|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Süleyman Kösmene tarafından yazıldı. |
SALI, 26 KASIM 2013 23:21 |
Ali Fuat Alatürk: “Bediüzzaman içtihad yapmış mıdır?”
BEDİÜZZAMAN TECDİD VE İÇTİHAD YAPMIŞTIR
Bediüzzaman Said Nursî (ra) dinde tecdid ve içtihad yapmıştır.
Din hizmetinde, cihadda, gerektiğinde klâsik usûl üzere fıkıhta ve bilhassa iman ilimlerinde çok sayıda içtihad etmek ve fetva vermek suretiyle, içinde bulunduğumuz taassubu kırılmış, inancı sarsılmış, teslimiyeti yıkılmış, iffeti ve edebi kaybolmuş, ahlâkı ve ameli bozulmuş asırda kalplere imanı tahkikî olarak, ahlâkı amelî olarak perçinlemiştir.
Bizzat kendisi bu manayı ifade sadedinde diyor ki:
“Bu durûs-u Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müctehidler de olsalar, vazifeleri, ulûm-u imaniye cihetinde, yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve izahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü, çok emârelerle anlamışız ki, bu ulûm-u imaniyedeki fetvâ vazifesiyle tavzif edilmişiz.”1
Keza Bediüzzaman, âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, helâket ve felâket asrında, iman direğinin sarsıldığı ve deccalizmin küfrü ve sefaheti medeniyet saydığı bir zamanda gelmiş ve Kur’ân’ı asrın idrakine sunmuş, sünneti ihya etmiş, İslâm’ı ve imanı tecdid etmiştir.
BEDİÜZZAMAN HÂKİMDİR VE HAKÎMDİR
Bediüzzaman hâkimiyet ve hikmet sıfatlarını zatında toplanmıştır.
Mahkûm iken hükmetmiştir.
Bir defasında savcıya şöyle hitap ediyor: “Eğer korkunuz şahsımdan ise, elli bin nefer değil, belki bir nefer elli defa benden ziyade işler görebilir. Yani, odamın kapısında durup bana ‘Çıkmayacaksın’ diyebilir. Eğer korkunuz mesleğimden ve Kur’ân’a ait dellâllığımdan ve kuvve-i mâneviye-i imaniyeden ise, elli bin nefer değil, yanlışsınız, meslek itibarıyla elli milyon kuvvetindeyim, haberiniz olsun!”2
İslâm’ın, imanın, vahyin, ahlâkın, ibadetin kalplere nüfuz eden hükmünü, hikmetlerini ve faziletlerini, dağlar kuvvetinde hüccetler, deliller, keşfiyatlar ve bin tiryak kuvvetinde ilâçlarla3, tefekkür tadında altı bin sayfalık bir eserde yazmak suretiyle münkir filozoflara ve bid’akâr rejimlere meydan okumuştur.
Keza, Risale-i Nur’da kalp ile aklı imtizaç ettirmek suretiyle, bin yıllık kelâm okulu ile tasavvuf mesleğini ve felsefenin hikmet yönünü hedefte birleştirmiş, her üç yoldan daha mükemmel biçimde Kur’ân’ın cadde-i kübrasını göstermiştir.4
Bütün bunlar ulum-u imaniyede içtihaddırlar.
BEDİÜZZAMAN ZAMANIMIZIN İRŞAD KUTBUDUR
Risale-i Nur, yalnız bölgesel bir tahribatı ve mahalli bir haneyi tamir etmiyor. Ve yalnız hususî bir kalbi ve has bir vicdanı ıslâha çalışmıyor.
Risale-i Nur, küllî bir tahribatı ve İslâmiyet’i içine alan ve dağlar büyüklüğünde taşları bulunan bir muhit kaleyi tamir ediyor. Bin seneden beri müfsit âletlerle hırpalanan kalb-i umumîyi, efkâr-ı âmmeyi ve vicdan-ı umumîyi, Kur’ân’ın i’câzıyla tedavi ediyor.
Dünyayı saran ve yer küreyi sarsan deccalizm, süfyanizm ve inkâr-ı Ulûhiyet fırtınalarına karşı iman esaslarını delillendiriyor, temellendiriyor, ilmiyle ve tefekkürüyle imanı taklitten tahkike çıkarıyor.
Risale-i Nur okundukça, kulağını açan herkese, imanın hadsiz mertebelerinde terakkî ve inkişaf veriyor, iman-ı kâmil kazandırıyor5 ve insanı, hakikî insaniyet-i kübra mertebesine çıkarıyor.
RİSALE-İ NUR DÂVÂSI BİR EHL-İ BEYT MESLEĞİDİR
Bediüzzaman gerek soy itibariyle, gerekse dâvâ ve meslek itibariyle hem Hazret-i Hasan (ra), hem de Hazret-i Hüseyin (ra) Efendilerimize dayanıyor.
Dolayısıyla Risale-i Nur dâvâsı, Ehl-i Beyt mesleğinin asrımızdaki tezahürüdür.
Bediüzzaman, Gavs-ı Azam Abdülkadir-i Geylani’den (ks) yaklaşık sekiz yüz yıllık bir aradan sonra Ferid makamına mazhar bir kutb-u azamdır, ümmetçe yolu gözlenen mehdi-yi muntazardır. Derslerinde herhangi bir şeyh silsilesine bağlı kalmadan doğrudan Kur’ân’dan tefeyyüz etmiş ve Resulullah Efendimiz’den (asm) talim eylemiştir.
Bunlar mübalâğalı ifadeler değildir. Nitekim bizzat Bediüzzaman, kendi görevini, makamını ve vazifesini aynen şöyle tarif ediyor:
(Nezaketi dolayısıyla bu görevleri üçüncü şahıs diliyle ifade ediyor)
“Cenâb-ı Hak..… Âhirzamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehid, hem en büyük bir müceddid, hem hâkim, hem mehdî, hem mürşid, hem kutb-u âzam olarak bir zât-ı nuranîyi gönderecek ve o zat da Ehl-i Beyt-i Nebevîden olacaktır.”6
Dipnotlar:
1- Mektubat, s. 413.
2- Mektubat,s. 74.
3- Şuâlar, s. 163.
4- Mektubat, s. 317.
5- Şuâlar, s. 163.
6- Mektubat, s. 425.
|
Her Soruya Cevap Vermek Hiç Kimseye Soru Sormamak
İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil
halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.
Farzelelimki Peygamber efendimiz "her soruya cevap veririm" diye bir hadisi var bu hadis Said nursi ve taraftarlarınca bir delil teşkil etmez !!!
Niçin etmez ? etmez çünkü bu sözü Peygamber efendimiz söyleseydi
- Allahın - Vahyin ve Cebrailin muhatabı bir Peygamber söylemiş olurdu ve hiç bir müslümanda bunu yadırgamazdı
Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre!
Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. 1
Herhangi ilme sorulan suale bila-tereddüd derhal cevap verirdi.2
Sorulacak suallere cevap vermeye hazır bulunduğu gibi kimseye sual
sormayacağını da beyan ederek bu kararda yirmi sene sebat etti.3
Hiçbir ulemadan soru sormazdı. Yirmi sene daima mûcib kaldı. Bu hususta
kendileri derlerdi ki: "Ben ulemanın ilmini inkar etmem. Binaenaleyh kendilerinden
sual sormak fazladır. Benim ilmime şüphe edenler var ise sorsunlar onlara cevap
vereyim. Şu halde sormak şüphe edenlerin hakkıdır."4
Said Nursî kırk sene evvel İstanbul’da iken, "kim ne isterse sorsun" diye,
hârikulâde bir ilânat yapmıştır.
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda,
kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima
muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip
böyle bir İslâm dâhisi, Asr-ı Saadet müstesna şimdiye kadar zuhur etmemiştir.5
O Zât-ı zîhavârık; daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde
bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat
etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla
tereddüt etmeden cevap vermiş, ondört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış
ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve
derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve teveccühlerindeki derin feraset ve basîret
ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyle "Bediüzzaman" unvan-ı
celîlini bahşettirmiştir.6
İstanbul’daki ikametgâhının kapısında bir levha asılı idi: Burada her müşkil
halledilir; her suale cevap verilir, fakat sual sorulmaz.7
(...) o rü'yada mazhar olduğu bir hakikatı sonradan şöyle anladık ki: Molla
Said, Hazret-i Peygamberden ilim talebinde bulunmasına karşılık; Hazret-i Resul-ü
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, ümmetinden sual sormamak şartiyle ilm-i Kur'anın
tâlim edileceğini tebşir etmişler. Aynen bu hakikat hayatında tezahür etmiş. Daha
sebavetinde iken bir allâme-i asır olarak tanınmış ve kat'iyyen kimseye sual
sormamış, fakat sorulan bütün suallere mutlaka cevab vermiştir.8
-------------------
AÇIKLAMA:
Hz. Peygamber (s.a.v.) bile böyle mutlak bir iddiada bulunmamıştır. İmam
Buharî, Sahih’inde İtisam Bölümünün 8. Babını "Peygamber kendisine vahiy
indirilmeyen konularda sual sorulduğunda 'Bilmiyorum' der yahut kendisine o konuda
vahiy indirilinceye kadar, o soruya cevap vermezdi.
Peygamber (s.a.v.):
'Biz sana Kitabı hak ile indirdik ki, insanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği biçimde hüküm
veresin; hainlerin savunucusu olma!' (Nisâ, 4/105) kavlinden dolayı, rey ile de kıyas ile
de söz söylemezdi." şeklinde isimlendirmiştir. Hemen ardından da İbn Mesud (r.a.)’un
şu sözünü rivayet etmiştir:
"Peygamber (s.a.v.)’e ruhtan soruldu da, o konuda ayet indirilinceye kadar
sükût etti."
Nitekim aynı bapta, Cabir b. Abdullah (r.a.)’ın Hz. Peygamber’e bir soru
sorduğu ve o konuda ayet ininceye kadar Resulullah’ın hiçbir cevap vermediği de
rivayet edilmiştir.
Bu konuda birçok hadis vardır. Örneğin:
Resulullah (s.a.v.):
"Uzeyr’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum, Tübbeu’nun mel'un olup
olmadığını bilmiyorum. Zülkarneyn’in peygamber olup olmadığını bilmiyorum."
buyurmuştur.9
Cübeyr b. Mut'ım (r.a.) dedi ki: Bir adam Resulullah (s.a.v.)’a:
-Ey Allah’ın Elçisi! Allah, nereleri daha çok sever, nerelere daha fazla
öfkelenir? dedi. Resulullah:
-Bilmiyorum, Cibril (a.s.)’e sorayım, buyurdu. Bunun üzerine Cibril ona gelerek:
-Allah’ın en çok sevdiği yerler mescitler, en fazla öfkelendiği yerler de
çarşılardır, haberini verdi.10
İbn Mace de Sünen’inin Mukaddime’sinde Reyden ve Kıyastan Kaçınma Babı
açmıştır ki, muradı Kitaba ve Sünnete dayanmayan şahsî arzulardan kaçınmak
gerektiğini beyandır. Hemen her hadis kitabında bu anlamda bir bölüm vardır. İşte
mezkur bapta rivayet edilen bir hadis:
"Şüphesiz Allah Tealâ, ilmi insanlara ihsan ettikten sonra (hafızalardan) zorla
söküp almaz. Lâkin insanlardan ilmi, bilgileriyle beraber âlimlerin ruhlarını kabzetmek
suretiyle alır. Artık geride birtakım cahil insanlar kalır. Onlara halk tarafından dinî
sorular sorulur, onlar da şahsî reyleri ve arzuları ile cevap verirler ve böylece hem
halkı dalâlete sürüklerler, hem de kendileri saparlar."11
Bir keresinde Resulullah (s.a.v.)’a hoşlanmadığı bazı şeyler soruldu. Sahabîler
bu soruları çoğalttıklarında Resulullah öfkelendi ve:
"Bana istediğinizi sorun!" buyurdu.12
Resulullah’ın öfkelenmesinin sebebi, kendisine yöneltilen soruların "Babam
kim?", "Devem nerede?" gibi sorular olmasıydı. "Bana istediğinizi sorun" cümlesi,
Resulullah’tan işte böyle bir hâldeyken sâdır olmuştur. Yoksa Said Nursî’ninki gibi her
soruya mutlak olarak cevap verme iddiası olmamıştır. Kaldı ki, kendisi Allah’ın
Resulüdür, vahiyle muhataptır. Allah’ın bildirmesiyle kendisine sorulan sorulara
cevap verebilir.
Allah Resulünün bile böyle bir iddiası olmadığı hâlde, Said Nursî nasıl olur da
her soruya cevap verir, üstelik "tereddüt etmeden" ve "mutlak bir isabetle"?...
Her soruya cevap verme iddiası bir yana, âlimlik iddia etmek bile
zemmedilmiştir. Nitekim, İbn Ömer (r.a.) demiştir ki: Resulullah’ın:
"'Ben âlimim' diyen, cahildir." dediğini kesin olarak biliyorum.13
Abdullah İbn Mesud (r.a.) demiştir ki:
"Ey insanlar, Allah’tan korkun! Sizden bir şey bilen, bildiğini söylesin. Bilmeyen
de 'Allah bilir' desin. Zira, sizden birinizin bilmediği bir şey için 'Allah bilir' demesi de
ilimdir. (...)"14
İmran b. Hıttan şöyle demiştir: "Ben, Aişe’ye ipek(li giyinmek) hakkında
sordum. Aişe:
-İbn Abbas’a git, ona sor, dedi. İbn Abbas’a gidip ona da sordum. O da bana:
-İbn Ömer’e sor, dedi. Ben de gidip İbn Ömer’e sordum. (...)"15
Aişe ve İbn Abbas sahabenin âlimlerinden olmalarına rağmen, sorulan her
soruya hemen cevap vermemişler, soru soranı başkasına yönlendirmişlerdir.
Şureyh b. Hânî mestlerin üzerine mesh meselesini sorunca, annemiz (r.anhâ)
yine cevap vermemiş ve şöyle demiştir:
"İbn Ebu Talib’e git de ona sor! Çünkü o, bunu benden daha iyi bilir. O,
Resulullah (s.a.v.)’la birlikte sefer ediyordu."16
İmam Gazalî şöyle der:
Ahiret âlimlerinde aranan diğer hususiyetlerden biri de, sorulduğunda fetva vermekte
acele etmemek, ağırdan almak ve kurtuluş yolunu aramak için çekingen davranmaktır. Eğer,
sorulan her suali, Kur'an’ın veya hadisin sarahatinden, icmadan veya kıyastan biliyorsa
cevabını verir, yok eğer şüphe ettiği bir şeyden sorulmuşsa: "Bilmem" der. Eğer, kendi
içtihadı ve tahmini ile zannettiği bir şeyden soruluyorsa ihtiyatî tedbir olarak, varsa daha iyi
bilene havale eder. Akıllılık, bu anlattığımızdır. Çünkü, içtihat tehlikesini yüklenmek büyük
iştir. Haberde şöyle gelmiştir:
"İlim üçtür: Konuşan Kitap, yerleşen Sünnet ve üçüncüsü de 'Bilmem' demektir." (İbn
Mâce, Abdullah b. Ömer’den)
Şabî diyor ki: 'Bilmem' demek, ilmin yarısıdır. Bilmediğinde Allah için sükût edenin
alacağı mükâfat, konuşandan az değildir. Zira bu, nefse en ağır gelen cehaleti kabul etmektir.
Sahabenin ve ilk âlimlerin davranışı böyle idi. Abdullah b. Ömer’den fetva istendiği
zaman: İnsanların işlerini boynuna alan şu emîre git de, bu meseleyi onun boynuna geçir,
derdi. İbn Mesud: İnsanların her sualini cevaplandıran, ahmaktır, derdi. Yine İbn Mesud:
Âlimin kalkanı "bilmem"dir. Eğer kalkanı kullanmakta hata ederse, hasmının silâhına hedef
olur, demiştir. İbrahim b. Edhem diyor ki: Şeytanın en çok gücüne giden şey, âlimin bazı
meselelerde konuşup, bazılarında sükût etmesidir. Şeytan der ki: "Şuna bakın, bunun bu
sükûtu yok mu, konuşmasından benim için çok daha fenadır."
(...) Bazıları da: Hakikî âlime bir mesele sorulduğunda cevabın çetinliğini düşünerek,
dişi yeni çekilen adamın vaziyetini alır, demişlerdir. İbn Ömer (r.a.): Üzerimizden geçip
cehenneme gitmek için bizi köprü yapmak mı istiyorsunuz? derdi. Ebu Hafs Nisaburî: Hakikî
âlim, suali cevaplandırırken, kıyamette "Bu cevabı nereden buldun" diye sorulacağından
korkan zattır, demiştir. İbrahim-i Teymî kendisine bir mesele sorulduğu zaman ağlar ve:
Başkasını bulamadınız da, bana mı muhtaç oldunuz? derdi. Ebu’l-Âliye, er-Riyahî, İbrahim b.
Edhem ve Süfyan-ı Sevrî ancak iki-üç kişi veya bunu geçmeyen kimseyle konuşurlar ve
cemaat çoğalınca dağılırlardı.
(...) İbn Ömer on meseleden sorulsa, dokuzuna sükût eder de ancak birine cevap
verirdi. İbn Abbas (r.a.) dokuzuna cevap verir, yalnız birinde sükût ederdi. Fakihlerin
"Bilmem" dedikleri, "Bilirim" dediklerinden çok fazla idi. Süfyan-ı Sevrî, Malik b. Enes, Ahmed
b. Hanbel, Fudayl b. İyaz, Bişr b. Haris bunlardandır. Abdurrahman b. Ebu Leylâ diyor ki: Bu
mescitte (Medine Mescidi) Resul-i Ekrem’in ashabından 120 tanesine yetiştim. Hepsi de
kendilerine bir mesele sorulduğunda veya bir fetva istendiğinde, bunu başkalarına havale
eder ve cevap vermek istemezlerdi. Hatta, birine bir şey sorulduğunda, onu diğerine havale
eder, havaleden havaleye tekrar kendine gelirdi, kimse cevap vermek istemezdi.
(...) Bir de şimdiki âlimlere bak da, işlerin nasıl tamamen tersine döndüğünü gör.
Çünkü, şimdi kaçınılması gereken aranıyor, aranması gerekenden kaçınılıyor.17
İmam Şafiî dedi ki: Ben, İmam Malik’e kırk sekiz meseleden sorulup da, otuz iki
tanesine "Bilmiyorum" diye cevap vermiş olduğunu biliyorum.18
Selef-i salihinin bu güzideleri, kapılarına pervasızca "Burada her soruya cevap
verilir, kimseye soru sorulmaz" diye levha asanları görselerdi, acaba ne yaparlardı?...
Hiç kimseye soru sormamanın hükmünü de yine âsârdan araştıralım:
Her şeyden önce Allah’ın Kitabı sormayı emretmektedir:
"Eğer bilmiyorsanız, zikir ehline sorunuz!"19
İlim öğrenmenin fazileti hakkında o kadar çok hadis vardır ki, onları burada
nakletmek mümkün değildir. İsteyenler hadis kitaplarının "İlim" bölümlerine baksınlar.
Sadece soru sormak hakkındaki rivayetlerin birkaçını nakledelim:
"İlim hazinedir, anahtarı ise sualdir. O hâlde sorunuz ki, Allah da size rahmet
etsin. Böylece sualle dört sınıf ecir kazanır: Soran, öğreten, dinleyen ve bunları
seven."20
"Ulemadan sor! (...)"21
Cabir b. Abdullah (r.a.)’tan rivayet edildiğine göre; Resulullah (s.a.v.), yanlış
fetva verip arkadaşlarının ölümüne sebep olanlar için buyurmuştur ki:
"Onu öldürdüler. Allah da onları öldürsün! Bilmediklerini sorsalardı ya!
Cehaletin şifası ancak sormaktır. (...)"22
İmam Gazalî, bu konuda da şöyle demektedir:
Süfyan-ı Sevrî, Askalân şehrine gitti. Orada bir müddet beklediği hâlde, kendisine bir
şey soran olmayınca, "Bu diyarda ilim ölmüş, artık benim beklememe lüzum yok, vasıta temin
edip gideyim" dedi. Şüphesiz böyle demesi, öğreticiliğin üstün değerine ve faziletine hevesi
ve ilmin devamını sağlamak arzusundandı.
Atâ, "Said b. Müseyyeb’i ziyaret ettim ve kendisini ağlar gördüm. Sebebini
sorduğumda, kendisinden bir şey sorulmadığı için ağladığını söyledi" demiştir.23
Hz. Musa (a.s.)’ya "İnsanların en âlimi kimdir?" diye sorulduğunda, "Benim"
demişti. İlmi (Allah, en iyi bilendir diyerek) Allah’a havale etmediğinden dolayı, Allah
onu kınayıp azarladı ve ona "Senden daha âlim, kulum Hızır vardır" diye vahyetti.
Musa, onu bulmak için yollara düştü. Ona sorular sordu.24
İşte "ulu’l-azm" bir resulün bile bu konudaki hâli böyleydi...
Böyle had ve hududu tâyin edilmeyen, yâni "şu veya bu ilimde veya mevzuda,
kim ne isterse sorsun" diye bir kayıt konulmadan ilânat yapmak ve neticede daima
muvaffak olmak; beşer tarihinde görülmemiş ve böyle ihâtalı ve yüksek bir ilme sâhip
böyle bir İslâm dâhisi, şimdiye kadar zuhur etmemiştir (Asr-ı Saadet müstesna).25
Hele yenilir yutulur cinsten olmayan şu cümleler, bin dört yüz küsur yıldır her
ilim dalında birçok zahmetle yetişmiş İslâm ulemasına karşı, büyük bir küfran-ı
nimettir:
***
Nurcular, Said Nursiyi aklamak için, Peygamber efendimize soru sormaya gelen hristiyanlara ve yahudilere "İstediğinizi sorunuz!" demesini delil olarak gösteriyorlar.
Peygamber Efendimiz ehli kitap hakkındaki bilgilere Allah tarafından vakıftı.
Ayrıca "İstediğinizi sorunuz!" cümlesi nasıl oluyorda "her suale cevap verilir" ile aynı kefeye konulur, oysa Peygamber Efendimiz her suale cevap verilir diye bir iddiada bulunmuyor
Peygamber Efendimiz "her soruya cevap veririm" diye bir hadisi olsa dahi, bu hadis Said nursi ve taraftarlarınca bir delil teşkil etmez !!!
Niçin etmez ?
Çünkü bu sözü Peygamber Efendimiz söyleseydi Allahın ve Cebrail'in muhatabı bir Peygamber söylemiş olurdu ve hiç bir müslümanda bunu yadırgamazdı
Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre!
Sonuç: Said nursi Vahyin ve Cebrailin muhatabı olmadığına göre , "her suale cevap verririm" iddası boş bir iddiadır, heleki bunu söyleyen yarı ümmi, mederese okumamış, hocası olmayan , şeyhi olmayan , icazeti olmayan, masonlara üstadım diyen , İslam Halifesi Abdulhamid Hanın düşmanlarının safında olan biri söylemişse gerisini düşünmeyi sizlere bırakıyoruz !!!
-----
Dipnot:
1 Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua
2 Tarihçe-i Hayat, 34, İlk Hayatı; İctimâi Reçeteler I, 11, Tarihçe-i Hayat/Rü'ya.
3 Tarihçe-i Hayat, 37, İlk Hayatı/O Zamanki Hayatına Kısa Bir Bakış; İctimâi Reçeteler I, 14, Tarihçe-i Hayat/O
Zamandaki Hayatları Şöylece Tasvir Olunur.
4 İctimâi Reçeteler I, 23-24, Tarihçe-i Hayat/Ders; Tarihçe-i Hayat, 44, İlk Hayatı.
5 Sözler, 702, Teşrin-i Sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
6 Tarihçe-i Hayat, 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir; Şuâlar, 524, Onbeşinci
Şuâ/Elhüccetü’z-Zehra/Risale-i Nur Nedir? ve Hakikatlar Muvacehesinde Risale-i Nur ve Tercümanı Ne
Mahiyettedir Diye Bir Takriznâmedir.
7 Tarihçe-i Hayat, 47, İlk Hayatı.
8 Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı.
9 Ebû Dâvud, Sünnet, 14/4674.
10 Abdülazîm b. Abdelganî b. Abdillah, Ebû Muhammed Zekiyyuddîn el-Munzirî, et-Tergîb ve’t-Terhîb: Hadislerle
İslâm, çev. Heyet, Hikmet Yayınları, İstanbul 1989, 1/329. Hadisi Ahmed, Ebû Ya‘lâ, Hâkim ve Bezzâr rivayet
etmişlerdir. Lâfız Bezzâr’ındır. Hâkim: Hadisin isnadı sahihtir, dedi. Ayrıca bazı değişikliklerle Taberânî ve İbn
Hibbân da rivayet ettiler.
11 İbn Mâce, İ‘tisâm,3/22.
12 Buhārî, İ‘tisâm, 3/22.
13 Munzirî, Tergîb ve Terhîb, 1/191. Hadisi, Taberânî rivayet etmiştir.
14 Müslim, Sıfati’l-Munafikīn ve Ahkâmihim, 7/39; Buhārî, Tefsîr, 30/294.
15 Buhārî, Libâs, 25/53.
16 Müslim, Tahâre, 24/85.
17 Gazâlî, İhyâ, 1/177-180.
18 Gazâlî, İhyâ, 1/72.
19 Nahl, 16/43.
20 Ahmed Ziyâüddin Gümüşhanevî, Râmûz el-Ehâdîs, çev. Abdülaziz Bekkine, Milsan 1982, 1/223. Hadisi Ebû
Nuaym, er-Râfiî ve İbn Asâkir rivayet etmişlerdir.
21 Râmûz, 1/295. Hadisi Hâkim rivayet etmiştir.
22 Ebû Dâvud, Tahâre, 125/336. Hadisin ravilerinden Zübeyr b. Harîk’in kuvvetli olmadığını Dârekutnî söylemiştir.
İbnü’s-Seken ise, bu hadisi sahih görmüştür. (Haydar Hatipoğlu, Sünen-i İbni Mâce Tercemesi ve Şerhi,
Kahraman Yayınları, İstanbul 1982, 2/244.) Hadis, Abdullah b. Abbas (r.anhuma)’tan da rivayet edilmiştir. (Ebû
Dâvud, Tahâre, 125/337; İbn Mâce, Tahâre ve Sünenihâ, 93/572.) İsnadının munkatı olduğu Zevâid’debelirtilmiştir. Beyhakî de, hadisi müteaddit tariklerden rivayet ederek, onun zayıf olduğunu söylemiştir. (Hatipoğlu,
age, 2/243-244.)
23Gazâlî, İhyâ, 1/37.
24 Buhārî, Tefsîr, 196/246.
25 Sözler, 702, Teşrin-i Sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
Said Nursi;
“Kur'ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor...”
(İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 / (ebook olarak: İşârâtü’l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 – s 1173) / Risalei Nur
Teşvik; İsteklendirme, özendirme
Ünsiyet; Ahbaplık, arkadaşlık.
Sühulet; Naziklik
Meşakkat; Güçlük, sıkıntı, zorluk, zahmet.
Esasat-ı diniye; Dinin kökleri, temeli
Bina; Yapı
İkmal; Eksik bir şeyi tamamlama, daha iyi duruma getirme, bütünleme
***
Said Nursi’nin sözlerinin günümüz Türkçesi;
“Ey Yahudi ve Hıristiyan’lar İslama girmek iman etmek sizlere zor gelmesin, çünkü İslam şeriatı sizlere Yahudi’lik ve Hıristiyan’lık dinini bırakmanızı emretmiyor, sadece dininize fazladan birkaç inanç eklemeniz lazım diyor…”
Said Nursi’nin kendi kafasına göre hiçbir delil göstermeden İslam akaidi konusunda verdiği bu şazz fetvasından dönmemiştir. Onların kurtuluşu için yeterli bir yol gibi gösterilen eski dinlerini terk etmeden inanmak yine kâfirliktir, maalesef bu görüşe inanan bir Müslüman’ında imanı tehlikeye girmiştir, neden denirse çünkü böyle bir inanç Allah’ın ehli kitaba; “kâfir, düşman, ebedi Cehennemlik” dediği halde bunun aksini iddia etmektir. Eğer denirse ki “Said Nursi bu sözlerle onların kurtuluşunu kast etmiyor” diye ona denir ki “eski dininizi terk etmeden İslama girin” daveti ne içindir? Sözleri çarpıtmanın ne gereği var , İslam aleminde böyle şeyler söyleyen bir tane muteber Alim yoktur, helede Hıristiyanlık/Yahudilik üzerine İslam inancı bina etmek tam bir felakettir. “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” Ali İmran 19 .“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar…” Bakara 137. “Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten hiç bir kimsenin Yahudi veya Hıristiyan olduğunu duymak istemiyorum. Eğer böyle bir kişi Bana inanmadan önce ölürse o ancak cehennemliktir”. Müslim
Said Nursi’nin İslam adına konuşup ileri sürdüğü bu iddiayı bir de ehlisünnet Âlim’lerinin kaynaklarında ehli kitabın kurtuluşa ermesi için eski dinlerini bırakmaları gerekmi gerek değilmi inceleyelim;
* Dürer’de zikredildiğine göre bugünki Yahudi ve Hıristiyanlar “La ilahe illallah Muhammedünrasulullah” deseler dahi Müslüman sayılmazlar. Onlara gerçekten kabul ediyor musunuz diye sorulduğunda, “sizin Peygamberiniz olarak kabul ediyoruz” derler. Bunların imanının kabul edilmesi için mensup oldukları dinden ayrılıp uzaklaşması gerekir. Şayet bir Hıristiyan “La ilahe illallah” kısmını söyler ve kendi dininden uzaklaştığını söylerse Müslümanlığı ile hüküm edilmez “ben Müslüman’ım” desede Müslüman sayılmaz. İslamın lügat manası teslimiyet demektir ki bu söz Müslüman olmasını gerektirmez. Ancak “ben sizin gibi Müslüman’ım” derse Müslüman’dır
Ehli Sünnet İtikadı/s.91-92
Görüldüğü gibi her şey apaçıktır, Şeriat meydandadır her kim ne olursa olsun kimsenin bunu değiştirme yetkisi yoktur.
Bir Müslüman’ın, ehli kitabın dininin hak, onlarında cennete gideceğine, şehit olabileceğine, dinlerini terk etmelerine gerek olmadığına inanması kişinin kendi itikadını bozması bunun yanında kendini tasdik edenlerin de itikadını bozmasından ve dahası ehli kitabın imana gelmesine vesile olacağı yerde aksine ehli kitabın küfrüne razı ve onların bu küfrüne katkı da bulunmasından başka nedir?
ESK
Ehl-i Kitap Kafirlerine Cennetlik diyenler!
Vallahi kıyamete kadar Sözlerin Ey kıymetlisi; Hiç eskimeyeni, En muteberi, Üzerine söz söylemeye dahi güç yetirilemeyeni , Aziz ve Celil olan herkese her istediğini yaptıran, İbadet edilmeye tek layık olan Allah’u Azimüşşan hazretlerinindir ki Amma bad ( bundan sonra)
(Elbette, Ehl-i kitabdan [Yahudi ve Hristiyan] olsun, müşriklerden olsun bütün kâfirler Cehennem ateşindedir, orada ebedi kalırlar. Onlar mahlûkların en kötüsüdür.) [Beyyine 6]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Beni duyup da, bana inanmayan (Önceki dinimi bıraktım, islam dinine girdim demeyen) Yahudi ve Hristiyanlar, muhakkak Cehenneme girecektir.) [Hâkim, Müstedrek]
Yine Muteber Fetva kitabında buyuruldu ki;
Hristiyanlar, Ehl-i kitabdır. Ehl-i kitabın hepsi de kâfirdir. (Fetava-i Hindiyye)
Dinde zaruri olan şeylerden birine inanmayan kâfir olur. Bunun kâfir olduğunda ve Cehennemde sonsuz azap çekeceğinde şüphe eden de kâfir olur. Bunun kâfir olacağı, Bezzaziyye, Dürr-ül-muhtar, Kadı İyad’ın Şifa, İmam-ı Nevevi’nin Ravda ve İbni Hacer-i Mekki’nin el-A’lam kitaplarında açıkça bildirilmiştir.
Bir Hristiyan’ı, bir Yahudi’yi ve din-i İslam’dan ayrılanlardan birini kâfir kabul etmeyen kimsenin kâfir olacağında şüphe eden kimsenin de kâfir olacağını, İslam âlimleri söz birliğiyle bildirdiler. Bu söz birliği adı geçen kitaplarda yazılıdır. Kâfir olmasında şüphe eden de kâfir olunca, onu Müslüman bilenin nasıl olacağını ve hele, onu İslam âlimleri için kullanılan unvanlarla övenin nasıl olacağını düşünmeli. Bu sözümüzden, böyle kimseleri İslam âlimi sananların ve bunların küfür saçan sözlerini, yazılarını övenlerin, yayanların, kâfir olacaklarını iyi anlamalı. Övmek, yaymaya çalışmak ve reklamını yapmak, razı olmayı, beğenmeyi gösterir. Küfre rıza, küfür olur. Küfre rıza demek, kâfirin küfür üzere kalmasını istemek değil, onun küfrünü beğenmek demektir. (Fetavel-Haremeyn, Faideli bilgiler)
Cenâb-ı Hakk (c.c.) Yahudi ve Hıristiyanların kâfir olduklarını ve ebedî olarak Cehennem’de kalacaklarını, Kur’ân-ı kerîm’de şüpheye mahal bırakmayacak şekilde beyân buyurmaktadır. Şöyle ki (Mealen):
“Yahudiler ‘Uzeyr Allah’ın oğlu’ dediler, Nasrânîler(Hristiyanlar) de ‘Mesih Allah’ın oğlu’ dediler, bu onların ağızlarıyla söyledikleri sözleri ki önceden küfredenlerin sözlerine benzetiyorlar, Allah kahredesiler nasıl da saptırıyorlar.” (Sûre-i Tevbe, 30) ve
“Elbette küfretti (kâfir oldu) “Allah Meryem’in oğlu Mesih’tir” diyenler. Hâlbuki, Mesih şöyle demişti: “Ey Benî israil! Ancak Allah’a ibâdet ediniz. Muhakkak ki o, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz Allah’a kim şirk koşarsa, Allah ona cennetini haram etmiştir ve varacağı yer ateştir… ve, zâlimlerin yardımcısı yoktur. Elbette küfretti (kâfir oldu “Allah üçün üçüncüsü” diyenler. Hâlbuki, bir tek İlâhtan başka İlâh yok… (Sûre-i Maide, 72/73)
Esasen Yahudilerin “Uzeyir Allah’ın oğludur” sözleri, Hıristiyanların da “Mesîh (Hz. Isa) Allah’ın oğludur” ve “Allah üçün üçüncüsü” sözleri şirktir. Bu İtikâdda(inanışta) olan Yahudi ve Hrlstlyanlar Allah’a şerik/ortak isnâd ettikleri için müşrikdirler, (Fahruddîn Râzî, Tefsîr-i Kebîr/Mefâtîhu’l-gayb)
Allah’a ve Rasûlü’ne nasıl îmân edileceğini Cenâb-ı Hakk (meâlen) şöyle beyân etmiştir:
“Şimdi onlar sizin İmân ettiğiniz gibi îman ederlerse muhakkak hidâyete ermiş olurlar…”(Sûre-i Bakara, 137),
ve
“Muhakkak o kimseler ki, Allah’ı ve onun peygamberlerini inkâr ederler va Allah (c.c.) ile peygamberlerinin aralarını ayırmak isterler va bâzısına İman eder ve bâzısını inkâr ederler ve bunun arasında bir yol tutmak İsterler. İşte gerçekten kâfir olanlar onlardır. Biz de kâfirler için alçaltıcı olan bir azap hazırlamışızdır.” (Sûre-i Nisa, 150/151)
Malûm olduğu üzere Yahudiler; Hz. isâ ve Hz. Muhammed aleyhlsselâma İmân etmedikleri gibi; Hıristiyanlar da Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed aleyhisselâma İmân etmemektedirler.
Bu husûsda Elmalılı Hamdi Yazır diyor ki: “Velev bir Rasûlü olsun diğerlerinden ayırıp İnkâr etmek mâhlyet-i risâleti inkâr etmektir. Mâhiyet-i risâleti inkâr etmek bütün Peygamberleriyle beraber Hakk Teâlâ’yı inkâr etmekdir,” (Hak Dini Kur’ân Dili, 2/1144)
Ehl-i sünnetin icmâ ve ittifakına göre; hem kâfirler, hem de müşrikler “muhalled fin-nâr” dırlar, yâni cehennemde ebedî olarak kalacakladır. Cehennem ebedî olduğu gibi, cennet ehli de ebedîdir. (Merahu’l-Meâli fi Şerhi’l- Emâlî, 79/80)
Bunun aksini iddia edenin dînden çıkacağına icmâ vardır. (Mevsûat’ûl- İcmâ fi’l- fıkhi’l- islâmî, 2/865)
Bu vesikalardan açıkça anlaşıldığına göre;
1- Ehl-i kitabın tamamı, yani bütün Yahudi ve Hristiyanlar kâfirdir.
2- Yahudi ve Hristiyanları kâfir kabul etmeyen de kâfirdir.
3- Yahudi ve Hristiyanları kâfir kabul etmeyenin kâfir olduğunda şüphe eden de kâfirdir
Risalei Nur Talebelerine İbretlik Sorular
Soru: RİSALEİ NUR denen kitaplar kutsal mıdır, değilmidir?
* RİSALEİ NUR denen kitaplar kutsal ise Allah Kur’an’dan sonra bir başka ilahikitap göndermiş olurki bu idda yeni bir din,yeni bir ilahi kitap ve yeni birpeygamber demek değil midir?
* RİSALEİ NUR denen kitaplar kutsal değildir deniyorsa öyleyse; Şualar,Birinci Şua, c. I, s. 833.de geçen“Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından,ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” Cümlesinin ne anlama geldiğini düşünüp Said Nursiye göre bu risalelerin arştan inen kitaplar olduğunu öğrenmeleri gerekmez mi?
Soru: Said Nursi bilgi birikimini vefat etmiş Zatlardan, rüyalarından ve vehimlerinden mi edinmiştir?
* Said Nursi bilgi birikimini vefat etmiş Zatlardan, rüyalarından ve vehimlerinden edinmişse Şeriata göre böyle bir bilginin gerçekliği, güvenilirliği ve sahihliği doğrudumudur?
* Said Nursi bilgi birikimini vefat etmiş Zatlardan, rüyalarından ve vehimlerinden değilde Alimlerden edinmişse ( bunlar kim ve eğitimi kaç yıl sürmüştür?) öyleyse; Emirdağ Lahikası, c. II, s. 1 1768. de geçen“Yeni Said'in hususî üstadı olan İmamı Rabbanî, Gavsı Azam ve İmamı Gazalî, Zeynelâbidîn (R.A.) hususan Cevşenül Kebir münacatını bu iki imamdan ders almışım ve Hazreti Hüseyin ve İmamı Ali'den (Kerremallahü Vechehu) aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenül Kebir'le daima onlara manevî irtibatımda, geçmiş hakikatı ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım.” sözüyle Said Nursi kendini kutsallaştırma çabalarına mı girmiştir?
Soru: Said Nursi; ne olursa olsun her zaman her şeyi bilen birisi midir?
Said Nursi; ne olursa olsun her zaman her şeyi bilen birisi ise: Her zaman herşeyi bilen sadece Allah değil midir? Böyle bir inanç küfür değilmidir?
* Said Nursi; ne olursa olsun her zaman her şeyi bilen birisi değilse;Bediuzzaman Said Nursî, Tarihçe-i Hayat, c. II, s. 2123-2124 de geçen “Rüyasında Peygamberimizden ilim istemiş, o da ümmetine soru sormamak şartıyla ona Kur’ân ilminin öğretileceğini müjdelemiş, bu sebeple daha çocukken asrın bilgini olarak tanınmış ve kimseye soru sormamış, ama sorulan bütün sorulara mutlaka cevap vermiştir” cümlesi Said nursinin her zaman her şeyi bildiğini anlatmıyormu?
* Said Nursi’nin ilim hayatını üç ayda tamamladığı, sorulan her soruya,tereddütsüz ve derhal cevap verdiği ve bu özelliğin ona rüyasında Peygamberimiz tarafından verildiği iddiası, isbatı olmayan büyük bir yalan mı yoksa onu kutsallaştırma çabası mıdır?
Soru: Said Nursi Peygamberlik iddasında bulunmuş mudur? Kur’an’da Hz.Muhammed’e açıklanmadığı halde Said Nursi’ye açıklanmış gizli gerçekler var mıdır? RisaleiNur; Kur’an’nın gizli gerçeklerinin arştan inen kesin delili midir?
* Bu sorulara cevabınız evet ise Said Nursi yeni bir Peygamber, Risaleler iseyeni bir ilahi kitap, Kur’an sırlarla dolu açıklanmamış gizli bir kitap,Hz.Muhammed ise Kur’an’ın sırlarından habersiz veya haberi varsa bunları ümmetten saklamış bir Peygamber olur ki böyle bir iddia küfür olmaz mı?
* Bu sorulara cevabınız hayır ise öyleyse; Şualar, Birinci Şua, Yirmidördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta, c. I, s. 842. de geçen “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn'in nüzulü olduğugibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin'in mertebe-i arşiyesindenve mu'cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor...” sözü büyük bir hayal miyoksa Said nursiyi ve Risaleleri kutsallaştırma çabaları mıdır?
Soru: Risale Nurlar; Kuranı tasdik eden,tefsir eden,( varsa) sırlarını açıklaya nilahi bir kitap mıdır? Veya Risale Nurlar; Kur’ân’daki âyetlerin âyetlerimidir?
* Bu soruya cevabınız evet ise Kuranın son ilahi kitap olduğunu red etmiş olmaz mısınız?
* Bu soruya cevabınız hayır ise öyleyse; Şualar, Birinci Şua, Yirmi ikinciAyet ve Ayetler, c. I, s. 841 de geçen “Resail’in-Nur denilen otuz üç aded Sözve otuz üç aded Mektub ve otuz bir aded Lem'alar, bu zamanda, Kitabı Mübin'deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaiki imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir”. Sözüyle ve yukarda geçen sözleriyle Said Nursi, Allah’ın “Vay okimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır”derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara2/79) ayetinin muhatabı olmuş olmaz mı?
Soru: Said Nursî; Hz. Ali’ye Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecekbütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu ve orada Risale-i Nurlara işaretedildiğini iddia etmiş midir?
* Cevabınız evet ise; Said Nursi, Hz. Ali’nin yeni bir Peygamber hatta bütüngaybı bilen ( ki bu sadece Allaha ait bir özelliktir) bir insan olduğunu kabuletmiş olmaz mı? Böyle bir inanç Kur’ana göre küfür değil midir?
* Cevabınız hayır ise ; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s.2079; de geçen : “Hazreti Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzuru Nebevidegetirip Hz. Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsmi Âzam, Hz. Ali'nin(r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnızalâim’üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleriiçinde buldum" diyerek bu Ismi Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirdensonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: "Evveli dünyadan kıyamete kadarulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur." Sözüyle İslam dininin berraklığı bulandırılıp akıllara şianın sapık ve şirk kokan fikirleri misokulmak isteniyor?
Soru: Risalei Nur kusursuz, eksiksiz, izaha ihtiyacı olmayan ve mükemmel birkitap mıdır?
* Cevabınız evet ise Kur’an dışında kusursuz, tam ve mükemmel bir kitap olabilir mi? Bu iddia insan eliyle yazılmış bir kitap için aşırı gitmek değilmidir?
* Cevabınız hayır ise Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c.II, 1415. de geçen “Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin'in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”. Sözüyle delilsiz bir şekilde risaleler kutsallaştırılmış mıdır?
Soru: Bu devirde; “Urvet-ül vüska”, yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipi olan kitap Kuran mıdır yoksa Risalei Nur mudur?
* Bu soruya cevabınız evet Risaledir diyorsanız Bakara 2/256; Ali İmrân3/103. ayetlerinin hükmü kaldırıldı da bizim mi haberimiz olmadı?
* Cevabınız hayır ise Şualar, On Birinci Şua, Onbirinci Meselenin haşiyesininbir lahikasıdır, c. I, s. 985.de geçen “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir“urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir.” Sözü insanları Risalelere mahkum edebilmek için söylenmiş birsöz müdür?
Soru: Müslümanların şeriat, dua, ve ibadet kitabı Kuran mıdır, yoksa Risaleler midir?
* Cevabınız Risaleler ise Kuran dışında başka bir ilahi kitap olduğunu iddia etmiş olmaz mısınız?
* Cevabınız hayır ise ; Emirdağ Lahikası I, c. II, s. 1719. de geçen “Risale-i Nur'un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ışeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet,hem bir kitab-ı emr-ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hembir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem birkitab-ı İlmi Kelâm, hem bir kitab-ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşvikisan'at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat-ı vahdaniyet; muarızlarınabir kitab-ı ilzam ve iskâttır”. Cümlesi Said Nursiye göre Kuran gibi Risalelerinde kutsal olduğunu göstermez mi?
Soru: Risalelerdeki bazı bölümler, Said Nursiye Allah tarafından; haberi olmadan,zorla mı yazdırılmıştır?
* Cevabınız evet ise böyle bir iddiayı hangi akla ve mantığa göre ileri sürmektesiniz?
* Cevabınız hayır ise; Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s.1589; ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Yayınevi İstanbul 1991, s. 33. de geçen “Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def'a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat'î bir surette bildim ki: Herkes buzamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez; etse de tamokuyamaz; fakat küçük bir Risale-’in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayıelde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes'eleleri ondan okuyabilir.Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalâasını tekrareder.” Sözüyle Said Nursi kendisine Allah tarafından bir şeyler yazdırıldığınıdolayısıyla Allahın seçilmiş kulu olduğunu mu iddiaya çalışmaktadır?
Soru: Bu devirde Müslümanlar Kurana mı yoksa Risalelere mi muhtaçtır? Müslümanların tekrar tekrar okuması gereken kitap Kuran mı yoksa Risaleler mi?
* Cevabınız Risaleler ise Kuranın tarihte kaldığını veya yeteri kadar insanlığın sorunlarına cevap veremediğini iddia etmiş olmaz mısınız?
* Cevabınız Kuran ise ; Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s.1589; ve Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Yayınevi İstanbul 1991, s. 33. de geçen “Sonra kat'î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez; etse de tam okuyamaz; fakat küçük bir Risale-’in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes'eleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrürettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.” Sözleriyle Said Nursi yazdığı kitaplarını kutsallaştırıp Kuranın önüne geçirmeye mi çalışmaktadır veya Kuranla denk mi göstermektedir?
Peygamber Efendimizin Aynası Said Nursi imiş !
Tılsımlar Mecmuası, 205’te Said Nursî; “Binâenaleyh bu Zât (Said Nursî), cismaniyet noktasında mir'at-ı Peygamberî’dir.”diyerek kendisini Hz. Muhammed’in aynası olarak göstermektedir. Hâşâ ve kellâ... Said Nursî, ne cismaniyet ne de ruhaniyet noktasında Hz. Muhammed’in aynası olabilir. Bu ancak Peygamberi suistimal etmektir. Aynı yazının devamında ebced hesabına dayanılarak şu terbiyesizlik yapılır:
“Üstelik ancak iki Muhammed, bir Bediüzzaman ediyor. Şöyleki; Muhammed (92)Âyine karşısına koyarak Muhammed (92); Bedîüzzaman (184)’dır. (Ebcede göreMuhammed adının sayı değeri 92’dir, Bedîüzzaman adının sayı değeri 184’dür.Yani 92+92=184)
Peki, sizin bu ahmakça çıkarsamanızı esaslı bir şey zanneden muzırın biri çıksada dese ki:
" Kur'an’da Tebbet suresinde adı geçen Ebu Leheb’in cifri değeri 46’dır.Ebu Leheb’in sağına, soluna, önüne, arkasına ayna koysak ( Yani 46 x 4= 184)kim görünür acaba?”
Bu münasebetsize ne cevap vereceksiniz? Hadi biz verelim cevabı: BediüzzamanSaid Nursî görünür. Çünkü: Ebu Leheb (46) x 4 = Bediüzzaman (184) eder.
Hilmi Polat
Said Nursi Sahte Mason din adamlarına tabi oldu
Mustafa Kaplan Bey, geçen haftaki bir yazısında “Risale-i Nurlara el atıldığını ve bazı değişiklikler yapıldığını” yazıyor ve haklı olarak sert bir şekilde de tenkit ediyordu.
Sakarya Üniversitesi hocalarından Sayın Dr. Alaaddin Yalçınkayada Cemaleddin Efgani isimli eserinde bu değişikliklerden birine dikkat çekiyor. Alaaddin Bey’in ifadeleri şöyle:
“İttihad-ı İslâm (İslâm birliği) ve Cemaleddin Efgani ile alâkalı, Said Nursi’nin de bazı görüşleri vardır. Said Nursi şöyle demektedir:
“… Ben bu ittihadın efradındanım(bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim.Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikazetti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim(benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgani, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavi, HocaTahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”
(Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, TenvirNeşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet.)
Alaaddin Yalçınkaya devam ediyor:
“Said Nursi’nin bu konudaki görüşleri, arada küçük olmakla beraber farklı yorumlara sebep olabilecek diğer bir kaynakta şöyle nakledilmektedir:
“İşte ben bu ittihadın efradındanım ve bu ittihadın tezahürüne teşebbüs edenlerdenim. Yoksa sebeb-i iftirak olan fırkalardan, partilerden değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim, onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o, vilayat-ı şarkıyeyi ikazetti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır. Bu meselede seleflerim; Şeyh Cemaleddin Efgani, allamelerden Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Süavi, Hoca Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim’dir ki…”
(Bediüzzaman Said Nursi, İki Mekteb-iMusibet’in Şehadetnamesi, Risale-i Nur Külliyatı’ndan, Aksi Seda Matbaası,Samsun, 1957, s 14-15)
Fark ortada. Birindeki “Kürt” kelimesidiğerinde “vilayat-ı şarkiye” olmuş. Bu durumda, insan “Yoksa Risale-i Nurlarda benzer şeyler yapıldı mı?” diye düşünmez mi? Demek ki, Mustafa Kaplan Bey feveranında yerden göğe kadar haklı…
Bir kelimenin değiştirilmesine bile bizzat Risale-i Nur’un yazarı şiddetle karşı. Bakın:
Mana daha güzelleşiyor diye Fihrist Risalesi’ne yapılan çok küçük bir ilaveye itiraz eden Said Nursi, şiddetli bir tokat aşkettikten sonra, “Titremeliydiniz. Ben dahi (Risale-i Nur’a) kalem karıştıramıyorum. Siz nasıl kalem karıştırırsınız!” demiştir. (ittihad.com.trsitesindeki 14 sahifelik metnin 6. sahifesi. Aynı cümle Sikke-i Tasdik-iGaybi’de de mevcut.)
1996 veya 97’de Aksaray Akgün Otel’de Risale-i Nur toplantısı yapılmıştı. Galiba Filistin’den gelen hatipdi; konuşması içinde “Said Nursi, üstadlarım Cemaleddin Efgani, Muhammed Abduh, Ali Süavi diyor” dedi. Konuşmaları anında tercüme eden Suat Yıldırım Hoca, hatibin bu cümlesini tercüme etmedi.Arkasından, Suriyeli Ramazan el Buti konuştu. İşe bakın ki, bir önceki hatibin söylediğini o da söylemesin mi… Suat Hocamız, Buti’nin o cümlesini de es geçti.Bendeniz, tercümede bazı yerleri niçin atladığını yazıp kâğıdı masaya bıraktım.Suat Hocamız cevap vermek mecburiyetinde kaldı ve “Efendim biz polemik olmasını istemiyoruz” dedi. Hoca kendine göre bu iki ismi yani Abduh ve Cemaleddin Afgani’yi Said Nursi’nin üstadıolarak göstermek istemiyordu. İyi de, Said Nursi kendisi bu isimleri vermekten çekinmemişse bize ne oluyor!..
Sizin anlayacağınız değerli okuyucular, böyle şeylere şahit oldukça, Mustafa Bey’e bir defa daha ‘haklısın’ demekten kendimizi alıkoyamıyoruz.
16 Mart 2006 Perşembe
(Ali Eren, Vakit)
Said Nursi ve 33 Ayet
“Risale-i Nur’un arkasında otuzüç âyât-ı Kur'aniye işârâtı ve Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh’in üç kerâmât-ı gaybiye ile ihbârâtı ve Gavs-ı A’zâm’ın sarahate yakın şehâdeti var. Ona hücûm, bunlara hücûmdur.”
Müdâfaalar, 104
-İslam tarihin'de Sahabe Efendilerimiz başta olmak üzere Müctehid mezhep imamlarımız, icazetli Alimlerimiz, irşad ehli değerli tasavvuf büyükleri gibi ceplerinden bin tane said nursi çıkartacak nice üstün şahsiyetler gelip geçmiştir, dikkat edilecek olursa hiç bir ehli sünnet Alimi kendilerinin veya yazdıkları kitapların Kur-an'ı Kerim'de geçtiğini iddia etmemiştir.(Kur-an'dan ve Risaleler'den başka kitap okumayan said nursi ve cemaatı bu kitaplardan bi haber yaşadıkları için onlara göre risale'lerden üstün kitap yoktur).Şeyhi, hocası olmayan üç ay medrese okumuş icazetsiz Said Nursi kendi yazdığı kitabı (ona göre yazmamış yazdırılmış) kutsallaştırılmak için hiç çekinmeden Kur-an ve İslam büyükleri alet edilmiş buda yetmezmiş gibi aba altından sopa gösterircesine "Ona hücûm, bunlara hücûmdur" diyerek Müslüman'ları Kur-an'ı Kerim, Hz Ali ve Gavsı Azam ile korkutmaya çalışmıştır. Said Nursi'nin rüya, ilham, sunuhat ve keşifleri sadece kendisini bağlar bunlar şeriat'ta delil olarak kabul edilemez.
33 Ayetin risalei nuru işaret etmesi olayı ise tamamen Said Nursi'nin vehim ve hayellerden ibarettir. Delilleri ise ayetleri çarpıtarak yaptığı tevillerden başka bişey değil,(1) bu İslam ve akıl dışı iddialara inanan kardeşlerimize şunu soralım; Peygamber Efendimiz(s.a.v), sahabe efendilerimiz(r.a), müçtehid imamlarımız, yüzbinlerce Alim, fakih, evliya'nın hepsi Kur-an'ı okuduğu halde anlayamadı bu sırrı çözemedi ama Said Nursi yüzyıllarca sonra gelerek bu sırrı çözdü, öylemi?
Özetlersek, kendisini ve yazdığı risalei nur denen kitapları büyük göstermek için her yolu mübah sayan Said Nursi, Müslümanların Allah korkusunu Evliya sevgisini mükemmel bir şekilde suistimal etmeyi başarmıştır.
Dipnot:
Said Nursi'ye inen Risale-i Nur!
“Risailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur'an'ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”
Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833
“Risale-i Nur’un mesaili, ilim ile, fikir ile, niyet ile ve kasdi bir ihtiyarla değil; ekseriyet-i mutlaka ile, sunuhat, zuhurat, ihtirat ile oluyor.”
Kastamonu Lahikası, s. 233:
"Risale-i Nur, 20. asrın Müslümanlarını ve bütün insanlarını koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş delalet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyari ile yazılmış değil, Cenab-ı Hakkın lisanı ile yazılmış bir eserdir.”
Rehberler, s. 141:
“Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin'in nurlu lemeatıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.
Barla Lahikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415
“Kimin haddidir ki, bu Nurlarda yanlışlık bulsun. (...) Onun için bir harfe dokunmayı azîm bir günah işliyorum telâkki ediyorum.”
Barla Lahikası, 56
“Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir.”
Şualar, On Birinci Şua, c. I, s. 985
“İslâmiyet güneşinin doğuşundan tam öndört asır sonra, senin gibi ulvî ve İlâhî ve arşî bir nurun tekrar ve yeniden, bahusus bu son asırda, hem Türk elinde ve hem de Türk dilinde doğması, acaba kimin hatır ve hayalinden geçerdi? Bu ne büyük bir ni’met bizlere ve bu asır halkı için ne bahtiyarlık Yârabbi!. "
Zülfikar Mecmuası, 433
(...) benim gibi yarım ümmi ve kimsesiz (...) bulunan bir adam, (...) Risale-i Nur'a sahip değildir; ve o eser, onun hüneri olamaz, onunla iftihar edemez. Belki doğrudan doğruya Kur'an-ı Hakimin bu zamanda bir nevi mu'cize-i maneviyyesi olarak, rahmet-i ilahiyye tarafından ihsan edilmiştir. O adam, binler arkadaşiyle beraber, o hediye-i Kur'aniyeye el atmışlar. Her nasılsa birinci tercümanlık vazifesi, ona düşmüş.
Onun fikri ve ilmi ve zekasının eseri olmadığına delil, Risale-i Nur'da öyle parçalar var ki; bazısı altı saatte, bazı iki saatte, bazı on dakikada yazılan risaleler var. Ben yemin ile te'min ediyorum ki: Eski Said'in (R.A.) kuvve-i hafızası da beraber olmak şartıyle, o on dakika işi, on saatte fikrim ile yapamıyorum; o bir saatlik risaleyi, iki gün istidadımla, zihnimle yapamıyorum, ve o bir günde altı saatlik risale olan "Otuzuncu Söz"ü ne ben ve ne de en müdakkik, dindar feylesoflar, altı günde o tahkikatı yapamazlar ve hakeza...
Şualar, 534-535, Birinci Şua/iki Acip Suale Cevaplar/işarat-ı Kur'aniye Hakkında Lahika; Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 68-69, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Bu aciz kardeşiniz, hem itiraz eden o eski dost zata, hem ehl-i dikkate ve sizlere beyan ediyorum ki (...); Kastamonu Lahikası, 179, Yirmiyedinci Mektubdan/Aziz, Sıddık, Risale-i Nur Şakirdleri Kardeşlerim.
işte ihtiyar ve şuurumun dairesi haricinde, mezkûr haletler ve sergüzeşt-i hayatım ve ulûmların enva'larındaki hilaf-ı adet ihtiyarsız tetebbuatım; böyle bir netice-i kudsiyeye müncer olmak için; kuvvetli bir inayet-i ilahiye ve bir ikram-ı Rabbani olduğuna bende şüphe bırakmamıştır.
Mektubat, 353-354; Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 267; Barla Lahikası, 12, Yirmisekizinci Mektub/Yedinci Risale Olan Yedinci Mes'ele/Altıncı işaret; Tarihçe-i Hayat, 190-191, Barla Hayatı/Yirmisekizinci Mektub'un Yedinci Mes'ele'si.
(...) Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bazı def'a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı imaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmıştır?
Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 36, Parlak Fıkralar ve Güzel Mektuplar/Aziz Kardeşlerim!
(...) Hatta, bir kısım Risaleleri ihtiyarım haricinde yazdığım gibi, Risale-i Nur'un ehemmiyetini zikretmekte ihtiyarsız hükmündeyim.
Şualar, 572; Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 124, Sekizinci Şua/Üçüncü Bir Keramet-i Aleviye/Bir ifade-i meram
Said Nursinin Risaleleri iradesi dışında yazdığına dair ifadeleri:
"Yazdırıldı"
Şualar, 219, Onbirinci Şua/Meyve Risalesi/Bu Onuncu Mes'eleye Bir Hatime Olarak iki Haşiye; Siracü'n-Nur, 62, Otuzbirinci Mektuptan Yirmialtıncı Lem'a/ihtiyarlar Hakkında/Onbirinci Rica; iman ve Küfür Muvazeneleri, 111, Meyve Risalesi'nden/Onuncu Mes'elenin Hatimesi Olarak iki Haşiye/Birincisi.
"Yazdırılmış"
Lemeat, 68, Mebhaslar/Kur'an, Kendi Kendini Himaye Edip Hakimiyetini idame Eder
"Yazdırılmadı"
Tarihçe-i Hayat, 398, Denizli Hayatı/Bu Fıkra Bir Casus Vasıtasiyle Resmi Memurların Eline Geçtiği için "Lahikaya" Girmiştir; asa-yı Musa, 82, Meyve Risalesi/Onbirinci Mes'elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır/Salisen/Haşiye; Şualar, 236, Onbirinci Şua/Meyve Risalesi/On birinci Mes'elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır/Saniyen/Haşiye; Siracü'n-Nur, 172, Denizli Müdafaası/Bu fıkra, resmi me'murların ellerine bir casusun eliyle geçtiği için buraya girdi.
"ihtiyarsız"
Sözler, 247, Yirminci Sözün ikinci makamı/iki Mühim Suale Karşı, iki Mühim Cevap/Birincisi/Haşiye; asa-yı Musa, 76, Meyve Risalesi/Onbirinci Mes'elenin Hatimesi; Mektubat, 85, Ondokuzuncu Mektub/Mu'cizat-ı Ahmediyye/Üçüncü Nükteli işaret/Haşiye; Zülfikar Mecmuası, 123, ikinci Zeyl/Yirminci Söz/iki Mühim Suale Karşı iki Mühim Cevap/Birincisi/Haşiye.
"Manen icbar edilmiyorum"
Kastamonu Lahikası, 15, Yirmiyedinci Mektubdan/Aziz, Tam Sıddık Kardeşlerim
"izin olmadığından yazılmadı"
Kastamonu Lahikası, 28, Yirmiyedinci Mektubdan/Manevi bir ihtar ile bir-iki ince mes'eleyi size yazıyorum
"ihtiyarım haricinde olarak uzun yazdırıldı. Hikmetini de anlamadık, belki bir hikmeti var diye öylece bıraktık"
Kastamonu Lahikası, 78, Yirmiyedinci Mektubdan/Küçük Hüsrev olan Feyzi'nin ve Emin'in suallerine bir cevab ve haşa hurafe tevehhüm edilen bir rivayetin bir mu'cize-i gaybiyyesidir
"Hakikattan haber aldım"
Kastamonu Lahikası, 115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet Ehemmiyetlidir
"İrade ve ihtiyarım ile yazmadım"
Şualar, 83, Yedinci Şua/ ayetü'l-Kübra/Mühim Bir ihtar ve Bir ifade-i Meram/Beşincisi
"İhtiyarsız olarak te'lif edildiğinden"
Şualar, 151, Yedinci Şua/ayetü'l-Kübra/ihtar
"Beyana izin verilmedi"
Şualar, 480, Onbeşinci Şua/Elhüccetü'z-Zehra/Üçüncü Medrese-i Yusufiye'nin Tek Bir Dersinin Üçüncü Kısmı/Mukaddime.
"ihtiyarsız sevkedildim"
Şualar, 501, Onbeşinci Şua/Elhüccetü'z-Zehra/Elhüccetü'z-Zehra'nın ikinci Makamı/Dördüncü Kelime-i Kudsiye.
"Yazmaya izin verilmedi"
Sözler, 157, Ondördüncü Sözün zeyli
Farklı Dillerde Gelen Risaleler;
"Şu fıkra, Arabi geldiği için Arabi yazıldı..."
Sözler, 443, Yirmialtıncı Söz/Hatime.
"Şu Yirminci Pencerenin hakikatı, bir zaman Arabi bir surette şöyle kalbe gelmişti: (...)"
Sözler, 625, Otuzüçüncü Söz/Yirminci Pencere/Haşiye
"(...) Yani bu münacat, kalbe Farisi olarak tahattur ettiğinden Farisi yazılmıştır."
Sözler, 193; İman ve Küfür Muvazeneleri, 63, Onyedinci Söz/Kalbe Farisi Olarak Tahattur Eden Bir Münacat
***
İlham Nedir?
Feyiz yoluyla kalbe ilka olunan mana.
Kur'an-ı Kerim'de Allahu Teâlâ'nın arıya vahyettiği anlatılmaktadır (en-Nahl, 16/68). Bu vahiyle kastedilen ilhamdır. Yine Kur'an'da peygamber olmadığı bilinen şahıslara geldiği bildirilen vahiy ilham ile tefsir edilmiştir. Allah Hz. Musa'nın annesine "çocuğu emzir, başına gelecekten korktuğun zaman, onu suya bırak, korkma, üzülme biz şüphesiz onu sana döndüreceğiz ve peygamber yapacağız" (el-Kasas, 28/7). Bu ayet-i kerimedeki vahyin ilham olduğu kabul edilirse, ilhamın uykuda ve uyanık iken geldiği söylenebilir. Nitekim Allahu Teâlâ'nın Hz. İbrahim'e oğlunu kurban etmesini söylemesi uyku halindeki ilhama misaldir (Ramazan Efendi, Haşiye ala Şerhi'l-Akâid, s. 63).
İslâm akâidinde, ilim elde etme yolları arasında ilham kabul edilmemiştir. Kelâm âlimlerinin çoğu bu görüştedir. Ancak bu meseleyi Taftazanî (ö. 797/1395) şöyle yorumlamıştır: İlham herkes için bilgi vasıtası değildir. Başkasına karşı delil olarak kullanılmaya elverişli de değildir. İlham Kişinin kendisi için delil olabilir. Çünkü ilhamla ilim hasıl olduğu konusunda şüphe yoktur. Bu hususla ilgili hadisler mevcuttur. Bir çok seleften bununla ilgili haberler nakledilmiştir (Taftacanı, Şerhu'l-Akâid, terc. Süleyman Uludağ. s. 121).
Gazzalî, Razî ve Âmidî gibi bazı kelâmcılar nazar ve istidlal söz konusu olmaksızın ilhamla yakînî ve kat'î bilgilerin elde edileceğini kabul ederler. Ancak ilham zannedilen şey vahim olabilir. Şeytan'ın vesvesesi olabilir. Bunun için ilhamı vahim ve vesveseden ayırabilmek için onun dine uygunluğunu âyetlerle ve hadislerle kontrol etmek gereklidir. Bu şekilde kabul edilen ilham bile dinler ve mezhepler konusundaki tartışmalarda ölçü değildir (bk. İsmail Hakkı İzmirli, Yeni İlm-i Kelâm, I, 59).
Vahiy ile ilham arasındaki farklar şunlardır;
1. Vahiy yalnızca peygamberlere gelir.
2. İlhamda melek gözükmez.
3. Kendisine ilham gelen kişi bunu gizleyebilir. Hatta gizlemesi daha güzeldir. Peygamber vahyi gizleyemez,
4. Vahiyde kesinlik vardır. Peygamber vahyin, Allah'tan geldiğini kesin olarak bilir. İlham zannîdir (Zanna dayanır) (Zurkânî, Menâhilu'l-İrfân, Kahire 1954, I, 64).
Said Nursiye gelen Sunuhat, Zuhurat Nedir?
Sunuhat: Kalbe gelen manalar, doğuşlar.
Zuhurat: Gerçekleşeceği düşünülmeyen, hesapta olmayan, umulmadık, olağan dışı olgular.
Said Nursiye irade dışı gelen sunuhat ve zuhurat olarak bahsettiği şeylerin ilham olduğu açıkca meydandadır.
Risalei nurun Allahtan gelen ilham olduğunu kabul etmeyen şimdiki nurcular aşağıdaki satırda said nursi'yi müdafa eden şakirdinden acaba said nursiye dahamı yakınlar?
“Ey Risale-i Nur! Senin Hakkın dili, Hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yoktur. Ben kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitaptan alınmadım, hiçbir eserden alınmadım. Ben Rabbani ve Kur’aniyim. Bir layemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nur’um.” Müdafaalar s. 347
Peygamber olmayanlara gelen İlhamlar;
Yukarıda ki satırları iyi okuduğumuzda ilhamın Allah'tanmı yoksa şeytan'danmı geldiğini ayırt edebilmek için üstün bir takvaya ve üstün bir ilme sahip olup gelen ilhamı şeriat'a göre ölçmek lazımdır. İslam tarihinde hiç bir ehli sünnet alimi kendisine gelen ilhamı delil göstererek kitap yazmamıştır. Eğitim görmeyip kendi kendine kitap okuyan birinin ise Müçtehid - Fakih - Alim - Molla olması mümkün değildir, Said Nursi gibi icazeti, selahiyeti olmayan birinin şer'i bir konuda hüküm vermesi ise hem kendisi hem ona uyanlar için büyük zarardır, Peygamber Efendimiz bu konuda şöyle buyurmuştur;
Fetva vermeye en cüretli olanınız, Ateşe [girmeye] en cüretli olanınızdır
[Darimi]
Bilmeden fetva verene, yerdeki ve gökteki melekler lanet ederler
[İbni Lal, İbni Asakir]
İyi işe vesile olan, hayatında ve öldükten sonra da o işi yapanlar kadar sevap kazanır. Kötü işe ön ayak olana da, bu iş terk edilinceye kadar, bunun günahı yazılır.
[Taberani]
“Nurcuların Savunması;"Peygamber Efendimiz de Ümmi değilmiydi? "
Said Nursi'yi sevenlerinin onu savunmak için kullandığı soru cümlelerinden biridir bu, sorunun kendisi edebe muğayirdir, bu soru; O na geldiyse Said'e de gelir, O na verildiyse Said'e de verilir, O yaptıysa Saidde yapar vs. demeye gelirki İslam adabına aykırıdır, müslümanın Allah katındaki değeri Kur'an-ı Kerime ve Peygamber Efendimize ne kadar uyduğuna bağlıdır, uymak ile kıyas etmek aynı şey değildir
(Uymak; bağlı kalmak, tabi olmak // Kıyas; denk sayma, karşılaştırma).
