KUR’AN’DA EVLİYALIK VE EVLİYANIN KERAMETİNE DAİR AYETLER
“Kur’an’da evliyalık ve onlarla ilgili keramet yoktur.” diyen Apdulaziz Bayındır’a cevap:
Evliya: Ehli Sünnet İnancına sahip ilmi ile amil her mümin Allah’ın velisidir yani dostudur. Bu hususta daha titiz bir kulluk yapan müstesna kullara halk arasında evliya denir. Evliya velinin çoğulu olmasına karşın Türkçe’de tekil olarak kullanılmaktadır.
Kur’an’da Velilik Var mıdır?
Kur’an’ı Kerim’de velilik hakkındaki ayeti kerimede, mealen: -“Haberiniz olsun ki Allah’ın velî kulları için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir.” ( Yunus, 62 )buyurmuştur.
SORU: Kur’an’da Evliyanın Kerametine Dair Âyetler Var mıdır?
CEVAP: Bu hususta gerek Esahab-ı Kehf’ ile ilgili ve gerekse hz. Meryem’le ilgili kerametler mevcut ayetlerde belirtilmiştir. Ashâb-ı Kehf kıssasında zikredilen husus :
“Onlara baksaydın görürdün ki, güneş doğduğu zaman mağaralarının sağ tarafına yönelir, battığı vakit de onların sol yanını kesip giderdi. Kendileri ise oranın geniş bir yerinde idiler. Bu, Allah’ın AYETLERİNDENDİR. Allah kime hidâyet ederse işte o, doğru yola erdirilmiş, küni de şaşırtırsa artık onun için hiçbir zaman irşad edici bir yâr bulamazsın. Sen onlan uyanık kimseler sanırsın. Halbuki onlar uyuyanlardandır. Biz onları gâh sağ yanma, gâh sol yanına çeviriyorduk. Köpekleri de mağaranın giriş yerinde iki kolunu uzatıp yatmakta idi. Üzerlerine tırmanıp da hallerini bir görseydin, mutlaka onlardan yüz çevirir, kaçardın ve her halde için, onlardan korku ile dolardı. Onlar mağaralarda üçyüz sene eğleştiler. Buna dokuz yıl daha kattılar.”( Kehf, 17, 18, 25 )
Hz. Meryem’in kıssasında kuru hurma ağacının meyve vermesi ile ilgili âyet:
“…Hurma ağacını kendine doğru silk, üstüne derilmiş taze hurma dökülecektir.” (-Meryem, 25 )
Zekeriyya’nın (a.s.), Hz. Meryem’in yanına girdiğinde, O’nun yanında rızıklar bulduğunu; kendisinden başka kimsenin girmediği bu yerde bulunan erzakın nereden geldiğini Hz. Meryem’den sorduğunda : “Allah’ın indinden” cevabıyla ilgili âyet:
“…Zekeriyya ne zaman kızın bulunduğu mihraba girdiyse, O’nun yanında bir yiyecek buldu: “Meryem! bu sana nereden geliyor?” dedi. O da : “bu Allah tarafından, şüphe yoktur ki Allah kimi dilerse ona sayısız rızık verir” derdi.” ( Âli İmran, 37 )
Hz. Süleyman’ın veziri Asaf b. Berhiya’nın bir anda Belkıs’ın tahtını Yemen’den Filistin’e getirmesini anlatan kıssa :
Nezdinde kitaptan bir ilim bulunan zat: “Ben dedi, onu sana gözün kendine dönmeden (gözünü yumup açmadan) evvel getiririm.” ( Neml, 40 )
Kerametle ilgili Hadisi şerifler:
1-Hz. Ebu Bekir’in(r.a.) pek çok misafirine yemek verdikten sonra, artanların eskisinden fazla olduğu haberi.
2-Hz. Ömer’in (r.a.) Medine’de, minber üzerinde hutbe okurken, İslâm orduları komutanı Sariye’yi, düşman kuvvetlerinin kuşattığını görerek,” Ya Sariyel cebel”diye dağa çekilmesi için seslenişi ve Sariye’nin bu sesi çok uzaklardan işiterek yerine getirmesi hadisesi.
3-Hz. Osman’ın(r.a.) kendisini ziyarete gelenler içinde, birinin gözünde zina eseri bulunduğunu haber vermesi.
4-Hz. Halid b. Velid’in (r.a.) zehir içtiği halde, hiç tesir etmemesi.
ABDULAZİZ BAYINDIR’ın TASAVUVFÎ CEHALETİ :
Abdulaziz Bayındır gerek itikadi konularda ve gerekse hiç bilmediği Tasavvufi konularda ileri geri iddialar ortaya atarak bu konulardaki cehaletini izhar etmektedir. Maneviyatı hakkında gerçek manada hiç bir bilgiye sahip olmadığı İmamı Rabbani hazretlerine çamur atmaya kalkışarak şaşkınlıktan başını taşlara vuran kimselerin durumuna düşmektedir. Ne o büyük zatın kendisini ne de çok değerli eserlerini tam olarak bilmeden, anlamadan büyük alim ve veliyi kasden yanlış yorumlayıp ve onunla da kalmayıp, O büyük alimi müşriklikle itham ederek O muhterem zata zulmetmiştir. Bu malum şahıs, aslında kendisinin tamamen yabancısı olduğu ve içinden asla çıkamayacağı bir konuya çarpmıştır. Zira, bu tasavvuf öyle büyük bir okyanustur ki, onda yüzme bilmeyenler boğulur giderler… Tasavvuf, bazılarının sandıkları gibi Yunan, Budizm ve Hinduizm felsefesinden beslenerek vücut bulmuş bir seyir-süluk yolu değildir. Bilakis gerçek tasavvufta Kur’an ve sünnete uymayan hiç bir inanç ve amel yoktur. Aslında gerçek tasavvuf Peygamber Efendimizin inanç ve yaşantısının ta kendisidir.
Kasabın beyin ameliyatı yapmaya kalkması gibi tasavvufu hiç yaşamamış birisinin de tasavvufu ve tasavvuf büyüklerini eleştirmesi, bir o kadar garip ve şaşılacak şeydir. İşte Abdülaziz Bayındır’ın içine düştüğü durum bundan da vahimdir.
SORU: Kur’an’da kutub-i irşad, kutb-i medar gibi sözler var mıdır ki İmam-ı Rabbani bunları kullanmaktadır?
CEVAP: Kur’an’da namaz, oruc ve abdest kelimeleri var mıdır ki, bugün müslümanlar abdest alıp namaz kılıyor, oruç tutuyor? Bu kelimelerin karşılığı olan savm salat gibi kelimeler var olduğu için bu ibadetler farz bilinmektedir. Demek ki bu kutubluk ile ilgili ifadelerin yerini karşılayan herkesin bilmeyeceği ifadeler vardır ki, bu kelimeleri basiret gözü açık İmam bunları kullanmıştır. Ebu Hureyre (r.a.) Hazretleri:
- “Ben Rasulullahtan üç ilim aldım, biri şeriattir onu herkese anlattım. İkincisi ilm-i tarikattır ki, onu ehline öğrettim. Üçüncüsünü ise, hakikat ilmidir. Onu size anlatırsam benim gırtlağımı parçalarsınız” dedi.
Bektaşiye “niçin namaz kılmıyorsun?” demişler de, Bektaşi:”Ben Kur’an-ı okudum, Kuran; “namaza yaklaşma” diyor demiş. Orada hazır bulunan bir alim konuya hemen müdahele etmiş ve:”Ey mel’ûn! Ayetin devamını niçin okumuyorsun? Zira ayetin tamamında:”Namaza yaklaşma, sarhoş olarak”diye geçmektedir” deyivermiş.
Bu Hoca, İmam-ı Rabbani hazretleri gibi büyük bir alimi karalamak için, makaslama yaparak müslümanların çok itimat ettiği bir alimi onların gözünden düşürmeye çalışmaktadır. Aslında esas amacı, büyüklerle uğraşarak tanınmak istemiş olmasıdır.
Bir eseri anlamak için belli bir pragrafı içinden çıkarıp;” işte bu adamın görüşü budur” demekle o şahıs tanıtılmış olamaz. O eserin yazarını tanımak için, eserin bir bütün içerisinde ele alınıp, değerlendirilmesi gerekirdi. İmamı Rabbani hazretleri mektubatının 3.cild 62. mektubunda, insanın hakikatını anlatırken; (“insan”demek “adem” demektir. Adem ise bir hiçliktir.) demektedir. Hiçliğin ise, hiç bir şeye malik olmadığını beyan etmektedir. Yine eserlerinde, varlığın Sahibine mukayese ile kendisine; “Bu fakir”diye hitab eden İmam-ı Rabbani hazretlerine bu adam nasıl oluyor da İmam’ın, Allah’a karşı varlık sahibi olduğu iddiasında bulunarak, Allah’tan korkmadan, şirk iftirasında bulunabiliyor?
Mektubat :
-“ Kutb-i irşâd, kemâlât-ı ferdiyyeye de mâlikdir. Çok az bulunur. Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır. Küre-i arzın ortasından tâ Arşa kadar, herkese rüşd, hidâyet, îmân ve ma’rifet Onun yolu ile gelir. Herkes, ondan feyz alır. Arada o olmadan, kimse bu ni’mete kavuşamaz. Onun hidâyetinin nûrları, bir okyânûs gibi, bütün dünyâyı sarmışdır. O deryâ, buz tutmuşcasına hiç dalgalanmaz. “
Açıklama:
Bu ifade, tasavvufta manevi bir dereceyi anlatmak için kullanılır. Allahu teala, işin hakikatında ölenlerin ruhlarını kendisi almaktadır. Ama zahirde bu işi, Azrail ve ölüm melekleri sebebi ile yapmaktadır. Hazreti İmam :”Asrlardan, çok uzun zemân sonra, böyle bir cevher dünyâya gelir. Kararmış olan âlem, onun gelmesi ile aydınlanır. Onun irşâdının ve hidâyetinin nûrları, bütün dünyâya yayılır.“ ifadesini Peygamber efendimize atfen söylemiştir. Zira mektubatta kutb-i medardan bahsederken şu ifadeyi kullanıyorlar:”Kutb-i medar her zamanda bulunması gerkir. Çünki alemin nizamı onun vesilesi iledir. Bunlardan birisi vefat ederse, bir diğeri görevlendirilir. Kutb-i irşad böyle değildir. Çünki alem zaman zaman hidayetten uzak kalır. Peygamber efendimiz o zamanın kutb-i irşadı idi. O zamanda kutb-i ebdal, yani medar hz. Ömer ve Veysel karani idi.(Dini Terimler Sözlüğü)
Kullarını hakikatte irşad eden ancak Allah’tır. Fakat, hikmetinin gereği sevdiği kullarının katındaki değerlerini bildirmek için kullarının irşadına bunları vesile kılmaktadır. Aleme hidayet Allah’tandır. Bu füyüzatı Peygamber Efendimiz vesilesi ile yaşayan bir velinin gönül aynasına, oradan da kullarından dilediğine nasib etmektedir. Tıpkı cep telefonlarının baz istasyonları aracılığı ile iletişim yaptıkları gibi. Baz istasyonları da ses ve görüntüyü uydudan almaktadır.
Hidayet Allahu tealaya aittir. Allahu teala Peygamber (s.a.v.) Efendimizi tüm insanların hidayetine vesile kılmıştır. Bir kimse “Lâ ilahe illallah” deyipte, “ Muhammedun Rasulullah” demezse, hidayte ermiş sayılmaz. Allah’ın Rasulü(s.a.v.) ”El ulemâü verâsetün enbiyâü“ mealen; “Alimler peygamberlerin varisleridir“diye buyurdu. Bu veli ve alimler, peygamberlerin varisleridir. Allahu teala bu zat-ı muhteremler vesilesi ile dilediği kimselere hidayet edip feyz vermektedir. Maide suresinde “Vebteğû ileyhil vesileh” (O’nun rızasına ermek için vesile arayınız).diye buyurmaktadır.
Rasulullah(s.a.v.) gelmeden önce alem manevi bir karanlık içinde değil miydi? Rasulullah’tan sonraki devirlerde de, zaman zaman şirk ve bid’atlerin zulmeti her tarafı kaplamamış mıdır? İşte bu sebepten dolayıdır ki Allahu teala, islam alemini bu bid’at ve şirk karanlıklarından temizlemek için, böyle dönemlerde büyük alimler yaratarak, bu işe onları vesile kılmaktadır.
Bu Hoca, meseleyi çözeceği yerde, alaycı bir tavırla, kutb-i irşad makamı ile dalga geçerek şöyle diyor:
- “ Kutb-i irşad en üstteymiş. Hırıstiyanlıkta İsa gibi. Yani, O’nun yerini alan kişi.”
Bunu nereden uyduruyor bu adam? Hırıstiyanlıkta İsa’ya tapılmaktadır, İslamiyette var mıdır (haşa) böyle bir saçmalık? Zira müslümanlar hiçbir zaman bir insana tapmamıştır. Tapıldıysa onlar zaten müslüman değildir. İman nuru ilahi bir ışıktır ki, ona aynalık yapan kutb-i irşadın kalb aynası vesilesi ile bu nurlar kainata yayılmaktadır. Onun vesilesi ile Hazreti Allah, dilediğini hidayete erdirmektedir. Böyle itikat eden bir kimseyi bu adam, nasıl şirkle itham edebilir? Anlaşılan bu hoca şirk ile vesileyi, iman ile küfrü birbirine karıştırmaktadır, veya işine öyle gelmektedir.
Mektubat:
-” O büyük zâtı tanıyan ve seven bir kimse, onu hatırlarsa, yâhud o, bir kimseyi sever, onun yükselmesini arzu ederse, o kimsenin kalbinde, bir manevi pencere açılır. Bu yoldan, sevgisi ve ihlâsına göre, o deryâdan kalbi feyz alır.
Açıklama:
O zatı tanıyan kimse O’nu Allah için sever ve O’nun hatırası kalbinde ihtiyarî veya gayri ihtiyarı olarak zaman zaman tekrarlanır. Bu tekrarlanma sebebiyle Allahu tealanın bu muhteşem eseri, kişinin kalbini müessire, yani Allah’ı sevmeye götürür. Bu ilahi sevgi ise manevi bir pencerenin açılmasına sebep olur. Eğer O veli zat bu kişiyi severse, kalbinden himmet eder, yani sır lisanı ile harfsiz ve dudaksız olarak Allah’a onun içn dua eder ve o dua sebebiyle Rabbi bir manevi pencere açar ve bu vesile ile kul feyizlenir.
Mektubat:
- “ Bunun gibi bir kimse, Allahü teâlâyı zikr ederse ve bu zâtı hiç düşünmezse, meselâ onu tanımazsa, yine ondan biiznillah feyz alır. Fekat, birinci feyz dahâ fazla olur. O büyük zatı tanıyan ve seven bir kimse onu hatırlarsa, yahut o bir kimseyi sever onun yükselmesini arzu ederse, (Allah tarafından) o kimsenin kalbine bir pencere açılır.” diyor İmam. “Bu yoldan sevgisi ve ihlasına göre o deryadan feyz alır. Bunun gibi bir kimse Allahu tealayı zikrederse, ve bu zatı hiç hatırlamasa, yinede ondan feyz alır.” Yani onun vesilesi ile Allah’tan feyz alır demektir. Fakat birinci halde daha çok feyz alır.”
Açıklama:
- “ Bir kimseye, Allahu tealadan iki yoldan feyz gelir. Birisi bir vesile olmadan, diğeri ise, kutb-i irşadın vesilesi ile olmaktadır. Vesile olmadan feyz almak, bir kimsenin kendi kendine bir adresi bulmasına benzer. Kutb-i irşad vesilesi ile feyz almak ise, bir rehber yardımı ile adresi bulmak gibidir. Bunun zıddı ise, kişinin eğitimini kendi kendine yapması gibidir veya adresi kendi kendine bulmaya çalışması gibidir, veya kutb-i irşadı vesile edinen kimse aşılanmış meyve ağacının durumuna benzer ki, Allahu tealadan feyz alması doğrudan almaya çalışmasından daha kolay ve çok olur. Zira kul başlangıçta süfli olduğu için, Allahu tealanın rızası için yaptığını sandığı nice işlerde Allah’ın öfkesine, hatta azabına sebep olabilir. Tıpkı çırak usta ilişkisi gibidir ki, çırak başlangıçta ustanın denetiminde olmadan bir iş yapmaya kalkarsa, hem işi iyi yapamaz hem de malzemeyi israf edebilir.
Mektubat:
- “ Bir kimse, o büyük zâtı inkâr eder, beğenmezse, yâhud o büyük zât, bu kimseye incinmiş ise, bu kimse, Allahü teâlâyı zikr etse bile, Allahu teala bu kimseyi rüşd ve hidâyete kavuşturmaz. Ona inanmaması veyâ onu incitmiş olması sebebiyle Allahu teala, feyz yolunu kapatır. O zât (kaddesallahü teâlâ sirrahül’akdes) bu kimsenin zararını istemese bile, Allahu teala hidâyete kavuşturmaz. Rüşd ve hidâyet, görünüşte var ise de, yokdur. Fâidesi çok azdır. O zâta inanan ve sevenler, onu hatırlamasalar da ve Allahü teâlâyı (dilleri ile) zikr etmeseler de, yalnız(Allah için, Allah’ın sevdiklerini) sevmeleri sebebi ile, rüşd ve hidâyet nûruna kavuşurlar. “ (Mektubat Tercemesi)
Açıklama:
Bunun manası şudur: “Allahu teala hadis-i kudside”Kim benim velilerime savaş açarsa bana savaş açmış gibidir. Bana savaş açanıda helak ederim.”diye buyurmaktadır. Bu hadisi kudsi, Allahu tealanın velilerini inkar ederek bir kimsenin hiç bir yere varamayacağını açık olarak vurgulamaktadır. Bu kudsi hadisi şerife göre Allahu teala velilerini inkar edip, onlarla alay edenleri, kendisine düşman addediyor. Bu sebepten dolayı Allah, bunların ne zikirlerine, ne de diğer ibadetlerine bir değer vermeyeceğini yine bu hadisi şerifle haber vermektedir. İmamı Rabbani hazretleride bu hassas konuyu ima yollu ifade etmiştir ki, bu kudsi hadisi şerifte O’nun bu sözünü teyit etmektedir.
Öte yandan Allah’ın Rasulünün:” İmanın en efadali Allahın sevdiklerini sevmek, buğz ettiklerine buğz etmektir.”diye buyurduğu hadisi şeriflerine göre, bir kimse Allah’ı dili ile zikretmese dahi, O’nun sevdiklerini sevmesi ve O’nun düşmanlarına düşman olması sebebiyle daha büyük bir ibadet yapmış sayılmaktadır. Öyle ya, birisi sizi sevdiğini söyleyipte düşmanınızla dost olursa, onun dostluğuna bir değer verir misiniz?
Kutb-i irşatta Allah’ın en sevdiği kullarından biri olmasından dolayı, ona düşman olanın düşmanı Allahu teala olduğunu yukarıdaki kudsi hadis şeriften öğrenmiş olmaktayız.
EK 1:
Tasavvuf münkirlerinin İmam-ı Rabbani Hazretlerinin 1.Cild 1. Mektubunu anlayamayıp, çarpıttarak iftira ettikleri konunun izahı:
Tasavvuf inkarcıları büyük İmamı şu sözlerle itham etmekteler:
-“İmamı Rabbani dedikleri kişinin mektubatlarının hepsi Hint meşreplidir. Hatta bir mektubunda: “Ben Allah’ı kadının cinsel organının içinde gördüm diyor.”
Bu çarpıtılmış söz, İmam Rabbani hazretlerine ait değildir. İmam-ı Rabbani hazretlerinin o konu ile ilgili olan sözleri şöyledir :
-“ Bu yolda (ruhani) ileleyişte, Allahu Teala’nın zahir ismi o kadar tecelli etti ki, her şeyde ayrı ayrı göründü. Hatta nisa şeklinde. Alem-i emrdeki () latifelerin halleri ve acaib güzellikler bu şekilde görüldüğü kadar başka hiç bir şeyde görülmüyordu. Bunun gibi her yiyecekte ve içecekte ve her cisimde ayrı ayrı nur tecellileri oldu. Kısaca her tatlı şeyde başka başka kemal vardı. Bu tecellilerin hepsi karşısında (Refîk-ı a’lâ) yı (Allah’ı) istiyordum . Bu tecellilere bakmamağa çalışıyordum.” ve ” Birdenbire bu tecellilerin o zamansız ve mekansız, hiç bir şeye benzemeyen varlığa bağlılığı değiştirmediğini anladım. Batınım, yani kalb ve ruhum hep O’na (Allah’a) bağlı idi. Bir zaman sonra, bu tecelliler görünmez oldu. Tecelliler yok oldu. Bundan sonra kendi varlığından geçme hali hasıl oldu. Bu zaman(nefs-i emmarede) islam-i hakiki başlamağa ve gizli şirkin alametleri yok olmağa başladı. İbadetleri kusurlu, niyetleri bozuk görmek, kulluk ve yokluk allametleri görünmeye başladı.” (Mektubatı İ.Rabbani 1.Cid 1.Mek.)
İmam-ı Rabbani hazretleri Allahu tealanın İsm-i Zahir ile ilgili mektubu, kendi mürşidi Muhammed Baki Billah Hazretlerine yazmıştır. Bu ilk mektubunu yazdığı sıralarda, henüz seyir sülukunu tamamlamamış olduğu, yazılan o mektubtan anlaşılmaktadır. Allahu Teala, İsm-i Zahirin bu nurlu tecellileri ile, ruhani yoldaki bir dervişi imtihan ediş şeklidir. O tecellilerin nurlarına takılıp kalanlar elbette yolda kalmış meczublardır. O durumu yaşayan veliler bunu çok iyi bilirler. O ahvaldeki bir sufi, gözünü açsa da, gözlerini yumsa da, belli bir süreç içinde, o tarife gelmez zevkleri ve görüntüleri hep hisseder ve görür. Buna engel olmaya asla gücü yetmez. Sufi, tıpkı üşüyüpte titreyen kimsenin titremesine engel olamadığı gibi bir durumla karşı karşıya kalır. Ama Büyük İmamın dediği gibi; Bu tecellilerin hepsi karşısında (Refîk-ı a’lâ) yı (en yüce dost Allahı)istiyordum. Bu tecellilere bakmamağa çalışıyordum.” ve ” Birdenbire bu tecellilerin o zamansız ve mekansız, hiç bir şeye benzemeyen varlığa bağlılığı değiştirmediğini anladım. Batınım, yani kalb ve ruhum hep O’na(Allah’a) bağlı idi.
İmam-ı Rabbani hazretleri yukarıda adı geçen mektubta :”İsm-i Zahirin, nisa şeklinde ve başka türlü şeylerde tecelli ettiğini beyan etmiştir. “Tecelli etti” demek Allah’ı (c.c.) görmek değildir. O yüce İmamın tecelli hakkında 1.cild 221. mektubundaki beyanı ile konuya cevap verelim:
” (Allah ile kul arasındaki) Perdelerin en büyüğü engellerin en kuvvetlisi, çeşitli tecelliler ve başka başka görünüşlerdir. Bu tecelliler ve görünüşler isterse mahluklarda, isterse vücub aynaların da görünsünler, perde olmak bakımından farkları yoktur.” der ve devam eder:“ Çünki; tecelli demek, birşeyin ikinci veya üçüncü veya dahada ötelerdeki mertebelerde görünmesi demektir.” der.
Bu tecellilere rağmen kendisinin hep Refik-ı A’la’yı yani eşsiz ve benzersiz Allah’ı (c.c.) istediğini açıklıkla bildirir. O yüce İmam (k.s.) yazının devamında: ” O zamansız ve mekansız ve hiç bir şeye benzemeyen varlığa bağlılığı..” diyerek, tecelliler ile Allahu Teala’nın varlığını bariz bir açıklama ile birbirinden ayırmıştır. Evet her veli seyir ve sülûk yaparken bu tür nurani tecellilere mazhar olur. Allahu Teala zatını sıfatları ile , sıfatlarını, isimleri ile, isimlerini de eşyalarla, yani mahlukları ile gizlemiştir. Bu dünyada O’nun zatını görmek mümkün değildir. Rasulullah (s.a.v.) dahi bu dünyada değil, mi’racda cennetlerin ötesinde ulvi bir alemde Rabbının dilemesiyle, Rabbını görebilmiştir. Velilere bu dünyada ancak Allahu Teala’nın isimlerinin ve sıfatlarının nurlarını görmek nasib olmaktadır. Zat-ı İlahinin nurlarını görmek ise, velilerden pek azı ile enbiyalara nasib olmuştur. İmam-ı Rabbani hazretleri bu velilerdendir. O, bu hususu: “Allahu Teala veraün vera, veraün vera ve veraün veradır.” (Allahu Teala ötelerin ötesi, ötelerin ötesi ve ötelerin ötesidir.) diyerek beyan etmiştir.
İmam-ı Rabbani Ahmed-i Faruki Müceddidi Elfisâni (k.s.) hazretleri, tasavvuf büyüklerinin şeriate uymayan söz ve işlerine uyulmayacağını, onlar, bu tür söz ve davranışlarda bulunduklarında, suurlarının Allah sevgisi ile örtülmesi sebebi ile onların mazur olduğunu, fakat; onların şeriate uymayan söz ve davranışlarını körü körüne taklit edenlerin Allah katında sorumlu olabileceklerini şu ifadeleri ile belirtmektedir:
-“Bu tasavvufçular manevi sarhoşluğa girdiklerinde şuursuz oldukları için özürlüdürler.Yanılan müçtehidler gibi hesaba çekilmezlerse de, bunları taklid edenlere bilmem nasıl azab ederler… Keşke bunlara uyanlarıda yanılan müçtehidlere uyanları affettikleri gibi affetseler! Affetmezlerse durumları vahimdir.”
“Kıyas ve ictihat, şeriatın dört temelinden biridir. Buna uymakla emr olunduk, evliyanın keşif ve ilhamına değil. Tasvvufçuların bir çoğu keşif ve ilhamla anlaşılan bilgileri inandırmak için insanları zorluyorlar. Keşke inkar etmemelerini tavsiye etselerdi. Bu bilgilere inanmak zaruri değil, fakat inkar etmektende sakınmalıdır. Ne kadar şaşılırki kendilerinin tasavvufçu olduğunu söyleyen bazı kimseler, “ Allah’ı bu dünyada görüyoruz” demektedirler. Gördükleri bazı nurları, hiç bir şeye benzemeyen Allahu Teala’ya benzetiyorlar. “Tasavvuf yolunun sonu bu nuru görmekle biter diyorlar.” Allahu teala bu zalimlerin dedikleri şeyden münezzehtir.” (Mektubat 1.C. 272 Mek.)
EVLİYANIN EN BÜYÜKLEİNDEN İMAM-I RABBANİ HAZRETLERİNİN (özet olarak)HAYATI
İmam-ı Rabbani Ahmedî Farukî Serhendî(kaddesallâhu sirruh) hazretleri, Hindistan’da yetişen en büyük veli ve âlimlerdendir. İnsanların itikad, ibadet ve Ahlak hususunda doğruyu öğrenmelerini, öğrendikleri bu bilgiler ile amel etmelerini sağlayan, insanları Allahü teâlânın rızasına kavuşturmak için rehberlik eden ve hicri ikinci bin yılının müceddidi (yenileyicisi) olmasından dolayı “Müceddid-i elf-i sani”, ahkam-ı İslamiye(şeriat) ile tasavvufu birleştirmesi sebebiyle, “Sıla” ismi verilmiştir. Hazret-i Ömer’in(radıyallahü anh) soyundan olduğu için ,”Faruki” nesebiyle anılmış, Serhend şehrinden olduğu için de oraya nisbetle, “Serhendî” denilmiştir. Bütün bu vasıflarıyla birlikte ismi, İmam-ı Rabbani Müceddid-i elf-i sâni Şeyh Ahmed-i Faruki Serhendî’dir.
İmam-ı Rabbani(kaddesallahu sirrahul akdes) hazretlerinin yetiştirdiği halifeleri vesilesi ile bugün; Hindistan, Pakistan, Afganistan, Malezya, Endonezya vs. ülkelerindeki ehli sünnet itikadında olan müslümanların sayıları bir milyara ulaşmıştır. İmam-ı Rabbani hazretleri ehli sünnet yolunda vermiş olduğu büyük hizmetler sebebi ile Müceddid-i Elf-i Sani olduğunu teyid ettirmiştir. Esefle görülmektedir ki, İslamiyet hakkında yeterli bilgiye sahip olmayıp Kur’an’a yanlış mana veren çatlak seslerin sayısı çoğalmış durumda. Bunların vaazlarını dinleyen veya, bu tasavvuf inkarcısı şahısların yanlış tercüme ettikleri Kur’an mealleri ve tefsirlerini okuyup, Kur’an’da adı sırat-ı müstekîm olarak geçen ehli sünnet yolundan çıkıp sapıklık yoluna düşmektedirler. Büyük imam ve alim ve veli zat İmamı Rabbani hazretlerinin yazdıklarını basiret gözü ile idrak edemeyenler, Molla Kasım anlayışı ile, yazılanları ters çevirip, tersten anlatmaya çalışıyorlar. Bu şahıslar, İmamı Rabbani hazretlerinin yazdıklarını okuyup, anlamaktan uzakken, bir de kalkıyorlar tasavvufun T’sinden anlamadıkları halde, aldıkları zahiri bilgilerle İmamı Rabbani hazretleri gibi büyük bir alim ve veliye hakaret içeren yazılar yazmaya, video kasetler doldurmaya kalkıyorlar. “Allahu teala bu şahıslara doğru anlayış yeteneği versin” diyor ve İmam-ı Rabbani hazretlerinin üzerine atmaya çalıştıkları çamurları, konu hakkındaki anlayış eksikliklerine vererek, bunları doğru düşünmeye ve Yüce İmam’a karşı edepli ve saygılı olmaya davet ediyoruz.
Akademik kariyer sahibi olmak bir kimsenin doğruyu bulmasına yetseydi, dünyada bu kadar ateist profesör olur muydu?
Hepimize yardım ve hidayet Allahu Tealadandır. Vesselam.
Abdulaziz Bayındır’a Reddiye-1
Topics: abdulaziz bayındır, abdulaziz bayındır'a reddiye, islamda mezhepler, kan abdesti bozar mı, kan akarsa abdest bozulur mu, mealcilere reddiye, mezhep farklılıkları, mezhep nedir,mezhepler, mezhepler arasındaki farklılıklar, mezhepler hakkında bilgi, mezhepsizler,mezhepsizlere reddiye
kabe1Abdulaziz Bey’in herhangi bir kaynak ya da delil sunmadan mezhep imamlarının içtihatlarını inkâr ettiğine şahit olmaktayız. Hatta kimi sohbetlerinde espri adı altında mezheplerle dalga geçmektedir. Ortaya hiçbir delil koymadan yalnızca şahsi düşünceleriyle fetva vermesi, İslam büyüklerinin ve müçtehitlerin düşüncelerine kıymet vermemesi büyük bir yanılgı içerisinde olduğunu göstermiyor mu?
Bayındır, mezheplere karşı olan olumsuz tavrını her zaman sohbetlerinde dile getirmektedir. Kuşkusuz ki konuşmaları, bazı insanların kafasını karıştırmaktadır. Asırlardır fıkıh kaidelerine göre dinini bir bütün olarak yaşayan Müslümanlar, son zamanlarda “mezheplere gerek yok” şeklindeki beyanlarla kuşkuya düşürülmektedir. Bir bilim adamı, konuşurken veya bir şeyi iddia ederken öncelikle kendisinden önce yaşamış din adamlarının çalışmalarına saygılı olmalı; buna ilave olarak bir iddiayı öne sürerken bilgisini konuşturmalı ve delil getirmelidir. Ayrıca, Eshab-ı Kiram sonrası Tabiîn dönemi alimlerinin yetiştirmiş olduğu dört hak müçtehidin içtihatlarıyla dalga geçercesine konuşmak saygısızlık ve kibir değil midir?
Mezhepsizlik gibi bir fikir akımının ardında Müslümanların kafasını bulandırmak ve onları yoldan çıkarmak gibi bir art niyet yatmaktadır. Çünkü herhangi bir mezhebe bağlı olmayan insanın, kuşkusuz yoldan çıkması, bilip bilmeden ayetleri kafasına göre yorumlaması ve hadislerden işine geleni alması, işine gelmeyeni almaması muhtemeldir. Yalnızca Kur’an’ın mealine bakarak dini yaşamak mümkün değildir. Üstelik Resulullah döneminin Arapçasını ve inceliklerini bilmeden, her biri birbirinden farklı çevrilmiş ayet tercümelerinden anlam çıkarmaya çalışmak da bir Müslüman’ın ayetleri yanlış yorumlamasına sebep olur.
Hak olarak tabir ettiğimiz bu dört mezhepten herhangi birine bağlı olmayan bir insanın yoldan çıkması, özellikle kulaktan duyma bilgilerle hareket etmesi ve şeytanın oyuncağı olması muhtemeldir. İşte bu noktada dört hak mezhep, ayet, hadis ve kıyaslara dayanarak Eshab-ı Kiram’ın yetiştirdiği Tabiîn döneminde tüm fıkıh bilgilerini düzenlemişler ve Müslümanların dini yaşayışlarında ihtiyaç duydukları bilgileri bir araya getirmişlerdir. Bu da İslam’da Ehl-i Sünnet çatısı altında bir bütünlük oluşturmuştur. O halde “mezheplere gerek yok” gibi desteksiz bir iddia bu noktada çürür!
Bayındır, bir sohbetinde şunları ifade etmiştir: “Falan mezheptenim, filan mezheptenim demenin bir anlamı yok… Gelelim kadına dokunmak meselesine… Şafii mezhebinin kadına dokunmak abdesti bozar görüşü yanlıştır. Hanefi mezhebin de kan abdesti boza görüşü yanlıştır.” Bu sözlerle mezhep imamları arasındaki farklı içtihatları bir ayrılık unsuru gibi gösterip insanları mezheplerden soğutmaya çalışıyor olabilir mi?
Bayındır, kendisine sorulan sorulara genellikle üstünkörü cevap vermektedir. Kendisi “Ben Şafiyim” diyen bir vatandaşı, “Şafiyim diyebilmen için Şafi mezhebinin bir konudaki görüşünün delillerini bilmen lazım” diyerek alay konusu etmektedir. Ancak kendisi bir başka yerde “Falan mezheptenim, filan mezheptenim demenin bir anlamı yok…” diyerek kendisiyle ters düşmektedir. Sorguladığı insanların mezhebiyle ilgili bilgi sahibi olmadığını nereden bilmektedir? Ayrıca okuma yazma bilmeyen, eğitim seviyesi düşük ya da dini konularda yeterli mukayeseyi yapacak düzeyde olmayan insanlar neye göre dinini yaşayacak? Elbetteki dört hak mezhepten birini kendisine kılavuz ederek yaşaması daha doğru olur.
Eğer bunun nedenini ve gerekçelerini bilseydi, kendi kafasına göre bu sözleri sarf etmezdi. Şafii, mezhebine göre kadına dokunmak erkeğin abdestini bozar. Bunu kabul eden bir kişi, Şafii mezhebinin delillerini kabul etmiş demektir. Kişilerin tercihini sorgulamak kimsenin haddine değil. “Ben Şafii İmamının içtihatlarına göre hareket ederim” diyen bir Müslüman’a saygı duymak gerekir. Çünkü dört hak müçtehidin de içtihatları hak üzerine, ayet ve hadisler ışığında ilmi metotlara dayanılarak, Hz. Muhammed’in yaşayış şekli örnek alınarak ve Eshab-ı Kiram’ın rivayetleri temel alınarak belirlenmiştir. Fer’i konularda ufak tefek farklılıklar olsa da temelde yani asıl konularda dört mezhep Ehl-i Sünnet çatısı altında en doğru ekoller olarak Müslümanlara hizmet etmektedir. Eshab-ı Kiram’dan yapılan farklı rivayetler üzerine görüş farklılıklarının çıkması gayet doğaldır. Resulullah efendimizin, Eshab-ı Kiram’ın ihtilafında dahi rahmet olduğunu hadisleriyle belirtmiştir. Sayın Bayındır bunu bilmiyor mu acaba? Müslüman kişi, ihtilaflı bir konuda bile olsa Allah’ın, Peygamber’in ve Eshab-ı Kiram’ın izinden giden dört müçtehidin içtihatlarını bilerek ya da bilmeyerek kabul etmesinde hiçbir sakınca yoktur. Eğer birileri, bunun aksini iddia ediyorsa, iddiasına Kur’an’dan veya hadisten bir delil getirsin! Biz bu kişilere bir ayet ve bir hadis-i şerif ile cevap veriyoruz.
“Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin ve sizden olan ulu-l emre itaat edin. Eğer Allah’a ve ahiret gününe gerçekten inanıyorsanız herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün. Bu daha iyidir ve sonuç bakımından daha güzeldir.” (Nisa 59)
Bu ayetten anlaşıldığı üzere Müslümanların herhangi bir konuda anlaşmazlığa düşmesi muhtemeldir. Ancak böyle bir durumda Kur’an’a ve Resulullah’ın yaşayışına bakmamız emredilmektedir. Ayette geçen “sizden olan ulu-l emre itaat edin” tabiriyle de Efendimizin varisleri olan alimler vurgulanmaktadır. Ayetin devamında yer alan “herhangi bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz onu Allah ve Resulüne götürün” kısmı kıyasa delildir. Bazı dini konular hakkında, ayetlerde açık bir bilgi yer almadığında içtihat gerekir. Diğer bir ifadeyle Kur’an ve hadislerde hükmü açıkça bildirilmeyen meselelere kıyas ederek hüküm çıkarılması gerekir. Bu da içtihadı gerektirir. Hz. Muhammed’den sonraki dönemlerde içtihadı müçtehidler, yani “ulu’l emr” yapmıştır.
Resulullah, kendisinden sonrakilere hitaben, bir konuda tereddüde düşüldüğünde önce Kur’an’a, sonra sünnete, sonra da ashabının dediklerine uyulmasını emretmiştir. Ashabın ihtilafında da rahmet olduğunu belirtmiştir:
“Allah’ın Kitabı’ndan size ne verildiyse onunla amel gerekir. Onun terki konusunda hiçbiriniz için mazeret yoktur. Eğer Allah’ın Kitabında yoksa o zaman benim bir sünnetim geçmiştir. Şayet benim geçmiş bir sünnetim yoksa bu defa ashabımın dedikleri vardır. Çünkü ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine sarılsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilafı ise sizin için rahmettir.” (Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3, no: 152. tah. M. Ziyaurrahman el-A’zami Daru’l-Hulefa-Kuveyt, t.y.)
Bayındır, konuşmalarında mezhepler arasındaki fer’i ihtilafları söz konusu ederek İslam’ı mezhepsizlerin tuzağına düşürdüğünün farkında değil mi? İmam Şafii ile İmam Hanife’nin fer’i konulardaki bazı farklı içtihatlarının mutlaka gerekçeleri ve doğruluk payı vardır. Her Müslüman kişi, bu delilleri bilmese de kendisine kılavuz olarak dört hak mezhepten birini seçmesinde veya kabul etmesinde hiçbir mahsur yoktur. Eğer bunun aksini iddia eden varsa ayet veya hadisle haklı olduğunu ispat etsin. Yazımızın devamında “kadına dokunmayla abdestin bozulması…” gibi ihtilaflı bir konuyu kaynaklarıyla ve delilleriyle belirteceğiz. Böylece dört hak mezhebin de haklılık payı olduğunu görmeniz mümkün olacaktır. Ancak en son andığımız hadiste Resulullah’ın belirttiği gibi Ashabın da ihtilafından kaynaklanan bu gibi durumlarda elbette rahmet vardır.
Benzer şekilde İslam Büyüklerinden İmam-ı Rabbani Mektubat kitabında müçtehitlere hata ihtimalleri bile olsa uymanın caiz ve hatta vacib olduğunu belirtiyor:
“Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatâlı işlerde sevâb verilir. Evliyânın yanlış keşflerine uyanlara, sevâb verilmez. Çünkü ilhâm ve keşf, ancak sâhibi için seneddir. Başkalarına sened olamaz. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için seneddir. O hâlde, Evliyânın yanlış ilhâmlarına, keşflerine uymak câiz değildir. Müctehidlerin “rahmetullahi aleyhim ecma’în” hatâ ihtimâli olan sözlerine uymak ise câiz ve hattâ vâcibdir.” (Mektubat, 55)
Şimdi gelelim erkeğin kadının tenine değmesiyle ilgili ihtilaflardaki haklılık paylarına… Öncelikle İmam Şafii’nin, akabinde İmam Hanefi’nin görüşlerine yer vereceğiz. Fakat öncesinde şunu belirtelim ki bu konuda yaptığımız araştırmalarda Ömer bin Hattab ile İbn Abbas’ın ve Ashab’tan bazılarının düşüncelerinin ihtilaflı olduğu ve her iki ekole de dayanak teşkil ettiğini gördük. Hadisi şerifte belirtildiği üzere ihtilaflar rahmettir; Müslüman hangisine sarılsa elbette hidayete erecektir.
İmam Şafii, aşağıdaki iki ayeti gerekçe göstererek, kadına dokunan erkeğin abdestini tazelemesinin gerektiği hususunda içtihatta bulunmuştur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا قُمْتُمْ إِلَى الصَّلاةِ فاغْسِلُواْ وُجُوهَكُمْ وَأَيْدِيَكُمْ إِلَى الْمَرَافِقِ وَامْسَحُواْ بِرُؤُوسِكُمْ وَأَرْجُلَكُمْ إِلَى الْكَعْبَينِ وَإِن كُنتُمْ جُنُباً فَاطَّهَّرُواْ وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مَّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيداً طَيِّباً فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُم مِّنْهُ مَا يُرِيدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُم مِّنْ حَرَجٍ وَلَـكِن يُرِيدُ لِيُطَهَّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
“Ey iman sahipleri! Namaza/duaya duracağınız zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı meshedin ve topuklara kadar ayaklarınızı meshedin/yahut yıkayın. Eğer cünüp iseniz iyice temizlenin! Hasta yahut yolculuk halinde iseniz yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuş da su bulamamışsanız temiz bir toprakla teyemmüm edin: Yüzlerinizi ve ellerinizi ondan meshedin. Allah size zorluk çıkarmak istemiyor. Ancak sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimetini tamamlamak istiyor ki, şükredebilesiniz.” (Maide, 6)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَقْرَبُوا الصَّلَاةَ وَأَنتُمْ سُكَارَىٰ حَتَّىٰ تَعْلَمُوا مَا تَقُولُونَ وَلَا جُنُبًا إِلَّا عَابِرِي سَبِيلٍ حَتَّىٰ تَغْتَسِلُوا ۚ وَإِن كُنتُم مَّرْضَىٰ أَوْ عَلَىٰ سَفَرٍ أَوْ جَاءَ أَحَدٌ مِّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لَامَسْتُمُ النِّسَاءَ فَلَمْ تَجِدُوا مَاءً فَتَيَمَّمُوا صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُوا بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُمْ ۗ إِنَّ اللَّهَ كَانَ عَفُوًّا غَفُورًا
“Ey iman edenler! Sarhoşken, ne söylediğinizi bilinceye kadar, cünüpken de -yolculuk halinde olmanız müstesna- boy abdesti alıncaya kadar namaza/duaya yaklaşmayın. Eğer hastalanırsanız yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahutkadınlara dokunmuşsanız, bütün bu durumlarda su da bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin. Yani yüzlerinizi ve ellerinizi meshedin. Allah Afüvv’dür, günahları affeder, Gafûr’dur, hataları bağışlar.” (Nisa, 43)
İşte bu ayetlerde altını çizdiğimiz kısımda belirtilen ifadenin أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء ”kadınlara dokunmuşsanız” anlamını verdiğini ilk bakışta düşünebilirsiniz. Bazı meallerde, örneğin Diyanet mealinde bu ayetler çevrilirken, Nisa 43. ayette ilgili kelime mecazi anlamda düşünülerek “eşlerinizle cinsel ilişkide bulunup” şeklinde çevrilmiş; aynı ifade için Maide 6. ayetin çevirisinde ise “kadınlara dokunur” şeklinde çevrilmiş ve parantez içerisinde (cinsel ilişkide bulunur) ifadesi açıklama olarak eklenmiştir. E. Hamdi Yazır ise Kur’an tercümesinde ilgili ayetlerde yer alan أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء ifadesini ”cinsel ilişkide bulunmak” şeklinde değil; doğrudan kelimenin verdiği anlam olan “dokunmak” anlamını kullanmıştır. Çevirilerin birbirinden farklı oluşu, bazen Kur’an’da bir kelimenin birden çok anlama gelmesinden kaynaklanmaktadır. Benzer şekilde müçtehitler de ayetleri tefsir ederken, kelimeleri gerçek veya mecaz anlamda değerlendirmiş ve farklı içtihatlarda bulunmuşlardır.
İmam-ı Beyhaki, Kur’an’da وَلَوْ نَزَّلْنَا عَلَيْكَ كِتَابًا فِي قِرْطَاسٍ فَلَمَسُوهُ بِأَيْدِيهِمْلَقَالَ الَّذِينَ كَفَرُواْ إِنْ هَذَا إِلاَّ سِحْرٌ مُّبِينٌ (Enam, 7) ayetinde geçen “fe le mesuhu bi eydihim” (böylece ona gerçekten elleri ile dokunsalar)kısmında لمس sözcüğünün “elle dokunmak” anlamında kullanıldığını belirterek, Maide 6′da geçen kelimenin de bu anlamda kullanılmış olabileceği üzerinde durmuştur. Buna ilave olarak Sahih Müslim’de geçen hadisi şerif kaynak olarak gösterilmiştir: اليد زناها اللمس (Ellerin zinası dokunmaktır). İşte bu hadiste geçen لمس kelimesinin “dokunmak” anlamında kullanılmış olması, ayette geçen ilgili kelimeyle eş anlamlı olmasına bir delil olarak gösterilmiş ve bu konuda Şafii imamları ittifak etmişlerdir.
İmam-ı Beyhaki, ayrıca Ömer bin Hattab’ın “Kişinin eşini öpmesi dokunmaktandır. Abdest alması gerekir.” şeklindeki sözünü vurgulayarak, bu içtihada delil getirmeye çalışmıştır:
أَخْبَرَنَا مُحَمَّدُ بْنُ عَبْدِ اللَّهِ الْحَافِظُ أَخْبَرَنَا إِسْمَاعِيلُ بْنُ مُحَمَّدِ بْنِ الْفَضْلِ بْنِ مُحَمَّدٍ الشَّعْرَانِىُّ حَدَّثَنَا جَدِّى حَدَّثَنَا إِبْرَاهِيمُ بْنُ حَمْزَةَ حَدَّثَنَا عَبْدُ الْعَزِيزِ بْنُ مُحَمَّدٍ عَنْ مُحَمَّدِ بْنِ عَبْدِ اللَّهِ يَعْنِى ابْنَ عَمْرِو بْنِ عُثْمَانَ عَنِ الزُّهْرِىِّ عَنْ سَالِمٍ عَنِ ابْنِ عُمَرَ أَنَّ عُمَرَ بْنَ الْخَطَّابِ رَضِىَ اللَّهُ عَنْهُ قَالَ : إِنَّ الْقُبْلَةَ مِنَ اللَّمْسِ فَتَوَضَّئُوا مِنْهَا
Diğer taraftan, İmam-ı Azam Ebu Hanife ise bu ayetlerde geçen “dokunmak” fiilinin mecazi anlamda, yani “cinsel birleşme” manasında kullanıldığı konusunda ittifak etmişlerdir. Nitekim Arapçada, ilgili sözcük “nisa” kelimesiyle birlikte kinaye olarak “cinsel temas” anlamında da kullanılmaktadır. Ayrıca لمس kelimesinin önünde bulunan “lam elif” nedeniyle kelime “Lemestüm”yerine “Lâ-mestüm” şeklinde okunmaktadır. Bu kelimenin başka ayetlerde “elle dokunmak”anlamında لمس (lems) olarak geçerken, bu iki ayette لامس şeklinde geçmesi ve değişik okunması nedeniyle kinayeli olduğu ve mecazi anlamda kullanıldığını belirtenler de vardır. Ayrıca bu ayetlerde yer alan لمس kelimesi, Bakara Suresinin 237. ayetinde yer alan وَإِنْ طَلَّقْتُمُوهُنَّ مِنْ قَبْلِ أَنْ تَمَسُّوهُنَّ(Onları cinsel ilişkide bulunmadan önce boşarsanız) ifadesindeki “cinsel ilişkide bulunmak”anlamında tefsir edilen مس kelimeyle kökte benzerlik göstermektedir. Ayrıca İbn Sikkit’in şu sözleri de delil olarak gösterilmiştir: “Lems, kadınlarla birlikte kullanıldığında cinsel ilişki anlamına gelir. Bir Arap ‘lemestü’l-mer’ete’ derken ‘cinsel ilişkide bulundum’ demeyi kasteder. Öyleyse söz konusu ‘lems’ ile mecazi anlam yani ‘cinsel birleşme’ anlatılmak istenmiştir.”
