.
Osmanlılar zamanında şehzadelerin sünnet düğünleri, padişah kızlarının evlenmeleri, padişahların ölümleri, padişah çocuklarının doğumları, padişahların sefere çıkması, padişahların kılıç kuşanması gibi çeşitli vesilelerle törenler yapılmaktaydı. Bu törenler tarih ilmi açısından önemli olduğu kadar kültürel tarih açısından da önemlidir. Osmanlılarda görülen bu törenlerin toplum açısından birçok işlevi olduğunu da görüyoruz.
Bunları sıralayacak olursak:
Birleştirici, Bütünleyici İşlevi
Büyük törenler her bakımdan ülke ekonomisine bir canlılık getirmektedir. Büyük savurganlıklar görülür. Sözgelimi düğünlerin vazgeçilmez simgesi nahıllar36 için büyük harcamalar yapılmaktadır. Ancak çok karmaşık yapısı olan bu nahılları ve süsleri yapan çeşitli esnaf olduğu gibi bunların ham maddelerini satanlar, taşıyanlar hepsi bu nesnelerden para kazanmakta, iş alanlarına canlılık getirmektedir. Ayrıca tıpkı çağdaş büyük fuarlar gibi esnaf ve tüm üretim kesimleri mallarını sergileyerek bir yandan da malların tanıtımını yapıyor, bir yandan da teknolojik yeniliklerini sergiliyorlardı. Şenliklerde yabancı konuklar, elçiler de gözlemci olarak bulunduklarından bu tanıtım onlara da yapılmış oluyordu. Bundan başka armağan değiş tokuşunun da ekonomik yanı unutulmamalıdır.
Osmanlı idarecileri yenilgilerden ve felaketlerden sonra bunun halk üzerindeki moral çöküntüsünü unutturmak için gösterişli şenlikler düzenliyorlardı.
Birleştirici, Bütünleyici İşlevi
Törenler bireyler arasındaki sosyal bağları güçlendirir, ortaklığı pekiştirir. Toplumun geleneklerinin sürmesine, inançların tazelenmesine, değer yargılarının, törenlerin kökleşmesine yardım ederek toplumu canlı bir biçimde ayakta tutar. Toplumun bir üyesi olmanın mutluluğu duygusunu verir. Özellikle toplumun bunalımlı dönemlerinde kişilerin coşku ve duygularını bir arada dile getirmelerine imkân sağlar. Daha önce bahsettiğimiz gibi Osmanlılar şenlikleri yenilgileri, felaketleri unutturmak için de kullanıyordu. Bireyleri iç gerilimden, tasalarından arındırır. Günlük hayatın dağınıklığı, çeşitliliği, iş bölümünün yarattığı ayrılıklar karşısında şenlikler toplumu bir araya getirir. Hemen herkes katılır, ortak bir amaç için emeklerini, varlıklarını bir araya getirirler. Bireyler ve toplum kesimleri arasındaki sürtüşmeleri, hasımlıkları kaldırır. Toplum kesimleri arasında katmanlar kalkmakta, toplumda bir denge sağlanmaktadır. Yüksek devlet görevlisi, din adamı, yoksulu, zengini, başka dinlerden olanı, esnafı, askeri tek bir ulus gibi tek bir kalp gibi çarpmaktadır. Şenlikten sonra bireyler yatışmıştır, yeniden günlük yaşamlarını yenilenmiş olarak sürdüreceklerdir. Törenlerin hepsinde insanları yakınlaştıran, dayanışma içinde olduğunu gösteren bir sosyal görünüm yansımaktadır.
Osmanlı törenlerinin bazıları dini yapıdadır. Örneğin Kurban Bayramı, Şeker Bayramı ya da Mevlid Kandili gibi. Törenlerin içindeki öğelerde de dini olanlar vardı. Törenlerin temeli Sultan olduğu ve Sultanın da hem imparatorluğun hem de islamın başı, halifesi olduğu için bu merasimlerde dini yapıyı görebiliyoruz. Özellikle yabancılar ve İslam dininden olmayanlar üzerinde bir yandan da imparatorluğun gücü üzerinde propaganda yapılırken aynı zamanda İslam’ın üstünlüğü de vurgulanıyordu. Törenlerde, özellikle sünnet törenlerinde yüzlerce Müslüman olmayan kişinin Müslümanlığı kabul ettiği ve sünnet olduğu görülmektedir. Törenlerin din eğitimi ve dini davranışları öğretmek bakımından da işlevi vardır. En önemlisi İslam dinine bağlı bir toplumun üyelerini, bu dinin tüm dinlerden üstün olduğunun da bilinçlendirilmesidir. Tahta geçen padişahın kılıç kuşanması ve bunun için yapılan kılıç alayının düzenlenmesinde başka ulusların hükümdarlarının tahta geçişlerinde bunun kutsanması için yapılan dini törenler gibi dini bir yanı vardı. Padişah tahta oturduktan sonra Ebu Eyyüb Ensari’nin türbesine gidilerek Şeyh-ül-islam ya da Nakib-ül eşraf kılıç kuşatır. Eyüb Sultanda da Hazret- i Halid’in türbesine gidilir, Şeyhülislam önce dua eder sonra padişah namaz kılıp duasını yapar ve kılıç kuşanırdı.
Törenlerin ülkenin içinde ve dışında siyasi bir yanı vardı. Devletin ve onun tek sembolü padişahın üstünlüğünü ispatlayan bir yanı vardı. Ülke içindeki tüm kesimlerin karışımı sonucu bunlar arasındaki uyuşmazlıklar, karşıt görüşler şenliğin havası içinde eritiliyordu. Yine bu hava içinde tutukluların salıverilmesi, suçluların bağışlanması da yine şenliklerin siyasi görünümüyle ilgilidir.
Osmanlı’da Cülûs Törenleri (Cülûs-u Hümayun)
Osmanlı devlet törenleri içerisinde en önemlisi devletin yapısını ve iktidar anlayışını işaret eden cülûs törenleridir. Tahta çıkış törenleri olan cülûs törenleri en eski Türk devletlerinden itibaren her devirde yapıldığı gibi Osmanlı Devletinde de kuruluşundan başlayarak her devirde çeşitli şekillerde kutlanmıştır. Ölüm veya hall gibi sebeplerle boşalan tahtın en kısa zamanda doldurulması yani herhangi bir iktidar boşluğunun yaşanmaması için cülûs töreninin mümkün olan en kısa zamanda yapılması esastır. Normal şartlar içinde sarayda ölen bir padişahın yerine geçecek olan veliahd şehzade en kısa zamanda
hazırlanır, ölen padişahın cenazesi hazırlanmadan önce devlet erkanı, ordu temsilcileri ve ulemanın katılımıyla derhal cülûs merasimi yapılırdı. Padişah, sefer veya göç nedeniyle başka bir yerde ölmüşse cülus töreni payitahtta veya ölen padişahın olduğu yerde yapılırdı.
Osmanlı tahtında saltanatın intikali genel olarak iki şekilde olmuştur. Devletin henüz beylik olduğu ilk yıllarda padişahın oğulları olan şehzadeler babalarıyla birlikte yönetime ve savaşlara katılırlar, idari ve siyasi tecrübe edinirlerdi. Zamanı gelince padişahın ve etrafındaki soylu Türk beylerinin de onayladığı birisi babasının ölümü ile birlikte tahta geçerdi. Daha sonra şehzadelerin sancağa gönderilmesi ile bu durum fazla değişmemiş olup yine padişahın ve devlet erkanının tercih ettiği veya ordunun bilhassa saltanat müjdesi verilerek tahta davet edilmiştir. Şehzadelerden en liyakatlısını devlet adamları ve ordunun
tercihi ile iktidara getiren bu usul güçlü padişahların tahta geçmesi sağlanmıştır.
Osmanlı Devleti’nde İstanbul’un fethinden sonra cülus merasimlerinin çoğu Topkapı Sarayı’nda yapılmıştır. Tahta geçecek olan şehzade Şimşirlik’te ki dairesindeyken Kızlar ağası ve Silahdarağa yanına gidip padişahın vefat ettiğini ve saltanat nöbetinin kendisine geldiğini söyleyerek tebrik ederler. Ardından yeni padişah önce Hırka-i saadet dairesine gidip orada bir şükür namazı kıldıktan sonra has odada yakın hizmetindeki vazifelilerin ilk önce biat etmeleri Osmanlı geleneği idi. Ardından Sadr-ı azam ve Şeyhülislamın daha sonra Darüssaade ağasıyla, Enderun ricalinin biatlerini kabul ederdi. Biat, cülusun tamamlayıcı unsuru olup, hükümdara yapılan sadakat ve itaat şeklidir.
Türk toplumunu ayakta tutan unsurların başında sağlam aile yapısı gelir. Bu sağlam aile yapısı bize ecdadımızdan mirastır. Osmanlı toplumunda asırlarca pederşahî dediğimiz, erkeğin öne çıktığı ve saygınlığı olan bir aile sistemi vardı. Erkek ailenin reisi idi ve aile fertleri arasında karşılıklı sevgi ve saygı teessüs edilmişti. Osmanlıdaki huzurun kaynağı da bu sevgi ve saygıdır.
Ebu Hüreyre (r.a) der ki: “Nebi (s.a), Ali’nin (r.a) oğlu Hasan (torunu)’ı, el-Akra b. Hâbis’in yanında öpmüştü. el-Akra: “Benim on tane çocuğum var, hiçbirini Öpmedim” dedi. Rasûlüllah (s.a) el-Akra’ya baktı ve “Kim merhamet etmezse merhametle muamele) olunmaz” buyurdu. (Buhârî ve Müslim )
Rasûlullah’m üvey oğlu, Ebu Seleme Abdullah b. Abdil-Esed’in (öz) oğlu Ebu Hafs Ömer’den rivayet edilmiştir: “Bir çocuk olarak Rasûlullah’ın himayesinde bulunuyordum. (Yemekte) elim kabın içinde dolaşıyordu. Bunun Üzerine bana “Ey çocuk, besmele çek, sağ elinle ve önünden ye!” buyurdular. Bu tenbihden sonra da hep öyle yedim“. (Buhârî ve Müslim)
Sofraya beraber oturulur. Sofra adabına riayet edilir. Ailenin reisi yemeğe başlamadan yemeğe başlanmazdı. Her açıdan, aile adı verilen müessese tam bir uyum içinde çalışır. Ailenin bütün fertleri birbirine yardım eder hüviyetteydi.
Küçük olan çocuklar ablalarına ve ağabeylerine itaatle mükelleftirler. Elbette bu itaat, anne ve babalarına karşı daha üst boyutta gerçekleşir. Büyükler için kardeşlerini korumak ve onlara emredebilme yetkisiyle mücehhez olmak söz konusudur. Küçük olan kardeş, büyük olan ağabeyini ve ablasını dinlemekle mükelleftir. Anne-babayı dinlemekse önem arzederdi. Evin en büyüğü ise evin bütün fertleri üzerinde hükümfermadır. İşte Osmanlı’nın Kur’ân emirleri gereğince vücuda getirdiği aile düzeni…
Ailede herkes birbirine “hanım” veya “efendi” diye hitap eder. Babalara “efendi baba” derler. Eğer aile soydan bey ise, babalara “bey baba” denilir. Beyler hanımlarına mutlaka ismini söyleyerek “Ayşe Hanım, Fatma Hanım” diye hitap ederler. Hanımlar da eşlerine ya “efendi” diye ya da durumuna göre, soydan gelen bir beylik müessesesi varsa, “bey” diye hitap ederler. Terbiyenin ne olduğunu Osmanlı’dan öğrenmek mecburiyetindeyiz.