Peygamber Efendimiz bisetten önce Ümmi idi yani okuması yazması yoktu, Peygamber Efendimizin ümmi olmasının hikmetlerinden biri şudur; müşrik ve kitap ehlinin Peygamber Efendimize gelen vayhi "birilerinden eğitim aldıda söylüyor" iftiralarına maruz kalmaması içindi. Birisini Peygamber Efendimiz ile kıyaslamak yerine o kişinin Peygamber Efendimize ne kadar uyduğuna bakmak İslami ahlaka daha uygundur.
Cevap;
Peygamber Efendimizin ümmi olması , ümmetinden her ümmiye Allah katından ilim verileceği anlamına gelmez, İslam tarihinde ümmi olupta Veli olan zatlar vardır fakat bu zatlar kendilerinin ben Alimim diye tanıtmamıştır ve kendilerine gelen sunuhat, zuhurat, ihtirat göre değil şeriata göre yaşamışlardır, icazetli ilmi derin büyük Alimler ise Allaha karşı her zaman edebi gözetip mütavazi davranmışlardır.
SONUÇ;
Yukarıda Said Nursi yazdığı "risale-i nur" denen kitaplar için;
-Allah'ın ipi olduğunu,
-Cenab-ı Hakkın lisanı ile yazıldığını,
-Arş'dan indiğini,
-İrade dışı yazdırıldığını,
-Hiç bir esere benzemediğini,
-Eksiksiz ve kusursuz olduğunu,
-Bütün Müslümanların ve insanların kurtarıcısı olduğunu,
-İslam'ın tekrar risale-i nur ile doğduğunu,
-Risalenin bir harfine bile dokunmanın günah olduğu gibi sunuhat, zuhurat, ihtirat adı altında kalbine gelen hayel ve vehimlere dayanan hiç bir şer-i delili olmayan iddialarda bulunmaktadır. Said Nursi Risale-i Nur'un izaha muçtaç olmadığını söylediği halde ona tabi olanlar onun yanlışlarını habire düzeltmek için uğraşmaktadır.
Allah'a karşı yalan uydurup iftira düzenden veya kendisine hiç bir şey vahyolunmamışken "Bana da vahy geldi" diyen ve "Allah'ın indirdiğinin bir benzerini de ben indireceğim" diyenden daha zalim kimdir? Sen bu zalimleri, ölümün 'şiddetli sarsıntıları' sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: "Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah'a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O'nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azabla karşılık göreceksiniz" (dediklerinde) bir görsen...
Enam 93
| ESK
Said Nursi; "Cehennemde olsa sonsuzluğu isterim"
Şuâlar, 193, Onbirinci Şuâ/Meyve Risalesi/Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsası/Birincisi; Âsâ-yı Mûsa, 37; Îman ve Küfür Muvazeneleri, 175, Meyve Risalesi/Sekizinci Mes'elenin Bir Hülâsası/Birincisi
(...) Bir zaman -küçüklüğümde- hayalimden sordum: "Sana bir milyon sene
ömür ve dünya saltanatı verilmesini fakat sonra ademe ve hiçliğe düşmesini mi
istersin? Yoksa, bâkî fakat âdi ve meşakkatli bir vücudu mu istersin?" dedim. Baktım,
ikincisini arzulayıp birincisinden "ah!" çekti. "Cehennem de olsa beka isterim."
dedi.
İşârâtü’l-İ’caz, 90, Mahiyet-i Küfür/Pekâlâ, o ebedî ceza hikmete muvafıktır; kabul ettik. Fakat merhamet ve şefkat-i İlâhiyeye ne diyorsun?
Vücudun, velev Cehennemde olsun, ademden daha hayırlı olduğu vicdanî bir
hükümdür. Zira adem, şerr-i mahz olduğu gibi, bütün musîbetve ma’siyetlerin de
merciidir. Vücut ise velev Cehennemde olsa, hayr-ı mahzdır.
*******************
Said Nursi küçüklük hayellerini kitabına aldığına göre eski hayellerinden vazgeçmemiş. Cehennemi gülbahçesi, panayır yeri zanneden Said Nursiye ve hayranlarına Allahın (C.c) cehennem ile ilgili Ayetlerini hatırlatalım;
-Ayetlerimize karşı inkâra sapanları şüphesiz ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tadmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Gerçekten, Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir.(NİSA/56)
-Bunların üzerlerinin cehennem ateşinde kızdırılacağı gün, onların alınları, böğürleri ve sırtları bunlarla dağlanacak (ve:) "İşte bu, kendiniz için yığıp-sakladıklarınızdır; yığıp-sakladıklarınızı tadın" (denilecek).(TEVBE/35)
-(Böylesinin) Önünde cehennem vardır ve (orada) irinli sudan içirilecektir.(İBRAHİM/16)
-Orda kendileri için, 'kemikleri çatırdatan inlemeler' vardır. Onlar orda işitmezler de.(ENBİYA/100)
-İşte bunlar çekişen iki gruptur, Rableri konusunda çekiştiler. İşte o inkâr edenler, onlar için ateşten elbiseler biçilmiştir; başları üstünden de kaynar su dökülür.(HAC/19)
-Ne zaman ordan, sarsıcı-üzüntüden çıkmak isterlerse, oraya geri çevrilirler ve (onlara:) "Yakıcı azabı tadın" (denir).(HAC/22)
-Ateş, onların yüzlerini yalayarak yakar da onun içinde onlar, (etleri sıyrılmış olarak sırıtan) dişleriyle kalıverirler.(MÜ'MİNUN/104)
-Kızgın bir ateşe yollanırlar.(ĞAŞİYE/4)
-Kaynar bir kaynaktan içirilirler.(ĞAŞİYE/5)
-Onlar için (zehirli olan) dari' dikeninden başka bir yiyecek yoktur.(ĞAŞİYE/6)
-Elleri boyunlarına bağlı olarak, sıkışık bir yerine atıldıkları zaman, orada yok oluşu isteyip-çağırırlar.(FURKAN/13)
ve bir Hadis;
“Cehennemliklerin azabı en hafif olanı iki ayağının altında ateş közü bulunan ve bunlarla beyni kaynayan kişidir” (Buhârî, Rıkak: 17; Müslim, İman: 27)
Cehennemde ebedi kalmaktansa yok olmanın kat kat daha iyi olcağını umarız akıl sahipleri anlamıştır.
Said-i Nursi'nin "Müslüman İseviler" iddiası ve kavramı bir TUZAKTIR...
Sual: "Hazret-i İsa, kıyamete yakın yeryüzüne inecek, teslis inancını kaldıracak, hakiki Hıristiyanlığı getirecek, Hıristiyanlıkla İslamiyet’i yaklaştıracak, böylece İsevi Müslümanlar ortaya çıkacaktır" deniyor. İsevi Müslüman olur mu? Yani ahir zamanda, iki dinli insanlar mı çıkacak?
CEVAP
Hayır, İsevi Müslüman veya Müslüman İsevi olamaz!
Sütlü idrar veya idrarlı süt denmez, ikisi de necistir. Bu ifade, Müşrik Müslüman veya Temiz necaset yahut Namuslu fahişe tabirine benziyor. Bunlardan biri kötü ise, ötekini de kötü eder. Biri necis ise veya kâfir ise ikisi de, aynı hükme girer.
Kâfirlik kelime oyunlarıyla gizlenmeye çalışılıyor. Süte idrar karıştırınca, bunu İdrarlı süt diye övmekle, İsevi Müslüman demek arasında ne fark vardır ki?
Bir Hıristiyan, İsevi Müslümanım veya Müslüman İsevi’yim demekle Müslüman olmuş olmaz. Dinine, putuna zarar vermez, dinden çıkmış olmaz. Yani bir gayrimüslim, ben Müslümanım dese de Müslüman olmuş olmaz. Fakat bir Müslüman şakadan bile, ben Hıristiyanım dese, onun kâfir olacağı fıkıh kitaplarında yazılıdır. Yani, Müslüman İsevi’yim diyen, kâfir olduğu gibi, Müslüman Musevi’yim diyen de kâfir olur.
Musevilik ve İsevilik hiç bozulmamış olsa bile yahut hakiki halini getirme imkânı olsa da, onlarla amel etmek caiz olmaz. Çünkü İslamiyet’in gelmesiyle, eski dinlerin hepsi nesh edildi yani yürürlükten kalktı. Eski dinlerin kiminde içki haram değildi, kiminde iç yağı haram idi. Kiminde yakın akraba ile evlenmek caiz idi. Bunların hepsi nesh edildi; yalnız İslamiyet ile amel etmek emredildi. Üç âyet-i kerime meali:
Allah indinde hak din yalnız İslam'dır. [Al-i İmran 19]
Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim. [Maide 3]
İslam’dan başka din arayanın bulacağı din, asla kabul edilmez. [Al-i İmran 85]
Allahü teâlâ, hak dinin yalnız İslam olduğunu, İslam’ı beğendiğini ve İslam’dan başka dini kabul etmeyeceğini açıkça beyan ederken, Müslümanlığı, Hıristiyanlığa yaklaştırmak ne demektir?
İsa aleyhisselam, kıyamete yakın geldiğinde, İslamiyet’le hükmedecek yani bu ümmetten biri olarak, İseviliği tamamen kaldıracaktır.
İki hadis-i şerif meali şöyledir:
Allah’a yemin ederim ki, Meryem’in oğlu İsa, âdil bir hakem olarak aranıza inecek, haçı kıracak [Hıristiyanlığı kaldıracak], domuzu öldürecek [domuz etini yasaklayacak], İslam’dan başka her şeyi yasak edecektir. [Buhari]
İsa, inince İslamiyet’le hükmedecektir. O zaman Allahü teâlâ, Müslümanlardan başka herkesi helak edecektir. [Ebu Davud]
Buhari ile Ebu Davud, Kütüb-i sitteye dahil iki kıymetli hadis kitabıdır. Bu sahih hadis-i şeriflerde, (İslam’dan başka her şeyi yasak edecek, Müslümanlardan başka herkesi helak edecek) buyuruluyor. Musevilere, İsevilere dokunmayacak denmiyor ki.
Yukarıda bildirilen âyet-i kerimeler ile bu hadis-i şerifleri inkâr etmek, dini inkâr etmek olmaz mı?
Hazreti İsa İslamiyeti Yayacak
Sual: Hazret-i İsa gelince, hakiki Hıristiyanlığı mı yayacak?
CEVAP
Hayır. İsa aleyhisselam geldiği zaman, Hıristiyanlığı ortadan kaldıracak, bu ümmetin bir ferdi olarak İslamiyet’i yayacaktır. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
İsa, benim dinim üzerine gelir. [İ. Ahmed]
İslamiyet gelince, Hıristiyanlık ve önceki bütün dinler nesh edilmiş, yürürlükten kaldırılmıştır. Hakiki Hıristiyanlık da olsa, hakiki İncil ve Tevrat da bulunsa, bunlar artık geçerli değildir. Hakikisi geçerli olacak olsa idi, Allahü teâlâ, İslamiyet’i göndermez, (Hakiki İsevilik şudur, İsevi dinine devam edin) derdi. Böyle demeyip, (Hak din, yalnız İslamiyet’tir) buyurdu. (İslamiyet’ten başka din, kabul etmem) buyurdu. İslamiyet’in hükmünü ise, kıyamete kadar geçerli kıldı.
Hıristiyanlar, tahrif edilmeyen İncil’i bulsalar, aynen İsa aleyhisselamın bildirdiği gibi, ibadet etseler de, Muhammed aleyhisselamı hak peygamber ve Müslümanlığı hak din olarak kabul edip, Müslüman olmadıkları müddetçe, küfür üzere olurlar. Çünkü imanın altı şartından biri, bütün peygamberlere inanmaktır. Birini kabul etmeyen kâfir olur.
Hakiki Hıristiyan
Sual: Bir arkadaşa niçin Kiliseye gittiğini sordum, (Ben hak yolda olan, Peygamberimize inanan hakiki Hıristiyanlarla görüşüyorum, küfre karşı onlarla omuz omuza cihat ediyoruz) dedi. Hak yolda olan Hıristiyan olur mu?
CEVAP
Hakiki Yahudi gibi, hakiki Hıristiyan da gayri müslimdir, yani Müslüman değildir, şeksiz, şüphesiz kâfirdir. Resulullahın, sadece bir peygamber olduğunu kabul etmek yetmez; bildirdiklerinin hepsine de iman etmek şarttır. Resulullahı sevip, onun düşmanlarını sevmemek de, şarttır. Bir kimse Lenin veya Mao için, (O vardır, komünizmin büyük lideridir) dese; fakat komünizmi kabul etmese, komünistler için bunun önemi olmaz. Peygamber efendimizi kabul etmek demek, imanın altı şartını da kabul etmek demektir. Birini kabul etmeyen kâfir olur. Hıristiyanlar, Kur’an-ı kerimi de, Peygamber efendimizin bildirdiği İslamiyet’i de kabul etmiyor. Hak din yalnız İslamiyet’tir.
Bir âyet-i kerime meali:
İslam’dan başka din arayanın, o dini asla kabul edilmez. [Al-i İmran 85]
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
Cennete ancak Müslüman girer. [Buhari]
Bu âyet-i kerime ve hadis-i şerife de, ancak Müslüman olan inanır, hakiki Hıristiyanlar inanmaz.
****
Ama Said Nursi meseleyi kelime oyunları ile nasıl aslından çıkarıyor, kaynağından okuyalım;
“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.”
Said Nursi, Mektubat 441, Yirmidokuzuncu mektup, yedinci kısım
Günümüz Türkçesiyle ve özetle diyor ki; "Şu anda da, Hz. İsa’nın Hristiyanlığa dönüşerek bozulmamış gerçek dini esaslarını bilen ve böyle inanan ve bu Hristiyanlıktan uzak gerçek(!) İsevilik inancına(!) sahip olup İnanç esaslarını İslamın esasları ile birleştirmeye çalışan bir fedakar ve kendilerine “Müslüman İseviler” demeye layık topluluk var.(ki yukarıda anlattığımız gibi böyle bir şey yok) İşte insanlığı bütün dinlerden ve Allah inancından uzaklaştırmaya çalışan Deccal ordularına karşı bu Müslüman İseviler(!) insanlığı, Allah’ı inkar yanlışından kurtaracak, Hz. İsa ile beraber bu Müslüman İseviler Deccal ordularını yenecekler…"
Baştan sona uydurma ve tuzak bu sözler.. Bu şekilde yazdığı bilinen tek bir muteber din alimi daha yok bu Ümmette.. İsmini ve eserlerini bildiğimiz binlerce ehl-i sünnet alimlerinden biri bile böyle bir uydurma bilgi sunmamışlar Müslümanlara.
Said Nursi ve TARİHİ GERÇEKLER
İran kan ve vahşet çığlıklarına karışmış iken, Osmanlı Devleti’nin durumu İran’dan da beter bir vaziyetteydi. Fransız Devrimi’nden sonra Osmanlı tebaası altında yaşayan, üç kıtaya yayılmış uluslar bağımsızlık bayrağı açmışlardı.
Rusya ve Avrupa devletlerinin teşvikleriyle Yunanlılar Mora’da isyan ettirilmiş, yine Avrupa devletleri ve Rusya’nın baskısıyla Yunan devleti kurulmuştu.
Bu örneği gören Sırplar, Arnavutlar, Ermeniler, Araplar imparatorluğu parçalamak için yabancı devletlerin teşvikiyle bağımsızlık ayaklanmalarına kalkıştılar. Her taraftan çözülmeye başlayan imparatorluğu ayakta tutmaya çalışan padişah II. Abdülhamit, İslam Birliği doktrinini ortaya koyarakOsmanlı’yı parçalamak isteyen Fransa, İngiltere ve Rusya ile mücadele ediyordu.Bu yolda da gerektiği zaman tarikat şeyhlerine ve mollalara çeşitli tavizlervermek zorunda kalıyordu.
İngilizlerin ve Fransızların kışkırtmalarına karşılık Arap ve Kürtleri İslam Birliği gayesinde birleştirerek, Osmanlı halifesinin devletine ihan etetmelerini önlüyordu. İşte böyle bir dönemde Bitlis’te dünyaya gelen SaidiKürdi, aslında İran’dan göçen Sofi Mirza isimli birinin oğludur. Altı tane kardeşi vardır. Biraz büyüyen küçük Said, yakınlarındaki Tağ Köyü’nde MollaEmin Mehmet Efendi’nin medresesinde Kur’an dersleri almaya başladı. Bu sırada 9 yaşında bulunan Saidi Kürdi psikolojik sorunları bulunan kavgacı ve agresif bir yapıdaydı. Medresedeki arkadaşlarıyla her gün kavga ediyordu.
En sonunda kavga ettiği Mehmet isimli arkadaşından temiz bir dayak yerken,kendisini kurtarmak için orada gözüne ilişen bir balta sapını eline geçirir ve Mehmet’in kafasına vurur. Ardından Mehmet’in yere düşmesinden istifade ile medreseden kaçar. Bir daha da medreseye dönmeye cesaret edemez…
Geçimsiz ve kavgacı olan Saidi Kürdi, Nurs köyünde okuyamamış, Hizan şeyhinin yaylasına giderek, Seyid Nur Mehmed’in tekkesine yazılmışsa da, oradanda geçimsizliği yüzünden kovulur. Bitlis bölgesindeki hiçbir tekke ve medreseyekabul edilmeyen kompleksli Said, 1888 yılında önce Van’ın Bahçesaray ilçesindeki Mir Hasan Veli medresesine gider… Fakat kendince ilmi çok ileri olan Saidi Kürdi kendi cehaletine bakmadan oradaki talebelerin eğitim düzeyini yeterli görmez ve Erzurum’a bağlı Beyazıt kasabasının medresesine gider… Burada Şeyh Ahmet Celali Efendi’nin yanında üç ay kadar tutunabilir.
Asya Yayınlarından çıkan, Saidi Nursi’nin hayatını anlatan kitabın 39. sayfasında bu dönem şöyle yorumlanır:
Herhangi bir kitabı eline alırsa kimseye müracaat etmeden kendi kendine anlardı. 24 saat zarfında Cenı’ııl Cevami, Şerha 1Mevakıf, îbnii 1Hacer gibi anlaşılması en zor kitapların 200 sahifesini kendi kendine anlamakşartıylamütalaa ederdi. O derece kendini ilme vermişti ki, dış dünya ilealakasını bütün bütün kesmişti.
Said’in bu fevkalade muvaffakiyetini; O’nun harika bir zeka ve hafızaya sahip olmasında son derece, çalışkan oluşunda, ilim tahsilinde takip ettiği metodun maksada en kısa yoldan götürme vasfını taşımasında ve onun inayeti ilahiyeye mazhariyetinde aramak gerekiyor.
Buradaki gerçek dışı anlatımlardan da anlaşılacağı üzere Arapça’yı zor sökmüş olan kompleksli Said’in böylesine ağır bir dini kitabın 200 sayfasını 24 saatte ezberlemesi akıldışı görülüyor. Buradaki üç aylık tahsilden sonra alim kesilen yobaz, Bağdat yollarına düşer. Orada da mecnun gibi dolaşıp dönen yarım akıllıd erviş, Siirt’in Tillo kasabasına gider.
Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın türbesi olan kasabada güya Kamusıt Okyanus adlı eseri ezberleyip, bitirir…
Bu dönemlerde peygamberi rüyalarında gördüğünü iddia ederek etrafındakilere üzerinde ermiş adam intibaı vermeye çalışır. Bir ara Mardin’e de gelen Saidi Kürdi, ilmi yetersizliğine bakmadan Mardin’deki hoca ve mollalarla ukalaca tartışmalara girerek Mardin halkının tepkisini üzerine çeker.
Halk Said’i tepeleyince Mardin mutasarrıfı olan Nadir Bey, Said’i jandarmalara tutuklattırarak halkın linç etmesinden kurtarır ve şehir dışına sürer.
Bu kovulma olayı Asya Yayınları’nın yayımladığı Saidi Nursikitabının 50. sayfasında şöyle anlatılıyor:
Mardinli bir çok kimselerden bizzat dinlediğimiz bir olay bakınızşöyle cereyan eder:
"Savur’un Ahmedi köyü yakınlarından geçerken, namaz vakti gelir. Molla Said namaz kılmak için kelepçelerin açılmasını ister. Fakat jandarmalar Molla Said’in belki de kaçmak isteyeceğinden korkarak kabul etmezler. Bunun üzerine meşhur Molla Said, demir kelepçelen çözerek yere bırakır ve pınardan abdest alıp jandarmaların hayret dolu bakışları arasında namazını kılar. Namazı müteakip jandarmalar: “Biz şimdiye kadar muhafızınız idik. Bundan sonra sizin hizmetkarınızız.” derler. Fakat Molla Said onların vazifelerini yapmasını ister…"
Van valisi Hasan Paşa’nın güya daveti üzerine Van’a gitmiş… Ayağındaki çarıkla diyar diyar gezen bir mecnunu vali neden davet etsin?
Van’da 1899-1901 İran ihtilaline kadar Babilerle ve İngiliz subaylarıyla ortak çalışmalar yapan Said, bu dönem içerisinde Şeyh Celaleddin Afgani’nin İran’dan kaçıp İstanbul’a gitmesine ve Abdülhamit’in himayesine girmesine kuryelik edecekti… Abdülhamit’in o günkü devlet politikası gereği “Teşkilatı Mahsusa”nın reisi olan Kuşçubaşı Mustafa Bey Erzincan 4. Ordu Komutanı Yahya Nüzhet Paşa ile yakın münasebetlerde bulunuyordu… 1 Mayıs 1896′da Türk Kaçar hanedanının şahı Nasirüddin Şah’a Bahailerin intikamını almak için yapılan suikastte Şeyh Cemalettin Afgani, İngiliz Hükümeti ve Bahaullah ile müştereken çalışıyordu… Saidi Kürdi, Şeyh Cemalettin Afgani’nin tetikçisi olan Kirmani’yi İran Türkiye hududunda karşılayıp İstanbul’a kadar ulaştıracaktı.
İstanbul’da Cemalettin Afgani’den ölüm fetvasını alan tetikçi Kirmani, hem Bahaullah’a hizmet edecek hem de İngilizler’in İran’da meşrutiyet devrimi operasyonunun hazırlayıcılarından olacaktı…
Said’in Bahaullah’ın hizmetine girdiği bu yıllar, Saidi Nursi’yi anlatan bütün kitaplarda kara bir delik gibidir. 1899′dan 1907 yılına kadar bu meczubun kimlerle işbirliği yaptığı veya kimlere hizmet ettiği muammadır. Sanki bilinmez.
Saidi Nursi 1907 yılının Kasım ayında birden ortaya çıkarak Abdülhamit’edilekçe verip Osmanlı devletinin doğuda medrese ve üniversite kurmasını talepeder. Tabii ki, bu olayın görünen yüzüdür. Dönemin İstanbul’u İngiltere ile Almanya’nın her türlü entrika ve istihbarat çalışmalarına sahne olan, karmaşık ilişkilerle çarpışmaların yaşandığı bir başkent görünümündeydi…
Aslında, İngiliz istihbaratının görevlendirdiği Molla Said, Almanya yanlısı İttihat Terakkici grup ve Abdülhamit’e karşı ihtilal hazırlıkları içindeydi…
Yıldız Askeri Mahkemesi’nde yargılanan Saidi Kürdi’nin, mahkeme başkanı Şakir Paşa’ya verdiği tutarsız ifadelerden dolayı Fizan’a sürülmesine karar verilmişken, mahkemenin kararını değiştirmesiyle tımarhaneye kapatılır…
Tımarhaneye kapatılan meczup, sanki Osmanlı Devleti’nin ona gücü yetmiyormuş gibi, sanki Abdülhamit isterse onu idam ettiremeyecekmiş gibi, zehirlendiğini iddia etmeye kalkışır.
Yıllarca İngilizlere hizmet eden ajan provakatör, tımarhaneden çıkar çıkmaz Abdülhamit’in en güçlü muhalifi İttihat ve Terakki Partisi’nin genel merkezi Selanik’e gider. Zaten dönem öyle bir dönemdir ki, masonlar, Alman, İngiliz ve Fransız işbirlikçileri hepsi bir saf olmuş Abdülhamit’i yıkmaya çalışıyorlardı.
İttihat Terakki ile omuz omuza çalışan Selanik masonlarının Üstadı Azam’ı Emanuel Karasso ile görüşen meczup, Abdülhamit’e karşı yapılacak ayaklanmanın, İslamcı kesim üzerindeki örgütlenmesini üstlenir.
Sanki bu günlerde bu olaya yakın dayanışmaları biz de izliyoruz… 28 Şubat kararlarına karşı Kürtçü, Şeriatçı ve Amerikancı, 2. Cumhuriyetçi,masonik dayanışmayı hepimiz ibretle teşhis ediyoruz…
23 Temmuz 1908′de nihayet ortak çabalar sonuçlarını verir ve Abdülhamit tahttan indirilir.
Meşrutiyet ilan edilir. Meşrutiyet’in ilanından üç gün sonra masonların tertiplediği Selanik Hürriyet meydanındaki mitingde hürriyet nutukları atanlardan birisini artık yakından tanıyoruz… Yani Saidi Kürdi’yi… (Bu mitingler sonucunda İngiliz devlet yönetim şekli olan meşrutiyet ilan edilmiştir.)
İran’daki hadiseleri anlattığımız bölümde yaşanan bazı olaylardaki benzerlik görülmüş olmalı… Hükümet sapık Babileri tasfiye etmiş ancak kısa bir süre sonra Babiler İngiliz gizli servisinin desteğiyle ülke çapında İttihat ve Terakki Partisi’nin bir benzeri olan Hürriyet Ocaklarını kurarak bir anda ülke çapında teşkilatlanmışlardı…
Bilindiği üzere Hür insan ifadesi ve insanlara Hürriyet bahşetme felsefesi, Babilerin kullandığı bir propaganda yöntemi idi. Birbirinden habersiz İran veTürk halkı aynı kanlı ellerin entrikaları sonucu meşrutiyet istekleri bahane edilerek tahrik ediliyordu. O dönem İran’da önce Bahai cemaati için kullanılan millet kelimesi dönemin propagandası sonucu Türk halkının diline pelesenk edilecekti…
Mustafa Kemal Atatürk’ün döneminde yeniden özümüze dönerek bir müddet ulus kelimesini kullandıysak da, Nurcuların payandası DP yönetimi sırasında, Nurcu propaganda sayesinde ulus kelimesi halkımıza unutturulmaya çalışıldı. Tekrardan Farsça olan millet kelimesi gündeme getirildi…
1908′de 2. Meşrutiyet ilan edildiği günlerde İran’daki İngiliz ve Bahai ihtilali son merhalesine gelmişti. Şubat 1908′de Tahran’da Kaçar hanedanının reisi Ali Şah’ın otomobili bombalandı. Şah yaralı kurtulurken, arabadaki yardımcıları öldüler. Olayın arkasında Kırım Yahudilerinden aslı Türk olan fakat İngilizlerle işbirliği yapan Şapşal Han çıktı. Neticede 3 Mayıs 1909′da Abdülhamid gibi Türk Kaçar Hanedanı da dayanamayıp meşrutiyeti ilan ediyordu…(O dönem Meşrutiyete yol vermeyen 2. Abdülhamit de bir Ermeni militanın arabasına attığı bombayla yaralanmış olması bir uluslararası teolojik komployuaçığa çıkarmaktadır.)
Buna rağmen İran Bahaileri hiçbir zaman eskisi gibi Bahai olduklarını açığa vurmadılar. Çünkü dindar İran halkının tepkisinden ve hücumundan korkuyorlardı…
Meşrutiyetin ilanından sonra Selanik’ten İstanbul’a dönen Saidi Nursi, kendini peygamber ilan eden Bahaullah’ın oğlu olup ve babasının ölümünden sonra Bahailerin lideri olan Abdülbaha’nm Mısır’daki temsilcisi Şeyh Bahid Efendi ile Abdülbaha’nın talimatlarını Ayasofya Camii’nin çayhanesinde aldıkları Nurcu kitaplarda bile kısmen geçiyor…
İttihat ve Terakki Partisi iktidara gelince bir numaralı İttihatçı kesilen Said, İttihat ve Terakki lehine cemiyette konuşmalar yapıyordu.
Bu arada ademi merkeziyet fikrini ortaya atan Prens Sabahattin ile İttihat Terakkiciler arasında çatışmalar meydana gelmeye başladı. Prens Sebahattin milliyetçilik ve devletçilik esaslarına karşı çeşitli saçma fikirler geliştirerek İttihat ve Terakki’nin milliyetçi fikirlerine karşı molla ve şeyhleri yanına çekmeye çalışıyordu. (Süleyman Demirel’in 1997 yılında Prens Sebahattin’in ademi merkeziyet fikirlerini evrensel bir ideoloji sunar gibi röportajlarında takdim etmesi sanırım tesadüf olarak kabul edilemez.) En önemlisi o dönem Osmanlı İmparartorluğu’nda 20 bine yakın tekke ve zaviye varlığıydı. Bu arada Osmanlı Devleti aynı anda 45 cephede birden savaşmak durumundaydı.
Kendisi ilmiye sınıfı olarak adlandırılan yüzbinlerce medrese talebesi savaştan kaçıyor, askere gitmiyordu. Ordu’nun asker ihtiyacını karşılamak için HarbiyeNezareti kötüye kullanıldığı gerekçesiyle ilmiye sınıfının askerlikten muaf tutulma imtiyazını kaldırdı. Yeni çıkan kanuna göre medrese talebeleri imtihana tabi tutulacak, içlerinde gerçekten din alimi olanlar imtihanı geçecek, askere gitmeyecekler, imtihanı veremeyenler ise derhal askere alınacaktı.
İngiliz Devleti Meşrutiyet’in ilanından sonra Almanya’ya yakınlık duyan İttihatçıların yönetimi ele geçirmesinden son derece rahatsızdı. İttihat veTerakki yönetimini devirmek için ajanlarını harekete geçirmiş, yeni provakasyon çalışmaları yaptırıyordu. Tabi İngilizlerin Lawrence kadar kıdemli ajanı olan Saidi Kürdi yine başroldeydi.
Harbiye Nezareti’nin medrese talebelerini askere alma kararından sonra 27 Şubat 1907 Cumartesi günü meczup Said, talebeleri ayaklandırarak halkı Beyazıt meydanına döktü. Arkasından Derviş Vahdeti isimli diğer bir fikirdaşıyla 5 Nisan 1909 tarihinde İttihadı Muhammediye Cemiyeti’ni kuruyordu.
Daha bir sene evvel İttihatçılara yaltaklanan İngiliz ajanı Said, bakınız artık ne diyordu:
"Meşrutiyeti, meşrutiyet unvanı ile telakki ve telkin ediniz. Daha yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat, pis eliyle o mübareki garazlarına siper etmekle lekelemesin. Hürriyeti, Şeriatın adabı ile kayıd altına alınız. Zira cahil insanlar ve halk, kayıtsız hür olsa, şartsız tam serbest olsa sefih ve itaatsiz olur, Adalet namazında kıbleniz dört mezhep olsun. Ta ki namaz sahih olsun."
Yeni ve gizli ve dinsiz bir istibdat dediği İttihat ve Terakki Partisi’dir.Daha düne kadar yaltaklandığı zihniyete, İngilizlerin talimatıyla bir anda cephe alıyordu…
Abdülhamit Osmanlı’yı ayakta tutabilmek için Saidi Kürdi gibi mollalardan bir dönem istifade etse de, kullandığı meczupların yabancı ülkelerle işbirliği yaparak, İstanbul’da karışıklık çıkartmalarına müsaade edemezdi… Bunun sonucunda da önce Saidi Kürdi’yi bir müddet hafiyelerine izletecek sonra da tutuklattırıp Toptaşı Cezaevi’ne attıracaktı
Kaynak:http://serkanipard.blogcu.com/said-nursi-ve-tarihi-gercekler/9468837
Said Nursi ve TARİHİ GERÇEKLER 2
Said-i Nursi 1907 yılında İstanbul'a gelerek Abdülhamit Han'a hitaben bir dilekçe yazar ve saraya verir. Dilekçede kullandığı ad "molla Said-i Meşhur"dur.
Dilekçenin içeriğinde kürdistan(!) da eğitimin türkçe yapıldığını, kendisinin buna karşı olduğunu ve kürdistanda(!) kürtçe eğitim yapılması için üç okul açılmasını talep etmektedir. Bu dilekçeden sonra Said-i Nursi (namı diger Said-i Kürdi) Abdulhamit han tarafından mişahade için toptaşı Akıl hastanesine gönderilmiş ve bir süre orada tutulmuştur. Yani Abdulhamit Han tarafından tımarhaneye gönderilmiştir.
Ve bu olayı daha sonra yazılarında kendisi şöyle açıklamıştır:
"Nasılki zaman-ı istibdatta tımarhaneye düştüm, divanelerin hükmüne konuldum, eğer müdahaneye, kelbi tabassusa, şahsi menfaat için umumi menfaatı feda alan aklın icabı ise, ben divaneligi kabul ettim.Şahit olunuzki böyle akıldan istifa ediyorum. Ey Kürtler tımarhaneyi bunun için kabul ettim. Kürtlüğü lekedar etmemek için irade-i padişahiyi, maaşını, ihsan-i şahaneyi kabul etmedim."
Yani Said kürtçülük için artık her şeyi göze aldığını ve kürtlüğü ayakta tutmak için tımarhaneyi bile kabul ettiğini söylemektedir.
Yine Said- Nursi 31 mart vakasında başrol oynar ve Volkan gazetesinde kışkırtıcı yazılar yazar.
Mütareke ve Türk Kurtuluş Savaşı yıllarında İstanbul'da kürt ileri gelenlerinin(!) serv in uygulanması için oluşturdugu " Kürt teali cemiyeti" vardır, bu cemiyetin üç nolu kurucu üyesi olarak karşımıza çıkar Said-i Nursi(namı diger Said-i Kürdi ve bir diger namı Bediuzaman) ve bu cemiyetin kurucu üyelerinin( ki 61 kişidirler) 1920 koçgiri, 1925 Şeyh Said( Bu Said başka Said'dir karışmasın),1938 Tunceli kürt kalkışmalarında önderlikleri vardır. Ayaklanmaların tarihlerine dikkat edilecek olursa kurtuluş savaşı, Hatay ve Musul -Kerkük meselesi gibi Türk Milletinin en kiritik dönemlerinde yurt içinde kalkışma yaparak arkadan vurmuşlardır.
Yine Said-i Kürdinin Şark ve Kürdistan(!), Kürt Teavün ve terakki gazetesi gibi gazetelerde kürtlerle ilgili bir hayli yazıları yayınlanmıştır.
Ama daha sonra arkasından gidenler tarafından onu Türk milletine kabul ettirmek için yazdıkları bile değiştirilir. Türk harfleriyle basılan kitaplarında "kürdistan" gibi kelimelere rastlanmaz.
Örnegin Said-i Kürdinin "İki Mekteb-i Musibetin Şehadetnamesi yahut Divan-i Harb-i Örf-i ve Said-i Kürd-i" adlı kitabının "Hatime" bölümü türkçe harflerle basımı sırasında yandaşlarınca değiştirilmiştir.
" Hatime'nin" esas metni şöyledir: " Ey Asuriler ve Keyanilerin cihangirlik zamanında piştar kahraman askerleri olan arslan kürtler, beş yüz senedir yattıgınız yeter . Artık uyanınız sabahtır.............................. Hemde milliyet denilen mazi derelerinde ve hal sahralarından ve istikbal daglarında haymenişin olan Rüstem-i Zal Selahaddin-i Eyyubi gibi kürt dahi kahramanlarıyla bir çadırda oturan aile gibi.............................."
Ama Türk harfleriyle basılan basımda Türk milletinin duygularını okşayacak bir şekilde" Ey eski çağların cihangir Asya ordularının kahraman askerlerinin ahfadı olan vatandaşlarım ve kardeşlerim............................ Selahaddin Eyyübi ve Celaleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barboros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi ecdatlarımız..............." haline getirilmiştir.
1926 yılından sonra Said-i Kürdi adını kullanmayıp said-i Nursi adını kullanır. Bu ad değişikliği ile ilgili Türkçü Nihal Adsız şu tespiti yapar:" Kürtlerin mevhum meziyetlerinden bahsediyor. Kısacası, onlara devlet kurdurmaya çalışıyor. Tabi devletin buna müsaade etmeyeceğini anladıktan sonra 180 derece çarkla said-i Kürdi olan adını Said-i Nursi yaparak ve nur risaleleri diye cehlin ve taassubun örnegi olan karalamalar düzerek bir din mürşidi gibi ortaya çıkmayı başarıyor." (Adsız, makaleler 111- makale adı" nurculuk denen sayıklama)
Cuma Namazı Kılmayan Müceddidimiz(!)
Ey iman edenler, cuma günü namaz için çağrı yapıldığı zaman, hemen Allah'ı zikretmeye koşun ve alış-verişi bırakın. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
Cum'a/9
İstedim ki bir adama emredeyim. Cemaate namaz kıldırsın, ben de gidip cumaya gelmeyenlerin evlerini başlarına yıkayım.
Müslim
Cuma namazı her müslümana hak ve vacibdir.
Ebu Dâvud
Birtakım kimseler Cuma namazını terketmekten ya vazgeçerler yahut da Allah onların kalplerini mühürler, sonra da onlar gafillerden olurlar.
Müslim
***
Said Nursinin çeşit çeşit Cuma Namazı Kılmama bahaneleri;
(...) Bana itiraz edenler, gizli ayıplarımı bilmiyorlar. Yalnız zahiri bazı hatalarımı bahane edip ve yanlış olarak Risale-i Nuru benim malım zannedip Risale-i Nurun nurlarına perde çekmek, intişarına rekabet etmek için derler: "Said Cum'a cemaatine gelmiyor, sakal bırakmıyor" gibi tenkidleri var.
Elcevap: Ben, çok kusurları kabul ile beraber derim: Bu iki mes'elede büyük mâzeretlerim var.
Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cum'anın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fâtiha okumaktır. Daha başka şartlar da var. Onun için burada bana cum'a farz değil. Ben, mezheb-i Âzamîyi takliden, bâzan sünnet olarak kılıyordum. (...)[1]
Sâniyen: (...) herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fâtihanın yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fâtiha okumak farzdır.[2]
(...) Hem camiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdumgirizlik [3] hastalığı (...)[4]
(...) hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum (...)[5]
***
Said Nursi;“Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cum'anın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fâtiha okumaktır.”
Nurcuların Savunması;
"Şafii mezhebine göre, cumanın sahih olmasının şartlarından biri de, mükellef, hür, erkek, mukim (sürekli cumanın kılındığı yerde oturan) -imam dahil- kırk kişiden meydana gelen -hutbenin başından namazın bitimine kadar orada bulunan- bir cemaatin olmasıdır. Şayet hutbe esnasında bazıları dışarı çıksa ve bundan ötürü kırk sayısı eksik olsa, o adamlar geri geldiği zaman hutbenin o kısmının yeniden okunması gerekir. (bk. İmam Nevevî, el-Minhac/es-Sirascu’l-Vehhac, s. 86)"
Cevap;
Said Nursinin her Cuma Namazı kırk kişiyi bulamaması mantıklı bir iddia değildir, bahanelerinin çokluğundan da anlaşıldığı gibi bunun için çaba göstermediğide meydandadır.
***
Cuma Namazında İmama Uyan 40 kişinin Fatiha Okuma Meselesi
Said Nursi;
“Evvelâ: Ben Şâfiîyim. Şâfiî Mezhebinde Cum'anın bir şartı; kırk adam imam arkasında Fâtiha okumaktır.”
Nurcuların Savunması;
"-Şafii mezhebine göre, bütün namazlarda imamın arakasındaki cemaatin bütün fertlerinin de Fatihayı okuması farzdır. En sahih olan görüş budur ve alimlerin büyük çoğunlu bu görüşü benimsemiştir.(bk. Nevevî, el-Mecmu, 3/365).
Kırk kişilik cemaatte bir tek kişi ümmî ise / Fatihayı okuyacak durumda değilse, Cuma namazı sahih olmaz.( bk. a.g.y)"
Cevap; (Lütfen resimleri inceleyiniz)
|
Resimleri büyültmek için üzerlerine tıklayınız |
Resimdeki kitap Şafi mezhebine mensup Müslüman kardeşlerimizin yararlandığı en tanınmış kitaplardan biri olan “Büyük Şafi Fıkhı” dır, Şafi mezhebinde imama uyanın Fatiha'yı okuma zorunluluğu vardır fakat Cuma namazında bu kırk kişilik cemaatın içinde Fatiha'yı bilmeyenler yada yetiştiremeyecek durumda olanların bulunması yukarıdaki resimlerdede gördüğünüz gibi Cuma namazının farz olmasına sahih olmasına engel değildir, Fatiha bilmeyen ve yetiştiremeyecek durumda olanların durumu aşağıda açıklanacaktır, Fatiha’yı bilmiyor diye ümmi Müslümanları Cuma namazından mahrum etmek çok büyük bir vebaldir!
Gördüğünüz gibi ümmiliğin yada Fatiha okumaktan aciz olmanın Cuma namazını kılmamak için bir mazeret olamayacağı açıkça anlaşılmaktadır.
Şafi bir imam Cuma namazını eda edecek kırk tane şafi müslümanı bulamadığı takdirde , şafi hanefi bir imama uyarak rahatlıkla Cuma namazının farzını eda edebilir, hal böyle iken;
- Said Nursiye bağlı yüzlerce müslümanın hepsi şafi mezhebine'mi mensuptu?
- Cemaatinde bir tane hanefi mezhebinde namaz kıldıracak adam yokmuydu?
Farklı Mezhepler Bulunması Durumunda İmama Uyma konusu;
Bu hususta en efdal olan, herkesin kendi mezhebine mensup imamın arkasında namaz kılmasıdır.Fakat Şâfiî bir kimsenin Hanefî olan imama, Hanefî bir kimsenin de Şâfiî olan imama uyması caizdir. Bu meselede mühim olan husus, imam olan zatın, namazın şart ve rükünlerine riayet etmesidir.Çünkü değişik mezhepten de olsa, namazı cemaatle kılmak tek başına kılmaktan daha faziletlidir.Sahabîler ve Tâbiinden pek çokları müçtehid derecesinde büyük âlimlerdi Farklı ictihadlara sahip olmakla beraber birbirlerinin arkasında namaz kılmışlardırBu hususta ciddî bir farklılık olmamıştır
İbni Âbidin, 1/378-79
***
Said Nursi; Sâniyen (...) herkesin arkasında mezhebimce iktida edip namaz kılamıyorum ve okumakta yetişemiyorum ve daha Fâtihanın yarısını okumadan, imam rükûa gidiyor. Bizde Fâtiha okumak farzdır.[2]
Müceddid ve zamanın harikası ilan edilen, kalbine gelen ilhamlarla iradesi dışı kitap yazdığını söyleyen, onlarca kitabı bir gecede ezberlediğini söyleyen, Kuran'da ve bazı kitaplarda kendisinin ve risalei nurun müjdelendiğini iddia eden said nursinin, cemaat namazında imam Suphaneke-Fatiha ardından zammı süre okumasına kadar bir Fatiha süresini "yetiştiremiyorum" diye bahane edip Cuma namazı kılmaması çok büyük çelişkileri gözler önüne sermektedir.
***
Said Nursi;
(...) Hem camiye, cumaya gitmeye beni men'eden merdumgirizlik[3] hastalığı (...)[4]
(...) hem yirmibeş senedir ben münzevi yaşadığım için, kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum (...)[5]
Nurcuların Savunması;
"Şafii mezhebine göre hastalık, camiye, cumaya gitmemek için başlıca bir mazerettir. (el-Minhac/Es-Siracu’l-Vahhac, 83-84)"
Cevap;
|
Büyültmek için üzerine tıklayınız
|
Kazası olmayan Cuma namazının hikmetini anlayamayan ve bu namazın sevabından mahrum olan Said Nursi Allahın emri olan bu cemaatle kılınan namaza gitmemesinin sebebi olarak "merdumgirizlik" (kalabalıktan sıkılma) gibi nefsani bir sıkıntıyı yada şeytani bir vesveseyi bahane etmektedir, oysa dört mezhepte de akıllı ve buluğa ermişin Cuma namazına engel olan hastalık; abdestin ve namazın sıhhatine engelleyen mesela büyük ve küçük abdest tutamama, kör ve ayakları kesik olması gibi bedeni hastalıklar için geçerlidir, Said Nursi kötü bir çığır aşarak her kalabalıktan sıkılan Müslümanın Namaza gitmemesinin bir vebali olmayacağına dair bir kanı oluşturmaktadır. Nurcu'larında Said Nursi'nin icadı olan kalabalıklardan sıkılma ruhsatını(!) kullanıp kullanmadıkları akla gelmektedir.
Said Nursi; "Bu zaman ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil. Zaman, cemaat zamanıdır.”(6)
“Zaman cemaat zamanıdır” diyen Evliya diye vasıflandırılan Said Nursi’nin Rahmete kavuşmaya vesile olan cemaatla kılınan namazlara kalabalıktan sıkılıyorum diye gitmemesi davasındaki büyük çelişkiyi ortaya çıkarmaktadır. Peygamber Efendimiz Ehli Sünnet itikadına bağlı olan Müslümanları bir araya getiren cemaat namazlarının önemi hakkında şöyle buyurmaktadır;
Cemaat Namazı ile ilgili Hadisler;
İnsanlar ezan okumanın ve namazda birinci safta bulunmanın ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, sonra bunları yapabilmek için kur'a çekmek zorunda kalsalardı kur'a çekerlerdi. Şayet camide cemaate erken yetişmenin ne kadar faziletli olduğunu bilselerdi, birbirleriyle yarışa girerlerdi. Eğer yatsı namazı ile sabah namazındaki fazileti bilselerdi, emekleyerek ve sürünerek de olsa bu iki namaza gelirlerdi.
[Buhari, Müslim,Tirmizi]
Şüphesiz namazdan en çok sevap kazanacak insanlar, uzak mesafelerden camiye yürüyerek gelenlerdir. Namazı imamla birlikte kılmak için bekleyen kimsenin sevabı, namazı tek başına kılıp sonra uyuyan kimseden daha büyüktür. [Buhari, Müslim, Ebû Dâvûd, İbni Mâce]
Beş vakit namazı cemaatle kılan, Sırat köprüsünü şimşek gibi geçer. [Taberani]
Bir kimse, kırk gün sabah namazının ilk tekbirine yetişirse, kendisine iki berat yazılır: Cehennemden kurtuluş beratı ile münafıklıktan eminlik beratı. [Ebuşşeyh]
İlk tekbire yetişecek şekilde, kırk gün cemaatle kılana Cennet vacip olur. [Ebu Ya’la]
Cemaatle namaz kılmak için bekleyen, hep namazda gibi sevap kazanır. [Buhari]
Evi mescide uzak olanın [her adımına sevap verileceği için] sevabı daha fazladır. [Buhari]
Peygamberin sünnetini [önem vermeyip] terk eden kâfir olur. [Ebu Davud]
Cemaatin bir kısmı dua eder, ötekiler de âmin derse, o dua kabul olur. [Hakim]
İmam, namazı tamamlayıp cemaate yüzünü döndürünceye kadar onunla bulunan, gece ibadet etmiş gibi sevaba kavuşurlar. [Tirmizi]
Namazlarını cemaatle kılanları Allahü teâlâ sever. [Taberani]
En kıymetli yer mescitlerdir. Cami ehlinin en efdali, ilk girip son çıkandır. Cemaate ilk gelen ilk müslüman olan gibi kıymetlidir. [İ. Râfi’i]
"...kalabalık yerlerde huzur bulamıyorum... " diyerek küçük bir Cami cemaat'ından uzak duran Said, acaba binlerce kişilik Mesicidi Haram ve Mescidi Nebevi gibi devasa kutsal Cami'lerde huzur bulabilecekmiydi?
***
Said Nursi'nin Cuma Namazı kılmayışının sebebi olarak Türkiyenin Darul Harp olması iddia edilirse ;
Nurcular Türkiyenin Darul İslam olduğunu kabul edip Cuma namazının Türkiyede farz olduğunu söylemektedirler;
"Türkiye`nin "dâr-ı harp" mi, "dâr-ı Islam"mı olduğu konusunu ilgili madde de açıkladık. Türkiye İslam devletidir ve Cuma namazı kılmak şartlarını taşıyna her müslümana farzdır" (Nur Cemaatine ait bir siteden alıntıdır)
(Not:Dört mezhebe göre belirli bazı şartların teşekkül etmesi halinde, dar-ül harpte de cuma namazı kılınabilir. Bu şartlara gelince;
1 - Dar-ül harpte cuma namazı kılınabilmesi için Müslümanların serbestçe toplanıp bir araya gelebilecekleri bir yer olmalı.
2 - Toplandıkları bu yerde, Müslümanların aralarında seçmiş oldukları imamın hutbede o anda Müslümanları en çok ilgilendiren meseleleri açıkca anlatabilmesi ve bundan dolayı ne Müslümanlara ne de imama bir eziyet gelmemesi gerekir.
Bu iki şartın gerçekleşmesi halinde dar-ül harpte cuma namazı kılınabilir.
Kâfir ülkede, Müslümanların seçeceği imamın, Cuma kıldırması makbuldür./Redd-ül Muhtar)
| ESK
-----------
Dipnot:
[1] Emirdağ Lâhikası I, 45, Yirmiyedinci Mektuptan
[2] Emirdağ Lâhikası I, 45, Yirmiyedinci Mektuptan
[3]Merdumgiriz: İnsanlardan sıkılan, kalabalıktan hoşlanmayıp yalnızlık isteyen
[4] Emirdağ Lâhikası I, 280, Yirmiyedinci Mektuptan
[5] Emirdağ Lâhikası I, 45, Yirmiyedinci Mektuptan
(6) Kastamonu Lâhikası, Ankara,1958, s. 132.
Said Nursinin Hurafe İnançlarından; Hz Aliye Vahiy İnmesi
Sikke-i T. Gaybî, 18.Lem’a;
“Hazreti Cebrail'in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzuru Nebevide getirip Hz.Ali'ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsmi Âzam, Hz. Ali'nin (r.a.) kucağına düşmüş.
Hz. Ali diyor: "Ben Cebrail'in şahsını yalnız alâim’üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum" diyerek bu Ismi Âzamdan bahis ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki:"Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur."
Açıklama:
En’am 144.ayeti göz ardı edipte bu iddiayı kabul eden kişi; Hz.Ali’nin yeni bir peygamber hatta bütün gaybı bilen bir insan olduğunu kabul etmiş olur. Böyle bir inanç Kur’ana göre küfürdür."
Sekine; huzur, sekinet, ferahlık, kalp rahatlığı, mutmain olma, yatışma, kalbi tatmin ve teskin edici husus, sebat anlamlarını taşımaktadır.(Mu’cemü’l-Müfehres, 247)
Allah Tealâ, "sekine"yi sahife olarak değil, hicret sırasında Hz. Peygamber (s.a.v.) ve Hz. Ebu Bekir (r.a.) Sevr mağarasına sığındıklarında Hz. Ebu Bekir’in kalbine indirmiştir:
"Eğer siz, ona yardım etmezseniz, (bilin ki) kâfirler onu iki kişiden biri olarak (Mekke’den) çıkardıkları zaman, bizzat Allah ona yardım etmişti. O ikisi mağarada iken arkadaşına 'Tasalanıp üzülme! Allah, bizimle beraberdir.' demişti. Allah da, onu üzerine sekinetini indirdi; onu, görmediğiniz ordularla destekledi ve kâfirlerin sözünü ise alçalttı. Zira yüce olan, ancak Allah’ın sözüdür. Allah, aziz ve hakimdir."Tevbe, 9/40
Cenab-ı Hak, "Allah, onun üzerine sekinetini indirdi" buyurmuştur. Bu ifadedeki "aleyhi (onun üzerine)" zamiri, Hz. Ebu Bekir’e racidir.(1)
Allah Tealâ, Kur'an’da Hz. Ebu Bekir’in kalbine "sekinetini indirdiğini" beyan edince, Şiîler buna mukabele olmak üzere; Cebrail (a.s.)’in, "Sekine" sahifesini Hz. Ali (r.a.)’ye indirdiği yalanını uydurmuşlardır.
Dipnot:
1 Bak. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 4/2547; Suyûtî, İtkān, 1/523. Fahreddin Razî, bu zamirin Hz. Peygamber’e raci olduğu görüşünün batıl olduğunu etraflıca izah eder. (Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 11/530-532.)
Üstad'dan Kelime Oyunları
|
Büyültmek için tıklayınız |
Said Nursi: “Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa’da, Rusya’daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhir zamanda Hazret-i İsâ’nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları, çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir…”
----Kastamonu Lahikası Mektup no: 75, s. 1615 (e-risale Mektup 76)----
*****
Fetret Devri Lügatta; İki peygamber arasında peygambersiz geçen süre anlamına gelmektedir.
Ehli Sünnet Alimleri ise -Fetret Devri- muhatabı olan kişilerin, insanlıktan kopmuş kendilerine Din adına hiç bişey ulaşmamış durumları müşkil putperestleri kastetmişlerdir, yani kendilerine Hak din ulaştıktan sonra bu dini bozup tahrif eden Yahudi ve Hıristiyanlar için değil(bu konuda İmam Rabbani Hz’lerinin 259. mektubuna bakabilirsiniz).
Bazıları İmam Hasan Eşarinin; “Peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz”sözlerini buna delil olarak göstermektedir, bu sözden kendilerine Peygamber gönderilen ehli kitabın Fetret devri muhatabı olduğunu nasıl anlamışlar anlamak mümkün değil!
Peygamber Efendimizden önceki zaman dilimi bir yana Said Nursi kendi zamanına Fetret devri diyerek İslam tarihinde görülmedik bir tuzağa imza atmıştır. Fetret devrini Said Nursi gibi algılayan bir tane bile muteber Ehli Sünnet Alimi yoktur. Asrı Saadet ve sonraki devirlerde özellikle de Osmanlılar zamanında cihad ve çeşitli yolculuklar ile İslamı bütün Dünya tanımıştır, duymuştur.
Kısacası Peygamber Efendimiz’den sonra Fetret devri söz konusu değildir, ahir zamanda Hz. İsa yeryüzüne indiğinde İncil’deki şeriat değil şimdiki İslam şeriatı üzerine amel edecektir, ahir zamanda İslamiyet ile de omuz omuza gelecek bir taife falan yoktur, Müslümanlar tek ümmettir. Said Nursi’nin bu iddialarının hiçbir mesnedi yoktur.
“O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir.”
[5-6 yaşın altındaki çocukların akıl melekesi çok zayıf olduğu için kafir ile müşriklerin bebek ve çocuklarının Cennete yada Cehenneme gitme ihtilafı mevcuttur, şimdi bunları değil de 5-6 yaş ile 15 yaş arası kafir çocuklarınından bahsedeceğiz, biri çıkıpta "hayır, 1 yaşındaki çocukla 15 yaşındaki çocuk aynı akla aynı inanca sahiptir" demesi onun ancak akıl seviyesinin ne durumda olduğunu gösterir!
“Akıl bir nurdur. Bu nur ile, hakikate varmanın yolu, din ve dünya meseleleri aydınlığa kavuşur… Îmâm nazarında akıl, dinin temeli, yaratılış hikmetinin aslıdır. İslâm Dini, akl-ı selimin neticesinden başka bir şey değildir.”Akaidi Nesefi]
Ehli Sünnet Alimleri mükellef olmayan çocuk kelimei şehadet getirdikten sonra İmanı Zahirinde kimiside Batınında, kimiside hem Zahirinde hem Batınında buyurmuştur(Camiül Mütunda yazılıdır). Said Nursi 15 yaşından küçük kafir çocuklarını kelime oyunlarıyla Müslüman çocuklarla aynı kefeye koymayı becermiştir. Halbuki Kelimei Şehadet getiren çocuk Müslüman, teslise inanan, istavroz çıkaran çocuk'ta kafir'dir bu farkı görmekte zorlananların akıl sağlığından şüphe etmek lazım. Hem nasıl Müslüman çocuk ile kafir çocuk bir tutulabilirki Peygamber efendimiz zamanında onbeş yaşından küçük iken iman eden sahabeler vardı.(Hz Ali on yaşında iman etti)
Peygamber Efendimiz bazı hadisi şeriflerinde kafir ve müşrik çocuklarının akil baliğ olmadan ölürse Cennete gideceğine, bazı hadislerinde ise akil baliğ olmadan ölseler dahi Cehenneme gideceğini söylemiştir.
Bu konuda farklı Hadisler olduğu için aklı başında olmayan, ne dediğini anlayıp idrak edemeyecek çocuklar için Alimler farklı fetvalar vermiştir, Said Nursi bu konudaki farklı hadisleri ve Alimlerin görüşlerini hiç hesaba almadan her zamanki gibi kalbine gelen ilhamlara göre gelişi güzel fetvayı basmıştır. Gerçi Said Nursinin fetva verecek selahiyeti ve icazeti yoktur buda ayrı bir tenakuzdur.
“Çocuğun mükellef olması ayrı bişeydir Müslüman olması ayrı bişeydir” denilmiştir, yani onbeş yaşından küçük Müslüman çocuklara “iman’sız” denilemeyeceği gibi, onbeş yaşından küçük kafir çocuklarada “iman ehli” denemez.
Her insan İslam fıtratı üzere doğar ama çocuğun onbeş yaşına gelmesi beklenmeden konuşmaya başlayınca İslam telkin edilir, aksi takdirde bundan ebeveyn mesuldür. Zaten İslam fıtratı üzere doğan çocuk ileri yıllarda Kelimei şehadet getirerek İcmali iman sahibi bir Müslüman olur, daha sonraki zamanlarda İslamın ve İmanın şartlarını öğrenerek Tafsili iman sahibi bir Müslüman olur, daha sonraki yıllarda buluğ çağına ererek mükellef olur.
(Buraya kadar bahsettiğimiz akil baliğ olmayan kafir çocukları içindi)
“On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır..."
Bu Din “belki” lere kalmamıştır, bu konu açık ve nettir.
Said Nursi 15 yaşından küçük kafirleri Şehit olarak Cennete yolladıktan sonra sıra 15 yaşından büyüklere geldi!
“15 den küçüklerin Cennete gitme Şehit olma bahanesi olurda, 15 yaşından sonrakilerin suçu ne ki Cennete gitmesin!” mantığıyla hareketen onlara da bir kılıf bulunmuştur buda; kâfirin masumluğu ve mazlumluğu imiş! Said Nursi’nin kâfire verdiği bu masumluk sıfatı insanların uydurduğu hukuka göre ise bu Cennete girmenin insan elinden çıkma kanunlara göre olduğunu savunmaktır bu ise İslamda küfürdür, yok eğer kâfire verdiği bu masumluk sıfatının şeriatta olduğunu iddia ederek söylüyorsa böyle bir şeyde yoktur, Allahın; kâfir,ebedi cehennemlik, sapıtmış diye hitap ettiği hıristiyanlara masumluk libası giydirmek kimin haddine!
Cennete girmek; İslamın ve İmanın şartlarını kalb ile tasdik dil ile ikrar eden ve ehli sünnet vel cemaat âlimlerinin bildirdiği gibi inanan Müslümanlara mahsustur, kafirlerin çektiği hiçbir sıkıntı, hiçbir zülüm onların Cennet gitmesine vesile olmaz, küfür en büyük suçtur bu kafirlere masum denmez.
Ehli Kitabın Kurtuluş için Dinlerini terk etmelerine gerek yokmu?
Said Nursi;
“Kur'ân-ı Kerim, o cümlede ehl-i kitabı imana teşvik etmekle, onlara bir ünsiyet, bir sühulet gösteriyor. Şöyle ki:
Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin. Zira size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor...”
(İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 / (ebook olarak: İşârâtü’l-İ'câz - Bakara Suresi, Ayet: 3 – s 1173) / Risalei Nur
Teşvik; İsteklendirme, özendirme
Ünsiyet; Ahbaplık, arkadaşlık.
Sühulet; Naziklik
Meşakkat; Güçlük, sıkıntı, zorluk, zahmet.
Esasat-ı diniye; Dinin kökleri, temeli
Bina; Yapı
İkmal; Eksik bir şeyi tamamlama, daha iyi duruma getirme, bütünleme
***
Said Nursi’nin sözlerinin günümüz Türkçesi;
“Ey Yahudi ve Hıristiyan’lar İslama girmek iman etmek sizlere zor gelmesin, çünkü İslam şeriatı sizlere Yahudi’lik ve Hıristiyan’lık dinini bırakmanızı emretmiyor, sadece dininize fazladan birkaç inanç eklemeniz lazım diyor…”
Said Nursi’nin kendi kafasına göre hiçbir delil göstermeden İslam akaidi konusunda verdiği bu şazz fetvasından dönmemiştir. Onların kurtuluşu için yeterli bir yol gibi gösterilen eski dinlerini terk etmeden inanmak yine kâfirliktir, maalesef bu görüşe inanan bir Müslüman’ında imanı tehlikeye girmiştir, neden denirse çünkü böyle bir inanç Allah’ın ehli kitaba; “kâfir, düşman, ebedi Cehennemlik” dediği halde bunun aksini iddia etmektir. Eğer denirse ki “Said Nursi bu sözlerle onların kurtuluşunu kast etmiyor” diye ona denir ki “eski dininizi terk etmeden İslama girin” daveti ne içindir? Sözleri çarpıtmanın ne gereği var , İslam aleminde böyle şeyler söyleyen bir tane muteber Alim yoktur, helede Hıristiyanlık/Yahudilik üzerine İslam inancı bina etmek tam bir felakettir. “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslam'dır” Ali İmran 19 .“Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar…” Bakara 137. “Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki bu ümmetten hiç bir kimsenin Yahudi veya Hıristiyan olduğunu duymak istemiyorum. Eğer böyle bir kişi Bana inanmadan önce ölürse o ancak cehennemliktir”. Müslim
Said Nursi’nin İslam adına konuşup ileri sürdüğü bu iddiayı bir de ehlisünnet Âlim’lerinin kaynaklarında ehli kitabın kurtuluşa ermesi için eski dinlerini bırakmaları gerekmi gerek değilmi inceleyelim;
* Dürer’de zikredildiğine göre bugünki Yahudi ve Hıristiyanlar “La ilahe illallah Muhammedünrasulullah” deseler dahi Müslüman sayılmazlar. Onlara gerçekten kabul ediyor musunuz diye sorulduğunda, “sizin Peygamberiniz olarak kabul ediyoruz” derler. Bunların imanının kabul edilmesi için mensup oldukları dinden ayrılıp uzaklaşması gerekir. Şayet bir Hıristiyan “La ilahe illallah” kısmını söyler ve kendi dininden uzaklaştığını söylerse Müslümanlığı ile hüküm edilmez “ben Müslüman’ım” desede Müslüman sayılmaz. İslamın lügat manası teslimiyet demektir ki bu söz Müslüman olmasını gerektirmez. Ancak “ben sizin gibi Müslüman’ım” derse Müslüman’dır
Ehli Sünnet İtikadı/s.91-92
Görüldüğü gibi her şey apaçıktır, Şeriat meydandadır her kim ne olursa olsun kimsenin bunu değiştirme yetkisi yoktur.
Bir Müslüman’ın, ehli kitabın dininin hak, onlarında cennete gideceğine, şehit olabileceğine, dinlerini terk etmelerine gerek olmadığına inanması kişinin kendi itikadını bozması bunun yanında kendini tasdik edenlerin de itikadını bozmasından ve dahası ehli kitabın imana gelmesine vesile olacağı yerde aksine ehli kitabın küfrüne razı ve onların bu küfrüne katkı da bulunmasından başka nedir?
ESK
Said Nursi'nin Hayali İcazeti
Yaz olması dolayısıyla, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylâsına gittiler. Orada, biraderi Molla Abdullah ile birgün dövüşmüş. Tâgî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, küçük Said'e,
"Niçin kardeşinin emrinden çıkıyorsun?" diye işe karışmış. Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyla, hocasına şu yolda cevap verir:
"Efendim, şu tekkede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur" diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesîm bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin'e gelir. 1
Ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı dahilinde bulunan Tağ Köyünde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti. Fakat fazla duramadı. Hâle-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini koruması ve hattâ âmirâne söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’da ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra Pirmis Karyesine, sonra Hîzan şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme
tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu. 2
(...) Oradan kalkarak meşayih-i âzam mevkii bulunan Gaydâ kasabasına gelir. Orada dahi arkadaşı Molla Muhammed Efendi ile döğüşerek, Molla Muhammed’in hançer çekmesi üzerine gözüne iliştiği baltaya sarılır. O sırada diğer bir talebe başından yaralı düşünce, medrese hayatını terkle pederleri nezdine gelir. Ve pederlerine:
"Ben artık büyümedikçe okumaya gitmem. Zira talebeler bütün benden büyüktürler. Onlara gücüm yetinceye kadar evde kalırım." der. Ve o kış ilkbahara kadar evde kalır. 3
Birkaç gün sonra Vastan kasabasına gittiyse de, orada tebdil-i hava için ancak bir ay kadar kaldı. Bilâhare, Molla Mehmed isminde bir zatın refakatinde Erzurum vilâyetine tâbi Bayezid'e hareket etti. Hakikî tahsiline işte bu tarihte başlar. Bu zamana kadar hep "Sarf" ve "Nahiv" mebâdileriyle meşgul olmuştu ve "İzhar"a kadar okumuştu. Bayezid'de Şeyh Muhammed Celâlî Hazretlerinin nezdinde yaptığı bu hakikî ve ciddî tahsili, üç ay kadar devam etmiştir. Fakat pek gariptir; zira Şarkî Anadolu usul-ü tedrisiyle, Molla Câmiden nihayete kadar ikmal-i nüsah etti. Buna da her kitaptan bir veya iki ders, nihayet on ders tederrüs etmekle muvaffak oldu ve mütebakisini terk eyledi. Hocası Şeyh Mehmed Celâlî Hazretleri niçin böyle yaptığını sual edince, Molla Said cevaben;
"Bu kadar kitabı okuyup anlamaya muktedir değilim. Ancak bu kitaplar bir mücevherat kutusudur, anahtarı sizdedir. Yalnız sizden şu kutuların içinde ne bulunduğunu göstermenizin istirhamındayım. Yani bu kitapların neden bahsettiklerini anlayayım da, bilâhare tab'ıma muvafık olanlara çalışırım" demiştir. 4
“Risale-i Nur müellifinin tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde(...)” 5
“(...) Medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş”6
“Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır.” 7
“(...) alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.” 8
“Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'an-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arapça olan eserlerini te'lif ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat (...)” 9
Yukarıdaki satırlarda Said nursinin sadece 3 aylık bir eğitim hayatının olduğu, Hocalarına ve diğer talebelere karşı saygısızlığını, onbeş senede okunacak kitapları üç ayda ezberlemek gibi akıl dışı söylemleri en önemliside kesinlikle bir icazeti olmadığı yani medrese bitirmediği anlaşılmaktadır, peki Said Nursi bu açığını nasıl kapatacaktır, medrese eğitimi almamış icazetsiz birinin Müslümanlara İmamlık Hocalık yada Şeyh’lik yapamayacağını biliyordu, onunda çaresini bulmuştur zaten kalbine gelen ilhamlara, sunuhata, zuhurata göre kitap yazıp hareket ettiği için İcazet olayınıda maneviyata dayandıracaktır böylece şakirdlerinin gözünü boyayacaktır.
Mevlana Halid Haretleri’nin (k.s) Halifesinin torunu Asiye hanım Mevlana Halid Hz’lerinin cübbesini emanet kalması için Muhammed Feyzi'nin aracılığıyla Said Nursi’ye gönderir , Said Nursi’ nin eline çok büyük bir fırsat geçmiştir bu Cübbe’yi manevi bir icazet alma merasimine çevirir, aşağıdaki sözlerinde bunu açıkça görebilirsiniz;
“İkincisi: Eski zamanda, on dört yaşında iken icâzet almanın alâmeti olan üstad tarafından sarık sardırmak, bir cübbe bana giydirmek vaziyetine mâniler bulundu. Yaşımın küçüklüğüyle, memleketimizde büyük hocalara mahsus kisve giymek yakışmadığı...