Bunlara ilave olarak, İmam Ebu Hanefi, ayette ilk önce küçük abdestsizlik durumunun anıldığını, hemen akabinde de büyük abdest (gusl) gerektiren durumdan bahsedildiğini belirtmiştir. Böylece sadece küçük abdest değil, büyük abdest için de teyemmüm için Kur’an’dan delil getirmiştir. Konuyu açacak olursak “Eğer hastalanırsanız yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız, bütün bu durumlarda su da bulamamışsanız, temiz bir toprakla teyemmüm edin.” ayetinde ilk önce özür durumu olarak “hastalık” konusu ele alınmış, yani kişinin yaralı bir uzvuna su sürülmesinin sakıncalı olması gibi bir durumundan bahsedilmiş; ikinci kısımda yolculuk yapanlara kolaylık olarak “sefer hali” konusu ele alınmış; üçüncü kısımda küçük abdestin bozulmasından bahsedilmiş; dördüncü kısımda ise kadınlara dokunmak ifadesi ile “cinsel ilişki” ima edilerek büyük abdestin bozulması konusuna dikkat çekilmiş; hemen akabinde bu gibi durumlarda su bulunamaması halinde temiz bir toprakla teyemmüm edilmesi gerektiği belirtilmiştir. Her bir kısım arasında أَوْ “yahut” ifadesi kullanılmıştır. Ebu Hanefi, ayetin “…yahut biriniz tuvaletten gelmişse yahut kadınlara dokunmuşsanız…” kısmında “kadınlara dokunmak” ifadesinin elle dokunmak anlamında tefsir edilmesi durumunda aynı şeyin (küçük abdest gereksiniminin) iki kez tekrarlanması gibi bir durumun olacağını belirtmiştir.
Bunlara ilave olarak, İmam Ebu Hanife, erkeğin kadına veya kadının erkeğe dokunmakla abdestinin bozulmamasına Hz Aişe’nin rivayet ettiği şu hadisleri delil olarak göstermiştir.
İbrahim et-Teymî’den, o da Hz. Aişe (r.a.)’dan rivayet ediyor. Hz. Aişe demiştir ki: ”Şüphesiz ki Peygamber (a.s.) Efendimiz eşlerinden bazısını öptükten sonra abdest almadan namaz kılardı.”
Hz. Aişe’den yapılan başka bir rivayete göre Hz. Aişe şöyle demiştir: ”Resûlüllah Efendimiz namaz kılarken (geceleyin) ben onun yanıbaşında cenaze gibi serpilmiş bir halde bulunurdum, tâ ki vitir namazını kılmayı dilediğinde ayağıyla bana dokunurdu. (kendimi toparlayıp secde etmesine rahat imkân vermem için böyle yapardı).” (Buhari)
Sonuç olarak İmam Şafii, ayetlerdeki kelimeyi gerçek anlamıyla tefsir ederken, İmam Malik ile İmam Hanbeli ise orta yolu bularak ‘şehvetle’ dokunmanın abdesti bozacağına hükmetmişlerdir. İmam Hanife ise ayetteki “lems” kelimesiyle cinsel ilişkinin kinaye edildiğini belirterek, tenin tene dokunmasıyla abdestin bozulmayacağına hükmetmiştir. Ancak her durumda da tarafların haklılık payı vardır. Yani bu ayet içerisinde geçen لمس kelimesi gerçek veya mecazi anlamda kullanılmış olabilir. Doğrusunu ancak Allah bilir. Nitekim, Kur’an’ın tercümanı olarak görülen İbn Abbas’a sorulduğunda kendisi ayette geçen dokunmaktan kastın cinsel ilişki olduğunu, fakat Allahu Teala’nın çok haya sahibi olmasından ötürü edebe uymayan bir şeyi, iyi birşeyle ima etmeyi tercih ettiğini söylemektedir. (Serahsi, el-Mebsut I, 68)
“Kadına dokunmanın abdesti bozup bozmayacağı” konusu fer’i bir mesele olup, ayetlerde geçen kelimelerin gerçek mi yoksa mecazi anlamda mı kullanıldığı konusunda müçtehitlerin farklı görüşleri olmuştur. Söz konusu ayetlerde geçen “lems” kelimesi gerçek, mecaz veya her iki manada da anlaşılması mümkündür. Ancak, bu noktada dört müçtehidin de içtihadına saygı göstermekte fayda vardır.
Resulullah efendimiz ihtilafta dahi rahmet olduğunu belirtmiştir: “Allah’ın Kitabı’ndan size ne verildiyse onunla amel gerekir. Onun terki konusunda hiçbiriniz için mazeret yoktur. Eğer Allah’ın Kitabında yoksa o zaman benim bir sünnetim geçmiştir. Şayet benim geçmiş bir sünnetim yoksa bu defa ashabımın dedikleri vardır. Çünkü ashabım gökteki yıldızlar gibidir. Hangisine sarılsanız hidayete erersiniz. Ashabımın ihtilafı ise sizin için rahmettir.” (Beyhaki, el-Medhal, s. 162-3, no: 152. tah. M. Ziyaurrahman el-A’zami Daru’l-Hulefa-Kuveyt, t.y.) O halde bu hadisten yola çıkarsak Mümin kişi, dört hak mezhepten hangisine uysa doğru yolda demektir. Çünkü mezhep imamları ayet, hadis ve Eshab-ı Kiram’ın rivayetleri ve dedikleri üzerine içtihatlarını tamamlamışlardır.
Müslüman kişi “Ben İmam Şafii’nin fıkhına göre hareket ederim” diyorsa, bir kadına değdiğinde veya dokunduğunda abdestini tazelemesi gerekir. Aynı şekilde Müslüman kişi, “Ben İmam-ı Hanife’nin fıkhına göre hareket ederim” diyorsa, teninin eşinin veya başka bir kadının tenine değmesiyle abdestinin bozulmayacağını biliyordur. Ehli Sünnet çatısı altında yer alan dört ekol arasında ayet veya hadislerin farklı yorumlanmasından kaynaklanan ufak tefek farklılıklar vardır. Ancak bu farklılıklar asla bir ayrılık unsuru olarak görülmemelidir. Ehl-i Sünnet mezhebi altında dört çeşit yol olarak Müslümanların tercihine bırakılmalıdır. Müslüman kişinin, az bir din bilgisiyle ayet ve hadislerin meallerinden yola çıkarak kendi ekolünü oluşturmaya çalışması, Allah korusun, o kişinin yoldan çıkmasına neden olabilir. O nedenle her Müslüman’ın Hz. Muhammed’i ve Eshab-ı Kiram’ı örnek alan Ehli Sünnet mezhebinin bu dört ekolünden birini benimseyerek dinini yaşaması en makul tercih olacaktır.
Diğer bir mesele, Bayındır, akan kanın abdesti bozmadığını belirtmektedir. Ancak kendisi akan kanın abdesti bozmadığına dair ayet veya hadislerden herhangi bir delil göstermemektedir. Hanefi mezhebi imamlarının delil olarak gösterdiği hadislerden sadece birine değinmekte ve onun da şüpheli olduğunu iddia etmektedir. Buna ilave olarak Hanefi imamlarının konuyla ilgili diğer delil ve kıyasları hakkında yeteri kadar bilgi sahibi olmadığını anlıyoruz.
Hanefi mezhebi imamları, akan kanın abdesti bozduğuna delil olarak şu hadisleri göstermektedir.
İbni Mace Hz. Ayşe’den rivayet etmiştir: “Her kim namazda iken kusar veya burnundan kan akarsa, namazda çıksın ve gidip abdest alsın. Ondan sonrada konuşmadığı sürece gelsin, namazını bıraktığı yerden tamamlasın.”
Ali bin Ömer, Temim ed-Dari’den nakletmiştir: “Her akan kandan ötürü abdest almak gerekir.”(Nasbu’r-raye,1/37)
Bayındır, bu hadisin şüpheli olduğunu iddia etmekte; ancak buna da bir delil getiremeyip, kişisel görüşünü ya da kendisiyle aynı fikirde olan bazı kişilerin fikirlerini dile getirmektedir. Temim ed-Dari sahabeden olup, kendisinden 18 hadis nakledilmiştir. Hadislerinden bazıları Müslim’de de yer almaktadır.
Hanefilerin delil olarak gösterdikleri diğer bir hadis: “Bir-iki damladan değil, ancak akan kandan abdest almak gerekir.” (Neylu’l-Evtar, 1/182).
Ayrıca aşağıdaki hadis-i şerif de “akan kanın (burun kanaması gibi) abdesti bozması” için bir delil olarak gösterilebilir.
Resulullah (sav) buyurdular ki: “Namaz kılarken kimin abdesti bozulacak olursa hemen namazdan çıksın. Eğer cemaatle kılınan bir namazda ise burnunu tutarak ayrılsın.” (Burnunu tutmasını emretmesi, cemaate burnu kanamış zannını vermek içindir. Bu davranış, avretin örtülmesi ve kabihin gizlenmesi hususunda bir nevi edebe riayettir.) (Kutubi Sitte, Hadis No: 2658)
İmam Ebu Hanife, aşağıdaki iki olayı da kanın abdesti bozduğuna delil olarak göstermiştir.
İmam-Mâlik b. Enes el-Esbahî, Nafi’nin Ömer bin Hattab ile ilgili şunları bildirdiğini yazar: “Ömer bin Hattab, namaz esnasında burnu kanadığında yerinden kalktı, hiç konuşmadan abdest aldı ve namazına kaldığı yerden devam etmişti.” (Muvatta, 62-63)
Yine Abdullah bin Kusayt’tan nakledildiğine göre Said bin Müseyyeb de, burnu kanadığında namazı bırakmış, abdestini yeniledikten sonra kaldığı yerden devam etmiştir. (Muvatta)
Kanın necis olduğu konusunda ayet ve hadisler vardır.
“De ki: ‘Bana vahyolunanlar arasında, ölü, dökülen kan, pisliğin ta kendisi olan domuz eti veya Allah’tan başkasının adı anılarak açık bir günahla kesilmiş hayvandan başkasını, yiyecek bir adama haram kılınmış birşey bulmuyorum. Her kim çaresiz kalırsa, başka bir çaresizin hakkına tecavüz etmek ve zorunlu miktarı aşmamak şartıyla, bunlardan yiyebilir; çünkü Rabbin gerçekten bağışlayan ve merhamet edendir.’ “ (Enam, 145)
Her ne kadar bu ayet yiyecek şeyler içerisinde haram olunan şeyleri ansa da akan veya dökülen kanın necis (pislik) olduğuna işaret etmektedir.
Diğer bir ayette ise kadınların adet bitiminde temizlenmeleri gerektiği belirtilmektedir:
“Sana âdet halini de sorarlar. De ki: ‘O, insana rahatsızlık veren bir haldir. Hayızlı oldukları sırada kadınlardan uzak durun ve onlar temizleninceye kadar kendilerine yaklaşmayın. İyice temizlendiklerinde, Allah’ın emrettiği yerden onlara gidin.’ Şu bir gerçek ki Allah, çok tövbe edenleri sever, iyice temizlenenleri de sever.” (Bakara, 222)
Devamlı akan ve kişiye rahatsızlık veren adet kanı necis olarak görülmüş ve hemen akabinde temizlenmeleri yani gusl abdesti almaları emredilmiştir. İşte bu iki ayetten kanın necis olduğu anlaşılmaktadır.
Kanın necs olduğuna dair hadislere gelecek olursak…
Esma şöyle demiştir: “Bir kadın Hz. Peygamber (asv) ‘e gelerek: ‘Bizden birisinin elbisesi üzerine âdet kanı bulaşırsa ne yapsın?’ diye sordu. Hz. Peygamber (asv) şöyle buyurdu: ‘Elbisesinin kan bulaşan yerini eliyle ovalasın, sonra su dökerek tırnaklarıyla kazısın ve sonra su ile yıkayıp / durulayıp o elbiseyle namazını kılsın.’ “ (Buharî, Vudu, 63; İbn Hcer, Fethu’l-Bârî, 1/330-331).
Hanefi İmamlarına göre akan kan, necis olduğuna göre, abdesti bozan diğer necisler gibi değerlendirilmelidir. Dolayısıyla vücuttan akan kan da abdesti bozar ve yeniden abdest almayı gerektirir.
Hz.Aişe’nin bir rivayetine göre, Hz. Muhammed, namaz kılarken mübarek alnına taş batar ve alnı kanar. Hz. Ayşe, taşı Resulullah’ın alnından alarak yere atar. Hz. Muhammed, yeniden abdest alarak namazlarını kılar. Hanefi Mezhebi İmamı, İmam-ı Azam Ebu Hanife ile Şafii Mezhebi İmamı Şafii hazretleri abdesti bozan meseleleri ele alırken bu meseleyi farklı şekillerde değerlendirmişlerdir. İmam-ı Azam, “Resulullah, alnına batan taş kan çıkardığı için abdest almıştır” hükmüne varırken; İmam-ı Şafii ise abdestin bozulmasını Hz. Ayşe’nin Resulullah’ın alnına dokunmasına bağlamıştır. Görüldüğü gibi sadece bu konu bile ele alınsa her iki tarafın da içtihatlarında haklı gerekçeleri olduğu anlaşılabilir.
Diğer taraftan Şâfiî ve Mâlikîler, az olsun çok olsun, vücuttan çıkacak kanın abdesti bozmayacağı görüşüne hükmetmişlerdir. Dayandıkları delil de Hz. Enes’in (r.a.) naklettiği şu hadis-i şeriftir: “Resulullah kan aldırdı ve abdest almaksızın namaz kıldı. Kan aldırdığı yerleri yıkamanın dışında bir şey yapmadı.” (Buhari)
Aslında bu hadisten anlaşıldığı üzere, efendimizin kan alınan yeri yıkaması kanın necis olduğunu göstermektedir. Ancak abdestini yenilememiş olması Şafii ve Malikiler tarafından kanın abdesti bozmadığına delil olarak gösterilmektedir.
Yine Resulullah, Zâtu’r-Rikâ gazvesinde iken, bir adama ok isabet etmiş, kan akarken rukû ve secdeye vararak namazını tamamlamıştır. Rasûlullah Efendimiz bu sahabiye bir şey dememiştir. Bunların dışında Şafiiler, bazı savaş ve çatışma durumlarında Müslümanların yaralı olduğu halde namazlarını kılmaya devam etmelerini delil olarak göstermişlerdir. Ancak bazı Hanefi İmamlar, bu gibi durumların savaş gibi tehlikeli anlarda zaruret nedeniyle gerçekleştiğini belirtmişlerdir.
Sonuç olarak, Hanefi olsun Şafii veya Maliki olsun, hak mezheplerin İmamları, ayet ve hadisler doğrultusunda, sahabelerin de yaşayış şekillerinden örnek göstererek ve kıyas yaparak kendi içtihatlarını belirtmişlerdir. Hak müçtehitler, örneklerde görüldüğü gibi içtihatlarında haklılık paylarına sahiptir. Şimdi bu noktada işin doğrusunu tam bilmeden, Hz. Muhammed ve Sahabeden 1500 yıl sonra yaşamış kişiler olarak, bu konulara yorum yapmamız pek de sağlıklı olmaz. Böylesi farklı görüşler biraz önce de belirttiğimiz gibi işin teferruatıyla ilgili, yani fer’i konulardadır. Asla bir ayrılık unsuru olarak görülmemiştir. Kişi, her iki durumda da bu görüşlerden birine haklılık payı verebilir ve o içtihada bağlı kalabilir. Kişi tereddüde düşmemek için bir uzvu kanadığında, İmam Hanefi’ye uyup, abdestini yenileyebilir; bundan hiçbir kaybı da olmaz. Bize düşen ise kişilerin bağlı olduğu mezhep seçimine ve o mezhebin içtihatlarına uymalarına saygı duymak olmalıdır.
İşte bu noktada Bayındır’ın, mezhepleri şunun görüşü doğru, şunun görüşü yanlış şeklinde genel bir kanıya vararak değerlendirmesi, belirli bir mezhebe bağlı olan insanların kafasını karıştırmaktadır. Nitekim doğruyu ancak Allah bilir. Bayındır ve arkadaşlarının “mezhebe gerek yok” şeklinde imada bulunması da, kişilerin “hangisi işime gelirse onu yaparım” mantığıyla hareket etmesine neden olabilir. Bu da kişiyi yoldan çıkarabilir. Kimi zaman da böylesi bir durum, insanların yalnızca meallere dayanarak dinini eksik yaşamasına veya yanlış yorumlamasına sebep olacaktır. Ayrıca Tabiîn döneminden 1500 yıl sonra yaşamış bir kimse hadislerin sahihliği konusunda ne kadar bilgi sahibi olabilir ki?
Sonuç olarak Müslüman kişi, bu dört mezhepten birine bağlı olmak durumundadır; çünkü mezhepler kişinin dinini en iyi şekilde yaşamasında ona kılavuzluk edecektir. İslam’ı en ince ayrıntısına kadar inceleyip, boşluklara fırsat vermeyecek şekilde, dini bilgilerin tam olmasını sağlayan ve insanların dini konularda bilgilenmesini sağlayan Ehl-i Sünnet ve’l Cemaat müçtehitleri en doğru sonucu bulmak için her zaman ayetleri, hadisleri ve rivayetleri incelemiş, Sahabenin ve Tabiîn’in hayatını örnek almış, tartışmış, değerlendirmiş ve içtihatlarda bulunmuşlardır. Kimi zaman ayrıntılarla kısıtlı olan fer’i konular üzerinde farklı görüşler beyan etmiş olmaları, İslam’ın zenginliğini gösterir. Fer’i konulardaki görüş farklılıkları, hiçbir zaman için Ehl-i Sünnet alimleri arasında bir ayrılık durumu teşkil etmemiştir. Gaye dini bilgileri Ehl-i Sünnet çatısı altında derleyip, Müslümanların dinini en güzel şekilde yaşamalarını sağlamaktır. Sonuç olarak hak olan dört mezhebin hepsi de içtihatlarında haklılık payına sahiptirler.
ABDULAZIZ BAYINDIR VE M.İSMAOĞLUNUN ÇIPLAK AYAĞA MESH FITNESIPUBLISHED ON 12 OCAK 2011 | ABDULAZIZ BAYINDIR, MUSTAFA İSLAMOĞLU
Gün geçmiyorki yeni bir sapık görüşle, fetvayla karşımıza din bozguncusu çıkmasın.
Yavuz Sultan Selim han’nın Hocası Büyük Allame İbn-i Kemal bir fetvasında ” DİN TAHRİPÇİSİ BİD’AT EHLİ İLE SAVAŞ, KAFİR LE SAVAŞDAN DAHA EVLADIR “ buyurdu… Şimdi bu fetvanın değeri o kadar da iyi anlaşılıyor ki … 1400 senedir Hiç bir kitapta yer almayan 104 kitapda dahi yanından bile gecmeyen fetvaları verenler yarın ahirette kimlere hesap verecek…
Bunlardan biride çıplak ayağa mesh meselesi… Biri imam-ı Taberi ‘den bu fetvayı aldığını söylüyor diğeri (A.Bayındır) sanki cihanın fetva alimiymiş gibi meale bakarak. 1 tane bile naklide, izahatıda olmadan. Öncelikle Yazının devamında İmam-ı Taberinin NEYİ DEYİP NEYİ DEMEK İSTEDİĞİNİ GÖRECEĞİZ… Bunların itibar ettiği toz kondurmadığı İbn-i Teymiyye bile ne diyor bakın ...
İbn Teymiyye, ayakları meshetme hususunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’den hiçbir kimse bir nakilde bulunmamıştır diyerek şunları söyler: “Bu olay Kitaba ve Sünnete aykırıdır. Sünnete aykırılığı ‘ateşte yanacak topukların vay haline’ hadîsiyle ortadadır. Kur’ân’a aykırılığını gelince, “ercül” kelimesinde nasb ve cer olarak iki meşhur kırâat vardır. Nasb okuyan onu “vech” ve “eydiye” üzerine atfetmiştir. Bu, zaten kendiliğinden yıkamayı vacip kılan okuyuştur. Cer okuyan ise, “ruûs” üzerine atfeder. Seleften birçok alim, buradaki meshin de esasen yıkama manasında olduğunu söylemişlerdir (75)
İşerine gelince İbn-i Teymiyye gelmeyince bu adamda yanlıs , İşine gelince Mealcilik, gelmeyince inanmadığı halde hadisler…
İslâm Tarihinin en büyük müfessirlerinden biri olan İbn Cerîr et-Taberî, abdest ayetinin yorumunda, kimi müfessirler tarafından yanlış anlaşılmıştır. Bunlardan birçoğu. onun abdest alırken ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bıraktığını, dolayısıyla Şîa paralelinde bir görüş beyan ettiğini söylemişler ve onu töhmet altında bulundurmuşlardır. Oysa Taberî, ayakları sadece yıkama veya sadece meshetmenin yeterli olamayacağına, aksine her iki işlemin birden yapılması gerektiğine işaret etmiştir. Yani ayakların tümünü su ile ıslatarak el ile de meshedilmesini/ovalanmasını gerekli görmüştür.
Abdest ayetinin anlaşılmasında, yorumlanmasında ve gramatikal açıdan tahlilinde Ehl-i Sünnet mezhepleri arasında kayda değer bir anlaşmazlık yoktur. Bununla birlikte Ehl-i Sünnet ile İmamiyye Şi‘ası arasında büyük bir anlaşmazlık söz konusudur. İmamiyye, abdest ayetinden ayakların meshedilmesinin farz olduğu hükmünü çıkarırken[1>, Ehl-i Sünnet, aynı ayetten ayakların yıkanmasının farz olduğu hükmünü çıkarmaktadır.
Bu da, birinci derecede abdest ayetindeki[2>, “ercül” kelimesinin fetha ve kesre ile iki şekilde okunmasına; ikinci derecede ise, “kâ‘beyn” kelimesine yüklenilen anlama dayanmaktadır. Zira Ehl-i Sünnet alimleri, “kâ‘beyn” kelimesine ayak ile baldır arasında her iki taraftan dışa doğru çıkık iki kemik anlamını yüklerken[3>, İmamiyye ayağın üstündeki kubbemsi kemikler olduğu anlamını yüklemektedir[4>.
Bu konuyu tartışırken maksadımız, Ehl-i Sünnet ile Şi‘î mezhepleri arasındaki ihtilâfları gündeme getirmek ve bu konuyu derinlemesine incelemek değildir. Zaten Şia hakkındaki , itikadındaki bilgileri sitemiz olan SAPITANLAR.COM ‘da verdik vermeye devam edeceğiz..
[5>. Bizim buradaki asıl maksadımız, konuyu sadece Taberî bağlamında ele alarak, sırf onun bu konudaki görüş ve düşüncelerini net bir biçimde ortaya koymak olacaktır. Zira abdestte ayakların meshedilmesi gerektiğini savunan fakih ve müfessirler, ondan kendilerine delil getirdikleri gibi, yıkamayı savunanlar da, “Taberî, ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bırakmıştır”[6> diyerek aynı şekilde onu töhmet altında bulundurmuşlardır.
Dolayısıyla çalışmanın sınırlarını zorlamadan belirli bir sistematik içerisinde Taberî’nin görüşlerini aşağıdaki konular çerçevesinde izah etmeye çalışacağız:
1- Abdestte meshetmekten ne anladığını;
2- Yukarıda belirtildiği üzere, bir takım kimselerin, “Taberî, ayakları yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bırakmıştır,” şeklindeki sözlerinin gerçeği yansıtmadığını, başka bir deyişle onun böyle bir görüşünün olmadığını;
3- İmamiyye’nin, ayağın sadece üst kısmının meshedilmesinin farz olduğu tezine karşı çıkarak, Ehl-i Sünnetin, ayağın yıkanması gerektiği görüşünü de, yeterli bulmayarak, ayağın tümünün su ile meshedilmesinin[7> farz olduğunu;
4- Bazılarının, o, “ılımlı bir Zeydî idi”[8> ya da, “Şi‘î idi” şeklindeki sözlerinin de gerçek olmadığını;
5- Ayrıca Taberî’nin “ercül” kelimesinde kesre okuyuşu tercih edip, yıkama ve mesh konusunu ayetin lafzına uyarak makul bir biçimde cem ettiğini.
Söz konusu Mâide Sûresi 6. ayetinin meali şu şekildedir: “Ey iman edenler! Namaza kalkacağınız zaman yüzünüzü ve ellerinizi dirseklerinizle beraber yıkayın, başınızı meshedin (ıslak elle silin) ve ayaklarınızı da topuklarınızla beraber yıkayın.”
Buradaki ihtilâf, “ercül” kelimesinin mütevâtir olarak, fetha ve kesre ile iki farklı biçimde okunmasından kaynaklanmaktadır.
Taberî’nin açıklamasına göre, Hicaz ve Irak kurrâsından bir topluluk kelimeyi fetha ile “ercüle”, diğerleri ise, kesre ile “ercüli” şeklinde okumuşlardır[9>. Fetha okuyanlara göre, ilgili bölüm “ercüle” kelimesi, “vücûhe” kelimesi üzerine atfedilmiş olup, anlamı: “.yüzünüzü, dirseklere kadar ellerinizi ve topuklara kadar ayaklarınızı yıkayınız.” demektir. Cümle içerisinde “ercül” kelimesi her ne kadar lafız yönünden sonra olsa da, anlam yönünden öncedir. Bu okuyuşa ve bu izah tarzına göre, Allah (c.c.), ayakları meshetmeyi değil, yıkamayı emretmiştir. Farz olan ayakları yıkamaktır. Dolayısıyla çıplak ayaklar üzerine mesheden kimse abdest almış sayılmaz[10>.
Taberî, önce bu okuyuş tarzını, bu hususta varid olan hadîsleri ve bu yorumu ön gören Sahabe sözlerini ve ileri sürdükleri delilleri açıklar. Buna göre: Hz Ömer, Hz. Ali, İbn Mes‘ûd, İbn Abbâs, Abdullah b. Ömer, Ömer b. Abdülaziz, İbrahim en-Nehaî, Urve b. ez-Zübeyr, Atâ, A‘meş, Mâlik b. Enes, ve Dahhâk gibi Sahâbî ve Tâbi‘în’in her birinden ayrı olarak rivâyet ettiği haberlerde, abdest alırken ayakları yıkamanın gerekli/farz olduğunu, söyler. Bu rivâyetlerden bir kısmını aşağıda zikredeceğiz[11>.
Taberî’nin anlattığına göre, Ebû Kılâbe şöyle diyor: “Bir adam abdest aldı, ayağının üzerinde tırnak kadar kuru bir yer kaldı. Adam öylece namazını kıldı. Namazı bitince Ömer (r.a.) ona: “Abdestini yeniden al ve namazını iade et” dedi[12>.
Müslim ise, Hz. Ömer’den aynı hadîsi şu şekilde rivâyet etmektedir: “Bir adam abdest aldı, ayağının üzerinde tırnak kadar kuru bir yer kaldı. Hz. Peygamber onu gördü ve şöyle dedi: “Geri dön ve abdestini güzelce al.” Adam geri döndü, yeniden abdestini tamamladı ve sonra namazını kıldı”[13>. Aynı hadîs Enes b. Mâlik’ten de rivâyet edilmiştir[14>.
Bazı Sahabîlerden rivâyet edildiğine göre, Hz. Peygamber, su isabet etmediğinden ayağının üzerinde bir dirhem kadar parlaklık bulunan bir kişinin, namaz kıldığını gördü. Ona, abdestini ve namazını iade etmesini söyledi[15>.
Kâsım b. Muhammed[16> diyor ki: “Ömer’in oğlu Abdullah mestlerini çıkarır, sonra abdest alırdı. Ayaklarını yıkar ve ellerini ayak parmaklarının arasından geçirirdi.” Hadîsin diğer varyantı şöyledir: Şeybe b. Nessâh şöyle diyor: “Mekke’de bir ara Kâsım b. Muhammed’le beraber bulundum. Abdest aldığı zaman ayaklarına su döker ve ellerini ayak parmaklarının arasından geçirirdi. Ona, neden böyle yapıyorsun? diye sorduğumda, “Ömer’in oğlu Abdullah’ın böyle yaptığını gördüm” diye cevap verdi[17>.
Abdülmelik, Atâ’nın şöyle dediğini rivâyet etmiştir: “Ben çıplak ayak üzerine mesheden bir kimseyi daha görmedim”[18>.
A‘meş şöyle demiştir: “Abdullah (İbn Mes‘ûd)’ın arkadaşları hep “ercüle” şeklinde okurlar ve bu okuyuşa göre de ayaklarını yıkarlardı”[19>.
İbn Abdi Hayr babasından şöyle rivâyet etmiştir: “Ali (r.a.)’yi gördüm. Abdest aldı ve ayağının sırtını/üst kısmını yıkadı. Sonra da şöyle dedi: “Eğer Resûlüllah’ın böyle yaptığını görmeseydim, ayağın içinin/tabanının, yıkamaya daha layık olduğunu düşünürdüm”[20>. Bilindiği üzere Şi‘a mezhebi mensupları, ayakları yıkamayıp sadece üst kısmını meshederler.
Ebû Abdurrahmân (es-Sülemî), Hz Ali’den; İkrime, Abdullah b. Abbâs’tan; Hişâm b. Urve, Urve b. ez-Zübeyr’den; Zirr b. Hubeyş, İbn Mes‘ûd’dan rivâyet ettikleri haberlerde, mezkûr zatların “ercüle” şeklinde fetha ile okuduklarını ve böylece ayette, ayakların yıkanmasının emredildiğini söylemişlerdir[21>.
Eşheb diyor ki: “Mâlik’e bu ayetin “ercüle” mi, yoksa, “ercüli” şeklinde mi okunduğu soruldu.” O: “Bu ayet, ayakları meshetmeyi değil, yıkamayı ifade eder; ayaklar meshedilmez, sadece yıkanır” diye cevap verdi. Yine ona soruldu ki: “Ne dersin, bir kimse ayağını meshedecek olursa, onun için yeterli olur mu?” O, buna da, “hayır” dedi[22>.
Taberî’nin yukarda zikrettiği haberlerden ve açıkladığı görüşlerden, gerçekte bu okuyuşta, ayakları yıkamanın farz olduğu açıkça anlaşılmakta olup ayakların meshedilmesine dair en ufak bir belirti yoktur. Zaten cumhur-i ulema, ayakların yıkanmasında ittifak etmiştir[23>.
Esasen ayakları yıkama veya meshetme hususundaki ihtilâf, kesre okuyuşta ortaya çıkmaktadır. Şimdi bu okuyuşu ve bu konudaki ihtilâfları özetlemeye çalışalım:
Taberî’nin belirttiğine göre, Hicaz ve Irak kurrâsından bazıları da, -yukarda da ifade edildiği gibi- kelimeyi “lam” harfinin kesresi ile “ercüli” şeklinde okumuşlardır. Bunlara göre “ercül” kelimesi daha önce zikri geçen “Vemsehû bi-rüûsiküm .başlarınızı meshediniz” şeklinde geçen ifade üzerine atıftır, dolayısıyla onun hükmüne tabidir. Buna göre mana: “.yüzünüzü ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız. Başınızı ve ayaklarınızı da topuklara kadar meshediniz” şeklinde olur[24>. Yani Allah Teâlâ, ayetteki bu okuyuş ile, abdest alırken ayakların yıkanmasını değil, meshedilmesini emretmiştir[25>.
Sahabeden Abdullah b. Abbâs, Enes b. Mâlik; Tabi‘înden de, İkrime, Ebû Ca‘fer, Âmir eş-Şa‘bî, Alkame, Mücâhid ve Dahhâk gibi zatlar da, bu görüşü nakletmişlerdir. Şimdi de, bu kırâat şekli ve bu mana ile ilgili Taberî Tefsîr’inde geçen bazı haberleri aktarmaya çalışalım.
İkrime, Abdullah b. Abbâs’ın, “abdest, iki azayı yıkama ve iki azayı da meshetmektir” dediğini nakletmiştir[26>.
Musâ b. Enes, Enes’e “Ey Ebû Hamza! Haccâc bize Ehvaz denilen yerde hutbe okudu, temiz olmaktan bahsetti ve bize: “Yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın. Başınızı meshedin, ayaklarınızı da. Şüphesiz, ayaklar, insanoğlunun pisliklere en yakın azasıdır. Onların altlarını üstlerini ve ökçelerini yıkayın.” (Bu ifadeden anlaşıldığına göre, Haccâc, fetha kıraâtı tercih etmiş ve ayakların yıkanmasına işaret etmiştir.) Bunun üzerine Enes, biraz kızarak: “Allah’ın sözü doğrudur. Haccâc ise, yalan söylemiştir. Zira Allah: “Başınızı meshedin ve ayaklarınızı da” diye buyurdu. (Enes bu sözüyle ayakların meshedilmesine işaret etmiştir.) Mûsâ diyor ki: “Enes ayaklarını meshederken onları ıslatırdı”. Hadîsin Humeyd’den rivâyet edilen bir varyantı ise, şöyledir: “Mûsâ b. Enes dedi ki: “Haccâc bir hutbe irat etti ve şöyle dedi: Yüzünüzü, ellerinizi, ayaklarınızın altını ve üstünü topuklara kadar yıkayın. Pisliklerden korunmanızın en azı budur.” Bunun üzerine Enes, Allah doğru, Haccâc ise, yalan söylemiştir. Çünkü Allah Teâla, ‘Başınız ve topuklara kadar ayaklarınızı meshediniz’ diye buyurmuştur” dedi[27>.
Ayrıca, Enes’in, “Kur’ân, ayakların meshedilmesi hükmünü indirdi. Sünnet olan ise, onu yıkamaktır;” dediği de rivâyet edilmiştir[28>.
Şa‘bî’ye göre de, Yüce Allah, abdest alırken yıkanmasını emrettiği organlardan el ve yüzün, teyemmüm ederkenmeshedilmesini emretmiş; abdest alırken meshedilmesini emrettiği iki organın ise, (baş ve ayakların) teyemmüm ederken terk edilmesini emretmiştir[29>
Bu iki farklı açıklamadan sonra, Taberî, her konuda olduğu gibi burada da, kendi görüş ve tercihlerini delilleriyle ortaya koyarak şunları zikreder:
“Bize göre, bunlardan doğruya en yakın olanı, Allah Teâlâ’nın, abdest alırken “iki ayağın tümünün su ile meshedilmesini” emrettiğini söyleyen görüştür. Nitekim teyemmümde de, yüzün bir bölümünü değil, tamamının meshedilmesini emretmiştir. Abdest alan kimse, ayaklarının tümünü su ile meshettiği takdirde, kendisine “mesheden” denildiği gibi, “yıkayan” da denir. Zira iki ayağı yıkamak, onların üzerine su akıtmak veya onları suya sokmakla gerçekleşir. Meshetmek ise, elleri onların üzerine sürmekle gerçekleşir. Dolayısıyla bir kimse ayaklarına bu iki şeyi birden yapacak olursa, ona hem “yıkayan” hem de “mesheden” denir”[30>.
Ayakları yıkayanlar, ayakların meshedilmesi konusunda gelen haberleri, diğer görüşte olanlar ise, yıkama ile ilgili haberleri göz ardı etmişlerdir[31>.
Taberî’ye göre, buradaki mesh ifadesi, umumî ve hususî olmak üzere iki anlam içermektedir. Hususî anlamıyla ayakların bir bölümünü (sadece üst kısımlarını)[32>, umumî anlamıyla da, ayakların tümünü meshetmeyi içerir. Taberî sözlerine devamla şöyle demektedir: “Ayetten kastedilen asıl anlam, ayakların tümünün su ile meshedilmesidir. Bu itibarla ayaklarını elleri ile meshetmeksizin /ovalamaksızın sadece onlara su dökmek veya onları suya sokup çıkarmak yeterli değildir”[33>.
Taberî, nasb ve cer okuyuşun ve ondan çıkan hükümlerin doğruluğunu beyan ederken, şöyle bir sentez yapmaktadır: “Nasb okuyuş doğrudur, zira bunda ayakların tümünün üzerine su dökmek anlamı vardır. Cer okuyuş da doğrudur, zira bunda da ellerle ayakları meshetme anlamı vardır[34>. Görüldüğü üzere, Taberî, her iki kırâatın tek hüküm ifade ettiğini beyan etmektedir ki, o da ayakların tümünün su ile meshedilmesidir. Yani ayaklar, hem hafifçe su ile ıslatılacak hem de ellerle ovalanacaktır.
Süleyman Ateş, “Taberî, “ercüli” şeklindeki kırâatı tercih etmiş ve dolayısıyla bundan ayakları meshetmenin farz olduğunu anlamıştır, Ca‘ferî mezhebine mensup Şi‘îler de, bu şekilde anlamışlardır”[35> diyor. Sonra da şu açıklamalara yer veriyor: “Hiç şüphe yok ki Kur’an’ın emri meshtir. Farz olan budur. Mesh ıslak eli bir uzva hafifçe sürmek demektir. Bu, hafif yıkama sayılır. Mesh yapmakla Kur’an’ın emri yerine gelmiş olur. Ancak Allah’ın elçisi Kur’an’ın emrinden fazlasını da yapmış, her zaman olmasa da, çoğu kez ayaklarını yıkamıştır. Sıcak yerde ayakları yıkamak vücudu dinlendirir. Ayakları yıkamak farz değil, Peygamber (s.a.v.)’in sünnetidir”[36>. Süleman Ateş, ayakları meshetmenin farz olduğunu söylemekle birlikte hududunu belirtmeyerek meseleyi muğlak bırakmıştır.
—–
ysa Taberî’nin görüşlerinde Şî‘a’nın anladığı şekilde, meshetmeye cevaz verdiğine veya muhayyer bıraktığına dair en ufak bir belirti yoktur. Onun, her iki kırâatın doğru olduğunu söylemesi, sadece yıkamaya veya sadece meshetmeye müsaâde etmesi anlamına gelmemektedir. O, “Nasb kıraâtte ayakların üzerine su dökmek; cer kırâatte de, ayakların her tarafını su ile meshetmek anlamı vardır,”[37> diyerek her iki kırâatın hükmünü birleştirmiştir. Bir bakıma ayakların tümünün üzerine az su dökerek ovalanmasının gerekliliği üzerinde durmuş yani ayakları meshe benzer bir şekilde hafifçe yıkamayı savunmuştur.
Ayakları yıkama ile ilgili bir takım haberler zikrettikten sonra da, şunları söylemiştir: : “Hz. Peygamber’den, abdestte ayakları su ile yıkama konusunda nakli sahih olarak gelen ve şöhret derecesine ulaşan hadîsler, ayakları yıkamama özrünü (mesh anlayışını) ortadan kaldırmıştır. Konu hakkındaki hadîsler o kadar kesin ve sağlamdır ki, yıkanması farz olan ayakların, bir kısmını yıkayıp, bir kısmını terk etmeyi mübah saymak doğru değildir”[38>.
Taberî, görüşlerini açık bir şekilde ifade etmeye şöyle devam etmektedir: “Madem ki, “mesh” sözcüğünün, organın tümünü veya bir bölümünü meshetme olarak, iki anlamı vardır ve de (daha sonra) zikredeceğimiz deliller Allah Teala’nın buradaki “mesh” etmeden ayakların tümünün meshedilmesini kastettiğini göstermektedir. Öyleyse, bu ayetteki mesh ifadesi, hem yıkama hem de meshetmeyi kapsadığından “ercül” kelimesini iki şekilde okumakta sahihtir. Çünkü, ayakların tümünü su ile mesh etmede, onları yıkama; kişinin elini ayakları üzerinde gezdirmesinde de, meshetme anlamı vardır.”
“Ancak her ne kadar iki kırâatta güzel ve doğru olsa da, benim daha fazla hoşuma giden, “ercüli” şeklinde kesre okunan kırâattır. Çünkü bu kırâata göre ayakların tümünün su ile meshedilmesi hükmü ortaya çıkmaktadır. Böyle bir meshetme şeklinde de, hem ayakları yıkama, hem de elleri ayaklar üzerinde gezdirmek suretiyle meshetme/ovalama vardır.”
Diğer yandan, “ercül/ayaklar” kelimesi, “rüûs/başlar” ifadesinden sonra zikredilmiştir. Bu ifadeyi, daha önce zikredilen “eydiye/eller” üzerine atfedip bağlama yerine, yanı başında bulunan “bi-rüûsiküm” ifadesine atfetmek daha uygundur[39>. İbn Teymiyye de seleften birçok alimin, buradaki meshten, yıkamayı anladıklarını vurgulamıştır[40>.
Taberî, “İhtilâfu Ulemâi’l-Emsâr”[41> adlı eserinde bütün büyük mezheb imamlarının görüşlerinden ve ihtilâflarından bahsettiği halde, İmam Ahmed b. Hanbel’in görüşlerine yer vermemiştir. Onu bir fakih değil, sadece bir muhaddis olarak algılamış dolayısıyla mezhep imamlığını da, kabul etmemiştir. Bu sebeple, Hanbelîler’in şiddetli hücumlarına maruz kalmıştır. Hanbelî sâlikleri, mesh konusunu bahane ederek, onu Şi‘îlik ve Zeydîlikle itham etmişlerdir[42>. Ömer Nasuhi Bilmen, Zehebî’nin: “Onda bir şi‘îlik vardı” sözünü, Zehebî’nin, Hanbelî mezhebine bağlılığından ileri gelen duygusal bir yaklaşım olduğunu belirtir[43>.
Taberî’nin, ayağı, meshe benzer bir şekilde hafifçe yıkama anlayışını destekleyen birtakım deliller daha vardır. Şöyle ki:
Abdestte azayı üç kere yıkamak sünnettir. Üçten fazla yıkamak ise, kimilerine göre tahrimen, kimilerine göre tenzihen mekruhtur[44>. Bunun delili, “Kim bunu üçten fazla veya eksik yaparsa haddi aşmış ve zulmetmiş olur” hadîs-i şerifidir[45>. İbn Mâce, Abdullah b. Amr b. Âs’tan şöyle rivâyet etmiştir: “Resûlüllah Sa‘d’ın yanına geldi. O, abdest alıyordu. Ona : “Bu ne israf böyle” dedi. Sa‘d: “Ey Allah’ın Resûlü abdestte israf olur mu?” diye sorunca, Resûlüllah: “Evet, akan nehirde bile olsa haram olur” diye buyurdu”[46>.
Rivâyet edildiğine göre, Abdullah b. Muğaffal, oğlunun: “Ey Allahım! Ben, seni ve Firdevs cennetini istiyorum” şeklinde dua ettiğini duyunca ona: “Allah’tan cenneti iste ve onun azabından yine ona sığın” dedi; sonra da, Hz. Peygamber’in şöyle dediğini işittim diyerek şunu ilâve etti: “Bu ümmet içerisinden öyle insanlar gelecek ki, onlar dua ve temizlik/abdest konusunda haddi aşacaklar”[47>. Hasan (r.a.) İbn Sîrîn’le konuşurken ona şöyle diyordu: “Abdest alan birtakım insanlar var ki, kırba ile yıkanıyorlar, su üstüne su döküyorlar, ovaladıkça ovuyorlar, bunlar hem kendilerine zahmet veriyorlar, hem de Hz. Peygamber’in sünnetine aykırı davranıyorlar”[48>.
Yukarıda zikredilen meseleler ve haberler ışığında konuyu ele aldığımızda aşağıdaki sonuçlara ulaşmamız mümkündür:
1- Bir kısım alimler, buradaki meshten, ‘ayakları yıkarken su israfından kaçınmanın’ kastedildiğini ileri sürmüşlerdir. Nitekim İbn Kesîr, buradaki meshten maksadın hafifçe abdest almak ve ayakları meshe benzer şekilde hafifçe yıkamak olduğunu söyler. Şafi‘î’nin de, bu görüşte olduğunu ve bunun sünnet olduğunu belirtir. Gerçek meshin ise, sadece giyilen mest üzerine olduğunu açıklar[49>.
Şevkânî de, şunları söylemiştir: “Kelime “ercüli” şeklinde kesre ile okunsa da, yine meshe benzer çok hafif bir şekilde yıkamaya delâlet eder. Çünkü kelime “rüûs” üzerine atıftır. Bu, İbn Cerîr’in görüşüdür ve İbn Abbâs’tan mervîdir” demiştir[50>.
Zemahşerî’nin değerlendirmesi de şöyledir: “Ercül” kelimesinin “ruûs” üzerine yani civara/yakına atfedilmesi, ayaklara suyu dökerken iktisat etmenin gereğine işaret eder; onları meshetmeye değil. Zira abdest alırken yukarıdaki hadîslerde de görüldüğü gibi, ayaklar üzerine fazla su dökmek kınanmıştır”[51>.
Ebû Hayyân, yıkanan üç abdest azası arasında, özellikle ayaklarda su israfı nehyedilmiştir; diyor. Bu sebeple buradaki civara atıf, meshe değil, su dökmede israftan kaçınmaya yani hafifçe ayakları yıkamaya delâlet eder[52>. Yukarıda da belirtildiği üzere, Taberî’nin meshetmekten kasdı, bu olmalıdır. Başka bir deyişle hafif yıkama ifadesini bütün müfessirler, onun “su ile ayağın tümünü meshetme” ifadesinden almış olabilirler. Zira o: “Ayakların tümünü su ile meshetmek” derken aynen bu anlama işaret etmektedir. Ayrıca Zemahşerî, Taberî’yi, ayetin zahirinden meshetmeyi anlayanlar içerisinde zikretmemiştir[53>. Dâvûd ez-Zâhirî ve Zeydiyye mezhebî imamlarından en-Nasır Lilhak da, abdestte yıkama ve meshi cem edenler arasındadırlar[54>.
