağlığı ve maruz kaldığı hastalıklar konu edinilmiş, 1938 yılının ilk aylarından itibaren kendisini ölüme götürecek olan rahatsızlığı ve tedavisi ise ay be ay takibe çalışılmıştır.
Amerika’da yayın hayatını sürdüren KEN ve LIFE dergilerinin hasta yatağında yatan Atatürk’e karşı düzenlemiş oldukları itibar suikastları ise çalışmanın, bilinirlik derecesi itibarıyla, belki de en özgün kısımlarından birisini oluşturmuştur.
Atatürk’ün Kasım 1938’de gerçekleşen vefatı nedeni, şekli ve yeri gibi konular hakkında bilgi verilmiş, o güne kadar Alman ve İtalyanların kendisini öldürmek üzere kimlerle temasa geçip kaç defa suikast girişiminde bulundukları üzerinde durulmuştur.
Vefatının duyurulması sonrası Türkiye’deki genel durum, Atatürk’ün bedeninin mumyalanarak halkın ziyaretine açılması, gönderilen çelenkler, İsmet İnönü’nün Cumhurbaşkanı seçilmesi, ilk icraatları, kutlamalar ve İnönü’nün iddia edildiği gibi dindar biri olup olmadığı alt başlıkları kaleme alınmıştır.
Atatürk’ün ölümünün dünyadaki yankıları birkaç Müslüman devlet/topluluk örneğinde ele alınmış ve Atatürk için İstanbul’da düzenlenen cenaze töreni, cenazenin Ankara’ya nakli, cenaze törenine katılan ülkeler, ABD heyetinin törene katılımı ve doğurduğu hoşnutsuzluk, Atatürk’ün cenaze namazının kılınıp kılınmadığı ve nihayet vasiyeti ve mirası konuları üzerinde durulmuş ve nihayet çalışmaya, bir değerlendirme/sonuç kısmı ile son verilmiştir.
Altınordu Yayınları tarafından yeni bir 10 Kasım arifesinde neşredilmiş bulunan eser, Atatürk’ün geçirdiği hastalık süreci ve vefatı ile alakalı olduğu kadar yakın dönem Türk siyasi hayatına dair de sunmuş olduğu yeni bilgiler itibarıyla da önemlidir.
.
Abdülhamid; zat-ı akdes-i hümayun
Prof. Dr. Metin Hülagü
Batı siyasilerinin dilinde ve yabancı basının sayfalarında Sultan İkinci Abdülhamid olumsuz anlamdaki hemen her türlü sıfatla tavsif edilmişken Yıldız Sarayı’nda ve Osmanlı coğrafyasında ise aksi suretteki nitelemelerin muhatabı olmuştu.
Dönemin Osmanlı salnameler (yıllıkları)nda Abdülhamid için yapılan tanımlama, özgün yazım biçimiyle:
Emiru’l-Mü’minin, imamu’l-Müslimin, hadimu’l-Haremeyni’l-muhteremeyn, padişah-ı Osmaniyan, şehinşah-ı İslamiyan-ı bi’l-irs ve’l-İstihkak ve bi’ş-Şevketi ve’l-İclal, halen serir-ara-yı hilafet-i Kibriya-yı İslamiye ve saltnat-ı Uzma-yı Osmaniye, es-Sultan ibni’s-Sultani’s-Sultan, el-Gazi, Abdülhamid Han-ı Sani ibni’s-Sultan el-Gazi Abdülmecid Han ibni’s-Sultan el-Gazi Mahmud Han-ı Sani
Sadeleştirilmiş haliyle:
Müslümanların lideri, Müslümanların imamı, kutsal Mekke ve Medine’nin hizmetkârı, Osmanlı padişahı, miras ve harcadığı emeği neticesi, kudretli ve haşmetli Müslümanların şahlarının şahı, büyük İslam hilafetinin ve Osmanlı saltanatının azametli sahibi, sultan oğlu sultanın oğlu sultan, gazi Sultan Mahmut oğlu gazi Sultan Abdülmecid Han’ın oğlu gazi İkinci Abdülhamid Han
şeklinde vasfedilmişti.
Abdülhamid’in şahsını ve konumunu ifade etmek için kullanılan söz konusu her bir niteliğin kendince bir anlam derinliği vardı.
Bu manada örneğin Emirü’l-Mü’minin yahut İmamu’l-Müslimin (Müslümanların lideri, İmamı) nitelemesiyle onun sadece kendi tabası olan Müslümanların değil, Osmanlı coğrafyası haricinde yaşayan dindaşlarının da halifesi olduğu vurgusunda bulunulmuştu. Böyle bir vurgu esasen bütünüyle yersiz olmayıp hakikaten de Osmanlı ülkesi haricinde yaşayan Müslümanların ekseriyeti nezdinde Müslümanların imamı olarak kabul görmüştü.
Kutsal Mekke ve Medine’nin hizmetkârı söylemi ise Osmanlıdaki hilafet iddiasını geçerli kılmaya yönelik olmuştu. İngiltere’nin “Arap” hilafeti oluşturma çabaları ve bu noktada Osmanlı hilafetinin dolayısıyla da Abdülhamid’in halifeliğinin gayrimeşru olduğu şeklindeki yıkıcı siyasal propagandasının önünü kesmeye matuftu.
Unvanları içerisinde yer alan Gazi unvanı ise Mayıs 1877'de Rusya'ya karşı savaşta kazanılan küçük bir Osmanlı zaferi akabinde söz konusu edilmişti. Elde edilen askeri başarı neticesi alınan bir fetva neticesi kendisine verilmiş olan “Gazi” unvanı aynı zamanda Emirü'l-Mü'minin ve Halife-i Ruy-i Zemin pozisyonlarını da içinde barındırmaktaydı. Zira kendisine verilen gazilik sıfatı sadece cesur ve yetenekli bir savaşçı olmanın ifadesi değil, fakat aynı zamanda dini açıdan bir mücahit olan, inancı için savaşmış bulunan biri olunduğunun da tesciline haizdi. Savaş, nihayeti itibarıyla Osmanlı Devleti aleyhinde sona ermiş olsa da edinmiş olduğu “Gazi” sıfatı ona sadece kendi idaresi altında bulunan Müslüman nüfus üzerinde değil, belli ölçüde de olsa, sair Müslüman ekseriyet üzerinde de etkin olabilme imkânı kazandırmıştı.
Abdülhamid’in söz konusu sıfatları edinmesi ve bu yönde bir politika izlemesinde şüphesiz ki sadece kendi iradesi değil, hariçten gelen tazyik ve tacizlerin de büyük oranda etkisi olmuştu. İktidarının ikinci yarısında bir problem olarak karşı karşıya kaldığı İngiliz tahrik ve destekli Arap hilafeti düşüncesini, büyük İslam hilafetinin en meşru temsilcisi olarak bertaraf etme adına Surre Alayı’nın hilafet merkezinin değerli hediyelerini her yıl Hamidiye Marşı eşliğinde Mekke ve Medine'ye götürmek üzere payitahttan uğurlanması; lojistik avantajına ilaveten Mekke ile Medine’yi Müslümanlar için daha kolay ulaşılır bir yer haline getirmesi nedeniyle dinsel bir simge hüviyeti kazanmış bulunan Hicaz Demiryolu inşaatının kısa bir süre içerisinde tamamlanması söz konusu harici tazyik ve tacizlerin izini taşıdığı hamlelerdi.
Salnamelerde her yıl yer alıp kendisine atfedilmiş olan yukarıdaki sıfatlarla Abdülhamid için “İslam'ın Savunucusu”, “Müslümanların Halifesi” ve “Kutsal Yerlerin Koruyucusu” şeklinde bir padişah portresi çizilmişti.
Gündelik yazışmalarda veya muhtelif resmi evraklarda salnamelerde atfedilen sıfatların ötesinde kendisi için daha başka nitelendirmelerde de bulunulmuştu.
Ayağının tozu olmak;
Gölgesinin halka güven sağlaması;
İki kıtanın hükümdarı olması;
Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi bulunması;
Peygamberin varisi ve halefi sayılması
söz konusu nitelemelerdendi.
Bu yöndeki övgü dolu tanımlamalardan birisine örnek olmak üzere Darülaceze’nin yapımını konu alan bir çalışmanın takdim sayfasında yer alan şu ifadeler burada zikredilebilir:
Halife-i Cenab-ı Resul-i güzin ve imamü'l-Müslimin sertac-ı ibtihac-ı selatin şevketlü, kudretlü, merhametlü es-Sultan ibnü's-Sultan es-Sultan el-Gazi Abdülhamid Han-ı Sani efendimiz hazretlerinin meberrat-ı seniyye-i hazret-i hilafetpenahilerinden olan Darülaceze…
(Seçkin Resul hazretlerinin halifesi, Müslümanların önderi, sultanların baştacı, şevketli, kudretli, merhametli, Sultan oğlu sultan, sultan Gazi İkinci Abdülhamid efendimiz hazretlerinin hayır işlerinden biri olan Darülaceze…)
Abdülhamid’in kendisine atfedilen sıfatları hiçbir surette yadırgamadan kullanması çağının hiçbir surette yadsınmayan uygulamalarından biriydi.
Geçmişte Osmanlı padişahları tarafından olduğu gibi İran, Rusya, Avusturya, Japonya ve Prusya/Almanya, Burma, Seylon ve bugünkü Zimbabve, Zambiya, Mozambik ve Güney Afrika topraklarını kapsayan Mutapa Krallığı geçen yüzyılın dönümünde söz konusu devletlerin idarecileri için benzeri unvanları muayyen bir amaç çerçevesinde ve hatta ulûhiyet muhtevalı olarak kullanmışlardı. Söz konusu amaç toplum üzerinde merkezi otoriteyi ve bu otoritenin başını etkin kılma arzusu ile yakından alakalıydı. Deringil bu durumu:
Birinci Nikola'dan itibaren Rus çarları, resmi Ortodoksluğun tümüyle kamusal bir işlev üstlenerek hizmet ettiği Rus mitleri sentezini kullanmak suretiyle, halklarıyla doğrudan bir bağlantı kurmaya çalışmışlardı. Abdülhamid'in resmi İslam'a bakış tarzı da aynen buydu. Nasıl I. Nikola ve III. Aleksandr kutsanmış çar imgesi yaratmışlarsa, Abdülhamid de fiilen aynı unvanı, yani zat-ı akdes-i hümayun unvanını, seleflerinin hepsinden daha çok benimsemişti. Diğer taraftan "Kutsal Rus Toprağı" ya da "Kutsal Trol Toprağı" terimleri, ism-i mukaddes-i devlet-i aliyye terimine apaçık denk düşüyordu
diye ifade etmişse de Batı’nın o dönemde sürdürmüş olduğu imaj siyasetinin ve bu siyasetin Abdülhamid kadar Rus Çarı için de geçerli olan yıpratıcılığı dikkate alındığında söz konusu unvan ve kullanım vesilesiyle halk ile doğrudan ve sarsılmaz bir bağı oluşturma çabasının ötesinde gerek Hamidiye İdaresi’nin gerek Çarlık Rusya’sının siyasal oluşumlar ve parlamentolar gibi elverişsiz olarak değerlendirilen vasıtalardan kaçınma arayışı ve ayrıca Batı’dan gelen ve Abdülhamid iktidarı ve imparatorluğunu yıpratıcı ve yıkıcı siyasal salvolara karşı şahsı, idaresi ve ülkesini kamuoyu nazarında zafiyete uğramaktan azade kılma ve salvolar karşısında dik durabilme yahut salvolara karşı bir direnç oluşturma çabasının önemli bir parçası olarak değerlendirmek daha uygun olacaktır.
.
Hangisi daha dindar İnönü mü Seyyid Hafız Kılıçdaroğlu mu?
Prof. Dr. Metin Hülagü
Hangisi daha dindar
İnönü mü Seyyid Hafız Kılıçdaroğlu mu?
Gündemin konusu Kılıçdaroğlu’nun hafız olduğu yolunda…
CHP'li eski Milletvekili Ensar Öğüt, katıldığı canlı yayında CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun hafız olduğunu söylemiş: "İnanın samimi söylüyorum Kuran-ı Kerim'i ezbere biliyor. Ayetleriyle birlikte ezbere biliyor" diye belirtmiş.
Daha evvelce Kılıçdaroğlu’nun bizzat kendisi de “seyyid” olduğunu yani Hz. Muhammed soyundan geldiğini ve ilgili belgenin müftülük arşivinde bulunduğunu söylemişti.
Tarih tekerrür ediyor olsa gerek.
Yaklaşık yüz yıl öncesinde de iktidar olma arayışı içerisindeki İsmet İnönü için benzer şeyler yazılıp konuşulmuştu.
Hem de etkili ve yetkili makamlarca.
ABD Ankara sefiri tarafından kaleme alınıp ABD hariciyesine gönderilen raporlarda İsmet Paşanın oldukça dindar, mutaassıp bir Müslüman olduğuna değinilmişti.
Amerika Birleşik Devletleri 1938’de, Atatürk’ün ölüm döşeğinde yattığı bir zamanda, iki şeye ciddi ciddi merak salmıştı: Atatürk ölürse yerine kim geçecekti. Ve halefi olacak isim dindar biri olursa mevcut rejim geleceğe nasıl evrilecekti.
İngiliz belgelerinde Fevzi Paşa’nın biraz gelenekçi biri olduğu ifade edilmişken ABD diplomatlarından Wallace Murray gibi Charles S. Berrill’in değerlendirmesine göre de Cumhurbaşkanlığı görevi için en güçlü iki aday durumundaki, hem Mareşal Fevzi Çakmak hem İsmet İnönü çok dindar Müslüman olarak anılmışlardı. Dahası her iki ismin de İslam’ın tüm detaylarına titizlikle riayet ettikleri yazılıp rapor edilmişti.
Yine ABD belgelerinde konuya dair yer alan bir başka bilgiye göre İsmet İnönü, Atatürk’ün hilafına, daha bir dindar Müslümandı. Dindarlık, Mustafa Kemal’in en göze çarpan hususiyetlerinden biri değildi.
ABD belgelerine göre Fevzi Çakmak veya İsmet İnönü’nün Atatürk’ün halefi seçilmesi halinde Atatürk’ün militan laikliğinden rahatsızlık duyan ve dolayısıyla kendisine olan tutkusu en azından bir kırgınlık duygusuyla bütünleşmiş bulunan kitlenin çeşitli muhafazakâr unsurlarının yeni kurulacak hükümete destek vermesi mümkün hale gelebilecekti. Böyle bir durum/sonuç belki olumlu olarak ele alınabilirdi ama nihayeti itibarıyla rejim ne olacaktı!
İngiliz arşiv belgelerinde yer alan bilgilere göre İsmet İnönü 1880’de İzmir’de doğdu. 1920’de Mustafa Kemal’e katıldı. Askerlik günlerinde oldukça kabiliyetli bir asker, mücadeleci ve bir noktaya kadar da 1922’de Yunanlılara karşı kazanılan zaferde geniş derecede payı olan biri olarak kabul edildi. Lozan müzakerelerinde kendisini inatçı, fakat iyi bir müzakereci olarak tanıttı. Kibar, fakat zaman zaman işine gelen sağırlıktan mustarip biriydi. Milliyetçi liderler arasında Mustafa Kemal’in güvenine ilk mazhar olan ve bu güveni Gazi’nin sağ kolu olarak uzun bir müddet sürdürebilen sadece İsmet Paşa olmuştu.
Karakterinin tespiti konusunda Halide Edip’i referans gösteren İngiliz belgelerindeki bilgiye göre İsmet Paşa:
Kendini tamamıyla Gazi’nin emrine adayan ve sadece herkesi asmak isteyen biriydi.
İngiliz belgelerinde Halide Edibe’e atfen ayrıca:
Şüphesiz ki İsmet, karakterinde sertlik olan birdir. Gazi ile birlikte imrenilir bir birlik oluşturmaktadırlar. İsmet her zaman için reformların icracısı olmamış, fakat zaman zaman da şefinden bile daha reformcu olmuştur
tespit ve tanılamasında bulunulmuştu.
ABD’li diplomatlar İsmet İnönü’yü kaleme aldıkları raporlarında muhafazakâr bir Müslüman olarak görmüş ve cumhurbaşkanlığı makamına geçmesi halinde Türkiye’de İslam’ın yeniden yeşermesine imkân bulmasından endişe duymuşlarsa da gerçekte böyle bir durum hiçbir zaman vaki olmamıştı. Aksine, İsmet İnönü idaresi Türkiye’de İslam inancı adına mahrumiyetlerin kol gezdiği bir dönem olarak öne çıkmıştır.
Atatürk’ün vefatı sonrasında İnönü’nün potansiyel adaylar arasından sıyrılarak cumhurbaşkanı seçilmesi ve uygulamaları ile kendisinin oldukça çetin bir ceviz olduğunu ortaya koyması, karakteri konusundaki değerlendirmelerinde bazı ABD’li diplomatları yanıltmışsa da Halide Edib’i asla yanıltmamıştır.
İnönü ABD’li diplomatlar tarafından her ne kadar dindar biri olarak lanse edilmişse de o ne dindar ne de Türkçü olmuş, diktatoryal devletçiliği hiçbir surette elden bırakmamıştır.
26 Aralık 1938 günü yapılan ilk olağanüstü kurultayda devletin tek partisi, idarecisi ve yönlendiricisi konumunda olan CHP’nin "Değişmez Genel Başkanı" olarak seçilen ve “Milli Şef” olma sıfatı kazanan İsmet İnönü’nün ne derece dindar olduğuna esasen yakın tarih icraatları itibarıyla gün be gün şahittir.
.
Abdülhamid’e göre Müslüman hanımların giyim biçimi
Prof. Dr. Metin Hülagü yazdı...
Abdülhamid, kadınların Avrupai tarzda giyinmelerini, modayı takip ederek milli benliklerinden uzaklaşmalarını, ince kumaştan mamul yaşmak ile örtünmelerini ve çarşafa bürünmelerini, bir dizi sebeplerden ötürü, uygun görmediği gibi kadınların dekolte tarzı bir giyim içerisinde olmalarını da tasvip etmemiştir. O, Müslüman hanımların böyle bir giyim içinde olmalarına tahtından indirilip sürgünde bulunduğu günlerde dahi karşı çıkmıştır.
Sermet Muhtar Alus’un tasviriyle çarşaf, ferace ve yaşmak giysileri kendi içerisinde şu suretteki bir değişime uğramıştır:
Dönemi hanımları her ne kadar çarşaf, ferace yahut yaşmak gibi giysilere bürünmüşlerse de çarşaf şekilden şekle girdi. Önceleri upuzun pelerinli, bom bol bedenli, eteğinin kenarı fırça şeritli iken gitgide darlaştı; pelerin dirseğe, kloş etek topuktan bir karış yukarıya kadar kısaldı. Peçe inceldikçe inceldi, vualleşti; kurdele ile enseden bağlanan başlar toplu iğnelerle biçimden biçime sokuldu.
Geçen asırda giyim şeklindeki değişime ilaveten saçların kestirilmesi ve yaptırılması, yüz görünümünü güzelleştirici unsurların kullanımında artış olması da söz konusu olmaya başlamıştı. 1900 yılı sonrasında, Hicazlılar, Acemler ve tiyatro kantocuları nezdinde itibar edilen gözlere sürme çekilmesi sair kadınlar arasında da teveccüh gösterilen bir güzellik unusuru olmuştu.
Giyim konusunda kadınların ölçülü olmaları gerektiğini düşünen Abdülhamid, dekolte giyinen hanımlarına kocalarının nasıl olup da müsaade edebildiklerini anlamakta zorlanmıştı. Hatta o, sürgün günlerinde haberdar olması üzerine, bazı Müslüman kadınların dekolte tarzı giyindiklerine pek inanmak istememiş ve söz konusu giyim tarzındaki kadınların şehirdeki Müslüman olmayan hanımların marifeti olduğunu ifade etmek suretiyle, hem söz konusu durumu Müslüman kadınlarına münasip görmemiş hem de işittikleri karşısında, bir nevi, kendisini teselli etmeye çalışmıştı.
Müslüman hanımların açık saçık suretteki bir giyim tarzı içerisinde bulunmalarının Allah’ın emirlerini çiğnemek anlamına geleceğini ifade eden Abdülhamid, bu yöndeki kanaatini ifade ettiği tarihlerde (1917) memlekette yaşanmakta olan kuraklık ve yiyecek içecek sıkıntısının da Allah’ın emirlerinin (hududullah) toplumsal olarak çiğnenmiş olmasından ileri geldiğine kani olmuştu.
Abdülhamid, bu konudaki gözlem ve düşüncelerini Doktoru Âtıf Hüseyin Paşa ile paylaşırken diyordu ki:
Ben, terakkiye tamamen taraftarım. Avrupa’da ne icat olunursa, memleketimize alınmalı, Avrupalıların iyi fikirlerinden istifade etmeliyiz. Fakat ahlakımıza dokunan şeylerden kaçınmalıyız. Ben Kadıköy hanımlarının şikâyetini haklı buluyorum.[2]
İkdâm’da Kadıköy hanımları bir makale yazmış. Hanımlar hürriyeti suiistimal ediyorlarmış. Ne kadar fena! Bunların kocaları nasıl müsaade ediyor?
Kadıköy tarafta bir milyon Alman askerleri varmış... İslâm hanımları da, adeta dekolte, aralarında geziyorlarmış... Buna, hükümet siyaseten bu gibi şeylere karışmadı diyelim, ya kocaları nasıl müsaade ediyor... Hayır, hayır… Mümkün değil bunlar aile kadınları değildir. Muhtemelen şüpheli kadınlardır... Adeta Allah’ın emirleri tecavüz olunuyor.
Abdülhamid bu sözleri söyledikten sonra ayrıca şu beyanda bulunmuştur:
- Tevekkeli değil, havalar kurak gidiyor. Yiyecek ve içecek bulunmuyor.[3]
[1] Safiye Kıranlar, “Değişen Kadın Kimliği Üzerine Bir İnceleme: İşgal İstanbul’unda Tesettür”, Akademik İncelemeler Cilt: 2, Sayı: 1, Yıl: 2007.
[2] Ziya Şakir, Sultan Hamid’in Son Günleri, s. 693.
[3] Âtıf Hüseyin Beyin Günlükleri, s. 454, 462; Ziya Şakir, Sultan Hamid’in Son Günleri, s. 693, 702-703.
.
Bugünkü Yunanistan Türk dostluğu için ağlıyordu…
Prof. Dr. Metin Hülagü
Bugünkü Yunanistan yakın geçmişte mevcudiyetini muhafaza adına Türkiye Cumhuriyeti’nin adeta gölgesinde sığınmıştı.
Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ün ölüm haberi Yunanistan'da büyük bir üzüntüyle karşılanmıştı. Yunan Hükümeti, Türk-Yunan ittifakına ilişkin Atatürk'ün katı politikasını haleflerinin devam ettirip ettirmeyeceği konusunda derinden derine endişelere sahipti. Bu nedenle, Atatürk'e ve Türkiye Cumhuriyeti’ne Yunan sevgisini göstermek için mümkün olan her fırsattan yararlanılmış ve bu sevginin Türkiye'nin yeni yöneticileri tarafından karşılık bulduğunun bir göstergesi olarak kabul edilebilecek en küçük bir gelişme ve söz minnetle karşılanmıştı. Metaksas Atatürk’ün ölüm haberini alır almaz kamu binalarında bulunan bayrakların yarıya indirilmesini emretmiş ve ayrıca Türkiye Cumhurbaşkanı Bayar'a ve Balkan Antantı Başkanı sıfatıyla Türkiye Dışişleri Bakanı Uras'a Türk-Yunan ittifakının gerekliliğine de işaret eden taziye telgrafları göndermişti.
Metaksas’ın 12 Kasım 1938’de, Türkiye Başbakanı Sayın Celal Bayar'a göndermiş olduğu taziye telgrafında:
Kraliyet Hükümeti, Yunan halkı ve şahsım, dostumuz ve müttefikimiz Türkiye'yi acımasızca kahreden ulusal yasla kendimizi en acı duygularla bütünleştirmiş durumdayız. Tüm Yunanistan'ın ilgisi, en derin özdeşleşmenin tanıklığında asil dost ulusa müteveccihtir.
Yunanistan, şanlı şefin, yiğit askerin ve Türkiye'nin aydın, yeniden kurucusunun anısına saygılarını sunarken, Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk'ün Türk-Yunan İtilafının başlıca kurucusu olduğunu ve iki ülkeyi ortak bir barışçıl iş birliği idealinde birleştiren çözülmez dostluk bağlarını onun kurduğunu asla unutmayacaktır. Yunanistan, asil Türk ulusunun kaderini sonsuza dek belirleyen aziz merhumun yaşayan hatırasını sadakatle koruyacaktır
demekteydi.
Metaxas, Türk Dışişleri Bakanı Rüşdü Aras'a gönderdiği taziye telgrafında ise:
Dostu ve müttefiki Türkiye'yi yas tutmaya sevk eden acımasız kayıptan büyük üzüntü duyarak, Ekselanslarına Yunan halkının Kraliyet Hükümeti'nin ve şahsımın en derin suretteki duygudaşlığını ifade etmek istiyorum. Tüm Yunanistan'ın zihni doğal bir surette, yaşamakta olduğu acımasız imtihan dolayısıyla asil Türk milleti ile hemhâldır. Yunanistan, yaratıcı dehası Türkiye'yi yeniden inşa eden aziz merhumun hatırasını muhafaza edecektir. Yunan halkı, büyük şefin en asil samimiyetle inandığı Türk-Yunan İtilafının aydın kurucusuna saygılarını sunar. Cumhurbaşkanı Kemal Atatürk iki ülkenin geleceği için sabit bir iş birliğini tesis ederek Türkiye ile Yunanistan'ı bu üzücü zamanda daha da yakınlaştıran bu değerli dostluğu oluşturdu
ifadelerine yere vermişti.
İsmet İnönü'nün cumhurbaşkanı olarak seçilmesi ve kabinenin yeniden düzenlenmesi Yunanistan ile Türkiye arasında telgraf mesajlarının daha fazla surette değişimini sağlamıştı. Yunanistan Başbakanı Türk hükümeti ve siyasilerine göndermiş olduğu gerek taziye gerekse tebrik telgraflarında oldukça cömert bir surette "Kıymetli Türk-Yunan dostluğu" vurgusunda bulunmuştu.
Yunan Başbakanı Metaksas, İsmet İnönü'nün Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı görevine seçilmesi üzerine göndermiş olduğu tebrik telgrafında:
… Ülkelerimizin yakınlaşmasına ve bu tarihi anda Türkiye ile Yunanistan'ı her zamankinden daha fazla birleştiren değerli Türk-Yunan dostluğunun ortak barışçıl bir iş birliği idealinin gelişmesine çok güçlü bir şekilde katkıda bulunan seçkin devlet adamını, Yunanistan'ın denenmiş dostunu selamlıyorum.
demekteydi.
Yunanistan, Atatürk’ün cenaze törenine oldukça kalabalık bir heyet ile iştirak etmişti. Askeri müfreze göndermiş, ayrıca deniz gücü olarak HYDRA adlı destroyerini cenazenin Ankara’ya nakli sırasında hazır bulundurmuştu. Yunan heyetinin başkanlığını ise Metaxas yapmıştı.
Ankara'da bulunduğu süre boyunca Metaksas cenaze törenine katılmasının yanı sıra Türkiye Cumhurbaşkanı, Başbakan ve yeni Dışişleri Bakanıyla bölgesel güvenlik esaslı çeşitli görüşmeler yapmıştı. Zira o günlerde Yunanistan’ın, başta İtalya olmak üzere, bölgesel güçlerin tecavüzüne uğrama endişesi bulunmaktaydı.
Şükrü Saraçoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı görevine atanması Yunanistan tarafından T. Rüştü Aras'ın takip ettiği dış politika prensiplerinden sapmanın ön habercisi olarak değerlendirilmişti. İnönü-Saraçoğlu kombinasyonunun Türk-Yunan iş birliğinin tesisinde Atatürk-Aras yaklaşımından çok daha zayıf bir temele bağlı olduğu varsayımı Yunanistan’ı ulusal birliği ve bağımsızlığı açısından fazlası ile güvenlik endişesi duymaya sevk etmişti.
Diğer taraftan Selanik'te, Yunanistan’a dönüş yolculuğu sırasında Metaksas de şu açıklamada bulunmuştu:
Beni Ankara'ya götüren ve tüm Yunan halkının paylaştığı üzücü durum bir yana, başta yeni Cumhurbaşkanı Sayın İsmet İnönü olmak üzere Türkiye'nin liderlerini görme fırsatım oldu. Sizi temin ederim ki iki ülke arasındaki ilişkiler mükemmeldir. Sıkı bir şekilde birleşmiş -daha doğrusu, ayrılmaz bir biçimde birleşmiş- iki ulus tarihsel seyirlerini birlikte devam ettirmektedirler.
Muhakkak ki Metaksas ile Türk Hükümet yetkilileri arasında gerçeklemiş olan Ankara görüşmeleri klişeleşmiş suretteki fikir alışverişinden daha fazlasını içeriyordu. Bu noktada Metaksas'ın Ankara'dan dönüşünün ikinci günü akşamı, 26 Kasım'da, dış ilişkilere dair basına açıklamalarda bulunması oldukça anlamlıydı.
.
Buyurun Sultan Vahdeddin’i yargılayalım
Prof. Dr. Metin Hülagü
Ankara Meclisi’nin geçen asırda Sultan Vahdeddin’i yargılamak için karar aldığı malumdur.
Bu maksatla Ankara Hükümeti 1922 yılı sonlarında Sultan Vahdeddin’i yargılamak istemiş ve resmen işe koyulmuştu.
Ankara Meclisi’nin bu yöndeki adımı, 1922 yılı sonlarına doğru yabancı basında çıkan birçok haberde:
Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve kabinesini yargılamaya karar verdiği, Mustafa Kemal’in müttefiklerden Sultan’ın kendilerine teslim edilmesi talebinde bulunmasının an meselesi olduğu
şeklinde ifade edilmişti...
Hain denen bir Sultan’ın yargılanması için Ankara tarafından ilk adımlar daha o vakitler de söz konusuydu.
Ankara Meclisi’nin Sultan Vahdeddin ve nazırlarının yargılanması gerektiğine dair ileri sürdüğü gerekçe ise oldukça şaşırtıcı ve bir o kadar da basitti:
Sultan Vahdeddin ve kabinesi, büyük bir hata etmişler, müttefiklerin Lozan Konferansı’na katılım davetini kabul etmek suretiyle Ankara Hükümeti’ne karşı suç işlemişlerdi.
O tarihlerde Ankara Hükümeti’nce Vahdeddin’i kendilerine teslim etmesi için Büyük Britanya'ya resmi surette müracaat edileceği, padişahın davranışlarını kontrol yetkisinin sadece Ankara’daki Büyük Millet Meclisi'nin tasarrufunda olduğu ve hükümetin emri gereği yargılanması gerektiği İstanbul’da bol bol konuşulmuş, fakat Londra’ya resmi talep yazısının ulaşıp ulaşmadığı hep muamma olmuştu.
Sultan Vahdeddin’e 1922’deki bu suçlamadan sonra 1925 yılında da yine Ankara tarafından yeni bir saldırı başlatılmıştı. Vahdeddin ise bu tarihlerde İtalya’nın San Remo’sunda her şeyini kaybetmiş bir vaziyette hayata tutunmakla meşguldü.
Ancak Vahdeddin’e atfedilen bu defaki suç oldukça iddialı ve bir o kadar da ağırdı.
Hayır, hayır düşündüğünüz gibi değil. İddia edilen suçlama konusu onun ne geçmişte Mustafa Kemal’i idamla yargılamak istemesi ne İstanbul’dan ayrılması yahut ayrılırken Topkapı Sarayı’ndan alıp götürdüğü mücevherlerin hikayesiydi ne de İngilizlerle iş birliği yaptığı iddia ve ithamıydı.
Vahdeddin’in 1925’te ikinci defa suçlandığı ve yargılanmasının gerekli görüldüğü konu bütünüyle farklı bir şeydi.
İddiaya göre Vahdeddin San Remo’da ikamet ettiği villada en yakın adamlarından birini öldürmüştü.
Evet, iddia o ki Vahdeddin doktoru Reşat Paşa'yı katletmişti.
Bu tarihte Sultan’ın adı ayrıca Şeyh Sait isyanına da karıştırılmıştı. Taraftarlarının İngiltere adına bu isyana destek verdikleri belirtilmişti. Sultan ve hempalarının amaçları hilafeti yeniden ihya etmek olarak açıklanmıştı.
İstiklal Mahkemesi başkanı meşhur Kel Ali (Çetinkaya) dönemin etkili gazetesi olan Akşam’a iddialar ile alakalı açıklamada bulunmuş ve İstiklal Mahkemesi’nin İtalya’nın San Remo şehrinde yaşayan Sultan Vahdeddin’i yargılamak istediğini ifade etmişti. Yargılanması düşünülen sadece Sultan Vahdeddin değildi. Vahdeddin’e ilaveten, Abdülmecid’in hilafetinin Meclis’te oylandığı sırada kendisi adına birkaç oy verilmiş olan, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Selim Efendi ve önde gelen daha başka isimlerdi.
Peki, Ankara Hükümeti, vazifesinde oldukça marifetli Kel Ali vasıtasıyla Sultan Vahdeddin’i İstiklal Mahkemesi karşısına çıkarabilir miydi?
Öyle bir durum söz konusu olsaydı tarih kim bilir ne muhteşem sırlara ve ne çirkef hadiselerinin ifşasına şahit olurdu.
Ankara Meclisi ve Hükümeti’nin yarım bıraktığı işi gelin tamamlayalım. Vahdeddin’i 100 yıl sonra da olsa İstanbul’dan ayrılışının 100. yılında, işlediği suçlar konusunda daha gerçekçi davranarak, mahkemeye, hâkim huzuruna çıkaralım. Hem de en ağır ceza talebiyle yargılayalım. Şu Vahdeddin meselesi bitsin artık!
Ancak kendisine, mademki insan hakları var, mademki medeni bir dünyada yaşıyoruz, savunma hakkı tanıyalım. 100 yıldır yayınlanmayan hatıratı ve daha başka beyanları varsa onları yayınlayalım, okuyalım ve nihayet gerekiyorsa kendisine idam hükmünü hiç acımadan verelim. Kıralım gitsin kalemi! Şayet 100 yıl sonda dahi kendisi ile yüzleşip yargılayamada bulunamayacak o takdirde siyasi emellerimize alet etmeyelim, arkasından lanetlemeyelim, hakaret ve bühtanda bulunmayalım. Medeni olana yakışanı bu değil mi!
Ben onun 1923 Nisan’ında Mekke’de yayınlamış olduğu Beyannamesini aşağıda yayınlayarak yargılanması için kapı aralıyorum. İlk taş benden!
Vahdeddin aşağıdaki beyannamesinde Ankara Hükümeti’nin hilafet konusundaki kararını eleştirerek reddetmiş ve kendisinin hala halife olduğunu bir kez daha dile getirerek Birinci Dünya Savaşı, Sevr Antlaşması, Mondros Mütarekesi, hilafetin saltanattan ayrılması ve Hilafet meselesi konuları yanında bir kısım Milli Mücadele liderleri hakkındaki düşüncelerini ve iktidarda iken izlemiş olduğu siyasetin esaslarını söz konusu etmiştir.
Onun bu beyannamesi, bir asır öncesinde olduğu gibi bugünün Türkiye’sinde kendisini hala hainlikle itham edenlere kısıtlı suretteki cevabı olup şöyledir:
FO: 686/123
Rahman ve Rahim Olan Allah’ın Adıyla.
Harb-i umumi patlak verdiği zaman ülkemin bu savaşın kahredici çarpışmaları içerisine girmesini istememekteydim. Harp devam ettiği sıralarda, onun sebep olduğu zararları ve muhtelif etkilerini ve kötü neticelerini, kuvvetim nispetinde, asgari seviyeye indirmeye çalışmaktan geri kalmadım.
Osmanlı Kanun-i Esasisi’nin ve Ehl-i Hal ve’l-Akd’in[1] bana vermiş olduğu haklara istinaden Hilafet ve Saltanat makamına geçtim. Bu görevin bana tevcih edildiği zamana dikkatle bakıldığında içinde bulunduğum güçlüğün ehemmiyeti ve büyüklüğü açıkça görülecektir.
Hürriyetin ilanı ve bu hürriyetin prensiplerini uygulama maskesi altında 1324 (1908) yılından beri idareyi ellerinde bulunduran İttihat ve Terakki gurubunun hükümeti kontrol altında tuttuğu ve askerî kuvvetlerimizin tek tek yenilgiye uğradığı bir sırada bu korkunç harpte başarılı olmayı bekleyemezdik. Bu gurup içerisinde yer alan bazı söz sahibi düşüncesiz kimseler harbi şahsî menfaatleri için bir vesile olarak gördüler, gasp, soygun ve ihtikârda bulundular; sebebi bilinmeyen birçok ateşlere neden oldular.
Zikrettiğimiz şekilde taşıdığı felaketlerle birlikte başkentten son Osmanlı sınırlarına kadar ülkenin her tarafında harbin tüm noktalardaki devâmiyeti, milletin hayatını mahvetmekte ve aslî maddelerini müthiş bir surette yok etmekteydi. Bu faciadan kurtulmanın sulh yapmaktan başka bir çaresi bulunmadığından, bu gaye için gerekli olan her türlü tedbir ve vesileye başvurdum. Bu doğrultuda ilerlemekte hiçbir tereddüt ve ihmale fırsat vermedim. Fakat bu sırada kendilerine tanınmış olan hak ve salahiyet sınırlarını tecavüz etmeye alışmış olan hükümet ricali, harbin devam etmesine yardımcı oldular, etrafımda oluşturdukları her türlü hayra engel bir ihanet şebekesi ile sulhun gerçekleşmesine itiraz ve muhalefet ettiler. Böylece hükümet ve mezkûr şebeke sulh yolundaki bu gayreti neticesiz kılarak bu konuda müzakerede bulunmaya imkân tanımadılar; sulhun, savaşın mesuliyetini azaltma avantajından bizi mahrum bıraktılar, mazlum ve aziz milletin sebepsiz ve gereksiz yere kanını döktüler.
FO: 686/123
Harp, şartların yapılmasını gerekli kıldığı meş’um Mondoros Mütarekesi’ne kadar kan dökmeye ve tahribatta bulunmaya devam etti. Mütareke akdi için tayin olunan murahhaslar Ankara’da şimdi reis-i vükelâ olan Rauf Bey’in riyaseti ve Ankara Meclisi’nin şu an başkanı ve o sırada Osmanlı Devleti’nde ordunun büyük bir kısmının kumandanı olan Mustafa Kemal’in muvafakati altında bulunmaktaydılar. Herkes bu durumu hatırlar.
Bu antlaşmanın maddelerinden biri İtilaf devletlerine emniyet ve huzuru temin etmek için istedikleri yeri işgal etme hakkını tanımaktaydı. İçinde bulunulan şartların ve mağlûbiyetin imzalamayı gerekli kıldığı bu antlaşma, içerisindeki bir madde ile Adana, Musul, Antakya, İstanbul ve İzmir’in tekrar işgal edilmesi gibi en son meydana gelen felaketlerin kaynağı ve menşei oldu.
İzmir’in işgal edilmesinden doğan mesuliyet, beni itham edenlerin omuzlarındadır. En son meydana gelen felâketlerin ve işgallerin sorumluluğu, mezkûr Mondoros Antlaşması’nı beraberce imzalayan Rauf ve Fethi Bey ile askerî kuvvetleri elinde tuttuğu halde bu antlaşmanın imzalanmasına itiraz etmeyen Mustafa Kemal’e aittir. Şimdi bunların hepsi bu vatansever milletin liderleri durumundadırlar. Dolayısıyla durumdan ben mesul değilim, çünkü Kanun-i Esasi saltanat makamını mesuliyetten müstesna kılmıştır. Sultan, sorumlu hükümetin kararlarını ve tasarruflarını tasdike mecburdur.
Meşrutî esaslar beni mazur gösterirse de, daha sonraları hiç bir hicap duymadan muhaliflerin önünde duran Rauf Bey’i mazur göstermez. Dolayısıyla Rauf Bey, felâket ve talihsizliğe neden olan mütareke antlaşmasını imzalayanlardan biridir. Yine o, askerleri ile geri gelen ve Toros dağları eteklerinde ordunun büyük bir bölümünün işe yaramaz hale gelmesine sebep olan Mustafa Kemal’i de mazur göstermez. Bu durumdan sonradır ki, mütarekede bulunmak devlet için zarurî hale gelmişti.
Osmanlı tahtına geçmemden sonra meydana gelen ilk önemli siyasî olay, mezkûr antlaşmanın akd olunmasıydı. Bu benim, mezkûr antlaşma yapılıncaya kadar, vuku bulan olaylar karşısındaki tutumumdu. Bu hâdiseden sonraki tutumum, bir taraftan kaçınılmaz gelişmelerden uzak durmak, diğer taraftan da ülke dâhilinde makul ve mutedil icraatlarda bulunmak, hariçte ise siyasî teşebbüslere ve aleyhimizdeki umumî kızgınlığın zevali için uygun bir zamanı beklemeğe devam etmek oldu. İzmir’in işgali karşısında takip ettiğim siyaset ve hedef de tamamıyla bunun aynısıydı.
İzmir’in üç büyük devletin kararı ile Yunanlılar tarafından işgal edilmesi tarafımıza derhal bildirildi. Meselenin milletlerarası olduğunu öğrendik. Konunun milletlerarası mesele olmaktan, Yunan meselesi haline çevrilmesi ancak Yunan siyasî durumunun değişmesinden ve mezkûr devletlerarasında beklenmedik bir parçalanmanın husule gelmesinden sonra mümkün oldu. Bu mesele büyük devletlerin ittifakı ile karara bağlandı ve tarafımıza mukavemet edemeyeceğimiz bir şekilde bildirildi. Siyasî teşebbüslere başlamak ve aleyhimizdeki genel hoşnutsuzluk bertaraf oluncaya kadar beklemekle iktifa ettik.
İzmir’in muvakkaten işgal edilmesi bizim mezkûr hatt-ı harekâtımızı teyit eder durumdaydı. Meselenin Yunan problemi haline geldiğinde ben yine, harpte mağlup olmamamız şartı ile mukavemet şeklini ittihaz etmiş durumdaydım. Bu nedenle vatan kuvvetleriyle mütemayil kimseleri getirterek, kendilerini idarî makama oturttum. Bu sırada[2] [......].[3]
Sevr Muahedesi, Yunanistan’da siyasî ahval değişikliğinden önce, İzmir olayı gibi, yine devletlerin teklifi olmuştu. Devletler bu antlaşmayı bize tehdit ve tazyik sureti ile bildirmiş, tek bir maddesini bile değiştirmemize müsaade etmemiş, bilakis yirmi dört saat içerisinde kabul veya reddinin taraflarına bildirilmesini istemişlerdi. Mamafih bu antlaşmayı hiçbir surette tasdik etmedim. Bu muahedeyi kabul ve iktisabımın ancak Mebuslar Meclisi’nin kabul ve tasdiki ile mümkün olacağını biliyordum. Hak ve adalet üzerine kurulmayan bu muahede uzun sürmeyecekti. Hükümet vasıtası ile muahedenin kabulüne muvafakat gösterdim. Haklarımızı elde etmek için müsait vaktin ortaya çıkmasını beklemeye koyuldum.
FO: 686/123
Hususi siyaset yolu ile telakki ettiğim Mondoros Mütarekesi için, İzmir hadisesi ve Sevr Muahedesi dışında meşrutî usulü takip ettim. Bunun için muhtelif ve muhalif vezaretlerin fikirlerini göz önünde bulundurdum.
Benim, birinin Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderdiği, diğerinin ise ülkeye karşı isyanda bulunduğu sırada kendisini tedip ve tenkilde bulunmak üzere askerî kuvvet sevk etme gerekliliği gösterdiği, bu iki nazırla hemfikir olmamın tek sebebi, saltanat ile sorumlu vezaret ve bazı diğer zarurî sebepler arasında mütekabil münasebetleri gerekli kılan meşrutî ihtiyaçlardan uzak değildi. Buna ilaveten vezaret değişikliği ve diğer meselelerdeki hatt-ı harekâtıma, şahsî fikir ve duygularım değil, genel kanaat ve mukavemet olunması mümkün olmayan amiller müessir olmuştu. Bunun bariz delili ise Tevfik Paşa’nın vezaretidir. Zira nefsime ve makamıma karşı suiniyet besleyen Kemalistlere yardım ettiğini ve başkentte nüfuz kazanmalarına imkân sağladığını bildiğim halde bu vezaret aleyhinde kamuoyunda herhangi bir kanaat oluşmadığından iki yıldan fazla bir süre Tevfik Paşa’yı makamında tuttum. Ankara ile İstanbul arasındaki ihtilâfı giderebilmek için derhal lüzumlu vesileleri ittihaz edinmeye koyuldum. Fakat hilâfeti saltanattan tefrik etmek ve başkenti Anadolu’ya taşımakla ilgili fikirlerine muvafakat edemezdim. Hilâfeti saltanattan tefrik etmek, ulemanın da malumu olduğu üzere, Şeriat-i Garrâ’ya mugayirdir. Ayrıca benim Hazret-i Peygamber’in müvekkili oluş haklarımdan vazgeçmem gerekmekteydi. Bunu ise asla kabul edemezdim. Zira bu konu benim salahiyetim dışındadır.
Diğer bir konu olan İstanbul’un Bolşeviklere teslim edilmesine gelince, yine buna da rıza gösteremem, zira bu durum hilafeti siyasî ve tarihî istinadından, yani İstanbul’dan mahrum kılar.
Bazı kimseler beni vatana hıyanet ile itham ederler. Onların bu ithamı benim onların saçmalıklarına muvafakat etmeyişimden kaynaklanmaktadır. Akıllı ve münevver kimseler fiilen, irsen ve istihkâken hilafet ve saltanat makamında bulunan (ki bu dünyadaki en büyük ve en ehemmiyetli makamdır) bir sultanın vatana hıyanet etme emel ve hırsına kapılmasını nasıl izah edebilirler. Bu makamın ve özellikle hilafetin şeref ve haysiyetini muhafaza etmek için tahtımı muvakkaten terk ettim, refah ve rahatımı bir kenara attım. Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta “güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir” ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.
Vatanımızda meydana gelen ve son Ankara Meclisi’nin almış olduğu vatanın müdafaası hususunda hiçbir hüsn-i niyet taşımayan kararlarından neşet eden benimle muarızlarım arasındaki ihtilafın sebebini özetlemek üzere diyorum ki: Türk devletinin ismi ceddim Osman Gazi’den I. Selim’e kadar Osmanlı saltanatı idi. Hilafet’in alınmasıyla ise “Muhammedî Saltanat” şeklini aldı. Beni haksız yere vatana ihanet ile suçlayanlar, hilafeti, hukukundan ve nüfuzundan tecrit ederek ona zarar verdiler, Muhammedî saltanatı yıktılar. Bu davranışlarıyla yalnızca vatanlarına değil, fakat aynı zamanda tüm İslam âlemine de ihanet ettiler.
