ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
NOT: İlk insanlar vahşi miydi, diller ve ırklar nasıl meydana çıktı? Bu konularda bilgi için buraya tıklayınız. Rabbiniz değil miyim? Sual: (Allah bütün
.
İlk insanlar vahşi miydi?
Sual: İlk insanlar işaretle mi anlaşıyorlardı? Taş-tunç devrinin aslı var mıdır? CEVAP Taş devri, tunç devrinin aslı yoktur. İnsanların maymundan gelmesi, uzay insanları, Ufo yalanları gibi bu da hayal mahsulüdür. Bir karıncayı, bir hücreyi bile yaratmaktan aciz olan dinsizler, bütün kâinatı yoktan yaratan Allahü teâlâyı inkâr maksadıyla böyle şeyler uyduruyorlar. Her şeye gücü yeten Cenab-ı Hak, ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem'e her ilmi öğretti. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Âdem'e bütün isimleri öğretti.) [Bekara 31]
Bu husustaki hadis-i şeriflerden ikisi de şöyle: (Âdem, Cennetten dünyaya inince, Hak teâlâ, ona her sanatı, her ilmi öğretti.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’e bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Evlat ve zürriyetin, bir sanatla rızkını talep etsin! Dini geçim vasıtası yapmasın!) [Hakim]
İlk insanların işaretle anlaştıkları da yalandır. Hıristiyan ve yahudiler de, Hazret-i Âdem’in Cennette meleklerle konuştuğunu kabul ederler. Hadis-i şerifte, (Âdem, Allahü teâlâ ile konuşan bir Peygamberdir)buyuruldu. (Beyheki)
Hazret-i Âdem’in çocukları, kafilelerle başka başka ülkelere gittiler. Ayrı dil ile konuştular. Böylece babalarının bildiği dilleri unuttular.(Mirat-i Kâinat)
Hazret-i Âdem’in çocukları Hazret-i Âdem’in çocukları da, ilimsiz, fensiz, görgüsüz değildi. Hazret-i Âdem ve ona iman eden torunları şehirlerde yaşarlardı. Okumak, yazmak bilirlerdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik gibi sanatları vardı. Yazı, ilk insan Hazret-i Âdemle birlikte dünyaya yayılmıştır. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında vahşiler yaşadığı gibi, Hazret-i Âdem’den sonra da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı ne bugünkü, ne de ilk çağdakilerin hepsi için, vahşi denilemez. Allahü teâlânın, Hazret-i Âdem'e gönderdiği kitaplarda, iman edilecek hususlar, çeşitli dillerde lügatler, namaz, oruç, gusül, birçok sanatlar, tıb, ilaçlar, aritmetik, geometri gibi şeyler bildirilmişti. Altın para basılmıştı.
Hazret-i Âdem’den sonra medeniyette gerileyen kavimler olmuştur. Buna rağmen Hazret-i Nuh zamanında da maden ocakları işletilip, çeşitli aletler, makineler yapılmıştı. Hazret-i Nuh’un gemisinin, kazanı kaynayarak hareket ettiği, yani buharlı gemi olduğu Kur'an-ı kerimde bildiriliyor. (Hud 40)
Kazılarda medeniyetlere rastlanması, eski insanların vahşi olmadıklarını göstermektedir. Kazılarda ilkel toplumlara da rastlanması, medeniyetlerin, zirveye çıktığını, sonra çeşitli sebeplerle yıkıldığını göstermektedir. Her medeniyet yok olunca, yenisini kurmak için sıfırdan başlamak gerekir.
Medeniyet grafiği inip çıkmıştır. Medeniyetlerin zirvedeki durumlarını görüp, eski insanların hepsine medeni demek nasıl mümkün değilse, medeniyetler yıkılınca yeni kurulan medeniyet seviyesi çok düşük olanlara da bakıp hepsi vahşi idi denilemez.
Putlara tapınılan bir toplum bulununca, ilk insanların çok tanrıya taptığı da söylenemez. Yani ilk insanlar çok tanrıya tapardı, sonra tek tanrıya taptılar görüşü çok yanlıştır. İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Âdem aleyhisselam, Allahü teâlâya ibadet ederdi. Asırlar sonra puta tapanlar çıkmıştır. Şimdi bile yeryüzünde çeşitli dinler mevcuttur. Ateşe, ineğe tapanlar vardır. Herhangi bir sebeple bugünkü medeniyet yıkılsa, Hindistan’da bir kazı yapılsa, bütün dünya ineğe tapıyordu mu denir?
Bu vesikalar gösteriyor ki, ilk insanlar vahşi değildi. Taş, tunç devri gibi devirlerin yalan olduğu pek açıktır, ilimle alakası yoktur. Evrimcilerin ve devrimcilerin uydurmasıdır. Onlar, kendi nazariyelerine bilim derler. Evrim tenkit edilse, siz bilime karşı çıkıyorsunuz diye Müslümanları kötülemeye çalışırlar. Dinimiz kesinlikle ilme karşı değildir. Zaten din ayrı ilim ayrı değildir. Fen ilmi İslami ilimlerin bir koludur. Din, ilme aykırı demek, evrimci ve devrimcilerin bir iftirasıdır.
Dillerin meydana çıkışı Dinsizler, hiçbir vesikaya dayanmadan, sırf dinleri inkâr için, ilk insanın konuşma bilmediğini, işaretle anlaştığını söylüyorlar ise de hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Âdem aleyhisselam, Allahü teâlâ ile konuşan bir peygamberdir.) [Hakim]
(Âdem aleyhisselam Cennetten dünyaya inince, Allahü teâlâ, ona her şeyin sanatını, ilmini öğretti.) [Taberani]
Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama, şu anda dünyada mevcut bütün dilleri öğretti. Âdem aleyhisselam da, Arapça, Süryanice, İbranice ve diğer bütün dillerde kitaplar yazıp her dil ile konuşmuştur. Bu husustaki delillerden biri Bekara suresinin, (Allahü teâlâ, Âdem'e bütün isimleri öğretti) mealindeki âyet-i kerimesidir.
Hazret-i Âdem, Hak teâlâdan öğrendiği için, varlıkların adlarını, bütün dil ve lügatları biliyordu. Çocukları bütün dilleri konuşuyordu. Hazret-i Âdem vefat edince, çocukları kafileler halinde başka başka ülkelere gittiler. Her kafile, ayrı bir dil ile konuşuyordu. Böylece çocukları babalarının konuştuğu diğer dilleri unutmuşlardı. O anda konuştukları dil ile kaldılar. (Mirat-ı Kâinat)
Irkların meydana gelişi Bütün insanlar, Hazret-i Âdem’in neslinden geldiğine göre, zenciler ve diğer ırklar nasıl meydana çıktığı merak edilen konular arasındadır.
Biyolojide modifikasyon denilen görünüş değişikliği yanında, mutasyon denilen genlerde değişiklik olayı vardır. Beyaz insandan siyah, esmer veya sarı insanların türemesi mümkündür. Hadis-i şerifte de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraktan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Bazısı yumuşak, bazısı sert, bazısı da halis ve temiz oldu.) [Ebu Davud]
Tarihte medeniyetler
Sual: Medeni ve medeniyet nedir? CEVAP Güzel ahlak sahibi olan ve zamanının fen bilgilerinde yükselmiş olan Müslümana medeni denir. Fende ilerlemiş, fakat ahlaksız olan medeni olamaz. Fende geri ve ahlakı bozuk olana vahşi denir. Medeniyet, şehirler yapmak ve insanlara hizmettir. Bu da, fen ile, sanat ve güzel ahlak ile olur. Kısacası, fen ve sanatın güzel ahlak ile birlikte olmasına medeniyet denir.
Medeni bir insan, her şeyden önce, güzel ahlaklı, dürüst ve çalışkandır. Fen ve sanatı insanların hizmetinde kullanır. Din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü, özü doğrudur. İşlerini son derece dikkat ile başından sonuna kadar takip eder. Gerekirse, iş saatinden fazla çalışmaktan hiç çekinmez. Böyle çalışmaktan, iş görmekten zevk alır. Yaşlansa bile, kolay kolay işinden ayrılmaz. Âmirlerine itaat eder. Dininin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbadetlerini asla terk etmez. Evladının imanlı, ahlaklı yetişmesine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Vaadine sadık olur. Din ve dünya vazifelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi geciktirmek, yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Görülüyor ki, gerçek Müslüman ilerici; dinsiz olan ise gericidir.
İki çeşit medeniyet görülmüştür Tarihte iki çeşit medeniyet görülmüştür. Bunlardan biri ilahi dinlere inananların ortaya koyduğu medeniyetler, diğeri de inançsızların uygarlığıdır. Eski Hind, Asur, Mısır, Yunan ve Roma uygarlıkları, putperest toplumların dünya hayat anlayışlarını göstermektedir. Onların ilah kabul ettikleri putların bazı insanlara, bilhassa krallara(Firavun, Promethe, Afrodit gibi) hulul ettikleri, yani vücutlarına girip yerleştiği, böylece bu kralların yarı tanrılaştıkları kabul edilirdi. Buna göre şekillenen günlük hayatta insanlar, asiller, aristokratlar, plepler, köylüler, köleler ve daha çeşitli isimler altında sınıflandırılır, hakim olan sınıflar diğerlerini dini, ekonomik ve beşeri bakımdan sömürür ve onlara zulmederlerdi. Atina’daki hipodromlarda insanları çıplak olarak spor müsabakalarına sokmak, çeşitli adlar altında tertipledikleri eğlencelerde şarap içerek her türlü çılgınlığı yapmak ve Roma’da köle yaptıkları ve gladyatör dedikleri insanları birbirleriyle ölümüne dövüştürmek ve aç bırakılmış aslanlara parçalattırmak vahşeti, zevkleri idi.
Batı’nın ortaya koyduğu uygarlık, Hıristiyan olan milletlerin eski inanç, örf ve âdetleri ile karışarak yarı putperest bir medeniyet olmuştur. Hazret-i İsa’dan sonra bozulmaya başlayan Hıristiyanlık, felsefecilerin, papaların ve krallarının müdahaleleriyle daha çok bozulmuştur. Böylece Orta Çağ Avrupa’sı, puthaneye döndürülmüş kiliseler ile zalim derebeyi ve kralların şatoları etrafında binbir çeşit hurafe ile doldurulmuş kafalar, adalet ve merhametten mahrum kalbler ve cehaletin kararttığı daracık ufukları içinde kaba, görgüsüz ve yarı vahşi insanlarla doldu. Hastalıklar çaresiz, hastalar bakımsız, fakirler ve köylüler hor ve zelil, ilim adamları, düşünürler tehlikeli, kadınlar her türlü hakaret ve zilletin hedefi idi.
İslam medeniyeti Müslümanların İspanya’yı fethederek burada bir İslam medeniyeti kurmaları ve Haçlı Seferleri sonunda, Avrupalılar önce şaşkınlık ve hayranlık içinde bocalamışlar, sonra yavaş yavaş uyanarak, çocuklarına Endülüs Üniversitelerinde fen bilgileri tahsil ettirmeye, İslam âlimlerinin fen bilgileri kitaplarını kendi dillerine çevirmeye ve Müslümanlarda gördükleri teknik aletleri yapmaya başladılar.
Bu arada İslam âlimlerinin eski Yunan filozoflarının bozuk kitaplarına verdikleri ilmi, inandırıcı cevapları okuyarak içine düştükleri bataklıklardan kurtulmaya çalıştılar. Bu hâl, İslamiyet’in üstünlüğü karşısında ezilen ve papazların aforoz tehdidiyle suskunluk içinde olan Avrupalıları bu defa eski Yunan mitolojisini incelemeye, öğrenmeye sevk etti. Öğrendiklerini resim, heykel, felsefe ve edebiyat eseri, müzik bestesi olarak kendilerine göre yeniden yazarak ve yayarak yeni bir yol tuttular. Bunlara Rönesans, Hıristiyanlık dininde yaptıkları değişikliklere de reform adını verdiler.
Böylece Avrupa’da gün geçtikçe tesiri azalan ve bir süs unsuru haline gelen bir kilise, ruhi açlıklarını tatmin için sık sık değiştirdikleri sanat ve estetik anlayışları ile maddi refahı hedef alan bir ilim, teknoloji ve sanayileşme başladı. Fransızların övündükleri Versailles sarayında bir hamam yoktu. Su ve temizlik düşmanlığı, papazlardan başlayarak, krallarda, asillerde ve halkta yaygındı.
Müslüman milletlerden ve bilhassa Osmanlılardan görüp öğrendiklerini tatbik ederek, üzerinde asırlar boyu çalışıp geliştirerek bugünkü ilmi ve teknolojik seviyelerine ve ihtilallerle yerleştirilen rejimlere ulaştılar. Hıristiyanlığın, bir fantezi ve teselli kaynağı olarak kabul ettikleri teslis denilen üç tanrı inancı bir süs eşyası olarak taşıdıkları haçlar ile her türlü eğlencelerinin sembolü haline gelmiş şarap ve kilise korolarından türemiş çılgın bir batı müziği ve bunların neticesi olarak her gün süratle artan ahlaki çöküntüye medeniyet demek mümkün müdür?
Medeniyetler içinde her bakımdan mükemmel olanı İslam medeniyetidir. İslam âlimleri, medeniyeti; beldelerin imar edilerek insanlığın ihtiyaçlarını karşılayacak, rahat ve huzur içinde yaşayacak şekle sokulması, insanların da ruhen, maddeten, fikren ve ahlaken yükselmesi şeklinde tarif etmişlerdir. Müslümanların tarih boyunca kurdukları bütün medeniyetlerin kaynağı, mümtaz örneği ve rehberi, asr-ı saadettir. Tarihte olduğu gibi, bugün de dinimizi iyi öğrenip, ona uymaya çalışırsak, maddi ve manevi sahada en yüksek bir medeniyete ulaşmamız son derece kolay olacaktır.
Batı’yı taklit etmek Batı’nın bâtıl inanışlarını, moda ve ahlaksızlıklarını taklit etmek, medeniyet değil, milletin bünyesinde tahribat yapmaktır.
İslam dini, Müslümanların tembel, miskin oturmalarına izin vermez. Müslümanların her türlü fen kollarında çalışarak ilerlemelerini, başka dinden olanların fende buldukları yenilikleri, onlardan öğrenmelerini, bunları kendilerinin de yapmalarını emreder. Ziraat, ticaret, doktorluk, kimya ve harp sanayiinde herkesten ileride olmalarını emreder. Müslümanlar, başka milletlerdeki her çeşit fen vasıtalarını araştırır, öğrenir ve yapar. Fakat onların bozuk dinlerini, kötü, çirkin huylarını, âdetlerini almaz, taklit etmez.
Tarihi bir mektup Osmanlı devletinde Rus sefiri olarak uzun seneler çalışan İgnatiyef,hatıralarında, Sultan II. Mahmud zamanında 1821 de Rum isyanının planlayıcısı, Patrik Gregoryus’un Rus çarı Aleksandr’a yazdığı mektubu açıklamıştır. Mektup şöyledir:
(Türkleri maddeten ezmek ve yıkmak imkansızdır. Çünkü Türkler, Müslüman oldukları için çok sabırlı ve mukavemetli insanlardır. Gayet mağrur ve izzet-i iman sahibidirler. Bu hasletleri, dinlerine bağlılıklarından, kadere rıza göstermelerinden, ananelerinin kuvvetinden, idarecilerine [devlet adamlarına, komutanlarına, büyüklerine] olan itaat duygularından gelmektedir. Türkler zekidir ve kendilerini müspet yolda yönetecek reislere sahip oldukları müddetçe de çalışkan ve gayet kanaatkârdırlar. Onların bütün meziyetleri, hatta kahramanlık duyguları geleneklerine olan bağlılıklarından, ahlak güzelliğinden ileri gelmektedir.
Türklerde önce itaat duygusunu kırmak ve manevi bağlarını parçalamak, dini metanetlerini zayıflatmak gerekir. Bunun en kısa yolu, milli gelenek ve dinlerine uymayan yabancı fikir ve hareketlere alıştırmaktır.
Maneviyatları sarsıldığı gün, Türklerin kendilerinden şeklen çok kudretli, kalabalık ve zahiren hakim kuvvetler önünde zafere götüren asıl kudretleri sarsılacak ve onları maddi vasıtaların üstünlüğü ile yıkmak mümkün olabilecektir. Bu sebeple, Osmanlı Devletini tasfiye için, sadece harp meydanlarındaki zaferler kâfi değildir. Hatta, sadece bu yolda yürümek, Türklerin haysiyet ve vakarını tahrik edeceği için, dikkatli olmalıdır. Yapılacak iş, Türklere hissettirmeden, bünyelerindeki tahribatı tamamlamaktır.)
Bu mektuptaki (Türklerin maneviyat ve dinlerinin yıkılması için, onları yabancı âdetlere alıştırmak ve onlara hissettirmeden bünyelerindeki bu tahribatı tamamlamaktır) ifadesi çok ibret vericidir. Bu hedeflere ise, Batı’nın inanç, moda ve ahlaksızlıklarını taklide alıştırmakla ulaşılır. O halde oyuna gelmemelidir.
Batı ve vahşet İslamiyet’i bir vahşet olarak tanıtan Hıristiyanların yaptıkları vahşetler çoktur. Din namına yapılan Engizisyon zulümleri, Sent Bartelemi faciası ve buna benzer toplu öldürmeler, Hıristiyanların, mezhepleri farklı olan dindaşlarına ve diğer dinlere karşı gösterdikleri akıl ermez vahşetleri birer birer teşhir etmektedir. Müslüman idareciler arasında hiçbiri, hiçbir zaman Hıristiyanların yaptıkları gibi, zulümler yapmamıştır. İslamiyet’te hiçbir mahluka zulüm yapmak caiz değildir. Müslüman din adamları zulme mani olmuştur.
İngiliz ilim adamı Lord Davenport, Hazret-i Muhammed ve Kur’an-ı kerim adındaki kitabında diyor ki:
(Ahlak üzerinde son derece titizliğidir ki, Müslümanlığın az zamanda süratle yayılmasına sebep olmuştur. Müslümanlar, muharebede kılınca boyun eğmiş olan başka din adamlarını, daima af ile karşılamışlardır.
Juryo diyor ki:
Müslümanların Hıristiyanlara karşı davranışı ile, papalığın ve kralların Müslümanlara reva gördüğü muamele, asla birbirine benzetilemez. Mesela 1572 yılı Sent Bartelemi yortu günü, IX. Şarl ve Kraliçe Katerina’nın emri ile Paris ve civarında 60 bin Protestan öldürüldü. Böyle nice işkencelerde dökülen Hıristiyan kanları, Müslümanların harp meydanlarında döktükleri Hıristiyan kanlarından kat kat fazladır. Bunun içindir ki, birçok aldanmış insanı, İslamiyet’in, bir zulüm dini olduğu zannından kurtarmak gerekir. Papalığın vahşet ve yamyamlık derecesine varan işkenceleri yanında, Müslümanların gayri müslimlere karşı davranışları, çok yumuşak olmuştur.
Chatfeld diyor ki:
(Müslümanlar, Hıristiyanlara karşı, Batılıların Müslümanlara karşı uyguladıkları gaddar muameleyi uygulasalardı, bugün Doğu’da tek Hıristiyan kalmazdı.)
İslamiyet, başka dinlerin hurafe ve şüpheler bataklığı ortasında, çiçek temizliği ile yükselmiş, akli ve fikri asaletin sembolü olmuş bir dindir.
İslamiyet, ilahlara insan kanı dökmek facia ve felaketinden beşeriyeti kurtardı. Bunun yerine, ibadeti ve sadakayı getirmekle, insanlara iyiliği emir etti. Sosyal adaletin temelini kurdu. Böylece, kanlı silahlara hacet bırakmadan dünyaya kolayca yayıldı. [İslam cihadı da bu demektir.]
İlim davasına Müslümanlar kadar bağlı ve saygılı hiç bir millet gelmemiştir denilebilir. Muhammed aleyhisselamın pek çok hadisleri, samimi bir ilim teşvikçisidir ve ilme saygı ile doludur. İslamiyet, ilme maldan daha çok kıymet vermiştir. Muhammed aleyhisselam, daima ilim öğrenmeyi ve yaymayı emretmiş, Eshabı da, bu yolda çalışmışlardır.
Bugünkü fen ve medeniyetin, eski ve yeni eserlerin ve edebiyatın koruyucuları, Emeviler, Abbasiler, Gazneliler ve Osmanlılar zamanındaki Müslümanlar olmuştur.)
Buraya kadar bazı parçalarını yazdığımız Davenport’un İngilizce kitabı, misyonerler tarafından piyasadan toplanarak, yok edilmek istenmiştir.
Arapların Müslüman oluşu İslamiyet’ten önce Arabistan çölünde oturanlar, yarı vahşi bedevilerdi. Putperest idiler. Birçok putlara taparlardı. İlkel bir hayat sürerlerdi. Kız çocuklarını diri diri gömmek gibi âdetleri vardı. Bu yarımada, bir yol üzerinde olmadığı için, ne Büyük İskenderler, ne Persler, ne Romalılar Araplarla hiç uğraşmamış, birçok kavimlerle savaştıkları halde, Arapların yanından geçmemişlerdi. Bu sebepten, İranlıların, Romalıların ahlaksızlıkları, zulümleri, hilekârlıkları Araplara bulaşmadı.
İşte böyle aciz, zavallı, fakat saf ve temiz olan bir kavim, onlara rehberlik eden Muhammed aleyhisselamın getirdiği İslam dini sayesinde birdenbire değişmiş, tam bir medeniyete kavuşmuş, harikulâde [olağanüstü] bir gayret ile 30 yıl içinde, şarkta Türkistan, Hindistan; batıda İspanya olmak üzere akla hayret veren çok kudretli bir İslam devleti meydana getirmiştir.
İlimde, fende ve medeniyette son derece ilerlemişler, o zamana kadar bilinmeyen birçok şey keşfetmişlerdir.
İlim, fen, tıp ve edebiyatta en yüksek mertebeye varmışlardır. İlimde o kadar ileri gitmişlerdi ki, Papalar bile Endülüs üniversitelerinde okuyor, dünyanın her tarafından koşup gelenler, bu üniversitelerde fen ve tıp tahsil ediyorlardı.
O zamanın Avrupa’sından bahseden John W. Drapper gibi tarafsız bir tarihçi, Avrupa’nın manevi inkişafı ismindeki eserinde şöyle demektedir:
(O zamanki Avrupalılar, tamamen barbardı. Hıristiyanlık onları barbarlıktan kurtaramamıştı. Hıristiyan dininin başaramadığını, İslam dini başardı. İspanya’ya gelen Araplar, önce onlara yıkanmasını öğrettiler. Sonra, onların üzerindeki parça parça olmuş, bitlenmiş hayvan postlarını çıkararak, temiz, güzel elbiseler giydirdiler. Evler, konaklar, saraylar yaptılar. Onları okuttular. Üniversiteler kurdular. Hıristiyan tarihçiler İslam’a karşı olan kinlerinden ötürü, bu hakikati gizlemeye çalışmakta, Avrupa’nın medeniyette Müslümanlara ne kadar borçlu olduğunu bir türlü itiraf edememektedirler.)
30 yıl içinde bir vahşi kavmi, hem de küçük bir insan topluluğunu, dünyanın en muazzam, en medeni, en yüksek ahlaklı, en yüksek seciyeli, en kahraman, en bilgili bir millet hâline getirmek, herhangi bir insanın, bir liderin, bir kumandanın yapacağı iş değildir. Bu, ancak Allahü teâlânın âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamber efendimizin mucizesidir.
Fende ileri olmak
Sual: Fende ilerlemek medeniyette de ilerlemek sayılır mı? CEVAP Medeniyet, sadece fende ilerlemek değildir, fen vâsıtalarını insanların hayrına kullanmaktır. Eğer insanların zararına kullanılıyorsa, ona medeniyet değil vahşet denir. Güçlü bir ülke, atom bombası yapıp diğer ülkeleri yok ederse, bu medeniyet olmaz.
Medeniyetin beşiği neresi
Sual: Medeniyetin beşiğinin Avrupa olduğu doğru mudur?
CEVAP Avrupa’nın ilimde, teknikte ve sanayide ilerlemeye başlaması, son üçyüz seneden beri olmuştur. 1494 senesine kadar, Avrupalılar vahşet, cehalet, pislik içerisinde yaşıyorlardı. Bu sırada İslam ülkeleri, hıristiyan Avrupa’nın tam tersi bir idare altında idi. Arabistan, Irak, İran, Mısır, Türkistan, Emevi ve Abbasi halifelerinin idaresiyle her cihetten, maddi ve manevi terakkiler yapmış idi. O zaman müslümanlar, ruhen ferah, maddeten de refah içerisinde idiler.
Müslümanlar, İspanya’yı, Endülüs Emevi sultanlarının emri altında, en güzel şekilde imar etmiş, medeniyetin en yüksek zirvesine ulaşmışlardı. İlim, sanat, ticaret ve ziraata ve güzel ahlaka çok önem verilmişti.
İspanya önceleri, Gotlar elinde vahşi bir yer iken, müslümanların idaresine kavuştuktan sonra, sanki Cennet bahçeleri gibi olmuştu. Avrupalı ilim adamları ve sanayiciler, ilelebet müslümanlara teşekkür etseler, yine İslamiyet’in hakkını ödeyemezler. Çünkü, Avrupa’ya ilim kıvılcımı, ilk defa Endülüs müslümanlarından sıçramıştır. Ortaçağda, Endülüs’te ortaya çıkan parlak medeniyet, Endülüs’ün dışına taşarak, Avrupa’ya yayıldı. Endülüs’teki medeniyeti gören kabiliyetli bazı Avrupalılar ortaya çıktı. İslam âlimlerinin kitaplarını, Avrupa lisanlarına tercüme ettiler. Bunların, tercüme ve telif ederek, neşrettikleri kitaplar sayesinde, Avrupa halkı cehalet uykusundan uyanmaya başladı.