2- Mesh kelimesi müşterek bir lafız olduğundan hem mesh , hem de yıkama anlamına gelmektedir[55>. Bazıları da: “Mesh, lügatte eli bir şey üzerinde gezdirmek demektir. Örfde ise, suyu azaya değdirmek, dokundurmak, isabet ettirmektir” şeklinde tanımlanmıştır[56>. İbn ‘Atiyye ve İbn Teymiyye, Araplar’ın mesh sözcüğünü abdest alma anlamında kullandıklarını beyan ederek, şöyle demişlerdir: “Araplar, namaz için meshlendim” dediklerinde bundan abdest anlaşılmaktadır. Abdestin tümüne birden mesh denilmektedir[57>. Âlûsî de, bu bağlamda şöyle diyor: “Mesh sözcüğü burada yıkama anlamında kullanılmaktadır. Nitekim Ebû Zeyd el-Ensârî ve birtakım dilciler bu görüştedir. Adam abdest aldığı zaman ona, “meshlendi” derler. Yağmur yağıp yeryüzünü temizlediği zaman, “meshlendi” derler. Buna göre “ercül” kelimesinin “ruûs” üzerine atfedilmesinde Şî‘a’nın ileri sürdüğü şekilde “ayakları meshetme anlamı ortaya çakmaz[58>. Buna göre gasl, iyice yıkama; mesh ise, hafifçe yıkama anlamına gelebilir. Kurtubî de, konuyla alakalı olarak şöyle der: “Bu hususta söylenen sözlerin en güzelini en-Nehhâs söylemiştir. Meshle yıkamak her ikisi birden vaciptir. Cer okuyuşa göre mesh, nasb okuyuşa göre yıkamak gerekir. Dolayısıyla burada iki kırâat, iki ayet hükmündedir”[59>.
3- İbn Kesîr daha ilginç ifadelerle bu konuda şunları söylemektedir. “Şî‘a’dan ayakların mestler gibi yıkanmasını gerekli görenler, sapmış ve sapıtmışlardır. Aynı şekilde hem meshi, hem de yıkamayı caiz görenler de hata etmişlerdir. İbn Cerîr’den bu hususu nakleden kimseler, onun hadîslerden ve uygulamadan dolayı yıkamayı, ayetten dolayı da meshetmeyi gerekli gördüğünü söylerler. Oysa bu konuda ondan böyle bir görüş sâdır olmuş değildir. Tefsîr’inde sergilediği görüşlerinden anlaşılan şudur: O, mesh sözüyle diğer abdest azalarının değil de, özellikle ayakların su ile ovalanmasını kastetmiştir. Çünkü ayaklar sürekli yerle irtibat halinde olan azalar olduğundan, toprak, çamur ve diğer pisliklerle iç içedir. Dolayısıyla üzerindeki pisliklerin temizlenmesi için ovalanması gerekmektedir. Ancak o, burada “ovalama” yerine “mesh” sözcüğü ile ifade edince, onun sözünün derinliğini düşünmeyen bazı kimseler, bundan ayakları mesh ile yıkamanın cem edilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir. Bir kısmı diğerinden hikâye ederek, asırlar boyu, Taberî’yi bu şekilde takdim etmişlerdir. Fakihlerin çoğu bu durumu karışık bulmuşlardır. Halbuki o, bu konuda mazurdur. Çünkü yıkama ve mesh zaten birbiri içindedir[60>. İkisini birleştirmenin bir anlamı yoktur. İster biri önce, ister diğeri sonra olsun. İbn Kesîr daha sonra şunları zikreder: “Sonra onun sözünü derin olarak düşünmeye başlayınca, birden cer kırâatla nasb kırâatın arasını cem etmeye çalıştığını gördüm. Dolayısıyla cer okuyuşta mesh yani ovalama, nasb okuyuşta ise, yıkama vardır. Bu şekilde o, iki kırâatın hükmünü birleştirerek, yıkama ve meshi bir araya getirmiştir” [61>.
Kâsânî de, Taberî’nin görüşüyle alakalı olarak şunları söylemiştir: “Abdestte cem’ olayına hükmeden kimse, tek ayetteki iki kırâtın, iki ayet hükmünde olduğunu ve her ikisiyle birden amel edilmesi gerektiğini söylemiştir. Bu, mümkün bir durumdur. Zira bir azayı aynı anda yıkama ve meshetme arasında esasen hiçbir tezat söz konusu değildir.[62>
4- Âlûsî’nin konu hakkındaki düşünceleri şöyledir: “Ebü’l-‘Âliye, Şa‘bî, İkrime gibi kimselere meshin cevazını; Hasan Basrî ve Muhammed İbn Cerîr’e de, tahyîri nispet etmek yalan ve iftiradır. Bu çeşit rivâyetler Şî‘î raviler tarafından yayılmış, sahihini yanlışından ayırt etmeyen birtakım Ehl-i Sünnet alimleri de, bunları senetsiz olarak rivâyet etmişlerdir. Esasen tahyîr fikrini savunan, Muhammed b. Cerîr b. Rüstem eş-Şî‘î’dir. Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden İbn Cerîr b. Ğâlib et-Taberî değildir. Onun Tefsîr’inde zikrettiği şey, ne mesh, ne cem, ne de tahyîrdir, sadece yıkamadır[63>.
Nitekim, Tâvûs’tan, abdest alan kimsenin ayaklarını sadece suya sokup çıkarması sorulunca: “Ben bunun maksada ulaşan bir amel olduğunu kabul edemem” dediği rivâyet edilmiştir[64>. Buna mukabil ayakların yıkanmasını farz sayan Hasan Basrî’den, denizde abdest alan kimsenin ayaklarını nasıl yıkayacağı sorulduğunda: “Onun ayaklarını suya daldırıp çıkarmasında bir mahzur yoktur” dediği rivâyet edilir[65>.
5- Öyle zannediyoruz ki, birçokları araştırmamıza konu olan meşhur tarihçi ve müfessir Muhammed b. Cerîr b. Ğâlib b. Yezîd et-Taberî’yi, İmamiyye Şî‘a’sından olan ve onunla aynı ad ve künyeye sahip olan, hatta baba adları, doğum yerleri ve ölüm tarihleri aynı olan Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî ile karıştırmışlardır[66>. Bazı kimselerin Taberî’yi Şî‘îlikle itham etmeleri de, muhtemelen buna dayanmaktadır. Nitekim, İbn Hacer, konu ile alâkalı olarak şöyle demektedir: “Muhammed b. Cerîr et-Taberî’ye nispet edilen, abdest konusunda ayakların meshedilmesi (nin yeterli olduğu) görüşü, mutlak sûrette işte bu râfızîye aittir. Bu, onun görüşüdür”[67>. Aynı şekilde Taberî’yi, yine İmamiyye Şî‘a’sından olan Muhammed b. Ebi’l-Kâsım et-Taberî ile de karıştırmamak gerekir[68>.
Taberî, ayakların yıkanması konusunda kendisine; “ayakların tümünün su ile meshedilmesine dair delilin nedir?” diye soranlara karşı birçok haber nakletmekte ve bu husustaki delillerini sıralamaktadır. Biz bu konudaki haberleri şu şekilde özetleyebiliriz:
1- “Cehennemlik ökçelerin ve ayak altlarının vay haline”[69>. Ebû Hureyre’den rivâyet edilen bu hadîsle, ayakların topuklara kadar hiçbir yer kuru kalmaksızın su ile yıkanması veya ıslatılması kastedilmektedir.
2- Muhammed b. Ziyâd şöyle demiştir. “Ebû Hureyre yanımızdan geçiyordu. O esnada bazı insanlar mataradan abdest alıyorlardı. Ebû Hureyre dedi ki: ‘Abdest azalarını tam olarak hakkı ile yıkayın. Çünkü Ebü’l-Kâsım (Hz. Peygamber s.a.v.): “Ateşten topukların vay haline’ diyordu.”
3- Şeddâd’ın azatlı kölesi Sâlim diyor ki: “Ben Sa‘d b. Ebî Vakkâs’ın vefat ettiği gün Hz. Peygamber’in zevcesi Âişe’nin yanına gittim. Ebû Bekr’in oğlu Abdurrahman da onun yanına geldi. Âişe’nin yanında abdest aldı. Âişe ona dedi ki: ‘Ey Abdurrahman! abdesti, azalarını tam yıkayarak al. Çünkü ben Hz. Peygamber’in, “ateşten ökçelerin vay haline’[70> dediğini işittim”[71>.
Taberî’ye göre bu haberler, ayakların tamamının meshedilmesi gerektiğini ortaya koyar. Ona göre, ayakların tümünü meshetme, hem yıkamayı hem de meshetmeyi içine alır. Zaten Allah’ın muradı da budur. Bu hususla ilgili olarak şunları zikreder: “Şayet, ayakların sadece bir bölümünün meshedilmesi yeterli olsaydı, Resûlüllah’ın ayakların tümünü terk edip, sadece bir bölümünü su ile meshedenleri, bu şekilde cehennemde yanmakla, uyarması söz konusu olmazdı. Zira bu kişi o ameliyle üzerine düşen farziyeti yerine getirmiş olur; dolayısıyla azaba hak kazanmazdı. Aksine bol sevap kazanmış olurdu. Oysa, ayağın tümünü yıkamayı terk edene azabın gerekli görülmesi, ayağın tümünün yıkanması gerektiğine en büyük delil olup aksinin fasid olduğunu ortaya koyar”[72>.
Taberî’nin bu yaklaşımını şu şekilde anlamak mümkündür. Ayaklara su dökerek eller ile meshetmek veya ayakları suya batırıp, ayakların topuğa kadar olan her tarafını ellerle silmek gerekir. Çünkü ayaklar yerle en çok temas edeler azalar olduğundan kirlenmesi ve mikrop kapması pek muhtemeldir. Enes’in de, ayaklarını meshederken su dökerek onları ıslatması buna delâlet eder[73>.
İbn Atiyye, “ercüli” şeklinde kesre olarak okuyanların bir kısmı, “meshetmek” ifadesinden yıkamak anlamını çıkardıklarını söylemiştir[74>. O, bu sözüyle muhtemelen Taberî’yi, kastetmiştir. Zira onun meshetme ifadesinden yıkama anlaşılmaktadır.
İbn Teymiyye, ayakları meshetme hususunda Hz. Peygamber (s.a.v.)’den hiçbir kimse bir nakilde bulunmamıştır diyerek şunları söyler: “Bu olay Kitaba ve Sünnete aykırıdır. Sünnete aykırılığı ‘ateşte yanacak topukların vay haline’ hadîsiyle ortadadır. Kur’ân’a aykırılığını gelince, “ercül” kelimesinde nasb ve cer olarak iki meşhur kırâat vardır. Nasb okuyan onu “vech” ve “eydiye” üzerine atfetmiştir. Bu, zaten kendiliğinden yıkamayı vacip kılan okuyuştur. Cer okuyan ise, “ruûs” üzerine atfeder. Seleften birçok alim, buradaki meshin de esasen yıkama manasında olduğunu söylemişlerdir[75>. Şevkânî de aynı şekilde meshin değil, yıkamanın farz olduğu hükmüne varmıştır[76>.
Menâr müellifi de, bu bağlamda şunları söylemektedir: “Taberî’nin bu konudaki görüşü açıktır. O, “mükellefin ayaklarını yıkadığı esnada onları eliyle meshetmesi gerektiğine” işaret etmiştir. Çünkü ayaklar, insanın pisliklerle en yakın temas içerisinde olan azasıdır. Bu sebeple onların temizliğine aşırı ihtimam gösterilmesi gerekir. El ile silmeksizin yalnız su dökmek pisliği gidermez ve istenilen temizliği sağlamaz. Ayrıca, o dönemde su kıtlığı olduğu için ve az su kullanmak da sünnet olduğu için buna ayrıca ihtimam gösterilmiştir[77>. Zaten “kâ‘beyn/iki topuk sözcüğü de, meshetme ile ilgili değil, yıkama ile ilgilidir. Meşhur hadîsler ayakların meshini değil, yıkanmasını emreder[78>, dolayısıyla yıkamayı terk edene caza gerekir[79>.
Taberî, daha sonra Evs b. Ebî Evs ve Huzeyfe gibi Sahabîlerden rivâyet edilen ve Hz. Peygamber’in ayaklarının yalnız bir kısmını meshettiğine dair haberleri zikreder ve onların kritiğini yapar.
Evs b. Ebî Evs şöyle demiştir: “Bir keresinde Hz Peygamber’i gördüm, abdest aldı, ayakkabılarını meshetti, sonra kalkıp namaz kıldı.” Diğer bir rivâyette de, “Hz. Peygamber, bir kavmin çöplüğüne geldi; abdest aldı ve ayakları üzerine meshetti” şeklindedir[80>.
Huzeyfe’den rivâyet edilen bir hadîste ise şöyle denilmiştir: “Hz Peygamber, bir kavmin çöplüğüne gitti. Ayakta durarak küçük abdestini bozdu. Sonra su istedi, abdest aldı ve ayakkabılarının üzerini meshetti.”[81>
Taberî, önce Evs b. Ebî Evs’in rivâyet ettiği bu habere itiraz ederek şunları söyler: “Evs b. Ebî Evs’den rivâyet edilen hadîs, ayakların, sadece bir bölümünü meshetmenin abdestte yeterli olacağını ifade etmektedir. Zira bu hadîste, Resûlüllah’ın abdestini bozduktan sonra, abdestsiz iken böyle yaptığı zikredilmemektedir. Aksine Resulüllah, abdestli iken tekrar abdest aldığı zaman ayaklarına veya ayakkabılarına meshederdi. Yahut Hz. Peygamber’in o anda ayaklarında mest olduğu da düşünülebilir. Evs’in rivâyet ettiği bu hadîs, Hz. Peygamber’in abdestli iken tekrar abdest aldığını bildirmektedir”[82>. Oysa abdest bozduktan sonra abdest aldığını anlatan hadîslerde hep mest üzerine veya ayakkabı üzerine meshettiği belirtilmiştir.
Hz. Peygamber abdestli iken tekrar abdest aldığında, ayaklarını veya ayakkabılarını meshetmekle yetindiğini Hz. Ali’den rivâyet edilen şu hadîs de, açıkça ortaya koymaktadır. Abdu Hayr şöyle diyor: “Hz Ali bir testi su istedi. Sonra: “Ayakta su içmeyi sevmeyen o kişiler nerede? Dedi. Testiyi aldı ayakta su içti. Sonra hafifçe bir abdest aldı. Ayakkabıları üzerine meshetti ve dedi ki: “İşte Resulüllah’ın, abdestini bozmayan temiz kimse için aldığı /öğrettiği abdest böyledir[83>. Dikkat edilirse zikredilen bu hadîste Hz. Ali, abdestini bozmamış, abdest üstüne abdest almıştır. Hz. Peygamber’in de, böyle yaptığını ileri sürmüştür.
Taberî diyor ki: Hz Peygamber’in, abdest alırken, ayakların tamamının yıkanmasını emrettiğine dair hadîslerin, mazeret bırakmayacak şekilde çok açık olarak zikredilmesi göstermektedir ki, Evs’ten rivâyet edilen hadîs, abdestli iken abdest aldığını ortaya koymaktadır[84>.
Huzeyfe’den rivâyet edilen hadîse gelince, bunu Huzeyfe’den Ebû Vâil yoluyla A‘meş rivâyet etmiştir. Oysa, A‘meş’in en sadık arkadaşları Ebû Avâne, İbn İdris, Ebû Muâviye ve Amr b. Yahyâ, hadîsin aslının şu şekilde olduğunu rivâyet etmişlerdir: “Hz. Peygamber bir kavmin çöplüğüne geldi. Ayakta küçük abdestini yaptı, sonra abdest aldı ve mestleri üzerine meshetti”[85> Hadîsin Müslim’deki varyantı ise şöyledir: “Hz. Peygamber bir kavmin çöplüğüne geldi. Ayakta küçük abdestini bozdu. Ben ondan uzaklaşmıştım. O, bana yaklaş dedi. Ben de, ona yaklaşıp ayaklarının arkasında durdum. Resûlüllah abdest aldı ve iki mestinin üzerine meshetti[86>. Bu rivâyette Hz. Peygamber’in mest giydiği vurgulanmıştır. Sadece Cerîr b. Hâzım’ın A’meş’ten rivâyet ettiği haberde Hz. Peygamber’in ayakkabılarına meshettiği zikredilmektedir. Bu da şâz bir rivâyettir. Sahih olduğu kabul edilecek olsa dahi, Resulüllah’ın çorapları üzerine giymiş olduğu ayakkabılarına meshettiğini ifade etmiş olur[87>.
Rivâyetlerden de anlaşılacağı üzere, Hz. Peygamber giydiği mestler veya ayakkabılar üzerine meshetmiştir. Yoksa çıplak ayağına veya ayağının bir kısmına asla meshetmemiştir.
Değerlendirme: Yukarıdaki ifadelerden açıkça anlaşılacağı üzere Taberî, birçok kimsenin ileri sürdüğü gibi abdestte, ayakları yıkama ve mesh konusunda insanları muhayyer bırakmamıştır[88>. Aksine kırâatların hükmünü ayetin lafzına uygun bir biçimde cem ederek mantıklı ve tutarlı bir hüküm ortaya koymuştur. Ayakların tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini savunarak İmamiyye’nin görüşünü reddetmiştir. Abdestte yalnız ayaklara su dökmeyi yeterli gören bazı Ehl-i Sünnet mezheplerinin, bu görüşlerini de, yeterli bulmayıp, kesin olarak el veya el yerine geçecek bir şey ile ayakları meshetmenin[89> gerekliliği üzerinde durmuştur. Bir noktada, abdest almayı daha ihtiyatlı ve tatminkâr bir hale getirmiştir. Nitekim Mâlikî mezhebine göre de, abdestte ayakları yıkarken elin içiyle hafif bir şekilde ovalamak farzdır[90>. Bunun dışında bir kısım İslâm bilginlerinin ileri sürdüğü gibi, ayakları meshetmede su israfının önlenmesi de düşünülmüştür. Zira, o dönemde su sıkıntısı had safhada idi[91>.
Taberî, mesh ve yıkamanın bir arada olması gerektiğini ileri sürürek, Ehl-i Sünnet mezhepleri arasındaki bazı ihtilâfları da böylece giderme yoluna gitmiştir[92>. Yani yıkama ile meshin esasında aynı şeyler olduğunu söylemiş, yıkamadan mesh, meshden de, yıkamanın anlaşılacağını belirtmiştir. Ona göre yıkama olmadan mesh, mesh olmadan yıkama söz konusu değildir. Taberî’nin, yukarıda “Ayakların tümünün su ile meshedilmesi gerektiğini” söyleyen görüşü tercih etmesi, sonra da, “ayakları meshetmeksizin sadece onlara su dökmek veya suya sokup çıkarmak, abdest için yeterli değildir” şeklindeki Tâvûs’un görüşünü benimsemesi dikkat çekicidir. Bu cümleler birleştirildiğinde, Taberî’nin abdest ayetinde Ehl-i Sünnet çizgisinde olduğu ve onu benimsediği açıkça ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte yukarıda zikredilen abdestte su israfı konusundaki hadîsi de göz önünde tutarak, özellikle ayakları yıkamada su israfını önlemek için, hafifçe abdest ya da ayakların tümünü su ile meshetme ifadesini kullanmıştır. Bu, Taberî’ye has bir yaklaşımdır. Dolayısıyla onun abdest konusunda mesh ile yıkama arasında insanları muhayyer bıraktığı görüşü doğru değildir.
Ehl-i Sünnet alimlerinin yıkama ve mesh konusundaki görüşleri şöyledir: Yıkama/gasl, suyu azanın üzerine tamamen dökmektir[93>. Ovmak/delk şart değildir. Necasetten taharette ovmak veya silmek vacip ise de, hadesten taharette yani abdestte yıkamak kâfi gelir. Farz olan budur. Mâlik’e göre ovmak da farzdır. Mesh ise, bir şeye dokunmak, el sürmek anlamındadır. El sürmek farziyet için yeterlidir[94>. Bundan dolayı bir kimse abdest azalarını ıslatsa, fakat suyu üzerinden akıtmasa, bu abdest için yeterli olmaz. Yani sırf mesh farziyet için yeterli değildir. Çünkü Allah Teâlâ, suyun azalar üzerinden akıtılmasını emretmiştir. Ama cünüplükten dolayı gusülde, bunun yeterli olma ihtimali vardır. Bu ikisi arasında fark şudur:
Abdestte emredilen şey yıkama işidir. Bu da, suyu ancak abdest azaları üzerinde akıtma ile meydana gelir. Cünüplükte emredilen ise temizliktir. Bu, “.fakat Allah sizi iyice temizlemeyi diler” ayeti ile ifade edilmektedir. Bu temizlik de, bedeni sadece ıslatma ile hasıl olmaktadır[95>. İlk bakışta Ehl-i Sünnetin bu görüşleriyle Taberî’nin görüşü arasında bir tezat var gibi görünse de, esasında bir tezat yoktur. Zira Taberî, meshin umumî ve hususî olmak üzere iki anlamı olduğunu, umumî anlamıyla ayakların tümünün, hususî anlamıyla da, ayakların bir kısmının su ile meshedilmesinin gerektiğine işaret etmiş ve bu ayette[96>, umum anlamının sahih olduğunu yani ayakların bütününün su ile meshedilmesi gerektiğini vurgulayarak şöyle demiştir: “Şüphesiz Allah’ın ayakların meshedilmesinden muradı, ayakların (bir kısmı değil) tümüdür. Bundan da, hem yıkama hem meshetme anlamı çıkar. Çünkü ayakların her tarafının su ile meshedilmesinde yıkama, el veya el yerine geçecek bir şeyin aza üzerinde gezdirilmesinde de, meshetme anlamı vardır.”[97> Görüldüğü üzere o, sırf bir mesh veya sırf bir yıkamadan bahsetmemiştir.
Sonuç olarak şunu söyleyebiliriz ki, Taberî, “ercüle” ve “ercüli” şeklindeki her iki kırâatın da, sahih olduğunu belirtmekle beraber, “ercüli” şeklindeki kırâatı tercih etmiştir. Bunun sebebi ise, “ercüli” kırâatının hem yıkamayı, hem de meshi içine almasıdır. O kırâat tercihlerinde özellikle anlamı daha geniş, daha kapsamlı olan kırâatları tercih etmektedir. Buradaki düşüncesi de bundan ibarettir. Bazıları Taberî, iki kırâatı iki ayrı ayet hükmünde kabul ederek, birinci kırâate göre yıkamayı; ikinci kırâate göre de meshi gerekli görmüştür demişlerdir. Hangi yaklaşım ve hangi gaye ile olursa olsun, Taberî, ayetin lafzına en güzel anlamı vermiştir. İki kırâatın ihtiva ettiği anlam, tek hükümde birleşmiştir. Hiçbir açıklayıcı hadîs, haber ve yorum olmasa dahi, ayetin lafzından anlaşılan en güzel yorum kanaatimizce Taberî’nin getirdiği yorumdur. Bu yorum hiçbir açıklayıcıya ihtiyaç bırakmayacak kadar açık ve nettir.
Doç. Dr. Abdülmecit Okcu
——————————————
DİPNOTLAR
—————————————–
[1> Zemahşerî, Cârullah Mahmûd b. ‘Ömer, el-Keşşâf ‘an Hakâiki’i’t-Tenzîl ve ‘Uyûni’l-Ekâvîli fi Vücûhi’t-Te’vîl, Dâru’l-Ma‘rife Beyrut, tsz., I, 599; Tabersî, Ebû ‘Ali el-Fadl b. Hasan, Mecma‘u‘l-Beyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, 1406/1986, III, 256-257; et-Tûsî, Ebû Ca‘fer, et-Tibyân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Matba‘atü’l-‘İlmiyye, Necef, 1957, III, 452; Râzî, Fahruddîn Muhammed b. ‘Ömer, Mefâtîhu’l-Ğayb, Dâru’l-Kütübi’l-‘Arabiyye, Tahran, tsz., XI, 162; Kurtubî, Ebû ‘Abdillah Muhammed b. Ahmed el-Ensârî, el-Câmi‘ li-Ahkâmi’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1408/1988, VI, 62; İbn Teymiyye, Mecmû‘u Fetâvâ, Dâru ‘Âlemi’l-Kütüb, Suudî. Arabistan, 1412/1992, XXI, 129-130; Şevkânî, ‘Ali b. Muhammed, Neylü’l-Evtâr fî Münteka’l-Ahbâr, Dâru’l-Hadîs, Kahire, tsz., I, 209; Tabâtabâî, Muhammed Huseyn, el-Mîzân fî Tefsîri’l-Kur’ân, Beyrut, 1970, V, 222; ‘Abduh, Muhammed, Tefsîru’l-Menâr, Dâru’l-Menâr, Mısır, 1373/1953, VI, 227; Ateş, Süleyman, Yüce Kur’an’ın Çağdaş Tefsîri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1989, II, 477; ayrıca bkz. Adıgüzel, Mehmet, Kıraâtlar Açısından Fahruddîn er-Râzî ve Tefsîr-i Kebîri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum, 1998, s. 181-183.
[2> Mâide Sûresi 6. ayet.
[3> Taberî, Ebû Ca’fer Muhammed İbn Cerîr, Câmi‘u’l-Beyân ‘an Te’vîli’l-Kur’ân, Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1992, IV, 477; Rağıp el-İsfahânî, Ebu’l-Kâsım Huseyn b. Muhammed, el-Müfredât fî Ğarîbi’l-Kur’ân, nşr. Muhammed Seyyid Kîlânî, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut, tsz., s. 433; Cessâs, Ebû Bekr Ahmed b. ‘Ali er-Râzî, Ahkâmü’l-Kur’ân, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1993, III, 352; İbn Rüşd, Ebü’l-Velîd Muhammed b. Ahmed, Bidâyletü’l-Müctehid ve Nihâyetü’l-Muktesid, Dâru’l-Fikr, Beyrut, tsz., I, 12-13; İbn Hümâm, Kemâlüddîn b. Abdülvahid, Şerhu Fethu’l-Kadîr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1397/1977, I, 17; İbn ‘Âbidîn, Muhammed Emîn, Reddü’l-Muhtâr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1386/1966, I, 98; İbn Teymiyye, Fetâvâ, XXI, 129-130; Molla Husrev, Düreru’l-Hukkâm, fî Şerhi Ğureru’l-Ahkâm, Matbaa-yı ‘Âmire, İstanbul, tsz., I, 9.
[4> Bkz. Tabersî, III, 259; Tabâtabâî, V, 222. Malûm olduğu üzere bu kemik de, pratikte yıkanmaz, sadece meshedilebilir.
[5> Daha geniş bilgi için bkz. Ateş, Süleyman, “Kur’ân ve Sünnetin Işığında Abdestte Ayakları Meshetme veya Yıkamanın Hükmü”, İslâmî Araştırmalar, c. III, sy. 4 (Ekim 1989), s. 188-193; Uğur, Mücteba, “Kur’an-ı Kerim ve Sünnete Göre Abdestte Ayakların Yıkanması”, İslâmî Araştırmalar, c. III, sy. 2, (Nisan 1989), s. 16-28; Kaya, Remzi, “Kıraat Açısından Abdest Ayeti”, Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. V, (1993), s. 255-266; Doğru, Cafer Sadık, İbn Cerîr et-Taberî’nin Tefsîrindeki Fıkhî Görüşler, Yayınlanmamış Öğret. Üyeliği Tezi, Erzurum Yük. İslâm Enst., 1981, s. 57-66; Yıldırım, Zeki, Müfessir İlkiyâ el-Harrâsî ve Ahkâmü’l-Kur’an Adlı Eserine Göre Kırâat Farklarının Hukukî Ayetlerin Tefsîrindeki Rolü, Yayınlanmamış Yük. Lisans Tezi, Atatürk Üniv. Sosyal Bil. Enst., Erzurum, 1990, s. 109, 129; Dağ, Mehmet, Kırâat Farklılıklarının İslâm Hukukuna ve Metodolojisine Etkisi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniv. Sosyal Bil. Enst., Erzurum, 1998, s. 211, 220.
[6> Râzî, Kurtubî, Ebû Hayyân ve Şevkânî gibi birçok müfessir, “Muhammed b. Cerîr, Cübbâî ve Hasan Basrî’nin, Abdest alan kimse ayaklarını yıkama ve meshetmede muhayyerdir” dediklerini naklederler. Bkz, Râzî, XI, 161; Şevkânî, Neyl, I, 209; Fethu’l-Kadîr el-Câmi‘u beyne Fenni’r-Rivâye ve’d-Dirâye min ‘İlmi’t-Tefsîr, Dâru’l-Ma‘rife, Beyrut tsz., II, 18; İbn Hazm, Muhammed b. ‘Ali b. Ahmed, el-Muhallâ, Mektebetü’l-Cumhûriyyeti’l-‘Arabiyye, Mısır, 1387/1967, I, 78-81; Ebû Hayyân, Muhammed b. Yusuf el-Endelüsî, el-Bahru’l-Muhît, Metâbi‘u’n-Nasr’il-Hadîse, Riyad, tsz., III, 437; Kurtubî, VI, 62; Serahsî bu konuda yalnız Hasan Basrî’nin adını zikretmiştir. Bkz. Serahsî, Ebû Bekr Mahmûd b Ahmed, Kitâbü’l-Mebsût, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut, 1406/1986, I, 8; Molla Husrev de, iki kırâat da, mütevatir olduğu için bazıları, yıkama ve meshetme arasında insanları muhayyer bırakmışlardır” diyor. Bkz. Molla Husrev, I, 9; ‘Abduh, VI, 228.
[7> Taberî burada meshten ovalamayı kastetmiştir. Bkz. Taberî, IV, 472, İbn Kesîr, I, 20.
[8> Arkoun, Muhammed, Kur’an Okumaları, çev. Ahmet Zeki Ünal, İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 170-171.
[9> Taberî, IV, 466, 469; Nâfi‘, İbn ‘Âmir, Kisâî, Ya‘kub, ve Hafs, “lâm” harfinin fethasıyla “ercüle”; diğerleri ise, “laâ” harfinin kesresiyle “ercüli” şeklinde okumuşlardır. Bkz. İbn Mücâhid, Ebû Bekr Ahmed b. Mûsâ, Kitâbü’s-Seb‘a, Dâru’l-Ma‘ârif, Kahire, tsz., s. 242; ed-Dânî, Ebû ‘Amr ‘Osmân b. Sa‘îd, Kitâbü’t-Teysîr fi’l-Kırââti’s-Seb‘, nşr. Otto Pretzl, İstanbul, 1930, s. 98; İbn Bâziş, Ebû Ca‘fer Ahmed b. ‘Ali, Kitâbü’l-İknâ‘ fi’l-Kırââti’s-Seb‘, Matba‘atü Rikâbî ve Nadr, Dimaşk, 1403/1982, II, 634; İbnü’l-Kâsih, ‘Ali b. ‘Osmân, Sirâcü’l-Kârii’l-Mübtedi, Matbaa-yı Osmâniye, İstanbul, 1304, s. 196; Ebû Şâme, Şihâbüddîn, ‘Abdurrahmân b. İsmâîl, İbrâzü’l-Me‘ânî min Hırzi’l-Emânî, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Kahire, 1402/1991, s. 426; İbnü’l-Cezerî, Ebu’l-Hayr Muhammed, en-Neşr fi’l-Kırââti’l-‘Aşr, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, tsz., II, 254; Tayyibetü’n-Neşr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1369/1950, s. 271; es-Safâkusî, ‘Ali Nûrî, Ğaysü’n-Nef‘ fi’l-Kırââti’s-Seb‘, Matbaa-yı Osmâniye, İstanbul, 1304, s. 86; el-Pâlûvî, ‘Abdülfettâh, Zübdetü’l-‘İrfân, Hilâl Yayınları, İstahbul, tsz., s. 50; ‘Abdülfettâh el-Kâdî, el-Büdûru’z-Zâhire, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1401/1981, s. 89; Muhaysin, Muhammed Sâlim, el-Mühezzeb fi’l-Kırââti’l-‘Aşr, Mektebetü’l-Külliyyâti’l-Ezheriyye, Kahire, 1980, I, 181.
[10> Bkz. Taberî, IV, 467.
[11> Taberî, IV, 467.
[12> Bkz. Taberî, IV, 467;
[13> Bkz. Müslim, Sahîh, Tahâret, 31, 243; Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 67, 173.
[14> Taberî, IV, 469.
[15> Taberî, IV, 467; Ebû Dâvûd, Tahâret, 66, 175.
[16> Tabi‘în’in büyüklerinden olup, Medîne’de yetişen yedi büyük alimden biridir. 106/725 yılında vefat etmiştir. Bkz. İbn Hacer, Tehzîbü’t-Tehzîb, Beyrut, 1325/1907, VIII, 333.
[17> Bkz. Taberî, IV, 467.
[18> Taberî, IV, 468.
[19> Taberî, IV, 468.
[20> Taberî, IV, 468.
[21> Taberî, IV, 468.
[22> Taberî, IV, 469.
[23> Şevkânî, Neyl, I, 208; Fethu’l-Kadîr, II, 18.
[24> Taberî, IV, 469; ayrıca bkz., Râzî, II, 164; Cessâs, II, 487; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ ‘İmâdüddîn İsmâîl, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, tsz., II, 25; Kurtubî, VI, 62; Suyûtî, Celâlüddîn ‘Abdurrahmân, ed-Dürru’l-Mensûr, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1983, III, 28-29; en-Nehhâs, Ebû Ca‘fer Ahmed b. Muhammed, İ‘râbü’l-Kur’ân, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1409/1988, II, 9; İbnü’l-Cevzî, Ebü’l-Ferec Cemâlüddîn ‘Abdurrahmân, Zâdü’l-Mesîr fî ‘İlmi’t-Tefsîr, Mektebetü’l-İslâmî, Beyrut, 1384/1964, II, 246; Zemahşerî, I, 597.
[25> Taberî, IV, 469; Serahsî, I, 8.
[26> Taberî, IV, 469.
[27> Hadîsin aynı anlamda başka varyantları da vardır. Uzatmamak için onları zikretmiyoruz. Bkz., Taberî, IV, 469.
[28> Taberî, IV, 469; ayrıca bkz. Ferrâ, Ebû Zekeriyyâ Yahyâ b. Ziyâd, Me‘âni’l-Kur’ân, ‘Âlemü’l-Kütüb, Beyrut, 1401/1980, I, 302; Tabersî, II, 255; Câvî, Muhammed Nûrî, et-Tefsîru’l-Münîr li-Me‘âlimi’t-Tenzîl, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1995, I, 192; Kurtubi, VI, 62; ‘Abduh, VI, 229.
[29> Taberî, IV, 469-470; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl, Tefsîru’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, tsz., II, 26.
[30> Taberî, IV, 470-471; ‘Abduh, VI, 230.
[31> Taberî, IV, 471; ‘Abduh, a.y.; Tabâtabâî, V, 222, 223.
[32> İmamiyye’ye göre “Kâ‘beyn” kelimesiyle ayakların üstündeki kubbemsi kemikler kastedilmiştir. Bkz. Tabersî, III, 259.
[33> Taberî, IV, 471.
[34> Taberî, IV, 471.
[35> Ateş, II, 477; Mehmet Dağ da İbn Hazm’ın Muhallâ’sından naklen, Zâhirîler ve Taberî’nin her iki kırâatı cem ederek, yıkama ve meshetme konusunda insanları muhayyer bıraktığını söylemiş ve aynı hataya düşmüştür . Bkz. İbn Hazm, I, 78, 81; Dağ, Mehmet, s. 213.
[36> Ateş, II, 480.
[37> Taberî, IV, 470, 471.
[38> Taberî, IV, 476.
[39> Taberî, IV, 471.
[40> İbn Teymiyye, XXI, 128-129.
[41> Gerçekten Taberî’nin adı geçen kitabına göz attığımızda, o, aşağı yukarı bütün büyük fakihlerden yani Mâlik, Sevrî, Evzâ‘î, Şafi‘î, Ebû Hanife ve arkadaşlarından, Tahâvî’den hatta Tabi‘în’in diğer büyüklerinden bahsettiği halde, İmâm Ahmed b. Hanbel’den hiç bahsetmemiş, onun hiçbir görüşüne yer vermemiştir. Bkz. Kitâbü İhtilâfi’l-Fukahâ, nşr. Frederik Kern, Beyrut, tsz., s. 4-64.
[42> Bkz. Yâkût el-Hamevî, Şihâbüddîn b. ‘Abdullah, Mu‘cemü’l-Üdebâ, Dâru Sâdır, Beyrut, tsz., XVIII, 57; İbnü’l-Esîr, Muhammed b. ‘Abdülkerîm eş-Şeybânî, el-Kâmil fi’t-Târîh, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1963, VIII, 134; İbn Kesîr, Ebü’l-Fidâ İsmâîl, el-Bidâye ve’n-Nihâye, Mektebetü’l-Ma‘ârif, Beyrut, 1966, XI, 146; Zehebî, Şemsüddîn Muhammed b. Ahmed, Ma‘rifetü’l- Kurrâi’l-Kibâr, nşr, Tayyar Altıkulaç, T.D.V. Yayınları, İstanbul, 1416/1995, II, 528.
[43> Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsîr Tarihi, Bilmen Yayınevi, İstanbul, 1973, I, 366-367; Geniş bilgi için bkz. Okcu, Abdülmecit, Kırâat Açısından Taberî ve Tefsîri, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Erzurum, 2002, s. 9 .
[44> İbn ‘Abidîn, Muhammed Emin, Reddü’l-Muhtâr, Matba‘atü Mustafa el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1386/1966, I, 132.
[45> İbn Mâce, Sünen, Tahâret, 48; İbn ‘Âbidîn, I, 132.
[46> İbn Mâce, Tahâret, 48, h.n. 425; Nehirde abdest almadaki israf şuna benzetilmiştir. Bir kimse nehirden su alıyor, kovasını ağzına kadar iyice dolduruyor, sonra onu tekrar nehre boşaltıyor. Bkz., İbn ‘Âbidîn, I, 132; İbnü’l-Cevzî, Cemâlüddîn Ebu’l-Ferec ‘Abdurrahman, Telbîsü İblîs, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1410/1990, s. 167.
[47> Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 96; Tirmizî, Tahâret, 43; İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 167.
[48> İbnü’l-Cevzî, Telbîs, s. 167.
[49>İbnü’l-Cevzî, Zâdü’l-Mesîr, II, 302; İbn Kesîr, II, 26; İbn ‘Âbidîn, I, 265, 266; Molla Husrev, I, 29-30; Ebu’s-Su‘ûd, Muhammed b. Muhammed el-‘İmâdî, İrşâdü’l-‘Akli’s-Selîm ilâ Mezâye’l-Kitâbi’l-Kerîm, Dâru’l-Mushaf, Kahire, tsz., II, 11.
[50> Şevkânî, Feth, II, 18.
[51> Zemahşerî, I, 599.
[52> Ebû Hayyân, III, 438.
[53> Zemahşerî, I, 599.
[54> Ebû Hayyân, III, 437.
[55> el-İsfahânî, s. 767.; İbn Manzûr, Cemâlüddîn Muhammed b. Mükerrem, Lisânü’l-‘Arab, “m-s-h” md., Dâru Sâdır, Beyrut, tsz.; İbn ‘Atiyye, Ebû Muhammed ‘Abdülhak b. ‘Atiyye, el-Muharreru’l-Vecîz fî-Tefsîri’l-Kitâbi’l-‘Azîz, nşr. ‘Abdüsselâm ‘Abdüşşâfî‘ , Dâru’l-Kütübi’l-‘İlmiyye, Beyrut, 1422/2001, II, 163.
[56> el-İsfahânî, a. y.; İbn ‘Atiyye, a. y.; İbn ‘Âbidîn, I, 99.
[57> el-İsfahânî, a. y.; Tabersî, III, 255; İbn ‘Atiyye, II, 163; Ebû Hayyân, III, 438; İbn Teymiyye, XXI, 132.
[58> ‘Âlûsî, Ebü’l-Fadl, Şihâbüddîn Mahmud, Rûhu’l-Me‘ânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-‘Azîm, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-‘Arabî, Beyrut, 1405/1985, VI, 74.
[59> Bkz. Nehhâs, II, 9; Kurtubî, VI, 62.
[60> Yani aynı şeylerdir. Yukarıda izah edildiği gibi, mesh hafif yıkama demektir. Taberî’ye göre, yıkamada mesh; meshde yıkama vardır.
[61> İbn Kesîr, I, 20.
[62> Kâsânî, ‘Alâüddîn Ebû Bekr b. Mes‘ud, Bedâi‘us-Sanâi‘, Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut, 1394/1974, I, 6.
[63> Âlûsî, VI, 77-78; geniş bilgi için bkz. Doğru, s. 66.
[64> Taberî, IV, 471.
[65> Taberî, IV, 471; ‘Abduh, VI, 227.
[66> 226/841 yılında Taberîstan’ın Âmül bölgesinde doğmuş olan Muhammed b. Cerîr b. Rüstem et-Taberî, aynen meşhur Taberî gibi, 310/923 yılında vefat etmiştir. Bu iki zat yalnız dedelerinin isimleriyle birbirinden ayrılmaktadır. Rüstem et-Taberî’nin eserlerinden bazıları şunlarıdır: 1-el-Müsterşid fi’l-İmâme, 2- Menâkıbü Fâtıma ve Veledihâ, 3- Nûru’l-Mu‘cizât fî Menâkıbi’l-Eimmeti’l-İsnâ ‘Aşeriyye, bkz. Kehhâle, ‘Ömer Rızâ, Mu‘cemü’l-Müellifîn, el-Mektebetü’l-‘Arabiyye, Dimaşk, 1379/1960, IX, 146; ez-Zehebî, Mîzânü’l-İ‘tidâl, Matba‘atü ‘İsâ el-Bâbî el-Halebî, Mısır, 1382/1963, III, 498.
[67> İbn Hacer, Ebu’l-Fadl Şihâbüddîn, Lisânü’l-Mîzân, Müessesetü’l- A‘lemî li’l-Matbû‘ât, Beyrut, 1971, V, 103.
[68> Bu zat da, İmamiyye Şî‘a’sından olup, 1-Beşâretü’l-Mustafâ li-Şî‘ati’l-Murtazâ, 2-Mesâilü’z-Zerî‘a, 3-ez-Zühd ve’t-Takvâ gibi eserleri mevcuttur. H. 525 tarihinde vefat etmiştir. Bkz. Kehhâle, XI, 146.
[69> Taberî, IV, 472; Buhârî, Sahîh, İlim, 3; Serahsî, I, 8; İbn Teymiyye, XXI, 136, Kurtubî, VI, 65.
[70> Taberî, IV, 472-473; Buhârî, Vüdû, 29; Müslim, Sahîh, Tahâret, 29, 242; Ebû Dâvûd, Sünen, Tahâret, 46, 97; Tirmizî, Sünen, Tahâret, 31, 41; Neseî, Sünen, Tahâret, 89; İbn Mâce, Sünen, Tahâret, 55, 450; Mâlik, Muvatta’, Tahâret, 5; Dârimî, Sünen, Vüdû, 35; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 193, III, 16, IV, 191; Cessâs, III, 351; Halebî, İbrâhim b. Muhammed, Halebî-i Sağîr, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1315, s. 6.
[71> Tabersî, bu hadîsin abdestle ilgili olmadığını belirterek, Ebû ‘Ubeyde’nin “Ğarîbü’l-Hadîs” adlı eserinde “ateşten ökçelerin vay haline” hadîsi hakkında şunları yazdığını nakleder: “Araplar arasında temizliğe dikkat etmeyen kaba saba adamlar vardı. Onlar ayakta bevl ediyorlar, ayaklarına ve ayakkabılarına sıçratıyorlardı. Sonra da o şekilde mescide geliyorlardı. İşte bu hadîs, onları korkutmak için söylenmiştir; abdestle alâkası yoktur.” Tabersî, III, 258, 259.
[72> Taberî, IV, 472.
[73> Taberî, IV, 469; ‘Abduh, VI, 230-231 ; Âlûsî, VI, 73-76.
[74> Bkz. İbn ‘Atiyye, II, 163; Kurtubî, VI, 62.
[75> İbn Teymiyye, XXI, 128-129.
[76> Şevkânî, Neyl, I, 169.
[77> ‘Abduh, a. y.; ayrıca bkz. İbn Rüşd, I, 12.
[78> Şevkânî, Neyl, I, 207, 212.
[79> Molla Husrev, 1, 9.
[80> Taberîde, iki rivâyet vardır; bunların birinde Hz. Peygamber’in ayakkabılarını, diğerinde ayaklarını meshettiği nakledilmiştir. Bkz., Taberî, IV, 475; Tabersî, III, 258; Ebû Dâvûd’daki haberde ayaklarını ve ayakkabılarını aynı anda meshettiği nakledilmektedir. Bkz. Ebû Dâvûd, Tahâret, 160; Tirmizî, Tahâret, 11; Şevkânî, Neyl, I, 209.
[81> Taberî, IV, 475; Şevkânî, Neyl, I, 169; Zuhaylî, I, 235-236.
[82> Taberî, IV, 475; ayrıca bkz. Taberî Tefsîri, trc. Kerim Aytekin, Hasan Karakaya, Hisar Yayınevi, İstanbul, 1996, III, 234)
[83> Taberî, IV, 475; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 120.
[84> Taberî, IV, 475.
[85> Taberî, IV, 476.
[86> Müslim, Tahâret, 73, 273.
[87> Taberî, IV, 477.
[88> Bkz. Dipnot 1.
[89> Mesh, eli bir şey üzerinde gezdirmek ve ona isabet ettirmek suretiyle, arız olan bir pisliği gidermek veya silmek gibi anlamlara gelmektedir. Ovalamak, ed-delkü kelimesiyle ifade edilmektedir. Delk: el ile sürünmek, ovmak vücut yıkandığı zaman el ile ovulması gibi anlamlara gelmektedir Bu anlamda mesh ile delk arasında bir anlam yakınlığı görülmektedir. Bkz. İbn Manzûr, “m-s-h” ve “d-l-k” md.; ez-Zebîdî, Seyyid Muhammed Murtezâ, Tâcü’l-‘Arûs, Dâru Sâdır, Beyrut, 1386/1966, “m-s-h” ve “d-l-k” md.; ‘Âsım Efendi, Kâmûs Tercümesi, İstanbul, 1305, m-s-h” ve “d-l-k” md.
[90> Bkz. İbn Rüşd, I, 34; İbn Hümâm, I, 15; Zuhaylî, Vehbe, el-Fıkhü’l-İslâmî ve Edilletühû, Dâru’l-Fikr, Dimaşk, 1404/1984, I, 235-236; Yazır, Elmalılı Muhammed Hamdî, Hak Dini Kur’an Dili, Eser Kitabevi İstanbul, tsz., III, 1587.
[91> Bkz., Zemahşerî, I, 597, ‘Abduh, VI, 231; Muhammed b. Süleyman, Mecma‘u’l-Enhür fî Şerhi Mülteka’l-Ebhur/Dâmâd, Matbaa-yı ‘Âmire, İstanbul, 1301, I, 9; Molla Husrev, 1, 9.
[92> İbn Rüşd, I, 11
[93> İbn Rüşd, I, 34, 35; İbn Hümâm, I, 15; İbn ‘Âbidîn, I, 95; Dâmâd, I, 9.
[94> Elmalılı, III, 1587.
[95> Râzî, XI, 156.
[96> Taberî, IV, 472.
[97> Konu ile ilgili ifadesi için bk. Taberî, IV, 471.
BUNLARIDA OKUDULAR ...:
Medet ve Şefaat'ın Hükmü Nedir?
Medet ve Şefaat'ın Hükmü Nedir?
Emin Saraç HOCAEFENDİ ile Ehl-i Sünnet Üzerine
Emin Saraç HOCAEFENDİ ile Ehl-i Sünnet Üzerine
Kur'an Yolu Tefsirinde Skandal !!
Kur'an Yolu Tefsirinde Skandal !!