FO: 686/123
Devleti tehlikeden korumak üzere, özellikle Umumi Harb’e katılmakla tatmış olduğumuz acılardan sonra dış siyasette itidal ve ihtiyat üzere hareket etmeğe başladım. Bundan dolayıdır ki muarızlarım dış siyasetimin korkak bir siyaset olduğunu söylemekteydiler. Oysaki ben uygun bir ortam yakalayabilmek için nefsimi feda etmeye karar vermiştim. Hatt-ı harekâtım hususunda ise, eğer muarızlarım başarılı olurlarsa bundan zarar gören tek bir kişi olur, fakat buna mukabil devlet kazanmış olur. Değişen şartlar içerisinde mesele tersine neticelendi ve muarızlar vatanın İslâmî saltanatına son verdiler. Eğer bir yerde hata ettiysem o da din ve vatanı mahveden fiil ve hareketler karşısında sessiz kalan (tazyik altında tutulan bazı mümtaz şahsiyetler müstesna diğer) tüm vekiller, kendilerine inandığım akl-ı selim kimseler ile ulema ve devlet memurları hakkında kötü bir zanna sahip olmayışımdır. Bu sessizliğe ilâveten onlardan bazıları hasis menfaatleri mukabilinde mezkûr kişilere gizli ve alenî olarak yardımda bulundular. Bundan dolayı, vatanî ve vicdanî vecibelerini yerine getirmekte kötü davranan, ülkenin hayat ve memâtının başkalarından ziyade kendilerine bağlı olduğu ümmetin münevverleri hakkında hüsn-i zannımdaki israfıma ait hatayı itiraf ediyorum.
Sözlerimi hilâfet konusuna temas ederek tamamlıyorum. Hilâfet meselesinin halli, ister askeriyeden ve isterse başka bir sınıftan olsun, din, ırk ve vatanlarının ne olduğu meşkûk olan karışık kimselerin meydana getirdiği küçük bir gurubun salahiyeti dışında bulunmaktadır. Yine bu konu, mağlup olan, olayların iç yüzünden haberdar bulunmayan ve boyunları kılınç altında bulunan beş altı milyon Türk’ün de salahiyeti dışındadır. Bu büyük mesele üç yüz milyonluk İslam âlemini yakından ilgilendirmektedir. Bundan dolayıdır ki, hilâfet meselesinde Ankara ve İstanbul’un almış olduğu kararı kabul etmiyorum. Aleyhimde yapılan ithamları da sahiplerine havale ediyorum. Aziz vatanıma avdet edinceye kadarki zamanımı, uzun zamandır misk kokulu toprağının iştiyakı içerisinde bulunduğum Haremeyni’ş-Şerifeyn’de geçireceğim. Şu an, hak ve hakikate hiçbir şeyin baskın çıkamayacağına olan kavi bir iman ile vatanının, din ve ırkları arasında hiçbir ayırım gözetmeden, milletinin saadetinden başka bir şey arzu etmeyen mutmain bir kalp ile Beytullah’ın civarında ikamet etmekteyim. Adalet ve itidalin onlar üzerine kol kanat germesini dilerim. Allah’ın bu güzel beldesine hicret etmem ve hilafetin saltanattan tecridine karşı olan mücadelem ve sebatım bu dünyada saadetim, ahirette ise mutluluk kaynağımdır.
Mübarek Arap beldesinin Hâşimî Krallığına, beni ve benimle birlikte vatanından edilmiş kimseleri nezaketle karşılayan onun asil ahalisine teşekkür ederim. Müşârunileyh Kral hazretlerinin şan ve şerefinin yüceliğinin ve ahalisinin mutluluğunun, Kral’ın gölgesi altında tarih boyunca devam etmesini temenni ederim.
Bu benim İstanbul’dan ayrılışımdan sonra yaptığım ilk beyanattır. Selâm hidayete tâbi olanlara olsun.
Mehmed Vahideddin
İbn Sultan Abdülmecid Han [4]
[1] Ehlü'l Hal ve'l-Akd: İslâm Amme Hukuku’na ait bir terim olup, devlet başkanını seçme ve gerektiğinde görevinden azletme yetkisine sahip olan kimselerin oluşturduğu meclise verilen addır.
[2] Mustafa Kemal hakkındaki bu ifadeler tahtını bırakıp vatanından ayrılmak zorunda kalan bir sultanın değerlendirmeleri olarak düşünülmelidir.
[3] İfade edilmesi yürürlükteki kanunlar açısından sakıncalı bulunduğu için bu kısımdaki kelime ve cümlelerde kısaltma yoluna gidilmiştir.
[4] Bu beyannamenin Arapça metni ve İngilizce tercümesi için bak: FO: 686/123. Beyanname için ayrıca bak: Morning Post, 17 Nisan 1923.
.
Sultan Vahdeddin İstanbul’dan Neden Ayrıldı
Prof. Dr. Metin Hülagü
Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılması esasen 1908 yılından beri Osmanlı tarihinde süre gelen olayların tabiî bir neticesi olarak kabul edilebilir.
Bu tarihî olğunun yanı sıra Sultan Vahdeddin’in daha 1920’lerden itibaren hayatını tehlikede görmesi onun İstanbul’dan ayrılması için en büyük neden olmuştur. O, kendi ifadesi ile bunu şu şekilde dile getirmiştir:
Saltanattan ayrılmam ve vatanı terk etmemin sebebi, özellikle savaş sonrasındakiler olmak üzere, umumî harpten sonra yaptıkları işten dolayı hesaba çekilmesi gerekenlerin önündeki mesuliyet korkusundan dolayı değil, fakat bilakis hayatımı, kanun tanımayan, insafı olmayan ve hatta hakkın müdafaa olunmasını kabul kabiliyetinden dahi mahrum bulunan kimselerin eline teslimden sakınmak içindi. Bu, Allahu Teâla’nın ve akl-ı selim kimselerin de kabul etmediği bir şeydir. Ayrıca bu davranışta “güç yetirilemeyen şeyden uzak durmak peygamberlerin sünnetindendir” ifadesinin delâlet ettiği şeye ve müvekkilim Hazret-i Peygamber’in hicretine iktidâ vardır.
Sultan Vahdeddin durumu bu şekilde özetlemiş olmakla birlikte onun İstanbul’dan ayrılmasını gerektiren daha başka nedenler de vardı. Bu nedenlerden bazıları şunlardı:
1 1922 sonbaharına gelindiğinde Milliyetçilerin İstanbul’da artık belli bir güç ve nüfuz elde etmiş oldukları aşikâr bir hal almıştı. Bu duruma mukabil işbaşında bulunan ve Sevr Antlaşması’nı imzalamış olan İstanbul Hükümeti ise artık günden güne güç ve kuvvetten düşmeye başlamıştı. Ankara Hükümeti tarafından hain olarak ilan edilmiş olan ve milliyetçi taraftarların akın akın İstanbul’a gelmeleri ile hayatı tehlike içine giren Sultan Vahdeddin’in mevcut şartlar dahilinde İstanbul’da daha fazla kalması, en azından kendi kanaatine göre, pek mümkün değildi. Dolayısıyladır ki Sultan Vahdeddin, kaçınılmaz olarak İngiliz Yüksek Komiseri’ne iltica talebinde bulunmayı uygun bulmuştu.
2 Büyük Millet Meclisi’nin 1 Kasım 1922’de hilafet ve saltanatı birbirinden ayırması ve saltanatın kaldırılmasına dair ilgili kanunu benimsemiş olması ve ayrıca Refet Paşanın müttefik devletler mümessillerine müracaat ederek İstanbul’daki sivil idareye BMM Hükümeti adına el koymuş olduğunu dile getirmiş bulunması Sultan Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma konusunda karara varmasında etkili olan diğer gelişmeler olmuştu.
3 Millî Mücadele’yi İttihatçılığın bir devamı olarak kabul eden ve bu cemiyete olan aleyhtarlığı ile tanınan gazeteci ve Peyâm-ı Sabah başmuharriri Ali Kemal’in Beyoğlu’nda derdest edilerek zorla İzmit’e götürülmesi ve sonrasında da orada linç edilmesi ve sair hadiseler Sultan Vahdeddin’in İstanbul’u terk etme konusunda nihaî karara varmasında etkili oldu. Bu beklenmedik gelişme Sultan Vahdeddin’in Ankara’daki siyasî havayı, Milliyetçilerin İstanbul’a bakışlarını ve kendi akıbetinin ne olabileceğini idrak etmesine kapı araladı.
Bilindiği gibi Ali Kemal (1869–1922) Millî Mücadele yıllarında, mücadelenin daha başından itibaren Atatürk’e ve onun amaçlarına karşı çıkmıştı. O tarihte İçişleri Bakanı olduğu için sadece düşünce açısından Atatürk’e karşı çıkmakla kalmamış, onu tutuklatmak için birçok tertipler de hazırlamış ve ilgililere emir üstüne emirler vermişti. Erzurum Kongresi’nin başından Sivas Kongresi’nin sonuna kadar Atatürk’ü tutuklatmak için uğraşmış, sonuç alamayınca da bakanlıktan çekilme yoluna gitmiş, fakat Millî Mücadele’ye karşı olan tutumunu hiçbir surette değiştirmemişti. Onun Millî Mücadele’ye karşı sınırsız düşmanlığı ister istemez kendisine birtakım kalıcı düşmanlar kazanmasını da kaçınılmaz hale getirmişti. Nihayet 10 Kasım 1922 günü, İstanbul'da Müdafaa-i Hukuk davasını desteklemek amacı ile kurulan gizli cemiyetlerden birisi olan MM grubu (Müdafaa-i Milliye)’na bağlı birkaç kişi İstiklal Mahkemesi’ne çıkarılmak üzere kendisini Ankara’ya götüreceklerini belirtmişlerse de İzmit’te bölge kumandanı Nurettin Paşaya teslim etmişlerdi. Ali Kemal nihayet, Nurettin Paşayla görüştükten sonra dışarı çıkarken kumandanlık karargâhı önünde bekleyenler tarafından linç edilmişti.
Sultan Vahdeddin daha 1922 yıllı ortalarında Milliyetçilerin kendisinden uzun zamandır nefret etmekte olduklarından söz etmiş, iki tarafın adeta uzlaşamaz bir duruma geldiklerinin işaretini vermiş, onlarla birlikte çalışmasının artık imkânsız hale geldiğini dile getirmişti.
İstanbul Hükümeti Ankara ile uzlaşma sağlanması ve iş birliğinin gerçekleştirilmesi yolunda her ne kadar belli bir gayret ve çaba sarf etmişse de bu çabalardan olumlu bir sonuç da alamamıştı. Vahdeddin’in beyanına ilaveten Yüksek Komiser Marquess Curzon of Kedleston’un da değişik kaynaklardan edindiği bilgilerle teyit etmiş olduğuna göre de İstanbul Hükümeti uzlaşma noktasında son bir teşebbüs olarak Salih Paşayı Milliyetçi temsilcilerle görüşmek üzere Fransa ve İtalya’ya göndermiş, fakat bu teşebbüsünden de müspet bir netice elde edememişti.
Sultan Vahdeddin’e göre müttefiklerin sağladıkları fırsatlar neticesi Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları kaçınılmaz gözükmekteydi. Böyle bir durumda ise kendisinin İstanbul’da kalması mümkün olmayacaktı. Dolayısıyla da Sultan Vahdeddin’e göre en makul yahut en doğru hareket İstanbul’u bir an evvel terk etmekti.
Diğer taraftan Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı edip, mevcut veliahdı da göz ardı ederek, Sultan II. Abdülhamid’in oğlu Şehzade Mehmed Selim’i padişah olarak ilan edecekleri o günlerde alenen konuşulmaktaydı. Ayrıca basında Büyük Millet Meclisi’nin Sultan Vahdeddin’i yargılayacağı yolunda yazılar da çıkmaya başlamıştı. Bu ve sair gelişmeler İstanbul’dan ayrılıp ayrılmama konusunda Sultan Vahdeddin’in tabii olarak nihaî kararını vermesini hızlandıran unsurlar olmuştu.
Şehzade Mehmed Selim’i ahmak biri olarak kabul eden İngiliz siyasilerine göre Selim’in tahta geçirileceği yolundaki söylentiler esasen Milliyetçilerin padişahı kukla konumunda tutmak istemelerinden başka bir şey değildi ve bu yöndeki rivayetler bu çerçevede değerlendirilmeliydi.
Bu yöndeki söylentiler, doğruluğu yahut yanlışlığının hiçbir surette önemi olmaksızın, o günlerde ciddi derecede siyasî ve ruhî sıkıntı içerisinde olan Vahdeddin’in İstanbul’da kalmak yahut ayrılmak noktasında son kararını belirlemesinde oldukça etkili olmuştu.
Amiral Sir J. de Robeck 14 Ekim 1920’de İstanbul’dan Earl Curzon’a gönderdiği bir yazıda, o tarihlerde Türkiye’deki siyasî durum ve Vahdeddin’in mevcut siyasî yapı içerisindeki konumuna dikkat çektikten sonra önerilen uygulamanın onu mevcut yapıya göz yumarak tahtında kalmaktansa çekilmeye mecbur bırakacağı belirtilmişti. Söz konusu yazıda önerilen usul ve tavsiye edilen metodun ne olduğu aşikâr olmamakla birlikte bunun İngiliz Hükümeti’nin Sultan Vahdeddin’e izlemeyi tavsiye ettiği metot olduğu düşünülebilir. Böyle olması halinde ise Vahdeddin’in İngiltere’nin politik oyunlarına alet olarak onların oluşturduğu siyasî bir ortam neticesinde İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldığı söylenebilir. Bu yaklaşımın doğru olarak kabul edilmesi halinde ise Sultan Vahdeddin İngiliz devlet ricalinin siyasî dehasına kurban gittiği ve neticede İngiliz siyasî dehasının onu hem tahtından ve hem de yurdundan mahrum bıraktığı söylenebilir.
İstanbul’da bulunan İngiliz yetkilileri Vahdeddin’in İstanbul’dan ayrılma kararını onun olaylar karşısında paniklemiş olmasından kaynaklandığı şeklinde yorumlamışlardır. Öyle anlaşılmaktadır ki bu panikleme, Vahdeddin’in kendisine yakın bulup önem verdiği İngiliz Yüksek Komiseri Sir Horace Rumbold’un İstanbul’dan ayrılması ile daha da artmıştı.
İngiltere’ye göre Sultan Vahdeddin’in içinde bulunduğu durum, diğer bir ifade ile meydana gelen siyasî gelişmeler onu kendi güvenliğini sağlamak üzere iltica talebinde bulunmakta haklı kılmıştı. Yaşanan siyasî gelişmeler onun İstanbul’da kalarak ülkesine hizmet etmeye devam etmesine daha fazla müsait değildi ve artık Türkiye onun için istikbal vaat etmemekteydi.
Sultan Vahdeddin 20 Ağustos 1923’te San Remo, İtalya’dan “VI. Mehmed Vahdeddin-i Han-ı Sâdis” imzasıyla ve hususi kaydıyla İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderdiği mektupta İstanbul’dan ayrılış nedenini:
Anadolu’da zuhur eden isyan komitesine karşı tek başıma olarak açtığım ve fakat bilahare maalesef yalnız kaldığım cihadın neticesinde İstanbul’dan taç ve tahtımdan uzaklaşmak zorunda kaldığı şeklinde ifade etmişti.
Sultan Vahdeddin, 13 Mart 1924 tarihinde ve “M. Vahdeddin” imzasıyla “İngiltere Kralı ve Hindistan İmparatoru Haşmetli Beşinci George Hazretlerine” hitabıyla Kral George’a gönderdiği mektupta da:
Bir hayli neden ve zorunlu haller neticesinde saltanat merkezini terk etmeye zorlanmış
olduğunu belirtmişti.
Diğer taraftan Mustafa Kemal ve arkadaşları Anadolu’ya saltanat ve hilâfeti kurtarmak için geldiklerini o güne kadar çeşitli nutuklarında dile getirmiş olmalarına rağmen, elde edilen zaferlerle Millî Mücadele’nin artık sonuna gelinmesi üzerine, öncelikle saltanata karşı cephe almaya başlamışlardı. Bir “Cumhuriyet” idaresi kurmak isteyen Mustafa Kemal, 1 Kasım 1922’de Büyük Millet Meclisi’nde saltanatın ilgası konusunu gündeme getirmişti. Mevcut siyasî gelişmelerden zaten son derece rahatsızlık duymakta olan Vahdeddin de tabiî olarak, saltanatın ilga edilmesi konusunu kendi sonunu hazırlayan başlangıçlardan birisi olarak değerlendirmişti.
General Refet Paşanın 19 Ekim’de İstanbul’a gelişi, geliş biçimi ve Sultan Vahdeddin ile görüşme şekli ve konuşmalarındaki ifade tarzı şüphesiz ki Sultan Vahdeddin’i rahatsız eden ve kendi geleceğinden endişe duymaya sevk eden en önemli gelişmelerden birisi olmuştu. Refet Paşa Gülnihal gemisi ile geldiği şehre yoğun bir kalabalığın alkışları arasında ve bir kahraman edası ile ayak basmıştı. İdarî kadroda yer alan zevatın temsilcilerinin de hazır bulunduğu bu karşılama sırası ve sonrasında Refet Paşa gideceği yere kadar halk tarafından kesilen kurbanlar ve yine halk tarafından yapılan dualar eşliğinde gitmişti. Halkın izhar ettiği teveccüh gösterilmesi gererken teveccühün kat be kat üstündeydi ve padişahlara gösterilecek bir düzeyde olmuştu. Sultan Vahdeddin bile Refet Paşayı karşılamak ve hoş-amedi mesajını kendisine iletmek üzere yaverini Kabataş’a göndermek zorunda kalmıştı…
Anadolu hareketinin başarıya ulaşması için Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basına fazlası ile önem verdikleri bilinmektedir. Millî Mücadele yıllarında mevcut gazetelerin Milliyetçiler tarafından maddî ve manevî açıdan desteklenmeleri yanında yeni gazetelerin yayın hayatına başlaması için hararetle teşvik edilmeleri söz konusu olmuştu. Yurt çapında çıkan gazetelerin önemli bir kısmı Millî Mücadele lehine propaganda faaliyetlerinin ve Milliyetçiler tarafından alınan kararların halka duyurulmasının önemli birer aracı olmuşlardı. Anadolu’daki hareketin başarıya ulaşmasından hemen sonra başlatılan inkılâplara karşı halkın müspet surette yaklaşımını sağlamak için de yine basına müracaat edilmiş, toplumsal zeminin uygun bir hale getirilmesi için kullanılmıştı.
Millî Mücadele’nin özellikle son dönemlerine doğru basının icra ettiği en önemli fonksiyonlardan birisi hiç şüphesiz ki Vahdeddin’e karşı yürütülen aleyhte kampanya olmuştu. İstanbul’da çıkan gazetelerin hemen hemen tamamına yakın bir kısmı ya Anadolu hareketine destek vermişti ya da İttihatçı bir çizgi izlemişti. Diğer taraftan “Peyam” ve “Sabah” gibi millî hareket aleyhtarı gazeteler ise kapatılmıştı.
Sultan Vahdeddin, özellikle İstanbul gazetelerinde günden güne artan bir dozla aleyhinde çıkan ve kasıtlı bir şekilde yazıldığı aşikâr olan haberlerden son derece rahatsız olmuş, hayatı ve geleceği hakkında ciddi endişelere kapılmıştı. Onun İstanbul’dan ayrılışının ve ayrılışını gizli bir surette gerçekleştirmiş olmasının en temel nedenlerinden birisi hiç şüphesiz ki İstanbul gazetelerinin kendisi üzerinde icra ettiği olumsuz tesirdi.
Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basını kullanarak Anadolu’daki güçlerin her an İstanbul’u ele geçirebilecekleri izlenimini vermiş olmaları ve “millî hareket aleyhinde çalışan başta Sultan Vahdeddin ve İstanbul Hükümeti olmak üzere herkesten hesap sorulacağı” tarzındaki ifadelerin gazetelerde sık sık dile getirilmiş bulunması adeta Vahdeddin ve Hükümeti aleyhinde bir basın darbesi olmuştu.
İstanbul’un müttefik devletlerin işgalinde bulunduğu bir sırada Mustafa Kemal ve arkadaşlarının basın yolu ile ortaya koydukları bu tehdidin ne kadar uygulanabilir olduğuna şüphe ile bakılabilirdi. Ancak unutulmamak gerekir ki bu dönemde İstanbul işgal altında olmakla birlikte İstanbul’da Anadolu’daki harekete destek veren bir hayli insan bulunmaktaydı. Hatta Anadolu’daki hareketi başlatanlar İstanbul’dan giderek bu harekete liderlik etmişlerdi. Diğer taraftan müttefiklerin İstanbul’daki kuvvetleri de çok büyük bir sayıda değildi. İşgal ordusunun İstanbul’da Türk yönetimi üzerindeki kontrolü de sınırlı bir durum arz etmekteydi. Bu nedenledir ki Milliyetçilerin, müttefik kuvvetlerle çatışma doğuracak bir yolla değil de basını kullanmak suretiyle hedeflerine varabileceklerini ümit etmeleri gayet normaldi.
Ankara merkezli gazeteler sayfa ve sütunlarında bir taraftan Vahdeddin’i ruhen huzursuz edecek yazı, haber ve tehditlere fazlası ile yer verirken diğer taraftan da onun olumlu da olsa almış olduğu hemen her kararı tamamıyla görmezlikten gelme politikası izlemişlerdi. Bu anlamda örneğin, söz konusu çizgideki gazeteler Vahdeddin’in 1922 yılında Mustafa Kemal’in Yunanlılara karşı kazanmış olduğu zaferi tebrik etmediğini belirtmişken savaşta şehit olanlar anısına Topkapı Sarayı ve Fatih Camii’nde düzenlenen törenlere katılımına ise gerekli ilgiyi yeterince göstermemişlerdi. Tam aksine 1922 Eylülünde Milliyetçilerin İstanbul’da idareyi ele almaları halinde Sultan Vahdeddin’i tahtından alaşağı edileceğini, mevcut veliahdı ise göz ardı ederek, Şehzade Mehmed Selim’in ise tahta geçirileceğini yazıp çizmeye başlamışlardı. Yine basında, Büyük Millet Meclisi’nin zamanı ve sırası gelince Vahdeddin’i yargılayacağı, yaptıklarının hesabının kendisinden tek tek sorulacağı yolunda yazılar kaleme alınmıştı.
Bu dönemde bazı milliyetçi liderlerin konuşmalarında Vahdeddin’in tahttan indirilemese bile saltanattan mahrum edilerek sadece dinî yetkilerle sınırlı hale getirilip halife olarak bırakılacağı açıkça dile getirilmişti.
Vahdeddin’in Abdülmecid Efendi lehine tahttan indirileceği Milliyetçiler arasında enine boyuna tartışılır olmuştu. Öyle ki ifade edilenlere bakılacak olursa bu hususun kabulü Milliyetçiler tarafından merkezî hükümet ile anlaşmaya varabilmenin ön koşulu haline getirilmişti. Abdülmecid Efendi ise kendisinin halife yapılması fikrine hiçbir surette karşı çıkmamıştı. Esasen bu türden rivayetler ile Damad Ferid Paşanın tekrar hükümeti kurmakla görevlendirilmesinin ve misilleme politikalarının yeniden uygulamaya konulmasının önüne geçilmeye çalışılmıştı.
Sultan Vahdeddin, basında aleyhinde çıkan ve ileride maruz kalacağı durumları pervasız bir surette dile getiren yazıların ve yine Ali Kemal’in linç edilmesi örneğinde olduğu gibi zaman zaman meydana gelen bazı siyasi olayların aslında kendisi üzerinde Milliyetçilerin baskı oluşturmaya yönelik türden girişimleri olduğuna ve bu tür baskılar vasıtasıyla kendisinin tahttan ayrılmasının hedeflendiğine vakıftı. Ankara Hükümeti’nin sözü edilen tarza bir politika izlemeyi benimsemiş olmasının Vahdeddin’e göre en önemli nedenlerinden birisi kendisini doğrudan doğruya tahtan indirmeye Milliyetçilerin cesaretinin olmamasıydı. Fakat Vahdeddin, hal böyle olsa da, şartlar kendisini üstlenmiş olduğu sorumluluktan muaf tutmadığı sürece, kendisine olan güveni yok etmemek için tahttan çekilmeyeceğini belirtmişti. Ancak öyle anlaşılmaktadır ki onun bu kararının geçerliliği kendi tercihinden ziyade İstanbul’da bulunan İtilaf devletlerinin tavrına bağlı olmuştu.
.
Abdülhamid’i Sultan Reşad’la vurmak!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Batı basınının Abdülhamid aleyhinde kullanılmak üzere ele aldığı konulardan birisi de onun kardeşi Mehmet Reşad Efendi ile olan ilişkisi olmuştur.
Tahmin edilebileceği üzere ikili arasındaki münasebet hiç de olumlu bir surette kurgulanmamış, Abdülhamid, Reşad Efendinin başında her daim adeta Demokles’in kılıcı makamında gösterilmiştir. Örneğin The Sunday Star gazetesi 1909 Haziran’ında sayfalarında bu konuya şu suretle değinmiştir:
...Yavaş yavaş bundan kurtuluyor. Ama otuz yıl hapis hayatı... Abdülhamid'in hizmetkârları, Jön Türklerle iletişim kurduğundan şüphelenildiği için, onun vücuduna iğne batırarak işkence yapalı çok olmadı. Nitekim o da fark edilmemek için elinden gelen her şeyi yaptı, çünkü böylesi onlar için daha iyi olacaktı.
Herhangi bir şahıs hakkında kötü algı oluşturmanın en güzel metotlarından birisi şüphesiz ki kendisine isnat edilecek olumsuzlukların hikayeleştirilerek anlatılmasıdır. Bu anlamda Abdülhamid-Reşad ilişkisi ve Abdülhamid’in ne denli cahil, despot, gaddar ve zalim biri olduğu The Sunday Star gazetesinin 13 Haziran 1909 tarihli sayısında hikâye yollu haberleştirilerek okuyucularına şu şekilde takdim edilmiştir:
Abdülhamid (Reşad’ın) sadece günlük hayatını olabildiğince kasvetli kılmakla kalmadı, aynı zamanda özel işlerine de müdahale etti.
Yıllar önce Reşad’ın yalana çok düşkün bir karısı vardı. Çok güzeldi ve bir keresinde kocasının izniyle fotoğrafını çektirmek için kasabaya gitti.
Tabii o akşam Yıldız Köşkü'nde Reşad’ın en sevdiği eşinin bir fotoğrafçıya gittiği biliniyordu. Abdülhamid, Dolmabahçe'ye giderek kardeşini sert bir şekilde azarladı:
Peygamberin kanunlarına karşı geldin! Sadece karılarıma değil, sizinkilere de bakmak benim görevim. Fotoğrafçıya yüzünü açan bir kadın, padişahın kardeşinin karısı olmaya layık değildir, dedi.
Sonrasında da Reşad’ın hareminden kadının zorla alınmasını emretti ve onu en sevdiği birine hediye olarak gönderdi.
Reşad padişah olunca eski karısını sordu. On yıldan beri onun nerede olduğunu öğrenememişti ve onu tekrar geri almak istiyordu. Yapılan araştırmalar neticesinde sekreteri, onun birkaç yıl önce Abdülhamid'in kendisine verdiği paşanın hareminde öldüğünü öğrendi. Reşad eski karısının artık yaşamadığını duyunca çok üzüldü.
Özgürlüğümü paylaşmaktan mutlu olurdu ama önce Allah ona özgürlüğünü verdi, dedi ve çok sevdiği bu karısının kemiklerinin kendi türbesine taşınmasını emretti.
The New York Times gazetesi de 31 Mart hadisesi ve Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden hemen sonraki bir tarihte, 28 Nisan 1909’da, sayfalarında Reşad’ı işaretle:
Abdülhamid'in Casusları Tarafından Yakından İzlenen Türkler Ona Selam Vermekten Bile Korkuyorlardı
başlığı altında şu bilgilere yer vermiştir:
Pratik bir mahkûmdu, yaşadığı sarayın birkaç hizmetçisi ve bağımlısı dışında kimseyle ilişkisi yoktu. Etrafı casuslarla çevriliydi ve herhangi bir Türk tebaasının yüz metre yakınında görülmesi tehlikeliydi.
Öyle anlaşılmaktadır ki talihsiz varis, arabasını ne zaman terk etse, arabanın yanından geçen herkesin adını ve tavrını bildirmek için emir alan atlı adamlar tarafından takip edildi.
Kendisi ile karşılaşılması muhtemel olan yerlerden neredeyse vebalıymış gibi kaçıldı. Tesadüfen arabası göründüğünde, ayakta duranlar bakışlarını ondan kaçırdı. Kimse onu selamlamaya cesaret edemedi. Hizmetkârları neredeyse acımasızca izlendi. Onlardan biriyle tek kelime konuşmak tehlikeli bir cüretkârlıktı. Ticaret yaptıkları bilinen bir dükkâna girmek bile Reşad ile haince ilişkiler kurmaya çalışmakla suçlanmak demek olacaktı.
The New York Times’ın aynı yazıda Reşad için alt başlık olarak:
Liberal Fikirler Gösterdi
şeklinde bir dil kullanması yeni padişah Reşad’ın yabancı basın tarafından meth u sena ile anılmasının belirleyici unsurlarından birisi olmuştur.
Abdülhamid-Reşad Efendi ilişkisine Batı’nın neden Reşad lehine taraflı bir surette baktığını ortaya koyması bakımından Marshalltown gazetesinin Mehmet Reşad’dan bahsederken onu kamuoyuna:
İki karısı ve üçü erkek olmak üzere birkaç çocuğu var. Eşleri hem tahsilli hem de seçkin paşaların kızlarıdır. Evde Fransız tarzında giyinirler
şeklinde takdim etmiş olması herhalde yeterince izah etmiş olsa gerekir.
.
Abdülhamid ceketini işçisine hediye etmişti!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Sultan Abdülhamid’in doldurulmuş kuşlar ve böcekler, modern silahlar ve pahalı sigara ağızlıkları türünen edindiği koleksiyonlarına ilaveten en sevdiği hobilerinden biri de marangozluk ve ahşap oymacılığıydı.
Her iki el sanatını da uyguladığı güzel ve düzenli bir atölyesi vardı.
Alman asıllı Carl Jenssen, veliahtlık döneminde Abdülhamid'e ait olan atölyede çalışan bir zanaatkardı ve kendisinden gördüğü büyük lütfu onun sözü edilen sanatsal zevkine borçluydu.
İyi bir zanaatkar olan Jenssen zaman içerisinde çeşitli başka yetenekler de geliştirmiş, dokuma tezgâhları kurmak, henüz veliaht makamında bulunan Abdülhamid’in gardırobundan sorumlu bulunmak, atları tımarlamak, arabaları temizlemek gibi sorumlulukları da üstlenmiş, kısacası oldukça vazgeçilmez biri olmuştu.
Bir gün, Abdülhamid'in kendisine Carl diye adıyla hitap ettiği Carl Jenssen, beklenmedik bir suretteki karlı bir alışveriş yapınca Abdülhamid de kendisine eşi görülmemiş bir iyilik yapmaya karar vermişti.
Abdülhamid gardıroplarından birini kendi elleriyle açmış, oradan bazı "Frank" tarzı ve yapımı giysiler çıkararak Jenssen'e hediye etmişti.
Doğu geleneği ve görgü kurallarına göre oldukça sıradan bir hareket olsa da tahtın varisi konumundaki birinin kendi elleriyle Paris yapımı kendi giysilerinden bazılarını emrinde çalışan ve “gavur” olarak tanımlanan birine hususi surette hediye etmesi bir yabancı için oldukça şaşırtıcı bir lütuf olmuştu.
Abdülhamid, dürüstlük ve çalışkanlığından ötürü Alman asıllı çalışanına öylesine fazla bir güven duymuştu ve kendisini takdir etmişti ki, onu bu suretle ödüllendirmekle yetinmemiş, ihtiyaçlarının temini için Harem dairesine girmesine dahi izin vermişti.
Sultan Abdülhamid bu noktada sadece zanaatkarlara değil, bürokrasinin üst kademelerinde yer alan insanlara karşı da gayet nezaketli olmuş ve kibar davranmasını bilmişti.
Osmanlı Sarayı’nda genel kural sadrazam/başbakan yahut nazır/bakanda olsalar padişahın huzuruna çıkanlar, aksi emir olununcaya kadar, ayakta dururlardı. Abdülhamid Mehmed Rüşdü ve Midhat Paşaları huzuruna kabul ettiği daha ilk görüşmelerinde kendilerinden oturmalarını istemiş ve onlara sigara ikram etmişti.
Sadrazam Mehmed Rüşdü Paşa, hükümdarının huzurunda sigara içmeyi saygıyla reddetmişse de Midhat Paşa hemen oturmuş ve sigarasını yakıvermişti.
Abdülhamid, Mehmed Rüşdü Paşadan da aynı surette davranması için kendisine oldukça ısrar etmişti.
.
Sultan Vahdeddin’in Lozan’a Bakışı
Prof. Dr. Metin Hülagü
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923'te imzalandı. Sultan Vahdeddin’in ise daha 17 Kasım 1922’de İstanbul’dan ayrılmıştı. Dolayısıyla da Sultan Vahdeddin’in Lozan Antlaşması’na dair görüşlerini tam anlamı ile tespit etmek oldukça zordur.
Hal böyle olmakla birlikte elde edebildiğimiz bazı vesikalar içeriğinden, az ve dolaylı da olsa, Sultan Vahdeddin’in Lozan Antlaşması ile ilgili kanaatini tespit edebilmekteyiz.
Sultan Vahdeddin İstanbul’dan ayrılmasının ardından gitmiş̧ olduğu ve ancak kısa bir süre kalabildiği Hicaz’da, “Hicaz Beyannamesi” diye adlandırılan bir beyanname yayınlamıştır.
Bu beyannamede Ankara Hükümeti’nin hilafet konusundaki kararını eleştirerek alınan kararı reddetmiş̧ ve kendisinin hala halife olduğunu bir kez daha dile getirmiştir. Beyannamede ayrıca Birinci Dünya Savaşı, Sevr Antlaşması, Mondros Mütarekesi, Hilafet’in saltanattan ayrılması ve sonra da kaldırılması hususları yanında Milli Mücadele liderlerinden bir kısmı hakkındaki düşüncelerini ve iktidarda olduğu yıllarda izlemiş̧ olduğu siyasetin esaslarını açıklığa kavuşturmaya çalışmıştır.
Sultan Vahdeddin’in Lozan Antlaşması’na dair görüşlerini onun 20 Ağustos 1923’te San Remo, İtalya’dan “VI. Mehmed Vahdeddin-i Han-ı Sâdis” sanı ile imzalayıp “hususi” kaydıyla İngiltere Hariciye Nazırı Lord Curzon’a gönderdiği mektupta, kısa bir şekilde de olsa, bulma ve tanıma imkânı söz konusudur.
Sultan Vahdeddin Lord Curzon’a gönderdiği söz konusu mektupta:
Lozan Konferansı’nın musalahası ise hükümet-i muazzama-i metbualarının kudret-i siyasiyesi ve ehliyet-i âliye-i fehîmanelerinin âsâr-ı dehası sayesinde husule gelmiş ve asayiş-i âlem nokta-i nazarından şâyân-ı takdir ve istibşar bulunmuş ise de...
diyerek antlaşmanın imzalanmış̧ olmasını İngiliz Hükümeti’nin bir siyasi kudreti ve Lord Curzon’un dehasının bir eseri olarak görmüş, dünyada sulh ve asayişi temin bakımından antlaşmanın imzalanmış olmasını takdire şayan ve müjdelemeye değer bir gelişme olarak yorumlamıştır.
Ancak burada göz ardı edilmemesi gereken husus Sultan Vahdeddin’in antlaşmayı İngiltere, Lord Curzon ve dünya barışı açısından ele almış olduğudur. Mektupta yer alan ifadeler incelendiğinde Sultan Vahdeddin’in antlaşmayı Türkiye Cumhuriyeti açısından nasıl yorumladığına dair açık bir cevap yoktur.
Vahdeddin mektubuna:
...muahede, yedi yüz senelik bir hükümet-i meşrua aleyhinde olarak beşeriyet-i mütemeddine için pek muzır, pek tehlikeli esaslarla ilan-ı isyan eylemiş bir cemiyet-i muzırranın murahhaslarıyla yani, tacım ile tahtımın hukuk-i azimesine el-haletü hazihi bile bir ekseriyet-i kâhire ile hala muti ve hala hürmetkar bulunan Anadolu’yu hiçbir din-i semaviye, hiçbir kitab-ı semaviye, hiçbir mabede hürmet ve itibar etmeyerek dinsiz bir kahr ve imha siyaseti ile iskat ve tehvir etmekte ve [.....], elhasıl biçare ve mazlum Türkler namına olarak hakikat-i halde hiçbir hak ve selahiyet-i temsiliyesi olmayan şu Bolşevik pişvalarıyla vukua geldiği...
yani antlaşmanın yedi yüz senelik meşru bir hükümet aleyhine olarak medeni insanlık için oldukça zararlı bir cemiyetin yani hak, hukuk, din, iman tanımayan, korku ve dehşetle halk üzerinde hakimiyet kuran bir topluluğun temsilcileri muhatap alınarak imzalanmış̧ olmasını kınamıştır.
Sultan Vahdeddin adeta bir savunma mahiyetindeki sözlerine devamla:
...ayrıca sulh-i vâkiin şu safhalarına karşı kendisini hiçbir zaman susturamayacak olan manâzır ve avâmilin tahlilini adl-i ezelinin tecelliyâtına ve tarihin ateş-zeban beyan-ı bîamanına ve belki pek yakınlarda şahit olunacak vekâyi ve hâdisatın kudret-i takdiriyesine ve İngiliz Hükümeti’nin hikmet-i siyâsiyesi nazar-ı mûşikâfına terk ve tevdi...
.
Lozan, Kapitülasyonlar, Hukuk ve Hilafet
Prof. Dr. Metin Hülagü
Osmanlı tarihinde yer alan ve başlangıç tarihi 1535’lere kadar uzanan kapitülasyonlar, Osmanlı İmparatorluğu'nda yabancılara verilen ekonomik, adli, idari vb. hak ve ayrıcalıklardır.
Birinci Dünya Savaşı ortamında Enver Paşa ve arkadaşları bu tarihi musibetten bir an evvel kurtulmak üzere kapitülasyonların lağvedildiğini beyan etmişlerse de en başta Almanya böyle bir karara karşı çıkmıştı. Almanya söz konusu kararın geçerli olabilmesi için Türk hukuk sisteminin bütünsel olarak değişmesi gerektiğinden dem vurmuş, fakat Enver Paşa ve arkadaşları böyle bir değişikliğe gitmeyi kabul etmemişlerdi. Dolayısıyla da kapitülasyonların nihai surette kaldırılması için Lozan Konferansı’nı beklemek gerekmişti. Lozan Konferansı'na katılan TBMM Hükümeti’nin en temel hedeflerinden birisi kapitülasyonların kaldırılmasını sağlamaktı. Konu, Ankara açısından oldukça önemli görülmekteydi. Öyle ki Mustafa Kemal Paşa 7 Şubat 1923’te, Lozan konferansının inkıtaa uğramasının nedenlerinden birisini oluşturan Kapitülasyonların ehemmiyetine işaretle:
Osmanlı devletinin inkırazından sonra bir Türkiye devleti teşekkül etmiştir. Bu devlet İran ve Afganistan gibi müstakil ve Müslümandır. Maatteessüf kapitülâsyonlar meselesinde muhataplarımız eski zihniyetlerini tebdil etmemişler ve Lozan Konferansı tevakkuf etmiştir. Kapitülâsyonlar milletimizce katiyen kabil-i kabul değildir. Kapitülâsyonlar bir devleti behemehal münkariz eder
beyanında bulunmayı gerekli görmüştü.
Ancak Batılı ülkelere tanınmış olan imtiyazların lağvedilmesi, bahşedildiği kadar kolay olmadı. Kapitülasyonlar konusunda uzun ve çetin görüşmeler gerçekleştirildi. Aralarında kapitülasyonların da yer aldığı bazı meselelerde anlaşma sağlanamaması nedeniyle müzakereler duraksamaya bile uğradı.
Müzakereler sırasında Mr. Child başkanlığındaki ABD heyeti iki tarafı da incitmeyecek surette bir politika izlemişti. Mr. Child, bir taraftan Türkiye’nin kapitülasyonları lağvetme hakkının olduğunu beyan ederken diğer yanda da yeni bir anlaşma için olasılıkların araştırılması teklifinde bulunmuş, imtiyazların uygun bir zamanda revize edilebileceğinden söz etmişti.
İngiltere ve Fransa ise kapitülasyonların lağvına şiddetle karşı çıkmışlardı.
Fransa’yı temsilen müzakerelerde söz alan M. Barrere kapitülasyonların antlaşma esaslı haklar olduğu konusunda ısrarcı bir tutum sergilemiş, İngiltere adına Lord Curzon ise kapitülasyonlara dair 1871 ve 1878’de olmak üzere iki mutlak antlaşmanın var olduğunu, bu antlaşmalara göre ilgili tarafların tümünün rızası olmadan kapitülasyon antlaşmalarının lağvedilemeyeceğini dile getirmişti.
23 Nisan 1923'te tekrar başlayan ve 24 Temmuz 1923'e kadar devam eden Lozan müzakereleri nihayet barış antlaşmasının imzalanması ile sona erdi.
Varılan antlaşma itibarıyla müttefik devletlerin genel olarak mali ve iktisadi kapitülasyonlardan vazgeçtikleri kabul edilebilirse de adlî kapitülasyonlar noktasında anlaşılamayan noktalar mevcuttu.
Türk heyeti barış görüşmeleri sırasında adlî yapıda yeni düzenlemelere gideceğini, dolayısıyla Batılıların endişe edecekleri bir durumun söz konusu olmadığını ısrarla beyan etmişti. Ancak Müttefik Devletler söz konusu tarihi haklarından feragat edebilmeleri için Türkiye'deki vatandaşlarının geçmişte sahip oldukları kapitülasyon ayrıcalıklarından yararlanacaklarına dair Türk heyetinin Türk Hükümeti adına bazı garantiler vermesi gerektiği konusunda ısrar etmişlerdi.
Nihayet Türk Heyeti, yapılan beyanlar yeterli görülmediğinden, Türkiye'nin mevcut yargı sisteminde bir reform başlatmak niyetinde olduğunu tekraren ifade etmenin ötesinde müzakereler sırasında imzalanan sair belgelere ilaveten bir de “Adli Yönetiminde Yapılacak Reformlar ve Hukuk Müşavirleri Atanması Hakkında Beyanname” imzalamıştı.
Amerikan delegesinin teklifi üzerine Türkiye Cumhuriyeti tarafından Batılı hukuk müşavirlerinden faydalanılması ve hazırlanacak kanun komisyonlarında ve adlî yapının düzenlenmesinde bunların istihdam edilmesi karşılığında adlî kapitülasyonların kaldırılmasını öngören ve Türk heyeti başkanı İsmet İnönü ve Rıza Nur tarafından 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmış bulunan söz konusu beyannamede Türk hükümetinin uygarlıktaki gelişmenin gerektirdiği bütün reformları yapmaya hazır olduğu, bu sebeple beş yıldan az olmayan bir süre için Avrupalı hukuk danışmanları almak niyetinde bulunduğu, bu danışmanların hukuk reformlarını hazırlayacak komisyonlara katılacakları ve Türk mahkemelerinin işleyişini izlemekle ve Adalet bakanına gerekli görecekleri bütün raporları göndermekle görevli bulunacakları beyan ve taahhüt edilmişti.
Söz konusu beyannamenin maddeleri şöyledir:
1. Türk Hükümeti, beş yıldan az olmamak üzere, gerekli göreceği bir süre için, Uluslararası Daimî Mahkeme (Lahey) tarafından hazırlanan listeden seçeceği bir dizi Avrupalı hukuk müşavirini derhal hizmetine almayı teklif etmektedir.
2. Bu hukuk müşavirleri Adalet Bakanına bağlı olarak görev yapacaklar; bazıları İstanbul ve diğerleri İzmir’de hizmet vereceklerdir. Müşavirler yasama komisyonlarının çalışmalarına katılacaklardır. Türk hukuk, ticaret ve ceza mahkemelerinin çalışmalarını, sulh hakimlerinin görevlerini yerine getirmelerine müdahalede bulunmadan, gözetmek ve gerekli gördükleri raporları Adalet Bakanına iletmek görevleridir.
Türk hukuku hükümlerine sıkı bir şekilde uyulmasını sağlamak için medeni, ticari veya cezai konularda adaletin idaresinin, cezaların infazının veya kanunun uygulanma biçiminin yol açabileceği tüm şikayetleri Adalet Bakanı’na bildirmek amacıyla takibe yetkili olacaklardır.
Benzer şekilde, ikametgâh ziyaretleri, hacizler veya tutuklamalardan kaynaklanabilecek şikayetleri izlemeye yetkili olacaklar; ayrıca bu tedbirler, İstanbul ve İzmir yargı bölgelerinde, icralarından hemen sonra, Adalet Bakanının mahalli temsilcisi vasıtasıyla hukuk müşavirine iletilecektir. Bu görevliler bu gibi durumlarda hukuk müşaviri ile doğrudan yazışmaya yetkilidirler.
3. Küçük suçlarda kamu güvenliğini tehlikeye sokmadıkça veya bu tür bir geçici salıverme olayın soruşturmasını engelleyeceği hesaplanmadıkça her zaman kefaletle salıverme emri verilir.
4. Hukuk ve ticarî konularda tahkime yapılan her türlü atıflara ve bunu öngören sözleşmelerdeki hükümlere izin verilir ve buna istinaden verilen tahkim kararları, kararın kamu düzenine aykırı olmaması halinde onaylamayı reddedemeyecek olan Asliye Hukuk Mahkemesi Başkanı tarafından imzalanmak suretiyle yürütülür.
5. Bu Bildiri, beş yıllık bir süre için yürürlükte kalacaktır.
24 Temmuz 1923'te Lozan'da imzalanmıştır.
Büyük Millet Meclisi yukarıdaki Beyanname'nin taahhütlerini yürürlüğe koymak üzere 8 Nisan 1924'te hukuk ve ceza muhakemesini ayrıntılı bir yasa ile değiştirdi, 22 Nisan 1924'te de söz konusu değişikliği yeni yargı sistemine uyarlayan Adliye Reformu Yasası'nı onayladı. Türk Hükümeti ayrıca, Beyanname’de belirtilen koşullar çerçevesinde, Hollanda, İsveç, İsviçre ve İspanya'dan hukuk danışmanları istihdam etti. Hollandalı ve İsveçli uzmanlar olan Dr. Goeman-Borgesius ve Dr. F. Stergel Türkiye'ye gelerek çalışmaya başladı.
İdari açıdan bakıcı bir karaktere sahip olan yargıdaki bu reformun en dikkat çekici ya da kilit noktası, Şer’i mahkemelerin yeni kurulan mahkemeler ile birleştirilmesi ve laikleştirilmesi ve tek bir birleşik sistemin oluşturulmasıdır. Diğer bir ifade iler şer’i hukukun sona erdirilmiş olmasıdır.