Ebu Hüreyre’den (r.a) Rasûiullah’ın (s.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: “Mü’minlerin îmanca en kâmil olanı, en güzel ahlâklı olanlarıdır. Hayırlı olanınız da kadınlara karşı iyi davrananlarınızdır“. (Tirmizî riva¬yet etmiş ve “hasen-sahîh” demiştir.)
Osmanlı’nın ahlâkî müesseseleri Kur’ân’daki esaslara tam riayeti ihata eder.Google+Share on Linke
Osmanlı’da Gayrimüslimlere Bakış
İslâm devletlerinde halk, “Müslümanlar” ve “Gayrimüslimler” olarak ikiye ayrılır. Zimmî ise bir İslâm devletinin himayesi altında yaşamayı kabul eden ve sürekli olarak onun topraklarında oturan, onlarla anlaşma yapmış olan gayrimüslim topluluklara verilen addır. Osmanlı döneminde de gayrimüslimler için “zimmî” kavramı kullanılmış ve yeni yerler fethedildiğinde buradaki halkla dinlerini ve inançlarını devam ettirebilecekleri ve ibadethanelerine dokunulmayacağı konularında güvence veren anlaşmalar yapılmıştır.
Ecdadımız halkını etnik kökenine bakmaksızın yani Türk, Rum, Bulgar, Arap olarak değil; Müslüman, Hıristiyan, Yahudi olarak dikkate almış ve öyle gruplandırılmıştır. Osmanlı Devleti’nde bu gurupların her birine “millet” denilmiştir. Osmanlı Devletinde her bir millet yan yana ibadet etme ve kendi kültürel kimliklerini zenginleştirme imkânı bulabilmişlerdir. Gerçekten de Osmanlı Devleti, çağdaşları arasında başka dinlere mensup olanlara en müsamahalı davranan devlet olmuştur.
Kuran’ı Kerim’in “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et. Ve onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap!” ve “Dinde zorlama yoktur” ayetleri İslam’ın başka din, mezhep ve anlayışlara sahip olan insanlara bakış açısını ortaya koyar. İslam herkesi inanç ve fikrinde serbest bırakır. Müslüman devletlerin idaresi altındaki gayrimüslimlerin huzurlu bir hayat sürmeleri ve inançlarına göre ibadetlerine devam edebilmeleri ancak İslam’ın bu hoşgörü anlayışıyla mümkün olmuştur. Bu İslami anlayışı Osmanlı Devleti de uygulanmış ve yüzyıllar boyunca Osmanlı bayrağı altında, çeşitli din ve sosyal gruplar yan yana yaşamışlardır.
Osmanlıların ülkeyi adaletli ve hoşgörülü bir şekilde yönetmeleri, özü itibariyle Allah-u Teala’nın Kur’ân-ı Kerim’deki emirlerine dayanır: “Allah size, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adalete uygun hüküm vermenizi emreder. Allah bununla, size ne de güzel öğüt veriyor! Şüphe yok ki Allah Semî ve Basîr’dir.” (Nisa Suresi, 58)
Fatih Sultan Mehmet, 1453’te İstanbul’u fethettiğinde üç ayrı milletle karşılaşmıştır: Ortodoks Kilisesi’ne bağlı Rumlar, Gregoryen Kilisesi’ne bağlı Ermeniler ve Yahudiler. Fatih, fetihten hemen sonra buradaki milletlere “Galata Ahitnâmesi” ile kendi dillerini kullanma ve kendi dillerinde eğitim görme, dinlerini ve inançlarını serbestçe yaşama, kendi kültür ve geleneklerini yaşama ve tarihî varlıklarını huzur ve güven içinde sürdürebilme gibi haklar vermiştir. Ayasofya dışında da hiçbir ibadethaneye dokunmamıştır.
Fatih, Bosna’yı fethettiği zamansa yine aynı şekilde bölge halkına dinî hürriyet tanımış, can ve mal güvenliklerini temin etmiştir. Fatih’in buradaki Lâtin papazlarına gönderdiği bir fermanda bölge halkına tanınan mal ve can güvenliği, dinî özgürlük ve sağlanan hürriyet ortamı açıkça ifade edilmiştir:
“Ben ki Sultan Mehmed Hânım!
Dünyaya ilân ediyorum ki, bu padişah fermanı verilen Fransiskenler himayem altındadır ve emrediyorum; hiç kimse ne bu adı geçen insanları ve ne de onların kiliselerini rahatsız etmesin ve zarar vermesin. İmparatorluğumda huzur içinde yaşasınlar. Ve bu göçmen durumuna düşen insanlar hür ve emniyet içinde yaşasınlar. İmparatorluğumdaki bütün memleketlere bütünü dönüp korkusuzca kendi manastırlarına yerleşsinler. Ne padişahlık eşrafından, ne vezirlerden veya memurlardan, ne hizmetkârlarımdan ve ne de imparatorluk vatandaşlarından hiç kimse bu insanların onurunu kırmayacak ve onlara zarar vermeyecektir. Hiç kimse bu insanların hayatlarına, mallarına ve kiliselerine saldırmasın, hor görmesin veya tehlikeye atmasın. Hattâ bu insanlar başka ülkelerden devletime birisini getirirse, onlar da aynı haklara sahiptir.
Bu padişah fermanını ilân ederek burada, yerlerin ve göklerin yaratıcısı ve efendisi Allah, Allah’ın büyük elçisi aziz Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) ve 124 bin peygamber ile kuşandığım kılıç adına yemin ediyorum ki, emrime uyarak bana sâdık kaldıkları sürece tebaamdan hiç kimse bu fermanda yazanların aksini yapmayacaktır. Böyle bilesiniz… 29 Mayıs 1463”
Fatih’in fermanlarında ve ahitnamelerinde de görülebileceği gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda yeni fethedilen yerlerdeki zimmîlerin zorla Müslümanlaştırılması olmamıştır. Hiç kimse kendi rızası olmadan Müslüman yapılmamış ve bu yönde baskıya maruz bırakılmamıştır. Bununla birlikte kendi rızasıyla Müslüman olan birinin önüne de hiçbir engel çıkarılmamıştır.
Osmanlı devletindeki gayrimüslimler, diğer alanlarda kendilerine tanınan ayrıcalıklara ve soysa-ekonomik statüye uygun olarak kendi dini kuruluşları, hastaneleri ve darülacezelerin yanında okullarını da kurmuşlar ve eğitimlerini dini ve kültürel teşkilatlarına bağlı olarak, kendi dillerinde devlet denetimi olmadan sürdürmüşlerdir. Gayrimüslim milletler, mabetlerini nasıl kendileri idare ediyorlarsa, mekteplerini de kendi cemaat teşkilatları vasıtasıyla kurup işletmişlerdir. Her cemaatin kilise, havra ve benzeri mabetlerin yanında bunlara bağlı birer mektebi olmuştur. Her kilise ruhani reislerin denetimi ve gözetimi altında gerçek bir eğitim kurumu halinde hizmet görmüştür.
Biraz da Gayrimüslim milletlerin ve Müslim halkın gündelik hayatlarındaki farklara ve gündelik ilişkilerine de değinirsek, giyim kuşamlarından evlerinin renklerine kadar bazı temel farklılıklar olmuştur. Örneğin; Gayrimüslimler giysilerinde Müslümanların kutsal saydıkları yeşil rengi asla kullanamamışlardır. Bazı dönemlerde Müslim ve Gayrimüslimlerin birbirinden ayırt edilmesi zorlaşınca bir takım önlemler alınmıştır. III. Murat döneminde iki grup birbiriyle ayırt edilemeyecek hale gelince çıkarılan bir fermanla bazı yasaklar getirilmiştir. Türk evleri sarı ya da kırmızı, Rum evleri koyu kurşuni, Yahudi evleri mor olacaktır. Müslümanların kavukları ve ayakkabıları sarı, Yahudilerinki mavi olacaktır. Ayrıca gayrimüslimlere sarık yasaklanmış, hamamda ayrı peştamal kullanma zorunluluğu getirilmiştir. İstanbul’da ki gayrimüslimlerin ata binmeleri yasaklanmış, atlas elbise, samur kürk giymeleri, kadınların da ferace ve yaşmak takmaları yasaklanmıştır. 1724’te çıkarılan bir fermanda ise Gayrimüslimlerin, Müslimlerden daha yüksek ev yapamayacağı ve pencerelerinin Müslüman evlerine bakamayacağı belirtilmiştir. Tabii ki bütün bu emirler tam anlamı ile hiçbir zaman uygulanamamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan Müslim ve Gayrimüslimlerin ilişkileri oldukça iyi olmuştur. Birbirleri ile ticaret yapmışlar ve komşuluk ilişkileri kurmuşlardır. Hatta Paskalya bayramında Hıristiyanlar, Müslüman komşularına Paskalya çöreği ikram eder, Müslümanlar da komşuluk hakkı olduğu için bunu kabul etmişlerdir. Bu ikramın alınmasını da Ebu Suud Efendi fetva vererek onaylamıştır.
Çok fazla görülmese de bu iki grup arasında belli kurallar dâhilinde evlilik bağı da kurulduğu olmuştur. Müslüman bir erkek gayrimüslim bir kadın ile evlenebilmekte ama Müslüman kadının böyle bir hakkı bulunmamıştır.
Bugün toprakları üzerinde 40 farklı devlet bulunan Osmanlı İmparatorluğu 600 yıllık egemenliğini, bilime ve bilim adamlarına verdiği değere borçludur. Osmanlı hükümdarları, “Muhakkak ki âlimler, peygamberlerin mirasçılarıdır.” hadisinin ışığında ulema sınıfına daima saygı göstermiş, onları desteklemiş, el üstünde tutmuş ve toplum içinde mümtaz bir yer almalarını sağlamışlardır.
Bu topraklar birçok bilim adamı yetiştirmiş, birçok yeniliğe, buluşa ev sahibi olmuştur. Ne yazık ki Osmanlı Devleti’nin ilmi çalışmalardan uzak olduğu, ilim insanlarına değer vermediği gibi bir kanı mevcuttur.
İslâm ülkelerinde ilmî hayatin gelişmesinde en önemli faktör medrese kurumudur. Osmanlı bilim hayatı XI. Yüzyıldan itibaren medreselerle hızlanmıştır. İlk medreselerden itibaren sistemli bir eğitim ve öğretim yuvası olan medreseler, halkın kültürel ve dinî açıdan gelişmesinde büyük rol oynamaya başlamışlardır. Osmanlı döneminde ise medreseler, hem ilmi hem de mimarî sahada büyük bir yenilik ve ilerleme kaydetmişlerdir. Osmanlı şehirlerinin fiziki güzelliğinde medreselerin önemli bir yeri vardır.