Saniyen: O zamanda büyük âlimler, bana karşı üstadlık vaziyeti değil, ya rakip veyahut teslimiyet derecesine girdikleri için bana cübbe giydirecek ve üstadlık vaziyetini alacak kendilerine güvenenler bulunmadı. Ve evliya-yı azimeden dört beş zâtın vefat etmeleri cihetiyle, elli altı senedir icazetin zahir alâmeti olan cübbeyi giymek ve bir üstadın elini öpmek, üstadlığını kabul etmek hakkımı bugünlerde, yüz senelik bir mesafede Hazret-i Mevlânâ Zülcenâheyn Hâlid Ziyâeddin kendi cübbesini, o cübbeye sarılan bir sarıkla, pek garip bir tarzda bana giydirmek için gönderdiğini bazı emarelerle bana kanaat geldi. Ben de o mübarek ve yüz yaşında cübbeyi giyiyorum. Cenab-ı Hakka yüz binler şükrediyorum.” 10
(Kendini ulu bir makamda gören Said Nursi o zamanın bütün Alimlerinin kendisinden düşük yada rakip olduğunu için icazet alamadığını beyan etmektedir ve kitaplarının bir çok yerinde de kendini ve risalei nuru öven cümleler yer almaktadır, Kur-an’ı Kerimi hayatı boyunca okuduğunu söyleyen Said, ayette iblisin kibirlenip Rahmetten kovulduğunu hiç görmemiştir heralde! Said Nursinin kitaplara aldığı, okuttuğu bu sözler ile Tasavvuf ehlinin sekr halinde söyleği sözlerle bir alakası yoktur)
Mevlana Halid Hazretleri’nin cübbesini bir çok Alim giymiştir, Said Nursiden başka kimse bunu manevi bir icazet saymamıştır.
Sözümün sonu;
1- İlmi eğitim almamış İcazeti olmayan kişiden Molla-Alim olmaz,
2- Silsilesi Hz Muhammede (sallallahu aleyhivesellem) ulaşan bir Şeyhe bağlanıp icazet almayan kişiden Mürşid olmaz,
3- Kamili mükemmil bir Şeyhin elinin altında nefis terbiyesi yapmamış kişiden Şeyh Mürşid yada Dini bir lider olmaz,
4- Kişide bu kriterler olmayıpta kendini Alim-Molla-Mürşid kendisine uyanları Hakka götüreceğini iddia ediyorsa o kişiden fayda değil zarardan başka hiçbirşey gelmez.
“fefi’l-cenneti hâlidîne” âyetinin sırrıyle, "Risale-i Nur talebeleri, îman ile kabre gireceklerdir" tebşîratının (...)”
Kastamonu Lâhikası, 47
Nur talebelerinin kabre iman ile gireceğine garanti veren Said için birinin “Said Nursi Mürşidlik yada Şeyhlik yada kurtarıcı bir Hoca rolünde bulunmadı” demesi gerçeklerle bağdaşmaz.
***
[O mukallidin yüzlerce delili vardır. Yüzlerce laf eder. Ağzından yüzlerce söz çıkar. Fakat söylediği sözler, ruhsuzdur, cansızdır.
Söyleyende can, kudret ve öz olmazsa, onun sözlerinin yaprağı, meyvesi nasıl olur?
Şeriat ve tarikatta taklitçi olan kimseler, Peygamberlerin ve velilerin güzel sözlerinden birçok örnekler vererek, deliller getirerek, güzel konuşur, hoş laf eder. Onları, etrafında bulunanlara açıklar, yorumlar. Fakat dikkat edilecek olursa, onun sözlerinde asla ruh yoktur. O sözler, gönüllerde, ruhlarda iz bırakmaz. Çünkü o sözleri söyleyen, söylediklerini yaşamayan bir taklitçidir. Onun sözleri, gönülleri saf olanları kandırır. Biraz uyanık olan kimseler, o sözlerin ruhsuz, cansız olduğunu, gönülden söylenmediğini anlar, hisseder. Yani o sözler Hakk ehlinin kalbine tesir etmez. Ancak o sözleri söyleyen gibi, taklitçi olanlar, o laflardan hoşlanırlar.
Tahir-ül Mevlevî - Şerh-i Mesnevî]
ESK |
Dipnot:
1 Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı.
2 Tarihçe-i Hayat, 31, İlk Hayatı.
3 İctimâi Reçeteler I, 9, Tarihçe-i Hayat/Latife.
4 Tarihçe-i Hayat, 33-34, İlk Hayatı.
5 Şuâlar, 434, Ondördüncü Şua/Bediüzzaman’ın Afyon Mahkemesi Müdafaası ve Mektupları ve Nur Talebelerinin
Afyon Mahkemesinde Yaptıkları Hakikatlı Müdafaalar/Ahmed Feyzi’nin Müdafaasıdır.
6 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 78, Birinci Şua/İkinci Bir İhtar.
7 Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra/Risa le-i Nur Nedir?/Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?
8 Tarihçe-i Hayat, 34, İlk Hayatı.
9 Sözler, 703, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
10 Kastamonıu Lâhikası - Mektup No: 65
Said Nursi Peygamber soyundan geliyor." iddiası!
Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Said- i Nursi ile ilgili bir basın toplantı düzenledi. Said'i Nursi'nin anne ve baba tarafından peygamber soyundan geldiğini iddia eden Akgündüz, bu iddiaya dayanak olarak elindeki belgeleri de örnek gösterdi.
" Anne Tarafından Şerif, Baba Tarafından Seyyid " (!)
Düzenlenen basın toplantısında konuşan Osmanlı Araştırmaları Vakfı Başkanı Prof. Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı Devleti'nin Yıldırım Beyazıt'tan beri Hz. Muhammed'in soyundan gelen aile üyelerini tespit etmek için ayrı bir bakanlık kurduğunu belirtti. Bakanlığın adının Nakibül Eşraflık olduğunu söyleyen Akgündüz, " Bütün ülkenin 36 büyük eyaletinde ve vilayet merkezlerinde Nakibül Eşraf isimli bölge müdürleri tayin etmiştir " dedi. Osmanlı Devleti'nin peygamberin soyundan gelenler için özel bir terminoloji geliştirdiğini de ifade eden Akgündüz, " Hz. Peygamberin nesli Hz. Ali ve onun hanımı Peygamberimizin kızı Hz. Fatma ile yoluyla devam etmiştir. İki tane oğlu vardır. Birisi Hz. Hasan diğeri de Hz. Hüseyindir. Osmanlı Devleti kayıt tutarken Hz. Hasan'ın neslinden gelenlere 'Şerif ' demiştir ve bunun çoğulu eşraftır. İkinci grup ise, Hz. Hüseyin'in neslinden gelenlerdir. Onlara Osmanlı Devleti ' Seyyid ' demiştir. Ama halk arasında hem Hz. Hasan hem de Hz. Hüseyin neslinden gelenlere ' Seyyid' dendiğini açıkça ifade etmemiz lazım " diye konuştu. Akgündüz " İster Osmanlı arşivlerindeki tapu tahrir defterleri başta olmak üzere bütün kaynaklar, ister Osmanlı'nın sicil arşivlerinde yaptığımız bütün araştırmalar, ister şeriye sicilleri, ister Bediüzzaman'ın doğduğu köyler ve mezar taşları ve kabirler üzerine yaptığımız araştırmalar ve neticede arşiv belgelerinin bize gösterdiği yol doğrultusunda, ulaştığımız Musul'daki arşivler Bediüzzaman'ın baba tarafından Abdülkadir Geylani'nin torunu Hz. Hasan'ın neslinden ve Şerif olduğunu ortaya çıkarmıştır " diye konuştu."Diğer taraftan annesi Nuriye Hanım'ın ise, Hz. Hüseyin'in neslinden ve Seyyid olduğu ortaya çıkmıştır. Bunu Osmanlı arşivlerindeki belgelerin tamamı desteklemektedir " dedi. Akgündüz Said- i Nursi'nin anne ve baba tarafından seceresini de bir slayt gösterisiyle anlattı.
" 35 Yıllık Bir Gayretin Sonucudur "
Bu iddiada kaynağının ne olduğu konusunda da konuşan Akgündüz " Cevabım çok açık. 35 yıllık bir gayretin sonucudur. Bediüzzaman'ın bütün şeceresinin Musul'da oduğunu Osmanlı arşivlerindeki belgelerden ortaya çıkardık " diye konuştu. En önemli belgenin Dr. Mahmud Said tarafından Musul'dan getirildiğini söyleyen Akgündüz, " Bu belge, Bediüzzaman'ın baba tarafından sülalesi olan, Hiyali Seyyidlerinin reisi Hamed Seyyid tarafından 1935 yılında hazırlanmış ve Nakibül Eşraf'a tasdik ettirilmiştir " şeklinde konuştu. Belgelerin elinde olduğunu da söyleyen Akgündüz, " Bütün şecerenin orijinalleri elimizdedir " dedi. Elindeki belgeyi gösteren Akgündüz, belgeyi arşiv uzmanlarına incelletiklerini ve uzmanların belgenin 80 - 100 yıllık olduğunu söylediğini iddia etti. Akgündüz, " Bütün kayıtlar ve ispatların tamamı elimizde " şeklinde konuştu.
***
Kalbine gelen ilham ve sunuhatları şer-i delil sayan, iradesi dışı kitaplar yazdığını söyleyen Ehli sünnet inancından sapan Said Nursi’yi onlarca bozuk itikadına rağmen zorlama yorumlar, uydurma hatıralar, uydurma şahitler ve yeni nesil hocaların delil diye yamadığı alakasız şeylerle o nu yüceltme çabaları son hızla devam ediyor,
Said Nursi risalei Nurun bir yerinde hem Seyyid olduğunu bilmediği hemde menevi olarak kendini ehli beyt'ten (1) saydığını söylemiştir. Saidin bu hayellerini şakirdleri uydurma bir cifr hesabıyla güyya desteklemeye çalışmıştı(Maidetül Kur'an), bununlada yetinmeyen Nurcular anlaşılan şimdi işi tamamen kan bağına taşımak üzereler!
Her yeni basımla Risalei Nur’larda değişiklikler yapılmaktadır (ki Said Nursi Risalei Nurun bir harfine dokunmanın günah olduğu fetvasını vermişken 2) ,yaptıkları değişiklikler yetmediği için galiba onu yüceltmek için birde Seyyidlik ‘lik verecekler halbuki düne kadar babasının İran’dan geldiği bilinmekteydi!
Dipnot:
1- Emirdağ Lâhikası I, 262, Yirmiyedinci Mektuptan
Said Nursi'nin Hıristiyan Sevdası
http://www.sorularlasaidnursi.com sitesinde yukarıdaki bağlantıda olan "Batı dünyası Papayı mutlaka dinlemeli" adlı yazının son satırını buraya aktarıyoruz.
"Evet Batı dünyası maddî – manevî kurtuluşu için mutlaka Papa´yı dinlemeli…(1) Papa, Hz. İsa´nın ümmetinin kurtuluşu uğruna canını yollara dökerek dünyayı dolaşıyor.(2) Şu yollarda arzedilenlere insanlık adına hiçbir ferdin itirazı olabilir mi? Batı dünyası dinlemeli, diyoruz… Zîra Asya´yı ve bilhassa İslam alemini nurlandıran Kur´an-ı Kerîm ve Sünnet-i Nevebiye, bu hususları bin beşyüz seneden beri asırların mağara misal yüzlerinde çınlatıp – yankılatarak geliyor. Ayrıca her asra yine Kur´an ve Sünnetten yepyeni dersler veren İslam, zaten Papa´nın dediklerini uygulamakla mükellef.(3) Zamanımızın uygulama biçimini de yukardaki eserler ve atıfta bulunduğumuz Bediüzzaman Hz.leri gayet net bir şekilde bize izah ediyor. Risale-i Nur´u baştan sona kadar dikkatle bir kez inceleyen her insaf sahibi mutlaka bizimle aynı kanaate varacaktır." http://www.sorularlasaidnursi.com/diyalog/batida-islam/188-bati-dunyasi-papayi-mutlaka-dinlemeli.html
Yazı burada bitti.
*****
- Başlıktada anlaşılacağı gibi batı için maddi ve manevi kurtuluşun Papayı dinlemekle elde edileceğini savunan bir zihniyet , Papayı dinleyenin müslüman olmayacağıda aşikardır, maddi'yi anladıkta manevi kurtuluş nedir? bunlar İslamdan başka Hak din olmadığını bilmiyorlarmı !
(1) "Evet Batı dünyası maddî – manevî kurtuluşu için mutlaka Papa´yı dinlemeli"
- Batının Papayı dinleyipte kurtuluşa ermesi Neden bu Cemaati ilgilendiriyor? Hıristiyan'ların kurtuluşu Müslaman'ların kanı akacak demek değilmi? Haçlı seferleri güya insanlığın kurtuluşu içindi bunun içinde yüzbinlerce Müslümanı katletmedilermi ?
*****
(2) "Papa, Hz. İsa´nın ümmetinin kurtuluşu uğruna canını yollara dökerek dünyayı dolaşıyor."
- Nerde bu ümmet? Tanrı 3 tür diyen ümmetmi ? - Bunlar hiç Kur'an okumamışmı ? - Hz İsanın ümmetinden Peygamber Efendimizin zamanında bile bir tek kişi yoktu , ellerindeki incilde günümüzdeki gibi muharrefti, kendilerini Hz İsanın ümmeti zanneden (günümüzdeki gibi) hıristiyan'lar (nasraniler) mevcuttu.
*****
(3) "İslam, zaten Papa´nın dediklerini uygulamakla mükellef."
-Kendi dinine hakaret eden bir zihniyet !
Soru:Bu hıristiyan sevgisinin kaynağı nedir?
Cevap: Said Nursi
“İşte bu günde meydana çıkan bu dehşetli cereyanı (komünizm) ancak ve ancak Hıristiyanlık aleminin Müslümanlıkla ittihadı (birleşmesi) yani İncil Kur’an ile ittihad ederek…”(incil ile kuranı birleştirerek)
Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 62 / Risalei Nur
“Şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhanileriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf meseleleri nazara almamak, niza etmemek gerekir. Çünkü, küfr-ü mutlak hücum ediyor.”
Emirdağ Lahikası ,c. 1, s. 194 / Risalei Nur
-İttihad; birleşmek, birlik olmak.
-İttifak; uyuşma, söz birliği etme
-Nazara almamak ; dikkate almamak
-Medar-ı ihtilaf; anlaşmazlık, uyuşmazlık sebepleri
-Kurtuluş için Kur-an'a yapışmak yani Allah'ın ipine yapışmak lazım, Kur-an ile muharref incili birleştirmek değil. Kuran ile İncili birleşsin diyen halktan birini ya döverler ya kovarlar ama nedense bunu söyleyen sözde Alim diye milyonlarca insan hiç sorgulama gereği duymuyor! Kuran ile İncil birleşsin diyen bir Hoca hayaldi gerçek oldu! Hıristiyan'ların elinde bulunan 4 incil'de birbirinden çelişkilidir ve Hz İsa'nın hayat hikayesini anlatan yanlışlarla dolu biyografi gibidirler, yüzyıllardır hıristiyan'lar bu dört muharref incile inanmıştır. Hıristiyan'ların ellerindeki İncil gerçek dahi olsa ona uymak caiz değildir.Yok efendim "o zamanda komunizm var"mış , komünizm sapkınlıkta hıristiyanlık doğru yolmu ki? Peygamber efendimizin zamanında da yer yüzü müşrikle dolu idi Peygamber efendimiz müşriklere karşı hıristiyan ve yahudi ile işbirliğimi yaptı? Dinden tavizmi verdi?
-Said Nursi; "hıristiyanlarla olan aramızdaki ihtilafları dikkate almayın" diyor, "Kuran ile incil birleşsin" diyor! Tanrı üçtür diyen ve batıl dinleri uğruna hala yeryüzünün bir çok karesinde Müslüman kanı akıtan , kundakdaki bebeklere kadar sırf Müslüman evladı diye katleden Allah Peygamber düşmanlarını koruyun gözetin sarılın sevişin diyor! hemde kime karşı, başka Müslüman düşmanlarına karşı! Böyle bir tebliğ şeriatta ve İslam tarihinde görülmüşmü? bunun adına da maalesef tebliğ deniyor!
"Efendim (İncil Kur’an ile ittihad ederek) demek incil Kuranı doğrulayacak demek " bindört yüz yıldır doğrulamamışta Said Nursi'nin sayesindemi doğrulayacakmış?
Bu İslam dışı iddiaları aklamaya çalışanlar dahada battıklarının ne zaman farkına varacaklar.
(İmam Rabbani Hz. leri; "ehli kitap ve müşrikler Allah düşmanı oldukları için onların hak ettikleri şey köpek gibi meclisten kovulmaktır.")
“Müminler, kâfirleri dost edinmesinler! Onları dost edinenler, Allah’ın dostluğunu bırakmış olur.”
Ali İmran 28
"Ne Kitap ehlinden, ne de müşriklerden hiçbiri, size Rabbinizden bir hayır indirilsin istemez. Allah ise, üstünlüğü, rahmetiyle dilediğine mahsus kılar ve Allah çok büyük lütuf sahibidir."
Bakara 105
"Sen onların dinlerine uymadıkça, yahudi ve hristiyanlar senden kesinlikle hoşnut olacak değillerdir."
"Celâlim için, sen o kitap verilmiş olanlara, bütün delilleri de getirsen, yine de senin kıblene tabi olmazlar, sen de onların kıblesine tabi olmazsın. Zaten onlar da birbirlerinin kıblesine tabi değiller. Celâlim hakkı için, sana gelen bunca ilmin arkasından sen tutar da onların arzu ve heveslerine uyacak olursan, o zaman hiç şüphesiz, sen de zâlimlerden olursun."
Bakara 145
*****
“Elbette şimdi fetret gibi karanlıkta kalan ve Hz. İsa’ya mensup Hıristiyanların mensuplarının çektikleri felaketler, onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir.”
Kastamonu Lahikası, 114-115 / Risalei Nur
Fetret Devri; Lügatta; İki peygamber arasında peygambersiz geçen süre anlamına gelmektedir. Lügatta belirli bir zaman dilimi işaret edilmektedir, sırf lügat manasına bakarak ehli kitabın Cennete gideceğine yada Şehit olacağına fetva vermek gerçekten büyük iştir!
Fetret Devri; İslam ıstılahında ise; Hak Din adına hiç bir bilgi ulaşmamış, kendi aklını kullanarak puta tapmış, yada bir yaratıcısı olduğunu bilmiş kişiler söz konusudur.
Aradaki fark umarız anlaşılmıştır. Kısacası ehli kitap dediğimiz hıristiyan ve yahudiler için "bunlar Fetret devrinde yaşamıştır Cennetliktir" demek, Müslümanları saptırmak için yapılan kelime oyunlarıdır.
Ehli Kitabın fetret bahanesiyle Cennete gideceğine delil olarak İmam Hasan Eşarinin; “Peygamber gönderilmeden, tebliğ yapılmadan önce teklif yapılmaz” sözleri gösterilmektedir ama bu söz kendi aleyhlerinedir fakat farkında değildirler, çünkü Ehli Kitaba çok sayıda Peygamber gönderilmiştir. Ehli kitabın kendi elleriyle tahrif ettikleri Hak Din onların kurtuluşuna vesile değil aksine Cehenneme gideceklerine dair aleyhlerine delildir. Onları takip eden nesilleri içinde bu Fetret devri ile kurtuluş söz konusu değildir.
Müceddid İmam Rabbani Hz’leri Fetret devrinde yaşayanların Cennete giremeyeceğini Cennete girmenin sadece Tevhid ehli iman sahiplerine mahsus olduğunu delilleriyle anlatmaktadır (Lütfen Bakınız; Mektubatı Rabbani 1. Cilt, 259. mektub). Allaha şirk koşan , Tanrı üçtür diyen, İslamı kabul etmeyen kafir yada müşriklerin Cennete gidemeyeceğini bilmek için ayrıca Alim olmak gerekmez bu temel itikad konularından biridir.Cennete gitmek bir yana Said Nursi bu şirk ehlini Şehit makamına yükseltiyor. Ne Said Nursi zamanı nede ondan önceki zaman Fetret devri değildir, İslam Asrı saadet devrinde ve ondan sonraki devirlerde , özellikle Osmanlı devrinde bütün Dünyaya yayılmıştır, bir kişinin çıkıpta Peygamber Efendimizden sonra Fetret devri vardı demesi onu çok gülünç duruma düşürür. Nurcu'ların "bu Said nursi'nin merhameti" demelerine denirki hiç kimse Hz. Allah’tan daha merhametli değildir.
*****
“Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri, hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü, her halde şimal cereyanı; İslam ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslam ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak.”
Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 150 / Risalei Nur
-İsevi; anlam olarak Hz. İsanın yolundan gidenlere denir (isevi kelimesini o zamanda yaşayan putperestler ve yahudiler Hz İsaya inanlar için kullanıyordu), ehli kitabın Müslüman'lara Muhammed'i dediği kavildendir, ne Said zamanındaki, ne şimdiki, nede bundan sonraki zamanda yaşayacak İsevi yada Hıristiyanlar Hz İsa'ya iman etmiş kişiler değildir, Kuranı Kerime bakalım Hz İsaya mensup kişiler kimmiş?
"Nitekim İsa, onlarda inkârı sezince, dedi ki: "Allah için bana yardım edecekler kimdir?" Havariler: "Allah'ın yardımcıları biziz; biz Allah'a inandık, bizim gerçekten müslümanlarolduğumuza şahid ol" dediler."
Ali İmran /52
-Evet ayette gördüğünüz gibi gerçekten Hz İsaya iman edenler kendilerine "Müslüman" diyorlar "isevi" değil , gerçeğin Saidin söylediği gibi olmadığını inadı bir kenara bırakıp düşünen her Müslüman rahatlıkla anlar,bunun aksini söylemek ise Kur-an'ı Kerim'e muhalefet etmektir, İttifak meselesine gelince olsa olsa kendisinin de dediği gibi hıristiyan ruhanileri ve nurcular ittifak etmiştir.Said nursi bir siyaset adamı yada bir asker olmadığına göre buradaki ittifakın kesinlikle bir dinler ittifakı olduğu anlaşılır, bu durumda Said Nursinin kendince İslam ile hıristiyanlığı birleştirdiği, yada bir gördüğü anlaşılır.
Hristiyanlar ile ilgili bazı ayetler:
"Muhakkak ki, "Allah, ancak Meryemoğlu İsa Mesih'tir" diyenler kâfir olmuşlardır..."
Maide 17
"Andolsun, "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenler elbette kâfir olmuşlardır..."
Maide 72
"Allah, üçün üçüncüsüdür" diyenler elbette kâfir olmuşlardır..."
Maide 73
--Said ile Fethullah'ın öve öve bitiremediği Hıristiyan'ların inançları - İncilden Alıntılar--:
Ne mübarektir barışçılar, çünkü onlar Allah’ın evladı diye anılacaklardır. [5/9 Matta]
Göklerde olan babanın evladı olasınız. [5/45 Matta]
"Oğul" aynı Baba Allah'ın cevherindendir (İbranilere l;3)
Baba'dan çıkıp dünyaya gelmiştir (Yuhanna 16:28)
Şimdi de İsa Mesih'in Ruhu, bu "tek Kurtarıcı Baba" ile bir oluyor, kaynaşıyor, İsa Mesih Kurtarıcıdır (Luka 2:11; II Timoteos 1:10; I Timoteos 1:15.)
İsa şöyle dedi:Ben ve Baba biriz. (Yuhanna 10:30)
İsa, “Filipus” dedi, “Bunca zamandır sizinle birlikteyim. Beni daha tanımadın mı? Beni görmüş olan, Baba’yı görmüştür. Sen nasıl, ‘Bize Baba’yı göster’ diyorsun.”(Yuhanna-14)
Bu nedenle gidin, bütün ulusları öğrencilerim olarak yetiştirin; onları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh’un adıyla vaftiz edin” (Matta-28)
-Görüldüğü gibi şimdiki ve eski hıristiyanların inançlarında değişen hiç bir şey yok, onlar hala kafirler.
*****
"Ey ehl-i kitap! İslâmiyeti kabul etmekte size bir meşakkat yoktur; size ağır gelmesin.Zira, size bütün bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak, itikadatınızı ikmal ve yanınızda bulunan esasat-ı diniye üzerine bina ediniz diye teklifte bulunuyor...
(İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 3 / (ebook olarak:İşârâtü'l-İ'câz - Bakara Sûresi, Âyet: 3 – s 1173) / Risalei Nur
-Allah iman etmeyi tüm kullarına farz kılmış fakat iman etmeye zorlamamıştır, iman eden Müslümanın ise zorunlu olarak yapması gereken itikadi ve ameli kurallar vardır, İman etmeye zorlamamak demek gayri müslim'lerinde Cennete gideceği anlamına gelmez, Said Nursi Bakara süresinin 3. ayetinin tefsirini yaparken "İslamın" hıristiyanlara eski dinini terketmemesini sadece hıristiyanlığa birkaç inanç konusu eklenmesi gerektiğini söylüyor! İslam adına konuşup, İslam tarihinde hiç bir Alimden duyulmadık bir iddiada bulunuyor
Peki gerçek böylemi? Kur'anı Kerime ve Hadislere danışalım.
"Eğer onlar da sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse doğru yola girmiş, hidayeti bulmuş olurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse onlar sadece ve sadece didişmenin içindedirler. Allah onlara karşı sana yeter. Ve O, işitendir, bilendir"
Bakara/137
"Şüphesiz, kitap ehlinden ve müşriklerden inkâr edenler, içinde sürekli kalıcılar olmak üzere cehennem ateşindedirler. İşte onlar, yaratılmışların en kötüleridir."
Beyyine/6
"Nefsimi elinde tutan Allah'a yemin ederim ki bu ümmetten biri veya Yahudi ve hıristiyan olan bir kişi beni dinlemez ve getirdiğimi kabul etmeden ölürse, kesinlikle cehennemlik olur."
İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned
"Ehl-i Kitap'a bir şey sormayınız. Çünkü onlar sapıtmış oldukları için sizi hidayete eriştiremezler. Eğer siz böyle yaparsanız, ya batıl sözü doğrular ya da doğru bir sözü yalanlamış olursunuz. Allah'a yemin olsun ki, eğer Musa bile hayatta olsaydı O'nun bile bana tâbi olmaktan başka yapacağı bir şey yoktu."
İmam Ahmed b. Hanbel, El-Müsned
"Muhammed'in nefsi kudret elinde olan Allah'a yemin olsun ki, eğer Musa peygamber sizin aranızda olsaydı da O'na tâbi olup Beni terk etseydiniz sizler bu halde kesinlikle sapı-tanlardan olurdunuz. Halbuki Musa (a.s) hayatta olup yaşasaydı O'nun bile Bana tâbi olmaktan başka yapabileceği bir şey yoktu".
Darimi - Sünen
Peygamber Efendimiz'e (s.a.v) başka Peygamberler (a.s) hayatta olsa dahi O'na uymaktan başka çaresi yok iken Said Nursi ve Diyalogcuların yaptığı din tahrif'lerinin en ufak haklı bir yanı yoktur.
*****
“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı uluhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın din-i hakikîsini İslâmiyetin hakikatıyla birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaatı namı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsa Aleyhisselâm'ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı uluhiyetten kurtaracak.”
Mektubat 441, Yirmidokuzuncu mektup, yedinci kısım / Risalei Nur
-Said Nursinin hiç bir delili olmayan çürük iddialarından biri daha, madem ki Hz İsanın ümmeti farklı olcaktıda Peygamber efendimiz ve Kuran niye geldi?
"..İmamınız (devlet reisiniz) kendinizden olduğu halde Meryem oğlu (İsa aleyhisselam) içinize indiği (imamınıza iktida ettiği) zaman acaba nasıl olursunuz?"buyurdu. (Sahih-i Müslim, 2/56 Sahih-i Buhari, 9/182)
İbn-i Hacer Askalani de Fethü'l-Bari'de Mehdi'nin bu ümmetten olacağı (a.s.) onun arkasında namaz kılacağına dair hadisler tevatür etmiştir, der. (Sünen-i İbn Mace, 10/338)
Hz İsa Peygamber olduğu halde bu Ümmetten birinin arkasında namaz kılarken bu İsevi cemaatı nereden çıkar? Tabiki böyle bir şey yok Hz İsa Peygamber Efendimizin Ümmetinden olma şerefine kavuşacaktır ve O'nun Halifesi olarak görev yapacaktır bu hadislerde mütavatir'dir ama "müslüman iseviler" diye bir tabir hiç bir hadis kitabında yoktur.
*****
Ayet ve hadislerde görüldüğü gibi ehli kitap eski dinini tamamen terketmeden yani Müslüman olmadan kurtuluşa eremez.Konu itikad konusudur ve bunun aksine inanmak Ehli Sünnet vel Cemaat'ın dışına çıkmaktır, Peygamber Efendimiz buyuruyorki ;
"Bir bid'at ehlinin namazı, orucu, haccı, umresi, cihadı, tevbesi, farzı, nafilesi ve hiçbir iyiliği kabul olmaz, hamurdan [yağdan] kıl çıkar gibi, dinden çıkması kolay olur."
İbni Mace
Ebubekir Sifil; "Mazlum hıristiyanlar ne Şehit nede Cennetliktir"
Soru: Üstad Said-i Nursi'nin şu sözünü nasıl anlamalıyız: "Hristiyanların mazlumları şehit olarak ölür."
Cevap: Said Nursi merhumun bu sözü, bildiğim kadarıyla Kastamonu Lahikası'nda (Mektup no: 75, s. 1615) geçmektedir. Oradaki ifadeleri şöyledir:
"… Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden biçarelere gelen felâketler, helâketler, sefaletler, açlıklar şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki:
"Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nispeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semaviye mâsumlar hakkında bir nevi şehadet hükmüne geçiyor.
"Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki:
"O musibet-i semaviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar, eğer on beş yaşına kadar olanlar ise, ne dinde olursa olsun şehit hükmündedir.Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
"On beşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise, mükâfatı büyüktür, belki onu Cehennemden kurtarır. Çünkü âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyetle omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa'ya (a.s.) mensup Hıristiyanların mazlumları çektikleri felâketler onlar hakkında bir nevi şehadet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zayıflar, müstebit büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefahetinden ve küfranından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber, yüz derece onlara kârdır diye hakikatten haber aldım, Cenab-ı Erhamürrâhîmine hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten tesellî buldum."
Konuyla ilgili bir diğer ifadesi de şöyledir:
"… Ehl-i vukuf raporundan anlaşılıyor ki, Risale-i Nur, bize karşı bütün muarız tâifeleri mağlûp ediyor ki, Hüccetullahi'l-Bâliğa ve İhtiyar ve İhlâs Risalelerini tekrarla nazar-ı dikkati celb ediyorlar. Hem gayet sathî ve cevapları pek zâhir ve güya müteassıbane hocavâri tenkitleri ve hiç münasebeti olmayan ve hakikî mutabık olan meseleleri anlamadan "mâbeynlerinde tezat var" demeleri ve risalelerin yüzde doksanını tamamıyla çekinmeyerek tasdik ve takdirleri ve teslimleri Hücumat-ı Sitte Zeylinin pek şiddetli bir surette yeni icadlara fetva verenleri cerh ve tezyif etmesine mukabil, yalnız "nezahet-i lisaniye" demişler. Ve dinsizler tarafından öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanlar âhir zamanda bir nevi şehid olabilir dediğimi, baş açık namaz kılmak ve Türkçe ezan okumaya Zeylin şiddet-i hücumunu zıt göstermeleriyle iktifa etmeleri, kat'iyen onların Risale-i Nur'a karşı mağlûbiyetlerini gösteriyor kanaatini veriyor." (Onüçüncü Şua, 1022)
Bir insanın uhrevî akıbetini belirleyen yegâne kıstas sahih iman sahibi olup olmadığı ise ve dahi Hristiyanlar "teslis akidesi"ne müntesip bulunduğuna göre, ister mazlum, ister zalim olarak ölsün, küfür ve şirk üzere terk-i dünya edenlerin ebedî azaba düçar olacağını söylemek durumundayız.
Eğer yukarıdaki iktibaslarda geçen "Hazreti İsa'ya mensup Hıristiyanlar" ve "dindar Hıristiyanlar" tabirleri (Necaşi örneğinde olduğu gibi) "şirk içinde olmayan ve Son Peygamber (s.a.v)'i hak Peygamber olarak tanıyan Hristiyanlar"ı anlatıyorsa,[ki bunlarada Müslüman denir] bu durumda bulunan herkesin kurtuluşu bahis konusudur. Tersinden söylersek, bir kişi veya topluluğun, Hristiyanlık, Yahudilik veya bir başka şirk itikadının müntesibi olarak ömür sürüp ahirete göçtüğü halde, sırf dünya hayatını şu veya bu biçimde geçirmiş olması dolayısıyla azaba veya mükâfata müstehak olduğunu söylemek mümkün değildir. Allah ve Resulü'nün talep ettiği/onayladığı sahih itikat olmadıkça uhrevî kurtuluş ve hele de "şehitlik" asla söz konusu olmaz.
Öte yandan ilk iktibasın son paragrafında geçen "… âhirzamanda madem fetret derecesinde din ve din-i Muhammedîye (a.s.m.) bir lâkaytlık perdesi gelmiş. Ve madem âhirzamanda Hazret-i İsâ'nın (a.s.) din-i hakikîsi hükmedecek…" ifadesinin burada hükme hiçbir etkisi yoktur. Zira ne "din-i Muhammedî"ye lakaytlık perdesi gelmiş olmasının, ne de ahir zamanda Hz. İsa (a.s)'ın "din-i hakikisi"nin (yani İslam'ın) hükmedecek olmasının, daha önce şirk içinde yaşayıp ölmüş bir topluluğun akıbetine etkisi olabilir.
Bunun aksini açık bir şekilde bildiren bir ayet veya sahih hadisten haberdar olan biri varsa, işte meydan…
Milli Gazete - 20 Kasım 2004
Ebubekir Sifil
|
Said-i Nursi kimdir? |
Said-i Nursi Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?
İslam alimi sıfatıyla meydana çıkmış ve sözde yüzlerce İslami eser yazmış birinin, Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık hakkında bu kadar vahim hatalar içinde bulunabilmesi mümkün müdür? Said’in, kendisine inananları doğrudan küfre/ebedi cehenneme götürecek olan bu yazdıklarını hata ile yazmış olma ihtimali var mıdır? Bu gün dinler arası diyalog fitnesinin ülkemizdeki ayağının temel dayanak noktasının da Kur’an veya Sünnet değil de Said-i Nursi ve risaleleri olduğu düşünüldüğünde, acaba Said, ta o zamanlarda bu günkü fitnelerin temellerini mi atmıştır? Bunun için mi Fener Rum Patriği ile çok sıkı bir dostluğu olmuştur? Bunun için mi Said’in bazı yakın talebeleri ve bağlıları Masonik derneklerin kurucularından olmuştur? Bunun için mi Avrupa’da Risale-i Nur’u bir Yahudi firması olan SHELL bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır?
İlmihal dersi almış bir Müslüman çocuğunun bile aldanmayacağı bu yanlış bilgileri Said ne maksatla söylemiştir, yazmıştır? Hıristiyanların ruhban sınıfına mensup olanlarının evlenmediği gibi Said-i Nursi de evlenmedi. Bu yüzden mi “Benim has talebelerim evlenmesinler” dedi? “Has talebeleri” ifadesi ile kast ettiği kişiler gerçekte kimlerdi? Kendi gibi gizli kardinaller mi? Hal böyle olunca “Mezarının Vatikan’da olduğu” yönündeki iddialar da çok manidar değil mi? Acaba “has talebe”lerinden Fethullah Gülen de bunun için mi evlenmedi ve Vatikan’a yaptığı ziyaret sırasında bu yüzden mi “Vatikan’da ölmeyi düşledim.” Dedi? Bu yüzden mi Fethullah Gülen, günümüzde, İslam’ın en temel hükümlerini bile çeşitli taktiklerle inkar edip kaldırmaya çalışıyor ve her yaptığı Hıristiyanlara yarıyor? Bu yüzden mi “has talebe” Fethullah Gülen’in ABD’de onlarca yıldır ikamet ettiği villa bile Hıristiyan Misyonerlerin yaz kampı olarak kullandı bir villa? Bu yüzden mi Gülen’in dünyaya hizmet(!) gayesi ile dağıttığı gençlerin ellerinden hep Hıristiyan Cizvitler(Misyonerler) tuttular ve onların gittikleri ülkelerde hızla kurumsallaşmasına zemin hazırladılar? Bu yüzden mi her sene başka başka devletlerin emniyet ve istihbarat birimleri Gülen’in okullarını CIA ve ABD bağlantısı nedeni ile kapatıyorlar?
Hem biliyor musunuz, 1940-1950’lere kadar İslam aleminde “Nurculuk” diye bir akım, mezhep ya da meşrep yoktu? Bu “Nurculuk’u, deli raporlu Said eli ile Hıristiyan Misyonerleri mi kurdu? Yazarımız Harun Çetin’e ait olan aşağıdaki araştırmayı lütfen bu ön bilgileri göz önünde bulundurarak okuyup tahlil edin ve daha geniş bilgi için www.AkademiDergisi.com ’u ya da www.gerceksaidinursi.blogspot.com’u ziyaret edin. (Akademi Yönetimi)
RİSALE-İ NUR’DA HRİSTİYANLIĞA DAİR İFADELER
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk-çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semâviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise; ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehâdet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kârdır, diye hakikattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.”[1]
Mazlum da olsa mağdur da olsa, İslam’a ittiba etmeyen hiç kimsenin cennete gidemeyeceğini Allahu Teâlâ şöyle bildirmiştir: “Kendileri kâfir olmuş olan o ehli kitap ve müşrikler; gerçekten içerisinde ebedi kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte sana! Onlar, yaratıkların en kötüsü ancak onlardır.”[2] Dünyada amelleri güzel de olsa, Müslüman olmayanların Cennet’e giremeyeceğini yine Hz.Kur’an bildirir:
“(...) Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.”[3]
“(...) İmanı tanımayıp küfre sapanın ameli boşa gitmiştir. Kendisi de ahirette kaybedenlerdendir.”[4]
“Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir.”[5]
Ve Sahih-i Müslim’de geçen hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Muhammed’in canı, (kudret) elinde olan Zat’a yemin olsun ki; bu ümmetten Yahudi veya Hıristiyan herhangi bir kimse beni duyar da, sonra benimle gönderilen dine inanmadan ölürse, mutlaka cehennem ashabından olur.”[6] Cennete, kişinin dünyadaki iyilikleri ve hayırları değil imanı götürür.
Küçük yaşta ölen kâfir çocukları meselesi ise âlimler arasında tartışmalıdır. Lakin bu konuda en müşfik Ehl-i Sünnet âlimleri bile; ölen çocuğun ya toprak olacağı ya da Cennet’te hizmetçi olacağını söylemiştir. Sert veya müşfik hiçbir alim bu çocukların şehid olacağını söylememiştir. Ayrıca bu ‘on beş’ yaş kaidesini hangi kaynağa dayanarak ifade etmiş olduğunu anlayamadık? Zira kastettiği şey büluğ çağI ise bu her yöreye ve cinsiyete göre değişiklik arzeder. Böyle kesin hüküm çıkarılamaz.
Yukarı da gördüğünüz gibi, Said-i Nursi, buluğ çağını geçmişlere de müjdeler verir. Hâlbuki Kadı Iyaz (k.s.) diyor ki: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün'akıt olmuştur. Lâkin suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır.”[7]
Ayrıca İslam fıkhında şehadetin türleri de belirtilmiştir. Hadislerde de bu konu pek açık şekilde beyan edilmiştir.
“(...) Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (çeşit daha) şehitlik vardır: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, karın ağrısıyla ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, göçük altında kalarak ölen şehittir, doğum esnasında ölen kadın şehittir.”[8]
“Şehitler beş (nev'i)dir: Vebadan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan."[9]
Ebu Davud’un bildirdiğine göre şehidler sekiz sınıftır ve en efdalleri Allah yolunda cihad ederlerken hayatlarını kaybedenlerdir.[10]
Asr-ı Saadetten günümüze değin, Müslümanlar Hıristiyanlarla cihad etmiş ve pek çok şehit vermiştir. Ama Resulullah Efendimiz (s.a.v.), ne Hulefa-i Raşidin Efendilerimiz, ne de büyük İslam âlimleri Said-i Nursî’nin beyanına paralel söz sardetmemişlerdir. Şüphesiz bu iddia, şefkat ve merhamet adı altında temiz itikadımıza zarar verir. Hıristiyanlara elbette acımalıyız, elbette onlara şefkat nazarıyla bakmalıyız, ama bu onların necat ehli oldukları için değil aksine olamadıkları içindir. İnsanlar arasında, en merhametli kim idi? Şüphesiz Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v.)’di. O (s.a.v)’nun Medine’de bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığını malumumuzdur. Lakin bu, Yahudileri –hâşâ- Cennet’e mi dâhil ettiğini gösteriyor? Şu da bir gerçek ki, yine Yahudi olan Benî Kurayzâ erkeklerini fitne ve fesada sebebiyet verdikleri için idam ettiren de Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’dir. Müslüman olan kişinin buradaki dengeyi anlayabilmesi lazımdır. Zira şu vak’a konumuza çok güzel ışık tutacaktır:
Hz. Ömer (r.a.), bir gün bir rahibin manastırı önünden geçerken durmuş ve beraberindekiler rahibe "Müminlerin emîri seni bekliyor" diye seslenmişler. Rahip çıktığı zaman, dünyayı terk edip fazla ibadet ettiği için benzinin solduğunu gören Ömer (r.a.) ağlamıştır. Bunun üzerine beraberindekiler Hz. Ömer’e:
-Bu Hıristiyan’dır, demişler. Ömer de:
-Hıristiyan olduğunu biliyorum ve o sebeple ona acıyorum. "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler." (Sûre-i Gaşiye/2-5) ayetlerini hatırladım da onun, bu kadar yorulduğu hâlde ateşe girmesine acıdım, demiştir.”[11]
Şu hadis-i şerife Said-i Nursî ve şakirtleri ne diyecek acaba: Ebu Burde (r.a.)’den, o da Ebu Musa (r.a.)’dan naklen rivayet etti. Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kıyamet günü geldiği zaman Allah Azze ve Celle, her bir Müslümana bir Yahudi veya Hristiyan verecek ve 'Bu, ateşten (cehennemden) kurtuluşun için fidyendir.' diyecektir.”[12]
Müslim’de muhtelif iki rivayeti daha hadisin vardır: "Allah, ölen her bir Müslüman kimsenin ateşteki yerine bir Yahudiyi veya Hristiyanı girdirecektir."[13] ve "Kıyamet gününde Müslümanlardan birtakım insanlar dağlar kadar günahlarla gelecekler, fakat Allah onların bu günahlarını mağfiret edecek ve onları (günahları) Yahudilere ve Hrisyanlara yükleyecektir."[14] Filhakika, Ömer b. Abdilaziz’in (hadisin ravilerindendir) ve İmam Şâfiî’nin, "Bu hadis, Müslümanlar için en ümit bahş hadistir." dedikleri rivayet olunur. Ki, İmam Nevevî, "Hadis, onların dedikleri gibidir. Çünkü, onda her Müslümanın bir fidyesi olacağına sarahat vardır. Fidye, umumî olarak zikredilmiştir." diyor. [15]
Said-i Nursî’nin yalnız Hıristiyanlara değil sahip oldukları devletlere karşı da sempatisi vardır:
“İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuriyle beraber, bir davâya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlândiya gibi küçük devletleri Kur'an’ı mekteplerinde ders vermek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiplerinin bir kısmı Kur'an’ı İngiliz’e kabul ettirmeğe taraftar çıkmaları; ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dîn hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahid olur.”[16]
Abdullah Tekhafızoğlu’nun bu konuyla yaptığı çalışmanın 366. sayfasında şu güzel ve düşündürücü değerlendirme mevcuttur:
“Said Nursî, adı geçen ülkelerde tek tek şahısların İslâm’la tanışıp hidayet bulmaları ile devlet ve hükûmetlerin faaliyetlerini birbirine karıştırmıştır. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde komünistlik ciddî bir tehlike oluşturmamıştır. Komünizm; Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi ülkelere ise ancak Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşındaki askerî baskı ve zorlamaları ile girebilmiştir. Artık Batı Almanya ile Doğu Almanya birleşmiş, Avrupa’daki sosyalist ülkeler bu sistemden vazgeçmiş, böylece birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık bu ülkelerde tekrar gündeme gelmiş, haçlı ruhu hortlayarak Müslüman asıllı ulusların başına belâ olmuştur. Avrupa’nın ortasında Bosna Hersek’te Müslümanlar soykırıma uğradılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile orada da tekrar gündeme gelen Hristiyanlık, Ermeni zulmüyle Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedir. Rusya, Müslüman Çeçenlere hâlâ büyük zulümler uygulamaktadır.
Said Nursî, İngiltere’den de bahsetmektedir ki, yukarıda da belirtildiği gibi, orada bazı şahıslar İslâm ile müşerref olmuşlardır. Ama, İngiltere devlet olarak, asırlardır İslâm ve Müslümanların en büyük düşmanıdır. Yıllarca İslâm ülkelerini sömürmüş, Müslümanları Hristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hâlâ da bu faaliyetlerine birçoğu fakir olan Asya ve Afrika ülkelerinde, hatta Türkiye’de misyonerleri vasıtasıyla devam etmektedir. Müslümanlara yaptığı en büyük düşmanlık ise, Said Nursî’nin de hayatta olduğu bir tarihte, İslâm topraklarının ortasına İsrail gibi bir terörist Yahudi devletini kurması olmuştur. Keza, Amerika da bu işin en büyük ortağıdır. Bunlar yakın tarihin bilinen olaylarıdır ki, Amerika gibi zalim bir devleti, Said Nursî nasıl olmuş da "bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkmış ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermiş, yeni doğan İslâm devletlerini okşamış ve teşvik etmiş ve onlarla ittifaka çalışmış" bir devlet olarak tavsif etmiştir, akıl almıyor. Oysa Amerika; Asya’yı, Afrika’yı ve en önemlisi Ortadoğu’yu karıştıran, barışı ve sükûneti önleyen, hatta oraları Müslüman kanına bulayan bir devlettir. Hâlen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun birçok ülkesinde Müslüman kanı, Hristiyanlar ve Yahudiler tarafından akıtılmaktadır ki, bunların en büyük destekçisi Amerika ve İngiltere’dir. "Okşadığı" devletlerden olan Irak’ın hâlinden hiç bahsetmeyelim.”
Bu güzel değerlendirmeden sonra, Said-i Nursi’nin aşağıdaki sözlerine kulak verelim:
“BİR DERECE MAHREMDİR. (...) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: "Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. Said Nursî”[17]
Şu sözlere hayret etmeme imkânı var mıdır? Kimlerle ittifak? Misyonerlerle, yani Hıristiyanlığı yayanlarla. Afrika’da, Asya’da ve cümle İslam topraklarında parayla, kadınla, zorla, savaşla insanları kilise etrafında toplamak için uğraşanlara ittifak edilecek. Niçin? Kominizmle ve ateizmle mücadele için. Bakın, biz Müslümanlar, kâfir Hıristiyanlarla ittifak yapmadık, aynen Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in yapmadığı gibi. Kominizm yıkılmadı mı? Hem de çok ileri görüşlü (!) Said-i Nursî’nin vefatından kısa bir süre sonra. Peki bu sefer, kafir Hıristiyanlar kimler üzerine yöneldi? Eskiden olduğu gibi, yine Müslümanlar üzerine. Fransa, Cezair Müslümanlarına katliam yaparken Said-i Nursî hayatta değil miydi? Nasıl bir düşüncedir bu?
“Yalnız kendi dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak değil, Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleriyle de ittifak edilmelidir.”[18] Hangi “hakiki dindar ruhaniler?” Hz.Kur’an’ın bildirmediği, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in açıklamadığı Hıristiyanlarla mı? Bin dört yüz boyunca hiç ama hiçbir âlimin, salihin ve arifin haberi mi yoktu acaba? Biz biliyoruz ki, Hz. Kur’an; hıristiyana kâfir, Fahr-i Kâinat (s.a.v.) müşrik demiştir. Üzerine söz söylemek kimin haddine!
Dahası, Risale-i Nur’da, Hristiyanlığın evvela yenileceği yani asli hali olan İseviliğe döneceği ve daha sonra İslam ile beraber ateizm ve komünizme karşı savaşacağı belirtilir. Öyle ki, Hz. İsa Aleyhisselam’ın yeryüzüne tekrar indirildikten sonra, Hristiyanlığı aslî haline kavuşturacağı ve İslam’la omuz omuza olacağını yazmaktadır. Biz Said-i Nursî’nin bu konudaki ifadelerini birlikte yazdıktan sonra cevap kısmına geçelim:
“Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek" meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı Ulûhiyete karşı İsevîlik dîni tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâb edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür: öyle de; Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden deccalı öldürür. Yâni inkâr-ı Ulûhiyet fikrini öldürecek.”[19]
“(...) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikata karşı tasaffi edecek, hurâfattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir.. Ve Kur'ana iktidâ edecek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi, tâbi’; ve İslâmiyet, metbu’ makamında kalacak. Dîn-i hak, bu ittihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsavîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan Şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o dîn-i hak cereyanın başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadîr-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.”[20]
“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı Ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın dîn-ihakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaâti nâmı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı Ulûhiyetten kurtaracak.”[21]
“Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip hâlleri ve dehşetli icraatı, onun şahsiyle münâsebetdâr rivâyet edilmesi cihetiyle mânası gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder: yalnız Hazret-i İsâ (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz." rivayet edilmiş. Yâni, onun mesleğini veyırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur'aniye’ye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın nüzûlü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”[22]
Şu husus herkesin malumudur ki, Hristiyanlık tahrif olmuştur, İncil tahrif edilmiştir ve yeniden ihyası mümkün değildir. Hakikatı kalmayan bir din nasıl aslına rücu eder? Hiç Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in beyanlarında böyle bir açıklama var mıdır? Yoktur. Şüphesiz, Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.v.), peygamberlerin sonuncusudur ve İslâm’ın zuhurundan sonra da bir başka semavî din gelmeyecektir.
"Keza, 'biz Hıristiyanız' diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de, onların arasına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlığı soktuk. Allah (kıyamet günü), ne yapmış olduklarını onlara elbette haber verecektir. Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir.”[23]
Said-i Nursî ve taraftarları, iddia ettikleri şeylerin teslis inancına inanmayan Hıristiyanlar için geçerli olduğunu söylerler. Bu ayrımı ne Kur’an ne Sünnet-i Nebevî ne Selef-i Salihinin akidesinde bulmak mümkün değildir. Hıritiyanlar arasında ancak şu ayrım vardır: Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den öncekiler ve sonrakiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bi’setinden sonra, O’nu ve getirdiklerini inkâr eden Hıristiyanlar küfr içindedirler.
Hıristiyanların yapmakla yükümlü oldukları tek vazife kayıtsız şartsız Müslüman olmaktır. Said-i Nursî’nin ifadesine göre, ‘kendi dinlerini İslam’la ikmal etmeleri’ hususu imkânsız ve Şeriat’e uymaz. Çürük temel üzerine sağlam bir bina yapılamaz.
Adiy b. Hatem (r.a.), Abdullah b. Selâm (r.a.); Allah Resulünün mümtaz sahabelerindendi. Bu zatlar, Hıristiyanlıktan İslam’a dönmüşler ve eskiye dair hiçbir şeyi İslam’la birleştirmemişlerdir. Hâlbuki onlar, Hıristiyanlığın aslına bugünkülerden daha yakındılar.
“Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan ötürü, ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenbilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir. Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: 'Ben de kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.' Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: 'Siz de islâm oldunuz mu?' Eğer islâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen, yalnız duyurmaktır. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.”[24]
“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” [25]
“Ey kitap ehli, (gerçeği) gördüğünüz hâlde, niçin Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?”[26]
Said Nursî, Müslümanların komünizme karşı ancak Hristiyanlarla birleşmek suretiyle mücadele edebileceklerini zannederken, vefatından birkaç 10 yıl sonra komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Hem de komünist olan o eski Hristiyanlar, bırakın İslâm’a tâbi olmayı tekrar asıllarına rücu etmiş ve tıpkı ataları gibi dünyanın dört bir tarafında Müslümanlara karşı yeni haçlı seferleri başlatmışlardır.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak ileride Meryem oğlu İsa sizin içinize adaletli bir hakem olarak inecektir. O zaman o, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. (...)”
Hadisi rivayet eden Ebu Hureyre (r.a.) şöyle derdi: “İsterseniz şu ayeti okuyunuz: "Kitap ehlinden hiç kimse hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka iman edecek, o da kıyamet günü kendileri aleyhine birşahit olacaktır" (Sûre-i Nisâ/159)[27]
Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca bu hadisin izahında şöyle der:
“Onun indiğini duyunca hemen Yahudilerle Hristiyanlar peyder pey istikbale koşarak: "Biz senin ümmetindeniz" diyeceklerse de, Hz. İsa "Yalan söylüyorsunuz!" diyerek kendilerini paylayacak ve ashabının ancak muhacirler olduğunu söyleyerek, onların halifesini arayacak, onu namaz kıldırırken görünce geri çekilerek: "Sen namazı kıldır. Allah senden razı olmuştur. Ben emîr değil, ancak vezir olarak gönderildim!" diyecek, namazı her zamanki imam kıldıracaktır. (...)”
İsa (a.s.)’nın yeryüzüne indirilmesinin hikmeti babında Aynî şunları kaydetmektedir:
“Bu hususta birkaç vecih vardır: (...) Hz. İsa, Peygamberimiz (s.a.v.) ile ümmetinin sıfatlarını gördüğü vakit, bu ümmetten olmayı istemiş; Allah da duasını kabul ederek onu sağ bırakmıştır. Ahir zamanda Müslümanların umurunu yeniden tanzim etmek için yere indirilecek ve bu hadise Deccal’ın çıktığı zamana tesadüf ederek Deccal’ı tepeleyecektir.”[28]
Said-i Nursî: “…bazen de o, şahs-ı maneviyi bir hadime vermişler ve hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek ve o zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir… O zatın üçüncü vazifesi Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina ederek İsevi ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslam’a hizmet etmekir.”[29]
Yani gelecek şahsın ilk vazifesi Said-i Nursî’nin kitaplarını neşretmek sonra Allah’ın emirlerini tatbik etmek. Said-i Nursî’nin emirleri Allah’ın emirlerinden evvel mi geliyor acaba? Ayrıca “Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina etmek”ten bahsediyor. Madem Hilafet-i İslamiyye’yi ihya etmek istiyordu niçin, Sultan Abdülhamit Hân Hazretlerinin Panislamizm idealiyle tüm İslam dünyasını bir çatı altında toplamaya çalıştığını bilerek onu tahtından indirmek isteyen İttihat ve Terakki ile beraber hareket etmiştir? Emmanuel Karasso adlı bir Yahudinin kurmuş olduğu İttihat ve Terakki’ye üye olup, İslam Halifesine isyan bayrağı açmak nasıl oluyor da İttihad-ı İslam’a hizmet oluyor?
Said-i Nursî: “Kur’an size bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikatlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan dinî esaslar üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız zaman ve mekânın değişmesi tesiriyle, tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessirdir.”[30]
Hz. Kur’an’ın böyle bir iddiada bulunmadığı ehl-i kitapla alakalı ayetlerle sabittir. Zira Hadid Sûresinin 22. ve Kamer Sûresinin 49. ayetlerinin işaretiyle, sahih hadislerle ve Cibril hadisi denen meşhur hadisle imanın altı şartı belirlenmiş ve bunlardan birinin eksikliği imanın eksikliği olmuştur. Ve sormak lazımdır Hıristiyanların yanında Allah’ın istediklerinden ne kalmıştır? Namaz mı, oruç mu, zekât mı? Hiç çürük temele sağlam bina inşa edilir mi? Allah, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan önceki bütün dinleri ve kitapları nesh etmiş, hükümlerini kaldırmış, yalnız Hatemü’l Enbiya (s.a.v.)’ın getirdikleriyle yeni bir şeriat oluşturmuştur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “O Rasül size ne verdiyse onu alın.”[31] Ayrıca madem ehl-i kitap cennete gidecek, Allah bizi niçin onlarla savaşma hususunda mükellef tutmuştur: “O kendilerine kitap verilmiş olan kimselerle savaşın ki, onlar ne Allah’a, ne de o son güne inanmazlar, Allah’ın ve Rasülünün haram ettiği şeyleri yasak görmezler, hak dini de din olarak kabul etmezler, ta ki onlar zelil kimseler halinde cizyeyi elden versinler!”[32]
“Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisanîyle yazılmış bir eserdir.”[33]
Cenab-ı Hakk’ın lisanı yani kelamı vahiy değil midir? Vahiy ise, Kur’an ve Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den sadır olan hadisler (vahy-i gayr-i metluv)’dir. Said-i Nursî’nin şu beyanatı da yukarıdaki sözleriyle aynıdır:
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.”[34]
Said-i Nursî’nin talebeleri, peygamberlere istinâden söylenmiş bir hadis-i şerife onu mazhar kılmışlar ve bu da Risale-i Nur’da geçmektedir.
“(...) Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defn edeceğiz. Konya’da Hazret-i Mevlana’da mı? Civar-ı Hazret-i Eyyüb’de mi? yoksa Cennetü’l Mualla veya Cennetü’l Bâki’de mi? Bunu bize açıkça bildir.
Hayır Üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim. Yahut bu ciheti ………………… Hâdis-i Âlîsine havale ederek, vasiyetnamenizde onun için mi beyan ve tasrih buyurmadınız.” [35]
Noktalarla belirttiğimiz yere şu mealdeki hadis-i şerifin aslını koymuşlardır:
“Allah, her peygamberi(n ruhunu), ancak defnedilmesi gereken yerde kabzeder.”[36]
Said-i Nursî, risalelerini Allah’tan inen kitaplarla mukayese etmiş ve Allah’a şöyle dua etmiştir: “Yâ Rabbî (…) Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a, kalbleri ve akılları musahhar kıl!”
Said-i Nursî, her insanın hatta çok büyük âlimlerin bile Risale-i Nur’u okumasının şart olduğunu bildirmekte, aksi takdir de çok büyük bir mahrumiyetle onları tehdid etmektedir. Okumayan âlimde enaniyet olacağından bahseden Said-i Nursî’de mi enaniyet vardır, yoksa bildikleri ilimleri ve takvaları ve yazdıkları eserlerle övünmemeleri hasebiyle Risale-i Nur okumayan âlimler de mi ucub ve kibir var, hakperest kişiler anlayacaktır.
“Hem şu hakikat zâhir ve bahirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir; Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa büyük bir mahrumiyete düçâr olur.”[37]
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Azimüşşan’da kıyametin vaktiyle alakalı şöyle buyurmuştur: “Kıyamet vakti yaklaştı. Allah’tan başka onun vaktini bilen de yok.” Böyle olduğu halde Said-i Nursî “... Ve’l-ilmu indallahi lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu Hattâ ye’tiyallahu bu emrihi (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder… Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat bir gâlip ihtimal gelebilir.”[38]
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[1]Kastamonu Lâhikası, 114-115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet ehemmiyetlidir; Tarihçe-i Hayat, 290, Kastamonu Hayatı/ Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektub
[6] Müslim, İman:70, no:153
[7] Ahmed Davutoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/246-247
[8] Ebû Dâvud, Cenâiz, 11/3111; Muvatta', Cenâiz, 12/36
[9] Buhārî, Cihâd, 30/45; Müslim, İmâre, 51/164
[10] Yeniel, Sünen-i Ebî Dâvud Terceme ve Şerhi, 11/478
[11] Hayatü’s Sahabe, M.Yusuf Kandehlevî, cilt:1
[15] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 11/125-126
[16] Tarihçe-i Hayat, 88, İlk Hayatı/Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Birinci Kelime/Hâşiye; İctimâi Reçeteler II, 101
[17] Emirdağ Lâhikası I, 150, Yirmiyedinci Mektuptan/Bir Derece Mahremdir; Tarihçe-i Hayat, 473, Emirdağ Hayatı/Bir Derece Mahremdir
[19] Mektubat, 6, Birinci Mektub, Dört Sualin Muhtasar Cevabıdır
[20]Mektubat, 53-54, Onbeşinci Mektub/İkinci Makam.
[21]Mektubat, 417, Yirmidokuzuncu Mektup/Yedinci Kısım: İşârât-ı Seb'a
[22] Şuâlar, 448; Siracü'n-Nûr, 234, Beşinci Şuâ
[24]Sûre-i Âl-i İmran, 19-20
[27] Buharî, Enbiyâ, 51/118; Müslim, Îmân, 71/242
[28] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/59-62
[29] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2062
[30]İşaretü’l İ’caz/ Bakara Suresi’nin 4. Ayeti Tefsir
[31] Sûre-i Haşr Suresi/7
[32] Sûre-i Tevbe Suresi/29
[33] Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına, Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.
[34] Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon MahkemesiKararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk ı Gaybî, 68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Tarihçe-i Hayat, 579
[35] Siracü’n-Nûr, 253, Hasan Feyzi’nin Mersiyesi
[36] Tirmizî, Cenâiz, 32/1023. Nitekim, Resulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde, defin yeri hususunda ihtilâf edilmiş, Ebu Bekir (r.a.)’in bu hadisi hatırlatması üzerine, Peygamberimiz yatağının olduğu yere defnedilmiştir.
[37] İctimâi Reçeteler II, 193, Hakikat Çekirdekleri/Hutbe-i Şâmiye’nin İkinci Zeylinin İkinci Kısmı/Üniversite Nur Talebeleri Namına Abdünnur
[38] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Birinci Şua
|
Seyh Said |
Said-i Nursi, Kur’an’daki bazı ayetlerin kendi eserlerine işaret ettiğini söyler. Ebced ve cifr hesabıyla ayetlerden kendi eserleri lehine yorum çıkarmak aslında büyük bir tehlikeye işarettir. ‘Hz. Kur’an-ı Azimüşşan, sanki indirilen son kitap değil de, başka bir kitabı müjdeleyecektir.’ manası çıkmaktadır. İşte birkaç misal:
“Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna (...)"[1]
“Ve müteaddit âyat-ı Kur'âniyede Sırât-ı Müstakîm kelimesi, bir mâna-yı remziyle Risalet-in-Nur’a mânaca ve cifirce îma etmesi remze yakın bir îma ile Risalet-in-Nur şâkirdlerinin tâifesi, âhirzamanda o tâife-i kübra-i a’zamın ahirlerinde bir hizb-i makbul olacağını işaret eder diye def'aten birden ihtar edildi.”[2]
"Elif, lâm, mîm. İşte bu Kitap, kendisinde şüphe yoktur; Allah’tan sakınanlar için bir rehberdir."[3]
“el-Kitâbu lâ raybe fîhi huden lilmuttekīn = Risale-i Nur’un mebde-i intişarı 1922-1921”[4]
"(Melekler de) demişlerdi ki: '(Rabbimiz!) Seni tenzih ederiz. Senin bize öğrettiğinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz (her şeyi) bilen, hâkim olan ancak sensin." (Sure-i Bakara/32)
“Lâ ‘ilme lenâ illâ mâ ‘allemtenâ = 974 Risâletu’n-Nûr = Aslı ile, yani lam-ı tarifle 976”[5]
"Rabbimiz, onlara kendi içlerinden, senin ayetlerini kendilerine okuyacak, onlara Kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir elçi gönder! Her zaman üstün gelen, her şeyi yerli yerince yapan yalnız sensin, sen!"[6]
“Meâl-i icmalîsi der ki: "Kur'an ve hikmet-i kudsiyeyi size bildiriyor. Sizi mânevî kirlerden temizlendiriyor." Bu âyetin küllî ve umumî mânasında Risale-in-Nur kasdî bir surette dahil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...) Âyetin makam-ı cifrîsi bin üçyüz iki ederek Risale-i Nur müellifinin Kur'an dersini aldığı tarihe tam tamına tevafuk ile remzen Kur'anın bâhir bir bürhanı olan Resâilin-Nur’a bakar.”[7]
"Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitabı ve hikmeti ve bilmediklerinizi öğreten bir Elçi gönderdik."[8]
“Bu âyetin külli ve umumî mânasında Risale-i Nur kasdî bir surette dâhil olduğuna iki kuvvetli emâre var. (...)”[9]
“Kemâ erselnâ fîkum rasûlen minkum = 998-948 Risâletu’n-Nûr = 998-948”[10]
"Dinde zorlama yoktur. Hak yol, batıl yoldan ayrılmıştır. Tağutu inkâr eden ve Allah’a inanan, kopması mümkün olmayan en sağlam kulpa tutunmuş olur. Allah işitendir, bilendir."[11]
Başta "lâ ikrâhe fi’d-dîni kad tebeyyene’r-rüşdü" cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üçyüz elli (1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücâhede-i dîniyeye ve din için silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî, bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, "Lâik Cumhuriyet"e döner. Fakat ona mukabil mânevî bir cihad-ı dinî, îman-ı tahkikî kılıncıyla olacak. Çünki, dindeki rüşd-ü irşad ve hak ve hakikatı gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar edip tebyîn ve tebeyyün eden bir nur Kur'an’dan çıkacak diye haber verip bir lem'a-i i’caz gösterir.
Hem, tâ "hâlidûn" kelimesine kadar Risale-i Nur’daki bütün muvazenelerin aslı, menbaı olarak aynen o muvazeneler gibi bir emâredir ki, o tarihte bulunan cihad-ı mânevî mübarezesinde büyük bir kahraman; Nur namında Risale-i Nur’dur ki, dinde bulunan yüzer tılsımları keşfeden onun mânevî elmas kılıncı, maddî kılınçlara ihtiyaç bırakmıyor.[12]
“(Bu ayet) makam-ı cifrî ve ebcedî hesabiyle Risalet-ün-Nur’un tahakkukuna ve tekemmülüne ve parlak fütuhatına mânen ve cifren tam tamına tetâbuku bir emâredir ki, Risaletu’n-Nur bu asırda, bu tarihte bir "Urvetül-Vuska"dır. Yâni, çok muhkem, kopmaz bir zincir ve bir "Hablullah"dır. "Ona elini atan yapışan necat bulur." diye mana-yı remziyle haber verir.”[13]
“Risale-i Nur ise, iman-ı Billâhın Kur'ânî bürhanlarından bu zamanda en nuranîsi ve en kuvvetlisi olduğu tahakkuk ettiğinden, bu "Urvetül-Vüska" külliyetinde hususî dâhil olduğuna te'yiden makam-ı cifrîsi bin üçyüz kırkyedi ederek Risaletün- Nur intişarının fevkalâde parlaması tarihine tam tamına tevafukla bakar. Ve bu ondördüncü asırda Kur'anın i’caz-ı mânevisinden neş'et eden bir urvet-ül-vüska ve zulümattan nura çıkaracak bir vesile-i nuraniye Risale-in-Nur olduğunu remzen bildirir.”[14]
"Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır. Kâfirlerin dostları da tağuttur. (O ise) onları aydınlıktan karanlıklara çıkarır. Onlar ateş halkıdır, orada ebedî kalacaklardır.”[15]
“Makam-ı cifrî ve ebcedî hesabiyle Risalet’ün-Nur’un ismine tam tamına tetâbuk eder. "Allâhu veliyyullezîne âmenû" cümlesi hem mâna, hem cifr ile Risalet’ün-Nur’a bir remzi var. Şöyle ki: Bu nüktenin bâki kısmı şimdilik yazdırılmadığının sebebi, bir derece dünyaya, siyâsete temasıdır. Biz de bakmaktan memnuuz.”[16]
"(Ey Muhammed!) Onları hidayete erdirmek, senin üzerine borç değildir; fakat Allah, dilediği kimseye hidayet eder. (...)"[17]
“Velâkinnallâhe yehdî men yeşâu = 598, Risâle-i Nûr = 598”[18]
“Allah katında din, şüphesiz İslâm’dır. Kendilerine kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, sırf aralarındaki kıskançlık sebebiyle ihtilâfa düşmüşlerdir. Allah’ın ayetlerini inkâr eden bilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir Eğer seninle münakaşaya girerlerse, (onlara) de ki: 'Ben, bana tâbi olanlarla birlikte Allah’a teslim oldum.' Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere (cahil müşriklere) de de ki: 'Siz de (Allah’a) teslim oldunuz mu?' Eğer teslim olmuşlarsa (İslâm’a girmişlerse), gerçekten doğru yolu bulmuşlardır. Yok yüz çevirirlerse, sana düşen duyurup bildirme (tebliğ)dir. Allah, kulları hakkıyla görendir."[19]
“İnne’d-Dîne ‘indallâhi’l-İslâm = 549; Resâili’n-Nûr = 548, lam-ı târifsiz 549 [20]
"Ey insanlar! Size Rabbinizden bir burhan (açık ve kesin bir delil) geldi ve size apaçık bir nur indirdik."[21]
“O kudsî bürhan-ı İlâhînin bu zamanda parlak ve kuvvetli bir bürhanı olan Resailin- Nur’a dahi ikinci cümlesi olan: "enzelnâ ileykum nûran mubînen" adedi, iki tenvin vakıfta iki "elif" sayılmak cihetiyle beşyüz doksansekiz ederek aynen tam tamına Resail-in-Nur’a ve Risale-in Nur adedine tevafuk ile o semavî bürhan-ı kudsînin yerde bir bürhanı, Resâil-in-Nur olduğunu remzen haber veriyor.”[22]
"Ölüyken dirilttiğimiz, insanlar arasında kendisiyle yürüyeceği bir nur verdiğimiz kimse, karanlıklar içinde kalıp ondan çıkmayan kimse gibi olur mu? İşte, kâfirlere yapmış oldukları şeyler böyle cazip gösterilmiştir."[23]
“Bu âyetin remzi lâtifdir. Çünkü hem kuvvetli münâsebet-i mâneviye ile, hem cifirle efrad-ı kesiresi içinde hususî bir surette Risale-i Nur ve müellifine bakıyor. Şöyle ki, "meyten" kelimesi tenvin "nun" sayılmak cihetiyle beşyüz ederek "Said-ün- Nursî" adedi olan beşyüze tevafukla, işaret ediyor ki, "Said-ün-Nursî dahi meyyit hükmünde idi. Risalet-ün-Nur ile ihya edildi, onunla hayat buldu." Evet "eve men kâne meyten feahyeynâhu ve ce‘alnâ lehû nûran" deki tenvin "nun"durlar. Bin üçyüz otuzdört eder ki, o aynı zamanda (Arabî tarihle) Said umumî harpte maddî ve dehşetli bir mevtten dahi hârika bir tarzda kurtulması ve felsefe ve gafletten gelen mânevî ve şiddetli bir ölümden necat bulması ve Kur'an’ın âb-ı hayatiyle taze bir hayata girmesi tarihidir. Bu tevafuk-u mânevî ve muvafakat-ı cifriye delâlet derecesinde bir işarettir. Hem (...) bin ikiyüz doksandört eder ki, velâdetinin ve hayatının birinci senesidir. Demek bu cümle ile hayat-ı maddiyesine, evvelki cümle ile de hayat-ı mâneviyesine işâret eder.