Birçok âyet-i kerime ve hadis-i şeriflerde ilim, sanat ve ticaret emredilmektedir. Ayrıca, ana-babaya, akrabaya, yetimlere, acizlere, kimsesizlere, komşulara, yolculara ve kölelere iyilik ve ihsanda bulunmayı, onların haklarını gözetmeyi de emretmektedir. Bugünkü Avrupalıların dedeleri, medeniyet vasıtası olan bu şeylerden habersiz iken, İslam ülkelerinin her tarafında muntazam mektepler, medreseler, fakir ve yoksullar için bakım evleri, aşhaneler, hanlar, hamamlar ve daha nice hayır ve iyilik müesseseleri kurulmuştu. Müslümanlar, ayrıca bu hayır müesseselerinin devamı ve giderlerinin karşılanması için, hususi yardım teşkilatı olan vakıflar kurmuşlardı. Görüldüğü gibi medeniyetin beşiği hıristiyan ülkeleri değil, müslüman ülkeleridir.
Bir batılının itirafı
Aşağıda konuşmasını aldığımız bayan Carly Fiorina, dünyanın en büyük şirketlerinden HP'nin yönetim kurulu başkanı. Bu şirket, Microsoft gibi, Linux gibi dünya devlerinden birisi olup esas iştigal alanı Bilişim Teknolojileri. Geçen Mayıs ayında Compaq Bilgisayar firması ile birleşmişler. Bayan Fiorina Temmuz 1999'dan beri bu şirkette. Bundan önce 20 yıl ABD'nin telefon şirketi AT&T 'de üst düzey görevlerde bulunmuş ve AT&T ile ilgili bir firmada başkan olarak çalışmış. Stanford Üniversitesi'nin "Ortaçağ tarihi ve felsefesi"bölümünü bitirmişve çeşitli dallarda master yapmış.
Minneapolis, Minnesota'da 26 Eylül 2001 "Teknoloji, piyasalar ve hayat tarzımız: Gelecekte neler olacak?" konulu bir konferansa,Carly Fiorina, ana konuşmacı olarak davet edildi. Konuşmasının son dakikalarında tarihten örnekler vererek değerlendirmeler yaptı. Aşağıda belirtilen adresteki konuşmanın son kısımlarına ait tercüme şöyle:
"Konuşmamı tarihten bir örnek ile bitirmek istiyorum:
Bir zamanlar tarihte öyle bir medeniyet vardı ki, o dönemin en büyük medeniyeti idi. Bu medeniyet birçok kıtalara yayılmış, sınırları okyanustan okyanusa, kuzey iklimlerinden tropik iklimlere ve çöllere kadar uzanmıştı. O medeniyetin tebaası olarak, farklı ırklardan, farklı dillerden, farklı kültürlerden yüz milyonlarca insan yaşamıştı.
Bu medeniyette konuşulan dillerden bir dil, dünyada çok konuşulan bir dil haline gelmiş ve farklı kıtalardan insanlar arasında köprü olmuştu. Bu medeniyetin ordusundaki farklı milletlerden olan askerler, dünyanın belki de hiçbir zaman görmediği bir barış sundu, tebaasına ve dünyaya. Bu medeniyetin tacirleri, Latin Amerika'dan Çin'e ve arada kalan bütün ülkelere ulaşmışlardı.
Yeni buluşlar bu medeniyetin temel taşlarından biri olmuştu. Bu medeniyetin mimarları, yerçekimi hesaplarına dayanan binalar yapmışlar, matematik bilginleri, bilgisayarın temel logaritması olan algebrayı (cebiri) bulmuşlar ve kodlamayı keşfetmişlerdi. Doktorları, hastalıklara yeni ilaçlar bulmuşlar, uzay bilginleri gökyüzündeki yıldızları incelemişler ve onları isimlendirerek, bugünkü uzay çalışmalarının temellerini atmışlardı. Edipleri, binlerce romantik ve sihirli hikayeler yazmışlar ve şairleri kendilerinden öncekilerin yazmadığı şekilde sevgi üstüne şiirler yazmışlardı.
Öteki medeniyetler yeni fikirlerden korkarken ve sansür uygularken, bu medeniyet devamlı yeni fikirlere açık olmuş ve bilgiyi, kültürü devamlı canlı tutmuştu.
Günümüz Batı medeniyeti de bu özelliklerin bir çoğuna sahip, fakat benim sözünü ettiğim medeniyet, 800'den 1600 yılına kadar uzanan ve Osmanlı İmparatorluğu'nu da içine alan, Kanuni Sultan Süleyman'lar gibi hükümdarlar yetiştiren İslam medeniyetidir.
Bu medeniyetin bize sunduğu miras, bugünkü Batı medeniyetinin temelini oluşturmaktadır. Bugünkü teknoloji İslam matematikçilerinin sayesinde vardır. Sufî yazar Mevlana gibi yazarlardan çok şeyler aldık. Kanuni Sultan Süleyman gibi hükümdarlardan tolerans göstermeyi ve liderliği öğrendik.
Bu medeniyetten dersler çıkarmalıyız. Bu medeniyetin sunduğu liderlik mirasa değil, yeniliklere dayanmış, Hıristiyanlık, Müslümanlık ve Yahudilik gibi farklı farklı din ve kültürler mozaiğini esas almıştı. Zaten bu şekilde de 800 yıl ayakta kaldı.
Şu anki gibi kritik zamanlarda, biz de tarihteki bu medeniyetten ders almalı ve onun gibi sosyal yapı ve liderler yetiştirmeliyiz. Özetle, bu konuya, liderlik mevzuundaki tartışmaya ve fikir teatisine dikkatlerinizi çekmek istiyorum. "
KAYNAK http://www.hp.com/hpinfo/execteam/speeches/fiorina/
Carly Fiorina
Minnepolis, Minnesota
September 26, 2001
"Technology, Business and our way of life: What’s next"
Büyük devlet olmanın sırrı
Sual: Osmanlıların her sahada ilerlemelerinin ve bu kadar başarılı olmalarına rağmen yıkılmalarının sebebi nedir? CEVAP Yirminci asrın tanınmış psikologlarından Amerikalı Terman diyor ki:
Osmanlı orduları Avrupa’da ilerliyor, Viyana elden gidiyordu. Viyana gidince, bütün Avrupa’nın müslümanların eline geçmesi çok kolay olacaktı. Osmanlılar, Avrupa’ya İslam medeniyetini getiriyor, ilim, fen, ahlak, nurları, Hıristiyanlığın kararttığı, uyuşturduğu yerlere, zindelik, insanlık, huzur, saadet saçıyordu. Asırlarca, diktatörlerin, kapitalistlerin, papazların zulümleri altında inleyenler, İslam ilimleri ile, İslam ahlakı ile, insan haklarına kavuşuyordu. Avrupa diktatörleri ve öncelikle Hıristiyan kiliseleri, Osmanlı ordularına karşı son gayretlerini harcıyorlardı. Bir gece, İstanbul’daki, İngiliz sefiri, Londra’ya tarihi mektubunu yolladım. Buldum... Buldum!.. Osmanlı ordularının ilerleme sebebini buldum. Onları durdurmanın yolunu buldumdiyor. Şöyle yazıyordu:
(Osmanlılar ele geçirdikleri her yerde din, ırk farkı gözetmeksizin, seçtikleri çocukların zekalarını ölçüyor, ileri zekalıları ayırarak, medreselerde okutup, İslam terbiyesi ile yetiştiriyorlar. Bunlar arasından da seçtiklerine, saraydaki Enderun denilen yüksek okulda, o zamanın en ileri bilgilerini veriyorlar. İşte, Osmanlı siyaset adamları, başkumandanları, böyle seçilen, yetiştirilen keskin zekalı şahsiyetlerdir. Sokullular, Köprülüler, böyle yetişmiştir. Osmanlı akınlarını durdurmak, Hıristiyanlığı kurtarmak için biricik çare, Enderun mekteplerini ve medreseleri dağıtmak, onları içerden yıkmaktır.)
Bu mektuptan sonra, İngiltere’de, Müstemlekeler nezareti[Sömürgeler Başkanlığı] kuruldu. Burada yetiştirilen casuslar ve Hıristiyan misyonerleri ve masonlar, yalan propaganda ve yaldızlı vaatlerle avladıkları cahilleri Osmanlı devletinin kilit noktalarına yerleştirmeye ve bu kuklaların eli ile; medreselerden fen, ahlak derslerini, hatta, yüksek din bilgilerini kaldırmaya, müslümanları cahil bırakmaya uğraştılar. Bu sinsi kampanyalarında, Tanzimat’tan sonra tam başarı sağladılar. İslam devleti yıkıldı. İslamiyet’in dünyaya neşrettiği saadet, huzur nurları söndü.
Allah çalışana verir
Sual: Medeni insan nasıl olur? Avrupalılar müslümanlardan daha medeni midir? CEVAP Medeni bir insan, her şeyden önce, güzel ahlaklı, dürüst ve çalışkandır. Önce din terbiyesi almış, fen bilgilerini de öğrenmiştir. Sözü özü doğrudur. Âmirlerine itaat eder. Dininin emir ve yasaklarına titizlikle uyar. İbadetlerini asla terk etmez. Çocuklarının imanlı, ahlaklı yetişmelerine çok önem verir. Onları kötü arkadaşlardan, zararlı yayınlardan korur. Zamanın kıymetini bildiği için, her işini dakikası dakikasına yapar. Vaadine sadık olur. Din ve dünya vazifelerini bitirmeden içi rahat etmez. Bir işi yarına bırakmak şöyle dursun, yarın yapılacak bir işi bugün yapar. Ecdadımızın bu meziyetlerine sahip olursak, maddi ve manevi yükselir, her işimizde muvaffak olur, Rabbimizin rızasını kazanırız.
Batı ve Medeniyet Batılılar böyle midir? İmanları, ahlakları şüphesiz böyle değildir. Hele İkinci Cihan Harbinden sonra, sayıları artan sapık fikirli, adi ruhlu insanlar başkalarını da bozmaktadırlar. Fakat yukarıda yazdığımız gibi olmaya ve sapık fikirlileri terbiye etmeye çalışmaktadırlar. Zahiri temizliklerine gelince, İslam dininin emrettiği temizliği tatbik ediyorlar. Bazı sokaklarda tek çöp parçası yoktur. Parklar bir çiçek deryası halindedir. Her taraf, her dükkan, herkes ve görünüşleri tertemizdir.
Şimdi İslam dininin bize emrettiği şeylere bakalım. Bunlar bize ahlakımızı, bedenimizi ve kullandığımız şeyleri temizlemeyi emrediyor. O halde demek oluyor ki, hakiki medeniyet esasları bizim dinimizde bulunmaktadır ve Orta Çağdaki İslam medeniyeti ancak bu sayede meydana gelmiştir.
Şimdi milletimiz ne yapıyor? İslamiyet iyi bilinmediği için, unutturulduğu için, her şeyden önce tembeldir. Allahü teâlânın emir ve yasaklarına pek önem vermez. Zevke düşkündür. Çabuk yorulur. Adam sendecidir. Bir bina yapar, tamirine üşenir. Az çalışıp çok kazanmak ister. Bir işe başladıktan biraz sonra gevşer. Bulgarlar "İşe Türk gibi başla, Bulgar gibi bitir!" derler. Ülkemizdeki, dedelerimizden kalma, muazzam sanat eserleri bakımsızlık ve tamirsizlikten dolayı harap olmaktadır.
Önce, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğru imanın ne olduğunu öğrenelim. Sonra, bu öğrendiğimize uygun olarak inanalım. İmanı bozuk olan, Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşamaz. Onun rahmetinden, yardımından mahrum kalır. Rahatı, huzuru bulamaz.
İmanımızı düzelttikten sonra, ahlakımızı da düzeltmek, İslamiyet’e sımsıkı sarılmak yani Allahü teâlânın ve Peygamber efendimizin emirlerine ve yasaklarına uymak, kalblerimizi temizleyerek, nefslerimizi ve sıhhatimizi ıslah etmek gerekir. Böyle yapanların kalbi, hep iyilik yapmak ister. Kötülük yapmak hatırına bile gelmez.
Ruh ve kalb temiz ve beden kuvvetli olunca, el ele vererek kardeşçe ve son derece dürüst olarak çalışmak kolay olur. Din düşmanlarının, münafıkların ve mezhepsizlerin sözlerine, propagandalarına aldanmamalıdır. Eğer böyle hakiki müslüman olur ve faydalı işler yaparsak, Kur'an-ı kerimin Tin suresinde beyan buyurulduğu gibi, Allahü teâlâ bizden razı olur, bize yardım eder. Eğer imanımızı düzeltmez ve Muhammed aleyhisselamın dinine uymaz ve hayırlı iş görmez, sapık, bozuk inanışlar uğruna dövüşür veya kendi şahsi menfaatlerimiz için gayrı meşru yollara saparsak, Allahü teâlâ bizi aşağıların aşağısı yapar.
Allah çalışana verir İslam ilimleri iki kısımdır: Birincisi Din bilgileri, ikincisi Fen bilgileridir. İslam âlimi olmak için her ikisini de öğrenmek gerekir. Din bilgilerini öğrenmek ve yapmak, her müslümana gerekir. Yani Farz-ıayndır. Fen bilgilerinden gerekenleri yalnız bu işte meşgul olanların öğrenmeleri ve yapmaları gerekir. Yani Farz-ı kifayedir. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler. Medeni olur.
Kur'an-ı kerimde mealen buyuruldu ki: (Ahiret nimetlerini isteyene o nimetleri, dünya nimetlerini isteyene de dünya nimetlerini veririz.) [Şura 20]
İstemek laf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yani çalışmak gerekir. Allahü teâlâ, dünya nimetlerine ve ahiret nimetlerine kavuşmak için, çalışanlara dilediklerini vereceğini vâdediyor. Müslüman olsun, olmasın, beğendiği gibi çalışan herkese, vereceğini bildiriyor. Avrupalılar, Amerikalılar, Japonlar böyle çalıştıkları için dünya nimetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağdaki Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, medeniyet rehberi olmuşlardır. Abbasilerin ve Osmanlıların son zamanlarında, iç ve dış düşmanların tesirleriyle, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve sanat üzerinde çalışmaktan mahrum edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü.
Din bilgisi, iman, ibadet ve ahlaktan ibarettir. Bu üçünden biri noksan olursa, din bilgisi, tamam olmaz. Noksan olan şeyin faydası olmaz.
Eski Romalılarda, Yunanlılarda ve Avrupa’daki, Asya’daki devletlerde fen bilgisi vardı. Fakat din bilgisi noksandı. Bunun için, fen ve teknikte nail oldukları nimetleri kötü yerlerde kullandılar. Bir kısım sanat eserlerini zevklerde, fuhuşlarda kullandılar. Bir kısmı da teknik vasıtalarını, insanlara zulüm, işkence yapmakta kullandı. Medeni olmaları şöyle dursun, parçalandılar, yıkıldılar, yok oldular.
Yine her sahada ileri olamaz mıyız?
Sual: Müslümanlar ortaçağda medeniyette çok ileri gitmişler. Bunun sebebi İslamiyet’i yaşamaları olmuş. Şimdi de müslümanlar dinimizin emirlerine uysalar, yine her sahada ileri olamaz mıyız? CEVAP Elbette oluruz. İslamiyet’in hükümleri şifası kesin ilaç gibidir. Kim içerse, yani tatbik ederse faydasını görür. İnanarak içenler ahirette de faydasını görürler. İnanmadan içerse sadece dünyada görür.
Hakiki müslüman olmak demek, yalnız âdete tâbi olarak ibadet etmek değil, İslam’ın emrettiği güzel ahlakı edinerek, insanlık vazifelerini yaparak, ruhen de tertemiz olmak demektir. İbadet eden, fakat hileyi zeka eseri sayan, insanları aldatan, hatta bazen muzır propagandalara aldanarak insan öldüren, ortalığı yakıp yıkan, yalan söyleyen bir kimse, müslüman olduğunu söylese de, hakiki müslüman değildir.
Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde (Furkan) suresinde, bir müslümanın nasıl olması icap ettiğini beyan buyurmuştur. Bunu tefsir etmek için Ehl-i sünnet âlimleri ziyadesi ile kitap yazmışlardır.
Fakat biz, kendimizi hâlâ fena huylardan kurtaramıyor, Kur'an-ı kerimde bildirildiği gibi çalışmıyor, sözüne sadık olamıyor, sokaklarımızı pislik içinde bir harabeye çeviriyor, ruhen ve bedenen temizlenemiyoruz. Halbuki, elimizde bize bütün bu güzel şeyleri emreden, ne yapmamız gerektiğini açık açık bildiren, Allahü teâlânın kelamı (Kur'an-ı kerim) ve Peygamber efendimizin emirleri ve Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları vardır.
En üstün din Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimde mealen şöyle buyurmaktadır: (Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
(Müşrikler istemese de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulü Muhammed aleyhisselamı, [sebeb-i hidayet olan] Kur'an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.)[Saf 9]
Ve Allahü teâlâ vâd ediyor: (Allah şükredenlerin mükafatını verecektir.) [Âl-i imran 144]
Burada şükretmek demek, dinimizin istediği gibi, tam müslüman olmak demektir. Allahü teâlânın verdiği nimetleri, Onun emrine uygun olarak kullanmak demektir. Bugün dünyada bir milyardan ziyade müslüman olduğu bildirilmiştir Yani, dünyada her 4 kişiden biri müslümandır. Eğer bu müslümanlar, Allahü teâlânın emrettiği gibi, ruhen ve bedenen tertemiz insanlar olur, birbirlerine kardeşçe bağlanır, çalışır, her sahada ilerlemeye başlarsa, Allahü teâlâ da, onlara mükafatını verecek, o zaman müslümanlar, tıpkı ortaçağda olduğu gibi, medeniyetin en önüne geçeceklerdir. Allahü teâlâ, bize bunu vaat ediyor. Allahü teâlâ, hiçbir zaman vâdinden dönmez.
İslam Ahlakı Bugün, bütün hıristiyan ülkelerinde, bir çocuk dünyaya gelir gelmez, buna bozuk dinlerinin icablarını yapıyorlar. Her yaştaki insanlara, yahudiliği ve hıristiyanlığı titizlikle aşılıyorlar. Müslümanların imanlarını, dinlerini çalmak ve yok etmek ve onları da, hıristiyan yapmak için, İslam ülkelerine paket paket kitap, broşür ve sinema filmleri gönderiyorlar.
O halde müslümanlar, din cahillerinin hilelerine, yalanlarına aldanmamalı, bize emanet edilen çocuklarımıza sahip olmalıyız. Onlara sahip olmak da, dinimizin emirlerine uygun olarak yetiştirmekle olur. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Ahlakınızı güzelleştirin!) [İbni Lal]
En vahşi hayvan bile terbiye ile ehlileştiriliyor. Hiçbir zaman elma çekirdeğinden portakal olmaz. Fakat elma fidanını büyüterek, lüzumlu aşı ve kültürel tedbirlerle kaliteli elma veren bir ağaç olarak yetiştirmek mümkündür. Bunun gibi insan tabiatında bulunan bazı arzular yok edilemez, fakat terbiye edilebilir.
Her şeyi, zıddı kırar. Kötü huyları, iyi huylar yok eder. Bu bakımdan kendini zorla da olsa iyi işler yapmaya alıştırmalı, onları âdet haline getirmelidir. Çocuk, işleri ve ahlakı iyi olan insanlarla arkadaşlık ettirilirse, güzel huylar kendiliğinden onun tabiatı olur. Bu esaslar dahilinde çocuklar yetiştirilirse dünya ve ahıret saadeti elde edilir. Kıyamet günü, ana-baba, çocuğuna öğretmesi gereken ilimlerden mesul olacak, vazifesini yapmamış ise, yahut kusur etmiş ise cezaya çarptırılacaktır. Çocuklarını İslam terbiyesi üzerine yetiştirmiyenler, dünya ve ahıret felaketine maruz kalacaklardır. Ne mutlu çocuğunu İslam ahlakı ile yetiştirenlere.
Alman Prof. Neumark’ın itirafları
Ord. Prof. Fritz Neumark (1900-1991), Hitler’den kaçarak 1933’te Türkiye’ye gelir. İstanbul Üniversitesi İktisat ve Hukuk fakültelerinde dersler vermiştir.
20 Temmuz 1936'da kurulan ve 1937 yılı yaz sömestresinde faaliyete geçen İktisat Fakültesi'nde (Umumi İktisat ve Maliye Teorisi Kürsüsü) başkanlığı da yapmıştır. [1952’de döndükten sonra Frankfurt Üniversitesi’nde rektörlük yapmıştır.]
Alman profesör Neumark ile bir kısım talebesi Boğaziçi’nde geziye çıkarlar. Talebelerden biri Prof. Neumark'a, (Avrupa bizi neden sevmez?) diye sorar. Prof. Neumark şu cevabı verir:
(Çok samimi olarak itiraf edeyim ki, Avrupalı, Türkleri sevmez ve sevmesi de mümkün değildir. Asırlardır kilisenin Türk ve İslam düşmanlığı Hıristiyanların hücrelerine sinmiştir. Sebeplerine gelince:
1- Müslüman olduğunuz için sevmez.
2- Sizler farkında değilsiniz ama, onlar şu gerçeğin farkındadırlar: Tarihten Türk çıkarılırsa tarih kalmaz. Osmanlı arşivi tam olarak ortaya çıkarsa, bugünkü tarihlerin yeniden yazılması gerekir.
3- Avrupa'nın pazarı idiniz. Şimdi Avrupa'yı pazar yapmaya başladınız.
4- En az 400 yıl Avrupa'da sırtımızda ve ensemizde at koşturdunuz.
5- Selçuklular Anadolu'yu, Osmanlılar ise orta Avrupa ve Balkanları Haçlı ordusuna mezar ettiler.
6- Sizi silah ile yenemeyenler, sizleri kendilerine benzeterek hakimiyet sağladılar.
7- Selçuklu ve bilhassa Osmanlı, İslamiyet uğruna her şeyini feda etmeseydiler, İslamiyet bugün belki sadece Hicaz'da varlığını devam ettirirdi, kaldı ki Vehhabiliği kuranlar da, İngiliz Dominyon Bakanlığı'nın adamlarıdır. Batı her yerde İslamiyet’i, sapık inançlara kanalize etti. Ama Osmanlı, Asr-ı Saadet'i devam ettirdi.
8- Kilise size kin kusmaktadır, sebepleri yukarıdadır.
9- Ben Türkiye'ye geldiğimde 2 üniversiteniz vardı, şimdi 19 üniversite var. [O tarihteki sayı]
10- Sizler, gerçek hüviyetinize döndüğünüz an Avrupa'nın refahı ve medeniyeti yıkılır.
11- Yine sizler, Avrupa'nın tarihi düşmanısınız ve daima düşman olarak kalacaksınız.)
Allah bize niye yardım etmiyor
Sual: Doğru din bizimki ise, neden Allah bize kâfirlere karşı güç vermiyor? CEVAP Doğru din elbette İslamiyet’tir, önce bunu anlatalım. Sonra da Allahü teâlâ niye bize yardım etmiyor, onu bildirelim.
Allahü teâlânın gönderdiği her din, kendisinden önce gelen dini nesh etmiş, yani değiştirmiştir. En son gelen ve her dini değiştiren ve dinlerin hepsini kendinde toplamış olup, kıyamete kadar hiç değişmeyecek olan din, Muhammed aleyhisselamın dinidir. Bugün, Allahü teâlânın sevdiği, beğendiği din de, İslam dinidir. Beş âyet-i kerime meali şöyledir:
(Sizin için din olarak İslam’ı beğendim.) [Maide 3]
(Allah indinde hak din ancak İslam’dır.) [Al-i İmran 19]
(İslam’dan başka din arayanın bulacağı din asla kabul edilmez.)[Al-i İmran 85]
(Allah, Resulünü, hidayet ve hak din, İslamiyet’le gönderdi. İslam dinini, diğer dinler üzerine üstün kıldı. [Muhammed aleyhisselamın hak] Peygamber olduğuna şahid olarak Allah yeter.) [Feth 28]
(Müşrikler istemese de, İslam dinini diğer bütün dinlerden üstün kılmak için resulünüKur'an ve İslam dini ile birlikte gönderen Allahü teâlâdır.) [Saf 9]
Bela ve nimetin gelişi Her izzet ve her nimet, Allahü teâlâya ihlas ile itaat ve ibadet etmekten, her kötülük ve sıkıntı da, günah işlemekten hasıl olur. Herkese dert ve bela, günah yolundan, rahat ve huzur da, itaat yolundan gelir. Allahü teâlânın âdeti böyledir. Cenab-ı Hak, hiç kimseye, sebepsiz bela göndermez. Bir âyet-i kerime meali: (Bir millet, kendini bozmadıkça, Allah onların hallerini değiştirmez.) [Rad 11]
Dinimiz, insanlara daima çalışmak, aklını doğru kullanmak, her türlü yeniliği öğrenmek, başarmak için her türlü meşru çareye başvurmayı emretmektedir. Hiçbir şey yapmadan, çalışmadan, öğrenmeden ve bilmeden yan gelip yatarak beklemek büyük günahtır. Bir âyet-i kerime meali: (İnsana, ancak dünyada çalışarakyaptığı işler fayda verir.) [Necm 39]
Dinimiz çalışarak kazanmayı emretmektedir. Din büyükleri buyuruyor ki:
Çalışın, kazanın! Çalışmadan rızk beklemeyin! Allahü teâlâ gökten para yağdırmaz. (Hazret-i Ömer)
Çalış, kazan! Çalışmayıp muhtaç olanın dini ve aklı noksandır.(Hazret-i Lokman Hakim)
Her gün sabahtan akşama kadar camide ibadet edip, Allahü teâlâ benim rızkımı nereden olsa gönderir, diyen kimse, cahildir. İslamiyet’ten haberi yoktur. (Ahmed bin Hanbel)
Dinimiz, dünya işlerinde, fen bilgilerinde ise, her değişikliği yapmayı, bütün yeni keşifleri öğrenmemizi ve yapmamızı emretmiştir. Osmanlı Devletini ele geçiren sözde aydınlar, dinimizin bu emrinin tam tersini yaptılar. Masonlara aldanarak din bilgilerini değiştirmeye, dinin esaslarını yıkmaya çalıştılar. Avrupa’nın fende ilerlemesine, yeni keşiflere gözlerini kapadılar. Hatta fen bilgilerine, modern tekniğe uymak isteyen büyük Türk sultanlarını şehid ettiler. Masonların elinde maşa olarak, ilerlemeyi, teknikte değil de, dinde reform yapmakta, bölücülükte aradılar.