Abdulaziz BayındırayakbayındırfetvaislamoğlumeselesimeshMezhepler tarihiMustafanedir
Buhâri´de , îbn-i Mes´ûd demiştir ki:
“Siz, mucizeleri azâb addediyorsunuz! Halbuki bizler, Peygamber (s.a.v.) zamanında mucizeleri bereket sayardık… Gerçekten biz, Peygamber Efendimizle birlikte yemek yerken, yemeğin teşbih ettiğini i-şittik” Ve bir defasında Peygamberimiz, kendisine getirilen bir su kabının içine elini soktu da, parmaklarının arasından su fışkırmaya başladı… Bu vesile ile de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Haydi, tertemiz ve mübarek suya gelip Abdestinizi alınız! Bereketin de Allah´tan olduğunu biliniz.” Biz de hepimiz, o sudan Abdest aldık.”
PEYGAMBER EFENDİMİZİN MUCİZELERİ ve FAZİLETLERİ (TEVATÜR DERECESİNDEKİ KAYNAKLARLA) :
Diğer Peygamberlerden “Misak” Alınmış Olması ( Hani” biz Peygamberlerden söz almıştık, senden, Nuh’tan, İbrahim’-den, Musa’dan ve Meryem oğlu İsa’dan, pek sağlam bir söz aldık.” Ahzab-7 )
Tefsirlerdeki “Misak” ‘dan maksat; Mevla Teala Peygambelere Buyurdu ki; Son peygamberin zamanına ulaşırsanız ona ( Muhammede (s.a.v) tabi olacaksınız ve ona yardım edeceksiniz.)
——————–
îmam-ı Akmed´in Buhârî´nin Târih´inde, Taberanî, Hâkim, Beyhakî ve Ebû Nuaym´in Meyseratü´l-Fecr´den rivayet ettiklerine göre, o demiştir ki: “Ben ey Allah´ın Resulü, sen ne zaman peygamber oldun ” diye sordum. Peygamberimiz de buyurdular ki: “Adem ruh ile cesed arasında iken, ben peygamber idim.” [5]
——————————-
EFENDİMİZİN MUCİZELERİ:
Peygamberimizin mucizeleri, zaman bakımından üçe ayrılmıştır:
Birincisi, mübarek ruhu yaratıldığından başlayarak, Peygamberliğinin bildirildiği (bi’set) zamanına kadar olanlardır.
İkincisi, bi’setten vefatına kadar olan zaman içindekilerdir.
Üçüncüsü, vefatından kıyamete kadar olmuş ve olacak şeylerdir.
Bunlardan birincilere, (İrhas) yani, başlangıçlar denir. Her biri de ayrıca görerek veya görmeyip akıl ile anlaşılan mucizeler olmak üzere ikiye ayrılırlar. Bütün bu mucizeler o kadar çoktur ki, saymak mümkün olmamıştır. İkinci kısımdaki mucizelerin üç bin kadar olduğu bildirilmiştir. Bunlardan bazılarını aşağıda bildireceğiz.
1- Muhammed aleyhisselamın mucizelerinin en büyüğü Kur’an-ı kerimdir.
2- En büyük mucizelerinden birisi de Mirac mucizesidir.
3- Meşhur mucizelerinin en büyüklerinden birisi de, Ay’ı ikiye ayırmasıdır. Bu mucize, başka hiçbir Peygambere nasip olmamıştır. Muhammed aleyhisselam elli iki yaşında iken, Mekke’de Kureyş kâfirlerinin elebaşıları yanına gelip, (Peygamber isen Ay’ı ikiye ayır) dediler. Muhammed aleyhisselam, herkesin ve hele tanıdıklarının, akrabasının iman etmelerini çok istiyordu.
Mübarek ellerini kaldırıp dua etti. Allahü teâlâ, kabul edip, Ay’ı ikiye böldü. Yarısı bir dağın, diğer yarısı başka dağın üzerinde göründü. Kâfirler, Muhammed bize sihir yaptı dediler. İman etmediler.
Bu mucize ile ilgili âyet-i kerimenin meali şöyle:
(Kıyamet yaklaştı, Ay yarıldı. Onlar [müşrikler] bir mucize görünce hemen yüz çevirirler ve “Eskiden beri devam ede gelen bir sihir [büyü] derler.) [Kamer 1,2]
4- Muhammed aleyhisselam, bazı gazalarında, susuz kalındığı zaman, mübarek elini bir kaptaki suya sokmuş, parmakları arasından su akarak, suyun bulunduğu kap devamlı taşmıştır. Bazen seksen, bazen üçyüz, bazen binbeşyüz, Tebük Gazasında ise, yetmiş bin kimsenin hepsi ve hayvanları, bu sudan içmişler ve kullanmışlardır. Mübarek elini sudan çıkarınca akması durmuştur.
5- Hayber gazasında, önüne zehirlenmiş koyun kebabı koyduklarında, (Ya Resulallah, beni yeme, ben zehirliyim) sesi işitildi.
6- Medine’de, mescid-i nebevide dikili bir hurma kütüğü vardı. Resulullah hutbe okurken, bu direğe dayanırdı. Buna Hannane denirdi. Minber yapılınca, Hannane’nin yanına gitmedi. Ondan ağlama seslerini, bütün cemaat işittiler. Minberden inip, Hannane’ye sarıldı. Sesi kesildi. (Eğer sarılmasaydım, benim ayrılığımdan kıyamete kadar ağlardı)buyurdu.
7- Mübarek eline aldığı çakıl taşlarının ve tuttuğu yemek parçalarının arı sesi gibi, Allahü teâlâyı tesbih ettikleri çok görülmüştür.
8- Bir gün, bir köylüyü imana davet etti. Müslüman bir komşumun vefat etmiş kızını diriltirsen, iman ederim dedi. Mezarına gittiler. İsmini söyleyerek kızı çağırdı. Kabir içinden ses işitildi ve dışarı çıktı. (Dünyaya gelmek ister misin?)buyurdu. (Ya Resulallah! Dünyaya gelmek istemem. Burada babamın evindekinden daha rahatım. Müslümanın ahireti, dünyasından daha iyi) dedi. Köylü bunu görünce, hemen imana geldi.
9- Tirmizi ve Nesai’nin (Sünen) kitaplarında diyor ki, iki gözü a’ma bir kimse gelip, ya Resulallah, Allahü teâlâya dua et, gözlerim açılsın dedi. (Kusursuz bir abdest al! Sonra Ya Rabbi! Sana yalvarıyorum. Sevgili Peygamberin Muhammed aleyhisselamı araya koyarak, senden istiyorum. Ey çok sevdiğim Peygamberim Muhammed aleyhisselam! Seni vesile ederek, Rabbime yalvarıyorum. Senin hatırın için kabul etmesini istiyorum. Ya Rabbi! Bu yüce Peygamberi bana şefaatçi eyle! Onun hürmetine duamı kabul et!) duasını okumasını buyurdu. Adam, abdest alıp dua etti. Hemen gözleri açıldı. Bu duayı müslümanlar, her zaman okumuşlar ve maksatlarına kavuşmuşlardır.
10- Medine’de, minberde hutbe okurken, bir kimse, ya Resulallah! Susuzluktan çocuklarımız, hayvanlarımız, tarlalarımız helak oluyor. İmdadımıza yetiş dedi. Ellerini kaldırıp, dua eyledi. Gökte hiç bulut yokken, mübarek ellerini yüzüne sürmeden, bulutlar toplandı. Hemen yağmur başladı. Birkaç gün devam etti. Yine minberde okurken, o kimse, ya Resulallah! Yağmurdan helak olacağız deyince, Resul aleyhisselam, tebessüm etti ve (Ya Rabbi! Rahmetini başka kullarına da ihsan eyle!) buyurdu. Bulutlar açılıp, güneş göründü.
11- Cabir bin Abdullah diyor ki, çok borcum vardı. Resulullaha haber verdim. Bahçeme gelip, hurma yığınının etrafında üç kere dolaştı. (Alacaklılarını çağır, gelsinler!) buyurdu. Her birine hakları verildi. Yığından bir şey eksilmedi.
12- Bir kadın, hediye olarak bal gönderdi. Balı kabul edip, boş kabı geri gönderdi. Kap bal ile dolu olarak geri geldi. Kadın gelerek, (ya Resulallah! Hediyemi niçin kabul etmediniz?Acaba günahım nedir?) dedi. (Senin hediyeni kabul ettik. Gördüğün bal, Allahü teâlânın hediyene verdiği berekettir) buyurdu. Kadın çocukları ile aylarca yediler. Hiç eksilmedi. Bir gün yanılarak balı başka bir kaba koydular. Oradan yiyerek bitirdiler. Bunu, Resulullaha haber verdiler. (Gönderdiğim kapta kalsaydı, dünya durdukça yerlerdi, hiç eksilmezdi) buyurdu.
13- Resulullahın gaybdan haber verdiği çok görüldü. Bu mucizesi üç kısımdır:
Birinci kısmı, kendi zamanından evvel olan ve kendisine sorulan şeylerdir ki, bunlara verdiği cevaplar, çok kâfirlerin, katı kalbli düşmanlarının imana gelmelerine sebep olmuştur.
İkinci kısmı, kendi zamanında olmuş ve olacak şeyleri haber vermesidir.
Üçüncü kısmı, kendisinden sonra kıyamete kadar dünyada ve ahirette olacak şeyleri bildirmesidir.
Burada ikinci ve üçüncü kısımlardan birkaçı aşağıda bildirilecektir.
[İslam’a davetin başlangıcında, müşriklerin eziyetlerinden, sıkıntılarından dolayı, Eshab-ı kiramın bir kısmı Habeşistan’a hicret etmişlerdi. Resulullah, Mekke’de kalan Eshab-ı kiramla beraber, üç sene her türlü görüşme, alış-veriş yapma, müslümanlardan başka bir kimse ile konuşmama gibi, bütün içtimai muamelelerden men olundular. Kureyş müşrikleri, bu karar ve ittifaklarını bildiren bir ahdname yazarak, Kâbe-i muazzamaya asmışlardı. Her şeye kâdir olan Allahü teâlâ (Arza) denilen bir çeşit kurdu [ağaç kurdu] o vesikaya musallat etti. Yazılı bulunan (Bismikellahümme) [Allahü teâlânın ismi ile] ibaresinden başka, ne yazılı ise, hepsini o kurtcuk yedi, bitirdi. Allahü teâlâ bu hâli Cibril-i emin vasıtası ile Peygamber efendimize bildirdi. Peygamber efendimiz de bu hâli amcası Ebu Talibe anlattı. Ertesi gün, Ebu Talib müşriklerin ileri gelenlerine gelerek, Muhammedin Rabbi Ona şöyle haber vermiş. Eğer söylediği doğru ise, bu hâli kaldırıp, eskiden olduğu gibi dolaşmalarına, başkaları ile görüşmelerine mani olmayınız. Eğer söylediği doğru değilse, ben de Onu artık himaye etmeyeceğim, dedi. Kureyşin ileri gelenleri, bu teklifi kabul ettiler. Herkes toplanarak Kâbe’ye geldiler. Ahdnameyi Kâbe’den indirerek açtılar ve Resulullahın buyurduğu gibi, (Bismikellahümme) ibaresinden başka, bütün yazıların yenilmiş olduğunu gördüler.]
Acem padişahı Hüsrev’den Medine’ye elçiler geldi. Bir gün, bunları çağırıp, (Bu gece, Kisranızı kendi oğlu öldürdü)buyurdu. Bir müddet sonra, oğlunun babasını öldürdüğü haberi geldi. [İran şahlarına Kisra denir.]
14- Bir gün, zevcesi Hafsa validemize, (Ebu Bekir ile baban, ümmetimin idaresini ellerine alacaklardır) buyurdu. Bu sözle Hz. Ebu Bekir’in ve Hafsa validemizin babası olan Hz. Ömer’in halife olacaklarını müjdeledi.
15- Ebu Hüreyre’yi “radıyallahü teâlâ anh” Medine’de, zekat olarak gelmiş olan hurmaların muhafazasına memur etmişti. Bir kimseyi hurma çalarken yakaladı. Seni Resulullaha götüreceğim dedi. Hırsız, fakirim, çoluğum çocuğum çoktur diyerek yalvarınca, bıraktı. Ertesi gün, Resulullah Ebu Hüreyre’yi çağırıp, (Dün gece bıraktığın adam ne yapmıştı?) buyurdu. Ebu Hüreyre anlatınca, (Seni aldatmış. Yine gelecektir) buyurdu. Ertesi gece yine geldi ve yakalandı. Tekrar yalvarıp, Allah aşkına bırak dedi ve kurtuldu. Üçüncü gece, tekrar gelip yakalanınca, yalvarmaları fayda vermedi. Beni bırakırsan, birkaç şey öğretirim, sana çok faydası olur, dedi. Ebu Hüreyre kabul etti. Gece yatarken, (Âyet-el kürsi)yi okursan Allahü teâlâ seni korur, yanına şeytan yaklaşmaz dedi ve gitti. Ertesi gün, Resulullah efendimiz, Ebu Hüreyre’ye tekrar sorup cevap alınca, (Şimdi doğru söylemiş. Halbuki kendisi çok yalancıdır. Üç gecedir kiminle konuştuğunu biliyor musun?) buyurdu. Hayır bilmiyorum deyince, (O kimse şeytan idi) buyurdu.
16- Rum İmparatorunun orduları ile harp için (Mute) denilen yere asker gönderdiğinde, sahabeden üç emirin arka arkaya şehid olduklarını, kendisi, Medine’de minber üzerinde iken, Allahü teâlânın göstermesi ile görerek yanındakilere haber verdi.
17- Muaz bin Cebeli vali olarak Yemen’e gönderirken, Medine’nin dışına kadar uğurlayıp ona çok nasihatler verdi. (Seninle dünyada artık buluşamayız) buyurdu. Hz. Muaz Yemen’de iken Resulullah efendimiz Medine’de vefat etti.
18- Vefat ederken, mübarek kızı Fatıma’ya, (Akrabam arasında bana evvela kavuşan sen olacaksın) buyurdu. Altı ay sonra Hz. Fatıma vefat etti. Akrabasından ondan evvel kimse vefat etmedi.
19- Kays bin Şemmasa, (Güzel olarak yaşarsın ve şehid olarak ölürsün) buyurdu. Hz. Ebu Bekir halife iken Yemamede Müseylemet-ül-Kezzab ile yapılan muharebede şehid oldu.
Hz. Ömer’in ve Hz. Osman’ın ve Hz. Ali’nin şehid olacaklarını dahi haber verdi.
20- Acem padişahı Kisranın ve Rum padişahı Kayserin memleketlerinin müslümanların eline geçeceğini ve hazinelerinin Allah yolunda dağıtılacağını müjdeledi.
21- Ümmetinden çok kimsenin denizden gazaya gideceklerini ve sahabeden olan Ümmi Hiram’ın o gazada bulunacağını haber verdi. Hz. Osman halife iken müslümanlar, gemiler ile Kıbrıs adasına gidip harp ettiler. Bu hanım da beraber idi. Orada şehid oldu.
22- Mübarek kızı Fatıma’nın oğlu Hasan “radıyallahü teâlâ anhüma” için, (Bu oğlum çok hayırlıdır. Allahü teâlâ, müslümanlardan iki büyük ordunun sulh etmesine bunu sebep yapacaktır) buyurdu. Büyük bir ordu ile Muaviye’ye “radıyallahü anh” karşı harp edeceği zaman, fitneyi önlemek, müslümanların kanının dökülmemesi için hakkı olan halifeliği Muaviye’ye “radıyallahü anh” teslim etti.
23- Abdullah ibni Abbas’ın annesine bakıp, (Senin bir oğlun olacak. Doğduğu zaman bana getir!) buyurdu. Çocuğu getirdiklerinde, kulağına ezan ve ikamet okuyup, mübarek ağzının suyundan ağzına sürdü. İsmini Abdullah koyup annesinin kucağına verdi.(Halifelerin babasını al, götür!) buyurdu. Hz. Abbas, bunu işitip, gelip sorunca, (Evet, böyle söyledim. Bu çocuk halifelerin babasıdır. Onlar arasında seffah, Mehdi ve İsa aleyhisselamla namaz kılan bir kimse bulunacaktır) buyurdu. Abbasiyye devletinin başına çok halifeler geldi. Bunların hepsi, Abdullah bin Abbas’ın soyundan oldu.
24- Eshabından çok kimseye hayır dualar etmiş, hepsi kabul olunarak faydalarını görmüşlerdir.
Hz. Ali buyuruyor ki:
Resulullah beni Yemen’e kadı [Hakim] olarak göndermek istedi. Ya Resulallah! Ben kadılık yapmasını bilmiyorum dedim. Mübarek elini göğsüme koyup, (Ya Rabbi! Bunun kalbine doğru şeyleri bildir. Hep doğru söylemek nasip eyle!)buyurdu. Bundan sonra bana gelen şikayetçilerden doğru olanı hemen anlar, hak üzere hükmederdim.
25- Nabiga ismindeki meşhur şair şiirlerinden birkaçını okuyunca, Araplar arasında meşhur olan (Allahü teâlâ dişlerini dökmesin)duasını buyurdu. Nabiga yüz yaşına gelmişti. Dişleri ak ve berrak, inci gibi dizilmiş dururdu.
26- Amcası Ebu Leheb’in oğlu Uteybe, Resulullahı çok üzdü. Çirkin şeyler söyledi. Buna çok üzülüp, (Ya Rabbi! Buna köpeklerinden birini musallat eyle!) buyurdu. Uteybe, Şam’a ticaret için giderken bir gece arkadaşlarının arasında yatıyordu. Bir aslan gelip arkadaşlarını koklayıp bıraktı. Sıra Uteybe’ye gelince, kaptı parçaladı.
27- Acem padişahı Hüsrev Pervize iman etmesi için mektup gönderdi. Alçak Hüsrev, mektubu parçaladı ve getiren elçiyi şehid eyledi. Peygamber efendimiz bunu işitince, çok üzüldü ve (Ya Rabbi! onun mülkünü parçala!) buyurdu. Resulullah hayatta iken Hüsrevi oğlu Şireveyh hançerle parçaladı. Hz. Ömer halife iken, acem memleketinin tamamını müslümanlar feth edip, Hüsrev’in nesli de, mülkü de kalmadı.
28- Allahü teâlâ, Habibini belalardan korurdu. Ebu Cehil, Resulullahın en büyük düşmanı idi. Kâbe-i muazzama yanında namaz kılarken, alçak Ebu Cehil, tam zamanıdır diyerek, bıçakla üzerine yürümek isterken, hemen geri dönüp kaçtı. Arkadaşları, niçin korktun dediklerinde, Muhammed ile aramızda ateş dolu bir hendek gördüm. Birçok kimse beni bekliyorlardı. Bir adım atsaydım, yakalayıp ateşe atacaklardı. Bunu müslümanlar işitip, Resulullah efendimize sorduklarında, (Allahü teâlânın melekleri, onu yakalayıp parçalayacaklardı) buyurdu.
29- Resulullah efendimiz bir gün abdest alıp, mestlerinden birini giyip, ikincisine mübarek elini uzatırken, bir kuş geldi. Bu mesti kapıp havada silkti. İçinden bir yılan düştü. Sonra kuş mesti yere bıraktı. Bugünden sonra, ayakkabı giyerken, önce silkelemek sünnet oldu.
30- Selman-ı Farisi, hak din aramak için, İran’dan çıkıp çeşitli memleketleri dolaşmaya başladı. Beni Kelb kabilesinden bir kervan ile Arabistan’a gelirken Vadi’-ul kura denilen mevkide hainlik edip bir yahudiye köle diye sattılar. Bu da, akrabası, Medineli bir yahudiye köle olarak sattı. Hicrette Resulullahın Medine’ye teşriflerini işitince, çok sevindi. Çünkü, kendisi nasrani âlimi idi. En son rehberi büyük bir âlimin tavsiyesi ile, ahir zaman Peygamberine iman etmek için Arabistan’a gelmişti. O âlim, Resulullahın vasıflarını öğretmiş, Onun hediye kabul edip, sadaka kabul etmediğini, iki omuzu arasında mühr-ü nübüvvet olduğunu ve pek çok mucizeleri olduğunu Selman’a bildirmişti.
Selman-ı Farisi, Resulullaha sadakadır diyerek hurma getirdi. Resulullah onlardan hiç yemedi. Hediyedir diye bir tabakta yirmibeş kadar hurma getirdi. Resulullah efendimiz ondan yedi. Bütün Eshab-ı kiram da yediler. Yenilen hurma çekirdekleri bin kadardı. Resulullahın bu mucizesini de gördü. Ertesi gün bir cenaze defninde mühr-ü nübüvveti görmek arzu etti. Resulullah, bunu anlayıp mübarek gömleğini sıyırarak mühr-ü nübüvveti gösterdi. Selman hemen imana geldi. Birkaç sene sonra 300 hurma ağacı ile binaltıyüz dirhem altın ödemek şartı ile azat edilmesine söz kesildi. Resulullah bunu işitti. Mübarek elleri ile ikiyüzdoksandokuz hurma ağacı dikti. Ağaçlar o sene meyve vermeye başladı.Birini Ömer “radıyallahü teâlâ anh” dikmişti. Bu ağaç meyve vermedi. Resulullah efendimiz, bunu çıkarıp mübarek elleri ile tekrar dikti. Bu da hemen meyve verdi. Bir gazada, ganimet alınan, yumurta kadar altını Selman’a “radıyallahü teâlâ anh” verdiler. Resulullaha gelip, bu gayet azdır. Binaltıyüz gram çekmez dedi. Mübarek ellerine alıp tekrar Selman’a verdi. (Bunu sahibine götür) buyurdu. Yarısı ile efendisine olan borcunu ödedi. Yarısı da, Hz. Selman’a kaldı.
31- Kureyş kâfirlerinden Velid bin Mugire, As bin Vail, Haris bin Kays, Esved bin Yagus ve Esved bin Muttalib, Resulullaha cefa ve eziyet etmekte başkalarından aşırı gidiyorlardı. Cebrail aleyhisselam gelip, (Seninle alay edenlere cezalarını veririz…) mealindeki Hicr suresinin 95. âyetini getirip, Velidin ayağına, ikincisinin ökçesine, üçüncüsünün burnuna, dördüncüsünün başına, beşincisinin gözlerine işaret etti. Velid’in ayağına bir ok battı. Çok kibirli olduğundan, eğilerek oku çıkarıp atmak, kendine ağır geldi. Demiri topuk damarına batıp, siyatik hastalığına yakalandı. As’ın ökçesine diken battı. Tulum gibi şişti. Harisin burnundan devamlı kan geldi. Esved bir ağaç altında neşeli otururken, kafasını ağaca vurup, diğer Esved de, a’ma olup, hepsi helak oldular.
32- Devs kabilesinin reisi Tufeyl, hicretten önce, Mekke’de imana gelmişti. Kavmini imana davet için Resulullahtan bir alamet istedi.(Ya Rabbi! Buna bir âyet (delil) ihsan eyle) buyurdu. Tufeyl, kabilesine gidince, iki kaşı arasında bir nur parladı. Tufeyl, ya Rabbi! Bu alameti yüzümden giderip başka yerime koy. Bunu yüzümde görenlerden bazısı, kendi dinlerinden çıktığım için cezalandırıldığımı zannederler dedi. Duası kabul olup, nur yüzünden gitti. Elindeki kamçının ucunda kandil gibi parladı. Kabilesindekiler zamanla imana geldiler.
33- Hicretin yedinci senesinde Resulullah efendimiz, Habeş padişahı Necaşi’ye ve Rum imparatoru Herakliyus’a ve Acem padişahı Husrev’e ve Bizansın Mısır’daki valisi Mukavkas’e ve Şam’daki valisi Haris’e ve Umman Sultanı Semame’ye mektuplar göndererek, hepsini imana davet etti. Mektupları götüren elçiler, gittikleri yerin dillerini bilmiyorlardı. Ertesi sabah, o dilleri söylemeye başladılar.
————————————————————————————————————————
Peygamberimiz´in Mübarek Parmakları Arasından Suyun Akması Mucizesi
Peygamber (s.a.v.) Efendimizin mübarek parmaklarından suyun akması mucizesi, bir defa değil, bir kaç defa vukua gelmiştir… Buna dâir hadisler, müteaddid tariklerden gelmekte ve tevatür derecesine varmaktadır… Özel tabiriyle “tevâtür-i manevî” ifade etmektedir… Şimdi bu müteaddid rivayet yollarından bâzılarını sırasıyla arz edelim:
Buhâri, Câbir bin Abdullah´tan şöyle rivayet etmektedir: Biz bir seferde Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. Namaz vakti gelmişti. Yanımızda ise, su kabından arta kalan az bir miktar sudan başka, hiç su yoktu… Bu az miktardaki su, Peygamber Efendimiz´e getirildi… Peygamberimiz parmaklarını bu suyun içine soktu ve aralarını açtı. Buyurdu ki:
“Ashabım, haydi abdestlerinizi alınız! Fakat bu bereket Allah´tandır, bunu da iyibilinizî[1]
Buhâri ve Müslim, îshâk bin Abdullah tarikiyle Enes´ten şöyle rivayet ederler:
“Ben bir defasında Peygamber (s,a.v.)´in yanında idim. Su olmadığı için, ashâb´dan bazıları su aradılar, fakat bulamadılar… Az miktardaki bir suyu Peygamber Efendimiz´e getirdiler. Peygamberimiz, mübarek elini bu su kabının içine soktu ve insanlara, bundan abdestle-rini almaları için emretti… Bu sırada ben gözlerimle gördüm ki, Peygamberimizin parmaklarının altından çeşme gibi su akıyordu… Herkes bu sudan abdestini aldılar… Bu sudan abdest alanların sayısı ise, yetmiş seksen kadar vardı…”
Beyhâki, diğer bir tarîk ile Enes´ten şöyle rivayet eder: Peygamber (s.a.v.), kûba´ya gitmişti. [2]Kubâ Mescidi´nin yakınındaki evlerin birinden küçük bir kabda su getirilmişti. Peygamberimiz bu su kabının içine ellerini sokmak istedi ise de, eli bu kaba sığmadı. Ancak dört parmağını sokabildi ve baş parmağı dışarıda kaldı… Sonra etrafındakilere hitaben buyurdu ki: “Haydi, gelip su içiniz!” Hepsi gelip ondan su içtiler ve kandılar. Ben gördüm ki, Peygamber Efendimiz´in parmakları arasından çeşme gibi su fışkınyordu…”
Yine Buhâri, Humeyd tarikiyle Enes´ten rivayet ediyor: O demiştir ki: Namaz vakti geldiğinde, evleri yakan olanlar kalkıp evlerine abdest almak için gittiler… Diğerleri Peygamber (s.a.v.)´m yanında beklemeye başladılar. Derken az miktarda su getirildi. Peygamber Efendimiz elini bu suyun içine koymak istedi ise de, kab küçük geldi… Parmağını sarkıtarak, su parmağından akmağa başladı… Herkes bu sudan Abdestini aldı…”
Enes´e: “Bu sudan Abdest alanların sayısı ne kadardı ” Diye sorduklarında, o şu karşılığı verdi: “Seksen kadar vardı. Belki bir miktar fazla idi…”
Buhâri ve Müslim´in Kadâde tarikiyle yine Enes´ten şöyle bir rivayetleri var: Peygamber (s.a.v.), Zevrâ´da bulunduğu bir sırada, içinde su bulunan bir su kabı getirilmesini istediler… Getirildiğinde mübarek elini bu suyun içine soktular. Su O´nun parmaklan arasında kaymaya başladı… Bütün ashabı bu sudan abdest aldılar… Bunların sayısı ise, üç yüz kadar vardı…”
Beyhâki´nin Yahya bin Saîd´ten naklettiği bir habere göre, Kubâ´daki bir kuyunun durumunu Enes´e sormuşlar… O da demiştir ki: “Bu kuyunun suyu çok az idi… Kişi, gidip bir tek hayvanını sulamak için bu kuyunun suyunu çekince, tükenirdi… Peygamber (s.a.v.) buraya teşrif ettikleri zaman bir kova getirilmesini emrettiler. Getirilen kova ile bu kuyudan bir miktar su çekildi. Peygamberimiz bu suyun içine bir miktar mübarek tükrüğünden karıştırdı… Sonra bunun kuyuya iade e-dilmesini emretti… Kovadaki bu su, olduğu gibi kuyuya iade edildi… Sonra çekilmeye başlandı… Ne kadar çektilerse suyu tükenmedi… işte o günden b.u güne, durum böylece devam etmektedir…”
Haris bin Ebû Üsâme, Beyhâki ve EbAuNuaym, Zeyyâd bin el-Hâris el-Sadâî´den şöyle rivayet ederler:Peygamber (s.a.v.), bir seferde iken şafak sökmek üzere mola verdi… Bana hitaben: “Yânında bir miktar su var mı ” buyurdu. Ben de: “Yanımda çok az mi´ rda su var. Size kafi gelmez” dedim… Peygamberimiz: “Sen onu bir su kabına koyarak bana getir!” buyurdular… Ben de öyle yaptım. Peygamberimiz elini bu suyun içine koydu… Derhal iki parmağı arasından çeşme gibi su fışkırdığını gördüm… Bana hitaben Peygamberimiz buyurdu ki: “Haydi ashabımı çağırda suya ihtiyâcı olanlar alsınlar!” Ben de onları çağırdım. Suya ihtiyacı olanlar gelip aldılar…
Biz bu sırada Hz. Peygamberce dedik ki: “Ey Allah´ın elçisi, bizim bir kuyumuz var, suyu kışın çoğalır, yazın ise çok azalır… Biz yaz mevsiminde çaresiz etraftaki kuyulara gidiyoruz… Şimdi ise bizler, müslü-man olmuş durumdayız. Etraftaki kuyuların sahipleri ise, bu yüzden bize düşman durumundalar… Bizim için Allah´a duâ ediverseniz de Allah bize, her mevsimde kâfi gelecek şekilde kuyumuzun suyunu bere-ketlendiriverse!”
Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, yedi adet taş istedi bu taşlar getirildiği zaman bunları eline alıp iyice ovaladı… Sonra Cenâb-r Hakk´a duâ etti… Sonra bu taşların o kuyuya atılmasını emretti… Kuyuya gittikleri zaman, bu taşların teker teker atılmasını ve her defasında: “Bismillah!” denilerek Allah´ın adının anılmasını tembih etti… Biz de gidip aynen Hz. Peygamber´in emrettiği gibi yaptık. Kuyumuz su ile doldu ve o kadar bereketlendi ki, biz baktığımız zaman suyun çokluğundan kuyunun dibini göremez olduk…”
îbn-i Ebû Şeybe, İbn-i Sa´d, Beyhâki, Ebâ Nuaym, Talk bin Ali´den şöyle rivayet ederler: Biz Peygamber (s.a.v.)´e temsilci olarak gittiğimizde şöyle bir ricada bulunduk: “Ey Allah´ın Resulü, bizim diyarımızda, bir takım kiliseler var… Siz abdest aldığınız zaman, artakalan suyu bize hediye etmenizi istiyoruz!” dedik. Bunun üzerine Hz. Peygamber, kendisine bir miktar su getirilmesini emretti. Suyu getirdiler. O da bu sudan ´ bir miktar alıp ağzında çalkaladıktan sonra, kabın içine bıraktı, sonra bize hitaben: “Bunu alıp yurdunuuza götürün, yurdunuza vardığınızda kilisenizi yıkıp yerine bu sudan saçınız! Ve o kilisenin yerini mescid e-dininiz!”
Biz, O´nun bu emri üzerine dedik ki: “Ey Allah´ın Resulü, sıcak çok şiddetli, yerimiz çok uzak, su ise oldukça az… Bu su yurdumuza varıncaya kadar kalmaz, uçar gider…”
Peygamberimiz de buyurdu ki: “Bu su azaldıkça, diğer suyunuzdan ona ilâve ediniz! İlâve edeceğiniz su, bu suya sadece iyilik ve güzellik katacaktır.”
îşte biz, bu suyu alarak ayrıldık. Yolda giderken bu mübarek suyu taşımak için nöbetleştik. Her birimiz, bu suyu bir gün taşıyor, ertesi gün nöbeti arkadaşına devrediyordu... Su azaldıkça da, yanımızdaki sudan ona azar azar ilâve yapıyorduk… Suyu böylece taşıyıp ülkemize geldiğimizde, aynen Hz. Peygamber´in dediğini yaptık… Bizim rahiplik eden adam ise, aslında Tayy Kabilesinden biri idi… Bizim “Es-Salâh” diyerek insanları namaza davet ettiğimizi görünce: “Hakk bir davet!” diyerek mukabele etti… Fakat sonraları bir daha görünmedi… Demek ki o kaçmıştı…
Ahmed, Beyhâki, Bezzâr, Taberânî veEbu Nuaym, îbn-i Abbas´tan şöyle naklederler: “Bir gün, Peygamber (s.a.v.), sabaha çıktığında, askerinin hiç suyu yoktu… Biri: “Ey Allah´ın Elçisi, askerin hiç suyu yok!” dedi… Peygamberimiz: “Yanınızda az miktarda birşey varsa onu bana getiriniz” buyurdu. Kendisine, içinde az miktarda su bulunan bir kab getirildi. Peygamberimiz, elinin parmaklarını açarak bu su kabının içine koydu… Derken parmaklarının arasından su fışkırmaya başladı. Bilâl´a, insanları çağırması için emir verdi. Bereketlenen bu sudan, gelip almalarını söyledi…” [3]
Dârimi ve Ebû Nuaym´in çıkardığı bir habere göre de îbn-i Abbâs şöyle demiştir: “Peygamber (s.a.v.), Bilâl´den su istedi. Bilâl, hiç su olmadığını bildirdi… Peygamberimiz: “Eski ve kuru bir su kırbası varsa, onu bana getir” buyurdu. Bilâl getirdi. Peygamberimiz de bunun üzerine elini yaydı. Elinin altından su fışkırdı… îbn-i Mes´ûd, bu sudan içmeye başladı. Diğerleri de abdestîerini aldılar…”
Buhâri´nin çıkardığı bir habere göre, îbn-i Mes´ûd demiştir ki:
“Siz, mucizeleri azâb addediyorsunuz! Halbuki bizler, Peygamber (s.a.v.) zamanında mucizeleri bereket sayardık… Gerçekten biz, Peygamber Efendimizle birlikte yemek yerken, yemeğin teşbih ettiğini i-şittik” Ve bir defasında Peygamberimiz, kendisine getirilen bir su kabının içine elini soktu da, parmaklarının arasından su fışkırmaya başladı… Bu vesile ile de Peygamber Efendimiz şöyle buyurdu:
“Haydi, tertemiz ve mübarek suya gelip Abdestinizi alınız! Bereketin de Allah´tan olduğunu biliniz.” Biz de hepimiz, o sudan Abdest aldık.”
Taberânı ve Ebû Nuaym, îbn-i Ebû Leylâ el-Ensârî´den şöyle rivayet ederler: “Biz bir seferde Peygamber (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. Hepimiz susuz kalmıştık. Halimizi Hz. Peygamber´e arz ettik. Peygamberimiz de küçük bir çukur açılmasını ve bir deri getirilmesini emretti… Açılan çukura bu deriyi koydu. Üzerine de elini koydu ve buyurdu ki: “Az miktarda su getiriniz!” Suyu getiren kişiye: “Bu suyu elimin üzerine dök ve besmele çekerek Allah´ın adını an!” buyurdu… Adam da öyle yaptı. Derhâl Resûlüllah´m parmakları arasından su fışkırmaya başladı… Oradakilerin hepsi, hem kendileri suya kandılar, hem hayvanlarım suya kandırdılar…”
Ebû Nuaym, Abdullah bin Hantâb´ın oğlu el-Mutallib tarikiyle, Ebû Amra el-Ensârî´nin oğlu Abdurrâhman´dan şöyle nakleder: “Babam bize naklen demişti ki: Biz, bir gazvede Peygamber (s.a.v.) ile birlikte idik. İnsanlar aç kalmışlardı… Peygamberimiz bir kab getirilmesini istedi. Getirilen bu kabı, önüne koydu. Sonra bir miktar su getirilmesini istedi. Getirilen bu suya tükrüğünden bir miktar karıştırdı. Sonra bâzı şeyler konuştu ve dua etti… Sonra küçük parmağını bu suyun içine sarkıttı… Vallahi, Resûlüllah Efendimiz´in parmağından öyle bir su fışkırdı ki, herkese yetti ve arttı… insanların gelip ihtiyacı kadar su almalarını emretti, insanlar da geldiler, hem kana kana bu sudan içtiler» hem de bütün su kablarmı doldurdular… Peygamber Efendimiz de bu sırada yan dişleri görünecek şekilde gülüyordu… Sonra buyurdular ki:
“Ben, Allah´tan başka ilâh olmadığına, O´nun bir olup eşi-ortağı bulunmadığına; Muhammed´in de gerçekten O´nun kulu ve resulü olduğuna şehadet edirim ve her kim, bu şehadetle Allah´a kavuşursa cennete girer!”
Ebû Nuaym, Hadic bin Südre tarikiyle, o da babası vâsıtasıyle dedesinden şöyle rivayet eder: Bir gün biz, Peygamber (s.a.v.) ile birlikte sefere çıktık, sonunda el-Kâha denilen yere geldik. Burası, simde “Sükyâ” denilen yerdir. Fakat burada hiç su bulunmamakta idi. Peygamberimiz, Gıfâr Oğullarının kuyularına su getirmeleri için adamlar gönderdi. Fakat bu kuyular el-Kâha´dan bir mil ötede idi… Sonra Peygamberimiz vadinin yamacında istirahata çekildi. Ashâbtan bâzısı da vâdînin içinde istirahate çekilmişti. Bir sahâbî bu sırada buradaki çakılları eliyle deşelemiş ve üzerine su fışkırmış… Oturup bakmış su akıyor, derhal Hz. Peygamber´e haber vermiş, Peygamberimiz ve bütün oradaki ashâb, bu sudan yeterince su içmişlerdir… Peygamber Efendimiz bu olay üzerine: “Bu sükyâ, Allah´ın size lütfettiği bir sudur!” buyurmuştur. Bundan sonra da buraya “Sükyâ” adı verilmiştir…”
Buharı ve Müslim îmrân bin Husayn´ın şöyle dediğini rivayet e-derler: Bir seferde biz, Resûlüllah (s.a.v.) ile birlikte bulunuyorduk. în-sanlar, susuzluktan şikayet ettiler. Peygamberimiz de Ali´yi çağırdı. Onun yanma bir adam daha çağırarak ikisine hitaben: “Gidip bizim için su arayınız!” buyurdu. Onlar su araçlarken, devesi üzerinde iki su tulumu ile su taşıyan ve devesine binitli olan bir kadına rastlamışlar. Onlar bu kadına “Suyun yeri neresidir ” diye sormuşlar… Kadın da bir günlük mesafede olduğunu söyleyince, kadını alarak Hz. Peygamber´e getirdi–ler… Peygamberimiz derhal bir su kabı istedi ve kırbanın ağzından buna bir miktar su döktü. Bununla ağzını çalkaladıktan sonra, ağzındaki suyu, kadının su tulumlarının ağzından içeri döktü… Sonra tulumların alt tarafındaki ümzüğünün açılmasını emretti… Oradakilerin hepsine çağırıldı. Hepsi akmakta olan bu sudan ihtiyacı kadar aldı. Peygamber Efendimiz de ayakta durumu seyretti. Allah´a yemin ederim ki, su tulumları önceki gibi dopdolu idi… Peygamberimiz, o kadına verilmek ü-zere hurma ve şâir yiyeceklerden bir miktar toplanmasını emretti ve kadına hitaben: “Gözlerinle gördün ve bildin ki, biz senin suyundan hiç eksiltmedik! Fakat Allah bize suyu ve onun bereketini ihsan eyledi… ” buyurdu.
Kadın, bu sebeple bir müddet gecikerek ev halkının yanına gitmiş oldu. Ev halkı ona, niçin geç kaldığını sormuşlar, o da: “Çok şaşılacak bir şey oldu! İki adam beni ahp şu kendisine “Sâbiî”/denilen adama götürdüler. O da bizim suyu bereketlendirip bütün arkadaşlarının su ihtiyâcını giderdi… Ben Allah´a yemin ederek söylüyorum ki, o adam, yâ yeryüzünün en sihirbaz adamıdır, yahut da gerçekten Allah´ın Resulüdür!” diyerek, durumu ailesine haber vermiştir.”
Bu sırada müslümanlar etraftaki müşrikler ile çarpışmakta idiler… Bu kadıncağız, bir müddet beklediği halde, müslümanlann kendi kabilesine gelmediğini görünce, kendi kavmine hitaben demiştir ki: “Ey benim halkım, O zât ve müslümanlar, sizi islâm´a davet için yakın zamanda buralara geleceğe benzemiyor! Geliniz, kendiliğinizden müslümanlığı kabul ediniz!” işte o, böyle diyerek kavmini islâm´a davet eylemiştir… Kavmi de bu kadının dâvetine uyarak, müslümanhğı kabul etmiştir…”
(Beyhakfnin yine Imrân bin Husayn´dan bir rivayeti vardır. O da aynen bu mealdedir…)
Beyhakİ’ nin bir başka vecihten ve yine îmran bin Husayn´dan şöyle bir rivayeti daha vardır. Buna göre o demiştir ki: “Bir gün Peygamber (s.a.v.), ashabından yetmiş binitli asker ile yola çıktı… Hayli yol gittikten sonra, geceleyin çok geç bir vakitte bir yerde konakladılar. Peygamberimiz ve ashabı uyuyakaldılar. Ta güneş doğduktan sonra Ebu Bekir uyandı. Güneşin doğmuş olduğunu görünce hayretinden tesbîh ve tekbîr getirdi… Fakat Peygamberimizi uyandırmağa da cesaret edemedi. Yâni bunu hoş görmedi… Nihayet Ömer de uyandı… Derken sesi çok gür olan bir sahabi de uyandı. Yüksek bir sesle tesbîh ve tekbîr getirince, Resûlüllah Efendimiz de uyandılar… Ashabından biri O´na dedi ki: “Ey Allah´ın Resulü, namazımızı fevtettik!” Peygamberimiz ise, “Hayır, namazımızı fevt etmedik” buyurdu… Sonra yola çıkmaları için emir verdi. Biraz gidildikten sonra, Peygamberimiz binitinden indi. Ashabı da indiler. O´nun böyle yapmasından, uyuyakaldığı yerde, orda geçirmiş olduğu namazını kılmak istemediği anlaşılıyordu. Herkes indikten sonra Peygamberimiz: “Bana bir miktar su getiriniz” buyurdu. Bir su matarasında bulunan bir yudumluk kadar su getirdiler. Peygamberimiz bu suyu bir su kabına döktü ve elini bu suya koydu. Sonra ashabına dedi ki: “Haydi ab destlerinizi alınız!” Yetmişe yakın asker, bu su ile abdesterini aldılar. Sonra Peygamberimiz ezanın okunmasını emretti. Ezandan sonra iki rekat kıldı. Sonra ikâmet alındı ve peygamberimiz onlara imâm olup namaz kıldırdı. Namazı bitirdikten sonra, karşısında ashabından birinin ayakta dikilmekte olduğunu gördü ve ona, namaza niçin katılmadığını sordu. O da cünüb olduğu için katılmadığını söyledi. Peygamberimiz ona hitaben: “Toprak ile teyemmüm ederek abdestini al, namazını kıl, suyu bulduğun zaman da gusül abdestini alırsın!” buyurdu.
Allah Gaybı Bilmez’ Diyen Abdülaziz BAYINDIR’a EbuBekir SİFİL’den Cevap
05 Şubat 2013
Batıl Görüşler / Yanlış Fetvalar,Vehhabilik / Vehhabilere Reddiyeler
1 Comment
ebubekirsifilabdulazizbayindir
“İlk duyduğumda inanmadım. Çünkü, “Bu kadarı olmaz” dedirten bir iddiaydı duyduğum. Sonra arkadaşlar internetteki bir ses kaydını dinlettiler. Evet; duyduğum doğruymuş: Abdülaziz Bayındır, kendisine telefonda, “Allah benim kiminle evleneceğimi bilmez mi? Sizin böyle bir şey söylediğinizi duyduk” diye soran kişiye, “Ben demiyorum; Allah diyor” diye mukabele ediyor ve devam ediyor: “Allah Teala önceden kararlaştırmışsa sana emreder mi, şununla evlen, bununla evlenme diye?”
Sonra telefondaki ses, “Biz imamlarımızın bunun aksini söylediğini biliyorduk” gibi bir şey söyleyince şöyle mukabele ediyor: “İmamlarını boş verin kardeşim. Onların Kur’an-ı Kerim’le alâkaları yoktur zaten.”Böyle diyor İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Öğretim Üyesi Abdülaziz Bayındır! Bu adam çocuklarınıza din öğretiyor, fıkıh öğretiyor, hatta Kur’an’ı tefsir ediyor!
Bu kaydı dinledikten sonra internette küçük bir araştırma yaptım. Meğer Abdülaziz Bayındır bunları birkaç seneden beri söylüyormuş! Bu konuda birkaç videosunu da izledim. Videolardan birinde, Kur’an’da geçen “şâe” fiilinin (Vemâ teşâûne illâ en yeşâallâhu Rabbu’l-âlemîn ayetinde ve benzerlerinde geçiyor) Emeviler ve onlardan sonra gelenler tarafından anlam kaymasına uğratıldığını söylüyor!
Bir gecemi heba ettim Abdülaziz Bayındır’ın videolarını izleyeceğim diye. Hâsılası şu:
Abdülaziz Bayındır size diyor ki: Bu ümmet, Allah’ın dinini tahrif etmek için yapılabilecek her şeyi yapmış: Başta Kur’an olmak üzere eline geçirdiği her şeyi alt üst etmiş. Sözlükleri bile tahrif etmiş bir ümmetle karşı karşıyayız. Hadisler, Fıkıh, Tefsir, Tasavvuf… “Din” denince aklınıza gelen her ne varsa dejenere edilmiş, bozulmuş, aslından uzaklaştırılmış. Allah size Abdülaziz Bayındır’ı göndermeseymiş haliniz harapmış yani!
İşin şakası bir yana, tam bir “patolojik vaka” ile karşı karşıyayız. Böyle bir zihin ve ruh durumundaki birinin sadece başkalarına değil, kendine de zarar verebileceğini gözden ırak tutmamalı.
Abdülaziz Bayındır, kullarının ne yapacağından habersiz bir tanrıya inanıyor! Abdülaziz Bayındır yarın ne yapacağını biliyor, ama tanrısı bilmiyor!
Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı, yapacaklarını “takdir” etmekten aciz; o, “karar veren” bir tanrı. Malumdur ki her “karar”ın öncesinde bir “kararsızlık” süreci vardır. O mu olsun, bu mu olsun der, sonra seçeneklerden birine karar verirsiniz. İşte Abdülaziz Bayındır’ın tanrısı da tam böyle yapıyor!
Abdülaziz Bayındır diyor ki: “Allah Teala senin kiminle evleneceğini bilse, şununla evlen, bununla evlenme der mi?”
Abdülaziz Bayındır’ın, bu algı durumuyla Allah Teala’nın “ilmi” ile “meşîeti”, “halk”ı ve “rızası” arasındaki ilişkiye dair sağlıklı bir şeyler söylemesini beklemek elbette beyhude. “Benim bu konuda bir şeyler söyleyecek kadar müktesebatım yok” deme erdemini göstermesini beklemek de öyle. Ama kendisini zorlayarak da olsa, üzerinde yetiştiği ilim zeminine en azından bir müsteşrik kadar saygılı davranmasını beklemek, kendisini izleyenlerin en tabii hakkıdır!
Sözün kısası, ulemamızın “şehvetu’z-zuhûr” dediği psikoloji, ahir zamanda pek çok kimsenin benliğini esir almış durumda. Bir insan kendisini, ulemaya muhalefet edecek yetkinlikte görebilir; onların verdiği hükümleri tartışma mevkiinde olduğunu düşünebilir. Bu başka şeydir; ait olduğu tarihi, medeniyeti, müktesebatı, züccaciye dükkânına girmiş fil gibi tahrif etmeye, kırıp dökmeye yeltenmek başka şeydir.