Elhâsıl: Bu âyet müteaddit ve çok tabakalarından bir işarî tabakadan hem Risaletün- Nur’a, hem müellifine, hem bu ondördüncü asrın ibtidasına, hem ibtidasındaki Risalet-ün-Nur’un mebde’ine remzen, belki işâreten, belki delâleten bakar. (...) Bu âyette işaret ve beşaret-i Kur'aniyede ifade eder ki; Risale-i Nur dairesi içine girenler tehlikede olan îmanlarını kurtarıyorlar ve îmanla kabre giriyorlar ve cennete gidecekler diye müjde veriyor.”[24]
"Hatırlayın; hani siz sayıca azdınız ve yeryüzünde zayıf olup, insanların sizi yakalayıp tutmasından korkuyordunuz. İşte o, şükredesiniz diye sizi barındırdı, sizi yardımıyla destekledi ve size temiz şeylerden rızklar verdi."[25]
“İz entum kalîlun = 1362, Denizli cihad-ı ekberi = 1362”[26]
Fe âvâkum ve eyyedekum binasrihî = 598, Resâili’n-Nûr = 598”[27]
"Eğer yüz çevirirlerse, de ki: 'Allah bana yeter. Ondan başka ilâh yoktur. O, büyük arşın Rabbidir.'”[28]
“Makam-ı cifrîsi şeddeli "lâm"lar birer "lâm" şeddeli "kâf" bir "kâf" sayılmak cihetiyle bin üçyüz yirmidokuz ederek, harb-i umumînin başlangıcı zamanında Resail-in- Nur’un başlangıcı olan İşarat-ül-İ’caz tefsirinin tarih-i te'lifine tam tamına tevafuk eder.”[29]
"İsyan edenler cehennemdedirler. Orada, onların (ıstıraptan ileri gelen) ağlayışlı bir nefes alıp verişleri vardır."[30]
“Bu âyet dahi, Risale-i Nur’un muarızlarına ve düşmanlarına ve onların cereyanlarının mebdeine ve faaliyet devresine ve müntehasına cifir ile tevafuk ile işaret eder.”[31]
"Öyleyse emrolunduğun gibi doğru ol; (sen de) ve seninle beraber tövbe edenler de (hep doğru olun), aşırı gitmeyin! Zira o, yaptıklarınızı görmektedir."[32]
“Makam-ı cifrîsi bin üçyüz üç ederek... hem "Sûre-i Şûrâ"nın ikinci sahifesinde "vestekim kemâ umirte" ise, bin üçyüz dokuz ederek o tarihte umum muhatapları içinde birisine hususan Kur'an hesabına iltifat edip istikâmetle emreder ki, birinci tarih ise, Resâil-in-Nur müellifinin Risale-i Nur’u netice veren ulûmun tahsiline başladığı tarihtir. Ve ikinci âyetin tarihi ise, o müellifin hârika bir surette pek az bir zamanda ilimce tekamül etmesi, tahsilden tedrise başladığı ve üç ayda ve bir kış içinde onbeş senede medresece okunan yüz kitaptan ziyade okuduğu ve o zamanın o mühitte en meşhur ulemasının yanında o üç ayın mahsulü onbeş senesinin mahsulü kadar netice verdiği çok mükerrer imtihanlarla ve hangi ilimden olursa olsun her suale karşı cevab-ı savab vermekle isbat ettiği aynı tarihe tam tamına tevafukla remzen Risale-i Nur’un istikâmetine bir işarettir.”
“(...) fâ-yı atf hariç olarak "istekim kemâ umirte" makam-ı ebcedîsi bin üçyüz ikidir. Demek "istekim" deki emr-i has içinde bulunan hitâb-ı âmmın hadsiz müstakim efradları içinde, o bin üçyüz iki tarihinde bir ferdin bir cihette istikamet emrinin imtisali bir hususiyet kazanacak. Demek ondördüncü asırda Kur'an’dan iktibas edip, istikametsiz sakim yollar içinde sırat-ı müstakîmi gösterecek asârı neşreden bir adamı, o hadsiz efrad içinde dahil ediyor.
(...) o ni’mete bir şükür olarak derim ki; O bin üçyüz iki (1302) tarihi ise, -arabî tarih itibariyle olsa- Kur'an okumaya başladığım aynı tarihe tevafuk eder. Ve –rumî tarihi hesabiyle- ilme başladığım tarihe tevafuk eder. Öyle ise, o îma edilen ferd olabiliriz.”[33]
"Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın. Allah dilediğini saptırır, dilediğini doğru yola iletir. O, azizdir, hikmet sahibidir."[34]
“Hattâ dördüncü âyette Risale-i Nur’un Türkçe olmasını tahsin eder. (...)
Makam-ı cifrîsiyle ve baştaki âyetin işaretleri karinesiyle, risalet ve nübüvvetin her asırda verâset naibleri, vekilleri bulunmak kaidesiyle, bir mâna-yı remzî cihetinde vazife-i irsiyetini yapan Risale-i Nur’u, efradı içine hususî bir iltifatla dâhil edip lisan-ı Kur'an olan Arabî olmayarak Türkçe olmasını takdir ediyor.”[35]
"Görmedin mi Allah nasıl bir benzetme yaptı: Güzel söz, kökü yerde sabit, dalları gökte olan güzel bir ağaç gibidir."[36]
"Kelimeten tayyibeten" kelimesi (tenvinler sayılır, şedde sayılmaz) bin onbirdir. (1011) Risalet-ün-Nur’iyyenin makamına üç farkla tevafuku ve "kelimeten tayyibeten" mübarek, güzel söz mâ’nasıyla Risalet-ün-Nur’un güzel sözlerine tetabuku "keşeceratin tayyibetin" şedde ve tenvinler sayılmazsa bin üçyüz kırkdört (1344) ederek tam tamına Risalet-ün-Nur’un zuhur ve intişarına ve yükselmesinin tarihine muvafakatı ve mâ’naca bir îma, belki bir remz, belki bir işarettir ki, kelimat-ı tayyibe olan Risalet-ün-Nur’un güzel sözleri bu âyetin bu asırda bir medar-ı nazarıdır.”[37]
"(...) De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, elçi olan bir insandan başka neyim?"[38]
“Kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeran rasûlen = 1879, Sevgilimizin (Said Nursî’nin) besmele-i hayatı 1879”[39]
"Orada, katımızdan kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan kendisine bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini bulmuşlardı."[40]
“Ve ‘allemnâhu min ledunnâ ‘ilmen = 598, Resâili’n-Nûr = 598”[41]
"Şehrin öbür yakasından bir adam koşarak gelip dedi ki: 'Ey Musa, ileri gelen bazı kimseler, seni öldürme konusunda aralarında görüşmektedirler! Hemen çık; gerçekten ben, sana öğüt verenlerdenim.'"[42]
“Ve câe min aksa’l-Medîneti raculun yes'â kāle = Nur tercümanına aksâ-yı şarktan, Rus esaretinden firar edip İstanbul’a gelmesi tarihidir.”
"(Bu) Kitabın indirilmesi, aziz ve hikmet sahibi Allah tarafındandır."[43]
“Hem Sûre-i Zümer, hem Sûre-i Câsiye, hem Sûre-i Ahkaf’ın başlarında bulunan bu âyetler dahi yirmiikincideki âyetler gibi Risalet-ün-Nur’un ismine ve zâtına, hem te'lif ve intişarına bir mâna-yı remziyle bakıyorlar.”[44]
"Allah’a davet eden, salih amel işleyen ve 'Ben Müslümanım' diyen kimseden daha güzel sözlü kim vardır?"[45]
“Makam-ı cifrîsi (...) olmak üzere bin üçyüz yirmisekiz eder ki: O müthiş tarihte bir tâife ayağa kalkıp Cenab-ı Hakk’a halkı da’vet edeceğine işâret eder ki; o tarihte böyle bir da’vet ve Kur'an’ın tahsinine lâyık olacak güzel söz ise şimdilik Sözler namındaki Risâle-i Nur’un da’vet edici cüzleri başta görünüyor. "ahsenu kavlen" kelime-i kudsiyesinin tarihçesi daha ziyade güzel sözlü kim olabilir der. Demek birisi o tarihte gâyet güzel sözleriyle çıkacak. Sözlerin güzelliğiyle halkı teshir edecek. Bu hassa ise, bu zamanda Risâle-i Nur’un Sözler namında belâgatça ve hüsn-ü cemâlce ve te'sir ve teshîrce yüksek bir mertebede bulunan kelimâtları ve kuvvetli sözlerinde bulunur. Demek bu âyet mâna-yı işarisiyle de Risâle-i Nur’u tahsin eder.”[46]
"Ey iman edenler, seslerinizi Peygamber’in sesi üzerine yükseltmeyin! Farkına varmadan amellerinizin boşa gitmemesi için, birbirinize karşı bağırarak konuştuğunuz gibi, Peygamber’e karşı da bağırarak konuşmayın!”[47]
"Savti’n-Nebiyyi" 599, "Resâili’n-Nûri" 599’dur. Bu ayet-i kerimeye göre, Risale-i Nur’un sadâ-yı Muhammed (a.s.m.)’dan başka bir şey olmadığı ve sair her nev'i beyanların onun fevkine yükseltilmemesi ihtar olunmaktadır.”[48]
"Müşrikler hoş görmemesine karşın, dinini, bütün dinlere üstün kılmak için, Resulünü hidayetle ve hak dinle gönderen odur."[49]
“(...) bi’l-Hudâ ve Dîni’l-Hakki = 359, Sa‘îd Bedî‘u’z-Zaman = 359” [50]
"Ey örtüsüne bürünen!"[51]
“Yâ eyyuhe’l-Muzzemmil = 233, Kürdî = 234”[52]
Şaşılacak iş ki, beş vakit namazın kaçar rekât olduğunu Kur’an’da bulunmazken, Said-i Nursî, kendi adını, doğum tarihini, risalelerine olan işaretleri bulabilmiştir. Ayrıca zekâsının fevkaladeliğinden bahsedilen Said-i Nursî, başladığı hafızlığı tamamlayamaması da hayret vericidir. Ayrıca Hz.Ali (r.a.)’nin sözlerinde de kendine işaretler bulan Said-i Nursî, bakın neler yazmıştır:
“(...) İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i Celcelûtiyesinde sarahat derecesinde Risale-in- Nur’a bakmış ve ona işaret ederek demiş (...)”[53]
“Hazret-i Ali (r.a.) Ercüze’sinde ve Gavs-ı A’zam (r.a..) Kasidesinde Resaili’n- Nur’a kerametkârane işaret ettikleri vakit (...)”[54]
“Hz. Ali İbn-i Ebu Talib Keramullahü vechehü ihbarat-ı gaybiyeye ait şu kasidesinin bir kısmında Risale-i Nur şakirdlerine bilhassa baktığına müteaddit emareler var. O da Gavs-ı Geylanî gibi Risale-i Nur’un makbuliyetini imza ediyor ve alkışlıyor.”[55]
“İmam-ı Ali (r.a.) bir def'a "ekıd kevkebî" fıkrasiyle âhir zamanda Risale-i Nur’u dua ile Allahtan niyaz eder, ister ve bidayette oniki risaleden ibaret bulunduğundan, yalnız oniki Risalesine işaret ediyor. İkinci def'ada "tükādü Sirâcü’n-Nûri" fıkrasiyle daha sarih bir surette Risale-i Nur’u medih ve senâ ile göstererek tekemmülüne işareten, umum Sözleri ve Mektupları ve Lem'aları remzen haber verir.”[56]
“Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) "tükadü Sirâcü’n-Nûri" fıkrasiyle Risale-i Nur’u tarihiyle ve ismiyle ve mahiyetiyle ve esaslariyle ve hizmetiyle ve vazifesiyle gösterdikten sonra (...)”[57]
“Celcelutiyye Said Nursî’ye Bedi’ demiş. Bundan daha güzel medh ve bundan daha a’lâ ve ezka bir vasıf mı olur?”[58]
“(...) bilâperva hükmediyoruz ki; Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) hem Risale-i Nur’dan, hem çok ehemmiyetli risalelerinden mâna-yı hakikî ve mecazî ile işârî ve remzî ve imai ve telvihi bir surette haber veriyor.”[59]
“Hazret-i Ali o mûcizevâri kerametiyle ve Hazret-i Gavs-ı A’zam (k.s.) o hârika keramet-i gaybiyesiyle sizlere (Risâle-i Nur şakirtlerine), sırr-ı ihlâsa binaen iltifat ediyorlar ve himayetkârâne teselli verip hizmetinizi mânen alkışlıyorlar.”[60]
“Evet Hazret-i Ali Radıyallahü Anh, "Kaside-i Celcelûtiye"de iki suretle Risâle-i Nur’dan haber verdiği gibi, "Âyetü’l-Kübrâ Risâlesi"ne işareten "vebi’l-âyeti’l-kübrâ eminnî mine’l-feceti" der. Ve bu işarette îmâ eder ki: "Âyetül Kübrâ" yüzünden ehemmiyetli bir musibet Risâle-i Nur talebelerine gelecek ve Âyetül Kübrâ hakkı için o "fecet" ve "musibetten şâkirdlerine eman ver," diye niyâz eder, o risâleyi ve menbaını şefaatçı yapar. (...)”[61]
“(...) Hz. Ali (r.a.) Ercüze ve Celcelûtiye’sinde Risale-i Nur’u alkışlıyor, haber veriyor ve müellifi ile konuşuyor, teselli ediyor.”[62]
“Hz. Ali’nin kasidesinde ebced hesabıyla, "bin üçyüz ellide Said-i Kürdî gelecektir" çıkıyor. Hülâgû’dan ve latin hurufundan ve İslâm deccalından ve bir kısım ulemâların yanlışlarından kat'i haber veren İmam-ı Ali o cümle ile biçare Said’e diyor: "Sen o zamana yetişeceksin. Cenab-ı Hak’tan muhafazanı niyaz eyle"[63]
“Demek İmam-ı Ali (r.a.) bütün ûlûmunun hazinesi olan Kur'an-ı Muciz-ül- Beyan’ın bir şu’le-i i’cazı olan Risale-i Nur’u Cenab-ı Hak’tan ahir zamanda Kur'an’a çelik bir sur ve parlak bir yıldız istemiş ve duası kabul olmuş.”[64]
“(...) İmam-ı Ali (r.a.) Kaside-i celcelûtiyesinde, Siracü’n-nur’dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o kasidede Siracü’n-nur’un en nâmdar risalelerine parmak basıyor, adeta alkışlıyor (...).
İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anh) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği "Yedinci Şuâ"ı bitirdiğim aynı vakitte -îtikadımca bana acele bir mükâfat ve bir ücret olarak geceleyin Celcelûtiye’yi okudum. Birden bir ihtar-ı gaybî gibi kalbime denildi: İmam-ı Ali Radıyallahü anh Risale-i Nur ile çok meşguldür. Mecmuundan haber verdiği gibi kıymetdâr risalelerine de işaret derecesinde remzedip îma ediyor. Eğer sarîh bir surette gaybdan haber vermek (çok zararları bulunduğundan hikmete münafi olduğu cihetle) hikmet-i İlâhiye tarafından yasak olmasa idi tasrih edecekti.”[65]
“Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahu Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelûtiye’sinde kerametkârane Risale-i Nur’dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur’u "Siracinnur" ve "Siracissürc" namlariyle tesmiye ederek, Risale-i Nur’un üç ismine iki isim ilâve etmesi (...)”[66]
“İmam-ı Ali Siracün-Nur’dan haber verdikten sonra yine otuzüç ve bir cihetle otuziki adet Süryanice Esmâyı tadâd ederken Risale-i Nur’un en kuvvetli, en kıymetdar olan Mu’cizat-ı Kur'aniye Risalesine ve Otuzikinci Söz’e kuvvetli işaret ettiği gibi, sair risalelere de remzen veya îmâen veya telvihen bakar.”[67]
“İmam-ı Ali’nin (r.a.) Âyet-ül-Kübrâ namını verdiği, "Yedinci Şua" Risalesi’ni yazmakta çok zahmet çektiğime bir mükâfat-ı acile ve bir alâmet-i makbuliyet ve bir medâr-ı teşvik olarak bu keramet-i Celcelûtiye, inâyet-i İlâhiye tarafından verildiğine şüphem kalmamış.”[68]
“(...) Âyet-ül-Kübra risâlesinin öyle bir ehemmiyeti var ki; İmam-ı Ali (r.a.) keramat-ı gaybiyesinde bu risaleye, "Âyet-i Kübra" ve "Asâ-yı Mûsa" namlarını vermiş. Risale-i Nur’un risaleleri içinde buna hususî bakıp, nazar-ı dikkati celbetmiş. "Âyet-ül-kübra" nın bir hakikî tefsiri olan bu "Âyet-ül-kübra Risalesi", Hazret-i İmam’ın (r.a.) tâbirince, "Asâ-yı Mûsa" nâmında "Yedinci Şuâ" kitabıdır.”[69]
“İslâmlar içinde, dellâllar elinde teşhir suretinde gezdirmeye lâyık olan Risale-i Nur, maatteessüf gayet gizli perde altında intişar ve istitara mecbur olmasına işâreten İmam-ı Ali Radıyallahü Anh, iki def'a "sırran beyâneten" ve "sırran tenevveret" kelimeleriyle "sırran" yalnız gizli intişar edebilir. Müteaccibane haber veriyor.”[70]
“Hazret-i İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü, bu fıkrada "bihi’n-nûru uhmidet" cümlesiyle diyor ki: Bin üçyüz ellidörtte (1354) Sirac-ün-Nur -yâni Risale-i Nurun nuru- ile dalâletin tecavüz eden narı inşâallah sönecek. (...) Evet cifirce "bihi’n-nâru uhmidet" bin üçyüz ellidört (1354) eder. Lillâhilhamd, Sirac-ün-Nurun El-Âyet-ül- Kübrâsı gibi çok risaleleri var. Her biri kuvvetli birer lâmba hükmünde sırat-ı müstakîmi gösterip İmam-ı Ali Radıyallahü Anhü’nün haberini tasdik ediyorlar.
(...) Saidin (r.a.) iki maruf lâkabına remzen ve ismen îma eden ve "kendini muhafaza et" emrini veren ve o tarihte herkesten ziyade müteaddit tehlikelere maruz bulunacağını telvih eden "Ercüze"nin âhirlerindeki: "fes'el limevlâke’l-azîmi’ş-şâni yâ müdriken lizâlike’z-zemâni bien yukîke şerra tilke’l-fitneti ve şerra kulli kurbetin ve mihnetin" fıkrasiyle diyor: "Ya Said-el-Kürdî! Bin üçyüz ellidört tarihine yetişirsen Mevlâyı Azîmden, o zamanın ve o asrın şerlerinden muhafazanı iste ve yalvar"
(...) Sonra İmam-ı Ali (r.a.) Sekine ile meşgul olan Said’e (r.a.) bakar, konuşur; akabinde "yâ müdriken lizâlike’z-zemâni" der. İki-üç yerde kuvvetli işaret ile Said (r.a.) ismini verdiği şâkirdine hitaben "Kendini Sekine ile dua edip muhafazaya çalış." "Yâ"-i nidâî’den sonra müteaddit karineler ve emâreler ile Said var. Demek ya Said (r.a.) "müdriken lizâlike’z-zemâni" olur. Bu fıkra nasılki "müdriken" kelimesiyle "Elkürdî" lâkabına hem lâfzan hem cifren bakar. Çünkü mimsiz "derken" Kürd kalbidir.
Mim ise, "lâm" ve "yâ" ye tam muvafıktır. Öyle de: Diğer bir ismi olan Bediüzzaman lâkabına dahi "ezzaman" kelimesiyle îma etmekle beraber bin üçyüz ellidört (1354) veya, bin üçyüz ellibeş (1355) makam-ı cifrîsiyle Said’in (r.a.) hakikat-ı hâlini ve hilâf-ı âdet vaziyetini ve hıfz u vikaye için kesretli duasını ve halvet ve inzivasını tamamiyle tâbir ve ifade ettiğinden sarahata yakın bir surette parmağını O’nun başına ve o kasidede teselli için basıyor. Ve burada da "bihi’n-nâru uhmidet" sırrına mazhar olan Risale-i Nur’u alkışlıyor.”[71]
“Celcelûtiye, Süryanîce bedî’ demektir. Ve bedî’ mânasındadır. İbareleri bedî’ olan Risale-i Nur, Celcelûtiyede mühim bir mevki tutup ekser yerlerinde tereşşuhatı göründüğünden, Kasidenin ismi ona bakıyor gibi verilmiş. Hem şimdi anlıyorum ki: Eskiden beri benim liyakatım olmadığı halde bana verilen Bediüzzaman lâkabı benim değildir. Belki, Risale-i Nur’un mânevî bir ismi idi. Zâhir bir tercümanına âriyeten ve emaneten takılmış. Şimdi o emanet isim, hakikî sahibine iade edilmiş. Demek Süryanîce bedî’ mânasında ve Kasidede tekerrürüne binaen Kasideye verilen Celcelûtiye ismi, işârî bir tarzda bid'at zamanında çıkan Bediülbeyan ve Bediüzzaman olan Risale-i Nur’un hem ibare, hem mâna, hem isim noktalariyle bedîliğine münasebettarlığını ihsas etmesine ve bu isim bir parça Ona da bakmasına ve bu ismin müsemmasında Risale-i Nur çok yer işgal ettiği için hak kazanmış olduğunu tahmin ediyorum.”[72]
“Madem Celcelûtiye vahy yolu ile Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nâzil olmuştur. Ve Allâm-ül-Guyûbun ilmiyle ifade-i mâna eder. Hem madem Celcelûtiye mâna-yı mecazî ile o kasidenin hakikatını isbat eden Risale-i Nur’a sarîhan; ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber Risale-i Nur müellifi ve bunun onüç ehemmiyetli vâkıat-ı hayatına îmaen, remzen, işareten mâna-yı mecazî ile haber veriyor.”[73]
“Hem madem Celcelûtiyenin aslı vahy’dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî umur-u istikbaliyeden haber veriyor. Ve madem Kur'an itibariyle bu asır dehşetlidir ve Kur'an hesabiyle Risale-i Nur bu karanlık asırda ehemmiyetli bir hâdisedir. Ve madem serahat derecesinde çok karine ve emârelerle Risale-i Nur ve eczaları bu mevkie lâyıktırlar ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) nazar-ı takdirine ve tahsinine ve onlardan haber vermesine liyakatları ve kıymetleri var. Ve mâdem Hazret-i İmam-ı Ali (r.a.) Sirac-ün-Nurdan, zâhir bir surette haber verdikten sonra ikinci derecede perdeli bir tarzda Sözlerden, sonra Mektuplardan, sonra Lem'alardan, Risalelerdeki gibi aynı tertip, aynı makam, aynı numara tahtında kuvvetli karinelerin sevkiyle kelâm delâlet ve Hazret-i İmam-ı Ali’nin (r.a.) işaret ettiğini isbat eylemiş.”[74]
Kaynağı vahiy olduğu iddia edilen bir metnin (Resul-i Ekrem’den önceki vahiyleri dikkate almazsak), Cebrail (a.s.) vasıtasıyla Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gelen ve onun emriyle yazılıp, tevatüren nakledilen Kur'an-ı Kerim’de ya da sabit hadislerde yer alması gerekir. Peki, vahiy olduğu iddia edilen bu "Celcelutiye Kasidesi" nerededir? Kur'an’da olmadığına göre, hangi hadis koleksiyonunda yer almaktadır? Bu kaside, sahih hadis kaynaklarında rivayet edilmesi bir yana, zayıf ya da mevzu hadisler arasında bile kendine bir yer bulamamıştır.
“Ben üveysî bir tarzda bir kısım ilm-i hakikatı Hüccet-ül-İslâm olan İmam-ıGazalî (k.s.)’den almıştım. Şimdi anlıyorum ki: İmam-ı Gazalî (k.s.) aynı dersi üveysî bir tarzda İmam-ı Ali (k.s.)’dan almıştır. Demek İmam-ı Ali (r.a.)’ın mühim bir şakirdi olan İmam-ı Gazalî (k.s.)’nin başı üstünde bu biçare talebesine şefkatkârane, tesellidarâne en sıkıntılı bir zamanda bakması acib değil, belki lâzımdır ve öyle olmakgerektir. Risale-i Nur’a üç fıkrasında kuvvetli işaret eden Hz. Ali (r.a.) nin Kaside-i Celcelûtiyesinin hiçbir cihetle tesadüfe hamledilemez.”[75]
“(...) Risale-i Nur mev'id-i Ahmedî (A.S.M.) ve müjde-i Haydarî (r.a..) ve beşaret ve teavün-ü Gavsî (k.s.) ve tavsiye-i Gazalî (k.s.) ve ihbar-ı Fârukî (k.s.)’dir.”[76]
“Evrad-ı Bahaiye"de bir sahifede ve uzun altı buçuk satırında, ondokuz def'a "nur nur nur" kelimeleri... Kat'î kanaatım geldi ki "Şâh-ı Nakşibend", "Gavs-ı A’zam" gibi Risale-i Nuru ve kudsî hizmetini keşfen müşahede edip tahsinkârane haber vererek ona işaret ediyorlar.”[77]
“Şu zamanda dellâl-ı Kur'an ve hâdim-i Furkan olan o zatın iki ismi ve iki lâkabı var. "Elkürdî" lâkabı ile "Molla Said" ismi, "ene limürîdî" fıkrasında zâhir görünüyor. "Nursî" lâkabiyle "Bediüzzaman Said" ismi "kün kādiriyyu’l-vakti" fıkrasında âşikâr görünüyor. Hattâ hizmet-i Kur'aniyede en mühim bir arkadaşı ve hâlis bir talebesi olan Hulûsi Beye "lillâhi muhlisan teîşu saîden sâdıkan bimuhabbeti" fıkrasında işaret olduğu gibi, diğer bir kısım talebelerine de işaretler var.”[78]
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[2] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 120; Kastamonu Lâhikası, 31 32
[4] Tılsımlar Mecmûası, 184
[5] Tılsımlar Mecmûası, 189
[7] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 87
[9] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 87-88
[10] Tılsımlar Mecmûası, 187
[12] Şuâlar, 235, Onbirinci Şua/Meyve Risalesi/On birinci Mes'elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır.
[13] Şuâlar, 236; Âsâ-yı Mûsa, 82, Birinci Şua/Meyve Risalesi/On birinci Mes'elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır.
[14] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 86-87. Birinci Şua/Dokuzuncu Âyet
[16] Şuâlar, 236; Âsâ-yı Mûsa, 82, Birinci Şua/Meyve Risalesi/On birinci Mes'elenin Haşiyesinin Bir Lahikasıdır
[19] Sûre-i Âl-i İmran/19
[20] Tılsımlar Mecmûası, 192
[22] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 89-90; Şuâlar, 551-552, Birinci Şua/Onbeşinci Âyet
[24] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 81-85; Şuâlar, 544-547, Birinci Şua/Beşinci Âyet
[26]Tılsımlar Mecmûası, 183
[27] Tılsımlar Mecmûası, 183
[29] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 90-91; Şuâlar, 552-553, Birinci Şua/Onyedinci Âyet
[31] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 83-84, Birinci Şua/Beşinci Âyet; Kastamonu Lâhikası, 51, Yirmiyedinci Mektubdan/”Evemen kâne meyten” Âyetinin Tetimmesi
[33]Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 199-200, Sekizinci Lem'a/Hazret-i Gavs’ın Keramet-i Gaybiyesini Te'yid Eden Bir Âyetin İşâratındaki Bir Nükte-i İ’caziyedir.
[35]Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 110, Birinci Şua/Dördüncü Âyet
[37]Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 120-121, Birinci Şua/Âhirzamandan Haber Veren Mühim Bir Hadis-i Şerif; Kastamonu Lâhikası, 32, Yirmiyedinci Mektubdan/ Âhirzamandan Haber Veren Mühim Bir Hadis-i Şerif
[39] Tılsımlar Mecmûası, 187
[41] Tılsımlar Mecmûası, 189
[44] Tılsımlar Mecmûası, 192
[46] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 111-112, Birinci Şua/Otuzuncu Âyet
[48] Tılsımlar Mecmûası, 188
[50] Tılsımlar Mecmûası, 187
[52] Tılsımlar Mecmûası, 180
[53] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 75, Birinci Şua/İki Acib Suale Karşı Def'aten Hatıra Gelen Garib Cevaptır /İkinci Bir İhtar
[54] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 106, Birinci Şua/Yirmi dokuzuncu Ayet
[55] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 168-169, On sekizinci Lem'a
[56] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 138, Sekizinci Şua/Altıncı Remz
[57] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 145, Sekizinci Şua/Sekizinci Remz/İkinci Sual/Üçüncüsü
[58] Siracü’n-Nûr, 251, Hasan Feyzi’nin Mersiyesi
[59] Şuâlar, 589, Sekizinci Şua/Yedinci Remz
[60] Rehberler, 261, İhlâs Risalesi/Üçüncü Düsturunuz
[61] Siracü’n-Nûr, s. 174-175
[62] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 164, Yirmisekizinci Lem'a/Keramet-i Aleviyenin Neticesi
[64] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.151-152, Yirmisekizinci Lem'a/İkinci Keramet-i Aleviye
[65] Şuâlar, s.573; Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s.125
[66] Şuâlar, s.33, İkinci Şua/Hâtime/Tevhidî Bir Münâcât ve Mukaddimesi
[67] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 133
[68] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 124, Sekizinci Şua/Üçüncü Bir Keramet-i Aleviye/Bir İfade-i meram
[69] Şuâlar, 83, Yedinci Şua/Mühim Bir İhtar ve Bir İfade-i Meram/Beşincisi
[70] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 130
[71]Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 131-133, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Üçüncü Remz/üçüncüsü
[72] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 142-143, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Yedinci Remz
[73] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 136, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Beşinci Remz
[74] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 141, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali’nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü BİR KERÂMETİDİR/Yedinci Remz
[75] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 152-153, Yirmisekizinci Lem'a/İkinci Keramet-i Aleviye/Yirmi Sekizinci Lem'anın Birinci Mes'elesi
[76] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 152-153, Yirmisekizinci Lem'a/İkinci Keramet-i Aleviye/Yirmi Sekizinci Lem'anın Birinci Mes'elesi
[77] Emirdağ Lâhikası I, 164, Yirmiyedinci Mektuptan/Bu günlerde rahatsızlık için "Evrad-ı Bahaiye"yi ezber değil, kitaba bakarak okudum
[78] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 181-182, Sekizinci Lem'a/Şeyh-i Geylânî’nin, Fıkrasiyle Kerametkârane Verdiği Haber-i Gaybinin Tetimmesidir.
Etiketler: Said-i Nursi harun çetin fethullah gülen said-i nursi mesih mi masonluk gizli kardinal fethullah gülen misyoner moon tarikatı gizli kardinaller risale-i nur misyonerlik faaliyetleri
Said Nursinin, Levhi Mahfuzdan Kur'an yazdırma iddiası !!!!
"(...) san’atkârların lâkaydlığı te'siriyle adem-i intizama mâruz kalan yerleri tanzim edip (...) 1
İşte tertîb-i Kur'an irşâd-ı Nebevîile; münteşir ve matbu’ Kur'anlar da, ilhâm-ı İlâhî ile olduğundan; Kur'an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevî alâmet-i i’caz işareti var. Çünki ovaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bâzıinhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tambirbiri üzerine düşecekti." 2
Said Nursî, o muhterem hattatları lâkaytlıkla; yazdıkları Mushafları da düzensizlikle itham etmektedir!
Hattatların hatsanatında gösterdikleri başarı, yazılarındaki sanat hâlâ gözleri kamaştırmakta; el yazması Mushaflar müzayedelerde çok pahalı fiyatlarla alıcı bulmaktadır. Bir harfi, bir harekeyi yanlış yazmak korkusundan titreyen o insanları kayıtsızlıkla suçlamak, insafsızlığın ta kendisidir. Tabda noksanlık iddiasının da bir mesnedi yoktur. Daha önce özenle basılan Mushaflar, tevafuklu-mucizatlı Kur'an’a uymuyor diye Said Nursî tarafından noksanlık ve intizamsızlıkla itham edilmiştir ki, bununda hiçbir aklı selim sahibince kabulü mümkün değildir.
Osman Keskioğlu hattatlar hakkında şunları der:
Hattatlar Kur'an’ı en güzel şekilde yazmaya uğraşmış, bu uğurda sanatınen yüksek maharetini dökmüşlerdir. İbn Mukle (H.338/M.949)’den, Yakut Müsta‘simî (H.618/M.1221)’den tut da HafızOsman’a gelinceye kadar nice sanat parmakları oynamış, çıtır çıtır yazarak kelimeleri inci gibi Medine’de dizmişlerdir. Dillerde dolaşan bir söz vardır: Kur'an-ıKerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu söz, Türk hattatlarının bu sanattaki üstünlüğünü göstermeye kâfidir. Türk hattatları yazıya en güzel ve mükemmel şeklini vermişler, pek sanatkârane Kur'an’lar yazmakta âdeta sanat yarışına çıkmışlardır. Bugün şark ve garp kütüphanelerini süsleyen nice eserler, görenlerde hayranlık uyandırmaktadır. İçlerinde çeşit hatla yazılmışlar, altın hatla yazılı Mushaflar, altın yaldızlı Mushaflar var, bunların ekserisi Türk hattatlarının kaleminden çıkmıştır.3
SaidNursî bunlarla yetinmemiş, yazdıkları Kur'an’ın levh-i mahfuzdaki gibi olduğunuda söylemiştir:
(...) (Kur'an’ın)Asr-ı Saadetten beri böyle hârika bir sûrette mu’cizeli olarak yazılmasınahiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e"yaz!" emir buyurulmasıyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibiyazılması(...) 4
Kuranı Kerimi Levhi Mahfuza bakarak yazdıracak biri olsaydı bu kişi hiç şüphesizki Hazreti Muhammed (S.A.V) olurdu - said nursi değil !
Dipnot:
1 Mektubat, 386, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ıAhmediyye/Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım/Dördüncü
Nükte.
2 Mektubat, 167-168, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ıAhmediyye/Onsekizinci İşaret
3 Osman Keskioğlu, Nüzûlünden Günümüze Kur'ân-ı KerîmBilgileri, TDV Yayınları, Ankara 1987, 141-142.
4 Âsâ-yı Mûsa, 85, Meyve Risalesi/Isparta’daki umum Risale-iNur Talebeleri namına Ramazan tebriki
münasebetiyleyazılmış
|
Fethullah Gülen |
Said-i Nursi, Meşruti idare şeklini neden din gibi sahiplendi?
Neden meşruti idare için gerekirse ümmetin yarısını feda etmeyi bile göze aldı?
Said-i Nursi, ne hakla gayr-i müslimlerin devlet idareciliğine/memuriyete getirilmelerine cevaz verdi?
Her kesimden her kesin “İngiliz ajanı” olduğunda ittifak ettiği Ali Suavi’yi neden inadına muteber bildi ve okuyucularına da böyle gösterdi?
Ali Suavi, Osmanlı’da ilk defa Meşruti idareyi, Demokrasiyi, Türkçe ibadeti v.b. İngiliz İstihbaratının ürünü olan kavramları ve görüşleri savunduğu için mi Said de ısrarla onu “üstad” bildi?
Neden Osmanlı’yı parçalayıp yıkmakla ve Hilafeti kaldırmakla görevli, İslam alimi ya da kanaat önderi sıfatıyla meydanda olan İngiliz ajanlarını, Said, hep inadına muteber bildi ve muteber gösterdi?
Said, neye ve kime hizmet etti?
Said, Afgani, Abduh, Reşit Rıza, Ali Suavi ve diğerleri… Hepsinin o kadar çok ortak noktaları var ki… Yoksa hepsi İngiliz İstihbaratının ve batı dünyasının görevlendirdiği kişiler miydi?
Aynası iş ise kişinin, buyurun bakalım işine Said’in…
MEŞRUTİYET UĞRUNA ÜMMETİ FEDA EDEN RİSALELER
“… Ben bu ittihadın efradındanım (bireylerindenim) ve bu ittihadın tezahürüne (meydana gelmesine) teşebbüs edenlerdenim. Yoksa, sebebi iftirak (ayrılık sebebi) olan fırkalardan değilim. Elhasıl: Sultan Selim’e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini kabul ettim. Zira o Kürtleri ikaz etti. Onlar da ona biat etti. Şimdiki Kürtler o zamanki Kürtlerdir. Bu meselede seleflerim (benden önce aynı düşüncede olanlar) Cemaleddin Efgânî, Mısır Müftüsü merhum Muhammed Abduh, Ali Süavî, Hoca Tahsin Efendilerle Kemal Bey (Namık Kemal) ve Sultan Selim’dir.”[1] Said-i Nursî’nin örnek aldığı kişilere bakın ki, biri takiyye yapan Şii, diğeri de masonluğu Mısır’a ve el-Ezher’e sokan kişi Abduh’tur. Biz Cemaleddin Efgani ve Muhammed Abduh başlıklarında haklarında yeteri kadar bilgi verdik.
“Meşrutiyet doğru olursa, kaymakam ve vali reis değil belki ücretli hizmetkârdır. Farz ediniz ki, memuriyet bir nevi riyaset ve ağalıktır; gayr-i Müslimlerden üç bin adamı ağalığımıza, reisliğimize ortak ettiğimiz vakitte, İslam milletinden dünyanın her tarafında üç yüz bin adamın reisliğine yol açılır. Oralarda ki Müslümanlar da, o topraklarda kaymakam ve vali olabilirler. Biri kaybedip, bini kazanan zarar etmez.”[2]
İslam Devletinde yönetim işi kesinlikle gayr-i Müslimlere devredilemez. Hiçbir koşul bu kuralı değiştiremez. Allah Teala Hz. Kur’an’da yönetici olanların Müslüman olması gerektiğini şöyle vurgulamıştır: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin, Resulüne itaat edin ve sizden olup kendilerine otorite emanet edilmiş olanlara da itaat edin.”[3] Ve hadis-i şerifte şöyle buyruluyor: “Sizi Allah’ın Kitab’ı ile idare edecek Habeşli bir köle dahi başınıza getirilmiş olsa onu dinleyin ve ona itaat edin.”[4] Yani İslam devletinde büyük küçük fark etmez, bütün idareciler Müslüman olmalıdır.
Said-i Nursî, bir Meşrutiyet aşığıdır. Hatta o kadar âşıktır ki, İslam halifesine isyan edecek ve meşrutiyet yolunda “bu milletin yarısını feda edebilecek” derecededir. “Nurdan zarar gelmez… Gelirse, huffaşa gelir, murdar şeylere gelir. Meşrutiyetin gelmesi için, milletin yarısı bile feda olsa buna değer.”[5] İslam halifesini tahttan indirmek için bir de İslam milletinin yarısı kırdırılacak. Neden? Meşrutiyet gelsin için. “Her ne inşa ettim ise, üstadımız olan Meşrutiyet’ten öğrendim.” sözü de Said-i Nursi’ye aittir. Peki, niçin, emirü’l mü’minine isyan ediliyor, niçin halkın yani Müslümanların yarısı feda ediliyor? Din-i islam’da konumu kesin çizgilerle belirlenmemiş bir yönetim biçimini savunmak için. Peki, Said-i Nursî’nin bu davada arkadaşları kim? İslam düşmanı ittihat ve terakki üyeleri ve Sultan Abdülhamid Hân’ın düşmanları.
Said-i Nursî, İctimai Reçeteler adlı eserinde: “Asıl Şeriat’ın Malik-i Hakikisi (gerçek sahibi) hakikat ve Meşrutiyet’tir. Demek Meşrutiyet’i şer’i delillerle kabul ettim. Başka müzebzibler (şaşkınlar) gibi taklîdî ve hilaf-ı Şeriat kabul etmedim… İstibdat, zulüm ve tahakkümdür. Meşrutiyet, adalet ve Şeriattır. Padişah ne vakit Peygamberimizin emrine itaat etse ve yolunda gitse halifedir. Biz de ona, itaat edeceğiz. Yoksa zulmedenler, padişah da olsa hayduttur.”
Meşrutiyet, nasıl İslam’ın sahibi olabilir? Daha doğrusu Şeriat sanki Meşrutiyet demekmiş gibi vurgulanmıştır. Sultan Abdülhamit Han’a istibdat ve zulüm yaptı diyenler, O’nun kendisine suikast düzenleyen Ermeni’yi bile affettiğini neden akıllarına getirmezler? Halife Abdülhamit Han’a Peygamberimize itaat konusunda ders vermek sanırım Said-i Nursî’nin son görevi olsa gerek. Zira Sultan Abdülhamit Hân’ın İslam’ı yaşama ve koruma noktasında hiç kimse diyemez ki; “Şu yanlışlığı yapmıştır.” Nursî, İttihat ve Terakki’nin oyununa gelerek İslam’da olmayan bir mesele yüzünden Sultan’a haydut diyecek kadar ileri gitmiş, kendisi de: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş sayılır. Benim yolumda giden idarecime itaat eden bana itaat etmiş olur, idarecime isyan eden bana isyan etmiş olur.”[6] hadis-i şerifinde buyrulduğu gibi yanlışı bulunmayan Halife’ye isyan etmiştir. Ve Allah, Hz. Kur’an’da şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin. Peygambere ve sizden olan ulü’l emre (idareciler) de itaat edin…”[7]
Risale-i Nur’da şöyle geçmektedir: “Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet-i kadime hayata başlamış; menfaati herkesin zararında arayan ve istibdatı arzu edenler; “ya leyleteni küntü türaba” demeye başladılar. Yeni Hükümet-i Meşrutamız mucize gibi doğduğu için inşallah bir seneye kadar; “tekaddeme filmehdi sabiyye” sırrına mazhar olacağız. Mütevekilane, sabrederek otuz sene suskunluk orucunun ki, azabsız cennet-i terakki ve medeniyet kapılarını bize açmıştır.”[8]
Asya’nın ve Rumeli’nin köşelerinde medfun olan medeniyet, Meşrutiyet hükümeti olan İttihat ve Terakki ile daha derinlere batmıştır. O devir, Meşrutiyet’i istemeyenler, Halife’nin bir hatası olmadığını gördükleri için isyan etmemişlerdir. Asıl “şaşkınlar” Yahudilerin oyununa gelenlerdir. Avrupa’da Peygamber Efendimiz (s.a.v.) ile alakalı menhus piyesleri gösterimden kaldırtan, Theodor Herzl adlı bir Yahudi’nin milyonlarca altın karşılığında Filistin’den küçük bir toprak parçası istediği zaman, bu toprakların milletin toprağı olduğunu söyleyerek onu huzurundan kovan, çoğu idam cezalarını müebbede çeviren bir Halife’yi mi desteklemek şaşkınlık, yoksa iktidara gelir gelmez evvela Balkanlar, sonra Afrika ve daha nice toprakları koruyamayan “Meşrutiyet mucizesi”ni destekleyenler mi? Tarih bunu apaçık göstermiştir. Sultan Abdülhamid’in tahtta bulunduğu otuz üç sene zarfında, hiç kimse İslam aleyhinde neşriyat yapamamış, İstanbul’a gelerek Ehl-i Sünnet’i kirletmeye çalışan Cemaleddin Efgânî ve talebesi mason Abduh, Halife tarafından İstanbul’dan dışarı atılmış, Osmanlı toprakları ve gayrisindeki Müslümanların yaşadığı topraklar mektep ve medreselerle donatılmıştır. İttihat ve Terakki’nin hainleri dahi Sultan’ın açtığı mekteplerde eğitim görmüşlerdir. Said-i Nursî şurada haklı olabilir: “medeniyet kapılarını bize açmıştır.” Çünkü Meşrutiyetin getirdiği yenilgilerle “medeni” kâfirler Devlet-i Aliyye’yi istila etmişler ve böylece medeniyet kapıları açılmış ve sırtlan sürüsü yağmalama yapmıştır. İttihat ve Terakki döneminde muhalefetin mümkün olmadığını eski İttihatçılar söylemektedirler.
Sultan Abdülhamit Han’a darbe yapıp, ona iftira atanlardan olan Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın, kendisinin de mensubu bulunduğu İttihat ve Terakkî’den yakınan ve Sultan’dan özür dileyen “Sultan Abdülhamit Hân’ın Ruhaniyetinden İstimdat” adlı şiirinden şu kıta pek düşündürücüdür:
Padişah, hem zalim hem deli dedik,
İhtilale kıyam etmeli dedik,
Şeytan ne dediyse biz belî dedik,
Çalıştık fitnenin intibahına.
Said-i Nursî, Abdülhamit Han’ın yaşadığı saraya da göz dikmiştir: “Menhus Yıldız’ı darülfunun et, ta Süreyya kadar âli olsun. Ve eski zebanîler yerine, melaike rahmeti yerleştir, ta cennet gibi olsun. Ve Yıldız’daki milletin servetini, milletin baş hastalığı olan cehaleti tedavi için millete iade et! Ve milletin mürüvvet ve muhabbetine itimad et. Zira senin idarene millet kefildir. Bu ömürden sonra ahireti düşünmek lazım. Şimdi düşünelim; Yıldız, eğlence yeri olmalı veya darülfunun olmalı. Ve içinde seyyahlar gezmeli veya ulema tedris etmeli! Ve gasbedilmiş olmalı veyahut hediye edilmiş olmalı… Hangisi daha iyidir?”[9]
Said-i Nursî, neden Sultan’ın ikamet ettiği sarayın mektep olmasını istemektedir? Acaba Osmanlı Devletinde mektep veya medrese yok muydu? Sadece Sultan Abdülhamit Han döneminde, Osmanlı topraklarında; 400’e yakın rüşdiye, 60’a yakın idadi ve üç kıtada yüzlerce medrese ve mektep yapılmıştır. Abdülhamit Han’ın eğitime verdiği önemi ve desteği görmek isteyenler “Sultan İkinci Abdülhamit Han Devri Osmanlı Mektepleri” (Çamlıca Basım Yayın) adlı eseri inceleyebilirler.
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[1] Tarihçe-i Hayat, Tenvir Neşriyat, 1987, İstanbul, Yedinci Cinayet
[2] Bediuzzaman’ın Münazarat ve Şerhi, 191
[3] Sûre-i Nisa Suresi/ 59
[4] İbn-i Mace, Cihad:39; Tirmizi, Cihad: 27
[7] Sûre-i Nisa Suresi/59
[8] Risale-i Nur’dan Nutuklar ve Makaleler, Tenvir Neşriyat, 6
[9] Divan-ı Harb-i Örfî, sh. 26-27
Etiketler: II. abdülhamid han meşrutiyet Said-i Nursi ingiliz ajanları ali suavi masonluk Muhammede Abduh kripto yahudilerCemaleddin Afgani
|
Risale-i Nur |
Said-i Nursî, talebesi Hüsrev Altınbaşak’a, Kur’an-ı Kerim yazdırıyor. Adı da Tevafuklu Kur’an. Neden buna ihtiyaç hissetti derseniz kendisi açıklıyor: “Yeni bir Mushaf yazdırıyoruz ki; en münteşir Mushafların aynı sahife, aynı satırlarını muhafaza etmekle beraber, san’atkârların lâkaydlığı te'siriyle âdem-i intizama mâruz kalan yerleri tanzim edip, tevafukatın hakikî intizamı inşâallah gösterilecektir ve gösterildi.”[1]
“İşte tertîb-i Kur'an irşâd-ı Nebevî ile münteşir ve matbu’ Kur'anlar da, ilhâm-ı İlâhî ile olduğundan; Kur'an-ı Hakîm’in nakşında ve o hattında, bir nevî alâmet-i i’caz işareti var. Çünki o vaziyet, ne tesadüfün işi ve ne de fikr-i beşerin düşünüşüdür. Fakat bâzı inhiraf var ki, o da tab'ın noksanıdır ki; tam muntazam olsaydı, kelimeler tam birbiri üzerine düşecekti.”[2]
Said-i Nursî; hattatları lâkaytlıkla; yazdıkları Mushafları da düzensizlikle itham etmektedir. Hâlbuki asırlarca yazılan Mushafların düzenleri arasında neredeyse hiçbir tasarım farklılığı bulunmamaktadır.
Osman Keskioğlu hattatlar hakkında şunları der: “Hattatlar Kur'an’ı en güzel şekilde yazmaya uğraşmış, bu uğurda sanatın en yüksek maharetini dökmüşlerdir. İbn Mukle (H.338/M.949)’den, Yakut Müsta‘simî (H.618/M.1221)’den tut da Hafız Osman’a gelinceye kadar nice sanat parmakları oynamış, çıtır çıtır yazarak kelimeleri inci gibi Medine’de dizmişlerdir. Dillerde dolaşan bir söz vardır: Kur'an-ı Kerim Mekke’de indi, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı. Bu söz, Türk hattatlarının bu sanattaki üstünlüğünü göstermeye kâfidir. Türk hattatları yazıya en güzel ve mükemmel şeklini vermişler, pek sanatkârane Kur'an’lar yazmakta âdeta sanat yarışına çıkmışlardır. Bugün şark ve garp kütüphanelerini süsleyen nice eserler, görenlerde hayranlık uyandırmaktadır. İçlerinde çeşit hatla yazılmışlar, altın hatla yazılı Mushaflar, altın yaldızlı Mushaflar var, bunların ekserisi Türk hattatlarının kaleminden çıkmıştır.”[3]
Yazılan bu Tevafuklu Kur’an’ın da, Levh-i Mahfuz’dakinin aynısı olduğunu da ifade ediyor Said-i Nursî: “(Kur'an’ın) Asr-ı Saadetten beri böyle hârika bir sûrette mu’cizeli olarak yazılmasına hiç kimse kadir olmadığı halde Risale-i Nur’un kahraman bir kâtibi olan Hüsrev’e "yaz!" emir buyurulmasıyle, Levh-i Mahfuzdaki yazılan Kur'an gibi yazılması…”[4]
Cahil bir Müslüman bile Levh-i Mahfuz’daki Kur’an-ı Kerim’in ahvalinden haberdar olmasa bile en azından, orada bulunan Kelam-ı Kadim’in harekesiz olduğunu bilebilir. Hâlbuki Tevafuklu Kur’an-ı Kerim harekeli ve surelerin isimleri de yazılı!
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[1] Mektubat, s. 386, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ı Ahmediyye/Üçüncü Risale Olan Üçüncü Kısım/Dördüncü Nükte
[2] Mektubat, s. 167-168, Yirmidokuzuncu Mektub/Mu’cizat-ı Ahmediyye/Onsekizinci İşaret
[3] Osman Keskioğlu, Nüzûlünden Günümüze Kur'ân-ı Kerîm Bilgileri, TDV Yayınları, Ankara 1987, 141-142
[4] Âsâ-yı Mûsa, 85, Meyve Risalesi/Isparta’daki umum Risale-i Nur Talebeleri namına Ramazan tebriki münasebetiyle yazılmış ve Onüç fıkra ile ta’dil edilmiş bir mektuptur.
|
Bediüzzaman |
Şamlı Hâfız Tevfik’in mektubu, Said Nursî tarafından Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî’ye alınmıştır ve orada şöyle bir ifade geçmektedir:
“(...) Ashab-ı Kütüb-ü Sitte’den İmam-ı Hâkim ‘Müstedrek’inde ve Ebu Dâvud ‘Kitab-ı Sünen’inde, Beyhakî ‘Şuab-ı İman’da tahriç buyurdukları: (...) Şamlı Hâfız Tevfik.”[1]
Hâlbuki Kütüb-i Sitte şu altı kaynaktan meydana gelmektedir: el-Buhārî ve Muslim’in el-Câmi‘u’s Sahîh’leri ile Ebû Dâvud, et-Tirmizî, en-Nesâ‘î ve İbn Mâce’nin es-Sunen’leri. Yani İmam-ı Hakim’in Müstedrek’i Kütüb-i Sitte’den değildir. Risale-i Nur’da mevcut bu elim hataya ne denir bilmiyorum? Said-i Nursî ve şakirtlerinin hadis ilimlerinde ne kadar ehliyetli oldukları görülmektedir.
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
|
Said-i Nursi kimdir? |
Said-i Nursi Hıristiyan Misyoneri miydi? Ya da gizli bir kardinal miydi?
İslam alimi sıfatıyla meydana çıkmış ve sözde yüzlerce İslami eser yazmış birinin, Hıristiyanlar ve Hıristiyanlık hakkında bu kadar vahim hatalar içinde bulunabilmesi mümkün müdür? Said’in, kendisine inananları doğrudan küfre/ebedi cehenneme götürecek olan bu yazdıklarını hata ile yazmış olma ihtimali var mıdır? Bu gün dinler arası diyalog fitnesinin ülkemizdeki ayağının temel dayanak noktasının da Kur’an veya Sünnet değil de Said-i Nursi ve risaleleri olduğu düşünüldüğünde, acaba Said, ta o zamanlarda bu günkü fitnelerin temellerini mi atmıştır? Bunun için mi Fener Rum Patriği ile çok sıkı bir dostluğu olmuştur? Bunun için mi Said’in bazı yakın talebeleri ve bağlıları Masonik derneklerin kurucularından olmuştur? Bunun için mi Avrupa’da Risale-i Nur’u bir Yahudi firması olan SHELL bastırmış ve ücretsiz dağıtmıştır?
İlmihal dersi almış bir Müslüman çocuğunun bile aldanmayacağı bu yanlış bilgileri Said ne maksatla söylemiştir, yazmıştır? Hıristiyanların ruhban sınıfına mensup olanlarının evlenmediği gibi Said-i Nursi de evlenmedi. Bu yüzden mi “Benim has talebelerim evlenmesinler” dedi? “Has talebeleri” ifadesi ile kast ettiği kişiler gerçekte kimlerdi? Kendi gibi gizli kardinaller mi? Hal böyle olunca “Mezarının Vatikan’da olduğu” yönündeki iddialar da çok manidar değil mi? Acaba “has talebe”lerinden Fethullah Gülen de bunun için mi evlenmedi ve Vatikan’a yaptığı ziyaret sırasında bu yüzden mi “Vatikan’da ölmeyi düşledim.” Dedi? Bu yüzden mi Fethullah Gülen, günümüzde, İslam’ın en temel hükümlerini bile çeşitli taktiklerle inkar edip kaldırmaya çalışıyor ve her yaptığı Hıristiyanlara yarıyor? Bu yüzden mi “has talebe” Fethullah Gülen’in ABD’de onlarca yıldır ikamet ettiği villa bile Hıristiyan Misyonerlerin yaz kampı olarak kullandı bir villa? Bu yüzden mi Gülen’in dünyaya hizmet(!) gayesi ile dağıttığı gençlerin ellerinden hep Hıristiyan Cizvitler(Misyonerler) tuttular ve onların gittikleri ülkelerde hızla kurumsallaşmasına zemin hazırladılar? Bu yüzden mi her sene başka başka devletlerin emniyet ve istihbarat birimleri Gülen’in okullarını CIA ve ABD bağlantısı nedeni ile kapatıyorlar?
Hem biliyor musunuz, 1940-1950’lere kadar İslam aleminde “Nurculuk” diye bir akım, mezhep ya da meşrep yoktu? Bu “Nurculuk’u, deli raporlu Said eli ile Hıristiyan Misyonerleri mi kurdu? Yazarımız Harun Çetin’e ait olan aşağıdaki araştırmayı lütfen bu ön bilgileri göz önünde bulundurarak okuyup tahlil edin ve daha geniş bilgi için www.AkademiDergisi.com ’u ya da www.gerceksaidinursi.blogspot.com’u ziyaret edin. (Akademi Yönetimi)
RİSALE-İ NUR’DA HRİSTİYANLIĞA DAİR İFADELER
“Şiddet-i şefkat ve rikkatten, bu kışın şiddetli soğuğuyla beraber mânevî ve şiddetli bir soğuk ve musibet-i beşeriyeden bîçârelere gelen felâketler, helâketler, sefâletler, açlıklar, şiddetle rikkatime dokundu. Birden ihtar edildi ki: Böyle musibetlerde kâfir de olsa hakkında bir nevi merhamet ve mükâfat vardır ki, o musibet ona nisbeten çok ucuz düşer. Böyle musibet-i semâviye, mâsumlar hakkında bir nevi şehâdet hükmüne geçiyor. Üç-dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken Avrupa’da, Rusya’daki çoluk-çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat, bu elîm şefkate bir merhem oldu. Şöyle ki: O musibet-i semâviyeden ve beşerin zâlim kısmının cinayetinin neticesi olarak gelen felâketten vefat eden ve perişan olanlar eğer onbeş yaşına kadar olanlar ise; ne dinde olursa olsun şehid hükmündedir. Müslümanlar gibi büyük mükâfat-ı mâneviyeleri, o musibeti hiçe indirir.
Onbeşinden yukarı olanlar, eğer mâsum ve mazlum ise; mükâfatı büyüktür belki onu Cehennem’den kurtarır. Çünki, âhirzamanda mâdem fetret derecesinde din ve Dîn-i Muhammedî’ye (a.s.m.) bir lâkaydlık perdesi gelmiş. Ve mâdem âhirzamanda Hazret-i İsa’nın (a.s.) dîn-i hakikîsi hükmedecek, İslâmiyet’le omuz omuza gelecek. Elbette şimdi, fetret gibi karanlıkta kalan ve Hazret-i İsa’ya (a.s.) mensub Hristiyanların mazlumları çektikleri felâketler, onlar hakkında bir nevi şehâdet denilebilir. Hususan ihtiyarlar ve musibetzedeler, fakir ve zaifler, müstebid büyük zâlimlerin cebir ve şiddetleri altında musibet çekiyorlar. Elbette o musibet onlar hakkında medeniyetin sefâhetinden ve küfrânından ve felsefenin dalâletinden ve küfründen gelen günahlara keffaret olmakla beraber; yüz derece onlara kârdır, diye hakikattan haber aldım. Cenâb-ı Erhamürrâhimîne hadsiz şükrettim. Ve o elîm elem ve şefkatten teselli buldum.”[1]
Mazlum da olsa mağdur da olsa, İslam’a ittiba etmeyen hiç kimsenin cennete gidemeyeceğini Allahu Teâlâ şöyle bildirmiştir: “Kendileri kâfir olmuş olan o ehli kitap ve müşrikler; gerçekten içerisinde ebedi kalıcılar olarak cehennem ateşindedirler. İşte sana! Onlar, yaratıkların en kötüsü ancak onlardır.”[2] Dünyada amelleri güzel de olsa, Müslüman olmayanların Cennet’e giremeyeceğini yine Hz.Kur’an bildirir:
“(...) Kâfir olarak ölenlerin bütün amelleri dünyada da ahirette de boşa çıkmıştır ve onlar ateş halkıdır, orada sürekli kalacaklardır.”[3]
“(...) İmanı tanımayıp küfre sapanın ameli boşa gitmiştir. Kendisi de ahirette kaybedenlerdendir.”[4]
“Küfredenler ise, yüzükoyun düşüş onların olsun! (Allah) onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, onların, Allah’ın indirdiklerinden hoşlanmamaları sebebiyledir. Allah da onların amellerini heder etmiştir.”[5]
Ve Sahih-i Müslim’de geçen hadis-i şerifte şöyle buyrulur: “Muhammed’in canı, (kudret) elinde olan Zat’a yemin olsun ki; bu ümmetten Yahudi veya Hıristiyan herhangi bir kimse beni duyar da, sonra benimle gönderilen dine inanmadan ölürse, mutlaka cehennem ashabından olur.”[6] Cennete, kişinin dünyadaki iyilikleri ve hayırları değil imanı götürür.
Küçük yaşta ölen kâfir çocukları meselesi ise âlimler arasında tartışmalıdır. Lakin bu konuda en müşfik Ehl-i Sünnet âlimleri bile; ölen çocuğun ya toprak olacağı ya da Cennet’te hizmetçi olacağını söylemiştir. Sert veya müşfik hiçbir alim bu çocukların şehid olacağını söylememiştir. Ayrıca bu ‘on beş’ yaş kaidesini hangi kaynağa dayanarak ifade etmiş olduğunu anlayamadık? Zira kastettiği şey büluğ çağI ise bu her yöreye ve cinsiyete göre değişiklik arzeder. Böyle kesin hüküm çıkarılamaz.
Yukarı da gördüğünüz gibi, Said-i Nursi, buluğ çağını geçmişlere de müjdeler verir. Hâlbuki Kadı Iyaz (k.s.) diyor ki: “Kâfirlere amellerinin fayda vermeyeceğine, bunlardan dolayı sevap görmeyeceklerine, azapları da hafifletilmeyeceğine icma-ı ümmet mün'akıt olmuştur. Lâkin suçlarına göre küffarın azapları birbirinden şiddetli olacaktır.”[7]
Ayrıca İslam fıkhında şehadetin türleri de belirtilmiştir. Hadislerde de bu konu pek açık şekilde beyan edilmiştir.
“(...) Allah yolunda öldürülmekten başka yedi (çeşit daha) şehitlik vardır: Taundan ölen şehittir, boğularak ölen şehittir, karın ağrısıyla ölen şehittir, yanarak ölen şehittir, göçük altında kalarak ölen şehittir, doğum esnasında ölen kadın şehittir.”[8]
“Şehitler beş (nev'i)dir: Vebadan ölen, karın hastalığından ölen, suda boğulan, yıkık altında kalıp ölen, bir de Allah yolunda şehit olan."[9]
Ebu Davud’un bildirdiğine göre şehidler sekiz sınıftır ve en efdalleri Allah yolunda cihad ederlerken hayatlarını kaybedenlerdir.[10]
Asr-ı Saadetten günümüze değin, Müslümanlar Hıristiyanlarla cihad etmiş ve pek çok şehit vermiştir. Ama Resulullah Efendimiz (s.a.v.), ne Hulefa-i Raşidin Efendilerimiz, ne de büyük İslam âlimleri Said-i Nursî’nin beyanına paralel söz sardetmemişlerdir. Şüphesiz bu iddia, şefkat ve merhamet adı altında temiz itikadımıza zarar verir. Hıristiyanlara elbette acımalıyız, elbette onlara şefkat nazarıyla bakmalıyız, ama bu onların necat ehli oldukları için değil aksine olamadıkları içindir. İnsanlar arasında, en merhametli kim idi? Şüphesiz Muhammed Mustafa Efendimiz (s.a.v.)’di. O (s.a.v)’nun Medine’de bir Yahudi cenazesi geçerken ayağa kalktığını malumumuzdur. Lakin bu, Yahudileri –hâşâ- Cennet’e mi dâhil ettiğini gösteriyor? Şu da bir gerçek ki, yine Yahudi olan Benî Kurayzâ erkeklerini fitne ve fesada sebebiyet verdikleri için idam ettiren de Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’dir. Müslüman olan kişinin buradaki dengeyi anlayabilmesi lazımdır. Zira şu vak’a konumuza çok güzel ışık tutacaktır:
Hz. Ömer (r.a.), bir gün bir rahibin manastırı önünden geçerken durmuş ve beraberindekiler rahibe "Müminlerin emîri seni bekliyor" diye seslenmişler. Rahip çıktığı zaman, dünyayı terk edip fazla ibadet ettiği için benzinin solduğunu gören Ömer (r.a.) ağlamıştır. Bunun üzerine beraberindekiler Hz. Ömer’e:
-Bu Hıristiyan’dır, demişler. Ömer de:
-Hıristiyan olduğunu biliyorum ve o sebeple ona acıyorum. "O gün, öyle yüzler vardır ki, zillet içinde aşağılanmıştır. Çalışmış, boşuna yorulmuştur. Kızgın bir ateşe yollanırlar. Kaynar bir kaynaktan içirilirler." (Sûre-i Gaşiye/2-5) ayetlerini hatırladım da onun, bu kadar yorulduğu hâlde ateşe girmesine acıdım, demiştir.”[11]
Şu hadis-i şerife Said-i Nursî ve şakirtleri ne diyecek acaba: Ebu Burde (r.a.)’den, o da Ebu Musa (r.a.)’dan naklen rivayet etti. Resulullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kıyamet günü geldiği zaman Allah Azze ve Celle, her bir Müslümana bir Yahudi veya Hristiyan verecek ve 'Bu, ateşten (cehennemden) kurtuluşun için fidyendir.' diyecektir.”[12]
Müslim’de muhtelif iki rivayeti daha hadisin vardır: "Allah, ölen her bir Müslüman kimsenin ateşteki yerine bir Yahudiyi veya Hristiyanı girdirecektir."[13] ve "Kıyamet gününde Müslümanlardan birtakım insanlar dağlar kadar günahlarla gelecekler, fakat Allah onların bu günahlarını mağfiret edecek ve onları (günahları) Yahudilere ve Hrisyanlara yükleyecektir."[14] Filhakika, Ömer b. Abdilaziz’in (hadisin ravilerindendir) ve İmam Şâfiî’nin, "Bu hadis, Müslümanlar için en ümit bahş hadistir." dedikleri rivayet olunur. Ki, İmam Nevevî, "Hadis, onların dedikleri gibidir. Çünkü, onda her Müslümanın bir fidyesi olacağına sarahat vardır. Fidye, umumî olarak zikredilmiştir." diyor. [15]
Said-i Nursî’nin yalnız Hıristiyanlara değil sahip oldukları devletlere karşı da sempatisi vardır:
“İki dehşetli harb-i umumînin ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuriyle beraber, bir davâya kırkbeş sene sonra şimalin İsveç, Norveç, Finlândiya gibi küçük devletleri Kur'an’ı mekteplerinde ders vermek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı sed olmak için kabul etmeleri ve İngiliz’in mühim hatiplerinin bir kısmı Kur'an’ı İngiliz’e kabul ettirmeğe taraftar çıkmaları; ve Küre-i Arz’ın şimdiki en büyük devleti Amerika’nın bütün kuvvetiyle dîn hakikatlarına taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırkbeş sene evvel olan bu müddeayı isbat ediyor, kuvvetli şahid olur.”[16]
Abdullah Tekhafızoğlu’nun bu konuyla yaptığı çalışmanın 366. sayfasında şu güzel ve düşündürücü değerlendirme mevcuttur:
“Said Nursî, adı geçen ülkelerde tek tek şahısların İslâm’la tanışıp hidayet bulmaları ile devlet ve hükûmetlerin faaliyetlerini birbirine karıştırmıştır. İsveç, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerde komünistlik ciddî bir tehlike oluşturmamıştır. Komünizm; Arnavutluk, Bulgaristan, Romanya, Çekoslovakya, Yugoslavya gibi ülkelere ise ancak Sovyetler Birliği’nin 2. Dünya Savaşındaki askerî baskı ve zorlamaları ile girebilmiştir. Artık Batı Almanya ile Doğu Almanya birleşmiş, Avrupa’daki sosyalist ülkeler bu sistemden vazgeçmiş, böylece birçok yeni devlet ortaya çıkmıştır. Hristiyanlık bu ülkelerde tekrar gündeme gelmiş, haçlı ruhu hortlayarak Müslüman asıllı ulusların başına belâ olmuştur. Avrupa’nın ortasında Bosna Hersek’te Müslümanlar soykırıma uğradılar. Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile orada da tekrar gündeme gelen Hristiyanlık, Ermeni zulmüyle Müslümanlara kan kusturmaya devam etmektedir. Rusya, Müslüman Çeçenlere hâlâ büyük zulümler uygulamaktadır.