Lozan Antlaşması sonrası hemen her alanda olduğu gibi hukuk alanında da Batılılaşma azmi had bir safhada ve büyük bir azimle sürdürülmüştür. Bu anlamda Lozan’da yapılacak değişiklikler konusundaki beyanını İsmet İnönü Lozan sonrasında bir kez daha teyit etme gereği hissetmiş ve meramını en anlaşılır ve en kat’i surette şu suretle dile getirmişti:
Türk ihtilalinin kararı Batı medeniyetini kayıtsız şartsız kendisine mal etmek, benimsemektir. Bu karar o kadar kesin bir azme dayanmaktadır ki önüne çıkacaklar demirle, ateşle yok edilmeye mahkumdurlar.
Gerçi İsmet Paşanın yapılacak değişiklikler konusundaki azminin ne derece tabii olduğu tartışılabilirse de yukarıdaki beyanının hiçbir surette özgünlüğü yoktu. Zira İsmet Paşanın sarf ettiği yukarıdaki sözleri, daha yarım asır kadar önce Alman Şansölye Otto von Bismarck’ın, Alman birliğinin kurulması ile ilgili olarak 30 Eylül 1862 tarihinde Prusya Eyalet Meclisi’nde yaptığı konuşmasındaki; Alman birliği konuşularak değil ancak kan ve demir (Eisen und Blut) ile gerçekleştirilecektir şeklindeki ifadelerinin tekrarından başka bir şey değildi.
Lozan’da yazılı olarak taahhüt edilen ve 1924’te hukuk reformunu sağlayan adımlar nihayet Lozan sonrasında atılmaya başlanmıştı. Öncelikli olarak uygulamaya konan karar ise 1921 Teşklat-ı Esasiyesinde “TBMM’nin görevi ahkam-i şer’iyyenin tenfizini sağlamaktır” diye belirtilmiş olduğundan yeni kurulan Cumhuriyet Türkiye’sinde bu yönde uygulanacak olan kanunları hazırlamak üzere 1923’te oluşturulmuş bulunan;
Mecelle-i Vacibat,
Mecelle-i Ahval-i Şahsiyye,
Usul-i Muhakeme-i Hukukiyye ve Şer’iyye,
Ticaret-i Bahriyye ve Berriye,
Usul-i Muhakeme-i Cezaiyye,
Kanun-ı Ceza
komisyonlarının çalışmalarına son verilmesi olmuştu.
Şer’iyye mahkemelerinin lağvedilmesini adli teşkilatın Batı modeline göre düzenlenmesi takip etti. İsviçre’den Medeni Kanun; İtalya’dan Ceza Kanunu; Almanya’dan Ceza Usul Kanunu ve Almanya’dan Ticaret Kanunu alındı. Müslüman, Musevi ya da İsevi, artık herkes tek bir hukuk sistemine tabi oldu. Esasen atılan bu adım çok da garipsenecek bir durum da değildi. Zira daha Tanzimat Döneminde muhtevasını daha ziyade Fransız kanunlarının oluşturduğu:
1840 tarihli Ceza kanunu
1848 Ticaret Mahkemesi
1850 tarihli Ticaret Kanunu
1851 tarihli Kânun-i Cedid (Ceza kanunu)
1858 Arazi Kanunnamesi
1858 tarihli Ceza Kanunname-i Hümayunu
1861 tarihli Usul-i Muhakeme-i Ticaret Nizamnamesi
1863 tarihli Ticaret-i Bahriye Kanunnamesi
1864 Bidayet ve İstinaf Mahkemeleri
1868 Divan-ı Ahkâm-ı Adliyenin teşkili
1879 tarihli Usul-i Muhakemat-i Cezaiye Kanunu
1880 tarihli Ususl-i Muhakemat-ı Hukukiye Kanunu
şeklinde bir dizi mahkemenin kurulması ve kanun ve nizamnamenin ithal edilmesi söz konusu olmuştu.
Diğer bir ifade ile Lozan sonrası yaşanan gelişmeler, başlangıcını, Hamidiye Dönemi ile inkıtaa uğramış bulunan Tanzimat Döneminin oluşturduğu, bilahare 1908 Jön Türk iktidarı ile yeniden uygulanma şansı bulan ve nihayet Cumhuriyet Dönemi ile iktidarını kökleştirmiş olan Batı düşüncesinin Anadolu topraklarındaki hakimiyetiydi.
Düşman Anadolu topraklarından atılmışsa da hukuku ve kültürü geriye miras olarak kalmıştı.
Batı hukukunun geçerli olduğu bir yerde şer’i hukuka müstenit bulunan hilafetin devamından söz etmek ise artık mümkün olmadığı gibi çok mantıklı bir durum da değildi.
.
Abdülhamid denince cin çarpmışa dönebilmek
Prof. Dr. Metin Hülagü
Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesi ve kısa bir süre sonra da ölmesi/öldürülmesi üzerine Osmanlı tahtına 1876 Mayıs’ında, otuz üçüncü hükümdar olarak Beşinci Murad sanıyla, Abdülmecid’in oğlu ve Abdülhamid’in ağabeyi Murad geçmişti. Ancak Murad’ın saltanatı üç ay gibi kısa bir süre için söz konusu olabilmiş, akıl sağlığının yerinde olmadığı mazereti ile 31 Ağustos'ta, yine kendisini tahta çıkaranlar tarafından, saltanatına son verilmişti. Tahtın bir sonraki sahibi ise Abdülmecid’in diğer oğlu ve Murad’ın kardeşi Abdülhamid olmuştu.
Beşinci Murat’ın tahttan indirilmesi ve yerine kardeşi Abdülhamid’in çıkması yabancı basın tarafından Abdülhamid aleyhinde menfi surette tam bir algı oluşturma vasıtası olarak kullanılmıştır.
Batı’da çıkan birçok neşriyatta bir taraftan Murat’ın tahttan indirilmesinin hakiki nedenleri muhtemelen asla bilinemeyecek şeklinde ifade edilmişken, diğer taraftan da hakikatte Murad'ın Abdülhamid’den çok daha aklı başında ve sağlıklı olduğu propagandasına yer verilmiştir. Böyle bir propaganda ile ifade edilmek istenen meram ise Abdülhamid’in iktidarı gasp yolu ile elde ettiği, kendisinin gasıp, idaresinin ise gayrimeşru olduğu; varılmak istenen hedef ise böyle bir fikrin yaygınlaştırılarak kökleşmesini sağlamak olmuştur.
Batı basınının iddiasına göre Abdülhamid'in saltanatı günlerinde duyduğu en büyük endişelerden birisi Murad’ın hayatta olması olmuştur. Dolayısıyla da önceleri Çırağan Sarayı’nda murakabe altında tutulmuş olan Murad’ın, hapsedildiği bu yerden kaçar veya kaçırılabilir gerekçesi ile bir süre sonra, Abdülhamid'in de ikamet ettiği, duvarlarla çevrili Yıldız Sarayı’na nakledilip Malta Köşkü'ne kapatıldığı sıklıkla dile getirilmiştir.
Batı basının iddia ve ifade biçimiyle; Murad, bütün mahremiyetine, yalnızlaştırılmış ve insanlardan tecrit edilmiş olmasına ve yaşlı ve perişan bir halde bulunmasına rağmen bu sabık padişahın o eski görkemli görüntüsünü hiçbir surette kaybetmediği ve daha da önemlisi ise zihinsel yetilerinin tamamıyla yerli yerinde olduğu gerçek bir halmişçesine yine Batı matbuatı tarafından sıklıkla dillendirilip ifade edilmiştir.
Batı basınında çıkan haberlere göre Murad, cinnet içinde olduğu bahanesiyle, tahtta oturan kardeşi Abdülhamid tarafından 25 yıldan fazla bir süredir, sarayda değil de adeta mezarda yaşar bir halde bırakılmıştır.
The Salt Lake Herald gazetesi 24 Şubat 1901 tarihli sayısında yer verdiği bir haberinde Abdülhamid’in ağabeyi Murad’a olan bakışı ve muamelesini şu surette hikâye etmiştir:
Abdülhamid'in yerini aldığı reformcu padişah Murad, devletin barışı için sürekli ve en ciddi tehdit halindeydi. Abdül onu sonsuza kadar hapsetti. Ya da bazılarının söylediği gibi onu gizlice katletti ve Galata köprüsünden aşağı atarak derin ve koyu bir surette akan Boğaz’ın sularına karışıp gitsin istedi.
Yabancı basın Beşinci Murad’ın sadece tahttan indirilmesi ve murakabe altında tutulmuş olmasını Abdülhamid aleyhinde kullanmakla yetinmemiş, onun vefatını da Abdülhamid’i yıpratmak için bir vesile olarak değerlendirmiştir.
Bu anlamda dönemin basın unsurları sayfalarında yer verdikleri yazılarda;
En acımasız şartlarda kendisine hapis hayatı yaşatılan, asılsız bir hastalık gerekçesi ile tahttan indirilen Murad’ın ölümüne dair yapılan beyanların
yalan olduğunu iddia etmişlerdir.
Batı basınına göre Yıldız Sarayı tarafından Murad'ın şeker hastalığından öldüğü açıklanmış olsa da onun tüberküloz hastası olduğu Yıldız Sarayı’nda yaşayan herkesin malumu olan bir gerçekti.
Batı’da basın organlarının hemen hemen tümünün Murad’ı vesile kılarak Abdülhamid ve idaresini yermelerinin gerisindeki temel maksat; Abdülhamid aleyhine olarak sürdürülmekte olan algı siyasetinin başarıya ulaşmasını sağlama emeliyle ilgili olduğu kadar Osmanlı tahtında Abdülhamid’in yerine ağabeyi Murad’ın görülmek istenmesiyle de yakından alakalı olmuştur.
Hamidiye Dönemi mason teşkilatlarından birine üye bulunan Georgiades tarafından Paris’te 1893 yılında çıkartılan Le Yıldız gazetesinde yer verilen ve Abdülhamid’i oldukça hastalıklı bir karakter olarak tasvir etmiş bulunan ilgili karikatür ve kaleme alınmış olan makaleler söz konusu arayışı gerçekleştirmeye matuf çabaların en başta gelenleri olmuştur. Yine bir kısım mizah dergilerinin kapaklarında suretinin menfi suretteki çizimlerine yer verilmesi de onun kamuoylarında eli kanlı katil biri şeklinde tanıtılmasına yönelik olmuştur.
Dolayısıyla da kanlı, zalim, hodbin ve gayrimeşru bir iktidarın sahibi Abdülhamid algısına mukabil; mazlum, masum ve bigünah bir Murad portresi kamuoylarının hafızasına kalın çizgilerle ve kalıcı bir surette nakşedilmeye çalışılmıştır.
Essen bu çabada, doğrusunu belirtmek gerekirse, maalesef başarılı da olunmuştur. Zira bugün hala, değil Batı’da, Türkiye’de dahi bazı isim ve çevreler Sultan Abdülhamid denince cin çarpmışa dönebilmektedir. Bir sondaj gemisine Abdülhamid Han diye isim verilmesi bazı çevreleri çıldırtabiliyor. Kendi tarihine bu denli yabancılaşmak ve ona karşı husumet içerisinde olabilmek bazıları için maalesef ucuz yollu bir gurur vesilesi.
.
İmparatorluk penceresinden Lozan Antlaşması
Prof. Dr. Metin Hülagü
Şüphesiz ki Lozan Antlaşması Türk tarihinde yer alan önemli sözleşmelerden birisidir. Hatta bir yönü ile de ünik bir durum arz etmektedir. Türk siyasi ve askeri tarihi içerisinde imzalanmış olan antlaşmalardan, kanaatimce, sadece 1774 Küçük Kaynarca antlaşması ile mukayese edilebilir.
Küçük Kaynarca antlaşması Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma ve Yıkılış Dönemi’nin başlangıcını oluşturmuşken Lozan Antlaşması imparatorluğun bitişinin ve feshedilişinin resmi mukavelesini teşkil etmiştir. Küçük Kaynarca ile başlayan İmparatorluk’tan Ulus Devlet’e geçiş süreci 1839 Tanzimat ve 1856 Islahat Fermanları ile olgunlaşmış̧ ve nihayet Lozan Antlaşması ile de sonuçlanmıştır. Tanzimat ve Islahat Fermanları Osmanlı İmparatorluğu’nu yarı yarıya laikleştirmişken Lozan Antlaşması ve icra ettiği sosyal ve kurumsal tasfiye, Osmanlı’nın bir devamı halindeki Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünü ile laikleştirmiş ve Batılılaştırmıştır.
Coğrafya yahut vatan topraklarının sınırları bakımından Lozan Antlaşması ele alındığı ve bu durum “Osmanlı Bakışı” ile tartılıp takdir edildiği zaman ise gerçekten vahim bir tablo ortaya çıkmaktadır. Sınırları doğudan batıya, güneyden kuzeye kadar uzanan devasa bir imparatorluk coğrafyasından avuç içi kadar büyüklükteki bir sahaya, Anadolu bozkırlarına hapsedilmiş olmak Osmanlıcı bir anlayışa sahip bir fert açısından kabul edilemez bir durumdur. Zengin kapitalist bir tüccarın iflas etmesi gibi bir şeydir adeta bu. Hiçbir Osmanlı padişahı ve Osmanlı devlet ricali Anadolu ile yetinmeyi kabul etmemiştir. Kabul etmedikleri içindir ki Beylik’ten İmparatorluğa geçilebilmiştir. Osmanlı padişahları ve Osmanlı devlet ricali değil Anadolu coğrafyası ile yetinmek, devletin en buhranlı dönemlerinde, mevcudiyetinin hayat memat meselesi olduğu zamanlarda başkentin Anadolu, Bursa yahut Konya’ya taşınmasına dahi şiddetle karşı çıkılmışlardır. Afrika’dan Asya’ya, Ortadoğu’dan Avrupa’ya kadar at koşturan bir neslin iktidar anlayışı, hâkimiyet arayışı ve vatan algısı Lozan Antlaşması’nın belirlediği sınırlara katiyetle tahammül edemezdi. Tahammül etmediği içindir ki hiçbir zaman ulaşamadığı hep bir Kızıl Elması olmuştur.
Lozan Antlaşması ile öngörülen esaslar ve sınırlar, ulus bilinci ile hareket eden ve yalın bir ulus devleti kurma arayışı içerisinde olan bir siyasi karakter için belki yeterli olabilir ve olmuştur da. Diğer bir ifade ile Lozan, Millî Mücadele cephesinden makul görülebilir hatta zafer de sayılabilir. Ancak bu yaklaşım imparatorluk kültürüne, imparatorluk bilinç ve tecrübesine sahip olan bir siyasi figür için asla ve kat’a kabul edilemez bir vahamettir. Öyle olduğu içindir ki Lozan Antlaşması’nın imzalanması sırasında yaşanan siyasi süreç, meclisteki dalgalanmalar, İsmet Paşa başta olmak üzere Lozan’a imza koyma arayışında olanların ve koymuş bulunanların vatana ihanet ile suçlanmış olması esasen söz konusu vahametin somut tezahürleri olmuştur.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında Birinci ve İkinci Meclis’te yer alan siyasiler arasında yaşanan anlaşmazlıklar ve hatta kanlı olaylar, Lozan Antlaşması’a ulusçu ve imparatorlukçu zaviyelerden bakılıp yorumlanmasından başka bir şey değildir. Takrir-i Sükûn Kanunu’nun çıkarılması ve süresinin uzatılması, İstiklal Mahkemeleri’nin kurulması, Mustafa Kemal-Kazım Karabekir ve benzeri ihtilaflar, Ali Şükrü hadisesi, Cumhuriyet’in ilk yıllarında kurulan partilerin hiç de tabii olmayan suretteki tasfiyeleri ve yerlerine suni partilerin ikame edilmesi, siviller arasında ve toplumda muhtelif zamanlarda meydana gelen bir dizi dalgalanma, mevcut hayli zengin imparatorluk kültürünün izalesi ve yerine ulusal ölçekli ve Batı kaynaklı bir kültürün enjekte edilmesi söz konusu ulusçu ve imparatorlukçu yaklaşım farklılığı ile yakından alakalı gelişmelerdir.
İmparatorluk penceresinden ya da Osmanlıcı bakış açısı ile kısaca yorumlamak gerekir ise Lozan Antlaşması, Türk toplumuna zorla giydirilmiş, kendi kültürünü ve siyaset tarzını yansıtmayan dar bir gömlekten ibarettir.
Millî Mücadele cephesinden bakanlar tarafından Lozan bir “zafer” olsa ve “Türkiye'nin Avrupa Savaşı'ndan zaferle çıktığı efsanesi”ne inanılmış bulunsa da İmparatorluk penceresinden bakanlar için Lozan hakikaten ve bütünüyle vahamettir. Bu durumu İngiliz tarihçi Sir Harold Nicolson da teyit etmektedir. O da, Lozan zaferdir diyenler için adeta cevap verircesine; “İkinci ve bir miktar yaygınlık da kazanmış olan efsane ise Türkiye’nin savaştan müttefik güçlere karşı zaferle çıktığı konusudur” dedikten sonra Lozan’ın neden zafer olmadığının gerekçelerini şöyle sıralamıştır:
Mısır, Trablusgarp, Barca, 12 Adalar, Ege Adaları ve Kıbrıs üzerindeki iddiasından vazgeçmek zorunda kaldı.
Suriye'yi, Lübnan'ı, Filistin'i ve şimdi Transürdün olarak bilinen yerleri kaybetti.
Mukaddes toprakların koruyuculuğundan ve İslam alemindeki prestijinden yoksun bırakıldı.
Hicaz ve Yemen eyaletleri elinden alındı.
Geniş potansiyel kaynaklarıyla Irak, bağımsızlığını ilan etti.
Osmanlı İmparatorluğu 1912'de 3.800.000 km kare Padişah, 36.000.000 kişi üzerinde egemen iken yeni Türk Devleti sadece 13.648.270 nüfus ve sadece 783.562 km karelik bir alana sahip oldu.
İstanbul 470 yıl Osmanlı İmparatorluğu'nun başkenti iken, yolu bile olmayan, Ankara yeni başkent oldu.
İmparatorluktan Cumhuriyet’e geçildi. Rejim küçüldü. Saltanatın ardından 1924'te hilafet de kaldırıldı. Bu suretle Türkiye İslamcı ve Turancı politikalardan vazgeçildi.
Altı asırlık hukukunu bırakarak Avrupa hukuku seçildi.
Türkiye savaşa güçlü bir İmparatorluk olarak girdi, savaştan sadece bir Asya cumhuriyeti olarak çıktı.
.
Lozan Antlaşması resmi bayram ilan edilebilir mi!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Lozan Antlaşması 24 Temmuz 1923 tarihinde İsviçre'nin Lozan kentinde; TBMM temsilcileri, Birleşik Krallık, İtalya, Fransa, Yunanistan, Romanya, Bulgaristan, Portekiz, Belçika ve Yugoslavya tarafından imzalandı.
Lozan Antlaşması'nı;
Türkiye 23 Ağustos 1923'te,
Yunanistan 25 Ağustos 1923'te,
İtalya 12 Mart 1924'te,
Japonya 15 Mayıs 1924'te
İngiltere 16 Temmuz 1924'te
onayladı.
143 maddeden oluşan Lozan Antlaşması;
1. Siyasal içerikli olan toprak, tâbiiyet ve azınlıklara ilişkin maddeler (1-45);
2. Malî konular (46-63);
3. Ekonomik hükümler (64-100);
4. Ulaşım ve sağlık sorunları
şeklinde dört bölüm halinde düzenlenmiştir.
Söz konusu 143 maddeden biri olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırlarının belirlenmesi kapsamında yapılan müzakerelerde çok bir başarı sağlandığı söylenemez. Zira;
Türkiye-Suriye sınırı 1921 tarihli Türk-Fransız Antlaşmasıyla,
Türk-Yunan sınırı 1922 tarihli Mudanya Ateşkes Antlaşmasıyla,
Türk-İran sınırı 1639 tarihli Kasr-ı Şirin Antlaşması esas alınarak,
Türk-Bulgar sınırı 1913 tarihli İstanbul Antlaşması esas alınarak
zaten belirlenmişti.
Müzakere edilen;
Türk-Irak sınırı kapsamında Musul ve Kerkük İngiltere’ye,
Gökçeada, Bozcaada ve Tavşan Adası özerk bir statü ile Türkiye'ye,
Sair tüm adalar ise Yunanistan'a bırakıldı.
12 Ada yine İtalya'da kaldı.
Hatay’ın elde edilmesi ise 1939’da yapılan referandumun ile ancak mümkün olabildi.
Kıbrıs; taşı, toprağı ve hatta tüm ahalisi ile İngiltere’ye terk edildi.
Bütün Ortadoğu, Afrika ve Balkanlardan feragat gösterildi.
Boğazlar; oldukça olumsuz ilk antlaşmadan sonra, bütünüyle tasarrufumuza geçmese de, dönemin siyasi şartları gereği, Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile ancak daha olumlu bir şekle sokulabildi.
Yunanistan’ın ödemesi gereken savaş tazminatı, ödeyemeyeceği varsayımı neticesi, Karaağaç ve çevresinin Türkiye’ye verilmesi şeklinde çözümlendi.
Yunanistan’a karşı böyle bir kolaylık sağlanırken Osmanlı Devleti'nden kalan borçların ise Türkiye tarafından ödenmesi istendi ve 1954’teki son taksiti son kuruşuna kadar da tahsil edildi.
1914’te teşebbüs ettiğimiz ancak müttefikimiz Almanya’nın itirazı neticesi kaldıramadığımız kapitülasyonları Lozan’da ancak Batı hukukuna geçme garantisi vermek suretiyle kaldırabildik.
Saltanat ve Hilafeti kaldırabildikse de Patrikhane’ye fazlaca müdahale edemedik. Siyasi faaliyette bulunmaması şartıyla İstanbul’un dini merkez olarak kalmasını kabul ettik.
Millî Mücadele yıllarında şer yuvası ve cephane mahzeni olarak varlıkları ve işgalcilerin yanında yer aldıklarını bildiğimiz halde yabancı okulları tümü ile kapatamadık, sadece sayılarını azaltabildik. MEB’a bağlı ve kurallarına uygun hareket etmesi şartını getirdikse de ilgili devletler ile yaptığımız ikili anlaşmalarla bu okullara bir nevi özerklik verdik.
Lozan’da yapılan müzakereler Musul, Kerkük, Kapitülasyonlar ve Boğazlar meselesi konularındaki anlaşmazlıklar nedeni ile kesintiye uğramasına rağmen bu konuların hiçbirisinde tam bir başarı sergileyemedik. Musul ve Kerkük Irak’ta (İngiltere’de) kaldı. Kapitülasyonların lağvı karşılığı hukuk düzeninin değişimi şeklinde ciddi ödünler verdik. Boğazları ise tam olarak tasarrufumuz altına alamadık.
Lozan’da yapılan görüşmeler Ankara’da başarılı ve sevindirici haberler bekleyen vekilleri memnun etmedi.
Müzakerelerin kesintiye uğraması üzerine İsmet İnönü Ankara’ya döndü. Hükümete bilgi vererek yeni talimat talebinde bulundu. Konu Büyük Millet Meclisi’nde görüşülürken sert tartışmalara neden oldu. Milletvekillerinden bazıları İsmet Paşa ve heyetini Misak-ı Milli’ye uymamak, hatta ona ihanet ettiği şeklinde suçlamalarda bulunmaya sevk etti. Dört gün süren bu yöndeki tartışmalar, Mustafa Kemal araya girip Lozan heyetinin meclise karşı değil hükümete karşı sorumlu bulunduğunu belirtmesi neticesi ancak son buldu.
Lozan müzakereleri nihayet 17 Temmuz’da tamamlandı. Fakat heyetlerin kendi hükümetlerinden gereken yetkiyi almaları için antlaşmanın 24 Temmuz’da imzalanması kararlaştırıldı.
İsmet İnönü de hükümetten izin istedi fakat istediği izne uzun süre karşılık verilmedi. Dolayısıyla cevap için Mustafa Kemal’e müracaat etti. Ancak onun, Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanı ve başkumandan olarak, verdiği yetki neticesi İsmet Paşa 24 Temmuz 1923’te Lozan Üniversitesi Salonu’nda düzenlenen törende antlaşmayı imzalayabildi.
Millî Mücadele’nin siyasî hedeflerini gösteren Misak-ı Milli hükümlerinin sınırlı bir surette gerçekleştiği, “Türkler’i Avrupa’dan atmak” şeklinde özetlenebilecek olan Avrupa’nın yüzyılı aşkın bir zamandır devam ettirdiği siyasetinin gerçekleşme imkanı kazandığı Lozan Antlaşması’nın Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde kabulü, Musul sorununun çözümlenmemiş olması, 12 Adanın elde edilemeyişi ve Yunanistan’ın ödemesi gereken savaş tazminatı bakımlarından yetersiz olduğu eleştirinin gölgesinde, 23 Ağustos 1923’te, 14’e karşı 213 oyla kabul edildi.
Lozan Antlaşması’nın nihai hedefi; Osmanlı İmparatorluğu ve Müttefik Devletler Fransa Cumhuriyeti, İngiltere Krallığı, İtalya Krallığı, Japonya İmparatorluğu, Yunanistan Krallığı ve Romanya Krallığı arasında, Birinci Dünya Savaşı'nın başından bu yana devam eden anlaşmazlıkları çözüme kavuşturmaktı.
Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu'ndan geriye kalan tüm haklarından feragat etmesi karşılığında modern Türkiye Cumhuriyeti'nin sınırları tanımlanmış ve egemenliğini tanınmış olsa da taraflar arasındaki mevcut anlaşmazlıklar bütünüyle son bulmadı. Sonraki zamanlarda İtalyan irridentizmi ve Yunan yayılmacılığı bir tehdit unsuru olarak mevcudiyetini sürdürdü.
Lozan Antlaşması’nın akabinde ise, Lozan’da atılan imzalar ve vaat edilen sözler gereği, dahilde bir dizi inkılaplara girişildi. Zira Cumhuriyeti kuran kadrolar için icrası lazım gelen inkılaplar en az Lozan Antlaşması kadar önemliydi.
.
Dünkü ve bugünkü Yunanistan
Prof. Dr. Metin Hülagü
Yunanistan’ın günümüzde Türkiye’ye karşı izlemekte olduğu politika dün Osmanlı'ya yönelik izlemiş olduğu politikadan hiç de farklı değildir. Diğer taraftan Avrupa’nın Yunanistan’a karşı on dokuzuncu yüzyıl başındaki “şımartılmış gözde” yaklaşımı da, aynen olmasa da, büyük ölçüde bugün de devam etmektedir.
Geçen asırda dönemin Yunan Bakanı Kumondros: “Avrupa, Berlin Anlaşması gereğince Osmanlı'ya savaş açıp topraklarımızı bize geri vermelidir” diyordu.
Kumondros ayrıca; “eğer Yunanistan tek başına Türkiye'nin karşısında bırakılır ve yenilirse genel bir Avrupa savaşı çıkarsa Yunanistan savaş ilanına hazır ve çekinmiyor”, diye belirtmekteydi.
Yunan Başbakanı Deliyannis ise: “İstediğimiz sınırları elde etmedikçe silahlanmaktan vazgeçmeyiz. Tek başımıza Türkiye'ye saldıracak kadar deli değiliz ama, gerektiği sürece savaş düzeninde kalabiliriz ve daha uygun şartlarda eyleme geçmek için fırsat bekleriz”, tarzında beyanlarda bulunmaktaydı.
Yunanistan bugün olduğu gibi dün de siyasileri vasıtasıyla Türkiye’yi tahrik etmekteydi, sınırda savaşa sebebiyet verecek hareketler sergilemekteydi. Bu yöndeki davranışlarını hemen her hafta icra etmekten de geri durmamaktaydı.
Bugün olduğu gibi Yunanistan siyasileri dün de; “Türkiye ile ilişkilerimiz iyi ama dostane değil” açıklamalarında bulunmakta, savaş şantajı ve Avrupa’nın da siyasi desteği ile her fırsatta Türkiye’den toprak kapmaya çalışmaktaydı.
Bugün olduğu gibi dün de Avrupa devletleri aynı yaklaşım biçimi ile hareket etmişlerdi. Görünürde Yunanistan’ın söz konusu söylem ve eylemlerinden rahatsızlık duyduklarını belirtmişlerse de Yunanistan’ı o noktaya sevk edenin kendileri olduğunu da saklamamışlardı.
Esasen Avrupa devletleri bugün olduğu gibi dün de Türkiye ile Yunanistan arasındaki anlaşmazlıklardan yararlanmakta ve dolayısıyla da uzlaşmayı imkânsız kılacak adımlar atmaktaydı.
Avrupa devletleri ihtilafları çözümlemek bir tarafa Yunan komitelerine silah ve para yardımı sağlamaktaydı. Avrupa’nın genel politikası Türkiye topraklarını savaşsız bir surette adım adım Yunanistan lehine kazanmaktı. Diğer bir ifade ile Türkiye gönül rızası ile giyotine gitmeyi kabul etmeliydi. Türkiye’nin Yunanistan’a biraz toprak vermesi çok da önemli bir şey değildi, böyle bir durumda Türkiye onurunu kaybetmezdi. Aksi halde Yunanistan macera arayacaktı.
Yunanistan’ın macera arayışlarını İtalya’da başbakanlık da yapmış olan “Crispi” gibilerin “Türk’ün Avrupa’daki varlığını insan haklarına sürekli bir hakaret” olarak değerlendirmeleri daha da artırmaktaydı. Crispi’ye göre Türkler dört buçuk asırda ne Avrupalılaşabilmişlerdi ne de gaddar bir şekilde üzerlerinde hakimiyetlerini sürdürdükleri ulusları bir potada eritebilmişlerdi. En iyi çözüm merkezi İstanbul olacak bir Balkan Federasyonu kurulmasıydı.
Liderliğini Henri Rochefort’un çektiği 36 Fransız gazetesi ise Yunan halkına Fransız ulusunun içtenlikli sempatilerini ve fiili desteğini ulaştırmakla kendilerini yükümlü sayıyordu. Rochefort, kaleme aldığı bir yazısında; “yegâne amacımız, uygarlık adına Fransız bayrağını, barbarlığa karşı Türk bayrağının karşısına dikmektir” diyor ve Fransız gönüllüleri Yunan ordusuna katılmaya çağırıyordu.
Yunanistan’ın geçen sırda izlemiş olduğu politika esasen bir Bulgar fıkrasında oldukça güzel bir şekilde özetlenmişti:
"Yunanlı bir gün “Allah Baba”nın karşısına çıkıp kendisine “kuvvet”i ödül olarak vermesini ister. Allah; “zavallı Yunancığım geç kaldın, ödülleri dağıttım, ortada özel bir şey kalmadı. Gücü Türklere, çalışkanlığı Bulgarlara, hesap bilirliği Yahudilere, altüst etmeyi Fransızlara, çılgınlığı da İngilizlere verdim”, der.
Bu cevaba Yunanlı çok kızar ve “tam bir entrikanın kurbanı olduk” diye belirtir.
Allah da; “madem ki bir ödül almakta ısrar ediyorsun, sana da ne zaman istersen entrika yapma yeteneğini veriyorum” diyerek onu dünyaya salıverir.
Bu yargı esasen bir fıkra kapsamında dile getirilmiş olsa da bütünüyle de asılsız değildi. Ya da sadece ve münhasıran Balkan milletlerinin görüşünü yansıtmamaktaydı. On dokuzuncu asırda bütün Batı dillerinin sözlüklerinde Yunanlı (Grec, Greek) sözcüğü “hilekâr, kumarbaz, entrikacı” anlamına kullanılmaktaydı. Pek tabii ki bütün Yunanlıları bu suretle damgalamak yanlıştır. Ancak Osmanlı’dan kopup küçük verimsiz bir toprağa sığınmanın sonucunda genç nüfus Avrupa ve Amerika’da para kazanmak için her yola başvurunca böyle bir damgadan da kurtulamamıştı.
.
Sarıca Ragıb, Nam-ı Diğer Robert Paşa
Prof. Dr. Metin Hülagü yazdı...
Koca Ragıp Paşa 1699’da, meşum Karlofça antlaşmasının imzalandığı yıl İstanbul’da dünyaya geldi. Osmanlı tarihindeki önemli devlet adamlarından birisidir.
Ragıp Paşa, valilik, diplomasi ve sadrazamlık görevlerinde bulundu. O aynı zamanda Şeyh Galip’ten sonra önemli bir şair, bir dizi kitap kaleme almış bir kütüphaneci ve çevirmendi. Asıl ismi Mehmet Ragıp olsa da Koca Ragıp Paşa adı ile ünlendi. 1763’te vefat edince Laleli’de yaptırdığı kendi adını taşıyan kütüphanenin bahçesine gömüldü.
Yakın dönem Osmanlı tarihinde bir başka Ragıp Paşa daha vardı. Sarıca Ragıb yahut Nam-ı diğer Robert Paşa.
Tam adı Mehmed Ragıb’tı.
Mekteb-i Mülkiye’den 1879 yılında pekiyi derece ile mezun olduktan sonra Mabeyn Kâtipliğine atanmıştı. Midhat Paşanın Yıldız Mahkemesi’nde yargılanmasında da görev almıştı.
Robert (Mehmed Ragıb) Paşa yüksek düzeydeki devlet görevlilerinin atanmalarında etkin bir rol oynamış, Saray’dan kaynaklanan nüfuzunu kullanarak görevinin dışında ticaret ve madencilik işleriyle de uğraşmış ve büyük servetler elde etmişti. İstanbul’daki İngiliz topluluğu ile yakın ticari ilişkileri olmuştu. Mehmed Ragıb Paşanın kendisine ait bir rakı fabrikasından başka imparatorluğun çeşitli yerlerinde ve İstanbul’da Beyoğlu’nda birçok hanı da mevcuttu.
Sultan Abdülhamid’in mabeyincisi bu uyanık paşa 1800’lerin sonlarında Beyoğlu İstiklal Caddesi’nde hatırı sayılır binalar diktirilmişti. Paşa gayrimenkule yatırım yapmış, Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü kıtaların adlarını verdiği Anadolu Pasajı, Rumeli Pasajı, Afrika Pasajı isimli iş hanları inşa ettirmişti.
Rivayet o ki; Sultan Abdülhamid 1908 siyasi gelişmeleri neticesi tahttan indirilmemiş olsaydı bu iş bilir Sarıca Ragıb Paşa beş kıtadan geriye kalanlarını da, ismen de olsa, Beyoğlu’na taşıyacaktı.
Sarıca Ragıb yahut nam-ı diğer Robert Paşa 1906’da Anadolu yakasında Caddebostan Cemil Topuzlu Caddesi’nde bugünlerde 449 milyon lira ile satışa çıkarılmış olan bir de oldukça muhteşem bir köşk inşa ettirmişti.
Abdülhamid pek tabii ki kendi hizmetinde bulunmakla birlikte muayyen ülke ve şirketlerle ilişki içerisinde olanların bu münasebetlerini kendi amaçları için manipülatif bir surette kullanabileceklerinin farkındaydı. Bu anlamda Alman Krupp Şirketi Müdürü Carl Menshausen’in belirttiğine göre Abdülhamid, hususi kâtibi Ragıb’ın Almanya lehine neler yaptıklarını biliyordu. Yine Menshausen’ın belirttiğine göre; Sultan Abdülhamid, Saray’da grup içindeki takma adı Robert olan mabeyincisi Sarıca Ragıb Beye (sonradan paşa olur), etrafındaki herkesin Fransızlar adına çalıştığını, sadece kendisinin Alman çıkarları için çaba sarf ettiğini söylemişti. Robert (Ragıb Bey) ise hiçbir renk vermeden ve büyük bir beceriyle Abdülhamid’e, Almanya için değil, her zaman Türkiye için çalıştığı beyanında bulunmuştu.
Eğer Ray Stannard Baker’ın verdiği bilgi doğruysa, bir görevli atandığında, Hafiye Teşkilatı’nın çalışma sistemi gereği, bir casus da onu izlemek için görevlendirilirdi. Şayet yer veya kişi özel bir hususiyete sahipse ikinci bir casus daha görevlendirilirdi. Görevlendirilmiş olan hafiyenin tutumunu rapor etmek üzere belki de üçüncü ve belki de dördüncü bir hafiye daha görevlendirmek gerekebilirdi. Böyle bir sistemle çalışan Hafiye Teşkilatı’nın elinden insanın kurtulması yahut ne yaptıklarının, kiminle ne temas içerisinde olduklarının bilinmemesi için bir neden yoktu.
1908’de hareketinin gerçekleşmesi sonrasında İttihatçılar İstanbul’da kendileri için düşman yahut zararlı veyahut muhalif gördükleri hemen herkesi takibata alınma süreci başlatmıştı. Dolayısıyla toplumu endişeye ve Hamidiye Devri siyasilerini kaçıp canını kurtarma arayışına sevk eden ciddi bir tutuklama, hapsetme ve idam kararı ile cezalandırma süreci yaşanmıştı. Bir dizi görevden alınmalar ve alınanların yerlerine İttihatçı safta yer alan isimlerin atanması söz konusuydu.
Bu süreç zarfında İttihatçılara hakikaten karşı olan veya İttihatçıların kendisine hedef kıldığı saray çevresi veya siyasi bir kısım isimler çareyi yurt dışına kaçmakta veya bir yerlere saklanmakta bulmuşlardı. Özellikle saray çevresinde bulunan ve Sultan Abdülhamid’in maiyeti arasında yer alan isimleri ölüm korkusu sarmıştı. Bazı eski hafiyelerin Yıldız Sarayı’na girişleri yasaklanırken özellikli isimler aranmaya ve tutuklanmaya başlanmıştı.
1908 siyasi gelişmeleri neticesi eski rejimin eski yöneticileri durumuna düşen Çerkez Mehmed Mudanya’da yakayı ele vermiş, Necib Melhame Paşa ise evinde hapsedilmişti. Maden ve Orman Nazırı Selim Melhame İtalyan elçiliğine ait bir vapura binerek elçiliğe iltica etmişti. Askeri Okullar Müfettişi Zeki Paşa da görevinden uzaklaştırılmış ve takibata uğrayıp tutuklananlar arasında yer almıştı. Yine Askeri Mektepler Müfettişi İsmail Paşa ile Saray yaverlerinden İsmail Mahir Paşa, Tophane-i Âmire Müşiri Zeki Paşa, Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa, Bahriyeden sorumlu Hasan Rami Paşa, İstanbul Belediye Başkanı Reşid Paşa tutuklananlar arasındaydı.
Kaçmayıp geride kalan bendegan üyeleri ise ya görevden alınmıştı veya rencide edici muameleye maruz kalmışlardı.
Yıldız’da sarayda görevli olup Abdülhamid’in yanı başında bulunan ancak hatırı sayılır serveti ve kötüye çıkmış adı ile bilinen mabeynci Mehmed Ragıb Paşa da tutuklanmaktan kurtulamamıştı. Fakat Ragıb Paşanın ele geçirilmesi öyle kolay olmamış, köşküne barikat kurmuş, İttihatçılara ancak çetin bir direnişten sonra teslim olmuştu.
Ragıb Paşa tutuklandıktan sonra da elindeki serveti korumakta ısrarlı davranmıştı.
Ver Kurtul politikası İttihatçıların 1908 siyasi gelişmeleri sonrası tatbike koydukları bir uygulamaydı. Bu politikaya uyup tutukluluktan kurtulanlar olmuşsa da Ragıb Paşa Öde Kurtul yahut Ver Kurtul politikasından uzlaşmaya varılamadığından yararlanamamıştı.
1909’da, Gazi Ahmed Muhtar Paşa idaresinin tavsiyesi üzerine, eski idarenin adamlarının, cezaya maruz kalmışların yahut cezadan kurtulmak için yurtdışına kaçanların serbest kalmalarını sağlayan bir af kanunu çıkarılması Ragıb Paşa için şahsi hürriyeti kadar hususi mülkiyet açsından da büyük bir kurtuluş oldu.
Harbiye Nazırı Rıza Paşa, Tophane müşiri Zeki Paşa, Paris büyükelçisi Münir Paşa, Stockholm sefiri ve Paris’te haftalık olarak Meşveret’i yayınlayan Şerif Paşa, Hicaz valisi Ratıb Paşa, teşrifatçı Ragıb Paşa ve Faik Bey, Sultan Abdülhamid’in muhafız alayı şefi Tahir Paşa, Amiral Said Paşa, istihbarat teşkilatı üyesi Kadri Bey, Rıza Efendi ve Garnik Efendi, eski kabine üyeleri Memduh Paşa, Selim Melhame Paşa ve Hasan Rami Paşa affa nail olanlar arasında yer aldı.
Çıkarılan af, muayyen sayıdaki eski rejim muhaliflerinin, eski rejimi yıkanların, eski rejim mensuplarının cezalandırmaları için türlü türlü nümayişte bulunanların itirazlarına rağmen, kamuoyu tarafından genel kabul gördü.
Genel kabulün oluşmasında, adı geçen isimlerin yeni idarenin hışmına uğrayarak sağlıklarını kaybetmiş, halet-i ruhiyeleri alt üst olmuş ve serveti ellerinden alınmış olmalarının büyük etkisi oldu. Ayrıca söz konusu isimlerin eski rejimi ihya etmek gibi bir temayülleri de artık yoktu. Belki de en önemlisi adı geçenler ve diğerlerinin daha fazla mağdur edilmelerinin hukuki bir dayanağı da yoktu. Sürgün edilmeleri anayasaya bütünüyle aykırıydı. Ne hâkim önüne çıkarılmışlardı ne de hukuki bir işleme muhatap kılınmışlardı. Yapılmış olan uygulama tam anlamıyla, müstebit diye suçlayıp istibdat diye niteledikleri Sultan Abdülhamid ve idaresi uygulamalarından daha şedit bir zorbalıktı. Hal böyle olsa da Ragıb ve emsali paşalar rencide edilmiş olsalar da servetlerini muhafaza edebilmişlerdi.
Bir jargonun asılsızlığı: YASAK KELİMELER
Prof. Dr. Metin Hülagü
Hamidiye İdaresi’ne atfedilen menfi suretteki hususlardan birisi de Abdülhamid’in bazı kelimelerin kullanımına yasak getirdiğidir.
Batı basınına göre Abdülhamid'in korkaklığı en küçük ayrıntılarda bile kendisini göstermekteydi. Abdülhamid, her türlü özgürlüğü yok etmek, basını susturmak ve sahte gösteriler yapmakla yetinmemiş, huzursuz zihnini yatıştırmak için çocuksu olduğu kadar oldukça katı suretteki bir yasa ihdasında da bulunmuştu. Bu suretle, halkı tarafından iktidarına karşı herhangi bir ayaklanma fikrinin oluşum veya teşebbüsünü bertaraf etmek istemişti.
Geçen asırda Batı basınında ve dolayısıyla da oradan intikal ile bizde bir kısım çevrelerin kaleminde Hamidiye Dönemi’nde yazılıp çizilmesi ve hatta yerine göre zikredilmesi sakıncalı görülmüş olduğu iddia edilen kelimelerden bir kısmının; özgürlük, vatan, vatanseverlik, Kanun-ı Esasî, Mithat ve Yıldız, dinamit, komplo, teşebbüs, patlayıcı, bomba, anayasa, devrim, liberal parti, Ermenistan, Cumhuriyet, reform, Girit ve özerklik olduğu belirtilmiştir.
Ancak yasak kelimeler listesi ve bu kelimelerin kullanımlarına karşı Abdülhamid’in ne denli tepkisel davrandığı konusunda yazılıp çizilenler o kadar fazla abartılmıştır ki basın dünyasında oldukça muteber sayılan The Manchester Guardian gazetesi dahi Abdülhamid’i kelimeler üzerinden vurma konusunda sayfalarında akla izana sığmayacak yazılara yer verebilmiştir.
Guardian, 5 Ocak 1897 tarihli sayısında, A Man Haunted By Fear (Korkularının Tutsağı Olmuş Biri) başlıklı makalede Abdülhamid ile ilgili şu beyanda bulunabilmiştir:
Dinamit kelimesi telaffuz edildiğinde Abdülhamid firar etti ve o günden sonra İstanbul'a bir daha geri dönmedi, çünkü zihninde İstanbul ve dinamit kelimeleri bütünleşmiş durumdadır. Öyle ki bu durumdan ötürü o, elektrik, dinamo vasıtasıyla üretildiği için şehirde elektrik kullanımını dahi yasakladı.
The Times gazetesinin 6 Eylül 1901 tarihli nüshasında Halil Halid’in Ottoman Nationalism (Osmanlı Milliyetçiliği) başlığı ile yer alan yazısında, Osmanlı Milliyetçiliği şeklindeki yeni politikanın Abdülhamid ve müşavirleri tarafından geliştirilip beslenen bir durum arz etmediği, bilakis Abdülhamid idaresi altında milliyetçi hareketlerin öldürülmeye çalışıldığı, genç neslin bu yöndeki faaliyetlerine katiyetle ket vurulduğu, daha da önemlisi, millet ve vatan kelimelerinin yazılarda yer alması mümkün olmadığından bu kelimeler yerine imparatorluk tebaası ve imparatorluk toprakları yazımına yer verildiğini belirtmiştir.
Bu doğrultuda yabancı basında yer alan iddialardan bir diğeri de Abdülhamid’in kendisi dışındaki hükümdarların majesteleri şeklindeki bir tanımlama ile yazılıp anılmalarına müsaade etmemiş olduğudur.
Chryssaphides ve Lara örneğinde olduğu gibi bazı yazarların iddialarına ve yazdıklarına inanılacak olursa Abdülhamid, Kral, Majesteleri ve Haşmetmaab hitaplarının kimler için söz konusu edilip edilmeyeceğine dahi müdahale etmişti.
Bir Kral’dan söz edilecek ya da bir kralın adı yazılacak ise ondan Dük veya Markiz diye söz edilmesi istenmişti. Majesteleri ve Haşmetmaab hitabı da Ekselansları ve Efendim derecesine indirgenerek kullanılacaktı.
Batı basınının iddiasına bakılacak olursa Osmanlı basınında yabancı bir hükümdara, prense ve hatta bakana yönelik saldırılardan söz etmek katiyetle yasaklanmıştı. Dolayısıyla da tebaasından yabancı gazete okumayanlar için Çar İkinci Alexander, Carnot, Kral Humbert, İmparatoriçe Elizabeth, Kral Carlos, McKinley, Stambulof, bu isimlerin hepsi ya eceliyle ya da bir araba kazası sonucu ölmüşlerdi.
Yasak kelimeler olduğunu ileri sürenlere göre Abdülhamid idaresinde sahne sansürü de en az basın sansürü kadar katı bir surette tatbik edilmekteydi. Kral ve hükümdarların ölümünü konu edinen ve suikast sahnelerine yer veren sahne sanatlarına uygulanan sansür, basına uygulanan sansür kadar katı bir suretteydi.
Hamlet başta olmak üzere komplo ve suikastları konu edinen daha birçok drama ve operanın seyrine de yasak getirilmişti.