Osmanlı Devleti’nde ilme ve medreselere verilen önemi şöyle görebiliriz. Herkesten önce yöneticiler, bulundukları yerlerde eğitim kurumu açmayı bir gelenek haline getirmişlerdi. Fethedilen yerlere önce cami ve medrese açmak Osmanlı’nın fetih politikası haline gelmiştir. Bu geleneğin bir sonucu olarak hemen hemen her zaman devlet merkezinin bulunduğu yer, ilmî faaliyetlerin en çok yoğunlaştığı yer oluyordu. İznik, Bursa ve Edirne gibi devlet merkezi olan şehirler fethedildiğinde de ilk iş buralara medreseler inşa etmek olmuştur. İstanbul ise bu yolla tam bir ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir.
Osmanlılar, medreselerdeki eğitim ve öğretimin devamı için vakıflar kurmuşlar. Fatih Sultan Mehmed İstanbul’u fetheder etmez en yüksek tahsil seviyesi öğretilen “Sahn-i Semân” medreselerini ve bu medreselerin giderleri için vakıf kurmuştur. Ayrıca Fatih döneminde her dinden bilim adamına değer vermiştir. Medrese kurma işi ile sadece hükümdarlar değil, vezirler, ilim adamları, bazı saray mensupları ve hayırsever halk tarafından medreseler arttırılacaktır. Sadece Mimar Sinan’ın baş mimarlığı boyunca İstanbul’da kurulan medreselerin sayısı 55’i bulmaktadır. 17. Yüzyıl sonlarında ise İstanbul’daki medrese sayısının 126’yı bulduğu görülmektedir. İstanbul’un fethedilmesinden 19. yüzyıla kadar burada kurulan medrese sayısı 500’ü geçmiştir. Ayrıca ilim yuvası olan medreseler sadece merkezi yerlere değil, ülkenin ücra köşelerine kadar götürülmüştür.
Osmanlılar, ilme, dolayısıyla medreselere ve ilim adamlarına verdikleri değerle, medreselerin ve ilim adamlarının karşılaşabilecekleri her türlü sıkıntıyı ortadan kaldırmaya çalışmışlardır. İmparatorluk sınırlarında ilim adamlarına bu şekilde değer verilip saygı gösterildiği için İran, Turan, Horasan, Dağıstan, Hindistan, Buhara, Halep, Sam, Mısır ve Karaman gibi birçok diğer İslâm ülkesinden bilginler bir bilim merkezi olan İstanbul’a akın etmişlerdir.
Osmanlı medreselerindeki eğitim ve öğretim usulü ve derslerin içeriğine de ayrıca dikkat etmek gerekir. Osmanlılar medreselerde bilimi ikiye ayırmışlardır: Medreselerde nakli bilimler (Fıkıh, Kelam, Tefsir, Hadis) ve akli bilimler (Astronomi, Matematik, Mantık, Tıp, Coğrafya vb.) aynı anda okutulmuştur. Nakli ve akli bilimler birbirinden ayrı görülmeyip, hatta birbirlerini tamamladıkları düşünülmüştür.
“Danişmend” denilen belli bir seviyeye gelmiş öğrenciler medreselere yerleştirilmiş, onlara oda, 2’şer akçe gündelik ve aş sağlanmıştır. Bu Danişmendlere en iyi müderrisler tarafından kitaplar okutulurdu. Özellikle pozitif bilimleri içeren derslerde sık sık tekrar ve karşılıklı soru sorulup cevap verilme imkânlarına yer verilmiştir. Öğrenciler bu şekilde en az 1-2 yıl medrese eğitimi almışlardır.
Osmanlılar medrese sistemini kurarken sadece halkın siyasi, idari ve ilmi yönetici ihtiyacını karşılamak amacı gütmemiştir. Medreselerdeki ilmin halka da yansıtılması ve ilmin yayılması da amaçlanmıştır. Bu amaçla medreselerin yıllık tatil ayları olan üç aylarda yani Recep, Şaban, Ramazan aylarında öğrenciler medreseden uzaklaşarak yurdun değişik yerlerine dağılıyorlardı. Köy köy dolaşarak halka vaaz ve nasihat etmeleri karşılığında köylülerin para, yiyecek ve giyecek verdikleri bu uygulamaya “cerre çıkmak” adı veriliyordu. Öğrenciler cerre çıktıkları yerlerde halka beş vakit namaz kıldırmak, mukabele okumak, İslâm dininin prensiplerini anlatmakla günlerini geçiriyorlardı. Böylece medreselerdeki ilim halka da ulaşabiliyor ve halk aydınlatılıyordu.
Dinimiz de ilmin yayılmasını, özellikle âlimlerin kendilerine bahşedilen ilmi halka öğretmelerini emretmiştir:
“Şehadeti gizlemeyin Kim onu gizlerse bilsin ki kalbi günahkârdır.” (Bakara/283)
Hz. Peygamber de şöyle buyurmuştur:
“Allah’u Teâlâ peygamberlerden aldığı sözü (âlimlerden de) almadan herhangi bir âlime ilim vermez. Alınan bu söz de ilmi halka açıklayıp gizlememeleridir.”
“İlimden bir şey öğrenip, öğrendiği şeyi halka öğreten bir âlime, yetmiş Sıddık’ın sevabı verilir.”
“Öğrenip amel eden ve öğrendiklerini öğreten bir kimse, gökler âleminde hayırla yâd edilir.”
“Kıyamet günü geldiğinde Allah Teâlâ âbid ve mücahid kullarına ‘Cennete girin’ deyince, âlimler Allah’a şöyle derler: ‘Ey âlemlerin rabbi! Âbidler ve mücahidler bizim kendilerine öğrettiğimiz ilim sayesinde ibadet edip cihad ettiler’ Bunun üzerine Allah Teâlâ âlimlere “Sizler benim nezdimde meleklerimden bazıları gibisiniz istediğiniz kimselere şefaat ediniz, şefaatiniz kabul olunacaktır” der ve bu ilâhî müjde üzerine âlimler, istediklerine şefaat ettikten, sonra cennete girerler.”
“Hediyelerin en güzeli, ilmi dinleyip, anlayıp, bu ilmi olduğu gibi Müslüman kardeşine öğretmendir Bu, bir yıllık nafile ibadete denktir.”
Osmalı’da İsim Tesmiyesi (Ad Koyma): Doğumdan üç gün sonra çocuğa isim takılır. Çocuğun pederi varsa o, eğer büyük pederi veya büyük validesi varsa onlardan biri abdest alıp Besmele ile odaya girer. Lohusanın hal ve hatırını sorduktan sonra kıble tarafına yüzünü çevirir, diz üstü oturur ve çocuk kundaklı olarak kendisine verilir. O da çocuğu Besmele ile dizinin üstüne koyar. Allah’a şükrettikten ve Peygamberimizin ruhuna Salât-ü Selam okuduktan sonra çocuğun sağ kulağına önce ezan-ı şerif okur, daha sonra takacağı ismi üç kere söyler, sonra da yine çocuğun kulağına üç kere Kelime-i şehâdet telkin eder. İsim tesmiyesi böylece son bulduktan sonra lohusa hanıma yüzük, saat, elmas iğne gibi bir hediye verir, odadan çıkar.
Osmanlı’da Bayram: Osmanlı’da bayram, Sultanın bayram namazı için camiye gelişiyle başlardı. Namaz sonrasında saraya dönen padişah önce annesinin elini öpüp ardından diğer aile efradıyla bayramlaşırdı. Padişah, bayram tebriğinin ardından güzel işlemeli keselerle çocuklara para saçarak onları sevindirirdi.
Osmanlı’da Kapı Tokmakları:
Osmanlı kapılarının tokmakları bile başlı başına bir kültürdür ve Osmanlı insanının sosyal hayata bakışının bir simgesidir. Osmanlı insanı hayata “helâl” ve “haram” perspektifinden bakardı. Kapı tokmakları bile bu hassasiyeti yansıtırdı. İç içe, ya da üst üste bindirilen tokmaklardan biri kalın, diğeri ince ses çıkarırdı. Erkek konuklar kalın ses çıkaran kapı tokmağını, kadın konuklar ise ince seslisini kullanırlar, böylece ev sahipleri kapıdaki misafirin kimliği hakkında bilgi sahibi olur ve ona göre karşılarlardı.
Kandil uçurtmalarının iplerinin bir ucu minarelerin şereflerine, diğer ucu da cami avlusunun şerefeye karşı bir yerinde yer alan yüksek bir yere bağlanırmış. Uçurtmacı teravihten sonra uçurtmayı uçurur, seyirciler cami avlusunda birikir, uçurtmacı da o sırada kandil ipini avluya bağlı olduğu yere kadar salıverirmiş. Bu esnada seyirciler kandil kutusunun bir tarafına şeker gibi şeyler koyarak uçurtmacıya hediye gönderirlermiş.
Cerre çıkmak Ramazan geleneklerinden birisi idi. Osmanlı devletinde medreselerde yaz tatilleri Üç Aylarda verilirdi. Bu tatillerde seçilmiş medrese talebeleri hem kendi bilgilerini pekiştirmek, hem de dinî konularda halkı aydınlatmak için İmparatorluğun farklı bölgelerine gönderilirlerdi. Bu göndermeye “cerre çıkmak” denirdi. Medrese öğrencileri için cerre çıkmayı bir noktada bugünkü üniversitelerin staj eğitimleri gibi de anlamak mümkündür. Cerr de kelime anlamı itibarı ile kendine çekmek, cezbetmek manasındadır.
Hırka-i Saadet, Hz. Muhammed’e ait olan, keçi tüyünden yapılmış geniş kollu hırka, Hırka-i Saadet Dairesi ise Topkapı Sarayı’nda, bu hırkanın muhafaza edildiği yere verilen isimdir. I. Selim, Mısır‘ı fethettikten sonra, diğer kutsal eşyalarla birlikte hırkayı da İstanbul‘a getirmiştir.
Hırka-i Saadetin içinde saklandığı gümüş sandukanın ve altın çekmecenin anahtarları yalnız padişahın kendisinde bulunurdu. I. Selim’den, Halife Abdülmecid’e kadar devam eden ve bir gelenek haline gelen Hırka-i Saadet ziyareti, her Ramazan ayının 15’inde padişah, sadrazam, şeyhülislam ve diğer devlet erkanı tarafından yapılırdı. Padişah kilitleri açar, hırkayı çıkarıp önce kendisi, daha sonra erkan yüzlerini ve gözlerini sürerler, bu sırada imamlar ve müezzinler sürekli olarak Kur’an okurlardı.
Günümüze kadar gelen bir Osmanlı sanatıdır. Günümüzde elektrikle yazılan mahyalar, eski zamanlarda son derece karmaşık ve zahmetli bir sanattı. Mahyacılar ramazanın her akşamına ayrı ayrı sözlerle mahya kurmak için gün boyu çalışır ve iftardan sonra yüzlerce kandillerden oluşan mahya iki saat yanardı.