İngilizler, asırlardır İslam ülkelerini kana boyamakla kalmamış, İskoç masonları, binlerce müslümanı ve din adamlarını aldatarak, mason yapmış, (insanlığa yardım, kardeşlik) gibi laflarla, dinden çıkmalarına, dinsiz olmalarına sebep olmuştur. İslamiyet’i büsbütün yok etmek için, bu masonları maşa olarak kullanmışlardır. Böylece, Reşit Paşa, Ali Paşa, Fuat Paşa ve Mithat Paşa, Talat Paşa gibi masonlar, İslam devletlerini yıkmakla görevli paşa unvanlı maşalardır. Efgani veAbduh gibi masonlar ve çömezleri de, İslam bilgilerini bozmaya, içten yıkmaya alet olmuşlardır.
İslami ilimler iki kısımdır: Din ve Fen bilgileri. Din bilgilerini öğrenip yapmak, her müslümana Farz-ıayndır. Fen bilgilerinden gerekenleri yalnız bu işte meşgul olanların öğrenip yapmaları Farz-ı kifayedir. Bu iki farzı yerine getiren millet, muhakkak ilerler, medeni olur. Bir âyet-i kerime meali: (Ahiret nimetlerini isteyene ahiret nimetlerini, dünya nimetlerini isteyene de dünya nimetlerini veririz.) [Şura 20]
İstemek laf ile olmaz. Sebebe yapışmak, yani çalışmak gerekir. Allahü teâlâ, Müslüman olsun, olmasın, beğendiği gibi çalışan herkese, vereceğini bildiriyor. Avrupa, Amerika, Japonya böyle çalıştıkları için dünya nimetlerine kavuşuyorlar. Ortaçağdaki Müslümanlar, böyle çalıştıkları için, medeniyet rehberi olmuşlardır. Abbasilerin ve Osmanlıların son zamanlarında, iç ve dış düşmanların tesirleriyle, fen bilgilerini öğrenmekten ve öğretmekten, fen ve sanat üzerinde çalışmaktan mahrum edildiler. Bu sebeple muazzam devletleri çöktü.
İslamiyet’in hükümleri şifası kesin ilaç gibidir. Kim içerse, yani tatbik ederse faydasını görür. İnanarak içenler ahirette de faydasını görürler. İnanmadan içerse sadece dünyada görür.
Allah indinde hak din ancak İslam’dır. Ancak, dinimiz hak diye, Allahü teâlânın çalışmayana yardım etmesi gerekmez. Âdet-i ilahi böyle değildir. Onun âdeti, her şeyi sebep ile yaratmaktır. İnsanların iradelerini de, bunların iyi ve kötü işlerini yaratmaya sebep kılmıştır. Buna rağmen, Allahü teâlâ imanın, Müslümanın, Müslümanlığın kıymetini sebepsiz gösterseydi, yani her insan açıkça görseydi, o zaman imtihanın önemi kalmazdı. İnananları hiç sıkıntıya sokmasaydı; imanlarının nurları belli olsaydı, o vâkit bütün insanlar inanır, imtihana gerek kalmazdı. Böyle bir iman ise, Allahü teâlânın katında makbul değildir. Zira, bu insanlar gayba değil, gördüklerine ve kendi menfaatlerine iman etmiş olurlardı.
Dört bin yıl önce beyin ameliyatı
Sual: İlk insanların vahşi olduğu doğru mudur? CEVAP Hayır, doğru değildir. Âdem aleyhisselama indirilen kitapta, iman edilecek hususlar ve ibadet bilgilerinin yanı sıra, çeşitli dillerde lügatler, birçok sanatlar, tıp, ilaçlar, aritmetik, geometri gibi bilgiler de bildirilmişti.
Her devirde medeniyetten uzak insanlar olabilir. Bugün bile Afrika’da, medeniyetten, bilimden uzak yaşayan kabileler vardır. Bunlara bakılarak, bugünkü dünya için ilkel denilemeyeceği gibi, eski devirlerde, medeniyetten uzak yaşayan insanlara bakarak, hepsi için ilkel denilemez.
Eski devirlerde, medeniyetin, bilimin çok ilerlediği zamanlar da olmuştur. Sonra çeşitli tabiî afetlerle ve topluca helak olan kavimler sebebiyle bunlar yok olmuş, daha sonra da her ilim dalında tekrar ilerlemeler olmuştur. Buna örnek olarak, gazetelerde, yakın zamanda yayınlanan bir haber şöyleydi:
Kayseri-Sivas karayolu üzerindeki Kültepe Höyüğü’nde yapılan kazılarda bulunan Asurlu bir tüccara ait iskeletin incelemesi sonucu, yaklaşık dört bin yıl önce, kafatası açılarak, beyin zarı iltihabı operasyonu yapıldığı tespit edildi. Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu, Kültepe-Kaniş Karum kazı alanında, 2010 yılı kazılarının Kaniş bölgesinde başladığını, kazının ilk gününde ise çok önemli bir mezar bulduklarını söyledi. Kulakoğlu, şunları söyledi: “Koloni çağına ait 4 bin yıllık mezarda, Asurlu bir erkek tüccara ait olduğu tespit edilen iskeletin kafatasında yapılan incelemede tüccarın başarılı bir beyin ameliyatı geçirdiği ve iyileştikten sonra hayatını kaybettiğini tespit ettiler.” Anadolu Üniversitesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Handan Üstündağ da, “Asurlu tüccarın kafatasında çok düzgün bir kesi var. Kesi izleri, 4 bin yıl önce beyin ameliyatının başarılı bir şekilde yapıldığını gösteriyor” dedi. (AA) Yapılan birçok kazıda, 3 - 4 bin yıl önce modern tıp aletlerine rastlandığı görülmüştür. Bütün bunlar, eski insanların medeniyette çok ileri olduklarını göstermektedir.
Topraktan insanı yaratan Allahü teâlâ, onların ihtiyaçlarını yaratmaz mı hiç? Kur’an-ı kerimde, ilk insan ve ilk Peygamber olan Âdem aleyhisselama, lüzumlu bütün teknik bilgilerin verildiği bildirilmektedir.
Ateistler sırf hazret-i Âdem’i, dinleri inkâr etmek için, eski insanların vahşi olduğunu söyleseler de, hiç kıymeti yoktur.
http://herseyogren.com/t
İlk insanlar vahşi miydi?
03 Ara 2011 | Okunma: 1.559
İlk insanlar işaretle mi anlaşıyorlardı? Taş-tunç devrinin aslı var mıdır?
Çeşitli sesler ve homurtular cıkararak iletişim kurmaya çalışan, üstü başı yırtık, eski püskü giysili, her yerinde tüy olan yarı gelişmiş İNSAN YALANI !
Bir çogumuz okul kitaplarında bir mağaranın kenarında duran, bu tabirlere uyan bir insan modeli çizimleri görmüşüzdür. Tüm bu çizimler ve açıklamalar Darwinistlerin bilim dışı safsatalarından başka bir şey değildir.
İnsan, yaşamının her devrinde insan gibi yaşamıştır. Allah’ın gönderdiği elçiler sayesinde yer yüzünde ilim ve bilgi yayılmış, bazı dönemlerde ise günümüz biliminin bile açıklayamadıgı üstün teknolojiye ulaşmışlardır. Taş devri, tunç devrinin aslı yoktur. İnsanların maymundan gelmesi, uzay insanları, Ufo yalanları gibi bu da hayal mahsulüdür. Bir karıncayı, bir hücreyi bile yaratmaktan aciz olan dinsizler, bütün kâinatı yoktan yaratan Allahü teâlâyı inkâr maksadıyla böyle şeyler uyduruyorlar. Her şeye gücü yeten Cenab-ı Hak, ilk insan ve ilk Peygamber olan Hazret-i Âdem’e her ilmi öğretti. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Âdem’e bütün isimleri öğretti.) [Bekara 31]
Bu husustaki hadis-i şeriflerden ikisi de şöyle: (Âdem, Cennetten dünyaya inince, Hak teâlâ, ona her sanatı, her ilmi öğretti.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’e bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: Evlat ve zürriyetin, bir sanatla rızkını talep etsin! Dini geçim vasıtası yapmasın!) [Hakim]
İlk insanların işaretle anlaştıkları da yalandır. Hıristiyan ve yahudiler de, Hazret-i Âdem’in Cennette meleklerle konuştuğunu kabul ederler. Hadis-i şerifte, (Âdem, Allahü teâlâ ile konuşan bir Peygamberdir)buyuruldu. (Beyheki)
Hazret-i Âdem’in çocukları, kafilelerle başka başka ülkelere gittiler. Ayrı dil ile konuştular. Böylece babalarının bildiği dilleri unuttular.(Mirat-i Kâinat)
Hazret-i Âdem’in çocukları
Hazret-i Âdem’in çocukları da, ilimsiz, fensiz, görgüsüz değildi. Hazret-i Âdem ve ona iman eden torunları şehirlerde yaşarlardı. Okumak, yazmak bilirlerdi. Demircilik, iplik yapmak, kumaş dokumak, çiftçilik gibi sanatları vardı. Yazı, ilk insan Hazret-i Âdemle birlikte dünyaya yayılmıştır. Bugün, Asya, Afrika çöllerinde ve Amerika ormanlarında vahşiler yaşadığı gibi, Hazret-i Âdem’den sonra da bilgisiz, basit yaşayanlar vardı. Fakat, bundan dolayı ne bugünkü, ne de ilk çağdakilerin hepsi için, vahşi denilemez. Allahü teâlânın, Hazret-i Âdem’e gönderdiği kitaplarda, iman edilecek hususlar, çeşitli dillerde lügatler, namaz, oruç, gusül, birçok sanatlar, tıb, ilaçlar, aritmetik, geometri gibi şeyler bildirilmişti. Altın para basılmıştı.
Hazret-i Âdem’den sonra medeniyette gerileyen kavimler olmuştur. Buna rağmen Hazret-i Nuh zamanında da maden ocakları işletilip, çeşitli aletler, makineler yapılmıştı. Hazret-i Nuh’un gemisinin, kazanı kaynayarak hareket ettiği, yani buharlı gemi olduğu Kur’an-ı kerimde bildiriliyor. (Hud 40)
Kazılarda medeniyetlere rastlanması, eski insanların vahşi olmadıklarını göstermektedir. Kazılarda ilkel toplumlara da rastlanması, medeniyetlerin, zirveye çıktığını, sonra çeşitli sebeplerle yıkıldığını göstermektedir. Her medeniyet yok olunca, yenisini kurmak için sıfırdan başlamak gerekir.
Medeniyet grafiği inip çıkmıştır. Medeniyetlerin zirvedeki durumlarını görüp, eski insanların hepsine medeni demek nasıl mümkün değilse, medeniyetler yıkılınca yeni kurulan medeniyet seviyesi çok düşük olanlara da bakıp hepsi vahşi idi denilemez.
Putlara tapınılan bir toplum bulununca, ilk insanların çok tanrıya taptığı da söylenemez. Yani ilk insanlar çok tanrıya tapardı, sonra tek tanrıya taptılar görüşü çok yanlıştır. İlk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olan Âdem aleyhisselam, Allahü teâlâya ibadet ederdi. Asırlar sonra puta tapanlar çıkmıştır. Şimdi bile yeryüzünde çeşitli dinler mevcuttur. Ateşe, ineğe tapanlar vardır. Herhangi bir sebeple bugünkü medeniyet yıkılsa, Hindistan’da bir kazı yapılsa, bütün dünya ineğe tapıyordu mu denir?
Bu vesikalar gösteriyor ki, ilk insanlar vahşi değildi. Taş, tunç devri gibi devirlerin yalan olduğu pek açıktır, ilimle alakası yoktur. Evrimcilerin ve devrimcilerin uydurmasıdır. Onlar, kendi nazariyelerine bilim derler. Evrim tenkit edilse, siz bilime karşı çıkıyorsunuz diye Müslümanları kötülemeye çalışırlar. Dinimiz kesinlikle ilme karşı değildir. Zaten din ayrı ilim ayrı değildir. Fen ilmi İslami ilimlerin bir koludur. Din, ilme aykırı demek, evrimci ve devrimcilerin bir iftirasıdır.
Dillerin meydana çıkışı Dinsizler, hiçbir vesikaya dayanmadan, sırf dinleri inkâr için, ilk insanın konuşma bilmediğini, işaretle anlaştığını söylüyorlar ise de hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Âdem aleyhisselam, Allahü teâlâ ile konuşan bir peygamberdir.) [Hakim]
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselama, şu anda dünyada mevcut bütün dilleri öğretti. Âdem aleyhisselam da, Arapça, Süryanice, İbranice ve diğer bütün dillerde kitaplar yazıp her dil ile konuşmuştur. Bu husustaki delillerden biri Bekara suresinin, (Allahü teâlâ, Âdem’e bütün isimleri öğretti) mealindeki âyet-i kerimesidir.
Hazret-i Âdem, Hak teâlâdan öğrendiği için, varlıkların adlarını, bütün dil ve lügatları biliyordu. Çocukları bütün dilleri konuşuyordu. Hazret-i Âdem vefat edince, çocukları kafileler halinde başka başka ülkelere gittiler. Her kafile, ayrı bir dil ile konuşuyordu. Böylece çocukları babalarının konuştuğu diğer dilleri unutmuşlardı. O anda konuştukları dil ile kaldılar. (Mirat-ı Kâinat)
http://www.saadetgunesi.com/.......fahreddin tacar vakfı
İlk İnsanlar Vahşi miydi?
Mehmet Ali Demirbaş
mehmetali.demirbas@tg.com.tr
Tarih: 2013-07-19 / Hit: 492
Hazret-i Âdem'e indirilen kitapta, iman ve ibâdet bilgilerinin yanı sıra, çeşitli dillerde lügatler, birçok sanatlar, tıp, ilâçlar, aritmetik, geometri gibi bilgiler de bildirilmişti. Her devirde medeniyetten uzak insanlar olabilir. Bugün bile Afrika'da, medeniyetten, bilimden uzak yaşayan kabileler vardır. Bunlara bakılarak, bugünkü dünya için ilkel denilemeyeceği gibi, eski devirlerde, medeniyetten uzak yaşayan insanlara bakarak, hepsi için ilkel denilemez. Eski devirlerde, medeniyetin çok ilerlediği zamanlar da olmuştur. Sonra çeşitli tabiî afetlerle ve topluca helak olan ka-vimler sebebiyle bunlar yok olmuş, daha sonra da her ilim dalında tekrar ilerlemeler kaydedilmiştir. Buna örnek olarak, yakın zamanda yayımlanan bir haber şöyleydi:
Kayseri-Sivas karayolu üzerindeki Kültepe Höyüğü'nde yapılan kazılarda Asurlu bir tüccara ait iskelet bulundu. Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Arkeoloji Bölümünden Prof. Dr. Fikri Kulakoğlu, Kültepe-Kaniş-Karum kazı alanında, 2010 yılı kazılarının Kaniş bölgesinde başladığını, çok önemli bir mezar bulduklarını söyledi. "Koloni çağına ait 4 bin yıllık mezarda, Asurlu bir erkek tüccara ait olduğu tespit edilen iskeletin kafatasında yapılan incelemede tüccarın başarılı bir beyin ameliyatı geçirdiği ve iyileştikten sonra ha-yatını kaybettiğini tespit ettiler." dedi. Anadolu Üniversitesi öğretim üyesi Handan Üstündağ da; "Asurlu tüccarın kafatasında çok düzgün bir kesi var. Kesi izleri, 4 bin yıl önce başarılı bir beyin ameli-yatını gösteriyor." dedi. (AA)
Yapılan birçok kazıda, 3-4 bin yıl önce modern tıp aletlerine rastlandığı görülmüştür. Bütün bunlar, eski insanların medeniyette çok ileri olduklarını göstermektedir. Topraktan insanı yaratan Allahü teâlâ, onların ihtiyaçlarını yaratmaz mı hiç? Kur'ân-ı kerîmde, ilk insan ve ilk peygamber olan Âdem aleyhisselâma, lüzumlu bütün teknik bilgilerin verildiği bildirilmektedir. Ateistler sırf hazret-i Âdem'i ve dinleri inkar etmek için, eski insanların vahşi olduğunu söyleseler de, hiç kıymeti yoktur.
İlk aletler ve silahlar nasıl icad edildi? İnsanoğlu av aletleri yapmasını, elbise dikmesini, yüz binlerce yıl süren tesadüfî bir evrim sonucu mu öğrendi? Maymunlarla ilk insan arasında tedrici geçiş olabilecek vahşi bir ara dönem oldu mu ve bu dönemde herhangi bir alet geliştirmişler miydi?
Yapılan son arkeolojik araştırmalar, insanoğlunun yaratıldığından beri sanat sahibi medeni bir varlık olduğuna işaret etmektedir.
Bilim adamları, yeni araştırmalar ve fosil kayıtlarından hareketle bugün yaşayan insandan çok farklı olmayan Neanderthal ırktan kabul ettikleri insanların (Homo sapiens neanderthalensis) yaklaşık 300 bin yıl önce yaşadıklarını iddia ederken, bugün yaşayan insanların da (Homo sapiens sapiens) 130 bin yıl kadar önce ortaya çıktığını düşünmektedirler. Ancak bu bilgiler herhangi bir şekilde maymun türleriyle ortak bir atadan geldiği şeklinde yorumlanmamakta, aksine insan türünün zamanla kendi içinde alttürlere farklılaşması şeklinde düşünülmektedir. Nitekim bugün yaşayan zenci ile Japon veya eskimo ile Avustralyalı Aborijin’ler arasında da morfolojik bakımdan birçok farklılıklar mevcut olmakla birlikte hepsi de insandır.
Connecticut Üniversitesi’nden Sally McBrearty’nin raporuna göre. Afrika’da bulunan üzerleri sanatla işlenmiş taş bıçaklar, Avrupa’dakilerden birkaç yüzbin yıl daha öncesine ait olup bugünkü insan ırklarından, 40 bin sene önce Avrupa’da ortaya çıktığını iddia eden geleneksel senaryonun yanlış olduğunu göstermektedir.
NEANDERTHAL’LER DE İNSANDI
Neanderthal insan ırkı fosili ilk defa bir asır önce Almanya’nın Dusseldorf şehrinin Neander vadisindeki bir mağarada bulundu. Evrimciler tarafından önceleri yarı dik yürüyen insan benzeri bir yaratık olarak tasvir edilerek, uzun süre bizlerin en yakın atası olarak takdim edildi. Fakat bazı Neanderthal fosillerinden daha eski olduğu anlaşılan bugün yaşayan insan ırkına ait fosiller, bu iki ırkın onbinlerce sene aynı zamanda birlikte yaşadıklarını açığa çıkardı. Böylece bunların insanın atası değil, bugünkü insan ırkları gibi farklı bir ırk oldukları anlaşıldı. Parçaları kısa bir süre önce birleştirilerek ortaya çıkarılan ve kendi ırkının klasik özelliklerini muhafaza eden 30 bin yıl öncesine ait bir Neanderthal kafatasından elde edilen bilgilere göre, sağlam bünyeli, bizler kadar hatta az daha büyük beyinli bir ırk olan Neanderthal’lerin yaklaşık 30 bin sene önce nesillerinin tükendiği tahmin edilmektedir.
Son buluşlar onların kompleks taş ve kemikten akıllıca yapılmış aletler imal ettiklerini, ateş kullanabildiklerini, hasta ve sakatlara baktıklarını, ölülerini gömdüklerini ve konuştuklarını gösteriyor.
Yakın zamanda bir mağaranın derinliklerinde taş kullanılmadan yapılmış, Neanderthal’lere ait dört duyarlı bir yapı keşfedildi. Mağaranın zifiri karanlığında böyle bir yapı ortaya koyma kapasitesi, Neanderthal’lerin iyi derecede meşale kullanma, faaliyetlerini koordine etme kabiliyetine sahip olduklarını ve herhalde bunları konuşarak yaptıklarını ortaya çıkardı.
Neanderthal’ler bu zihni kabiliyetlerine rağmen, hayat şartlarıyla başetme hususunda diğer insanlardan biraz farklı gözüküyorlar:
Bazı bilim adamları Avrupa’da diğer ırktan insanlar tarafından kullanılan aletlerin, Neanderthal’ler tarafından kullanılan aletlerden çok daha kompleks ve ileri seviyede olduğu iddiasına uzun süreden beri şüpheyle bakmaktaydılar, çünkü Yakın Doğu’da bulunan bunlardan birine ait âletleri, diğerlerinkinden ayırt etmek gerçekten imkansızdı. Nitekim yeni araştırmalar, bu âletlerin teknik seviyelerinin değil de onların kullanma tarzlarının farklı olabileceğini ortaya çıkarmıştır. Rutgers Üniversitesi’nden D.Lieberman ve New York Devlet Üniversitesi’nden J. Shea, Neanderthal’lerin, bazı husus yerleşim yerlerinde yılın farklı zamanlarında ve uzun süreli olarak kaldıkları neticesine vardılar. Hâlbuki diğer ırktan insanların ise muhtemelen daha tedbirli hareket ederek farklı yerleri değişik alternatifler için kullandıkları zannedilmektedir. Lieberman ve Shea’e göre, belli bir araziyi uzun süre işgal etmek kaçınılmaz olarak yiyeceklerin tükenmesine sebep olacaktır ki, bu da Neanderthal’lerin beslenme için çok çalışmak mecburiyetinde kaldıklarını gösteriyor. Bu şekil bir hayat tarzının Neanderthal’leri ciddi zorluklara sevkettiği gözükmekte, küçük yaştan itibaren kendi yiyeceklerini kendileri bulmak mecburiyetlerinden dolayı hayatlarının zor olduğu tahmin edilmektedir.
Anatomik bir prensip olarak, herhangi bir kemik erken yaşlarda aşırı yüklenmeye maruz kalırsa daha çabuk kalınlaşıp sertleşmektedir. Araştırmacı Trinkaus da, araştırmasında Neanderthal kemiklerinin bizlere göre daha kalın ve birçok küçük kırıklarla delik deşik olduklarını gördü. Kullandıkları aletler bu yaralanmaları iki türlü izah edebilirdi: Onların yaptıkları sivri taşlar, atmaktan ziyade tutmaya ve dürtmeye uygun vaziyetteydi. Bu da herhalde onları, ayları tarafından geri tepmelere, dolayısıyla da kemik kırılmalarına maruz bırakıyordu yahut kendi aralarında çok ciddi harpler yapılmaktaydı.
SANATI GELİŞTİREN CEMİYET
Brooks, “İnsanlar Afrika’da en az 100 bin yıl önce kıymetli taşlarını ve diğer eşyaların, değiş-tokuş etmek için uzun mesafeli ticaret şebekeleri kurmuşlardı” diyor. Arizona Üniversitesi’nden M. Stiner ve S. Kuhn: “Halk, ortaklaşa grup avlarının cazibesiyle daha büyük gruplar içinde yaşamaya başlarken, grup hüviyetini ve ferdi şahsiyeti koruma ihtiyacı daha da şiddetlendi” diyorlar.
Toplum hayatının yeni şeyler meydana getirme istidatını geliştirdiğini gösteren en eski sanatlardan biri de boncuk ve kolye işleridir. Fildişi boncuklar elbiselere dikilmiş, etobur hayvan dişleri delinerek kemerlerde ve baş sargılarında kullanılmıştır.
White’a göre böyle tek bir boncuk yapma işi yaklaşık insanın bir saatini alır. Peki insanlar bununla vakitleri bol olduğu için mi uğraştılar? “Hayır” diyor White. Şahsi ziynet eşyaları, insan varlığının o zaman da çok mühim bir parçasıydı. Bu insanlar için de sanat bir ihtiyaçtı. Zaten günümüzde de pahalı saatler, sloganlı tişörtler, kemerler ve buna benzer ziynet eşyaları, bir insanın diğerlerine karşı dünya görüşünü ve statüsünü gösterme ihtiyacım gideren vasıtalardır.
İLERİ SEVİYEDEKİ SANATLAR
Eski insanların mağaralarda icra ettikleri sanat çalışmalarının, toplum hayatında mühim rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Bu dehlizler, ihtimamla hazırlanmış merasim yerlerinin bölümleri olabilirler ve günümüzün en iyi teşhir yerleriyle rekabet edebilecek değerdedirler.
Ahenkli seslerin çıkarıldığı kuş kemiğinden yapılmış flütler, günümüzdekilere benzerdir. Bu da musikinin, resim sanatına eşlik etmiş olabileceğini göstermektedir.
Araştırmacılar üç eski mağara içinde şöyle bir deney yaptılar: Mağaralarda yürürlerken değişik perde ve aralıklarda ıslık çalıp, sesin nerelerde duvarlardan en iyi yansıdığını gösteren ayrıntılı bir harita yaptılar. Sesin en iyi yayıldığı akustik yerlerin yanında hemen hemen daima bir sanat eserinin bulunduğunu, sesin iyi yayılmadığı yerlerde de bulunmadığını gördüler.
At, bizon ve diğer benzer hayvanların resimleriyle donatılmış meşhur Lascaux mağarasının (Fransa) ön kısmında bir el çırpma sesi ileri-geri öyle yansımalar yapıyordu ki, ortaya topluca koşan bir hayvan sürüsünün sesi çıkıyordu. Mağaranın panter ve buna benzer sinsice hareket eden hayvan resimlerinin bulunduğu arka kısımlarında ise duvarlar sesi kısarak yansıtıyorlardı.
Anlaşıldığı kadarıyla gelişmiş tarihi sanatlar sadece Avrupa’ya mahsus değil gibi görünmektedir. Mağara resim sanatı aynı zamanda Afrika’da da mevcuttur. Avustralyalı arkeolog R. Jones, Avustralya kaya ressamlığının 60 bin yıl önceye dayandığına işaret etmektedir. Bilinen en eski sanat çalışması sadece bu değildir. Çünkü Avustralya’daki bu resimler insanların 60 bin yıl önce akıllıca planlanmış kayık, sandal, gemi gibi vasıtalar inşa edebildiklerini göstermektedir.
İNANÇ SAHİBİYDİLER
Eski resimlerdeki garip halkalar, noktalar ve hayvanlar üzerindeki rütbe işaretleri gibi esrarengiz işaretlemeler, ressamın bunları metafizik bir atmosfer içinde yapmış olabileceğini düşündürmektedir.