Chryssaphides ve Lara tarafından kaleme alınıp Fortnightly’de neşredilmiş bulunan The Last Sultan of Turkey (Son Türk Sultanı) başlıklı makaleye göre Abdülhamid’in attığı her adım, aldığı her nefes, içtiği her yudum su, her hareketi, her anı velhasıl bütün yaşamı korku, telaş, endişe, cinayet ve tabii ki yasaklar üzerine kurulmuştu. Bu anlamda ilgili makaleye göre:
Patlayıcıların imalatına doğrudan veya uzaktan giren tüm maddeler, hatta kokain bile yasaktı! Zavallı diş hekimleri onu elde etmek için dolambaçlı yollar kullanmak zorunda kalmışlardı. Farmasötik ürünlerin büyük bir kısmı, patlayıcı üretmek için çıkarılabilecek maddeler içerebilecekleri korkusuyla gümrükte ciddi bir analize tabi tutulmuştu. Aynı şekilde, tüm saatler, cehennem makinelerinin yapımına hizmet edip edemeyeceklerini görmek için dikkatle incelenmekteydi.
Abdülhamid idaresinde bir kısım kelimelerin kullanımlarının yasaklandığı ve hatta mevcudiyetlerine lügatlerde dahi müsaade edilmediği yönündeki iddiaların Türkiye’de daha ziyade 1920 sonrası yıllarda büyük bir yaygınlık ve yoğunluk kazandığını unutmamak gerekir. Dolayısıyla da gerek Halide Edib tarafından gerekse yasak kelimelerin bir listesini eserinde vermiş bulunan Süleyman Kâni İrtem’in yasak kelimeler söylemini oldukça temkinli karşılamak gerekir.
Halide Edib Amerikan Kız Lisesi’nde Abdülhamid’in getirdiği yasağa uymadığı için eğitimine bir süre ara vermek zorunda kalmış bir isimdir. Süleyman Kâni İrtem ise, çağdaşı bir kısım yazarlar gibi, kaleme aldığı kitaplarında bütünüyle Abdülhamid muhalifi bir üslubu benimsemiş ve Batılı yazarlar ile basında yer alan yakıştırmaların etkisinde kalmış olmasından ötürü inandırıcı ve hakkaniyetli olmaktan oldukça uzaktır.
Halide Edib ve Süleyman Kâni İrtem Hamidiye İdaresi’ne ait yasak kelimelerden söz etmiş olsalar da Orhan Koloğlu sözü edilen cinsten kelimelerin yasaklanmaları bir tarafa, bilakis dönemin resmî gazetesi olan Takvim-i Vak’ayi’de ve daha başka resmi yayın organlarında sıklıkla kullanılmış olduklarını belirtmiştir.
.
Abdülhamid’in Monarklarla rekabeti
Prof. Dr. Metin Hülagü
Abdülhamid’in imajına sürülen lekeleri gidermek ve kendisini bütünüyle kusur ve noksanlıklardan arınmış biri olarak Avrupa hükümdarlarına mevki itibarıyla da denk görme çabası dikkat çekicidir. Hamidiye Dönemi esasen bu anlamda üzerinde müstakil olarak durulmaya değer bir araştırma alanıdır. İktidarda bulunduğu yıllarda doğum günleri ve tahta geçiş yıl dönümleri büyük bir hazırlık ve mutantan bir hava içerisinde ve günlere sâri bir surette kutlanmıştır. Bu kutlamaların temel muhatabı ise dâhilde, Müslüman veya değil, kendi tebaasına karşı şahsını saygın, merkezi idaresini ise meşru kılmaya matuf olmasının haricinde Batı’ya karşı da hükümdarlığının önemi ve mevkii itibarıyla kendileri ile eşdeğerliliğine ilaveten idaresinin de muntazam ve meşruiyetine dair resmi ve hatta toplumsal bir surette bir meydan okuma anlamı yüklü olmuştur.
Doğumu ve saltanata geçiş yıldönümleri kutlamaları arasında muhakkak ki en dikkat çekeni onun yirmi beşinci cülus yıldönümü olmuştur. Yirmi beşinci cülus yıldönümü kutlamaları onun öteden beri izlemekte olduğu Avrupa kraliyet protokolüne dâhil olma yönündeki çabalarında ne denli başarılı olduğunu göstermesi bakımından önemlidir.
Aleyhindeki onca baskı, karalama propagandaları ve hatta hayvan derekesine indirgenerek canavar ve eli kanlı katil suretindeki ithamlara rağmen o, çeyrek asır tahtta kalmayı başardığı gibi kendisi yerip küçümseyenleri yirmi beşinci cülus yıldönümü vesilesi ile şahsını kutlamaya mecbur bırakmıştır. Osmanlı Bankası müdürlerinden Louis Rambert’in beyanıyla:
Tüm devletler özel elçilerini gönderdi, Rusya ve İngiltere en değerli amirallerini, Fransız Cumhuriyeti bir süvari generalini, İtalya bir başka amiral, Almanya ünlü bir kişiyi… Eski uyruklara gelince, onlar eski sadakatlerine dönmek üzere. (...) Bulgaristan tüm kabinesini gönderdi…
Çok sayıda yabancı delegasyonun Abdülhamid’e tebriklerini sunmaya gelmiş olmalarını gözlemlemiş bulunan Louis Rambert ayrıca:
Birkaç yıl öncesinin Kızıl Sultan'ı tüm Avrupa'yı ayağına getirdiği için böbürlenebilir
şeklinde oldukça gerçekçi bir yorumda bulunmuştur.
Hakikaten de Abdülhamid, aleyhinde yazılıp çizilenlere ve siyasiler tarafından şahsına dair yapılan olumsuz beyanlara rağmen, kendisini Avrupa hükümdarlarından aşağı görmemiş, bilakis monarklar arası protokolün bir parçası olma yolunda hususi bir gayret göstermiştir.
Abdülhamid’in bu yöndeki çabaları boşa da gitmemiş, adı, Kraliçe Victoria'nın protokol listesine dahil edilmiştir. Öyle ki; Kraliçe Victoria 25 Ocak 1892'de Abdülhamid’e göndermiş olduğu:
Ulu Tanrı pek sevdiğim torunumuz Majesteleri Prens Albert Victor'ı bu dünyadan yanına çağırdı
ifadelerin yer aldığı elem dolu mektubunda kendisine:
Aziz Biraderim Türkiye Sultanına
diye hitap etmiştir.
Abdülhamid ise bir taraftan İngiltere Kraliçesi Victoria'nın tahta çıkışının ellinci ve altmışıncı yıl kutlama jübilelerine temsilci göndermekten geri kalmazken diğer taraftan kendi saltanat yıldönümlerinin, özellikle de yirmi beşinci saltanat sene-i devriyesinin, Avrupa hükümdarlarının icra ettiği kutlamalardan hiçbir surette geri kalmayacak şekilde organize edilmesini sağlamıştır.
Abdülhamid’in Avrupa hükümdarları ile aynı statüde olduğu yönündeki uygulamaları sadece söz konusu sene-i devriye kutlamaları ile sınırlı kalmamıştır. Avrupa hükümdarları gibi o da, pek kullanmamış olsa da, Yıldız Sarayı’nda kütüphane yaptırmış, tiyatro inşa ettirmiş, dönemin en meşhur müzisyen ve sanatçılarını misafir etmiş, opera dinlemiş, batı musiki aletlerinden bir kaçını ileri derecede çalabilme becerisi elde etmiş, kendisi için hususi yat edinmiş, vagon imal edilmesini sağlamış ve Avrupa’nın en gözde mağazalarından şahsi ihtiyaçları için alışveriş yapmıştır.
Prens Albert'ten Almanya'daki en sıradan bir prense varıncaya kadar Avrupa kraliyet ailelerinden çoğunun meylettiği hayvanat bahçesi tesisi ve en seçkin cinsten muhtelif hayvanlar tedariki şeklindeki akıma Abdülhamid de iştirak etmiş, Avrupa saraylarındaki hayvanat bahçelerine benzer bir bahçeyi o da Yıldız ve İstanbul’un sair yerlerinde vücuda getirmiştir.
Onun Avrupa hükümdarları arasındaki geçerli olan söz konusu modaya “ben de varım” dercesine iştirak etmiş olmasını yabancı basın kendisine yakıştıramamış ve sayfalarında ancak istihza konusu şeklinde bahis konusu etmiştir.
Britanya İmparatorluğu’ndaki Long Live the Queen (Kraliçem çok yaşa!) sözüne mukabil Abdülhamid için de, aynı amaca hizmet etmek üzere tabiilerinin dilinde pelesenk hale gelmiş olması kadar hemen her yere işlenmiş bulunan, Padişahım çok yaşa! söylemine yer verilmiştir. Hatta adına ve dönemine nispeten Hamidiye Marşı adıyla bir marş dahi kaleme alınıp icra olunmuştur.
Abdülhamid, McKinley'in yeniden Amerika Birleşik Devletleri başkanı olarak seçilmesi üzerine ABD İstanbul Maslahatgüzarı Griscom, 17 Kasım'da Yıldız Sarayı’nda saray müzikaline katılmış, ardından onunla birlikte yemek yemiştir.
O ayrıca Griscom’dan, yeniden seçilmesiyle ilgili olarak Başkan McKinley'e en içten tebriklerini iletmesini ricasında bulunmuş ve seçim sonucunun kendisine en büyük zevki verdiğini belirtmiş, bu durumun Osmanlı Devleti ile ABD arasındaki mevcut üstün dostluk ilişkilerinin devamını temin ettiğini de ayrıca sözlerine eklemiştir.
Abdülhamid iyi gününde McKinley’i hatırladığı gibi onu kötü günlerinde hatırlamayı da ihmal etmemiştir.
ABD Başkanı McKinley’in yaşamına son vermek üzere yapılan girişimi kınayıp kendisine geçmiş olsun dileklerinde bulunan İtlaya Kralı Vittorio Emanuel, Peru Başkanı President Romana, President Plaza, Rusya yahut İran Şahı Muzaafferuddin gibi Abdülhamid de üzüntülerini ifade etmiş ve geçmiş olsun dileklerinde bulunmak üzere aşağıdaki mesajını McKinley’e göndermiştir:
YILDIZ, 7 Eylül.
Ekselanslarınızın bir kazaya maruz kaldığını yeni öğrendim. En içten üzüntülerimi ifade ederken biran evvel şifayab olunmasını temenni ederim.
ABDÜLHAMİD,
Türkiye Sultanı
Abdülhamid, maruz kaldığı bir kazadan ötürü aynı surette bir geçmiş olsun mesajı da 4 Eylül 1902’de Theodore Roosevelt’e gönderilmiştir.
Yıldız, 4 Eylül.
Ekselansları, Theodore Roosevelt, Birleşik Devletler Başkanı:
Başınıza gelen kazayı büyük bir üzüntüyle öğrendim. Neyse ki, ekselansları için ciddi bir sonuç olmadan kaza gerçekleşti. Bu nedenle size en derin tebriklerimi sunuyorum.
ABDÜLHAMİD
Abdülhamid, devlet başkanları, kral ve hükümdarlardan yaralanan yahut ölenlerin olması halinde bu durumu, insani ve vicdani ilginin ötesinde, monarşik hiyerarşi gereğince ABD Başkan McKinley'nin ölümü sonrasında ABD’ye de bir taziye mesajı göndermiş ve söz konusu telgrafında:
Bay McKinley'in trajik ölümünü heyecanla öğrendim. Olaydan derin bir üzüntü duyduğumu ifade etmek istiyorum
ifadelerine yer vermiştir.
.
Kıbrıs’ın tapusunu Abdülhamid döneminde değil Lozan’da kaybettik
Prof. Dr. Metin Hülagü
Sultan Abdülhamid ve Hamidiye Dönemi muhaliflerinin elleri ve dillerindeki temel jargonlardan birisi Abdülhamid’in Kıbrıs’ı İngiltere’ye sattığı şeklindedir. Söz konusu müzmin muhalifler hakikati görmek bir tarafa gerçeklerin ortaya çıkmasına fırsat vermemek adına kendi icatları bu asılsız jargona sıkı sıkıya hep bağlı kalmışlardır. İddia o ki; Abdülhamid Kıbrıs’ı İngilizlere peşkeş çekmiş ve satmıştır. Oysaki hakikat şu ki; Kıbrıs’ın İngiltere’nin mülkü haline gelmesi Lozan Antlaşması’nın marifetidir.
Konunun hikayesi kısaca şöyledir:
Osmanlı Devleti halk arasında 93 Harbi diye bilinen ve Rusya ile gerçekleşmiş olan 1877-1878 savaşından mağlûp çıkınca Rusya ile oldukça ağır şartlar içeren Ayastefanos barış antlaşmasını imzalamıştı.
Ancak imzalanan antlaşma maddeleri itibarıyla özellikle İngiltere’nin tepkisine yol açmış ve dolayısıyla da Berlin Kongresi’nin toplanması gündeme gelmişti.
Kıbrıs, Doğu Akdeniz’deki stratejik konumu dolayısıyla Uzak Doğu’daki sömürgelerini emniyet altında tutmak isteyen İngiltere için önem arz etmekteydi. Dolayısıyla da mağlup ve siyaseten yalnız kalmış Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu zafiyetten yararlanarak Kıbrıs’ı askerî üs olarak kullanılmak üzere kendisine bırakılmasını istemiş, karşılığında da Anadolu’ya yönelik muhtemel bir Rus istilâsına karşı Osmanlı Devleti ile savunma ittifakı yapacağı teminatında bulunmuştu.
Osmanlı hükümeti, askeri ve siyasi açıdan oldukça zor bir durumda bulunulduğundan, İngiltere’nin adaya yerleşmesine izin vermiş ve bu duruma dair yapılan anlaşma 4 Haziran 1878’de imza edilmişti.
Sadrazam Saffet Paşa ile İngiltere’nin İstanbul elçisi Henry Layard arasında 1 Temmuz 1878’de Kıbrıs’ın idaresi ve adaya asker yerleştirilmesiyle ilgili şartları açıklığa kavuşturan bir ek anlaşma daha imzalanmıştı.
Buna göre:
Şer‘î mahkemeler Müslüman halkın hukukî işlerine bakmayı sürdürecek,
Dinî vakıflara ait mallar İngiltere ve Osmanlı hükümetlerince tayin edilecek memur vasıtasıyla ortaklaşa yönetilecek,
İngiltere idarî masraflar çıktıktan sonra gelir fazlasını her yıl Osmanlı hükümetine ödeyecek,
Osmanlı hükümeti Kıbrıs’ta bulunan devlet ve padişaha ait malları serbestçe işletebilecekti.
Diğer bir ifade ile ada, idari ve askerî açıdan İngiltere’nin tasarrufuna bırakılmış olmakla birlikte statü açısından Osmanlı hakimiyetinde kalmaktaydı.
Sultan Abdülhamid 15 Temmuz 1878’de her iki antlaşmayı da onaylanmış, ancak onayladığı metnin üzerine kendisinin egemenlik hak ve yetkilerine hiçbir zarar gelmemesi şartını eklemeyi de gerekli görmüş ve bu şart ayrıca İngiltere adına Büyükelçi Henry Layard tarafından da kabul edilmişti.
Kıbrıs’ın kazandığı bu statü Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasına kadar devam etti.
Birinci Dünya Savaşı’nın başlaması ve Osmanlı Devleti’nin Almanya ile birlikte harbe iştiraki üzerine İngiltere 5 Kasım 1914’te Kıbrıs’ı resmen kendi topraklarına ilhak etti.
İngiltere’nin tek taraflı bir surette ilan etmiş olduğu ilhakın resmiyet kazanması ve Kıbrıs’ın bütünüyle elden çıkması ise Lozan görüşmeleri sırasında söz konusu oldu.
Lozan Antlaşması’nın 20. maddesi uyarınca Kıbrıs’ın İngiltere’ye ilhakı İsmet Paşa başkanlığındaki Türk müzakere heyetince kabul ve TBMM’ce de tasdik olundu.
Ancak antlaşma maddesi ile İngiltere’ye bırakılan sadece Kıbrıs adası değildi, bilakis adada yaşan Türk nüfusun tabiiyeti ile birlikte kaderi de İngiltere’nin insafına terk edilmişti.
Lozan sulh muahedenamesinin kabulüne dair kanunlar başlığı altında yer alan söz konusu ilhaka mahsus bilgiler aynen şöyledir:
Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ile Britanya İmparatorluğu, Fransa, İtalya, Japonya, Yunanistan ve Romanya Hükümetlerinin salahiyettar murahhasları arasında 1339 - 1923 senesi temmuzunun yirmi dördüncü günü Lozan'da akit ve imza olunan sulh muahedenamesiyle berveçhi-zir tadat olunan mukavelât ve senedat Türkiye Büyük Millet Meclisince kabul ve tasdik olunmuştur:
Madde — 20.
Türkiye, Britanya Hükümeti tarafından Kıbrıs'ın 5 teşrinisani 1914 de ilan olunan ilhakını tanıdığını beyan eder.
Madde — 21.
5 teşrinisani 1914 tarihinde Kıbrıs adasında mütemekkin olan Türk tebaası kanunu mahallinin tayin ettiği şerait dairesinde İngiltere tabiiyetini iktisap ve bu yüzden Türk tabiiyetini zayi edeceklerdir. Maahaza işbu Muahedenamenin mevkii meriyete vazından itibaren iki senelik bir müddet zarfında Türk tabiiyetini ihtiyar edebileceklerdir; bu takdirde hakkı hiyarlarını istimal ettikleri tarihi takip eden on iki ay zarfında Kıbrıs adasını terk etmeğe mecbur olacaklardır.
İşbu Muahedenamenin mevkii meriyete vazı tarihinde Kıbrıs adasında mütemekkin olup da kanunu mahallinin tayin ettiği şerait dairesinde vuku bulan müracaat üzerine tarihi mezkûrda İngiltere tabiiyetini ihraz etmiş veya etmek üzere bulunmuş olan Türk tebaası dahi bundan dolayı Türk tabiiyetini zayi edeceklerdir.
İngiltere hükümeti Lozan Antlaşması ile kendi topraklarına katmış olduğu Kıbrıs’ı 1925’te krallık tacına bağlı bir koloni statüsüne dönüştürdü. Kıbrıs, 19 Şubat 1959 tarihinde Londra’da Londra ile Zürih antlaşmaları imzalanıncaya kadar da öyle kaldı. Nihayet Londra ile Zürih antlaşmaları ile adadaki İngiliz idaresi sona erdi.
.
Korkaklık hiçbir zaman Osman Ailesi’nin vasfı olmadı
Prof. Dr. Metin Hülagü
Abdülhamid’in vehimli ve korkak olduğu bugünün Türkiye’sinde bazı yazar çizerler tarafından hala yazılıp çizilebilmektedir. Ancak Abdülhamid’in korkak olduğunu iddia ile bu konuyu kaleme alanların temel dayanağı, konuya dair sağlam bir bilgiye sahip olmaları yahut hakikate vakıf bulunmaları suretiyle değil, bilakis geçen asırda yabancı kaynakların iddia ve ithamlarını tekrar etmeleri yönüyledir. Bu noktada Türkiye’de günümüz yazarlarından bazılarının kendi zehaplarınca Abdülhamid için onun korkak olduğu şeklinde bir takdirleri vardır. Dolayısıyla da Abdülhamid’i korkak ve vehimli olarak görüp:
Öylesine vehimli ve korkaktı ki, padişahlık ettiği 33 yıl boyunca sarayından cuma namazları hariç hiç çıkmamış, İstanbul'un dışına bir gün olsun adımını atmamıştı
şeklinde fakat mesnetsiz bir surette suçlayabilmişlerdir.
Yabancı basın Abdülhamid’in korkak biri olduğunu iddia edip dillendirmiş olsa da bu iddialarını yine aynı basın kendi sayfalarında, belki de farkında olmadan, tekzip de etmiştir.
Topeka State Journal gazetesi, örneğin, 12 Aralık 1900 tarihli sayısında Yıldız Sarayı’nda sefirlere yahut şehre gelmiş bulunan hatırı sayılır şahsiyetlere verilen yemek ziyafetlerinden bahsederken, 10 Aralık 1900’de Pazartesi günü akşamı Yıldız Sarayı'nda verilen yemeğe sadece Amerikalıların davet edildiğini belirttiği haberinde, şu ifadelere yer vermiştir:
Abdülhamid, sadrazamla ABD maslahatgüzarı Bay Griscom'un arasına oturmuş ve kendisine alışılmadık surette bir samimiyet göstermişti. Onun Birleşik Devletler savaş gemisi Kentucky'den Yüzbaşı Colby M. Chester'a aşırı derecede dostça davranması, Kentucky'nin İzmir ziyaretinin herhangi bir rahatsızlık yaratmadığını gösterme arzusuna bağlanmıştı…
Türk toplumunun bazı fertleri bugün itibarıyla geçmişin basma kalıp ithamlarını esas almak suretiyle Abdülhamid’i üstesinden gelemediği korkulara sahip biri olarak tanımlamaya ve korkak olarak suçlamaya devam etse de daha bir yüzyıl öncesinde Kansas City Daily Journal gazetesi hakkaniyetli bir duruş sergilemiş ve The New York Herald gazetesinden yaptığı alıntılar ile Abdülhamid’e dair sayfalarında yer verdiği bir yazıda onun korkak olmadığını beyan ile ispata çalışmıştı.
Abdülhamid’in suikast endişesi içerisinde bir hayat yaşadığını ve dolayısıyla da her daim acısını hissettiği ölüm korkusu nedeniyle Yıldız Sarayı’ndan dışarı çıkmadığı çoklukla dile getirilmiş bulunsa da böyle bir yaklaşımın hakikat olduğunu kabul etmek mutlak surette yanlış olacaktır. Abdülhamid muhakkak ki suikastlara maruz kalmıştı ve kalması da kaçınılmazdı. Kendisine karşı düzenlenecek bir suikastın en ziyade başarılı olabileceği yer ise şüphesiz ki Cuma Selamlığıydı. Abdülhamid’in her Cuma günü düzenli bir surette katılmaya özen gösterdiği Cuma Selamlığı nitekim 1905’te kendisini öldürme teşebbüsüne sahne teşkil etmişti. Ancak o, korkak biri olduğu ve ölmekten ödü koptuğu şeklindeki iddiaların aksine, hadise sonrası büyük bir sükûnet içerisinde dizginlerini eline aldığı atlı arabasını bizzat kendisi kullanmak suretiyle saraya dönme yürekliliğini gösterdiği gibi sonraki haftalar, aylar ve yıllarda da Cuma Selamlığına katılmaktan geri kalmamıştır.
Esasen 1905 suikast girişimine rağmen onun Yıldız Hamidiye Camii’ndeki Cuma Selamlığı icrasını devam ettirmiş olması kişisel cesaretini göstermesi bakımından dikkate değer bir durumdur. Bu cesarete tanıklık edenlerden birinin ifadesiyle:
Moloz ve kan etrafa saçılınca genel bir panik çıktı. Padişah ellerini kaldırdı ve boğuk sesiyle bağırdı: "Telaş etmeyin!" Bundan sonra arabasına bindi, dizginleri aldı ve hep bir ağızdan ''Yaşa!" diye bağıran yabancı konukların önünden geçip gitti.
Abdülhamid, hakikaten de o gün tek başına atlarını mahmuzlayarak Saray’a geri dönmüştü. Ancak bu mecburi dönüşü, birçok tercihli geliş ve gidişler takip etmişti.
Abdülhamid’in uzun yıllar hizmetinde bulunmuş olan Amerika asıllı Bucknam Paşa 1913 yılında The New York Times gazetesinde yer alan bir açıklamasında Abdülhamid’e atfedilen korkunun gerçekliğine dair:
Hakikatlere hiçbir şey bu denli aykırı olamaz
diye belirttikten sonra beyanlarına şu suretle devam etmiştir:
Herkesin eski rejimin o büyük, gizemli figürü, Sultan Abdülhamid ile ilgilendiğini biliyorum… Muhtemelen modern tarihte hiç kimse kendisi hakkında bu kadar az doğruya ve o kadar çok yalana sahip olmamıştır. O, fiziksel bir enkaz ve karakter olarak bir korkak şeklinde resmedilmiştir. Hakikatlere hiçbir şey bu denli aykırı olamaz.
…
Tahtta bulunduğu tarihlerde etrafındakiler ona sürekli olarak hayatının tehlikede olduğu telkininde bulundu. Bu fikir bir saplantı haline getirilmişse de o korku duymaktan oldukça çok uzaktı. Onun korku içinde olmadığı birkaç yıl önce Cami’de patlatılan bomba karşısındaki tutumu ile aşikâr surette görülmüştür.
O törene ben de katılmıştım. Bomba, onun faytonuna yakın mesafede bulunan yedi kişiyi öldürdü. Duygularını hiçbir surette belli etmeyen bir çehre ile arabasına binmiş ve soğukkanlı bir sesle, arabanın ilerleyebilmesi için cesetlerin kaldırılmasını için emir vermiş ve kalabalıktaki heyecanı bastırmak için bandonun çalması emrini verdiğinde Abdülhamid dışında herkes korkudan afallamıştı. O, vahim bir sonla karşılaşacağına kesinlikle inanıyordu, ama bundan korkmuyordu…
Kansas City Daily Journal gazetesi The New York Herald gazetesinden alıntılandığı ve sayfalarında yer verdiği Abdülhamid’e dair bir yazıda onun korkak olmadığını, onun tarihi hadiseler karşısındaki duruşu ile örneklendirmek suretiyle, izaha çalışmıştır.
Gazetede yer alan ilgili yazı aynen şöyledir:
Abdülhamid'i alçak bir korkak olarak suçlamak bugünlerde moda. Korkaklık hiçbir zaman Osman Ailesi’nin vasfı olmadı. Bu nesil, kalıtsal olarak cesurdur ve Abdülhamid, hanedan soyuna ait olduğunu gösteren yeterli derecede cesaret kanıtları ortaya koymuştur. O, Osman Bey’in gerçek bir torunudu
.
Abdülhamid’e yapılan yüzyıllık bühtanlar
Prof. Dr. Metin Hülagü
The Fort Wayne Sentinel gazetesi 26 Şubat 1896 tarihli nüshasında Abdülhamid’den bahsederken diyordu ki:
Öldürülme korkusu o denli derindi ki bu nedenle sarayından dışarı adım atmadı.
Abdülhamid’in Yıldız’dan dışarı çıkmamış olmasını tenkit edenlerden birisi de Good Words gazetesi olmuştur.
Good Words’un belirttiğine göre:
Önceki padişahların hiçbirisi, Abdülhamid kadar şahsiyetini toplumdan bu kadar esirgememiştir.
Abdülaziz, halkıyla yakın temas içinde olmayı severdi ve kendisi istediği için kalabalığa kendisini göstermişti.
Şimdiki padişahın babası Abdülmecid'e gelince, onun güzel bir sözü, onun cesaretini ve kaderci ruhunu ifade eder.
Abdülhamid’in kendisini Yıldız Sarayı’na kapattığı ve dışarı çıkarak halkı ile görüşmekten kaçındığını makalesine konu edinenlerden birisi de C. Chryssaphides ve Rene Lara ikilisi olmuştur.
Fortnightly’nin Aralık 1910 sayısında The Last Sultan of Turkey başlığı altında konuya değinen yazarlar Abdülhamid’in çocuksu bir tutum ve korku içerisinde olduğuna işaretle kendisini şu suretle itham etmişlerdir:
Suikasta uğrama korkusu onu toplum içine çıkmaktan alıkoydu. Saraya serbestçe girebilen iki Hristiyan’dan biri olup Abdülhamid’in baba dediği yakın arkadaşı yaşlı Rum banker M. Z. ve yine kendisi ile rahatça görüşüp konuşma imkânı bulabilen özel doktoru Mavroyeni Paşa ona boş yere tavsiyelerde bulundular. Ona hemen her zaman tebaasına kendisini göstermesi için dışarı çık, insanlar seni mutlu kılmak istiyor; halk padişahını görmek istiyor, neden korkarsın? Tehlike yok, dediler. Abdülhamid ise hemen sohbet konusunu değiştirdi. Fakat onu mutlu kılmak için bile olsa, kendisini halka gösterme fikri etrafında toplanan kalabalığı görme hayali kendisini titretti. Saray’dan çıkma zorunluluğunu ortadan kaldırmak için, her Cuma günü namaz kılmak üzere, Yıldız'ın girişinden birkaç adım öteye bir cami, Hamidiye Camii’ni inşa ettirdi.
Gerek Belleville Telescope gazetesi gerekse The Delphos Daily Herald ve pek tabii ki sair gazeteler Abdülhamid’in Cuma Selamlığının hakiki anlamını görmezlikten gelmişlerdir.
Söz konusu gazeteler, törende görevli asker sayısını farklı rakamlarla zikretmiş olsalar da Cuma Selamlığını:
Rus Çarı gibi Sultan Abdülhamid de can emniyeti konusunda sürekli bir korku içindedir. Muhammed'in kanunları gereği her Cuma mecburen camiye gittiğinde, yüksek ücretli ve dolayısıyla da kendisine sadık olan 10.000 kişilik bir koruma etrafını sarar
şeklindeki bir anlatım biçimi ile törende asker bulundurulmasını Abdülhamid adına alınan güvenlik tedbirleri olarak değerlendirmişlerdir.
Oysaki Cuma Selamlığı Abdülhamid’in Cuma namazına gitmesi şeklindeki yalın anlamının ötesinde esasen tam manası ile onun İslam dünyasının halifesi, Müslümanların lideri ve İslamcılık siyasetinin uygulayıcısı olduğu algısını pekiştirmeye yönelik algı oluşturma eyleminden öte bir şey değildi.
Batılı siyasiler, entelektüeller ve basın bu durumun elbette ki fazlası ile farkındalardı. Ancak İslam’ın esaslarından birinin yerine getirildiği ve bütün İslam dünyasının payitahtta gerçekleşen bu dini törene katılma ya da tanık olma arzusunu taşıdığı bir zamanda yabancı basının bu uygulamaya doğrudan ve olumsuz bir surette laf etmesi ve anlamsız surette yorumda bulunması tabiidir ki hiçbir şekilde hakkaniyetli değildir. Ancak Batı matbuatı Cuma Selamlığı ve bu selamlığın ihtiva ettiği maksadı doğrudan hedef almak yerine dolaylı bir surette ve muhtevasını başkalaştırıcı ya da amacından saptırıcı bir biçimde haber konusu kılmış, ancak ana amaç olarak Abdülhamid’in korkak birisi olduğuna vurguda bulunmuştur. Cuma Selamlığına debdebe katan ve onun şaşalı bir surette icrasını sağlayan askerler de icra ettikleri rolden soyutlanarak yalın bir surette Abdülhamid’in güvenliğini sağlayan basit bir kuvvet derekesine indirilmiştir.
Bir kez daha belirtmek gerekir ki Batı matbuatının oklarının hedefi Cuma Selamlığı değil, o selamlığa katılan Abdülhamid’in bizatihi kendisi olmuştur. Padişah da olsa bir bireyi korumak için on bin kişilik bir silahlı kuvvetin kısa bir mesafe ve dar bir alanda tutulmasının güvenlik tedbirleri bakımından ne derece makul olabileceği ise aşikardır. Şayet asker sayısının fazla olması güvenliği mutlak surette sağlayıcı bir durum olsaydı 1905’te Cuma Selamlığında vuku bulan suikast girişiminin mümkün olmaması icap ederdi.
Saraydan Çıkmaması
The National Tribune Washington gazetesi Abdülhamid’in Yıldız Sarayı’na çekilip zorunlu haller dışında saray haricine çıkmamasını onun korkaklığı ve vehimli haline atfetmiştir. Gazete, 12 Kasım 1908 tarihli sayısında bu hususa temasla sayfalarında şu ifadelere yer vermiştir:
Amansız korkaklık ve kuşku duyma hali Abdülhamid’in hayatında genellikle iç içe hüküm sürer. Bu sefil adamın yıllarca sürekli hayatından korkarak yaşadığı, korkaklığının onu üç ayrı ve farklı duvarla çevrili Yıldız Sarayı’nda kendisini gönüllü bir tutsak haline getirdiği gayet iyi bilinmektedir. İçindeki amansız kuşkuları onu aynı zamanda kişisel güvenliği için olağanüstü önlemler almaya mecbur etmiştir.
Abdülhamid’in vehimli ve korkak olduğu bugünün Türkiye’sinde bazı yazar çizerler tarafından hala yazılıp çizilmektedir. Ancak Abdülhamid’in korkak olduğunu iddia ile bu konuyu kaleme alanların temel dayanağı, konuya dair sağlam bir bilgiye sahip olmaları yahut hakikate vakıf bulunmaları suretiyle değil, bilakis geçen asırda yabancı kaynakların iddia ve ithamlarını tekrar etmeleri yahut 31 Mart artığı söylemleri canlı tutma gayretleri yönüyledir. Bu noktada Emin Çölaşan örneğinde olduğu gibi bir dizi günümüz yazarının Abdülhamid’i kendi zehaplarınca değerlendirmeleri söz konusudur. Abdülhamid’i korkak ve vehimli olmakla suçlayan Çölaşan örneğin:
Öylesine vehimli ve korkaktı ki, padişahlık ettiği 33 yıl boyunca sarayından cuma namazları hariç hiç çıkmamış, İstanbul'un dışına bir gün olsun adımını atmamıştı
şeklinde yazmak suretiyle Abdülhamid’i mesnetsiz bir surette suçlayabilmiştir.
Çölaşan ve emsali maalesef konuya dair sağlam bir bilgiye sahip olmaları yahut hakikate vakıf bulunmaları suretiyle değil, bilakis geçen asırda yabancı kaynakların iddia ve ithamlarını tekrar etmeleri yönüyle hareket ettikleri içindir ki iki satırlık ithamlarında dahi bir dizi hata yapmaktadırlar. Çölaşan, örneğin, keşke Abdülhamid’in 33 yıl boyunca Cuma namazlarına ilaveten Hırka-i Şerif ziyaretlerine gitmiş olduğunu da insaf gereği, zikretseymiş.
(Çölaşan ve emsalinin yaklaşım biçimini dikkate alınca Ahmet Necdet Sezer’i nereye oturtmak gerekiyor diye doğrusu insan düşünmeden de edemiyor.)
Yıldız Sarayı’ndan dışarı çıkmamışsa da
Abdülhamid iktidarı boyunca Yıldız Sarayı’ndan beklenildiği şekliyle dışarı çıkmamış olsa da Frank Leslie's Popular Monthly’de de ifade edilmiş olduğu üzere:
Avrupa'da dünyanın her yerindeki güncel olayları ondan daha iyi bilen ve her birinden halkının yararına bir ders çıkarmaya çalışan bir hükümdar yoktu.
.
Peltz’in boynundaki gerdanlık Abdülhamid’e mi aitti
Prof. Dr. Metin Hülagü
Dünyanın sayılı zenginlerinden David ve Victoria Beckham'ın oğlu Brooklyn ile dünyanın yine en zengin insanlarından biri olan Nelson Peltz'in kızı Nicola Anne’nin geçtiğimiz hafta sonu gerçekleşen evlilik töreninde gelinin boynuna taktığı gerdanlığın bir zamanlar Osmanlı Padişahı Sultan İkinci Abdülhamid'in koleksiyonunda yer aldığı basında haber konusu edildi.
Takılan elmasın basındaki haber değeri asli değerinden ziyade bir zamanlar Sultan İkinci Abdülhamid’in koleksiyonun bir parçası olduğu şeklindeki iddialar nedeniyleydi.
Söz konusu gerdanlık iddia edildiği gibi hakikaten de Sultan Abdülhamid’e ait koleksiyonun bir parçası mıydı ve şayet parçası ise nasıl olmuş da Nicola Anne Peltz’in boynunda yer alabilmişti?
Öncelikle belirtmek gerekir ki, konuya dair basında yer alan haberlerde iki ayrı mücevherden; dünyanın en pahalı elmaslarından biri olan Doğunun Yıldızı (Star of the East) adlı bir gerdanlıktan ve bir de Ümit Elması (Hope Diamond)’ndan söz edilmiş ve Nicola Anne Peltz’in boynuna takılanın 94.80 karatlık Doğunun Yıldızı adlı bir gerdanlık olduğu belirtilmiştir. Ancak yabancı basında konuya dair çıkan haberlerde Abdülhamid ismine Doğunun Yıldızı adlı bir gerdanlıktan bahsedildiği sırada değil, sadece ve sadece uğursuz/lanetli olarak nitelendirilen ve kendisine sahip olan kimsenin başına felaket getirdiği belirtilen Ümit Elması (Hope Diamond)’dan söz edildiğinde yer verilmiştir.
Verilen bilgilere göre hem Doğu Yıldızı’na hem de Ümit Elması’na aynı anda sahip olan isimlerden birisi ise Evelyn McLean olmuştur. McLean'in ölümünden sonra ise her iki mücevheri Amerikalı bir kuyumcu olan Harry Winston satın almıştır. Gerdanlık bir ara Mısır Kralı Faruk'un eline geçmiş, ancak tahtını kaybetmesi sonrasında tekrar Harry Winston'a intikal etmiştir. Sultan Abdülhamid’in adının da karıştığı yahut ilgisinin bulunduğu Umut Elması ise Winston tarafından Smithsonian Institution'a bağışlanmıştır.
Umut Elması’nın izlerini, sonraki tarihlerde New York Modern Sanat Müzesi'nde sergilenmiş ve kısa bir süreliğine bir koleksiyonerin eline geçmiş olsa da tekrar Harry Winston'a intikal ettiği şeklinde, 1984 yılına kadar takip etmek mümkündür. Bu mücevherin sonraki zamanlarda ise nasıl bir seyir izlediği ise çok fazla bilinmemektedir.
Jön Türklerin Sultan Abdülhamid’i 31 art hadisesi neticesi tahttan indirmeleri sonrasında Yıldız’ı talan ettikleri bilinen bir gerçektir. Bu talanın bireysel tarafının bulunduğu da bir hakikattir.
31 Mart hadisesi sonrasında bir kısmının yağma, diğer bir kısmına ise cebren ele geçirildiği muhteşem surette mücevherler vardı. İttihatçı idare bu mücevherleri muayyen tarihlerde Paris’te açık artırma ile sattırmıştır. Söz konusu açık artırma ilanlarına veya hangi mücevherlerin kaç liraya satılmış olduğuna dair belgeler ortadadır… Başlatılan yardım kampanyalarına Abdülhamid’in satılan mücevherleri parası da ilave edilerek savaş gemisi alınmak istenmiş ve hatta hiçbir zaman için teslim edilmeyecek olan gemilerin siparişleri verilmiş, parası da peşinen önemmişti…
Doğunun Yıldızı gerdanlığının Osmanlı Padişahı İkinci Abdülhamid'in koleksiyonunda olup olmadığı, dolayısıyla da Paris’te veya daha evvelce satılıp satılmadığı konusu aşikâr değildir. Ancak Umut Elması’nın Abdülhamit'in koleksiyonunda yer almış olduğu kaynaklarda söz konusu edilmiştir.
Umut Elması kaynaklarda Uğursuz, Lanetli olduğu şeklinde de anıılmıştır. Dolayısıyla da Abdülhamid’in böyle bir elmasa, muayyen bir süre için de olsa, sahip olması dolayısıyla lanete uğrayıp tahtını kaybettiği belirtilmiştir. Hatta bu Uğursuz / Lanetli Umut Elması’na dokunup onu dişleri ile parçaladıkları için İstanbul sokak köpeklerinin de 1910 yılında Sivri Ada’ya sürülmek suretiyle, akıbetlerinin felaket ve fecaat olduğu dile getirilmiştir.
Geçen asırda yabancı basında Uğursuz / Lanetli Umut Elması ve bu elmasın Sultan İkinci Abdülhamid ile olan ilgisinden bahseden haberlerin özetlenmiş hali şöyledir:
Efsaneye göre uğursuz Ümit Elması ilk olarak 1688'de ortaya çıkmıştı.
Tavernier adında bir Fransız gezgin, belirsiz bir miktar para karşılığında bu muhteşem mücevherle Paris'e dönmüştü. Elmas daha sonra Fransa'nın kraliyet mücevherleri arasına girmiş ve Mine de Moutespan tarafından takılmasına izin veren XIV. Louis tarafından satın alınmıştı.
Efsaneye göre elmas başlangıçta bir bütün halinde bulunurken kısa bir süre sonra İstanbul’un vahşi itleri tarafından parçalanıp kırılmıştı.
XIV. Louis öldüğünde, bu kıymetli taş diğer kraliyet mücevherleriyle birlikte XV. Louis'e intikal etmişti. Elmas, Louis'nin birkaç gözdesi tarafından takılmış, fakat yine efsaneye göre, elması takmış olan gözdelerinin her birinin hayatı trajik ve menfi bir surette sona ermişti.
XV. Louis'den sonra gelen XVI. Louis kendisine intikal eden bu elması karısı Marie Antoinette'e hediye etmişti. Ancak XVI. Louis ve kraliçesi, yaşanan terör hadiseleri sırasında canlarından edilmişti. 1792’de baş gösteren karışıklıklar sırasında elmas da bir süreliğine gözlerden kaybolmuştu.
1830'da elması Londralı bir kuyumcu satın almıştı. Ancak Daniel Eliason’un belirttiğine göre elmas bir Paris mafyası tarafından Fransa'nın kraliyet hazinelerinden çalınmıştı. Amsterdamlı kuyumcu William Fals da elmasın boyutlarında değişiklik yapmıştı.
Daniel Eliason iflas etmeden önce taşı bir Londra bankacısı olan Henry Thomas Hope'a satmıştı. Bu satış sırasında, pırlanta için o zamana kadar ödenen bir paranın ilk defa kaydı tutulmuştu. Bu tarihten sonra ise bu taşın adı, alıcısının ismi ile adlandırılıp, Ümit Elması (Hope Diamond) diye anılmaya başlanmıştı.
Hope, 1861’de VI. Newcastle Dükü ile evlendiğinde elması kızına hediye etmişti. 1892'de ise elmas, bir güldürü aktrisi olan May Yohe ile evlenmiş olan Newcastle Dükü’nün torunu, Lord Francis Hope’a intikal etmişti. May Yohe, kocasını terk edip, Putnam Bradlee Strong’a kaçmıştı. Ancak eşinin işleri bozulunca ondan da boşanıp ayrılmak zorunda kalmıştı.
Francis Hope, muhtemelen Ümit elmasını New Yorklu bir kuyumcu olan Joseph Frankel'e satmıştı.
Ümit Elması 44.1 karatlık menekşe mavisi muhteşem surette bir taştı.
Sonraki tarihlerde ise bu uğursuz elması, Sultan İkinci Abdülhamid adına hareket ettiği söylenen, İranlı Selim Habid satın almıştı. Fakat Habip de bu kıymetli ama uğursuz elması 1909'da Paris'te bir başka şahsa pazarlamıştı. Selim Habid’in akıbeti de kötü sonlanmış, Çin denizinde sulara gömülen Seyne adlı gemideki yolculardan birisi olmuştu. Abdülhamid ise 31 Mart hadisesi neticesi tahtından edilmişti.
Nihayet bu kıymetli ama uğursuz taşa P.C. Cartier sahip olmuştu. Taşın en son Evelyn Walsh McLean'e satıldığı duyurulmuş, ancak elmas satıştan sonra davalık olup konu adliyeye intikal ettirilmişti.
Washington'lu Edwad Beale Mclean bu elması, multimilyoner Thomas F. Walsh'un kızı olan karısı için satın aldığını açıklamıştı. Ancak Edwad B. Mclean bu uğursuz Hope elmasını daha fazla istemediğini de ifade etmişti.
180.000 dolara satılmış olan Ümit elmasının son hikâyesi, Pierre Cartier’in sahip olduğu Cartier New York Kuyumcu Firması ile McLean arasında çıkan anlaşmazlık nedeniyle adliyeye intikal ettiği ve davalık olduğu şeklinde hatırlarda kalmıştı.
.
Abdülhamid’e karşı kullanılan silah: Karikatür
Prof. Dr. Metin Hülagü
Karikatürün ne denli etkili bir araç olduğunu, Abdülhamid’e dair karikatürleri kimin ve ne maksatla çizmiş bulunduğunu ifade etmesi bakımından Armenian News Network / Groong sitesinde yer alan şu beyan son derece önemlidir:
İyi bir karikatüristin herkese zarar verebileceğini hepimiz biliyoruz. Öte yandan, bazı insanlar, basitçe söylemek gerekirse, karikatür ve karikatürist için gümüş tepside sunulmuş bir hediyedir. Sultan İkinci Abdülhamid, sadece görünüşüyle değil, alçakça davranışlarıyla da bunlardan biri olmuştur.
On dokuzuncu asır sonlarından itibaren Avrupa basın hayatındaki gelişmelere paralel bir şekilde karikatür sanatı da önemli bir ilerleme kaydetmiştir. Fransa'da Assiette au beurre, Le Grelot, Le Cri de Paris ve Le Rire, İngiltere'de Punch, Almanya'da Simplicissimus yahut New York’ta çıkan Puck gibi dergilerin sayfalarında karikatür sanatının en muhteşem örneklerine yer verilmiştir.
Önceki yüzyılın son çeyreğinde Avrupa’da yapılan yasal düzenlemelerle hakikaten de karikatüristlerin kalemlerine hürriyet tanınmıştır. Nihayeti itibarıyla tek bir ülkede değil, neredeyse bütün Avrupa ülkelerinde karikatüristler için mutlak denebilecek bir serbestiyet söz konusu olmuştur.
Söz konusu atmosfer içerisinde dönemin dergilerinde yer alan karikatürlerin ortak temalarından birisi ise hususi bir suretle Sultan İkinci Abdülhamid olmuştur. Dolayısıyla da geçen asırda Abdülhamid dergi ve kartpostallarda tam bir şeytanlaştırma kampanyasına hedef kılınmış; insan canavarı, halk düşmanı ve mutlak surette ortadan kaldırılması gereken bir yaratık olduğu şeklinde, pespaye surette, onlarca ve yüzlerce sayıda karikatürü çizilmiştir.
Söz konusu pespayelik örneklerinden birisi Teselya muharebeleri sırasında Yunanistan’da icra edilmiş ve Abdülhamid, ilgili karikatürde, eşeğe benzetilmiştir.
Çizilen karikatürlerde Abdülhamid’e uygun görülen suret ya elinde koca bir bıçakla Makedonları ve Ermenileri kesip doğraması yahut elleri kan içinde bir kasap konumunda bulunması ya da kana susamış bir surette insan etiyle midesini doldurması, kısacası insan olmaktan ziyade yırtıcı bir hayvan ve mental bozukluklara sahip hastalıklı bir karakter olmuştur.
Assiette au Beurre ve Le Rire dergileri diğer dergilerden çok daha fazla kere sayfalarında Abdülhamid’i eli kanlı menfur bir misafir olarak ağırlamışlardır.
Hakikaten de bu dergilerde Abdülhamid’i temsilen çizilen her bir karikatür, diğer dergilerdekilere nispetle, çok daha yıkıcı, rencide edici ve vahim bir mahiyet arz etmiştir.
Kaleme aldıkları eserlerinde iğrenç türden Abdülhamid karikatürlerine yer vermek suretiyle söz konusu vahamete Jens Hanssen gibi yazarlar da iştirak etmişlerdir.