Sadaka taşları taş bloklardan oluşan, genellikle cami veya türbe köşelerinde bulunan, ortası çukur, bir buçuk-iki cm yüksekliğinde taşlardı. Bu taşlar Osmanlı’da sosyal dayanışmanın bir parçasıydı ve fakirlerin umut kapısıydı. Fakirler dilenmekten, zengin riya ve gösterişten çekindiği için sadakalarını bu taşlara koyar, fakir de gece vakti gelip ihtiyacı kadarını buradan alıp, geriye kalanını kendisi gibi bir başka fakire bırakırdı.
Osmanlı’da ramazan günlerinde zenginler, hiç tanımadıkları mıntıkalardaki bakkal, manav vb. dükkanlarına girer, onlardan Zimem defterini, yani veresiye defterini çıkarmalarını isterdi. Baştan, sondan ve ortadan rastgele sayfaların yekununu yaptırıp, “Silin borçlarını… Allah kabul etsin” der, çeker giderdi. Borcu ödenen, borcunu ödeyenin kim olduğunu; borcu sildiren, kimi borçtan kurtardığını bilmezdi.
Osmanlı Devleti’nin sosyal, kültürel ve ekonomik tarihi hakkında bilgi edinilmesini sağlayan, Osmanlı’nın tapu sistemi olarak düşünülen Tahrir defterlerindeki kayıtlar sayesinde Osmanlı nüfusunun %80-90’ının tarımsal faaliyetlerden gelir elde ettiği görülmüştür. Osmanlı köylülerinin temel geçim kaynağı olan tarım, Osmanlı ekonomisinin temelini oluşturmuştur.
Osmanlı Devleti’nde “Ülke hanedanın ortak malıdır.” prensibi ile toprakların büyük bir bölümünün mülkiyeti devlete ait olmuştur. Özel mülk topraklarının oldukça az olduğu görülmüştür. Toprakların büyük bölümünün devletin mülkiyetinde olması toplum içinde ayrıcalıklı sınıfların oluşmasını engellemiştir. Aynı zamanda büyük hanedanların ortaya çıkmasını, Avrupa’daki feodalite denen sistemin Osmanlı’da görülmesini engellemiştir. “Saban giren yer (tarım yapılabilen alan) özel mülk olmaz.” anlayışı tımar sisteminin temelini oluşturmuş, böylelikle devlet toprağı ekip biçmesi karşılığında toprağı köylüye emanet etmiştir. Köylüye devlet tarafından verilen bu topraklar köylü tarafından ekip biçilerek hem üretime katkıda bulunmuş, hem de köylü kendi geçimini sağlamıştır. Toprak sahibi köylü öldüğünde toprakları çocuklarına geçmiştir. Bunun yanında köylü toprağın mülkiyetini elinde bulundurmadığı için de toprağı vakfedememiş ve satamamıştır. Köylünün devlete karşı toprağı sebepsiz olarak üç yıl üst üste boş bırakmamak, toprağı sebepsiz yere terk etmemek ve elde ettiği ürünün vergisini sipahiye vermek gibi sorumlulukları bulunmuştur.
Osmanlı’da köylülerin temel geçim kaynakları tarım olmak üzere hayvancılıkla da uğraşmışlardır. En çok yetiştirilen hayvanın koyun olduğu bilinmektedir. Ayrıca dericilik de ecdadımız için önemli bir geçim kaynağı olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde en önemli tarım ürünü tahıl olmuştur. Tahrir defterlerinden elde edilen bilgilere göre toplam üretiminin %90’ınını aşan bir oranda tahıl üretildiği görülmüştür. Pirinç, pamuk, kendir, kenevir ve tütün önemli pazar oluşturan ürünler olmuştur. Ayrıca sebze tarımı ve başta bağcılık olmak üzere meyve yetiştiriciliği de ön plana çıkan tarımsal faaliyetler arasına girmiştir. Bağcılığın ve meyveciliğin gelişmesindeki nedenlerin başında bu alanların yetiştiricilik gereği çift ile çevrilmesinden doğan mir-i arazinin mülk araziye dönüştürülmesidir. Çift arazisine bu amaçla yaptığı yatırım ile araziyi imar ederek mülk hakkını elde etmiştir. Meraların geniş olması, et tüketiminin fazla olması, deri işleme sanatının yaygın olması ve geleneksel yaşam tarzının devamlılığı ve geçimlik üretim yapan çiftliklerin varlığı koyun yetiştiriciliğinin artışındaki temel etkenler olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde topraklar iki ana bölüme ayrılmıştır:
Mülkiyeti devletin olan arazilere mir-i arazi, mülkiyeti şahıslarda olan arazilere ise mülk arazi denilmiştir.
Fetihle alınan topraklardır. Mülkiyeti devlete aittir. Kişiler bu topraklar üzerinde kiracı konumundadır. Mülkiyeti satılamaz, devredilemez ve kiralanamaz. Ancak kullanım hakkı miras bırakılabilir.
1.Dirlik arazi: Mir-i arazinin en önemli bölümü dirlik olarak ayrılmıştır. Bu araziyi ekip biçenler devlete ödemeleri gereken vergiyi hükümetin göstereceği memurlara ve sipahilere ödemişlerdir. Böylece devlet hazinesinden memur ve sipahi maaşları için para çıkmamış, her daim ordu hazır bulunmuştur. Dirlik arazi gelirine göre Has, Zeamet ve Tımar olarak üçe ayrılmıştır:
Has Arazi: Yıllık geliri 100.000 akçeden fazla olan dirliklere has denirdi. Bunlar padişahlara, şehzadelere, divan üyelerine, beylerbeylerine ve sancak beylerine verilirdi. Has sahipleri dirliklerin 5.000 akçesini kendilerine ayırırlar, geri kalan 5.000 akçe için atı, silahı olan ve savaşa hazır durumda bulunan cebelü (atlı asker) beslerlerdi.
Zeamet: Yıllık geliri 20.000 akçe ile 100.000 akçe arasında olan dirliklere zeamet denirdi. Zeamet orta derecedeki devlet memurlarına, hazine ve tımar defterdarlarına, alay beylerine, kale dizdarlarına ve divan kâtiplerine verilirdir. Zeamet sahibi ilk 5.000 akçe hariç sonraki her 5.000 akçe için cebelü beslemek zorundaydı.
Tımar: Yıllık geliri 3.000 akçe ile 20.000 akçe arasında olan dirliklere tımar denirdi. Tımar sahipleri gelirlerinin 3.000 akçesini kendi geçimlerine ayırırlardı. Buna kılıç tımarı denilmiştir. Geriye kalan her 3.000 akçe için bir cebelü askeri beslenirdi.
Dirlik sistemi sayesinde hazineden para harcamadan güçlü ordular oluşturulmuş, dirlik bölgesinin asayişi sağlanmış ve böylece devletin iç ve dış güvenlik sorunları çözülmüştür. Üretimde süreklilik sağlanmış, ülke bayındır hâle getirilmiş, göçebeler yerleşik hayata geçirilip halka zarar vermeleri önlenmiş, böylece sosyo-ekonomik dengeler korunmuştur.
Mukataa arazi: Geliri doğrudan devlet hazinesine ait olan topraklardır. Bu toprakların geliri iltizam yoluyla toplanırdı.
Paşmaklık arazi: Geliri padişahın eşine ve kızlarına bırakılan arazidir.
Malikâne arazi: Üstün hizmetlerine karşılık bazı devlet görevlilerine verilen topraklardır.
5.Yurtluk arazi: Sınır boylarındaki askerlere, kasaba veya şehir memurlarına verilen arazidir.
Ocaklık arazi: Kale muhafızlarına ve tersane giderlerine ayrılan topraklardır.
Vakıf arazi: Geliri cami, medrese, bedesten, hastane gibi hayır kurumları için ayrılan topraklardır. Devlet vakıf arazilerinden vergialmamıştır.
Metruk arazi: Devlete ait olup kamunun, belli bir veya birkaç köyün ya da kasaba halkının yararlanması için terk olunmuş arazidir. Genel olarak halkın yararlanmasına terk edilmiş bulunan yollar, meydanlar, namazgâhlar; mesire, pazar, panayır yerleriyle köyveya kasaba halkının istifadesine tahsis edilen baltalıklar, harmanlar, meralar, yaylak ve kışlak yerlerdir.
Mevat arazi: Hiç kimsenin mülkiyeti altında bulunmayan topraklardır. Vasfından dolayı ziraata elverişsiz topraklardır. İnsanların kullanmadıkları ve terk ettikleri topraklardır.
Mülkiyeti şahıslara ait olan topraklardır. Öşür toprakları ve Haraç toprakları olarak ikiye ayrılır. Osmanlı Devleti’nde fethedilen topraklar ganimet olarak dağıtılır, bu topraklar mülk haline gelir ve öşre bağlanırdı. Bunlara öşür topraklar denirdi. Diğer bir durumda ise yenik düşen devletlerin toprakları oradaki halkta bırakılır ve topraklar için haraç vergisi konulurdu. Bunlara da haraç topraklar denirdi.
Osmanlı’da Arazi Taksimi ve Kullanımı: İslam Örneği
Osmanlı Devleti’ndeki arazi taksimi ve kullanımı konusunda ise İslami hükümlerin göz önüne alındığı görülmektedir. Araziye sahip olma, onu işleme mecburiyetini de beraberinde getirmiştir. Eğer köylü araziyi işlemez ve üç yıl üst üste boş bırakırsa arazi ondan alınmış ve başkasına verilmiştir. Bu uygulama Peygamber Efendimiz döneminden beri süregelmektedir. Bu hususta Resulullah (S.A.V.) hadisi şöyledir:
“Ad kavmi döneminden sonra arazi önce Allah’ın, Resulünün ve sonra da sizindir. Kim ölü bir araziyi ihya ederse o arazi ona ait olur. Tahcir ettiği araziyi üç yıl boş bırakan muhtecirin arazi üzerinde üç yıldan sonra hiçbir hakkı yoktur.”
Tahcir; arazinin kendisine ait olduğunu belirtecek şekilde araziye sınırlar koymak ve onu belli hudutlarla sınırlandırmak demektir. Arazinin etrafına taşlar koymak, araziyi çitle, duvarla çevirmek veya demirden, tahtadan direkler dikmek ve telle çevirmekle bir arazi tahcir edilmiş sayılır. Tahcir araziyi canlandırma gibidir. Tahcir yapan kimse Resulullah (S.A.V.)’’in yukarıdaki hadisinde de görüleceği gibi araziyi sınırlandırmakla onu mülk edinmiş sayılır ve araziyi ekip biçerek canlılığını devam ettirmek mecburiyetindedir.