Bu ümmetin ilmî müktesebatı Abdülaziz Bayındır gibilerinin ifrazatlarıyla yıkılacak olsaydı, müsteşriklerin yüzlerce yıllık çabası arzu ettikleri neticeyi verirdi. O müktesebat adına değil, ama Abdülaziz Bayındır’ın bu kör gidişle kafasını nereye çarpacağı konusunda endişe edilse yeridir…
Daru’l Hİkme – Ebubekir Sifil
ŞEFAAT Haktır (Abdülaziz BAYINDIR’DA Reddiye)
09 Kasım 2012
Batıl Görüşler / Yanlış Fetvalar,Sem'iyyat (Kabir,Ahiret,Şefaat Vs)
sefaatabdulazizbayındır
Bu YAZI ; Süleymaniye Vakfı kurucusu Prof.Dr. Abdülaziz BAYINDIR başta olmak üzere ;‘ŞEFAAT’i kabul etmeyip inkar eden herkese reddiyedir.Abdülaziz BAYINDIR,Süleymaniye vakfı internet sitesinde sorulan bir soruya cevaben,07 Şubat 2011 tarihli yazısında,şefaatin hak olduğunu inkar etmiş ve bu görüşüne ayetler ile delil getirmiştir.Biz,ilk önce şefaati ve mahiyetini,sonra da Abdülaziz BAYINDIR’ın delil getirdiği ayetlerde anlatılmak isteneni ortaya koyacağız.Söz konusu Profesör’ün ve onun peşinden giden müslüman kardeşlerimizin,yanlışlarından dönmesini Allah’tan temenni ederiz.
1 – Şefaat Nedir ?
Şefaat ; yardım etmek manasındadır.Dini terim olarak ise ; mahşer günü,günahlarından ötürü cehenneme girecek olan müslüman kimselere ; Allah’ın müsaadesiyle peygamberlerin,velilerin ve salih kimselerin vesile olması ve Allah’tan o kişinin affını dilemesidir.Burada dikkat edilmesi gereken husus şudur ki ; şefaat edecek olan zat,Allah’ın izni olmadan kimseye şefaat edemez.Herşey Allah’ın izni iledir.
2 – Neden Şefaat Var ? Allah Şefaat Edilmeden Affedemez mi ?
Allah’ın günahkar müslüman bir kulu affetmesi için ; bir peygamberin,bir velinin ya da salih bir mü’minin o günahkar müslümana şefaat etmesi gerekli midir ? Allah eğer affedecek ise,şefaat’siz affedemez mi ? gibi sorular soran kardeşlerimize şunu deriz ;
Yeri,göğü ve arasındaki herşeyi yaratan kudreti sonsuz olan Mevla’mız ; şüphesiz ki hiçbir konuda,hiçbir şarta bağlı değildir.Allah’ın affetmesi lütfundandır.Allah dilerse müslüman yada kafir tüm insanlara ; ‘bana hakkıyla kulluk edemediniz.hepiniz girin cehenneme’ diyebilir.Ve hiç bir kul bunu sorgulayamaz.Fakat allah ; merhameti gereği inanan kullarını cennet ile mükafatlandırıcı,kafirleri ise cehennem ile cezalandırıcıdır.Bu ; Allah’u Teala’nın adaleti gereğidir.
Bunları söyledikten sonra ; Allah’ın bir kulunu affetmesi için ‘bir nebinin yada velinin o kula şefaat etmesi’ şart değildir.Allah tabi ki şefaat edilmeyen bir kulu da affedebilir.Zaten o kula şefaat edilmesine izin verende Allah’tır.Nitekim Yüce Mevla’mız bir ayet-i kerimede şöyle buyuruyor ; “İşte o gün Rahman’ın kendisine izin verdiği ve söz bakımından kendisinden razı olduğu kimse dışında hiçbir şefaat faydalı olmayacaktır “ (Ta-Ha Suresi : 109.ayet)
Bu ayette’nde anlaşıldıüı gibi şefaat haktır ve şefaat edecek kimse,Ancak Allah’ın izni ile şefaat eder.Yani Allah bir kulunu affetmek istediğinde,sözünden hoşlandığı başka bir kulunu/dostunu/ yada bir nebiyi ona şefaat edici kılar ve o şefaat sebebi ile onu affeder.
Peki Allah neden doğrudan affetmek yerine,dolaylı yoldan affeder ?
Şüphesiz ki Mevla’mız yarattığı her şeyi bir sebep ve hikmet üzere yaratmıştır.Her şeye gücü yettiği gibi,doğrudan affetmeye de gücü yeten Allah,şüphesiz ki şefaat’i de bir hikmet ile yaratmıştır.Ebu’l Muin en-Nesefi şefaat hakkında der ki ; “Şefaat’e izin verilmesi,peygamberler ve evliyalara ikram ve Allah katında ki değerlerinin teşhiri için Allah Teala’nın rahmeti ve fazlındandır.”[1] Allah ; şefaat edilmesine izin verdiği kulunu zaten affedecek idi.Affetmeyecek olsa,şefaate izin vermezdi.Affedeceği kuluna şefaat edilmesine izin vererek,Şefaat eden peygamberin yada velinin katındaki değerini teşhir ederek,ona ikramda bulunmuş olmaktadır.
Enbiya,ilmiyle amel eden alim,evliya ve her salih amel işleyen Mü’min,derecelerine göre günahkarlara şefaat edecektir. [2]
3 – Şefaat’in Hak Olduğuna Delalet Eden Ayet ve Hadisler
a-) Şefaat İle İlgili Ayetler
O gün, Rahmân’ın kendisine izin verdiği ve sözünden hoşnud olduğu kimselerden başkasının şefaatı fayda vermez. ( Taha Suresi : 109.ayet)
Eğer şefaat olmasaydı ; ‘Rahmanın kendisine izin verdiği kimselerin şefaat’i’ denilmezdi.Bu ayette açıktır ki ; Allah’ın izin vermesi ile şefaat edenin şefaat etmesi gerçekleşir.
“Onların Allah’ı bırakıp da tapdıkları putlar şefaat hakkına sahip değillerdir. Ancak (tevhid inancını) bilerek hakka şahitlik edenler şefâat edebilir.” (Zuhruf Suresi : 86.ayet)
Bu ayette de açıktır ki ; hakkıyla iman eden mü’min’ler şefaat edebilirler.
“Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez.” (Müddessir Suresi : 48.ayet)
‘şefaatçi’ kelimesinden anlaşıldığı gibi,belli kimseler için şefaat etme hakkı vardır.
b-) Şefaat İle İlgili Hadis-i Şerifler
Ebu hureyreden rivayetle Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) : “Her peygamberin müstecab (Allah’ın kabul edeceği) bir duası vardır. Her peygamber o duayı yapmada acele etti. Ben ise bu duamı kıyamet gününde, ümmetime şefaat olarak kullanmak üzere sakladım (kullanmayı ahirete bıraktım). Ona inşaallah, ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır.”[ Buhari, Da'avat 1, Tevhid 31; Müslim, İman 334, (198); Muvatta, Kur'an 26, (1, 212); Tirmizi, Daavat]
Eğer Şefaat hak olmasaydı Allah Rasulü (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) ‘kıyamet gününde ümmetime şefaat etmek üzere (duamı) sakladım’buyurmazdı.
Cabir (Radıyallahu Anh)den rivayetle bir başka hadis-i şerif’de Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) “Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir.” buyurdu. [Tirmizi, Kıyamet 12, (2437); Ebu Davud, Sünnet 23, (4739); İbnu Mace, Zühd 37, (4310)]
Hz.Osman’dan rivayetle Rasulüllah (Sallallahü Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu ; “Kıyamet gününde şu üç zümre : Peygamberler,sonra alimler,daha sonra da şehitler şefaat edecektir.” [ İbn-i Mace,Zühd:37,2/1443, No : 4313)
4 - Abdülaziz BAYINDIR'ın Şefaat'in Olmadığına Delil Gösterdiği 1 ayet
Yazımızın başında bahsettiğimiz yazısında Prof.Dr.Abdülaziz BAYINDIR,şefaat'i inkar ederken,ayetlerden de delil göstermiştir.Biz bu ayetlerden birini açıklayarak,konuya açıklık getireceğiz.
A.Bayındır'ın delil gösterdiği ayet “Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin yerine ceza çekmez, kimseden şefaat kabul edilmez, kimseden fidye alınmaz ve kimseye yardım edilmez.” (Bakara Suresi : 48.Ayet)
Ayetin manasına tutunarak 'Şefaat yoktur' diyen Abdülaziz BAYINDIR,şefaatin hak olduğunu yönündeki tüm ayetleri görmezden gelmiştir.Halbuki Şefaatin hak olduğuna dair yukarıda delil gösterdiğimiz ayetler ve hadisler ile bu ayet çelişmez.Allah'ın kitabında kusur yoktur,ayetlerin noktasından virgülüne her biri kusursuzdur ve asla çelişmezler.Abdülaziz BAYINDIR'ın delil olarak sunduğu bu ayeti biraz açalım.
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki ; ayetleri incelerken ayetin iniş sebebi ve ayette bahsedilen kişi yada toplulukla önemli yer tutar.Bu doğrultuda bu ayeti inceleyelim :
Nesefi ve Ruhu'l Beyan tefsirlerinde zikredildiğine göre,Yahudiler : "Biz İbrahim ve İshak (Aleyhisselam) ın torunlarınız.Bineanaleyh (bu sebeple) Allah-u Teala,onların bizim hakkımızdaki şefaatlerini (yardımlarını) kabul eder" dediklerinde onlara reddiye olarak bu ayet-i celile indirilmiştir.Şu bilinmelidir ki ; bu ayet-i kerimedeki hükümler kafirler hakkındadır.
Yoksa Allah-u Tealaya kalbi selim ile (şirk üzere ölmeden) kavuşana malının ve evladının bile fayda vereceğine dair ayet vardır ki o ayet şudur ; "O gün (mahşer günü) mal ve erkek evlatlar fayda vermeyecektir.Ancak Allah'a kalbi selim ile kavuşanlar müstesna." (Şuara suresi 88-89) Yani Allah'a şirk koşmadan müslüman olarak ölene Allah yolunda infak ettiği malı ve hayırlı olan evladı bile fayda verecektir.Hayırlı bir evlat bile fayda verebiliyor iken 'Peygamber' fayda veremez mi ? Abdülaziz BAYINDIR'ın delil olarak gösterdiği ayet,görüldüğü gibi Yahudilerin ; "İbrahim ve İshak Aleyhisselam'ın şefaati ile biz kurtuluşa ereceğiz" demeleri üzerine inmiştir.Yani "O gün yardım edilmez,şefaat edilmez,hiç bir şeyden fayda görülmez" gibi sözler kafirlere yöneliktir.Bu yüzden 'şefaat hak değildir' demek yanlış ; "kafirler için şefaat yoktur' demek doğrudur.
1400 yıl içinde gelip geçen binlerce islam alimi,hatrı sayılır islam büyükleri,önderleri ; 'Şefaat hak dedi' İlahiyat Prof'u Bayındır çıktı 'Şefaat yok dedi' bir de ayet gösterdi delil olarak.Bu ayeti 'ilimde derinleşmiş olan o alimler' görmedi mi ? Allah akıl fikir ve hidayet versin.
Allah doğrudan ayırmasın.
www.islamikoru.com
[1] Ebu’l Muin en-Nesefi : Bahru’l Kelam
Allah Gaybı Bilmez’ Diyen Abdülaziz BAYINDIR’a Talha Hakan ALP Hoca’dan Reddiye
07 Şubat 2013
Batıl Görüşler / Yanlış Fetvalar
2 Comments
abdulazizbayindirtalhahakanalp
Son günlerde sosyal medyadaki İslamî gündemi en çok meşgul eden konulardan birini ilahiyatçı Abdülaziz Bayındır’ın ortaya attığı ‘Allah insanın gelecekte ne yapacağını bilmez’ iddiası oluşturuyor.
Ses kaydı internette dolaşan bir telefon görüşmesinde Bayındır ‘Allah senin kiminle evleneceğini önceden bilmez’ diyor. Daha sonra bu iddiasını temellendirmek üzere yaptığı özel oturumların video kayıtlarında bunu bir prensip olarak şöyle ifade ediyor: ‘Allah kulların ilahî imtihana konu olan işlerini önceden bilmez. İnsan bu nevi işleri ne zaman gerçekleştirirse ancak o zaman bilir.’
Bayındır bu iddiayı aynı konuşmalarda dile getirdiği iki temel gerekçeye dayandırıyor: Birincisi Allah’ın adalet ve hikmeti. İkincisi, Kuran-ı Kerim’in belli ayetlerine getirdiği yorum.
Bugün bu gerekçeler üzerinde durup ilgili iddiayı değerlendirmeye çalışacağım. Ancak konuya girerken kısaca temas etmem gereken bir husus var. İlgili video kayıtlarını izleyenler, Bayındır’ın, Müslümanlığı bugünlere kadar taşımış meşhur tarihî-ilmî şahsiyetlerin mesailerini sadece çöpe çıkarmakla kalmayıp, ayrıca ‘bu pisliklerden kurtulmamız lazım!’ sözüyle ürkütücü boyutlara vardırdığı küstah tavrı hakkında da değerlendirme bekleyebilirler. Doğrusu bu konuda referans verdiği Süleyman Ateş’e bile ‘bir din uzmanı nasıl böyle bir iddia ortaya atabilir?’ dedirten birinin üslubunu kelamî/teolojik olmaktan çok bir ahlak/kişilik problemi gördüğümü, dolayısıyla durumun ilgililerce kritik edilmesi gerektiğini belirtmek isterim. Burada sadece iddianın arkasındaki aksiyomatik örgüyü değerlendirerek gündemi takip edenlerden tarafıma iletilmiş bazı zihin bulandırıcı istifhamları cevaplamak niyetindeyim.
Birinci gerekçeyi irdelemek üzere şu soruyu ortaya atalım: Allah, bizim yapıp edeceğimiz işleri önceden bilse ne lazım gelir? Bayındır hem zulüm hem hikmetsizlik lazım gelir iddiasında. Bağlantıyı da son derece teknik bir konu olan ‘Allah’ın bilgisi değişir mi?’ sorusuyla kuruyor. Soruya Ehl-i sünnet adına ‘Allah’ın bilgisi değişmez’ cevabını veriyor.
Bayındır devamla diyor ki, Allah bir kimsenin iyilik yapacağını bildiyse o kimsenin iyilik yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Bunun gibi bir kimsenin kötülük yapacağını bildiyse onun da kötülük yapmaktan başka çaresi kalmıyor. Çünkü iyilik yapacak kimsenin iyilik yerine kötülük yapması, kötülük yapacak kimsenin de kötülük yerine iyilik yapması demek Allah’ın bilgisinin değişmesi demektir. ‘Allah’ın bilgisi değişmez’ prensibine göre ne iyilik yapanın ne de kötülük yapanın yaptıklarından başka bir şeyi yapma şansları var. Hal böyle olunca Allah’ın onlara iyilik yapmayı emretmesinin de kötülük yapmayı yasaklamasının da bir anlamı olmaz. Önünde tek seçenek olan kimseye bir şeyi emretmek ya da yasaklamak anlamsız ve hikmetsizce bir tutumdur. Böyle bir kimseyi yaptığı kötülükten dolayı cezalandırmak da zulümdür.
Bağlantıyı bu şekilde kuran Bayındır’ın son cümlesi belli: ‘Allah adalet ve hikmet sahibi olduğuna göre O’nun insanın ne yapacağını önceden bildiğini söyleyemeyiz.’
Peki, Bayındır’ın kurduğu bağlantı sıhhatli mi? Hayır, sıhhatli değil. Allah’ın bilgisinin insanın seçimini boşa çıkardığını söylemek meseleyi etraflıca kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Çünkü Allah’ın bilgisi yalın ‘malûmu yansıtan’ bilgidir, ‘malûmu belirleyen’ bilgi değildir. İlahî yazgı da böyledir.
Bunu kelam kitaplarında görürüz; Allah’ın kulunun yapacaklarını önceden bilmesi ve yazması, kulunun iradesini ne yönde kullanması gerektiğine (hükmedici) değil, ne yönde kullanacağına dair (vasfedici) bir bilgidir. (el-Fıkhu’l-ekber)
Kulun özgürlüğü adına Allah’ın iradesine sınırlama getiren Mutezile’nin, kahir ekseriyetiyle ezelî-ilahî bilgiye sınırlama getirme gereği duymaması da bunu teyid etmektedir. (Zemahşerî, el-Minhâc)
Belli ki Bayındır Allah’ın ilmiyle hükmünü, keza iradesiyle rızasını birbirinden ayırt edemiyor. Edemediği için de ilahî bilgiyi kulun iradesini yönlendiren/kısıtlayan bir hüküm/dayatma gibi kurguluyor.
Oysa ilimle hüküm farklı şeylerdir. İlim maluma tabi olduğu halde hüküm mahkûma tabi değildir. Allah bir şeyi, olmasını istediği/razı olduğu şekilde değil, nasıl olacaksa o şekilde bilir. Mesela Allah’ın biz insanlardan kendisine iman etmemizi istemesi bir hükümdür. Biz iman edelim ya da etmeyelim, o bizden iman etmemizi ister, bize imanı emreder. Ama bizim iman edip etmeyeceğimize dair bilgisi bize bağlıdır. Eğer iman edersek iman edeceğimizi, iman etmezsek iman etmeyeceğimizi bilir.
Şu var ki Yüce Allah bunları gerçekleşmeden önce bilir. O’nun bilgisi ezelidir. Çünkü O’nun için zaman-mekan gibi şartlar sözkonusu değildir. Allah’ın yüce zatı zamansal olmadığı gibi ilim-kudret gibi sıfatları da zamansal değildir. ‘Allah ne zaman var oldu?’ sorusu ne kadar anlamsızsa, ‘Allah ne zaman bildi?’ sorusu da o kadar anlamsızdır. Tabi ki Yüce Allah hep vardı, tabi ki Yüce Allah hep biliyordu. O’nun ne zatı ne ilmi için bir başlangıç ve oluşum aşaması mevzubahistir.
Bayındır tam bu noktada Allah’ın bilgisine atıf yapan bazı ayetlerdeki gelecek zaman kipine takılıp ‘Allah fiillerimizi biz yaptıktan sonra bildiğini söylüyor, siz neye dayanarak ezelde bildiğini iddia ediyorsunuz?’ diyerek ancak kelamî-usûlî alt yapıya sahip olmayan kimselerden beklenebilecek türden basit tepkiler veriyor.
Burada Bayındır’ın göz ardı ettiği nokta şu: Allah’ın, Kuran’da kendisiyle alakalı hususları belli zaman kipleriyle anlatması sadece iletişim gereğidir. Zamansal varlıklar olarak bizim bir şeyi zamandan bağımsız algılamamız imkânsızdır. Dil algının aynasıdır. Bunun için bütün dillerde fiillerin muhtelif zaman kipleri olduğu gibi yine bütün dillerde zaman ve mekân zarfları vardır. Kuran bizimle iletişim kurmak üzere bizim dilimizi kullandığından (Meryem, 97; Şuarâ, 195) içinde Allah lafzının geçtiği ayetlerde de yer yer geçmiş-şimdiki ve gelecek zaman kiplerinden faydalanmaktadır. Bu tür ayetler esmâ-sıfat ayetleri değildir. Yani Allah’ı tanıtan/vasfeden ayetler değil, -daha sonra örneklerini göreceğimiz gibi- Allah’ın bizimle kurduğu herhangi bir ilişkiyi anlatan ayetlerdir. Doğrudan Allah’ı tanıtan esma-sıfat ayetleri dururken bu ayetlerden –esmâ-sıfat ayetleriyle çatışacak- bir Allah inancı çıkartmanın doğru olmadığını sanırım konuşmaya lüzum yok.
Yüce Allah’ın bilgisinin değişmemesi meselesine gelince bu, hem akl-ı selimin hem birçok ayetin ifade ettiği üzere Yüce Allah’ın her şeyi bilmesi, her şeyden haberdar olması ve her şeyi kuşatmış olmasından kaynaklanır. Yüce Allah, insanın yanılmasına yol açan eksikliklerden/kısıtlılıklardan münezzeh olduğu için yanılmaz. Yanılmayacağı için de bilgisi değişmez. Bilgisinin değişmemesi bilgiye konu olan iyi-kötü hallerimizin bize dayatıldığı anlamına da gelmez. Çünkü ilahi bilgi bu hallerin sebebi değildir.
Sözün uzaması pahasına da olsa burada meseleye kelamî boyut kazandıran şu soruyu cevaplamadan edemiyorum: Biz insan olarak olayları önceden bilemediğimiz halde Allah önceden nasıl bilebiliyor? Az evvel de ifade ettiğim gibi Allah için önce ve sonra gibi zamansal kategoriler bahis mevzuu değildir.
Ayrıca bir hadiseyi bilmek için onun gerçekleşmesine gerek duymamak rubûbiyetin gereğidir ve bu Yüce Allah ile insan arasındaki en temel ontolojik farktan kaynaklanır. Allah’ın varlığı zorunlu/vâcib, insanın varlığı olumsal/caizdir. Kemal ve erdem adına her ne varsa hepsi O’nda baştan vardır, hiçbir kemal onda kazanım, edinim eseri değildir. Biz yaratılmışların varlığı olumsaldır, kemal ve erdem adına her ne varsa bizde kazanımla oluşur.
Kazanım, imkân, şartlar ve araçlar denkleminde teşekkül eder. İlim de bir kemaldir ve insan olarak bilgi imkânımız kısıtlıdır, belli araçlara ve zaman-mekân şartlarına bağlıdır. Bu şartlar aynı zamanda bilgimizin önündeki engelleri de oluşturur. İlahi bilgi ise kısıtlı değildir, önünde zaman ve mekân gibi engeller yoktur. Bu bakımdan Allah malumu/herhangi bir olayı henüz tahakkuk etmeden önce bilir.
İnsan realitesinde de bunun örneği vardır. Zekâsı, deneyimi ve sezgisi güçlü olan kimseler olayları önceden bilebilir, isabetli ve net öngörüler ortaya koyabilirler. Ne var ki insanın idrak kapasitesini zorlayan iç-dış illetler tahminlerinde bazen isabetsizliğe yol açabilir. Yüce Allah bu gibi illetlerden münezzeh olduğundan O’nun bilgisinin hem ezeli oluşunda hem de sürekli isabetli oluşunda anlaşılmayacak bir nokta yoktur. Bayındır ilgili konuşmalarda sık sık atıf yaptığı ‘Allah’ın dengi hiçbir şey yoktur.’ (Şûrâ, 11) ayetini tam da burada hatırlamalıdır. İnsan olarak aciz olduğumuz hususlarda Allah’ı kadir görmemiz; mesela bilgimizin zamana ve şartlara bağlı olması hususunda Allah’ın bilgisini ezeli ve şartlardan bağımsız görmemiz bu ve tenzih/tesbih muhtevalı diğer ayetlerin delaleti/gereğidir.
Konuyu şöyle bir temsille bağlayalım: Sahasında deneyimli, zekâ ve sezgisi güçlü bir hâkim, incelediği dosyada dikkatini çeken bazı verilerden hareketle henüz mahkeme olmadan kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir mi? Bayındır’a göre hâkim ne kadar zeki, ne kadar deneyimli olursa olsun mahkeme olmadan bunu bilemez. Eğer bilirse mahkemenin adaletine gölge düşer. Ayrıca sanık ona ‘madem haksız olduğumu baştan biliyordun, neden beni mahkeme ettin?’ deme hakkına sahip olur. İş bununla kalmaz, sanık şunu da ekleyebilir: ‘Benim haksız olduğumu baştan bildiğine göre haklı çıkmak gibi bir seçeneğim yoktu. Dolayısıyla her şey mizansenin bir parçası; suçlanmam ve ceza almam düpedüz zulümdür.’
Gördüğünüz gibi Bayındır’ın baktığı yerden bakarsak hâkimin deneyimi de zekâsı da başına bela olabilir, suçlu da yavuz hırsız misali haklı çıkabilir.
Oysa hem adaleti hem hâkimin kabiliyet ve tecrübesi gibi reel unsurları hesaba katan değerlendirme şöyle olmalıdır: Hâkim önceden kimin haklı kimin haksız olduğunu bilebilir, zaten bunun önüne geçmesi imkânsızdır. Ancak adalet hâkimin, tarafsız bir mahkeme gerçekleştirmeden hüküm vermemesidir. Böyle bir mahkeme gerçekleştikten sonra baştaki bilgisi adalete gölge düşürmediği gibi suçlu için koz da oluşturmaz.
Yüce Allah da ezeli ilmiyle kimin iyi kimin kötü olacağını biliyor, ama bilgisiyle yetinmiyor, dünyayı yaratıyor ve insanları imtihan ediyor. Tıpkı hâkim misalinde olduğu gibi çıkan sonucun ezeli bilgisiyle örtüşmesi ne imtihanın adilliğine gölge düşürür ne de mücrimler için koz oluşturur.
İkinci gerekçeye esas teşkil eden ayetlerin değerlendirmesini yazının sınırları elvermediği için önümüzdeki haftaya bırakmak durumundayım.
Merak eden kardeşlerimize ipucu olması için şimdilik şunu söyleyebilirim: Bayındır’ın ileri sürdüğü Al-i İmran, 140-142; Tevbe, 16; Hadîd, 25 ve benzeri ayetlerde geçen ilim/bilmek fiili Bayındır’ın yorumladığı gibi ‘öğrenmek’ anlamında değildir. Buradaki bilmek fiili, mesela Sâd, 88. ayette olduğu gibi görerek bilmek, müşahede etmek anlamındadır. Bunu şühûd/müşâhede yoluyla bilmek şeklinde anlamak da mümkün. Binaenaleyh bu ayetler, Yüce Allah’ın ezelde gayben bildiği şeyleri, vakti geldiğinde şühûd yoluyla bilmesinden söz etmektedir. İlgili ayetlerdeki esnekliği göz önünde bulundurmadan ‘Allah ne yapacağımızı önceden bilmez, ancak biz yaptıktan sonra bilir’ şeklinde genellemeye varmak sağlıklı bir okuma biçimi değildir.
Daru’l Hikme / Talha Hakan ALP
www.islamikoru.com
Doğru Bildiğimiz Yanlışlar
Abdulaziz Bayındır
Süleymaniye
23. ŞEFAAT
Şefaat sözlükte, yardımcı olmak ve bir şey istemek için birine eşlik etmektir. Daha çok, saygın birinin düşük konumda olana arka çıkması anlamında kullanılır
[1]. İnsanlar arasında bu tür ilişkiler olur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Her kim iyilik için şefaat ederse (arka çıkarsa) bundan kendine pay vardır. Her kim de kötülük için şefaat ederse (arka çıkarsa) onun da bundan sorumluluğu vardır. Allah her şeyi korur ve kollar.” (Nisa 4/85)
Şefaat terimi, saygın birinin Allah’ın yanında başkasına arka çıkması ve yardımcı olması anlamında kullanılır. Allah böyle bir davranışı kabul etmez. O, şöyle buyurur:
“Öyle bir günden çekinin ki, o gün kimse kimsenin cezasını çekmez. Kimseden şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye alınmaz. Onlar yardım görmez
haldedirler.” (Bakara 2/48)
“Rablerinin huzurunda toplanacakları günden korkanları Kur’ân ile uyar; onların Allah’tan başka ne bir dostları ne de şefaatçileri olur. Belki kendilerini korurlar.” (En’am 6/51)
“De ki: O şefaat, bütünüyle Allah’ındır.” (Zümer 39/44)
“De ki: Allah’ın dilemesi dışında ben kendime bile bir fayda ve zarar verecek durumda değilim.” (A’raf 7/188)
Ensar’dan Ümmü’l-Alâ diyor ki: “Muhacirlere kura çekilince bize Osman b. Maz’ûn düştü. Onu evimize yerleştirdik. Sonra ölümüne sebep olan hastalığa tutuldu. Vefat edince yıkandı ve kendi elbiseleri içine kefenlendi. Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem içeri girdi. O sırada dedim ki, “Ebû’s-Sâib[2]! Allah rahmet eylesin; Allah’ın sana gerçekten ikramda bulunduğuna şahidim.” Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki: “Allah’ın ona ikram ettiğini ne biliyorsun?”
“Babam sana kurban ey Allah’ın Elçisi, Allah ya kime ikram eder?” deyince Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem dedi ki, “Evet ona kaçınılmaz gerçek geldi. Vallahi onun için hep hayırlar bekliyorum. Ama ben Allah’ın Elçisi olduğum halde nasıl karşılanacağımı vallahi bilmiyorum.”
Ümmü’l-Alâ dedi ki, “Vallahi bundan sonra hiç kimseyi tezkiye etmem[3].”
Müşrik, Allah’ı yer yüzü krallarına benzettiği için kendini, onun vereceği cezaya karşı koruyacak birini arar. Ona göre bu, Allah’a yakınlığı olan ve onun geri çeviremeyeceği biri olmalıdır. Mekkeli müşrikler putlarını bu konumda görürlerdi. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah ile kendi aralarına koydukları öyle şeye kul olurlar ki, onlara ne bir zararları olur ne de fayda sağlar. “Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir” derler. De ki: “Göklerde ve yerde, Allah’ın bilmediği bir şeyi mi ona haber veriyorsunuz?” Allah, onların ortak koştukları şeyden uzak ve yücedir.” (Yunus 10/18)
Şefaatçi, kişiyi Allah’ın vereceği cezadan kurtacaksa ondan güçlü ve merhametli olmalı ve insanı daha iyi tanımalıdır. Böyle biri ancak ikinci tanrı olur. Bunun farkında olan Katolikler, şirklerini pekiştirircesine İsa aleyhisselam hakkında şöyle derler:
“Şimdi o, Baba’nın yanında Hıristiyanların avukatlığını yapıyor. Onlar lehine aracılık etmek için hep canlıdır. Allah’ın huzurunda daima hazır bulunmaktadır[4]. Kendisi aracılığı ile Allah’a yaklaşanları tamamen kurtarmaya gücü yeter[5]."
Ebû Hureyre. ’nin bildirdiğine göre “Kabilenin en yakınlarını uyar[6].” âyeti inince Allah’ın elçisi şöyle bir konuşma yaptı:
“Ey Kureyş topluluğu! Kendinizi kurtarmaya bakın; Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. Ey Abdumenaf oğulları! Allah’ın yanında size bir faydam olmaz. (Amcasına döndü:) Ey Abdulmuttalib. oğlu Abbâs. ! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Halasına döndü:) Ey Safiyye. ! Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz. (Kızına dönerek) Ey Muhammed kızı Fatma! Benim malımdan dilediğini iste. Ama Allah’ın yanında sana bir faydam olmaz.” dedi. (Buhârî, Vesâyâ, 11)
Şefaatçinin görevi
Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“… Allah katında şefaat edecek olan da kimmiş; onun izniyle olursa başka[7]”.
“O gün hiç sapma olmadan davetçiye uyarlar. Sesler Rahman için kısılmıştır; hışırtıdan başka birşey işitmezsin. O gün Rahmân’ın izin verdiği kişilerin, onun razı olduğu kişilere yaptığı şefaatten başkasının faydası olmaz. O onların önlerinde ve arkalarında olanı bilir, ama onlar onun bilgisini kavrayamazlar.” (Taha 20/108-110)
“Allah, meleklerin önlerinde ve arkalarında olanı bilir. Onlar, onun razı olduğu kişilerden başkasına şefaat edemezler. Kendileri de onun korkusundan titrerler.” (Enbiya 21/28)
Ayetler gösteriyor ki, Allah’ın kabul ettiği şefaatçilerden hiçbiri kurtarıcı değildir. Çünkü Allah kime şefaat yetkisi verirse yalnız onlar, Allah’ın dilediği kimselere şefaat edebilirler. Halbuki insanlar kurtarıcı beklerler.
Müşrik olarak ölmemiş ama büyük günahlar işlemiş kişiler bağışlanabilirler. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Allah, kendisine ortak koşulmasını bağışlamaz; bunun dışındakini dilediği kimse için bağışlar.” (Nisa 4/48)
Tevbe ile şirk dâhil her günah bağışlanacağından bunların tevbe etmeden ölen kişiler olduğu açıktır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Kim bir kötülük işler yahut kendini kötü duruma sokar, sonra da Allah'tan bağışlanma dilerse, görecektir ki, Allah tevbeleri kabul eder, ikramı boldur.” (Nisa 4/110)
Bazı günahlar ebedi cehennem azabını gerektirir. Aşağıdaki âyetler, Allah ile beraber bir başka tanrı çağıranların yani müşriklerin, haksız yere adam öldürenlerin ve zina edenlerin ebedi cehennem cezasına çarpılacaklarını bildirmektedir:
“Rahmân’ın kulları Allah ile beraber bir başka tanrı çağırmazlar, Allahın dokunulmaz kıldığı canı öldürmezler, haklı sebeble olursa başka ve zinâ etmezler. Kim bunları yaparsa cezasını bulur. Kıyâmet günü onun azâbı katlanır ve orada ebedi olarak alçaltılmış bir şekilde kalır.” (Furkan 25/68-69)
“Faiz yiyenler, şeytanın takılıp aklını çeldiği[8] kimsenin davranışından farklı bir davranış göstermezler. Bu onların, “alım satım, tıpkı faizli işlem gibidir” demeleri sebebiyledir. Allah alım-satımı helal, faizli işlemi haram kılmıştır. Kime, Rabbinden bir uyarı gelir de faize son verirse, geçmişte olan kendinindir. Onun işi Allah’a aittir. Kim de devam ederse, onlar o ateşin arkadaşıdırlar, sürekli orada kalırlar.” (Bakara 2/275)
Büyük günahlardan şirk hariç diğerleri affedilebildiğinden Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem)’den gelen şu hadisler şefaat hakkında bize ışık tutar:
“Her peygamberin kabul edilmiş bir duası vardır. Diğer peygamberler dualarını bu dünyada yaptılar. Ben, ümmetime şefaat için duamı Kıyâmet gününe sakladım. Allah dilerse ona ümmetimin şirk koşmadan ölenleri nail olacaktır[9].”
"Şefaatim, ümmetimden büyük günah sahipleri içindir." Câbir. c dedi ki: "Büyük günahı olmayanın şefaate ne ihtiyacı olur![10]"
Cabir’in dediği doğrudur. Çünkü Allah Teâlâ şöyle buyurur: “Size konan yasakların büyüklerinden kaçınırsanız, diğer günahlarınızı örter ve sizi şerefli bir yere yerleştiririz
[11].”
Allah, büyük günah işlemiş birini affemek isterse bir şefaatçi görevlendirir. O da şirke düşmemiş büyük günah sahibine şefaat eder.
Allah Teâlâ Peygamberimize hitaben şöyle buyurur:
“Ey inananlar! Size rızık olarak ne vermişsek, ondan harcayın. Sonra öyle bir gün gelir ki, onda ne alış veriş, ne dostluk, ne de şefaat bulunur. Nankörlük edenler tam bir yanlışlık içindedirler.” (Bakara 2/254)
[1] (الانضمام إلى آخر ناصرا له وسائلا عنه، وأكثر ما يستعمل في انضمام من هو أعلى حرمة ومرتبة إلى من هو أدنى) Müfredât, شفع. mad.
[2] Osman b. Maz'un radıyallahu anhın lakabıdır.
[3] Buhârî, Cenâiz, 3.
[4] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 519.
[5] Katolik Kilisesi Din ve Ahlak İlkeleri, par. 2634.
[6] Şuarâ 26/214
[7] Bakara 2/255
[8] Ayette geçen, تخبط , genellikle "dokunup çarpma " şeklinde tercüme edilir. Bize göre bu tercüme manayı doğru aktarmamaktadır. تخبط ; ”takılıp aklını çelme ve aklını bozma” (Lisan'ul-arab, Muhammed Murtaza ez-Zebîdî, Tâcu'l-arûs) anlamlarına da gelir.
[9] Müslim, İman 338 (199).
[10] Tirmizi, Kıyâmet 12, (2436)
[11] Allah'ın Elçisi, ona dua ve selâm olsun, konu ile ilgili olarak şunları söylemiştir:
“Felâkete sürükleyen yedi şeyden sakınınız.
- Ey Allah'ın Elçisi nelerdir onlar?
- Allah’a ortak koşmak, sihir, haklı sebeple olması bir yana Allah’ın dokunulmaz kıldığı bir canı öldürmek, faiz yemek, yetim malı yemek, düşmana toplu hücum yapılacağı sırada savaştan kaçmak ve kötü yolla ilgisi olmayan namuslu mümin kadınlara zina iftirasında bulunmaktır.” (Buhârî, vesâyâ, 23; Müslim, İman 145)
Abdulaziz Bayındır Nuzul-u İsa Meselesini Bakın Nasıl Çarpıtıyor.-1
0
admin Kasım 01, 2011Abdulaziz Bayındır
Hz. İsa (a.s)’ın nüzulüyle ilgili olarak yıllar önce Daru’l-Hikme’de yaptığımız bir açıkoturumda meseleyi olabildiğince etraflı bir şekilde işlemiştik. Bu açıkoturum deşifre edilerek siteye konulmuştu. O açıkoturumda meseleyi, ref’ ve nüzul boyutllarına delalet eden ayetler merkezinde konuşmuş ve yine bu ayetlere getirilen itirazlar üzerinde durmuştuk.
Aradan yıllar geçti. Birkaç gün önce internette bir videoya tesadüf ettim. Abdülaziz Bayındır konuşuyor. Sadece belli bir kesitinin verildiği anlaşılan konuşmasına Bayındır, “İsa aleyhisselam tekrar inecek diye bir inanç vardır biliyorsunuz” diye başlıyor ve şöyle devam ediyor: “(…) Ebubekir Sifil bir yazı yazmış, nüzul-i İsa diye. Bunu bir söyleşi şeklinde dergilerinde neşretmişler. Ali Rıza Demircan bunlara (üsluba bakın!!) diyor ki: “Siz neden Maide suresinin 117. ayetini yazmamışsınız?” Çünkü Maide suresinin 117. ayetini yazarsanız tüm sistem çöküyor. Çok ısrar ettiği halde hala yazmış değiller….”
Daha sonra “teveffî” kelimesini ela alıyor ve bu kelimenin manasını tayin için 11/Hûd suresinin ilk ayetine başvuruyor. Buradan hareketle Kur’an’da iki farklı manayı (uyku ve ölüm) anlatmak üzere geçen “tevffî/vefat” kelimesinin yine Kur’an tarafından açıklanmış olması gerektiğini, bu açıklamanın da Mâide suresinin 117. ayeti tarafından yapıldığını söylüyor.
Arkasından bu ayeti okuyarak meallendiriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “(…) Bak mahşer günü ne diyor İsa aleyhisselam: “Sen beni vefat ettirdiğin zaman…” O zaman buradaki (3/Âl-i İmrân, 55 ayetindeki) vefat kelimesi hangi anlama geliyormuş? Ölüm anlamına geliyormuş. Artık “uyku”ya (uyku anlamına gelmesine) bir ihtimal var mı? İsa aleyhisselamın vefattan sonra dünyaya gelmesine ihtimal var mı?”
Ve final: “Ama bu ayetleri yazdığınız zaman İsa aleyhisselam tekrar gelecek diyemiyorsunuz. Bunu demek için bunları yazmamanız gerekiyor; gizlemeniz gerekiyor. (…) Ali Rıza hoca ısrarla söylediği halde, internete de baktım, yazılmamış. Şimdi tekrar ayetimize dönüyorum…”
Bayındır burada, belli ki daha önce üzerinde durduğu 2/el-Bakara, 159. ayetine geliyor. “İndirdiğimiz apaçık delilleri ve hidayeti Kitap’ta açıklamamızdan sonra onları gizleyenler var ya, işte onlara hem Allah lânet eder, hem de bütün lânet etme konumunda olanlar lânet eder” mealindeki bu ayet, benim “nüzul-i İsa (a.s)” konusundaki tutumumla birleşince ortaya benim, Allah Teala’nın Kitap’ta açıkladığı delilleri/ayetleri gizlemiş, dolayısıyla Allah Teala’nın ve lanet edicilerin lanetini hak etmiş bir kimse olduğum şeklinde bir netice çıkıyor!!
Elbette bu tüyler ürpertici iddiayı cevapsız bırakacak değilim. İnşaallah bir sonraki yazıda konuyu genişçe ele alacağım. Ama burada bir şey söylemem lazım: Bir tarafta bu Ümmetin –yazdıklarından ve söylediklerinden haberdar olabildiğimiz ve görüşlerine ulaşabildiğimiz– uleması, öbür tarafta Bayındır ve onunla aynı çizgide saf tutan şirzime. Bayındır, hitap ettiği kitlenin gözünün içine baka baka, “nüzul-i İsa (a.s)” meselesinde kendisi gibi düşünmeyen bütün bir ümmeti Allah’ın ayetlerini gizlemekle, dolayısıyla lanete uğramış olmakla itham ediyor! Gerçekten “ürperti verici” bir savruluş…
5/el-Mâide, 117. ayeti Hz. İsa (a.s)’ın göğe çekildiği ve kıyamete yakın yeryüzüne tekrar ineceği inancını (Abdülaziz Bayındır’ın tabiriyle “sistemini”) “çökertecek” bir muhtevaya sahip midir?
Bunu söyleyebilmek için bu ayette geçen “teveffî”nin “mevt” anlamına geldiğinin “kesin biçimde” ortaya konulması gerekir. Bayındır’ın kurgusu şöyle: Madem ki Allah Teala’nın hitabı ve Hz. İsa (a.s)’ın cevabı bu ayete göre mahşer günü vuku bulacaktır. O halde Hz. İsa (a.s)’ın buradaki “felemmâ teveffeytenî: Sen beni vefat ettirdiğin zaman” ifadesi, “Sen beni öldürdüğün zaman” anlamına gelmektedir.
Hadise nedir? Alla Teala Hz. İsa (a.s)’a, “İnsanlara beni ve anneni Allah’ın yanında iki ilah edinin diye sen mi söyledin?” diye sorduğunda Hz. İsa (a.s), “Sen bana neyi emir buyurduysan ben onlara ancak onu söyledim: “Rabbim ve Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin” dedim. Ben içlerinde bulunduğum sürece onlara şahit olmuştum. Beni vefat ettirdiğin zaman üzerlerine gözetleyici yalnız sen oldun” diye cevap veriyor. Buradaki “Beni vefat ettirdiğin zaman” ifadesini niçin “Beni öldürdüğün zaman” diye anlamak zorundayız?
Bayındır’ın cevabı: Çünkü “vefat/teveffî” kelimesinin hangi anlamlara gelebileceği, Kur’an’da 39/ez-Zümer, 42. ayeti tarafından açıklanmış. Bunlar ya “ölüm” veya “uyku”dur. 5/el-Mâide, 117′de “uyku” kastedilmiş olamayacağına göre, Hz. İsa (a.s) “beni vefat ettirdiğin zaman” demekle, “beni öldürdüğün zaman” demiş olmalıdır.
O halde soralım:
1. “Vefat/teveffî” kelimesinin Kur’an’da biri “ölüm” ve diğeri “uyku” anlamında olmak üzere münhasıran iki anlamda kullanıldığını söylemek ne kadar doğrudur? Kelimenin anlamlarını tayin çalışmasında niçin 39/ez-Zümer, 42. ayetiyle sınırlı hareket etmek zorundayız? Yahudilerin “İsa’yı öldürdük” tarzındaki iddiasına cevap sadedindeki, “Onu ne öldürdüler, ne de astılar. Bilakis Allah onu kendisine yükseltti” diyen ayetlerde[1] geçtiği şekliyle “ruhu ve bedeni birlikte almak/yükseltmek” anlamını, işin içine “yorum” katmadan nasıl devre dışı tutabiliriz? Demek ki Kur’an’da “vefat/teveffî” kelimesi iki değil, üç anlamda geçiyor: Ölüm, uyku ve ruhla bedenin birlikte alınması.
2. Hal böyle olunca 5/el-Mâide, 117′de geçen “felemmâ teveffeytenî” ifadesinin, “Sen beni öldürdüğün zaman” anlamında değil, “Sen beni ruhumla bedenimle yeryüzünden aldığın zaman” anlamında olduğunun söylenmesi gerektiği kendiliğinden ortaya çıkmaz mı?
3. Abdülaziz Bayındır, bir önceki yazıda aktardığım ifadelerinde 3/Âl-i İmrân, 55. ayetini okuyor, ama ayette geçen “ref’”, “tathîr” gibi kelimeler üzerinde hiç durmuyor. Başka herhangi bir peygamber hakkında varit olmadığı halde Allah Teala sadece Hz. İsa (a.s)’a hitaben “Seni vefat ettireceğim, kendi (nezdi)me yükselteceğim ve kâfirler(in hile ve sinsi emellerin)den temizleyeceğim” buyuruyor. Ayetin bu hususiyetleri ve Hz. İsa (a.s) ile ilgili diğer ayetler bir bütün olarak ele alındığında gerçekten de Hz. İsa (a.s)’ın durumunun diğer insanların ve hatta diğer peygamberlerin durumundan farklılık arz ettiği hemen dikkat çekiyor. Bayındır bu ayetin bu hususiyetleri ve ilgili diğer ayetler üzerinde niçin hiç durmuyor?
4. Diyelim ki Kur’an’ın herhangi bir ayetinin nasıl anlaşılması gerektiği konusunda ihtilafa düştük. Mü’min olma sorumluluğunu hakkıyla üzerinde taşıyan kişinin, meseleyi Hz. Peygamber (s.a.v)’e götürmek gibi bir mükellefiyeti yok mudur? Abdülaziz Bayındır, Hz. İsa (a.s)’ın öldüğünü ve artık yeryüzüne gelmeyeceğini açık ve kesin bir dille ifade eden bir hadis ve/veya Sahabe’den ve Selef’ten bir tek kişi gösterebilir mi? Bu ümmet 1400 yıl boyunca meseleyi sürekli olarak Hristiyanlarla münakaşa mevzuu ettiği halde, onların “İsa ölmedi” iddiasına mukabil niçin “Hayır, o öldü” dememiştir? Selefiyle, sonra gelen nesilleriyle bütün bir ümmet Mâide, 117′yi gizleyerek “İsa gelecek” derken Allah’ın ve lanet edicilerin lanetine müstehak oldu da bir tek Bayındır mı kurtuldu? Bu “cinnet” ve “hızlân” değilse nedir?..
Demek ki ortada Mâide, 117′nin çökerttiği bir sistem falan yok, Abdülaziz Bayındır’ın kurgusu tamamen indî/sübjektif yorumu var!
ABDULAZİZ BAYINDIR’IN VİDEOSU >>>
Bayramın ülkemize ve bütün İslam alemine hayırlar getirmesi temennisiyle…
[1] 4/en-Nisâ, 157-8.
Ebubekir Sifil (5 kasım 2011)
Abdülaziz Bayındır nüzul-i İsa (a.s) meselesi üzerinde dururken önce 11/Hûd suresinin başında yer alan ayetlere dayanarak şu tarz bir kurgu yapıyor: Eğer bir Kur’an ayetinde birden fazla anlama gelen bir kelime yer almışsa, hangi anlamın kastedildiği, mutlaka bir başka ayette açıklanmıştır.
3/Âl-i İmrân suresinin 55. ayetinde geçen “teveffî”nin ya “ölüm” veya “uyku” anlamında olabileceğini, hangi anlamın kastedildiğininse 11/Hûd suresinin başındaki ayete göre yine Kur’an’da belirtilmiş olması gerektiğini söyleyen Bayındır, sözü 5/el-Mâide, 117. ayetine getiriyor ve bir kısmını bir önceki yazıda aktardığım çıkarsamaya gidiyor.
