ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
https://ehlisunnnetde.tr.gg/
Mürşid-i kâmil zatlar buyuruyor ki;
İnsanın yükselmesini, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmasını, bir tayyârenin uçmasına benzetirsek, i’tikâd ile amel, ya’nî îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tesavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, ya’nî benzini demekdir. Maksada ulaşmak için, tayyâre elde edilir. Ya’nî, îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için, kuvvet maddesi ya’nî tesavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
NOT;
Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki; Cahil sofi şeytanın maskarası olur.
Kıymetli dostlarım, bu suâlin cevâbı, suâlin kendisi kadar "kısa" değil.. Amma insanlarımızın bir huyları var ; tek cümlelik suâllerine, tek cümlelik cevaplar istiyorlar.. Biraz uzun yazınca, bu sefer de, okumuyorlar.. Bazı paylaşımlarımın altındaki yorumlarda, aslında metin içinde net olarak açıkladığım şeylerin, yeniden sorulduğunu görüyorum..
Gazze konusu da çok uzun ; lakin mümkün mertebe kısaltarak arzetmeye çalışayım :
Kıymetli dostlarım, Gazze'nin de dâhil olduğu Filistin, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Mısır, Cennetmekân Cihân Padişâhımız Yavuz Sultan Selim zamanında, milâdi 1517 senesinde hâkimiyetimize girmişti. Buralardaki hâkimiyetimiz tam 400 sene devam etti, nihâyet 1. Cihan Harbi'nde 1917 ve 1918'de bu mıntıkalarda cereyân eden muharebelerden sonra bütün bu coğrafyayı kaybettik..
Gazze'yi 7 Kasım 1917'de kaybettik, bölgeyi İngilizler elegeçirdiler. Osmanlı orduları (4., 7., ve 8. Ordular) daha kuzeyde kuvvetli bir müdâfâa hattı tesis ettiler. Bu ordularımız, 1918 Ağustos ayında başlayan İngiliz taarruzları karşısında eğer Çanakkale'deki gibi ciddî mukavemet göstermiş olsalardı, bu taarruzlar akamete uğratılacağı gibi, bir "karşı taarruz" ile, Mısır da dâhil olmak üzere, güneydeki bütün topraklarımızı istirdâd (kurtarma, yeniden elegeçirme) ihtimâlimiz vardı.
Bu cephenin Umûm Komutanı olan Alman General Falkenhaym, Ordu Komutanlarına "bulunduğunuz mevkii, en az 6 ay müdâfâa etmenizi istiyorum" şeklinde emir göndermişti. Bu emrin mutlaka uygulanmasını, 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal'den bilhassa istemişti.
Bu 6 Ay müddet çok mühim idi, zira Almanlar, İngilizler'in harbetme tâkatlerinin son noktasına geldiklerini haber almışlardı. Üstelik İngiliz efkâr-ı umûmiyesi (kamuoyu) ve dominyonlarındaki (müstemleke / sömürge) milletler de, 4. Senesine giren bu kanlı harpte uğradıkları muazzam insani ve maddî kayıplar sebebiyle, isyan bayrağı çekmişler ve "bundan sonra size asker ve erzak göndermeyeceğiz" demişlerdi.
Falkenhaym'ın, güneydeki bu üç ordumuza gönderdiği "sebatkâr mukavemet" emri uygulansa idi, Bizler Filistin'i, Suriye'yi, Ürdün'ü, Lübnan'ı kaybetmemiş olacaktık. O vakitler bu isimlerde hiçbir ülke yoktu ; bölgenin coğrafyasını tebârüz ettirmek için, bugünkü isimlerini istimâl ediyorum.
Evet, o bölgeleri kaybetmeyeceğimiz gibi, Kudüs-ü Şerif'i ve Gazze'yi ve Mısır'ı yeniden istirdâd imkânına da kavuşmuş olacaktık..
Binâenaleyh, 1. Cihan Harbi'nin "mâğlûp devlet"i olmayacaktık. Adalar Denizi'ndeki (Ege Denizi) adaları, Yunanistan'a kaptırmamış olacaktık. Batı Trakya'yı kaybetmemiş olacaktık. Süleymaniye, Musul, Kerkük te dâhil olmak üzere, Basra Körfezi'ne kadar bütün Irak'ı yeniden istirdâd etmiş ve elbette ki Medine-i Münevvere'yi ve Mekke-i Mükerreme'yi de, Vehhâbi sapkınlarının ellerinden kurtarmış olacaktık..
Fakat maalesef, İngilizler'in, Ağustos 1918'in son günlerinde ilk olarak Nablus hattını tutan 7. Ordumuza başlattıkları taarruz, çok hızlı bir şekilde gelişti ; ordu komutanı "ordusunu terketti" ve üç ordumuzun da tamamı, sadece birkaç gün içinde imhâ ve esir edildiler. 75.000 Osmanlı askeri esir düştü. İngilizler 375 top, onbinlerce tüfek ve makinalı tüfek, binlerce ton cephane, erzak, melbûsat..., binlerce at, katır, deve..., 59 Lokomotif, 860 Vagon..., elegeçirdiler. Güney Cephemiz çöktü, Osmanlı'nın beli büküldü, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütârekesi'ni imzalamak mecbûriyetinde kaldık.. Bu mütârekeden sonra da, Sevr Muâhâdenâmesi imzalandı. Fakat Cennetmekân Sultanımız 5. Mehmed Vahideddin, bu andlaşmaya son imzayı koymadığı için, hukuken meşrûiyet kazanmadı.