Atalarımızın manevi duygularla hareket ettiklerini gösteren deliller çok eski insan iskeletlerinde bile mevcuttur: İsrail’deki bir mağara sahasında bulunan tahmini olarak 100 bin yıl öncesine ait bir fosil, bir erkeğin ellerine bir çatallı boynuz yerleştirilerek gömüldüğünü gösteriyor. Bu putperest kavimlerde dua olarak yapılan eski bir adettir. Bir diğer eski mezarda, bir kadın bacakları kendine çekik vaziyette gömülürken yanına da küçük bir çocuk gömülmüştür. Onların bu şekilde beraberce gömülmeleri, büyük bir ihtimalle ölümlerinden sonra da beraber olacaklarına inandıklarını düşündürmektedir.
KÜLTÜREL PATLAMA
Mağara sanatlarının ifade ettiği sosyal düzen ve yerleşim dediğimiz şey, 40 bin yıl önce vuku bulmuş kültürel bir patlamadır. İnsanlık tarihi boyunca taş, kemik gibi âletler üzerinde çok küçük bir grubun çalıştığı düşünülmektedir. Ama bunlar toplumun işine yaradığından, bu aletlerin de yapımı muhtemelen devam etmiştir, aksi halde o alet silinir giderdi.
Bazı yer tabakalarının incelenmesinden, tahmin edildiğine göre 8000 sene evvel denizlerde değişmelerin olduğu düşünülmektedir. Bundan sonra atalarımız topluluklar halinde avlanmayı bırakıp, sürüp ekip biçmeye döndüler. Demek ki onlar önceden de çiftçiliği, zira- atı biliyorlardı. İklimdeki değişmeler dolayısıyla azalan yiyeceğe ve artan nüfusa karşı ziraata kaymış oldular.
Çok eskiye ait çok akıllıca yapılmış aletler gösteriyor ki, atalarımız baştan beri normal birer insan olarak yeni şeyler icad edebilecek keşfedici bir zekâya ve düşünceye sahip idiler. Ama bu kapasitelerini her zaman ve her yerde gösterememiş olabilirler. Zira bu hususta söylenen herşey sadece bir tahminden ve fikir yürütmeden ibarettir. Yarın ortaya çıkabilecek herhangi bir keşif, bütün bildiklerimizi ve iddialarımızı kökten değiştirebilir.
Connecticut Üniversitesi’nden McBrearty, 250 bin yıldan daha önceye ait olduğu tahmin edilen taş zıpkınlar buldu. Ama buna karşılık başka yerde 40 bin sene kadar önce yapılmış, bunlardan daha basit, daha az gelişmiş alet örnekleri de vardı. Bu da gösteriyordu ki, her zaman her yerde alet yapabilmeyi sürdüren ve diğer insanlara da öğretip nakleden sosyal bir ağ yoktu.
Demek ki medeniyetler bazen yükselmiş, zirveye çıkmış, sonra da yıkılarak yer yer gerilemişti. Şimdi bile çok geri bir hayat yaşayan kabilelerin varlığı gibi.
“Açıkça, eski insanlar arasında icadı ve buluşu güçlendiren, teşvik ve ilham eden son derece sağlam cemiyet yapısı, zengin insani münasebetler vardı. Mağaralarda resim yapan, âlet icad edip eserler meydana getiren sanatkârlar, aynı zamanda ruhi melekelere sahip, kuvvetli,fazilet adamıydılar. Onlar teknolojideki rollerinin yanı sıra, resim yapmayı, musikiyi ve güzellikleri de seviyorlardı” diyen araştırmacılara göre eski insanlar içinde de âlim ve fazıl kişiler, sanatkârlar yetişmiş, topluma yön vermiş, medeniyet seviyesini yükselmişlerdi. Demek ki ilk insanlar evrimcilerin iddia ettikleri gibi zamanla maymundan gelişmiş, konuşma bilmediğinden işaretle anlaşan, vahşi insanlar değillerdi.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “O, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 31)
Bu husustaki ayetin açıklamasıyla alakalı İbn-i Cerir ve İbn-i Kesir gibi hadisleri kullanarak yapılan tefsirlere bakıldığında “Allah Hz. Âdem’e her şeyin ismini öğretti ve Âdem her şeyi ismi ile adlandırıyordu, herşey Âdeme topluca sunulmuştur.” şeklindeki izahlardan, Hz. Âdem’in düşünen, alet icad eden, aile sahibi ve değişik sanatların gelişmesine imkân veren istidat ve kabiliyetlerle yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.
Kaynak: U. S. News
İlk insan ve ilk Peygamber
Sual: (Âdem ve Havva ilk insan değildir. Biz, başka mahlûklardan türedik) diyenler çıkıyor. Bu sözün ilmi bir değeri var mıdır? CEVAP Bu söz; akılla, mantıkla, ilimle bağdaşmaz. Herkes Hazret-i Âdem’in neslinden gelmiştir. Kur’an-ı kerimde, Allahü teâlâ, insanlara hitap ederken, (Ya beni Âdem’e = Ey Âdemoğulları) buyuruyor. [Araf 26, 27, 31, 35, Yasin 60]
Bu husustaki âyet-i kerime mealleri şöyledir: (Rabbin, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" dediği zaman, melekler, “Yeryüzünde fesat çıkaracak, kan dökecek kimseler mi yaratacaksın?" dediler. “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu. Âdem’e bütün eşyaların isimlerini [neye yaradıklarını, ilmini, sanatını] öğretti, sonra meleklere, “Siz de biliyorsanız söyleyin” buyurdu. Melekler, “Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur”dediler. Âdem’e, “Her şeyin ismini [ne işe yaradığını] söyle buyurdu. Âdem de, hepsini söyleyince, Rabbin, “Ben göklerde ve yerde, görülmeyen, gizli açık her şeyi bilirim demedim mi” buyurdu.) [Bekara 30-33]
(Sizi bir tek nefisten, candan [Âdem aleyhisselamdan], ondan da eşini [Havva validemizi] yaratan Allah’tır.) [Araf 189, Zümer 6]
İnsanlar bir kişiden, Hazret-i Âdem’den yaratılmıştır. (Nisa 1, Enam 98)
İlk insan topraktan, nesli nutfeden yaratıldı. (Fatır 11, Hac 5, Kehf 37, Mümin 67)
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yeryüzünün her tarafından alınan topraklardan yarattı. Bu sebeple neslinden, siyah, beyaz, esmer, kırmızı renkte olanlar olduğu gibi, bu renkler arasında bulunanlar da oldu. Kimi yumuşak, kimi sert, kimi de temiz oldu.) [Ebu Davud]
(Allahü teâlâ, Âdem aleyhisselamı yarattıktan sonra, “Git şu meleklere selam ver. İşte senin ve neslinin selamlaşması böyle olacaktır” buyurdu.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, Cehennemdeki azabı en hafif olana "Dünyadaki her şey senin olsaydı, Cehennemden kurtulmak için onları feda eder miydin?" buyurur. O da "Evet" der. "Sen Âdem’in sulbünde iken, çok az şey istedim, şirk etme dedim. Ama sen şirk ettin” buyurur.) [Hâkim]
(Hazret-i Âdem’e kadar olan soyumda, zina eden hiç kimse yoktur. Hepsi temizdir.) [İbni Sa’d]
(Hazret-i Âdem’den babama kadar hep nikâhlı ana-babadan geldim.) [Deylemi]
(Yecüc ve Mecüc de, Âdem aleyhisselamın neslindendir.) [Beyheki]
Bu delillerden sonra, (Biz Âdem’den değil, maymundan, başka mahlûktan geldik) diyerek insanlığı hazmedemeyene, gözü hayvanlıkta olana, kim, ne anlatabilir ki?
Sual: Âdem, İdris ve Şit aleyhimüsselamın peygamberliklerinde şüphe var mı? CEVAP Hayır yoktur. İdris aleyhisselam, Şit aleyhisselamın torunlarındandır. Hazret-i Şit, Hazret-i Âdem’in oğludur. Şit aleyhisselamın Peygamber olduğu hadis-i şerifle bildirilmiştir. Diğer ikisinin Kur’an-ı kerimde Peygamber olarak isimleri geçmektedir. Bunları inkâr, Kur’an-ı kerimi inkâr olur. Kur’an-ı kerim tevili imkansız bir şekilde şöyle bildiriyor: (İdris de sadık [özü sözü doğru] bir nebi idi.) [Meryem 56]
Her âyeti inkâr gibi, bu âyeti de inkâr küfürdür. Hazret-i İdris’in Peygamber olduğu hadis-i şerif ile de sabittir. Bu husustaki iki hadis-i şerif meali: (Miracta, ikinci göğe vardık. Cibril, bekçisine “Kapıyı aç” dedi. Melek Ona dünya semasının bekçisininkine benzer sorular sordu. Hazret-i İdris’e uğradığımda bana şöyle dedi: “Merhaba ey salih Peygamber ve salih kardeş.” Ben “Bu kim?” diye sordum. Cebrail, “Bu İdris Peygamberdir” dedi.) [Buhari, Müslim, İ. Ahmed]
(Resullerin ilki Âdem, sonuncusu ise Muhammed’dir. İsrail oğullarının nebilerinin ilki Musa ve sonuncusu İsa’dır. Kalem ile yazan ilk Peygamber ise İdris’tir.) [Hakim-i Tirmizi]
Âdem aleyhisselamın ilk insan ve ilk Peygamber olduğu da bütün kitaplarda yazılıdır. Kur’an-ı kerimde de mealen buyuruluyor ki: (İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği Peygamberlerden Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte [gemide] taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.) [Meryem 58]
Âdem aleyhisselamın ilk Peygamber olduğunu bildiren bir hadis-i şerif de şöyledir: (Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselamdır.) [Taberani]
İmam-ı a’zam hazretleri de buyuruyor ki:
Peygamberlerin ilki Âdem aleyhisselam, sonuncusu Muhammed aleyhisselamdır. (Fıkh-ı ekber)
Hazret-i Âdem’in üstünlüğü
Sual: İki âyet meali şöyledir: (Nebilerden [Yalnız Allah’a kulluk ve ümmetlerini buna davet edeceklerine dair] söz almıştık. Senden, Nuh, İbrahim, Musa ve Meryem oğlu İsa'dan misak [sözüne sâdık olan o resullerden, ahitlerinde duracaklarına dair sağlam söz] aldık.) [Ahzab 7]
(O, Dîni doğru tutun [Allah’ı bir tanıyın, ona itaat edin, peygamberlerine, kitaplarına, âhiret gününe inanın, mümin ve Müslüman olun], ayrılığa düşmeyin diye dinden [iman esaslarından] Nuh’a emrettiğini sana da [senin ümmetine de] din olarak emretti. İbrahim’e, Musa’ya ve İsa’ya vahyedilenleri, sizin için de din kıldı.) [Şura 13]
Bu âyetler, bu beş peygambere gelen dinin aynı olduğunu ve ülülazm peygamberlerin beş olduğunu, Hazret-i Âdem’in ülülazm peygamber olmadığını göstermiyor mu? CEVAP Hayır. Sadece iki âyet alınmaz. Bir âyet, başka âyetlerle açıklanabilir. Bu âyetler, her peygamberin getirdiği dinin, iman esasları yönünden aynı olduğunu gösteriyor. Yani, diğer dinler kötü insanlar tarafından bozulmadan önce Âmentü’nün esasları bütün dinlerde aynı idi. Seçilmişlerden olan Hazret-i Âdem ile ilgili iki âyet-i kerime meali: (Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra eşyayı meleklere gösterdi. “Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini bana söyleyin” dedi.) [Bekara 31]
(Sizi yarattık, sonra şekil verdik, sonra meleklere, “Âdem’e secde edin” dedik; İblis’ten başka hepsi secde etti, o secde edenlerden olmadı.) [Araf 11]
Bu âyetlerde, Hazret-i Âdem’in âlemlere tercih edilenler arasında, meleklerden daha üstün olduğu, Meleklerin kendisine secde ettiği ve eşyanın mahiyetini bildiği açıklanıyor. Kur’an-ı kerimde, Peygamber gönderilmeyen kavme azap yapılmayacağı ve Hazret-i Âdem’in oğlu Kabil’in cehennemlik olduğu bildiriliyor. Bu âyetler de Hazret-i Âdem’in peygamber olduğunu göstermektedir.
Hazret-i Âdem ile ilgili birkaç hadis-i şerif meali: (Âdem, Allahü teâlâ ile konuşan bir nebidir.) [Hâkim, Beyheki]
(Allahü teâlânın indinde günlerin seyyidi Cumadır, kurban ve Ramazan bayramı gününden de kıymetlidir. Cuma gününün beş hasletinden biri; Allah, Âdem’i Cuma günü yarattı. Dünyaya o gün indirildi, o gün vefat etti.) [Buhari, İ. Ahmed]
(Musa, “Ya Rabbi, Âdem sana nasıl şükretti?” dedi. Allahü teâlâ buyurdu ki: “Başına gelenin benden olduğunu bildi. Bu onun şükrü oldu.”) [Hakîm-i Tirmizi]
(Allahü teâlâ Âdem’e her şeyin sanatını öğretti. Cennet meyvelerinden ona rızk verdi. Dünya meyveleri bozulur, Cennet meyveleri bozulmaz.) [Taberani]
(Her gün üç kere, “Selâvatullahi alâ Âdeme” diyenin bütün günahları affolur ve Cennette Âdem aleyhisselama arkadaş olur.) [Deylemi]
(Âdem ile Musa Rableri nezdinde münazara etti, Âdem Musa’ya galip geldi.) [Buhari, Müslim]
Hazret-i Âdem ülülazm bir peygamberdir. (İtikadname,Ahlak-i alai)
İlk peygamberi inkâr
Sual: Bazıları Hazret-i Âdem’in ilk peygamber olduğunu inkâr ediyorlar. Oğlu Kabil’in cehennemlik olması, Hazret-i Âdem’in ilk Resul olduğunun başka bir delili değil midir? CEVAP Elbette öyledir. Allah’ın emrini kabul etmeyen Kabil’in, cehennemlik olması, babasının peygamber olduğunu göstermektedir. Çünkü Allahü teâlâ bir peygamber gönderip, dinini bildirmeden insanları mesul tutup, yaptıklarından dolayı cehenneme atmaz. Bir âyet meali:
(Biz, [helal ve haramları bildiren] bir resul göndermeden önce azap etmeyiz.) [İsra 15]
Hazret-i Âdem gibi, İdris aleyhisselamın da peygamberliğini inkâr edenler var. Hazret-i İdris, Şit peygamberin torunlarından, kendisine 30 suhuf indirilen bir peygamberdir: (İdris de sadık [özü sözü doğru] bir nebi idi.) [Meryem 56]
Üç hadis-i şerif meali de şöyledir: (Miracda, ikinci gökte iken Cebrail, “Bu İdris Peygamberdir” dedi.) [Buhari, Müslim]
(Resullerin ilki Âdem, sonuncusu Muhammed’dir. Kalemle yazan ilk nebi İdris’tir.) [Hakîm]
(Nebilerin ilki Âdem aleyhisselamdır.) [Taberani]
Hazret-i Âdem, ilk peygamberdir. İki âyet meali: (Allah birbirinden gelme bir nesil olarak Âdem’i, Nuh’u, İbrahim ailesi ile İmran ailesini [peygamber] seçip âlemlere üstün kıldı.) [Al-i İmran 33]
(İşte bunlar, Allah’ın kendilerine nimetler verdiği nebilerden Âdem’in soyundan, Nuh ile birlikte [gemide] taşıdıklarımızdan, İbrahim ve İsrail’in soyundan, doğruya ulaştırdığımız ve seçkin kıldığımız kimselerdendir.) [Meryem 58]
Resullerin ilki Âdem, sonuncusu Muhammed’dir [aleyhimesselam] (İmam-ı a’zam - Fıkh-ı ekber)
Kabil’in katil olması
Sual: Hazret-i Âdem’in oğlu Kabil, niçin, kardeşi Habil’i öldürdü? CEVAP Hazret-i Havva bir kız, bir erkek doğururdu. Kabil ile doğan kız [Eklima] çok güzeldi. Kabil bu kardeşi ile evlenmek istedi. Hazret-i Âdem, (Allah’ın emri böyle. Sen kardeşin Eklima ile evlenemezsin. Eğer bana inanmazsan, Habil ile Allah’a birer kurban kesin, hanginizin kurbanı kabul olursa Eklima ile o evlenir.) dedi.
Sürü sahibi Habil, bir koç, çiftçi olan Kabil de, bir demet buğday başağı ortaya koydu. Kabul olan kurbanı gökten bir ateş inip yakardı. Gökten inen ateş, Habil’in kurbanını yaktı. Başak demetine bir şey olmadı. Kabil, buna kızıp, Habil’i öldürdü.
Bu olay Kur’an-ı kerimde mealen şöyle bildiriliyor: (Onlara, Âdem’in iki oğlunun gerçek olan haberini anlat: Hani birer kurban takdim etmişlerdi de, birinden kabul edilmiş, diğerinden ise kabul edilmemişti. [Kurbanı kabul edilmeyen Kabil, kıskançlık yüzünden, kardeşi Habil’e], “Andolsun seni öldüreceğim” dedi. Diğeri de dedi ki: “Allah ancak takvâ sahiplerinden kabul eder. Andolsun ki sen, öldürmek için bana elini uzatsan da ben öldürmek için sana el uzatacak değilim. Ben, âlemlerin Rabbi olan Allah‘tan korkarım. Sen, hem benim günahımı hem de [beni öldürmek, Allahü teâlâya ve babamıza isyan ederek işlediğin] kendi günahını yüklenip ateşe atılacaklardan olursun, zalimlerin cezası işte budur.” Bunun üzerine, [Kabil, bir insan nasıl öldürülür bilmiyordu, ilk insan öldürülecekti. İblisin, bir kuşun başına taş vurarak öldürdüğünü görüp] nefsine uyup kardeşini [başına taş ile] öldürerek, hüsrana [cehenneme giderek büyük zarara] uğrayanlardan oldu. [Kabil, ölünün gömüleceğini bilmiyordu.] Allah, kardeşinin ölüsünü nasıl gömeceğini göstermek üzere, ona [ölü kargayı gömmek için] yeri eşeleyen bir karga gönderdi. [Kabil] “Bana yazıklar olsun! Kardeşimin ölüsünü gömmek için bu karga kadar olmaktan aciz kaldım” dedi.) [Maide 27-31]
Eski devirler Sual: Eski devirdeki insanlara ne olmuş? Dinozorlar gibi güçlü ve dayanıklı hayvanların bile kurtulamadığı buzul çağından kurtulup nasıl nesillerini devam ettirmişler? CEVAP Herkes Âdem aleyhisselamdan geldiğine göre, demek ki kurtulup gelmiştir. Allah için bu zor değildir. Yoktan var eden, var olanı koruyamaz mı?
Korkunç kertenkele anlamına gelen dinozorlar hakkında kesin bilgiler yoktur. Neden nesillerinin tükendiği kesin bilinmemektedir. İnsanlar yaşayabilir de, hayvanların yaşayamayacağı bir ortam olabilir. Tahminler üzerine, yani hayali zemin üzerine bina kurulmaz.
NOT: İlk insanlar vahşi miydi, diller ve ırklar nasıl meydana çıktı? Bu konularda bilgi için buraya tıklayınız.
Rabbiniz değil miyim?
Sual: (Allah bütün insanlara, ben sizin Rabbiniz değil miyim diye sorduğu zaman, kâfir olanlar evet demedi) deniyor. O zaman, hepsi evet dememiş miydi? CEVAP Evet, hepsi evet demişti. Bir âyet-i kerime meali şöyledir: (Kıyamette, biz bundan habersizdik demeyesiniz diye, Rabbin Âdemoğullarının sulbünden soyunu çıkardı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” [Onlar da,] “Evet, [buna] şahit olduk” dediler.) [Araf 172]
İmam-ı Gazali hazretleri de buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, onlara, (Ben sizin Rabbiniz değil miyim?) buyurdu. Hepsi, (Rabbimizsin, biz buna şahidiz) dediler. Allahü teâlâ, melekleri ve Âdem aleyhisselamı da şahit tuttu ki, onlar Allahü teâlânın Rab olduğunu ikrar ettiler. (Kıyamet ve Ahiret)
Hazret-i Havva
Sual: Bazı Hristiyanlar, Hazret-i Âdem’in, Hazret-i Havva’dan önce başka bir eşi daha olduğunu söylüyorlar. Böyle bir şey olabilir mi? CEVAP Bu, evrimci Hristiyanların uydurmasıdır. Tahrif edilmiş olan İncillerde bile, böyle uydurma şey yazılı değildir. Bazı evrimciler de, hiçbir vesikaya dayanmadan, maymun veya ayıdan türediklerini söylüyorlar. Hâlbuki Allahü teâlâ, bütün insanları Hazret-i Âdem’le eşi Hazret-i Havva’dan meydana getirdi. Kur'an-ı kerimde, bu husus açıkça bildirildi. Üç âyet-i kerime meali: (Sizi bir tek candan yaratan, ondan da eşini var eden, ikisinden de, birçok erkek ve kadın yaratan Rabbinizden korkun.) [Nisa 1]
(Sizi bir tek candan [Âdem’den], ondan da eşini [Havva’yı] yaratan Allah’tır.) [Araf 189]
(Ey insanlar, sizi, bir erkekle bir kadından yarattık. Birbirinizle tanışmanız için milletlere ve kabilelere ayırdık.) [Hucurat 13]
İlk insanlar, mağaralarda yaşayan, yarı çıplak halde dolaşan, avcılıkla geçinen, işaret diliyle anlaşan, mağara duvarlarını basit resimlerle süsleyen insanlar mıydı? Yoksa medeniyet nedir haberdar olan ve kendilerine göre bir medeniyet oluşturan toplumlar mıydı?
ğrenim çağında olan çocuklara, ilk insanlarla ilgili bildikleri sorulduğu zaman, hemen hepsinin vereceği cevap birbirinin aynısı olacaktır: “Mağaralarda yaşayan, yarı çıplak halde dolaşan, avcılıkla geçinen, işaret diliyle anlaşan, yazıya henüz geçmedikleri için mağara duvarlarını basit resimlerle süsleyen insanlardı.”
Zira, bugüne kadar üç aşağı beş yukarı aynı eğitim sisteminden geçen hepimize aynı bilgiler ezberletildi. Bu bilgiler, mağara resimleriyle, elinde sopası olan ilkel insan portreleriyle süslenerek zihinlerde daha kalıcı bir hale getirildi. Fakat bu öğrendiklerimiz zihinlerimize hiçbir zaman tam olarak oturmadı. Çünkü okullarda öğretilen bu bilgiler ile dinî öğretiler birbiriyle çatışıyor. Dinî öğretilerde ilk insanın Hz. Âdem olduğu ve medenî bir şekilde yaşamını sürdürdüğü ifade edilirken, bilimsel olarak bize sunulan bilgiler bunun tam tersini iddia ediyor. Bu açıdan sürekli bir çelişki içinde kalırız. Hangi fikre inanacağımızı şaşıyoruz? Bir tarafta bilim adı altında ortaya konulan bilgiler, diğer tarafta ise gerek Yüce Kitabımız Kur’an-ı Kerim’de, gerekse Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) beyanları içerisinde bizlere aktarılan ve doğrulukları hakkında şüphe duyamayacağımız gerçekler. Kur’an’ın ve sünnetin verdiği bilgiler hakkında duyacağımız en ufak bir şüphe bile bizi inancımızdan edeceği korkusuyla daha bir temkinle olaylara yaklaşmamız gerek daima. Öyleyse doğrusu hangisi? Gerçekten ilk insanlar ilkel bir hayat mı sürmekteydi, yoksa günümüzdeki kadar olmasa da, modern bir hayat mı yaşamaktaydılar? Bu konuya girmeden önce, bilim adamlarının meseleleri ele alış tarzlarındaki temel felsefelerine değinmekte fayda var.
Darwinizm’e Dayanan Bilim
19. ve 20. yüzyıllar, insanların, dünya üzerinde son derece çalkantılı bir hayat sürdüğü yıllardır. İnsanlık yıldan yıla dinden uzaklaşmış, özellikle Hıristiyan Batı dünyasındaki maddî refahın da artmasıyla birlikte, zaten zayıf temeller üzerine kurulu günümüz Hıristiyanlığı, adeta çatırdamaya başlamış ve insanlar da okun yaydan çıkması gibi dinî değerlerden kaçmaya başlamışlardı. Dinsizlik, Allah tanımazlık, Peygamber bilmezlik; kimi zaman ateizm kimi zaman modernizm kimi zaman da bilimsellik adı altında moda olmuştu. Bu durum, Charles Darwin’den itibaren adeta sistemleştirildi. Belki kendisinin bile o kadar önem atfetmediği ve sadece kabaca gözlemlere dayanan çalışmaları, neredeyse bütün ateist bilim adamlarına bir dayanak oluşturdu. Çünkü Darwin’in iddiasına göre etrafımızda gördüğümüz bütün varlıkların birbirlerine benzemesinin tek bir açıklaması olabilirdi o da; hepsinin aslında ortak tek bir atadan geldiği ve milyonlarca yılın geçmesiyle birlikte her bir ferdin –tesadüfler sonucu– farklılaşarak, dünya üzerindeki bu çeşitliliği meydana getirdiğiydi. Onun bu açıklamasında –hâşâ!– Allah’ın yeri yoktu. Yani varlıkların meydana gelmesinde bir yaratıcıya ve yaratma olayına ihtiyaç duyulmuyordu. İşte bu iddia, Allah’a inanmayan bilim adamları tarafından sanki bilimsel bir gerçekmiş gibi sahiplenilmeye, hatta ve hatta bütün bilimler bunun üzerine bina edilmeye başlandı.
Tarihçiler de oturup Darwinizm’e uygun bir bilim tarihi yazma adına insanlık tarihinin geriye doğru gittikçe ilkelleşmesi gerektiğini savundular. Bu iddiaya göre günümüz medeniyetine ulaşmadan önce insanlar değişik dönemlerden geçmiş olmalıydılar. Taş Devri, Tunç Devri, Bakır Devri… gibi işte bu bakış açısıyla yazılan insanlık tarihi, yıllarca hepimize adeta bilimsel bir gerçekmiş gibi dayatılmaya çalışıldı. Oysa, elle tutulur delillerle kesinliği ispat edilmiş böyle devirlerden söz etmek yanlış olur. Sadece arkeologların çıkardığı eşyalar üzerine bütün insanlığın tarihini bina etmenin yanlışlığı ortada.