Dergi sayfalarına çizilen yahut kartpostallara olumsuz surette aksettirilen olumsuz suretteki her bir Abdülhamid karikatürü Batı kamuoyları zihnini şekillendirmekte muhakkak ki son derece etkili olmuştur. Asılsız, yanlı, taraflı ve abartılı gazete haberleri, makaleler yahut yapılan yorumlar ile saf dimağlar zehirlenmiş, çizilen söz konusu türden her bir karikatür ile de nazarlar kirletilmiştir.
Batı matbuatına ilaveten dönemin Jön Türk dergi ve gazeteleri de Abdülhamid’i olumsuz surette karikatürize etmişlerdir. Dolayısıyla da denebilir ki Abdülhamid, olumsuz bir suretle Türk karikatürlerine tema kılınmış ilk Osmanlı padişahı olmuştur.
Batı’daki örneklerine göre daha basitçe kalsalar da 1908 öncesi ve sonrasında Kalem, Gıdık, Büyük Gazete, Dalkavuk, El Üfürük, Beberuhi yahut Karagöz gibi Jön Türk basın organlarının sayfalarında yahut Ali Nuri gibi bir kısım yazarların eserlerinde menfi suret ve muhtevada Abdülhamid karikatürlerine bol miktarda rastlamak mümkündür.
İktidarı yıllarında mizah ve karikatür yayıncılığına izin verilmemişse de Jön Türk patentli basın organlarının Abdülhamid’i değersizleştirme çabaları ve bu çabanın bir vasıtası haline getirilmiş olan karikatür sanatı bütünüyle yok da edilememiştir.
Alınan önlemler karşısında yılmayan ve susmayan muhalif karikatüristler dahilde icra edemedikleri mizahi sanatlarını hariçte faaliyet gösteren Jön Türk basın organları vasıtasıyla sürdürmüşlerdir.
Abdülhamid ve yönetim tarzı Jön Türklerin çıkarmakta olduğu mizah dergilerinde yerden yere vurulmuş ve hadsiz bir suret ve ölçü ile eleştiri konusu edilmiştir. Özellikle burnunun uzun olduğu yolundaki hiciv edebiyatının eşlik ettiği çizimlerle Abdülhamid, fizyonomisi itibarı ile de değersizleştirilmek istenmiştir.
Nicholas C. Adossides’in kitabı ise çizilen karikatürlerin en önemli bilgi ve esin kaynağı olmuştur.
The American Magazine 1908 Kasım sayısında, birkaç yıl Osmanlı Hariciye Nezareti’nde ateşe olarak görev yaptığı tanımlaması ile Nicholas C. Adossides’in kitabından Abdülhamid’in fizyonomisini tasvir eden kısımdan alıntılar yaparak sayfalarında neşretmiştir. Söz konusu yazı başta The New York Times gazetesi olmak üzere dönemin diğer basın organları tarafından da haber olarak yayımlanmıştır.
Adossides’in alaycı ve hakaretamiz bir üslup ile tasvir edip yabancı basının muhtelif unsurları tarafından kamuoyunun dikkatine sunulmuş olan Abdülhamid fizyonomisi şöyledir:
Yüzü buruşmuş parşömen, sanki binlerce endişe ve şüphe orada iz bırakmış gibidir. Fizyonomik hususiyetleri zalimlik ve kurnazlığın yanı sıra zekâ ve korkaklığı ifade eder. Kişiliğinin açık ara en ilginç detayı olan badem şeklindeki gözleri karanlık ve delici olup, ebedi bir şüpheyle kocamıştır. Bunlar yüksek zekâyı, olağanüstü zekâyı, ustaca bir kibarlığı ve acımasız zulmü ifade ederler. İnce üst dudak ile kalın ve şehvetli alt dudak, tutku, öfke ve bencilliğin birleşimini oluştururlar. Burnu gagamsı olup yüze bir yırtıcı kuş görünümü veriyor. Çene, sakalla gizlenmiş olsa da zayıf ve belirsizcedir.
Daha ziyade Nicholas C. Adossides’in eserinde ruhen ve sureten olumsuz olarak tavsif edilmiş bulunan Abdülhamid tasvirleri üzerinden hareketle gerçekleştirilmiş olan algı yüklü karikatür çizimleri, dahilde 1908 öncesinde alınan önlemler ve getirilen yasaklar nedeniyle kısıtlı bir surette icra edilebilmişse de Meşrutiyet’in ilanı sonrasında var olduğu iddia edilen hürriyet atmosferi içerisinde oldukça yoğun bir şekilde devam etmiştir.
Geçen asırda Abdülhamid’e dair çizilmiş olup gazete, dergi ve kartpostallarda yer almış bulunan söz konusu karikatürlerden bazıları şöyledir:
The Pall Mall Magazine, 30:122 (1903: June)
http://www.caricadoc.com/article-30491715.html
http://www.groong.org/orig/ak-20140921.html
http://www.groong.org/orig/ak-20140921.html
https://www.allposters.com/-sp/Sultan-Abdul-Hamid-II-of-Turkey-Posters_i16619600_.htm
.
Gazi Osman Paşa Mason muydu!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Gazi Osman Paşa Türk tarihinin şahit olduğu en büyük kahramanlardan birisidir. 93 Harbinde Rus kuvvetlerine karşı sergilediği destansı Plevne savunması onu dünya çapında üne kavuşturmuştur.
Plevne muzafferiyetlerinden dolayı Abdülhamid’in; Yüzümü ak ettin, Allah da senin yüzünü ak etsin diyerek karşıladığı Paşa’nın hayatının ilk yarısı askerlikle, ikinci yarısı ise, Sultan Abdülhamid’in hemen yanı başında, Yıldız Sarayı’nda siyasi ve idari meşguliyetlerle geçmiştir.
Abdülhamid, gösterdiği başarılardan dolayı halkın kendisine karşı sevgi ve hayranlık duyduğu Paşa’yı takdir ve taltif ederek Mabeyn Müşirliği, Seraskerlik ve Yaveri Evvellik vazifelerine getirdi. Kendisine iltifat ederek, çocuklarının şehzadelerin okuduğu okula kabul edilmesini sağlayıp tahsillerini orada sürdürmelerine izin verdi. Ayrıca iki oğluna hem müşirlik rütbesi hem de iki kızını vermek suretiyle Paşa’yı kendisine dünür, çocuklarını ise damadı yaptı.
Osman Paşa’nın askerlik silkinde bulunduğu dönemlerde siyasetle herhangi bir münasebeti olmamıştır. Ancak o, Türkçe kaynakların hemen hepsinde aksi yönde bahis konusu edilmemiş olsa da, Rusya’daki esaret hayatından avdetini müteakip, kendisine tevcih olunan vazifeler gereği, siyaset ile de meşgul olmuştur.
Paşa, başta sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşa olmak üzere Fuat ve Nusret Paşalar ile hiçbir surette anlaşıp uzlaşamamıştır. Hayrettin Paşa’nın takip ettiği İngiliz yanlısı politikaya ve Batı modeli ıslahat hareketlerine şiddetle karşı çıkmıştır.
Esasen Paşa’nın muhalefeti o dönemde gerçekleştirilmeye çalışılan reformların yapılmasına değil, yapılış biçimine olmuştur.
O, Osmanlı Devleti’nin mali işlerine karışma yolunda Avrupa devletlerine bir kere imkân tanınması halinde bu tutumun, Berlin Kongresi’nce tasarlanmış olan uluslararası kaidelerin devlet üzerine empozesini doğuracağına, sonucun ise Mısır’da olduğu gibi, bütün malî yapının Avrupa idaresi ve kontrolüne gireceğine kani bulunmuş ve dolayısıyla da Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışılmasına vesile olacak uygulamalara şiddetle karşı çıkmıştır.
Hayreddin Paşa devletin kurtuluşunu Avrupai usuller ve yeniliklerle yapılacak ıslahat hareketlerinde görüp İngiltere bağımlısı bir dış politika izlemeye çalışmışken, Gazi Osman Paşa ve taraftarları ise orduda yapılacak yenilikler ve değişikliklerin milli değerlere ters düşmeden icra edilmesi gerektiğine inanmış, dışarıdan ithal edilecek model ve subaylar vasıtasıyla gerçekleştirilecek bir ıslahat programının devletin bağımsızlığına halel getireceğine ve harici müdahaleler sağlayacağına kani olmuştur.
1877-1880 yılları arasında İngiltere’nin Türkiye büyükelçisi olarak İstanbul’da görev yapmış̧ bulunan Austen Henry Layard, sadrazam Tunuslu Hayreddin Paşanın en büyük destekçisi, Gazi Osman Paşa’nın ise en önemli muhaliflerinden birisi olmuştur. Denebilir ki Layard, Gazi Osman Paşa’dan kelimenin tam anlamıyla nefret etmiştir.
Hayreddin Paşa ile sıkı bir münasebet içerisinde olan Layard, uygulanmak istenen dışa bağımlı reformlara karşı çıkması; güya Rus taraftarı olduğu ve Ruslarca satın alınmış bulunduğu ve ayrıca dinî camianın liderliğini yapması ve sair sebeplerden ötürü Osman Paşa’yı hiçbir surette sevmemiş̧ onu ülkenin kalkınmasına ve menfaatlerine mâni zararlı biri olarak değerlendirmiştir. Dolayısıyladır ki Abdülhamid’i ziyaret ettiğinde her fırsatta Gazi Osman Paşa’yı yermiş, iyi bir asker olmakla birlikte Paşa’nın iyi bir devlet adamı olmadığını; ordunun ıslahına karşı çıktığını; jandarma sınıfının yeniden teşkiline itiraz ettiğini; bütün bu hususlar için tahsis olunan paraları ise başka yerlere sarf ettiğini; caydırıcı fikirleri ile Hayreddin Paşa’nın yenilik çalışmalarını, Yunan sınırının tayini meselesi ve sair konularda sergilediği muhalif tavrı ile dış politikayı sekteye uğrattığını ifade etmeye çalışmış, sadrazamın girişimlerinde muvaffak olabilmesi ve devlet menfaatlerinin korunabilmesi adına Paşa’nın bir an evvel bulunduğu görevlerden alınması gerektiğini belirtmiştir.
İngiliz belgelerine göre Gazi Osman Paşa hakikatte samimi ve sadık bir Müslüman olmasına rağmen, kendisine muarız durumda olanlar veya muhalif durumda bulunan gruplar tarafından cahil ve dar görüşlü bir Müslüman olarak anılmıştır. Yine İngiliz belgelerine göre esasen Gazi Osman Paşa Saray’da ve Harbiye Nezareti’nde fanatik ve gericiler ile ülkedeki bağnazları temsil eden aşırı dinci bir isimden başkası değildi.
İlgili belgelere göre Paşa, Dersaadet’te bulunan dindar Müslüman unsurlar arasında sağlam bir yer edinerek dini grupların omurgasını oluşturmuş, ulema ve askerî sınıfı temsil etmenin yanında Batı hayat tarzına muhalefet ve İslamî müesseselerin yeniden hayat bulması çabasında lider konumunda olmuştur.
Paşa ayrıca, Müslüman Osmanlı gençlerinin gayrimüslim akranlarına karşı başarılı bir surette rekabette bulunmalarını mümkün kılacak İslam mekteplerinin inşasını gerçekleştirme gayreti gütmüş bir isim olmuştur. Onun gayretleri ile ulemanın emeklilik maaşları, aylıkları ve gelirleri artırılmış̧ camiler ve mescitler tamir ya da restore ettirilmiştir. Söz konusu faaliyetlerine ilaveten o ayrıca, Umet Hüseyin vasıtasıyla Hindistan’da önde gelen mümtaz Müslüman şahsiyetlerle İstanbul’daki İngiliz karşıtı gruplar arasında münasebet tesis edilmiş, Mısır ve Arabistan’da da benzer ilişkiler içerisinde olmuştur. Hindistan ulemasından Mevlâna Şibli Nu’mani bu noktada İstanbul’da kendisini ziyaret etmiştir.
Sultan Abdülhamid Layard’ın şikâyet ve suçlamalarına hiçbir surette itibar etmemiştir.
Paşa’ya karşı muayyen kimselerin entrika çevirdiklerini, kendisini haksız yere suçlama cihetine gittiklerini, onun bazı kıskanç ve düşmanlık sahibi kimselerin ithamına maruz kaldığını, yerli ve yabancı basında aleyhinde makaleler neşredildiğini ifade etmiş ve nihayet paşasına güven duyduğunu belirtmiştir.
Layard’ın, Paşa’nın seraskerlik makamından alınıp İstanbul’dan uzaklaştırılması yönündeki taleplerine de pek fazla ehemmiyet atfetmeyen Abdülhamid, onun dış politikada düşünce ve görüş açısından farklı bir tutum sergilemesinin serasker makamında bulunmasına mani olamayacağı kanaatinde olduğunu dile getirmiş̧ İngiltere de dahil olmak üzere her ülkede, bir kimsenin seraskerlik makamına seçilip tayin edilmesinin o kimsenin politik görüşlerine mebni değil, askerî kabiliyet ve başarısına istinaden gerçekleştiğini, Gazi Osman Paşa’nın ise bu sahada mümtaz bir asker olduğunu belirtmiştir.
Esasen Sultan Abdülhamid, Gazi Osman Paşa’ya duymuş olduğu güvenden son derece emindi. Daha evvelce Paşa’nın aleyhinde ileri sürülen ithamlar nedeniyle sadrazamın başkanlık ettiği bir komisyon tarafından ona atfedilen ithamların ele alınarak incelenmesini emretmişti.
Yapılan tahkikat neticesinde Paşa aleyhinde ileri sürülen iddiaların asılsız olduğu anlaşılmış, mesnetsiz yere kendisini suçlayanlar ise cezalandırılmıştı. Ayrıca yapılan tahkikatın Paşa’nın lehine sonuçlanması Abdülhamid’in ona olan güvenini daha da artırmış ve kendisine duyduğu güveni izhar etmek maksadıyla Paşa’yı Cuma Selamlıklarına çıkarken arabasında kendisine refakat etmesini sağlamıştır.
Gazi Osman Paşa Cuma selamlığında olduğu gibi bayramlarda ve Ramazan’da Kadir gecesi akşamı alaylarında da Abdülhamid’in yanı başında olmuş, saray mareşali olarak Abdülhamid ile birlikte Hırka-i Şerif ziyaretlerine iştirak etmiştir.
Hakikaten de Gazi Osman Paşa sade yaşar, sade giyer, dünya nimetlerine ve ihtiraslarına sarılma hususiyeti göstermezdi. Dostuna ve düşmanına hürmet telkin eden bir hali vardı. Dininde salabeti, ahlakında metanetiyle meşhur biriydi. Hiçbir surette içki içmediği gibi içenleri de sevmezdi.
Beş vakit namazını edaya gayret eder, daima yanında taşıdığı Kur’an’ını okur, mütedeyyin bir hayat yaşamaya çalışırdı. O, her şeyin Allah’tan geldiğine kalbinin bütün saffeti ile inanmış ve manevî kuvvetlerin arkasından koşmuş bir insandı. Manevî borçlardan çok korkar, yapamayacağı bir şeyi vaat etmezdi.
Ancak hal böyle olsa da bugün kısmen de olsa bazı Türk okurların zihninde, basında çıkan yazılardan dolayı, Gazi Osman Paşa’nın mason olduğu zehabı yer almaktadır. Oysaki bu konuya dair ne yerli kaynaklarda ne de yabancı eserlerde tek bir satır yoktur. Bu durumun tek istisnası Nokta dergisinin 13 Ekim 1985 tarihli sayısında (Nokta Dergisi, sayı 40, İstanbul 1985, s. 29) yer alan Türkiye’de Bazı Ünlü Masonlar, Siyaset Adamları başlıklı makale ile Nokta dergisine atıfta bulunarak Yahudilik ve Masonluk (Harun Yahya, 4. bas., İstanbul 1987, s. 253.) adlı eseri kaleme almış olan Harun Yahya (Adnan Oktar)’dır.
Fakat hemen belirtmek gerekir ki her iki kaynakta ileri sürülmüş olan söz konusu iddia -ki bunlardan yalnızca Nokta dergisi temel kaynak durumundadır- ilmî usul ve üsluptan mahrum olduğu gibi kaynak ve delilden de yoksun ve bütünüyle mücerret ithamlardan ibarettir. Ayrıca ortaya atılan iddia Osman Paşa’nın gerek karakter, inanç̧ fikir yapısı ve gerekse vasiyetinde yer alan ifadeler ile de tenakuz içerisindedir. Öyle anlaşılmaktadır ki böyle bir yakıştırma, Paşa’nın şan ve şerefini istismar etmek isteyen belirli kişi ve grupların tesiri ile söz konusu olmuştur.
Onun mason olduğu yolundaki iddialara ve ithamlara galiba en güzel cevabı yine Paşa’nın bizzat kendisi vermiş, iç dünyasını ve vazifesini ifadaki samimiyetini:
Yirmi seneden beri ihtiyar-ı izzetle hiçbir şeye karışmayarak ancak rıza-yı hümayun-i hazret-i hilafet-penahilerinin istihsaline vakf-ı vücud edilmiş, padişahın ve yalnız teveccühat-ı seniyye-i hazret-i padişahinin (nefsini padişahın hoşnutluğunu kazanmaya adamış, zatı ve teveccühünün) bekasından başka bir şey arzusuna düşülmemiştir
şeklinde ifade etmiştir.
Gazi Osman Paşa 4-5 Nisan 1900 Perşembe günü gece geç vakitte vefat ettiğinde geriye bir de gereğinin yapılması için bir vasiyet bırakmıştı.
O, bütün ömrü boyunca namazını eda etmiş̧ orucunu tutmuş ve alkol kullanmaktan şiddetle sakınmışsa da hayatta iken hacca gidememiştir. Dolayısıyla da vasiyetinde, geride bıraktığı nakdi mirastan aklı başında ya ulemadan veyahut münasip bir zata 20.000 kuruş verilerek kendisi adına hac yaptırılmasını istemiştir.
Ömrü boyunca ibadet ve taatten ayrılmamış olan, eksik kalan ibadetlerinin ise vefatından sonra ifasının gerçekleştirilmesini istemiş bulunan Gazi Osman Paşa iddia edildiği gibi mason bir olsaydı, masonlardan hiçbir surette hazzetmemiş bulunan Abdülhamid’in 30 yıla yakın bir süre Yıldız Sarayı’nda emrinde çalışma imkânı elde etmesi asla mümkün olmazdı.
Gazi Osman Paşa şayet mason biri olsaydı; İslamcılık politikası izlemiş; alem-i İslam’ın halifesi olduğunu beyan etmiş; algısal anlamda bayramlarda, Ramazan’da Kadir Gecesi akşamı alaylarında ve Cuma selamlıklarında Abdülhamid ile aynı arabada olma şansına asla kavuşamazdı.
Gazi Osman Paşa’ya şayet mason biri olsaydı; hariçte İslam coğrafyalarındaki İslam uleması ile temas halinde olmaz, dahilde ise İslami hareketin gelişip neşv u nema bulması için çalışmazdı.
Gazi Osman Paşa’ya şayet mason biri olsaydı; İngiliz elçisi Layard gidip onu Abdülhamid’e hararetle şikâyet etmez, o da Layard ile siyasi bir mücadele içine girmez, bilakis onun en samimi dostlarından birisi olurdu.
Gazi Osman Paşa mason olmamışsa da Layard’ın mason dostları ve durumları ise ortadaydı.
Abdülhamid ve Ben Hur (Lew Wallace)
Prof. Dr. Metin Hülagü
Lew Wallace, Amerikalı bir avukat, Amerikan İç Savaşı'nda Birlik generali, New Mexico Bölgesi valisi, politikacı, diplomat ve Indiana'lı bir yazardı.
Kaleme aldığı birçok kitap varsa da en çok bilineni ve çok satanı Ben Hur: A Tale of the Christ adlı tarihi romanı oldu.
Wallace, bir asker olarak Meksika-Amerika Savaşı ve Amerikan İç Savaşı'nda görev yaptı. Indiana'nın yaver generali olarak atandı ve Onbirinci Indiana Piyade Alayı'na komuta etti. Donelson Kalesi Savaşı, Shiloh Savaşı ve Monocacy Savaşı'na katıldı. Lincoln suikastçılarının yargılanması için kurulan askeri komisyonda görev yaptı, Andersonville esir kampının konfederasyon komutanı Henry Wirz'in yargılanmasına başkanlık etti.
1865 sonlarında ABD Ordusu'ndan istifa etti. Kısa bir süre Meksika ordusunda görev aldı. ABD'ye dönüşü sonrasında, 1878-1881 yılları arası, New Mexico Bölgesi valiliği görevinde bulundu. 1881-1885 yılları arasında ise ABD’nin İstanbul elçiliği tayin olundu.
Abdülhamid-Wallace dostluğunun ilk adımı Wallace’ın Abdülhamid’i ziyareti sırasında kendisine ilginç surette uzatılan el ve sıra dışı tokalaşma ile başlamış olup hikayesi şu suretle özetlenebilir.
Wallace, Amerikan’ın yeni tayin edilen İstanbul elçisi olması hasebiyle, 1881 yılı Eylülünün ilk günlerinde Yıldız Sarayı’na, Abdülhamid’in huzuruna davet edilir.
Beraberinde, Sunset lakabıyla da anılan, Amerikan Kongresi üyesi Samuel Sullivan Cox’u ve Robert College’de tarih hocalığı yapan E. B. Grosvenor ile Dolmabahçe Sarayı’na gider, oradan da, bir grup Osmanlı askeri refakatinde, Yıldız Sarayı’na geçer ve huzura kabul için beklemeye başlar.
Grosvenor’un naklettiğine göre aradan on, on beş dakika geçmesine rağmen, Abdülhamid’e takdim edilecek hediyelerin getirilmesi kasıtlı olarak geciktirildiğinden, heyetin huzura alınması da gecikir. Bu durum üzerine Wallace, Abdülhamid’in bendeganından İbrahim Bey’e:
Lütfen yüce Sultan’a daha fazla beklemek istemediğimi söyleyiniz, ricasında bulunur.
Wallace ve beraberindekiler nihayet kısa bir süre sonra, Plevne kahramanı Osman Paşa, hariciye nazırı Asım Paşa, Osman Bey ve Münir Paşanın hazır bulundukları bir başka odaya alınır. Hemen akabinde de Sultan Abdülhamid kendilerini huzura kabul eder.
Abdülhamid, mütercimler vasıtasıyla, Wallace’ı yeni görevinden dolayı tebrik ettikten sonra ona Amerika hakkında çeşitli sorular sorar…
Ziyaretin nihayetinde Wallace:
Amerikan halkının temsilcisi olarak yüce Sultan’ın elini sıkmak istiyorum, der.
Fakat mütercimler Yıldız Sarayı’ndaki diplomatik teamüllere aykırı olan bu talebi Abdülhamid’e tercüme etmek istemezler. Abdülhamid ise, yapılan konuşmaları ve gözlemlediği şaşkınlığı dikkate alarak, neler olduğunu sorar. Bunun üzerine Wallace’ın söz konusu talebi kendisine mecburen ifade edilir. Abdülhamid, söz konusu talebi gayet tabii olarak karşılar ve Wallace yaklaşarak kendisi ile el sıkışır. Wallace’ın biyografisini yazan Irvin Mckee’nin deyimiyle; böylece altı asırlık saltanat tarihinde ilk defa bir sultan, bir gavur ile el sıkışmış olur!
Wallace, birkaç ay sonra Abdülhamid’i ziyaret ederek kaleme almış olduğu Ben Hur romanının imzalı bir nüshasını kendisine takdim eder. Takdimi memnuniyetle kabul eden Abdülhamid, okuyabilmesi için, kitabın derhal Türkçeye tercüme edilmesini ister.
Bu ilk ve oldukça enteresan görüşmelerden sonra Abdülhamid ile Wallace arasında alışılagelmiş diplomatik kabullerin ötesinde bir dostluk oluşmaya başlar. Wallace, Abdülhamid’in kendisine karşı göstermiş olduğu son derece mütevazı tavırları sayesinde, kendisi ile pek çok kere görüşme fırsatı elde eder. Birlikte yemekler yenir, sohbetler edilir, sigara ve kahveler içilir. Abdülhamid, kendisini dürüst bir adam olarak nitelediği Wallace’dan sohbetleri sırasında Amerikan iç politikasına dair bilgiler edinir.
1885 yılında ABD’de yapılan seçimlerde Demokrat Parti adayı Grover Cleveland başkan seçilince Wallace, kendisi Cumhuriyetçi olduğundan, o günkü teamüller gereği, İstanbul’daki elçilik görevinden istifa eder. Abdülhamid ise Wallace’dan öncelikle İstanbul’da elçi olarak kalmaya devam etmesini rica eder. Bu yöndeki ricası mümkün olmayınca bu defa da ondan Paris veya Londra’da Osmanlı elçisi olarak hizmetinde bulunmasını ister. Fakat Wallace, Abdülhamid’in bu tekliflerinden memnuniyet duysa da her iki ricasını de özür dileyerek kabul edemeyeceğini belirtir. Wallace’tan bir şekilde de olsa yararlanmak isteyen Abdülhamid, ondan, Amerika’ya döndükten sonra, hiç olmazsa, oradaki gelişmeleri her ay kendisine bir mektup ile bildirmesi ricasında bulunur.
ABD’deki yeni hayatında Wallace’ın Abdülhamid’e mektup yazıp yazmadığını bilemesek de Abdülhamid’in 1890 yılında Osmanlı Devleti hizmetinde bulunması için Wallace’a yeni bir teklifte bulunduğu malumdur.
Wallace, Abdülhamid’in söz konusu teklifini, belki resmi bir surette değil ama, bir başka biçimde kabul eder. 1893’te yayımlanan Hindistan’ın Prensi ya da Konstantiniyye Neden Düştü adlı tarihi romanına Osmanlı hanedanını konu edinir, Osmanlı devleti ve toplumu hakkında Amerikan kamuoyunu bilgilendirmeye çalışır.
Wallace, söz konusu kitabına ilaveten Amerika’da çeşitli yerlerde verdiği konferanslarla Abdülhamid ve idaresinden övgü ile söz eder. Osmanlı coğrafyasında Ermeni nüfusun katledildiği ve misyoner teşkilatlarına zarar verildiği yollu söylemlerin hiçbir surette doğru olmadığını katiyetle belirtir. Çeşitli yerlerde vermiş olduğu konferanslarda Abdülhamid’in zulmetmek ve öldürmek gibi eylemlerde bulunmanın aksinde son derece asil, kibar, nazik, düşünceli ve saygıdeğer bir yönetici olduğunu ısrarla vurgular.
Wallace, 25 Nisan 1900 tarihli The Wellsboro Agitator ya da The Daily Review gazetelerinde olduğu gibi, ABD’de birçok basın organında yer alan aşağıdaki ifadeleri ile Abdülhamid ve Hamidiye İdaresi’ni bütün kalbi ile müdafaaya çalışır:
Sanırım Türkiye padişahını diğer herhangi bir Amerikalıdan daha iyi tanıyorum ve onun dürüst bir adam olduğunu biliyorum ve sözünü tutmadığını hiç görmedim.
Hiçbir Hıristiyan kilisesi yoktur ki yakıldığında ya da bir misyon yıkıldığında Abdülhamid onların yeniden inşa edilmesi için ilk onay veren kişi olmasın. Bunun böyle olduğunu biliyorum.
Abdülhamid seçkin bir bilgin ve diplomattır; öyle olmasaydı, Osmanlı İmparatorluğu uzun zaman önce yok olurdu, çünkü Avrupa'daki her hükümdarın eli ona karşıdır. O, Avrupa devletlerinin birlikte hareket etmelerini engeller ve böylece tahtını korur.
Wallace’ın bu yöndeki açıklamaları hakikati ifade etmekten başka bir şey olmasa da Abdülhamid ve yönetimine karşı olumsuz algı oluşturma çabasında olanları ciddi surette rahatsız eder.
The Daily Review gazetesi örneğin, 27 Nisan 1900 günkü sayısında:
Türkiye'nin sultanı nasıl bir adamdır? diye sorduktan sonra:
Şimdiye kadar, onun yeryüzünü süsleyen en rütbeli yaşlı ahmak olduğu kabul edildi.
Görünüşe göre ya biz yanlış bilgilendirildik ya da General Lew Wallace ne yazık ki aldatıldı.
Wallace daha önce Amerika Birleşik Devletleri'nin Türkiye sefiriydi. Şimdilerde Abdülhamid hakkında anlatmak zorunda olduğu şeyler var
diye belirtir.
Ancak Lew Wallace, başta ABD matbuatı olmak üzere Batı siyasilerinin söylemleri ve Batı basının yazıp çizdikleri karşısında, söylenip yazılanların sadece yanlış olduğunu söylemekle yetinmez, bilakis Abdülhamid'in onurlu biri olduğunu da ısrarla beyan eder.
Wallace, sözleri ve beyanlarında son derece samimi bir tavır sergiler. Zira Abdülhamid’in sahip olduğu nezaket, özündeki samimiyet ve kendisine karşı izlemiş olduğu siyaset, asker, diplomat ve aynı zamanda iyi de bir yazar olan Lew Wallace’ı derinden etkilemiş ve ona dair önceden beslediği kanaatin bütünüyle değişmesini sağlamıştır.
O bu yöndeki gerçeği ve kanaatlerindeki değişimi, İstanbul’da ABD sefiri olarak görev yapmayı kabul ettiğinde Abdülhamid'e karşı bütünüyle önyargılar içinde olduğunu, ancak onu tanıdıktan sonra kendisine derin bir kişisel sevgiyle bağlanarak onun en sadık arkadaşı ve hayranı haline geldiğini Osmanlı Washington elçisi Ferruh Beye oldukça samimi ve yalın bir surette itiraf etmştir.
.
Ukrayna Plevne olur mu!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Plevne, bugün itibarıyla Bulgaristan’ın en kalabalık yedinci şehridir.
Geçen asırda küçük bir kasaba olan Plevne, Orhaniye, Sofya ve Lofça’dan gelen ana yolların kavşağında Sofya’nın 138 km. kuzeydoğusunda, Vid Irmağı’nın kolu Tuçençe Çayı’nın kenarında, bütün halkı Türklerden oluşan, bir tarafı dağlık, bir tarafı ova, biçimsiz bir toprak birikiminin arasında sıkışıp kalan, ancak oldukça önemli stratejik bir mevkie haiz bulunan bir Osmanlı beldesiydi.
Plevne’nin bütün dünyada tanınıp bilinmesi ise 93 Harbi sırasında Gazi Osman Paşa’nın tam altı ay, bütün olumsuzluklara rağmen Rus ordularına karşı inatla direnmesi, Rusların Edirne’ye doğru ilerlemelerine fırsat vermemesi vesilesiyle söz konusu olmuştu.
Rusların bütün saldırılarına rağmen Osman Paşa’nın son ana kadar Plevne’yi savunmaktan vaz geçmemiş olması bütün dünyanın dikkatini Plevne’ye çekmiş, günlerce yerli ve yabancı bütün basın ve insanlar Plevne’deki Paşa’nın bir avuç ordusu ile kahramanca direnişinden söz etmişti.
Dolayısıyla da Gazi Osman Paşa ve kutlu askerleri tarihin şanlı sayfalarına geçmeyi fazlası ile hak etmişlerdi.
Rusya ile 93 harbi patlak verdiğinde Vidin, Rusçuk, Silistre, Varna ve Şumnu’daki ordularını bir araya toplayabilmesi için Osmanlı Devleti’nin Plevne’yi elinde tutması gerekmekteydi. Zira Şıpka’nın elden çıkması halinde buranın ehemmiyeti daha bir önem kazanacaktı.
Plevne, Ruslar için de son derece önemli bir yerdi. Rusların Sofya’ya, oradan da Edirne’ye ve Boğazlara doğru ilerlemeleri ancak Plevne’ye sahip olmaları ile mümkündü.
Bu nedenle bu mekânda Osmanlı kuvvetleri ile Rus orduları arasında, Plevne muharebeleri denen, tarihin en kanlı çarpılmaları gerçekleşmişti.
İlk Plevne muharebesi General Schuldner (Şuldner)’in 8 Temmuz 1877 Cumartesi günü, sabahın erken saatlerinde, Plevne’ye henüz ulaşıp yerleşmiş bulunan Gazi Osman Paşa komutasındaki yorgun Osmanlı birliklerine taarruzu ile başladı. Ancak Şuldner komutasındaki Rus kuvvetleri umduğunu bulamamış, Birinci Plevne muharebesinde altı, yedi bin kişi zayiat vererek gerisin geri çekilmek zorunda kaldı.
8 Temmuz Cuma günü sabahtan akşama kadar süren bu kanlı çarpışma, 93 Harbinde Rusların Rumeli cephesinde Osmanlılardan yedikleri ilk şiddetli darbe oldu.
8 Temmuz yenilgisinden sonra Grandük, Krüdner’i Şakovoski tümeni ve Skobelev süvarileri ile takviye etmiş, Plevne üzerine ikinci defa taarruzda bulunulması emrini vermişti. Bu emir üzerine General Krüdner, büyük bir kuvvetle Plevne önüne gelmiş ve General Şuldner’e katılmış̧, Osman Paşa’yı alt etmek için ikinci bir teşebbüse hazır duruma geçmişti.
Ancak Rus kuvvetleri Osman Paşa kuvvetleri karşısında hezimete uğramaktan kurtulamamış, firar edenlerden yakalananlar süvari birliğince telef olunmuş, birçoğu da suları o günlerde bir hayli yükselmiş̧ olan, Osma Deresi’ne düşerek boğulmuştu...
İkinci Plevne Muharebesi Ruslara 8.000’den fazla ölü ve bunun iki üç misli yaralıya mal olmuştu. Osman Paşa ise, kendi ifadesine göre, 100 şehit ve 300 kadar da yaralı vermişti.
Ruslar, İkinci Plevne muharebesinde uğramış oldukları hezimetin acısını çıkarmak ve askerî namusu ikmal etmek teşebbüsünde bulunacaklarını bütün Avrupa’ya aksettirmişlerdi. Plevne’de Osman Paşa’ya, düşmanın intikam almak maksadıyla 100.000 kişilik bir kuvvetle şiddetli bir hücumda bulunacağı telgrafla bildirilerek ona göre tedbir alması ve hazırlıklı bulunması belirtilmişti.
Cephede bulunup harekâtı yakından izleyen Rus Çarı II. Alexander, dünyaya karşı yüzünü kızartan arka arkaya gelen bozgunlar karşısında bir taraftan Petersburg’daki Hassa ve Kazak fırkaları ve alayları ile muhtelif sınıflardan fırkaları cepheye sevk ederken diğer taraftan da o güne kadar alay edip küçümsediği Romanya ordusunu imdadına çağırmak mecburiyetinde kalmıştı. Çar, çektiği telgrafta Romanya kralına:
Türkler Plevne’de büyük bir kuvvet topladılar, bizi mahvediyorlar. Kuvvetli bir nümayiş̧ icrası ve mümkün ise evvelce arzu ettiğin şekilde Ziyol ile Korabya arasında Tuna’dan geçmeni rica ederim. Hareketimi kolaylaştırmak için bu nümayiş̧ elzemdir
ricasını iletmek zorunda kalmıştı.
Ruslar, 29 Ağustostan itibaren Plevne’yi beş̧ gün devam eden top ateşine tabi tutmuşlar, nihayetinde ise üç koldan hücumda bulunmayı kararlaştırmışlardı.
Osman Paşa kuvvetlerinin toplam mevcudu 30.000’den ibaret iken Romanya ordusunun iltihakı yeni takviyelerinin gelmesi sonrası Plevne önlerindeki Rus süvari ve piyade mevcudu 100.000’i aşmıştı. Rus kuvvetlerinin elinde ayrıca 432 adet top bulunmaktaydı.
Ancak sahip oldukları kuvvete rağmen Ruslar, altı gün gece gündüz fasılasız bir şekilde süren çok şiddetli bir topçu ateşlerine ve sabahtan akşama kadar devam eden umumi hücumlarına rağmen bir kez daha ricat etmek zorunda kalmışlardı.
Rus zayiatı 3 general, 350 subay ve 15.200 asker olmak üzere toplamda 15.550 kişiyi bulmuştu. Osman Paşa’nın 3-4 bin şehit ve yaralı verse de Plevne’de Ruslara karşı üçüncü defa muzaffer olmuştu.
Emrinde bulunan az sayıdaki bir kuvvet ile Osman Paşa’nın üst üste kazandığı galibiyetler haklı olarak onun şanını bütün cihana yaymış, derin yankılar ve hayranlıklar uyandırmıştı.
Diğer taraftan Üçüncü Plevne muzafferiyeti yurdun her köşesinde tarif edilemeyecek kadar büyük bir sevinçle karşılanmış, namı her yerde hürmet ve hayırla anılmıştı.
Sultan Abdülhamid, Paşa’yı tebrik ederek kendisine gazilik unvanı ile birlikte bir altın kılıç̧ ve bir çift tabanca ve birinci rütbeden Osmanî nişanı ihsan etmişti.
Abdülhamid, Paşa’ya gönderdiği telgrafında:
Sadakatli Mareşalim Osman Paşa;
Daha evvelce elde etmiş̧ olduğun kahramanlıklarına ilave olunan yeni gazan ile Osmanlılığın şanını yücelttin. Allah ve enbiyaların övüncü Hazreti Peygamber her iki dünyada yardımcın olsun…
diyordu.
Ruslar üçüncü kez Plevne’de, mağlup olduktan sonra burasının harp yolu ile zapt olunamayacağını anlamışlardı. Plevne önlerindeki zayiatları, ölü ve yaralı olarak, 50.000’i bulmuştu. Bu kadar ağır kaybı başka hiçbir yerde vermemişlerdi. Dolayısıyla Plevne’yi General Tottleben idaresinde bütünüyle muhasara etmişti.
Dört taraftan kuşatılmış olan Plevne’nin artık bütün cihetlerle bağlantısı kesilmiş̧, mühimmat ve muhabere hatları kapanmıştı. 32.000’i Rumen askerlerinden oluşan Rus-Rumen ortak kuvveti takriben 90.000 piyadeye ulaşmıştı.
Ruslar, Gazi Osman Paşa’nın teslim olmasını istemişlerse de Paşa bu yöndeki tekliflerinin tümünü kesin bir dille reddetmişti…
Eldeki erzak, cephane ve kuşatmayı dikkate alan Osman Paşa, ya teslim olmak veya huruç̧ hareketinde bulunmak seçenekleri ile karşı karşıya kalmış, nihayeti itibarıyla, teslim olmaktan ise yarma/huruc harekâtında bulunmaya karar vermiş ve bu yönde birtakım hazırlıklara girişilmişti.
Plevne savaşlarında Osmanlı ordusunda hizmet gören İngiliz asıllı William V. Herbert yapılan hazırlıklara şu hazin ifadelerle değinir:
Sancağımız yakıldı ve biz, onun alevlerini sukut içinde ve hürmetle seyrettik. Ekonomi zarureti yüzünden çorbamızı kaynatmak için kullanmağa mecbur olduğumuz bu alevler, elli yıldan beri taburumuzun önünde dalgalanmış̧, üzerindeki şerefli hilali Guirgevo’da, Silistre’de, Opatoria’da, Sivastopol’de zaferle taşınmış̧, ikinci Plevne muharebesinde yaptığımız süngü hücumunda ve Kavanlık Tabyası’na Eylül’de üç defa yaptığımız taarruzda yanı başında bulunmuş̧ olan şanlı sancağı yiyip bitirdiler. 1828’den 1877’ye kadar tarihin beş defa on yılının zafer hatlarını taşıyan bu mukaddes bez, bir dakika bile sürmeyen kısa bir zaman içinde kül haline gelmişti. Sonra içimiz burkularak o külleri şimalden esen soğuk ve dondurucu rüzgâra savurduk. Bu küller tekrar yere inerken gök yüzündeki yarım ayın donup parçalanarak zemine indiği hissini duyuyorduk...
Huruc gecesi ortalık oldukça karanlık, yerler kırağı nedeniyle kaygan ve hava soğuktu. Fakat daha önceden kararlaştırılan şekil ve yerde 40.000 kişilik ordu, bargirler ve arabalarla birlikte toplanmıştı.
Gazi Osman Paşa 10 Aralık sabahı 40.000 neferden oluşan ordusunu iki eşit kısma ayırmıştı. Bunlardan 20.000 kişilik birinci kuvvet Rus istihkâmlarına taarruz ederek muhasara hattını yarıp geçmeye çalışacak, diğer 20.000 kişilik kuvvet ise evvelkinin taarruzunu himaye ederek onlar geçtikten iki saat sonra hücumda bulunacaktı. Kıtalar yavaş̧ yavaş̧ Vid suyunu geçmeye başlamış, sabah saat on sularında Tahir Paşanın kumandasına verilen birinci fırkanın hepsi nehrin sol sahiline varmış ve Gazi Osman Paşa’nın emrine göre nehirden yüz adım ileride yalnız bir hat üzerine yayılmaya başlamışlardı.
Plevne ordusu neticede muhasara hatlarının en yakın kısımlarına kadar ulaşmış ve Rusların bulunduğu ilk istihkâmlara saldırmıştı. Bu saldırı neticesi birinci fırka düşmanın müdafaa hattını yarmaya başlayarak üç büyük istihkâm ve on bir kadar topunu zapt etmişti. Fakat Rusların birinci müdafaa hattının 1 km. gerisinde ikinci bir müdafaa hattı yer almaktaydı. Bu iki hat arasında durmak ise mümkün değildi. Huruc hareketini ikmal için ihtiyata bırakılmış̧ olan 20.000 kişilik kuvvete lüzum duyulmaktaydı. Oysaki bu kuvvetler Rumenlerin de muharebeye katılmaları ile Rus kuvvetleri karşısında zayıf düşmüştü. İşte tam bu sırada olan olmuş, Gazi Osman Paşa’nın, Rus-Rumen topçularının ateşi sonucu isabet eden bir şarapnel parçasıyla, altındaki atı ölmüş, kendisi de sol ayağından yaralanmıştı.
Din ve vatan heyecanıyla kumandanlarının yüksek cesareti rehberliğinde ayakta durabilen az sayıdaki Plevne ordusunun, Gazi Osman Paşa’nın yaralandığı haberi üzerine bir anda desteklerini kaybetmiş̧ ve maneviyatları sarsılmıştı.
Plevne beş aydır Gazi Osman Paşa’nın manevi gücü ve önderliği ile muhafaza olunabilmişti. Bu yaralanma kısa zamanda: Osman Paşa öldü! şeklini alarak yıldırım gibi Plevne kıtaları saflarında yayılmış̧ paniğe kapılan ordu bir sel gibi geriye doğru akmaya başlamış̧ huruç̧ hareketi bir anda boğuluvermişti.
…..
Osman Paşa önce General Strokof ve bir müddet sonra da General Ganetski ile görüşmüştü. General Ganetski şapkasını çıkararak elini bir dost rahatlığı ile Osman Paşa’ya uzatmış ve:
Sizi tebrik ederim. Yapmış̧ olduğunuz hücum fevkaladeydi. Askerlerinize lütfen emrediniz silahlarını bıraksınlar
diyerek Gazi Osman Paşanın yanına oturmuştu.
Gerçekleştirilen müzakereler neticesi, büyük bir aşkla altı aydır düşmana karşı direnen Plevne ordusu, Gazi Osman Paşa’nın emri gereği Ruslara teslim olmuştu.
…..
Teslim sonrası Osman Paşa bir araba ile Plevne’ye doğru götürülürken yanına gelen Grandük Paşanın elini sıkmış ve:
Plevne savunmanızı tebrik ederim. Tarihin en muhteşem destanlarından biri olmuştur
diyerek hayranlığını izhar etmişti. Asi Romanya Prensi Carol da Grandük’ün sözlerini tekrar eden bir eda ile Gazi Osman Paşa’nın elini sıkmıştı.
General Skobelev Gazi Osman Paşa’yı gördüğü zaman yanındakilere:
Bu çehre büyük bir kumandan çehresidir. Gördüğüme son derece memnun oldum. Gazi Osman muzaffer bir kumandandır. Teslim olmasına rağmen yine muzaffer sayılacaktır
diyerek takdirlerini beyan etmişti.
Gazi Osman Paşa’nın Plevne’de yaralanarak esir düşmesi yurdun her tarafında büyük bir üzüntü ile karşılanmıştı. Hatta bu üzüntü ve teessürün bir neticesi olarak, İstanbul’da halk sokaklara dökülerek Gazi Osman Paşa’nın küçük yaştaki iki oğlunu alarak birini al bir ata, diğerini ise kır bir ata bindirerek:
Gazi Osman Paşa’ya merasim yapamadık, bari oğullarına yapalım
mülahazasıyla İstanbul sokaklarını dolaştırmışlardı. Yüzlerce kişi Gazi Osman Paşa’nın oğullarını görmek için sokaklara dökülmüş, Paşa’nın çocukları halkın yaşa ve alkış tufanı arasında mahalle mahalle gezdirilmişti.
Harkov, Gazi Osman Paşa’nın esaretini geçireceği yer olarak kararlaştırılmıştı. Bu münasebetle, Paşa, Grandük’ün yaverlerinden Bibikof refakatinde olduğu halde, Bugot ordugâhına götürülmek üzere hareket edilmişti. Hareket sırasında arabanın iki tarafında Rus general ve zabitleri, ön tarafında bir Rumen, arka tarafında ise bir Rus süvari kıtası bulunmaktaydı.
Gazi Osman Paşa öncelikle Bugot’taki imparatorluk çadırına götürülmüş, burada merasimle karşılandıktan sonra kurulan güzel bir Kırgız çadırından her türlü bakım ve ihtiyacı karşılanarak tedavisi yapılmıştı.
Paşa’nın esaretinin bir bölümünü geçirdiği Bugot karargâhında, Tottleben’in de hazır bulunduğu bir sohbette, Grandük kendisine:
— Bravo... Senin gibi bir kumandanın kılıcı alınmaz. Burada ve Rusya’da kılıcınızı taşıyınız ve Rusya’da bir Rus müşiri kabul olunacaksınız
şeklinde hitap etmişti.
Gazi Osman Paşa Bugot’ta on beş̧ gün kaldıktan sonra, Sistova ve Bükreş̧ yoluyla Harkov’a gönderilmişti.
Yolculuk sırasında önce Bükreş’e uğranılmıştı. Bükreş̧ halkı merak ve heyecan içerisinde Gazi Osman Paşa’nın gelmesini beklemişti. Özel bir muhafız korumasında Bükreş’e ulaşan Osman Paşa Grand Hotel Brafft’ın ilk katında yer alan üç odalı dairede kalmıştı.
Bükreş’ten sonra Harkov’a gelen Paşa, burada kaldığı süre zarfında ise fevkalade denecek derecede iyi muamele görmüş̧ imparator da kendisini ziyaret etmişti. Gazi Osman Paşa ise kendisine gösterilen muameleden son derece memnun kaldığından atını imparatora hediye etmişti.
Sultan Abdülhamid, Serasker Müşir Rauf Paşa’yı Gazi Osman Paşa’yı alıp İstanbul’a getirmek üzere özel olarak Petersburg’a göndermişti.
…..
Paşa’ya Rus çarı tarafından, kahramanlığını takdir manasında, çifte kartal nişanı takılmış̧ İstanbul’a dönüşü sırasında da General Nemikof kendisine mihmandarlık etmişti.