(Nablus Hezimeti'nin iyi anlaşılması için, merhûm mücâhid târihçimiz Kadir Mısıroğlu'nun LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ isimli üç ciltlik eserini okumanızı tâvsiye ediyorum. İkinci cilt içerisinde, LOZAN MUÂHÂDENÂMESİ'nin tam metni de bulunmaktadır. Ayrıca merhûm üstâdımızın You Tube'da bu mevzu ile alâkalı çok sayıda videosu mevcuttur.)
Kıymetli dostlarım, görüldüğü gibi, "Gazze'ye niye gitmiyoruz, İsrail'i niye vurmuyoruz ?!" sâlinin cevâbı, suâlin kendisi kadar "kısa" olmuyor.. Önce meselenin târihî "arka planını" iyi görmemiz ve tesbit etmemiz lâzımdır. Buradaki resim, net bir şekilde görülmez ise, bu suâle vereceğimiz cevabın anlaşılması / idrak edilmesi zor olur.
..................
Bu mesele, 1908'de Cennetmekân Sultanımız 2. Abdülhamid Han'ın, İttihat ve Terakki'nin (bugünkü CHP'nin ataları) "masonik darbesi" neticesinde hal'edilmesi ile başladı.
Bu hâin muhterisler, Devletimizin ve Milletimizin başını beladan belaya soktular ; 1911'de Trablusgarp, 1912'de Balkan, 1914-1918 Arasında Cihan Harbi felâketlerini yaşadık ; bugünkü TÜRKİYE'nin 5 kat'ından fazla toprağımızı ve "en yetişmiş" insan neslimizi kaybettik..
Bazı ordu komutanlarının ihânet ve hıyânetleri olmasa idi, muhtemelen bu derece ağır kayıplara maruz kalmayacak ve en azından, topraklarımızı kaybetmiş olmayacaktık.
Çünkü bu 1. Cihan Harbi, İtilâf Devletlerini de (İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya) "bitirmiş" idi..
Hatta İngiltere de "aç'lık" 1940'a kadar devam etti. Bundan dolayı da, Hitler Almanyası'nın 1937'de başlattığı harekâtlara cevap veremediler.. Geçiyorum..
................
TÜRKİYE'de 1922'den itibâren idâri sistemi elegeçiren "İngiliz güdümlü mason darbeciler", önce LOZAN ANDLAŞMASI'nı imzaladılar, sonra "İslâm dışı ve İslâm'a karşı" demek olan seküler / laik bir idârî sistem kurdular, ismine de "cumhuriyet" dediler !..
Bilâhare, milletin şuurlu / ilim sahibi 500.000 insanını, İstiklâl Mahkemeleri kararları ile idam ettiler..., ilân ettikleri "devrimler" ile, milleti câhil bıraktılar, İslâm'ı yaşamayı yasakladılar, bütün mukaddes mekânları kapattılar, sattılar, yıktılar, ahır / odunluk / depo yaptılar..
Eğitim ve adâlet sistemleri Batı'dan ithâl edildi, çocuklarımızın beyinleri yıkandı, "kendi cellâtlarına âşık mankurtlar" haline getirildiler !..
...............
"Yahu arkadaşım, biz sana Gazze'ye niye gitmiyoruz, İsrail'i niye vurmuyoruz diye sorduk, sen 1908'deki Masonik darbeden başladın, "Devrimler"e geldin ; daha hâlâ bizim suâlimize cevap vermedin ?.."
Öyle değil işte kıymetli dostlarım ; bendeniz aslında ta başından beri suâlinize cevap veriyorum.. Hem de, mümkün mertebe kırparak / kısaltarak.. Daha bunun, 17. Asır'daki Sabetay Sevi, 1890'lardaki Teodor Herzl, LOZAN Heyetimiz'deki Hayim Naum, İngilizler'in Yahudiler'e Filistin topraklarını peşkeş çekmeleri..., gibi veçheleri de var ki, bunların hepsini yazsam, muhtemelen bu yazının tamamını okuyacakların sayısı 20'yi geçmez.. Şu anda bile çok uzadığının farkındayım. Fakat kıymetli dostlarım, mevzunun iyi anlaşılması ve suâlin cevâbının "iknâ edici olması" için de, bunların yazılması icap ediyor..
....................
Evet, 1922'de TÜRKİYE'de kurulan seküler / laik sistem, bu ülkenin çocuklarını "İslâm düşmanı esmer İngilizler" olarak yetiştirmeye çalıştı ve bugün itibâriyle, bu tasavvurlarını % 50 civarında tahakkuk ettirdiklerini görüyoruz, maalesef..