Bu “kurgu” birçok bakımdan problemli.
1. Bayındır 11/Hûd suresinin ilk ayetinde geçen “uhkimet” ve “fussılet” kelimelerinin anlamlarını daraltıcı bir yoruma tabi tutarak, adeta kısırlaştırarak indî kurgusuna uygun hale getiriyor. Yer darlığı sebebiyle bu kelimelerin hangi anlamlara gelebileceği konusuna burada giremiyorum. Tefsirlerden bakılarak tahkik edilebilir.
2. Kur’an’da geçen müşterek kelimelerin geçtikleri yerlerde anlamlarından hangisinin kastedildiğinin münhasıran Kur’an’da aranması gerektiği şeklindeki bu kurgunun hiçbir ilmî değeri ve tutarlılığı yoktur. Ben burada Abdülaziz Bayındır’ın işlediği cürmü işleyip kendisini, Hz. Peygamber (s.a.v)’e itaat ve ittibaı emreden, O’nun emrine muhalefet etmekten sakındıran, ihtilaflı işlerde O’nun hakemliğine başvurup verdiği hükme tam anlamıyla teslim olmadıkça iman iddiasının geçersiz olduğunu ilan eden… ayetleri gizlemek[1] suretiyle Allah’ın ve lanet edicilerin lanetine uğramakla itham etmeyeceğim. Ama bu tutumunun kendisine “acemi hırsız” mahcubiyeti yaşatmaktan öte bir neticesi olmayacağını söylemeliyim.
Abdülaziz Bayındır’ın bu “kurgu”su, küçük bir denemeyle gayri ciddiliği ortaya çıkarılabilecek kadar nahif ve sanaldır: Mesela Bayındır bize boşanmış kadınların bekleyeceği iddetin süresi bağlamında 2/el-Bakara suresinin 228. ayetinde geçen “kurû’” kelimesinin yahut 80/Abese, 31. ayetinde geçen “ebben” kelimesinin ya da 108/el-Kevser suresinde geçen “kevser” kelimesinin hangi anlamlarda olduğunu (örnekler çoğaltılabilir) sadece Kur’an’a dayanarak söyleyebilecek midir?
3. Bu kurgu, Abdülaziz Bayındır’da somut örneğini gördüğümüz üzere insanları kendi heva ve heveslerini Kur’an’a söyletme noktasına kadar götürebilecek kadar tehlikelidir.
Hz. İsa (a.s)’ın kıyamete yakın yeryüzüne ineceği inancı, ilgili Kur’an ayetlerinin delaleti yanında Efendimiz (s.a.v)’den tevatüren gelen rivayetlere dayanır ve Sünnîsiyle bid’isiyle bu ümmetin hemen tamamı bu inançtadır. 72′si merfu, 47′si gayri merfu olmak üzere toplam 119 rivayet bize “İsa gelecek” derken ve bu güne kadar “İsa gelmeyecek” diyen bir tek rivayet gösterilebilmiş değilken Abdülaziz Bayındır ve onunla aynı çizgiyi paylaşanlar bunun aksini söylüyorsa, durum tam da Abdülaziz Bayındır’ın söylediği gibidir:
“Açıklamayı Allah yapmaz da insanlar yaparsa, kim olursa olsun, karşı taraf bunu Allah’ın açıklaması zanneder; Allah’a itaat ettiği düşüncesiyle bir insana itaat eder. O insan kendisini Allah’ın yerine koymuş olur…”
Abdülaziz Bayındır, bu bayat numarayı daha ne kadar sürdürür bilemem; ama bildiğim bir şey var:
“Hz. İsa (a.s) kıyamete yakın yeryüzüne inecek” diyen hiç kimse, Kur’an’ın ilgili ayetleri hakkında kendi kafasından açıklama yapmıyor; tam aksine onlar Kur’an hakkında konuşma konusundaki en yetkili isme, Hz. Peygamber (s.a.v)’in açıklamalarına, mütevatir hadislere dayanıyor. “Açıklamayı yapan kim olursa olsun…” diyerek örtülü biçimde Sünnet-i seniyye’yi hedef tahtasına oturtmaya yeltenen, insanları –”Allah’a itaat” görüntüsü altında– kendi indî görüşlerine itaate çağıran ve Sünnet’i ve hadisleri bu ümmetin hayatından çıkarmaya çırpınan çağdaş bid’at ehli kendi seleflerinin yolunda yürüsün, Sünnet ve Cemaat ehli de kendi seleflerinin…
[1] Ayetleri “gizlemek” sadece “gözden kaçırmak” şeklinde olmaz; yorum cambazlıklarıyla anlam çarpıtmalarına gitmek de bir tür “gizleme”dir.
Hz. İsa (Aleyhisselam) İnecek mi?
0
admin Kasım 21, 2011Abdulaziz Bayındır, Cemalettin Efgani, Hayrettin Karaman, Mezhepsizler, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu
Hz. İsa (Aleyhisselam) İnecek mi?
Nüzülü İsa (a.s) meselesi
Kıyamet alametleri içerisinde yer alan ve delilleri ‘vurud’ ve ‘delalet’ yönünden kat’iyyet ifade edenler ‘yakin bilgi’ kabul edildi. Bu yüzden onlara iman etmek ‘zarurat-ı diniye’den addedildi. Deccal, Ye’cuc ve Me’cuc, Dabbetu’l-Arz, güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inişi böyledir.
Dünya, bir gün ömrünü tamamlayacak; İçindekilerle birlikte yok olacak. Bu sonsuz tükenişin ne zaman olacağını bilmiyoruz. Malumatımız, yok oluşun emarelerini bilmekle sınırlı. Allah Resulü (s.a.v.), risaleti müddetince Kıyametin zamanı ile alakalı sorulara sıklıkla muhatap oldu. Kur’an, hadiseyi şu ifadelerle anlatıyor:“Sana kıyametin ne zaman gelip çatacağını soruyorlar. De ki: Onun ilmi ancak Rabbimin katındadır.”[1]
Kıyametin mutlak olarak bilinmezliğini zihinlere nakşedilmek için Dıhyet-i Kelbi suretinde Huzur-u Nebi’ye gelen Hz. Cebrail, Allah Resulü’ne kıyametin zamanını sorunca O (s.a.v.) şöyle karşılık vermişti: “Sorulan sorandan daha iyi bilmiyor.”[2] Bu yüzden Kıyamet “Muğeyyebat-ı Hamse/beş bilinmeyen”[3] içerisinde değerlendirildi. Bilinirliği ile alakalı kapı bütünüyle kapatıldığından ulema himmetini onun işaretleri üzerinde teksif etti. Zaten Kur’an ve Sünnet’in talebi de bu doğrultudadır. Kıyamet alametleri içerisinde yer alan ve delilleri “vurud” ve “delalet” yönünden kat’iyyet ifade edenler “yakin bilgi” kabul edildi. Bu yüzden onlara iman etmek “zarurat-ı diniye”den addedildi. Deccal, Ye’cuc ve Me’cuc, Dabbetu’l-Arz, güneşin batıdan doğması ve Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne inişi böyledir.[4]
Hz. İsa’nın (a.s.) bedeniyle semaya kaldırıldığı, Kıyametin arefesinde ise tekrar yer yüzene ineceği mezkür alametler içersinde -deliller itibariyle- en muhkem olanıdır. Çünkü nüzul-ü İsa ile alakalı hüküm, hem Kur’ani sarih şahitlere hem de mütevatir hadislere dayanmaktadır. Nitekim Allame Muhammed Enver Şah el-Keşmiri, “et-Tasrih bima Tevatere fi Nüzuli’l-Mesih” adıyla telif ettiği eserinde nüzul hakikatini -cem’ ettiği hadislerle- itiraza imkan vermeyecek bir şekilde isbat etmektedir. Muhammed Zahid Kevseri’de, Hz. İsa’nın öldüğünü, yeryüzüne inmeyeceğini iddia eden Şeyh Mahmud Şeltut’un fetvasına yazdığı reddiyesinde mezkür eseri tevsik ve tasdik etmektedir.[5]
Hz. İsa’nın (a.s.) ineceğine delalet eden sarih ayetler ve mutevatir hadisler üzerine icma akdedildi. Ne var ki,
Batı ile kapsamlı bir şekilde buluşmanın gerçekleştiği 19. yüz yıl ve sonrasında yaşayan bir çok mustağrib Hz. İsa’nın (a.s.) inişi ile alakalı kesin hükme itiraz etti. Aslında nüzul, mustağribler için bir problem teşkil etmemekteydi. Problem, inmesi durumunda Hz. İsa’nın (a.s.) ne yapacak olmasındaydı; yeni bir şeriatla geleceğini kabullenmeleri durumunda Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) son Peygamber olmasını reddedecek, Müslümanların tepkisini çekeceklerdi. İslam’ın doğrusunu kabul edip Hz. İsa’nın -indikten sonra- Allah Resulü’ne tabi olacağını ifade etmeleri durumunda ise, Hristiyan alemini karşılarına alacaklardı. Batı’nın yanlışını reddetmeyi göze alamadılar ve üzerinde icma edilen mutlak doğruyu te’vil ederek yanlışa müncer kıldılar.
“İbrahimi Dinler” ve onların bağlıları arasında “Müşterek Amentü” ihdas etme gayreti, mustağribleri Hristiyanlarla paralelel düşünmeye sevketti. Bu yüzden, kaleme aldıkları tefsirlerde Ehl-i Kitab’ın cennete gireceğini iddia ettiler, Resuller arasında derece farkı olduğunu reddettiler. Fakat Hz. İsa’nın inişi mevzuunda Ehl-i Kitab’la aynı kanaati paylaşamadılar. Çünkü inen İsa’nın (a.s.) İslam Şeriatı’na tabi olması Hristiyanlığın bütünüyle neshedilmesi anlamına gelmekteydi. Yani bu ihtilaf, onların meşruiyetine halel getirmemek içindi.
Modernistlerin nüzul’ü reddetmelerine etki eden diğer bir husus ise, nüzulün, İslam’ın aklileştirilme sürecine aykırı olmasıydı.
İSA’nın (a.s.) HAYATI
Hz. İsa’nın (a.s.) göğe yükseltilmesi ve tekrar yeryüzüne dönmesi bahsinin ne ifade ettiğini, Sünnet ve Cemaat alimlerinin benimsediği görüşün Kur’an ve Sünnet’in açık beyanı olduğunu yakinen anlayabilmek için Hz. İsa’nın yaşam serüvenini bilmek gerekir. Zira Hz. İsa’nın, annesi Meryem’den itibaren yaşadığı olağan üstülük ref’ ve nüzulünün de kavranmasını kolaylaştıracaktır.
Olağanüstü Hallerin Mahşeri: Hz. Meryem
İmran’ın eşi saliha bir kadındı, karnındaki yavrusunu Allah’a adamıştı, rızasına uygun bir surette kabul etmesi için de dua ederdi. Çocuk, kız olarak dünyaya gelince İmran’ın eşi hüzne gark oldu. Ne yapacağını bilemez bir halde şöyle diyordu: “Rabbim onu kız doğurdum”[6] Düşünüyordu ki, Allah’ın Beyt’ine hizmet ve ibadet şerefi sadece erkeklere aittir. Kızlar, bunu yapamazlar. Özelliklede hayızlı günlerinde.
Allah Teala, saliha kadının yavrusuna, onun şerefine binaen ad koydu; Onu Meryem olarak tesmiye etti. Meryem’i saliha annenin adağı olarak erkeğin yerine kabul etti. Ve de onu güzel bir şekilde (Nebaten Hasena) terbiye etti. Meryem’in teyzesinin kocası Hz. Zekeriyya’yı onun bakımıyla görevlendirdi. Meryem, faydalı ilmi, salih ameli Peygamber’den öğrenerek yetişti.[7]
Hz. Zekeriyya, güzelliklerin mahşerinde neşv u nema bulan Meryem’in yanında kışın yaz, yazın da kış meyvalarını bulurdu. “Bunlar nereden geldi?” diye sorunca saliha kadının kızı şöyle cevap vermişti: “Allah katından”.[8]
Hakk’ın divanında duran; rükü, secde eden Meryem, Allah Teala’nın bereketiyle dünya kadınlarına üstün kılındı. Sonra “dünyada da, ahirette itibarlı ve Allah’a çok yakın olan” bir oğulla; İsa Mesih ile müjdelendi. Melek müjdeyi getirince Meryem: “Ey Rabbim! Bana bir beşer dokunmamışken benim nasıl çocuğum olur?” dedi.[9] Dilediğini dilediği gibi yaratan Cenab-ı Hak için çocuğun babasız yaratılması sadece bir “ol” emrine bağlıydı. Onun emri o derece tartışmasız ve ertelenemezdir ki Kur’an’ın ifadesiyle: “Emrimiz ancak bir tek emirdir. Göz kırpması gibidir. (Anında gerçekleşir.)[10]
En İffetli Kadına En İffetsiz İsnad :
Bakire Meryem, insanların ayıplamasından çekindiğinden hamilelik dönemini kavminden uzak bölgelerde geçirdi.[11] O kadar muzdarib olmuştu ki doğum anında; “Keşke bundan önce ölseydim de unutulmuş gitmiş olsaydım!”[12] demişti.
Hz. Meryem’in kavmi adına yaşadığı endişe gerçekleşir, çağının tanıkları ona iftira ederler: “Kucağında çocuğu ile halkının yanına geldi. Onlar şöyle dediler: “Ey Meryem! Çok çirkin bir şey yaptın!”[13] Meryem, bu hususta onlarla konuşmayı zait gördü. Çocuğuna işaret etmekle iktifa etti. Kundaktaki bir çocuğun konuşmayacağına inanan halk bu haliyle Meryem’in kendileriyle alay ettiğini düşündüler: “Beşikteki bir bebekle nasıl konuşuruz?” dediler.[14]
“Allah’ın Kuluyum”
Kundakta annesinin göğsünden süt emen İsa (a.s.), kavminin hezeyanlarını işitince sütü terk etti, yüzüyle müfterilere yöneldi ve işaret parmağını kaldırarak “Ben Allah’ın kuluyum” dedi.[15]
Kundaktaki çocuğun ilk nutku ubudiyeti itiraf etmek oldu. Konuşmasıyla annesini zinadan Allah Teala’yı da şirk iddiasından tenzih etti. O, bu beyanıyla, göğe yükseltilmesinden sonra kendi hakkında aşırılığa sapacak Hristiyanları da reddediyordu.[16]
Pak annenin çocuğu, niçin yaratıldığını, vazifesinin ne olduğunu ifade ederken de şöyle demişti: “Allah Teala bana kitabı (İncil’i) verdi ve beni peygamber yaptı.”[17]
İman edenlerle münkirlerin hakkında ihtilaf ettiği Hz. İsa “İşte budur.” Yani Allah’ın kulu ve Nebisidir.[18] “İsa Mesih ancak Meryem’in oğludur…” ayeti ise bütün kapıları kapatır. Sonradan olmamak, ilahlığın bir gereği iken annesine nisbet edilen bir çocuk nasıl ilah olabilir.?![19]
İfrat ve Tefrit Arasında ki Hakikat: İsa Kul ve Resuldür
Annesinin kucağında hakikati söyleyen İsa (a.s.), Ben-i İsrail’i hayrete düşürdü. Ne diyeceklerini, nasıl mukabelede bulunacaklarını şaşırdılar. Farklı kanaatler izhar ettiler, fırkalara bölündüler. Yahudilerin cumhuru İsa, “veled-i zinadır.”, dedi.[20] Hristiyanlar da ihtilafa düştü: Kimi “ilahtır”, kimi “üçlü ilah sisteminin üçüncüsüdür” iddiasında bulundu. Muvahhitler ise, “İsa Allah’ın kulu ve resulüdür” diyerek hakikati doğru anlayan tek cemaat oldu.[21]
Hz. İsa’ya “veled-i zina” diyen Yahudiler ve İlahlık isnad eden Hıristiyanlar haddi aştılar. İfrat ve tefrit arasında med-cezir ihdas ettiler. Hakikat şu ki, bu konuda ifrat da tefrit de yanlıştır ve küfürdür.[22] Bu yüzden müminlerin onlarla imani müşterekler belirleyip cennet taksimatına kalkışmaları doğru değildir.
Davete Adanan Ömür
Hz. İsa (a.s.) var oluşunun gereğini ifa edebilmek için çağının tanıklarına Allah’ın emirlerini tebliğ etti. Kavmini, Allah Teala’ya ibadete davet etti. “Ona kulluk edin. Bu, dosdoğru bir yoldur.”[23] dedi. Hz. İsa’ya tabi olanlar hidayete erdi, muhalefet edenler ise dalalete saplandı.[24]
Hz. İsa, ömrünü Allah Teala’nın birliğini anlatmaya adadı. İnsanları yalnız ona ibadet etmeye çağırdı. Onun dışındaki her şeyin mahluk olduğunu, bu yüzden onlara ibadet etmenin şirk bağlamında değerlendirileceğini söyledi: “Mesih şöyle demişti: Ey İsrailoğulları! Yalnız, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa Allah ona cenneti muhakkak haram kılmıştır. Onun gideceği yerde ateştir. Zalimler için hiçbir yardımcı yoktur.”[25]
Hz. İsa davet ödevini yerine getirirken, abid bir kul olma noktasında kendisiyle Ben-i İsrail arasında hiçbir fark gözetmedi.[26] Çünkü onlar gibi İsa da bir kuldu. Kulun Allah Teala’ya ibadet etmesinden daha tabi bir şey olamazdı.
Ben-i İsrail’in inkar tufanına karşı Allah Teala, resulünü mücizelerle teyit etti. Allah’ın izniyle çamurdan kuş şeklinde bir suret oluşturdu, ona üfledi ve şekil, kuş suretinde canlandı, doğuştan körü ve alaca hastasını iyileştirdi, ölüleri hayata taşıdı. Ben-i İsrail bu apaçık mucizeler karşısında iman etmek şöyle dursun Allah’ın Resulünü sihirbaz diye yaftaladı.[27]
Hz. İsa Ben-i İsrail’in son peygamberi olarak insanlığın son Peygamberi Hz. Resulullah’ın (s.a.v.) geleceğini de müjdeledi: “Benden sonra gelecek Ahmed adındaki Resulü müjdeleyen peygamberim” dedi.[28]
Bütün peygamberler Allah Teala’ya hamdediyorlardı. Fakat Hz. İsa’nın müjdelediği Peygamber “Rabbine en ziyade hamd edendi/Ahmedu’l-Hâmîdine lirabbihî”.[29] Bu yüzden peygamberler ehramının zirvesinde O (s.a.v.) vardı. İsa da Onu haber veriyor, bir anlamda dünyayı Onun (s.a.v.) gelişine ihzar ediyordu. Çünkü O (s.a.v.) “Ezelde sebeb ebedde netice idi.”
Ben-i İsrail’in Su-i Kastı
Ben-i İsrail, Hz. İsa’nın bütün mucizelerini sihir diye yaftaladı. Onu öldürmeye teşebbüs etti. Fakat Allah Teala Hz. İsa’yı Yahudilerin saldırısından korudu:[30] Ne öldürebildiler O’nu, ne de asabildiler. Ona benzetilen bir şakiyi, o zannederek çarmıha gerdiler. Çünkü Cenab-ı Hakk İsa’yı (a.s.) göğe yükseltti.[31]
Kıyametin arefesinde Hz. İsa tekrar yeryüzüne gelecek, bu defaki gelişinde resul olarak değil, geleceğini müjdelediği Muhammed sallallah-u aleyhi ve sellem’in davasını tahkim edebilmek için gayret sarf edecek. Hem bu gelişiyle Yahudilerin “öldürdük” yalanını tekzib, Hıristiyanların ilahlık isnadlarını reddedecek.
Dünya’ya Gelişi Gibi Gidişi de Farklı Oldu
Peygamberler tebliğ görevini ifa ederlerken nice zorluklarla karşılaştılar. Deli, sihirbaz, kahin gibi aşağılayıcı vasıflarla anıldılar. İftiralara maruz kaldılar. Eza gördüler; taşlandılar, kırbaçlandılar. Fakat bütün bunlara tahammül ettiler. Vazifeleri bitince de diğer insanlar gibi dünyadan ayrıldılar. Hz. İsa da eslafı gibi sıkıntılara maruz kaldı. Sonunda o da dünyadan ayrıldı. Fakat Hz. İsa’nın ayrılması, gelişi gibi harikulade oldu. Bütün peygamberler ölümü tadıp, ruhlarıyla semaya yükselirken o olduğu gibi alındı semaya…
Şimdi makalenin asıl mevzuuna yani Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışı, sonrasında ise tekrar dönüşü ile alakalı ayetlerin tarih boyu ulema tarafından nasıl anlaşıldıklarına bakalım:
TEVEFFA KELİMESİ
Hz. İsa’nın yeryüzünden ayrılışını ifade eden “teveffa” kelimesi “vefa” mastarından türeyen “tefe’ul” babında bir fiildir. Sözü yerine getirmek,[32] ihtiyacı karşılamak gibi anlamlara gelen bu kelime, esas itibariyle “bir şeyi tam yapmak” manasındadır. Nitekim bir malı ya da başka bir şeyi hiçbir unsurunu bırakmadan bütünüyle almaya da “teveffa” denir.[33] Zemahşeri’nin “Esasu’l-Belağa”da beyan ettiği gibi “Teveffa” kelimesi daha sonra mecazen “öldürmek” anlamında da kullanılmıştır.[34] Buna göre “teveffa”nın can almak, ruhu kabzetmek manaları sonradan şuyu’ bulmuştur.
“Teveffa” kelimesi, Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile ilgili “müteveffike” ve “teveffeyteni”[35] şeklinde iki ayrı yerde kullanılmıştır. Şimdi bu kelimeleri müfessirlerin nasıl anladıklarına bakalım:
Cumhura Göre
Cumhura göre ayetlerdeki “teveffa” kelimesi, “kabz etmek/teslim almak” anlamındadır. Çünkü “teveffa” kelimesinin asıl anlamı “bir şeyi bütünüyle almak” demektir. Buna göre “teveffa”nın Hz. İsa’ın (a.s.) akıbeti bağlamında mecazen “ölüm” anlamında kullanıldığının söylenmesi doğru olmaz. Çünkü burada mecazi mananın alınmasına dair bir delil mevcut değildir. Nitekim Kurtubi’ye göre; Allah Teala, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükseltmiştir. Sahih olan da budur. Taberi de bu görüşü tercih etmiştir. Abdullah b. Abbas’tan mervi en sahih görüş te bu şekildedir.[36]
İbn Cerir Taberi, “teveffa” kelimesinin tefsiri ile alakalı “uyutmak”, “ölmeden bedeniyle kabzetmek” ve “canını almak” şeklindeki rivayetleri verdikten sonra şöyle der: “Bu anlamların en doğrusu; ‘seni yeryüzünden alacak ve katıma yükselteceğim.’ şeklinde verilen manadır.” İbn Cerir bu manayı benimsemesine gerekçe olarak, Hz. İsa’nın nüzulü ile alakalı hadislerin mütevatir olmalarını gösterir.[37] Ebu Hayyan; “Hasan Basri, Dahhak, İbn Zeyd, İbn Cüreyc ve Muhammed b. Cafer b. Zübeyr’in de bu kanaati paylaştıklarını” beyan eder.[38] Müteahhirun arasında fekahetiyle öne çıkan Allame Alusi, bu babta tercihe şayan olan tefsirin “Hz. İsa’nın ölmeden ve uyumadan göğe yükseltilmiş olmasıdır.”[39] tarzındaki tefsir olduğunu söyler.
Rebi’ b. Enes’e Göre
Rebi’ b. Enes’e göre “teveffa” kelimesi “uyku” halinde iken alınma anlamındadır.[40] Nitekim Cenab-ı Hakk “O sizi gece ölü gibi uyutur.”[41] buyurmaktadır. İbn Abbas da, uykuda iken ruhların kabzedildiğini söyler.[42] Buna göre ayetteki “yeteveffaküm” kelimesi “yünimuküm/sizi uyutur” anlamındadır. Çünkü ölüm, uykunun kardeşidir. Nitekim Allah Resülü’ne (s.a.v.) “Cennette uyku var mı?” diye sorulduğunda; “Hayır! Uyku ölümün kardeşidir. Cennet ise, ölümün olmadığı yerdir.” buyurdu.[43]
“İnni müteveffike” ifadesi “seni uyutacağım” yani bu halde semaya yükselteceğim şeklinde olursa uykuda iken göğe çıkarılan Hz. İsa, korku duymaz ve uyandığında kendini semada emniyette bulur. Nitekim Rebi’ de Hz. İsa’nın bu halde yeryüzünden alınmasını Allah Tela’nın ona olan şefkatine bağlar.[44]
“Teveffa” kelimesi nasıl tefsir edilirse edilsin, ondan sonra gelen “ve rafi’uke ileyye/seni katıma yükselteceğim.” kaydı ile bedensel bir yükseliş olarak anlaşılır. Çünkü mezkür ifade usulcülerin diliyle “nass”dır. Yani bizzat bedensel yükselişi ifade etmek için serdedilmiştir. Çünkü “rafi’uke”den sonra gelen “ila” harfi cerri kelimenin “kişinin makam ve mevkiini yükseltmek” gibi mecazi manalara hamledilmesine manidir. Tıpkı “kanatlarıyla uçuyor” ifadesindeki ‘kanat’ kelimesinin “uçan” varlığın mecazen bu fiili işlediğini anlamaya mani olması gibi.[45]
“Teveffa” kelimesinin “uyutmak” şeklinde anlaşılması da Hz. İsa’nın göğe çıkarılışını teyit etmektedir. Nitekim “tevefffa” kelimesini bu şekilde tefsir eden Rebi’ semaya yükselmenin ruh ve bedenle olduğunu kabul eder.[46]
Vehb b. Münebbih’in Tefsiri
Vehb b. Münebbih, “müteveffike” kelimesinin “ölüm/mevt/ruhun bedenden ayrılması” anlamında olduğunu söyler. Bu görüşe göre; Allah Teala Hz. İsa’yı dünyada iken öldürdü ardından üç saat kadar yerde bıraktı ve bu halde yükseltip semada diriltti.[47]
Alusi, Vehb b. Münebbih’e ait bu tefsiri verdikten sonra tercihe şayan olanın Hz. İsa’nın ölmeden göğe yükseltildiğini anlatan görüş olduğunu beyan eder. Çünkü bir çok anlama gelen “teveffa” kelimesini, mecazi (ölüm) manada kullanabilmek için bir delil gereklidir. Halbuki böyle bir delil yoktur. Aksi yönde deliler mevcuttur. Bu durumda Vehb b. Münebbih’in tefsiri sağlıklı olmaz. Zaten Zahid Kevseri, Vehb b. Münebbih’in bu görüşü “Ehl-i Kitap”tan naklettiğini beyan eder.[48] Nitekim Zehebi, Vehb’in “İsrailiyyat” bilgisinin çok olduğunu nakleder.[49] Bu yüzdendir ki; Buhari ve Müslim, senedinde Vehb’in yer aldığı sadece bir hadisi eserlerine almışlardır.[50] Bütün bu mülahazalar Vehb b. Münebbih’in görüşünün niçin “şaz” olduğunu göstermeye kafidir.
Vehb b. Münebbih’in görüşü tercih edilse dahi bu, Hz. İsa’nın nüzulüne muhalif olmaz. Çünkü Vehb, Hz. İsa’nın semada diri olduğuna ve yeniden yer yüzüne geleceğine inanmaktadır.
Takdim ve Te’hir
Dahhak ve Ferra “inni müteveffike ve rafi’uke ileyye…” (seni eceline yetirecek ve kendime yükselteceğim.) ifadesinde “takdim” ve “te’hir”in olduğunu iki kelime arasında ki “atıf vavı”nın ise “tertib” ifade etmediğini söyler. Buna göre mana şu sıralamaya göre verilir: “inni rafi’uke ileyye ve mutahhiruke minellezine keferu ve müteveffike ba’de en tenzile mine’s-sema”; seni katıma yükselterek inkar edenlerden temizleyecek ve semadan indikten sonrada öldüreceğim.[51]
Ayet bildiriyor ki, Allah Teala Hz. İsa’yı Yahudilerden korumuştur. Gökyüzüne çıkartılan peygamber vakti zamanı gelince yeryüzüne inecek, vazifesini ifa edecek sonra da vefat edecektir. Bu grupta yer alan müfessirlerin “teveffa” kelimesini Hz. İsa’nın semadan indikten sonra ölmesi şeklinde anlamalarında hadisi şerifler etkin olmuştur. Nitekim Hasan Basri’den nakledilen bir hadiste Allah Resulü Yahudilere şöyle buyurmaktadır: “Muhakkak ki İsa (a.s.) ölmedi. O kıyametten önce size geri dönecektir.” (İnne İsa lem yemut ve innehu raci’un ileyküm kable yevmi’l-ahire)”[52]
“Teveffa” ile “vefat” kelimeleri arasındaki farkı idrak edemeyen, bu yüzden Hz. İsa’nın öldüğüne hükmeden, Zahiri İbn Hazm’da “Muhella”sında, nüzulün hak olduğunu söyler.[53] Görüldüğü gibi “teveffa” kelimesi, en uç tefsirleriyle dahi “nüzul” hakikatini teyit etmektedir. Hz. İsa’nın öldüğünü ve tekrar gelmeyeceğini iddia eden Cübbai’ye gelince Allame Zahid Kevseri Onun hakkında der ki; “Eğer o da nüzulü İsa ile alakalı hadislerin mütevatir olduklarını bilseydi, muhalefet etmezdi.”[54]
Müfessirler “teveffa”nın keyfiyeti üzerinde ihtilaf etmişler fakat tamamı Hz. İsa’nın şu an hayatta olduğunu kabul etmiştir.
Yakın Dönem Müfessirlerine Göre
Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla tekrar yeryüzüne gelmesinin söz konusu olmadığını savunan görüş, yakın dönem müfessirlerine aittir. Nitekim Muhammed Abduh ve talebesi Reşid Rıza “teveffa” kelimesinden ilk akla gelen mananın Hz. İsa’nın Allah Teala tarafından öldürülüp manen yükseltilmesi olduğunu söylemektedir.[55] Mezkür iki zatın anlayış usulünü benimseyen Mahmud Şeltut da hocalarını tevsik eden bir fetva neşretmiştir. Şeltut fetvasında Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla yeryüzüne tekrar gelmesinin söz konusu olmadığını savunur.[56] Mısır merkezli modernist tefsir anlayışının mimarlarını takiben alem-i İslam’ın çeşitli bölgelerinde Hz. İsa’nın öldüğünü ve dolayısıyla nüzul’ün olmayacağını söyleyen bir çok mütefasir zuhur etmiştir.
“Teveffa” kelimesi önce “bir şeyi tam olarak almak” anlamında kullanılmaktaydı. Nitekim Reşid Rıza da “teveffa” kelimesini tefsir ederken bunu itiraf eder. Fakat sonra ne olduysa “teveffa”dan akla ilk gelen anlamın ölüm olduğu iddiasında bulunur.
Yakın dönem modernist müfessirlerin söz konusu kelimeyi ”ölüm” olarak tefsir etmeleri kelimenin bu gün kazandığı anlam örgüsüne göredir. Kelimenin bu gün “ölüm” anlamında mütedavel olması, Kur’an’ın indiği dönemde sahabenin konuşma dilinden de aynı mananın anlaşılması gerektiğini zorunlu kılmaz. Eğer “teveffa” kelimesine çağdaş müfessirler gibi “ölüm” manası verilirse o zaman “Allah’u yeteveffe’l-enfuse hine mevtiha”; Allah o canları öldükleri (mevt) sırada, ölmeyenleri de uykularında alır (teveffa).[57] ayetindeki “öldükleri sırada” (hine mevtiha) ifadesi yanlış bir söz olurdu. Allah Teala’nın kelam-ı ise yanlıştan münezzehtir.
Yukarıdaki ayette, Allah Teala, uyuyanın da ölenin de ruhunu kabz ettiğini ifade ederken “teveffa” fiilini kullanır. Halbuki uyuyan ölmemekte, eceli gelinceye kadar tekrar canı salıverilmektedir. Buna göre, “teveffa” kelimesinin akla ilk gelen anlamı “mevt/ölüm”dür, demek doğru olmaz.
Ayrıca Kur’an-ı Hakim’i doğru anlamanın yolu indiği dönemin iletişim dilini dikkate almayla doğru orantılıdır.[58] Bu günün konuşma dilini referans kabul edip ayetleri tefsir etmek la-dini yorumlara zemin hazırlar.
Hadisenin ne gibi onulmaz hatalara kapı açtığını daha yakından görebilmek için şöyle bir örnek verebiliriz: “Bugün, talebenin diplomayı alabilmek için üniversiteye verdiği orijinal araştırmaya “risale(t)” denmektedir. Bu yoldan hareketle Kitab ve Sünnet’te varid olan “risalet”e de “hususi araştırma” anlamı verilirse, Allah Teala’dan gelen “vahiy” ve “risalet” ilga edilmiş olur. Bunun içindir ki; dildeki gelişmeleri Kur’an’ın manalarını geliştirmeye tatbik etmek Allah’ın ayetlerini bile bile tahrif etmek olur.[59]
Hz. İsa’nın elân ber hayat olduğunu söyleyen ve nüzulü kabul eden fakat “teveffa”ya farklı manalar veren eslafın görüşleri arasında tercihe şayan olanı, Allah Tela’nın, Hz. İsa’yı uyutmadan ve öldürmeden göğe yükselttiğini belirten cumhurun yaklaşımıdır.
Hz. İSA’nın SEMAYA YÜKSELTİLMESİ (REF’İ)
“Ref’” kelimesi “aşağı bırakmak” anlamına gelen “vaz’” kelimesinin zıddır. Buna göre ref’; “bir şeyi yukarı kaldırmak”, “derece itibariyle yüceltmek”, “yükseltmek” gibi anlamlara gelir.[60] “Ref’” kelimesi hem hakiki hem de mecaz anlam örgüsünde Kur’an-ı Kerim’de çok yerde mevcuttur: Nitekim bazen yerdeki cisimleri kaldırmak anlamında; “Hani bir vakit, sizden söz almıştık ve Tur’u da üzerinize kaldırmıştık (refe’na)”[61] Bazen bir binayı uzatmak anlamında; “İbrahim İsmail ile beraber Beyt’in (Kabe’nin) temellerini yükseltiyordu (yerfe’u). Bazen kişinin şanını yüceltmek anlamında; “Senin şanını yüceltmedik mi (refe’na)?[62] Bazen statü itibariyle üstün kılmak anlamında; “Bir kısmını derecelerle diğerinin üzerine çıkardık.”[63] kullanılmıştır.
“Ref’” kelimesi Kur’an-ı Kerim’de Hz. İsa ile alakalı ise iki yerde kullanılmıştır: “Ey İsa ben seni eceline yetirecek ve katıma yükselteceğim (ve rafı’uke ileyye) …”[64]; “…Halbuki onu kesin olarak öldürmediler. Bilakis Allah onu (İsa’yı) kendisine yükseltti (rafe’ahu’llah-u ileyhi).[65]
“Teveffa”yı müfessirlerin çoğunluğu hakiki manada kullanırken, “ref’” kelimesini ise mütekadimunun tamamı hakiki manada tefsir etmiştir. Buna göre, Hz. İsa’nın derecesi değil bizzat kendisi yükseltilmiştir.
Bu girişten sonra Hz. İsa ile ilgili olan “ref” kelimesinin niçin hakiki manada anlaşıldığını ve çağdaş müfessirlerin aksi beyanlarının neden muteber olmadığını izaha çalışalım:
“Ref’in yerden semaya doğru gerçekleşen hissi (maddi) bir yükselme olduğunu belirten Ebu Hayyan, görüşünü iki büyük müfessirin nakilleriyle teyit eder: “İbn Abbas, Hz. İsa’nın dünya semasına yükseltildiğini orada meleklerle birlikte Allah Teala’yı tesbih ettiğini, Deccal ortaya çıkınca da Beyt-i Makdis’teki taşın üzerine ineceğini” söyler. Zeccac; “Hz. İsa’nın, duvarında delik bulunan bir evde olduğu sırada, onu öldürmek için bir adamın eve girdiğini, bu esnada peygamber’in (a.s.) bedeniyle birlikte semaya yükseltildiğini, öldürmeye teşebbüs eden kişinin de dışarıya İsa’ya benzetilmiş bir halde çıktığını ve İsa’nın içeride olmadığını bekleyenlere haber verdiğini, daha sonra o muhbirin Ben-i İsrail tarafından öldürüldüğünü” nakleder.[66]
Kurtubi, Allah Teala’nın İsa’yı (a.s.) ölüm ve uyku olmaksızın semaya yükselttiğini, İbn-i Abbas, Taberi, Hasan Basri ve İbn Zeyd’in de bu görüşte olduğunu bildirir.[67]
Razi, Hz. İsa’nın Allah Teala’dan gayri kimsenin hükmünün geçerli olmadığı bir yere yükseltildiğini, yükseltmenin ise hissi olarak gerçekleştiğini söyler. Al-i İmran(3): 55; Nisa(4): 156-7 de bunun açık bir şekilde belirtildiğine vurgu yapar.[68] Zemahşeri[69] ve Beyadavi[70] başta olmak üzere dirayet tefsirinin diğer otoriteleri de, Hz. İsa’nın ölmeden semaya, yani meleklerin yanına yükseltildiğini beyan ederler.
Çağdaş Müfessirler Fetvalarıyla Kadiyanileri Meşrulaştırdılar!
Muhammed Abduh’un İslam’ı anlayış tarzını “esas” itibariyle benimseyen Reşid Rıza,[71] Mahmud Şeltut, Meraği, Süleyman Ateş[72]… gibi çağdaş müfessirlere göre Hz. İsa semaya ruhuyla yükseltilmiştir. Onlara göre “ref’” hadisesi Hz. İsa dünyada öldükten sonra, ruh ya da derecesinin yücelmesi şeklinde tahakkuk etmiştir. Nitekim Reşid Rıza Menar’da, Mahmud Şeltut da Kadiyaniler’in sorusu üzerine neşrettiği fetvada bunu açıkça savunmaktadır. Ne acıdır ki, Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla beklenen Mesih’in kendisi olduğunu söyleyen sahte peygamber Mirza Gulam Ahmed, davasını Mahmud Şeltut’un fetvasıyla isbat etmiştir(!).[73] Binlerle müslüman o büyük kurtarıcıların fetvaları neticesinde irtidat etmiş ve Mirza Gulam Ahmed’e intisab etmiştir. Ümmeti oturup Mesih bekleme rehavetinden kurtaralım diyen büyük müfessirler(!) (tarih boyu hiçbir dönemde oturup Mesih bekleyen ve işlerini ona havele eden İslami bir cemaat olmamıştır) bir kısım müslümanın irtidat etmesine zemin hazırlamıştır.
Reşid Rıza’nın Görüşü İbn Abbas’a mı Dayanır?
Reşid Rıza, Hz. İsa’nın öldüğünü nitekim İbn Abbas’ın da Al-i İmran(3): 55. ayetteki “inni müteveffike” kelimesini “inni mumituke” (seni öldüreceğim) şeklinde tefsir ettiğini söyler.[74]
Önceden de nakledildiği gibi İbn Abbas’tan rivayet edilen sahih görüşe göre söz konusu ayetin tefsiri, Hz. İsa’nın ölmeden göğe yükseltildiği şeklindedir. Reşid Rıza’nın istidlal ettiği rivayetin senedinde ise boşluk vardır. Çünkü bu rivayet, İbn Abbas’tan İbn Ebi Talha, Muaviye el-Hadremi, Abdullah b. Salih tarikiyle gelmektedir. İbn Cerir Taberi başta olmak üzere diğer müelliflere göre, İbn Ebi Talha İbn Abbas’a yetişememiştir. Yani rivayetin senedinde kopukluk vardır.[75]
Hz. İsa’nın öldüğünü dolayısıyla ayetlerde zikri geçen ref’ hadisesinin manevi bir yükselme olduğunu iddia eden Reşid Rıza ve bağlılarının esasta problemi mucizeyi kabullenmeyle alakalıdır. Nitekim ref’ ve nüzulü red anlayışının mimarı Muhammed Abduh çağdaş dünyanın aklına uymuyor diye “Fil Asahabı”nı yok eden kuş sürelerinin gerçekte sinek ya da sivrisinek olduklarını, bu sineklerin ayaklarına bulaşan çamurlara mündemiç halde taşıdıkları mikroplarla Ebrehe’nin ordusunu telef ettiklerini iddia eder.[76] Abduh bu çıkışıyla Kur’an’ın bildirdiği en bedihi hakikati inkar eder.
İngilizlerin desteğiyle Mısır’da başlatılan dini, aklileştirme sürecinde yeni Ezherlilere telkin edilen en önemli husus dini gaybi hakikatlerden kurtarmaktı(!).[77] Hz. İsa’nın “ref’” ve nüzulü de gaybi hakikatlerden olduğundan diğerleri gibi reddedildi.
Ref’ Kelimesinin Tahlili
Şimdi Hz. İsa’nın manen yükseldiğini iddia eden modernist ilahiyatçıların görüşlerinin niçin kabul edilemez olduğunu tahlil edelim:
* “Doğrusu Allah onu katına yükseltti (bel rafe’ahu’llahu ileyhi)” ayeti “ref’” hadisesinin hissi (maddi) olduğunu açıkça izah etmektedir. Ayetteki “ila” harf-i cerri mekan ve zaman için kullanıldığında tartışmasız olarak “intiha/ulaşmak/varmak” anlamını verir.[78] Buna göre Hz. İsa’nın bedeniyle bir yere ulaşması gerekir ki, orası da Allah Teala’dan gayrı kimsenin tasarruf sahabi olamadığı melekler alemidir. Bu anlamın ortaya çıkması için harici bir delile hacet yoktur. Çünkü “ref”’ bir şeyi aşağıdan yukarıya doğru nakletme şeklinde gerçekleşir. Ayette, hakiki manadan alıkoyacak bir karine olmadığından “ref”’ kelimesi mecazen manevi yükseltme anlamına hamledilemez. Bu durumda mecaz mana delil neticesinde ortaya çıkan bir ihtimal olmaz.[79] Çünkü ayette mecaz mana ihtimalini reddeden bir çok unsur vardır:
“Doğrusu Allah onu katına yükseltti.” ayetinin öncesi, Hz. İsa’ya benzeyen kişinin öldürüldüğünü beyan ederek, Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürdükleri iddiasının geçersiz olduğunu belirtir. Çünkü ayetin zahiri Allah Teala’nın nebisini, Yahudilerden gizlemek suretiyle semaya yükselttiğini, dolayısıyla düşmanlarının onu öldürüp asamadıklarını ifade etmektedir.
Ayetteki “bel” “nefy” den sonra geldiğinden, zorunlu olarak karşıtlık anlamı verir. Buna göre “bel” den öncesi sonrasının tam karşıtı olmalıdır.[80] Nitekim Arapça bilen birisi; “Lestu cai’an bel ene muzdacı’un”; “Aç değilim bilakis yatıyorum.” demez. Şöyle söyler; “Lestu cai’an bel ene şeb’anu”; “Aç değilim bilakis tokum.” Hadisenin daha açık bir şekilde kavranması için şu örneklere bakalım: “Halid ölmedi bilakis (bel) o salih bir adamdır.” demek yanlış olur. Doğrusu şöyle olmalıdır: “Bilakis (bel) o hayattadır.”. “Devlet başkanı öldürülmedi bilakis (bel) o Allah katında yüksek makam sahibidir.” demek te doğru olmaz. Çünkü devlet başkanının yüksek makam sahibi olması öldürülmüş olmasına engel değildir. Fakat “bel” kendinden sonrası ile öncesinin manasını ibtal eder. Bu malumat çerçevesinde ayete dönersek; Cenab-ı Hakk açık bir şekilde Yahudilerin Hz. İsa’yı öldüremediklerini bildiriyor. Bu bildirimden sonra gelen “bel” ölümün zıddı bir anlam içermelidir ki, o da diri olarak Hz. İsa’nın yükseltilmesidir.[81] Buna göre, “Devlet başkanı öldürülmedi bilakis (bel) o, Allah katında yüksek makam sahibidir.” ifadesi ne kadar cahilane ise “Hz. İsa ölmedi bilakis Allah onun derecesini yükseltti.” de o kadar amiyanedir. Çünkü katledilen nice peygamber (selavatullahi ala nebiyyina ve aleyhim ecmain) var ki onların derecesi yüksektir. Ne var ki, onların derecelerinin yükseltildiği ayrıca vurgulanmamıştır. Hz. İsa’nın Yahudiler tarafından öldürülmediği halde derecesinin yükseltilmesi, onların ise hem peygamber hem şehid oldukları halde derecelerinin yükseltilmemiş olması nasıl açıklanabilir?
“Onu ne öldürdüler ne de astılar” ayetinden sonra gelen “Doğrusu Allah Teala onu katına yükseltti (rafe’ahu).” ifadesinden İsa’nın (a.s.) canlı olarak semaya kaldırılması değil de Şeyh Mahmud Şeltut’un iddia ettiği gibi ruhunun yükseltilmesi anlaşılacaksa o zaman her hangi bir kişinin “Kur’an, kat-i surette İsa’ın (a.s.) öldürüldüğü sonra da asıldığı iddiasını reddetmiyor.” demesi mümkün olur. Çünkü ruhuyla yükseltilmesi, düşmanları tarafından öldürülüp sonra da asıldığı hezeyanını ortadan kaldırmaz. Bu durumda Kur’an’ın “Onu ne öldürdüler ne astılar” ifadesi –haşa- şaka kabilinden bir söz olur.[82]
* Hz. İsa’nın (a.s.) Allah Teala tarafından canı alınarak ölümden kurtarılması, Allah adına acziyet ifade eder. Çünkü Yahudiler de onun öldürülmesini istiyorlardı. Bu, tıpkı katil tarafından kesinlikle öldürüleceğine inanan kişinin, katl edileceği sırada ölümüm kendi elimden olsun diyip intihar etmesine benzer. Hakikat şu ki, Allah Teala beşere ait acziyet hallerinden münezzehtir.