Yahya b. Adem, Amr b. Şuayb yoluyla şunu rivayet eder: “Resulullah (S.A.V.) Müzeyne’den yahut Cüheyne’den bir kısım insanlara arazi verdi. Fakat onlar araziyi boş bıraktılar. Daha sonra bir kavim gelip o araziyi ihya etti.” Bunun üzerine Ömer şöyle dedi: “Eğer o arazi benim ya da Ebubekir’in ikta ettiği bir arazi olsaydı onu iade ederdim. Ancak o araziyi Resulullah (S.A.V.) verdi”. Hz. Ömer’in bu sözünden maksat; Eğer Ebu Bekir veya ben vermiş olsaydık henüz üzerinden üç yıl geçmemiş olurdu. Ancak Resulullah (sav)’in ikta ettiği bir arazinin üzerinden üç yıldan daha uzun bir süre geçmiştir. Dolayısıyla o arazinin eski sahibine iadesi mümkün değildir. Bu ifadeyi Ömer’in sözünde takip eden şu cümleler de teyit etmektedir. “Kim bir araziyi üç sene işlemez ve boş bırakırsa ve başkası da gelip o araziyi imar ederse o arazi, araziyi işletenin olur.”
Ebu Ubeyd el Emval’inde Bilal b. el Haris el Müzenni’den şunu rivayet eder. “Resulullah (S.A.V.) Akik’in tümünü ikta etti. Ömer hilafeti döneminde Bilal’e şöyle dedi:”Resulullah (S.A.V.) o araziyi insanları o araziden mahrum etmen için sana vermedi. Araziyi işletmen için sana verdi. Çalıştırabileceğin miktarı elinde tut ve geri kalanını da bırak.”
Ölü bir arazinin tarıma elverişli bir hale getirilmesi konusunda Resulullah (S.A.V.) şöyle buyurmuştur:
“Kim ölü araziyi canlandırırsa o arazi onun olur.”
“Herhangi bir kimseye ait olmayan bir araziyi kim imar ederse o, ona sahip olmaya daha layıktır.”
“Topraktan bir parçayı canlandıran veya imar eden herhangi bir kavim onu sahiplenmeye daha layıktır.”
Osmanlı’da on bir ayın sultanı Ramazanın gelmesi hem halk tarafından hem de saray ahalisi tarafından dört gözle beklenirdi. Ecdadımız Osmanlı, bu mübârek ayı, her şeyiyle rengârenk ve dopdolu yaşardı.
Ramazan ayının ilk gecesinden son gecesine kadar camilerde kandiller yakılır, minarelere mahyalar asılır ve sokaklar sahura kadar aydınlatılırdı. Ramazan ayının girdiğinin anlaşılması için Ramazan hilalinin görülmesi beklenirdi. Hilalin görülmesi ile tellâllarla ve mahyalarla Ramazan ayının başladığı ilan edilirdi. Ramazan ibadet ayı olması münasebeti ile camilerde ve mescitlerde halkın rahat ibadet edebileceği ortamı oluşturmak için tedbirler alınırdı. Başta padişah olmak üzere devlet erkânı farklı günlerde iftar davetleri verirdi.
Gece bekçileri davul çalarak ve mani söyleyerek halkı sahura uyandırırlardı. Anadolu’nun en ücra kasabalarına kadar her mahalle camisinde teravih kılınır, ramazanın başında ‘merhaba’, sonunda ‘elveda’ diyerek ilahiler, kasideler okunurdu. Ayasofya’daki teravihler ise bir başka idi. 100 bin kişilik kadınların ve çocukların da katıldığı bir cemaatle namaz fevkalade ihtişamlı ve görkemli eda edilirdi.
Osmanlı’da halkın bir araya geldiği iki yer vardı: camiler ve meydanlar. Ramazan’da camilerin teravihle şenlenmesi gibi meydanlar da bu mübarek ayda hareketlenirdi. Beyazıt, Çemberlitaş, Sultanahmet Meydanı gibi birçok meydanda Ramazan gelmeden evvel hummalı hazırlıklara başlanırdı. Meydanların belli köşeleri kazanlarla donatılır, büyük yer sofraları kurularak toplu yemekler verilirdi. Ramazan’da çeşmelerin ve sebillerin içlerine ise su yerine şerbet doldurulurdu.
Anadolu’nun bazı yörelerinde ilk defa oruç tutan çocuklara çeşitli hediyeler verilmesi adet haline gelmişti. Hatta çocuklar, oruçları satın alınarak oruca teşvik edilirlerdi. Tam gün oruç tutamayacak kadar küçük olan çocuklara ise öğle vakti oruçları açtırılır ve buna da -tekne orucu- denilirdi.
Osmanlı’da Ramazan ayı boyunca en fazla berberler ve kalaycılar çalışırlardı. Berberler Ramazan’da insanların temiz gezmeleri için halkı gün boyu ücretsiz tıraş ederlerdi. Ramazan ayı misafir ayı olduğu için insanlar evlerine misafir almadan önce tüm kap kaçaklarını kalaylattırırlar, bu şekilde de kalaycılar Ramazan ayında en çok çalışan diğer meslek grubu haline gelirdi.
Osmanlı sarayının önemli Ramazan merasimlerinden birisi hırka-i saadet merasimiydi. Bu gelenek Mısır’ın Osmanlı topraklarına katılması ve mübarek emanetlerin Osmanlı’ya geçmesi ile başlamış, asırlar boyunca devam etmiştir. Ramazan ayının on ikinci günü padişahla birlikte Has Oda ağaları mübarek emanetleri Revan odasına taşır sonrasında her taraf süpürülür, gül suyu ile yıkanır, öd ağacı ve amber yakılarak hırka-i saadet ziyarete hazırlanırdı. Padişah, sadrazam, şeyhülislam, şehzadeler, kadı efendiler ve bütün devlet erkânı protokol sırasına göre ziyareti gerçekleştirirdi. Bu ziyaret esnasında güzel sesli kurralar Kur’an okurlardı. Osmanlı padişahı tarafından gümüş sandukasından altın anahtarı ile açılarak çıkarılan hırka-i saadet’e tülbentler sürülür ve bu tülbentler ziyaretçilere dağıtılırdı.
Ramazan ayı boyunca Padişah’ın huzurunda Tefsir dersleri okunurdu. Padişah’ın huzurunda yapılan bu derslere “Huzur Dersleri” denilmiştir. Haftada 2 gün, Ramazan boyunca 8 defa 1 Mukarrir Efendi ve karşısındaki 15 kişiden oluşan muhâtapları, Huzûr-u Hümâyunda 2 saat ders okurlardı. Ders esnasında Padişah dâhil herkes diz çökerdi. Dersler saray salonlarından birinde ve öğle ile ikindi arasında takrir olunurdu. Âlimler halk için de câmilerde tefsîr, hadis ve fıkıh dersleri yaparlar, umûmî vaazlar verirlerdi.
Osmanlı’da her yıl İstanbul evlerinde bir güzel gelenek ve telaş görülürdü. Ramazan geldiğinde, İstanbul’un bütün evleri, birer Dârü’t-Tabak -ziyâfet evi- hâline gelirdi. İster zengin olsun ister fakir olsun herkes akraba ve ahbaplarını evine iftara davet eder, onlara ikram ederek kudretince ziyafet vermeye çalışırdı. Bu ziyafet sofralarına davetsiz de girilebilirdi. Yalnız bu sofralar ramazan ayı içerisinde yedi akşam arka arkaya ve üç ayrı sofra şeklinde kurulurdu. Her akşam ziyafet; evin beyi ve misafirleri, evin hanımı ve misafirleri, çocuklar ve davetsiz misafirler için olmak üzere üç ayrı sofraya ayrılırdı. Lakin her üç sofrada da yemekler aynı olurdu. Böylece her akşam mahalleden zengin olsun fakir olsun, ayrım yapmadan herkes kabul edilirdi. Her gün farklı kişiler ağırlanır ama sofra usulü hep aynı olurdu.
Ramazan’daki bu misafir ağırlama telaşı Peygamber Efendimiz S.A.V’in “Allah’a ve ahiret gününe iman eden misafirine ikram etsin.” hadis-i şerifine dayanmaktadır. Ecdadımıza böyle misafir ağırlama isteği veren diğer hadisler de şunlardır:
“Sizden herhangi birinizin yemek sofrası misafirinin önünde bulunduğu müddetçe melekler onun için istiğfar ederler.”
“Kul üç yemekten mesul değildir. Bunlar sahur, iftar ve dostları ile yediği yemektir.”
“Kardeşlerinin yiyip de artırdıkları yemeği yiyenden o yemeğin hesabı sorulmaz.”
“Kul dostları ile yediğinden hesaba çekilmez.”
Sure isimli sofralarda, sure isimli kaşıklarla iftar
Osmanlıda Ramazan sofralarına münhasır diğer bir hoş âdetse iftar sofralarına isim verilmesidir. Ev sahibinin misafirlere salonun kapısında sunduğu şimşir kaşıklarda Kur’an’daki sure isimleri yazar, herkes aldığı kaşıkta hangi sure ismi yazıyorsa, o ismin yazılı olduğu sofraya otururdu: Yasin sofrası, Tebareke sofrası, Bakara sofrası gibi… Zengin-fakir, yan yana yemek yerdi. Böylece sofralarda ayrımcılık önlenirdi. Yemekten sonra da şimşir kaşıklar, üzerlerinde sûre isimleri yazılı olduğu için yakılır ve külleri gül bahçesine gömülürdü.
Misafirlerini iyi ağırlamak ve memnun etmek isteyen ev sahibi, onları en güzel şekilde ağırlar, -diş kirası- adı verilen hediyelerle uğurlardı. Ev sahibi, kadife keselere, kendisinin sevap kazanmasına vesile olan misafirleri için gümüş yüzükler ve tabaklar, tesbihler, akçe ve altınlar koyar, misafirlerine sunardı. Misafirler de “Kesenize bereket” diye dua ederek haneden ayrılırdı.
Zarafet ehli bir toplum olan Osmanlı, Ramazan ayında cömertliğini ve hayır işlerini daha da artırır, verdiği hediyelerle muhtaçları sevindirirdi. Muhtaç durumda olan misafirlerine sadaka niyetine de diş kirası verilirdi. Böylece misafir sadaka olduğunu bilmeyecek, diğer misafirlerin yanında kendini kötü hissetmeyecekti.
FacebookTwitterGoogle+Share on Linkedin
Şehzade ve Sultanlar beş ya da altı yaşına geldiklerinde tahsile başlamaları esnasında yapılan törendir. Şehzadeye bir hoca tayin edildikten sonra evvela teşrifat üzere tahrir gelip sadrazam, şeyhülislam, kaptan paşa, kazaskerler ve ulema saat kaçta teşrif edecekleri belli olunca Darüssaade ağası tarafından hazırlanan çadırda veya saraydaki köşklerden birinde karşılanıp ağırlanırlar. Yemekten sonra padişah önünde rikap ağaları, sol tarafında silahdarlar olduğu halde gelip tören mahalline girerken herkes ayağa kalkıp biraz yürüyerek karşılardı.