Said Nursî, İngiltere’den de bahsetmektedir ki, yukarıda da belirtildiği gibi, orada bazı şahıslar İslâm ile müşerref olmuşlardır. Ama, İngiltere devlet olarak, asırlardır İslâm ve Müslümanların en büyük düşmanıdır. Yıllarca İslâm ülkelerini sömürmüş, Müslümanları Hristiyanlaştırmaya çalışmıştır. Hâlâ da bu faaliyetlerine birçoğu fakir olan Asya ve Afrika ülkelerinde, hatta Türkiye’de misyonerleri vasıtasıyla devam etmektedir. Müslümanlara yaptığı en büyük düşmanlık ise, Said Nursî’nin de hayatta olduğu bir tarihte, İslâm topraklarının ortasına İsrail gibi bir terörist Yahudi devletini kurması olmuştur. Keza, Amerika da bu işin en büyük ortağıdır. Bunlar yakın tarihin bilinen olaylarıdır ki, Amerika gibi zalim bir devleti, Said Nursî nasıl olmuş da "bütün kuvvetiyle din hakikatlarına taraftar çıkmış ve İslâmiyetle Asya ve Afrika’nın saadet ve sükûnet ve musalaha bulacağına karar vermiş, yeni doğan İslâm devletlerini okşamış ve teşvik etmiş ve onlarla ittifaka çalışmış" bir devlet olarak tavsif etmiştir, akıl almıyor. Oysa Amerika; Asya’yı, Afrika’yı ve en önemlisi Ortadoğu’yu karıştıran, barışı ve sükûneti önleyen, hatta oraları Müslüman kanına bulayan bir devlettir. Hâlen Filistin başta olmak üzere Ortadoğu’nun birçok ülkesinde Müslüman kanı, Hristiyanlar ve Yahudiler tarafından akıtılmaktadır ki, bunların en büyük destekçisi Amerika ve İngiltere’dir. "Okşadığı" devletlerden olan Irak’ın hâlinden hiç bahsetmeyelim.”
Bu güzel değerlendirmeden sonra, Said-i Nursi’nin aşağıdaki sözlerine kulak verelim:
“BİR DERECE MAHREMDİR. (...) Hem Salâhaddin’in, Asâ-yı Musa’yı Amerikalıya vermesi münasebetiyle deriz: "Misyonerler ve Hıristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünki, her halde şimâl cereyanı; İslâm ve İsevî dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle, İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak. Tabaka-i avama müsaadekâr ve vücub-u zekât ve hürmet-i riba ile, burjuvaları avâmın yardımına dâvet etmesi ve zulümden çekmesi cihetinde müslümanları aldatıp, onlara bir imtiyaz verip, bir kısmını kendi tarafına çekebilir." Her ne ise, bu defa sizin hatırınız için kaidemi bozdum, dünyaya baktım. Said Nursî”[17]
Şu sözlere hayret etmeme imkânı var mıdır? Kimlerle ittifak? Misyonerlerle, yani Hıristiyanlığı yayanlarla. Afrika’da, Asya’da ve cümle İslam topraklarında parayla, kadınla, zorla, savaşla insanları kilise etrafında toplamak için uğraşanlara ittifak edilecek. Niçin? Kominizmle ve ateizmle mücadele için. Bakın, biz Müslümanlar, kâfir Hıristiyanlarla ittifak yapmadık, aynen Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’in yapmadığı gibi. Kominizm yıkılmadı mı? Hem de çok ileri görüşlü (!) Said-i Nursî’nin vefatından kısa bir süre sonra. Peki bu sefer, kafir Hıristiyanlar kimler üzerine yöneldi? Eskiden olduğu gibi, yine Müslümanlar üzerine. Fransa, Cezair Müslümanlarına katliam yaparken Said-i Nursî hayatta değil miydi? Nasıl bir düşüncedir bu?
“Yalnız kendi dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak değil, Hıristiyanların hakiki dindar ruhanîleriyle de ittifak edilmelidir.”[18] Hangi “hakiki dindar ruhaniler?” Hz.Kur’an’ın bildirmediği, Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in açıklamadığı Hıristiyanlarla mı? Bin dört yüz boyunca hiç ama hiçbir âlimin, salihin ve arifin haberi mi yoktu acaba? Biz biliyoruz ki, Hz. Kur’an; hıristiyana kâfir, Fahr-i Kâinat (s.a.v.) müşrik demiştir. Üzerine söz söylemek kimin haddine!
Dahası, Risale-i Nur’da, Hristiyanlığın evvela yenileceği yani asli hali olan İseviliğe döneceği ve daha sonra İslam ile beraber ateizm ve komünizme karşı savaşacağı belirtilir. Öyle ki, Hz. İsa Aleyhisselam’ın yeryüzüne tekrar indirildikten sonra, Hristiyanlığı aslî haline kavuşturacağı ve İslam’la omuz omuza olacağını yazmaktadır. Biz Said-i Nursî’nin bu konudaki ifadelerini birlikte yazdıktan sonra cevap kısmına geçelim:
“Ahirzamanda Hazret-i İsâ Aleyhisselâm gelecek, Şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ile amel edecek" meâlindeki hadîsin sırrı şudur ki: Ahir zamanda felsefe-i tabiiyenin verdiği cereyan-ı küfrîye ve inkâr-ı Ulûhiyete karşı İsevîlik dîni tasaffi ederek ve hurafattan tecerrüd edip İslâmiyete inkılâb edeceği bir sırada, nasıl ki İsevîlik şahs-ı manevîsi, vahy-i semavî kılınciyle o müthiş dinsizliğin şahs-ı mânevîsini öldürür: öyle de; Hazret-i İsâ Aleyhisselâm, İsevîlik şahs-ı mânevîsini temsil ederek, dinsizliğin şahs-ı mânevîsini temsil eden deccalı öldürür. Yâni inkâr-ı Ulûhiyet fikrini öldürecek.”[19]
“(...) İşte böyle bir sırada, o cereyan pek kuvvetli göründüğü bir zamanda, Hazret-i İsâ Aleyhisselâmın şahsiyet-i mâneviyesinden ibaret olan hakikî İsevîlik dîni zuhur edecek, yâni Rahmet-i İlâhiyenin semasından nüzul edecek; hâl-i hâzır Hıristiyanlık dîni o hakikata karşı tasaffi edecek, hurâfattan sıyrılacak, hakaik-i İslâmiye ile birleşecek; mânen, Hıristiyanlık bir nevi İslâmiyete inkılâb edecektir.. Ve Kur'ana iktidâ edecek, o İsevîlik şahs-ı mânevîsi, tâbi’; ve İslâmiyet, metbu’ makamında kalacak. Dîn-i hak, bu ittihak neticesinde azîm bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karşı ayrı ayrı iken mağlûb olan İsavîlik ve İslâmiyet; ittihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken, âlem-i semâvatta cism-i beşerîsiyle bulunan Şahs-ı İsâ Aleyhisselâm, o dîn-i hak cereyanın başına geçeceğini, bir Muhbir-i Sâdık, bir Kadîr-i Külli Şey’in va’dine istinad ederek haber vermiştir. Mâdem haber vermiş, haktır; mâdem Kadir-i Külli Şey’ va’detmiş, elbette yapacaktır.”[20]
“Hem âlem-i insaniyette inkâr-ı Ulûhiyet niyetiyle medeniyet ve mukaddesat-ı beşeriyeyi zîr ü zeber eden Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın dîn-ihakikîsini İslâmiyetin hakikatiyle birleştirmeye çalışan hamiyetkâr ve fedakâr bir İsevî cemaâti nâmı altında ve "Müslüman İsevîleri" ünvanına lâyık bir cem'iyet, o Deccal komitesini, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın riyaseti altında öldürecek ve dağıtacak; beşeri, inkâr-ı Ulûhiyetten kurtaracak.”[21]
“Hem Deccal’ın rejimine ve teşkil ettiği komitesine ve hükûmetine ait garip hâlleri ve dehşetli icraatı, onun şahsiyle münâsebetdâr rivâyet edilmesi cihetiyle mânası gizlenmiş. Meselâ, "O kadar kuvvetlidir ve devam eder: yalnız Hazret-i İsâ (a.s.) onu öldürebilir, başka çare olamaz." rivayet edilmiş. Yâni, onun mesleğini veyırtıcı rejimini bozacak, öldürecek; ancak semâvî ve ulvî hâlis bir din İsevîlerde zuhur edecek ve hakikat-ı Kur'aniye’ye iktida ve ittihad eden bu İsevî dinidir ki, Hazret-i İsâ Aleyhisselâm’ın nüzûlü ile o dinsiz meslek mahvolur, ölür. Yoksa onun şahsı bir mikrop, bir nezle ile öldürülebilir.”[22]
Şu husus herkesin malumudur ki, Hristiyanlık tahrif olmuştur, İncil tahrif edilmiştir ve yeniden ihyası mümkün değildir. Hakikatı kalmayan bir din nasıl aslına rücu eder? Hiç Kur’an’ın ve Hz. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in beyanlarında böyle bir açıklama var mıdır? Yoktur. Şüphesiz, Hz. Resulullah Efendimiz (s.a.v.), peygamberlerin sonuncusudur ve İslâm’ın zuhurundan sonra da bir başka semavî din gelmeyecektir.
"Keza, 'biz Hıristiyanız' diyenlerden de söz almıştık. Onlar da kendilerine hatırlatılan şeylerin çoğunu unutmuşlardı. Biz de, onların arasına kıyamete kadar sürecek kin ve düşmanlığı soktuk. Allah (kıyamet günü), ne yapmış olduklarını onlara elbette haber verecektir. Ey kitap ehli! Kitaptan gizlemiş olduğunuz şeylerin çoğunu size açıklayan, çoğundan da vazgeçen Peygamberimiz size gelmiştir. Ayrıca size, Allah’tan bir nur ve apaçık bir Kitap da gelmiştir.”[23]
Said-i Nursî ve taraftarları, iddia ettikleri şeylerin teslis inancına inanmayan Hıristiyanlar için geçerli olduğunu söylerler. Bu ayrımı ne Kur’an ne Sünnet-i Nebevî ne Selef-i Salihinin akidesinde bulmak mümkün değildir. Hıritiyanlar arasında ancak şu ayrım vardır: Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den öncekiler ve sonrakiler. Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in bi’setinden sonra, O’nu ve getirdiklerini inkâr eden Hıristiyanlar küfr içindedirler.
Hıristiyanların yapmakla yükümlü oldukları tek vazife kayıtsız şartsız Müslüman olmaktır. Said-i Nursî’nin ifadesine göre, ‘kendi dinlerini İslam’la ikmal etmeleri’ hususu imkânsız ve Şeriat’e uymaz. Çürük temel üzerine sağlam bir bina yapılamaz.
Adiy b. Hatem (r.a.), Abdullah b. Selâm (r.a.); Allah Resulünün mümtaz sahabelerindendi. Bu zatlar, Hıristiyanlıktan İslam’a dönmüşler ve eskiye dair hiçbir şeyi İslam’la birleştirmemişlerdir. Hâlbuki onlar, Hıristiyanlığın aslına bugünkülerden daha yakındılar.
“Allah katında din, İslâm’dır. Kitap verilmiş olanlar, kendilerine ilim geldikten sonra sırf aralarındaki aşırılıktan ötürü, ayrılığa düştüler. Allah’ın ayetlerini inkâr edenbilsin ki, Allah hesabı çabuk görendir. Seninle tartışmaya girişirlerse, de ki: 'Ben de kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da.' Kendilerine kitap verilenlere ve ümmîlere de ki: 'Siz de islâm oldunuz mu?' Eğer islâm olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönerlerse, sana düşen, yalnız duyurmaktır. Allah, kullarını hakkıyla görmektedir.”[24]
“İslâm’dan başka bir din arayandan, (bu din) asla kabul edilmeyecektir. O, ahirette de hüsrana uğrayanlardan olacaktır.” [25]
“Ey kitap ehli, (gerçeği) gördüğünüz hâlde, niçin Allah’ın ayetlerini inkâr ediyorsunuz?”[26]
Said Nursî, Müslümanların komünizme karşı ancak Hristiyanlarla birleşmek suretiyle mücadele edebileceklerini zannederken, vefatından birkaç 10 yıl sonra komünizm tarih sahnesinden silinip gitmiştir. Hem de komünist olan o eski Hristiyanlar, bırakın İslâm’a tâbi olmayı tekrar asıllarına rücu etmiş ve tıpkı ataları gibi dünyanın dört bir tarafında Müslümanlara karşı yeni haçlı seferleri başlatmışlardır.
Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
“Nefsim elinde olan Allah’a yemin ederim ki, muhakkak ileride Meryem oğlu İsa sizin içinize adaletli bir hakem olarak inecektir. O zaman o, haçı kıracak, domuzu öldürecek, cizyeyi kaldıracaktır. (...)”
Hadisi rivayet eden Ebu Hureyre (r.a.) şöyle derdi: “İsterseniz şu ayeti okuyunuz: "Kitap ehlinden hiç kimse hariç olmamak üzere, ölümünden evvel, andolsun ona (İsa’ya) mutlaka iman edecek, o da kıyamet günü kendileri aleyhine birşahit olacaktır" (Sûre-i Nisâ/159)[27]
Merhum Ahmed Davudoğlu Hoca bu hadisin izahında şöyle der:
“Onun indiğini duyunca hemen Yahudilerle Hristiyanlar peyder pey istikbale koşarak: "Biz senin ümmetindeniz" diyeceklerse de, Hz. İsa "Yalan söylüyorsunuz!" diyerek kendilerini paylayacak ve ashabının ancak muhacirler olduğunu söyleyerek, onların halifesini arayacak, onu namaz kıldırırken görünce geri çekilerek: "Sen namazı kıldır. Allah senden razı olmuştur. Ben emîr değil, ancak vezir olarak gönderildim!" diyecek, namazı her zamanki imam kıldıracaktır. (...)”
İsa (a.s.)’nın yeryüzüne indirilmesinin hikmeti babında Aynî şunları kaydetmektedir:
“Bu hususta birkaç vecih vardır: (...) Hz. İsa, Peygamberimiz (s.a.v.) ile ümmetinin sıfatlarını gördüğü vakit, bu ümmetten olmayı istemiş; Allah da duasını kabul ederek onu sağ bırakmıştır. Ahir zamanda Müslümanların umurunu yeniden tanzim etmek için yere indirilecek ve bu hadise Deccal’ın çıktığı zamana tesadüf ederek Deccal’ı tepeleyecektir.”[28]
Said-i Nursî: “…bazen de o, şahs-ı maneviyi bir hadime vermişler ve hadime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki sonra gelecek o mübarek zat, Risale-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek ve o zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir… O zatın üçüncü vazifesi Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina ederek İsevi ruhanileriyle ittifak edip Din-i İslam’a hizmet etmekir.”[29]
Yani gelecek şahsın ilk vazifesi Said-i Nursî’nin kitaplarını neşretmek sonra Allah’ın emirlerini tatbik etmek. Said-i Nursî’nin emirleri Allah’ın emirlerinden evvel mi geliyor acaba? Ayrıca “Hilafet-i İslamiyye’yi İttihad-ı İslam’a bina etmek”ten bahsediyor. Madem Hilafet-i İslamiyye’yi ihya etmek istiyordu niçin, Sultan Abdülhamit Hân Hazretlerinin Panislamizm idealiyle tüm İslam dünyasını bir çatı altında toplamaya çalıştığını bilerek onu tahtından indirmek isteyen İttihat ve Terakki ile beraber hareket etmiştir? Emmanuel Karasso adlı bir Yahudinin kurmuş olduğu İttihat ve Terakki’ye üye olup, İslam Halifesine isyan bayrağı açmak nasıl oluyor da İttihad-ı İslam’a hizmet oluyor?
Said-i Nursî: “Kur’an size bütün dininizi terk etmenizi emretmiyor. Ancak itikatlarınızı ikmal ve yanınızda bulunan dinî esaslar üzerine bina ediniz, diye teklifte bulunuyor. Zira Kur’an ta’dil ve tekmil edicidir. Yalnız zaman ve mekânın değişmesi tesiriyle, tahavvül ve tebeddüle maruz olan füruat kısmında müessirdir.”[30]
Hz. Kur’an’ın böyle bir iddiada bulunmadığı ehl-i kitapla alakalı ayetlerle sabittir. Zira Hadid Sûresinin 22. ve Kamer Sûresinin 49. ayetlerinin işaretiyle, sahih hadislerle ve Cibril hadisi denen meşhur hadisle imanın altı şartı belirlenmiş ve bunlardan birinin eksikliği imanın eksikliği olmuştur. Ve sormak lazımdır Hıristiyanların yanında Allah’ın istediklerinden ne kalmıştır? Namaz mı, oruç mu, zekât mı? Hiç çürük temele sağlam bina inşa edilir mi? Allah, Muhammed Mustafa (s.a.v.)’dan önceki bütün dinleri ve kitapları nesh etmiş, hükümlerini kaldırmış, yalnız Hatemü’l Enbiya (s.a.v.)’ın getirdikleriyle yeni bir şeriat oluşturmuştur. Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyrulur: “O Rasül size ne verdiyse onu alın.”[31] Ayrıca madem ehl-i kitap cennete gidecek, Allah bizi niçin onlarla savaşma hususunda mükellef tutmuştur: “O kendilerine kitap verilmiş olan kimselerle savaşın ki, onlar ne Allah’a, ne de o son güne inanmazlar, Allah’ın ve Rasülünün haram ettiği şeyleri yasak görmezler, hak dini de din olarak kabul etmezler, ta ki onlar zelil kimseler halinde cizyeyi elden versinler!”[32]
“Risale-i Nur, yirminci asrın Müslümanlarını ve bütün insanları koyu bir fikir karanlıklarından ve müthiş dalâlet yollarından kurtarmak için müellifin kendi ihtiyariyle yazılmış değil, Cenab-ı Hakk’ın lisanîyle yazılmış bir eserdir.”[33]
Cenab-ı Hakk’ın lisanı yani kelamı vahiy değil midir? Vahiy ise, Kur’an ve Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’den sadır olan hadisler (vahy-i gayr-i metluv)’dir. Said-i Nursî’nin şu beyanatı da yukarıdaki sözleriyle aynıdır:
“Ey Risale-i Nur! Senin, hakkın dili, hakkın ilhamı olup O’nun izni ile yazıldığına şüphe yok. "Ben, kimsenin malı değilim. Ben hiçbir kitabdan alınmadım, hiçbir eserden çalınmadım. Ben Rabbânî ve Kur'ânîyim. Bir lâyemut’un eserinden fışkıran kerametli bir Nûr’um.”[34]
Said-i Nursî’nin talebeleri, peygamberlere istinâden söylenmiş bir hadis-i şerife onu mazhar kılmışlar ve bu da Risale-i Nur’da geçmektedir.
“(...) Böyle bir emr-i Hak vuku bulduğunda, seni nerede defn edeceğiz. Konya’da Hazret-i Mevlana’da mı? Civar-ı Hazret-i Eyyüb’de mi? yoksa Cennetü’l Mualla veya Cennetü’l Bâki’de mi? Bunu bize açıkça bildir.
Hayır Üstadım, gel biz seni Risale-i Nur tercümanı şahsiyetiyle gönlümüze gömelim. Her zaman seni orada görelim, görüşelim, her zaman sevelim ve sevişelim. Yahut bu ciheti ………………… Hâdis-i Âlîsine havale ederek, vasiyetnamenizde onun için mi beyan ve tasrih buyurmadınız.” [35]
Noktalarla belirttiğimiz yere şu mealdeki hadis-i şerifin aslını koymuşlardır:
“Allah, her peygamberi(n ruhunu), ancak defnedilmesi gereken yerde kabzeder.”[36]
Said-i Nursî, risalelerini Allah’tan inen kitaplarla mukayese etmiş ve Allah’a şöyle dua etmiştir: “Yâ Rabbî (…) Hazret-i Mûsa Aleyhisselâm’a denizi ve Hazret-i İbrahim Aleyhisselâm’a ateşi ve Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm’a dağı, demiri ve Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’a cinni ve insi ve Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’a şems ve kameri teshir ettiğin gibi, Risale-i Nur’a, kalbleri ve akılları musahhar kıl!”
Said-i Nursî, her insanın hatta çok büyük âlimlerin bile Risale-i Nur’u okumasının şart olduğunu bildirmekte, aksi takdir de çok büyük bir mahrumiyetle onları tehdid etmektedir. Okumayan âlimde enaniyet olacağından bahseden Said-i Nursî’de mi enaniyet vardır, yoksa bildikleri ilimleri ve takvaları ve yazdıkları eserlerle övünmemeleri hasebiyle Risale-i Nur okumayan âlimler de mi ucub ve kibir var, hakperest kişiler anlayacaktır.
“Hem şu hakikat zâhir ve bahirdir ki: Bir kimse allâme dahi olsa, Risale-i Nur’un ve müellifinin talebesidir; Risale-i Nur’u okumak zaruret ve ihtiyacındadır. Eğer gaflet ederse kendini aldatan enaniyetine boyun eğip, Risale-i Nur Külliyatını okumazsa büyük bir mahrumiyete düçâr olur.”[37]
Allah Teâlâ, Kur’an-ı Azimüşşan’da kıyametin vaktiyle alakalı şöyle buyurmuştur: “Kıyamet vakti yaklaştı. Allah’tan başka onun vaktini bilen de yok.” Böyle olduğu halde Said-i Nursî “... Ve’l-ilmu indallahi lâ ya’lemu’l-gaybe illallâhu Hattâ ye’tiyallahu bu emrihi (şedde sayılır) fıkrası dahi, makam-ı cifrîsi bin beşyüz kırkbeş (1545) olup kâfirlerin başında kıyamet kopmasına îmâ eder… Bu îmalar gerçi yalnız bir tevafuk olduğundan delil olmaz ve kuvvetli değil, fakat birden ihtar edilmesi bana kanaat verdi. Hem kıyametin vaktini kat’î tarzda kimse bilmez; fakat böyle îmalar ile bir nevi kanaat bir gâlip ihtimal gelebilir.”[38]
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[1]Kastamonu Lâhikası, 114-115, Yirmiyedinci Mektubdan/Gayet ehemmiyetlidir; Tarihçe-i Hayat, 290, Kastamonu Hayatı/ Üstad Bediüzzaman’ın İkinci Dünya Harbi Esnasında Yazdığı Mühim Bir Mektub
[6] Müslim, İman:70, no:153
[7] Ahmed Davutoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/246-247
[8] Ebû Dâvud, Cenâiz, 11/3111; Muvatta', Cenâiz, 12/36
[9] Buhārî, Cihâd, 30/45; Müslim, İmâre, 51/164
[10] Yeniel, Sünen-i Ebî Dâvud Terceme ve Şerhi, 11/478
[11] Hayatü’s Sahabe, M.Yusuf Kandehlevî, cilt:1
[15] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 11/125-126
[16] Tarihçe-i Hayat, 88, İlk Hayatı/Arabî Hutbe-i Şamiye Eserinin Tercümesi/Birinci Kelime/Hâşiye; İctimâi Reçeteler II, 101
[17] Emirdağ Lâhikası I, 150, Yirmiyedinci Mektuptan/Bir Derece Mahremdir; Tarihçe-i Hayat, 473, Emirdağ Hayatı/Bir Derece Mahremdir
[19] Mektubat, 6, Birinci Mektub, Dört Sualin Muhtasar Cevabıdır
[20]Mektubat, 53-54, Onbeşinci Mektub/İkinci Makam.
[21]Mektubat, 417, Yirmidokuzuncu Mektup/Yedinci Kısım: İşârât-ı Seb'a
[22] Şuâlar, 448; Siracü'n-Nûr, 234, Beşinci Şuâ
[24]Sûre-i Âl-i İmran, 19-20
[27] Buharî, Enbiyâ, 51/118; Müslim, Îmân, 71/242
[28] Ahmed Davudoğlu, Sahîh-i Müslim Tercüme ve Şerhi, 2/59-62
[29] Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 2062
[30]İşaretü’l İ’caz/ Bakara Suresi’nin 4. Ayeti Tefsir
[31] Sûre-i Haşr Suresi/7
[32] Sûre-i Tevbe Suresi/29
[33] Rehberler, 141, Gençlik Rehberi/Risale-i Nur Nedir? Ziver Gündüzalp kardeşimizin Konya Nur Talebeleri adına, Risale-i Nur hakkında görüşlerini ifade edip, Ankara Üniversitesi gençlerine gönderdiği bir konferanstır.
[34] Müdâfaalar, 347, Afyon Müdâfâsı/Afyon MahkemesiKararnâmesinden/Sanıklardan Bilahere Yakalanmış Olduğundan, Bilirkişilere Tedkike Gönderilemeyen Sair Eserler ve Mektublardaki Suç Mevzuu Olan Yazıların Hulâsaları. Benzer ifadeler için bak. Şuâlar, 141, 523, 535, 545, 590; Mektubat, 361, 362; Sikke-i Tasdîk ı Gaybî, 68, 74; Kastamonu Lâhikası, 14, 179, 212; Âsâ-yı Mûsa, 118; Tarihçe-i Hayat, 579
[35] Siracü’n-Nûr, 253, Hasan Feyzi’nin Mersiyesi
[36] Tirmizî, Cenâiz, 32/1023. Nitekim, Resulullah (s.a.v.) vefat ettiğinde, defin yeri hususunda ihtilâf edilmiş, Ebu Bekir (r.a.)’in bu hadisi hatırlatması üzerine, Peygamberimiz yatağının olduğu yere defnedilmiştir.
[37] İctimâi Reçeteler II, 193, Hakikat Çekirdekleri/Hutbe-i Şâmiye’nin İkinci Zeylinin İkinci Kısmı/Üniversite Nur Talebeleri Namına Abdünnur
[38] Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, Birinci Şua
Etiketler: Said-i Nursi masonluk gizli kardinal fethullah gülen bediüzzaman mı misyoner moon tarikatı gizli kardinallermüslüman iseviler nurculuk misyonerlik faaliyetleri
Risale-i Nur müellifinin tahsil hayatı üç aydan başka mevcut olmadığı halde
(...)10
Evet o zât (Said Nursî) daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan zevahiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhîrine ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır.11
(...) alelusûl yirmi sene tahsili lâzım gelen ulûm ve fünunun zübde ve hülâsasını üç ayda tahsil ve ikmal etmiştir.12
Evet, üç aylık bir tahsili bulunan ve kırk seneden beri Kur'an-ı Kerîm’den başka bir kitapla iştigal etmeyen, yüzotuzu Türkçe, onbeşi Arapça olan eserlerini te'lif
ederken hiçbir kitaba müracaat etmediği, henüz hayatta olan kâtipleri tarafından şehâdet edilen, esasen kütüphanesi de bulunmayan, yarım ümmî bir zat (...)13
(...) Medrese usulünce onbeş sene ders almakla okunan kitapları Resâil-in-Nur müellifi yalnız üç ayda tahsil etmiş.14
Ciddî bir şevk ile tahsili gözüne aldı ve bu niyetle nahiyeleri İsparit Ocağı
dahilinde bulunan Tağ Köyünde Molla Mehmed Emin Efendi’nin medresesine gitti.
Fakat fazla duramadı. Hâle-i fıtriyeleri icabı, daima izzetini koruması ve hattâ âmirâne
söylenen küçük bir söze dahi tahammül edememesi; medreseden ayrılmasına sebeb
oldu. Tekrar Nurs’a döndü. Nurs’da ayrıca bir medrese olmadığından dersini büyük
biraderinin haftada bir defa sılaya geldiği günlere hasrederdi. Bir müddet sonra
Pirmis Karyesine, sonra Hîzan şeyhinin yaylasına gitti. Burada da tahakküme
tahammülsüzlüğü, dört talebe ile geçinmemesine sebeb oldu.15
****
10 Şuâlar, 434, Ondördüncü Şua/Bediüzzaman’ın Afyon Mahkemesi Müdafaası ve Mektupları ve Nur Talebelerinin
Afyon Mahkemesinde Yaptıkları Hakikatlı Müdafaalar/Ahmed Feyzi’nin Müdafaasıdır.
11 Şuâlar, 542, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra/Risa
le-i Nur Nedir? ve Hakikatlar Muvacehesinde Risale-i Nur
ve Tercümanı Ne Mahiyettedir Diye Bir Takriznâmedir; Bediüzzaman Said Nursî (Bundan sonra bu kitabı Tarihçei
Hayat şeklinde göstereceğiz), 579, Afyon Hayatı/Risale-i Nur Nedir? Bediüzzaman Kimdir?
12 Tarihçe-i Hayat, 34, İlk Hayatı.
13 Sözler, 703, Teşrin-i sâni (1950) de Ankara Üniversitesinde (...) bir konferanstır.
14 Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 78, Birinci Şua/İkinci Bir İhtar.
15 Tarihçe-i Hayat, 31, İlk Hayatı.
10th September 2011, Akademi tarafından yayınlandı
Etiketler: said-i nursi icazeti hayatı yarı cahil said nursi sözleri izle Said-i Nursi sünuhat said-i nursi tahsil hayatısaidi nursi filmi kimdir medreseden kaçan said-i nursi yarı cahil bediüzzaman bediüzzaman risale-i nur said nursiilham saıd nursı yarım ümmi bediüzzaman olur mu
|
|
Yaz olması dolayısıyle, ahali ve talebelerle birlikte Şeyhan Yaylâsına gittiler. Orada, biraderi Molla Abdullah ile bir gün döğüşmüş. Tâğî Medresesi Müderrisi Mehmed Emin Efendi, Küçük Said’e:
-Ne için kardeşinin emrinden çıkıyorsun? diye işe karışmış.
Bulundukları medrese, meşhur Şeyh Abdurrahman Hazretlerinin olması dolayısıyle, hocasına şu yolda cevap verir:
-Efendim, şu tekyede bulunmak hasebiyle, siz de benim gibi talebesiniz. Şu halde burada hocalık hakkınız yoktur! diyerek, gündüz vakti bile herkesin güçlükle geçebileceği cesim bir ormandan geceleyin geçerek Nurşin’e gelir.
Tarihçe-i Hayat, 32, İlk Hayatı.
["Sel, yükseklere düşman olduğu gibi, ilim de kibirlenen öğrencilerin düşmanıdır."
İlim, ancak tevazu göstermek ve dinlemek ile elde edilir.
İmam-ı Gazali - İhya-i Ulumiddin]
____
(...) Oradan kalkarak meşayih-i âzam mevkii bulunan Gaydâ kasabasına gelir. Orada dahi arkadaşı Molla Muhammed Efendi ile döğüşerek, Molla Muhammed’in hançer çekmesi üzerine gözüne iliştiği baltaya sarılır. O sırada diğer bir talebe
başından yaralı düşünce, medrese hayatını terkle pederleri nezdine gelir. Ve pederlerine: "Ben artık büyümedikçe okumaya gitmem. Zira talebeler bütün benden büyüktürler. Onlara gücüm yetinceye kadar evde kalırım." der. Ve o kış ilkbahara kadar evde kalır.
İctimâi Reçeteler I, 9, Tarihçe-i Hayat/Latife.
10th September 2011, Akademi tarafından yayınlandı
Etiketler: medrese okumayı beceremeyen said-i nursi hayatı sözleri Said-i Nursi izle sünuhat saidi nursi filmi kimdirbediüzzaman risale-i nur said nursi gerçek said-i nursi ilham hocasına edepsizlik eden said nursi saıd nursı vali vurmaya kalkan said-i nursi eli baltalı said-i nursi said-i nursi'nin gençlik yaşamı
"Kırk sene evvel ehl-i siyaset, bana bir cinnet-i muvakkate isnadıyla tımarhaneye sevkettiler. Ben onlara dedim: Sizin akıllılık dediğinizin çoğunu ben akılsızlık biliyorum, o çeşit akıldan istifa ediyorum "
Şualar | On Üçüncü Şuâ | 303
"... nihayet rakiplerimin ifsadatıyla, merhum sultan hamid'in emriyle tımarhaneye kadar sürüklendim."
Şualar | On Dördüncü Şuâ | 426
10th September 2011, Akademi tarafından yayınlandı
Etiketler: hayatı said nursi tımarhane akıl hastanesi sözleri Said-i Nursi izle sünuhat saidi nursi filmi kimdirAbdülhamid han said nursi'yi akıl hastanesine yatırdı mı deli said bediüzzaman risa
|
Said-i Nursi ve Nurculuk bir ihanet projesiydi. Aynı Adnan Oktar projesi gibi.. |
Said-i Nursi ve Nurculuk bir proje idi. Yabancı istihbarat örgütlerinin ve Vatikan'ın ve de masonluğun kontrolünde bir proje... Aynı günümüzdeki Adnan Oktar projesi gibi... Adnan Oktar ile Said arasında o kadar çok benzer noktalar var ki...
Artık Said-i Nursi'nin zır cahil biri olduğu, tescilli-raporlu bir deli olduğu bir çok ilmi meselede uydurma bilgiler yazıp söylediği, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde net küfür ifadeleri yazdığı yada risalelerin çoğunu onun yazmadığı, ortada bir ekip çalışması olduğu, onun liderliğinde/piyonluğunda kurulan bu yeni cemaat eli ile ve uydurulan "Nurculuk" tabiri ile bundan onlarca yıl önce dinler arası diyalog ve "ortak din" projesinin/ihanetinintuşuna basıldığı, bu yüzden o risalelerde, 1. dünya savaşında bizimle harp ederken, bizim dinimize, vatanımıza ve canımıza kast etmiş iken geberttiğimiz Hıristiyan askerleri için "şehid" ifadesinin kullanıldığı ve Said-iNursi(Said Okur)'nin bir sahtekar olduğu ispat edilmiştir. O'nun sahtekar olduğunu kabul edemeyenler bile en azından çeşitli İslam ve Türk düşmanı Kurumlar ve yapılanmalar tarafından kullanılan akıl sağlığı tam olarak yerinde olmayan biri olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Meydana çıkan gerçekler, tarihi vesikalar, kendi yazdıkları, kendisi adına yazılanlar bu hususların tek tek ispatıdır.
Bir kaç sene sonra gerçekler daha net belgeler ve hatıralar ile her yerde, her sosyal platformda ve her blogdaherkesin önüne çıkacak ve inadi olarak bu sahtekarı savunanlar çok mahcup olacaklardır.Aynı şekli ile Adnan Oktar projesi de ele alındığında meydana çıkan gerçek şaşırtıcı değildir. Oktar'ın da hayatına ve iddia ettiği davasına dair hemen her şey yalan ve sahtekarlıktır. Adnan Oktar'ın da hiç bir ilmi tedrisatı yok. İslam dininin en temel ilmi meselelerinden bile mahrum birisi. Aynı Said gibi Adnan Oktar da tescilli/resmi evraklı bir akıl hastası. Hatta Adnan Oktar'ın akıl hastalığı devletimizin sivil ve askeri yedi ayrı hastanesi tarafından ayrı ayrı yedi kere tescil edilecek kadar sağlam. Konusunda uzman müslüman hekimler tarafından da gerekli raporlarla teşhis ve tesbit edilecek kadar sağlam ve net.
Aynı Said-i Nursi de olduğu gibi bütün bu inanılmaz gerçeklere rağmen ortada Adnan Oktar/Harun Yahya adına basılıp yayınlanmış eserler var. Yine bir çok ilmi meselede, okuyucuyu küfre götürecek kadar yanlış bilgilerin kasıtlı olarak konulduğu ve üç yüzden fazla olduğu söylenilen bu eserlerin üç tanesini dahi Adnan Oktar yazmamış. Bu kadar kitabın içeriklerine vakıf olmasını geçtik, sözde kendisine ait olan sadece üç kitabından imtihana çekilse ve burada anlatılan meseleler kendisine sorulsa cevap veremeyeceğinden eminim. Nasıl mı eminim?
Çünkü bunun da delili mevcut. İzledim; Çok izlenilen bir TV kanalının çok izlenilen bir tartışma programına Adnan Oktar'ı çıkartmışlar ve "Şimdi siz, Darwinizmi ve Materyalizmi bitirmeye ve bunun karşısına da Yaratılışçılığı koymaya çalışıyorsunuz. Bunun mücadelesini veriyorsunuz. Pekiyi, bana yaratılışın dinen ispatını söyler misiniz?" sorusuna Adnan Oktar mahcup aynı zamanda tedirgin bir gülümseme ile"Yaratılışın ispatı imandır. Adem ile Havva'dan geldik. Allahü Teala bunu Kur'an'da haber veriyor."şeklinde kaçamak bir cevap veriyor. Ama karşısındaki sunucu kurt mu kurt. Öyle bırakır mı adamı... Hemen tekrar soruyor "Pekiyi bu gerçeği haber veren bir sure/ayet ismi veremez misiniz?" diye..
Cevaba bakınız; "Ezberimde yok. Ezberimde yok. Belki Oktar'ın bilgisayarı bize bu konuda yardımcı olabilir."
Oktar dediği Oktar Babuna isimli kişi de aslında Adnan Oktar'ın emrinde değil, O'nu oynatan ekipte olan ve aynı Adnan Oktar gibi anadan ve babadan gizli Yahudi olan birisi... Bakın dönen fırıldağa şimdi siz. Bizim zengin gizli Yahudi ve Sabetayist Yahudi ailelerin uşakları, yaşadıkları hayatın monotonluğundan sıkılmış olacaklar ki "Mücahidlik" ve "Mehdilik" oyunu oynamaya başlamışlar. Hem de İsrail istihbaratı MOSSAD'ın ve bütün dünya mason teşkilatlarını yöneten, İsrail terör ve işgal devletini de yöneten Sanhedrin hahamlarının (Yetmişler Meclisi'nin) kontrolünde... Hani gelip gelip Adnan'ı öpüp duran o İsrail'li hahamlar var ya, işte onlar şu meşhur Mason pramidinin üstten alta doğru üçüncü sırasındalar. Yani kelli felli adamlar. Gerçi arada daha düşük rütbede adamlar gelmiyor değil İsrail'den. Bir bakıyorsunuz gece yarısı İsrail'in ekonomi bakan yardımcısının başkanlığında bir Yahudi heyeti, 20 Ağustos 2012'de bir gecelik gizli bir ziyaret için Türkiye'ye geliyorlar. Bir Adnan Oktar'ı bir de Nevzat Yalçıntaş'ı görüp gidiyorlar. Neyse ki istemeseler de basına yakalanıyorlar.
Adnan malumunuz. Pekiyi Nevzat Yalçıntaş kim?
Oğlunu Sabetaysilerin Şişli Terakki okullarında okutmuş ve son bir kaç senedir Sabetayist olmakla suçlanan biri...
Denk mi geldi ne? Mutlaka tesadüftür(!) diyorum.
Said-i Nursi eli ile daha çok Hıristiyanlar "Dost", "Kardeş", "Cennetlik", "Müttefik" hatta inanılmaz bir şekilde "Şehid" olarak kabullendirilmek istenirken, Adnan Oktar eli ile şu anda bütün bunlara ek olarak Yahudiler de bu ayara sokulmak isteniliyor bizim zihinlerimizde/kabullenişlerimizde. Hani Kur'an'ın bunca ayetinde Yahudilerin gerçekte ne oldukları haber verilmemiş ve biz Müslümanlar ısrarla ikaz edilmemiş olsa, uyacağız Adnan Oktar'ın söylediği kardeşlik türküsüne ve açacağız gözümüzü Nil'den Fırat'a kadar hakim Büyük İsrail Devleti'ne...
"Olmaz canım o kadar da!" falan demeyin sakın. Bizden önceki kuşak da tam dört yüz sene bizim toprağımız olan Filistin'de bir Yahudi terör devleti kurulacağına ihtimal vermiyordu.
Ne güzel de söylüyor kendisine ezberletilen türküyü Adnan Oktar; "Yahudiler bizim kardeşlerimiz. Tertemiz insanlar onlar. Peygamber soyu onlar. İsrail'e atom bombası atanın gök kubbeyi başına yıkarız." diye... Eh, insan gizli bir Yahudi olup İslam davasının içine sızınca söylese söylese böyle bir türkü söyler de biz Türkiyeli müslümanların bu ihanet türküsüne sessiz kalıp alkışlamarını beklemeleri de biraz hayalperestlik olmaz mı?
Bir de kendisine ve kendisini oynatan tamamı Yahudi olduğu halde Müslüman gibi gözüken çetesine, tepki konulunca da kızıp soluğu yargıda alması ve dava açtığı kişilere daha şikayet dilekçelerinde bile türlü türlü iftiralar atması yok mu... Sevsinler, aman yesinler... Kedi canını senin. Ne hayali bir oyun kuruyorsun sen kendi çapında böyle? Bak benden söylemesi seni iyi motive etmişler de amiyane tabirle ifade etmek gerekirse epey de bir gazlamışlar. İnsan bu kadar aleni ve bu kadar yetersiz, birikimsiz bir ihanet projesine yetmiş küsür milyonluk bu Müslüman milletin tepkisiz kalacağına ve bu oyuna geleceğine inanabilir mi yahu?
Değirmenin suyu nereden gelir belli değil. Dönen paranın, yapılan masrafların haddi hesabı yok. İlk dönemlerinde şantaj ve tehditten elde ettikleri devasa meblağlar da bu denli bir ihanet projesinin maliyetini karşılamada çok küçük kalır. Neyse ki şu her şeyi itiraf eden ve bir anda ülkemizi bambaşka bir gündeme sokan haham Tuncay Güney, bu konuya da açıklık getirmiş. Emniyetteki, gizli kameraya da çekilen ve bir haber kanalında da yayımlanan ifadesinde bir çok "Vayyy" diyeceğimiz gerçekleri anlatırken "Adnan Oktar'ı da İsrail finanse ediyor. Siyonizmin karşıtı gibi gözükürken aslında Siyonizme hizmet ediyor." diyor. Vayyy ki ne vaayyy şimdi. Desene 1999'da Adnan Oktar'a Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük polisiye terör operasyonunu yapan devrin İçişleri Bakanı Sayın Sadettin Tantan meseleyi hiç abatmamış da yapılması gerekeni yapmış. Bir de "Adnan Oktar APO kadar tehlikeli biridir." diye basına açıklama yaptığı için kızıyorlardı adama... "E kardeşim peki Adnan Oktar ve suç örgütü, ihanet çetesi, bunca operasyonlardan ve davalardan nasıl kurtulmuş?" diye sorar gibi oldunuz değil mi? İşte meselenin burası tam bir Türk filmi... Ayrıca bir kitap hacminde incelenmesi gereken ve Türk hukuku denilen uygulamanın aslında Sabetayist guguku olduğunu tek başına ispat eden bir serüven. İşin bu tarafına da Müslüman hukukçularımız temas etsinler.
Öyle tahmin edebiliyorum ki bütün mesaisi, bütün hedefi Adnan Oktar'ın ihanet davasına hizmet etmek olan aktif bin kişi var. Bunların tamamı da gizli Yahudiler ve Sabetayistler. Aralarında tesettürlüler, çok Müslüman bilinen, etraflarında böyle tanınan aileler var. Açılan sosyal medya sayfa ve profilleri, web siteleri, bloglar ve nihayet TV kanalı... Büyük emek ve maliyet bunlar. Başka cemaat yada akımlarda olduğu gibi gönüllülük ve hizmet anlayışı ile dönen bir sistem de değil bu. Tam bir emir komuta sistemi var. Görevlendirilmiş yüzlerce Sabetayist genç, sözde İslami sayfaların başlarındalar. Bazen tesettürü inkar ediyorlar. Bazen hak mezhepleri. Bazen"Peygamberimiz çırılçıplak kadınların arasına girer ve onlara sohbet ederdi." diyecek kadar alçaklaşıyorlar. Adileşiyorlar. Tabii onlar için sorun yok. Zaten İslam'a gerçekten inanmıyorlar. İnandıkları bozulmuş Tevrat ve Musevilik, onlara, istedikleri her kılığa girebilme ve Yahudi olmayan herkese akıllarına gelen her ama her şeyi yapabilme hürriyeti veriyor. Yaptıkları kansız, ahlaksız, zalimce ve hain hareketlerden ahirette asla hesaba çekilmeyeceklerine inanıyorlar. Bunlar tam takım gizli Yahudiler, Sabetayistler ve Masonlar. Zaten A9 ismini verdikleri kanalın logosu bile masonik bir anlam taşıyor.
Neyseki soy adı kanunu diye bir kanun çıkmış ülkemizde 1934 senesinde. Ve neyseki bu ahmak hainler isim ve soy isimlerinde bir takım şifreler kullanmayı tercih etmişler de şimdi gelişen iletişim teknolojisi ve özellikle de sosyal ağlar sayesinde bir kaç tıkla bütün şebeke ayın on dördü gibi karşımıza çıkıveriyor. Bakın nasıl da şifreler kullanmışlar.
-el
-al
-men
-man-
-er
-ar
-berk
-ül
-gen
-gan
-us
-sü
gibi ekleri büyük ustalıkla şifre olarak kullanmışlar. Örneklendirelim sosyal medyada Adnan Oktar davası güden gerçek isimler ile. Gerçek hainler ile;
***
Erdem Ertüzün
Hem -er'ler
hem de -tüzün özenle seçilmiş şifreler. Tabii o da sağlam bir Adnan'cı...
***
***
***
Liste böyle uzayıp gidiyor. Buraya böylece yüzlerce aktif Adnancının isim ve profillerini, kullandıkları Sabetayist şifreleri ile koymak mümkün. Bir bakın Adnan'ın mücadelesini veren şahıslara sanal medyada bu gözle ve görün siz de devasa ihanet şebekesini...
Nasip olursa önümüzdeki günlerde de Said isimli deli ve zır cahili bu millete Bediüzzaman olarak kabul ettiren Sabetayist-Kripto Yahudi-Masonik ve Yurt dışı istihbarat bağlantılı şebekeyi deşifre ederiz yine delillerimiz ile.
Siz siz olun, Akademi'de olun. Gerçekleri bulun ve bizim devletimizde, bizim topraklarımızda, bizden gözükerek bize bu denli büyük ihanetleri ve zulümleri eden bu hain güruhlardan hesap sorun.
En kalın ve en sağlam zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır.
Hiç bir güç, halka rağmen, halkın tepkisine rağmen başarılı olamaz. Türk milleti bu hainleri nefesleri ile boğacaktır...
| Mehmet Fahri Sertkaya
AkademiDergisi.com
19th January, Akademi tarafından yayınlandı
|
said-i nursi, said nursi, said okur, müceddid mi, şiiri, itirafnamesi |
DELİ SAİD SÖYLER SÖZÜ
Deli Said söyler bu mühim sözü
Nar-ı cehennemde hali pek kötü
Dinle bak ne imiş hikayenin özü
Deli Said inler durur, söyler durur.
Ben bir Deli Said idim, gencecik biçare,
İlim öğreneyim diye girdim de mektebe
ne zor zanaat imiş ilim tahsili böyle
Geçmedi medresede bi gündüz bi gece
Günler geçmez, akşamlar olmaz,
Okurum okurum kafam da almaz.
Dönüp gitsen eve, o hiç olmaz
Deli Said inler durur, söyler durur.
Akranlarım su gibi eder ezber
Ben akılsızda ezber ne gezer
Bu işi bir taktik hareket çözer
Deli Said inler durur, söyler durur.
Aklettim ki bu iş böyle olmuyor
Herkes anasından alim doğmuyor
Okumadan da bak nasıl alim olunuyor
Deli Said inler durur, söyler durur.
Doksan gün oldu idi terk ettim mektebi
Bir yol tutturdum da kandırdım herkesi
Hikayemin bunda sonrası çok çok önemli
Deli Said inler durur, söyler durur.
"Mektep bilmem emme okudum ciltle kitap
Her kim ne sorsa veririm güzelce cevap"
Diye tutturdum sahtekarca bir yalan yol
Son durak cehennem imiş, haberdar ol
"İlim ehli isen olmalı mutlaka eserin
yok mu Efendi, senin ilmi risalelerin!"
Demesinler diye tutturdum bir yalan yol
Son durak cehennem, sen de haberdar ol
dinle evlad cehennemden gelen bu sesi
İlim diye ben yazdım uydurma risaleleri
Hem gavurlara bile dedim ki müslüman
Hıristiyanları bile ettim ehl-i iman
Bir bak var mı tarihte böyle alim
kim gavurlara böyle halim selim
ayet hadis hükümlerini bile çiğnedim
Deli Said inler durur,söyler durur.
Umumi harpte bizimle harbeden kafirleri
şehid diye yazdım, okumadın mı risalemi
Hele Cevşen denen şu uydurma şii zikrini
Göklere çıkardım, hem yok tek bir mesnedi
Her meseleye delil getirmekten aciz idim
yoktu ki delil getirebilecek kadar ilmim
Bu sorunu bir şekilde mutlaka çözmeliydim
şeytan üfledi solumdan bi anda, irkildim
Aman Allah'ım bu nasıl parlak fikir
Böyle sinsilik şeytanın aklına gelir
"her meselenin halli kalbime bildirilir"
deyince, delil de işte böyle gelir
Kimse demedi ki bu nasıl ilmi delil
öyle ise herkes her şeye delil getirir
Bu, peygamberlik iddiası gibi bi şeydir
Evliyayız ya kim bizi eleştirebilir
neticede tuttu bizim bu sinsi oyun
millet de insan değil sanki koyun
e kardeşim, bi kere de bilene sorun
Deli Said inler durur, söyler durur.
Bana haber geliyor falanca yıldızdan
Gelecekten haberi alırım kömür sobasından
Aynen böyle yazdım risaleme şaşırma inan
Buna rağmen oldum mu bi de bediüzzaman
Koca koca medreseliler düştüler peşime
risalelerimi koydular Kur'an'ın yerine
var mı risaleden başka bir şey ellerinde
Peşimden sıra sıra cehenneme girerler de
bütün suçu yıkarlar ben delinin üzerine
Deli Said, sen de sözün fazla söyleme
Samimi iman ehli, danışırlar alimlere
Nice ahmağı da peşinden sürdün cehenneme
Bunları okurlar da yine dönmezler istikamete
| Deliüzzaman Said-i Nursi
|
Said-i Nursi ve Nurculuk bir ihanet projesiydi. Aynı Adnan Oktar projesi gibi.. |
Said-i Nursi ve Nurculuk bir proje idi. Yabancı istihbarat örgütlerinin ve Vatikan'ın ve de masonluğun kontrolünde bir proje... Aynı günümüzdeki Adnan Oktar projesi gibi... Adnan Oktar ile Said arasında o kadar çok benzer noktalar var ki...
Artık Said-i Nursi'nin zır cahil biri olduğu, tescilli-raporlu bir deli olduğu bir çok ilmi meselede uydurma bilgiler yazıp söylediği, tartışmaya mahal vermeyecek şekilde net küfür ifadeleri yazdığı yada risalelerin çoğunu onun yazmadığı, ortada bir ekip çalışması olduğu, onun liderliğinde/piyonluğunda kurulan bu yeni cemaat eli ile ve uydurulan "Nurculuk" tabiri ile bundan onlarca yıl önce dinler arası diyalog ve "ortak din" projesinin/ihanetinintuşuna basıldığı, bu yüzden o risalelerde, 1. dünya savaşında bizimle harp ederken, bizim dinimize, vatanımıza ve canımıza kast etmiş iken geberttiğimiz Hıristiyan askerleri için "şehid" ifadesinin kullanıldığı ve Said-iNursi(Said Okur)'nin bir sahtekar olduğu ispat edilmiştir. O'nun sahtekar olduğunu kabul edemeyenler bile en azından çeşitli İslam ve Türk düşmanı Kurumlar ve yapılanmalar tarafından kullanılan akıl sağlığı tam olarak yerinde olmayan biri olduğunu kabul etmek zorunda kalmışlardır. Meydana çıkan gerçekler, tarihi vesikalar, kendi yazdıkları, kendisi adına yazılanlar bu hususların tek tek ispatıdır.
Bir kaç sene sonra gerçekler daha net belgeler ve hatıralar ile her yerde, her sosyal platformda ve her blogdaherkesin önüne çıkacak ve inadi olarak bu sahtekarı savunanlar çok mahcup olacaklardır.Aynı şekli ile Adnan Oktar projesi de ele alındığında meydana çıkan gerçek şaşırtıcı değildir. Oktar'ın da hayatına ve iddia ettiği davasına dair hemen her şey yalan ve sahtekarlıktır. Adnan Oktar'ın da hiç bir ilmi tedrisatı yok. İslam dininin en temel ilmi meselelerinden bile mahrum birisi. Aynı Said gibi Adnan Oktar da tescilli/resmi evraklı bir akıl hastası. Hatta Adnan Oktar'ın akıl hastalığı devletimizin sivil ve askeri yedi ayrı hastanesi tarafından ayrı ayrı yedi kere tescil edilecek kadar sağlam. Konusunda uzman müslüman hekimler tarafından da gerekli raporlarla teşhis ve tesbit edilecek kadar sağlam ve net.
Aynı Said-i Nursi de olduğu gibi bütün bu inanılmaz gerçeklere rağmen ortada Adnan Oktar/Harun Yahya adına basılıp yayınlanmış eserler var. Yine bir çok ilmi meselede, okuyucuyu küfre götürecek kadar yanlış bilgilerin kasıtlı olarak konulduğu ve üç yüzden fazla olduğu söylenilen bu eserlerin üç tanesini dahi Adnan Oktar yazmamış. Bu kadar kitabın içeriklerine vakıf olmasını geçtik, sözde kendisine ait olan sadece üç kitabından imtihana çekilse ve burada anlatılan meseleler kendisine sorulsa cevap veremeyeceğinden eminim. Nasıl mı eminim?
Çünkü bunun da delili mevcut. İzledim; Çok izlenilen bir TV kanalının çok izlenilen bir tartışma programına Adnan Oktar'ı çıkartmışlar ve "Şimdi siz, Darwinizmi ve Materyalizmi bitirmeye ve bunun karşısına da Yaratılışçılığı koymaya çalışıyorsunuz. Bunun mücadelesini veriyorsunuz. Pekiyi, bana yaratılışın dinen ispatını söyler misiniz?" sorusuna Adnan Oktar mahcup aynı zamanda tedirgin bir gülümseme ile"Yaratılışın ispatı imandır. Adem ile Havva'dan geldik. Allahü Teala bunu Kur'an'da haber veriyor."şeklinde kaçamak bir cevap veriyor. Ama karşısındaki sunucu kurt mu kurt. Öyle bırakır mı adamı... Hemen tekrar soruyor "Pekiyi bu gerçeği haber veren bir sure/ayet ismi veremez misiniz?" diye..
Cevaba bakınız; "Ezberimde yok. Ezberimde yok. Belki Oktar'ın bilgisayarı bize bu konuda yardımcı olabilir."
Oktar dediği Oktar Babuna isimli kişi de aslında Adnan Oktar'ın emrinde değil, O'nu oynatan ekipte olan ve aynı Adnan Oktar gibi anadan ve babadan gizli Yahudi olan birisi... Bakın dönen fırıldağa şimdi siz. Bizim zengin gizli Yahudi ve Sabetayist Yahudi ailelerin uşakları, yaşadıkları hayatın monotonluğundan sıkılmış olacaklar ki "Mücahidlik" ve "Mehdilik" oyunu oynamaya başlamışlar. Hem de İsrail istihbaratı MOSSAD'ın ve bütün dünya mason teşkilatlarını yöneten, İsrail terör ve işgal devletini de yöneten Sanhedrin hahamlarının (Yetmişler Meclisi'nin) kontrolünde... Hani gelip gelip Adnan'ı öpüp duran o İsrail'li hahamlar var ya, işte onlar şu meşhur Mason pramidinin üstten alta doğru üçüncü sırasındalar. Yani kelli felli adamlar. Gerçi arada daha düşük rütbede adamlar gelmiyor değil İsrail'den. Bir bakıyorsunuz gece yarısı İsrail'in ekonomi bakan yardımcısının başkanlığında bir Yahudi heyeti, 20 Ağustos 2012'de bir gecelik gizli bir ziyaret için Türkiye'ye geliyorlar. Bir Adnan Oktar'ı bir de Nevzat Yalçıntaş'ı görüp gidiyorlar. Neyse ki istemeseler de basına yakalanıyorlar.
Adnan malumunuz. Pekiyi Nevzat Yalçıntaş kim?
Oğlunu Sabetaysilerin Şişli Terakki okullarında okutmuş ve son bir kaç senedir Sabetayist olmakla suçlanan biri...
Denk mi geldi ne? Mutlaka tesadüftür(!) diyorum.
Said-i Nursi eli ile daha çok Hıristiyanlar "Dost", "Kardeş", "Cennetlik", "Müttefik" hatta inanılmaz bir şekilde "Şehid" olarak kabullendirilmek istenirken, Adnan Oktar eli ile şu anda bütün bunlara ek olarak Yahudiler de bu ayara sokulmak isteniliyor bizim zihinlerimizde/kabullenişlerimizde. Hani Kur'an'ın bunca ayetinde Yahudilerin gerçekte ne oldukları haber verilmemiş ve biz Müslümanlar ısrarla ikaz edilmemiş olsa, uyacağız Adnan Oktar'ın söylediği kardeşlik türküsüne ve açacağız gözümüzü Nil'den Fırat'a kadar hakim Büyük İsrail Devleti'ne...
"Olmaz canım o kadar da!" falan demeyin sakın. Bizden önceki kuşak da tam dört yüz sene bizim toprağımız olan Filistin'de bir Yahudi terör devleti kurulacağına ihtimal vermiyordu.
Ne güzel de söylüyor kendisine ezberletilen türküyü Adnan Oktar; "Yahudiler bizim kardeşlerimiz. Tertemiz insanlar onlar. Peygamber soyu onlar. İsrail'e atom bombası atanın gök kubbeyi başına yıkarız." diye... Eh, insan gizli bir Yahudi olup İslam davasının içine sızınca söylese söylese böyle bir türkü söyler de biz Türkiyeli müslümanların bu ihanet türküsüne sessiz kalıp alkışlamarını beklemeleri de biraz hayalperestlik olmaz mı?
Bir de kendisine ve kendisini oynatan tamamı Yahudi olduğu halde Müslüman gibi gözüken çetesine, tepki konulunca da kızıp soluğu yargıda alması ve dava açtığı kişilere daha şikayet dilekçelerinde bile türlü türlü iftiralar atması yok mu... Sevsinler, aman yesinler... Kedi canını senin. Ne hayali bir oyun kuruyorsun sen kendi çapında böyle? Bak benden söylemesi seni iyi motive etmişler de amiyane tabirle ifade etmek gerekirse epey de bir gazlamışlar. İnsan bu kadar aleni ve bu kadar yetersiz, birikimsiz bir ihanet projesine yetmiş küsür milyonluk bu Müslüman milletin tepkisiz kalacağına ve bu oyuna geleceğine inanabilir mi yahu?
Değirmenin suyu nereden gelir belli değil. Dönen paranın, yapılan masrafların haddi hesabı yok. İlk dönemlerinde şantaj ve tehditten elde ettikleri devasa meblağlar da bu denli bir ihanet projesinin maliyetini karşılamada çok küçük kalır. Neyse ki şu her şeyi itiraf eden ve bir anda ülkemizi bambaşka bir gündeme sokan haham Tuncay Güney, bu konuya da açıklık getirmiş. Emniyetteki, gizli kameraya da çekilen ve bir haber kanalında da yayımlanan ifadesinde bir çok "Vayyy" diyeceğimiz gerçekleri anlatırken "Adnan Oktar'ı da İsrail finanse ediyor. Siyonizmin karşıtı gibi gözükürken aslında Siyonizme hizmet ediyor." diyor. Vayyy ki ne vaayyy şimdi. Desene 1999'da Adnan Oktar'a Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en büyük polisiye terör operasyonunu yapan devrin İçişleri Bakanı Sayın Sadettin Tantan meseleyi hiç abatmamış da yapılması gerekeni yapmış. Bir de "Adnan Oktar APO kadar tehlikeli biridir." diye basına açıklama yaptığı için kızıyorlardı adama... "E kardeşim peki Adnan Oktar ve suç örgütü, ihanet çetesi, bunca operasyonlardan ve davalardan nasıl kurtulmuş?" diye sorar gibi oldunuz değil mi? İşte meselenin burası tam bir Türk filmi... Ayrıca bir kitap hacminde incelenmesi gereken ve Türk hukuku denilen uygulamanın aslında Sabetayist guguku olduğunu tek başına ispat eden bir serüven. İşin bu tarafına da Müslüman hukukçularımız temas etsinler.
Öyle tahmin edebiliyorum ki bütün mesaisi, bütün hedefi Adnan Oktar'ın ihanet davasına hizmet etmek olan aktif bin kişi var. Bunların tamamı da gizli Yahudiler ve Sabetayistler. Aralarında tesettürlüler, çok Müslüman bilinen, etraflarında böyle tanınan aileler var. Açılan sosyal medya sayfa ve profilleri, web siteleri, bloglar ve nihayet TV kanalı... Büyük emek ve maliyet bunlar. Başka cemaat yada akımlarda olduğu gibi gönüllülük ve hizmet anlayışı ile dönen bir sistem de değil bu. Tam bir emir komuta sistemi var. Görevlendirilmiş yüzlerce Sabetayist genç, sözde İslami sayfaların başlarındalar. Bazen tesettürü inkar ediyorlar. Bazen hak mezhepleri. Bazen"Peygamberimiz çırılçıplak kadınların arasına girer ve onlara sohbet ederdi." diyecek kadar alçaklaşıyorlar. Adileşiyorlar. Tabii onlar için sorun yok. Zaten İslam'a gerçekten inanmıyorlar. İnandıkları bozulmuş Tevrat ve Musevilik, onlara, istedikleri her kılığa girebilme ve Yahudi olmayan herkese akıllarına gelen her ama her şeyi yapabilme hürriyeti veriyor. Yaptıkları kansız, ahlaksız, zalimce ve hain hareketlerden ahirette asla hesaba çekilmeyeceklerine inanıyorlar. Bunlar tam takım gizli Yahudiler, Sabetayistler ve Masonlar. Zaten A9 ismini verdikleri kanalın logosu bile masonik bir anlam taşıyor.
Neyseki soy adı kanunu diye bir kanun çıkmış ülkemizde 1934 senesinde. Ve neyseki bu ahmak hainler isim ve soy isimlerinde bir takım şifreler kullanmayı tercih etmişler de şimdi gelişen iletişim teknolojisi ve özellikle de sosyal ağlar sayesinde bir kaç tıkla bütün şebeke ayın on dördü gibi karşımıza çıkıveriyor. Bakın nasıl da şifreler kullanmışlar.
-el
-al
-men
-man-
-er
-ar
-berk
-ül
-gen
-gan
-us
-sü
gibi ekleri büyük ustalıkla şifre olarak kullanmışlar. Örneklendirelim sosyal medyada Adnan Oktar davası güden gerçek isimler ile. Gerçek hainler ile;
***
Erdem Ertüzün
Hem -er'ler
hem de -tüzün özenle seçilmiş şifreler. Tabii o da sağlam bir Adnan'cı...
***
***
***
Liste böyle uzayıp gidiyor. Buraya böylece yüzlerce aktif Adnancının isim ve profillerini, kullandıkları Sabetayist şifreleri ile koymak mümkün. Bir bakın Adnan'ın mücadelesini veren şahıslara sanal medyada bu gözle ve görün siz de devasa ihanet şebekesini...
Nasip olursa önümüzdeki günlerde de Said isimli deli ve zır cahili bu millete Bediüzzaman olarak kabul ettiren Sabetayist-Kripto Yahudi-Masonik ve Yurt dışı istihbarat bağlantılı şebekeyi deşifre ederiz yine delillerimiz ile.
Siz siz olun, Akademi'de olun. Gerçekleri bulun ve bizim devletimizde, bizim topraklarımızda, bizden gözükerek bize bu denli büyük ihanetleri ve zulümleri eden bu hain güruhlardan hesap sorun.
En kalın ve en sağlam zincir, en zayıf halkası kadar sağlamdır.
Hiç bir güç, halka rağmen, halkın tepkisine rağmen başarılı olamaz. Türk milleti bu hainleri nefesleri ile boğacaktır...
| Mehmet Fahri Sertkaya
AkademiDergisi.com
19th January, Akademi tarafından yayınlandı
|
|
|
|
|
|
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
|
Cevşen Duası Nedir? Cevşen'ül Kebir, Cevşen-i Kebir, Büyük Cevşen, Hizbü envari'l hakaiki'n-nuriye |
Diyalogcuların bir sembol haline getirdiği, Vatikan Katolik Kilisesi temsilcisi George Marovich’in (diyalog toplantılarında gördüğümüz kadarıyla) dilinden düşmeyen cevşen’in dinimizdeki yeri nedir sorusuna cevap arayalım.
Diyanet Ansiklopedisinin Cevşen maddesinde özetle diyor ki:
(s.462-464)
Farsça asıllı olduğu kabul edilen cevşen kelimesi sözlükte, “zırh, savaş elbisesi”anlamınagelmektedir. Terim olarak Şii kaynaklarında Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygambere isnat edilip, Cevşen-i Kebir ve Cevşen-i Sağır denilen iki duanın ortak adıdır.
Cevşen-i Kebir: Anlatıldığına göre Asr-ı saadette cereyan eden savaşların birinde (bir rivayette Uhud’da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada, Hz.Peygamber ellerini açarak Allah’a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve, “Ya Resulullah, Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır” demiştir.
Olayla ilgili Şii kaynaklarına göre Allah Cevşen-i Kebiri dünyayı yaratmadan 50 bin yıl önce arşa yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünyada her türlü beladan, afet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebir ile Allah’a münacatta bulunan kimseye, Bedir şehidleri derecesinde 900 bin şehid sevabı verilir. Bu duayı kefeninin üzerine yazan mümin ise azap görmez.
Onu okuyan kimse, dört semavi kitabı okumuş gibi olur, her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir, ayrıca insan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır, asla Cehenneme girmez. Cebrail, Hz.Peygamberden duayı kâfirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere tâlim etmesini istemiştir. Kefenlere de yazılmış, Cevşen-i Kebir özellikle Şii dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır Cevşenin Şii dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt tarikiyle rivâyet edilmiş olmasının yanında, faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur.
Dua, Şia bölgelerinde özel matbaalarca kefen üzerine yazılmakta ve cenazenin kefenlenmesinde kullanılmaktadır.Cevşen-i Kebir Türkiye’deki bazı Sünni müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır.Duayı, A. Z. Gümüşhanevi, tarikatla ilgili Mecmuatül-ahzab adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risale-i Nur cemaati tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır. Ayrıca Şii kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır.
Cevşen-i Kebir diye bilinen ve Musa el-Kazımdan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygambere nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen, yaklaşık 15 sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir. Zira bu metin, bilinen bir olayı, bir kıssayı veya tarihi bir vakayı anlatan,hafızada tutulması kolay metinlerden farklı olarak, her kelime ve cümlesinin büyük bir titizlikle raptedilip tekrarlanması, Hz. Peygamberden alınıp rivayet edilmesi imkansız denecek kadar güçtür.
Duanın Sünni hadis mecmualarında yer almaması, ayrıca Şii hadis külliyatının ana kaynağı durumundaki Kütüb-i erbeada da bulunmaması, sadece dua mecmuaları gibi ikinci derecede kitaplarda mevcut olması da bu görüşü desteklemektedir.
Sonuç:
Cevşen, Kaynaksız Mesnetsiz Şii Duasıdır.
Fazileti hakkında söylenenler uydurmadır.
-----
Said-i Nursi'nin risalelerinin onlarca yerinde Cevşen'in faziletine dair yazdığı abartılı sözlerin de hiç bir şer'i kaynağı yoktur. "Onun kalbine ilham olundu da öyle yazdı" diyenlere diyoruz ki,"kalbe gelen ilhamlar ile eser yazmak muteber değildir. Başkaları da çıkıp 'Bizim kalplerimize de şu şekilde ilham olundu.' derse ve başka bir görüş savunursa ne olacak?"
İslam dininin dört kaynağı vardır. Her alim, her hususu bu dört temele dayanarak izah etmekZORUNDADIR. Sorulduğunda bu dört kaynak ile ilmi delil getiremeyen alimin iddiası/izahı batıldır. Şer'an bağlayıcı değildir.
Bu kaynaklar;
- Kur'an
- Sünnet
- Ümmetin İcması/ittifakı
- Kıyas'tır...
En büyük evliyaullah, en büyük kutuplar hatta her devirde bir tane olan kutbul aktab bile, her sözünü şeriatin dört kaynağı ile desteklemek ve bu şekilde şer'i delillerini getirmek zorundadır. Onlar dahi dört hak mezhepten birine tabi olmak zorundadır ve hep olmuşlardır.
Kimsenin rüyası ve kalbine geldiği iddia edilen ilhamı hiç bir başka mü'mine şer'i delil değildir.Muteber rüyalar, muteber keşf ve ilhamlar da sadece kişinin kendine delildir.
O halde yüz de doksanı kalbe geldiği iddia edilen ilhamlara dayanan Risale-i Nur'un hiç bir ilmi bağlayıcılığı ve itibarı yoktur. Zaten yazarın risalelerinde yalan yazdığı da biraz ilim sahibi olup da bunları inceleyen gözlerin önünde bariz bir şekilde durmaktadır.
Bir müslümanın karşısına bir başka müslüman çıkıp da "Bu ilmi konuda ben rüyamda şu şekilde bir işaret gördüm" dese, yada "Bu ilmi konuda Allahü Teala doğrusunu benim kalbime ilham etti." dese o kimseye inanmamanın, onun rüyası ve ilhamı ile hareket etmemenin İslam şeriatinde hiç bir vebali yoktur. Böyle bir durumda görülen rüyanın ve alınan ilhamın şeriatin dört kaynağına uyup uymadığına bakılır. Kişi bunlarla kendisi amel eder. Ama isabet eder ama edemez. Başka biri bunları kaale almak zorunda değildir. Zira kimse kimsenin kalbini ve rüyasını bilemez. Buna gücü yetmez. Gücü yetmediğinden de mesul tutulmaz. Kim nasıl bilebilir bu iddiadaki kişinin kalbine gerçekten ilham gelip gelmediğini? Gelse bile bu ilhamın veya gördüğü bu rüyanın Rabbani mi yoksa Şeytani mi olduğunu da kim nasıl bilebilir?