Karadeniz’de Hocabey limanından hususi ve mükellef bir yatla yola çıkan kafile 13 Mart 1878 Pazartesi günü sabaha karşı Kız Kulesi açıklarına ulaşmıştı.
Paşa’nın gelmekte olduğu, İstanbul’a ulaştığı haberini alan İstanbul halkı sahillere dökülmüş, büyük bir coşku ile kendisini beklemeye koyulmuştu.
Paşa İskelesi’nde kendisini bekleyen saray erkânı ve Mabeyn mızıkası ve Enderun takımı da yerini almıştı.
Gazi Osman Paşa, refakatinde Serasker Rauf Paşa olduğu halde saltanat kayığından çıkarken, Mabeyn mızıkası ve Enderun takımı kendisini muhteşem bir kudümle karşılamış, beyan-ı hoşamediye memur Abdülhamid’in başyaveri ve Sultan Aziz’in damadı Müşir Dağıstanlı Mehmet Paşa Paşa’nın eline sarılmıştı. İskeleyi dolduran halk ise:
Hoş̧ geldin ey namuslu kahraman, çok yaşa Gazi Osman!
nidalarıyla ortalığı inletmiştir.
Sultan Abdülhamid ise koşumları altın ve gümüşle işlenmiş̧ bir çift iri yağız Rus katanası koşulu landosunu, binmesi için Osman Paşa’ya tahsis etmişti.
Gazi Osman Paşa’nın bulunduğu araba Yıldız sarayından içeri girince de Abdülhamid:
Gel benim kahraman Osman’ım! Berhudar ol! Şan-ı milleti ancak sen muhafaza ettin. Vatan uğrunda yaptığın gazaya bütün cihanı hayran eyledin. Osmanlı askerliğinin şerefini sen göklere çıkardın. Senin gözlerini öpmek için hasretle ahdetmiştim. Gel ahdimi yerine getireyim. Gözlerini öpeyim
diyerek kendisini coşkuyla karşılamıştı.
.
Bir 31 Mart yalanı
Prof. Dr. Metin Hülagü
Abdülhamid muhalifi ve aleyhtarlarının onun aleyhinde kullandıkları ve hatta tahttan indirilmesinin şer’i mazeret ve delili de kıldıkları bir diğer itham şekli ise onun dini kitapları yaktırdığı söylemidir.
Abdülhamid hakkındaki İttihatçı, Mason, Yahudi, Levanten ve Batı emperyalizmi ajanlarının uydurduğu masallar o kadar gülünç, iğrenç ve havsala yakıcı olmuştur ki, icat edilen bir dizi yalan, hiçbir esası ve değeri olmasa da Abdülhamid’in hal’i fetvasına dayanak kılınabilmiştir. Güya Abdülhamid saltanatı yıllarında, halife sıfatına rağmen, dine hizmet yerine, bilakis dini ve şer’i kitapları yaktırmıştır.
Oysa ki Abdülhamid halifeliği ihya etmiş, İngilizlerin Arap hilafeti tesisi gayretlerine şiddetle muhalefete girişmiş, kendisinden başka kimseyi halife olarak tanımamış, İslamcılık politikası izlemiş, İslam coğrafyasının dört bir tarafından davet ettiği din adamlarını ve tarikat şeyhlerini Yıldız Sarayı’nda danışman sıfatı ile istihdamda bulunmuş, dünyanın her neresinde İslam’a ve onun tebliğcisi Hazreti Muhammed’e, doğrudan veya sanatsal eserler ve temsiller ile dolaylı da olsa, dil uzatılmasına rıza göstermemiş, kasti surette tahrif edilerek bastırılıp piyasaya sürülmüş olanlarını toplatarak orijinal nüshasını esas alarak bastırdığı Sahih-i Buhari’yi meccanen dağıttırmıştı…
Dinime söven Müslüman olsa bari!
Bir gerçeğin tahrif edilmiş numunesi olarak Meşihat makamının hal fetvasına mesnet kıldığı söz konusu kitap yakma hadisesi esasen Çemberlitaş Hamamı’nın külhanında ateşe verilen kitaplarla alakalıdır.
Celal Paşanın Maarif Nazırlığı zamanında, üyeleri ilim adamlarından oluşan Teftiş ve Muayene Encümeni’nin zararlı olduğuna karar verdiği kitaplar Çemberlitaş Hamamı’nın külhanında yakılmıştır.
150 çuvaldan oluşan söz konusu kitapların yarıya yakını ve belki de daha fazlasını dini içerikli kitaplar oluşturmuştur. Bahis konusu dini eserler, dini bilgi ve hassasiyet bakımından eksik ve zararlı görülmüş olmalı ki Encümen üyeleri tarafından yakılması şeklinde bir akıbete maruz bırakılmışlardır.
Önce Kâğıthane Çayırı’nda, bilahare Maarif Nezareti bahçesinde yakılmaları düşünülen söz konusu kitaplar, halkın heyecanına sebebiyet verilmesin diye, nihayeti itibarıyla Çemberlitaş Hamamı’nda yakılsın diye kararlaştırılmış, ancak halkın hayal gücü, daha önemlisi ise Abdülhamid muhalifi ve düşmanlarının tezvir mizacı, 150 çuval kitap alevler içinde kömürleşirken:
Abdülhamid dini kitapları yaktırıyor!
yaygarasına malzeme olmaktan kurtulamamıştır.
Hadise tamı tamına ve özetle bundan ibarettir.
.
Abdülhamid’in Casusları
Prof. Dr. Metin Hülagü
1910 Aralığında Fortnightly’da çıkan bir yazıda deniyordu ki:
Abdülhamid her yerde komplo, her kapının ardında ölümü gördü; bu nedenle, yavaş yavaş ürkütücü boyutlara ulaşan ve görevlilerinin her şeye kadir şahsiyetler olduğu gerçek bir gizli servis sistemi kurdu.
Casusları kutsal bir varlık gibiydi; yasalar onlar için geçersizdi. Hükümetin kontrolünde değillerdi, yüksek ücretleri vardı. Abdülhamid’in dehşete kapılmış zihnine tamamen hükmetmektelerdi.
Efendilerinin zihnindeki bu korku saplantısını teşvik etmek bu casusların çıkarınaydı ve bunu dikkate değer bir beceriyle de yapmaktalardı. Saf ve korkak Abdülhamid, raporların okunuşunu titreyerek dinledi, bunların doğruluğunu araştırmak için zahmete dahi girmedi. Korkusu o kadar büyüktü ki, tutuklamalar veya suikastlar için her zaman olumlu emirler vermeye dahi cesaret edemiyordu. Raporlardan sonra suskun ve telaşlı olduğu görülürdü.
Raporlar okunduktan sonra, Abdülhamid’in suskun ve telaşlı olduğu görüldüğünde, casusluk sanatının üyeleri, onun melankolisinin ve endişesinin nedenini sorardı. Abdülhamid yarım sözcüklerle, belirsiz imalarla, derdinin nedenini ortadan kaldıracak sadık arkadaşlar bulma arzusunu ifade ederek yanıt verirdi. Abdülhamid’in istekleri kanunla eş değerdi. Casuslar tarafından ihbar edilen kişiler, hemen o akşam, ortadan kayboluverirdi.
New York Times gazetesi de Yıldız Sarayı ve Abdülhamid idaresinin 20.000 casusa sırtını dayamış olduğuna dair haberlere sayfalarında yer vermiştir.
Baron von der Goltz'un yaklaşım biçimine göre casusluk sistemi:
Her şeyi boğan bir merkezileşme
biçimiydi.
İddia o ki; Abdülhamid idare biçimini merkezileştirmek ve dolayısıyla da herkesi, her yeri ve her olup biteni kurmuş olduğu Hafiye Teşkilatı ile izlemek, dinlemek, bilmek ve öğrenmek ve dolayısıyla da boğmak şeklinde bir saltanat dönemi geçirmiştir.
Batı basınının yaklaşımına göre:
Bir parmak işaretiyle veya yanan bir mumun üflenerek söndürülmesi gibi can alabilen Abdülhamid kendi hayatını her şeyin üstünde tutar. Aldığı canlar ve döktüğü kanlar kendi hayatını en korkunç kâbuslara dönüştürmüş durumdadır.
Dolayısıyladır ki; Abdülhamid’in kurmuş olduğu Hafiye Teşkilatı dünden bugüne en çok tenkit edilen, gayrimeşru işlerle ilişkilendirilen ve Abdülhamid aleyhinde bir algı oluşturabilmek için fazlası ile suiistimal edilen dönemi kurumlarından birisi olmuştur.
Abdülhamid’in en az bir asır önce kurmuş ve başarılı bir surette idare etmiş olduğu söz konusu sistemin yüzyıl sonra ne denli gerekli olduğu, bugün itibarıyla casusluk teşkilatlarının ne derece devasa boyutlara ulaşıp bir ahtapot misali kuşatıcı ve kucaklayıcı bir mahiyet kazandığı ve vazgeçilmezliği ortadadır.
Abdülhamid’in teşekkül ettirdiği Hafiye Teşkilatı hakikaten gereksiz olduğu için mi tenkit edilmişti yahut Abdülhamid'in dünyanın o vakte kadar bildiği en rekabetçi casusluk sistemini örgütleyebilmesi, geliştirebilmesi ve sürdürebilmesinden rahatsızlık duyulduğundan ötürü mü tenkit konusu edilmişti ya da söz konusu Hafiye Teşkilatı içeride Jön Türk ve benzeri örgütlenmelere, dışarıda ise, en basit şekliyle, Avrupa devletlerinin Hamidiye İdaresi’ne karşı ne düşünüp ne yapmak istediklerine vakıf olmaya çalışmasından mustarip olunduğu için mi hedef tahtası haline getirilmişti, bütün bunlar üzerinde ayrı ayrı durulup incelenmeye değer konulardır.
Gerçek şu ki; Hafiye Teşkilatı Abdülhamid döneminin ürünü olmakla birlikte o günkü dünyada Hamidiye İdaresi’ne mahsus ve özgün bir durum teşkil etmemekteydi. Çağdaşı hükümdarların, en azından Çarlık Rusyasının da, benzer haber alma teşkilatları söz konusuydu. Ancak şu farkla ki; diğer devletlerin bu yöndeki teşkilatları Hamidiye İdaresi’ndeki Hafiye Teşkilatı kadar başarılı olamadığı gibi suçlanıp tenkit de edilmemiş, tesisi bir suçmuş gibi gösterilmemiş, sadece yanlışlıkları dile getirilip faydaları göz ardı edilmemiştir.
22 Ağustos 1917 tarihli The Iowa City Citizen gazetesi dönemin casusluk sistemi hakkında ilginç bir yazıya sayfalarında yer vermiştir. Yazı, casusluk sisteminin devletler nezdindeki, en azından Rusya gibi büyük bir imparatorluk idaresindeki yerini göstermesinin ötesinde Abdülhamid’in dönemi uygulamalarından ne denli etkilendiğini ve şahidi olduğu sistemleri takip etmede ne derece başarılı bulunduğunu ifade etmesi bakımından önemlidir.
The Iowa City Citizen gazetesinde yer alan söz konusu yazı aynen şöyledir:
Devrimden hemen sonra geçici hükümet tarafından atanan yeni hükümet sistemini güvence altına almak için komisyon tarafından eski İmparator Nicholas'ın maaşa bağladığı casus, muhbir ve ajan provokatörlerin 33 uzun listesi yayınlandı. Bu listeye bir 50 liste daha ilave edilebilir.
Otokrasinin bu gizli lejyonerlerinin toplam sayısının 80.000'e ulaşması bekleniyor. Suçu şüphe götürmez olanlar hapse atıldı, ancak yargılanıp cezalandırılacakları veya gerici karşı devrimin tüm tehlikesi geçene kadar sadece hapiste tutulup tutulmayacaklar henüz belirlenmedi.
Komisyonun raporları, İkinci Abdülhamid döneminde Türkiye'de geliştirilen casusluk ve devleti suça kışkırtma sisteminin tam olarak aynısını tasvir ediyor. Aradaki fark, Abdülhamid'in casus ve provokasyon sistemini doğrudan Yıldız köşkünden çalıştırırken, Nicholas'ın sistemini Basil Ostrov semtinde büyük bir binayı işgal eden kötü şöhretli okhrannoe otdielenie ya da güvenlik departmanına emanet etmesiydi.
Muzaffer devrimcilerin ilk eylemi, güvenlik departmanının gizli belgelerine el koymak oldu. Bunların çoğu binanın dışındaki şenlik ateşlerinde yakıldı. Daha değerli belgeler, özellikle devletin suç örgütüyle ilişkili olduğunu gösterenler, kasalarda tutulmuş ve imha edilmekten kurtulmuşlardı.
Devrimciler ayrıca bakanlığın taşra teşkilatlarında on binlerce gizli kayıt ele geçirdiler ve bunlardan tutuklu casusların itiraflarıyla desteklenen listeler tasnif edilmektedir. Listeleri beş ciltlik resmi bir İkinci Nicholas Dönemi Casusluk Tarihi izleyecek.
Her casusun polis tarafından bilindiği bir klitchka ya da takma adı vardı. Bölümün kayıtları Şişko, Uzun Burun, Pazar Çocuğu, Fil ve Arsenik gibi takma adlarla doludur. Bir casusun iki veya üç sahte soyadı vardı ve devrimcilerin kendisinden şüphe duyması halinde çoğu kere bulunduğu kasabayı ve adını değiştirmesi söz konusu olmaktaydı.
Pek çok casus ve muhbir (örneğin, Kanlı Pazar 1905'teki ihaneti nedeniyle yine bir devrimci mühendis tarafından dövülmüş olan ünlü Peder Gapon gibiler) gerçek devrimciyken daha sonra hain ve muhbir olabildi. Bazıları her iki tarafa da dürüstçe hizmet etmiş ve her ikisinin de sadakatini kazanmış gibi görünmektedir. Diğer bazıları ise hangi tarafa sempati duyduğunu bilmiyor gibi bir izlenim vermektedir.
Batı’nın Hafiye Teşkilatı’na saldırmış olması esasen bilinçli bir durumdu. Batılı siyasiler, Abdülhamid’in elindeki bu teşkilatın önemli bir siyasi ve idari güç olduğunun gayet iyi farkındalardı.
The Washington Times, Abdülhamid’in vefatından sonra, 12 Şubat 1918 tarihli sayısında, Hafiye Teşkilatı’nın öneminden, biraz gecikmiş olarak da olsa, itiraf sadedinde, şu suretle söz etmişti:
Abdülhamid bilahare Avrupa'daki en geniş kapsamlı casusluk sistemlerinden birini örgütledi ve ajansları aracılığıyla ve diplomasideki ustalığıyla yıllarca yurtiçinde ve yurtdışında ciddi komplikasyonları bertaraf etti.
Yukarıdaki beyanın sırrına çok daha önceden varmış olan Batılı siyasiler, Hafiye Teşkilatı’nı zulüm ve katliam ile iş gören ruhsuz ve canavar tabiatlı bir örgüt olarak resmetmeye çalışmış, menfi suretteki algı propagandası ile Hafiye Teşkilatı’nı yıpratıp yok etmeye çalışmıştır.
Garip olan şu ki; söz konusu Batı’yı ve Batılı siyasileri dünden bugüne kendilerine rehber edinmiş bulunan bir kısım yerli unsurlar ise Batılı dostlarını takiple aynı tarzda bir tutum sergilemektedirler.
.
Abdülhamid: Ne pinti ne de müsrif
Prof. Dr. Metin Hülagü
Dünden bugüne Sultan İkinci Abdülhamid’e atfedilen olumsuz sıfatlardan ikisi, çelişkili olsa da, onun hem pinti hem de müsrif olduğu şeklindedir. Bu sıfatlardan günümüzde daha fazla yaygınlık kazanmış bulunanı ise onun pinti olduğu (Pinti Abdülhamid) şeklindedir.
Ancak hemen belirtmek gerekir ki, söz konusu sıfatların ona atfedilmesi öncelikle yerli değil, bütünüyle yabancı basının icadı ve ithamı dolayısıyla olmuştur.
Yabancı basının Abdülhamid’in cimri mi yoksa müsrif mi olduğu konusunda geçen asırda gündem konusu kıldığı yıkıcı propagandası iki yüzlü kılıç gibi olması yanında kalıcı da olmuştur. Batı basını geçen asırda onu bir taraftan cimri olmakla suçlamışken diğer taraftan da yine onu had safhada israf içinde biri olmakla itham etmiştir.
Sayfalarında bu konuya yer vermiş bulunan The Salt Lake Herald gazetesi, örneğin, onu müsrif olarak suçladıktan sonra aşırı derecedeki harcamaların merkezi olarak da Harem’i göstermiş ve ithamlarını şu suretle ifade etmiştir:
Abdülhamid’in yıllık yaklaşık 2.000,000 Sterlin geliri vardır… Sahip olduğu Harem, maliyeti itibarıyla en masraflı kurumlardan biridir. Hükümdarlığı sırasında padişah haremine birkaç milyon dolar harcadı ve mücevher ve tuvalet malzemeleri için yaptığı yıllık harcama kesinlikle şaşırtıcı oranlardadır.
28 Aralık 1896 tarihli The Times gazetesinde yer alan bir haberde ise Abdülhamid’in yıllık toplam gelirinin 1.137.000 Türk lirası olduğuna dair şu beyanda bulunmuştur:
Sir Edgar Vincent dün Sultan'a mali durum hakkında ayrıntılı bir rapor sundu…
Mevcut koşullar altında gelirlerinin yuvarlak olarak toplamda 1.137.000 Türk lirası olduğunu belirtmekte fayda var.
The San Saba News gazetesi, örneğin, 5 Ağustos 1887 tarihli sayısında Abdülhamid’in yıllık şahsi masrafının 60.000,000 Frank (12.000,000 dolar) olduğundan söz etmiş ve sadece Kızlarağası’nın maaşının bile 240,000 Frank olduğunu belirtmiştir.
The Opelousas Courier ve South Branch Intelligencer gazeteleri ise Abdülhamid’in senelik bireysel masrafını 50,000,000 Frank (10.000,000 dolar) olarak zikretmişlerdir.
The Democrat and Standard gazetesinin verdiği bilgiye göre ise Abdülhamid’in kendi ve haremi kadınlarının gardırobu için harcanan paranın miktarı 400.000 doları bulmaktaydı.
Yabancı basında söz konusu edilip harcamaları itibarıyla en masraflı kurumlardan bir olarak dillendirilen yerlerden bir diğeri ise Yıldız Sarayı mutfağı olmuştur.
Geçen asırda Batı basının sayfalarında yer verdiği haberlere bakılacak olursa Abdülhamid sadece devletin parasını iç etmekle kalmamıştır. O aynı zamanda israf içerisinde bir hayat da sürmüştür. Örneğin sadece Ramazan ayı boyunca Yıldız Sarayı mutfakları için yapılan harcama 400.000 dolara ulaşmıştır. Saray’da yüzlerce aşçı istihdam olunmuş, bir ordu denebilecek sayıdaki casuslar sınıfı Saray’ı adeta istila etmiştir.
The Democrat and Standard gazetesine göre Abdülhamid’in yemek masasının donatılması için yapılan masraf inanılmaz bir meblağa ulaşmakta ve yıllık 5.000,000 doları bulmaktaydı.
Batı basınının iddialarına göre; gereksiz yere ve ağzına değin tıka basa insanla doldurulmuş olan yer sadece Yıldız Saray’ı ile sınırlı olmamış, dört gemi için görevlendirilmiş bulunan amiral sayısı yirmiyi bulabilmiştir. Dolayısıyla da donanmadaki subay sayısı inanılmaz rakamlara ulaşmış ve azaltılması kaçınılmaz bir hal almıştır. Bu durumdan ötürüdür ki Jön Türkler idareyi ele almaları sonrasında izlemiş oldukları politikalarla yanlış olan her şeyi düzene koymuşlar; Saray’daki fazlalıklar ihraç edilmiş ve sözü edilen casuslar ordusunun mevcudiyetine son verilmiş ve ayrıca Saray'da bulunan hizmetçilerin büyük bir ekseriyetinin görevleri sona erdirilmiştir.
The Sunday Star gazetesinin beyanına göre Jön Türkler iktidarı ele aldıklarında Abdülhamid üç yıllık maaşını peşin olarak almış olduğu gibi kişisel harcamaları için İngiltere'den büyük bir meblağ borç da temin etmiştir. Bu durum karşısında tasarruflu bir politikanın takipçileri olan Jön Türklerin tavrı ise, güya, Abdülhamid’e:
Paranızla yaşayın; üç yıl boyunca bir daha ödeme almayacaksınız
uyarısında bulunmak olmuştur.
Batı basınında bazen müsriflik bazen de cimrilik suretinde ama bu vesile ile sıklıkla gündem konusu kılınmış olan Abdülhamid aleyhtarlığı ve onu en süfli sıfat ve kelimelerle zikretme hali önceleri Jön Türk, sonraları ise Cumhuriyet dönemi basını ve neşriyatının da en vazgeçilmez konusu haline getirilmiştir.
Ancak şu var ki Jön Türk ve Cumhuriyet dönemi basının dilinde Abdülhamid’in hususiyle önce çıkartılan olumsuzluğu onun Pinti olduğu şeklinde yaygınlık kazanmıştır.
Bu anlamda Hilafet ve Safahat-ı Tekamül adlı eserinde Mehmet Abidullah Abdülhamid’i pinti olmakla itham etmiş ve hatta kendisi gibi bütün cihanı da pinti ettiğini hiç tereddüt etmeden yazabilmiştir.
Abdülhamid’in saltanatta bulunduğu yıllarında kendisinden başka yiğit bırakmadığı, 33 yıl mecnunane bir surette hüküm sürdüğü, muvazenesiz olduğu, onun döneminde memlekette cimrilik, açgözlülük, korku ve riyanın yaygınlık kazandığı, dolayısıyla da memlekette ikram ve cesaret sahibi kalmadığı ve hatta galip veya mağlup, idare eden veya olunan, itaat eden veya edilen hiçbir şeyin varlığını sürdüremediği iddia ile ifade olunmuştur.
Oysaki Abdülhamid, şehzadeliğinden beri iktisada riayetiyle tanındığı, biriktirmeye, muhafazaya meraklı biri olduğu malum bir husustur. Ancak ne gariptir ki The Timaru Herald veya The Sunday Star gibi gazeteler müsrif biri olmadığı yolunda onun savunmuşlarsa da, Batı basının büyük ekseriyeti aksi suretteki haber ve yorumlarıyla, cimrilik ile tutumluluk kavramları arasındaki farkı hiçbir surette dikkate almamış, Abdülhamid’in sergilemiş olduğu tutumluluğu cimrilik olarak nitelemeyi bilinçli bir surette tercih etmişlerdir. Fakat yabancı basının bu yöndeki tercihi konjonktürel olmuş, icap etmesi halinde, müsriflik yahut pintilik nitelemelerinden birisi, diğeri aleyhine, öne çıkarılabilmiştir. Kendisine karşı sürdürülmekte olan olumsuz algı oluşturma siyasetinin bir gereği olarak, icap etmesi halinde israf ve debdebenin hüküm sürdüğü bir Harem tasviri üzerinden Abdülhamid’e karşı müsriflik suçlaması yoluna gidilebilmiştir. Esasen böyle bir tutum, Batı basını açısından, etik değerlerin herhangi bir öneminin olmadığını göstermesi bakımından olduğu kadar kavramların, öyle olduğu var sayılsa dahi, herhangi bir anlam ifade etmediklerini ortaya koyması yönüyle de önemlidir.
Abdülhamid’in cimri, daha yaygın ifade biçimi ile pinti, biri olduğu yolundaki Batı basınının ekseriyetine aykırı bir surette onun cömert biri olduğu şeklindeki yabancı basında çıkan haberlere karşı ise genel olarak etkisizleştirici bir yayın politikası ile karşılık verilmiştir.
Bu anlamda Current Literature’da kendisi ile alakalı çıkan bir yazıda:
Abdülhamid'in en cömert dürtülere sahip bir adam olduğu söylenmektedir
ifadesi yer almıştır.
The Slat Lake Herald gazetesi ise sayfalarında yer verip pintiliği ve cömertliğini ihtiva eden ilgili yazısında söz konusu cömertliği:
Kendilerinden hoşlandıklarına karşı son derece nazik, kibar ve hatta bazen cömerttir
şeklinde tanımlanmıştır.
Abdülhamid bir taraftan pinti olmakla suçlanmışken diğer taraftan ise bu niteleme ve iddiayı tekzip edercesine Yıldız Sarayı için:
O sırada o, hanedan ailesinin 12.000 üyesiyle çevrili, Boğaz'da Yıldız'daki muhteşem sarayında ikamet etmekteydi
denilebilmiştir.
Yıldız Sarayı’nın 12.000 hanedan üyesi ile çevrili olması doğru olmadığı gibi bütün mazisi boyunca da hanedanın bu denli bir sayıya ulaşması söz konusu değildir.
The Enterprise-Recorder gazetesi, bazı yanlışları yahut tarafgirlik üslubunu içerisinde kaleme alınmış olsa da, 1 Temmuz 1909 tarihli sayısında sayfalarında, sair gazetelerin iddiaları aksine, şu beyana yer vermiştir:
Bu olağanüstü adam, kendisine karşı acımasız zulüm söylemlerine mukabil cezbedici olabilmiş ve insani özellikler ortaya koyabilmiştir. Bunlardan birisi onun özgürlükçülüğüdür. Osmanlı maliyesi uzun zamandır düzensiz bir durumdayken o her zaman liberal davranmanın yollarını bulabilmiştir. Onun Müslüman hayır kurumlarına yaptığı bağışlar dikkat çekicidir.
Uzun bir şehzadeler soyunun sonunda gelmiş olmasına rağmen, Kur’an'ın elin açık olması emrine uygun olarak o, haleflerinden çok daha fazla cömertlik sergilemiştir. Astlarına, bakanlarına ve ajanlarına cömertçe davranmasını bilmiştir. Emirlerini yerine getirenler, en hoşnutsuz olduğu zamanlarda bile, iş tamamlandığında ihsanlarından asla şikâyetçi olmak durumunda kalmamışlardır. Misafir olarak ağırladığı Avrupalılar bile, birçok kere, Doğu'nun özgürlüğü ile bahşedilen mücevher hediyeleri ile dönmüşlerdir.
Abdülhamid, ne iddia ve itham olunduğu üzere cimri ne de pinti biriydi. O, cimri olmanın tam aksine oldukça ikramkar bir padişahtı. İkramına muhatap olanlar hükümet görevlisi, siyasi ve askeri kadrodan insanlar ile mahdut da değildi. İstanbul Boğazı’ndan gemi ile geçmekte olan üst düzey yabancı konuklarına gönderdiği meyveler, türlü türlü içecekler ve hatta koli koli sigara paketleri şeklindeki hediyeler, bir anlamda yabancılara, Payitaht’a, siyaseten hoş geldiniz anlamına gelmekteydi. Yine o, İstanbul’a, şehri ziyarete gelen seçkin turistleri söz konusu ikramından mahrum etmemiş biriydi. Akron Daily Democrat gazetesinin ifade ediş biçimiyle; ikramına mazhar olan Batılı turistler kendisini kültürlü bir beyefendi tavrı ve görünümü ile tanımışlar ve beraberce öğle yemeği yeme şerefine ermişlerdi.
Ancak bu tür ziyafetler, 1890 yılı ortalarında örneğin, ulemadan önde gelen bazı şahsiyetler ve softa takımından bazı şahıslar, şair ve aydın sınıfından bazı isimler tarafından Abdülhamid idaresinin tenkit ve şikâyet edilen konularından birisini, yani Saray’ın hadsiz israf ve savurganlık içerisinde bulunduğu itirazını doğurmuştur. Ülkenin zaten iktisadi sıkıntı içerisinde olduğunu dile getirip Yıldız’da hemen her gün şaşaalı ziyafetlerin verilmesinin tam anlamı ile bir savurganlık oluşturduğunu dile getirenlerden bazıları itirazlarını doğrudan ve gayet aleni bir surette ifade etse de diğer bazıları ise dolaylı bir surette ya da rüya formunda dile getirmeyi tercih etmişlerdir.
Abdülhamid, yabancı ve yerli basın tarafından cimri yahut pinti biri olduğu şeklinde suçlanmış olsa da, bilakis o oldukça merhametli ve halkını düşünen biri olmuştur. Bu noktada, Batılı bir isim olarak, François Georgeon’ın yapmış olduğu tespitler önemlidir.
Georgeon, kaleme almış olduğu Sultan Abdülhamid adlı eserinde konuya şu suretle yer vermiştir:
[Abdülhamid] Bir baba gibi tebaasıyla ilgilendiğini, özellikle de en muhtaçları koruyup kolladığını en parlak bir biçimde gösterme olanağı verir. Unvanları arasına, velinimet bi-minnet de eklenir. Ama hayırseverlik eserleri, eskiden olduğu gibi vakıflara dayanmak yerine, şimdi doğrudan Hazine-i Hassa'dan ve imparatorluk arazilerinin gelirlerinden gelmektedir. Hayırseverlik Abdülhamid’in şahsi eseri haline getirilmiştir. Bu işten yararlananlarla hayırseverliğini en geniş̧ ölçekte yaygınlaştırmaya uğrasan sultan arasında doğrudan bir bağ̆ kurulması söz konusudur…
Abdülhamid en muhtaç̧ durumdaki ailelerin çocuklarının sünnet masraflarını da üstlenir; örneğin Edirne'de beş̧ yüz çocuk Hamidiye Hastanesi'nde en iyi sıhhi koşullarda sünnet edilir. Aynı şekilde Şam’da yoksullar için bir hastane [Gureba Hastanesi] ve dar gelirli ailelerin kız çocukları için bir meslek ve sanat okulu açılır. Sultan, fakirlere bedava çorba çıkarttığı gibi, kış aylarında muhtaçlara bedava yakacak odun ve kömür dağıttırır. Sonuç̧ olarak kamusal bir yardım sistemi değil, padişahın şahsi hayırseverliği söz konusudur.
Abdülhamid 1890'larda iki büyük kurum inşa ettirmiştir: 1896'da açılan Darülaceze ve 1899'da Şişli’de inşa edilen Hamidiye Etfal Hastane-i Alisi. Bu yapıları 1902'de inşa edilecek Darülhayr-i Ali [yetimhane] tamamlayacaktır. Sultan bu kurumlar aracılığıyla sosyal yardım, hayırseverlik ve muhtaçlara yardım alanındaki tekeli eline geçirir…
Mekke'de masrafları Hazine-i Hassa'dan karşılanarak yaptırılmış̧ bir imaretin açılışı veya Hicaz'da hacıları ağırlamak üzere yaptırılan bir misafirhane inşaatıyla ilgili röportajlar, "Hamidiye" diye anılan kamusal yerlerin, Beyrut’ta Hamidiye Parkı'nın veya Trablusşam'da Hamidiye Gureba Hastanesi'nin illüstrasyonları…
Aslında sultan, Yıldız'dan dışarı adımını bile atmadan, her yerde hazır ve nazırdır, tüm ilgi ve üzeniyle her bir tebaasının mutluluğunu ve refahını kollar.
.
Midhat Paşa'nın kafatası
Prof. Dr. Metin Hülagü
Mithat Paşanın akıbetini belirleyen gelişmeler Batı dünyasında ve sonraki zamanlarda da Osmanlı ve bugünkü Türk toplumunda Abdülhamid’i lanetlemenin ve kendisine bir takım olumsuz sıfatlar atfetmenin bulunmaz bir vasıtası kılınmıştır.
Paşa’nın ölüm şekline dair türlü türlü rivayetler yabancı basının sayfalarını donatmış, dilden dile dolaşmış ve nihayet Paşa’nın koparılmış kafasının bir kutu içerisinde Abdülhamid’e sunulduğu iddia edilebilecek derecede hakikat dışı anlatımlar kazanmıştır.
Mithat Paşanın anlatılagelen hikâyesinin oluşmasında hiç şüphesiz ki Jön Türklerin de hatırı sayılır derecede katkısı olmuştur.
Bu anlamada The New York Times gazetesi, Jön Türk Cemiyeti’nin Paris'te basılan bir yayın organı olan Meşveret’ten alıntılayarak, Türk Ordusu'nda görev yapmış olup Midhat Paşa suikastına tanık olduğunu söyleyen eski bir çavuşun şu suretteki ifadelerine yer vermiştir:
Midhat Paşa, Sultan Abdülaziz'in tahttan indirilmesine vesile olmuştur ve kendi adını taşıyan Türk Anayasası'nın yazarıdır. Bu anayasa önce kabul sonra da şimdiki Sultan Abdülhamid tarafından reddedildi.
Midhat Paşa'nın kurucularından olduğu Jön Türk Cemiyeti oldukça zayıftı ve edindiği düşmanlarının sayısı hem çok hem de güçlü ve çetindi.
Midhat, Türk İmparatorluğu'ndaki en yüksek bürokratik mevkilerden birkaçında bulunduktan sonra, sözde vali olarak Arabistan'daki Taif'e sürgün edildi. Ancak kısa bir süre sonra onun yerine Mehmed Nuri Paşa geçti ve kendisi de bir müddet fiilen esir tutuldu.
Hikâyeyi anlatan çavuş, bir gün İstanbul'dan bir subayın Midhat Paşa'yı boğarak öldürmesi için sözlü emirle geldiğini söyler.
Bu emirler doğrudan Mehmet Nuri Paşa'ya verilmiş, o da yaverlerinden birini Vali’nin makamında kendisini beklediğini bildirmek üzere hemen Midhat Paşa'ya göndermiştir.
Yaver Midhat Paşa'yı davet etmek için ayrılınca Vali, Çavuş'a altı asker getirmesini ve kendisi Midhat'ı onlarla birlikte terk eder etmez onu boğmalarını emretti.
Yaver, Midhat Paşa'nın dairesine vardı ve ona, Vali'nin makamında kendisini beklediğini bildirdi.
Reformcu Türk, davetin ne anlama geldiğini tahmin etmiş gibiydi, çünkü ayağa kalkmış ve Müslümanların sıkıntılı anlarında yaptıkları gibi yapmış: “Yüce Allah'tan başka yardım ve kuvvet sahibi yoktur” diye mırıldanmıştı. Sonra da sükûnet içerisinde, Vali'nin huzuruna varıncaya kadar, yaveri takip etti.
Valinin odasına girdiğinde cellatlık yapacak askerler oradaydı.
Vali ayağa kalktı, onu selamladı ve odadan çıktı. Muhafızlardan biri derhal kapıyı kilitledi. Midhat Paşa, cellatlarına dönüp:
Paşa’nın asil duruşu ve sakin tavrı askerleri derinden etkiledi ve Çavuş'un gözlerinden yaşlar süzüldü. Askerler:
- Evet, efendim, diye yanıtladılar. Midhat Paşa;
- Nasıl öleceğim?, diye sordu.
- Emir boğma yoluyladır, diye yanıtladılar. Midhat Paşa:
- Size, çocuklarıma ve imparatorluğun tüm insanlarına daha fazla özgürlük vermek için verdiğim çabalar için ölüyorum. Çocuklar, size verilen emri yerine getirebilirsiniz, dedi.
Anlatıya göre, askerler gözlerinden yaşlar akarken tereddüt ettiler; Çavuş emri yerine getirmeyi reddetme ve kasabadaki askerler arasında bir isyan başlatma eğilimindeydi. Ancak padişah Abdülhamid bir halifeydi ve emri kanundu. Bunun üzerine askerler Midhat Paşa'nın elini ayağını bağladılar. Paşa sırtüstü yatırıldı, diğer askerler kendisini sıkı sıkıya tutarken iki asker de onu boğarak öldürdü.
Meşveret’ten iktibasla The New York Times gazetesinde neşredilmiş olan Jön Türk icadı hikâye işte böyleydi. Anlatı, okuyucunun hislerine hitap eden bir üslupla kaleme alınmış, Paşa, kendisini toplum adına feda eden ve fedakârlığından hiçbir surette pişmanlık duymayan tam bir özgürlük savaşçısı olarak takdim edilmiştir. Abdülhamid ise tam aksine, dindar bir insan ve Müslümanların halifesi olmasına rağmen acımasız bir figür şeklinde betimlenmiştir. Amansız ve acımasız bir zalim ile anayasa, hak, hürriyet ve toplumsal adanmışlık timsali bir masumun hikâyesinin yer aldığı bu anlatıyı okuyan hemen herkesin zihninde canavar ve müstebit şeklinde bir Abdülhamid imajının kökleşmesini beklemek ise pek tabii ki kaçınılmaz bir neticeydi.
Meşveret’ten nakille The New York Times gazetesi Midhat Paşanın her ne kadar, ikisinin boğduğu, diğerlerinin ise sıkıca tuttuğu, toplamda altı asker marifetiyle öldürüldüğünden söz etmişse de, The Pall Mall Magazine’de Türkiye Dışişleri Bakanlığı Eski Ataşesi sanı ile kaleme alınmış olan Abdul-Hamid başlıklı yazıda, sadece Midhat Paşayı değil, Mahmud Celaleddin Paşayı da hayattan koparan kişinin tek başına Nebi Ağa olduğu ifade edilmiştir. Vakit bulup daha başka kaynaklara bakıldığında her bir kaynağın kendisine özgü cellatları olduğunu keşfetmek ise hiç de zor bir durum değildir.
The Pall Mall Magazine’deki yazısında söz konusu ismi meçhul, Eski Ataşe’nin, birçok kaynakta olduğu gibi, daha enteresan keşiflerinin olduğunu görmek de hiç şaşırtıcı değildir.
Geçen asırda yazılı basının birbirinden alıntılayıp az farklılıklarla neşrettiği söz konusu enteresan keşfin özgün biçiminin kim veya kimler tarafından kaleme alındığını anlamak zor olsa da ne maksatla icat edilmiş olduğunu tahmin etmek ise gayet aşikardır.
The Pall Mall Magazine sayfalarında yer verdiği ilgili yazısında, Abdülhamid’den söz ederken onu; davranışlarına bakılırsa doğası nazik değil, diye belirtmişken Midhat Paşanın katlini ve sonrası gelişmeleri ise şu suretle ifade etmiştir:
Nebi Ağa, zavallı Sadrazam Midhat Paşa ile Mahmud Celalaeddin Paşanın Taif'te hayatlarına son verdiğinde, Abdülhamid kurbanlarının başlarını görmek isteyerek mumyalanmalarını ve İstanbul'a gönderilmesini emretti. Onun bu talebinin, iki düşmanının öldüğünden emin olmak isteyen Abdülhamid'in, güvensizlikten kaynaklanan bir tedbirden ileri geldiği göz ardı edilmemelidir.
Poverty Bay Herald, 21 Haziran 1909 tarihli nüshasında ya da Grey River Argus’un 3 Ekim 1911 tarihli sayısında, bir İstanbul gazetesine atıfla, Yıldız'daki bir karakolun mahzeninde, Midhat Paşa'nın kafatası olduğu iddia edilen bir kutunun bulunduğu bilgisine yer verilmiştir. Gazete de ayrıca Midhat Paşa'nın kafasının da benzeri bir kutuda Taif'ten Abdülhamid'e mutlak surette gönderilmiş olduğu hatırlatmasında bulunulmuştur.
Bu yöndeki haberler daha başka yazılı basın unsurları tarafından da söz konusu kılınmıştır. Bu anlamda örneğin Avusturya gazete ve dergileri, sonraki tarihlerde de olsa, İstanbul’daki İngiliz postanesinde korkunç bir keşfin hikâyesine sayfalarında yer vermişlerdir.
Söz konusu haberlere göre:
Teslim edilmeyen bir yığın koli arasında, sabık Sultan Abdülhamid adına gönderilmiş olan ahşap bir sandık da bulunmuştu. Sandık içinde daha küçük kurşun bir kutu olduğu görülmüştü. Kurşun kutu açıldığında ise onun da içinde buruşmuş ve pörsümüş bir insan kafası ile karşılaşılmıştı.
Viyana dergilerinde yer alan haberlere göre, Midhat Paşanın öldüğüne Abdülhamid’in kani olabilmesi için, verilen talimat gereği, kendisine gönderilmiş olan kutunun içine, kutudaki başın Midhat Paşaya ait olduğunu belirten, bir de kısa bir nota yer verilmişti. Ancak Viyana dergilerinde yer alan bilgilerde bir problem vardı. O da bir dönemin büyük Liberal Sadrazamı 1884'te Arabistan'da Taif'te infaz edilmişti ve infaz tarihi de gayet iyi bilinmekteydi. Ancak yayın organlarında çıkan haberlerdeki ifadeler ile söz konusu gerçek eşleşmemekteydi. Zira İngiliz postanesinde bulunan kafanın Trablus'tan 1909 yılı Nisan ayında gönderildiği belirtilmişti.
Viyana dergilerinde yer alan böyle bir hadisenin doğruluğu kabul edilse dahi 1884’te öldüğü bilinen bir Paşa’nın kellesinin yıllar sonra, 31 Mart hadisesinin patlak vermesinden hemen önce postaya verilmiş olması oldukça anlamsızdır. İddianın doğruluğunun kabul edilmesi halinde belki en makul izah şekli, söz konusu kafanın, Abdülhamid’e korku ve vicdan azabı yaşatmak amacıyla bir Jön Türk tarafından Midhat Paşanın kafasıymış gibi kendisine gönderilmiş olmasından ibaret olabilir.
Yukarıdaki haberin benzer bir versiyonuna sayfalarında yer vermiş olan bir başka gazete de The Washington Post ya da West Gippsland Gazette olmuştur. Şu farkla ki, The Washington Post’un haber kaynağı Viyana değil, İstanbul’dur. Gazeteye göre kutudaki kısa notun sahibi de bir Topçu subayı olan Mahim Ağa’dır. Pek tabii ki Mahim Ağa daha evvelce Midhat Paşanın celladı diye zikredilmiş olan Nebi Ağa’dan ayrı biridir.
Midhat ve iki arkadaşının ücra sürgün yerindeki ölüm nedeni, resmî açıklamaya göre, humma kaynaklıydı. Pek tabii ki böyle bir açıklama hakikati olduğu gibi yansıtmıyor olarak değerlendirilebilir. Ancak Paşa’nın ölüm öyküsünün, Jön Türk Hükümeti'nden emekli maaşı alan ve İstanbul'da yaşayan oğlu tarafından yazılan Midhat Paşa'nın Hayatı adlı eserde anlatıldığı biçimiyle olmadığı da muhakkaktır.
Mithat Paşanın isminin hep yüceltilmesi ve yüceltmek için de türlü türlü ve son derece renkli iddialar ortaya atılarak Abdülhamid’e katil sıfatının uygun görülmesinin temel esprisi, iddia edildiği gibi, Abdülhamid’in Paşa’nın katlini istemesi ile ilgili değildir. Esasen Batı’nın Midhat Paşayı her fırsatta yücelterek zikretmiş olmasının temel nedeni de Midhat Paşanın şahsiyetinden kaynaklanmış da değildir. Bilakis Batı’nın kendine özgü bir sistemi Midhat Paşa ve benzerleri aracılığı ile Doğu’da hâkim kılma fırsatını, belli bir süreliğinde de olsa, elinden kaçırmış olmasından ileri gelmekteydi.
Esasen bu durum Fortnightly’da J. L. Garvin imzası ile kaleme alınan bir yazıda bir anlamada ifade edilmiş olup şu ifadelere yer verilmiştir:
Anayasa ilkelerini getireceği ve Anayasa danışmanlarının rehberliğinde olacağı anlayışıyla kendisini (Abdülhamid’i) tahta çıkaran Midhat'ın ölümünü düşünüyoruz. Bu ilk ünlü kurbanın kaderini, acımasız ve bitmeyen bir karakter ve yetenek yasağı izledi.
…
1876'da Balkanlar ayaklanma ve dolayısıyla Türk İmparatorluğu savaşın eşiğindeydi. Pratik olmayan bir parlamento bu krizle başa çıkacak durumda değildi. Sıradanlık içinde uysal biri olması beklenen genç Sultan Abdülhamid birkaç ay içinde yönetimin tüm iplerini eline almıştı. Yıldız, hükümetin gerçek makamı haline gelirken Babıali ise sadece başvuru şubesine dönüştürüldü.
Batı’nın Midhat Paşayı neden fazlaca önemsediğini yahut Abdülhamid’e mukabil onu neden her daim savunma gereği hissettiğini ortaya koyması bakımından The Times gazetesinde yer alan şu ifadeler de önem arz etmektedir:
Abdülhamid, tam olarak Midhat ve yandaşlarının istediği gibi, genelde liberal görüşlü, orta zekâlı, iyi niyetli ve zayıf karakterli bir adam olarak zannedilmişti. Gerçekte ise o çok kurnaz bir olup tam bir diplomattı.
Tahta geçmesinden birkaç ay sonra, Mithat'ı aniden tutuklatıp Avrupa'ya göndererek ve ardından amcasının tahttan indirilmesinde başrolde yer alan diğer tüm şahsiyetleri sürgün ederek tebaasını ve genel olarak dünyayı şaşırttı.
The Times gazetesinin beyanından da anlaşılacağı üzere Batı’da mutlak surette bir Midhat Paşa sevgisi yoktur, bilakis dünden bugüne kendisine karşı gösterilen iltifat bütünüyle siyaset esaslıdır. Abdülhamid’in karakteri, şahsiyeti ve izlemiş olduğu siyaset Batı’nın umduğunun hilafına tecelli etmiş ve dolayısıyla da onun Osmanlı tahtında bulunması siyasi, iktisadi, askeri ve sair açılardan Avrupa’yı hiç de memnun etmemiştir. Dolayısıyla da Midhat Paşanın akıbeti Abdülhamid’in katil olarak ilan edilmesi için tam bir vesile sayılmış, olumsuz bir şahsiyet olarak tanımlanması suretiyle var olan olumlu imajının izalesine çalışılmış ve nihayet kendisini kara, karanlık ve kirli bir propagandaya tabi tutabilmek adına dünden bugüne eşsiz bir fırsata dönüştürülmüştür.
Batı’nın kendi siyasi emellerine ulaşmak maksadıyla bu türden hikayeler icat etmiş olması bir dereceye kadar tabii karşılanabilirse de memleketin Midhatçılarını anlamak ise nakabil bir haldir.
.
Batı’dan Doğu’ya Abdülhamid Efsaneleri
Prof. Dr. Metin Hülagü
Aleyhinde olmak üzere Abdülhamid’in şahsi ve idari hususiyetleri için bir kısım ad ve sıfatlar kullanmak, yalan haber icat etmek, icat edilen yalan haber ve nitelemeleri yaymak ve propagandasını yapmak konusunda önemli bir rol üstlenen kesimlerden birisi de Jön Türkler olmuştur.
Ancak hemen belirtmeliyiz ki Jön Türklerin olumsuz Abdülhamid imajına katkıları özgün olmaktan ziyade Batı’dan yaptıkları alıntılardan ibarettir. Bu noktada Batı’yı, Batı’daki söylemleri, iddia ve ithamları aynıyla tekrar etmişler ne bir kelime eksik ne de fazlasını söylemişlerdir.