Hz. Adem medeni idi
Bilimsel yaklaşımın bu hatalı tavrını gördükten sonra asıl dinî kaynaklarımızın bu konuda neler dediğine bakalım. Dinî kaynaklarımız, tam 1400 sene öncesinden gelen yazılı olması açısından insanlığın tarihini öğrenebileceğimiz en önemli kaynaklardır. Toprağın altından çıkan birkaç parça hakkında bir yığın yorum yapan bilim adamlarının, 14 asırlık bu belgeleri yeterince araştırmamış olmaları aslında büyük bir çelişkidir.
Kur’an-ı Kerim’de Cenâb-ı Hak, kendisinden bahisle: “Adem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 2/31) buyurmaktadır. Burada geçen ‘isimler’den kastedilenin, sadece eşyanın isimleri değil, Hz. Adem’in dünyada yaşamını devam ettirebilmesi için gerekli bilgilerin olduğunu anlayabiliriz. Zira, Taberani’de geçen bir hadiste şöyle denilir: “Adem, cennetten dünyaya inince, Hak Teâlâ ona her sanatı, her ilmi öğretti.” Hakim’de geçen diğer bir hadiste ise Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) şöyle buyurmuştur: “Allah Teâlâ, Hz. Adem’e bin çeşit sanat öğretip buyurdu ki: ‘Evlat ve zürriyetin, bir sanatla rızkını talep etsin! Dini geçim vasıtası yapmasın.’”
Demek ki Cenâb-ı Hak, Hz. Adem’i yeryüzüne indirdiği zaman, onu yardımsız bırakmamış ve yabancısı olduğu bu âlemde hayatını idame ettirebilecek bilgileri ona öğretmişti. Nasıl öğretmesin ki bir arıya bile doğar doğmaz, yaşamı için gerekli bilgileri ilham eden Rabb’imiz, Hz. Adem’i bir başına bırakacak değildi elbette.
Ayrıca Kur’an-ı Kerim’de Hz. Adem’e izafe edilen bir dua da yine onun dil bildiğini ve konuşarak iletişimde bulunduğunu anlatması bakımından kayda değer: “(Adem ile eşi) dediler ki: Ey Rabb’imiz! Biz kendimize zulmettik. Eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (A’raf, 7/23)
Peki insanlar hiç mi ilkel bir yaşam sürmediler? Elbette dünyanın dört bir yanında medeniyetten uzak yaşamış ve hâlâ yaşamakta olan toplulukların var olduğu inkâr edilemez bir gerçek. Hz. Adem zamanında tek bir ümmet ve medeniyetten oluşan insanlık, daha sonraları dünya üzerinde yayılmaya başlamış ve yayıldıkça da birbirlerinden kopmuşlardır. Dolayısıyla diğer insanlardan ve medeniyetten uzaklaşan bu gruplar zamanla ilkel bir yaşam sürmeye başlamışlardır. İşte arkeolojik kazılarda çıkan, Taş Devri, Tunç Devri gibi devirlere ait eşyalar -Allah bilir ama- medeniyetten kopan o insan topluluklarına aittir.
Peygamberler, sadece dinî amaçlarla gelmemiş, aynı zamanda gönderildikleri toplumları da belli bir medeniyet seviyesine yükseltme vazifesini de deruhte etmişlerdir. Çeşitli peygamberlere izafe edilen değişik meslekler bu konuyu daha net açıklar.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz; birtakım tarihçilerin hayallerinde ürettikleri, ilk insanların ilkel olması gibi bir durum, gerek Kur’an-ı Kerim, gerekse hadislerin bizlere bildirdiği, o döneme ait bilgilere ters düşüyor. Zira Yüce Rabb’imiz, insanoğlunu yaratıp da yeryüzüne gönderdikten sonra asla onu başıboş bırakmamış ve peygamberler vasıtasıyla medeniyeti öğretmiş zaten. Geçmişte yapılan Mısır piramitleri, maya takvimleri, aztek medeniyeti,… gibi eserler de ilkel (!) dönemlerde koca koca medeniyetlerin kurulmuş olduğunu ispat etmiyor mu sizce? h.gultekin@zaman.com.tr
Hz.Adem(as) ve Hz.Havva ilk insanlar olduğuna göre eski çağın insaları nasıl konuşamıyor,avlanamıyor?
Cevap:
Değerli Kardeşimiz
Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.
İnsanlığın başlangıcı hakkında halen üç görüş yaygındır(*):
1. Evrimci görüş,
2. İslami görüş,
3. İlmi görüş.
1. Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı`da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere "Medeniyet" denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. "Medenileşmek" isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.
2. İslami Görüş: Kur`an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Adem(as)`dir ve bir peygamberdir. Hz. Adem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.
Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Adem`in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)
Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiç bir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka Peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur`an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah`ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.
Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
- Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri "medenileştirme" adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika`da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika`da yaşayan "medenileşmeyecek yaratılışta" olduğuna hükmedilen vahşiler (!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.
- Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya "aydın"larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri "medenileşmek için Batılılaşmak" kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye`mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.
- Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis`in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, "Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır". Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.
Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru`da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar: Bu mükemmellik de, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM".
Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür: "Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?"
Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız (!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer: "Bizden önce yüksek bir kültürün, ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi".
Kur`an-ı Kerim`in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur`an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkum etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların "kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" olduklarını ve "yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları"nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 69; Fatır, 44; Muhammed, 12; Mü`min, 21, 82; Kasas, 76-78).
Terakkiyi inkar mı? Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. "İlk cemiyet medenidir" derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.
Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü "medenilik"in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.
3. İlmi Görüş: Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü, binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.
Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.
Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, "vahşi" ve "medeni" gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, "iptidai" denen insanların da, medeni Batılılara "vahşi" nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: "Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir."
Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?" Kuran-ı Kerim`de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkar açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.
Prof. Gish, "Fosiller ve Evrim" adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.
Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kafi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta "ilerleme" olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.
Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
"Avrupa ve Asya`ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika`da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.
İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir".
İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur`ani görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur`an`da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur`an-ı Kerim`de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.
Geçmiş milletlerden bazılarının "Kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" oldukları nazara verilir (Tevbe 69; Fatır, 44; Muhammed 13). "Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları" ifade edilir (Mü`min, 21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun`a "Anahtarlarını güçlü bir topluluğun" zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, "Allah`ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği"ne dikkat çekilir (Kasas 76-78).
Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah`ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu" (Rum, 9-10).
Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü? (**).
(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an`anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.
(**) Daha fazla bilgi için : Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.
Lütfi Bergen: "İlk İnsan Vahşi Değil Bir Mimardır"
Alper Gürkan: Okullarda çocuklara aktarılan bir bilgi ile yine okulda veya ailede aktarılan bir başka bilgi açık ve uzlaşmaz bir çelişki ortaya koyuyor: Deniliyor ki “zamanın en ileri insan topluluğu biziz, yani modern insan.” Diğer taraftan da “İlk insan Âdem (a.s.)’dır ve o peygamberdir.” deniliyor. Bunu az insanın sorguladığını görüyoruz ve birisi de sizsiniz. Âdem ve çocuklarının ilkel olamayacağını ve çizilen mağara adamı prototiplerinin geçersiz olduğunu gösteriyorsunuz. İlk insanlar denildiğinde mağara adamı/vahşi imgesiyle yaşayan bir toplumun din ve bilgi arasındaki ilişkiden sonuçlar çıkarması mümkün mü?
Lütfi Bergen: Bu sorunuza Tevrat’tan iki bölüm alarak cevap vermek gerektiğini düşünüyorum. Bu iki bölüm bilgi felsefesi hakkında İslam düşüncesine göre oldukça farklı temellendirmelere kapı açıyor. Önce ayetleri verelim:
Tevrat Yaratılış (Genesis)
(2:15) RAB Tanrı Aden bahçesine bakması, onu işlemesi için Adem’i oraya koydu. (2: 16) Ve ona, “Bahçede istediğin ağacın meyvesini yiyebilirsin” diye buyurdu, (2: 17) “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. Çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün.” (2: 18) Sonra, “Adem'in yalnız kalması iyi değil” dedi, “Ona uygun bir yardımcı yaratacağım.” (2: 19) RAB Tanrı yerdeki hayvanların, gökteki kuşların, hepsini topraktan yaratmıştı. Onlara ne ad vereceğini görmek için hepsini Adem’e getirdi. Adem her birine ne ad verdiyse, o canlı o adla anıldı. (2: 20) Adem bütün evcil ve yabanıl hayvanlara, gökteki kuşlara ad koydu. Ama kendisi için uygun bir yardımcı bulunmadı. (2: 21) RAB Tanrı Adem’e derin bir uyku verdi. Adem uyurken, RAB Tanrı onun kaburga kemiklerinden birini alıp yerini etle kapadı. (2: 22) Adem’den aldığı kaburga kemiğinden bir kadın yaratarak onu Adem’e getirdi. (2: 23) Adem, “İşte, bu benim kemiklerimden alınmış kemik, Etimden alınmış ettir” dedi, “Ona ‘Kadın’ (*) denilecek, Çünkü o ‘adamdan’ (*) alındı.” (2: 24) Bu nedenle adam anasını babasını bırakıp karısına bağlanacak ve ikisi tek beden olacak. (2: 25) Adem de karısı da çıplaktılar, henüz utanç nedir bilmiyorlardı.
(3: 2) Kadın, “Bahçedeki ağaçların meyvelerinden yiyebiliriz” diye yanıtladı, (3: 3) “Ama Tanrı, ‘Bahçenin ortasındaki ağacın meyvesini yemeyin, ona dokunmayın; yoksa ölürsünüz’ dedi.” (3: 4) Yılan, “Kesinlikle ölmezsiniz” dedi, (3: 5) “Çünkü Tanrı biliyor ki, o ağacın meyvesini yediğinizde gözleriniz açılacak, iyiyle kötüyü bilerek Tanrı gibi olacaksınız.” (3: 6) Kadın ağacın güzel, meyvesinin yemek için uygun ve bilgelik kazanmak için çekici olduğunu gördü. Meyveyi koparıp yedi. Yanındaki kocasına verdi. Kocası da yedi. (3: 7) İkisinin de gözleri açıldı. Çıplak olduklarını anladılar. Bu yüzden incir yaprakları dikip kendilerine önlük yaptılar. (3: 16) RAB Tanrı kadına, “Çocuk doğururken sana Çok acı çektireceğim” dedi, “Ağrı çekerek doğum yapacaksın. Kocana istek duyacaksın, seni o yönetecek.” (3: 17) RAB Tanrı Adem’e, “Karının sözünü dinlediğin ve sana, meyvesini yeme dediğim ağaçtan yediğin için, toprak senin yüzünden lanetlendi” dedi, “Yaşam boyu emek vermeden yiyecek bulamayacaksın. (3: 18) Toprak sana diken ve çalı verecek, yaban otu yiyeceksin. (3: 19) Yaratılmış olduğun toprağa dönünceye dek ekmeğini alın teri dökerek kazanacaksın. Çünkü topraksın, topraktan yaratıldın ve yine toprağa döneceksin.” (3: 20) Adem karısına Havva (**) adını verdi. Çünkü o bütün insanların (**) anasıydı. (3: 21) RAB Tanrı Adem’le karısı için deriden giysiler yaptı, onları giydirdi. (3: 22) Sonra şöyle dedi: “Adem iyiyle kötüyü bilmekle bizlerden biri gibi oldu. Şimdi yaşam ağacına uzanıp meyve almasına, yiyip ölümsüz olmasına izin verilmemeli.” (3: 23) Böylece RAB Tanrı, yaratılmış olduğu toprağı işlemek üzere Adem’i Aden bahçesinden çıkardı. (3: 24) Onu kovdu; yaşam ağacının yolunu denetlemek için Aden bahçesinin doğusuna Keruvlar ve her yana dönen alevli bir kılıç yerleştirdi.
Dikkat ederseniz (2: 17)’de “Ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme” denilmektedir. Böylece Tevrat açısından şu noktaya gelmekteyiz: Tevrat, bilgi’nin Tanrıdan gelmeyen ayrı bir kaynağından söz etmektedir. Şimdi bu bir şirktir. Yani bilgi bakımından ilahî- uluhiyetle ilintili / Rabbanî olmayan bir kaynaktan sözedilmiştir. Kur’an bu meseleyi Batı felsefesinin (Tevrat-İncil Batı felsefesinin bir parçası olmuştur) hiç anlatmadığı bir tarihten anlatarak işe başlar. İslâm inancı Hz. Adem’in bilgisinin henüz cennete konulmadan önce kendisine verildiğini ifade etmiştir. İlk muallim Hz. Adem’dir. Batı felsefesi ilk muallimin günahkâr olduğu noktasında önyargısını değiştirmesi mümkün değil. Çünkü kutsal kitabında bu konu anlatılmamaktadır. Batı felsefesi insan bilgisinin laik (din dışı) karakterini cennetteki yasak ağaca hasrediyor. Diğer taraftan tanrı ile savaşmakla bilgiyi elde ettiği fikrinden hareket ediyor. İnsan bilgisi evveldeki bir ahit ile insana öğretilmemiştir, zihin boş bir levhadır (tabula rasa), bütün bilgiler dıştan gelmiştir, tecrübe/deney ve tümevarıma dayanmıştır diyenler Kabil’in “bilme biçimini” elde etmiş görünüyorlar. İslâm bu yaklaşımı reddetmiştir. Berdyaev, “Bilgi büyük cüret gerektirir. Bu eski / kadim ilk terör karşısında zafer anlamına gelir. Korku hakikat arayışını ve hakikatin bilgisini anlamsız kılar. Bilgi korkusuzluğu icap ettirir. Her durumda sosyal bir kaynağı bulunan geleneksel ahlâkî değerler ve değerlendirmeler karşısında korku ve huşu duyanlar yaratıcı ahlâkî bilgiye yeteneksizdirler. Korkunun fethi spiritüel bir idrak eylemidir. Bu korku tecrübesinin yaşanmadığı anlamına gelmez elbette; tam tersine, sözün gelişi Kierkegaard örneğinde olduğu gibi, derinden hissedilir. Fakat yaratıcı bilgi başarısı korku karşısında zaferdir” (Berdyaev, 2012: 19) demektedir. Dikkat ederseniz burada ilk bilgi ediniminin terör eylemi olduğu ifade edilmiştir. Nitekim Batı ilahiyatına göre insanlar “tanrı ile savaşıp yenebilirler”. (Tevrat/ Yaratılış 32: 24) Böylece Yakup arkada yalnız kaldı. Bir adam gün ağarıncaya kadar onunla güreşti. (32: 26) Adam, “Bırak beni, gün ağarıyor” dedi. Yakup, “Beni kutsamadıkça seni bırakmam” diye yanıtladı. (32: 27) Adam, “Adın ne?” diye sordu. “Yakup.” (32: 28) Adam, “Artık sana Yakup değil, İsrail denecek” dedi, “Çünkü Tanrıyla, insanlarla güreşip yendin.”
Tanrı ile ve tanrısal olanla kavgaya girişen Batı’lı bilgi arayışının temel yaklaşımının iktidarı (tanrı’yı) (gücü) yıkmakla ilgilenmesi tabii idi. Alt edilebilen bir otoriteye ait “bilgi”nin “hakikat” vasfını reddetmesi şaşırtıcı değildir. Batı’da “tanrı” yani logos (İsa) dünyaya inmiş ve sonra da öldürülmüştür. Batı’da saldırganlığın temeli logos’un kendisi idi. Herkes logosu ele geçirmek ve “tanrısallaşmak” istiyordu. Mitolojide Prometheus de “insandan yana bir tanrı” olarak ‘bilgi = ateş’i gökten çalıp aşağıya yani dünyaya getirir. Bütün bu anlatılarda insanın “ilkel” olduğu imâsı bulunmaktadır. İnsan bilgiyi “çalarak” tanrısallaşmakta ve hırsızlığı ile de diğer insanlara hükümran olmaktadır. Yeryüzüne “fırlatılan” insan buraya indiğinde cahil bir varlıktır; bir mağara adamıdır.
İslâm düşüncesinde durum böyle değil. İslâm, bilginin insana verildiğinden bahseder. Bilgi, Âdem’e verilmiştir (Bakara 2: 30), melekler her şeyin ismini sayan Âdem’e secde etmiş (boyun eğmiş)lerdir. Bilginin verildiği sırada Âdem henüz peygamber değildir. Bilgi ona peygamberlik bilgisi olarak değil eşyayı kavramlaştırma bilgisi olarak verilmiştir. Âdem’in yeryüzüne düştükten sonra da bilgi aldığını görüyoruz: “Ey Âdem! Eşin ve sen cennette kal, orada olanlardan istediğiniz yerden bol bol yiyin, yalnız şu ağaca yaklaşmayın, yoksa zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan orada ikisini de ayarttı, onları bulundukları yerden çıkarttı. Onlara ‘birbirinize düşman olarak inin, yeryüzünde bir müddet içip yerleşip geçineceksiniz’ dedik. Âdem Rabbinden emirler aldı, onları yerine getirdi, Rabbi de bunun üzerine tövbesini kabul etti” (2 Bakara 35- 37).
Kur’an insanın cahilliğinin daha cennet öncesinde giderildiğini beyan ediyor. Yani bilmez ya da bilecek durumda değilken “bilmeye” muktedir kılındı: “İnsana bilmediğini öğretti/ Allemel insâne mâ lem ya’lem.” (98 Alak Suresi 5) ve “Ve (Allah), Âdem’e, isimlerin hepsini öğretti/ Ve alleme âdemel esmâe kullehâ.” (2 Bakara 31). Bakara sûresindeki “kulleha” kelimesini müfessirler eşyaların tamamı olarak tefsir etmişler. Yani bu Âdem’in “yaşadığı çağdaki” eşya değil, kıyamete dek zuhur edecek tüm eşyadır. Zaten orada melekut âleminde ya da meleklerin bulunduğu bir anda, Melekler ile Âdem arasında bir karşılaşma var. Meleklerin bilemediği isimleri Âdem söylüyor. Bu hâdise Âdem’in “bilgi”sinin günümüz tüm insanlığını da ve gelip geçen tüm insanlığı da bilgi çerçevesinde ihata ettiğini düşündürtüyor. O’nun bozguncu ve kan dökücü olacağına itiraz edince, Allah meleklere “Eğer sizler, bunlar gözününüzün önünde mevcut oldukları halde isimlerini bilemezseniz ve sizin dışınızda birisi de benim kendisine öğretmemle bunları bilecek olursa, sizler gözünüzün görmediği ve henüz meydana gelmeyen şeyleri nereden bileceksiniz? O halde bilmediğiniz bir şeyi bana sormayın.” der. İşte bu ayetlerle Descartes’in otomat evren tezi geçersiz kalıyor. Âdem “bilen” ama bilgisini ahlâki kriterle kullanan bir önder haline geliyor.
Dolayısıyla bugün modernizmin “evrensel” dediği düşünme ve teknik biçimlenmesi, Âdem’in “bilgisi” içinde olan bir şey, ama çok da kullanılmamış bir hususiyetti. Descartes’in meseleyi “düşünüyorum”/cogito’ya getirmesi biraz da Âdem hakkında yeterli bilgisinin olmamasından yahut tıpkı Roesseau gibi insanlığın ilk atalarının “vahşi ilkeller” halinde tasavvurundan kaynaklanıyor. Yani ilk insanlar ilkeldi, ne zaman “düşünmeye” başladılar: “ergo sum” işte zaman Var oldular. Modernlik bu yanlış tasavvurdan geliyor. Descartes, kainatı yaratılmış otomat makinalar halinde düşünmekteydi. Tanrı’nın her şeye “kurmalı makina” özelliği verdiği kanısındaydı. İnsan da düşünmekle bu kurmalı kurgudan ayrışmış oldu ona göre. “İnsan ustalığının pek az parçalarla ne kadar çeşitli otomatlar ya da hareketli makinalar meydana getirebildiğini bilen ve hayvan bedenine bir makine gözüyle bakan kimselere hiç de garip görünmeyecektir. Oysa hayvan bedenini oluşturan makine, Tanrı eliyle yapılmış olduğundan…” (Descartes, 1984: 52) diyor. Descartes’ın Tevrat’dan yola çıkmış olması pek tabiî idi: “Hareketin ilk nedeni Tanrı’dır” (Descartes, 1995: 131). Hatta kainatın koruyucusu da Tanrı’dır: “Tanrı etki biçimini hiçbir zaman değiştirmeden dünyayı yaratırken kullandığı aynı etki ile korur.” (Descartes, 1995: 137). Ancak düşünmekle cismin tözü olan uzamdan kurtulan özne, yani maddeye ait fonksiyon, cevher, özelliklerden aşkınlaşan, tecrübe alanının sınırlarından huruç eden insan; ruhun tözüne yükseltilir. “Her tözün temelli bir özniteliği vardır, ruhunki düşünce, cisiminki de uzamdır” (Descartes, 1995: 90) dedi. Böylece özne, matematikleştirilmiş bir dünyanın maliki ve meliki; Tanrı da düşünen öznenin “Halik’i” hâline gelir. Descartes’ın “düşünen” insanı, Tanrı’nın yarattığı âlemde, düşünebildiği için vahye ihtiyaçtan âzade olarak otomatlar/ makinalar üzerinde dilediğince tasarrufta bulunabilir.
Bu kurgulamada Descartes özneyi bilen özne olarak ele alıyor ve insan düşüncesini her şeyin karşısına koyuyor. Hususiyetle de otomat doğanın karşısına yerleştirir. Doğa karşısında kendini konumlayan insan kendini bilmek bakımından biricik kılınıyor. Descartes’e göre insan kendisinin özne olduğunu tabiattan kendini kopartarak bilir. Ancak burada da parçalanır: Ruh ve beden olur. Descartes’ın “cogito” tasavvurunda zihni olan her şey bedenin dışında, bedene ait olan her şey de zihnin dışında değerlendirilir. Cogito’da başat ayrım düşünsel ile tabiî ayrımıdır. Zihnî olan tabiatı da belirler. Tabiat mekanik ve matematiktir. Tabiatın işleyişi mekanik kurallara tabidir ve maddî dünya canlı değildir. Kozmosu meydana getiren materyallerin mekanik hareketleri vardır. Bu nedenle mekanik bir doğada ruhtan da bahsedilemez. Newton fiziği de bu mekanistik evren anlayışını benimser ve doğayı ruhsuzlaştırır. İslâm bu zihniyeti kabul etmez: “Yedi gök, arz ve bunların içindekiler O’nu tesbih ederler. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur, ama siz onların tesbihlerini anlamazsınız” (17 İsra 44). Kur’an, “Göklerdeki ve yerdeki her şey Allah’ı tespih etmektedir / Sebbeha lillâhi mâ fîs semâvâti ve mâ fîl ard” (59 Haşr 1) diye bildirmektedir.
Kur’an’a göre “İlim ancak Allah katındadır” (46Ahkaf 28). Bu beyan, insanın bilgi ile irtibatını tayin etmektedir. Âyet, insanın sa’y u ameli ile bilgiye erişemediği bir tasavvur dünyasını ifade etmektedir. Bu mutlak bir hususiyettir. Hiç bir mahluk kendi gayreti ile bilgiye erişemeyecek ve insan olmanın bu hususta bir imtiyaz alanı açtığı da söylenemeyecek. Nitekim Allah, “Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; hepsi de onu yüklenmekten kaçındılar ve ondan korktular. İnsan ise onu yüklendi. Gerçekten insan çok zâlim ve çok câhildir” (33 Ahzab Suresi 72) buyurarak insanın bilgi bakımından noksanlığını beyan etmektedir. Bu bilgi eksikliği insana “öğretilerek” kapatılmıştır. İlk insan olan Âdem sanıldığı gibi vahşi değildir. Öğretilmiş bir bilgi ile yer’e gelmiştir. Halife yani hâkim’dir. Çocukları bu hakimiyeti kabul etmiştir. Ayrıca Kâbe’yi inşa ettiği için Âdem mimardır. Bizim hareket noktamız Kur’an’da anlatılan tarih perspektifini ele almaktadır. “Mağara adamı” hikayesi ancak Batı’nın Kabilî toplumlarının Âdem’in toplumundan koparak çekildikleri nizam bozuculuğu, kanun tanımazlığı anlamak bakımından bilinçaltını ifade edebilir.
(*) İbranicede Adam: iş, Kadın: işşa anlamındadır. “İşşa” kavramı da kadının Âdem’den (iş) türetildiğini dilsel manada kanıtlar.
(**) İbranicede Havva ve insan aynı sözcükten türemiştir.
DESCARTES, Felsefenin İlkeleri, Say Yayınları, 1995
İlk insan Hz.Adem okur-yazar mıydı? İnsanlığın ilk devri vahşi miydi?
Sorunun Detayı
İlk insan Hz.Adem okur-yazar mıydı? İnsanlığın ilk devri vahşi miydi?
Cevap
İnsanların ilk devri, vahşet değil, belki ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara hak peygamberler vermişti. İnsanlara ilk din dersini verenler (yani tek Allah inancını öğretenler), nasıl ilahi peygamberler olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, bu peygamberler vermişlerdi.
Şu kadar var ki, ilahi peygamberlerden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir. Şu halde insanlar, vahşet devri, medeniyet devri olmak üzere iki medeniyet safhası değil, belki ilk medeniyet, vahşet, ikinci medeniyet olarak üç devir geçirmişler; vahşilik, insanlar için ilk devir değil, iki medeniyet arasında geçici bir basamak sayılmıştı.
Allah insanlığa medeniyeti peygamberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu noktada insanlık tarihinde umumi bir vahşilik yaşanmamıştır. Peygamberlerin bulunduğu yerlerde medeniyet -kendi zamanlarına göre- vardı. Peygamberlerin bulunmadığı yerlerde ise, insanların vahşi ve kaba olduğunu biliyoruz.