Lütfen tıklayınız: http://akademim.blogspot.com/2011/04/kalbime-oyle-geldi-ki-bana-malum-oldu.html
İmam Gazali Hz. celcelutiye ve Said Nursi
Madem Celcelutiye vahy yolu ile Peygamber Aleyhissalatü Vesselama nazil olmuştur. Ve Allam-ül-Guyubun ilmiyle ifade-i mana eder...
(Sikke-i Tasdik-ı Gaybi)
Hem madem Celcelutiyenin aslı vahy'dir. Ve esrarlıdır. Ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybi umur-u istikbaliyeden haber veriyor...
(Sikke-i Tasdik-ı Gaybi)
***
Sırf kendi bozuk mezheplerini yüceltmek için binlerce hadis uyduran Şii'lerin Hazreti Ali adına uydurdukları Celcelutiye denen saçmalığına vahiy ve vahiy kaynaklı diyen Said nursi'nin bu mesnetsiz iddiasına İmam Gazali Hazretleri delil gösterilmektedir , gerçekten İmam Gazali Hazretleri bu şianın celcelutiye denen kitabını şerh etmişmidir?
Said Nursi, Celcelutiye'nin vahyen Hz. Peygamber'e inzal edildiği yönündeki iddiasına İmam Gazali'yi de ortak kılmak istemiştir. Bu kasideyi şerh ettiği iddiası da kendisine atılan bir iftiradır. Nitekim:
Bazı eserler her ne kadar İmam Gazali'ye nisbet edilmekteyseler de, ihtiva ettikleri bazı fikirler itibarıyla, onun kaleminden çıkmadıkları, yahut tahrife uğradığı hususunda kuvvetli şüpheler uyandırmaktadır. Gayeye erişmek için her vasıtayı mubah gören Batıniye taifesi, kitap uydurmakta ve tahrif etmekte şeytana parmak ısırtacak hünerler göstermişlerdir. (...) İmam Gazali'ye nisbet edilen, fakat bozuk fikirler ihtiva eden bazı kitapların ve sahifelerin de bozuk mezhepliler ve dinsizler tarafından uydurulduğunu müdekkik alimler beyan ediyorlar.
Mevlana Şıbli, Sırru'l-alemin kitabı hakkında şunları yazıyor: “Bizce bu kitap şüphesiz düzmedir. Bunun yazılış şekli ve ifade tarzı Gazali hazretlerinin yazı ve ifade üslubundan tamamen ayrıdır. Düzme eseri hazırlayanlar öyle bir hileye başvurmuşlar ki, yer yer İmamu'l-Harameyn'in ders verdiğinden ve hocalık yaptığından bahsetmişler ve akıllarınca -böyle yazmakla- bu kitabı İmam Gazali'nin kitaplarından saydırmak için iyi bir tedbir olarak düşünmüşlerdir. Fakat onların bu tedbiri, kitabın düzmece olduğunu ispata yeterli bir delildir. Çünkü, Gazali'nin adeti, hocalarını ve şeyhlerini kitaplarında ismen zikretmemektir.”
(Ubeydullah Küçük, İhya Tercümesinin Önsözü, Bedir Yayınevi, İstanbul 1989, LXIII-LXV.)
İmam Gazali'ye isnat edilerek uydurulan kitaplardan birçok yazar bahsetmektedir.
[Bak. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 2/460; M. Yaşar Kandemir, Mevzu Hadisler, DİB Yayınları, Ankara 1984; M. Said Çekmegil, Tetkiklerde Metod ve Tenkit, Sanih Kütüphanesi Yayınları, Malatya 1979, 48-49.]
Gazali, böyle uyduruk kasidelere şerh değil, bilakis Batıniye'yi ret kabilinden birçok kitap yazmıştır.
["Huccetu'l-Hakk, Mufassalu'l-Hilaf, Kitabu'd-Derac, el-Kıstasu'l-Mustakim, Mevazinu Hamse" bunlardandır. Bak. Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, 2/459]
Celcelutiye denen kitabın vahiy yada vahiy kaynaklı olması, bunuda Müçtehid Alimlerimizin ve binlerce ehli sünnet Alimlerinin içinde sadece İmam Gazali Hazretlerinin şerh etmesi O na atılan bir iftira olduğuna apaçık delildir.
Ehli sünnet kitapları içinde sadece Ziyauddin Gümüşhanevi hazretlerinin Celcelutiye'yi Mecmuatul-Ahzap isimli kitabına alması Celcelutiye'nin vahiy yada vahiy kaynaklı olması ve ehli sünnet uleması tarafından muteber kabul edildiği anlamına gelmez.
Şia kaynaklarında yer alıp hiç bir ehli sünnet kaynağında yer almayan "cevşen" adlı uydurma hadisi de aynı kitaba alan Ziyauddin Hazretleri için Hüseyin Avni Hoca(1) şöyle buyurmaktadır;
"Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Cevşen ile alakalı olarak bir rivayet bilinmemektedir. Bunun ancak Şia kaynaklarında geçtiği söylenmektedir. İmam Gazali’ye nisbet edilmesi, Ona yapılan bir iftiradır; isbat edilmemiştir ve edilemeyecektir. Cevşen’in, Ehl-i Sünnet tasavvufunun yüz küsür sene evvelki dönemdeki büyüklerinden birine aid bir eserde yer almış olması ise sadece itimada dayanan bir zühul(yanılgı) olup, O (A.Ziyauddin hz)zatın bi hakkın büyüklüğüne zarar vermez."(2)
Celcelutiye'nin de cevşen'in de İmam Gazali Hazretlerine nisbet edilmesi iftiradan başka bişey değildir.
***
Madem Celcelutiye vahy yolu ile Peygamber Aleyhissalatü Vesselama nazil olmuştur. Ve Allam-ül-Guyubun ilmiyle ifade-i mana eder. Hem madem Celcelutiye mana-yı mecazi ile o kasidenin hakikatını isbat eden Risale-i Nur'a sarihan; ve onun onüç ehemmiyetli risalelerine işareten haber vermekle beraber Risale-i Nur müellifi ve bunun onüç ehemmiyetli vakıat-ı hayatına imaen, remzen, işareten mana-yı mecazi ile haber veriyor.
(Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 136, Sekizinci Şua/İmam-ı Ali'nin (Radıyallahü anhü) Risale-i Nura dair üçüncü bir kerametidir)
Celcelutiyenin üzerinde önemle duran Said Nursinin asıl gayesi bu kitapta Risalei Nurun ve kendisinin Hazreti Ali tarafından müjdelendiğini söylemekten başka bir şey değildir, kimsenin bu iddiayı Hz Ali Efendimize soramayacağını bildiği için delilleri yine kendi hayel ve vehimleridir.
Sonuç:
Said Nursi itikadını ehli sünnet Alimlerinin bildirdiğine göre değil kendisine gelen ilham,sunuhat,zuhurat gibi hayellere vehimlere, celcelutiye ve cevşen gibi uydurma kitapların üzerine inşa etmiştir.
-------
Dipnot:
1-Hüseyin Avni Hoca kimdir; İzmir Yüksek İslam Enstitüsü'nden mezun olmuştur. İzmir'in büyük ilim adamlarından Fevzi hocadan da dersler almışlardır.
2-http://www.darusselam.com/sorular-ve-cevaplar/157-ceven-ile-alakal-rivayetin-asl-varmdr-.html#comments
Said Nursi'nin Övdüğü Cevşen Nedir?
Said Nursî ve şakird’leri, Cevşenü’l-Kebîr veya Cevşenü’l-Sagîr’i tanıtırken, “Hazreti Peygamber Salla’llâhu Aleyhi ve sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve zırh’ı çıkar bunu oku dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye sarîhan ve zımnen işaret eden gâyet yüksek ve çok kıymettâr bir müncaat-ı Peygamberî’dir ki, Zeyne’l-Âbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir,” diyorlar.
Yukarıdaki ta’rif, “Allah tarafından bir melek (Cibril-ü Emîn) tarafından indirilen ve Peygamber’e okunan, “Vahy-i Metlû” (tilâvet olunan, okunan vahiy) ki, bu doğrudan Kur’ân’ın ta’rifidir. Yalnız bir şeyin tam ta’rifi, o şeyin “Efrâdını Câmi, Ağyarını Mâni,” olmalıdır. Nitekim, onu da tamamlıyorlar, “Zeyne’l-âbidîn tarafından tevâtürle rivâyet edilmiştir.” İşte, Kur’ân’ın tam ta’rifi... Ne var ki, Said Nursî ve şakird’ler, İslâmî ilimlere en azından bir mızraklı ilmihâl seviyesinde sahip olmadıklarından asgarî bir hadis usûlünde çakmışlardır. İslâmî ilimlere birazcık vukuf kesbedenler bilirler ki, tek bir kişinin rivâyet ettiği, tevâtür, meşhûr olmaz, ancak Haber-i Vâhid olur. Haber-i Vâhid ile rivayet edilenler, başka delillerle te’yid edilmemiş ise dâima şüpheyle karşılanır.
Kaldı ki, bütün Hadis Külliyatı arasında, “Hadis-i Cibrîl” gibi tevâtürle sabit olan hadis sayısı pek azdır, güvenilir kaynaklar, tevâtürle sâbit olan hadis sayısını 19 adet olarak vermişlerdir.
Tevâtürle sabit olan Hadis-i Şerif’leri inkâr etmek de tıpkı, “Vahy-i Metlû” olan, Âyet-i Kerimeleri inkâr etmek gibi küfrü muciptir.
Hâşâ! Sümme Hâşâ! Said Nursî ve şakird’lerin ifade ettikleri gibi, Cevşenü’l-Kebîr ta’rif ettikleri gibi, Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilmiş ve tevâtürle rivâyet edilmiş olsaydı, elbette Kur’ân’dan bir âyet-i Kerime olurdu.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyet’lerden herhangi birisini âyet saymamak, hükmünü inkâr etmek nasıl küfür ise, Kur’ân’da olmayan, âyet niteliği taşımayan herhangi bir metni kutsallaştırmak, ona âyet hüküm vermek de küfürdür.
“Şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir Resûlün sözüdür.” (Resûl, elçi, Peygamber veya Cebrail vasıtasıyla tebliğ edildiğinden, “söz” Resûle (elçiye) nisbet edilmiştir.)
“Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz?” “Bir kâhin sözü de değildir (o), ne de az düşünüyorsunuz!” “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” “Eğer (Peygamber) bize atfen ba’zı sözler uydurmuş olsaydı.” “Elbette Onu kıskıvrak yakalardık.” “Sonra onun can damarını koparırdık.” (Onu yaşatmazdık) “Hiç biriniz buna mâni olamazdınız.” “Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir nasîhattir (öğüttür)..” (Hâkka Sûresi 69/40-48)...
Doğrudan vahy’e muhatap, Peygamber hakkında, “Allah tarafından vahyedilmediği halde, kendiliğinden tek bir kelime bile uydurmuş olsaydı, onu kıskıvrak yakalar, can damarını koparır hayatına son verirdik” buyuruyor.
İYİ DE BU CEVŞEN NEME NE BİR ŞEYDİR?
Cevşen, Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözcükte “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamına gelmektedir. Şîa kaynaklarınca, İmam Mûsâ el-Kâzım’dan i’tibâren, imamlar tarıkiyle Haz.Peygamber’e nisbet edilen yaklaşık 15 sahifelik bir metindir ki, bu metnin özeti, Said Nursî ve şakird’lerin de iddia ettiği gibi, “Uhud Muharebesinin kızıştığı ve üzerindeki zırh’ın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Haz.Peygamber, ellerini açarak Allah’a du’a etmiş, bunun üzerine sema’nın kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu du’ayı okumanı istiyor. Bu du’a hem sana hem de ümmetine zırh’tan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” demiştir.
Cevşen’le alakalı olarak, ehl-i Sünnet kaynaklarında, Ehl-i Sünnet’in Hadis Külliyatında, en sahih Hadis Külliyatı olarak kabul edilen, Altı Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte), herhangi bir rivâyet bulunmadığı gibi, genellikle mevzu kabul edilen, 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında yazılan, tergîp ve terhîp için (teşvik ve korkutmak için) yazılan me’vize kitaplarında bile (Ruviye), kimin rivayet ettiği, kimden rivâyet edildiği belli olmayan (rivâyet olunmuştur) tarzında yazılan kitaplarda bile bulunmayan, tamâmen bir Şîapalavrasıdır.
Ayrıca, Cevşen adıyla bir du’â’nın hiçbir ehl-i Sünnet kaynağında bulunmamasının yanında, Şiî hadis Külliyatının ana kaynağı kabul edilen, Kütüb-ü Erbaa’da da bulunmaması, sadece du’a mecmuaları gibi ikinci dereceden Şiî kaynaklarda mevcut olması da şâyan-ı dikkattir.
Kaldı ki, bizzat Said Nursî’nin kendisinin, Cevşen-i Kebir’in faziletleri ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkında şüpheye düşen bir zata vermiş olduğu cevapta, genel olarak du’â’nın muhtevâsının güzelliğinden bahseder, fakat metnin kaynağı ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkındaki suallere cevap verememiştir.
Diğer yandan, Cevşen-i Kebîr’in faziletiyle alakalı olarak nakledilenlere gelince, Allah’ın insanlara verdiği imkân ve kabiliyetler, ona bahşettiği haklar, yüklediği vazifeler karşısında, sadece bir du’a okumakla dünya ve âhiretteki bütün şerlerden (kötülüklerden) korunup saadete ermesi, İslâmiyet açısından, hattâ ve hattâ, bütün bâtıl inançlar açısından asla mümkün değildir. Ayrıca, her bölümünde sadece tevhidi vurgulayan ve yoğun kudsî duygularla örülmüş bulunan bir du’â’nın iman etmeyen, hele hele teslis akîdesine sâhip, müşrik Hıristiyanlar için ne anlamı vardır. (Teslis umdesine sahip, müşrik Hıristiyanlardan ba’zıları, ceplerinde Cevşen taşıdıklarını ve Cevşen okuduklarını açıklamışlardı.)
Yine Şîa palavralarına göre, Cebrail Aleyhisselâm Haz.Peygamber’den bu du’a’yı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere (Said Nursi ve şakird’leri olmalıdır), ta’lim etmesini istemiştir. Fe Süphâne’l-Allah! Bu du’a, mü’min-kâfir herkesin kolayca vakıf olabileceği bir açıklıkta literatüre girmiştir. Böyle olunca, mü’minler ve takvâ sahibi olanların dışında kalan insanlar’dan gizli tutulması ne mümkün...
Bu du’â’ların muhtevası bakımından bir şeyler söylemek mümkün de değil, doğru da olmaz. Zirâ du’a’lardan herbiri Allah’ın isim ve sıfatlarından 10 tanesini ihtivâ eden uzunca du’a’lardır.
Müşkül olan, bu metinlere kudsiyet izafe edilmesi, bu du’â’lara çok büyük faziletler yüklenmesi, bu du’â’lar sâyesinde dünya’da ve âhirette çok büyük sıkıntılardan kurtuluş’a erişilmesi inancıdır. Hazreti Cibril’in, Hazreti Peygamber’e Cevşen du’â’sının önemi ve faziletleri hakkında geniş bilgi verdiği kaydedilir. Buna göre; Allah, Cevşen-i Kebîr’i dünya’yı yaratmadan 50.000 yıl önce arş’ın direkleri üzerine yazmıştır. Bu du’â’yı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünya’da her türlü belâ’dan, âfet, hastalık, yangın ve soygunlardan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münacatta bulunan kimseye Bedir şehid’leri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu du’â’yı kefeninin üzerine yazdıran mü’min ise azap görmez. Bunu okuyan kimse dört kitabı okumuş gibi sevap kazanır. Her harfi için kendisine iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinden bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; aslâ cehenneme girmez.
Pes doğrusu! Sadece bu du’â’yı okumak insanları bütün ibâdetlerden, evrâd, ezkâr ve her nev’i mükellefiyetten müstağnî kılar...
Said Nursî, adına ister Cevşenü’l-Kebîr desin, isterse Cevşenü’l-Sağîr desin “bu du’â’yı ben tertip ettim” deseydi ya da şakird’ler “bu du’â’yı bizim üstadımız tertip etmiştir,” deselerdi, herhangi bir problem yoktu. Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî bütün belâ ve felâket’lerden, azap’tan kurtuluşu, Cenneti ve Cemalu’llâh’ı sadece bu du’â’ya bağlarsanız, bu du’â’lara kudsiyyet izafe ederseniz. İşte felâket buradadır.
Kaldı ki, du’â’ların Allah tarafından kabul edilip edilmemesi, okunan du’â’ların lafızları, ma’naları, uslubu ve tarzıyla değil, du’â edenlerin huşû’u, huzu’u, zühd-ü takvası, ihlas ve samîmiyetiyle yakından alakalıdır.
Hem sonra, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah tarafından Sevgili Peygamber’imize vahyedilen du’â örnekleri vardır. Ayrıca, Peygamberlerden, Haz.Âdem’in, Hazreti Nuh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Eyyûb’un, Hazret-i Yunus’un Rabbilerinden telakkî ettikleri me’sur du’â’ları da vardır.
Ayrıca, Sevgili Peygamber’imizin sahîh rivâyetlerle bizlere ulaşan me’şûr du’â’ları da vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsı’nın, Turuk-u Âliye kutuplarının tertip ettikleri “Evrad-ı Ezkâr” dururken, Cevşeni, hâşâ, sümme hâşâ Kur’ân-ı Kerim’den de öne çıkarmak neyin nesidir?
Ehl-i Sünnet Uleması’nın, Turuk-u Âliye mensuplarının büyük bir dikkatle tevakkî ettikleri, bir Şîa uydurmasına ve palavrasına, Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin ba’zı edi’yye ve ezkârı bir araya getirdiği, “Mecmuatü’l-Ahzab” adlı du’â risâlesine Cevşen’i de alması düşündürücüdür.
Said Nursî’nin ve şakird’lerin pek sevdiği bir ta’birle, “Ve Fîhi Nazar,”.. Buraya bakılması, buraya dikkat edilmesi gerekir, diyorum. Bakacağız....
M.A
11 Haziran 2012
Said Nursi ve Cevşen
Hem mesela, Kur'an'ın hakiki ve tam bir nevi münacatı ve Kur'an'dan çıkan bir çeşit hulasası olan Cevşen-ül-Kebir namındaki münacat-ı Peygamberi'de (A.S.M.)(...)
Sözler, 424, Onbirinci Şua Olan Meyve Risalesi'nin Onuncu Mes'elesi Emirdağ Çiçeği
(...) hem "Cevşen-ül-Kebir" münacatının seksenaltıncı ukdesinde: (...) diye olan gayet arifane münacat-ı Ahmediyenin (A.S.M.) beyanı gösteriyor ki; (...)
Şualar, 88, Yedinci Şua/ayetü'l-Kübra/Mukaddime
Kur-an'dan ve münacat-ı nebeviye olan Cevşen-ül-Kebir'den aldığım bu dersimi, bir ibadet-i tefekküriye olarak, Rabb-ı Rahimimin dergahına arzetmekte kusur etmişsem; kusurumun affı için Kur'an'ı ve Cevşen-ül-Kebir'i şefaatçi ederek rahmetinden niyaz ediyorum.
Şualar, 48, Üçüncü Şua/Münacat; Lem'alar, 445, Münacat; asa-yı Musa
(...) Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselam, Cevşen-ül-Kebir namındaki münacat-ı azamında marifetullahda gayet yüksek ve gayet cami' derecede marifetini göstererek böyle demiştir; biz de, hayalen o zamana gidip Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselamın dediğine "amin" diyerek, (...)
Lem'alar, 415, Otuzuncu Lem'a/Hatime
(...) Al-i Beyt'in manevi ve gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olan Cevşen-ül-Kebir'i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazan üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir
Sikke-i Tasdik-ı Gaybi, 164, Yirmisekizinci Lem'a/Keramet-i Aleviyenin Neticesi
Binbir Esma-i İlahiyyeye sarihan ve işareten bakan ve bir cihetle Kur'an'dan çıkan bir harika münacat olan ve marifetullahda terakki eden bütün ariflerin münacatlarının fevkınde bulunan ve bir gazvede "Zırhını çıkar onun yerine bu Cevşeni oku" diye Cebrail vahy getiren "Cevşen-ül-Kebir" münacatı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, (...)
Şualar, 484, Onbeşinci Şua/Elhüccetü'z-Zehra/Üçüncü Medrese-i Yusufiye'nin Tek Bir Dersinin Üçüncü Kısmı/Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Külli Şehadetler.
Cevşen Nedir Faziletleri Nelerdir?
Cevşen, "örme zırh" anlamında Fars'ça bir isimdir. Cevşen-i Kebir ise, büyük zırh demektir.
Anlatıldığına göre Asr-ı saadette cereyan eden savaşların birinde (bir rivayette Uhud'da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada, Hz. Peygamber ellerini açarak Allah'a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve, “Ya Resulullah, Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır” demiştir.
Olayla ilgili Şii kaynaklarına göre Allah Cevşen-i Kebiri dünyayı yaratmadan 50 bin yıl önce arşa yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünyada her türlü beladan, afet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebir ile Allah'a münacatta bulunan kimseye, Bedir şehitleri derecesinde 900 bin şehit sevabı verilir. Bu duayı kefeninin üzerine yazan mümin ise azap görmez.
Onu okuyan kimse, dört semavi kitabı okumuş gibi olur, her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir, ayrıca insan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır, asla Cehenneme girmez. Cebrail, Hz. Peygamberden duayı kâfirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere talim etmesini istemiştir. Kefenlere de yazılmış, Cevşen-i Kebir özellikle Şii dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır Cevşenin Şii dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt tarikiyle rivayet edilmiş olmasının yanında, faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur.
Uydurma Cevşene Reddiye;
1- Efendimiz'e vah yen gelmiş kendisi Arapça, ismi Farsça olan cevşen dışında başka hiç bir metin yoktur.
2- Peygamber Efendimiz Uhud'da zırhını çıkarmamıştır aksine üzerinde iki zırh birden giymiştir. Peygamber Efendimiz daha sonraki savaşlarda da zırh giymiştir hatta Mekke’nin fethinde şehrin içine bile başından miğferi olduğu halde girmiştir;
...Enes b. Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) fetih yılında Mekke'ye başında miğferle girmiş...
(Buhari, cezaü's-sayd 18, cihad 169, el-Meğazi 47 libas 17; Müslim, hac 450; Tirmizi, cihad 18; Nesai, menasık 107; ibn Mace, cihad 8; Darimi, menasık 88; siyer 20; Mu-vatta', hac 247; Ahmed b. Hanbel, III, 109, 163, 180, 186, 224, 231, 232, 240.)
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Uhud günü (üst üste giyilmiş) iki zırhdan (destek) gördü."
[Ebu Davud, Cihad 75, (2590); İbnu Mace, Cihad 18, (2806).Zevaid'de şöyle denilmiştir: Bu hadisin isnadı, Buhari'nin şartı üzere sahihtir]
Rasulullah'ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur. Bilakis, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu sabittir:
"Bir Peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Teala hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz."
Hadisin tahrici: İbni Hişam, 2/63, 66; İbn İshak'tan, o da Zühri ve bir başkası yoluyla mürsel olarak rivayet etmiştir.
Hadisin tamamını ve bir benzerini Ahmed b. Hanbel (3/351) de rivayet etmiştir.
Darimi (2/129, 130) ise mevsul olarak İbni Zübeyr yoluyla Cabir'den aktarmıştır, ravileri sikadır.
Bu hadisin İbn Abbas'tan rivayet edilen şahidini ise Hakim (2/128, 129, 296, 297) ve Ahmed b. Hanbel (290) rivayet etmişlerdir. Hakim isnadı sahih görmüş
Üstelik Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber'e zırhını çıkarmasını değil, çıkarmamasını emretmiştir. Uhud savaşından sonra gerçekleşen Hendek Harbi'nde kafirlerin dağıldığı gecenin sabahı Müslümanlar Medine'ye dönüp silahlarını bıraktıkları sırada, Cebrail, Rasulullah'a gelmiş ve "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler, henüz silahı bırakmadılar. Allah Teala, sana Beni Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onlara gidiyorum." demişti. (Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 6/3886. Muslim, Cihad ve's-Siyer, 22/65; 23/69.)
Yine aynı savaşta Rasulullah'ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. (Buhari, Megazi, 26/113; Muslim, Cihad, 37/101)
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: "Biz ona (Davut'a), sizin için, sizi savaşın şiddetinden korumak için, giyecek (zırh) yapma sanatını da öğretmiştik. Şimdi siz, şükreden kimseler misiniz?" (Enbiya, 21 / 80.)
Katade (R.a) Hazretleri der ki: "İlk zırh yapan kimse, Davud (a.s.)'dur. Çünkü, zırhın yapıldığı o malzeme, daha evvel geniş levhalar halindeydi. Binaenaleyh, onu delip de ören ve böylece bedene giyilecek hale getiren ilk kişi, odur."
(...) ("Sizi savaşın şiddetinden korumak için"in) manası, "Sizi yaralanmaktan, öldürülmekten, kılıçtan, oktan, mızraktan korusun diye..." demektir. (...) Allah, "Şimdi siz, şükredenler misiniz?" buyurmuştur. Yani, "Bu sanatı size muyesser kılmasından ötürü, Allah'a şükrediniz..." demektir. (Razi, Tefsir-i Kebir, 16/193-194.)
Bu zırh çıkarma uydurması, hem Hz. Davud (a.s.)'a bir küfran-ı nimet, hem de Allah'a şükredilmesi gereken bir konunun Hz. Peygamber için iptal edilmesi anlamına da gelmektedir.
3- Cevşen'in Sünni kaynaklarda bulunmaması, Şiiler'ce muteber kabul edilen Kutub-ul Erbaa'da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir.
Cevşen ile ilgili rivayetlerin, hadis usulünde kabul edilen rivayet usulleri ve özellikle hadisin kabulünü gerektiren mütevatir, sahih, hasen kategorileri içerisinde olmaması, Cevşen'in sıhhati hakkında epeyce ipucu vermiştir. Üstelik bunun Musa el-Kazım - Ca'fer es-Sadık - Muhammed el-Bakır - Zeynelabidin - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikıyle Hz. Peygamber'e isnad edilmesi, yani hep Şia'nın sahip çıktığı şahsiyetler yoluyla intikali, Sünni alimlerin ve toplumunun bu rivayeti göz ardı etme neticesine götürmüştür.
Cevşen'in mana ve muhtevası ne kadar güzel ve müsbet olduğu varsayılsa bile İlim erbabı Sünnilerce mevzunun sened tenkidi açısından yapılan değerlendirmeye itibar edilmektedir. Öyle de olmalıdır. Hadis usulü ilim dalı boşuna oluşmamıştır. Metni güzel diye tüm uydurma hadisleri sahihlersek ortalıkta uydurma ve zayıf hadis bırakmayız.
Altının değerini sarrafı bilir misali Hadisin değerini (sahihliğini) de hadis usulü ilmine vakıf alimler bilir. Hiçbir hadis usulü alimi cevşen hakkındaki bahsedilen metne sahih diyememişlerdir.
4- Cevşen fazileti diye yazan;
“Cevşen'i okuyan dört semavi kitabı okumuş gibi olur",
"Bunu okuyan asla Cehennem'e girmez" ,
"Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı görmez" ,
"Her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir"
"Cebrail, Hz. Peygamberden duayı kafirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere talim et"
gibi İslam Akaidine tamamen taban tabana zıt olan akıl almaz hurafelere inanmak mümkün değildir , Kur-an'ı Kerimi ezberlese dahi kafire hiç bir faydası olmaz iken cevşenin kafire ne faydası olur, bu saçmalıklar hem Hz Cebrail'e hem Peygamber Efendimize atılan iftiradan başka bişey değildir.
5- Madem bu dua Peygamber Efendimizi koruyacaktı da Efendimiz, Uhud harbinde niye yaralandı?
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Uhud günü: "Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah'ın öfkesi arttı" dedi ve (kırılan) dişine işaret etti. Ve ilave etti: "Allah'ın gadabı, Resulullah'ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah'ın öfkesi şiddetlendi." [Buhari, Megazi 24; Müslim, Cihad 106, (1793).]
Hani bu dua zırhtan daha iyiydi?
Bu savaştan sonraki savaşlarda niye yaralanmalar oldu?
Peygamber Efendimiz mübarek dişini niye yitirdi?
70 kadar sahabi neden şehit oldu?
Ters köşeye yatan Cevşen savunucuları bu seferde Cevşenin Uhud savaşının sonunda indiğini iddia ediyor, Sahabe Efendilerimiz, Tabiin ve daha sonraki Müslümanlar çok sayıda savaşlar yapmış bir çok yer fethedilmiş bu savaşlarda çok sayıda Müslüman şehit olmuş ve yaralanmıştır, bu durumda Sahabelerin Cevşenden haberi yokmuyduki çok sayıda Sabehe Efendimiz şehit oldu ve yaralandı! Ne önceki ne sonraki savaşlarda Sahabe Efendilerimizin cevşen takdığı yada okuduğu ne duyulmuş ne görülmüştür ayrıca sonraki savaşlarda da Müslümanlar zırh giymiştir.
6- O halde bu hadis nerede geçiyor diye araştırdığımızda şu sonuca varırız ki, bu olay ehl-i sünnetin ne birinci derece hadis kitaplarında, ne de ikinci derece hadis kitaplarında geçmemektedir. Peki bu uydurma şey bize nasıl ulaştı diye bakarsak şu sonuca varırız ki cevşen bir şia uydurmasıdır.
Said Nursi ve Cevşen
Batıl mezheplerini desteklemek her yolu mubah sayan şii'lerin uydurduğu binlerce hadis'den biri olan Cevşen adlı duaya Said Nursi inanmış,okumuş ondan ders aldığını söylemiş ve kendisini şefaatçi kılmıştır. Başka bir şia uydurması olan ve Hz Ali'ye nisbet edilen Celcelutiyye adlı kitabada inanan Said Nursi kendisinin ve risalei nurun bu kitapta müjdelendiğini iddia etmiştir. Said-i Nursi'nin risalelerinin onlarca yerinde Cevşen'in faziletine dair yazdığı abartılı sözlerin de hiç bir şer'i kaynağı yoktur. "Onun kalbine ilham olundu da öyle yazdı" diyenlere diyoruz ki, "kalbe gelen ilhamlar ile eser yazmak muteber değildir. Başkaları da çıkıp 'Bizim kalplerimize de şu şekilde ilham olundu.' derse ve başka bir görüş savunursa ne olacak?"
İslam dininin dört kaynağı vardır. Her alim, her hususu bu dört temele dayanarak izah etmek ZORUNDADIR. Sorulduğunda bu dört kaynak ile ilmi delil getiremeyen alimin iddiası/izahı batıldır. Şer'an bağlayıcı değildir.
Bu kaynaklar;
- Kur'an
- Sünnet
- Ümmetin İcması/ittifakı
- Kıyas'tır...
En büyük evliyaullah, en büyük kutuplar hatta her devirde bir tane olan kutbul aktab bile, her sözünü şeriatin dört kaynağı ile desteklemek ve bu şekilde şer'i delillerini getirmek zorundadır. Onlar dahi dört hak mezhepten birine tabi olmak zorundadır ve hep olmuşlardır.
Kimsenin rüyası ve kalbine geldiği iddia edilen ilhamı hiç bir başka mü'mine şer'i delil değildir. Muteber rüyalar, muteber keşf ve ilhamlar da sadece kişinin kendine delildir.
O halde yüz de doksanı kalbe geldiği iddia edilen ilhamlara dayanan Risale-i Nur'un hiç bir ilmi bağlayıcılığı ve itibarı yoktur. Zaten yazarın risalelerinde yalan yazdığı da biraz ilim sahibi olup da bunları inceleyen gözlerin önünde bariz bir şekilde durmaktadır.
Bir müslümanın karşısına bir başka müslüman çıkıp da "Bu ilmi konuda ben rüyamda şu şekilde bir işaret gördüm" dese, yada "Bu ilmi konuda Allahü Teala doğrusunu benim kalbime ilham etti." dese o kimseye inanmamanın, onun rüyası ve ilhamı ile hareket etmemenin İslam şeriatinde hiç bir vebali yoktur. Böyle bir durumda görülen rüyanın ve alınan ilhamın şeriatin dört kaynağına uyup uymadığına bakılır. Kişi bunlarla kendisi amel eder. Ama isabet eder ama edemez. Başka biri bunları kaale almak zorunda değildir. Zira kimse kimsenin kalbini ve rüyasını bilemez. Buna gücü yetmez. Gücü yetmediğinden de mesul tutulmaz. Kim nasıl bilebilir bu iddiadaki kişinin kalbine gerçekten ilham gelip gelmediğini? Gelse bile bu ilhamın veya gördüğü bu rüyanın Rabbani mi yoksa Şeytani mi olduğunu da kim nasıl bilebilir?
***
Hüseyin Avni Hoca'nın Cevşen hakkında beyanı;
"Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Cevşen ile alakalı olarak bir rivayet bilinmemektedir. Bunun ancak Şia kaynaklarında geçtiği söylenmektedir. İmam Ğazali'ye nisbet edilmesi, Ona yapılan bir iftiradır; isbat edilmemiştir ve edilemeyecektir. Cevşen'in, Ehl-i Sünnet tasavvufunun yüz küsür sene evvelki dönemdeki büyüklerinden birine aid bir eserde yer almış olması ise sadece itimada dayanan bir zühul(yanılgı) olup, O zatın(A.Ziyauuddin hz) bi hakkın büyüklüğüne zarar vermez. İşin rivayet açısından sabit olmamasını, akla ve müşahadeye de ters düşmesi dahi teyid etmektedir. Zira günümüzdeki eşkıyanın, boynunda cevşen asılı olan nicelerini öldürdüğü, nice cevşenli cesedlerin yerde yattığı görülmektedir. Üstelik böyle bir kıyak, Cebrail tarafından Nebi sallallahu aleyhi ve selem'e ve arkadaşlarına bile yapılmamıştır. Onların, ‘zırhı çıkarmak' yerine ‘zırhı giymek'le emredilmeleri ve hep zırh giymeleri akıllıları düşündürmelidir."
***
Risalei Nur savunucusu F.Gülen'de cevşenin şii kaynaklı olduğunu söylemektedir:(M. F.Gülen, Prizma I, Nil Yayınları, İzmir 2002, 119-120.)
***
Sonuç:
Said-i Nursi'nin risalelerinin onlarca yerinde geçen Cevşenin hiç bir şer'i kaynağı yoktur Cevşen bir şia uydurmasıdır.
Cevşen Duası Nedir?
Diyalogcuların bir sembol haline getirdiği, Vatikan Katolik Kilisesi temsilcisi George Marovich’in (diyalog toplantılarında gördüğümüz kadarıyla) dilinden düşmeyen cevşen’in dinimizdeki yeri nedir sorusuna cevap arayalım.
Diyanet Ansiklopedisinin Cevşen maddesinde özetle diyor ki:
Farsça asıllı olduğu kabul edilen cevşen kelimesi sözlükte, “zırh, savaş elbisesi” anlamınagelmektedir. Terim olarak Şii kaynaklarında Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygambere isnat edilip, Cevşen-i Kebir ve Cevşen-i Sağır denilen iki duanın ortak adıdır. (s.462-464)
Cevşen-i Kebir: Anlatıldığına göre Asr-ı saadette cereyan eden savaşların birinde (bir rivayette Uhud’da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada, Hz.Peygamber ellerini açarak Allah’a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve, “Ya Resulullah, Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır” demiştir.
Olayla ilgili Şii kaynaklarına göre Allah Cevşen-i Kebiri dünyayı yaratmadan 50 bin yıl önce arşa yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünyada her türlü beladan, afet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebir ile Allah’a münacatta bulunan kimseye, Bedir şehidleri derecesinde 900 bin şehid sevabı verilir. Bu duayı kefeninin üzerine yazan mümin ise azap görmez.
Onu okuyan kimse, dört semavi kitabı okumuş gibi olur, her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir, ayrıca insan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır, asla Cehenneme girmez. Cebrail, Hz.Peygamberden duayı kâfirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere tâlim etmesini istemiştir. Kefenlere de yazılmış, Cevşen-i Kebir özellikle Şii dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır Cevşenin Şii dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt tarikiyle rivâyet edilmiş olmasının yanında, faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur.
Dua, Şia bölgelerinde özel matbaalarca kefen üzerine yazılmakta ve cenazenin kefenlenmesinde kullanılmaktadır.Cevşen-i Kebir Türkiye’deki bazı Sünni müslümanlar arasında da ilgiyle karşılanmıştır.Duayı, A. Z. Gümüşhanevi, tarikatla ilgili Mecmuatül-ahzab adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risale-i Nur cemaati tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır. Ayrıca Şii kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır.
Cevşen-i Kebir diye bilinen ve Musa el-Kazımdan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygambere nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen, yaklaşık 15 sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir. Zira bu metin, bilinen bir olayı, bir kıssayı veya tarihi bir vakayı anlatan,hafızada tutulması kolay metinlerden farklı olarak, her kelime ve cümlesinin büyük bir titizlikle raptedilip tekrarlanması, Hz. Peygamberden alınıp rivayet edilmesi imkansız denecek kadar güçtür.
Duanın Sünni hadis mecmualarında yer almaması, ayrıca Şii hadis külliyatının ana kaynağı durumundaki Kütüb-i erbeada da bulunmaması, sadece dua mecmuaları gibi ikinci derecede kitaplarda mevcut olması da bu görüşü desteklemektedir.
Sonuç:
Cevşen, Kaynaksız Mesnetsiz Şii Duasıdır.Fazileti hakkında söylenenler uydurmadır.
***
Said-i Nursi'nin risalelerinin onlarca yerinde Cevşen'in faziletine dair yazdığı abartılı sözlerin de hiç bir şer'i kaynağı yoktur. "Onun kalbine ilham olundu da öyle yazdı" diyenlere diyoruz ki, "kalbe gelen ilhamlar ile eser yazmak muteber değildir. Başkaları da çıkıp 'Bizim kalplerimize de şu şekilde ilham olundu.' derse ve başka bir görüş savunursa ne olacak?"
İslam dininin dört kaynağı vardır. Her alim, her hususu bu dört temele dayanarak izah etmek ZORUNDADIR. Sorulduğunda bu dört kaynak ile ilmi delil getiremeyen alimin iddiası/izahı batıldır. Şer'an bağlayıcı değildir.
Bu kaynaklar;
- Kur'an
- Sünnet
- Ümmetin İcması/ittifakı
- Kıyas'tır...
En büyük evliyaullah, en büyük kutuplar hatta her devirde bir tane olan kutbul aktab bile, her sözünü şeriatin dört kaynağı ile desteklemek ve bu şekilde şer'i delillerini getirmek zorundadır. Onlar dahi dört hak mezhepten birine tabi olmak zorundadır ve hep olmuşlardır.
Kimsenin rüyası ve kalbine geldiği iddia edilen ilhamı hiç bir başka mü'mine şer'i delil değildir. Muteber rüyalar, muteber keşf ve ilhamlar da sadece kişinin kendine delildir.
O halde yüz de doksanı kalbe geldiği iddia edilen ilhamlara dayanan Risale-i Nur'un hiç bir ilmi bağlayıcılığı ve itibarı yoktur. Zaten yazarın risalelerinde yalan yazdığı da biraz ilim sahibi olup da bunları inceleyen gözlerin önünde bariz bir şekilde durmaktadır.
Bir müslümanın karşısına bir başka müslüman çıkıp da "Bu ilmi konuda ben rüyamda şu şekilde bir işaret gördüm" dese, yada "Bu ilmi konuda Allahü Teala doğrusunu benim kalbime ilham etti." dese o kimseye inanmamanın, onun rüyası ve ilhamı ile hareket etmemenin İslam şeriatinde hiç bir vebali yoktur. Böyle bir durumda görülen rüyanın ve alınan ilhamın şeriatin dört kaynağına uyup uymadığına bakılır. Kişi bunlarla kendisi amel eder. Ama isabet eder ama edemez. Başka biri bunları kaale almak zorunda değildir. Zira kimse kimsenin kalbini ve rüyasını bilemez. Buna gücü yetmez. Gücü yetmediğinden de mesul tutulmaz. Kim nasıl bilebilir bu iddiadaki kişinin kalbine gerçekten ilham gelip gelmediğini? Gelse bile bu ilhamın veya gördüğü bu rüyanın Rabbani mi yoksa Şeytani mi olduğunu da kim nasıl bilebilir?
Kaynak:
http://gercekcevsen.blogspot.com
Cevşen bir Şia Uydurmasıdır
Cevşen Nedir Faziletleri Nelerdir?
Cevşen, "örme zırh" anlamında Fars'ça bir isimdir. Cevşen-i Kebir ise, büyük zırh demektir.
Anlatıldığına göre Asr-ı saadette cereyan eden savaşların birinde (bir rivayette Uhud'da) muharebenin kızıştığı ve üzerindeki zırhın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada, Hz. Peygamber ellerini açarak Allah'a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve, “Ya Resulullah, Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır” demiştir.
Olayla ilgili Şii kaynaklarına göre Allah Cevşen-i Kebiri dünyayı yaratmadan 50 bin yıl önce arşa yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünyada her türlü beladan, afet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebir ile Allah'a münacatta bulunan kimseye, Bedir şehitleri derecesinde 900 bin şehit sevabı verilir. Bu duayı kefeninin üzerine yazan mümin ise azap görmez.
Onu okuyan kimse, dört semavi kitabı okumuş gibi olur, her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir, ayrıca insan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır, asla Cehenneme girmez. Cebrail, Hz. Peygamberden duayı kâfirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere talim etmesini istemiştir. Kefenlere de yazılmış, Cevşen-i Kebir özellikle Şii dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır Cevşenin Şii dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt tarikiyle rivayet edilmiş olmasının yanında, faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur.
Uydurma Cevşene Reddiye;
1- Efendimiz'e vah yen gelmiş kendisi Arapça, ismi Farsça olan cevşen dışında başka hiç bir metin yoktur.
2- Peygamber Efendimiz Uhud'da zırhını çıkarmamıştır aksine üzerinde iki zırh birden giymiştir. Peygamber Efendimiz daha sonraki savaşlarda da zırh giymiştir hatta Mekke’nin fethinde şehrin içine bile başından miğferi olduğu halde girmiştir;
...Enes b. Malik'den (rivayet olunduğuna göre) Rasûlullah (s.a.) fetih yılında Mekke'ye başında miğferle girmiş...
(Buhari, cezaü's-sayd 18, cihad 169, el-Meğazi 47 libas 17; Müslim, hac 450; Tirmizi, cihad 18; Nesai, menasık 107; ibn Mace, cihad 8; Darimi, menasık 88; siyer 20; Mu-vatta', hac 247; Ahmed b. Hanbel, III, 109, 163, 180, 186, 224, 231, 232, 240.)
"Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Uhud günü (üst üste giyilmiş) iki zırhdan (destek) gördü."
[Ebu Davud, Cihad 75, (2590); İbnu Mace, Cihad 18, (2806).Zevaid'de şöyle denilmiştir: Bu hadisin isnadı, Buhari'nin şartı üzere sahihtir]
Rasulullah'ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur. Bilakis, Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğu sabittir:
"Bir Peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Teala hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz."
Hadisin tahrici: İbni Hişam, 2/63, 66; İbn İshak'tan, o da Zühri ve bir başkası yoluyla mürsel olarak rivayet etmiştir.
Hadisin tamamını ve bir benzerini Ahmed b. Hanbel (3/351) de rivayet etmiştir.
Darimi (2/129, 130) ise mevsul olarak İbni Zübeyr yoluyla Cabir'den aktarmıştır, ravileri sikadır.
Bu hadisin İbn Abbas'tan rivayet edilen şahidini ise Hakim (2/128, 129, 296, 297) ve Ahmed b. Hanbel (290) rivayet etmişlerdir. Hakim isnadı sahih görmüş
Üstelik Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber'e zırhını çıkarmasını değil, çıkarmamasını emretmiştir. Uhud savaşından sonra gerçekleşen Hendek Harbi'nde kafirlerin dağıldığı gecenin sabahı Müslümanlar Medine'ye dönüp silahlarını bıraktıkları sırada, Cebrail, Rasulullah'a gelmiş ve "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler, henüz silahı bırakmadılar. Allah Teala, sana Beni Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onlara gidiyorum." demişti. (Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 6/3886. Muslim, Cihad ve's-Siyer, 22/65; 23/69.)
Yine aynı savaşta Rasulullah'ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. (Buhari, Megazi, 26/113; Muslim, Cihad, 37/101)
Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: "Biz ona (Davut'a), sizin için, sizi savaşın şiddetinden korumak için, giyecek (zırh) yapma sanatını da öğretmiştik. Şimdi siz, şükreden kimseler misiniz?" (Enbiya, 21 / 80.)
Katade (R.a) Hazretleri der ki: "İlk zırh yapan kimse, Davud (a.s.)'dur. Çünkü, zırhın yapıldığı o malzeme, daha evvel geniş levhalar halindeydi. Binaenaleyh, onu delip de ören ve böylece bedene giyilecek hale getiren ilk kişi, odur."
(...) ("Sizi savaşın şiddetinden korumak için"in) manası, "Sizi yaralanmaktan, öldürülmekten, kılıçtan, oktan, mızraktan korusun diye..." demektir. (...) Allah, "Şimdi siz, şükredenler misiniz?" buyurmuştur. Yani, "Bu sanatı size muyesser kılmasından ötürü, Allah'a şükrediniz..." demektir. (Razi, Tefsir-i Kebir, 16/193-194.)
Bu zırh çıkarma uydurması, hem Hz. Davud (a.s.)'a bir küfran-ı nimet, hem de Allah'a şükredilmesi gereken bir konunun Hz. Peygamber için iptal edilmesi anlamına da gelmektedir.
3- Cevşen'in Sünni kaynaklarda bulunmaması, Şiiler'ce muteber kabul edilen Kutub-ul Erbaa'da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir.
Cevşen ile ilgili rivayetlerin, hadis usulünde kabul edilen rivayet usulleri ve özellikle hadisin kabulünü gerektiren mütevatir, sahih, hasen kategorileri içerisinde olmaması, Cevşen'in sıhhati hakkında epeyce ipucu vermiştir. Üstelik bunun Musa el-Kazım - Ca'fer es-Sadık - Muhammed el-Bakır - Zeynelabidin - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarikıyle Hz. Peygamber'e isnad edilmesi, yani hep Şia'nın sahip çıktığı şahsiyetler yoluyla intikali, Sünni alimlerin ve toplumunun bu rivayeti göz ardı etme neticesine götürmüştür.
Cevşen'in mana ve muhtevası ne kadar güzel ve müsbet olduğu varsayılsa bile İlim erbabı Sünnilerce mevzunun sened tenkidi açısından yapılan değerlendirmeye itibar edilmektedir. Öyle de olmalıdır. Hadis usulü ilim dalı boşuna oluşmamıştır. Metni güzel diye tüm uydurma hadisleri sahihlersek ortalıkta uydurma ve zayıf hadis bırakmayız.
Altının değerini sarrafı bilir misali Hadisin değerini (sahihliğini) de hadis usulü ilmine vakıf alimler bilir. Hiçbir hadis usulü alimi cevşen hakkındaki bahsedilen metne sahih diyememişlerdir.
4- Cevşen fazileti diye yazan;
“Cevşen'i okuyan dört semavi kitabı okumuş gibi olur",
"Bunu okuyan asla Cehennem'e girmez" ,
"Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı görmez" ,
"Her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir"
"Cebrail, Hz. Peygamberden duayı kafirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere talim et"
gibi İslam Akaidine tamamen taban tabana zıt olan akıl almaz hurafelere inanmak mümkün değildir , Kur-an'ı Kerimi ezberlese dahi kafire hiç bir faydası olmaz iken cevşenin kafire ne faydası olur, bu saçmalıklar hem Hz Cebrail'e hem Peygamber Efendimize atılan iftiradan başka bişey değildir.
5- Madem bu dua Peygamber Efendimizi koruyacaktı da Efendimiz, Uhud harbinde niye yaralandı?
Hz. Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalatu vesselam) Uhud günü: "Peygamberine böyle yapan bir kavme Allah'ın öfkesi arttı" dedi ve (kırılan) dişine işaret etti. Ve ilave etti: "Allah'ın gadabı, Resulullah'ın Allah yolunda öldürdüğü kişiye de Allah'ın öfkesi şiddetlendi." [Buhari, Megazi 24; Müslim, Cihad 106, (1793).]
Hani bu dua zırhtan daha iyiydi?
Bu savaştan sonraki savaşlarda niye yaralanmalar oldu?
Peygamber Efendimiz mübarek dişini niye yitirdi?
70 kadar sahabi neden şehit oldu?
Ters köşeye yatan Cevşen savunucuları bu seferde Cevşenin Uhud savaşının sonunda indiğini iddia ediyor, Sahabe Efendilerimiz, Tabiin ve daha sonraki Müslümanlar çok sayıda savaşlar yapmış bir çok yer fethedilmiş bu savaşlarda çok sayıda Müslüman şehit olmuş ve yaralanmıştır, bu durumda Sahabelerin Cevşenden haberi yokmuyduki çok sayıda Sabehe Efendimiz şehit oldu ve yaralandı! Ne önceki ne sonraki savaşlarda Sahabe Efendilerimizin cevşen takdığı yada okuduğu ne duyulmuş ne görülmüştür ayrıca sonraki savaşlarda da Müslümanlar zırh giymiştir.
6- O halde bu hadis nerede geçiyor diye araştırdığımızda şu sonuca varırız ki, bu olay ehl-i sünnetin ne birinci derece hadis kitaplarında, ne de ikinci derece hadis kitaplarında geçmemektedir. Peki bu uydurma şey bize nasıl ulaştı diye bakarsak şu sonuca varırız ki cevşen bir şia uydurmasıdır.
Cevşen ile Alâkalı rivayetin aslı varmıdır ?
Soru: Cevşen ile Alâkalı rivayetin aslı varmıdır ve söylendiği gibi insana koruma sağlarmı ?
Cevap:
Ehl-i Sünnet kaynaklarında, Cevşen ile alakalı olarak bir rivâyet bilinmemektedir. Bunun ancak Şia kaynaklarında geçtiği söylenmektedir. İmam Ğazâlî’ye nisbet edilmesi, Ona yapılan bir iftirâdır; isbât edilmemiştir ve edilemeyecektir. Cevşen’in, Ehl-i Sünnet tasavvufunun yüz küsür sene evvelki dönemdeki büyüklerinden birine âid bir eserde yer almış olması ise sadece îtimada dayanan bir zühûl(yanılgı) olup, O zatın bi hakkın büyüklüğüne zarar vermez. İşin rivâyet açısından sâbit olmamasını, akla ve müşâhadeye de ters düşmesi dahi teyid etmektedir. Zira günümüzdeki eşkıyânın, boynunda cevşen asılı olan nicelerini öldürdüğü, nice cevşenli cesedlerin yerde yattığı görülmektedir. Üstelik böyle bir kıyak, Cebrâil tarafından Nebi sallallahu aleyhi ve selem’e ve arkadaşlarına bile yapılmamıştır. Onların, ‘zırhı çıkarmak’ yerine ‘zırhı giymek’le emredilmeleri ve hep zırh giymeleri akıllıları düşündürmelidir.
Hüseyin Avni
Said-i Nursi(Said Okur)'nin Cevşen'in faziletine dair söylediği yazdığı
sözler hiç bir kaynağı olmayan uydurma bilgilerdir
Said Nursî ve şakird’leri, Cevşenü’l-Kebîr veya Cevşenü’l-Sagîr’i tanıtırken, “Hazreti Peygamber Salla’llâhu Aleyhi ve sellem’e Cebrail Aleyhisselâm’ın vahiy ile getirdiği ve zırh’ı çıkar bunu oku dediği ve binbir Esmâ-i İlâhiye sarîhan ve zımnen işaret eden gâyet yüksek ve çok kıymettâr bir müncaat-ı Peygamberî’dir ki, Zeyne’l-Âbidîn (R.A.)’den tevâtürle rivâyet edilmiştir,” diyorlar.
Yukarıdaki ta’rif, “Allah tarafından bir melek (Cibril-ü Emîn) tarafından indirilen ve Peygamber’e okunan, “Vahy-i Metlû” (tilâvet olunan, okunan vahiy) ki, bu doğrudan Kur’ân’ın ta’rifidir. Yalnız bir şeyin tam ta’rifi, o şeyin “Efrâdını Câmi, Ağyarını Mâni,” olmalıdır. Nitekim, onu da tamamlıyorlar, “Zeyne’l-âbidîn tarafından tevâtürle rivâyet edilmiştir.” İşte, Kur’ân’ın tam ta’rifi... Ne var ki, Said Nursî ve şakird’ler, İslâmî ilimlere en azından bir mızraklı ilmihâl seviyesinde sahip olmadıklarından asgarî bir hadis usûlünde çakmışlardır. İslâmî ilimlere birazcık vukuf kesbedenler bilirler ki, tek bir kişinin rivâyet ettiği, tevâtür, meşhûr olmaz, ancak Haber-i Vâhid olur. Haber-i Vâhid ile rivayet edilenler, başka delillerle te’yid edilmemiş ise dâima şüpheyle karşılanır.
Kaldı ki, bütün Hadis Külliyatı arasında, “Hadis-i Cibrîl” gibi tevâtürle sabit olan hadis sayısı pek azdır, güvenilir kaynaklar, tevâtürle sâbit olan hadis sayısını 19 adet olarak vermişlerdir.
Tevâtürle sabit olan Hadis-i Şerif’leri inkâr etmek de tıpkı, “Vahy-i Metlû” olan, Âyet-i Kerimeleri inkâr etmek gibi küfrü muciptir.
Hâşâ! Sümme Hâşâ! Said Nursî ve şakird’lerin ifade ettikleri gibi, Cevşenü’l-Kebîr ta’rif ettikleri gibi, Cebrail Aleyhisselâm tarafından getirilmiş ve tevâtürle rivâyet edilmiş olsaydı, elbette Kur’ân’dan bir âyet-i Kerime olurdu.
Kur’ân-ı Kerim’deki âyet’lerden herhangi birisini âyet saymamak, hükmünü inkâr etmek nasıl küfür ise, Kur’ân’da olmayan, âyet niteliği taşımayan herhangi bir metni kutsallaştırmak, ona âyet hüküm vermek de küfürdür.
“Şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir Resûlün sözüdür.” (Resûl, elçi, Peygamber veya Cebrail vasıtasıyla tebliğ edildiğinden, “söz” Resûle (elçiye) nisbet edilmiştir.)
“Ve o, bir şâir sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz?” “Bir kâhin sözü de değildir (o), ne de az düşünüyorsunuz!” “O, âlemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” “Eğer (Peygamber) bize atfen ba’zı sözler uydurmuş olsaydı.” “Elbette Onu kıskıvrak yakalardık.” “Sonra onun can damarını koparırdık.” (Onu yaşatmazdık) “Hiç biriniz buna mâni olamazdınız.” “Doğrusu o (Kur’ân) takvâ sahipleri için bir nasîhattir (öğüttür)..” (Hâkka Sûresi 69/40-48)...
Doğrudan vahy’e muhatap, Peygamber hakkında, “Allah tarafından vahyedilmediği halde, kendiliğinden tek bir kelime bile uydurmuş olsaydı, onu kıskıvrak yakalar, can damarını koparır hayatına son verirdik” buyuruyor.
İYİ DE BU CEVŞEN NEME NE BİR ŞEYDİR?
Cevşen, Farsça asıllı olduğu kabul edilen Cevşen kelimesi sözcükte “bir tür zırh, savaş elbisesi” anlamına gelmektedir. Şîa kaynaklarınca, İmam Mûsâ el-Kâzım’dan i’tibâren, imamlar tarıkiyle Haz.Peygamber’e nisbet edilen yaklaşık 15 sahifelik bir metindir ki, bu metnin özeti, Said Nursî ve şakird’lerin de iddia ettiği gibi, “Uhud Muharebesinin kızıştığı ve üzerindeki zırh’ın kendisini fazlasıyla sıktığı bir sırada Haz.Peygamber, ellerini açarak Allah’a du’a etmiş, bunun üzerine sema’nın kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve “Ey Muhammed! Rabb’in sana selâm ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu du’ayı okumanı istiyor. Bu du’a hem sana hem de ümmetine zırh’tan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.” demiştir.
Cevşen’le alakalı olarak, ehl-i Sünnet kaynaklarında, Ehl-i Sünnet’in Hadis Külliyatında, en sahih Hadis Külliyatı olarak kabul edilen, Altı Hadis Külliyatında (Kütüb-ü Sitte), herhangi bir rivâyet bulunmadığı gibi, genellikle mevzu kabul edilen, 19. asrın sonlarında ve 20. asrın başlarında yazılan, tergîp ve terhîp için (teşvik ve korkutmak için) yazılan me’vize kitaplarında bile (Ruviye), kimin rivayet ettiği, kimden rivâyet edildiği belli olmayan (rivâyet olunmuştur) tarzında yazılan kitaplarda bile bulunmayan, tamâmen bir Şîa palavrasıdır.
Ayrıca, Cevşen adıyla bir du’â’nın hiçbir ehl-i Sünnet kaynağında bulunmamasının yanında, Şiî hadis Külliyatının ana kaynağı kabul edilen, Kütüb-ü Erbaa’da da bulunmaması, sadece du’a mecmuaları gibi ikinci dereceden Şiî kaynaklarda mevcut olması da şâyan-ı dikkattir.
Kaldı ki, bizzat Said Nursî’nin kendisinin, Cevşen-i Kebir’in faziletleri ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkında şüpheye düşen bir zata vermiş olduğu cevapta, genel olarak du’â’nın muhtevâsının güzelliğinden bahseder, fakat metnin kaynağı ve Hazreti Peygamber’e nisbeti hakkındaki suallere cevap verememiştir.
Diğer yandan, Cevşen-i Kebîr’in faziletiyle alakalı olarak nakledilenlere gelince, Allah’ın insanlara verdiği imkân ve kabiliyetler, ona bahşettiği haklar, yüklediği vazifeler karşısında, sadece bir du’a okumakla dünya ve âhiretteki bütün şerlerden (kötülüklerden) korunup saadete ermesi, İslâmiyet açısından, hattâ ve hattâ, bütün bâtıl inançlar açısından asla mümkün değildir. Ayrıca, her bölümünde sadece tevhidi vurgulayan ve yoğun kudsî duygularla örülmüş bulunan bir du’â’nın iman etmeyen, hele hele teslis akîdesine sâhip, müşrik Hıristiyanlar için ne anlamı vardır. (Teslis umdesine sahip, müşrik Hıristiyanlardan ba’zıları, ceplerinde Cevşen taşıdıklarını ve Cevşen okuduklarını açıklamışlardı.)
Yine Şîa palavralarına göre, Cebrail Aleyhisselâm Haz.Peygamber’den bu du’a’yı kâfirlere öğretmemesini, sadece mü’min ve takva sahibi kişilere (Said Nursi ve şakird’leri olmalıdır), ta’lim etmesini istemiştir. Fe Süphâne’l-Allah! Bu du’a, mü’min-kâfir herkesin kolayca vakıf olabileceği bir açıklıkta literatüre girmiştir. Böyle olunca, mü’minler ve takvâ sahibi olanların dışında kalan insanlar’dan gizli tutulması ne mümkün...
Bu du’â’ların muhtevası bakımından bir şeyler söylemek mümkün de değil, doğru da olmaz. Zirâ du’a’lardan herbiri Allah’ın isim ve sıfatlarından 10 tanesini ihtivâ eden uzunca du’a’lardır.
Müşkül olan, bu metinlere kudsiyet izafe edilmesi, bu du’â’lara çok büyük faziletler yüklenmesi, bu du’â’lar sâyesinde dünya’da ve âhirette çok büyük sıkıntılardan kurtuluş’a erişilmesi inancıdır. “Hazreti Cibril’in, Hazreti Peygamber’e Cevşen du’â’sının önemi ve faziletleri hakkında geniş bilgi verdiği kaydedilir. Buna göre, Allah, Cevşen-i Kebîr’i dünya’yı yaratmadan 50.000 yıl önce arş’ın direkleri üzerine yazmıştır. Bu du’â’yı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünya’da her türlü belâ’dan, âfet, hastalık, yangın ve soygunlardan korunduğu gibi Allah ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebîr ile Allah’a münacatta bulunan kimseye Bedir şehid’leri derecesinde 900.000 şehid sevabı verilir. Bu du’â’yı kefeninin üzerine yazdıran mü’min ise azap görmez. Bunu okuyan kimse dört kitabı okumuş gibi sevap kazanır. Her harfi için kendisine iki ev ile iki zevce verilir; ayrıca insandan ve cinden bütün mü’minlerinki kadar sevap kazanır; aslâ cehenneme girmez.
Pes doğrusu! Sadece bu du’â’yı okumak insanları bütün ibâdetlerden, evrâd, ezkâr ve her nev’i mükellefiyetten müstağnî kılar...
Said Nursî, adına ister Cevşenü’l-Kebîr desin, isterse Cevşenü’l-Sağîr desin “bu du’â’yı ben tertip ettim” deseydi ya da şakird’ler “bu du’â’yı bizim üstadımız tertip etmiştir,” deselerdi, herhangi bir problem yoktu. Ancak, yukarıda ifade edildiği gibi, dünyevî ve uhrevî bütün belâ ve felâket’lerden, azap’tan kurtuluşu, Cenneti ve Cemalu’llâh’ı sadece bu du’â’ya bağlarsanız, bu du’â’lara kudsiyyet izafe ederseniz. İşte felâket buradadır.
Kaldı ki, du’â’ların Allah tarafından kabul edilip edilmemesi, okunan du’â’ların lafızları, ma’naları, uslubu ve tarzıyla değil, du’â edenlerin huşû’u, huzu’u, zühd-ü takvası, ihlas ve samîmiyetiyle yakından alakalıdır.
Hem sonra, Kur’ân-ı Kerim’de, Allah tarafından Sevgili Peygamber’imize vahyedilen du’â örnekleri vardır. Ayrıca, Peygamberlerden, Haz.Âdem’in, Hazreti Nuh’un, Hazret-i İbrahim’in, Hazret-i Eyyûb’un, Hazret-i Yunus’un Rabbilerinden telakkî ettikleri me’sur du’â’ları da vardır.
Ayrıca, Sevgili Peygamber’imizin sahîh rivâyetlerle bizlere ulaşan me’sûr du’â’ları da vardır. Ehl-i Sünnet Ulemâsı’nın, Turuk-u Âliye kutuplarının tertip ettikleri “Evrad-ı Ezkâr” dururken, Cevşeni, hâşâ, sümme hâşâ Kur’ân-ı Kerim’den de öne çıkarmak neyin nesidir?
Ehl-i Sünnet Uleması’nın, Turuk-u Âliye mensuplarının büyük bir dikkatle tevakkî ettikleri, bir Şîa uydurmasına ve palavrasına, Gümüşhânevî, Ahmed Ziyâeddin Efendi’nin ba’zı edi’yye ve ezkârı bir araya getirdiği, “Mecmuatü’l-Ahzab” adlı du’â risâlesine Cevşen’i de alması düşündürücüdür.
Said Nursî’nin ve şakird’lerin pek sevdiği bir ta’birle, “Ve Fîhi Nazar,”.. Buraya bakılması, buraya dikkat edilmesi gerekir, diyorum. Bakacağız....
CEVŞEN ŞİA BİD’AT’İDİR , UYDURULDUĞU KAT’İDİR
Cevşenin Farisi kökenli olduğu , ehl-i sünnet itikadına şia’dan sızdığı aşikar bir gerçektir. Özellikle Türk tasavvufunda yer bulması zaten şia mahrecinin bir gizli nişanesidir. Tasavvuf ekolü her ne kadar şia’ya karşıymış gibi görünsede , Tasavvuf içindeki ve hayat dinamiklerindeki şia patentli dini sembolleri çıkardığımızda ortada ne tasavvuf ne de İslam’dan bir eser kalır !
Cevşen Farsça kökenli bir kelime olup lügat olarak “zırh , zırhlı gömlek” anlamındadır. Laik Demokratik Türkiye’nin kontrolünde bulunan “dırar”larından biri olan diyanetin ansiklopedisinde bile Cevşen maddesinde özetle diyor ki: Farsça asıllı olduğu kabul edilen cevşen kelimesi sözlükte, "zırh, savaş elbisesi" anlamına gelmektedir. Terim olarak Şii kaynaklarında Ehl-i beyt tarikiyle Hz. Peygambere isnat edilip, Cevşen-i Kebir ve Cevşen-i Sagir denilen iki duanın ortak adıdır.
Cevşen-i Kebir (cevşen ):
Rivayete göre Uhud’da savaşın şiddetlendiği bir sırada, Hz. Peygamber ellerini açarak ALLAH’a dua etmiş, bunun üzerine gök kapıları açılarak Cebrail gelmiş ve; "Ya Rasulullah, Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır" demiştir.
Bu olayla ilgili Şii kaynaklarında Musâ el-Kâzım - Ca’fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber’e isnâd edilir : "ALLAH c.c. Cevşen-i Kebiri dünyayı yaratmadan 50 bin yıl önce arşa yazmıştır. Bu duayı okuyan veya yazılı olarak üzerinde bulunduran kimse, dünyada her türlü beladan, afet, hastalık, yangın ve soygundan korunduğu gibi ALLAH ile kendisi arasında perde kalmaz ve bütün istekleri yerine getirilir. Cevşen-i Kebir ile ALLAH’a münacatta bulunan kimseye, Bedir şehidleri derecesinde 900 bin şehid sevabı verilir. Bu duayı kefeninin üzerine yazan mümin ise azap görmez. Onu okuyan kimse, dört semavi kitabı okumuş gibi olur, her harfi için kendine Cennette iki ev ile iki zevce verilir, ayrıca insan ve cinlerden olan bütün müminlerinki kadar sevap kazanır, asla Cehenneme girmez."(!)
Cebrail, Hz. Peygamberden duayı kâfirlere öğretmemesini, sadece mümin ve takva sahibi kişilere tâlim etmesini istemiş. Kefenlere de yazılmış, Cevşen-i Kebir özellikle Şii dünyasında oldukça rağbet görmüş, gerek müstakil olarak gerekse çeşitli dua mecmuaları içinde birçok defa basılmıştır.
Cevşenin Şii dünyasında bu derece rağbet görmesinde, Ehl-i beyt tarikiyle rivayet edilmiş olmasının yanında, faziletleriyle ilgili haberlerin de büyük etkisi olmuştur.
Dua, Şia bölgelerinde özel matbaalarca kefen üzerine yazılmakta ve cenazenin kefenlenmesinde kullanılmaktadır.
Cevşen-i Kebîr, her biri ALLAH’ın isim ve sıfatlarından on tanesini ihtivâ eden yüz bölümden ibaret uzunca bir duâdır. Her bölümün sonunda "Subhâneke yâ lâ ilâhe illâ ente’l-emâne’l-emân hallisnâ/ecirnâ/neccinâ mine’n-nâr" (Subhânsın yâ Rab! Sen’den başka yoktur ilâh! Emân diliyoruz Sen’den, Koru bizi Cehennem’den!) ibaresi tekrarlanmaktadır.
Cevşen-i Kebir Türkiye’deki bazı cahil mirasyedi Sünni çevreler arasında da ilgiyle karşılanmıştır. Duayı,Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin, tarikatla ilgili “Mecmuatül-ahzab” adlı eserinde nakletmiş, daha sonra özellikle Risale-i Nur cemaati tarafından müstakil olarak birçok defa basılmış ve Türkçe’ye de tercümeleri yapılmıştır. Ayrıca Şii kaynaklarında zikredilen metinle bu eserlerdeki metin arasında bazı eksiklik veya fazlalıklar göze çarpmaktadır.
Cevşen-i Kebir diye bilinen ve Musa el-Kazım’dan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygambere nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet edilen, yaklaşık 15 sayfalık metnin sahih olması mümkün görünmemektedir.
Duanın Sünni hadis mecmualarında yer almaması, ayrıca Şii hadis külliyatının ana kaynağı durumundaki “Kütüb-i erbea”da da bulunmaması, sadece dua mecmuaları gibi ikinci derecede kitaplarda mevcut olması da bu görüşü desteklemektedir.