* “Ref’” kelimesinin mecaz mana çerçevesinde; Hz. İsa’nın derecesinin ya da ruhunun yükseltilmesi şeklinde anlaşılması hiçbir faydaya mebni değildir. Çünkü Hz. İsa dahil bütün peygamberlerin Allah Teala katındaki dereceleri zaten yükseltilmiştir. Bu hususta değil malumat sahibi birinin, sıradan halkın dahi şüphesi yoktur. İster katledilsin isterse de normal bir ölümle canı alınsın, öldükten sonra bütün müminlerin ruhları yükseltilir. Bu durumda ruhun yükseltilmesini Hz. İsa’ya tahsis etmenin ne gibi bir faydası olabilir?! Hz. İsa dışındaki peygamberlerden ondan daha fazla eza görenler var, Allah Teala onları, derecelerini yükselttiğini söylemeden kurtardı. Çünkü peygamberlerin ruhlarının yükseltileceği herkese malum olan bedihi bir hakikattir.[83]
* Cenab-ı Hakk kurtarmayı murad ettiği resullerini farklı usullerle muhafaza etmiştir. Ref’i ise bir kurtarma tarzı olarak sadece İsa (a.s.) için cari kılmıştır. Bu durumda, Hz. İsa’nın ref’inin manevi yükselme olarak anlaşılması doğru olmaz. Çünkü onda bütün peygamberler ortaktırlar. Ref’ ruhun yükselmesi şeklinde de anlaşılmaz; çünkü o da bütün müminlere şamil bir hadisedir. Derecenin ve ruhun yükselmesi Yahudilerin öldürme teşebbüsünden bir kurtarma da olamayacağına göre Hz. İsa’nın hakikaten yükseltildiği aşikardır. Allah Teala onu, bu yolla kurtardı, tıpkı öteki peygamberleri farklı yollarla kurtardığı gibi.[84]
* Allah Teala, Hz. İsa’nın kurtarılışını anlatırken ref’ kelimesiyle yetindi. Böylece Yahudilerin “öldürdük-astık” nev’inden türettikleri iddiaları geçersiz kıldı. Bu da ref’in hakiki olmasını gerekli kılar. Kelime mecazi olması durumunda, Yahudilerin davasını çürütmez bilakis onları destekler. Çünkü derece itibariyle yükseltilme öldürme ve zarara engel olmaz.[85]
* Nisa suresindeki -Hz. İsa’nın ref’ini muhtevi-[86] ayetin “ve kanellah-u azizen hakima” (Allah Azizdir, Hakimdir.) şeklinde bitmesi ref’in basit bir ölüm olmadığını tescil eder. Çünkü ayette ref’ hadisesinin faili Cenab-ı Hakk’a medih vardır. Ölüm gibi sıradan ve herkese şamil bir hadiseden dolayı ise medhedilmenin bir anlamı olmaz. Üstelik ölüm, Allah ve Resul düşmanlarının arzuladıkları bir durumdur. Buna göre, Cenab-ı Hakk hem Peygamber düşmanı Yahudilerin isteğini yerine getirmiş hem de bundan dolayı kendini methetmiş olur.
Ayrıca Allah Teala hiçbir durumda bir peygamberinin canını aldığı için zatını methetmemiştir. Kur’an’ın ifadesiyle ölüm bir musibet iken nasıl olur da Cenab-ı Hakk ondan dolayı kendini metheder: “…yahut yolculukta iken ölüm musibeti (musibetu’l-mevt) başınıza gelmişse…”[87].[88]
Şeyhu’l-İslam Mustafa Sabri Efendi diyor ki; “Müslümanların inandığı manada Kur’an-ı Kerim’de beş yerde Hz. İsa’nın semaya yükseltildiği bildirilmektedir. Ref’ kelimesinin geçtiği ayetlerde sarahaten, nüzulden bahseden ayetlerde iktidaen[89] Hz. İsa’nın inkar edenlerden kurtarılıp temizleneceğini bildiren ayette[90] ise telmihen ref’ haber verilmektedir.[91]
Şeyhu’l-İslam, Al-i İmran suresindeki “ve mine’l-mukarrebin”[92] ifadesinin Hz. İsa’nın “mukarrabin meleklerin” mahalline yükseltildiğini, “vecihen fi’d-dünya ve’l-ahire” kaydının da “Dünya ve ahirette itibarlı olanlardan” yani semaya yükseltildikten sonra dünyada makam sahibi olduğundan bahsettiğini, “Onlar tuzak kurdular. Allah da tuzak kurdu. Allah tuzak kuranların en hayırlısıdır.”[93] ayetinin de ref’in kurulan tuzağı lağvettiğini ihbar ettiğini söyler. Buna göre Hz. İsa’nın semaya yükseltildiğini bildiren ayetlerin sayısı sekize ulaşır.[94]
Nüzul-i İsa meselesine itiraz edenlerin ileri sürdüğü bir nokta da, Hz. İsa’nın (a.s), diri olarak kaldırıldığı semada hayatını nasıl idame ettirdiği sorusudur. Bu itiraz, hayatı materyalist bir kabulle tek boyutlu ve tek katmanlı görmenin sonucudur. Oysa bir Müslüman, mesela şehitlerin ölü olmadığını bilir. Onlardan derece olarak daha yüksekte bulunan peygamberlerin dünyadan ayrılışının mutlak ölüm olarak değerlendirilemeyeceği de buna göre bedihidir. Hatta evliyaullahın bile kabirde cesetlerinin çürümediği malum ve müsellem bir husustur. Keza meleklerin ve cinlerin de yaşadığı bir hayat vardır ve insan hayatı hakkında cari olan fıtrî/ontolojik yasalar onlar için geçerli değildir.
Şu halde madem ki hayatın katmanları ve boyutları var; öyleyse Hz. İsa’nın (a.s) bu dünyada yaşanan hayat boyutundan, semaya ref edilmek suretiyle meleklerin yaşadığı hayat boyutuna intikal ettirildiğini söylemekte bir beis olmamalıdır.
Ref’ ile ilgili ayetlerin delalet yönünden kesin olmalarından dolayı cumhur (Abduh’a kadar) Hz. İsa’nın bedeniyle birlikte yeryüzünden yükseltildiği hususunda icma etmiştir.
NÜZUL
Hz. İsa’nın Kıyametin arefesinde tekrar yeryüzüne ineceği Kur’an-ı Kerim’de açıkça beyan edilmiştir. Bu husustaki hadis-i şerifler tevatür derecesine ulaşmamış olsalardı dahi yine de ayetler nüzul hakikatini tek başına isbata malik olurlardı.
Hz. İsa’nın nüzulünden bahseden ayetler şunlardır: “O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[95] “Ehl-i Kitaptan her biri, ölümünden önce ona muhakkak iman edecektir. Kıyamet gününde de onlara şahit olacaktır.”[96] “Şüphesiz ki O (İsa) kıyamet için (onun yaklaştığını gösteren) bir bilgidir.”[97] “Allah ona (İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”[98]
Kühulette Konuşacak
Hz. İsa’nın nüzulünü işaret eden birinci ayette zikredilen “kehl” kelimesinin insan hayatının hangi evrelerine tekabül ettiğinde ihtilaf edilmiştir. Nitekim “kehl” için; 30-40; 33-50; 34-51; gibi yaş sınırları telaffüz edilmiştir. Fakat bütün bunların toplandığı ortak nokta kehl’in; otuz yaşını aşan saçı başı ağaran kişileri kapsadığıdır.[99]
Hz. İsa’nın hem beşikte (fi’l-mehdi) hem de yetişkinlikte (kehla) konuşması birer mucizedir. Beşikte iken çağının tanıklarına konuştu, yetişkinlikte ise Ümmet-i Muhammed’e konuşacak. İlki gibi ikincisinde de bir olağan üstülük olmalıdır. Aksi takdirde yetişkinlikte konuşmasının ayette zikredilmesi anlamsız olurdu. Çünkü konuşma yetişkinliğin tabii bir yansımasıdır. Burada dikkate şayan olan husus, gençlik döneminde yer yüzünden alınan, yüzlerce yıl farklı ortamlarda yaşayan bir Peygamber’in tekrar insanların arasına dönüp onlara İslam’ı anlatmasıdır.
Hz. İsa, annesine iftira atıldığı zaman beşikte konuşmuş “Ben Allah’ın kuluyum” demişti. Allah Teala onu otuz üç yaşında semadan indirince o, yine konuşacak ve tekrar “ ben Allah’ın kuluyum” diyecektir.[100] Böylece onun adına yapılan iftiradan kendisini temize çıkaracaktır.
Said b. Müseyyeb, Zeyd b. Eslem başta olmak üzere selefin ileri gelenleri “Hz. İsa’nın otuz üç yaşında semaya yükseltildiğini, tekrar yeryüzüne geleceğini, orada yirmi dört sene yaşayacağını bildirmektedirler. İbn Cerir de sahih bir senetle aynı görüşü Ka’b’ul-Ahbar’dan nakletmektedir.[101]
Bütün peygamberler gönderildikleri kavimlere konuşmalarına rağmen, Hz. İsa’nın davetini anlatan bu ayet onun özel vazifesine münasib bir şekilde, -“Ben-i İsrail-e” ya da “ kavmehu/kavmine”tarzında değil de- “ve yükellimu’n-nas-e/insanlara konuşacak” şeklinde nazil olmuştur. Bundan gaye ise, Hz. İsa’nın muhatap kitlesinin çağının tanıklarının yanı sıra ahir zamanda içlerine ineceği insanları da kapsadığını bildirmektir. Nitekim Hz. İsa’nın peygamberliğini müjdeleyen ayet; “O (İsa) İsrailoğullarına bir elçi olacak” şeklindedir. Yani Allah Teala Hz. İsa’nın peygamberliğini “Ben-i İsrail” ile sınırlandırmıştır. Söz konusu ayet “ O, beşikte de, yetişkinlikte de insanlara konuşacak…”[102] ayetiyle kıyaslandığında aralarında hususiyet ve umumiyet açısından zıtlık olduğunu görülür. Halbuki genellik ifade eden ayet hususiyet arz eden ayetin siyakında vaki olmuştur. Bu, ifadede çeşitlilik olsun diye yapılmamıştır. Bilakis izhar ettiğimiz nükteden dolayıdır. Ayrıca “Ben-i İsrail”e peygamber olarak gönderilecek Hz. İsa’nın ayette “resul” vasfıyla zikredilmesi, beşikte ve olgunlukta konuşmasını anlatan ayette ise vasıfsız anlatılması iyice düşünülmesi gereken bir diğer husustur.[103]
Ehl-i Kitab Hz. İsa’ya (a.s.) İman Edecek
Nüzulü haber veren ikinci ayete (Nisa: 159) göre Hz. İsa ölmeden önce, ehl-i kitap ona “Allah’ın kulu ve elçisi olarak” iman edecektir. Böylece farklı dinler birleşerek İslam çatısı altında toplanacaktır. Hz. İsa kıyamet günü Yahudi ve Hristiyanlar’dan -ref’den önce ve nüzul’den sonra- ona iman eden ya da onu reddedenler hakkında şahadette bulunacaktır. Bahsi geçen ayette ki “bihi/ona” ve “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadelerindeki “hu/o” zamiri yukarıdaki çerçeve dışında bir tefsirde bulunmaya mani olmaktadır. Nitekim Ebu Hureyre, İbn Abbas, Katade, Hasan Basri, İbn Zeyd, Ebu Zeyd, Ebu Malik de ayeti böyle anlamıştır.[104] Buna göre ayeti, Ehl-i Kitap’tan birisinin ölmeden önce, Hz. İsa’ya iman etmesi şeklinde anlamak doğru değildir. Çünkü ayetlerin siyakı Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürüp astıkları yönündeki iddialarını çürütmektedir.[105] Nisa suresinin 155. ayetinden itibaren kendisinden bahsedilen kişi, Hz. İsa’dır; Ayetler Ona ve annesine yapılan isnatlardan onların beri olduklarını anlatmaktadır. Buna göre bütün zamirler Hz. İsa’ya dönmektedir. Ayetlerin siyakı ve Arap dilinin kaideleri bunu gerektirir. Aksi bir delil olmadıkça zamirler böyle anlaşılır. Burada da farklı anlamı gerekli kılacak bir unsur yoktur. Nitekim Kur’an’ın nazil olduğu dil olan Arapçaya vukufiyetiyle şehir Büyük Müfessir Ebu Hayyan da zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani mananın yukarıdaki gibi olduğunu belirtmektedir.[106]
İbn Kesir, yukarıdaki manayı destekleyen hadislerin mütevatir olduklarını nakleder. Ebu Hureyre’nin rivayet ettiği Buhari ve Müslim’in de kitaplarına aldıkları bir hadis şerif’te Ebu Hureyre, Hz. İsa’nın nüzulden sonra yapacağı şeyleri tadat eder sonrada zamirlerin Hz. İsa’yı kastettiğini ifade sadedinde söz konusu ayeti okur.[107]
Ehl-i Kitab’ın Hz. İsa’ya iman edeceğini ifade eden “leyu’mine’nne” fiilinin başında “cevab-ı kasem lam”ı[108], sonunda da “te’kit nun”u vardır. Bunlar, fiili gelecek zamana tahsis ederler. Buna göre “leyu’mine’nne”nin anlamı: “Gelecekte belli bir zamanda var olacak bütün kitabiler Hz. İsa’ya iman edecekler.” şeklinde olur. Ayetin devamındaki “kable mevtihi” kaydı da gelecek zamanı işaret etmektedir.[109] Ayetten aşikar olduğuna göre Ehl-i Kitab’ın tamamı Hz. İsa’ya iman edecektir. Bu da henüz tahakkuk etmemiştir. O halde nüzulden sonra yaşanacak zaman, bu Kur’an-i hakikatin inkişaf devresi olacaktır.
Bütün deliller, zamirlerin Hz. İsa’ya döndüğünü yani Mesih’in nüzulünü isbat ediyor. Buna mukabil “kable mevtihi/ölümünden önce” ifadesinde ki zamirin “kitabiye” işaret ettiğini gösteren bir delil yok. Nasıl ki sahih bir rivayetin olduğu yerde gayr-i sahih bir rivayete iltifat edilmez, tıpkı bunun gibi ayetin siyakının gerektirdiği manayı terk etmeyi ya da bir karine olmaksızın lafzı, zahir anlamından çıkarmayı gerektiren görüş de dikkate alınmaz.[110]
Hz. İsa Kıyamet’in Alametidir
Hz. İsa’nın geleceğini haber veren üçüncü ayete (Zuhruf: 61) göre nüzul, kıyametin yaklaştığını bildiren bir alamet olacaktır.[111] Çünkü ayetteki (ve innehu) “hu” zamiri Hz. İsa’ya dönmektedir. İbn Abbas, Mücahid, Katade, Hasan Basri, Süddi, Dahhak ve İbn Zeyd’e göre ayetin tefsiri şu şekildedir; “Hz. İsa’nın ortaya çıkması kıyametin yaklaştığına delalet eden bir bilgi olacaktır. Çünkü nüzul kıyamet alametlerindendir.”[112]
Hz. İsa’nın yeryüzündeki ilk hayatına gelince bu, kıyamet alameti olarak addedilemez. Çünkü ondan sonra Allah Resulü (s.a.v.) gelmiştir. Buna göre, Hz. İsa’nın nüzulünün alamet olarak kabul edilmesi tek doğru tefsir olur.
Ayetin siyakında, öldükten sonra dirilmeyi reddeden Mekkeli müşrikler var gerekçesiyle manayı; “Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelmesi Kıyamet’in -sadece- imkanına delildir.” [113] şeklinde anlamak da doğru değildir. Çünkü Mekkeli müşrikler Hz. İsa’nın babasız dünyaya geldiğini, hastaları iyileştirdiğini, -Allah’ın inayetiyle- ölüleri dirilttiğini kabul etmiyorlardı. Bütün bu deliller işaret etmektedir ki, müşrikler Hz. İsa’ya inanmamışlardır. Bu durumda nasıl olur da kabul etmedikleri bir peygamberle onlara karşı ihticac edilir.[114]
Abdullah b. Abbas, Ebu Hureyre, Ebu Malik el-Ğifari, Zeyd b. Ali, Katade, Mücahid, Dahhak, Malik b. Dinar, A’meş, Kelbi ve İbn Atıyye “le ilmun” şeklinde şöhret bulan kelimeyi “ayn” harfinin fethasıyla “le alemun/alamet” şeklinde okumuşlardır.[115] Bu okuyuşa göre bizzat Hz. İsa, kıyamet alametidir.
İbn Abbas’ın rivayet ettiğine göre, Allah Resulü (s.a.v.) de “ve innehu le alemun li’s-sa’a” ayetini; “Hz. İsa’nın Kıyametten önce inmesi” şeklinde tefsir etmiştir.[116]
Hz. İsa Kur’an’a Göre Hüküm Verecek
Hz. İsa’nın ineceğine işaret eden bir diğer ayette ise Melekler Meryem’e hitaben şöyle demektedirler: “Allah ona (İsa’ya) kitabı, hikmeti, Tevrat’ı ve İncil’i öğretecek.”[117] Ayette zikredilen “kitab” ile alakalı müfessirler farklı izahlar yapmışlardır. Kelimeyi mastar olarak alanlar ona, “elle yazmak” anlamı vermişlerdir.[118] “el-Kitab” kelimesinin başındaki “el” takısının “cins” için olduğunu söyleyenler ise, bu kelimeden maksadın Tevrat ve İncil dışında vahy edilen diğer kitaplar olduğunu belirtmişlerdir.[119] Kur’an-ı Kerim’e bakıldığında ise “kitab” kelimesi “Tevrat ve İncil”le kullanıldığında Kur’an-ı Kerim anlamına gelmektedir. Nitekim Al-i İmran 3’de ki “Kitab” kelimesi Kur’an-ı ifade etmektedir.
Melekler Hz. Meryem’e, oğlu İsa’ya İncil’in öğretileceğini bildirdikleri sırada İncil henüz nazil olmamıştı. Fakat önceki nebi ve alimler katında indirileceği bilinmekte idi.[120] Bu yüzden hadisenin vukuundan önce ilamı yapılmıştır. Levh-i Mahfuz’da var olan Kur’an-ı Kerim’in de indirileceği ehline malumdu. Hz. İsa’nın bi’seti esnasında Kur’an henüz nazil olmadığına, İsa’ya da öğretileceğine bakılırsa şu söylenebilir: Hz. İsa Kıyametin arefesinde inecek ve kendisine öğretilen Kur’an-ı Kerim’le amel edecektir. Nitekim nüzulü haber veren hadis-i şerifler Hz. İsa’nın İslami hükümlerle amel edeceğini bildirmektedirler.[121]
Nüzül İle İlgili Hadisler
Konuyla alakalı neredeyse bütün hadis kitaplarında bir ya da daha fazla rivayet bulunmaktadır. Hadis-i şeriflerde Hz. İsa’nın nasıl ve nereye ineceği, hangi özellikleri vesilesiyle tanınacağı, neler yapacağı gibi soruların cevapları vardır. Cumhura göre bu hadisler “Hz. İsa’nın nüzülünü” bildirmeleri noktasında mütevatirdirler. Nitekim her kuşak ve meşrebten bir çok alim, sarahaten bu hadislerin mütevatir olduklarını belirtmiştir. Bunlar arasında öne çıkanlar şunlardır: Taberi, Ebu Huseyn Aburi, İbn Rüşd, İbn Atıyye, Kurtubi, Ebu Hayyan, İbn Kesir, İbn Hacer, Şevkani, Sıddık b. Hasan Kınnevci, Kettani, Keşmiri,[122] Muhammed Zahid Kevseri,[123] Muhammed Sıddık el-Ğumari, Abdulfettah Ebu Ğudde.
Mütevatir olmaları hasebiyle “zarurat-ı diniyye”den kabul edilen ve bu yüzden “sem’iyyat”a taalluk eden hususlar arasında yer alan nüzul-ü İsa meselesi, tartışma ve redde kapalı bir mevzudur. Çünkü tevatür yoluyla sabit olan her hangi bir hükmün inkarı, Hz. Resulullah’ı da inkar anlamına gelir.
Muhammed Abduh, Reşid Rıza, Mahmud Şeltut gibi modernist anlayışa sahip kişiler mütevatir hadislerin gücünü yakinen bildiklerinden hadislerin mütevatir olduklarını reddetmişlerdir. Böylece de meseleyi itikadi alanın dışına taşımak istemişlerdir.
Abduh ve onun çizgisinin müdavimlerinin hadislerin ahad haber olduklarını, bu nevi rivayetlerin sayıca çok olmalarının tevatür için hiçbir anlam ifade etmeyeceklerini iddia etmeleri de bilgi yanlışlarıyla doludur. Nasıl olur da sahabe kuşağından otuz küsür ravinin rivayet etiği bir mesele ahad olabilir?! Kur’an ve Sünnet’in adaletlerini açıkça beyan ettiği sahabeden otuz küsür ravinin Hz. İsa’nın inişi noktasında ittifak etmeleri, modernistlerin zihnindeki yalan ihtimalini def edemiyorsa ortada başka ve daha önemli bir problem var demektir.
İcma
Ebu Hayyan “Hz. İsa diridir, ahir zamanda yeryüzüne inecektir,…” şeklindeki mütevatir hadislerin gerektirdiği mana üzerine ulemanın icma ettiğini nakleder.[124]
Malum… İcma, ictihat derecesine ulaşan alimlerin şer’i bir hususta fikir birliği içersinde olmaları anlamına gelir.[125] Buna göre, amel ve itikat cihetiyle istikamet üzere olmayan bidat ve fısk sahibi bir alimin icmaya aykırı görüş beyan etmesi icmanın akdedilmesine mani değildir.[126] Çünkü bidat ehli olan zevat insanlar üzerine şahit (örnek) olma[127] misyonunu kaybeder. Bu durumda ondan gelen ihtilafın mevcudiyeti bir mana ifade etmez.
Hz. İsa’nın (a.s.) yeryüzüne tekrar inmesi hususunda oluşan icmaya, sadece Mu’tezile ve Cehmiyye’nin bir kısmı muhalefet etmiştir. Zahid Kevseri “‘Mu’tezile’nin bir kısmı’ ifadesinden muradın da Cübbai olduğunu söyler. Ne ki Cübbai bu husustaki rivayetlerin tevatür derecesinde olduğunu bilseydi onlara muhalefet etmezdi.”[128] der.
Hz. İsa’nın inişine Ehl-i Bid’at fırkalardan dahi geniş katılımlı bir muhalefet olmamıştır. Bütün bunlar icma delilinin bu bahiste ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir.
Sonuç
Ayetler açıkça Hz. İsa’nın ölmeden semaya yükseltildiği ve kıyametin öncesinde tekrar yeryüzüne ineceğini beyan etmektedir. Hadis-i şerifler de manevi tevatür derecesindedir. Aksi mutalaalar, zorlama tevillerle ulaşılan ve bilgi değeri olmayan görüşlerdir.
“Ref’” ve “nüzül”ün hakikat olduğunu söyleyen cumhur, ayet ve hadislerle istidlal etmektedir. Fakat aynı şey, “ref’” ve “nüzül”ü reddedenler için söylenemez. Çünkü nüzulün olmayacağını muhtevi tek bir ayet ya da hadis’in varlığından söz edilemez. Bu yüzden İslam’ın erken asırlarından bu tarafa Hz. İsa’nın nüzulü “zarurat-ı diniye”den addedilmiştir.
İnsanlar gibi ilmin de nesebi vardır. Kuşak be kuşak bilgi o neseb vasıtasıyla ilk kaynağına ulaşır. Buna göre, Hz. İsa gelecek diyenlerin senedi Hz. Kur’an ve Sünnet’e dayanır. İnmeyecek diyenlerin nesebi ise Cübbai’yi şaz olarak alırsak Abduh’tan öteye geçmemektedir.
Bütün bunlardan sonra söylenecek tek bir söz kalır o da şu ayettir: “Haktan sonra sadece sapıklık vardır. O halde nasıl oluyor da (Hak’tan) döndürülüyorsunuz.”[129]
Dipnotlar:
[1] Kur’an, A’raf(7): 187.
[2] Müslim, İman/8; Tirmizi, İman/2738; Ebu Davud, Sünnet/4695.
[3] Kur’an, Lokman(31).34.
[4] Said Ramazan el-Buti, Kübra’l-Yakiniyyati’l-Kevniyye, Beyrut, 1982, s. 318 vd.
[5] Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 75.
[6] Kur’an, Al-i İmran(3): 36.
[7] Ebu’l-Fida İsmail İbn Kesir, Muhtasar-u Tefsir-i İbn Kesir, (İht. Muhammed Ali Sabuni), Beyrut, 1399, I, 279.
[8] Kur’an, Al-i İmran(3): 37.
[9] Kur’an, Al-i İmran(3): 47.
[10] Kur’an, Kamer(54): 50.
[11] Kur’an, Meryem(19): 23; Abdullah Muhammed b. Ahmed Kurtubi, el-Camiu li-Ahkami’l-Kur’an, Beyrut, 2000, XI, 92.
[12] Kur’an, Meryem(19): 23.
[13] Kur’an, Meryem(19): 27.
[14] Kur’an, Meryem(19): 29.
[15] Kur’an, Meryem(19): 30.
[16] Kurtubi, a.g.e., XI, 69.
[17] Kur’an, Meryem(19): 30.
[18] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.
[19] Kurtubi, a.g.e., VI, 16.
[20] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.
[21] Muhammed b. Muslihiddin Mustafa el-Kocevi, Haşiyet-u Muhyiddin Şeyhzade ala Tefsiri’l-Kadi el-Beydavi, Beyrut, 1999, V, 550.
[22] Kurtubi, a.g.e., VI, 16.
[23] Kur’an, Meryem(19): 36.
[24] İbn Kesir, a.g.e., II, 451.
[25] Kur’an, Maide(5): 72.
[26] Ebu’l-Kasım Carullah Mahmud b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşaf an Hakaiki’t-Tenzil ve Uyuni’l-Ekavil, Beyrut, ty, I, 634.
[27] Bkz. Muhammed Ali Sabuni, Safvetu’t-Tefasir, Beyrut, 1980, I, 373.
[28] Kur’an, Saff(61): 6.
[29] Ahmed ve Muhammed isimlerin ayrıntısı için bkz. Kurtubi, a.g.e., XVIII, 55.
[30] Kur’an, Maide (5): 110.
[31] Kur’an, Nisa(4): 157-58.
[32] Mecduddin Muhammed b. Ya’kub Fîrûzâbâdiî, el-Kamusu’l-Muhid, Beyrut, 1999, IV, 462.
[33] Ebu’l-Fadl Cemalüddin Muhammed İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut, 1994, XV, 400.
[34] Zemahşeri, Esâsu’l-Belâğa, Dâru’l-Fikr, Beyrut, 1989, s. 684; Muhammed Zahid Kevseri, Nazretun Abire fi Mezaimi men Yünkiru Nuzüle İsa Kable’l-Ahire, Kahire, 1987, s. 95.
[35] Kur’an: Al-i İmran(3):55; Maide(5): 117.
[36] Kurtubi, a.g.e., IV, 65.
[37] Kevseri, a.g.e., s. 98.
[38] Muhammed b. Yusuf Ebu Hayyan, el-Bahru’l-Muhid, Beyrut, 1993, II, 497.
[39] Ebu’l-Fadl Şihabuddin Mahmud Alusi, Ruhu’l-Meani, Beyrut, 1985, III, 179.
[40] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Alusi, a.g.e., III, 179.
[41] Kur’an, En’am(6): 60.
[42] Sabuni, a.g.e., I, 395.
[43] Kurtubi, a.g.e., IV., 65; Alusi, a.g.e., III, 179.
[44] Alusi, a.g.e., III, 179.
[45] Kevseri, Nazretun Abire, s. 96.
[46] Alusi, a.g.e., III, 179.
[47] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497; Alusi, a.g.e., III, 179.
[48] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.
[49] Muhammed b. Ahmed Zehebi, Siyer-u A’lami’n-Nübela, Beyrut, 1998, IV, 545.
[50] Zehebi, a.g.e., IV, 556.
[51] Kurtubi, a.g.e., IV., 64; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497
[52] İbn Kesir, a.g.e., I, 286; Keşmiri, a.g.e., s. 243.
[53] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.
[54] Kevseri, Nazretun Abire, s.131.
[55] Muhammed Reşid Rıza. Tefsiru’l-Kur’ani’l-Hakim, Beyrut, 1999, III, 261.
[56] Kevseri, Nazretun Abire, (Şeltut’un fetvası için bkz. s. 23-31.) s.29-30.
[57] Kur’an, Zümer(39): 42.
[58] Kevseri, Nazretun Abire, s. 99-100.
[59] Kevseri, Nazretun Abire, s. 100.
[60] İbn Manzur, a.g.e., VIII, 129-131.
[61] Kur’an, Bakara(2): 93.
[62] Kur’an, İnşirah(94): 4.
[63] Kur’an, Zuhruf(43): 32.
[64] Kur’an, Al-i İmran(3): 55.
[65] Kur’an, Nisa(4): 157-8.
[66] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497.
[67] Kurtubi, a.g.e., IV, 65.
[68] Fahruddin Muhammed b. Ömer Razi, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, 1990, XI, 81.
[69] Muhammed b. Ömer Zemahşeri, el-Keşşaf, Beyrut, ty., I, 432.
[70] Nasıruddin Ebu Said b. Ömer Beydavi, Envaru’t-Tenzil ve Esraru’t-Te’vil, (Şeyhzade haşiyesi ile birlikte), Beyrut, 1999, III, 447.
[71] Reşid Rıza, a.g.e., III, 260-2.
[72] Süleyman Ateş, Çağdaş Kur’an Tefsiri, II, 50
[73] Kevseri, Makalatu’l-Kevseri, Kahire, ty. s. 271.
[74] Reşid Rıza, a.g.e., VI, 17.
[75] Kevseri, Makalat, s. 259.
[76] Muhammed Abduh, Tefsir-u Cüz’i Amme, Mısır, ty., s. 120.
[77] Buti, a.g.e., s. 226.
[78] Mustafa b. Hamza b. Adalı, Netaicu’l-Efkar, Beyrut, 2003, s.41.
[79] Kevseri, Nazretun Abire, s. 93.
[80] Mustafa Sabri Efendi, el-Kavlu’l-Fasl, Mısır, 1986, s. 142; Kevseri, Nazretun Abire, s. 93.
[81] Buti, a.g.e., s. 226.
[82] Mustafa Sabri, Mevkıfu’l Akl-i ve’l-İlm-i ve’l-Alem min Rebbi’l-Alemin ve İbadihi’l-Murselin, Beyrut, 1981, IV, 182.
[83] Abdullah b. Muhammed b. es-Sıddık el-Haseni, Akidet-u Ehli’l-İslam fi Nüzul-i İsa, Beyrut, 1986, s. 39.
[84] el-Haseni, a.g.e., s. 39.
[85] el-Haseni, a.g.e., s. 39.
[86] Kur’an, Nisa(4): 158.
[87] Kur’an, Maide(5): 106.
[88] el-Haseni, a.g.e., s. 40.
[89] Kur’an, Nisa(4): 159; Zuhruf: 61.
[90] Kur’an, Al-i İmran(3): 55.
[91] Mustafa Sabri, Mevkıf, IV, 181,
[92] Bkz. Alusi, a.g.e., III, 45.
[93] Kur’an, Al-i İmran(3): 55; Hz. İsa ile münasebeti için bkz. el-Haseni, a.g.e., s. 49.
[94] Mustafa Sabri, Mevkıf, IV, 181.
[95] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110.
[96] Kur’an, Nisa(4): 159.
[97] Kur’an , Zuhruf(43): 61.
[98] Kur’an, Al-i İmran(3): 48.
[99] İbn Manzur, a.g.e., XI, 600.
[100] Kurtubi, a.g.e., IV, 58; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 483.
[101] Alusi, a.g.e., III, 164; el-Haseni, a.g.e., s. 32.
[102] Kur’an, Al-i İmran(3): 46; Maide(5): 110.
[103] el-Haseni, a.g.e., s. 33.
[104] el-Haseni, a.g.e., s. 42.
[105] İbn Kesir, a.g.e., I, 458.
[106] Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408; Ayrıca bkz. Kevseri, Nazra Abire, s. 100; Muhammed Bahit el-Muti’i, Nüzul-u İsa Aleyhisselam, (Diğer risalelerle bir arada), Kahire, 1320, s. 127-28.
[107] İbn Kesir, a.g.e., I, 458.
[108] Kasem hazfedilmiştir. Bkz. Ebu Hayyan, a.g.e., III, 408.
[109] Kevseri, Nazra Abire, s. 103.
[110] Kevseri, Nazra Abire, s. 102.
[111] Kur’an ,Z uhruf(43): 61.
[112] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26.
[113] Mahmud Şeltut, Münakaşa, (Nazra Abire” ile birlikte), s. 43-4.
[114] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.
[115] Ebu Hayyan, a.g.e., VIII, 26.
[116] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.
[117] Kur’an, Al-i İmran(3): 48.
[118] Kurtubi, a.g.e., IV, 60; Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484; Alusi, a.g.e., III, 166.
[119] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484; Alusi, a.g.e., III, 166.
[120] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 484.
[121] Geniş bilgi için bkz. Suyûtî, Kitâbu’l-İ’lâm bi Hükmi İsâ Aleyhisselam, (el-Hâvî içinde), II, 277 vd.
[122] el-Haseni, a.g.e., s. 13-6.
[123] Kevseri, Nazra Abire, s. 104.
[124] Ebu Hayyan, a.g.e., II, 497.
[125] Kevseri, a.g.e., s. 135.
[126] Abdulaziz Ahmed Buhari, Keşfu’l-Esrar an Usuli’Fahri’l-İslam el-Bezdevi, Beyrut, 1991, III, 440 vd.
[127] Kur’an, Bakara(2): 143.
[128] Kevseri, Nazra Abire, s. 143.
[129] Kur’an, Yunus(10): 32.
Browsing Category
Abdulaziz Bayındır
mavlana-sema0
MEVLANA HZ. VE SEMÂ’ NIN MÜBAHINA DELILLER -2
Kişinin ‘teganniyi dinlemek haramdır’ sözünün mânâsı ‘Allah bundan dolayı ceza verecektir’ demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür
Aralık 31, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Mustafa İslamoğlu
mavlana-sema0
MEVLANA HZ. VE SEMÂ’ NIN MÜBAHINA DELILLER
Semâ’nın haram olduğunu savunanlar, şu ayet ile istidlâl etmişlerdir
Aralık 35, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Mustafa İslamoğlu
kurani-kerim-30
ICTIHAT KAPISINI KIM KAPATIR KIM ACAR?
Dinî hayatımızı inşa ederken neyi esas alıp neye göre hareket edeceğimiz, ne yazık ki artık bir tartışma ve polemik konusu. Görüş ve öneri çok
Kasım 04, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Mezhepsizler,Muhammed Abduh, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu
abdulaziz-bayindir0
MEZHEBIN LÜZUMU YOKTUR DIYEN BI KAFALARA AKLI VE NAKLI CEVAPLAR !
Bir müctehidin ictihad ederek elde ettiği bilgilerin hepsine, o müctehidin mezhebi denir. Eshab-ı kiramın (Rıdvanullahi Teala ve Anhum Ecmain) hepsi derin birer âlim, birer müctehid
Kasım 53, 2011Abdulaziz Bayındır, Mezhepsizler, Mustafa İslamoğlu
emevi-ak-minareli-camii0
HZ. İSA (ALEYHISSELAM) İNECEK MI?
Nüzülü İsa (a.s) meselesi Kıyamet alametleri içerisinde yer alan ve delilleri ‘vurud’ ve ‘delalet’ yönünden kat’iyyet ifade edenler ‘yakin bilgi’ kabul edildi. Bu yüzden onlara
Kasım 10, 2011Abdulaziz Bayındır, Cemalettin Efgani, Hayrettin Karaman,Mezhepsizler, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu
mustafa-islamoglu_271981
KUR’AN VARKEN MEZHEPLERDE NEYMIŞ DIYENLER …
Youtube daki bir videosunda Mezhep imamları çoğu yerde Hata etmiştir mezhep gereksizdir gibi laf eden ismi cismi Malum şahıs başka bir
Kasım 12, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Mezhepsizler, Mustafa İslamoğlu
ABDULAZIZ BAYINDIR NUZUL-U İSA MESELESINI BAKIN NASIL ÇARPITIYOR -3
Abdülaziz Bayındır nüzul-i İsa (a.s) meselesi üzerinde dururken önce 11/Hûd suresinin başında yer alan ayetlere dayanarak şu tarz bir kurgu yapıyor: Eğer bir Kur’an ayetinde
Kasım 29, 2011Abdulaziz Bayındır
ABDULAZIZ BAYINDIR NUZUL-U İSA MESELESINI BAKIN NASIL ÇARPITIYOR -2
5/el-Mâide, 117. ayeti Hz. İsa (a.s)’ın göğe çekildiği ve kıyamete yakın yeryüzüne tekrar ineceği inancını (Abdülaziz Bayındır’ın tabiriyle “sistemini”) “çökertecek” bir muhtevaya sahip midir? Bunu
Kasım 14, 2011Abdulaziz Bayındır
ABDULAZIZ BAYINDIR NUZUL-U İSA MESELESINI BAKIN NASIL ÇARPITIYOR.-1
Hz. İsa (a.s)’ın nüzulüyle ilgili olarak yıllar önce Daru’l-Hikme’de yaptığımız bir açıkoturumda meseleyi olabildiğince etraflı bir şekilde işlemiştik. Bu açıkoturum deşifre edilerek siteye konulmuştu. O
Kasım 48, 2011Abdulaziz Bayındır
SON DÖNEM İLAHIYAT PROFESÖRLERI (ÇOK ÖNEMLI) -3
Bakınız Hûccet’ül İSLÂMİ mam-ı Gazali رضي الله عنه hazretleri “FELSEFE” hakkında ne buyuruyor;Felsefenin en sakıncalı kısmı; ALLAH Teâlâ’nın ZAT ve sıfatlarını (4) akıl gücüyle anlamaya
Ekim 33, 2011Abdulaziz Bayındır, Ali Şeriati, Hayrettin Karaman, Hüseyin Hatemi, Muhammed Abduh, Muhammed Esed, Mustafa İslamoğlu, Mutezile Mezhebi, Prof. Bayraktar Bayraklı, Prof. Y.Nuri öztürk, Seyyid Kutub, Şia (Şii Mezhebi)
SON DÖNEM İLAHIYAT PROFESÖRLERI (ÇOK ÖNEMLI) -2
Şiî fırkası : ( BU SAPIK MEZHEP HAKKINDA DETAYLI BİR SİTE HAZIRLADIK..TIKLAYINIZ )Hz Ebu Bekir , Hz Ömer, Hz Aişeyi رضى الله عنهم hiç sevmezler
Ekim 40, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Hüseyin Hatemi, İbn-i Teymiyye, Mustafa İslamoğlu, Prof. Bayraktar Bayraklı, Prof. Bekir Karlığa, Prof. Y.Nuri öztürk
mezhepsizler0
SON DÖNEM ILAHIYAT PROFESÖRLERI (COK ÖNEMLI) -1
GÜNÜMÜZDEKİ BAZI İLAHİYATÇI PROFÖSÖRLER VE İLAHİYATÇILARIN DAVRANIŞ BİÇİMLERİ VE DÜŞÜNCE YAPILARININ İNCELENMESİDİR (1)
Ekim 13, 2011Abdulaziz Bayındır, Hayrettin Karaman, Hüseyin Hatemi,Mezhepsizler, Prof. Bayraktar Bayraklı, Prof. Bekir Karlığa, Prof. Y.Nuri öztürk
BUNLARIDA OKUDULAR ...:
Kişinin ‘teganniyi dinlemek haramdır’ sözünün mânâsı ‘Allah bundan dolayı ceza verecektir’ demek ise, mücerret akılla bilinmeyen, aksine ayet ve hadîsten bilinebilecek bir hükümdür
Semâ’nın haram olduğunu savunanlar, şu ayet ile istidlâl etmişlerdir
Dinî hayatımızı inşa ederken neyi esas alıp neye göre hareket edeceğimiz, ne yazık ki artık bir tartışma ve polemik konusu. Görüş ve öneri çok
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
|
Ali Şeriati kimdir? |
Ali Şeriatî, 13 Kasım 1933'de İran’ın Horasan Eyaletine bağlı Sabzivar'ın Mezinan köyünde dünyaya geldi. 1950'de Meşhed'deki Öğretmen Kolejine girdi. 1952'de Meşhed'in yakınlarındaki Ahmedabad Köyünde öğretmenliğe başladı. 1955 yılında Mekteb-i Vasıta'yı kaleme aldı. Ayrıca Ebu Zer-i Ğıffarî isimli kitabı Farsçaya tercüme etti. 1965 yılında Meşhed Üniversitesine girdi. 1960'da Fransa'ya Sosyoloji ve Dinler Tarihi üzerine doktorasını tamamlamak için gitti. 16 Mayıs 1977'de Avrupa'ya gitti. 30 gün sonra SAVAK tarafından öldürüldü. Ali Şeriatî’nin eserleri: Medeniyet ve Modernizm, Yarının Tarihine Bakış, Muhammed Kimdir, Muhammed'i Tanıyalım, Sanat, Dua (Alexis Carrel ile birlikte), Ne Yapmalı, Kevir, Ümmet ve İmamet, Ali Şiası-Safevi Şiası.
Ali Şeriatî’yi aslında bu eserimize dâhil etmeyecektik. Lakin kendisini sözde Sünni olan bazı reformcular örnek gösterirler ve gençlere sevdirmeye çalışırlar. Bu yüzden Ali Şeriatî de araştırma konumuz oldu. Marksist düşünceden yaptığı alıntılar ve türetmeler ve bunların kendi zamanındaki İran'a ve çevresine adapte edilmesini sağlayan kişidir.
İslam-Şinasi adlı kitabında Ali Şeriatî, kendi mezhebince bile aşırıya gitmiş ve “Allah bir Janustur.” demiştir. Sözde Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v) için yazdığı Muhammed Kimdir adlı kitabının girişinde şu ifadeyi kullanarak bir Müslüman olarak değil de oryantalizmin etkisinde bir kişi olarak bu kitabı yazdığını belli etmiştir: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…” Zaten Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) için bir defa bile Hazret veya Aleyhisselam veya Peygamberimiz dememesi buna işaret eder. Aynı kitabında İran’ın fethini bir türlü hazmedemiyor ve fetih için “Arap saldırısı” tanımını yapıyor. Kitabında Müslümanları vahşi, Doğu Roma’yı ve İran’ı medeni göstermeye çalışıyor. Yani bir imansızı bir Müslümandan üstün tutuyor. İşte bu sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı Kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Sahabe-i Kiram arasında sanki farklı tevhid anlayışı varmış gibi göstermeye çalışmış: “Ebûbekir’in tevhid anlayışı… Bilal’in tevhid anlayışı... Evet, bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” Bakın Bedir Eshabına nasıl saldırmaya devam ediyor: “İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. Gurur! Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir.” Uhud Harbini anlatırken Peygamber Efendimizin (s.a.v.) en büyük üç sahabesi hakkında bakın nasıl çirkin bir ifade de bulunuyor: “Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.”
Huneyn Harbi’ni anlatırken bir Müslüman değil de bir müşrik gibi davranan Ali Şeriatî, müşrikleri kahraman olarak tasvir eder ve sanki İslam ordusunun yenilmesine sevinir: “Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu.” “Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu… Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” “Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” Ve sonunda müşriklerin komutanı için de şöyle diyor: “Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” İslam ordularını yağmacı olarak niteleyen Ali Şeriatî, müşrikleri kahraman olarak gösteriyor.
Hz. Peygamber Efendimize (s.a.v.), “ruhi durumu normal değil” diyecek kadar aşağılık olan, Eshab-ı Kiram efendilerimize karşı pervasızca kin kusan, İran’ı fethettiği için Hz. Ömer (r.a.)’e öfke duyan ve bunun aksine de müşrik ordularını övmekten kendini alamayan Ali Şeriatî safını belli etmiştir. Nasıl oluyor da, kendini Sünni diye tabir eden kişiler Ali Şeriatî’yi gençlere örnek gösteriyor ve kitaplarını tavsiye edebiliyor. Ali Şeriatî’yi övenler ya takiyye yaparak kendini Sünni gösteren Şiilerdir veya Eh-i Sünneti yıkmaya kasteden işbirlikçilerdir.
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
- See more at: http://www.gercektarihvekultur.blogspot.com/2013/07/ali-seriati-kimdir-muteber-kisi-midir.html#more
Bunlar da ilginizi çekebilir:
Gençlere Örnek Gösterilen Bir Zındık: Ali Şeriati!!!
Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de Mustafa İslamoğlu… Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret eden bir şahıstır. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun. Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah: 1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle: “Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.” “Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317) Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır. (s: 318) 2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor: “…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.” “… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.” Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş: “Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.” Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor: “…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321) 3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor: “Ali’ye karşı beslenen kinler.” 4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş: “Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.” Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor: “Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?” “…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322) Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı? 5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın: Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur. (s: 323) 6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323) Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç! 7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor: “Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324) Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir. 8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor: “Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329) Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor. 9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333) 10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor: “Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336) Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor. Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım. Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001… 4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor: “Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.” Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz. 1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s: 2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9) Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan… 3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11) Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor. 4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor: “Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71) Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır. 5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim: a- Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor: “Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş. b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş. c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış. d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş. e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum. f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59) Altı çizili yerlere dikkat. g) “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67) Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı! Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor. h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor. i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme… j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor: “Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106) Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir. k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor. l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır. m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129) Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar. 6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince: a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79) Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar. b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır… c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor. Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar. d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101) Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük. Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir. f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135) Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur. g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146) Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır. h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146) Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir. i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147) Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok. 7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor. Meselâ: Harun kelimesi 1 defa, Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa, Musa kelimesi 4 defa, Ali kelimesi 5 defa, Hüseyin kelimesi 6, Hacer kelimesi 9 defa, Muhammed kelimesi 10 defa, Âdem kelimesi 21 defa, İsmail kelimesi 90 defa, İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir. Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…
Şeriati'cilere Keskin bir Sorum Var
Yayınlanma Manşet
Son Pazar günü İstanbul'da Ali Şeriati hakkında büyük bir salonda toplantı yapılmış, birtakım yazarlar, ilahiyatçılar tebliğler okumuş, Şeriati göklere çıkartılmış, İslamcılık hareketinin büyük önderi olarak tanıtılmış. Şeriati'yi bir önder, bir İslam kahramanı olarak gösteren, onu alkışlayan, onu seven ve beğenen İslamcılara önemli ve keskin bir sorum vardır.
SORU: Allahın selam, rahmet ve bereketi hidayete ve Din-i Hanif'e tâbi olanlar üzerine olsun... Bundan sonra: Ali Şeraiti "İslam Şinasî" adlı kitabında "Hoda Janus-i hakikî est" cümlesini yazmıştır. Bu cümle Türkçeye "Muhammed'i Tanıyalım" adlı kitapta "Allah gerçek bir Janus'tur" şeklinde tercüme edilmiştir...
Janus nedir? Ansiklopedileri açıp baktığımızda onun, iki çehreli bir Roma putunun ismi olduğunu öğreniyoruz. Âlim olmaya lüzum yok, ilmihalini bilen her Müslüman, Yüce Allah'ın, yaratıklardan hiçbirine benzetilemeyeceğini çok iyi bilir. Şeriati, bırakın herhangi bir yaratığa benzetmeyi, kemal sıfatlarla sıfatlı ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahü Teala ve Tekaddes hazretlerini iğrenç ve menfur bir puta benzetiyor... Bu ise bir küfür sözüdür. Böyle bir söz eden zındıktır... Şeraiti hakiki=gerçek sıfatını cümlesine ekleyerek müdafaa ve te'vil imkanı da bırakmamıştır. Sayın İslamcılar, bu konuda yapabileceğiniz bir savurma varsa yapınız. Bir de sakın konuyu çaptırıp bendenize sövüp saymayınız. Çünkü bana sövmekle, hakaret etmekle Şeriati'yi temize çıkarıp aklayamazsınız.
Ek bilgiler: (1) Şeriati'nin kitapları Türkçemize bazı yerleri ayıklanarak tercüme edilmektedir. Farsçaları ile karşılaştırılırsa bu iddiamın doğru olduğu anlaşılacaktır...(2) İslam Şinasi kitabı yayınlandığı vakit nice İranlı ve İraklı Şiî uleması bu kitabı ve yazarını tenkit ve reddetmiştir... (3) Şeriati, başta Hulefa-i Râşidînin ilk üçü olmak üzere Ashabın büyük çoğunluğuna karşıdır, onları ağır şekilde tahkir etmektedir... (4) Şeriatînini nice inançları Ehl-i Sünnet İslamlığına değil, Şiîliğe de aykırıdır... (5) Diyanet yayınevlerinde Ali Şeriati'nin kitapları satılmaktadır...
Mehmet Şevket Eygi
Ali Şeriati Hakkında Bilgi Verir Misiniz?Eserlerini Okumak Zararlı Mıdır?