Tarih kitapları da hep insanlığın vahşet tarafını göstermeye çalışmıştır. Bunda bazı sebepler vardır. Bunların başında, bazı dinsiz gurupların, insanları İslam dininden ve Allah’a imandan uzaklaştırmaya çalışmaları gelmektedir. Nasıl ki, bilimsel alanda insanları evrim safsatası ile aldatıp “Mü’minlerin inandığı Allah -haşa- yoktur. Her şey kendi kendine olmuştur. İlim ve bilim de böyle söylemektedir.” diye yaygara kopardıkları gibi, bu fikrin uzantısı olan “Evrimleşen insan önce yarı maymun, sonra insan oldu. Fakat ilk insanında tamamıyla bedevi ve okuma, yazma, konuşma bilmeyen cahil bir şekildeydi.” fikri her tarafa yayıldı. Böylece bu kirli ideolojiye tarih bilimini de alet etmiş oldular.
Oysa her peygamber, bir medeniyet getirmiş ve ilk insan da Hz. Adem (as) de bir peygamberdir. Dolayısıyla Hz. Adem (a.s) ile başlayan insanlık, kendi zaman ve zeminine göre medeni idi, vahşi değildi. Şimdiki zamanda bile, okuma yazma bilmeyen ve vahşi olarak yaşayan insanlar olduğu gibi, o zamanda daha fazla bedeviyet ve vahşet hakimdi. Ama bu durum başta söylediğimiz gibi umumi değildi.
Ayrıca Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Adem (as)’e her şeyin ismini, anlamını ve niçin yaratıldığını öğrettiğini, imtihanda Hz. Adem (as)’in meleklere üstün geldiğini bildiriyor. Bu nedenle ilk insanın bugünkü anlamda bir konuşmayı bildiği ve seslerle anlaştıkları net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
İlk aletler ve silahlar nasıl icad edildi? İnsanoğlu av aletleri yapmasını, elbise dikmesini, yüz binlerce yıl süren tesadüfî bir evrim sonucu mu öğrendi? Maymunlarla ilk insan arasında tedrici geçiş olabilecek vahşi bir ara dönem oldu mu ve bu dönemde herhangi bir alet geliştirmişler miydi?
Yapılan son arkeolojik araştırmalar, insanoğlunun yaratıldığından beri sanat sahibi medeni bir varlık olduğuna işaret etmektedir.
Bilim adamları, yeni araştırmalar ve fosil kayıtlarından hareketle bugün yaşayan insandan çok farklı olmayan Neanderthal ırktan kabul ettikleri insanların (Homo sapiens neanderthalensis) yaklaşık 300 bin yıl önce yaşadıklarını iddia ederken, bugün yaşayan insanların da (Homo sapiens sapiens) 130 bin yıl kadar önce ortaya çıktığını düşünmektedirler. Ancak bu bilgiler herhangi bir şekilde maymun türleriyle ortak bir atadan geldiği şeklinde yorumlanmamakta, aksine insan türünün zamanla kendi içinde alttürlere farklılaşması şeklinde düşünülmektedir. Nitekim bugün yaşayan zenci ile Japon veya eskimo ile Avustralyalı Aborijin’ler arasında da morfolojik bakımdan birçok farklılıklar mevcut olmakla birlikte hepsi de insandır.
Connecticut Üniversitesi’nden Sally McBrearty’nin raporuna göre. Afrika’da bulunan üzerleri sanatla işlenmiş taş bıçaklar, Avrupa’dakilerden birkaç yüzbin yıl daha öncesine ait olup bugünkü insan ırklarından, 40 bin sene önce Avrupa’da ortaya çıktığını iddia eden geleneksel senaryonun yanlış olduğunu göstermektedir.
NEANDERTHAL’LER DE İNSANDI
Neanderthal insan ırkı fosili ilk defa bir asır önce Almanya’nın Dusseldorf şehrinin Neander vadisindeki bir mağarada bulundu. Evrimciler tarafından önceleri yarı dik yürüyen insan benzeri bir yaratık olarak tasvir edilerek, uzun süre bizlerin en yakın atası olarak takdim edildi. Fakat bazı Neanderthal fosillerinden daha eski olduğu anlaşılan bugün yaşayan insan ırkına ait fosiller, bu iki ırkın onbinlerce sene aynı zamanda birlikte yaşadıklarını açığa çıkardı. Böylece bunların insanın atası değil, bugünkü insan ırkları gibi farklı bir ırk oldukları anlaşıldı. Parçaları kısa bir süre önce birleştirilerek ortaya çıkarılan ve kendi ırkının klasik özelliklerini muhafaza eden 30 bin yıl öncesine ait bir Neanderthal kafatasından elde edilen bilgilere göre, sağlam bünyeli, bizler kadar hatta az daha büyük beyinli bir ırk olan Neanderthal’lerin yaklaşık 30 bin sene önce nesillerinin tükendiği tahmin edilmektedir.
Son buluşlar onların kompleks taş ve kemikten akıllıca yapılmış aletler imal ettiklerini, ateş kullanabildiklerini, hasta ve sakatlara baktıklarını, ölülerini gömdüklerini ve konuştuklarını gösteriyor.
Yakın zamanda bir mağaranın derinliklerinde taş kullanılmadan yapılmış, Neanderthal’lere ait dört duyarlı bir yapı keşfedildi. Mağaranın zifiri karanlığında böyle bir yapı ortaya koyma kapasitesi, Neanderthal’lerin iyi derecede meşale kullanma, faaliyetlerini koordine etme kabiliyetine sahip olduklarını ve herhalde bunları konuşarak yaptıklarını ortaya çıkardı.
Neanderthal’ler bu zihni kabiliyetlerine rağmen, hayat şartlarıyla başetme hususunda diğer insanlardan biraz farklı gözüküyorlar:
Bazı bilim adamları Avrupa’da diğer ırktan insanlar tarafından kullanılan aletlerin, Neanderthal’ler tarafından kullanılan aletlerden çok daha kompleks ve ileri seviyede olduğu iddiasına uzun süreden beri şüpheyle bakmaktaydılar, çünkü Yakın Doğu’da bulunan bunlardan birine ait âletleri, diğerlerinkinden ayırt etmek gerçekten imkansızdı. Nitekim yeni araştırmalar, bu âletlerin teknik seviyelerinin değil de onların kullanma tarzlarının farklı olabileceğini ortaya çıkarmıştır. Rutgers Üniversitesi’nden D.Lieberman ve New York Devlet Üniversitesi’nden J. Shea, Neanderthal’lerin, bazı husus yerleşim yerlerinde yılın farklı zamanlarında ve uzun süreli olarak kaldıkları neticesine vardılar. Hâlbuki diğer ırktan insanların ise muhtemelen daha tedbirli hareket ederek farklı yerleri değişik alternatifler için kullandıkları zannedilmektedir. Lieberman ve Shea’e göre, belli bir araziyi uzun süre işgal etmek kaçınılmaz olarak yiyeceklerin tükenmesine sebep olacaktır ki, bu da Neanderthal’lerin beslenme için çok çalışmak mecburiyetinde kaldıklarını gösteriyor. Bu şekil bir hayat tarzının Neanderthal’leri ciddi zorluklara sevkettiği gözükmekte, küçük yaştan itibaren kendi yiyeceklerini kendileri bulmak mecburiyetlerinden dolayı hayatlarının zor olduğu tahmin edilmektedir.
Anatomik bir prensip olarak, herhangi bir kemik erken yaşlarda aşırı yüklenmeye maruz kalırsa daha çabuk kalınlaşıp sertleşmektedir. Araştırmacı Trinkaus da, araştırmasında Neanderthal kemiklerinin bizlere göre daha kalın ve birçok küçük kırıklarla delik deşik olduklarını gördü. Kullandıkları aletler bu yaralanmaları iki türlü izah edebilirdi: Onların yaptıkları sivri taşlar, atmaktan ziyade tutmaya ve dürtmeye uygun vaziyetteydi. Bu da herhalde onları, ayları tarafından geri tepmelere, dolayısıyla da kemik kırılmalarına maruz bırakıyordu yahut kendi aralarında çok ciddi harpler yapılmaktaydı.
SANATI GELİŞTİREN CEMİYET
Brooks, “İnsanlar Afrika’da en az 100 bin yıl önce kıymetli taşlarını ve diğer eşyaların, değiş-tokuş etmek için uzun mesafeli ticaret şebekeleri kurmuşlardı” diyor. Arizona Üniversitesi’nden M. Stiner ve S. Kuhn: “Halk, ortaklaşa grup avlarının cazibesiyle daha büyük gruplar içinde yaşamaya başlarken, grup hüviyetini ve ferdi şahsiyeti koruma ihtiyacı daha da şiddetlendi” diyorlar.
Toplum hayatının yeni şeyler meydana getirme istidatını geliştirdiğini gösteren en eski sanatlardan biri de boncuk ve kolye işleridir. Fildişi boncuklar elbiselere dikilmiş, etobur hayvan dişleri delinerek kemerlerde ve baş sargılarında kullanılmıştır.
White’a göre böyle tek bir boncuk yapma işi yaklaşık insanın bir saatini alır. Peki insanlar bununla vakitleri bol olduğu için mi uğraştılar? “Hayır” diyor White. Şahsi ziynet eşyaları, insan varlığının o zaman da çok mühim bir parçasıydı. Bu insanlar için de sanat bir ihtiyaçtı. Zaten günümüzde de pahalı saatler, sloganlı tişörtler, kemerler ve buna benzer ziynet eşyaları, bir insanın diğerlerine karşı dünya görüşünü ve statüsünü gösterme ihtiyacım gideren vasıtalardır.
İLERİ SEVİYEDEKİ SANATLAR
Eski insanların mağaralarda icra ettikleri sanat çalışmalarının, toplum hayatında mühim rol oynadıkları anlaşılmaktadır. Bu dehlizler, ihtimamla hazırlanmış merasim yerlerinin bölümleri olabilirler ve günümüzün en iyi teşhir yerleriyle rekabet edebilecek değerdedirler.
Ahenkli seslerin çıkarıldığı kuş kemiğinden yapılmış flütler, günümüzdekilere benzerdir. Bu da musikinin, resim sanatına eşlik etmiş olabileceğini göstermektedir.
Araştırmacılar üç eski mağara içinde şöyle bir deney yaptılar: Mağaralarda yürürlerken değişik perde ve aralıklarda ıslık çalıp, sesin nerelerde duvarlardan en iyi yansıdığını gösteren ayrıntılı bir harita yaptılar. Sesin en iyi yayıldığı akustik yerlerin yanında hemen hemen daima bir sanat eserinin bulunduğunu, sesin iyi yayılmadığı yerlerde de bulunmadığını gördüler.
At, bizon ve diğer benzer hayvanların resimleriyle donatılmış meşhur Lascaux mağarasının (Fransa) ön kısmında bir el çırpma sesi ileri-geri öyle yansımalar yapıyordu ki, ortaya topluca koşan bir hayvan sürüsünün sesi çıkıyordu. Mağaranın panter ve buna benzer sinsice hareket eden hayvan resimlerinin bulunduğu arka kısımlarında ise duvarlar sesi kısarak yansıtıyorlardı.
Anlaşıldığı kadarıyla gelişmiş tarihi sanatlar sadece Avrupa’ya mahsus değil gibi görünmektedir. Mağara resim sanatı aynı zamanda Afrika’da da mevcuttur. Avustralyalı arkeolog R. Jones, Avustralya kaya ressamlığının 60 bin yıl önceye dayandığına işaret etmektedir. Bilinen en eski sanat çalışması sadece bu değildir. Çünkü Avustralya’daki bu resimler insanların 60 bin yıl önce akıllıca planlanmış kayık, sandal, gemi gibi vasıtalar inşa edebildiklerini göstermektedir.
İNANÇ SAHİBİYDİLER
Eski resimlerdeki garip halkalar, noktalar ve hayvanlar üzerindeki rütbe işaretleri gibi esrarengiz işaretlemeler, ressamın bunları metafizik bir atmosfer içinde yapmış olabileceğini düşündürmektedir.
Atalarımızın manevi duygularla hareket ettiklerini gösteren deliller çok eski insan iskeletlerinde bile mevcuttur: İsrail’deki bir mağara sahasında bulunan tahmini olarak 100 bin yıl öncesine ait bir fosil, bir erkeğin ellerine bir çatallı boynuz yerleştirilerek gömüldüğünü gösteriyor. Bu putperest kavimlerde dua olarak yapılan eski bir adettir. Bir diğer eski mezarda, bir kadın bacakları kendine çekik vaziyette gömülürken yanına da küçük bir çocuk gömülmüştür. Onların bu şekilde beraberce gömülmeleri, büyük bir ihtimalle ölümlerinden sonra da beraber olacaklarına inandıklarını düşündürmektedir.
KÜLTÜREL PATLAMA
Mağara sanatlarının ifade ettiği sosyal düzen ve yerleşim dediğimiz şey, 40 bin yıl önce vuku bulmuş kültürel bir patlamadır. İnsanlık tarihi boyunca taş, kemik gibi âletler üzerinde çok küçük bir grubun çalıştığı düşünülmektedir. Ama bunlar toplumun işine yaradığından, bu aletlerin de yapımı muhtemelen devam etmiştir, aksi halde o alet silinir giderdi.
Bazı yer tabakalarının incelenmesinden, tahmin edildiğine göre 8000 sene evvel denizlerde değişmelerin olduğu düşünülmektedir. Bundan sonra atalarımız topluluklar halinde avlanmayı bırakıp, sürüp ekip biçmeye döndüler. Demek ki onlar önceden de çiftçiliği, zira- atı biliyorlardı. İklimdeki değişmeler dolayısıyla azalan yiyeceğe ve artan nüfusa karşı ziraata kaymış oldular.
Çok eskiye ait çok akıllıca yapılmış aletler gösteriyor ki, atalarımız baştan beri normal birer insan olarak yeni şeyler icad edebilecek keşfedici bir zekâya ve düşünceye sahip idiler. Ama bu kapasitelerini her zaman ve her yerde gösterememiş olabilirler. Zira bu hususta söylenen herşey sadece bir tahminden ve fikir yürütmeden ibarettir. Yarın ortaya çıkabilecek herhangi bir keşif, bütün bildiklerimizi ve iddialarımızı kökten değiştirebilir.
Connecticut Üniversitesi’nden McBrearty, 250 bin yıldan daha önceye ait olduğu tahmin edilen taş zıpkınlar buldu. Ama buna karşılık başka yerde 40 bin sene kadar önce yapılmış, bunlardan daha basit, daha az gelişmiş alet örnekleri de vardı. Bu da gösteriyordu ki, her zaman her yerde alet yapabilmeyi sürdüren ve diğer insanlara da öğretip nakleden sosyal bir ağ yoktu.
Demek ki medeniyetler bazen yükselmiş, zirveye çıkmış, sonra da yıkılarak yer yer gerilemişti. Şimdi bile çok geri bir hayat yaşayan kabilelerin varlığı gibi.
“Açıkça, eski insanlar arasında icadı ve buluşu güçlendiren, teşvik ve ilham eden son derece sağlam cemiyet yapısı, zengin insani münasebetler vardı. Mağaralarda resim yapan, âlet icad edip eserler meydana getiren sanatkârlar, aynı zamanda ruhi melekelere sahip, kuvvetli,fazilet adamıydılar. Onlar teknolojideki rollerinin yanı sıra, resim yapmayı, musikiyi ve güzellikleri de seviyorlardı” diyen araştırmacılara göre eski insanlar içinde de âlim ve fazıl kişiler, sanatkârlar yetişmiş, topluma yön vermiş, medeniyet seviyesini yükselmişlerdi. Demek ki ilk insanlar evrimcilerin iddia ettikleri gibi zamanla maymundan gelişmiş, konuşma bilmediğinden işaretle anlaşan, vahşi insanlar değillerdi.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyruluyor: “O, Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara, 31)
Bu husustaki ayetin açıklamasıyla alakalı İbn-i Cerir ve İbn-i Kesir gibi hadisleri kullanarak yapılan tefsirlere bakıldığında “Allah Hz. Âdem’e her şeyin ismini öğretti ve Âdem her şeyi ismi ile adlandırıyordu, herşey Âdeme topluca sunulmuştur.” şeklindeki izahlardan, Hz. Âdem’in düşünen, alet icad eden, aile sahibi ve değişik sanatların gelişmesine imkân veren istidat ve kabiliyetlerle yaratılmış olduğu anlaşılmaktadır.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
İlk insan Hz. Adem mi, ondan önce başka Adem var mı?
Soran : Anonim
Tarih: 28.04.2020 - 06:13 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kur'an ve hadislerin açık ifadesiyle, ilk insan Hz. Âdem’dir, ondan önce başka insan yoktur.
Ne yazık ki, bazı kimseler, ilk insan Hz. Âdem'den önce Âdemlerin olduğunu iddia ediyor, bazı İlahiyatçılar tarafından da dile getiriliyor.
Hem Hz. Âdem'in yaratılışı ve hem de Âdem'den önce Âdemlerin olmadığını kısaca açıklayacağız inşallah.
İlk insan nasıldır yaratılmıştır?
Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i topraktan yarattığını, muhtelif ayetlerde beyan buyurmaktadır. Bunlardan bazıları şöyledir:
“Andolsun biz insanı kuru bir çamurdan, değişmiş cıvık balçıktan yarattık.”(1)
“Andolsun ki biz insanı, çamurdan süzülmüş bir hülasadan (özden) yarattık.”(2)
“Allah Âdemi topraktan yarattı. Sonra ona 'Ol.' dedi ve o da oluverdi.”(3)
Sad suresinden, şeytanın da Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığına şahitlik ettiğini anlıyoruz:
“Ben ondan (Hz. Âdem'den) daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın. Onu ise balçıktan yarattın.”(4)
Bu ayet-i kerimelerden, Hz. Âdem’in yaratılışının toprakla başladığını, daha sonra bunun çamur halini aldığını anlıyoruz. Bu çamur da süzülerek “çamur özü” hâsıl olmuş, bundan da ilk insan Hz. Âdem yaratılmıştır.
İlk insanın bu yaratılışında, günümüzdeki insanın yaratılışında olduğu gibi tedricilik vardır. Yani, nasıl ki günümüzde, yaklaşık dokuz ayda bir insan, yavaş yavaş anne karnında şekilleniyorsa, topraktan çamura, çamurdan balçığa, balçıktan, tın tın öten bir yapıya, oradan da bu yapının insan şekline dönüştüğünü anlamak mümkündür.
Bir ayette Cenab-ı Hak, insanın merhale merhale yaratıldığını şöyle belirtir:
“Hâlbuki O, sizi çeşitli merhaleler halinde yarattı.”(5)
Burada gerek ilk insanın ve gerekse onun neslinden gelenlerin yaratılış safhaları nazara verilmektedir. İnsanın ilk şekli olan cenine ruh gelinceye kadar ceninin gelişmesinde, bitki ve hayvanlardaki gibi, büyüme, gelişme ve farklılaşma kanunları görülür. O kanunlara göre cenin büyütülüp geliştirilir. Ruhun bedene gelmesiyle ceninde yeni bir safha başlar.
Dünya imtihan yeri olduğu için, Cenab-ı Hak, pek çok sebebe ve hikmete binaen, burada bütün varlıkları yavaş yavaş ve zaman içerisinde yaratıyor.
Cenab-ı Hakk’ın, Hz. Âdem’e ruh üfleyince meleklerin kendisi adına Hz. Âdem’e secde etmesini istediği, ama meleklerle aynı makamda olan şeytanın bu emre uymadığı şöyle bildirilir:
"Onu (şeklini) düzeltip ona ruhumdan üflediğim zaman, kendisi için derhâl (bana) secdeye kapanın."(6)
"Sizi yarattık, sonra size şekil verdik, sonra da meleklere: ‘Âdem’e secde edin.’ dedik."(7)
"(İblis): ‘Ben bir salsaldan (kurumuş çamurdan), değişken bir balçıktan (hamein mesnûn) yarattığın insana secde edemem!’ dedi."(8)
Günümüzde evrimcilerin iddia ettiği gibi insan maymun gibi aşağı yapılı hayvanlardan yaratılmış olsa idi, şeytan bunu nazara verirdi. Halbuki o, Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığını itiraf etmektedir.
Şu ayet-i kerimede de yaratılışın bütün safhalarına işaret edilir:
"Ey insanlar! Eğer öldükten sonra dirilmek hususunda herhangi bir şüphe içinde iseniz, şu muhakkaktır ki biz sizi(n aslınızı) topraktan, sonra (onun neslini) insan suyundan (spermadan), sonra alaka (yapışkan şey)’dan, daha sonra da hilkati belli belirsiz bir çiğnem etten yarattık (ve bunları) size (kudretimizin kemalini) apaçık gösterelim diye (yaptık), sizi dileyeceğimiz muayyen bir vakte kadar rahimlerde tutuyoruz, sonra sizi bir çocuk olarak çıkarıyoruz."(9)
Bir hadis-i şerifte de yukarıdakine benzer bir yaratılışa işaret edilir:
"Her birinizin yaratılışı, ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toparlanır. Sonra aynen öyle (aynı kırk gün içinde) alaka (yapışkan şey) olur. Sonra yine öyle (aynı kırk gün içinde) mudga (et parçası) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler."(10)
Bu hadiste, zigot, morula ve blastula safhaları “derlenip toparlanma” devresi (nufte) olarak ifade edilmiştir. Yumurtalık kanalında döllenen yumurta, ana rahmine doğru indirilmeye başlar. Daha inerken bile bölünmektedir. Ana rahmine gelen yumurta, plesanta (eş) teşekkül edince mukoza ve kaslar içine iyice yapışarak gömülür. Bir başka ifadeyle, tohum gibi ekilir. Bu safha, ayet ve hadislerde “alaka” kelimesiyle ifade edilir.
Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz mı?
Allah insanı başka canlıdan evrimleştirmiş olamaz. Çünkü Cenab-ı Hak insanı en güzel surette yarattığını şöyle beyan ediyor:
"İncire, zeytine, Sina dağına ve şu emin beldeye yemin ederim ki, biz insanı en güzel surette yarattık."(11)
Bu ayetlerden anlaşılıyor ki, Cenab-ı Hak insanı biçim, suret, endam bakımından en güzel bir mahiyette ve surette yaratmıştır.
Yüze uygun göz, ağıza uygun diş, vücuda uygun bir baş vererek, her aza ve organı belirli bir ölçü ve şekilde ve olması lazım gelen yerde ve sayıda halk etmiştir.
O insanı akıl, hayal, hafıza, merak, endişe, korku, muhabbet ve şefkat gibi duygularla bezetmiştir.
Her türlü inceliği ve güzelliği görecek göz, her sesi işitebilecek kulak, her tadı alabilecek bir dil, her manayı anlayabilecek bir akıl ve her şeyi tahayyül edebilecek bir hayal dünyasını ihsan etmiştir.
İşte bu maddî yapısı ve mana yönüyle hayvanlardan üstün kılınarak yeryüzünün halifesi ve Allah’ın muhatabı yapılmıştır. İnsan Allah’ın isimlerine en geniş ve külli manada ayna olmaktadır. Bu yönüyle meleklerden üstündür. Mesela, insan hastalıkla Allah’ın Şafi ismine ayna olduğu ve onu anladığı gibi, açlıkla da O’nun Rezzak ismine ayna olmakta, melekler bu gibi isimlere ayna olamadığı için, insan bu yönüyle melekleri geride bırakmaktadır.
Meallerini vereceğimiz ayetler, ilk insanın yaratılışından itibaren ahirette diriltilinceye kadar başından geçen ve geçecek bütün olayları özetlemektedir. Burada, insanın, insan olarak yaratıldığı ve kesinlikle başka canlıların evrimleşmesiyle meydana gelmediği açık olarak belirtilmektedir.
"And olsun ki biz insanı çamurun özünden yarattık. Sonra onu sağlam ve korunmuş olan anne rahmine bir damla su olarak yerleştirdik. Sonra o su damlasını yapışkan bir şekle getirdik. Sonra onu bir parça et olarak yarattık. O et parçasını kemikler olarak yarattık. Kemiklere de et giydirdik. Sonra da onu, bambaşka bir yaratılışla inşa ettik. Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah’ın şanı ne yücedir!"
"Sonra siz, bunun ardından muhakkak öleceksiniz. Sonra da kıyamet gününde diriltileceksiniz."(12)
Bu ayetlerde Cenab-ı Hak, ilk insan Hz. Âdem’i, ondan eşini ve o ikisinden de günümüzdeki insanları, insan olarak ve en güzel şekilde yarattığını gayet açık şekilde beyan buyurmaktadır. Bütün bunlardan sonra, insanın başka varlıklardan evrimleştiğini vehmetmek, bu ayetlere uygun değildir ve bir Müslüman böyle düşünemez.
Allah isterse maymundan insanı yaratamaz mı?
Allah isterse istediğini istediği şekilde yaratır. Bu mümkündür. Ama vaki değildir. Her mümkün vaki olmaz. Şu anda Karadeniz’in yere batması mümkündür. O imkân vaki olmuş mudur? Bir mümkünün vaki olduğuna, yani meydana getirildiğine delil lazımdır. İnsanın maymundan veya maymun benzeri varlıklardan yaratılmadığına en büyük delil, Allah’ın ayetleriyle bildirdiği beyanıdır. Diğeri de kevni ayetleri dediğimiz kâinat kitabında yazdığı, ya da koyduğu kanun ve prensiplerdir.
Bunların başında canlıların genetik yapısının özelliğidir. Genetik yapının büyük kısmını teşkil eden genlerin, her canlı türü için sabit olduğunu, değişerek başka canlıyı verecek şekilde planlanmadığını anlıyoruz. Bir başka husus da, hayvan ve insanlarda, her bir canlı türünün beden yapısına uygun ruh verildiğini görüyoruz.
Koyunun bacaklarını ve kulaklarını ve hatta kafasını kurdun kafasıyla değiştirmekle, siz o koyuna hayvanları parçalattıramazsınız. Çünkü onun ruh yapısı buna uygun yaratılmamıştır.
Bazı İslâm alimlerinin insanın maymundan evrimleşmiş olabileceğine ait delilleri nedir?
Evrimcilerin ileriye sürdüğü sahtekârlık ürünü olan fosilleri gerçek olarak kabul etmeleridir. O fosillere göre yapılan yorumlara paralel düşünce ortaya koymak için bazı ayetleri kendi düşüncelerine göre konuşturmaktadırlar.
Hz. Âdem’den önce de Âdemlerin varlığını ileriye sürmelerinin bir hakikati var mıdır?
Hiçbir hakikati yoktur. Bu konuda yorum yapanların önüne sürülen fosil delili Jawa Adam (Pithecantropus erectus)tur.