Çavuşların alkışından sonra padişah şehzadenin getirilmesine izin verirdi. Bunun üzerine bütün davetliler kalkıp Orta Kapıya oradan da yürüyerek Babüssaade’ye giderlerdi. Şeyhülislam ve sadrazam burada biraz dinlenirdi. Bu sırada şehzade de haremden getirilmiş olunurdu. Şehzade yanında lalaları olduğu halde ata bindirilerek tören mahalline getirilirdi. Gelen şehzade, sadrazam tarafından attan indirilip padişahın eli öptürülürdü. Padişah önünde yere serilen iki halının veya örtünün arasına rahle konulurdu. İlk ders için buraya yine sadrazam tarafından kucaklanarak oturtulurdu. Karşısına oturan şeyhülislam elif ve be’den başlayarak alfabenin bir kısmını okuyarak tekrar ettirirdi. Şehzade usulen şeyhülislamdan aldığı bu ilk dersten sonra elini öpmek isterse de şeyhülislam el öptürmezdi. III.Mustafa’nın şehzadesi III.Selim’in bed’i besmelesinde el öpmek isteyince şeyhülislam onu engelledi, kolları arasına aldı ve omzundan öptü. Padişahın elini öptükten sonra şehzade davetliler tarafından tebrik edilir, böylece öğrenime başlamış olurdu. Şehzadeye ilk cüzü ve cüz kesesi padişah ya da sadrazam tarafından hediye edilirdi. Davetlilere hil’atler giydirildikten sonra şehzade aynı alayla harem kapısına kadar götürülürdü.
Bed’i besmeleye örnek verecek olursak 1721 yılında İncili Köşk’te şehzade Mehmet, Mustafa ve Bayezid’ın derse başlamaları için bir merasim yapılmıştır. Sadrazam, Kaptan Paşa, Şeyh-ül İslam, Defterdar, Rumeli Kadıaskeri, Reis Efendi için çadırlar kurulmuştu. Sarayın birinci ve ikinci imamı Feyzullah ve Abdullah şehzadelere eğitmen olarak seçilmişlerdi. Damat İbrahim saraya gösterişli bir alayla girdi. Sadrazam İncili Köşk’ün önüne dizilmiş görevlileri selamladı. Daha sonra padişah incili Köşk’e geldi. Kızlaraağası Beşir ile Damat İbrahim Paşa Padişahın attan inmesine yardım ettiler ve çadırına götürdüler. Bu arada yemeğe oturuldu. Alay birinci avludan ikinci avluya geçti. Önce padişahın en büyük oğlu Mehmet geldi, kollarından Haznedar ve Kızlarağası tutuyordu. Onu öteki şehzadeler izledi. Protokole göre devlet ileri gelenleriyle İncili Köşk’e gidildi. Sultan tahtına oturdu. İki yanındaki halılara da şehzadeler, Sadrazam, Şeyhülislam, Kaptan Paşa, Kadıaskerler, Ayasofya Camii şeyhi oturdu, ötekiler ayakta durdular, Damat İbrahim’in işareti üzerine şeyh bir dua okudu, sadrazam büyük şehzadeyi Şeyhülislamın karşısına oturttu. Silahtar ikisinin arasına bir rahle koydu. Şeyhülislam alfabenin ilk beş harfini gösterdi. Şehzade bunları yineledi. Bu uygulama öteki iki şehzade için de aynen yapıldıktan sonra, çekildiler, devlet görevlilerinin oturmasına izin verildi, kendilerine kaftanlar sunuldu. Şehzadelere çok süslü kuşanmış bir at ve bir değerli kuran verildi.
Osmanlı’da Kervansaraylar
Ticâret yolları üzerinde kervanların konakladığı ve her türlü ihtiyâçlarının ücretsiz karşılandığı, devlet veya hayırsever kişiler tarafından yapılmış muhkem binalar. İslâmiyet’in ilk dönemlerinde askerî maksatla ve sınır emniyetini korumak için kurulan ribatlar, sonraki devirlerde ticarî maksatla kullanılmaya başlandı. Kervanların konakladığı yer olan bu binalara, kervansaray adı verildi. Türklerin müslüman olmasından sonra İslâm toprakları üzerinde ortaya çıkan kervansaraylar, Selçuklular zamanında en gelişmiş şeklini aldı. Anadolu’daki çeşitli ticâret yolları üzerinde yüze yakın kervansaray yapıldı.
Selçuklular devrinde Anadolu’da kurulan bu yol güzergâhları, Osmanlılar zamanında değişti ve sınırlarının genişlemesi netîcesi, Anadolu’da ticâret ileri derecede önemini kaybetti. Bunun üzerine, bu yollar da nisbeten ıssızlaştı. Meselâ Osmanlı Devleti’ne başşehir olan İstanbul’u Suriye ve Irak’a bağlayan yol, Konya-Adana istikâmetini tâkib ettiği için, Antalya’dan Sivas’a veya Elbistan’dan Kayseri ve Sivas’a giden yollar, bu şehirleri birbirine bağlayan tâli yol durumuna düştü. Bu yollar üzerinde bulunan kervansaraylar da ister istemez eski önemini kaybetti. Fakat yeni yol güzergâhlarının ortaya çıkması üzerine, Osmanlılar da kervansaray yapımına devam ettiler. Hac farizasını îfâ etmek için giden hacıların her türlü ihtiyâçlarını karşılamak üzere, İstanbul’u, Suriye üzerinden Mekke ve Medine’ye bağlayan yol üzerinde kervansaraylar kurdular. Osmanlı kervansarayları her yerde mahallî şartlara uygun ve aynı zamanda çok san’atlı inşâ edilmiş mükemmel mîmârî eserler oldu.
Kervansaraylarda yatakhâne ve aşhâneler, erzak anbarları, ticarî eşya depoları, yolcuların hayvanları için ahırlar, samanlıklar, namaz kılmak için mescidler, kütüphâneler, misafirlerin yıkanması için hamamlar, şadırvanlar, hastahâneler ve eczâhâneler, yolcuların ayakkabılarını tamir etmek ve fakir yolculara yenisini yapmak için ayakkabıcılar, hayvanları nallamak için nalbantlar, bu teşkîlât ve te’sisleri idare edecek gelir ve gider hesaplarını yapacak dîvân (büro) ve me’murları vardı. Kervansaraylara inip konaklayan tüccar ve yolcuların; zengin-fakir, müslüman gayr-i müslim farkı gözetmeksizin her türlü ihtiyâçları ücretsiz görülürdü.
On beşinci asrın ilk yarısında Osmanlı topraklarına gelen Fransız elçisi Bertranden de la Brocgulere, kervansaray sistemi karşısında şaşırmış ve hayranlık duymuştur. Kim olursa olsun bedava misafir eden, kendisini ve hayvanlarını üç gün müddetle yedirip-içiren, yatıran, bütün ticâret mallarını emniyet ve devlet himâyesi altına alan kervansaray sistemi, Fransız elçisini hayretler içinde bırakmıştı. Fakirlerin nasıl iyi muamele ile kabûl edildiği, daha fazla ikrâm olunamadığı için özür dilendiği, yollar üzerine serpiştirilmiş bu müesseseler, onun görmediği yepyeni bir şeydi. Zira Avrupa’da asiller, fakirleri aşağı görür ve kötü muamele ederlerdi. Osmanlı Devleti’nde devlet otoritesinin güçlü olması sebebiyle hiç kimsenin kervansaraya tecâvüzü mümkün değildi.
Yine bir Fransız sefiri olan Ricaut da, on yedinci asırdaki Türk han ve kervansarayları hakkında; “Osmanlı Türkleri bu çeşit yapılarda fevkalâde ihtişam göstermişler, devletlerin eyâletlerini böyle hanlarla doldurmuşlardır” demektedir.
Kervansaraylara büyük ehemmiyet veren Osmanlı sultanları, bunların düzenli işletilmesi için, hüküm ve yasaknâmeler ihtiva eden Kervansaray kanunnâmeleri yayınlamışlardır.
Mimar Sinân’ın bizzat yaptığı kervansaraylar şunlardır:
1- Kânûnî’nin Süleymâniye tabhânesinin arkasındaki kervansarayı,
2- Rüstem Paşa’nın Kapalıçarşı’daki Cebeciler Kervansarayı,
3- Rüstem Paşa’nın Galata’daki şimdi Kurşunlu adıyla anılan kervansarayı,
4- Ali Paşa’nın Bitpazarı’ndaki kervansarayı,
5- Vefâ’da Pertevpaşa Kervansarayı.
On yedinci asırda İstanbul’da 12, Üsküdar’da 11 kervansaray olduğunu Evliyâ Çelebi kaydetmektedir.
İzmit-Gebze’de Çoban Mustafa Paşa Kervansarayı, Afyon-Sincanlı’da Sinân Paşa Kervansarayı, Eskişehir Kurşunlu Kervansarayı, Bilecik-Bozüyük’te Kâsım Paşa Kervansarayı, Diyarbakır Hüsrev Paşa Kervansarayı (Deliller hanı), İzmir-Çeşme’de Kervansaray, İstanbul-Silivri’de Pîrî Mehmed Paşa Kervansarayı, Edirne-İpsala’da Hüsrev Paşa Kervansarayı, Antakya-Belen’de Kânûnî Sultan Süleymân Kervansarayı, Konya-Ereğli’de Rüstem Paşa Kervansarayı, Tekirdağ (Rodoscuk) Rüstem Paşa Kervansarayı, Edirne Rüstem Paşa Kervansarayı, Erzurum Rüstem Paşa Kervansarayı, Edirne-Babaeski’de Ali Paşa Kervansarayı, Büyükçekmece’de Kânûnî Sultan Süleymân Kervansarayı, Edirne Ali Paşa Kervansarayı, Bursa Ali Paşa Kervansarayı, Kırklareli-Lüleburgaz’da Sokullu Mehmed Paşa Kervansarayı, Konya-Karapınar’da sultan İkinci Selîm Han Kervansarayı, Edirne-Havsa’da Kasımpaşa Kervansarayı, Bitlis el-Aman Kervansarayı, Antakya-Payas’ta sultan İkinci Selîm Kervansarayı, Diyarbakır Hasan Paşa Kervansarayı, İzmit Pertev Paşa Kervansarayı, Konya-Ilgın’da Lala Mustafa Paşa Kervansarayı, Üsküdar Atîk Vâlide Kervansarayı ve Manisa Kurşunlu Kervansarayı meşhur Osmanlı kervansaraylarından bâzılarıdır.
Kânûnî, vakfiyesinde kendi kervansarayları için; “Ve Ziyâfethâne-i bîadîl ve ceygâh-ı misâfirîn ve İbn-is-sebîl” (benzeri olmayan ziyafetleri ile müsâfir ve yolcuların barınağı denmektedir.
İslâm dîninin misafirperverliğe ve hayırseverliğe verdiği ehemmiyet sonucu ortaya çıkan kervansarayların, bir benzeri ortaçağ Avrupasında olmadığı gibi akla bile gelmemişti. İslâm târihinin önceki devirlerinde olduğu gibi, Osmanlılarda da bu güzel ve fâideli eserler, uzun bir zaman halkın hizmetinde kullanıldılar.