Ağustos 31, 2011 - Yayınlanan Sorular ve Cevaplar | Yorum yok »
Ali Şeriati Hakkında Bilgi Verir Misiniz?Eserlerini Okumak Zararlı Mıdır?
Ali Şeriati
İran Devriminin ideologlarından olan ve din sosyolojisi alanındaki eserleriyle tanınan Şeriati 1933 yılında İran’da doğdu. Babası ilerici milliyetçi bir vaizdi. Eğitim yıllarında ilk kez İran’ın daha aşağı sınıflarından insanlarla tanıştı, var olan fakat bilmediği yoksulluk ve zorluklarla tanışması bu dönemde oldu. Ayrıca aynı dönemde Batı felsefi ve siyasi düşüncesiyle de tanışmıştır. Modern sosyoloji ve felsefenin bakış açısı ve bunun geleneksel İslami prensipler ile harmanlanması aracılığıyla Müslüman toplum ve toplulukların karşılaştığı sorunları açıklamaya ve çözümler bulmaya çalışmıştır. Şeriati Mevlana ve Muhammed İkbal’den büyük ölçüde etkilenmiştir.
Ali Şeriatî, edebi bir üslupla daha çok sosyal konularda eserler kaleme almış olan ve 60 civarındaki eserlerinin hemen hemen tamamı Türkçeye çevrilmiştir. Şeriatî eserlerini duygusal devrimci bir ruhla kaleme aldığı için bilhassa gençler arasında taraftar bulmuş, bazıları tarafından da büyük bir İslam kahramanı ve inkılapçısı olarak takdim edilmiştir. Öte yandan onun fanatik bir şii gibi bazı sahabeye hücum etmesi göz ardı edilmiş, adeta hoşgörülmüştür. Şeriatî’nin eserlerinde İslamla sosyalizmi sentezlemeye çalıştığı da hissedilmektedir. Ayrıca Allah hakkında kullandığı teşbih ve tecsimi çağrıştıran benzetmeler de İslâm âdabına uygun düşmemektedir.
Fazlur Rahman, Şeriatî gibi aydınların fikirleri genelde doğru olsa da her konuda istikamet üzere olamadıkları eserlerinde yer yer ehl-i sünnetin çizgilerinden uzaklaştıkları müşahede edilmektedir.
Bu nevi aydınların üzerinde durdukları Tevhîd, adalet, özgürlük, uyanış, öze dönüş, devrim gibi cazip kavramlarla yola çıkıldıktan sonra, onlara tabi olanlar işi ileri götürüp zamanla suçlu bulunan “geleneksel” denilen değerlere savaş açılmış ve bu savaşta sınır gözetilmeden İslâmî pek çok değer ve anlayışa da başkaldırı halini alabilmiştir.
Prof. Dr. Sayın Dalkıran
GENÇLERE ÖRNEK GÖSTERILEN BIR SAPIK GÖRÜŞLÜ: ALI ŞERIATI !
Published On 26 Ekim 2010 | Ali Şeriati, Şii Mezhebi
Rasulullah Efendimizin İbn-i Mesud Hadisinde “iyi olan anne karnında iken iyi, kötü olan anne karnında iken kötüdür” şeklindeki hadisine karşı Anne – Baba Biz Suçluyuz kitabında “O Peygamberin karınsal dünya görüşü” diyecek kadar sapıklaşan biridir dersek herhalde başdan kim olduğunu anlatmış oluruz..
Aslen şiî olup şiîlerin bile tasvip etmediği Ali Şeriatî diye biri var. Birileri, Peygamberimiz örnek olarak yetmezmiş gibi onu örnek bir şahsiyet gibi göstererek, müslüman gençlerin zihinlerini onun bozuk fikirleriyle doldurmak peşinde. Bu gayretkeşlerden biri de malesef ŞİA Mustafa İslamoğlu…
Allayıp pullayarak gençlere sundukları Ali Şeriatî’nin Peygamberimiz’e bile hakaret eden bir zındık. Bu yazımızda, onu kendi sözleriyle daha yakından tanıtacağız. Tanınmalı ve hangi derekelerde olduğu bilinmeli ki, onu yüceltenler de tanınmış ve bilinmiş olsun.
Şeriatî’nin MUHAMMED KİMDİR isimli kitabına bakıyoruz. Görelim bakalım, Mustafa İslamoğlu’nun öve öve bitiremediği bu mahlûk, İslâm büyükleri hakkında neler yazmış. Başlıyoruz. Bismillah:
1- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in diliyle övülen ve ashabın en büyüğü olan Hazreti Ebûbekir, Hazreti Ömer ve Hazreti Osman (Radıyallahü anhüm) hakkındaki iftiraları şöyle:
“Ebûbekir… ihtiyar, yumuşak, her işi basite alan birisidir. Tehlike dolu toplumsal, siyasal mesuliyet, böyle bir ruhsal yapıyla bağdaşmaktan daha ciddi ve önemlidir.”
“Ömer… yenilikçilik özelliği yoktu… düşünce açısından zayıftı… itikadî ve fikrî bir mevzu sözkonusu olduğunda çok güçsüz görülüyordu. Kendisi de devamlı düşünsel alandaki hatalarını itiraf ediyordu.” (s: 317)
Osman… görüş açısı dünya görüşü dar ve zayıf birisidir. Peygamberle yaptığı işbirliği sırasında kimse onun en ufak bir üstün ve fevkalâde iş yaptığını görmemiştir. İslâm’ın öz ruhunu, derinliğini, sınıfsal yönelimini hissedememiştir. İslâm’ı, “şiarlar” ve İslâm rehberini “şiarları yücelten”den başka bir şey olarak niteleyemiyordu. Servet ve süse, kavmine ve kendine düşkünlüğü, büyüklere ve altına, güç ve kan sahiplerine saygıda bulunma, onun ruhunda o kadar güçlüdür ki, onun ahlâkî bağı, İslâm’dan daha çok cahiliyeye yakın ve iç içedir. En büyük tehlike, tehlikeli ve güçlü Beni Ümeyye hanedanına mensup oluşudur. Kuşkusuz O’nun böyle bir ruhsal yapı ve görüş açısıyla, bu uyanık, layık İslâm maskesi takmış güçlü düşmanların elinde bir “sadık uygulayıcı”dan başka bir konumu olmayacaktır. (s: 318)
2- Bir gurup ashabı Hazreti Ali (Radıyallahü anh) aleyhinde olmakla suçlayıp sonra Hazreti Ebûbekir (Radıyallahü anh) Efendimiz’e şöyle dil uzatıyor:
“…bu grupla Ebu Bekir’in cahiliyedeki özel ilişkisi tamamen belirgindir.”
“… Ebu Bekir bu gizli grubun seçkin şahsiyetidir.”
Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) güya arap köleleri serbest bırakmak için şöyle bir tavsiyede bulunmuş:
“Allah bize bir çok acem köle bağışladığı için, arabı köle olarak kullanmak gerekmez.”
Bu iftiradan sonra lafı dolandırarak, Hazreti Ebûbekir Efendimiz’i câhiliyenin eksik terbiyesiyle suçluyor:
“…bunlar gibi düşünce ve duygusundaki birçok zaaf noktaları, İslâm’dan öğrendiği üstün faziletlere karşılık, geçmişteki terbiye etkilerini hatırlatıyor.” (s: 321)
3- Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’a karşı gizli bir grup oluşturulduğunu anlattıktan sonra, bu hareket içinde olanları –ki bunlar başta Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh) olmak üzere Aşere-i Mübeşşere’den olan zatlar oluyor- bu grubun tavrını şöyle ifade ediyor:
“Ali’ye karşı beslenen kinler.”
4- Sıra geliyor Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’e dil uzatmaya. Güya Peygamberimiz Hazreti Ali (Radıyallahü anh)’ın üstünlüğünü açıklamayıp susmuş:
“Muhammed’in Ali hakkındaki sükutu, onu tarihte savunmasız bırakacaktır.”
Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i suçlamaya devam ediyor:
“Acaba Muhammed, ….Ali’yi kollamayacak mıdır? …sükutuyla …o acımasız tarihin eliyle paymal etmiyecek midir?”
“…nitekim öyle de oldu. Onu tarihte en kötü adam olarak tanıttılar.” (s: 322)
Bu da tarihe iftira. Tarihte Hz. Ali Efendimiz en kötü adam olarak mı tanıtıldı?
5- Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) cennetlik olduğunu müjdelediği zat hakkında kullandığı ifadeye bakın:
Abdürrahman bin Avf …mal severliği süse düşkünlük huylarını, câhiliyeden kendisiyle birlikte taşımaktadır. “Menfaat” ile “hakikat” onun gözünde ayrılmaz bileşik ve birbirinden ayırt edilmez bir olgudur. (s: 323)
6- Meşhur Gadir Hum hadisesini anlatırken, tarihe iftira ediyor: “ashab Ali’ye biat etti” diyor. (s: 323)
Bu yalanı söylemekle farkında olmadan öyle bir açık veriyor ki, demeyin gitsin. Bi kere Gadir Hum hadisesi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) zamanında olmuştur. Peygamberimiz hayattayken Hz. Ali’ye biat edilmesi bahis mevzuu olur mu hiç!
7- Resulüllah (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in hastalığı anında sefere çıkmak üzere olan Üsâme ordusundan bahsederken şöyle diyor:
“Ebûbekir ile Ömer sıradan asker idi. Bu mesele onların ağrına gidip, açıkça Üsame’nin komutanlığına itirazda bulundular.” (s: 324)
Bu söz bir acem yalanı olup gerçek tamamen tersidir. Üsâme Hazretleri genç ve tecrübesiz olduğu için başka bir kumandan tayininin daha uygun olacağını söyleyenlere Hz. Ebûbekir (Radıyallahü anh); “Ben, Resûlüllah’ın tayin ettiği kişiyi kumandanlıktan alamam” diye cevap vermiştir. Hatta Hz. Üsâme at üzerinde olduğu halde kendisi yaya olarak onu Hazreti Resûlüllah’in tayin ettiği kumandan olarak uğurlamış, Üsâme (Radıyallahü anh) bundan sıkılıp ata onun binmesini isteyince de; “Allah yolunda birazcık da bizim ayağımız tozlansa ne olur” diye cevap vermiştir.
8- Vefatından önce herkese hakkını vermek isteyen Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in şöyle söylediğini yazıyor:
“Ey halk, kimin sırtına kırbaç vurmuşsam… kime küfür etmişsem…” (s: 329)
Hâşâ, Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i başkalarına küfür eden biri olarak gösteriyor.
9- Hazreti Ömer’in, Ashâb-ı kiramın diğerleri gibi Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’in yolunda canını feda etmekten çekinmeyeceğini bütün müslümanlar bilir. Ama Ali Şeriatî, Peygamberimiz’in ömrünün son saatlerinde bir şeyler yazmak istemesi üzerine, Hz. Ömer’in Peygamberimiz hakkında şöyle söylediği iftirasını yapıyor: “Bu adam savsaklıyor.” (s: 333)
10- Bütün tarihlerin yazdıklarına göre, Peygamberimiz, başı Hz. Aişe validemiz’in göğsüne yaslanmış olduğu halde vefat etmiştir. Şeriatî ise tarihe yalan bir not düşerek bu son hali şöyle anlatıyor:
“Ali, Muhammed’in başını göğsü üzerine aldı.” (s: 336)
Görüldüğü gibi, kitap boyunca Hazret kelimesini kullanmamakta ısrar ediyor.
Değerli okuyucular! Ali Şeriatî’nin bir de Hac isimli kitabı var. Bir de ona göz atalım.
Kitap, Ejder Okumuş tarafından tercüme edilmiş. Elimizdeki 2. baskı Şûrâ Yayınları’na ait. Nisan 2001…
4. sahifede “Yayıncının Notu” olarak şu cümleler göze çarpıyor:
“Bu kitap, Şehid Ali Şeriatî’nin bizzat gözden geçirip ilâveler yaptığı ve “Öğretmen Şehid Dr. Ali Şeriatî’nin Eserlerini Derleme Bürosu”nun külliyat arasında yayımladığı Farsça son Hacc baskısının tam çevirisidir.”
Demek ki neymiş? Ali Şeriatî bu kitabı bizzat kendisi gözden geçirmiş. Aşağıda madde madde verilecek bilgileri lütfen bunu bilerek değerlendiriniz.
1- Daha başta zehirini kusuyor. Diyor ki: “Ve yine biz, aynı yöntemle, İslâm mezhepleri arasında bir mukayese yapsak, İslâm dâhilinde bulunan Şia’yı, dinler arasında İslâm’ı nasıl görüyorsak öyle görürüz.” (s:
2- Şeriatî’nin, Hac hakkındaki şu ifadesine bilhassa dikkat: “Ve Hacc: Müslümanlar arasında her yıl tekrar edilen en çirkin, en mantıksız eylem!” (s: 9)
Bu söz üzerine biz de diyoruz ki, bu sözün sahibi en alçak en rezil insan…
3- Müslümanları şöyle suçluyor: “Kur’an’ı yok edememiş kapatmışlardır. “Kitab”ı “teberrük edici şey” haline getirmişlerdir.” (s:11)
Açıkça, müslümanları Kur’an’ı yok etmek için uğraşmakla suçluyor. Teberrük/bereketlenmek kötü bir şeymiş gibi, Kur’an’ı teberrük edilen şey haline getirmekle suçluyor.
4- Bakın hacda tavaf eden Müslümanlara nasıl hakaret ediyor:
“Yemenliler, saçları perişan ve pis, gözleri çökmüş, bellerine ip bağlamışlar, her biri mezardan çıkmış tıpkı bir hortlak gibi. Ve siyahlar; iri, uzun boylu ve kazık gibi, dudaklarını köpük bürümüş…” (s: 71)
Bu sözler, bir Müslümanın din kardeşleri hakkında söyleyeceği sözler olamaz. Onların görüntüleri böyle olsa bile bu ifadeler kullanılamaz. Öbür taraftan hacda, kötülükler görülmez, gizlenir, iyilikler anlatılır.
5- İmanî bakımdan uygun olmayan öyle benzetmeleri var ki, aşağıda da göreceğiniz gibi, bu teşbihlerin her biri en hafifinden insanın imanını sarsar. Yazının fazla uzamaması için bunları kısa değerlendirmelerle verelim:
a- Hacer Vâlidemiz’den câriye diye bahsederek şöyle diyor: “Allah, Afrikalı siyah bir câriyenin evinde.” (s:49) Allah, -hâşâ- Hz. Hacer’in evindeymiş.
b) “Allah, dünyanın kalbi, varlığın mihveridir.” (s:50) Allah –hâşâ- dünyanın kalbiymiş.
c) “Allah ve insanlar/topluluk bir cihette, bir saftalar.” (s:50) Allah –hâşâ- insanlarla aynı saftaymış.
d) “Allah’ın çevresinde tavaf yapıyorsun.” (s: 54) Kâbe’ye Allah diyor. Hâşâ! Tavaf Allah’ın çevresinde yapılıyormuş.
e) “Vay be! Bu tevhid …seni Allah’la diz dize oturtuyor. …Allah’ın benzeri olarak görüyor. “ (s:56) Allah’la diz dize oturmak, Allah’ın benzeri olmak… Bu benzetmelerin insanı ne hale getireceği ehlince malum.
f) “İlâhî özün, içinde, Allah’ın ruhu girdaptan doğup başını kaldırıyor. Nereden? Allah’ın elinin sağ elinin altından.” (s: 59)
Altı çizili yerlere dikkat. g) “.. sa’y et. Fakat çember çizerek değil, çembersel çaba, değirmen eşeğinin sa’yi gibidir, kısır döngüdür, sonuçta başa dönersin. Böyle bir şey, “abes”, “anlamsız”, içi boş daire, içeriksiz, hedefsiz: Tıpkı sıfır gibi.” (s: 67)
Sa’y ile tavafı karıştırıyor. Sa’y istense de zaten çembersel yapılamaz. Değirmen eşeğinin sa’yi gibi diye bir benzetme yapanın kendisi eşekten aşağı olmaz mı!
Kâbe’nin etrafında yapılan tavafı da sıfır olarak görüyor.
h) “Ey insan! “Allah’ın ruhu”! (s:80) Burada insana, “Allah’ın ruhu!” diye hitap ediyor.
i) “Ey hacı, yolun sonunda Allah seni beklemekte…” (s: 91) Bu söz de sâfî küfrî bir benzetme…
j) Müzdelife’den Mina’ya hareket edecek hacıları, yıkılmaz bir duvara benzettikten sonra şöyle diyor: “Bu çelik duvarı dünyada yıkabilecek hiçbir güç yoktur. İbrahim ve Muhammed dahi yıkamaz.” (s: 106)
Görüyor musunuz hâinliği!.. Böyle bir duvarı yıkmayı hedeflese hedeflese ancak kâfirler hedefler. İbrahim (Aleyhisselâm) ile Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)’i bu çelik duvarı yıkmak istiyor gibi gösteriyor. Bu çelik duvarı yıkma cürmünü Hz. İbrahim’e ve Peygamberimiz’e yüklemek ise, olsa olsa imansızlık alâmetidir.
k) “Ki sen, tek bir “varlık”sın: Kendi “mahiyet”ini kendin yaratmalısın.” (s: 112) Allah’a ait olan yaratmak kelimesini insana izafe ediyor.
l) “Savaş İbrahim’in içinde, Allah’la İsmail arasında savaş.” (s: 119) Eh, bu artık sapıklığın dik âlâsıdır.
m) “Hâtemül Enbiya dahi kendini korumasaydı sarsılabilir düşebilir, yaptıklarını heba edebilirdi. O bile şirkten masum değildir!” (s: 129)
Değerli okuyucular. Peygamberler hakkında bu ifade kullanılamaz. Çünkü peygamberler Allah tarafından korunmakta olup şirke düşmek şöyle dursun sıradan günah işlemekten bile uzaktırlar. Böyle sözler, ancak imansız ağızlardan çıkar.
6- Ali Şeriatî’nin cahilliklerine gelince:
a) Haccın başlangıcını zilhiccenin 9. günü olarak anlatıyor. (s: 79)
Halbuki hac, Zilhiccenin 8. günü başlar.
b) “Âdem doğduğu zaman” (s: 84) diyor
Hazreti Âdem doğmamış, topraktan yaratılmıştır… c) “Hacta ilk hareket Arafat’tan başlar” (s: 86) diyor.
Yanlıştır. Hac Mina’dan başlar.
d) Şeytan taşlamak için toplanacak taşları şöyle tarif ediyor: “Cevizden daha küçük, fıstıktan daha büyük” (s: 101)
Yanlıştır. Doğrusu şöyle: Nohuttan büyük, fındıktan küçük.
Milyonlarca hacı cevizden küçük taşlar toplasa Mina’da taş dağı meydana gelir.
f) “Demek Allah için insan kurban etmek yasak oluyordu. Oysa geçmişte bu, yaygın bir dinî gelenek ve ibadetti.” (s: 135)
Dinî gelenek derken hak dini kastetmektedir. Oysa hak dinde insan kurban etmek gibi bir gelenek ve ibadet yoktur.
g) “Şimdi her şey sona erdi. Nerede? Mina’da!” (s: 146)
Yanlış. Hac Mina’da bitmez. Çünkü daha ziyaret tavafı yapılacaktır.
h) “Bugün Zilhiccenin onu. Kurban Bayramı, Hacc sona erdi.” (s: 146)
Yanlıştır. Taşlama devam etmektedir.
i) “Bu üç günde (bayramın üç günü) Mina bölgesinden dışarı çıkmak yasak! Ka’be’yi tavaf için bile geceleyin dışarı çıkmaya hakkın yok.” (s: 147)
Bu da ancak zır câhillerin düşeceği bir yanlış. Böyle bir yasak yok.
7- Şeriatî’nin Hac kitabında bazı mübârek isimler geçiyor.
Meselâ: Harun kelimesi 1 defa,
Peygamber kelimesi (Peygamberimiz kastedilerek) 3 defa,
Musa kelimesi 4 defa,
Ali kelimesi 5 defa,
Hüseyin kelimesi 6,
Hacer kelimesi 9 defa,
Muhammed kelimesi 10 defa,
Âdem kelimesi 21 defa,
İsmail kelimesi 90 defa,
İbrahim kelimesi 131 defa geçmektedir.
Buna rağmen hiç birini “Hazret” kelimesiyle anmıyor. Hiç birinde “Hazret” kelimesi veya “Aleyhisselâm” da yok…
En Üstte bahsettiğim Hadisin kaynağı ve aslı
KADERLE MÜSLİM’İN AMEL BABINDA
ـ4835 ـ5ـ وعن عامر بْنِ واثلة قال: ]سَمِعْتُ عَبْدَاللَّهِ بْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ يَقُولُ: الشَّقِىُّ في بَطْنِ أُمِّهِ، وَالسَّعِيدُ مَنْ وُعِظَ بِغَيْرِهِ. فَأتَى رَجًُ مِنْ أصْحَابِ النَّبِىِّ # يُقَالُ لَهُ حُذَيْفَةُ: فَحَدَّثَهُ بِقَوْلِ ابْنِ مَسْعُودٍ رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُ. فقَالَ: كَيْفَ شَقِىَ رَجُلٌ بِغَيْرِ عَمَلٍ؟ قَالَ: أتَعْجَبُ مِنْ ذلِكَ؟ فإنِّى سَمِعْتُ رَسُولَ اللَّهِ # يَقُولُ: إذَا مَرَّ بِالنُّطْفَةِ ثِنْتَانِ وَأرْبَعُونَ لَيْلَةً بَعَثَ اللَّهُ إلَيْهَا مَلَكاً فَصَوَّرَهَا وَخَلَقَ سَمْعَهَا وَبَصَرَهَا وجِلْدَهَا وَلَحْمَهَا وَعِظَامَهَا. ثُمَّ قَالَ: يَا رَبِّ أذَكَرٌ أمْ أُنْثىَ؟ فَيَقْضِى رَبُّكَ مَا شَاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ. ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ أجَلُهُ فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شَاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ ثُمَّ يَقُولُ: يَا رَبِّ رِزْقُهُ فَيَقْضِي رَبُّكَ مَا شاءَ، وَيَكْتُبُ الْمَلَكُ. ثُمَّ يَخْرُجُ الْمَلَكُ بِالصَّحِيفَةِ في يَدِهِ فََ يَزِيدُ عَلى ذلِكَ شَيْئاً وََ يَنْقُصُ[. أخرجه مسلم
.5. (4835)- Amr İbnu Vasıla anlatıyor: "Abdullah İbnu Mes'ud (radıyallahu anh)'u dinledim. Demişti ki: "Şakî, annesinin karnında iken şakî olandır. Said de başkasından ibret alandır." (Bunu işittikten sonra) Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın ashabından Huzeyfe denen zata uğradı ve İbnu Mes'ud'un söylediğini anlattı ve sordu:
"Kişi amelsiz nasıl şakî olur?" Huzeyfe (radıyallahu anh):
"Buna hayret mi ediyorsun? Ben Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm)'ın şöyle söylediğini işittim:
"Nutfenin (rahme düşmesinden sonra) kırk iki gece geçti mi, Allah ona bir melek gönderir (ve onun vasıtasıyla) nutfeyi şekillendirir; işitmesini, görmesini, derisini, etini, kemiğini yaratır. Sonra melek sorar:
"Ey Rabim! Bu erkek mi, dişi mi?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra sorar:
"Ey Rabbim! Eceli nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Tekrar sorar:
"Ey Rabbim! Rızkı nedir?" Rabbin dilediğini hükmeder, melek de yazar. Sonra melek elinde sahife olduğu halde çıkar. Artık buna ne bir şey ilave eder ne de eksiltir."
[Müslim, Kader 3, (2645).]
Ali Şeriatî'yi büyük İslâm düşünürü, şehid, mücahid sanan kişinin arkasında namaz kılınmaz. Çünkü Ali Şeriatî İslâm-Şinasî adlı kitabında "Allah gerçek bir Janus'tur" diye yazarak yüce Allah'ı hâşâ bir Roma putuna benzetmiştir. İran'ın şiî hocaları ve ahundları bile bu adama karşıdır....m.ş.eygi8.11.2005
Ali Şeriatî Şiî kültür ve medeniyetine mensup bir kimsedir. Bazen bir Şiî, Sünnîler tarafından reddedilir, fakat Şiîler tarafından benimsenir, tutulur. Şeriatî öyle bir kimsedir ki, onu ne Sünnî, ne de Şiî bir Müslüman benimseyebilir.
Bundan yirmi beş sene kadar önce Şeriatî’nin meşhur ve hacimli kitabı İslam Şinasî’nin Türkçe tercümesini okurken, bir sayfasında gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Yazar aynen şöyle diyordu:
“Allah gerçek bir Janus’tur...”
Janus’un mânası nedir? Ansiklopedilere bakınca, bunun iki çehreli bir Roma putunun adı olduğunu öğreniyordunuz.
Bir Müslüman Yüce Allah’ı nasıl olur da bir puta benzetebilirdi? Üstelik de “gerçek Janus” diyor. Yani tevili mevili yok.
Azıcık akaid ve ilmihal bilgisi olan bir Müslüman, Hak Teala hazretlerinin sıfatlarından birinin “Muhalefetün lil-havadis” olduğunu bilir. Türkçe mânası: “Yüce Allah yaratılmış, sonradan olmuş hiçbir varlığa benzemez” demektir.
Allah’ı bir şeye teşbih etmek küfürdür.
Hele O’nu bir puta benzetmek küfrün en katmerlisidir.
Allah kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
Allah’ı bir puta benzeten, hem de bu benzetmede “gerçek” sıfatını kullanarak teşbihi pekiştiren bir zatın bozuk itikatlı olduğunu söylemek için din alimi olmak gerekmez.
Şeraitî sırf bu cümlesi ile itikat bakımından çok bozuk bir kimsedir.
Onun bu benzetmesinin tevili yoktur.
Onu bu konuda savunmanın imkânı da yoktur.
Bendeniz bir Sünnî Müslüman olarak kendisini tenkit ediyorum, Şiîlik dünyasında durum nedir? Şiî ulemâsından merhum Ayetullah Mutahharî Şeriatî’yi sert şekilde tenkit etmiştir.
Şeriatî’nin İslam Şinasî kitabı yayınlandığında İran’daki, Irak’taki Şiî uleması kitabı eleştirmişlerdi.
Çeyrek asırdan beri Türkiye’mizde Ali Şeriatî’nin kitapları tercüme ediliyor ve kendisi büyük bir İslam mücahidi olarak tanıtılıyor.
Onun kitapları Türkçe’ye nasıl tercüme ediliyor? Aynen, harfiyen mi, yoksa içinden bazı yerleri çıkartılarak mı? Maalesef ikinci şekilde çevriliyor.
Peki “Allah gerçek bir Janus’tur” cümlesini niçin bırakmışlar? Ya farkına varmamışlar, yahut çevirenler de aynı inançtadır.
Ali Şeriatî hayranları bizim bu tenkitlerimize şu cevapları veriyor:
- O büyük bir mücahittir.
- Savak tarafından şehid edilmiştir.
- Hayatını İslam’a adamıştır.
Lütfen bu edebiyatı bırakalım da, onun Allah’ı iki suratlı bir Roma putuna benzetmesi zındıklığı üzerinde duralım.
Bir Müslümanın birinci vazifesi Allah’a saygılı ve sâdık olmak değil midir?
Yüce Allah, bir puta benzetilmekten elbette hoşnut ve razı olmaz.
Allah’ı bir Roma putuna benzeten kimse mücahid değil, zındıktır.
Kaldı ki, Şeriatî’nin bir Savak (Şahlık rejiminin istihbarat teşkilâtı) ajanı ve muhbiri olduğuna dair deliller ve iddialar vardır.
İran’da Şiî mollalar, din alimleri, ayetullahlar tarafından sert şekilde tenkit edilen bir zatın Türkiye/Müslümanlarına mücahid, İslâm önderi, örnek olarak gösterilmesi gerçekten hayıflanacak bir haldir. Ne günlere kaldık!..
_________________________
Dr. Ali Eren Hocaefendi
Ali Şeriatî Şiî kültür ve medeniyetine mensup bir kimsedir. Bazen bir Şiî, Sünnîler tarafından reddedilir, fakat Şiîler tarafından benimsenir, tutulur. Şeriatî öyle bir kimsedir ki, onu ne Sünnî, ne de Şiî bir Müslüman benimseyebilir.
Bundan yirmi beş sene kadar önce Şeriatî’nin meşhur ve hacimli kitabı İslam Şinasî’nin Türkçe tercümesini okurken, bir sayfasında gözlerim fal taşı gibi açılmıştı. Yazar aynen şöyle diyordu:
“Allah gerçek bir Janus’tur...”
Janus’un mânası nedir? Ansiklopedilere bakınca, bunun iki çehreli bir Roma putunun adı olduğunu öğreniyordunuz.
Bir Müslüman Yüce Allah’ı nasıl olur da bir puta benzetebilirdi? Üstelik de “gerçek Janus” diyor. Yani tevili mevili yok.
Azıcık akaid ve ilmihal bilgisi olan bir Müslüman, Hak Teala hazretlerinin sıfatlarından birinin “Muhalefetün lil-havadis” olduğunu bilir. Türkçe mânası: “Yüce Allah yaratılmış, sonradan olmuş hiçbir varlığa benzemez” demektir.
Allah’ı bir şeye teşbih etmek küfürdür.
Hele O’nu bir puta benzetmek küfrün en katmerlisidir.
Allah kemal sıfatlarla sıfatlıdır ve noksan sıfatlardan münezzehtir.
Allah’ı bir puta benzeten, hem de bu benzetmede “gerçek” sıfatını kullanarak teşbihi pekiştiren bir zatın bozuk itikatlı olduğunu söylemek için din alimi olmak gerekmez.
Şeraitî sırf bu cümlesi ile itikat bakımından çok bozuk bir kimsedir.
Onun bu benzetmesinin tevili yoktur.
Onu bu konuda savunmanın imkânı da yoktur.
Bendeniz bir Sünnî Müslüman olarak kendisini tenkit ediyorum, Şiîlik dünyasında durum nedir? Şiî ulemâsından merhum Ayetullah Mutahharî Şeriatî’yi sert şekilde tenkit etmiştir.
Şeriatî’nin İslam Şinasî kitabı yayınlandığında İran’daki, Irak’taki Şiî uleması kitabı eleştirmişlerdi.
Çeyrek asırdan beri Türkiye’mizde Ali Şeriatî’nin kitapları tercüme ediliyor ve kendisi büyük bir İslam mücahidi olarak tanıtılıyor.
Onun kitapları Türkçe’ye nasıl tercüme ediliyor? Aynen, harfiyen mi, yoksa içinden bazı yerleri çıkartılarak mı? Maalesef ikinci şekilde çevriliyor.
Peki “Allah gerçek bir Janus’tur” cümlesini niçin bırakmışlar? Ya farkına varmamışlar, yahut çevirenler de aynı inançtadır.
Ali Şeriatî hayranları bizim bu tenkitlerimize şu cevapları veriyor:
- O büyük bir mücahittir.
- Savak tarafından şehid edilmiştir.
- Hayatını İslam’a adamıştır.
Lütfen bu edebiyatı bırakalım da, onun Allah’ı iki suratlı bir Roma putuna benzetmesi zındıklığı üzerinde duralım.
Bir Müslümanın birinci vazifesi Allah’a saygılı ve sâdık olmak değil midir?
Yüce Allah, bir puta benzetilmekten elbette hoşnut ve razı olmaz.
Allah’ı bir Roma putuna benzeten kimse mücahid değil, zındıktır.
Kaldı ki, Şeriatî’nin bir Savak (Şahlık rejiminin istihbarat teşkilâtı) ajanı ve muhbiri olduğuna dair deliller ve iddialar vardır.
İran’da Şiî mollalar, din alimleri, ayetullahlar tarafından sert şekilde tenkit edilen bir zatın Türkiye/Müslümanlarına mücahid, İslâm önderi, örnek olarak gösterilmesi gerçekten hayıflanacak bir haldir. Ne günlere kaldık!..
Allahü Teâlâ'yı puta benzeten Ali Şeriati
14 Şubat 2011 07:57
.
Konu: İranlı sosyolog, İslamcı, sözde mücahit, bazılarının öve öve bitiremedikleri, göklere çıkarttıkları Dr. Ali Şeriati'nin bir kitabındaki çok vahim bir yanlış hakkındadır.
Kitabın ismi, "Muhammed'i Tanıyalım" (İslâm Nedir-III) Ankara 1988.
Kitabın Farsça orijinalinin adı "İslam Şinasi Meşhed-III"
Yukarıda adı verilen kitabın 151'inci sayfasının 2'nci paragrafını aynen aşağıya alıyorum:
"Allah gerçek bir "Janus" (78). İki çehreli Allah! Yahova çehresi, Teus çehresi, iki seçkin ve çelişik sıfatı! "Kahhar" ve "Rahman". Yahova gibi "müntegem" (intikamcı), "müstebit", cebbar, mütekebbir ve "şedidül-ikab", "kibriya arşı"na yaslanmış, melekût örtüleriyle örtülü, yeri, "ötede ve her şeyin üzerinde", alttaysa mutlak saltanatı söz konusudur. Aynı halde Teus gibi "Rahman", "Rahim", "Rauf", "Gafur" (79)dur. Yeryüzüne inerek insanla, topraktan olan "Halifesi, akrabası"yla dostluk bağı kuruyor. Onu "kendi yüzüne benzer" bir yüzle gösteriyor. Onu kendine benzer yaratacağı müjdesiyle müjdeliyor. Öylesine insanla samimi ve dost oluyor ki ona "şah damarından daha yakın olduğunu açıklıyor... Not: (78) Janus, Yunanın iki çehreli tanrısıdır. Geçmiş ve geleceği bilen."
Ali Şeriati "Allah gerçek bir Janus..." diyor. Yani kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allahü Teala'yı iki çehresi olan bir Roma putuna benzetiyor.
Öyle bir benzetiş ki, başına gerçek sıfatını ilave ediyor. Yani mecazi manada bir benzetiş değil, te'vili yok...
Ehl-i Sünnete göre, Allahü Teala'nın on dört sıfatından biri "Muhalefetün lilhavadis"tir. Yani Allahü Teala yaratılmışlardan, Kendisi dışındaki varlıklardan hiçbirine benzemez.
Allahü Teala'nın benzeri, eşi, ortağı, naziri, oğlu, kızı yoktur.
Ali Şeriati'nin yukarıya aldığım paragrafındaki, Allahü Teala'yı bir puta benzetme zındıklığını Tevhide inanan hiçbir Müslüman kabul etmez. Ehl-i Sünnetten olsun, Şia'dan olsun, başka bir mezhepten olsun...
Allahü Teala'yı bir puta benzetmek, bir Müslümanın yapacağı iş değildir.
Ali Şeriati'nin "İslam Şinasi" kitabı yayınlandığı vakit, İran'daki ve Irak'taki Şii ulemadan nicesi onun bu gibi bozuk fikirlerine karşı çıkmıştı.
Türkiye'deki bazı İslamcılar Ali Şeriati'yi neredeyse kutsal bir mücahit, örnek alınacak ve idealize edilecek büyük bir model haline getirmişlerdir.
Ortada gerçekten üzücü, şaşırtıcı, kahredici bir durum vardır. Adam Allahü Teala'yı bir puta benzetiyor, benzetirken de "gerçek" sıfatını kullanarak parmağını gözümüze sokuyor ve birtakım Müslüman kardeşlerimiz, onu büyük ve örnek bir Müslüman, bir mücahit, bir aydınlatıcı, peşinden gidilecek bir fikir önderi olarak görüyor ve gösteriyor.
Ali Şeriati'nin Türkçeye tercüme edilen kitaplarında (abartmıyorum) binlerce dinî hata bulunmaktadır. Bunların bir kısmı tercüme edilirken çıkartılmaktadır, yukarıda aldığım paragrafı herhalde sakıncalı görmediler ki, çıkartmamışlar.
Ortada hem Ehl-i Sünnet ve hem de Şia açısından utanç ve hacalet verici bir manzara vardır.
1. Ehl-i Sünnet, İslamcı literatürdeki bu gibi fahiş, küfre götürücü yanlışları görmüyor. Bunları red, cerh ve tekzip etmiyor.
2. Bir kısım Şia ise, Allahü Teala Hazretlerini bir puta benzeten bu eserleri İslamî yayın diye sergiliyor.
Diyanet İşleri Başkanlığının kontrolü altındaki büyük yayınevlerinde Ali Şeriati'nin kitapları peynir ekmek gibi satılıyor. Ortada iki şık var:
1. Ya Diyanet sattığı kitapları kontrol etmiyor,
2. Yahut Ali Şeriati'yi İslamcı bir yazar kabul ediyor ve kitaplarını satmakta bir sakınca görmüyor.
Ali Şeriati konusunda son derece müsamahakâr olan Diyanet, Hatemü'l-fukaha ve Fahrü'l-muhaddisîn merhum Ahmed Davutoğlu Hoca'nın "Din Tahripçileri" adlı kitabını raflarında bulundurup satmıyor. Çünkü bu kitapta, kendisini müctehid ilan etmiş Prof. Hayrettin Karaman'a yöneltilmiş çok haklı ve uyarıcı tenkitler vardır.
"Allah gerçek bir Janus..." ibaresi acaba kitabın Farsça orijinalinde yok da, Türkçe tercümesinde mi sokuşturuldu, sorusuna şu cevabı veririm:
Bendenizde kitabın Farsça orijinalinin o sayfası var, "Allah yek Canus-i hakiki est! Hüdai ba du çehre..." (.% 82)..." diyor. Tercümeye lüzum yok. Hakiki kelimesini biz de kullanıyoruz.
Ali Şeriati'nin hayranları, bu gibi tenkitleri insaf ve adaletle karşılamıyor, yöneltenlere hakaret ediyorlar.
"O bir mücahittir... O bir şehittir..." diyorlar. Yahu mücahit ve şehit olmak, İslam'ın sahih Tevhid akidesine aykırı küfür sözleri söylemeye hak kazandırır mı?..
Diyanet İşleri Başkanlığı Fetva Heyeti, Ali Şeriati'nin "İslam Şinasi=Muhammed'i Tanıyalım" kitabının Türkçe tercümesinin 1988 tarihli baskısının 151'inci sayfasındaki "Allah gerçek bir Janus..." sözü hakkında Türkiye Müslümanlarını aydınlatmalıdır. Bir Müslüman, bir muvahhid böyle bir söz söyleyebilir mi? Söylerse ona ne lazım gelir? Bu söz bir küfür sözü değil midir? Hiçbir şeye benzemeyen Allahü Teala hazretlerini bir Roma putuna benzetmek büyük bir sapıklık değil midir? Müslümanların böyle kitapları okumaları caiz midir?
İmkânım olsa, Caferî ulemasına da bu konuda (saygıda kusur etmeksizin) sorular yöneltmek isterim. Şiî-Caferî mezhebine göre, Allahü Teala'ya "gerçek bir Janus" demek caiz midir?.. Sanırım ki, onlar da kesinlikle caiz olmadığını beyan edeceklerdir.
Diyanet İşleri Başkanlığı, acaba tenezzül buyurup soruma cevap lütfedecek midir? Ederlerse bu sütunlarda yayınlayarak halkımıza duyuracağım.
"Muhammed'i Tanıyalım" kitabının bir özelliği de şu: Kitapta Resulullah Efendimizin ismi yüzlerce defa geçiyor, bir keresinde bile başına "Hazret-i" konmamış, yine bir kere bile salât u selam getirilmemiştir. Resulullah Efendimize salât ve selam getirmek farzdır. Zamanımızda nice inançsızlar bile, Efendimizin ismini yalın olarak kullanmıyorlar, başına Hz. koyuyorlar.
(Teşekkür: Ali Şeriati'nin İslam Şinasi adlı kitabının, içinde yukarıda bahis konusu edilen vahim ve fahiş yanlış bulunan sayfasının fotokopisini lütf edip gönderen Dr. Rashaad bey dostumuza teşekkür ediyorum...)
(İkinci yazı)
Müslüman Gençlik ve Ali Şeriati
BAŞTA imam hatip okulları ve ilahiyat fakültesi öğrencileri olmak üzere bütün Müslüman gençlere hitap ediyorum.
Maalesef dinimizi içten yıkmak, İslam’ı mihraptan çökertmek isteyen dinde reform, dinde yenilik, dinde değişiklik yıkıcı cereyanları ülkemizde kol gezmektedir. Bunlar İslam Şinasi adlı kitabında, kemal sıfatlarla sıfatlı, noksan sıfatlardan münezzeh Allahü Teala hazretlerini iki çehreli bir Roma putuna benzeten, “Allah gerçek bir Janus’tur” diyen Ali Şeriati’yi bir mücahid, bir İslam önderi, bir uyarıcı olarak göstermektedir.
Ali Şeriati Şii hocalarının bir kısmı tarafından ağır şekilde tenkit edilen, son derece bozuk bir şahsiyettir.
Allah’ı bir Roma putuna benzeten bu zındığı Türkiye’nin Müslüman gençlerine mücahid, önder, büyük İslam düşünürü olarak tanıtmak bir cinayet ve cinnettir.
Allahü Teala’nın on dört sıfatı vardır, bunlardan biri “Muhalefetün
li’l-havadis”tir. Yani Allah hiçbir şeye benzemez. Onu iki çehreli bir Roma putuna benzeten bir kimseyi mücahid ve İslam önderi olarak göstermek dürüst bir ilahiyatçının, aklı başında bir Müslümanın yapabileceği şey değildir.
Sevgili Müslüman gençler Allah’ı bir Roma putuna benzeten bu benzetmeyi yaparken “gerçek bir Janus” diyen kimseden ve onun reklâmını yapan ilahiyatçılardan uzak durmanızı tavsiye ediyorum.
Yine bazı ilahiyatçılar son derece karışık, bulaşık, esrarlı farmason Afgani’yi bir İslam önderi olarak tanıtıyorlar ve reklâmını yapıyorlar.
Onun talebesi, yine farmason Abduh’u da göklere çıkartıyorlar.
Abduh’un talebesi Reşid Rıza’yı da öve öve bitiremiyorlar.
İsim vermeyeceğim, Hindistanlı bir İsmaili’yi büyük İslam mütefekkiri olarak lanse ediyorlar.
Bozuk ilahiyatçılar Ehl-i Sünnet’i yıkmak, onun yerine tahrif edilmiş türeme bir İslam getirmek istiyorlar.
Müslümanların büyük, rehber, önder tanıyıp peşlerinden gitmesi gereken, yakın tarihteki Sünni ulema, fukaha ve meşayıhin bazıları şunlardır:
(1) Şeyhülislam Mustafa Sabri… (2) Düzceli Zahid el-Kevseri… (3) Elmalılı Müfessir Hamdi Efendi… (4) Sultan Abdülhamid’in şeyhlerinden ve yardımcılarından Halepli büyük âlim ve Rufai şeyhi Ebulhuda Es-Sayyadi… (5) Mekke Şafii Reisü’l-Uleması Ahmed Zeyni Dahlan… (6) Beyrut kadılarından Yusuf İsmail En-Nebhani… (7) Âlim ve şeyh Silistireli Süleyman Hilmi Efendi… (8) Dersiamdan Erzurumlu Ömer Nasuhi Bilmen… Sekiz kişi saydım. Başkaları da vardır.
Değerli Müslüman gençler! Dinimizi Allah’ı puta benzetenlerden, sarıklı farmasonlardan, İngiltere’nin Mısır başkomiseri Lord Cromer’in agnostik dediği adamdan, reformculardan, Fazlurrahmancılar’dan öğrenmeyelim. Dinimizi büyük Ehl-i Sünnet ulemasından, fukahasından, meşayıhinden, mürşidlerinden öğrenelim.
Şeriaticiler, Afganiciler, Fazlurrahmancılar bazı okul ve fakültelerde yuvalanmışlardır. Onlara karşı uyanık olalım, tuzaklarına düşmeyelim.
Peygamber Efendimizin (s.a.v.) düşmanı Ali Şeriati, Ali Şeriati'nin dostu Mustafa İslamoğlu
mustafa islamoğlu ali şeriati
mustafa islamoğlu ali şeriati
Kâinatın Efendisi’ne “HAZRET” demeyenler…
Ahmet Mahmut Ünlü Hocamız, (Cübbeli Ahmet Hoca) dergimizin geçen sayısındaki yazısında Mustafa İslamoğlu’nun yanlışlarıyla ilgili mühim bilgiler verdi. İslamoğlu hakkında, benim de söyleyeceklerim var. Hatta vereceğim bilgiler içinde birisi var ki, orijinali sadece bende var, Türkiye’de benden başka da kimsede yok…
Bu bilginin ne olduğunu merak edeceğinizi biliyorum. Ama zaten belgesiyle göreceğinize ve nasıl olsa eninde-sonunda öğreneceğinize göre aceleye lüzum yok. Zaten o kadar da mühim bir şey değil.
Bunun ne olduğunu İslamoğlu’nun yakın çevresinin merak edeceğini de biliyorum. Ârifan’ı dikkatle takip ettikleri için yakında onlar da göreceklerdir zaten.
Öyle tahmin ediyorum ki, neyi kastettiğimi İslamoğlu kendisi de bilir. Onun için o da acele etmesin. Kendisi hakkındaki itiraz edemeyeceği o hüküm cümlelerini nasıl olsa bu dergide o da okuyacak. O bilgiye Hilal Televizyonu seyircileri de ulaşınca, kendilerinin kandırıldığını anlayacaklar. İşte o zaman “Takke düştü kel göründü” olacak, İslamoğlu’nun saçının ak mı kara mı olduğunu herkes görecek. Biliyorum, şimdiden “Kelimiz yok ki gocunalım. Ne biliyorsa söylesin” diyerek etrafını da oyalayacak kendisi de oyalanacaktır ama varsın oyalanadursun. Ben şimdilik kendisine, “Temetta’ bikavlike galîlen” diyorum…
Bu kısa önsözden sonra yavaş yavaş esas konumuza girelim…
İslamoğlu’nun kaleme aldığı kitaplardan birisinin ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED.
Muhammed diye kasdettiği de sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellem…
Lütfen kitabın ismine dikkat! Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” kelimesi olmadığı gibi hürmet ifade eden başka bir kelime de yok. İslamoğlu, işte bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (s.a.v.) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor.
Nizâmât da demiyelim de Müslümanlara şekil vermeye çalışıyor diyelim. Yani kendine göre bir şekil…
Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi böyle. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Gördüğünüz gibi, onların dillerinde Peygamberimiz “Hazret”siz, “Sallallâhü aleyhi ve sellem”siz, sadece Muhammed…
Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (salevâtüllâhi aleyhim ecmâîn) hakkında da böyleler. Onlara göre meselâ Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var. Peygamberler sanki onların ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı...
Onlar peygamberlerden böyle bahsederken, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor.
Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, ona geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var: Ali Şeriatî…
Peygamberimiz hakkında Şeriatî’nin de bir kitabı var. İsmi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” dememiş. Hazret demese de onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullanıyor mu bari, meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!... Hem demiyor, hem demesi beklenmez de…
Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Bunun nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Mustafa İslamoğlu’nun örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi. İkisi de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin ki MUHAMMED KİMDİR?
Değerli okuyucular! Bu yazıyı aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Ama mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” denilmemiş mi? Hoş İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar...
Birkaç sene önce, İstanbul kütüphanelerinin birinin müdürü olan arkadaşım, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun okumalıyım deyip başladım. Tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Arkadaşım yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.
Ali Şeriatî’nin bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu:
Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye, gerçek inancını gizleyip, inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına baş vuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü, Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
Devamı »
- See more at: http://gercekaliseriati.blogspot.com/#sthash.h9HtKU6b.dpuf.