Cevşen sahih olamaz
Cevşen’in faziletleriyle ilgili olarak nakledilenlere gelince, ALLAH’ın insana verdiği imkan ve yetenekler, ona tanıdığı haklar ve yüklediği görevler karşısında kişinin bir duayı okumakla dünya ve ahiretin bütün kötülüklerinden korunup mutluluğa erişmesi, İslamiyet açısından, hatta bütün semavi dinler bakımından mümkün değildir. Ayrıca her bölümünde tevhidi vurgulayan ve yoğun kutsi duygularla örülmüş bulunan bir duanın iman etmeyenler tarafından okunmasının ne anlamı var ki, Cebrail bu konuda Hz. Peygamberi uyarmış olsun. Kaldı ki bu dua, herkesin vakıf olabileceği bir açıklıkla literatüre geçtiğine göre, gizli tutulması da fiilen imkansızdır. (Cevşen maddesi s.462-464)
Diyanet Ansiklopedisi’ndeki bu bilgiye göre, Cevşen duasının Ehl-i sünnet kaynaklarında bulunmaması ve fazileti ile ilgili rivayetlerin İslamiyet ve ehli sünnet inançlarına aykırı bulunması, Şiilerce muteber kabul edilen Kütüb-i erbea’da bulunmaması da, bunun sahih olmadığını göstermektedir.
Bu duayı üstünde taşıyanın asla Cehenneme girmemesi de, ilim ile bağdaşmayan bir ifadedir. Çünkü hepsinden kıymetli olan Mushaf’ı (Kur’an-ı kerimi) bile üstünde taşıyan kâfir, Cehennemden kurtulamaz.
Şiiler, Cevşeni savaşlarda kullanmışlarsa da, bir faydasını görmemişlerdir. Mesela Irak-İran harbinde ölen Iraklı Şii askerlerle, İranlı Şii askerlerin üstlerinde cevşen duası bulunmuştur. Ayrıca üzerinde cevşen olduğu halde kaza geçiren çok kimse görülmüştür.
Güya Cevşenü'l-Kebir ismindeki duâ Peygamber Efendimize, Uhud Harbi esnasında Cebrail (a.s) tarafından getirilmiştir.
Cebrail gelerek Hz. Muhammed'e (s.a.v.): "Üzerindeki zırhı çıkar ve bu duâyı oku. Bu duâyı üzerinde taşır ve okursan zırhtan daha büyük tesiri vardır." demiş(!).
Peygamber Efendimiz duânın tesirinin sadece kendine mi mahsus, yoksa ümmete de şamil mi olduğunu sorunca, Cebrail (a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Ya Rasulullah, bu duâ Cenab-ı ALLAH'ın sana ve ümmetine bir hediyesidir. Bunun sevabını ALLAH'tan başka kimse takdir edemez."
(Gümüşhaneli Ahmed Ziyâeddin , Mecmuatü'l Ahzab, İstanbul 1298 R, s. 231-261.)
Davut Aydüz der ki; "Şiî kaynaklarına dayalı olarak rivâyet edilen Cevşen’in faziletine dair hadis, ehl-i sünnet’in prensipleri doğrultusunda kabule şâyan değildir. Meselâ, "Cevşen’i okuyan dört semavî kitabı okumuş gibi olur, Bunu okuyan asla Cehennem’e girmez, Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı görmez"... gibi. ihtimal bunları bu duâya kudsiyet kazandırma düşüncesiyle -ehl-i beyt imamları kanalıyla geldiği için- bazı ifratkâr kişiler uydurmuş olabilir…"
Cevşen vesilesiyle düşülen bir şirk şöyle anlatılıyor;
"Cevşen, sürekli okunduğunda, okuyana birtakım maddî-manevî faydaları vardır ki, birçok ehl-i keşif ve islâm âlimi buna işaret etmişlerdir. Bunlardan birisi olarak Said Nursi , el-Cevşenü’l-Kebîr’i okuma neticesinde gördüğü faydalardan şöyle bahseder: "Münâfık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar..."
[Risale-i Nur Külliyatı, II,1738 (Emirdağ Lâhikası I)]
Şia ve nurcular, cevşen duasının ehlibeyt imamları vasıtasıyla geldiğini iddia ederek tenakkuza düşmüşlerdir.Zira zehirlendiği rivayet edilen Hasan (r.a.) ve diğer ehlibeyt imamları, Kerbela şehidi Hüseyin (r.a.) ve etrafındakiler cevşen’in bu faziletinden neden istifade edemediler ? Düşündürücüdür ! Tabi temiz akıl sahipleri düşünür.
Peygamber Efendimiz'in (s.a.v.) mağarada Hazret-i Ebu Bekir'e (ra) hafi zikir talim buyurduğu gibi Cevşen de büyük kutupların ve güvenilir evliyanın uhdesinde mevsuk bir şekilde bulunmakta ve tâlim edilmekte olduğundan, ayrıca rivayet edilmesine ve meşhur kitaplara alınmasına ihtiyaç duyulmamıştır zırva savunumuyla senetsiz ve uydurma olduğunu itirafına rağmen meşruiyet kazandırılmaya çalışılması ancak cahillerin kabulleneceği işlerdir.
Cevşen hakkında Fikret Şanlı'nın yazısı da şu şekilde;
"Cevşen- i Kebir ve Cevşeni Sagir olmak üzere iki dua vardır. Uhud harbi esnasında Efendimizi öldürme teşebbüsleri çoğalıp havanın da sıcak olması hasebiyle zırhında yük yaptığı bir ortamda Cebrail (a.s.) gelir ve “Ey Muhammed! Rabbin sana selam ediyor ve üzerindeki zırhı çıkarıp bu duayı okumanı istiyor. Bu dua hem sana hem de ümmetine zırhtan daha sağlam bir emniyet sağlayacaktır.”
[ İslam Ansiklopedisi Cevşen bölümünde güzel mülahazalar vardır. Konuyu daha derin araştırmak isteyenlere tavsiye olunur. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c: 7, s: 462-3-4]
(Bu veya buna benzer metinler cevşen satılırken ufak bir kağıtla beraber verilir.)
İşte yaklaşık 15 sayfa olan bu dua bize böyle gönderilmiştir. O günden bu güne kim onu üzerinde taşırsa başına musibet gelmez. Evinde olursa evi yanmaz. Çocuğunda olursa başına bir şey gelmez. Dini kasko olsa olsa budur herhalde !
Bu konu hakkındaki ilmi mütalaalardan şu sonuçlar çıkmıştır:
1- Peygamber Efendimiz Uhud’da zırhını çıkarmamıştır. Hatta üzerinde iki zırh birden vardı.
[İslam Tarihi Mustafa Asım Köksal, c. 3, s. 172]
Rasulullah’ın herhangi bir gazvede zırhını çıkardığına dair hiçbir rivayet yoktur. Bilâkis, Hz. Peygamber’in şöyle buyurduğu sabittir:
"Bir peygambere, zırhını giydikten sonra, onunla düşmanları arasında Allah Tealâ hükmünü vermedikçe zırhını çıkarması yaraşmaz."
(Hadisin tahrici: İbn Hişam, 2/63, 66; İbn İshak’tan, o da Zührî ve bir başkası yoluyla mürsel olarak rivayet etmiştir. Hadisin tamamını ve bir benzerini Ahmed b. Hanbel (3/351) de rivayet etmiştir. Dârimî (2/129, 130) ise mevsul olarak İbn Zübeyr yoluyla Cabir’den aktarmıştır, ravileri sikadır. Bu hadisin İbn Abbas’tan rivayet edilen şahidini ise Hâkim (2/128, 129, 296, 297) ve Ahmed b. Hanbel (290) rivayet etmişlerdir. Hâkim isnadı sahih görmüş, Zehebî de ona muvafakat etmiştir.-
İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, çev. Şükrü Özen, İklim Yayınları, İstanbul 1988, 3/240.)
Üstelik Cebrail (a.s.), Hz. Peygamber’e zırhını çıkarmasını değil, çıkarmamasını emretmiştir. Hendek Harbi’nde kâfirlerin dağıldığı gecenin sabahı Müslümanlar Medine’ye dönüp silâhlarını bıraktıkları sırada, Cebrail, Rasulullah’a gelmiş ve "Zırhını çıkarıyor musun? Melekler, henüz silâhı bırakmadılar. Allah Tealâ, sana Benî Kurayza üzerine yürümeni emrediyor; ben de onlara gidiyorum." demişti. (Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, 6/3886.Muslim, Cihâd ve’s-Siyer, 22/65; 23/69.)
Savaşta zırhı çıkarmak şöyle dursun, Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud Günü iki zırhı üst üste giymiştir. (İbn Mâce, Cihâd, 18/2806. Zevâid’de şöyle denilmiştir: Bu hadisin isnadı, Buhārî’nin şartı üzere sahihtir)
Yine aynı savaşta Rasulullah’ın başında miğferi de vardı ve aldığı darbe ile miğfer kırılmış; Peygamberimiz de yaralanmıştı. (Buhārî, Megāzî, 26/113; Muslim, Cihâd, 37/101)
Rasulullah’ın savaşlarda kullanmak üzere 9 kılıcı, 7 zırhı, 6 yayı, 2 kalkanı, 5 mızrağı, 2 miğferi vb. silâh ve teçhizatı vardı. (İbn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 1/120-121)
Herhâlde, bu Cevşen’den sonra hepsini kaldırıp atmıştır!... (Cenab-ı Hak buyurmuştur ki: "Biz ona (Davut’a), sizin için, sizi savaşın şiddetinden korumak için, giyecek (zırh) yapma sanatını da öğretmiştik. Şimdi siz, şükreden kimseler misiniz?" (Enbiyâ, 21 / 80.)
Katâde der ki: "İlk zırh yapan kimse, Dâvud (a.s.)’dur. Çünkü, zırhın yapıldığı o malzeme, daha evvel geniş levhalar hâlindeydi. Binaenaleyh, onu delip de ören ve böylece bedene giyilecek hâle getiren ilk kişi, odur."
(...) ("Sizi savaşın şiddetinden korumak için"in) manası, "Sizi yaralanmaktan, öldürülmekten, kılıçtan, oktan, mızraktan korusun diye..." demektir. (...) Allah, "Şimdi siz, şükredenler misiniz?" buyurmuştur. Yani, "Bu sanatı size muyesser kılmasından ötürü, Allah’a şükrediniz..." demektir. (Râzî, Tefsîr-i Kebîr, 16/193-194.)
Bu zırh çıkarma uydurması, hem Hz. Dâvud (a.s.)’a bir küfran-ı nimet, hem de Allah’a şükredilmesi gereken bir konunun Hz. Peygamber için iptal edilmesi anlamına da gelmektedir.)
2- Cevşen’in Sünnî kaynaklarda bulunmaması, Şiîler’ce muteber kabul edilen Kutub-ul Erbaa’da bulunması, bunun uydurma olduğunu gösterir.
Cevşen ile ilgili rivâyetlerin, hadîs usûlünde kabul edilen rivayet usulleri ve özellikle hadîsin kabulünü gerektiren mütevâtir, sahih, hasen kategorileri içerisinde olmaması, Cevşen’in sıhhati hakkında epeyce ipucu vermiştir. Üstelik bunun Musâ el-Kâzım - Ca’fer es-Sâdık - Muhammed el-Bâkır - Zeynelâbidîn - Hz. Hüseyin ve Hz. Ali tarîkıyle Hz. Peygamber’e isnâd edilmesi, yani hep Şiâ’nın sahip çıktığı şahsiyetler yoluyla intikali, Sünnî alimlerin ve toplumunun bu rivayeti göz ardı etme neticesine götürmüştür.
Cevşen’in mana ve muhtevası ne kadar güzel ve m üsbet olduğu varsayılsa bile İlim erbabı Sünnilerce mevzunun sened tenkidi açısından yapılan değerlendirmeye itibar edilmektedir. Öyle de olmalıdır . Hadis usulü ilim dalı boşuna oluşmamıştır. Metni güzel diye tüm uydurma hadisleri sahihlersek ortalıkta uydurma ve zayıf hadis bırakmayız.
Altının değerini sarrafı bilir misali Hadisin değerini (sahihliğini) de hadis usulü ilmine vakıf alimler bilir. Hiçbir hadis usulü alimi cevşen hakkındaki bahsedilen metne sahih diyememişlerdir. Her ne kadar sofiye ehlince hadis usulü diye bir şey olmasa da (onlara göre hadisin sahihliği şeyhlerine evliyalarının kalbine ALLAH tarafından hadisin keşfolunmasıdır. Ehl-i sünnet ne kadar uydurma olduğunu ilmi olarak ispat etse de tasavvufun şeyhleri okeylemişse o neredeyse Ayet mesabesindedir .) ehl-i sünnete göre vardır.
Şimdi buraya diyalogsever Fethullah Gülen’in kendi yazısından konuyla ilgili itikatlerini deşifre edeceğim :
“Bazen hadîs kriterleri ölçü olmayabilir. Ehlullah’ın Efendimiz’den keşfen hadîs alması hiç de az vaki olmuş hâdiselerden değildir. İmam Rabbânî der ki: "Ben, İbn Mes’ûd’dan, Muavvizeteyn’in (felak ve nas sureleri) Kur’an’dan olmadığına dair rivâyetini görünce bu sûreleri farz namazlarımda da okumamaya başladım. Ne zaman ki, Efendimiz’den onların Kur’an’dan olduğuna dair ihtâr aldım, ancak o zaman bu sûreleri farz namazlarımda da okumaya başladım".
Bazılarının bizim kunut duâsı olarak okuduklarımızı, Kur’an’dan kabul etmesi de, yukarıda işaret etmek istediğimiz husûsa ayrı bir delil kabul edilebilir. Ve yine İmam Rabbânî’den bir misâl diyor ki: "Ben bazı hususlarda İmam Şâfiî’yi taklîd ediyordum. Ancak bana İmam Ebû Hanîfe’nin peygamberlik mesleğini temsil ettiği ihsâs edildi. Ben de Ebû Hanîfe’ye iktida ettim...".
Bu durum da elbet belli kriter ve ölçü gerektirir. Yoksa önüne gelen herkes keşfen bir şeyler aldığını söyler ve ortalık bir sürü uydurma keşiflerle dolar. Ama bazı büyük zatları bu katagoriye dahil etmek çok büyük yanılgı olur. Onlar "Keşfen aldık" dediklerini mutlaka öyle almışlardır ve dedikleri de kat’iyen doğrudur. Ne var ki, bunları belli hadîs krıterleri içinde tahlîl etmek imkansızdır. Onun için de, hadîsçiler bu tür ifadelere iltifat etmemişlerdir. Ama onların iltifat etmemesi bu ifadelerin doğru olmadığı manasına da gelmez. Bütün bu söylediklerimiz Cevşen için de aynen geçerlidir. Onun için biz kesinlikle diyoruz ki, Cevşen manası itibariyle Efendimize ilhâm veya vahiy yoluyla gelmiştir. Daha sonra da ehlullahtan birisi bu Cevşen’i keşif yoluyla Efendimiz’den almış ve Cevşen bize kadar öyle ulaşmıştır. (işte senet (!))
Bu hususlara şunu da ilâve etmek faydalı olur kanaatindeyim. Gümüşhanevî gibi bir büyük veli ve Bedîüzzaman gibi bir sahip-kıran, Cevşen’i kabullenip onun vird edinmişlerdir. Cevşen’in me’hazindeki kuvvet ve kudsiyete ait başka hiçbir delil ve bürhân olmasa, sadece isimlerini verdiğimiz büyüklerin bu kabullenişleri ve yüzbinlerce insanın Cevşen’e gönülden bağlanıp değer atfetmeleri, Cevşen hakkında en azından ihtiyatlı konuşmaya yetecek güç ve kuvvette delillerdir. Sadece senedine ait bir boşluktan dolayı Cevşen’e dil uzatmak en ılımlı ifadeyle bir haksızlıktır. “
(M. Fethullah Gülen, Prizma-1, İzmir 1995, s.119-122.)
Hatadan münezzeh önderleri ve kalabalık yığınların bu senetsiz metni güzele kapılmalarını şantaj olarak göstererek ehli sünnete uygun şekilde hadis usulüne uymamızı kınıyor ve aba altından tehdit ediyor. Bu bidatçilere sözümüz “ hadi ordan sende” olacaktır .
3- “Cevşen’i okuyan dört semavî kitabı okumuş gibi olur", "Bunu okuyan asla Cehennem’e girmez"veya "Üzerinde Cevşen yazılı kefenle gömülen kişi kabir azabı görmez ...v.b." akideye muhalif inançlar cevşenin ne olduğu hakkında bırakın Sünni kesimi , Kendileri daha da sapık olmasına rağmen ehl-i kitaba bile tebessüm ettirecek boyuttadır.
4- 15 sayfalık metnin sahih olması çok zor görünmemektedir. Çünkü bu metin, bilinen bir vakıayı, bir kıssayı veya tarihî bir olayı anlatan, hafızada tutulması kolay metinlerden farklı olarak her kelime ve cümlesinin büyük bir titizlikle zaptedilip tekrarlanması, Hz. Peygamber’den alınıp rivayet edilmesi uzun ve çok zor denecek kadar güçtür"
5- Madem bu dua Peygamber Efendimizi koruyacaktı da Efendimiz , Uhud harbinde niye yaralandı?
“Ebu Said el Hudri der ki:
Rasulullah’ın yüzüne baktım. Her iki şakağında gümüş para yerini andırır iz, alnında saçının dibinde de bir yara vardı. Alt dudağı yarılmış, sağ yanındaki rebaiye dişinden birisi de kırılmıştı... Yardım edilmedikçe attan inemedi... Her iki Sade (Sa’d b. Ubade ile Sa’d b Muaz'a) dayanarak evine girdi.”
[ İslam Tarihi Mustafa Asım Köksal, c. 3, s. 233]
Hani bu dua zırhtan daha iyiydi ?
Bu savaştan sonraki savaşlarda niye yaralanmalar oldu?
Efendimiz mübarek dişini niye yitirdi?
70 kadar sahabi neden şehid oldu ?
6- Cevşeni takarak güvende olma itikadi İslam’ın tevekkül mantığına ters. O halde bu hadis nerede geçiyor diye araştırdığımızda şu sonuca varırız ki, bu olay ehl-i sünnetin ne birinci derece hadis kitaplarında, ne de ikinci derece hadis kitaplarında. Peki bu uydurma şey bize nasıl ulaştı diye bakarsak şu sonuca varırız:
Bu duanın aslı cevşen kelimesinde saklı. Cevşen Farsça (şia) bir kelimedir. Zırh demektir. İran kaynaklarına göre Cevşen-i Kebir ile ALLAH’a müracaatta bulunan kimseye Bedir Şehidleri derecesinde 900.000 şehit sevabı verilir. Bu duayı kefenin üzerine yazan mü’min azap görmez onu okuyan kimse dört semavi kitabı okumuş gibi olur... v.s, v.s....
Cevşen baskılı kefenlerin ehl-i sünnet cenaze işleri müdürlüğünde bulunması an meselesidir .
Hakikaten buna inanılır mı derdim ama inanılıyor. İran’da binlerce cevşenli kefen var bizde de cahil ve tasavvuf tıyniyetli binlerce insan.
Her dönemde dinini bilmeyen insanları istismar etmek için birileri çıkıp din adına bir şeyler uydurup onunla menfaat sağlamak isteyen insanlar çıkmıştır. Hristiyanlar da cennetten arsa satmadılar mı?
Yıllar önce Fethullah Gülen’in Zaman gazetesinin ikinci sayfasında cevşen adı altında üç gün boyunca tam sayfa yazısı çıkmıştı. Sonuç olarak şu kanıya ulaşılıyordu:
"Evet! Bu olay ehli sünnetin hadis kitaplarında yok.
Evet! Bu olayın silsilesi şia silsilesi.
Evet! Bu olayın aslı olmayabilir. Ama bu duayı üstadın okuması bizim için yeterlidir."
Bundan sonra iki konunun izah edilmesi gerektiği kanısındayım.
1- Mesele: Madem bu olayın aslı yok zira "din isnattır.” buyuruluyor. Peki niye halen cevşen satılırken bu kayıtlar veriliyor. Bu tip insanlara ancak şu ayet mealini söyleyebiliriz: “ALLAH’ın ayetlerini az bir paraya satmayın.”
Az bir paraya satmayın, yani dini istismar edip dinin sırtından zengin olmaya kalkarsanız ne kazanırsanız kazanın o az bir para olacaktır, haberiniz olsun.
Nur Cemaatinin ayrılmasının sebeplerinden ve Risalelerdeki ebcet hesabı hatalarından bahseden bir kitapta [İşaratı Gaybiye ve Ayniye, Yazan M. Ali Nebioğlu, 1964, Ankara] bu sebeplerin başında Risalelerin kârının kimde kalacağında anlaşılamamasıdır der.
2. Mesele: Aslında bu en önemli meseledir. İnsanların cevşeni takarken bu inançta olmalarıdır. Kendilerini bu kağıdın koruyacağını zannederler ve kağıdı asarak yardım beklerler ki bu insanları cahiliyyedeki puta tapanlar gibi putperestliğe alıştırma gibidir. Oysa ALLAH istemedikçe dünya ve içindekiler ne isterse istesinler onlara bir şey olmaz.
Kuvvet ve kudret sahibi olan ALLAH’tır ki insanlara bunun ilahi bir yönünün olmadığı söylense ve sadece bunda ALLAH’ın güzel isimleri, dualar, Bedir ashabının ismi var denseydi cevşen bu kadar yayılır mıydı?"
Ezcümle ; İsnad olarak sabit olmayan Cevşen duasının –savunanların da kabullendiği gibi - şia uydurması olduğu sabittir.
[Şia'nın dua kitaplarından el Kummî'nin Mefatihul Cinan adlı eserinde, el Kef'ami'nin Beledul Emin adlı eserinde kopuk bir isnad ile zikredilmiştir.]
Nurcular; "Şiilerin rivayetlerinde de sahih şeyler bulunabilir, Ehli Sünnet alimleri şiadan hadis almaktan çekindikleri için pek çok doğru şeyden mahrum kalabiliriz" bahanesiyle cevşen'e meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlar. Bu sözleri ilimden nasibsizlerin sözüne benzemektedir. Zira ALLAH Teala itikadı sahih olsa bile fasık (günahkar) birinin getirdiği habere itibar edilmemesi beyan ederken, yalan söylemeyi dinen vacip olarak gören Şiilerin anlattıklarına nasıl itibar ederiz?
Ehl-i sünnet alimlerinin şia'dan hiçbir rivayette bulunmadıkları yolundaki iddia da çok su götürür. Ehli Sünnet muhaddisleri bidat fırkalarından rivayet hususunda hassas kriterler koymuşlardır. Bunlardan bazıları; rivayette bulunan kişinin kendi fırkasının davetçilerinden olmaması, yalanı caiz gören fırkalardan birine mensup olmaması gibi hususlardır. Bu ve benzeri şartların haricinde kalanların rivayetleri Ehli Sünnet kaynaklarda mevcuttur. Dolayısıyla Rafızilikte aşırı olmayan Ali bin Zeyd bin Cüdan, Cerir Bin Abdilhamid, Atiyyetul Avfi gibi pek çok şii raviler kütübü sitte ricali arasında yer bulmuştur.
Şii ravilerin rivayet ettiği hadislerden sahihi, zayıfı ve uydurma olanları Ehl-i Sünnet kaynaklarda mevcut olup, cevşen ile ilgili rivayete asla itibar edilmemiştir. Ahmed Ziyâeddin Gümüşhanevi'nin nakletmesine gelince, bilindiği gibi o, sufidir.
Sufiyye ise özellikle son dönem sufileri, Ehli Sünnete pek çok hususta muhalefet ederek Batınîlik ve Şia'ya meyillidirler. İsmail Hakkı Bursevi gibi pek çok sufi, Rasulullah sallALLAHu aleyhi ve sellem'e isnad edilen rivayetin sahih yada uydurma olmasına aldırmadan amel etme gereğine inanmışlardır.
Halbuki ALLAH Azze ve Celle dünyevî hususlarda bile zanna tabi olmayı yasaklamıştır. Kaldı ki dini hususta zan bile ifade etmeyen, uydurma oluşu alenen ortada olan bir hikaye ile nasıl amel edilebilir?
Cevşenin isnadının sağlamlığından dem vuranlar, rivayetin isnadını Musa Kazım r.a. ile başlayarak zikrederler ve sahihmiş gibi bir görüntü vermeye çalışırlar. Fakat Musa el Kazım'dan bunu rivayet ettiği söylenen şii ravilerden bahsedilmez!
Muhtevası hakkında ise; "Bu duanın içeriğinde sakıncalı bir husus yok, esma-ul Hüsna ve ayetler içeriyor" denilerek aklen güzel görülerek savunulmaktadır. Bir amelin makbul olabilmesi için iki şartın birlikte olması zorunludur; ihlas ve sünnete uygunluk.
Fudayl Bin İyad r.a. der ki; "Bir amel ALLAH için halis olup da, doğru olmazsa kabul edilmez. Yine bir amel doğru olup da ALLAH'a has kılınmazsa yine kabul edilmez. Amelin halis olması; yalnız ALLAH rızası gözetilerek yapılmasıdır. Doğru olması ise; sünnete uygun olmasıdır."
[Ebu Nuaym Hilye(8/95)]
Bidatlerin çirkinliğinden Daha önceki yazılarımızda bahsederek delillendirmiştik.
Ebu Zerr r.a.'ın rivayet ettiği sahih hadiste Rasulullah sallALLAHu aleyhi ve selem; "Sizi cennete yaklaştıracak olan ve cehennemden uzaklaştıracak olan her şeyi açıkladım" [Taberani Mucemul Kebir(1647)] buyurmuştur.
O halde neden ayetlerle ve sahih hadislerle sabit olan dualar bırakılıp tavsiye edilmeyen bir dua metni ile nesiller boyu meşgul olunur?
İmam Malik de şöyle der;
"Kim güzel bularak bidat çıkarırsa, Muhammed s.a.v.'in risalet görevine ihanet ettiğini iddia etmiş olur. Zira ALLAH Teala; "Bu gün dininizi kemale erdirdim"(Maide 3) buyurmuştur. O gün dinde olmayan bir şey bu gün de dinden olamaz."
[Şatıbi el-İtisam(1/64)]
Nafi r.a. anlatıyor;
İbni Ömer r.a'nın yanında birisi aksırdı ve “elhamdulillah vesselamu ala Rasulullah” = ALLAH’a hamd Rasûlune selam olsun dedi. Bunun üzerine İbn Ömer şöyle dedi:
Ben elhamdulillah vesselamu ala Rasulullah mı diyorum Rasûlullah (s.a.v.) bize böyle öğretmedi. Bize “elhamdulillahi ala kulli hal” = Her zamanda ve her zeminde ALLAH’a hamdolsun dememizi öğretti.”
[ Tirmizi(2738) Hakim(4/265) isnadı hasendir]
Görüldüğü gibi bahsedilen şahıs aslında görünüşte kötü bir şey söylememiştir. Fakat sünnette öğretilen dua yerine kendi uygun bulduğu şekilde dua ettiği için, İbni Ömer r.a. tarafından tepkiyle karşılanmıştır.
Abdullah Bin Mugaffel (r.a.) oğlunun; “ALLAH’ım Senden cennetin sağında beyaz bir köşk istiyorum” dediğini duyunca; “Peygamber Aleyhisselam’ın şöyle buyurduğunu işittim; “Bu ümmette duada haddi aşanlar olacaktır.”
[sahihtir. Ebu Davud(96,1480) Deylemi(3440) Ahmed(1/172) İbni Hibban(15/166) Hakim(1/267) Beyhaki(1/196) Abd Bin Humeyd Müsned(1/180) Hüseyni El Beyan Vet Tarif(2/181) Tuhfetul Ahvezi(1/157) Neylul Evtar(1/215) Tayalisi(1/28) Feyzul Kadir(4775) İbni Mace(3864) Kenz(3295) benzerini; Cem’ül Fevaid’de(9252) Rudani nakleder.]
Berâ b. Âzib (r.a.)’den rivâyete göre, Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“yatacağında namaz abdesti gibi abdest al, sonra sağ tarafına uzanıp şöyle de;
“ALLAH’ım irademi sana teslim ettim yönümü sana çevirdim senden korkup seni isteyerek işlerimi sana bıraktım sırtımı sana dayadım senden kaçıp kurtulmak ancak sana dönmekle mümkündür. İndirdiğin kitaba ve gönderdiğin peygambere iman ettim.”
Bunları söylediğin gece ölürsen fıtrat üzere tertemiz ölürsün, sabaha çıkarsan hayır kazanmış olarak sabahlamış olursun”;
Berâ diyor ki:
“Ben gönderdiğin Rasûle dedim…” Bunun üzerine Peygamber sallALLAHu aleyhi ve sellem göğsüme vurduve; “Gönderdiğin peygambere de ” buyurdu.
[Buhâri, Daavât 7, 9; Tevhid 34; Müslim(2710) Tirmizi(3391) Ebu Dâvud(5046, 5047, 5048).]
Burada da görüldüğü üzere, aynı anlama gelen iki kelime arasında dahi bir değişiklilk yapılması caiz görülmemişken, Rasulullah sallALLAHu aleyhi ve sellem’den geldiği sabit olmayan bir dua ile nasıl dua edilebilir?
Rasulullah s.a.v.’in sünnetinde bulunmayan dualarla dua edenlerin, Esma-ul Hüsna’dan belirli isimleri belirli sayılarda okuyanların bulunduğu ortamdaki cinleri rahatsız ettiği, cinlerin de bu kimselere musallat olduğu söylenmektedir. Özellikle günlük virdleri çok sayıda olan sufilerde ve Cevşeni çok okuyanlarda aklî rahatsızlıklar sık görülmektedir.
Hayvani gıdalardan riyazet ederek “çile” dedikleri halvete giren ve orada zikir yaptıkları esnada şeytanların telkinine kapılarak mehdilik iddiasında bulunanlara sık rastlanılmakta, bunlardan bazılarında görülen olağanüstü işlerin keramet olduğu zannedilmektedir. Aslında bu islami bir usül değil, hatta sünnette yasaklanmış hususlardandır. Bunun en büyük göstergesi de aynı şekilde riyazete çekilen rahiplerin de bir takım harikuladelere sahip olmasıdır.
İslam’da gaye keramet elde etmek değil, istikameti muhafaza etmektir. Mehdilik iddiasıyla birkaçı ortalıkta dolaşarak kendilerinin bir takım füyuzata ve keşiflere muhatap olduklarını, Mehdilik görevinin kendilerine verildiğini söylemektedirler. Bunlardan birisi İsa a.s.’ın manen nüzul ettiğini ve kendisinin arkasında namaz kıldığını söylerken, diğeri de çıkardığı ebced hesaplarıyla kendisinin Mehdi ve oğlunun da aslında İsa a.s. olduğunu söylüyordu. Belki iyi bir niyetle işe başlamışlardı ama sünnetten sapmak onları bu şekilde mecnunlar haline getirmişti.
İmam Müslim, Sahih’in Mukaddimesinde "İsnadın Dinden Olduğunu Beyan Bab" açar ve şöyle der:
"Bu babta, rivayetin ancak mevsuk ravilerden kabul edilmesi lâzım geldiği; ravilerde bulunan kusurlar sebebiyle onları cerh etmenin caiz, hatta vacip olduğu; bunun haram olan gıybet değil, bilâkis şer'-i şerifi müdafaa manasına geldiği görülecektir."
(Muslim, Mukaddime, 5. Bab.)
Muhammed b. Sirin demiştir ki:
"Şüphesiz ki bu ilim (isnad) dindir. Öyle ise, dininizi kimlerden aldığınıza dikkat edin!"
Abdullah b. el-Mubarek de şöyle demiştir:
"İsnad dindendir. Eğer isnad olmasaydı, muhakkak her isteyen istediğini söylerdi."
(Müslim, Mukaddime, 5. Bab.)
ALLAH ümmeti (ehl-i sünneti) İslam’ın iki kaynağı olan Kuran ve sahih sünnete uygun şekilde amel ve ibadet eden muvahhid Müslümanlardan eylesin .
وَتَوَكَّلْ عَلَى الْحَيِّ الَّذِي لَا يَمُوتُ وَسَبِّحْ بِحَمْدِهِ وَكَفَى بِهِ بِذُنُوبِ عِبَادِهِ خَبِيرًا
Sen ölümsüz ve daima diri olan ALLAH’a güvenip dayan. O’nu hamd ile tesbih et. Kullarının günahlarından haberdar olarak o yeter. [Furkan suresi 58. ayet]
وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
“İnsanlar ancak ALLAH’a güvensinler” [Al-i İmran 160. ayet]
|
Said-i Nursi'nin sözleri |
Cevşen’in içeriğine girmeden evvel, cevşen kelimesi Farsça ‘zırh’ manasına gelir. Efendimiz (s.a.v.)’e vahyen gelmiş kendisi Arapça olan metnin, isminin Farsça olma durumu da düşündürücüdür. Zira Hz. Resulullah (s.a.v.)’a ait olduğunu söyleyen Said-i Nursî, bu isnadına da hiçbir hadis kaynağından delil getirememiştir. Biz söyleyelim bu Cevşen’in kaynağını: ŞİA. Evet, Said-i Nursî, Cevşen’i Şia kaynaklarından almıştır. Bunu Fethullah Gülen hem açıklıyor hem de mazeret beyanında bulunuyor:
“Daha çok Şiî kaynaklardan gelmiş olması, Ehl-i Sünnet’in Cevşen’e karşı soğuk davranmasına sebep olmuştur. (...) Sünnî kaynaklar Cevşen’e yer vermezler. Sadece Hâkim’in Müstedrek’inde Cevşen’den birkaç fıkrayı görebiliriz. Onun dışındaki eserlerde ben şimdiye kadar, Cevşen’e ait ibare ve ifadelerin birkaçının bile nakledildiğini görmedim. Ancak bu tamamen senede ait bir hususiyete dayanılarak alınmış müşterek tavrın tezahüründen başka bir şey değildir ve Cevşen’in değerine menfî yönde etki edecek bir ağırlığı da yoktur. Nitekim Buharî ve Müslim’in rivayet ettiği pek çok hadis var ki; aynı hadisleri çok küçük farklarla, hatta bazen aynı şekilde Küleynî’nin el-Kâfî’sinde yer almaktadır. Ne var ki Ehli Sünnet alimleri Küleynî’den tek bir nakilde dahi bulunmamışlardır. Halbuki onda yer alan hadisler, Buharî ve Müslim’de de yer aldıklarına göre hem senet, hem de lafız itibariyle cerhi söz konusu olmayan hadislerdir. Ancak, el-Kâfî’de yer alan hadisleri daha çok Şiî imamlar nakletmişler ve bu sebeple de Sünnîlerce, daha işin başında endişeyle karşılanmışlardır. Cevşen için de aynı durum söz konusu olmuştur. (...)”[1]
Biz, Şii Kuleynî ve eseri el-Kâfî hakkında Şiilik bölümünde bilgi vermiştik. Fethullah Gülen’e göre; Ehl-i Sünnet hadis uleması, Şiilerin uyduruk kitaplarında mevcut olan Cevşeni tasdik etmeyip kabul etmedikleri için suçludur. Çünkü Risale-i Nur’da geçen bir dua asla inkâr edilemez. Hatta uydurukça ve Şia mesnetli olsa dahi. Şia kaynaklarına göre Cevşen-i Kebir, alem yaratılmazdan 50 bin sene evvel Arş’a yazılmıştır. Şii muhaddisler, Musa el-Kazımdan itibaren imamlar yoluyla Hz. Peygamber (s.a.v.) nispet edilmiş bir hadis olarak rivayet ediliyor. Şimdi cevabını evvelden vermiş olduğumuz Cevşen’e dair Risale-i Nur’dan parçalar takdim ediyoruz:
“(...) Âl-i Beyt’in manevi ve gayet mühim bir mirası ve maden-i feyzi olan Cevşen-ül-Kebîr’i kendine üstad eden ve bidayette her günde bir defa bazan üç defa tamamını okuyan ve talebesine tavsiye eden adam, Risale-i Nur müellifidir.”[2]
“Binbir Esma-i İlâhiyyeye sarîhan ve işareten bakan ve bir cihetle Kur'an’dan çıkan bir hârika münâcât olan ve mârifetullahda terakki eden bütün âriflerin münâcâtlarının fevkınde bulunan ve bir gazvede "Zırhını çıkar onun yerine bu Cevşeni oku" diye Cebrail vahy getiren "Cevşen-ül-Kebîr" münâcâtı içindeki hakikatlar ve tam tamına Rabbine karşı tavsifler, (...)”[3]
Eğer bu dua, yalan yere Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’e isnad olunmasaydı, Şia kaynaklı olmasaydı ve herkesin kendisine has duası olduğu neviden bir dua olsaydı kimsenin bir şey söylemeye hakkı yoktu. Ama hem Resulullah Efendimiz (s.a.v.)’e bühtanda bulun, hem Ehl-i Sünnetin yolunun tam tersini takip et ve hem Cevşen hakkında ki şu sözleri söyle ve sonra da Sünnilerden kabul görmeyi bekle:
“Aziz sıddık kardeşlerim! Evvelâ Cevşen’in teksiri gayet büyük bir sevaptır. Ruh-u canımla sizleri tebrik ederim. Fakat sizin tercüme ettiğiniz sevabına dair olan parçanın aynını yazmayınız. Çünkü böyle sevaplar hakkındaki rivayetler müteşabih nev'indendir, hakiki mahiyetleri bilinmez. Dinsizler veya mu’teriz feylesoflar ya mübalâğadır derler veyahut, neuzubillah hurafedir diye tevehhüme düşerler. (...) Hatta kendim 35 seneden beri Cevşen’i hergün okuduğum hâlde ve tavsiyemle de çok şakirdler vird gibi okudukları hâlde sevabına dair olan o parçayı 3-4 defa okumamışım. Çünkü sevap noktasında o mümkün ferde mazhar olmadığı kendim gayet yüksek gördüğümden o haddimden hadsiz derecede yüksek makama elimi uzatamadım (...)”[4]
“Eğer o dünyaya ait faideler ve menfaatlar, o ubûdiyete, o virde veya o zikre illet veya illetin bir cüz'ü olsa, o ubûdiyeti kısmen ibtal eder. Belki o hâsiyetli virdi akîm bırakır, netice vermez. İşte bu sırrı anlamayanlar, -meselâ, yüz hâsiyeti bulunan Evrâd-ı Kudsiye-i Şâh-ı Nakşibendî’yi veya bin hâsiyeti bulunan Cevşen-ül-Kebîri, o faidelerin bâzılarını maksûd-u bizzat niyet ederek okuyorlar.- O fâideleri göremiyorlarve göremiyecekler ve görmeye de hakları yoktur. Çünki, o fâideler, o evrâdların illeti olamaz ve ondan, onlar kasden ve bizzat istenilmeyecek. Çünki onlar fazlî bir sûrette o hâlis virde talebsiz terettüb eder. Onları niyet etse, ihlâsı bir derece bozulur. Belki ubûdiyetten çıkar ve kıymetten düşer. Yalnız bu kadar var ki; böyle hâsiyetli evradı okumak için, zaif insanlar bir müşevvik ve müreccihe muhtaçtırlar. O fâideleri düşünüp, şevke gelip, evrâdı sırf rızâ-yı İlâhî için, âhiret için okusa zarar vermez. Hem de makbuldür. Bu hikmet anlaşılmadığından, çoklar, aktabdan ve selef-i salihînden mervî olan fâideleri görmediklerinden şüpheye düşer, hatta inkâr da eder.”[5]
“Hem binler dua ve münâcâtlarından Cevşen-ül-Kebîr ile öyle bir mârifet-irabbaniye ile öyle bir derecede Rabbini tavsif ediyor ki; o zamandanberi gelen ehl-i mârifet ve ehl-i velâyet, tahkîk-i efkâr ile beraber, ne o mertebe-i mârifete ve ne de o derece-i tavsife yetişemedikleri gösteriyor ki; duada dahi onun misli yoktur. Risale-i Münâcâtın başında, Cevşen-ül-Kebîrin doksan dokuz fıkrasından bir fıkrasının kısacık bir mealinin beyan edildiği yere bakan adam, Cevşen’in dahi misli yoktur diyecek.”[6]
Hz. Kur’an’da Rabbimizi nasıl zikredeceğimize misaller varken, Hz. Peygamber-i Zişan Efendimiz (s.a.v.)’den yüzlerce dua kaynaklarda geçerken, Şah-ı Nakşibend (k.s.) gibi mümtaz zatların mesnetli virtleri elimizde dururken, Şia kaynaklı bir duaya neden itibar edelim ki?
| Harun Çetin
AkademiDergisi.com
[1] M. Fethullah Gülen, Prizma I, s. 119-120, Nil Yayınları, İzmir 2002
[2]Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, 164, Yirmisekizinci Lem'a/Keramet-i Aleviyenin Neticesi
[3]Şuâlar, 484, Onbeşinci Şua/Elhüccetü’z-Zehra/Üçüncü Medrese-i Yûsufiye’nin Tek Bir Dersinin Üçüncü Kısmı/Beşinci, Altıncı, Yedinci, Sekizinci Küllî Şehadetler.
[4] Hizbu Envâr el-Hakāik en-Nûriyye, 39-41
[5] Mesnevî-i Nuriye, 156, Zühre/Onüçüncü Nota/İkinci Mes'ele
[6] Şuâlar, 110, Yedinci Şua/Âyetü’l-Kübra; Mektubat, 199, Ayetü’l-Kübra Risalesinin Risalet-i Ahmediyeden Bahseden Onaltıncı Mertebesi/Üçüncüsü; Âsâ-yı Mûsa, 111, Birinci Hüccet-i îmaniye Âyetü’l-Kübra
Etiketler: Said-i Nursi harun çetin fethullah gülen cevşen-i kebir şiilik gizli kardinal fethullah gülen gizli kardinaller cevşennurculuk
http://celcelutiye.com/?islem=kc&id=85
BEDÜZZAMAN SAİD NURSİ ONU TANIYORDU...
Ahirzamanın mühim simalarından olan Said Nursi radıyallahu anhum ledün bilgisiyle Hazret-i Mehdiyi tanıyordu ve keşfen biliyordu. Bir sır olarak bu bilgileri sinesinde götürdüğünden, Hazret-i Mehdinin kim olduğuna dair herhangi bir bilgiye sahip değiliz. Bu konu oldukça özel olduğundan sadece Mehdi'yi Said Nursi'nin tanıdığını belirtmekle yetiniyoruz.
MEHDİ OTUZ -KIRK YAŞLARINA KADAR KENDİNİ BİLMEZ...
Mehdi Aleyhisselam otuz kırk yaşlarına kadar Mehdi olduğunun farkında olmamalıdır. Tıpkı Efendimiz Aleyhisselamın kırk yaşına kadar Rahmetellil Alemin Nebisi olduğunu bilmeyişi gibi. O, Allah tarafından bir gecede irşat edilip, (ölmeden önce öldürülüp ledün bilgisiyle donatılarak kendisine sır emanetler verilip Allahın halifesi olarak vazifelendirilmesi) Mehdilikle müjdelenmiş olmalıdır. Bu irşat zamanında da gökyüzünde ilginç gelişmeler olacaktır; çünkü hadis-i şeriflerde buna işaretler vardır. (Bakınız, ayın, güneşin ve kimi yıldızların doksanlı yıllarda bir araya gelerek aynı hizada saf tutması hadisesi.) İrşadıyla beraber, kutbul azam dairesinde kendine has makam-ı Mehdi'nin sahibi olarak vazife ifa etmeye başlaması gerekir. Onun irşadı hadis-i şerifin ışığıyla otuz kırk yaşları civarında olacaktır.
MEHDİ ALEYHİSSELAMIN ZUHUR TARİHİ...
Said Nursi Hazretlerinin Arap alemine verdiği Hutbe-yi Şamiyesindeki tarih oldukça önemlidir, bu tarih 1990'lı yılları işaret etmektedir. İmam Rabbani Hazretlerinin Mektubat'ında verdiği tarih de aşağı yukarı 1990'lı yıllara tekabül eder. Bu tarih, Mehdi Aleyhisselamın dünyaya geliş vakti değil, Mehdi olarak Allah tarafından irşat edilip vazifeli kılınış zaman dilimi olarak görülmelidir. Bu irşat tarihi on sene önce ya da sonra olabilir. Hadis-i şeriflerde belirtilenler zamansal olarak yorumlanırsa aşağı yukarı aynı tarihlere rast gelinmektedir. Öyleyse ahirzamanın büyük Mehdisi 1990'lı yıllarda Mehdiyet vazifesini ifa etmeye başlamış demektir. 1990 tarihinden geriye doğru gidilirse, biraz farkla Mehdi Aleyhisselamın 1945'li yıllarda hayatta olduğunu, bu tarihe yakın bir zaman diliminde dünyaya geldiğini söyleyebiliriz. Araştırmayı sonuçlandırdığımız 2006 yılı itibariyle de Mehdi Aleyhisselamın 60'ı biraz aşkın bir yaş kesitinde olabileceğini ön görebiliriz.
Said Nursi'nin Hutbe-yi Şamiyesinde Mehdiyle ilgili verdiği tarih aşağıdadır:
"Ta 1371 senesinden sonraki alem-i İslam'ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye'deki hakikatler... Evet şimdi olmasa da 30-40 sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını (Hakikati araştırma meyli) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek. (Hutbe-i Şamiye, 25)"
MEHDİ ALEYHİSSELAM MEHDİYETİNİ GİZLER...
Mehdi, ahirzamanda "Kıyametin habercisi" olduğundan ya da yerine getirmesi gereken çok mühim vazifesinden dolayı kendini gizler. Bu yollu hiçbir imayı kabul etmez ve reddeder. Allah tarafından açıkca korunan Mehdi Aleyhisselam, hakikat hizmetleri yaparken bütün insanlığın hayrına olan kimi projeler geliştip sevgi, diyalog, hoşgörü eksenli bir dairede kalır; azam derecedeki velayetini de dışarı asla yansıtmaz. Gaybi daireden ruhsat verilmediğinden Mehdi olduğunu söylemez ve hiçkimse onu Mehdi bilerek tanıma ufkunda olamaz. Mehdiliğini ilan ederek, insanlardan biat da almaz. Kullardan bir kul gibi sade, gösterişsiz bir yaşam sürer. Bir diğer açıdan bakacak olunursa "Mehdi Aleyhisselam kim olduğunu söyler" adresine gelinir. Bu hiç de olası değildir. Said Nursi Hazretleri'nin izi sürüldüğünde "iman nuruyla tanınacak" işaret levhasına gelinir. Peki ama asırlardır "geldi gelecek" denen Mehdi Aleyhisselam kendini gizleyerek müslüman ve hıristiyan dünyasını düş kırıklığına uğratmış olmaz mı? Kendini söylemeyerek binler yıllık bu şaşaalı bekleyişi boşa çıkarmış olmaz mı? Şia dünyasında şimdiden kendilerine "Hazret-i Mehdi'nin askerleri" adını veren ve şehit olmak için sırada bekleyen cihat askerleri ne olacak? Bütün bu sorulara yanıt bulmak hiç de kolay olmayacaktır. Araştırmalarımız boyunca bu konuyla ilgili olarak ulaşabildiğimiz tek bir sonuç oldu:
O da, Mehdi aleyhiselamın asla tanınamayacağı. Bizi, bu düşünceye iten iki neden var: Birincisi, imtihan sırrının anlamını yitirmesi; ikincisi, kendisi de bir mehdi olan Said Nursi Hazretlerinin söylediği "iman nuruyla tanınabilecek, herkes onu tanıyamayacak" işaret levhası... Öyleyse, Mehdi Aleyhisselam mehdi olduğunu gizleyecektir, yani kim olduğu bilinmeyecektir. Peki, dünden bugüne Mehdiliğini ilan eden kimi insanları nasıl yorumlamalıyız? Büyük bir kısmını "meczup" diye geçiştirmek olasıdır; ama bunların içlerinde "meczup olmayan tarikat mürşitleri" de var. Bunlar, durup dururken neden "mehdiliklerini" ilan etmekteler? Tarikat sahasında "esma çarptı" nitelendirmesiyle başbaşa kaldıkları için mi acaba? İşe hakim olan insanların bakış açısıyla olaylara yaklaştığımızda seyr-i süluk konaklarını kateden kimi evliyaların "makam-ı mehdi" diye nitelendirilen ufka uğrayınca "kendilerini mehdi sanmaya başladıklarına" tanık oluyoruz.
Tıpkı Hızır konağına gelen bir evliyanın kendini Hızır sanmaya başlaması gibi... Öyleyse hangi nedenle olursa olsun "Ben mehdiyim" diyenlerin tümü birer yalancıdırlar. Çünkü Mehdi Aleyhisselam kendini söylemeyen ve gizleyen muhammedi bir kutbul azam olmalıdır. Eğer tarikat berzahından biri bunu söylüyorsa "sekir yanılsaması" olarak bunu nitelendirebiliriz. Bu sözler, "Mehdi benim," sekir halinin galip gelmesiyle söyleniyorsa bunu söyleyen mazur görülebilir, değilse bunun da çok ağır bir vebal olduğunu söyleyebiliriz. Hangi nedenle olursa olsun "mehdiliğini ilan edenler" birer yalancı, onlara uyanlar da mesul olurlar. Çünkü hakiki mehdi, mehdiliğini gizler.
O, İMAN NURUYLA TANINIR...
Ahirzamanda zuhur edecek olan Mehdi Aleyhisselam Said Nursi Hazretlerinin beyanına göre "iman nuruyla"tanınır. Herkes onun Mehdi olduğunu bilemez. İman nuru; ya hakikat yolunda azam derecede ihlas ve yakin elde edenlerce ya da tasavvuf yolunda velayet dairesine girmeyi başaran kutsi ünvanlı has zümrelerce elde edilebilecek özel bir kazanım olmalıdır. Bu da Allah'ın dilemesine bağlıdır. Tasavvuf dairesinde olan her evliya ya da veli onu tanıyamaz, tarikat şeyhleri bile...Hatta kimi şeyhler, tarikattan gelen bir enaniyetle onu inkara kalkışıp, davasına bilmeden cephe alabilirler. Peki iman nuruyla tanıyanlar kimler olabilir?
Onu sağa sola söylerler mi? Bu kulaktan kulağa yayılırsa ne olur? Bizce onu iman nuruyla tanıyabilecek zümre tarikat berzahında olanlar değillerdir. Yani evliyalar ve veliler, salihler... Mehdi Aleyhisselamın çok yakınında bulunan ve her biri birer havari sayılan kutsiler ancak onu iman nuruyla tanıyabilirler. Bunların sayısı da Ashab-ı Kehf gençleri kadardır ya da Talut'un askerleri sayısınca... Peki bu has ve çok özel dairedeki insanlardan herhangi birinin kulağına o zat gizlice "mehdi olduğunu" fısıldamış olabilir mi? Bu hiç ihtimal dahilinde olmayan bir şeydir. Herbiri birer evliya olan onun kutsi havarileri ashap efendilerimize benzerler ve onlar kalplerindeki imam nurunun sesiyle onu sevip ona iman ederler; Mehdi'yi de öyle tanımışlar ve susmuşlardır. Bu düşünce çok daha ağır basıyor. Öyleyse "iman nuru" dairesi oldukça özeldir; aksi halde dünyada mürşit adını alan her evliyanın, velinin onu tanıması gerekir. Buda imkansız bir şeydir.
HER YÜZ YILDA BİR MEHDİ GELİR...
Mehdi, hidayete erdirici, her yüz yılda bir gelir. Dini ve velayet yollarını bidatlardan arındırır. Asrın şartlarına göre tereddüt edilen hususları ihya eder aydınlatır. Bu düşüncelerin ışığında dünden bugüne pekçok Mehdi'nin geldiğini söyleyebiliriz. Hak tarikatların başında bulunan mücedditler bir nevi Mehdi'dirler. Yani hidayete erdirme, zahir ve batın yollarını ihya etme, zamanın şartlarına göre cihat etme onların vazifeleri arasındadır. Said Nursi Hazretleri bu hususta şunları söyler:
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş, fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahir zamanın Büyük Mehdi ünvanını alamamışlar. (Emirdağ Lahikası, 260)
Öyleyse silsile-yi sadat evliyalarının tümü birer mehdi hükmündedirler. Osmanlı padişahlarından Yavuz Sultan Selim Hazretleri, Fatih Sultan Mehmet de birer Mehdi'dirler. Burada şöyle bir soru hatıra geliyor: Peki bunca Mehdi varsa İslam ve Hırıstiyan alemi neden Mehdiyi bekleyip dururlar? Said Nursi'ye göre Müslümanların zayıf asırlarında Mehdi beklemek fikri onlar için bir nevi moral olacaktır. Bu teselli bekleyişi oldukça yerinde ve gerçekçidir.
Ama bizce ahirzaman Mehdisini şaşaalı kılan gizemli bir şey daha vardır: Son Mehdi'nin Kıyametin habercisi oluşu... Neden son Mehdidir? Çünkü yüzyıl dolmadan yaşlı evren Kuran'da belirtildiği gibi bir sayhayla dürülüp yok olacaktır da ondan. Belki de 2006 yılı itibarıyla hayatta olan ve 60'lı yaşlarda bulunduğu ön görülen ahirzaman Mehdisinin vefatından sonra dünya, bir yüz yılı daha göremeyecektir. Eğer görecek olsaydı Mehdi Aleyhisselamdan yüz yıl sonra bir müceddidin daha gelmesi gerekmez miydi? Bu nedenle Mehdi Aleyhisselamın hayatta oluşu, Kıyamet saatinin büyük haberi demektir; bunun gözardı edilmemesi gerekir. Öyleyse yaşlı evren, Mehdi Aleyhisselamın varlık diliyle, biz istemesek de, bir son işareti almış görülüyor ve sessiz sedasız bir sona doğru yaklaşmaktadır. Hadiseler bu bağlamda irdelendiğinde önümüzdeki yıllar, çok ilginç gelişmelere gebe görülmekte...
SAİD NURSİ HAZRETLERİ ÖNCÜ BİR MEHDİDİR...
Said Nursi Hazretleri asrının müceddidi olması sırrıyla yüz yılda gelen nurani Mehdi silsilesi içerisinde yer alır. Nakşi tarikine has bir adet olan müceddidlik cübbesini giyme geleneği Nakşi tarikatında yüce bir Mehdi olan Mevlana Hacı Halidi Hazretlerinin, bir yaşlı bayan vasıtasıyla, manevi bir işaretle, müceddidlik cübbesini Said Nursi Hazretlerine yollatması tamı tamına yüz yıllık bir zaman dilimine rastlamakta. Bu hadiseler Risale-i Nur'da mücedditlik bahsinde Said Nursi Hazretlerinin talebeleri tarafından ele alınıp ayrıntılı bir şekilde incelenmiştir. Risale-i Nurlar'ın hiçbir yerinde, Said Nursi Hazretlerinin Mehdi olduğundan söz edilmemiş, bu yollu imalarda bulunulmamıştır. Said Nursi Hazretleri, kendisinin müceddid olduğunu hiçbir Risale-i Nur'da bahis konusu etmemiş, böyle bir ünvanı da yüklenmemiştir. Has talebelerince, özellikle ilm-cifir sahasında uzmanlaşan kimi şakirtlerince müceddidlik yönü üzerinde durulmuş, bu yollu çalışmalar yapılmıştır. O da sessiz kalmayı yeğlemiştir. Her yüz yılda bir nevi Mehdi geldiğine, bunların da ünvanlarına müceddid dendiğine göre, Said Nursi Hazretleri de asrın tartışmasız bir müceddidi ve Mehdisi olmalıdır. Hadiselerin resim kareleri yan yana getirildiğinde Said Nursi Hazretleri'nin çok belirgin bir şekilde öncü bir Mehdi olduğu gözlenmektedir. Neden öncü mehdidir? Çünkü sadece iman hakikatleri sahasında uğraş vermiştir. Siyaset, saltanat, İsevilerle ittifak gibi pek çok saha bakir kalmıştır. Öyleyse ahirzamanda beklenen Mehdi Aleyhisselam Said Nursi Hazretleri değildir. O, belki de büyük Mehdiye zemin hazırlamış, ona Risale-i Nur gibi bir eseri program olarak neşretmesi için armağan etmiştir. Said Nursi Hazretleri, bir yere kadar taşıdığı Mehdiyet sancağını son noktaya kadar götürsün diye ahirzamanın büyük mehdisine devretmiş bir komutan gibidir. Acele edip kışta geldiğini vurgulayan Said Nursi Hazretleri Risale-i Nur sancağını Mehdi Aleyhisselama ulaştırdıktan sonra Mehdi ve talebelerine bahar çiçeklerinin açtığı bir mevsimi müjdeleyerek gitmiştir. Said Nursi "tartışmasız bir müceddidir; bu nedenle de "mesihi bir Mehdi" olduğu apaçık ortada durmaktadır.
RİSALE-İ NURLAR SON MEHDİYE BİR PROGRAMDIR...
Risale-i Nurlar üzerinde dikkatle durulması gereken çok önemli bir eserdir. Said Nursi Hazretleri'ne yazdırılan bu eser bugüne kadar yazılmış olan Kuran tefsirlerden çok ayrı bir yapıdadır. Bu eserlerin konu başlıklarında kimi ayetler verilmiş olup, bunların manevi açılımları bir Kuran tefsiri olarak aktarılmıştır. Ayetlerin manaları manevi tablolar halinde ötelerden gelmiş ve Said Nursi Hazretleri ledün bilgisinin ışığında, sünühat, vehbiyet yoluyla bunları kaleme almıştır. Bu açıdan bakıldığında, Risale-i Nurlar bugüne değin karşılaşılan tefsir yazma geleneğinden çok farklı bir yerdedir. Risale-i Nurlar ism-i azamdan Hakim ve Rahim esmasına mazhar olup Arş-ı azamdan gelen bir manevi Kuran tefsiri olarak da görülebilir.
Hemen hatıra şöyle bir soru geliyor: Dünden bugüne manevi bir Kuran tefsiri yazılmış mıdır? Buna evet demek hiç de kolay değildir; çünkü ortada böyle bir Kuran tefsiri bulunmamakta. Peki İslam zahire bakan bir din olduğuna göre "keşif" ölçü olabilir mi? Bu durum Risale-i Nura zarar verebilir mi? Bu soruyu yanıtlamak çok da kolay değildir. Çünkü "keşif" ölçü olarak kabul edilmemektedir. Öyleyse Risale-i Nurların konumu ne olacaktır? Bu önemli bir sorundur. Biz, zahir ve batın alimlerinin "keşif ölçü olmaz" görüşüne "özel bir konum" nedeniyle pek katılamıyoruz.
Çünkü "müceddid" ictihat sahibidir, asrın müceddidi olan Said Nursi'nin hakiki bir müceddid olması bu sorunun yanıtı için yeterli bir nedendir. Çünkü dünün müceddidleri arasında "keşfi bilgiler alınları" görebilmekteyiz. Sözgelimi İmam Bahauddin Nakşibent Hazretlerinin tertip ettiği "Evrad-ı Bahaiye" duası keşfen alınmıştır. Bu örnekleri çoğaltabiliriz. Öyleyse ortada "müceddidlere özel durumlar" vardır. Bu özel durum, Risale-i Nurların manevi bir Kuran tefsiri olmasının önündeki engelleri aşmamız için yeterlidir. Konuya diğer bir açıdan baktığımızda Risale-i Nur gibi devasa bir eserden İmam Ali Hazretleri'nin, Gavs-ı Azam Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretlerinin ta o asırda övgüyle söz ettiklerine tanık oluyoruz. Velayet yolunun piştarı olan İmam Ali Radıyallahu Anhum'un, kıyamete kadar olacak hadiseleri şerhettiği Süryanice olarak yazılmış ünlü Celcelütiye kasidesinde ki bu kasidenin, aslı vahiy yoluyla Cebrail Aleyhisselam Tarfından getirilmiştir,
içinde ism-i azam sırları mevcuttur, Risale-i Nurlar'dan söz ettiğini görmekteyiz. Celcelütiye Sikke-yi Tasdik-i Gaybi adlı Risale-i Nurlarda Said Nursi Hazretleri tarfından ilm-i cifir yoluyla şerhedilmiştir; Risale-i Nurlara bakan yönü açıkça gözler önüne serilmiştir. Velayet yolunun ulusu olan Gavs-ı Azam Şeyh Abdulkadir Geylani Hazretleri de nazım yoluyla söylediği kasidelerinden birinde ilm-i cifir yoluyla Risale-i Nurlara işaret etmiş, Said Nursi Hazretlerine seslenmiş, dua ve himmetini kendine şefaatçi ederek asrın şerlerinden korunmasını vurgulamıştır. Sikke-yi Tasdik-i Gaybi adlı eserde bu kaside Said Nursi tarafından ilm-i cifirle şerhedilmiştir. Bütün bu bilgiler ışığında Risale-i Nurların "yazılmış bir eser" olmaktan ziyada "ötelerden yazdırılmış bir eser" olduğu açıkça görülmektedir.
Risale-i Nurlar tetkik edildiğinde eser müellifinin sık sık "şimdilik bu kadar yazdırıldı" ya da "diğerlerini yazmaya müsade edilmedi" gibi ibarelerine rastlamaktayız. Bunlar da Risale-i Nurların "yazılmamış," "yazdırılmış" bir kutsi eser olduğunun açık delilleri sayılabilir. Said Nursi, yalnızca iman dairesinde mücadele eden bir Mehdi'dir ve kendisine yazdırılan Risale-i Nurlar da Ahirzamanda zuhur edeceği rivayet edilen ve üç mühim vazifesi olan son Mehdi'nin bir hizmet rehberi olacaktır. Ya da bu eserler, son Mehdiye ve talebelerine özel manada gelmiş olan bir program olarak görülebilir. Bu eserler imanı kurtarma amaçlıdır ve hakikattır. Risale-i Nurları, yalnızca İslam aleminin değil, İsevilerin, belki bütün insanlığın istifadesine açık olan armağan bir manevi Kuran tefsiri olarak görebiliriz.
SON MEHDİ HAKİKAT HİZMETİ YAPIP SUFİZİMİ KUCAKLAR...
Risale-i Nurları program olarak neşredeceği belirtilen Mehdi'nin hakikat hizmeti yapması gerekir. Risale-i Nurlarda ortaya konan öğretilere bakıldığında bunların tarikat değil, hakikat olduğu açıkça görülecektir. Risale-i Nur müellifi her ne kadar Kadri, Nakşi tarikinden seyr-i suluk yapıp kutbul azamlık dairesinde bir evliya olsa da o, bir tarikat şeyhi olarak görülmemelidir. Kendisi müceddid olduğundan ve bir cihetle Mehdi sayıldığından manevi dünyası adına bağımsız olmalıdır. O, ışığını doğrudan doğruya Kur'andan alan bağımsız bir isimdir. Şia kaynaklarında geçtiği için ehl-i sünnet alimlerinin sağlıklı bakmadıkları "Cevşen" onun talebelerine bıraktığı temel bir zikir eseri olarak görülebilir. "Namaz tesbihatı" adı altında sistematize ettiği dualar da bu hakikat yolun önemli zikir vasıtaları sayılmalıdır. Risale-i Nur yolu tarikar berzahına uğramadan, aşk, cezbe, velayet, seyr-i süluk yolu, hakikat hizmetini konu alır. Bu eserlerde ötelerden gelen bir sekine ve nur şuası mevcuttur.
Bu nur Kur'an şualı olup nefis menzillerini geçmede de mühim bir rol oynar. Bu öğretileri okuyanlar, bu nurun şuasıyla, ashap efendilerimizin caddesi sayılan hakikat konağında terbiye olabilirler. Said Nursi Hazretleri Mektubat adlı eserinde doğrudan doğruya Kuran'dan aldığını söylediği bir tarikten -yoldan- söz etmektedir. Bu tarik "acz, fakr, şevk, şefkat, şükr, tefekkür" gibi daireleri kapsayan Kurani bir hakikat tariktir. Ayrıca, Risale-i Nur yolunun bir kaç türlü talebesi olduğu eserlerde ortaya konur. Said Nursi Hazretlerine göre "talebe, kardeş, dost" dairesinde Risale-i Nurun şakirtleri mevcuttur. Bunların özellikleri de eserlerde açıkça belirtilmiştir. Bu açıdan bakıldığında ahirzamanın son Mehdisi'nin "el veren bir tarikat şeyhi olmayacağını" aksine, "iman hakikatlerini konu alan bir hizmet algısında bulunacağını" rahatlıkla söyleyebiliriz.
Risale-i Nurlar'ı, büyük Mehdi'nin program olarak neşredeceği düşünüldüğünde onun talebelerinin de Risale-i Nurlar'da ortaya konan anlayışıyla hareket edeceklerini söyleyebiliriz. Bu zümrenin önceki Risale-i Nur ekollerinin biri içinde olduğunu söylemek pek de kolay olmayacaktır. Çünkü Mehdi Aleyisselam tarikatı da ihya eder. Oysa İhlascılar, Yazıcılar, Okuyucular gibi farklı adlarla yapılanmış olan Risale-i Nur şakirtlerinden Mehdi Aleyhisselamın daha farklı bir hizmet algısıyla hareket ettikleri kesindir. Risale-i Nur öğrencilerinden kimilerinin "Zaman tarikat zamanı değildir, tarikat baklavadır, iman sudur, yemektir; baklavasız yaşanır; ama susuz, yemeksiz yaşanmaz. Zaman hakikat zamanıdır, imanı kurtarma zamanıdır." tarzındaki söylemlerle tasavvufi dünyaya adeta savaş açtıklarını görmekteyiz, bu düşünceleri Ahirzaman Mehdisi'nin benimsemesi düşünülemez.
Çünkü Ahirzaman Mehdisi her sahada dini ihya eder, dini bidatlardan arındırır, sünneti ihya eder. Bu arada da vazifesi gereği sıcak şefkatiyle tasavvufi yolu, sufizimi de kucaklamalıdır. Buradan hareketle Ahirzaman Mehdisinin sevgi, hoşgörü ekseniyle tasavvuf yoluna yeni bir duruş kazandıracağını, hakikat mesleğiyle tasavvufu sinesinde barındıracağını talebelerine ve insanlığa da bu sevgiyi, kültürü eğemen kılacağını rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yeni açılım Said Nursi icdihadından daha farklı bir yapıdadır. Çünkü bu yeni yapı içinde sufizimi de barındırmaktadır. Risale-i Nur'un hakikat inanışını, cevşen, namaz tesbihat ufuklu zikrini son Mehdi benimsemekle beraber; icdihat sahibi olduğundan Allah'ın çeşitli esmalarını da talebelerinin çalışmasını önerebilir. Bu önerme işi bir mürşidin el vermesi şeklinden çok sadece teklif edilen bir çalışma olarak görülmelidir.
Bu yönüyle -bugüne kadar gelmiş olan- Said Nursi Hazretleri'nin değişik ekol ve anlayıştaki nur talebelerinden, Mehdi Aleyhisselamın hizmet şekli ve algısı tamamen farklı yörüngeye oturtulabilir. Mehdi Aleyhisselamın talebeleri her ne kadar Risale-i Nur kümesi içinde düşünülse de onlar asla ve kata "Bir İhlas, Okuyucular, Yazıcılar" grubu değillerdir. Mehdi Aleyhisselamda en büyük şefkatin, aşkın, hoşgörünün azam derecede tecelli edeceği düşünüldüğünde kimi Risale-i Nur şakirtlerinin aksine tasavvufi dünyayı, sufizmi kucaklayıp çağdaş bir sentezle bu öğretiyi insanlığa benimsetmesi herhalde kaçınılmaz olacaktır. Çünkü sufizim aşk ve sevgiyi konu alır, Mehdi Aleyhisselam da aşk ve sevgi insanı olduğundan bir şekilde bu öğretiyle Risale-i Nuru harmanlayıp çok farklı bir duruş ortaya koyabilir. Bu yaklaşım belki de hakikat ve tasavvuf inanışının kaynaştırılmış bir özüdür. Şeyh mürit ilişkisine dayanmayan bir zikir algısı, her türlü eseri okumanın yanında Risale-i Nuru da okuma bu yeni öğretinin çok önemli bir ayırıcı özelliği olabilir.
Yani akıl için hakikat mesleği, kalp için tasavvufi ufuk son Mehdi'nin duruşuyla içiçelik arzedebilir. Bu yapısal dönüşüm dünkü Risale-i Nur öğretisindekilere ters düşen yeni bir açılımdır. Tamamen hakikat mesleği değil sufizim esinleri de var olan yepyeni bir hizmet algısıdır bu... Belki de Mehdi Aleyhisselam kıyamete yakın velayetle hakikatı birleştirip ortaya yeni bir sentez çıkararak medreseyi ve tekkeyi çağdaş kurumlara devşirip, bilimle barıştırıp, bu yeni oluşumu insanlığa armağan edecektir. Kim bilir?..
MEHDİ ALEYHİSSELAMIN BİR CEMAATİ OLMALI...
Said Nursi Hazretleri Risale-i Nurlarında Mehdi Aleyhisselamın ne kadar harika bir zat olsa da onun bir cemaate gereksinim duyacağını söyler. Peki bu cemaat, İhlas, Yazıcılar, Okuyucular gibi Risale-i Nur öğretisini benimseyenler midir? Ya da bu nur toplulukları son Mehdi'nin davasına destek veren birer havari midirler? Bu soruya evet demek bir kaç açıdan olası değildir. Birinci açı Mehdi Aleyhisselamın Nakşibendi tarikine intisaplı bir sufi olarak işe başlamasıdır. Bu çihetle Risale-i Nur'un hazır talebeleri ona destek verecek bir cemaat olamazlar. Çünkü yukarıda adı verilen Nur grupları tasavvuf dairesine girmemek için adeta yeminli gibidirler.