Evliya Çelebi; kervansaraylardaki usûl ve âdabı şu şekilde anlatmaktadır: “Bir bâb-ı azîm (büyük bir kapı) içre kal’a-misâl karşu karşuya 150 ocak hân-ı kebîrdir (büyük handır). Haremli, develikli, ahurlı olup sâdece ahuru üç binden ziyâde hayvan alur. Kapuda dâima dîdebânları (gözcüleri) nigehbânlık (gözcülük) ederler. Ba’del’aşâ (yatsıdan sonra) kapuda mehterhâne çalınup, kapu sedd olunur (kapanır). Dîdebânlar, vakıfdan kandiller yakup dibinde yaturlar. Eğer nısfülleylede (gece yarısı) taşradan müsâfir gelirse, kapuyı açup içeri alırlar; mahazer (hazır olan) taam (yemek) getirirler. Amma (Ancak) cihân yıkılsa içeriden taşra bir âdem bırakmazlar, şart-ı vâkıf (vakfedenin şartı) böyledir. Tâ cümle (bütün) müsâfirîn (misafirler) kalktıkda yine mehterhâne döğülüp herkes malından haberdâr olur. Hancılar, dellâllar gibi; “Ey ümmet-i Muhammed! Malınız, canınız, atınız, eşyanız tamam mıdır?” diye recâ edüp nida ederler. Müsâfirîn cümlesi; “Tamamdır! Hak teâlâ, sâhib-i hayrata (hayır sahibine) rahmet eyleye” didiklerinde, bevvâblar (kapıcılar) vakt-i şâfii (uygun vakitte) iki dervâzeleri (kapıları) güşâde edüp (açıp) yine kapu dibinde; “Gafil gitmen, bisât (yaygı, örtü) gaip etmen, herkesi refik (yol arkadaşı) etmen, yürün, Allah âsân (kolay) getire” diyü duâ ve nasihat ederler. Herkes bir canibe (tarafa) revân olur. Bu hanın garbında vüzerâ ve vükelâ, âyân ve kibar için haremli, dîvânhâneli, yüz elli hücreli, hamamlı, kilerli, matbahlı bir sarây-ı azîm (büyük bir saray) vardır ki, medhinde lisan kasîrdir (kısadır, âcizdir).”
Kânûnî Sultan Süleymân nâmına yazılan Kanunnâmede kervansaraylar hakkında konulan hükümler, Evliyâ Çelebi’nin ifâdesini te’yid etmektedir: “Kervansaraycılar emin ve mûtemed kimseler olup, her sabah kervansaray halkına icazet vermeden kervansarayda konan halktan istifsar edüp (sorup) kimsenin rızkı sirkat ve nehb (hırsızlık ve yağma) olmadığı malûm ve muhakkak oldukdan sonra kârbânsaray (kervansaray) kapusın açıvere. Ve kârbânsaraycı bu mânâyı eyidüp destur vermiş olup sonra kârbânsaray halkında kimesne rızkın ve esvabın (elbiselerin) uğrılandı (çalındı) diye mesmû olmaya (işitmeye). Ve eğer kârbânsaraycı ol mânâyı eyitmeden halka destur vermiş olup, olgice kârbânsarayda konan halkın nesnesi uğrılanmış olup, ki muhakkak ola, kârbânsaraycıdan çün gadr oldu (nasıl söze uyulmadı) uğrılanın esvabın kıymetini kârbânsaraycıya tazmin itdüreler.”
Osmanlı’da İbadet Yerleri
Bir hadîste namaz hakkında “gözümün nuru” ifadesi geçer. Ecdadımız Osmanlılar, kendi hayatımızda ve kâinatta olup bitenlere imanın nuruyla bakabilmemiz için, gözlerimize fer olacak olan namazın idamesinin ne kadar mühim olduğunun farkında olmuştur. Onlar namazın dosdoğru eda edilmesi için gerekli zeminlerin hazırlanmasına büyük bir özen göstermişlerdir. Ulaştıkları her toprağa önce camiler, namazgâhlar inşa etmiş, halkın ibadet ihtiyacını böylelikle karşılamışlardır. Ayrıca sadece kendi ibadethanelerine sahip çıkmayıp, gayrimüslim halkın ibadethanelerini de korumuş, onların huzur içinde ibadetlerine ve dini hayatlarına devam etmelerini temin etmişlerdir.
Osmanlı toplumunun sosyal ve kültürel bakımdan gelişmesinde en temel kurumların başında camiler gelir. Osmanlı’da camiler vakıflara bağlı olarak kurulmuşlardır. Caminin en önemli amacı ibadet olmakla beraber, camiler halkı bir araya getiren sosyal bir yapı olmuşlardır. Mahallenin idare merkezi olan camiler, memleket ve mahalleye ait işlerin görüşülüp karara bağlandığı yerlerdir. Camiler aynı zamanda eğitim merkezleri olarak da işlev kazanmışlardır. Cami ve mescitlerde dini, ahlaki ve siyasi eğitim amacıyla halka bilgi verilmiştir. Buralarda kız ve erkek çocuklara kuran okuma, yazma ve dört işlem öğretilmiştir.
Dinimizde cami geleneği Peygamber efendimizle başlamıştır. Hz. Peygamber’in Medine’ye hicreti ile başlayan cami inşaatı, Hz. Ömer’in halifeliği döneminden itibaren tüm İslâm âleminde görülmeye başlanmıştır. Daha o zamanlardan beri inşa edilen camilerin kuru bir yapı olmasından ziyade çevrelerinde çeşitli hayır kurumlarıyla beraber kurulması bir gelenek haline gelmiştir. Özellikle büyük camilerin yanına sebil, imâret, dâru’s-şifa gibi sivil ve sosyal işlevler içeren binalar yapılmıştır. Bu haliyle cami ve yanındaki binalar, bir külliye meydana getirir ve böylelikle her defasında âdeta yeni bir mahalle kurulmuştur. Çünkü câmi yaptırmak isteyen hayır sahibi (vakıf), camisini tek başına yalnız ve garip bırakamazdı. Tabi ki yaptırdığı camiyi, sanki sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak bir canlıymış gibi; medresesi, imâreti, mektebi, hamamı ve diğer müştemilatlarıyla bütünlerdi. Fethedilen ya da yeni kurulan şehirlerde bu vesileyledir ki vakıfların önemi büyüktür. Vakıf sistemi, hem kurulan binaların koruyucusu ve sigortası görevini üstlenmiş, hem de kurucuların millet gözünde “gâsıb” gibi görülmelerine engel olmuştur.
Osmanlı Devleti’nde Müslimlere ait diğer bir ibadet yeri namazgâhlardır. Bu yapılar kıblesi belli edilmiş, yerden yükseltilmiş, etrafa ve semaya açık yani duvarsız, insanların namazlarını eda edebilecekleri yerlerdi. Bu mekânlar insanların ihtiyaçlarını giderebilecek müştemilâtlarıyla birlikte tesis edilmişlerdir. Mesela ibadetin ön şartı olan abdest için, bu mekânların yanına mutlaka çeşme, kuyu ve abdesthaneler inşa edilmiştir. Yaz aylarında namazgâh mekânı olarak büyük ağaçların bulunduğu yerler seçilmiş; eğer mekânda dikilmiş ağaç yoksa bu alanlar kısa sürede ağaçlandırılmıştır.
Namazgâhların işlevi sadece namaz kılınacak mekân olma değildir. Şehirlere, kasabalara, kervan yollarına, mesire yerlerine ve ordu sevkiyatının yapıldığı önemli kavşaklara kurulmuşlardır. Ayrıca bu mekânlara yağmur duası için de toplanılmıştır. Hac ve askere gidenler buradan dualarla uğurlandıkları gibi yıldızlı gecelerde yatsı ve teravih namazları uhrevi bir geceye dönüşmüştür. Bazı cuma ve bayram namazlarına ev sahipliği yapmıştır.
Aslında aynen camide olduğu gibi namazgâh geleneği yine peygamber efendimiz döneminde başlamıştır. “Resûlullah uzun bir sefere çıktığında dinlendiği yerlerde tespit edilen uygun bir alan temizlenir, etrafına taşlar dizilerek sınırları belirlenir ve burası namazgâh edinilirdi. Resûl-i Ekrem’in Tebük Seferi esnasında on beş kadar yerde böyle açık mescidler yapılmıştır.” (Vâkıdî, III, 999; İbn Hişâm, IV, 179)
Tekkeler, Zaviyeler, Dergâhlar:
Birer tasavvuf kuruluşu olan bu kurumlar, halkı başta din olmak üzere çeşitli konularda aydınlatmışlardır. Tarikat ehli olan insanlar buralarda toplanıp, tasavvuf ışığında ruh ve bedenlerini terbiye etmişlerdir. Halk tekke ve zaviyelerdeki ruhani hava sayesinde iman tazelemiştir. İnsanlar hayata karşı güçlenme ihtiyacı içinde tekkelere koşmuş, vahiy kaynaklı ahengin zemzeminde ruhlarını yıkamış, Allah’a “kul” olup “kulluk”ta “kül” olmanın özgürleştirici nefesi altında güçlenmişlerdir. Bu işlevleriyle, tekkeler ve zaviyeler, kendi dönemlerinin hem moral merkezleri hem de verilen dini eğitimlerle kâmil insan yetiştirme kurumları olmuşlardır. Bu merkezlerde gündüz fen ve din eğitimiyle değerlendirilen zaman, akşam namazı sonrasında fikirle beslenir, yatsı sonrasındaysa zikirle buluşmuş; bireysel olgunluk arayışı “halâka-i zikir” içinde kitleselleşip, yine bu mekânlarda birlik beraberliğe dönüşmüştür.
Yaradandan ötürü” (Yunus Emre)
anlayışı içinde, bu merkezlerde her inançtan ve milletten insana salt “insanlık” açısından yaklaşılıp, ihtiyaçları karşılanmış, misafir edilmiştir. Gelen misafirlerin yeme, içme ve barınma gibi zaruri ihtiyaçlarını karşılıksız karşılanmış, misafirler üç gün boyunca buralarda misafir edilmiştir. Ayrıca, misafirlerin kimlikleri tespit edilerek ilgili makamlara bildirilmiş, böylelikle bu kurumlar Anadolu’nun asayişine de katkıda bulunmuşlardır.
Osmanlı’da Gayrimüslimlerin İbadet Yerlerine Saygı
Kuran’ı Kerim’in “İnsanları Rabbinin yoluna hikmetle güzel öğütle davet et. Ve onlarla mücadeleni en güzel yol hangisi ise onunla yap!” ve “Dinde zorlama yoktur” ayetleri İslam’ın başka dinlere ve anlayışlara olan bakış açısını ortaya koymaktadır. İslam herkese inanç ve fikrinde serbestlik tanır. Müslüman devletlerin egemenliği altındaki gayrimüslimlerin inançlarına göre ibadet etmeleri ve huzurlu bir şekilde hayatlarına devam etmeleri; ancak İslam Devletleri’nin bu hoşgörü anlayışıyla mümkün olmuştur. Bu hoşgörü anlayışı Osmanlı Devleti’nde de uygulanmış ve çeşitli dinden halk yan yana huzur içinde yaşamışlardır. Osmanlı Devleti’nde Müslüman halkla beraber, Hıristiyanlar ve Museviler yan yana ibadet etme ve kendi kültürel kimliklerini idame etme olanağına sahip olmuşlardır.