Bir uyluk kemiği, bir çene parçası iki azı dişinden ibaret olan ve 1891 yılında Dr. Dubois tarafından ileriye sürülen bu fosil, 30 yıl sonra bizzat Dubois tarafından, uyluk kemiğinin insana, çene ve dişlerin orangutan maymununa ait olduğu itiraf edilmiştir.
Evrimciler tarafından insanın maymun-insan arası atası olduğu iddia edilen Java Adamını biraz daha yakından tanıyalım.
Java Adamı (Pithecanthropus erectus veya Homo erectus)
Hollandalı anatomist Eugene Dubois, 1887 yılında karısı ve çocuklarıyla birlikte Doğu Hindistan’da Hollanda kolonisi olan Java’ya, “Hollanda ordusu sağlık elemanı” olarak yola çıktı. Dubois, Haeckel’in ileri sürdüğü Dilsiz Maymun Adam’ı, yine onların gösterdiği yerde bulmaya gidiyordu. Dubois, Sumatra’ya varışından itibaren iki yıl içinde hükûmeti, Java’da paleontolojik kazı yapmaya ikna etti. Trinil köyü yakınındaki Solo Irmağı kenarında kazıyı yapmak için mahkûm işçiler ve bu kazıyı kontrol etmek için de askerler verildi. Dubois’in bu kazılarda alan çalışmasına katılmadığı, mahkûm işçilerin periyodik olarak taşıdığı bulguları evinde incelemekle yetindiği belirtilir.(13)
1891 yılında Dubois, önüne gelen kemikler arasında iki önemli bulguyla karşılaşmıştır. Bunlar, bir ay arayla aynı fosil yatağında bulunmuş bir diş ile bir kafatası idi. Ancak bunların kazı esnasında kaydı tutulmadığı için tam yerleri tespit edilememişti. Başlangıçta Dubois bunların bir şempanzeye ait olduğu kanaatine vardı. Ancak birkaç ay sonra mahkûmlar aynı kazı alanında bir uyluk kemiği buldular. Bu, dik yürüyen bir insanın uyluk kemiğiydi. Dubois bu parçaları birleştirerek Pithecanthropus erectus (Homo erectus) (Dik Yürüyen Maymun Adam)’u meydana getirdi. Bu varlığın beyin hacmi yaklaşık 900 cc kadardı. 1898 yılında da bir küçük azı dişi bulundu. Bu dişlerin de Pithecanthropus’a (Homo erectus’a) ait olduğu belirtildi. Bu varlığın yaşı da 500 bin yıl olarak tahmin edildi.
Dubois bu fosilleri 1895 yılında Leyden’de yapılan Milletlerarası Zooloji Kongresi’nde açıkladığı zaman, İngiliz zoologları bu fosillerin insana, Almanlar insan benzeri maymuna, Fransızlar ise ileri yapılı maymun ile insan arasında bir geçiş formuna ait olduğunu ileri sürdüler.
Java Adamı’nın (Homo erectus) kritiği
Koenigswald, Java Adamı’ndaki büyük iki azı dişinin orangutana, küçük azı dişinin de insana ait olduğu kanaatindedir. Kafatasının da şempanze ve gibbonların kafataslarına benzediğini belirtir.(14)
1906 yılında Dubois’in fosilleri bulduğu yerde büyük bir kazı yapılmış, fakat küçük bir kemik parçası haricinde bir şey bulunamamıştır. “Java Adamı”(Homo erectus) olarak adlandırılan varlığın, hakikatte şempanze veya goril tipi bir maymun olduğu, maymuna ait kafatasının insanın uyluk kemiğiyle birleştirilerek buna “Pithecanthropus erectus” (Jawa Adamı-Homo erectus) adı verildiği ifade edilir.(15)
Burada dikkati çeken husus, Pithecanthropus (Homo erectus) fosilini bulan Dubois’in 1922 yılındaki itirafının dikkate alınmayışıdır. Howells, “Mankind in the Making” adlı eserinde, Dubois’in, ilk fosili bulduğu yerde, beyin hacmi günümüz insanınkine yakın iki kafatası bulduğunu belirtir. Ancak, Dubois, bulduğu bu kafataslarını 30 yıl açıklamamıştır. Otuz yıl sonra Dubois, Java Adamı (Pithecanthropus-Homo erectus) olarak ileriye sürdüğü varlığın, aslında büyük bir gibbon maymunu olduğunu itiraf etmiştir.(16)
Dubois’in bu açıklamasına Arkeoloji Ansiklopedisi de yer vermiştir ve orada şöyle denmektedir:
“Dubois’in, önce ‘dik yürüyen insan’ ismini verdiği yeni statü, çok muhalefetle karşılaştı. Ama sonradan Dubois’in kendisi de fikrini değiştirip, bulduğu fosillerin büyük bir ape (iri yapılı maymun) olduğunu söylemesine rağmen, bu kafatası genel bir kabul gördü."(17)
Evrimin iddia edildiği gibi bilimsel bir hakikati yoksa, niçin bu konuda bütün dünyada hassasiyetle üzerinde duruluyor?
Bu sorunun cevabını muhtemelen Amerikalı bir bilim adamı Tan C., Tomkins J. veriyor. O şöyle diyor:
“ABD’de 2002 yılından 2014 yılına kadar, on iki yıl içinde evrim hayat ağacını oluşturmayı öneren 275 projeye yaklaşık 180 milyar ABD doları destek sağlanmıştır.”
Yaklaşık yıllık 100 milyar lira. Bu tip destekler genellikle bir takım vakıf ve dernekler kanalıyla yapılmaktadır. Tabii bu gün yüzüne çıkanın sadece çok az bir kısmı olduğundan hiç şüpheniz olmasın.
Bazı teşkilatların ve mahfillerin evrimi desteklemelerinin sebebi nedir?
Bunun cevabını bir hatıramı naklederek vermek isterim.
2019 yılı Temmuz ayında Sudan’dan ve Malezya’dan öğretim üyeleri ile bir toplantımız oldu. Sudanlı öğretim üyesi; “Bizde hocalar derslere 'Madde ezelidir.' diye başlar.” dedi. Malezyalı öğretim üyesi de “Bir öğrencimiz biyoloji dersi aldı, bunalıma girdi. Din değiştirme durumuna geldi.” dedi.
İslâm ülkelerindeki gençleri adetlerine, ananelerine, kültür ve manevî değerlerine yabancılaştırmanın ve düşman haline getirmenin yolu, onları dinlerinden soğutmaktır. Bunun en kolay yolu da ateizme dayalı evrim felsefesini bilimsel bilgi gibi gençlere sunmaktır. Hal-i âlem buna şahittir.
Melekler insanın kan dökücü özelliğini nereden biliyordu?
Evrimci yaratılışçıların evrime delil sadedinde zikrettikleri ayetlerden birisi; “Hani, Rabbin meleklere, 'Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım.' demişti. Onlar, 'Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın? Oysa biz sana hamd ederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.' demişler. Allah da 'Ben sizin bilmediğinizi bilirim.' demişti.”(18) ayetidir.
Bu ayetteki; “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?” ifadesinden hareketle, insanın kemâlini bulmadan önceki vahşi atalarına atıfta bulunduğuna işaret edildiği iddia edilmektedir. Güya melekler insan öncesi bu atalara bakarak bu ifadeyi kullanmışlardır. Hâlbuki fesat ve kan dökücülük vasfı maymunlarda değil insanlarda görülmüştür ve görülmektedir. Çünkü bütün hayvanlar yeryüzündeki dengeye hizmet etmektedirler. Bu dengeyi bozan, fesat çıkaran tek varlık insandır.
Burada “Melekler insanın bu özelliğini nereden biliyordu?” sorusunun cevabını, Taberi de buluyoruz.
Taberî'nin İbn Abbas, İbn Mes'ûd ve ashâbdan daha başka kimselerden naklettiğine göre, Yüce Allah meleklere; "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım." deyince melekler "Rabbimiz bu halîfe ne olacaktır?" derler. O da "Onun yeryüzünde fesat çıkaran birbirine hased eden, birbirini öldüren zürriyyeti olacaktır." buyurur. Böylece melekler yaratılacak olan bu varlık hakkında bilgilendirilmiş oluyor.
İşte bu görüş ayette zikredilmemiş olan diyaloğu ortaya koyuyor. Yani, "Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım" ve "Dediler ki, sen orada fesat çıkaracak, kan dökecek birini mi yaratacaksın?" ifadelerinin arasını açıklıyor.(19)
Bazılarınca evrimci bir felsefe ile insanın ilk yaratılış konusuna yaklaşılmakta, çoğu zaman güya yeni bir görüş ortaya atma hevesinden, ya da evrimcileri destekleme meylinden, ayet metninin ne dediğinden çok, metne evrim hakkında ne söyletebilirim yaklaşımının hâkim olduğu görülmektedir. Güya insan benzeri varlığa delil olarak da sahtekarlığı bilim aleminde ispatlanmış Jawa Adamı (Pithecanhtropus erectus) nazara verilmektedir. (20)
Kur'an’da; “Allah sizi yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi” ifadesini nasıl anlamak gerekir?
وَاللَّهُ أَنبَتَكُم مِّنَ الْأَرْضِ نَبَاتًا Bazı evrimciler tarafından Nuh Suresinin bu 17. ayetine; “Allah sizi (babanız Âdem’i) yerden (bitki bitirir gibi) bitirdi” şeklinde mana verilmektedir. Bu ayette mef’ul-i mutlak olan nebât kelimesi Kurtubî’nin ifade ettiği gibi, inbât manasında mastarın yerini tutan bir isim olduğu halde, yani enbete-bitirdi (yarattı) kelimesini pekiştirmek için geldiği halde, nebât kelimesi Türkçede bitki anlamına geldiği için ayette de o manada olduğu zannıyla bitki manası verilip, cümledeki yeri de “hal” olarak değerlendirilerek pek çok mealde “Allah, sizi de yerden bitki bitirir gibi bitirmiştir” manasını verilmiş, bazıları ise “Allah, sizi de yerden bitki olarak bitirmiştir.” manasını vermişlerdir.
Hâlbuki burada kastedilen mana Hz. Âdem’in güzel ve mükemmel bir şekilde topraktan yaratılmasıdır. Yani yaratma ifadesi benzer bir kelimeyle (enbete kelimesiyle) ifade edilmiştir. Ayetin sonundaki nebâten ise inbât yerine kullanılmış (bitirme-yaratma) manasında meful-i mutlaktır. Dolayısıyla ayetin manası Fikri Yavuz mealinde de belirtildiği gibi “Allah sizi (babanız Âdem’i) arzdan yaratıp meydana çıkardı” şeklindedir. Tefsirlerde de bu kelimeye inşâ etmek manası verilmiştir. Mesela Taberi şöyle tefsir ediyor:
“Allah sizi yerin toprağından yaratıp inşa etti.”
Kurtubi de şöyle diyor:
“Ayetteki nebaten ifadesi asıl mastarın dışında bir mastardır. Çünkü “Enbete” fiilinin asıl mastarı “inbât”’tır. Böylece isim (nebât) mastar (inbât) yerinde kullanılmıştır.
Razi’nin ifadesi de şöyle:
“Ayette أنبتكم إنباتاً denmesi beklenirken, أنبتكم نباتاً denilmiştir. Buradaki nükte “inbat”ın Allah’ın sıfatı olup müşahede edilmeyen bir durum olmasıdır.
Bu ayetin devamı olan ثُمَّ يُعِيدُكُمْ فِيهَا وَيُخْرِجُكُمْ إِخْرَاجًا “Sonra sizi yine oraya döndürecek ve sizi (yeniden) çıkaracaktır.” ifadesine bakılınca bu ayetin manası daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu ayette Allah’ın varlığı, kudreti ifade edildiği gibi, öldükten sonra dirilişin Allah için ne kadar kolay olduğu da belirtiliyor. Sizi yerden bir kere yaratan Allah, ölüp toprağa karışmanızın ardından sizi tekrar oradan çıkarabilir. Elbette buna da gücü yeter deniyor. İşte bu kıyası zihinlere yerleştirmek için bu ayette inbât (topraktan bitirme) kelimesi tercih edilmiştir. Bu ayetin bir benzeri de مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَفِيهَا نُعِيدُكُمْ وَمِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً أُخْرَى “Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız.”(21) ayetidir.
Görüldüğü gibi bu ayetle Nuh, 17. ayet arasındaki fark, yaratma manasında birinde enbete kelimesinin diğerinde ise halakna kelimesinin kullanılmış olmasıdır. Her iki ayet de aynı maksatlarla sevk olunmuştur.
Hz. Meryem’in yaratılışının güzelliğini ifade etmek için bildirilen;
“Onu güzel bir şekilde yaratıp inşa etti, büyüttü (Ve enbete hâne bâten hasenen).”(22) ayetindeki nebat kelimesinin bitki manasında olmadığı “büyütme/yaratma” manasında olduğu açık olduğu gibi (Çünkü Hz. Meryem’in bitki olarak yaratılmadığı yetiştirilmediği, bitkiden insana dönüşmediği açıktır!), Nuh, 17. ayette de böyledir. Özetle, “enbete” fiili de yaratma manasında kullanılan kelimelerdendir.
Kaynaklar:
1. Hicr Suresi, 26. ayet.
2. Mü’minun Suresi, 12. ayet.
3. Âli İmran Suresi, 59. ayet.
4. Sâd Suresi, 76. ayet.
5. Nuh Suresi, 14. ayet.
6. Sâd Suresi, 72. ayet.
7. A’râf Suresi, 11. ayet.
8. Hicr Suresi, 33. ayet.
9. Hacc Suresi, 5. ayet.
10. Müslim, Sahih, Kitabü'l-Kader 1.
11. Tîn Suresi, 1-4. ayetler.
12. Mü’minin Suresi, 12-16. ayetler.
13. Richard, M. Shattering the Myths of Darwinism. Terc. İ. Kapaklıkaya. Son Tartışmalar Işığında Darwinizm’in Mitleri. Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2003.
14. Boule, M. and Valoıs, H.M. Fossil Man. The Dreyden Press. New York. 1957, p.118-123.
15. Gish, D.T. Evolution: The Fossils Say No! 1981. Terc. Â. Tatlı, Fosiller ve Evrim. Cihan Yayınları, İstanbul. 1984.
16. Howells, W. Mankind in the Making. Doubleday and CO. Garden City N.Y.P. 1967, 155-156.
17. Cottrell, L. The Concise Encylopedia Archeology. Hawthorn. New York. 1960, P. 394.
18. Bakara Suresi, 30.ayet.
19. Güllüce, V. Kur’an Işığında Evrimci Yaratılış Görüşünün Değerlendirilmesi. Edit. Âdem Tatlı ve ark. Ayetlerin ve Hadislerin Dilinden yaratılış. Hilal Ofset, Isparta, 2018, s. 9.
20. Tatlı, Â. Evrime delil olarak ileriye sürülen ara formlar. Edit. Âdem Tatlı ve İdris Görmez. Bilimlerin Dilinden Yaratılış. Hilal Ofset, Isparta, 2019, s. 396.
21. Tâhâ Suresi, 55.ayet.
.
.
Hz. Âdem ve Hz. Havva ilk insanlar olduğuna göre, eski çağın insanları nasıl konuşamıyor, avlanamıyor?
Değerli Kardeşimiz
Çoğumuzun zihnini kurcalar: İlk insanlar ne idi, vahşi mi, medeni mi? Bu mesele üzerine kafamıza girmiş olan fikirleri ciddi şekilde tetkikten geçirecek olsak, onları pek karışık ve hatta birbirine zıt buluruz. Biz burada, teferruata girmeden bu konudaki fikirlerin başlıcalarını ve kaynaklarını belirtmeye çalışacağız.
İnsanlığın başlangıcı hakkında halen üç görüş yaygındır(*):
1. Evrimci görüş,
2. İslami görüş,
3. İlmi görüş.
1. Batı Kaynaklı Evrimci Görüş: Buna göre, insanların atası maymundur. Maymun kılını atarak insan olmuştur. Maymunluktan sonra teşekkül eden ilk insan cemiyeti (bazılarına göre cemiyetleri), korkunç bir vahşet devri geçirmiştir. El yordamıyla ilerleyen bu ilk vahşiler, bir kısım tesadüflerin de yardımıyla bazı teknikleri elde etmişlerdir. Söz gelişi, kuru odunları birbirine sürterek ateşi bulurlar. Bir orman yangınında telef olan hayvanla pişirmeyi, ocağın yanında yanarak sertleşmiş olan çamurla da seramiği keşfederler vs. Bu şekilde, gittikçe ilerleyen insanlık, en üst seviyeye Batı`da ulaşmıştır. Batı medeniyeti insanlığın en yüce, en üstün medeniyetidir. Bütün insanlık onu benimsemek zorundadır. Onun dışında kalan sistemlere "Medeniyet" denemez. Çin, Hint, İslam medeniyetleri, bu sebeple barbarlıktır, vahşettir, geriliktir. "Medenileşmek" isteyen her fert, her cemiyet onu benimsemeye mecburdur, mahkumdur vs.
2. İslami Görüş: Kur`an-ı Kerim tarafından ortaya konan bu görüşe göre, ilk insan Hz. Âdem (as)`dir ve bir peygamberdir. Hz. Âdem, peygamber olması hasebiyle, vahye mazhardır ve kendisine kitap gelmiştir. Bu kitapta insanlar için zaruri ve gerekli olan bilgiler vardır.
Gerekli bilgilerden maksat sadece dini olanlar değildir. Maddi hayatla ilgili olanlar da buna dahildir. Nitekim, bazı rivayetler, Hz. Âdem`in cennetten, beraberinde, insan hayatının devamı ve teknolojinin gelişmesi için şart olan teknik teçhizatı da getirdiğini belirtir: Örs, kerpeten, çekiç, iğne, gürz bunlardandır. (Razi, Tefsir, 29/241-243; İbn Kesir, 6/566)
Dinimiz bu temel görüşe ilaveten, hiçbir devirde insanların başı boş bırakılmadığını, her kavme mutlaka peygamber gönderildiğini de haber verir. Kur`an-ı Kerim, geçmiş kavimlerden Allah`ın emirlerine uyanların güçlü medeniyetler kurduğunu, azanların ilahi cezalara maruz kalarak yıkılıp gittiklerini ve yeryüzünde isimlerinin bile unutulduğunu tekrar tekrar ifade eder.
Bu söylenen görüşler, insanların düşüncelerine, derin etkilerde bulunmuştur. Bir kaç tanesini belirtelim:
- Avrupa medeniyetinin en üstün, en son medeniyet olduğu görüşü, Avrupalılara, bir egoizm vermiştir. Bu bencillik, askeri ve ekonomik üstünlüğü elinde tutan Batılıların, tarihte görülmeyen vahşi metotlarla sömürgeleştirdikleri kavimleri "medenileştirme" adına imha etmelerine sebep olmuştur. Keşfedildiği asırda milyonlarla Kızılderilinin yaşadığı Amerika`da bugün o ırk sönmüştür. Okyanus adalarında ve Afrika`da yaşayan "medenileşmeyecek yaratılışta" olduğuna hükmedilen vahşiler(!) (yerli, iptidai, barbar, şarklı kelimeleri de aynı manada kullanılır) günümüzde bile aynı telakkinin kurbanları olmaya devam ediyorlar.
- Bilhassa 19. asırla 20. asrın ilk çeyreğinde hemen hemen bütün dünya "aydın"larını yönlendirmiş olan Batı menşeli görüş, Batı dışında kalan milletleri "medenileşmek için Batılılaşmak" kompleksine iterek, maddi ve manevi büyük yıkımlara sebep olmuştur. Bunun en güzel örneği Türkiye`mizdir. Bu maksatla yapılan bütün çalışmalar -herhangi bir müspet ve yapıcı hizmet sunmaksızın- korkunç bir anarşide karar kılmıştır.
- Peygamberlerin teknikte de örnek oldukları, insanlık tarihinde kaydedilen teknik merhalelerin peygamberler sayesinde gerçekleştirilmiş bulunduğu prensip olarak benimsenmeyince, geçmişle ilgili durumlar sağlıklı bir şekilde izah edilememiştir. Eski devirlerden günümüze intikal eden harika eserler var. Bunlar o kadar harika ki, yukarıda açıklanan Batılı anlayış gereğince vahşi addedilen eski insanların eliyle yapılmış olması mümkün değildir. Mesela Piri Reis`in çizdiği dünya haritası, bu zihniyete sahip bir Batılıya göre, "Fezadan gelen devlerin çizdiği asıllarının kopyasının kopyasının kopyasıdır.". Çünkü Piri Reis Batılı değildir, şu halde barbardır, vahşidir ve dolayısıyla böyle mükemmel bir eser vermesi mümkün değildir.
Bu zihniyet, Batı menşeli olmayan bütün tarihi eserleri böyle izah edecektir. Aynı yazar, Peru`da, kuru çamurun içinde bulunmuş olan ve fevkalade mükemmelliği belirtilen bir takvimle alakalı olarak da şu açıklamayı yapar:
"Bu mükemmellikde, onu tasarlayan, ortaya koyan ve kullananların bizden üstün bir uygarlık (medeniyet) seviyesine ulaşmış olduğunu ispatlamaktadır. KENDİMİZE OLAN SONSUZ GÜVENİMİZ BU İSBATI NASIL KABUL EDECEK BİLMİYORUM".
Keza, bir heykel üzerindeki şekillerde okunan bir kısım astronomik bilgilerle alakalı olarak da şu yorum ileri sürülür:
"Bu astronomi bilgisini, yapı sanatında bile pek geri olan iptidai insanlar mı bir araya getirmişti, yoksa bu bilgi dünya dışı bir kaynaktan mı gelmiştir?"
Kendi dışında kalan insanlığı vahşete mahkum eden Batı zihniyeti, geçmiş devletlerden intikal eden, izahı imkansız(!) pek çok ilmi ve teknik harikaları saydıktan sonra, bunları izah sadedinde, şu safsataya düşer:
"Bizden önce yüksek bir kültürün ya da eşit seviyede bir teknolojinin varlığını kabul edemeyeceğimize göre, bir tek nazariye kalıyor: Uzaydan (fezadan) bir ziyaretçi".
Kur`an-ı Kerim`in verdiği bir espri ile bakınca, böylesi harika eserlerin, insani olduğu, ancak İlahi vahye mazhar peygamberlerin irşadına dayandığı kabul edilir. Zira Kur`an-ı Kerim, insanlığın geçmişini vahşet ve cehalete mahkum etmez. Aksine, bir kısım eski milletlerden bahsederken, onların "kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" olduklarını ve "yeryüzünde daha çok, daha sağlam eserler bıraktıkları"nı belirtir. (Şu ayetler görülebilir: Tevbe, 9/69; Fatır, 35/44; Muhammed, 47/12; Mü`min, 4/21, 82; Kasas, 28/76-78).
Terakkiyi inkar mı? Kur`an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerden (Hz. Peygamberin sözlerinden) esasını alan İslam telakkisi, insanlığın gitgide terakki ettiğini inkar etmez. "İlk cemiyet medenidir." derken, bugünkü manada içtimai ve teknik teçhizata sahiptir demek istemez. Onlar duyulan ihtiyaç nispetinde teknik ve kültürel teçhizata sahiptir. Kanunu ve kaideleri ilk cemiyetin sadeliği nispetinde basit ve mahduttur. Nüfus artıp, içtimai tansiyon (sosyal gerilim) kesafet kazandıkça, gerek teknik ve gerekse kanun ve kaideler yönüyle zenginleşmeye, gelişmeye ihtiyaç duyulmuştur.
Bu ihtiyaç da birbirini takip eden peygamberlerle karşılanmıştır. Peygamberler sadece dini ve içtimai kaideler getirmekle kalmamış, maddi problemlerin hallinde de önder olmuşlardır. Nitekim, kumaştan yapılan elbiseye Hz. İdris, demirciliğin -ve burada zırhın- gelişmesine Hz. Davud, tıbba Hz. Lokman, gemiciliğe Hz. Nuh, saatçiliğe Hz. Yusuf öncülük etmiştir. Bu teknikler, bugünkü "medenilik"in gelişmesinde küçümsenmesi mümkün olmayan sıçrama ve dönüm noktalarını teşkil eder.
3. İlmi Görüş: Batılı görüşün, ilmi temelden mahrum ve tamamen hissi ve bencil hesaplara dayandığı, bizzat Batılılar tarafından ifade edilmeye başlanmıştır. Bilhassa etnoloji ilmi gelişip, yeryüzünün her tarafında yaşayan insanların dilleri, inançları, efsaneleri, ahlak anlayışı ve örfleri öğrenildikten sonra, insanlığın geçmişi hakkında ileri sürülen bu tekamülcü nazariyeler (teoriler) iyice itibardan düşmüştür. Çünkü binlerce yıldır birbirleriyle hiçbir temasta bulunmamış olan Avustralya, Afrika, Amerika, Okyanus adaları ve kutuplarda yaşayan iptidai denen kavimlerin dillerinde, inançlarında, kültür ve tekniklerinde kuvvetli benzerlikler görülmüştür. Bu benzerlikler, insanların tek bir kaynaktan çoğaldıklarını, oldukça ileri müşterek bir medeniyet seviyesine ulaştıktan sonra yeryüzünde dağıldıkları fikrini ilham etmiştir.
Bu fikir, asrımızda, her geçen gün kuvvet kazanmaktadır.
Bu noktada da kalmayan sağ duyu sahibi bir kısım Batılı alimler, "vahşi" ve "medeni" gibi değerlendirmelerin tamamen izafi hükümler olduğunu belirtirler. Onlara göre, yeryüzünde mevcut insan cemaatleri mutlaka bir kısım içtimai değerlere ve bazı teknik malzemelere sahiptir. Alet kullanmayan ve kaideye uymayan hiçbir cemaat mevcut değildir. Her cemaatin kendi dışındakini hor görüp tahkir edici isimler taktığı, "iptidai" denen insanların da medeni Batılılara "vahşi" nazarıyla baktığı görülmüştür. Bu durumları değerlendiren Batılı bir meşhur, batılıların anlamış olduğu şekilde bir vahşetin insanlar arasında hiçbir devirde mevcut olmadığını belirttikten sonra, sözünü şöyle noktalar: "Asıl vahşi, vahşetin varlığına inanan kimsedir."