Yeni bir kurguya dayanmayan yahut hiçbir orijinalliği bulunmayan ancak kendilerine ait fikir ve tespitler imişcesine dillendirilmiş olan Jön Türk ithamları dönemin bir kısım basın organları tarafından da neşredilerek desteklenmiştir. Örneğin Beberuhi, Abdülhamid aleyhinde olumsuz algı oluşturmak için Jön Türkler tarafından çıkarılan en belirgin siyasi mizah gazetesi olmuştur.
Jön Türklere göre Abdülhamid, Yıldız Sarayı’ndaki çetenin bizatihi reisiydi. O, payitahtı dahi düşmana teslim etmeye karar kılmış bir şahsiyetti. Dolayısıyla da durumdan endişeye düşülmüş ve:
Bu gidişle eğer Osmanlı, uğursuz elinden hayırlusıyla kurtarılamazsa umûmen ecnebîye geçub devlet ve hilâfetin tarihte bir hatıra makamına geçeceği şubesizdir
denilebilmiştir.
Önde gelen bir Jön Türk olan ve 1908 sonrasında meclis başkanlığı da yapmış bulunan Ahmed Rıza’ya göre gençlerin edebini, terbiyesini ifsat etme hususunda Abdülhamid’in millete yaptığı kötülük, onun işlemiş olduğu sair mezalimlerinin hiçbiriyle kıyas kabul etmeyecek derecede vahimdi. Çocuğa öz babası, uşağa efendisi aleyhinde hafiyelik yaptırmak suretiyle toplumun ahlâkını bozan Abdülhamid değil miydi! O her şeyi bilerek ve isteyerek yapmakta ve milleti mahvetmekteydi.
Mizancı Murad, denizde boğdurma ithamını ciddi olarak dillendirmiş ve Abdülhamid’i işaretle:
Cellat kurbanlarını bulmak üzere Haliç ve Marmara diplerine müracaat itmek kâfidir
diyebilmiştir.
İyi bir Abdülhamid muhalifi olan ve Meşveret’te yazılar kaleme alan Abdullah Cevdet’e göre ise Abdülhamid:
Meşveret taraftarlarını denize atmayı ya da idama mahkûm etmeyi bir içim su gibi
görebilmiştir.
Jön Türkler, denizde boğdurma iddia ve ithamlarını dönemin bazı Avrupalı gazetecileri ile birlikte, hiçbir ispat ve delil olmadan, hep birlikte, Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonrasını da kapsamak üzere, uzunca bir süre dillendirebilmişlerdir.
Leskovikli Mehmed Rauf, Sarayburnu’ndan denize atılma olayını:
bir müddetten beri işitmekte oldukları bir rivayet şeklinde
dillendirmişken Hüseyin Cemal ise, hatıratında yer verdiği bu konuyu, kaynağını hiçbir surette belirtmeden alıntı yaparak:
Bir Fransız vapurunun limandan demir alırken zincirine insan cesetlerinin takıldığını
ifade edebilme cesareti gösterebilmiştir.
Güzergâhı Konya üzerinden Bağdat'a uzanacak olan Bağdat hattın imtiyazı Anadolu Demiryolu Kumpanyası’na verilince, hattın ihalesi dahi Avrupa devletleri arasında kıran kırana bir mücadeleye sebebiyet vermişken, hariçte olduğu gibi dâhilde de bu projeye karşı çıkanlar söz konusu olmuştur. Jön Türkler ise dahildeki muhalefet grubunun, pek tabi ki, en başında gelenleri olmuştur.
Şair Eşref;
Hicaz’a kim demişti derme çatma bir çürük yol yap
Ne anlar işleyen b...re askerler bu hizmetten
Bu hattı alet-i cer eyledin sende utanmak yok
Belanın pek çoğu geldi bu yolda Şam’lı İzzet’ten
Meramın yol mu yapmak yoksa öldürmek mi huccacı
Trenler şimdiden yoldan çıkar fart-ı metanetten
diyerek Hicaz demiryolu ve Abdülhamid’in bu hizmetini yerden yere vurmuş, Jön Türklerden bir kısmı da, Cenevre’de çıkardıkları Osmanlı gazetesi vasıtasıyla, imparatorluğu haraç mezat sattığı yolunda Abdülhamid'in aleyhinde yazılar neşretmekten geri durmamışlardır.
Bu anlamda ilgili gazetede çıkan bir yazıda:
Sultanın imtiyaz haline getirip vermediği bir tek hava kaldı; er geç onu da satacak ve halk havasız kalıp boğulacak…
denilmek suretiyle icraatlarından ötürü Abdülhamid ağır bir surette tenkit edilmiştir.
Jön Türklere göre Abdülhamid idaresi kötüydü; Abdülhamid ve bendeganı yönetim nedir bilmemekteydi, daha önemlisi ise ülkenin her bir unsuru her yönüyle peşkeş çekilmekteydi. Dolayısıyla da bu kötü yönetime, kıymet ve değer bilmez bu idareye biran evvel son verilmeliydi...
Yukarıda ifade edilenler ve ifade edilemeyen daha nice işler Jön Türklere göre bütünüyle mezâlim-i Hamidiye’nin yahut Ebu’s-Süreyya Sami’nin tanımlaması ile Ahd-i Siyah’ın kanlı suretteki uygulamalarından başka bir şey değildi.
Jön Türk gazeteleri, bilhassa Cenevre merkezli olanlar, mevcutlarına ilaveten, Abdülhamid’e bir dizi olumsuz yeni ad ve sıfatlar isnat etmişlerdir.
Mizan gibi Jön Türk hareketini destekleyen gazeteler sayfa ve sütunlarında Abdülhamid’i; uğursuz, pinti Hamid, katil-i ekber, cani-i a’zam türünden en ağır menfi sıfatlarla lekelemeye yeltenmişlerdir. Jön Türklerin özellikle Avrupa’ya kaçmış olanları tarafından Abdülhamid; despot olmak, müstebit davranmak, zalim, kan dökücü ve hürriyet hırsızı olmakla suçlanmıştır. Dolayısıyla da Kızıl Sultan, Modern Neron, Ortaçağ zorbası ve Kanlı Müstebit nitelemeleri Jön Türk mensupları tarafından Abdülhamid’e verilen bazı ad ve sıfatlar olmuştur. Ancak bir kez daha belirtelim ki bu sıfatların hiçbirisinin telif hakkı Jön Türklere ait değildir.
Jön Türklerin Abdülhamid aleyhtarlığı ve onu menfi surette tanıtıp kötü biri olduğu şeklindeki algı oluşturma çabası onun hal’ edilmesi sonrasında da devam ettirilmiştir.
Bu anlamda İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir taraftan taraftarlarına mesaj verirken diğer taraftan da Batı’nın siyasi desteğini almak ve dolayısıyla da Abdülhamid’in tekrar iktidara gelme ihtimalini ortadan kaldırmak maksadıyla kendisi ile ilgili menfi bir imaj oluşturma çabası içerisine girmiştir. Bu vesile ile bir dizi isim tarafından bir dizi kitap kaleme alınmış, gerçekle hiçbir alakası bulunmayan bir dizi hadise vuku bulmuş birer hakikatmiş gibi anlatılmıştır.
William Gladstone, Kardinal Newman, Lord James Bryce, Arnold Toynbee ve Henry Morgenthau kadar olamasalar yahut Edwin Pears, Joan Haslip ya da Hicaz demiryolu için ters yönde bir hareket, yani özgürlük ve moderniteden uzaklaşma tanımlamasında bulunan Bernard Lewis ya da etrafındaki dini müşavirlerin gelenekçiliği ve gericiliği temsil eden kimeler olduğunu ve Abdülhamid'in saltanatının Türkiye için uzun bir tepki ve tecrit döneminden ibaret bulunduğunu ifade etmiş olan Niyazi Berkes veya, Dorys Georges (Alexandre Adonossi) kadar etkili eserler kaleme alamamış olsalar da, Abdülhamid-i Sani ve Devr-i Saltanatı adlı eseri ile Osman Nuri, Ebu’s-Süreyya Sami, Ahmed Saib gibi bir hayli isim, İttihat ve Terakki idaresine yaranmak üzere Abdülhamid ve Hamidiye İdaresi’ne dil uzatabilmişlerdir.
Türkiye’de Abdülhamid aleyhinde olumsuz surette ön kabullerin oluşması ve bu kabullerin yıllar boyu devam etmesine aracılık etmiş bulunan öncü isimlerden birisi hiç şüphesiz ki Süleyman Kani İrtem olmuştur. Ancak İrtem, gerek kaleme aldığı kitaplarında gerekse Akşam gazetesi gibi mevkutelerde Abdülhamid ve idaresi aleyhinde yabancı basın ile aynı çizgide hareket etmiş bir isimdir. Zira eserlerinin muhtevası, hemen hemen bütünüyle, Batı’da Abdülhamid aleyhinde yazılıp çizilenlerin oldukça kötü bir suretteki kopyasından başka bir şey değildir.
Bu anlamda o, Abdülhamid’in Osmanlı ülkesindeki sağlık kurumlarını geliştirmesini hariçten gelen bir mikrobun onun ölümüne sebebiyet vereceği yolunda yabancı basında çıkan hikâyeleri, sanki gerçekmiş gibi, ayniyle nakletmiştir. İrtem, Abdülhamid’in sağlık konusundaki hassasiyet ve hizmetlerini, müptelası olduğu falcıların sözlerinin zihninde oluşturduğu etki çerçevesine değerlendirmiştir.
İrtem, Akşam gazetesinde, Saray ve Babıali’nin İçyüzü ana başlığı altında kaleme aldığı Abdülhamid aleyhtarı tefrikasında ve hususiyle de Abdülhamit termometre koymaktan niçin çekinirdi? (tefrika no 199) başlıklı yazısında, yabancı basında çıkan iddia ve suçlamaları aratmayan bir surette, şu şekilde ifade etmiştir:
Şehzadeliğinde bir falcı kıpti karısının hariçten gelecek bir hastalığa tutulacağını ihbar etmesi dimağında yer etmiş idi. Payitahtta vebaya ve koleraya karşı tıbbî tedbirler ittihazında, bakteriyolojihane tesisi yolunda gayret ve himmetler sarfında şahsî endişelerin de tesiri olduğuna şüphe edilemez.
Rıdvan Paşanın şehreminliği esnasında İstanbul’da çıktığı söylenilen ve irtikâba vesiledir diye halk arasında pek çok dedikoduyu intaç eden kolera hakkında tetkikat ve tertibat icrası için Avrupa’dan derhal Doktor Şantmesi getirtmesi böyle sâri hastalıklara verdiği ehemmiyetin derecesini gösterir.
İrtem’e göre Abdülhamid hariçten gelecek bir hastalık nedeni ile ölmekten kurtulmak amacı ile sadece sağlık teşkilatının gelişmesine hizmet etmemişti, bilakis kendince önlemler de almıştı ve bu önlemlerin en dikkat çekenlerinden birisi ise kendisine takdim edilecek olan resmi evrakların dezenfekte edilmesini istemiş olmasıydı.
O bu hususa dair söz konusu tefrikasında, yabancı basında konuya dair çıkanları taklit edercesine, aynen şu ifadelere yer vermiştir:
İstanbul’da sari bir hastalık zuhurunda padişaha takdim olunacak evrak evvelâ bir ütü makinesinden geçer, dezenfekte edilirdi. Makinenin harareti ile evrak zarfları üstündeki kırmızı mumlar erir, ekseriya kâğıtları lekelerdi. Mabeyin kâtipleri hangi kâğıtların padişahın elinden geçtiğini bu lekelerden anlarlardı.
İrtem;
Zarfları üstündeki kırmızı mumlar erir, ekseriya kâğıtları lekelerdi
diye beyan buyurmuş! olsa da ne gariptir ki bugüne kadar bu tür evrakların tek bir örneğine dahi Osmanlı Arşivi’nde rastlanılmış değildir.
Jön Türklerin Abdülhamid aleyhtarlığına karşı Abdülhamid’i Jön Türkler ve Batı’ya karşı savunmak ne gariptir ki Bay Straus gibilere kalmıştır.
Straus, kendisine yöneltilen:
O takdirde, son Ermeni katliamlarını hiçbir şekilde kışkırtmadığını düşünüyor musunuz?
şeklindeki bir soruya:
Bomba atma ve bankalara saldırılar yeni uygulamalardır. Hınçakistler veya Ermeni Devrim Komitesi, o zamanlar da, şimdi olduğu gibi, halkları arasında vatanseverlik ruhunu uyandırmaya çalışıyordu. Sonunda bereketli bir ruh uyandırdılar. Önümüzdeki birkaç ay Ermenistan'ın özgürlüğüne fayda sağlayıp sağlamayacağını gösterir. Her şey büyük güçlerin duruşuna bağlıdır
tarzında cevap vermiştir.
İsmail Hami Danişment de Jön Türkleri hedef alarak diyordu ki:
Fransız müverrihlerinden Albert Vandal'ın ortaya attığı Le Sultan Rouge = Kızıl Sultan... Hıristiyanlık taassubu ile Anadolu'nun yarısını Ermenistan görmek isteyen bir takım Türk düşmanlarının bu gibi herzeler ve hatta küfürler savurmaları pek tabiidir: Fakat Ermeni komitecisine karşı Türk'ün hakkını koruduğu için mutaassıp Fransız'ın ortaya attığı Le Sultan Rouge lakabını Türkçeye tercüme edip de Sultan Hamid'e Kızıl Sultan diyen Jön Türklerin ve onları takip edenlerin yüz kızartıcı gaflet ve cehaletlerine ne denilebilir?
.
İlahi! Şahidiz Hamid’in kulluğuna. Sana kul oluşunun zalime gam olduğuna!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Batı basınının öncelikle Batı kamuoyunda, genel olarak ise bütün toplumlar nezdinde Abdülhamid’in şahsı ve idaresine yönelik menfi surette imaj oluşturma siyaseti onun sadece iktidarda bulunduğu yahut hayatta olduğu zaman dilimi ile sınırlı kalamamış, bilakis tahttan indirilmesi ve sürgün yıllarını da kapsar bir surette, vefatı ve sonrası dönemler için de geçerli olmuştur.
Örneğin 10 Şubat 1918’de vefatı üzerine Batı basınının sayfalarında daha bir yoğunluk ve üslup olarak da daha bir taşkınlıkla şahsı ve idaresi lanetlenip gündem konusu kılınmıştır. 33 yıllık saltanatı süresince işlemiş olduğu iddia edilen bütün olumsuzluklar Batı basını tarafından birer birer sayılıp sıralanmış, kendisine karşı duyulan tarihi, dini, siyasi, idari husumet ve yergi ölçüsüz bir hadsizlik içerisinde ifade edilmiştir.
Abdülhamid 1918 Şubatında vefat ettiğinde Spectator’da çıkan bir yazıda:
Abdülhamid, Nisan 1909'da Jön Türkler tarafından tahttan indirilip esarete gönderildiğinde, kırk iki yıldan fazla bir süre saltanat sürmüştü. Tahttan indirilmesine üzülen hiç kimse yoktu
diye belirtilmiştir.
Oysaki Spectator’un gerek Abdülhamid’in saltanat süresine dair vermiş olduğu bilgi gerekse vefatı sonrasında arkadan ağlayanının olmadığı şeklindeki değerlendirmesi bütünüyle hakikat dışıydı.
Abdülhamid’in ölüm haberini 11 Şubat 1918’de okuyucularına duyuran Santa Fe New Mexican gazetesi ise onu, tırnak içinde, Melun Abdül (Abdul Damned) şeklinde zikretmiş, adını dahi aşağılayıcı bir surette yad etmiş ve kendisini lanetli biri olarak takdim etme tercihinde bulunmuştur. Akabinde ise Kader Yerini Buldu, Sabık Sultan Öldü diye ilave etmeyi de ihmal etmemiştir.
The Manchester Guardian gazetesi ise Abdülhamid’in vefatının hemen akabinde, 12 Şubat 1918 tarihli sayısında, bugün de Türkiye’de bazı kesimlerin onu anarken dillendirmekten geri kalmadıkları bir dizi olumsuz sıfata içerisinde yer verilen, uzunca bir yazıda Abdülhamid’in ne denli kötü biri olduğunu şu şekilde ifade etmiştir:
Uzun yıllardır sadece lanet biri olarak varlığını sürdüren, onca kişinin katili, günümüz Alman-Türk yönetiminin daha da korkunç suretteki katliamlarına varıncaya kadar eşi benzeri görülmeyen katliamların sahibi, ancak ismi neredeyse unutulmuş bulunan rezil biri, tabii bir surette vefat etti.
Esasen, onca yaptıklarına rağmen, şiddete müracaat ederek kendisine el sürmenin ve içine sinmiş bulunan korkunun kimse için herhangi bir değeri kalmamıştı. Zir tüm saltanatı günlerinin hiçbir işe yaramadığı ve bilakis rezil surette olduğu muhakkaktı.
Tarih onu yalnızca insanlığa karşı işlediği aşikar günahları ve Batılı anlamda ilerlemeye karşı çıkışıyla yargılamayacak; fakat aynı zamanda, idare ettiği imparatorluğun çıkarlarını içinde daimi bir surette duyduğu ölüm korkusuna feda eden kusurlu beyni ile de hatırlayacak.
Günlerini harcama yapmadan, sadece servet biriktirmekle geçiren bir cimriydi o. Saltanatı günlerinde mülkünün muhafazası yönünde kaygı içinde olması gerekirken o sadece kişisel güvenliğinin esiri haline gelmiş biriydi. Kürtler ve Arnavutlar, güvenliğini sağlar görünseler de esasen onu yönetmekteydiler. Devletin kaynakları kurmuş olduğu hafiye teşkilatı elemanlarına harcandı. Donanmasının kazanlarını pas tutmaktan yahut diplerini kabuklu deniz hayvanlarının sarıp kuşatmasından kurtarabilecek kadar hiçbir vakit parası olmadığı halde, Yıldız'ı koruyan lejyonların sadakatini her zaman satın alacak parası oldu.
Eşkıyalar taşrada ayaklanırken, Ramazan ayında camiye giderken kendisini öldürmek için kullanılabilecek bir bombaya dönüşmesin diye, emrindeki hafiye teşkilatı kimyager dükkânlarındaki potasyum kloratı mühürlemek için haftalar harcardı. Adalet zayıflamış ve yollar harabeye dönmüşken, imparatorluğunda tek bir hizmet etkindi: Sağlık Teşkilatı.
Abdülhamid, vebadan en az bir suikastçıdan korktuğu kadar korkardı. Saltanatını, bir başkasının hakkını gasp ederek tahta çıkmasından sonra peşini bırakmayan kâbuslarla mücadele ederek geçirdi. Esasen onun hayatı korkunun uzun bir esaretiydi. Söz konusu korku; zarif bir gencin cazibesini öldüren, dar ama aktif bir zekânın yargısını karartan bir korkuydu. Sir Walter Raleigh'in Lancaster hanedanı hakkında yazdığı gibi, başkalarının kanını düşük bir fiyata satmış olan krallar, esasen düşmanlarının aynı fiyata kendi kanlarını satın almaları için pazar oluştururlar.
Abdülhamid’i vefatı sonrasında Spectator gazetesi de sayfalarında olumsuz bir surette haber konusu eden bir diğer basın unsuru olmuştur.
Gazete ilgili yazıda onun kendi zenginliği için tüm gücü kendi elinde topladığından söz etmiş, Hıristiyanlara karşı Müslüman fanatizmini kışkırtarak Türkiye'yi mahvettiğini dile getirmiş, Büyük Güçlerin kıskançlıklarını ustaca kullanarak bir nesil boyunca Avrupa'nın müdahalesini engellediğini belirtmiş, fakat Balkan devletlerinin kendisine karşı birleşip Makedonya'daki Osmanlı idaresine son vereceklerini öngöremediğini, gerçi öngörmüş olsaydı dahi sürdürmekte olduğu tutumunun muhtemelen onu Balkan devletlerine karşı savaşa girmekten alıkoyacağını belirtmiştir. Yazıda ayrıca; Abdülhamid’in sözüne hiç kimsenin güvenmediği, onun kurnaz ve baştan savıcı bir Osmanlı türü olarak hatırlanacağı da ilave edilmiştir. Yıldız Sarayı’nda yaşadığı inziva hayatında İkinci Philip gibi aralıksız bir surette çalışmış olsa da Escudo'daki havasız hücresinde mesai yapan Philip gibi Abdülhamid'in de tüm çabasına rağmen sonuç itibarıyla ortaya koyabileceği hiçbir şeyin olmadığı iddia edilmiştir.
The Sun gazetesi Abdülhamid’in vefat sonrasında ondan bahsederken bir dizi menfi suretteki lakabını zikretmenin yanında daha ilginç bir hususa da değinmiş, Abdülhamid adının Batı’da çocukları korkutmak için zikredildiğine de yer vermiştir.
26 Ocak 1918 tarihli New York Tribune gazetesi Abdülhamid ile ilgili yaptığı bir değerlendirmede, daha ilk cümlesinde ondan; Osmanlı padişahlarının en kötüsü olmak, gibi bir ifade ile söz e başlamış ve:
Osmanlı padişahlarının en kötüsü olmak, günümüzde Hohenzollern Krallarının en kötüsü olmak gibi, kuşkusuz bir tür ayrımdı
demekten çekinmemiştir.
Gazete Abdülhamid’i kendi kendine yetersiz biri olarak nitelemiş ve siyaseten kendisine dayanak yaptığı dönemin Alman İmparatoru Wilhelm’e de asabiyet göstermiş ve netice itibarıyla modern Avrupa'nın en kötü surette tanıyıp bildiğini iddia ettiği Abdülhamid’in karakter ve kariyerini Hohenzollern'li Wilhelm’in sefahatinin gölgesinde düşünüp değerlendirmek gerektiğini belirtmiştir.
New York Tribune gazetesine göre Abdülhamid o kadar kötü, o kadar melonkolik biriydi ki onu kötülüğün ve ıstırabın baş yapımcısı olan on dokuzuncu yüzyılın, o muazzam çağın yaratıcılarından biri saymak, en azından kendisini söz konusu yaratıcılardan geri kalmayan biri olarak değerlendirmek gerekmekteydi.
Diğer bir ifade ile Abdülhamid; Louvain Katili'nin o vahamet derecesindeki derin rezilliğinin gerisinde gölgede kalmaya mahkum biri olarak gözükse de onu, Lincoln ve Gambetta ile birlikte On Dokuzuncu Yüzyılın Yapımcıları arasına görüp saymak tabii bir haldi. Dolayısıyla Abdülhamid gibi bir varlığın mevcudiyetinden ötürü Antik çağlardan özür dilenilmeliydi.
Nerolar, Hirodesler, Caligulas ve Tiberiuslar, bunlar Abdülhamid ve emsali zamane tiranlarıyla karşılaştırıldığında farz edildiği kadar kötü sayılmazlardı. Onlar ilkeldi, şeytanlıkta acemiydi, iki bin yıl öncesine göre yeterince kötülerdi, ancak on dokuzuncu yüzyılın son on yıllarında ve yirminci yüzyılın ilk on yıllarında doruğa ulaşan kümülatif adaletsizlikten oldukça yoksunlardı.
Mazide kalmış bu canavarlara cinayetlerinin korkunç boyutlarını tam anlamı ile takdir etmek mümkün değilse de, tekraren belirtmek gerekmekteydi ki, Abdülhamid tüm Osmanlı padişahlarının en kötüsüydü; o, o derece telafi edilemez derecede kötüydü ki, dostu Alman Kayzeri tarafından onun ermine amade kılınan Alman İmparatorluğu'nun devasa örgütlenme gücü bile onu kurtarmaya kâfi değildi. Zira Abdülhamid insan biçimli bir iblisten ibaretti.
Bu minvaldeki yaklaşımında esasen New York Tribune gazetesi yalnız değildi. The Times gazetesi de Abdülhamid’i vefatı sonrası, 12 Şubat 1918 sayılı nüshasında, onun siyasi ve idari uygulamalarına dair yer vermiş olduğu bir değerlendirme yazısında kendisini bahis konusu etmiş ve:
O, Avrupa'nın en dikkat çeken ve bazı bakımlardan en uğursuz figürlerinden biriydi
diye belirtmiştir.
The Times gazetesi ayrıca ondan:
Elleri hem büyük hem de küçük suçlarla lekelenmişti.
Abdülhamid, modern zamanların en cani hükümdarı ilan edilebilirdi, ama bu utanç verici unvan bile şimdi, aklının daha da kararsız olduğuna inanılan bir başkasına geçti
diye belirtmiştir.
Esasen Batı basınının genel olarak Osmanlı padişahlarına, özel olarak ise Abdülhamid’e karşı sergilediği yaklaşım, temel unsurları itibarıyla, bütünüyle aynıydı. The Times’ın yukarıdaki ifadesini, yine yukarıda zikredildiği şekliyle, 26 Ocak 1918 tarihli New York Tribune gazetesi daha değişik bir üslupla, fakat aynı muhteva ile ifade etmiş, Osmanlı padişahlarının hepsini, istisnasız bir surette, kötü olarak nitelemiş ve nihayet Abdülhamid’i ise en kötüsü olarak değerlendirmiştir.
Hamilton Evening Journal gazetesi 10 Mayıs 1930 tarihli nüshasında Abdülhamid’i okuyucularına örneğin şu vasıflarla takdim etmiştir:
Lanetli Abdül, Kızıl Sultan Abdülhamid, Osmanlı tahtını otuz üç yıl boyunca fırtınalı bir surette işgal etti. Tarih, onun saltanatını medeniyetin gelişmesinde bir leke olarak kaydetti. Öz ağabeyi V. Murad’ı tahttan indiren ve ömür boyu bir tımarhanede kalmasını sağlamış olan Abdülhamid, tüm dünyada Türkiye'nin şahit olduğu en haşin ve müstebit hükümdarlardan biri olarak tanındı. Çağdaşları ondan modern zamanların en uğursuz figürü olarak bahsetmişlerdir. Entrika, kan ve zevk tutkusu, Nero ya da eski zamanların herhangi bir tiranının kendisi ile yarışamayacağı bir derecede yüksekti. Muhammed’in dininin yüce temsilcisi olması ayrıcalığı ile güvende olmuştur. O, hemen her sadist fantezinin içinde oldu. Doğal surette sahip olduğu muazzam derecedeki kurnazlık ve becerikliliği nedeni ile eylemlerinin sonuçlarından övgüyle bahsetti ve kendini yüce biri olarak gördü. Avrupalı devletlerini kendisinin işlerine karışmak için bahane bulmaktan mahrum etmek ve zaten muhteşem olan servetini artırmak için Ermeni ulusunu fiilen yok etti. Alicenap bir merhamet göstergesi olarak icrasını irade ettiği iradesini iptal etmeden önce üç milyon kişi katledildi.
Batı nazarında Abdülhamid mutlak surette kötü olan biriydi. Ne kadar iyilik yapsa da, ne kadar güzel şeylere imza atsa da kendisi ile ilgili olumsuz algının değiştirilmesine imkân ve ihtimal yoktu. Yaptığı iyilik ve güzellikler görülüp takdir edilmek yerine bilakis kendisi aleyhinde kullanıldı. Onun tahta çıkış ve doğum yıldönümleri vesilesi ile halkına karşı yapmış olduğu güzellikler yahut mahkum olup hapishanede bulunanları affetmesi dahi Batı tarafından olumsuz bir icraat olarak değerlendirildi.
Bu anlamda Rolfe Reveille gazetesi 19 Haziran 1903 tarihli sayısında Abdülhamid’in bir kısım mahkumun hürriyetlerine kavuşturulması kararını:
Abdülhamid, çeşitli cezaevlerinden 1.400 Bulgar'ı serbest bırakacak. Abdülhamid dünyanın başına bela olmadıkça asla mutlu olamaz
şeklinde haberleştirmişti.
İşin vahim tarafı ise Batı’nın belli bir amaçla hedef tahtası haline getirmiş olduğu ve dolayısıyla yukarıdaki şekli ile anıp tanıttığı Abdülhamid’i bizim yerli yarı aydınların gerçek sanarak aynıyla takip etmeleri ve söylenenleri olduğu gibi ezberleyip bir asırdır gece gündüz papağan gibi tekrarlamakta olmalarıdır.
Oysaki ne güzel demiş şair :
Afakında salalar titredi payitahtın
Dediler… Göçen Abdülhamid Han’dır…
Gülistanım feryad ile yasında artık
Bildim ki yetim kalan cümle vatandır.
Zaman içre zaman olsaydı hayatın
Yine feda-yı can ederdin uğrunda vatanın.
Safa verdin, safa götür sultanına, sultanım
Duydum ki yetim kalan cümle İslam’dır.
İlahi! Şahidiz Hamid’in kulluğuna
Sana kul oluşunun zalime gam olduğuna!
Lütfet! Yüreğinde yanan aşk hatırına
Bizden ayırdın, amma kavuşsun gülistanına.
Binlerce rahmet ola.
.
Cumhurbaşkanına beddua etmek!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Deniyor ki; medeniyet ilerledi, insanlar daha bir çelebileşip nazikleşti, Beyleşti, Hanımefendileşti, birlikte yaşama sanatı hayat buldu…
Belli bir kesim için bütün bunlar, evet, oldu; ancak aradan tam bir asır geçmiş olmasına rağmen,
toplumda medeniyet ve insaniyetten nasipdar olmayan hala bir hayli insan var.
Geçen asırda Batılı siyasilerin, münevver diye geçinenlerin Sultan İkinci Abdülhamid için demedikleri, söylemedikleri hiçbir şey kalmamıştır. Abdülhamid onlarca, yüzlerce olumsuz sıfat ile anılmıştır. Hatta o olumsuz sıfatların büyük bir kısmı günümüzde Türkiye’de belli bir kesim tarafından Abdülhamid’i anmak için kullanılmaya devam edilmektedir.
William Ewart Gladstone, İngiltere’de Liberal Partili bir politikacı olarak, dört defa başbakanlık koltuğuna oturmuştur.
Hıristiyan teolojisinin derinden etkisinde kalmış biri olarak İslam’a karşı duyduğu nefret, siyasi söylemleri ve icraatlarında kendisini motive eden en güçlü dürtüler arasında yer almıştır.
Gladstone’a göre Abdülhamid; Tanrı’nın insanlığa bir lanet olarak bahşettiği zavallı bir sultandı. Ayrıca o, Allah’ın rahmetiyle tez zamanda Abdülhamid’in sonunu getireceğini umduğunu ifade etmişti.
Geçen asırda sadece William Gladstone değil, Lord Salisbury, Lord Curzon, Cardinal John Henry Newman, Lord James Bryce, Arnold Toynbee ve Henry Morgenthau Batı’nın bu noktadaki söylemsel temsilcileri ve propaganda vasıtaları olmuşlardı.
Lord James Bryce Birleşik Devletlerdeki büyükelçiliği ile tanınmış ve en iyi İngiliz siyasetçi olarak takdim edilmiş bir diplomat ve tarihçiden başkası değildi. Ancak o, tıpkı Gladstone gibi, Abdülhamid’in ölmeyi hak ettiği düşüncesindeydi…
Geçen asırda Batı’da olduğu kadar imparatorluk dahilde de Abdülhamid ve idaresinin yıkılmasını isteyen ve dileyenler isimler vardı. Tevfik Fikret, örneğin, Sultan Abdülhamid ve iktidarının yıkılması ve yok olması gerektiğine deruni olarak inanmak, bu hali gönülden temenni etmek ve bunu kaleme aldığı şiiri ile bugünlere kadar ulaşacak bir şekilde dillendirmiş olmak üzere bahsi geçen ecnebilerle ortak bir paydada buluşabilmiş, Abdülhamid düşmanlığında, Abdülhamid’in yıkılması ve ölmesi konusunda onlarla fikren ittifak içerisine girebilmişti.
O, Bir Lâhza-i Teahhûr adlı şiirinde:
Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın
Attın… fakat yazık ki, yazıklar ki vuramadın
mısraları ile Sultan Abdülhamid’in ölmesini iştiyakla temenni, teessürle terennüm etmişti.
Tevfik Fikret, Abdülhamid’in ölümünü temennide pek tabii ki yalnız değildi. Kendisi ile aynı çizgide Avrupalı şairler de vardı. Walt Mason, William Watson, Wm E. McKenna ve Wallace Irwin geçen asrın söz konusu şairlerden sadece bazılarıdır.
Batı’da Abdülhamid aleyhtarı şairler arasında en ziyade dikkat çekenlerden birisi olarak şair filozof Walt Mason (1862 - 1939)’un adı zikredilebilir.
Walt Mason, yazdığı mizahi yazılarıyla ilgi çekmiş ve büyük bir okur kitlesi kazanmıştı.
Abdülhamid aleyhtarlığının bir parçası haline gelmiş ve döneminde geçerli olan niteleme şekillerinden birisi olan Kahrolası Abdül’ü, kaleme almış olduğu şiirine başlık olarak seçmişti.
İngiliz kraliyetinin yıllık 100 sterlin maddi desteğine mazhar olan bir şair olarak William Watson (1858 –1935) ise, The Purple East adlı bir şiir koleksiyonu yayımlamış ve bu koleksiyonunda Abdülhamid için:
Abdül, kahrolası, cehennem tahtında
ifadelerine yer vermişti.
Ancak geçen asırda yerli veya yabancı Abdülhamid muhaliflerinin, Abdülhamid ve idaresinin yıkılmasını isteyenlerin, Abdülhamid’e lanet okuyup ölmesini dileyenlerin bugünkülerden farklı bir tarafları vardı: Cesaret, ifadelerde berraklık ve aleniyet. Açıktan açığa muhatabı hedef alıp hitap edebilmek.
Mesela Prenses Nazlı Hanım, üstelik bir de kadın olarak, bu karakter ve cesarette olan geçmiş dönemin isimlerinden biri olmuştur.
Prenses Nazlı Hanım, Mustafa Fâzıl Paşa’nın dört kızından biriydi. Bir Mısır-Osmanlı prensesi olarak 1853 yılında İstanbul’da doğmuştu.
Prenses Nazlı Hanım İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yayın organı olan Meşveret’te Abdülhamid’i oldukça keskin ifadelerle hedef alan bir mektup yayınlama cesareti gösterebilmişti.
Mektubunun bir yerinde diyordu ki:
Efendimiz erkekleri kadın etti. Ben kadınlığımla erkek oldum. Bana karışmasınlar, başka lütuf ve ihsanlarını istemem…
Geçen asırda Abdülhamid’e dair Batı basınında sıklıkla dillendirilen haberlerden birisi de Abdülhamid’in ciddi surette hasta olduğu ve ölmek üzere bulunduğu şeklindedir.
Racine Daily Journal gazetesi 16 Ocak 1907 tarihli sayısında Hasta Abdül Hamid başlığı altında örneğin:
Sultan hasta adamıdır Avrupa’nın,
Belirtildiğine göre
Abdül Hamid onun adıdır
Ölüme kendisi yakın bir yerdedir
mısralarıyla, Abdülhamid’i hasta adam olduğu ve ölmek üzere bulunduğu imajıyla okuyucularına takdim etmişti.
Gerçi Batı basınında çıkan haberler sadece Abdülhamid’in ölmesini arzu etmekle sınırlı değildi; fakat aynı zamanda The Manchester Guardian, Pall Mall Gazette, Trenton Times yahut Oshkosh Daily Northwestern gibi muhtelif gazeteler muhtelif tarihlerde onun öldüğüne dair haberlere de sayfalarında yer verilmişlerdi.
Oshkosh Daily Northwestern gazetesi, örneğin, daha 1895 Kasımı gibi bir tarihte Abdülhamid’in ölmüş olduğunu, ölüm nedeninin ise kendi tabası tarafından zehirlenmiş olmasından kaynaklandığını yazmıştı.
1905 Temmuzunda Altoona Mirror gazetesinde yer verilen bir haberde ise Abdülhamid’in Ölümünün Yakın Olduğu şu suretle belirtilmişti:
Abdülhamid’in sağlık durumunun doktorlarının bildirdiğinden çok daha kötü ve ölümünün zaman meselesi olduğu, durumun farkında olan bendegânı arasında tahta kimin geçmesi gerektiği yolunda entrikaların başladığı, büyük bir grubun Mehmet Reşat’ın iktidarı ele almasına karşı çıktığı ve hatta kendisine karşı komplo düzenlenmesinin söz konusu olduğu yazılıp çizilmiştir.
Pall Mall Gazette'sinde çıkan bir haberde ise, en güvenilir özel kaynaklardan alınan bilgilere göre diye belirtilerek, Abdülhamid’in sağlık durumunun ciddi olduğu ve ölüm haberinin her an gelebileceği ifade edilmiştir. Gazete muhabirine göre Abdülhamid’in gerçek sağlık durum saklanmaktaydı.
1906 yılı Nisan aynında olduğu gibi Ağustos ayında da Abdülhamid’in basında ölüm haberleri fazlası ile gündem konusu olmuştur.
The Trenton Times gazetesi 22 Ağustos 1906’daki sayısında, İstanbul’da çıkan gazetelerde:
Abdülhamid’in sağlık durumunun anlık olarak değiştiğini, nispeten kötüye gittiğini, kısa bir süre içinde ölümcül bir gelişmenin beklendiği haberine yer verildiğini
yazmıştı.
Haberde ayrıca:
Abdülhamid’in de bu durumun farkında olduğunu; siyasetini takip edecek bir ardılın tahta geçmesini arzuladığını; Mehmet Reşat’ı çok fazla liberal bulduğunu; Abdülhamid yanlılarının Reşat’ı saf dışı edecek komplolara yöneldiğini ve korku ve katliam rejimini devam ettirecek olan Abdülhamid’in oğlu Burhaneddin Efendiyi tahta geçirmek istediklerini
yazmıştır.
Des Moines Daily News gazetesi, daha 31 Mart hadisesinden çok önce bir zamanda, okuyucuları ile paylaştığı bir haberde Abdülhamid’in ölümün eşiğinde bulunduğunu belirtmiştir. Gazetenin, Türkiye Sultanı Ölümün Eşiğindedir, Yakında Ölebilir başlığı ile verdiği haber metni aynen şöyledir:
Teyit etmek ya da uzun süredir ortalıkta dolaşmakta olan rivayetleri dindirmek maksadıyla bir muhabir tarafından yapılan kapsamlı bir araştırma sonrasında Birleşik Basın bugün yetkin bir surette şunu belirtecek bir konumdadır ki; yaşlı padişah Abdülhamid zor durumda olsa da sağlık durumunun ciddiyetini koruduğu yolundaki söylentileri sona erdirmek maksadıyla cesur bir tavır sergiliyor. Ancak ölümünün çok yakın bir gelecekte vuku bulacağı kesin bir surette kabul görmektedir.
Steubenville Herald Star gazetesi is Abdülhamid’in Selanik’te tutulduğu bir sırada kalp rahatsızlığı nedeniyle cerrahi müdahaleye maruz kaldığından söz etmiştir.
Gazete, 12 Ağustos 1909 tarihli nüshasında, Ölümü Yakındır başlığı ile verdiği haberi ile Abdülhamid hakkında okuyucularını şu suretle bilgilendirmiştir:
Sabık Sultan Abdülhamid'in ölümünün bugün vuku bulan şiddetli bir angina pektoris atağı (kalp rahatsızlığı) sonucu yakın olduğu ilan edildi.
İstanbul’dan üç cerrah Selanik’e geldi ve muhtemelen Abdülhamid’in hayatını kurtarmak için umutsuz bir çabayla görevden alınan padişah üzerinde bir ameliyat gerçekleştirilecek… Abdülhamid aylardır çok hasta bir durumdaydı, ancak son birkaç gün içinde durumu endişe verici hale gelmişti.
Sunday Times gazetesi de, Paris gazetelerine atıfla, Abdülhamid’in ölmekte olduğu haberine sayfalarında yer veren gazetelerden birisi olmuştur.
Geçen asırda Batı basınının Abdülhamid’e dair bu şekildeki asılsız ölüm haberleri onun tabii bir surette vefat ettiği 10 Şubat 1918’e kadar devam etmiştir.
İstanbul’daki otoriteler tarafından yalanlanmış olmasına rağmen bazı merkez ve gazetelerin aslı olamayan bir haberi neşretmelerindeki kasıt ne olabilirdi sorusunun cevabı hiç şüphe yok ki algı oluşturmak esaslıydı. Ancak bu yöndeki haberler daha başka amaçlara da yönelik olup, örneğin Abdülhamid’in durumuna dair resmi makamlardan haber edinmeyi amaçlamakla yakından ilişkiliydi. Fakat böyle bir siyaset izlenmiş olmasının en önemli sebebi ise, Abdülhamid iktidarda iken taraftarlarının ona olan bağlılıklarını; tahtan indirilmesinden sonra ise ona duydukları özlem, ümit ve tekrar iktidara geçme beklentilerini yok etmeye yönelikti.
Abdülhamid’in Avrupa devletlerince neden sevilmediğinin, neden her fırsatta ölmesinin temenni edildiğinin ve hatta öldü haberlerinin sıklıkla zikredilmesinin cevaplarından birisi ise esasen yabancı basının kendi sayfalarında aleni bir surette ifade edilmiştir.
New York Times gazetesi onun vefatı üzerine vefat sebebini zikrettikten sonra:
Avrupa'nın Büyük Güçleri ile çeyrek asırdan fazla bir süredir diplomatik olarak hokkabazlık yaptı
cümlesine yer vermişti. Dolayısıyla da Abdülhamid’in Avrupa devletlerini dinler bir pozisyonda olmak yerine onlar ile siyaseten oyun oynama yoluna gitmiş olması kendisini söz konusu devletler nazarında sevimsiz hale getiren nedenlerden sadece birisiydi. Kendilerine itaat edilmesi ve muti davranılması beklenirken dik durmak ve bildiğini okumak Avrupalı siyasileri fazlası ile rahatsız etmiştir. Bu anlamda 16 Şubat 1918 tarihli sayısında Abdülhamid’in ölümüne değinen Spectator onun Batı tarafından sevilmemesinin nedenini:
Bütün idari gücü elinde toplaması, Hıristiyanlara karşı Müslüman fanatizmini kışkırtması, maharetli bir surette devletlerarası ihtilaftan yararlanarak nesiller boyu Avrupa’nın müdahalesine müsaade etmemesi
şeklinde sıralamıştı.
.
İstanbul sokak köpeklerinin soykırım tarihi
Prof. Dr. Metin Hülagü
İstanbul sokak köpeklerinin tarihi en az İstanbul’un kendisi kadar eskidir. Bizans’tan Osmanlı’ya, Osmanlı’dan da Cumhuriyet’e intikal ederek bugüne değin varlıklarını sürdüre gelmişlerdir.
Bu uzun dönem içerisinde İstanbul sokak köpeklerinin maruz kaldığı en eski soykırım uygulaması ise, bilebildiğimiz kadarıyla, Bizans İmparatoru Birinci Andronicos (1183-1185)’un saltanatı sırasında gerçekleşmiştir.
Birinci Andronicos’un iktidarı sırasında hüküm sürmekte olan veba hastalığının yayılmasından korkulduğu için Bizans Constantinople’ündeki o anlı şanlı ve saraylı aristokrat itlerin bütünüyle boğazlanmaları emredilmiştir.
Osmanlı padişahları idaresindeki İstanbul’da sokak köpeklerinin kaderi genel olarak sulh ve sükun içinde geçmiştir. İlk dönemlerde itler, Sultan İkinci Bayezid gibi padişahların saltanatı sırasında rahat etmişlerse de, Sultan İkinci Mahmut (1808-1839), Nasuh Paşanın sadarette bulunduğu Sultan Birinci Ahmet (1603-1617), Abdülmecid (1839-1861) ve Abdülaziz (1861-1876) dönemlerinde, insanlar gibi onlar da sürgün edilmişlerdir.
Osmanlı İstanbul’u tarihinde İstanbul sokak köpekleri hayatlarının en mesut ve en bahtiyar dönemlerini Sultan İkinci Abdülhamid (1876-1909)’in saltanatı yıllarında yaşadı. Ancak Abdülhamid’in tahttan indirilmesi sadece onun iktidarının ve temsil ettiği muhafazakar düşüncenin alaşağı edilmesi olmadı, fakat aynı zamanda İstanbul sokak köpeklerinin de yeni bir soykırım tecrübesi ile karşı karşıya kalacakları bir devrin başlangıcını da teşkil etti.
1908:
1908 siyasi ve askeri hareketi neticesi asırlardır İslami şefkat ve merhametin Türk hoşgörüsü şeklindeki tezahürünün muhatabı olan İstanbul itlerinin yaşamları İttihatçıların iktidarı ele almaları üzerine bütünüyle altüst oldu. İstanbul sokak köpeklerine hayat hakkı tanımamakta kararlı olan İttihatçı düşünce hızlı ve etkin bir surette itlaf programını derhal başlatıldı ve nihayet 1910 yılında İstanbul’da yaşamakta olan 80.000 itin yaşamına son verildi.
İstanbul sokak köpeklerinin tarihinde 1910 sonrasında da bir dizi katliam gerçekleşti. Ancak hemen belirtelim ki; 1910 sonrasında gerçekleştirilmiş olan (1911, 1912, 1915, 1919, 1920, 1927, 1930, 1934, 1987 ve 1990) her bir itlaf girişimi, tek başına değerlendirildiğinde 1910 itlafına nispetle daha küçük rakamlardaki itlaflar olsa da, bütünü ve nihayeti itibarıyla ele alındıkları takdirde en az 1910 yılındaki itlaf kadar it soyunun tükenmesinde etkili olmuştur.
1933 yılında Evening Post gazetesinde çıkan bir haberde de bu durumu teyit edilmiş ve son 16 yıl zarfında İstanbul’da öldürülen it sayısının 150.000 adet olduğu belirtilmiştir.
1910:
1910 yılındaki itlafındaki Büyük İtlaf’tan arta kalan İstanbul itlerini yok etme görevi sonraki zamanlarda İstanbul Belediye Başkanlığı’nı yürütmüş olanlar tarafından kötü bir miras olarak devam ettirildi. Söz konusu isimlerden ilki İstanbul Belediye Başkanlığı görevini yürütmüş olan Suphi Bey oldu. Bu anlamda Suphi Bey, 1910 yılında uygulamaya konan Büyük İtlaf politikasının tam olarak bitiremediği işi tamamlamak için bir kez daha sahneye çıkıp soykırım fiiline girişmişti.
1911:
İttihatçı idarenin itleri itlaf politikası genel bir politikaydı. Dolayısıyla da bu politika İstanbul itlerinin sürgün ve itlaf edilmeleri ile nihayete ermiş değildi. 1911 yılında Selanik itleri de başka mahallere gönderilmiş, şehirdeki varlıklarına kısa zaman zarfında son verilmişti.
1912-1920:
Balkan Savaşı yılları ve sonrası zamanlarda, arada inkıtalar olsa da, İstanbul Belediye Başkanlığı görevini Cemil Topuzlu yürütmüştü. Dolayısıyla da Cemil Topuzlu’nun İstanbul Belediye Başkanlığı dönemi İstanbul itleri açısından kendilerinin daha bir özenle itlaf edildikleri bir zaman dilimiydi.