Gayrimüslimlerin kendilerine özgü kilise, manastır, havra gibi ibadet yerleri ve yine kendilerine özgü mezarlıkları olmuştur. Devlet bu ibadet yerlerinin idaresi ile ilgili cemaatlerin idarecisine kesinlikle karışmamış, ibadet yerlerinin idaresi, ilgili cemaatlerin yönetim teşkilatlarına bırakmıştır. Statüleri fermanlarla belirlenen ibadet yerlerinin tamamıyla dokunulmazlığı sağlanmıştır. Gayrimüslimlerin ibadet yerlerine yapılan saldırılar devlet tarafından daima engellenmiş ve suçluları cezalandırılmıştır. Böylelikle gayrimüslimlerin ibadet yerleri kilise ve havralar sürekli olarak devletin teminatında olmuşlardır.
Özellikle fethedilen topraklarda gayrimüslim halkla ahitnameler imzalanmış, onların dini hayatı böylelikle güvence altına alınmıştır. Fatih Sultan Mehmed’in 1463’te Bosna Hersek’i fethinden sonra Bosna Ruhbanlarına verdiği ahitname günümüze kadar korunmuştur. Bu ferman suretiyle de gayrimüslim halkın dini hürriyetinin nasıl korunduğu açıkça görülebilir:
“Ben ki Sultan Mehmet Han’ım. Üst ve alt tabakada bulunan bütün halk tarafından şu şekilde bilinsin ki bu fermanı taşıyan Bosna rahiplerine lütufta bulunup şu hususları buyurdum: Söz konusu rahiplere ve kiliselerine hiç kimse tarafından engel olunmayıp rahatsızlık verilmeyecektir. Bunlardan gerek ihtiyatsızca memleketimde duranlara ve gerekse kaçanlara, ferman olsun ki memleketimize gelip korkusuzca sakin olsunlar ve kiliselerinde yerleşsinler; ne ben ne vezirlerim ne de halkım tarafından hiç kimse bunlara herhangi bir şekilde karışıp incitmeyecektir. Kendilerine, canlarına, mallarına, kiliselerine ve dışarıdan memleketimize getirecekleri kimselere, yeri ve göğü yaratan Allah hakkı için Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) hakkı için, yedi Mushaf hakkı için, yüz yirmi dört bin peygamber hakkı için ve kuşandığım kılıç için en ağır yemin ile yemin ederim ki yukarıda belirtilen hususlara söz konusu rahipler, benim hizmetime ve benim emrime itaatkâr oldukları sürece hiç kimse tarafından muhalefet edilmeyecektir.”
Mimar Sinân Âğâ veya Koca Mi’mâr diye de anılan Sinan, Kanuni Sultan Süleyman dahil üç büyük Osmanlı padişahı döneminde yaşamış, dünyanın en büyük mimar ve yapı sanatçılarındandır. Mimar Sinan’ın, 1490’da Kayseri’nin Ağırnas köyünde dünyaya geldiği rivayet edilir. Yavuz Sultan Selim’ in hükümdarlığı sırasında başlatılan Anadolu’dan da devşirme alma uygulamasıyla yirmi iki yaşında devşirilmiş, İstanbul’a getirilmiştir. Zeki, genç ve dinamik olduğu için seçilen Sinan daha sonra ise o dönemlerde orduya asker yetiştiren Acemi Oğlanlar Ocağı’na yerleştirilmiştir. Burada eğitim alırken mimarlığa özenmiş, vatanın bağlarında ve bahçelerinde suyolları yapmak, kemerler meydana getirmek istemiştir. Acemi Oğlanlar Ocağı’nda dülgerliği öğrenen Sinan, yapı işlerinde çalışmış; bu çalışmalar sırasında da dönemin önde gelen mimarlarının yanında çalışma fırsatını da elde etmiştir. 1514’te Çaldıran Savaşı ve 1516 – 1520 arasında yapılan Mısır seferlerinden sonra, İstanbul’a döndükten sonra Yeniçeri Ocağı’na alınan Sinan, Kanuni döneminde, 1521’de katıldığı Belgrad ve 1522’deki Rodos seferlerine katılmıştır. Bu seferler sonunda subaylığa yükselmiştir. Daha sonra Mohaç Seferi başta olmak üzere birçok sefere katılan Sinan son Bağdat seferinde, Van Gölü’nün üstünden geçecek üç geminin yapımını başarıyla tamamlaması sonucunda, haseki unvanını almıştır. 1536’da Prut Irmağı üstünde yaptığı bir köprüyle dikkatleri üstüne çekerek, Yüksek Dergâh Mimarları Başkanı olan ve 1539’da, Mimar Acem Ali’nin ölümü üzerine onun yerine Saray Baş mimarı olan Sinan, ölümüne kadar bu görevi sürdürmüştür. Osmanlı’nın en güçlü çağında yaşayan ve Kanuni Sultan Süleyman, II. Selim ve III. Murat olmak üzere, üç padişah döneminde mimarbaşılık eden Mimar Sinan, imparatorluğun gücünü simgeleyen mimarlık başyapıtlarının tasarlanıp uygulanmasında en büyük rolün sahibidir.
17 Temmuz 1588’de İstanbul’da öldüğünde ardından yüzlerce mimari eser bırakan Mimar Sinan’ın beyaz taşlı, sade bir yapı olan türbesi, Süleymaniye Külliyesi’ndeki, Haliç duvarının önündedir. Türbenin önünde som mermerden yapılmış bir sebil görülmektedir. Sebilin arkasındaki ufak mezarlıkta 6 sütunlu, üstü örtülü ve etrafı açık türbede Mimar Sinan’ın mezarı bulunmaktadır. Türbesini ölümünden az önce kendisi yapmıştır. 1933 yılında restore edilen sandukanın uçları ile üzerindeki burma kavuk, mermerdendir. Atatürk, eserlerinin etkisi ölümünden sonra da süren ve her dönemde saygınlığını koruyan Mimar Sinan’ın, bilimsel olarak araştırılmasını ve bir heykelinin yapılmasını istemiştir. 1982 yılında ise daha sonradan İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi olmak üzere oluşturulan üniversiteye onun adı verilmiştir.
Mimar Sinan, gördüğü bütün eserleri büyük bir dikkatle incelemiş, fakat hiçbirini aynen taklit etmeyip, sanatını devamlı geliştirmiş ve yenilemiştir. Mimar Sinan’ın, Mimarbaşılığa getirilmeden evvel yaptığı üç eser dikkat çekicidir. Bunlar: Halep’te Hüsreviye Külliyesi, Gebze’de Çoban Mustafa Külliyesi ve İstanbul’da Hürrem Sultan için yapılan Haseki Külliyesidir. Mimar Sinan’ın Mimarbaşı olduktan sonra verdiği üç büyük eser, onun sanatının gelişmesinin göstergesidir. Bunların birincisi İstanbul’daki Şehzade Camii ve külliyesidir. Mimar Sinan’ın bu eseri için çıraklık dönemi eseri denilir. Süleymaniye Camii, Mimar Sinan’ın İstanbul’daki en muhteşem eseridir. Bu eser kendi söyleyişi ile kalfalık döneminde, 1550-1557 yılları arasında yapılmıştır Mimar Sinan’ın en büyük eseri ise, 86 yaşında yaptığı ve “ustalık eserim” diye belirttiği Edirne’deki Selimiye Camiidir (1575). Mimar Sinan, Mimarbaşı olduğu sürece birbirinden çok değişik konularla da uğraşmıştır. Zaman zaman eskileri restore etmiştir. Bu konudaki en büyük çabalarını Ayasofya için harcamıştır. 1573’te Ayasofya’nın kubbesini onararak çevresine, takviyeli duvarlar yapmış ve eserin bu günlere sağlam olarak gelmesini sağlamıştır. Ayrıca bazı yerlerde çevre düzenlemeleri yaptırmış daha o yıllarda İstanbul’un dar sokaklarının yaratacağı tehlike üzerinde durulması gerektiğini vurgulamıştır. Elli yıla yakın süreyi kapsayan, Osmanlı Devleti’nde yaptığı mimarlık görevi boyunca, , başta İstanbul olmak üzere imparatorluğun her yanına dağılmış topraklarda suyolları, çeşmeler, camiler, külliyeler, medreseler yapmıştır. Bu yapıların bazılarının inşasında bizzat kendisi bulunmasa da, öğrencilerini ya da kendine bağlı mimarlar grubunu görevlendirmiştir. Mimar Sinan aynı zamanda bir şehircilik uzmanıdır. Yapacağı eserin, önce çevresini düzenlerdi. Eserlerini yapacağı seçiminde de büyük başarı göstermiş ve eserlerini, çevresine en uygun tarzda yerleştirmiştir. Yaptığı eserlerin birçoğu İstanbul’da olan Mimar Sinan 84 cami, 52 mescit, 22 türbe, 57 medrese, 7 okul ve darülkurra, 17 imaret ve 3 darüşşifa, 7 suyolu kemeri, 8 köprü, 20 kervansaray, 35 köşk ve saray, 6 ambar ve mahzen, 48 hamam ve kaydı olmayanlarla beraber, üç yüz elliyi aşkın yapının baş mimarlığını üstlenmiştir.
MİMAR SİNAN’IN ESERLERİNİN ÖZELLİKLERİ
Mimarın çok sayıdaki eserini inceleyenler, Sinan’ın depreme karşı bilinen ve gereken tüm tedbirleri aldığını söylemektedirler. Bu tedbirlerden biri, temelde kullanılan taban harcıdır. Sadece Sinan’ın eserlerinde gördüğümüz bu harç sayesinde, deprem dalgalarının emilmesi ve etkisiz hale gelmesi sağlanmıştır. Mimar Sinan’ın eserlerinin bulunduğu yerlerin seçimi de ilginçtir. Zeminin sağlamlaşması için kazıklarla toprak sıkıştırmış dayanak duvarları inşa ettirilmiştir. Mesela Süleymaniye’nin temelini altı yıl bekletmesi, temelin zemine tam olarak oturmasını sağlamak içindir.
Mimar Sinan’ın yaptığı eserlerde dehasını kullanarak herkesi şaşırtmıştır. Bunlardan bir tanesi Mimar Sinan’ın Selimiye Camii’nin kubbesini o genişliğe oturtmak için 13 bilinmeyenli bir denklemi matematiğin bilinen 4 ana işleminden farklı beşinci bir işlem yaratarak çözdüğü söylencesidir. Mimar Sinan, yapılarında ayrıca drenaj adı verilen bir kanalizasyon sistemi de kurmuştur. Drenaj sistemiyle yapının temellerinin sulardan ve nemden korunarak dayanıklı kalması öngörülmüştür. Ayrıca yapının içindeki rutubet ve nemi dışarı atarak soğuk ve sıcak hava dengelerini sağlayan hava kanalları kullanmış. Bunların dışında yazın suyun ve toprağın ısınmasından dolayı oluşan buharın, yapının temellerine ve içine girmemesi için tahliye kanalları kullanmıştır.
|