O yollara girdikleri takdirde Isparta kahramanlarına kardeş olamayacakları uyarısı Said Nursi Hazretleri tarafından Risale-i Nurlarda açıkça dillendirilmektedir. Hatta bu eserlerde, Risale-i Nur yolundan ayrılıp velayet yoluna intisap edecek olanlara, güneşe karşı mum ışığına gitmiş olacakları uyarısı yapılır.Nurcular tarafından kanıksanan bu düşünce Nakşibendi tarikatından zuhur edecek bir Mehdi'nin hizmet algısıyla taban tabana ters düşmektedir. Son Mehdi'nin Risale-i Nurları program olarak neşredeceği göz önüne alındığında Mehdi Aleyhisselamın irşat olmadan önce kılı kırk yararak Risale-i Nurları tetkik etmiş olmasını zorunlu kılmaktadır. Beri yandan, tasavvufi yoldan bir nedenle ayrılması; halife, şeyh gibi ünvanları alarak tarikat berzahında el veren bir mürşit konumunda da olmaması gerekmektedir. Hem hakikat mesleğini hem de velayet mesleğini bünyesinde cem etmesi kaçınılmaz olduğundan, onun talebeleri ne dünün nur ekollerinden olanlar ne de tasavvufi yolun sufilerinden bir topluluktur. Bu bilgiler ışığında konu ele alındığınada belki 1950'li yıllardan başlayarak Peygamber Efendimizi, ashap efendimizi, hadisleri ,fıkhı, Risale-i Nuru konu alan irşat sohbetleriyle kendine özel olan ve Risale-i Nur dairesi içinde bulunan yepyeni bir cemaat modelini ortaya çıkarmış olabileceğini söyleyebiliriz.
Bu resim karesi Risale-i Nurlar dairesinde olsa da Said Nursi Hazretlerinin şekillendirdiği ve sınırlarını saptadığı cemaat görüntüsünden çok daha farklı bir yapıda olmalıdır. Hadis okuyan, fıkıh bilen, Risale-i Nur okuyan, zikir ufkunda namaz tesbihatı yapan, cevşen okuyan, tasavvuf yollarını irdeleyen, İmam Gazaliyi, İmam Rabbani Hazretlerini okuyan, değişik esmalarla Allah'ı anan bir özel topluluk, Mehdinin has talebeleri olabilirler. Mehdi Aleyhisselam pek çok dairede hizmet edeceğinden onun davasına destek veren çok farklı düşünceden topluluklar da söz konusu olabilir.Peygamberlerin havarileri gibi onun safında yer alan Kutsi havarileri olur. Dünyaya açılacak olan bir hizmetin önünde velayeti elde eden, hak ve hakikata açık sineler gereklidir. Seyyitler neslinden bir topluluk ve çoğu evliya makamında olan kutsi havarileri onun güzide talebeleri arasında saf tutup dünyaya açılmış olmalıdırlar. Bu cemaat fertleri çok değişik dairede hizmet yaparlar. Onun davasına velayet yolunda bulunan kimi sufiler de destek verebilirler. Bu destek son Mehdiyi tanıyarak değil, ortaya koyduğu davanın kutsiyetine ve önemine binaen olmalıdır. Bu konuyla ilgili olarak Said Nursi Hazretleri şunları söyler:
"Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138 - Kastamonu Lahikası, 72)
"şimdi hatıra geldi ki, eger şeddeli "lamlar" ve "mimler" ikişer sayilsa bundan bir asir sonra zulümati dağitacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin şakirtleri olabilir." (Şualar, 605)"
SAİD NURSİ HAZRETLERİNE GÖRE MEHDİNİN VAZİFESİ...
Gerek İslam alimleri,gerekse tasavvuf uluları Mehdi Aleyhisselamla ilgili alametleri yorumlamışlar, onun zuhur zamanına işaret etmişlerdir. Said Nursi Hazretleri bunlardan çok farklı bir ufukla hem zuhur zamanını söylemiş, hem de ilk kez onun çok değişik sahalardaki vazifelerinden söz etmiştir. Bu oldukça önemlidir. Risale-i Nurlarda bu konuyla ilgili olarak şunlar söylenmiştir:
Hem bu üç vezaifi birden bir şahisda, yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda Al-i Beyt-i Nebevi'nin (A.S.M.) cemaati-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-i manevide ancak içtima edebilir. (Kastamonu Lahikasi, 139 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 156)
İkinci Vazifesi: Hilafet i Muhammediye (A.S.M.) ünvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Alem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve mânevi tehlikelerden ve gadab-i İlâhi'den kurtarmaktir. (Emirdağ Lahikası, 259)
Büyük Hz. Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset aleminde, diyanet aleminde, saltanat aleminde, cihad aleminde. (Şualar, 456)
MEHDİ ALEYHİSSELAMIN VAZİFELERİ VARDIR...
Said Nursi Hazretleri Mehdi Aleyhisselamın üç vazifesinden söz ederken onun pekçok dairede hizmet edeceğinin de ipuçlarını verir. Yukarıda belirtilenleri yorumlamak gerekirse siyaset alemindeki vazifesine bakarak Mehdinin siyasete soyunacağını ya da siyasi bir parti kuracağını söyleyebilir miyiz? Bu oldukça imkansız. Peki, Mehdi'nin siyasi bir parti kurması düşünülemeyeceğine göre siyaset dairesindeki hizmeti nasıl olabilir? Belki zuhur ettiği devletin ya da dünya devletlerinin siyasetçileriyle dünyanın, insanlığın yararına olan kimi projeleri onlarla görüşmek ve bu yollu onları ikna etmek "onların himmetlerini talep" şekliyle onun siyaset hizmetini yorumlamak olasıdır. Bazı projeler çerçevesinde siyasilerle görüşen, onlara hizmet götüren bir özel topluluğun varlığı da tartışmasız bir gerçeklik olur. Buna çok büyük bir gereksinim vardır.
Aksi halde onun, siyaset dairesinde hizmet edebilmesi söz konusu olamaz. Bütün bunlar, herhangi bir siyasi hareketi desteklemek ya da başa geçirmek amaçlı değil; mevcut siyasi otoritelerle hayırlı projelerin dünyaya açılımı için onlarla görüşmek tarzında düşünülmelidir. Siyasetin şerrinden Allah'a sığınan Said Nursi gibi, Ahirzaman Mehdisi de siyasetten uzak durur. Vazifesi gereği siyasi otoritelerle görüşmeler yapıp insanlığın hayrına olan işlerde onların yardımlarını talep edebilir. Dünyaya açılımı kaçınılmaz olduğundan siyaset dairesinde de geniş bir coğrafyaya hizmet götürmesi şarttır. Aksi halde onun dar bir sahaya hapsolması kaçınılmaz olacaktır. Diyanet alemindeki vazifesi: İslamı zamanın şartlarına göre yeniden yorumlamak, hadis, fıkıh, tasavvuftasavvuf, sünnet ufkunu ihya eden eserler ortaya koymak, dini, tasavvufu bidatlardan arındırmak, tereddüt edilen kimi dini hususları Kuran ve sünnet ufkunda yeniden yorumlamak şeklinde olabilir. Öyleyse Mehdi Aleyhisselam çok değişik konularda, dini, tasavvufi, ictimai sahalarda eser yazmalı, görüş ve düşüncelerini insanlığın yararına sunabilmelidir.
Kendisi, dünya halkına, insanlığa gelen bir halife olduğuna göre öğretisi, mesajları dünyaya açılmalıdır. Bu da onun eserlerinin pekçok dünya diline çevrilmiş olmasını zorunlu kılmaktadır. Bu çok önemli bir saptamadır; aksi halde dünya halklarına görüş ve düşüncelerini nasıl anlatabilsin ki? Saltanat alemindeki hizmeti: Buradaki saltanat padişahlar gibi bir tahta oturma şekliyle ön görülmemelidir. Bunu, yaptığı hizmet kurumlarının, dünyanın her yanına açılıp, yerleşkelenmesi şekliyle de düşünebiliriz. Bu dairede çalışan, yani kurumları dünyaya açmaya çalışan on binlerce insana gereksinim olduğu ise tartışılmaz bir gerçekliktir. Bunun için de çok büyük bir maddi güce gereksinim olacağı çok açıktır. Bu da işin diğer bir yanıdır. Cihat aleminde hizmeti: Mehdi Aleyhisselam, sanılanın aksine, bir ordunun başına geçip İslam düşmanlarına savaş açan biri olamaz. O, olsa olsa bilim, sevgi, hoş görü, diyalog ve ortak paylaşım yoluyla dünya devletlerine açılabilir. 2006 yılı itibariyle hayatta olduğuna göre hangi İslam ülkesinin başına geçip hangi süper ülkeye savaş açabilecektir? Bu hiçbir zaman olası değildir. Batılı ülkelerin askeri ve teknolojik gücü ortadadır. Öyleyse onun cihat hizmeti çok özel olmalıdır. Bu, belki de sevgi ve aşk eksenli bir cihat savaşcısı olmayı zorunlu kılmakta. Çünkü, şu zamanın şartlarında Batı ülkelerine galip gelme, onları iknaya bağlıdır. Bunun için de sevgi, anlayış, hoş görü, diyalog gerekir. Batıyla ancak bu silahlarla cihad edilir.
Zaten Mehdi Aleyhiselam denince sevgi, aşk, af, yumuşak huyluluk, diyalog, merhamet, şefkat, bilim aydınlığı hatıra gelmez mi? Hadis-i şeriflerde buna işaretler var. Mehdiyle ilgili olan hadis-i şeriflerin hiçbirinde onun savaşçı bir komutan olacağına değinilmemiş, çeşitli özellikleri ve dünyaya eğemen olacağı vurgulanmıştır. Öyleyse onun cihadı sevgi, hoş görü, merhamet, diyalog gibi ana başlıklarla olmalıdır ki dünyaya eğemen olabilsin ya da dünyaya açılabilsin.Bu da Mehdi'nin savaşı değil, evrensel bir barışı konu almasını zorunlu kılmaktadır. Bu açıdan Mehdi Aleyhisselamın cihadı, silahla değil; aşk ve sevgi dolu bir yürekle, herkesi kucaklamakla olur. Batılı ülkeler bilimde öncü olduklarına göre Mehdi Aleyhisselamın da bilim eksenli bir çıkışı olmalıdır. Aksi halde dünün mistik sufi modeliyle Batılılar neye, niçin ikna edileceklerdir? Ortada onların özenebileceği bilimsel projeler olmalıdır. İkna ancak bilim yollu açılımlarla olur.
Öte yandan Son Mehdinin azam derecede bir aşk insanı olması kaçınılmazdır; onun bu aşk cihadı asırlık nefret buzlarını eriten bir güneşin doğuşuna benzer. Öyleyse Mehdi cemaati sevgi, aşk cemaati olmalı, hiçbir ayrım yapmadan bütün insanları kucaklayabilmeli, bilimsel gelişmelerde de üstün bir duruş sergilemelidir. Din ayrımı yapmadan insanlıkla samimi diyaloglar geliştirmelidir. Sevgi ve aşk cihadı için de bunlar şarttır.
SAİD NURSİ HAZRETLERİNİN MEHDİYLE İLGİLİ DÜŞÜNCELERİ...
Said Nursi Hazretleri Risale-yi Nurlarda Mehdiyle ilgili olarak çeşitli düşünceler ortaya koymuştur. Bu düşünceler oldukça önemlidir; kendisi de bir müceddit olan ve bir nevi Mehdi sayılan birinin Kuran dürbünüyle izlediği hakikatlar nasıl önemli olmasın ki? Çünkü bu yorumlarda zanna dayalı yaklaşımlar değil; şaşmaz bir öngörüye dayalı ledünni boyut işin içindedir. Bu açıdan konu irdelenirse Said Nursi'nin Mehdi için söyledikleri oldukça önemlidir; çünkü işin içinde kutbul azam makamındaki bir müceddidin beyanı vardır. Bu asla gözardı edilmemelidir. Said Nursi cephesinden algılanan Mehdi telakkisi Risale-yi Nurlarda şöyle verilmektedir:
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddit geliyor ve gelmiş, fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahir zamanın Büyük Mehdi ünvanını alamamışlar. (Emirdağ Lahikası, 260)
Baştaki hadis-i şerifin "her yüz sene başında dini tecdit edecek bir müceddidi gönderiyor" müjdesinin ihbarına muvazi olarak Hazret-i Mevlana Halid, -ekser ehl i hakikatin tasdikiyle- 1200 senesinin yani on ikinci asrın müceddididir. (Barla Lahikası, 120)
Madem tam yüz sene sonra, aynen dört cihette tevafuk ederek Risale-i Nur eczaları aynı vazifeyi görmüş... Kanaat verir ki -nassı hadis ile-Risale-i Nur tecditi din hususunda bir müceddit hükmündedir. (Barla Lahikası, 121)
Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslamiyetin edebiyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muhlis veya bir müceddit veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u azam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş; bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da, ehl-i beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn -es-sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icat eden Kadir-i Zülcelâl Hz. Mehdi ile de, âlem-i İslam'ın zülumatını dağıtabilir. Ve vaat etmiştir, vaadini elbette yapacaktır. Kudret-i İlahiye noktasında gayet kolaydır. Eğer daire-i esbap ve hikmet-i Rabbaniye noktasında düşünülse, yine o kadar makul ve vukua layıktır ki; Eğer muhbir-i Sadık'tan rivayet olmazsa dahi, herhalde öyle olmak lazım gelir. Ve olacaktır diye ehl-i tefekkür hükmeder." (Mektubat, 411–412)
İstikbal-i dünyeviyede 1400 sene sonra gelecek bir hakikati asırlarında karib (yakın) zannetmişler. (Sözler, 318)
Ta 1371 senesinden sonraki âlem-i İslam'ın mukadderatına nazar eden Hutbe-i Şamiye'deki hakikatler... Evet, şimdi olmasa da 30–40 sene sonra fen ve hakiki marifet ve medeniyetin mehasini o üç kuvveti tam teçhiz edip, cihazatını verip o dokuz manileri mağlup edip dağıtmak için taharri-i hakikat meyelanını (Hakikati araştırma meyli) ve insaf ve muhabbet-i insaniyeyi o dokuz düşman taifesinin cephesine göndermiş, inşallah yarım asır sonra onları darmadağın edecek. (Hutbe-i Şamiye, 25)
"Şimdi hatıra geldi ki, eğer şeddeli "lamlar" ve "mimler" ikişer sayılsa bundan bir asır sonra zülumatı dağıtacak zatlar ise, Hazret-i Mehdi'nin Şakirtleri olabilir." (Şualar, 605)
"Bu zamanda öyle fevkalade hâkim cereyanlar var ki, her şeyi kendi hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zat dahi bu zamanda gelse... (Kastamonu Lahikası, 57)
Çok zaman evvel bir ehl-i velayetten (veli şahıstan) işittim ki; o zat, eski velilerin gaybi işaretlerinden istihraç etmiş ve kanaati gelmiş ki: 'Şark tarafindan bir nur zuhur edecek (ortaya çıkacak), bidatlar zülumatını (dine sonradan girmiş hurafeleri) dağıtacak. Ben böyle bir nurun zuhuruna çok intizar ettim (gözledim) ve ediyorum. Fakat çiçekler baharda gelir. Öyle kutsi çiçeklere zemin hazır etmek lazım gelir. Ve anladık ki, bu hizmetimizle o nurani zatlara zemin izhar ediyoruz (hazırlıyoruz). (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
...Cenab-ı Hakk; kemal-i rahmetinden, şeriat-ı İslamiyetin ebediyetine bir eser-i himayet olarak, her bir fesad-ı ümmet zamanında bir muhlis veya bir müceddit veya bir halife-i zişan veya bir kutb-u azam veya bir mürşid-i ekmel veyahut bir nevi Mehdi hükmünde mübarek zatları göndermiş; fesadı izale edip milleti ıslah etmiş; Din-i Ahmediyi (A.S.M.) muhafaza etmiş… (Mektubat, 411–412)
...Madem âdeti öyle cereyan ediyor, ahir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da, ehl-i beyt-i Nebevi'den olacaktır... Kadir-i Zülcelâl Hz. Mehdi ile de, âlem-i İslam'ın zülumatını dağıtabilir. Ve vaat etmiştir, vaadini elbette yapacaktır. (Mektubat, 411–412)
…Ahir zamanın en büyük fesadı zamanında, elbette en büyük bir müçtehit, hem en büyük bir müceddit, hem hâkim, hem mehdi, hem mürşid, hem kutb-u azam olarak bir zat-ı nuraniyi gönderecek ve o zat da, ehl-i beyt-i Nebeviden olacaktır. Cenab-ı Hakk, bir dakika zarfında beyn-es-sema vel-arz âlemini bulutlarla doldurup boşalttığı gibi, bir saniyede denizin fırtınalarını teskin eder ve bahar içinde bir saatte yaz mevsiminin numunesini ve yazda bir saatte kış fırtınasını icat eden Kadir-i Zülcelâl Hz. Mehdi ile de, âlem-i İslam'ın zülumatını dağıtabilir. Ve vaat etmiştir, vaadini elbette yapacaktır… (Mektubat, 411–412)
Ümmetin beklediği, ahir zamanda gelecek zatın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikiyi neşr ve ehl-i imanı delaletten kurtarmak. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutiyle ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer içine intiçar etmesiyle, her şeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak bir tarzda imanı kurtarmaktır. Ehl-i imanı dalâletten muhafaza etmek... (Emirdağ Lahikası, 259)
Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı İlâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır. (Emirdağ Lahikası, 259)
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikat ve ihlas ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
O zatın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslamiyeyi İttihad-ı İslam'a bina ederek, İsevi ruhanileriyle ittifak edip din-i İslam'a hizmet etmektir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Birinci vazife, o vazifeden üç dört derece daha ziyade kıymettardır, fakat o ikinci, üçüncü vazifeler pek parlak ve çok geniş bir dairede ve şaşaalı bir tarzda olduğundan umumun ve avamın nazarında daha ehemmiyetli görünüyorlar. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Bu vazife, pek büyük bir saltanat ve kuvvet ve milyonlar fedakârlarla tatbik edilebilir. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Üçüncü Vazifesi: İnkılâbat-ı zamaniye ile çok ahkâm-ı Kur’aniye'nin zedelenmesiyle ve Şeriat ı Muhammediye'nin (A.S.M.) kanunları bir derece ta'tile uğramasıyla o zat, bütün ehl-i imanın manevî yardımlarıyla ve ittihat-ı İslâm'ın muavenetiyle ve bütün ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beyt'in neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli bulunan milyonlar fedakâr seyyitlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmâyı yapmaya çalışır. (Emirdağ Lahikası, 260)
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddit geliyor ve gelmiş, fakat her biri üç vazifeden birisini bir cihette yapması itibariyle, ahir zamanın Büyük Mehdi unvanını alamamışlar. (Emirdağ Lahikası, 260)
Hem bu üç vezaifi birden bir şahısta yahut cemaatte bu zamanda bulunması ve mükemmel olması ve birbirini cerhetmemesi pek uzak, adeta kabil görülmüyor. Ahir zamanda Al-i Beyt-i Nebevi'nin (A.S.M.) cemaati-i nuraniyesini temsil eden Hazret-i Mehdi'de ve cemaatindeki şahs-i manevide ancak içtima edebilir. (Kastamonu Lahikası, 139 ve Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 156)
"Rivayetlerde, ahir zamanın alametlerinden olan ve al-i beyt-i nebeviden Hazret-i Mehdi'nin hakkında ayrı ayrı haberler var. Hatta bir kısım ehl-i ilim ve ehl-i velayet, eskide onun çıkmasına hükmetmişler. Allah-u âlem bissevab, bu ayrı ayrı rivayetlerin bir tevili şudur ki: Büyük Mehdi'nin çok vazifeleri var. Ve siyaset âleminde, diyanet âleminde, saltanat âleminde, cihat âlemindeki çok dairelerde icraatları olduğu gibi, her bir asır meyusiyet vaktinde, kuvve-i maneviyesini teyit edecek bir nevi Mehdi'ye veyahut Mehdi'nin onların imdadına o vakitte gelmek ihtimaline muhtaç olduğundan; rahmet-i İlahiyye ile her devirde belki her asırda bir nevi Mehdi Al-i Beyt-ten çıkmış, ceddinin şeriatını muhafaza ve sünnetini ihya etmiş. Mesela: Nakşibend ve aktab-ı erbaa ve on iki imam gibi büyük Mehdi'nin bir kısım vazifelerini icra eden zatlar dahi, Mehdi hakkında gelen rivayetlerde, medar-i nazar Muhammed Aleyhissalat-ü Vesselam olduğundan rivayetler ihtilaf ederek, bir kısım ehl-i hakikat demiş: "Eskide çıkmış." Her ne ise... (Şualar, 456)
Evet yüzer kutsi kahramanları yetiştiren ve binler manevi kumandanları ümmetin başına geçiren ve hakikat-i Kur'aniyenin mayası ile ve imanın nuriyle ve İslamiyetin şerefiyle beslenen, tekemmül eden Ali Beyt, elbette ahir zamanda şeriat-ı Muhammediyeyi ve hakikat-i Furkaniyeyi ve sünnet-i Ahmediyeyi (A.S.M.) ihya ile ilan ve icra ile başkumandanları olan "Büyük Mehdi"nin kemal-i adaletini ve hakkaniyetini dünyaya göstermeleri gayet makul olmakla beraber, gayet lazım ve zaruri ve hayat-i içtimaiye-i insaniyedeki düsturların muktezasıdır..." (Şualar, 456)
Evet, hadis-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavi nüzulü kati olmakla beraber; mana-yı işârisiyle-başka hakikatları ifade ettiği gibi bu hakikata da mu'cizane işaret ediyor. (Kastamonu Lahikası, 50)
Şahs-i Isa Aleyhisselam'in kılıncı ile maktul olan şahs-i Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyunluk ve dinsizligin azametli heykeli ve şahs-i manevisini mahvedecek ancak İsevi ruhanileridir ki; o ruhaniler din-i İsevi’nin hakikatini hakikat-i Islamiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek. Hatta "Hazret-i İsa Aleyhisselam gelir, Hz. Mehdi'ye namazda iktida eder, tâbi olur." diye rivayeti bu ittifaka ve hakikat-ı Kurâniye'nin matbuiyetine ve hâkimiyetine işaret eder. (Şualar, 493)
…Hal-i hazır Hıristiyanlık dini o hakikata karşı tasaffi edecek, hurafattan ve tahrifattan sıyrılacak... (Mektubat 53–54)
…Hıristiyanlık bir nevi İslamiyet'e inkilab edecektir... Ve Kuran’a iktida ederek, o İsevilik şahsı manevisi tabi ve İslamiyet, metbu makamında kalacak. (Mektubat 53–54)
…Din-i hak, bu iltihak neticesinde azim bir kuvvet bulacaktır. Dinsizlik cereyanına karsı ayrı ayrı iken mağlup olan İsevilik ve İslamiyet; ittihat neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak… (Mektubat 53–54)
…İttihad neticesinde, dinsizlik cereyanına galebe edip dağıtacak istidadında iken âlem-i semavatta cism-i beşerisiyle bulunan şahs-i Isa Aleyhisselam, o din-i hak cereyanının başına geçeceğini bir Muhbir-i Sadık, bir Kadir-i Külli Şey'in vaadine istinad ederek haber vermiştir. Madem haber vermiş, haktır; madem Kadir-i Külli Sey' vaat etmiş elbette yapacaktır... (Mektubat, 53–54)
O zatın ikinci vazifesi, şeriatı icra ve tatbik etmektir. Birinci vazife maddi kuvvetle değil, belki kuvvetli itikat ve ihlâs ve sadakatle olduğu halde, bu ikinci vazife gayet büyük maddi bir kuvvet lazım ki, o ikinci vazife tatbik edilebilsin. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 9)
Ta ahir zamanda, hayatın geniş dairesinde asıl sahipleri, yani Hz. Mehdi ve şakirtleri (talebeleri), Cenab-ı Hakk'ın izniyle gelir, o daireyi genişletir ve o tohumlar sünbüllenir. Bizler de kabrimizde seyredip Allah'a şükrederiz. (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 138- Kastamonu Lahikası, 72)
İkinci Vazifesi: Hilafet i Muhammediye (A.S.M.) unvanı ile şeair-i İslamiyeyi ihya etmektir. Âlem-i İslâmın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve manevî tehlikelerden ve gadab-ı İlâhi'den kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır. (Emirdağ Lahikası, 259)
O ileride gelecek acib şahsin bir hizmetkârı ve ona yer hazır edecek bir dümdarı ve o büyük kumandanın pişdâr bir neferi olduğumu zannediyorum. (Barla Lahikası, 162)
"Ben, kendimi seyyit bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Hâlbuki ahir zamanın o büyük şahsı, Âl-i Beyt'ten olacaktır." (Emirdağ Lahikası, 247–250)
MEHDİ KIYAMETİN GİZLİ HABERCİSİDİR...
Mehdi Aleyhisselamı önemli kılan şey; onun, eşsiz dehasıyla İslam dinini ihya edip İsevilerin dünyasıyla ittifak ederek insanlığın yararına hayırlı işler yapmak şekliyle algılansa da onun gözden kaçmayan çok önemli bir yönü daha vardır: Kıyametin habercisi olması. Onun Kıyamete yakın bir zaman diliminde zuhur edeceği Hadis-i şeriflerde de dile getirilmektedir. Bu araştırmayı yaptığımız tarih itibariyle "Hadislerde belirtilenlerin, Said Nursi ve İmam Rabbani Hazretlerin belirttikleri gerçekliklerle bir noktada kesiştiklerini gördük: 2006 yılı itibariyle Ahirzaman Mehdisinin hayatta olduğu açık seçik kesişen ortak bir noktaydı… Peki, Mehdi Aleyhisselam kimdi ve nasıl tanınacaktı? Tanındığı takdirde ne olacaktı? Bunlar çok önemli sorulardır. Araştırmamızda ulaştığımız tek bir sonuç oldu: O da, Mehdi Aleyhisselamın hiçbir zaman kendini tanıtmayacağı, her zaman için böyle bir nitelendirmeyi reddedeceği ve onun ancak "iman nuruyla" tanınabileceği gerçekliğidir. Onun kim olduğu önemli değildir; önemli olan kendinin kim olduğunu dünyaya söylemesidir. Ona biat edilmedikten sonra nasıl Mehdi Aleyhisselamın talebesi olunacaktır? Bu da önemli bir sorundur. Belki bilmeden de olsa onun dairesine yardımcı olmak ya da davasına taraftar olmak şekliyle bir nevi ona talebe olunabilir; ama bu onun ruhani bir havarisi olmaya yol açabilecek bir eylem sayılamaz. Onun hayatta olması bir gerçekliği daha tetikler: İslam dünyasının ve Hıristiyan dünyasının beklediği Hazret-i İsa Aleyhisselamın semadan yeryüzüne inmesi hadisesinin yakın olmasını... Sahih bir rivayete, Hazret-i İsa Aleyhisselamın, Mehdi Aleyhisselamın arkasında namaz kılacağı beyan edilmektedir.
İkisi de Kıyametin büyük habercileri olduğuna göre yaşlı dünyanın ve evrenin acı sonu yaklaşıyor demektir. Kuranda vaat edilen kıyametin bu kadar açık bir şekilde gelip çatması oldukça düşündürücüdür. İlm-i cifirle, ledünni ferasetiyle Mehdi Aleyhisselamın zuhur zamanını işaret eden Said Nursi Hazretleri acaba yanılmış olabilir mi? Risale-yi Nurlarda verdiği gaybi bilgilerin onun söylediği tarihlerde saati saatine zuhur ettiğini, "Eddai" adlı şiirinde "kendi kabrinin söküleceğini" belirttiğini ve bunun aynen gerçekleştiğini görünce şu adrese geldik: Said Nursi Hazretlerinin Mehdi Aleyhisselamla ilgili verdiği zuhur tarihinin yanlış çıkmasına yüzde bir de olsa ihtimal yoktur. Üç bin yılın yenileyicisi bir müceddit olan ve bir nevi Mehdi sayılan İmam Rabbani Hazretleri de o asırdan Mehdinin zuhur tarihini söylemiş ve bu tarihin Said Nursi Hazretlerinin belirttiği zaman kesitiyle birebir örtüşmesi, hadis-i şeriflerde belirtilen Mehdi zuhur alametlerinin de aynı zaman dilimine rastlaması oldukça düşündürücüdür. Öyleyse ortada gözden kaçan bir Kıyamet gerçekliği durmakta. Yaşlı ve yorgun evrenin sonsuza kadar dinlenme, bir kağıt gibi dürülme zamanının yaklaşıyor olması bu araştırmamızın konu kapsamı içinde olmayan bir şeydir; ama konu Mehdi olunca onun bir adım ötesinde İsa Mesih, onun da bir adım ötesinde Kıyamet, zorunlu olarak karşımıza çıkıyor. Bizim araştırma konumuz Mehdi olmasına karşın ister istemez bu alana da girmek zorunda kaldık. Bu da çalışmamıza çok ilginç bir renk kattı sanırım. Öyleyse, Mesih'i de anımsamak ve onun üzerinde durmak bizim için kaçınılmaz bir gerçeklik olacaktır.
SON GAVS, SON MEHDİ, SON RİSALE-Yİ NUR BİR SONUN MU HABERİ?
Tarikat sahasına bakıldığında her ne kadar da herkes kendi mürşidini "gavs" bilse de ortada gerçek bir gavsın esinlerine rastlanılmamakta. Gavsların birer birer gayba çekilmesi ne anlama geliyor acaba? Tarikatçıların "Bizim mürşidimiz gavstır"larına bakılırsa 2006 yılı itibarıyla dünyanın çeşitli yerlerinde bulunan en az "beş yüz" gavsın varlığından söz etmek gerekir. Oysa Mehdi Aleyhisselamın hayatta olduğu şu tarih itibarıyla meydanda "gavsın" olmaması icap eder. Çünkü Mehdi Aleyhisselam hadis-i şerifin ifadesiyle zamanın en hayırlısıdır. Mehdi Aleyhisselamın zuhuru seksenli-doksanlı yıllar arasına yayılırsa 1980'li yıllar itibariyle Allahın halifesi sayılan son gavsın da gayba çekilmiş olması gerekir. Çünkü onlar da bazen yüz, bazen bin yıl zaman dilimlerinde dünyaya gelen ve Allahın yeryüzünde halifesi olan zatlardır. Şeyhlik müessesesi Kıyamete kadar devam etmekle birlikte "gavsiyetin bitmesi" batında kalması, bir daha da yeryüzüne gavsın gelmemesi gerekir. Çünkü meydanda Mehdi Aleyhisselam vardır ve onun vefatından sonra bir gavsın gelmesi çok uzak bir ihtimaldir. Ahirzaman Mehdisi Mehdiyet halkasının sonuncusudur.
Yani ondan sonra asla ve kata mehdi gelmeyecektir; bu aynı zamanda bir müceddidin de kesinlikle gelmeyeceği anlamına gelir. Said Nursi hiç kimsenin Risale-yi Nur yazmaya yeltenmemesini öğütler ve bu eserin hakikat yolunun son manevi Kuran tefsiri olduğunu söyler. Bu kareleri yan yana koyduğumuzda ortaya insanlığın farkında olmadığı çok korkunç bir gerçek çıkıyor: Bir sona mı yaklaşıyoruz. Evet, çok acı; bir sona doğru yaklaşıyoruz. Risale-yi Nur müellifinin ölüm tarihi 1960. Üzerine yüz yıl daha koyarsanız 2060 tarihi çıkar. Son gavsın ölümü 1970 yılı olsa yüz yıl sonra 2070 tarihi çıkar. Mehdi Aleyhisselamın irşat tarihi 1980 alınırsa 2080 çıkar. Bu tarihler acaba Kıyametin haberi olabilir mi? Eğer her yüz yılda bir müceddit geliyorsa, gavs geliyorsa ortaya karmakarışık bir sonuç çıkar. Ya bu tarihler geçilecektir, müceddit gavs gelmeyecektir. Ya da Kuranda işaret edilen Kıyamet tablosuna yavaş yavaş adım atılmış olacaktır. Ya da......... Allah'tan başka kim bilebilir ki
İSA ALEYHİSSELAM NE ZAMAN, NASIL GELİR?
Hazret-i Mehdi Aleyhisselamın zuhurundan önce İsa Aleyhisselam ilk önce şahs-ı manevisiyle evrene iner. Bu bir bakıma gelecek olan Mehdi'nin habercisidir. Ruhani bir mana olarak İsa Aleyhisselamın zuhuruyla zıt kutuptaki insanlar birbirlerini öldürmeyi bırakıp, gayrı iradi sorunlarını konuşup anlaşma yolunu seçerler. Dünün sağ ve sol kutupları caddelerde birbirlerini paylamayı bırakıp, ortak noktalarda uzlaşmaya başlarlar. Şahs-ı manevinin inmesi dünya devletlerini de etkiler. Hırıstiyan ve İslam kanaat önderleri bir araya gelip kaynaşmaya başlarlar. Ayrılık buzları, İsevi esinin semadan şahs-ı manevi inişiyle birlikte, yerini bahar cemrelerine bırakır. Ülkeler arasında diyaloglar olur. Bu Mesihin izdüşümü sayılan Muhammed Mehdi'nin hayatta olduğuna da bir beşaret sayılabilir. Semadan inen bu Mesihi esin kendi diliyle adeta "mehdi aranızda", "benim cismani olarak inme zamanım yakın" der.
Peki ama burada şöyle bir soru hatıra geliyor: Hazret-i Mehdi Aleyhisselam "iman nuruyla" tanınacağına göre, İsa Aleyhisselam nasıl tanınacaktır? Ya da dünyaya nasıl gelecektir? Bir anneden doğarak mı? Farklı bir şekilde mi gelecektir? Soruda belirtilen şekilde onun bir anneden dünyaya gelmesi Allah'ın fıtratullah kanunlarına aykırı düşmektedir. İmran kızı kutsal Meryem'in mucize olarak İsa Aleyhisselamı dünyaya getirmesinden sonra Meryem anne değerinde hangi masum kadın onu yeniden dünyaya getirebilir? Bu olsa bile, Hindistan'da yaygın olan sapkın "yenidendünyayagelim" tezi doğrulanmış olmaz mı? Olaylara dini açıdan yaklaşıldığında onun bir anne vasıtasıyla dünyaya asla gelmeyeceğini söyleyebiliriz, ki bu en doğru görüş olur. O halde Mesih nasıl gelecektir? Nüfus kimlik bilgileri nasıl olacaktır? Bunlar çok önemli sorunlardır. Onun göğe alınış öyküsüne baktığımızda yanıta biraz daha yakın olabiliriz sanırım. Yahudi kavminden azgın bir topluluk onu öldürmeye kasdetmişti ve kovalıyorlardı. İçlerinden en azılı bir Yahudi onun yerini gösterince Allah İsa Aleyhisselamın yerini gösteren Yahudiyi İsa Aleyhisselamın simasına döndermişti. "Yapmayın ben İsa Değilim!" diye haykırsa da azgın Yahudiler buna inanmamış ve İsa Aleyhisselam sandıkları Yahudiyi çarmıha gererek feci bir şekilde öldürmüşlerdi. Onlar İsa nebiyi öldürdüklerini sanıyorlardı; oysa İsa çok sevdiği Muhammed Aleyhisselamın ümmeti olabilmek için semadaydı ve son Mehdinin zuhur zamanında semadan yere inecekti. Peki o nasıl gelecekti? Hangi ülkede yaşayacaktı? Nufus cüzdanındaki bilgiler ne olacaktı? Galiba bunun yanıtını Kehf Suresinde adı anılan "Kullardan bir kulun, Hızırın" dünyadaki serüvenlerinde aramalıyız. İkinci hayat tabakasında olduğu söylenen Hızır Aleyhisselam her asırda yaşamış ve insanlara yardımcı olmuştur. Dilediği anda birinin simasıyla tecelli edip yiyip içmekte ve konuşmaktadır. Sonra da kaybolmaktadır. Mesih bu şekilde mi gelir? Sanırım durum biraz farklı olur. O, Mehdi'ye yardımcı olacağına göre bir çiftçi, bir esnaf, bir işadamı şekliyle gelmemelidir. Bu haliyle Mehdiye nasıl yardımcı olabilir ki? Bu kareleri mercek altına koyarsak, onun, çok önemli bir devletin lideri ya da ordu komutanı olarak gelmesi çok kuvvetli bir olasılıktır. Çünkü tanınmayan Mehdi'ye ancak böyle bir güçlü lider yardımcı olabilir. Öyleyse devlet başkanı ya da ordu komutanı olarak nasıl gelsin ki? Anne babası olması, eğitim görmesi, evlenip çocuklarının olması gerekmez mi? Bu çok zayıf bir ihtimaldir. Geriye tek bir şey kalıyor: Önemli bir devlet başkanının ya da ordu komutanın gayba alınması ve onların şekliyle Mesihin gelmesi. Allah'a güç yoktur, o dilediğini yapar...
Tabi ki bu sadece bir varsayımdır. Hazret-i Mesih nasıl ne şekilde gelirse gelsin onun "İsa Alehisselam olduğu" kesinlikle bilinmeyecek, onu tanıyanlar da ancak "iman nuruyla" tanıyabileceklerdir. Mehdi Aleyhisselamın gaybi alemden Mesihi tanıması ve bilmesi gerekir. Belki de Mesihi tek tanıyan son Mehdi Aleyhisselamdır ve İsa Aleyhisselam da onu tanımaktadır. Gizli bir şekilde İslam ve Hıristiyan dünyasının ihyası için çalışırlar. Mesihin, Mehdi Alehisselamın yaşadığı zaman kesitinde gelmesi gerekir ki davasına destek verebilsin. Öyleyse İsa Aleyhisselam şu an ya hayattadır; ya da geldi gelecek olmalıdır. Mehdi Aleyhisselamın halihazırda altmış yaşlarında biri olduğu tahmin edildiğinde önümüzdeki on beş yirmi yıl içinde beklenen Mesihin yeryüzüne inmiş olacağı kuvvetle muhtemeldir. Çünkü Hazreti Mesih'in Hazreti Mehdi Aleyhisselamın ardında namaz kılacağı beyanı dikkate alınırsa 2020-2030'lu yılları arasında semadan inebileceği öngörülebilir. Aksi halde Mehdi'nin ardında namaz kılması nasıl mümkün olacaktır? Peki, Onun gelmesi nasıl anlaşılabilir? İslam ve Hıristiyan dünyası arasındaki etkileşim fotoğraf karelerine bakarak bunu saptayabiliriz. Batılı süper devletlerin İslam alemiyle barışçıl amaçlı diyaloglara başlamaları onun yeryüzünde olduğuna ciddi bir işaret olabilir. Bu, hiç de gözardı edilmemesi gereken bir husustur. Bir başka altarnatif de Hazret-i Mesihin, Hazret-i Mehdi cemaati arasında herhangi bir havari gibi hizmet ediyor olmasıdır. Belki de Mehdi'nin herhangi bir has talabesi şekliyle davasının içindedir; onun arkasında namaz kılıyor ve önemli kararlara imza atıyordur. Hazret-i Mesih'in işlerine peygamber ilmi ve ferasetiyle yardımcı oluyordur. Bu da yabana atılmaması gereken bir düşüncedir. Hangi durumda gelirse gelsin, dünyada yaşayan herhangi birinin şekliyle geleceği, şekline girdiği kişinin de gayp dünyasına götürüleceği kuvvetli bir olasılıktır.
SAİD NURSİ'NİN HAZRET-İ İSAYLA İLGİLİ GÖRÜŞLERİ...
Said Nursi Hazretleri Risale-i Nurlarda Hazireti İsa Aleyhisselamla ilgili olarak şu görüşleri ortaya koyar ve Ahir zamanda Mesihin cismani olarak geleceğini müjdeler:
1) ... sema-i dünyada (gökler aleminde) cesediyle (insani bedeniyle) bulunan ve hayatta olan Hazret-i Îsâ, belki âlem-i âhiretin (ahiret aleminin) en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme (büyük bir son) için ona yeniden cesed giydirip (bedeniyle) dünyaya göndermek o Hakîm'in hikmetinden uzak değil.. belki onun hikmeti öyle iktiza ettiği için va'detmiş ve va'dettiği için elbette gönderecek. (Mektubat, sf. 60) (Mektubat, 15. Mektup, 56-57)
2) Evet o hadîs-i şerifin ifadesiyle Hazret-i İsa'nın semavî nüzulü (gökyüzünden inişi) kat'î (kesin) olmakla beraber... (Kastamonu Lahikası, sf. 80-82)
3) İşte bu sırr-ı azîme (büyük sırra), Hazret-i Peygamber (A.S.M.) işaret etmiştir ki: Hazret-i İsa gelecek, ümmetimden olacak; aynı şeriatımla amel edecektir. (Sünuhat-tuluat-işârât, sf. 59)
4) ...Hazret-i Îsâ Aleyhisselâm geldiği vakit, herkes onun hakikî Îsâ olduğunu bilmek lâzım değildir. Onun mukarreb ve havassı ( derin imanlı yakın talebeleri), nur-u iman (imanın ışığı) ile onu tanır. Yoksa bedahet (birdenbire ve açıkça) derecesinde herkes onu tanımayacaktır... (Mektubat, sf. 60)
5) ... Hatta Hazret-i İsa Aleyhisselam’ın nuzulü (inişi) dahi ve KENDİSİ İsa Aleyhisselam olduğu, nur-u imanın (imanın ışığıyla) dikkatiyle bilinir; herkes bilemez.” (Şualar, sf. 487)
ELEŞTİREL AÇIDAN SAİD NURSÎ’NİN KELÂMÎ GÖRÜŞLERİ
ÖNSÖZ
Doğuşundan günümüze kadar pek çok aşamadan geçmiş olan kelâm ilminin konu ve muhtevasında da bu gelişmelere paralel olarak birçok değişiklik meydana gelmiştir. Son dönem Osmanlı medreselerinde okutulan klâsik kelâm ilminin, Batı’da ortaya çıkan ve sonu inkâra varan yeni felsefî akımlar karşısında, İslâm dininin inanç esaslarını savunma ve çağın inanç problemlerine çözüm üretme konusunda kendisinden beklenen sonuçlan veremediği şeklindeki yaygın kanaatten hareketle, bu ilmin muhteva ve metodunu ıslah etmeye yönelik olarak, o dönemin din bilginleri tarafından yeni yöntem arayışlarına başlanmıştır. Her ne kadar, bu çabaları konu edinen bazı lisansüstü çalışmalar yapılmışsa da, bunların İslâmî ilimler gibi çok yaygın ve geniş bir ihtiyaç alanı için, yeterli ve doyurucu olmadığı ortadadır.
Mutlâkiyet, Meşrûtiyet ve Cumhuriyet gibi fikrî ve siyâsî pek çok önemli değişimin meydana geldiği bir dönemde yaşayan, yazdığı eserlerde ağırlıklı olarak İslâm dininin inanç esaslarını işleyen, bu konulara ilişkin görüşlerini açıklarken zaman zaman tasavvufî yorumlara da yer vermekle birlikte, eserlerinin İslâmî ilimlerden “kelâm, akide, usûlü’d-dîn”alanları içinde değerlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Said Nursî’nin adından bu yeni arayış dönem vesilesiyle de sık sık söz edilmektedir. Bu müellifin çeşitli konulara ilişkin görüşlerini inceleyen bazı akademik çalışmalar olsa da, onun kelâmî görüşlerini ele alarak tenkit ve değerlendirmeler yapan ve onun fikirleri etrafında oluştuğu bilinen “cemaat’ın referans olarak kabul ettiği eserlerdeki akâid konularını, Temel İslâm Bilimlerinin en önemlisi olan kelâm ilmi açısından inceleyip değerlendiren doktora seviyesinde bir bilimsel araştırma bulunmamaktadır. Ayrıca Said Nursî’nin fikirleriyle ilgili olarak gerek onun takipçileri gerekse kendisine karşı olanlar tarafından yapılan araştırmaların pek çoğunun, genellikle “kutuplaşma ürünü” olarak kabul edilmiş olması, bu konuda ilmî ve objektif kriterlerin devre dışı tutulduğu şeklinde olumsuz kanaatler de doğurmuştur. Bu vakıadan hareket ederek söz konusu müellifin kelâmî görüşlerini ve bunların kaynaklarını objektif, bilimsel ve eleştirel açıdan inceleyerek değerlendirecek bir akademik çalışma yapılmasının önemli bir ihtiyaç haline geldiği şeklindeki düşünceyi paylaşan anabilim dalı hocalarımın da uygun görmesi üzerine, “ELEŞTİREL AÇIDAN SAİD NURSÎ’NİN KELÂMI GÖRÜŞLERİ” başlıklı bu araştırmayı doktora tez konusu olarak seçtim.
Bu çalışmada yöntem olarak önce Said Nursî’nin kelâmî görüşleri bizzat kendi eserlerinden tespit edilmiş, daha sonra Kur’ân, sünnet ve konuyla ilgili klasik ve modem literatür göz önünde bulundurularak bu görüşlerin tenkit ve değerlendirilmesi yapılmıştır. Klasik kelâmın hemen hemen bütün konularında görüş beyan eden müellifin fikirleriyle ilgili değerlendirmeler zaman zaman yerinde yapılmışsa da, bölüm içlerinde bir tez hacminin sınırlarını zorlayan detaylı değerlendirmeden kaçınmak amacıyla, genel değerlendirme ve eleştiriler, daha çok tezin sonunda yapılmıştır. NUR RİSALELERİ ‘nin sistematik bir niteliğe sahip bulunmayışına, kelâmla ilgili konuların bu eserlerin içine gelişigüzel serpiştirilmiş olmasına rağmen tez konusunun gereği olarak bu hususların titizlikle tespit edilmesi zarureti, araştırmada böyle bir yöntem izlenmesini zorunlu hale getirmiştir.
Çalışmada, klâsik kelâm kaynaklarında izlenen genel plân esas alınmakla birlikte, umumî ana yapıyı bozmayan bu plânda zaman zaman bazı değişiklikler yapma zorunluluğu doğmuştur. Meselâ tezin giriş bölümünde Said Nursî’nin hayatı, eserleri ve ilmî şahsiyetinin işlenmesi sebebiyle, girişte yer alması gereken varlık ve bilgi gibi konular, tezin birinci bölümüne kaydırılmış, genellikle kelâmî eserlerin sonunda tartışılan imamet ve hilâfet gibi konular, ilişkileri açısından nübüvvet bölümüne alınmıştır. Araştırmada bölümler arasındaki dengenin sağlanmasına önem verilmiş, ancak detaylı bilgi bulunup bulunmama gibi sebeplerle, bazı bölümlerin hacimleri arasında farklılıklar olmuştur.
Bir giriş ile beş bölümden oluşan tezin giriş bölümünde Said Nursî’nin hayatı çeşitli kaynaklardan özetlenmiş, eserleri kısaca tanıtılmış, onun ilmî şahsiyetini ortaya koyabilmek için çeşitli ilimler hakkındaki görüşleri incelenmiştir.
“Varlık ve Bilgi” başlığını taşıyan birinci bölümde, müellifin kelâmî görüşlerine esas teşkil eden, varlığın gerçekliği; madde ve ezeliyet; tabiat kanunları ve yaratılış gibi konular ile bilginin kaynakları hakkındaki fikirlerine yer verilmiştir.
“Ulûhiyet” konularının yer aldığı ikinci bölümde, isbât-ı vacibin yöntem ve delilleri; Allah’ın isim ve sıfatları; kader, insanın irâdesi ve fiilleri, hayır-şer, hidâyet-dalâlet, rızık, ecel ve duâ gibi konular işlenmiştir.
“Nübüvvet” bahsinin işlendiği üçüncü bölümde ise, nübüvvet müessesesinin gerekliliği ve delilleri, Hz. Peygamber’in nübüvveti ve mucizeleri, velayet, keramet, istidrâc, nübüvvetle dolaylı ilişkisi bulunan imamet, hilâfet ve devlet teorisi gibi problemler işlenmiş, ayrıca melek, cin, şeytan ve ruh konulan ele al inmiştir.
“Ahiret” konusunun işlendiği dördüncü bölümde, âhiretin varlığı, bu inancın kişi ve toplum hayatına etkileri; âhiretin ilk basamağı olan kabir hayatı, kıyametin kopuşu ve a-lâmetleri, haşir, hesap, cennet ve cehennem gibi hususlar incelenmiştir.
“İmân ve Küfür” kavramlarının ele alındığı beşinci bölümde ise, imanın tarifi, taklidi iman, imanın yenilenmesi, amel ile münâsebeti, imanın kişi ve toplum hayatına etkisi; küfrün tanımı, mâhiyeti, çeşitleri ve tekfir gibi konulara yer verilmiştir.
Çalışmanın başından itibaren yalan ve sıcak ilgilerini sürdüren, ifade, üslûp ve yöntem konularındaki kıymetli birikimlerinden yararlanma imkânı veren ve tezin her aşamasında bana yol gösteren danışman hocam Prof. Dr. Metin Yurdagür‘e, çalışmamı yalandan takip etmek ve baştan sona kadar okumak suretiyle teze önemli katkılarda bulunan değerli hocam Prof. Dr. Bekir Topaloğlu’na, çalışmayı gözden geçirerek önemli uyan ve tavsiyelerde bulunan hocalarım Prof. Dr. M. Saim Yeprem, Prof. Dr. Yusuf Şevki Yavuz, Doç. Dr. İlyas Çelebi ve Dr. İlyas Üzüm’e,kelâm anabilim dalının ve diğer dalların destek ve katkılarını esirgemeyen bütün öğretim elemanlarına ve yakın arkadaşlarıma teşekkürü bir borç bilirim. (sh: 9-10)
1999
Musa KOÇAR
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, teknolojik ve askerî üstünlüğe sahip bulunan Batı dünyasıyla karşı karşıya gelinmiş, ülkedeki geri kalmışlık problemini çözmek amacıyla önce Batı türü okulların açılması denenmiş, eğitim amacıyla Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş, yabancı dilde yazılmış bazı eserlerin tercümelerinin de etkisiyle ülkede Batı medeniyetine hayran bir “aydın” zümresi oluşmuştur. Bunların bir kısmı sonu inkâra yol açan felsefî akımları benimsemiş ve bu fikirleri yaymaya çalışmıştır.
Hayatın her alanında Batılı gibi davranmayı doğru bulmayan bir çok Osmanlı münevveri gibi, Said Nursî de Batı’nın ilim ve tekniğinin alınmasına hiç bir zaman itiraz etmemiş, hatta bunları müslümanların öz malı telakki etmiş, ancak top yekün ve şuursuz bir Batılılaşmanın zararlarına değinmiş, Batı’dan gelen inkarcı akımların halkın inançlarına zarar vereceğini düşünerek bunları önleyici çeşitli eserler kaleme almıştır.
İşârâtü’l-i’câz, Mesnevî-i Nuriye ve Muhâkemât adlı ilk eserlerinde, kelâm ilminin temel konularını teşkil eden“ulûhiyet, nübüvvet ve âhiret” bahislerini kısa ve öz olarak işleyen, daha sonra telif ettiği eserlerinde ise, aynı bahisleri detaylandıran Said Nursî’nin, Osmanlı Devleti’nin geri kalışının neden ve çözümleri, İslâm birliği, maddî ilerleme ve devlet yönetimi gibi konulara yer verdiği çeşitli kitapçık ve makaleleri de dâhil olmak üzere, “Eski Said” dönemine ait Türkce eserlerinde kullandığı dil, muhtemelen müellifin yeni öğrenmesi sebebiyle gramer ve kuruluş yapısı genellikle bozuk, ağır ve ağdalı bir Osmanlı Türkçesidir. Said Nursî’nin daha sonra yazdığı eserlerde bu dil ve üslûbu nisbeten düzeltmekle birlikte, onun kendine has ifade tarzını devam ettirdiği görülmektedir.
Klâsik kelâm konularının hemen hemen tamamım işlediği Nur Risâleleri ni yazarken müellifin sistematik bir metod takip etmediği, görüşlerini, bu eserlerin muhtelif yerlerine serpiştirerek serdettiği tespit edilmiştir. Daha çok geniş halk kitlelerine hitap eden bu eserlerde, konulan çeşitli hikâye ve örneklerle detaylandıran müellif felsefî anlatımdan ziyade iman ve tasdik yönü ağır basan iknâî bir yol takip etmiş, tenkit ettiği düşüncelere sadece atıfta bulunmakla yetinerek ayrıntıya girmemiş, ele aldığı konularla ilgili farklı görüşlere genellikle yer vermemiştir. Bir konuyu işlerken Osmanlıcanın kelime zenginliğinden faydalanmış, insan zihninde çeşitli çağrışımlar yapan ve farklı anlamalara imkân veren mecazlı bir anlatım şeklini tercih etmiştir. Bunu dikkate almayarak sadece işlenen fikirlerin özüne bakılması halinde müellifin Nur Risaleleri ‘nde ele aldığı kelâm problemlerine klâsik Ehl-i sünnet ulemâsından farklı yeni bir yaklaşım getirmediği, sadece onları yukarıda işaret edilen üslûp çerçevesinde tekrarladığı görülür.
Nur Risâleleri’nde, kelâm konulan yanında İslâm’ın ahlâkî ilkeleri de ele alınmakta, bu açıdan onun, özellikle Gazzâlî gibi iman ve tasavvuf konularını bir arada işleyen İslâm bilginlerine paralel bir metot izlediği görülmektedir.
Varlık ve tabiat konularına kısmî yaklaşımlar sergileyen ve tam bir bütünlük arz etmeyen fikirlerinde müellifin, temelde klâsik kelâm kitaplarının mukaddimelerinde işlenen görüşlerden çok farklı olmamakla birlikte, tasavvufî kültürden özellikle Gazzâlî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi bilginlerden etkilenendiği söylenebilir. Onun bu hususlara muhtemelen kendi döneminde yaygın hale gelen inkarcı felsefî akımlar sebebiyle yönelme gereği duyduğu anlaşılmaktadır. Eserlerini daha ziyade halka yönelik olarak yazan müellif inanç esaslarının temellendirilmesine bir altyapı oluşturmak düşüncesiyle, yaptığı izahlarda genellikle müspet ilimlerin pratik bilgi ve sonuçlarından yararlanmaktadır.
Materyalizm ve Pozitivizmin varlık görüşlerini dolaylı olarak eleştiren müellif, Mâtürîdîlerde olduğu gibi, sebep ile sonuç ilişkisine dayanan ve Allah’ın kudret ve hikmetiyle kurulmuş bir “tabiat kanunu” anlayışını kabul etmektedir. Bununla birlikte o, aynı konuda tabiat olaylarında sebep ile sonucun herhangi bir etkisinin bulunmadığını, bu olayların bizzat Allah’ın o andaki irâde ve yaratmasıyla vuku bulduğunu ileri süren Eş’ariyye’nin, özellikle Gazzâlî’nin görüşlerini de benimsemektedir. Said Nursî’nin bu konuda yaptığı birçok açıklama, Henri Poincare ve Emile Boutroux gibi bilginlerin “tabiat kanunlarının zorunsuzluğu” şeklinde özetlenebilecek olan görüşleriyle paralellik arzetmektedir.
Yaratılışla ilgili bazı Kur’ân âyetlerinden yola çıkarak yaptığı açıklamalarda, prensip olarak pozitif bilimlerin ulaştığı sonuçlan değişmez bilimsel gerçekler şeklinde kabul etmeyen müellifin, genelde müspet bilimlerden oldukça etkilendiği, bu sebeple de din ile modern bilimi uzlaştırma gayreti içine girdiği anlaşılmaktadır.
Klâsik kelâm kitaplarında ayrıntılı bir şekilde işlenen bilgi bahsinin Said Nursî’nin eserlerinde çok kısa olarak ele alınıp geçiştirilmesi bir eksiklik olarak değerlendirilebilir. Mütevâtirin kesin bilgi, haber-i vahidin ise zan ifade ettiğini kabul ederek kesin bilgiye dayanmayan haberlerin inanç oluşturamayacağı, keşf ve ilham metodunun ise doğru bilgiye ulaştırmayacağı yolundaki fikirleriyle Ehl-i sünnet kelâmcılarının çoğunluğunun görüşlerini benimseyen müellif, cumhurun pek başvurmadığı cefri, kesin bilgiye götüren sağlıklı bir yöntem olarak kabul etmez. Ancak onun, İslâm kültüründeki bir kısım uygulamalardan, özellikle Muhyidddin İbnü’l-Arabi ve İmâm Rabbânî gibi bazı bilginlerden etkilenerek, Kur’ân’ın i’câzı konusunda cefrin tâli bir delil olarak kullanılabileceğini söylemesi ve otuz üç âyette Nur Risalelerine cefrî işareder bulunduğunu iddia etmesi isabetsiz, en azından bir tutarsızlıktır. Cefr konusundaki görüşlerinde bu tür çelişkiler de bulunan müellifin, dinî açıdan hiç bir dayanağı bulunmayan ve suistimale son derece müsait olan bu sırrî yöntemi Kur’ân’ın i’câzı gibi çok önemli bir konuda kullanması, onun hakkında hem kendini hem de eserlerini dolaylı olarak övdüğü şeklinde bir iddianın doğmasına yol açmaktadır. Nitekim onun bazı risalelerinin yazılmayıp “YAZDIRILDIĞINI” söylemesi, bilahare bu eserlerin bir tür“kudsiyete” sahip oldukları, “harflerine bile dokunulmaması gerektiği” şeklindeki anlaşılması güç bir anlayış doğurduğundan İslâm akaidi açısından kabul edilemez yanlış telâkkilere yol açmıştır.
Said Nursî, vahye dayalı fakat akla da önem veren, akıl ile naklin çelişir görüldüğü yerlerde ise aklın esas alınıp naklin tevil edilebileceği ve tek başına akılcılığın yetersiz olduğu şeklindeki görüşleriyle Ehl-i sünnet kelâm ulemâsının geleneksel bilgi metodunu benimsemekte, aklı naklin üstünde gördükleri iddiasıyla Mu’tezile’ye yöneltilen tenkitleri de haklı bulmaktadır.
Ulûhiyet konularında klâsik anlayıştan ayrılmayan Said Nursî’nin isbât-ı vâcib delilleri hakkında kendisinden övgüyle bahsettiği İbn Rüşd’den oldukça etkilendiği anlaşılmaktadır, imkân ve hudûs delillerinin Kur’ân’dan mülhem olduğunu, ancak bu kanıtların zamanla halkın anlayamayacağı kadar zorlaştırıldığını, Kur’ân’da ise, daha ziyade gaye, inayet ve ihtira gibi delillerin işlendiğini söyleyen Said Nursî’nin, iknâî bir karakter taşıyan ve bu sebeple de felsefî delillere göre daha başarılı bulduğu Kur’ânî delillere ağırlık verdiği, böylece Allah’ın varlığını felsefî bir konu olarak değil, iman ve tasdik tarafı ağır basan bir mesele olarak değerlendirdiği anlaşılmakta, zaman zaman bazı yönlerini eleştirmesine rağmen,imkân ve hudûs delillerini de kullandığı görülmektedir.
Müellifin, ulûhiyet konusunu işlerken, zât ile sıfatlar arasındaki münasebeti açıklamak için ortaya koyduğu “şuûn”u hangi anlamda kullandığı pek açık olmamakla birlikte, bu düşüncenin, ilk defa Ebû Hâşim el-Cübbâî tarafından dile getirilip daha sonra pek çok âlim tarafından kendi sistemleri içinde benimsenip kullanılan “ahvâl” teorisiyle paralellik gösterdiği anlaşılmaktadır.
Allah’ın isim, sıfat ve fiillerini işlerken, klâsik kelâmda görülenin aksine, çeşitli mezhep tartışmalarına yer vermeyen Said Nursî’nin, vahdet-i vücûd, keşf ve ilham gibi bazı hususlarda Muhyiddin İbnü’l-Arabi’yi eleştirmekle birlikte, bu isimlerin insan ve evrenle ilişkisi konusunda bu mutasavvıfın fikirlerinden oldukça etkilendiği, sıfatlar hakkında ise genel olarak Eş’ariyye ulemâsının anlayışını benimsediği görülmektedir.
Said Nursî’nin dolaylı olarak mücadele ettiği felsefî akımlar Materyalizm, Pozitivizm ve kısmen de Darwinizm’dir. Bu akımlarla ilgili bilgileri orijinal kaynaklarından değil de, tercüme eserler yoluyla elde eden müellif, maddenin tek basma bir anlam ifade etmeyip maddî varlıklara bile temel olamayacağını vurgulamakta ve böylece probleme madde ötesi bir altyapı hazırlamaya çalışarak meseleye güncel bakabilme imkânı aramaktadır.
Kader hakkında uzun tartışmalara girmekten kaçınan, Eş’ariyye ve Mâtürîdiyye’nin konuyla ilgili görüşlerini özetlemekle yetinen müellif bunun aslında ilmî ve nazarî bir mesele değil, tamamen vicdanî ve psikolojik gerçekliğe sahip bulunan bir iman konusu olduğunu ifade etmekte ve bu hususta insanın hürriyetine ağırlık veren Mâtürîdî yaklaşımını benimsemektedir. Allah’ın ezelî ilminden ibaret olduğunu söylediği kader ile insanın sorumluluğunun esası olan irâde hürriyeti arasında bir çelişki bulunmadığını açıklamaya özen gösteren müellif, problemin ezelî ilmin tam olarak anlaşılamaması sebebiyle ortaya çıktığını vurgulamakta, konuyla alakalı olarak ilginç sayılabilecek örnekler vererek bu problem hakkında değişik ve anlaşılması kolay açıklamalar sergilemektedir.
Hayır ve şer, hidâyet ve dalâlet, rızık ve ecel konularında klâsik Ehl-i sünnet anlayışım tekrarlayan, verdiği çeşitli örnekler dışında bu problemlere yeni bir yaklaşım getirmeyen Said Nursî’nin, muhtelif türlerine temas ettiği dua konusunda ise, klâsik anlayıştan farklı izahlar sergilediği, problemi sadece insan boyutunda değil, onu kuşatan varlıklar çerçevesinde işlediği görülmektedir. İNSANIN BAŞARISINI, ALLAH’IN TABİAT VE SOSYAL HAYATA KOYDUĞU KANUNLARA UYGUN DAVRANIŞLARDA BULUNMASI ŞEKLİNDE TANIMLAYAN VE BUNU “FİİLÎ DU”OLARAK İSİMLENDİREN MÜELLİF, GENEL ANLAMDA DUAYI BİR İBÂDET TÜRÜ ŞEKLİNDE ELE ALMAKTA MESELÂ, YAĞMUR DUASINI, YAĞMURUN YAĞMASINA YÖNELİK DEĞİL DE YAĞMURSUZLUK HALİNİN, BÖYLE BİR DU YAPMANIN VAKTİ OLDUĞUNU SÖYLEMEK SURETİYLE GELENEKSEL ANLAYIŞTAN AYRILMAKTADIR.
Nübüvvet konulan da müellifin eserlerinde ayrıntılı bir şekilde işlediği bahislerdendir. Hak dinin gerçekliğinin, ancak nübüvvetin ispatıyla mümkün olması düşüncesinden hareket eden müellifin, vahyi dışlayan ve Allah’ı sadece kendi ulûhiyet alanına hapsetmeye çalışan “deist” anlayışlara cevap verme gereği hissetmesi, onun nübüvvet bahsine detaylı olarak yer vermesine yol açmış olmalıdır. Nübüvveti, güneşin ışık ile ilişkisi gibi, ulûhiyetin zorunlu bir tezahürü olarak değerlendiren Said Nursî, Allah’ın peygamber göndermesini aklen zorunlu kabul etmeyip mümkün gören Eş’arîler ile, aklen mümkün görüp ilâhî hikmet açısından zorunlu addeden Mâtürîdîlerden farklı görüşler ileri sürmekte, bu düşüncesi ise Allah’ın irâde sıfatına sınırlandırma getirmesi açısından pek isabetli görünmemektedir.
Nübüvvetin gerekliliği ve delilleri hakkında Ehl-i sünnet anlayışını davam ettiren Said Nursî’nin konuyla ilgili görüşlerinin, bu bahisleri ayrıntılı bir şekilde ele alan Ebu’l-Muîn en-Nesefî‘nin görüşleri ile birçok yönden paralellik arz ettiği anlaşılmaktadır. Nübüvvetin isbat edilmesinde, aklın tek başına yeterli olmadığından hareketle vahyin gerekliliğini, adaletli bir hayat tarzının ancak nübüvvetle mümkün bulunduğunu ve Hz. Peygamber’in pratik başarılarını ağırlıklı olarak işleyen müellif, geleneksel anlayışı devam ettirerek, hissî mucizelere de önem atfetmektedir. Bu tür mucizelerin nadiren vuku bulduğunu söylemesine rağmen hissî mucize ile ilgili sıhhati tartışmalı olan yaklaşık üç yüz kadar rivayet nakletmesi, onun bu konudaki görüşlerinin pek tutarlı olmadığını göstermektedir.
Hz. Peygamber’in en büyük mucizesinin Kur’ân olduğunu söyleyen Said Nursî’nin, Kur’ân’ın i’câz yönleri konusundaCâhiz, Zemahşerî, Abdülkâhir el-Cürcânî ve Fahreddin er-Râzi gibi farklı ekollere mensup müfessir ve bilginlerden yeterince faydalandığı anlaşılmaktadır. Kur’ân’a yöneltilen bazı tenkitleri cevaplamaya büyük özen gösteren müellif, genellikle Kur’ân’ın evrensel mâhiyetteki mesajının öncelikle ona inananlar tarafından tam olarak anlaşılmadığından ve bu yüce kitabın sadece ibadet maksadıyla okunmasıyla yetinilmesinden yakınmaktadır.
Ahiret bahislerini işlerken Ehl-i sünnet çizgisini devam ettiren, bu iman esasının ispatı konusunda bazı aklî delillere de yer veren Said Nursî, kıyamet alâmetleriyle ilgili rivayetlerin iman esaslarına dahil olmadığını söylemekte,ancak sıhhatini araştırmadığı bu rivayetleri müteşâbih kabul ederek, onları tevil etme yolunu benimsemekte, ancak yaptığı bu yorumlarda zaman zaman bâtınî yönteme yaklaştığı görülmektedir.
İman ve küfrün tanımı, mâhiyeti ve sınırları konusunda Ehl-i sünnetin klasik anlayışını tekrarlayan ve bu konular etrafındaki problemlere yeni bir yaklaşım getirmeyen Said Nursî‘nin, konuyla ilgili bazı izahlarında, imanın faydalarına, küfrün de, zararlarına değinmek suretiyle kısmî mukayeselerde bulunduğu görülmektedir.
Said Nursî’yi klâsik kelâmcılardan, onun temel problemlerden ziyade, konuları sistematik olarak ele almaması, mezhepler arasındaki tartışmalara yer vermemesi, sadece belli bir mezhepten değil, farklı ekollerden hatta tasavvuftan faydalanması, inanç esasları yanında ibâdetlerin hikmetlerine ve ahlâkî bahislere yer vermesi, geniş halk kitlelerine hitap edebilmek için ele aldığı konulan çeşitli hikâye, örnekleme, diyalog ve mecazlı anlatım metotlarını kullanarak işlemesi ve sık sık Kur’ân’ı referans göstermesi gibi yaklaşım farklılıkları ayırmaktadır. Bu yaklaşım farklılığı dışında, onun kelâma herhangi bir yenilik getirmediği ve genel olarak Ehl-i sünnet kelâmcılarının eserlerinden de yararlanarak onların yolunu takip ettiği söylenebilir.
Nur Risaleleri‘nin belirli kitleler tarafından benimsenip özenle okunan “cemaat kitapları” haline gelmesinin arkasında yatan nedenleri tesbit etmek ayrı bir araştırma konusudur. Bununla birlikte, Said Nursî’nin gerek hayatında, gerekse eserlerinde şuurlu bir cemaat oluşumuna ve kitaplarının gruplar halinde okunmasına önem vermesi; yazıldığı dönemde inkârcı düşüncelerin yaygın halde olmasına karşılık Türkçe yazılmış dinî kitapların az olması, dolayısıyla halkın da inanç konularını bu eserlerden öğrenmeye yönelmesi; müellifin eserlerinde genellikle kamu mantığına uygun ifade tarzlarını kullanması; inanç konularında tabiattaki düzenden hareket eden ve Kur’ân’da da sık görülen çeşitli aklî izahları dönemin müspet bilimlerinin ulaştığı pratik bilgileriyle detaylandırarak işlemesi gibi çeşitli sebepleri, bu umûmî rağbetin ana unsurları olarak sual amanın yanlış olmadığını düşünüyoruz. (sh:272-278)
KAYNAKÇA:
Musa KOÇAR; Eleştirel Açıdan Said Nursî’nin Kelâmî Görüşleri [Kitap]. – İstanbul : Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Temel İslâm Bilimleri Anabilim Dalı Kelâm Bilim Dalı (Doktora Tezi) 10/4 d-3379, 1999.
|
|
|
|
|
|
Bugün 1125 ziyaretçi (2005 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|