1910 soykırımından arta kalan (soykırımzede) itlerin süratle çoğalıp artmaları ve İstanbul’daki it mevcudiyetinin sayısal olarak 30.000’lere ulaşması Cemil Topuzlu’yu harekete geçirmişti. Paşa, soyadına uygun olarak, aldığı ve verdiği bir emirle binlerce İstanbul sevdalısı masum ve mazlum itlerin katledilmelerini sağladı.
Topuzlu Paşa, itlerin nizami olarak kontrollerinin sağlanmasında Paris ve New York'u kendisine örnek olarak benimsemişti. Artık ölü köpekleri eskisi gibi çatalla toplayıp kaldıran üstleri başları kirli işçiler yoktu. Polis Mecmuası sayfalarında en son teknolojinin kullanıldığı ve hayvanlara insani muamele ile davranıldığını gösterir yeni bir kamyon, yakalanan itlerin içine kapatıldıkları bireysel kafesler, parlak bir üniforma içinde ciddi bir sima ile çevik bir Fransız köpek avcısının görüntüleri yer almaktaydı.
1915:
İstanbul’da kuduz hastalığının artması üzerine başıboş köpeklerin toplatılarak imha edilmeleri konusu 1915’te bir kez daha gündeme geldi.
Sağlık Genel Müdürlüğü, Daulkelb Müdürlüğü’nün tuttuğu kayıtları dikkate alarak 1915 yılında İçişleri Bakanlığı’na göndermiş olduğu bilgide, kuduz hastalığına yakalanan insan sayısında bir önceki yıla göre ciddi bir artış gözlenmiş olduğunu; 1914 yılına nispetle 1915 senesinde toplamda 1.525 kişi olmak üzere, askeri personelden 750 kişinin, sivillerden ise 775 kişinin kuduz hastalığına maruz kaldığını belirtmişti.
İçişleri Bakanlığı da yaptığı bilgilendirme ve uyarıda; bu durumun köpeklerin toplanması hususunda daha evvelce gönderilmiş olan talimatlara özellikle vilayetler ve bazı livalarda gerekli özenin gösterilmemiş olmasından kaynaklandığını belirtmiş, konuya ciddiyetle yaklaşılmamasının insanların ölümüne sebebiyet verdiğini ifade ederek bütün Osmanlılar için açılmış olan Daulkelb hastanesinin tedavi noktasında kapasitesinin sınırlı bulunduğu ve herkesi tedavi edemeyeceği ve zaten mevsim itibarıyla da tavşan bulmakta zorluk çekildiği belirtildikten sonra başıboş gezen bütün köpeklerin toplattırılması ve derhal imha edilmesi için belediyelere, vilayet ve livalara ikinci bir uyarı ve talimat yazısı göndermişti.
1919:
1919 yılı Türk tarihi açısından yeni bir dönemin başlangıcını teşkil ederken kötü bahtlarının değişmesi açısından itlere hiçbir katkı sağlamamıştı.
İtlerin 1910’da başlayan kara baht ve kem talihleri devam etmekteydi. İstanbul Belediyesi sokak köpeklerinin İstanbul’un sokak ve caddelerinden kökünü kazımaya ve mevcudiyetlerini bütünüyle sona erdirmeye ant içmiş gibiydi. Şehremaneti Üsküdar Şubesi sokaklarda dolaşan zavallı köpeklerin öldürülmeleri için hususi memurlar görevlendirmişti. Görevlerini yapmalarına halkın engel olmasını önlemek üzere, memurlara görevli olduklarını gösteren bir de kimlik kartları hazırlanıp verilmişti.
1927:
İstanbul itleri 1910 yılında bütünüyle itlaf edilmeye çalışılmışsa da kaçıp kurtulan ve geride kalan daha yüzlerce it vardı.
Yabancı basının gözünde bu itler hiçbir zaman berbat ve tehlike saçan itler olmaktan kurtulamamışlar, evsiz, sahipsiz ve aç bir surette sokaklarda dolaşan, yayalar için tehlike oluşturan varlıklar olarak tanımlanmışlardı.
Avrupa’dan 1927 yılında gelen uzmanlar mevcut köpeklerin bu defa gaz ile itlaf edilmeleri fikrini salık vermişlerdi.
Bu dönemde itler için var olan bir başka olumsuzluk ise İstanbul’daki ahalinin söz konusu itlaf fikrinin uygulanmasına karşı çıkacak o eski it dostu İstanbul ahalisi olmadığı gerçeğiydi.
1930:
29 Haziran 1930 tarihli The New York Times gazetesinde çıkan haber oldukça ilginçti. Zira Bir Gürültü Unsuru Olarak Sokak Köpekleri başlığı altında İstanbul köpeklerinin 1910 yılındakinden daha insanice itlaf edileceklerini okuyucularına haber vermekteydi. Haberde ne kadar itin itlaf edileceğinden bahsedilmemişse de böyle bir planlamadan gazetede söz edilmiş olması İstanbul’daki bahtsız it sayısının hatırı sayılır bir miktarda olduğunu göstermektedir.
1934:
18 Mar 1934 tarihinde Truth gazetesinde yer alan bir haberde İstanbul itlerinin uzun zamandır problem olmakta devam ettiğinden söz edilmiştir.
Şehri arındırma girişimlerinin ise neticesiz kaldığının belirtildiği haberde yeni bir veba dalgasının kaçınılmaz olduğuna da ayrıca işarette bulunulmuştur.
Söz konusu haberde dile getirilen önemli bir husus ise şehir idarecilerinin mevcut kedilerden şikâyetçi olduğu ve şehirde bir köpek başına 20 kedi düştüğü bilgisidir. Kediler de itler gibi, sahipsiz olup yaşamlarını sokaklarda sürdürmektelerdi. Son bir yıl içinde Belediye tarafından on binlerce sayıda kedi katledilmişti. Ancak hızlıca türemeleri nedeniyle öldürülenlerin hemen hiçbir önemi yok gibiydi.
36 yıl aradan sonra 1935 yılında İstanbul'a dönen Sir Evelyn Wrench de, sayısal mevcudiyetleri bakımından, şehirdeki köpeklerden değil de kedilerden etkilenmişti.
1936:
1936 yılı da İstanbul sokak köpekleri için hiç de esenlik dolu bir yıl değildi. Hazırlan istatistiki bilgilere göre belediye 1936 yılı içinde 20.000 köpek öldürmüştü. İlkbahar münasebetiyle köpekler köylerden şehre akın edeceklerinden nisandan itibaren köpek katline yeniden başlanacağı basında yer alan haberler arasındaydı.
1987:
1980 askeri darbesi sonrasında İstanbul Belediye Başkanı olan Bedrettin Dalan (1984-1989) basına yaptığı açıklamada 25.000 köpeğin itlaf edildiği bilgisini vermişti.
1990:
Yıllar ilerlemiş, toplu ve sistematik suretteki itlaf uygulamasının üzerinden bir asra yakın bir zaman geçmiş bulunsa da İstanbul köpekleri hala mevcudiyetlerini muhafaza edebilmişti. Ancak hayatta kalabilmek kendileri için oldukça ciddi surette mücadele etmeyi gerekmişti.
1990’lı yıllar ve sonraki zamanlarda İstanbul’da yine idari makamlardaki muayyen isimler ile itler arasında ihtilaflar yaşanmış ve neticede itlerin itlafı için yeni uygulamalara başvurulmuştur.
1996:
İstanbul itlerini itlaf etme uygulamalarının en utanç verici olanlarından birisi ise 1996 yılında gerçekleştirildi. Dünya Şehirler Zirvesi bağlamında İstanbul’un Avrupa yakasında, Harbiye-Maçka çevresinde gerçekleştirilen Habitat II Zirvesi münasebetiyle içine bol miktarda Strikinin (Strychnine) katılmış köfteler çevredeki itlere cömertçe ikram edildi. Zehirli köfteleri yiyen itlere ilaveten kediler de söz konusu ikramın kurbanı oldu.
Zehirlenmeleri
1910 yılında gerçekleştirilen Büyük Tasfiye’den kurtularak şehirde varlıklarını sürdürmeye muvaffak olan İstanbul itleri ata-babalarının ardından bu anlamda daha küçük çaplı menfi uygulamaların muhatapları olmaya devam ettiler. Kendilerine hileli ve hainane bir surette ikram edilen zehirli etler, köfteler ve daha başka suretlerdeki menfi muameleler her yıl, yaşlı, genç ve bebek yaştaki, binlerce İstanbul itinin Azrail ile yüzleşmelerini sağladı. Dolayısıyladır ki 1910 yılı sonrası itlaftan kurtularak geride kalan itlerin bahtı hiçbir hayvan ve hiçbir insan tarafından imrenilecek bir cinsten değildi. Zavallı itler, yakalandıkları her yerde ya zorla yakalanıp ve zorla alınıp ölüme götürülmüşler yahut zehirlemek suretiyle hayatlarına daha az bir emekle son verilmişlerdi. Özellikle Pera (Beyoğlu) itleri zehirlenerek ölen itler mekanı olmakla şöhret kazanmıştı.
İt Toplama Kampları
Günümüzde İstanbul’da yaşamını lisanssız, kayıtsız, hür ve özgür bir şekilde sürdürme azminde olan itler eski gibi imkânlara sahip değildir.
İstanbul itleri artık eski özgürlüklerini yitirmişlerdir. Kadim zamanlardan beri muhafaza ettikleri geleneklerine bağlı kalarak sokaklarda özgürce gezen ve keyfince yaşayan köpekler varsa da bunların hem sayısı azdır hem de kulaklarında son derece değersiz plastikten bir künyeyi taşır haldedirler.
Sınırlı bir yaşama tabi tutulan itlere mukabil şehrin bir kısım itleri ise kloroforma maruz kalmak veya zehirlenmek suretiyle hayatlarının son bulduğu modern it toplama kamplarında misafir edilmektedirler.
İtlerin Cinsiyetleri Oranı
İzlenen politikalar neticesidir ki; çoğu gelişmekte olan ülkelerde olduğu gibi İstanbul’da da erkek köpeklerin sayısı daha fazladır. Dişi ilerin ölüm oranlarının daha yüksek olması itlerin cinsiyete dayalı nüfus dengesizliklerine maruz kalmaları sonucunu doğurmuştur. Örneğin 1998 yılında İstanbul'da mevcut olan it nüfusu dikkate alındığında her bir dişi ite mukabil 6.8 erkek it söz konusu olmuştur.
.
Neyzen Tevfik ve Mernuş
Prof. Dr. Metin Hülagü
Geçen asırda İstanbul sokak köpeklerini Ahmed Vefik Paşa classes dangereuses (tehlikeli sınıf) yani anarşistlere benzetmiş ve sokak köpeklerinin ülke için kötü bir imaj oluşturduklarını ve vücutlarında meymenet aranamayacağını belirtmiş olsa da; ya da Abdullah Cevdet gibiler itleri her adımda bir çukura, her üç adımda yolun ortasına serilmiş murdar, muhtazar bir halde ve şehrin başına gelen bir musibet olarak görüp yok edilmeleri için coşkulu surette talep ve teşviklerde bulunmuş bulunsalar da İstanbul sokak köpeklerini muhakkak ki gönülden ve samimiyetle seven isimler de olmuştu.
Damat Halil Rifat Paşa, Reşit Paşa, Ahmet, Fethi, Pertev Paşa, Mavroyeni Paşa, Ahmet Rasim ve Şekib Efendinin tarihe adları itsever olarak geçmiştir.
Ancak itsever biri olarak Neyzen Tevfik diğerlerinden daha farklı bir isim olmuştur. Neyzen Tevfik belki dönemindeki Hamidiye İdaresi ile çoğu kere ters düşmüş, hicivleri ile pek çok kimsenin canını yakmış ve hatta şiirleri ve hicivleri sinkaflı dahi olabilmişse de gönlünde Mernuşlara bütün içtenlik ve sevecenliği ile yer vermiştir.
Rakı, Neyzen’in vazgeçilmez içkisiydi… Hastaneleri bir yönü ile adres edinmiştir... Bakırköy Akıl Hastanesi'nde 21 no'lu koğuş onun meskeni haline gelmiştir.
Neyzen’in Bakırköy Akıl Hastanesi'nde en yakın arkadaşı ise Mernuş olmuştur. Sokak köpeklerine son derece düşkün olan ve mükemmel bir musiki yeteneği ile tanınan Neyzen Tevfik, sahibi olduğu ite, Ashab-ı Kehf’i oluşturan gençlerden birine ait olan Mernuş ismini vermiştir.
Neyzen, Mernuş ile oturmuş, Mernuş ile kalkmış, Mernuş’un ölümü üzerine onun için bir şiir dahi yazmıştır. Neyzen’in en yakın, en sadık arkadaşı Mernuş için yazdığı o şiir galiba, onlarca olumsuz şiir arasında, Türk Edebiyatı’ndaki bugüne değin bir it için yazılmış olan (bildiğim kadarıyla) tek müspet şiirdir.
Neyzen çok üzülmüş, hastanenin bahçesinde müstesna ve mutena bir yere gönlü kırık ve derin bir hüzün içerisinde Mernuş’un törenle defnedilmesini sağlamıştır.
Çünkü hakikatte Türk toplumunda itin; tarih, kültür, siyaset, yönetim, inanç, şiir, ibret, deyiş.. Batı-Doğu siyasi ve kültürel mücadelesi, kısacası bütün bir hayat demek olduğunu Neyzen çok iyi bilmekteydi.
Neyzen,Mernuş’un ölümü üzerine şu şiiri kaleme almıştır:
Bu engin ayrılık canıma yetti,
Başımdan aşıyor kederim Mernuş,
Bu yolda yazılmış ferman-ı kaza,
Bunu da gösterdi kaderim Mernuş.
Bağlanmışım bütün kalbimle sana,
Bu fani cihanı okuttun bana.
Sen göçtükten sonra ben yana yana
Hicranla gözyaşı dökerim Mernuş.
Bu yolda cahilim, bildiğim kısa,
Sen girdin toprağa ben düştüm yasa.
Haklı haksız hatırını kırdımsa
Affet günahımı beşerim Mernuş
.
İstanbul sokaklarının ilk anarşistleri!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Geçen asırda bazı paşalar ve beyler, devletin üst kademesinde yer alan bürokratlar yahut topluma mal olmuş isimler evlerinde it beslemişler, itlere fazlası ile merak salmışlar, samimi ve içten bir muhabbet duymaktan geri kalmamışlarken bazı paşalar beyler ise sokak köpeklerini sokakların teröristi diye tanımlayacak kadar hodbinlik sergileyebilmişlerdir.
Damat Halil Rifat Paşa, Reşit Paşa, Ahmet, Fethi, Pertev Paşa, Mavroyeni Paşa, Ahmet Rasim ve Şekib Efendi itperver isimlerdir.
Şinasi, Ahmet Vefik ve Abdullah Cevdet ve benzerleri ise it sevmezler arasında yer almışladır.
Şinasi tam bir it karşıtı biridir. 5 Mayıs 1864 tarihli Tasvir-i Efkâr’da Sokakların Tenvir ve Tathiri (Sokakların Aydınlatılması ve Temizlenmesi) başlıklı bir yazı kaleme almış ve bu yazısında İstanbul’da çoğalmakta olan sokak köpeklerinin yok edilmeleri gerektiğini savunmuştur.
Şinasi, sokak köpeklerinin ülke için kötü bir imaj oluşturduklarını, sayılarının azaltılarak yok edilmeleri için yeni nesillerine izin verilmemesi gerektiğini, dolayısıyla da dişilerin ayrı ayrı bölgelere dağıtılmalarının lazım geldiğini ifade etmişti. Bu anlamda o geçmişte Nasuh Paşanın başbakanlığı/sadareti zamanında İstanbul'daki sokak köpeklerinin şehirden atılmaları girişimini yıllar sonra da olsa içtenlikle alkışlamıştır. Aynı girişimin yeniden icrasını isteyen Şinasi kamuoyunun köpeklerin vücudunda meymenet aramayacak kadar terakki etmiş olduğundan söz etmiştir.
Ahmet Vefik Paşanın İstanbul itlerine yaklaşımı ise daha ilginçtir. Paşa bu itleri sadece sevmemekle yetinmemiş, ayrıca onları anarşistlere de benzetmiştir.
Adliye Nazırlığı / Adalet Bakanlığı görevinde de bulunmuş olan Ahmet Vefik Paşa İstanbul sokak köpekleri hakkındaki kanaatini, İngiliz iktisatçısı Nassau William Senior’ın beyan ettiğine göre:
Birçok büyük şehri emniyetsiz kılan, suç işlemeyi meslek edinmiş kitleler bizim İstanbul’da yoktur. Bizim classes dangereuses’ümüz köpeklerdir; onlar olmasaydı, gecenin her saatinde İstanbul’u boydan boya gezebilirdiniz.
şeklinde ifade etmiştir.
Ahmed Vefik Paşa itleri classes dangereuses (tehlikeli sınıf) yani anarşistlere benzetmekle yetinmemiştir. İtlerin insanların İstanbul dâhilinde mahalle ve sokaklarda rahat bir surette dolaşmalarına müsaade etmediklerini belirtmek suretiyle mahalle ve sokakların itlerin hâkimiyetinde bulunduğunu, gasp edilen bu yerlerin geri alınabilmesi için itlerin itlaf edilmeleri gerekeceğine de işaret etmiştir.
Pozitivist düşünceye mensup olan ve Sultan İkinci Abdülhamid ve idaresine muhalefet ettiği kadar İstanbul sokak köpeklerinin varlığına da karşı duranlardan biri de Abdullah Cevdet’tir.
İstanbul halkı, ülkenin ve şehrin felaketlere uğramasının nedenini itlere zulmedilmesine, öldürülmelerine yahut sürgüne gönderilmelerine atfetmişken Abdullah Cevdet ise tam aksine itleri şehrin başına gelen bir musibet olarak görmüş ve yok edilmeleri için oldukça coşkulu surette çağrılarda bulunmuştur.
Bu anlamda o, 1909’da şöyle seslenmiştir:
Her adımda bir çukura, her üç adımda yolun ortasına serilmiş murdar, muhtazar (Kendisinde ölüm belirtileri görülen hasta) bir köpeğe rast gelinen, her sokak başında bir ciğerci sırığı başa çarpılan, bütün bir mahalle köpeklerinin hep bir ağızdan havlamalarıyla yahut ulumalarıyla birkaç defa uykudan sıçrayarak uyanmaksızın hiç bir gece fasılasız asude bir uyku uyumak mümkün olmayan bir memleketin sakinleri kendilerini medeni milletlerin huzur-ı uhuvvetine nasıl ve ne yüzle çıkarabilir!
Abdullah Cevdet Mısır’da kaleme aldığı İstanbul Köpekleri adlı bir makale ile de İstanbul’un sokaklarına dikkat çekmek istemiştir. O, söz konusu makalesinde şu ifadelere yer vermiştir:
Biz medeni, müstakil, hür olarak yaşamak istiyorsak medeni, müstakil, hür olarak yaşayan milletlerin tuttukları yolu tutmaya mecburuz.
Avrupa’nın 20 bazen 40 metre genişliğinde düzgün, muntazam sokakları; bir hürriyet ve faaliyet ihtiyacının, bir hayat intizamının, zevk-i selimde, hüsn-i tabiatta büyük bir gelişme ve yükselmenin itiraz kabul etmez, sağlam delilleridir.
Birey için giyim tarzı ve giysi temizliği ne ise bir memleketin sokakları, intizam ve çevre temizliği de bir millet için odur. Murdar hırçın bir elbise ile hiçbir itibar sahibi birinin huzuruna çıkılamadığı gibi intizam ve çevre temizliğinden mahrum bir memleket sakinlerinin tümü demek olan bir millet de biç bir medeni millete hürmet ve itimat ilham edemez.
Şu satırları yazarken, İstanbul’dan aldığımız bir habere göre -yalan olmasını temenni ederiz- İstanbul’u ziyarete gelen üç yüz kadar Amerikalı rahip Ayasofya’ya giderken elbiselerinin garabeti münasebetiyle köpeklerin dehşetli bir hücumuna uğramış ve her nasılsa polis ve zabıta kuvvetleri de çarçabuk yetişemediğinden misafir rahiplerin elbiseleri pek sevgili köpekler tarafından parça parça edilerek utanç veren bir rezalet meydana gelmiştir.
Resneli Niyazi Bey çok sevdiği ve yanından hemen hiç ayırmadığı, fotoğraflarda bile kendisi ile poz verdiği geyiği ile dolaşmışken Enver Paşa evde it beslemeyi daha uygun görmüştür.
Enver Paşanın evinde it beslemesinin nedeni saf bir sevgiden mi kaynaklanmıştır, dertlerini paylaştığı bir sırdaş edinmek istemesinden mi ileri gelmiştir yahut o zaman için öyle mi gerekmiştir bilinmez, ama bilinen bir hakikat varsa o da; Paşa’nın 1910 yılında evinde besleyip mahremine aldığı itin İstanbul’da yaşayan binlerce sayıdaki hemcinslerinin bütünüyle itlaf edilmelerine, en azından, rıza göstermiş olmasıdır.
İstanbul itlerini sevmeyen bir başka isim ise Suphi Beydir. İstanbul valisi ve belediye reisi olarak görev yapmıştır. Dolayısıyla da Suphi Bey yürüttüğü görevler itibarıyla diğer it sevmez yahut it muhaliflerinden farklı bir role sahip olmuştur.
Suphi Bey hakikaten itlerin İstanbul’daki mevcudiyetlerine muhalefeti ile olumsuz surette etkide bulunmuş, yarı aç yarı tok bir halde sokaklarda yaşayan ve bütün dünyada İstanbul’un simgesi olarak anılan sokak köpeklerinin Sivriada’ya gönderilmek suretiyle itlaf edilmelerine katkıda bulunmuştur. Muhtemeldir ki böyle bir görevi icra etmekten de büyük bir mutluluk duymuştur.
Suphi Bey ve benzerlerinin temsil ettiği zihniyet kendilerinden sonra da devam etmiştir. Zira her ne kadar Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçilmişse de itlerin akıbetlerinin ne olması gerektiği konusunda İttihatçı yaklaşım varlığını sürdürmüştür.
İtin azılısı olur da insanın azılısı olmaz mı hiç!
Tabii ki olur. Hele konu sözde bir it meselesi ise o zaman fazlası ile olur.
Doğru kişi hayvanıyla ilgilenir, ama kötünün sevecenliği bile zalimcedir.
.
Pierre: Aaa, Bir köpek!
Prof. Dr. Metin Hülagü
Kur’an-ı Kerim’de buyuruluyor ki:
Yeryüzünde yürüyen hiçbir
hayvan ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş yoktur ki,
sizin gibi birer ümmet/topluluk olmasınlar.
***
Hazreti Peygamber (sav) buyurdular ki:
Merhamet etmeyene merhamet olunmaz.
***
Hazreti Peygamber (sav) buyurdular ki:
Yeryüzündekilere merhamet edin ki,
gök yüzündekiler de sizlere merhamet etsin!
***
Hazreti Peygamber yine bir keresinde buyurmuşlardır ki:
Hayvanlarınıza, onları yormadan güzelce binin ve
(kullanmadığınız zaman da) güzel bir şekilde bırakın,
dinlendirin.
Onları yollardaki ve sokaklardaki konuşmalarınız
için kürsü edinmeyin.
Nice binilen hayvan vardır ki sırtına binenden
daha hayırlıdır ve
Allah Teâlâ’yı ondan daha çok zikretmektedir.
***
Süleyman’ın Özdeyişleri,
Bölüm 12’de buyurulur ki:
Doğru kişi hayvanıyla ilgilenir,
ama kötünün sevecenliği bile zalimcedir.
***
Mahatma Gandi diyor ki:
Bir ulusun büyüklüğü ve ahlaki gelişimi,
hayvanlara nasıl davrandıklarına
bakarak anlaşılabilir.
***
Woodrow Wilson diyor ki:
Eğer bir köpek yüzünüze bakıp da yanınıza
gelmiyorsa vicdanınızı kontrol edin.
***
Sultan İkinci Abdülhamid’in başhekimi Spiridon Mavroyani Paşa diyor ki:
İnsanları tanıdıkça köpeklerimi ve
kedilerimi daha çok seviyorum.
***
Georges-Henri Bousquet geçen asırda diyordu ki:
Hıristiyanlar, insanın tabiatıyla hayvanınki
arasına aşılmaz bir set çekmişlerdir.
Birinin ruhu vardır, ötekininse yoktur.
Dolayısıyla Batı’da köpeklere yaklaşımın özeti şu olmuştur:
Pierre: Aaa, Bir köpek!
Jaffier: Doğru.
Pierre: Vur onu.
Jaffier: Büyük bir memnuniyetle.
***
Jean du Mont diyor ki:
Türklerin hayırları
hayvanlar için bile geçerlidir.
Özellikle itlere karşı çok müşfiktirler.
Türklerde kedi, it ve at gibi eti için
beslenmeyen hayvanları öldürmek suçtur.
***
Geçen asırda Türk toplumunda köpekleri korumak üzere kalıplaşmış bir ifade şekli vardı ve şöyleydi:
İtler her ne zaman itlaf edilirse
Rusya ile savaşımız var demektir.
Hakikaten de itlerin her itlaf edilişi sonrası Rusya ile savaş edilmiştir.
Zira
İtlere azap,
getirir insanın başına gazap.
***
John Holmes diyor ki:
Köpek tabii ki insan değildir.
Ancak köpek ırkını mevcut şekliyle
tanımlamaktan daha büyük hakaret
olmadığını da biliyorum.
***
Erenlerin hayat hikâyelerinde ya da didaktik
anlatılarda köpek insana kıyasla çoğu zaman
tasavvuf ehlinin deyimiyle süfli ruhu temsil eder;
bu da insani ve hayvani tutkuların elinde oyuncak olan,
arzularını kontrol edemeyen insanın halidir.
Feriduddin-i Attar
İlahiname'de
insanın hâkim olmak zorunda olduğu bu halden bahseder:
Peygamber bir soruya cevap olarak şöyle dedi:
"Ümmetimi tehdit eden, haysiyet kırıcı değişim
yürekte gerçekleşiyor.
...Haysiyet kırıcı değişimi engellemek istersen
köpeğini zincirle.
...Kendini köpekten üstün görüyorsun, emin ol,
bu sendeki köpeklikten ileri geliyor.
***
İstanbul sokak köpeklerini gözlemleyen Mark Twain de diyor ki:
Hayatımda hiç bu kadar
kalbi kırık ve mahzun bakışlı
sokak köpekleri görmedim.
***
Charles Diguet’e göre:
Apartman itleri
bizim gözetimli kölelerimizdir.
***
Sokak köpeklerinin de dünden bugüne
haddini bilmez insanlara bir çift sözü var.
O da şudur:
Ekmeğimi çöpten, suyumu yağmurdan alırım.
Sadece biraz sevgi
Lütfen!
***
Velhasıl;
Yaratandan ötürü köpekleri de sevmek gerek.
Dolayısıyla da almamak lazım mazlum (köpeğin) ahını.
Kanunlardan kurtuluş mümkünse de, hiç şüphesiz ki,
ilahi adalet gereği,
işlenen her zulmün bedeli çıkacaktır aheste aheste, er ya da geç.
.
Köpeği, Atatürk’ün elini ısırmıştı
Prof. Dr. Metin Hülagü
Köpek meselesi sadece bugünün değil, dünün de meselesi olmuştur. Yarının meselesi olmaya devam edeceğinde ise hiç kuşku yoktur.
Tarihte bazı paşalar ve beyler, devletin üst kademesinde yer alan bürokratlar yahut topluma mal olmuş isimler evlerinde it beslemişler, itlere fazlası ile merak salmışlar, kendilerine karşı samimi ve içten bir muhabbet duymaktan geri kalmamışlardır.
İtlere alaka duyan ve köşkünde it bulundurup onu besleyip seven isimlerden birisi de Mustafa Kemal Paşa olmuştur.
Mustafa Kemal’in evinde it beslemesi onun cumhurbaşkanlığı günleri sırasında vuku bulmuştur. Ancak Mustafa Kemal Paşa sadece it besleyen bir paşa olarak kayıtlara geçmemiştir, fakat aynı zamanda bir paşa ve cumhurbaşkanı olarak köpek tarafından ısırılan tarihteki meşhur isimler arasında da yer almıştır.
Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan 9 Nisan 1925 tarihli bir belgeye göre Mustafa Kemal Paşanın köpeği 5-6 Nisan 1925 gecesi, kıskandığı diğer bir köpekle kavgaya tutuşmuştur. Paşa da köpekleri ayırmak istemiş, ancak o esnada köpeklerden biri tarafından sağ elinin iki parmağı ısırılmıştır.
Hadise üzerine Paşa İstanbul Daulkelb Müessese Müdürü ve Baştabibi Doktor Haim Naum; Tıp Fakültesi İç Hastalıkları Müdürü Doktor Neşet Ömer ve Sağlık ve Sosyal Dayanışma Bakanlığı Doktoru Nihat tarafından muayene edilmiştir.
Mutabık kalınan karar gereğince her iki köpek müşahede altına alınmış ve ayrıca köpeklerde hali hazırda hiçbir kuduz belirtisi olmadığı verilen baytar raporu ile de teyit olunmuştur. Fakat öyle olsa da, ihtiyaten olmak üzere, köpeğin müşahede altıda tutulmasına devam edilmesi kararında mutabık kalınmıştır.
Mustafa Kemal Paşanın ise, müşahede neticesine bakılarak, daha fazla tedavi edilmesine gerek görülmemiştir.
Atatürk’ün söz konusu itine, dönemin psikolojisi gereği, Kurtuluş Savaşı sırasında, 2 Eylül 1922’de esir alınan Yunan Başkomutanına atfen, Trikopis isminin verildiği kaynaklarda zikredilir.
.
İstanbul’un değişen it yüzü
Prof. Dr. Metin Hülagü
İstanbul sokak köpeklerinin tarihi devamlılığı noktasında bazı araştırmacılar tarafından, fantezi surette olmak üzere, bir kesintiden söz edilir.
Bazı yazarlara göre Bizans dönemi İstanbul itleri ile Osmanlı dönemi İstanbul itleri arasında, itlerin cins ve türleri bakımından olduğu gibi varlık nedenleri bakımından da, farklılık bulunmaktaydı. Sözüm ona yazarlara göre, her halükarda Bizans’ın Constantinople’ündeki itler, Osmanlı’nın İstanbul’undaki itlerden mukayese kabul edilemeyecek derecede üstündü. Osmanlı İstanbul’undaki itler fakir ve hakir yaratıklarken Bizans Constantinople’ündeki itler anlı, şanlı, bakımlı ve saraylı türden aristokrat itlerdi. Nasıl ki şehrin adı daha evvelce Constantinople iken kutlu komutan Fatih Sultan Mehmet’in fethi sonrası İstanbul olmuşsa şehrin itleri de şehrin eski ve yeni isimleri arasındaki fark kadar ciddi bir değişim geçirmişlerdi.
Fantezi içerikli bu yaklaşımın hakikati ifade etmesi hiçbir surette söz konusu değilse de yakın tarihimizde vuku bulmuş mutlak bir hakikat İstanbul’un it yüzünü dünden bugüne altüst etti.
Söz konusu hakikat; İttihatçıların iktidarı ele alması neticesi 1910 yılında İstanbul’da yaşanan oldukça elim ve vahim suretteki it itlafıdır.
Şehrin fethi sonrasında gerçekleştiği fantezi surette iddia edilen mezkur değişimin gerçek anlamda vuku bulması 1910 yılında söz konusu oldu ve yaşanan o vahim hadise akabinde İstanbul’da tam anlamı ile bir itsel değişim zamana bağlı olarak vuku buldu.
80.000 itin itlaf edildiği söz konusu hadiseden sonra İstanbul’un sokak ve caddeleri hiçbir zaman itsiz kalmasa da İstanbul’un itperverleri ile şehrin sokakları, barındırdığı it nüfusu, itlerinin cinsi, kalitesi ve kökeni bakımlarından yeni bir döneme girdi.
İstanbul’un sokak ve caddelerinde asırlardır özgür bir surette dolaşan, soyları ve şecereleri belli olup oldukça sosyalleşmiş bulunan şehrin son derece uysal, insanperver kadim dostlarının yerine, adı, sanı ve şeceresi yabancı bambaşka son derece canavar ruhlu itler gelip yerleşti.
Söz konusu değişim ile şehrin sırtı mesabesindeki sokak ve caddelerinde dolaşan ve kendilerine efendi sıfatı verilen itler o kirli çamurlu, yaralı bereli yerli itler değil, daha bakımlı ve oldukça pahalı finolar ve sair cinslerden itler oldu.
İtlaf öncesinde sokaklarda dolaşan hayvanlara bayağı ve basit bir surette it denilmekteydi. İtlaf sonrasında var olanlar ise artık o bayağı suretteki itler değil, her biri son derece kıymetli ve itibarlı köpeklerdi. En azından her biri fino yahut petti. Ancak cinsleri yahut adları fino, pet, Bulldog, Golden Retriever, Labrador, Retriever Beagle, Pug yahut daha başkaca da olsa gerçekte her biri yahut hepsi kelimenin tam anlamı ile birer itti. Ancak yerli ve milli değil, bilakis Batı menşeli yani yabancı itlerdi.
Eskiden memlekette herkes tarafından bilinen ve beslenip büyütülen köpek olarak Çoban köpekleri yahut Sivas’ın meşhur Kangal itleri vardı. Bu itlerin mevcudiyetleri ve hususiyetleri hemen herkes tarafından gayet iyi bilinirdi. İstanbul sokaklarında ise hemen hemen ve sadece Türk itleri dolaşırdı ve adları da ya Karabaş’tı yahut Yumak veya Beyaz, Kara ya da Toprak’tı. Yahut bunlara benzer isimler taşımaktalardı. Artık değil İstanbul’un sokaklarında Anadolu’da dahi yeterli surette ne Kangal, Çoban ne de Kurt köpeklerimiz kaldı. Onların yerini Alman, Sibirya, Alaska, İrlanda, Boyroz ve Kanada kurtları aldı.
1910 itlafından sonra Türk dostu olan itlerden boşalan semtlere Türk düşmanı olan İngiliz ve Fransız öncü işgal güçleri olarak yabancı kökenli itler konuşlandı. Bu itleri müteakiben Birinci Dünya Savaşı sonrasında ise işgal edilen İstanbul sokaklarında işgalci İngiliz ve Fransız askerleri dolaşmaya başladı. Şehrin işgalci İngiliz ve Fransız askerlerinden tahliyesi mümkün kılınabildiyse de İngiliz ve Fransız kökenli itler İstanbul sokaklarında dolaşmaya devam etti.
Geçmişte, St. John köpeği denilen Labrador Retriever’lar; havlamayıp uyurken horlayan Bulldog’lar; türü dahi bilinmeyen ama altın tüyleri olan! Bloodhound’lar; Kanada asıllı Newfoundland’ler; 1800’lerde fare yakalamak için üretilen ve en meşhuru Yorkshire’lı olan Terrier’ler; Fransız Mastiff’i Dogue de Bordeaux’lar; Tibet manastırlarından Japonya’ya götürülen ve İstanbul’a kadar gelebilen Pug’lar; İngiliz tazısından türediğine inanılan Beagle’lar; İngiliz yahut Amerikan Cocker Spaniel’ler ve kökeni Mısır firavunları dönemine kadar uzanan Dachshund’lar ve daha birçok milletten ve türden itler günümüzde İstanbul sokaklarında oldukça rahat bir surette dolaşabilmektedirler.
Hemen belirtmek gerekir ki, kültürel değişimin öncüsü olan ve cinsleri, çeşitleri, ithal mamaları, hekimleri ve hastaneleri ile ciddi bir ticari sektör haline gelmiş bulunan bu itlerin her biri, hiç şüphesiz ki, kibar, her biri sevgi dolu, her biri sadık, her biri sabırlı, her biri zeki olup, pek tabii ki, her birinin en iyi köpekler ve insan dostu mahluklar olduklarında hiç kuşku yoktur!!!
Batı insanı daha on beşinci asrın ortalarından itibaren İstanbul itlerini sevmemiş, onları hor görmüş ve her daim itlaf yahut sürgün edilmelerini istemişken, sadece itleri değil, Türk kültürünü de küçümsemiştir.
Böyle davranmakla İstanbul sokaklarında bugün mevcut haliyle Batı kökenli bir it kültürü mü cari olsun istenmiştir bu durum muhakkak olarak bilinmez ise de mutlak ve muhakkak bir surette bilinen bir şey varsa o da Türk kültüründeki klasik şekli ile it geleneğinin sona erdirildiği, yerine ise maddi ve manevi şekli ve unsurları ile Batı menşeli bir it türü ve kültürünün ikame edildiğidir.
Çok şükür ve gözümüz aydın ki; kendileri de, mamaları da, aşıları da… ve dolayısıyla kültürü de Batılı olan yüzlerce, binlerce, çeşit çeşit, türlü tülü ve boy boy itlerimiz var artık.
Günümüz toplumlarında köpeklerin önemli bir yer işgal ettikleri ve birçok insanın hayatına girdikleri şüphesizdir. 2006 yılı itibarıyla Britanya Adaları'nda yaklaşık 9.000.000, Kuzey Amerika'da ise 62.000.000’dan fazla köpek olduğu tespit edilmiştir. Birleşik Krallık'ta her iki aileden birinin yaklaşık bir tür evcil hayvana sahip olduğunu ve bu evcil hayvanların yarısının ise köpeklerden oluştuğu bilinmektedir. Kuzey Amerika'da ise tüm insanların yüzde 36'sı hayatlarını köpeklerle paylaşmaktadır. Ancak şu da bir gerçek ki; Batı’da pet olarak bulundurulan her bir itin sicil kaydının olmasına, vergisinin ödenmesinin gerekli bulunmasına, kimseyi rahatsız etmelerine izin verilmemesine mukabil günümüz Türkiye’sinde ve özellikle İstanbul’da ne kadar petli aile olduğu, şehrin hangi cins ve türden ne kadar it nüfusu barındırdığı bütünüyle meçhuldür.
İsteyen herkes tabii ki kendisine bir it edinebilmelidir. Ancak bu tercihin olmaz ise olmaz şartları da olmalıdır. Çevreyi kirleterek, insanları rahatsız ederek, vergisi ödenmeyerek, tıbbi bakımı sağlanmayarak… kimse pet edinememelidir. İtin sicili ve sertifikası olduğu kadar ona sahip olan kimsenin de hususi ruhsatı olmalı, itlerin yaşamına dair olduğu kadar it beslemenin toplumsal sorumluluğuna dair de muayyen bir eğitimden geçmiş bulunmalıdır.
.
Çağdaş Ayanlar
Prof. Dr. Metin Hülagü
Ayan, eşraf ile eş anlamlıdır. Tarihî belgelerde, derebeyi veya mütegallibe tabirleriyle de ifade edilmiştir.
Kadim zamanlardan beri var olan ayanların Osmanlı toplum ve idaresinde kendilerine yer bulmaları ise Anadolu Selçuklu Devleti’nden intikali suretiyledir.
Kurumsal yapıları ve seçkin suretteki hususiyetleri bakımından avam tabakasıyla tam bir zıddiyet içinde olan ayanlar Osmanlı tarihinde merkezi otoritenin mutlak suretteki iktidarını siyasi, iktisadi, idari ve askeri açılardan, olumlu olduğu kadar olumsuz surette de gölgelemiştir.
Osmanlı Devleti’nde klasik dönemlerde kurumlar görevlerini gereği üzere icra ettiklerinden ayanın toplum içindeki nüfuzu sınırlı surette kalmışken on altıncı asrın ikinci yarısından itibaren memleketin idaresi ve nizamında yaşanan bir kısım sıkıntılar neticesinde ayanlık da önem kazanmaya başladı. İktisadî yönden giderek gücünü artıran ve siyasi açıdan da her geçen gün önem kazanan ayanlar çeşitli iktisadi ve mali iş ve işlemlerle servetini çoğaltıp tasarruf ettikleri toprakları da artırdılar. Nihayet ayanlar, iktisadî ve içtimaî bakımdan oldukça fazla güç ve kuvvet sahibi oldular.
Ayanların, geçen zaman içerisinde, sahip oldukları zenginlik nispetine bağlı olarak, maiyetlerinde bulundurdukları sekban ve levent sınıfından askerleri sayısı da arttı. Netice itibarıyla ayanlar içtimaî, iktisadî ve askerî güçlerine idarî yetki tasarrufunu da katarak kendi mıntıkalarının merkezle olan münasebetinde en kuvvetli temsilci haline geldiler.
On sekizinci yüzyılın ortalarına doğru devletin taşradaki gücünün giderek azalması ve bir ayan ailesinin kendi bölgesinde devamlı olarak yöneticilik yapması neticesi âdeta bir hanedan hüviyeti taşıyan büyük aileler ortaya çıktı. Dolayısıyla da on sekizinci asrın ortalarından itibaren ayan kelimesi yeni bir anlam kazandı.
Söz konusu yeni statülerinde iyice güçlendikleri görülen ayanların başlıca görevleri, şehir ve esnaf için gerekli malları sağlamak, erzak ve ham madde fiyatlarını tayin etmek, kamu binalarının inşa ve tamirini yapmak, eşkıya yakalamak ve cezalandırmak,… oldu.
Merkezî otoritenin zayıf oluşundan faydalanan ve özellikle de taşradaki otorite eksikliğini fırsat bilen âyan, eşraf, hanedan ve derebeyi aileleri, varlık ve üstünlüklerini memleketin birçok yerinde kabul ettirdi.
Bu anlamda Rize dolaylarında Tuzcuoğulları, Samsun ve çevresinde Canikli Hacı Ali Paşa ve oğulları, Yozgat yöresinde Çapanoğulları, Kayseri’de Zennecizâdeler, Ankara’da Müderriszâdeler, Bilecik’te Kalyoncuoğulları, Balıkesir’de Kanlızâde, Manisa ve çevresinde Karaosmanoğulları, İzmir’de Kâtiboğulları, Isparta’da Yılanlıoğulları, Antalya’da Tekelioğulları, Çukurova’da Menemencioğulları ile Kozanoğulları, Suriye’de Azmzâdeler, Kuzey Irak’ta Babanzâdeler, Rusçuk dolaylarında Tirsiniklioğlu ile Alemdar Mustafa, Vidin’de Pazvandoğlu, Yanya ve çevresinde Tepedelenli Ali Paşa ile oğulları ve daha niceleri üne ve otoriteye kavuştular.
Böyle bir gelişme neticesinde, Üçüncü Selim’in başlattığı Nizam-ı Cedid hareketi örneğinde olduğu gibi, ayanların bir kısmı söz konusu türden merkezi otoritenin uygulamaya koymak istediği projeleri desteklerken diğer önemli bir kısmı ise kendi çıkarlarına aykırı buldukları için hiçbir surette onay vermedi.
Rusçuk âyanı Tirsiniklioğlu liderliğindeki ayanların 1806’da Nizam-ı Cedid ordusunun Rumeli’de kurulmasına karşı çıkarak Osmanlı tarihinde İkinci Edirne Vakası’nın yaşanmasına sebebiyet vermesi aynı kabilden bir gelişme oldu. Üçüncü Selim de, kan dökülmesini doğru bulmadığından, yeni ordunun Rumeli’de teşkil edilmesinden mecburen vazgeçildi.
Bu durum merkezi otorite üzerinde hüküm icra etmek ve dolayısıyla da padişahın tasarruflarına ortak olmak isteyen muhalif sınıftan ayanların siyasal güçlerinin artmasına ve atılacak daha fazlası müstakbel adımlar için cesaret bulmalarına sebebiyet verdi. Öyle ki; 1807’de patlak veren Kabakçı Mustafa İsyanı neticesinde Üçüncü Selim’in saltanatı ve kurmak istediği yeni düzen (Nizam-ı Cedid) dahi ayanlar tarafından sona erdirildi.
Bu bağlamda Alemdar Mustafa Paşa, Rusçuk âyanı olarak, bir padişahı tahttan indirip bir başka ismi padişah yapma güç ve cesaretini kendisinde bulabildi. Ordusu ile İstanbul’a gelerek Dördüncü Mustafa’nın yerine İkinci Mahmud’u tahta çıkardı ve kendisi de tabii ki sadrazam/başbakan oldu.
İkinci Mahmut ile bir kısım ayanlar arsına imzalanan ve merkezi otoritenin tasarruflarını sınırlayıp ayanlara danışılmadan karar alınmasına imkan tanımayan muhtevadaki Sened-i İttifak adlı sözleşme tam da Alemdar’ın sadareti sırasında gerçekleşti.
İkinci Mahmud pek tabii ki saltanatına gölge düşüren ayanların siyasi, askeri ve iktisadi güçlerinin fazlası ile farkındaydı. Sened-i İttifak’ın ne anlama geldiğini gayet iyi biliyordu. Ancak o, mukabele etmek ve ayanları etkisiz kılmak için uygun olan zaman ve zemini bekledi. Vakti gelince de ayanları, tabir caiz ise, tek tek avladı, bir kısmını bertaraf etti, diğer bir kısmını ise kendisine ram edip bağladı.
İkinci Mahmud ayrıca, merkezi otoriteye ikide bir kafa tutup isyan ve ihtilal naraları atan yozlaşmış Yeniçerileri, şuurlu bir politika dahilinde, bilerek ve isteyerek isyana teşvik etti ve nihayet topa tuttuğu ocaklarını başlarına yıkıp yerle bir etti. Ulemanın önde gelen muhaliflerini ise ya maaşlarını artırarak ya da makamlarını yükselterek kendilerine cömerçe ihsanlarda bulunmak suretiyle satın alıp kendisine tabi kıldı. Akabinde ise Üçüncü Selim’in açtığı yol ve istikamet üzere hareketle devlet idaresinde, gavur padişaha şeklinde anılma pahasına da olsa, değişiklikler yapmaya koyuldu. Ancak İkinci Mahmud’un tarumar ettiği ayan ve Yeniçeri sınıf ve zihniyeti hiçbir zaman için bütünü ile yok edilemedi. Geriye kalıp yaşama şansı bulan ayanlar, ad ve şekil değiştirmiş ve çağdaş bir görünüm kazanmış olarak, gerek Osmanlı’nın son yıllarında gerekse Cumhuriyet Türkiye’sinde siyaset ve ticarette var olmaya hep devam etti.
Dahası, söz konusu sınıf, merkezi otoritenin başına bulunanlardan muhalifi olduklarını, iktidar olsalar da, muktedir olmalarını önlemek üzere, sahip oldukları siyasi, idari ve iktisadi gücü ya doğrudan doğruya kullanarak yahut temsilcileri vasıtasıyla devreye sokarak ve gerektiğinde uluslararası ortaklarını da harekete geçirerek hep alaşağı etmeye çalıştı. İbret olması bakımından meşru surette iktidar olmuş bir başbakan ve bazı bakanların idam cezası ile cezalandırılmalarına göz yummaktan kaçınmadı.
Söz konusu sınıf ile iktidar arasındaki bu kadim mücadele bugünde berdevam bir haldedir. Hiç bitecek gibi de gözükmemektedir. Ancak bahsi geçen sınıfın mevcudiyet ve tıynetine uygun suretteki hareketlerine mukabil İkinci Mahmudlar yahut İkinci Abdülhamidler de berhayattır ve hiç şüphesiz ki her daim mevcut olmaya da devam edeceklerdir.
.
.
.
.
.