"Birlikten çokluk; medeniyetten vahşet nasıl çıktı?" Kur'an-ı Kerim`de belirtilen, başlangıçtaki medeni olan tek insan cemiyetinden çeşitli ırkların, dillerin nasıl çıktığı, bir kısım iptidai grupların nasıl teşekkül ettiği merak konusudur. Bu mesele henüz ilmen kesin hatlarıyla tam olarak izah edilmiş değildir. Ancak oldukça tatminkar açıklamalar yapılmıştır. Bunlardan birini aşağıda sunmaya çalışacağız.
Prof. Gish, "Fosiller ve Evrim" adıyla tercüme edilen kitabında; ilk insanların topluluk halinde yaşadıklarını belirtir. Zamanla mevcut kaynakların artan nüfus karşısında yetersiz duruma gelmesiyle bu topluluk fertlerinin de küçük gruplar halinde yeryüzüne dağıldıklarına işaret eder. Farklı ülkelere giden ve birbirinden iyice koparak aralarındaki irtibat kesilen bu grupların çoğalmaları da yine kendi içlerinde olmaya başlamıştır. Önceleri aynı yerde bulunmuş olan gruplar, daha sonra bu bütünün üyeleri olarak çoğalmaya devam etmişlerdir. Bu grupların her birisinde yüksek oranda melez meydana gelerek gruplar arasındaki fertlerin genetik yapılarında farklılık ortaya çıkmıştır. Neticede bu gruplar çeşitli kabile ve ırkları hasıl etmiştir.
Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken bazıları bunları kaybetmiştir. Bu kaybetme muhtemelen bazı faktörlerin tesiriyle olmuştur. Mesela; önceleri yağmacı akınlara karşı arazilerini müdafaa için silah yapma ihtiyacı duyan gruplar, toplumdan ayrılarak geniş ve boş sahalara yayılınca, bu ihtiyacı hissetmez oldular. Böylece silah yapımı terkedilmiş, toplanan az bir besin gruba kafi geldiğinden bazı kabilelerde önceki ziraat işleri de bırakılmıştır. Bu devrede her grup kendi içine kapanık yaşadığından sanatlar komşu gruplar arasında karşılıklı değişmeden mahrum kalıyordu. Sonuçta "ilerleme" olarak ifade edebileceğimiz hususlar bazı kabilelerde gecikmiş, hatta çok iptidai bir seviyeye doğru dejenere olup bozulmuştur.
Bir merkezden yayılmış olan insanlardan bir kısmının ilerlerken bazılarının yerinde saydığına ve hatta gerilediğine dikkati çeken Gish şöyle der:
"Avrupa ve Asya`ya yayılan kalabalık topluluklarda medeniyet hızlı bir şekilde gelişirken, Amerika ve Avustralya ile Güney Afrika`da dağınık halde yaşayan gruplar, eskiden sahip oldukları medeniyeti de yavaş yavaş terk ettiler. Neticede günümüzdeki ilkel topluluklar haline geldiler.
İnsanlara ait sanat eserlerinin her tarafta bulunuşu, ilk insanların bu şekilde dağınık olarak yaşadıklarına işaret eder. Geçmişteki topluluklar oldukça ileri seviyede silah ve aletler yapabiliyorlardı. Ayrıca bunlar, inanç sahibi idiler. Ölülerini çiçekler ve çeşitli maddelerle birlikte gömmeleri bunların dindar topluluklar olduğunu ve ahirete inandıklarını gösterir".
İlmi verilere dayanarak yapılan bu açıklamanın Kur`ani görüşe ne kadar uyduğu nazar-ı dikkatten kaçmamaktadır. Zira Kur`an`da gelen açıklamalara göre de insanlığın ilerlemesi, terakkisi devamlı olmamış. Bunu bir kısım zikzaklar ve kesintiler takip etmiştir. Bu neticeye yine o cemiyetlerin kendileri sebep olmuştur. Teknik yönden ilerleyip maddi bakımdan güçlenen toplumların, zaman zaman ilahi irşattan ayrılmaları gerilemelerine yol açmıştır. Çeşitli sapıklık ve ahlaksızlıklara düşmüş bu tip kavimlerin cezalandırılarak ellerindeki nimetlerin alındığı Kur`an-ı Kerim`de bildirilir. Bunların bir kısmı toptan helak edilmiş, bir kısmı da büyük maddi musibetlere, belalara maruz bırakılmıştır.
Geçmiş milletlerden bazılarının "Kuvvetçe daha ileri", "mal ve evlatça daha çok" oldukları nazara verilir (Tevbe 9/69; Fatır, 35/44; Muhammed 47/13). "Yeryüzünde daha çok ve daha sağlam eserler bıraktıkları" ifade edilir (Mü`min, 40/21, 82). Kasas suresinin 76. ayetinde Karun`a "Anahtarlarını güçlü bir topluluğun" zor taşıyacağı kadar çok mal verildiğinden bahsedilir. Hatta, "Allah`ın önceleri ondan (Karun) daha güçlü ve topladığı şey daha fazla olan nice nesilleri helak ettiği"ne dikkat çekilir (Kasas 28/76-78).
Rum suresinde de geçmişteki medeni kavimlerden söz edilir:
"Yeryüzünde dolaşıp kendilerinden önce geçmiş kimselerin sonlarının nasıl olduğuna bakmazlar mı? Ki onlar kendilerinden daha kuvvetli idiler, yeryüzünü kazıp alt-üst ederek onlardan çok imar etmiş kimseydiler. Ve onlara bürhanlarla peygamberler gelmişti. Böylece onlara zulmetmiyor, onlar kendilerine zulmediyorlardı. Sonra Allah'ın ayetlerini yalan sayıp onları alaya alarak kötülük yapanların sonu pek kötü oldu." (Rum, 30/9-10).
Bütün bu bilgilerin ışığında, şimdi insanlığın başlangıcını, geçmişini, vahşi kabul etmek mümkün mü?(**).
Dipnotlar:
(*) Bu taksimin yanlış anlaşılmaması için şunu belirtmek isteriz: İslami görüş doğrudan nassa, âyet ve hadîste gelen açıklamalara dayanır, bunu öbürleri ile karıştırmamak gerekir. Evrimci görüş, daha çok modern çağda mevcut ibtidai kavimlerde rastlanan bazı müessese ve an`anenin ifratkar bir kıyasla ilk insanlara teşmiline ve bu prensipten geliştirilen spekülasyona dayanır. İlmi görüş ise, dünyanın her tarafında yaşayan farklı cemiyetlerin sunduğu benzer kültürel unsurların, yani objektif verilerin yorumuna dayanır. Bu sonuncu spekülatif sayılmaz.
(**) Daha fazla bilgi için : Cânan, İ.; Peygamberimizin Hadislerinde Medeniyet, Kültür ve Teknik, Cihan Yayınları, İstanbul 1984.
.
İlk insan Hz. Adem okur-yazar mıydı?
Soran : rahimevar
Tarih: 02.11.2006 - 00:30 | Güncelleme:
Soru Detayı
- İnsanlığın ilk devri vahşi miydi?
- Âdem (a.s) okuma-yazma biliyor muydu?
- Okulda din dersi öğretmeni biliyordu demiş. "Biliyorduysa neden kendinden sonra gelen nesile öğretmedi ki ilk insanlar anlatmak istediklerini duvarlara resmederek anlatmışlar?" diye sordu çocuğum, cevap veremedim.
- Ben bilmiyordum, ona her şeyi Allah melekler vasıtası ile öğretti biliyorum.
Cevap
Değerli kardeşimiz,
İnsanların ilk devri, vahşet değil, belki ilk medeniyetti. Bu ilk medeniyet dersini de insanlara hak peygamberler vermişti. İnsanlara ilk din dersini verenler (yani tek Allah inancını öğretenler), nasıl ilahi peygamberler olduysa, ilk medeniyet dersini de insanlara, bu peygamberler vermişlerdi.
Şu kadar var ki, ilahi peygamberlerden bu ilk medeniyet dersini almış bulunan insanlar, sonra bu medeniyetten uzaklaşa uzaklaşa ilk dersi unutarak vahşi olmuşlar, daha sonra tekrar medeniyete girmişlerdir. Şu halde insanlar, vahşet devri, medeniyet devri olmak üzere iki medeniyet safhası değil, belki ilk medeniyet, vahşet, ikinci medeniyet olarak üç devir geçirmişler; vahşilik, insanlar için ilk devir değil, iki medeniyet arasında geçici bir basamak sayılmıştı.
Allah insanlığa medeniyeti peygamberler vasıtası ile bildirmiştir. Bu noktada insanlık tarihinde umumi bir vahşilik yaşanmamıştır. Peygamberlerin bulunduğu yerlerde medeniyet -kendi zamanlarına göre- vardı. Peygamberlerin bulunmadığı yerlerde ise, insanların vahşi ve kaba olduğunu biliyoruz.
Tarih kitapları da hep insanlığın vahşet tarafını göstermeye çalışmıştır. Bunda bazı sebepler vardır. Bunların başında, bazı dinsiz gurupların, insanları İslam dininden ve Allah’a imandan uzaklaştırmaya çalışmaları gelmektedir. Nasıl ki, bilimsel alanda insanları evrim safsatası ile aldatıp “Mü’minlerin inandığı Allah -haşa- yoktur. Her şey kendi kendine olmuştur. İlim ve bilim de böyle söylemektedir.” diye yaygara kopardıkları gibi, bu fikrin uzantısı olan “Evrimleşen insan önce yarı maymun, sonra insan oldu. Fakat ilk insanında tamamıyla bedevi ve okuma, yazma, konuşma bilmeyen cahil bir şekildeydi.” fikri her tarafa yayıldı. Böylece bu kirli ideolojiye tarih bilimini de alet etmiş oldular.
Oysa her peygamber, bir medeniyet getirmiş ve ilk insan da Hz. Âdem (as) de bir peygamberdir. Dolayısıyla Hz. Âdem (a.s) ile başlayan insanlık, kendi zaman ve zeminine göre medeni idi, vahşi değildi. Şimdiki zamanda bile, okuma yazma bilmeyen ve vahşi olarak yaşayan insanlar olduğu gibi, o zamanda daha fazla bedeviyet ve vahşet hakimdi. Ama bu durum başta söylediğimiz gibi umumi değildi.
Ayrıca Allah Kur'an-ı Kerim'de Hz. Âdem (as)’e her şeyin ismini, anlamını ve niçin yaratıldığını öğrettiğini, imtihanda Hz. Âdem (as)’in meleklere üstün geldiğini bildiriyor. Bu nedenle ilk insanın bugünkü anlamda bir konuşmayı bildiği ve seslerle anlaştıkları net bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
.
Hz. Âdem'e her şey öğretilmişse, neden fosiller ilk insanların çok ilkel, konuşmayı dahi bilmeyen kimseler olduğunu gösteriyor?
Soran : Hurda
Tarih: 24.10.2014 - 00:52 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Hz. Âdem'in ilk insan olarak yaratıldığı ve ona her şeyin öğretildiği Kur’an’da bildiriliyor. Madem ilk yaratılan insan Hz. Âdem’di ve her şey ona öğretildi. Neden bulunan fosiller çok ilkel konuşmayı dahi bilmeyen, hiçbir aleti kullanamayan ve hiçbir bilgiye sahip olmayan insanlardan oluşuyor?
- Ayrıca, dünyanın çeşitli yerlerindeki mağaralarda bulunan duvar resimleri ne anlama geliyor?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Kur’an-ı Kerim’de ilk insan olan Hz. Âdem’in topraktan yaratıldığı, ondan da eşi Hz. Havva’nın halk edildiği, daha sonra da bunların nesillerinin, günümüzde şahit olduğumuz üreme kanununa göre çoğaldıklarından bahsedilmektedir.
Hz. Âdem’in ilk insan ve aynı zamanda ilk peygamber olduğunu, kendisine isimlerin öğretildiğini, meleklerle beraber, imtihana tâbi tutulduğunu, meleklerin bilemediği bazı şeylerin Hz. Âdem’e sorulduğunu, onun bu sorulara olumlu cevap verdiğini ve meleklerin Hz. Âdem’e secde ettiklerini Kur’an’dan öğreniyoruz.
Onun, Allah’ı tanımada ve Allah’ın kâinattaki tasarrufunu anlamada, varlıkların yaratılış gayelerini ve hikmetlerini bilmede, cennet ve cehennem konularında meleklerden daha üstün olduğunu, meleklerin secdesinden anlıyoruz.
Hz. Âdem’e öğretilen isimlerden neyin anlaşılması gerektiği hususu yoruma tâbidir. Hz. Âdem’e belki DNA’nın yapısı en ince teferruatına kadar öğretilmemiş olabilir. Ama en azından, buğday ve arpa gibi varlıkların nasıl yetiştirileceği, evcil hayvanlardan nasıl faydalanılması gerektiği gibi, temel ihtiyaçların karşılanmasında gerekli olan bilgiler verilmiş olmalıdır. Ayrıca, insanın bu dünyaya niçin gönderildiği, ne gibi vazifeler kendisine verildiği, yetkisi ve sorumluluklarının neler olduğu, öldükten sonra ahiretin varlığı ve orada, dünyadaki yaptıklarının veya yapmadıklarının hesabının sorulacağı, ceza ve mükâfatın bulunduğunun bildirildiğini anlıyoruz.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de Hz. Âdem’den sonra gelen bazı peygamberlere bir takım san’atların öğretildiği bildirilmektedir. Mesela, Hz. İdris’e terzilik san’atı, Hz. Davut’a demiri hamur gibi yumuşatma san’atının v.s. öğretildiği nazara verilir.
Hz. Âdem’den takriben iki bin sene sonra, günümüzden de yaklaşık dört bin sene önce yaşamış olan Nuh aleyhisselam’a Cebrail tarafından gemi yapma sanatı öğretilmiştir. Bu geminin buharlı gemi olduğu Kur’an’ın ifadesinden anlaşılmaktadır. Batı felsefesi ise, ilk geminin 1800’lü yıllarda yapıldığını iddia etmektedir. Kur’an ise, Nuh aleyhisselama gemi yapmasının emredildiğini hatırlatır:
"Bizim gözetimimiz altında ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulüm yapanlar hakkında da bana bir şey söyleme. Çünkü onlar kesinlikle suda boğulacaklardır. Gemiyi yapıyordu, kavminden bazı ileri gelen gruplar, onun yanından gelip geçtikçe, onunla alay ediyorlardı. Nuh dedi ki: "Bizimle eğleniyorsunuz, biz de sizinle tıpkı bizimle eğlendiğiniz gibi alay edip eğleneceğiz."
"O perişan edici azabın kime geleceğini ve o sürekli azabın kimin başına ineceğini ilerde bileceksiniz. Nihayet emrimiz geldiği ve tennur (tandır veya geminin kazanı) tutuşup parladığı zaman dedik ki; "Erkeği ve dişisi olan her canlıdan ikişer tane, aleyhlerinde hüküm verilmiş olanların dışında, aileni ve iman etmiş olanları geminin içine yükle". Zaten beraberinde iman edenler çok az idi." (Hûd, 11/37-40)
Elmalılı Hamdi Yazır, tennur ile ilgili ayetin buharlı kazana işaret ettiğini belirtir ve şunları nazara verir:
"Ebu Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle 'tennur'un 'gemide suyun toplandığı yer' olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin kazanını andırıyor…"
"Görülüyor ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir." (bk. Elmalılı, Hak Dini, IV, 539)
Nuh aleyhisselam bin yıldan fazla yaşamıştır. Onun yaşını Kur’an bildirmektedir:
"Andolsun ki Nuh'u kendi kavmine gönderdik de o dokuz yüz elli yıl onların arasında kaldı. Sonunda, onlar zulümlerini sürdürürken tufan kendilerini yakalayıverdi." (Ankebut, 29/14)
Elmalılı Hamdi Yazır da rivayetlere dayanarak, Tufan'dan sonra Nuh aleyhisselamın altmış yıl yaşadığını belirtir ve şöyle der:
"Rivayet olunduğuna göre Nuh, kırk yaşında peygamber olarak gönderilmiş, dokuz yüz elli sene kavmini Hakk'a davet etmiş, tufandan sonra da altmış yıl yaşamıştır." (bk. Elmalılı, Hak Dini, VI, 215.)
Elbette Nuh aleyhisselamın toplumu bu süre içerisinde maddî ve teknik yönden de gelişmiş olmalıdır. Muhtemelen kızılderililer bu zaman zarfında, Nuh aleyhisselamın gemisine benzer bir gemi ile Arabistan yarımadasından Amerika'ya gitmiş olmalılar.
Tipik evrim felsefesine göre ise ilk insan, hayvan gibi cahil ve bilgisiz, hayatını hayvan avlayarak ve yabani meyveler toplayarak sürdüren ve genellikle mağaralarda yaşayan varlıktır. Zamanla ziraatı geliştirip hayvanları evcilleştirmiştir. Bazı sosyal topluluklar teşkil ederek köylerde yaşamaya başlamış, giderek aletlerin nasıl kullanılacağını keşfedip, neticede gelişmiş bir medeniyeti hâsıl etmiştir.
Yaratılışçılar ise, insanın insan olarak ve yüksek bir zekâ, geniş kabiliyet ve kapasiteyle yaratıldığını kabul eder. Şüphesiz insan kurulmuş şehirler ve her yönüyle gelişmiş bir teknolojiye sahip olan bir dünyaya gelmemiştir. Fakat Yaratıcı tarafından ona, yeryüzü ve onun kaynaklarını kullanıp geliştirebilecek bir kabiliyet verilmiş, dünyaya gönderiliş gayesine uygun cihazlarla donatılmıştır. İnsanın sahip olduğu teknolojinin asırlar boyu devamlı bir gelişme gösterdiği açıktır. Fakat deliller, bu gelişmenin bir evrim sonucu olmadığını ortaya koymaktadırlar. Yani böyle bir gelişme, insanın kapasitesiyle alakalıdır ve bu insana, hayvandan ayrı bir hususiyet olarak yerleştirilmiştir. Meselâ insanda bulunan bu kabiliyet, bir neslin sahip olduğu bilgi ve malumatın gelecek yeni nesile aktarılmasını sağlar. Böylece yeni bilgilerin geleceğe nakli, sadece insanda mevcut kabiliyetle mümkündür. Yoksa insanlık tarihinde medeniyetin evrimle ortaya çıkması imkânsızdır.(Tatlı, A. Evrim ve Yaratılış. Nesil yayınları, İstanbul, s.205, 2008)
Şüphesiz yaratılışçılar da insanların mağaralarda yaşadığını, taştan aletler yaptığını, avcılık ve meyve toplayıcılığıyla geçindiğini dikkate alırlar. Fakat bu hadiselerin evrim devreleriyle izahını kabul etmemektedirler.
Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçmiş toplulukların mal ve evlat bakımından daha güçlü olduklarına dikat çekilmektedir:
"(Ey münafıklar!) siz de tıpkı kendinizden öncekiler gibisiniz. Oysa onlar sizden daha güçlü, kuvvetli, mal ve evlatça sizden daha varlıklı idiler. Dünya nimetlerinden paylarına düşen kadar zevk sürdüler. Sizden öncekiler kısmetlerine düşen kadarıyla nasıl zevk sürmek istedilerse siz de onlar gibi kısmetinize düşen kadarıyla zevk sürmeye baktınız, siz de sizden önce batağa dalanlar gibi batağa daldınız. İşte bunların dünyada ve ahirette bütün amelleri heder olup gitti ve işte bunlar hep hüsran içinde kalanlardır." (Tevbe, 9/69)
Yeryüzünde çoğalan ve muhtelif kabilelere ayrılan toplulukların, Allah’ın emirlerine uymadıkları için, değişik musibetlerle ortadan kaldırılmış olduklarını anlıyoruz. Bununla ilgili olarak şu bilgi verilmektedir:
"Onlara, kendilerinden öncekilerin; Nuh Kavmi'nin, Âd'in, Semûd'un, İbrahim Kavmi'nin, Medyen Ashabı'nın ve o mü'tefikelerin haberi gelmedi mi? Onların hepsine peygamberleri delillerle gelmişlerdi. Demek ki Allah, onlara zulmetmiş değildi, lâkin onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı." (Tevbe, 9/70)
Fosillerin çok ilkel konuşmayı dahi bilmeyen, hiçbir aleti kullanamayan ve hiçbir bilgiye sahip olmayan insanları temsil ettiği tam bir safsatadır; bilimle ve hakikatle hiçbir ilgisi yoktur. Bu sadece, materyalist evrimcilerin düşünceleridir. Bir defa ortada böyle bir fosil yoktur. Kaldı ki bir fosilden siz onun konuşup konuşmadığını, bir alet yapıp yapmadığını nasıl bileceksiniz? İşin düzmece olduğu, gençleri bu konuda yanıltmak olduğu hemen her kelimeden anlaşılıyor.
Yaratılışçılara göre, bütün insanlar başlangıçta bir arada yaşıyorlardı. Daha sonra bunlar küçük gruplar hâlinde yeryüzüne dağıldılar ve değişik ülkelere giderek birbirlerinden iyice koptular. Topluluğun orijinal merkezinden ayrılan bu küçük grupların bir kısmı önceden sahip oldukları bilgi ve sanatlarını devam ettirirken, bazıları bunları kaybettiler.
Beş-altı yüzyıl önce Filipin yerlilerinden ayrılan Tasaday toplumu buna örnek gösterilir. Filipin Adalarının güney ucundaki Mindanao şehrindeki bu topluluk, beş-altı asır öncesine kadar Filipin yerlileriyle birlikte ziraatla uğraşıyor, çeşitli tipte alet ve silah yapıyordu. Daha sonra buradan ayrılıp geniş sahalara yayılan Tasaday halkı, uzun süren tecritten geçmiştir. Yer, gıda ve gerekli diğer ihtiyaçlar için rekabet olmadığından bildikleri pek çok şeyi unutmuşlardır. Şimdi ziraata ait bilgileri mevcut değildir. Silah yapımı da yoktur. Sadece taşlardan yaptıkları bazı aletlerle bambu kamışlarını silah olarak kullanmaktadırlar. Dolayısıyla Tasaday halkı, geçmişin ileri, günümüzün ise ilkel bir toplumu olarak nazara alınır.(Macleish, K. National Geographie. 1972, Vol.142. p.219)
Arkeolojik araştırmalar, yeryüzündeki ilk medeniyet merkezinin Orta Doğu olduğunu ve bunun milattan dokuz bin yıl öncesine kadar uzandığını göstermektedir. Helbeak, bu konuda şunu belirtir:
"Mevcut araştırmaların ışığında şunu söyleyebiliriz: Eski Dünya’nın bitki ziraatı, yani çiftçiliğin merkezi / beşiği Irak-İran arasındaki Zagros Dağları’nın teşkil ettiği yayın batısındaki saha, Toros (Güneydoğu Türkiye) ve Galilean (Kuzey Filistin)’in yüksek arazileridir." (Helbeak, H. Domestication of Food Plants in the Old World. Science. 1959, Vo1.130.p.365)
Cambel, bitki ve hayvan evcilleştirilmesinin de aynı yerde yapıldığını kabul eder:
"Elde edilen deliller, tarım başlangıcının, Yakın Doğu’da milattan takriben dokuz bin yıl öncesine uzandığını göstermektedir." (Cambel, H. and Braıdwood, RJ. An EarlyFormingVillage in Turkey. ScientificAmerican. 1970, Vol. 222.p.52)
Dyson’a göre, metalin elde edilmesi milattan dokuz asır önce başlamıştır:
Suni olarak yapılmış en eski metal eşyalar, Irak’ın kuzeyinde bulunmuş olan bazı bakır boncuklardır. Bunların milattan dokuz bin yıl önceye ait olduğu tespit edilmiştir.
Yazının da insanlık tarihi kadar eski olduğu ve birdenbire ortaya çıktığı anlaşılmaktadır. Lintor bunu şu şekilde ifade eder:
"Yazı da Yakın Doğu’dan yayılmış ve medeniyetin gelişmesinde maden kullanımından daha etkili olmuştur. Yazı, 5.000-6.000 yıl önce Mısır, Mezopotamya ve İndus Vadisi’nde birdenbire görülmüştür." (Lintor, R.The Tree of Cu1ture. New York. 1955, pp.89,110)
Sonuç olarak, Mezapotamya veya havalisindeki ilk insanların bulunduğu merkezden ayrılanların bir kısmı, Asya ve Avrupa’ya kalabalık gruplar halinde gitmişlerdir. Burada sahanın dar, nüfusun fazla olması, sık sık cereyan eden savaşlar ve gıdaların yeterli olmayışı, fen, teknik, sanat ve medeniyet yönünden bu kabile ve devletlerin hızlı bir şekilde gelişmesine yol açmıştır.
Diğer taraftan, Amerika, Avustralya ve Güney Afrika’ya gidenler ise, çok geniş alanlarda dağınık hâlde yaşamaya başlamışlardır. Meyvelerin ve avların yeterli oluşu sebebiyle birbirleriyle rekabet etmedikleri için, Tasaday halkında olduğu gibi, eskiden sahip oldukları medeniyeti yavaş yavaş terk etmişlerdir. Böylece, başlangıçta Avrupa ve Asya’daki kavim ve milletlerle belirli bir kültür değerine sahip olan bu Afrika ve benzeri yerlerdeki insanlar, günümüzde ilkel topluluklar hâline gelmişlerdir. Yoksa onlar, ateist evrimcilerin ileri sürdüğü gibi, maymunluktan çıkıp tüylü postu bırakarak insanlığa gelmiş değillerdir. Onların büyük babaları da Hz. Âdem, anneleri de Hz. Havva’dır. Onlar Cennette bir süre kaldıktan sonra, işedikleri bir suç sebebiyle yeryüzüne gönderilmişlerdir.
Birbirinden ayrılan bu kavim ve kabilelerin kültür değerleri ve dilleri de giderek farklılık kazanmış ve farklı lisanlar ortaya çıkmıştır. İşte bugün bazı mağaralarda görülen bir takım şekil ve resimlere bu açıdan bakmak gerekir. O insanlar, birbirlerine, san’at ve maharetlerini göstermek için bir takım şekil ve heykeller yaptıkları gibi, farklı lisana sahip olan topluluklar arasında bazı şekil, resimler ve işaretler, anlaşma aracı olarak da kullanılmış olmalıdır.