Bir kısım "câmi cemaatimiz" bile, "Heykel'e âşık"...
15 Temmuz 1916'da ABD Güdümlü FETÖ Darbe teşebbüsünde, bir kısım insanlarımız vatan millet derdine düşmüş iken, seküler/laik eğitim sisteminin tam olarak "zehirlediği" bir kısım insanlarımız da bankamatiklerde, benzinliklerde, marketlerde idi..
Hatta, darbenin başarılı olmasını dileyen "çav bella"cılar vardı ; câmilerde selâ veren müezzinlere saldıran "seküler/laik formatlılar" vardı !
"İnsan kalitemiz" budur, ve bugün de çok fazla değişmiş değil..
İkincisi : Bizim Gazze ile "fizikî irtibâtımız" yoktur. Yani, "kara irtibâtımız" yoktur ; arada Suriye, Lübnan ve İsrail var. Binâenaleyh, bir "kara harekâtı" yapmamız mümkün değil.
Üçüncüsü : Hava ve Deniz Harekâtları icra etmemiz de, kemiyet ve keyfiyet (deniz ve hava kuvvetlerimizin sayıları ve teknolojik seviyeleri) itibâriyle, "imkânsız" değil ise de, hem çok zor, hem de son derece ağır zâyiât vermemiz ihtimâli çok kuvvetlidir.
Unutmayalım, İsrail'in elindeki savaş uçaklarının sayısı, bizimkinin üç katı ve üstelik te bunlar son derece modern uçaklar. Hem uçaklarını ve hem de uzun menzilli hava savunma sistemlerini devreye aldıkları zaman, bizim bir tane uçağımız bile İsrail hava sahasına giremeden imhâ edilir.
Böyle "çok açık ve bâriz" bir tehdit ve tehlike vârit iken, bir "hava indirme" ve "amfibi harekâtı" (denizden çıkarma) tam bir "intihâr" olur.. Diyelim ki askerlerimizi hava'dan indirdik ve denizden de karaya çıkardık ; o birliklerimizin mütemâdiyen düşman hava-kara-deniz taarruzlarından korunmaları ve mütemâdiyen lojistik ikmâllerinin temini icap eder. Bunun için de, "hava ve deniz hâkimiyeti" iktizâ eder.. Peki biz bugün itibâriyle, böyle bir kuvvet'e mâlik miyiz ?
Maalesef, hayır..
"Niye gitmiyoruz, niye vurmuyoruz ?!" diye, samimi olarak soranlara ve meselenin aslını / sebebini anlamak isteyenlere birşey demiyorum, onlar başımın tâcıdır. Müslümanlara yapılan zulümlerden dolayı cigerleri yanıyor ki, "biz niye birşey yapmıyoruz / yapamıyoruz ?" diye soruyorlar..
Bir de, anlatsanız da, anlamaya / kabul etmeye niyetleri olmayan, "çarşı, herşeye karşı" zihniyetli "haddini / hududunu bilmeyenler" var, maalesef.
Siyaseti bilmez, tarihi bilmez, coğrafyayı bilmez !
Karşısına harita koyarsınız, boş boş bakar !
Askerî argümanlara da, mevcut askerî konjonktüre de, silah ve ekipmanlara ve platformlara ve bunların teknolojilerine de, külliyen "yabancı"...
Amma, bizden fazla ve hatta "bize ders verme tavırlarında ASKERÎ STRATEJİST" !!!
Ki, karşımızdaki kuvvet, sadece İsrail'den ibâret te değildir ; ABD, İngiltere ve birkaç devlet daha, Doğu Akdeniz'e ve bölgedeki diger üslerine getirdikleri uçaklar ve gemiler ile fiilen İsrail'in "muhafızlığını" yapıyorlar..
Dördüncüsü : "Olsun biz gene de saldıralım" demek, "câhil cesâreti"dir ! Bunun ıstılahtaki karşılığı da, "cebânet"tir..
Akılsız cesâret !
Meselenin Dinî târifi, "önce tedbir, sonra tevekkül"dür, muhterem dostlarım.
Niyet "kaçmak" olmadığı müddetçe, sâbit müdâfâa (çakılı savunma) yapmak ve hatta, "ricât etmek" (geri çekilmek) te, bir harp usûlüdür.
Beşincisi : Bizzat CIA, MI6 ve MOSSAD gibi istihbarat teşkilâtlarının, sosyal medyada "TÜRKİYE niye Gazze'ye gitmiyor, niye İsrail'i vurmuyor ?!" şeklinde paylaşımları organize ettiklerini kuvvetle hissediyorum. Buradan, bir taş ile iki kuş vurmaya çalışıyorlar :
1. Müslüman dindar insanlarımızı, Hükümetimize karşı infiâle ve bilhassa 31 Mart Mahalli seçimlerinde "AK Parti karşıtı" bir iklim oluşturmaya çalışıyorlar.
2. Hükümetimizi / Devletimizi, İsrail'e saldırması için tâhrik ediyorlar.
Bu oyunu, 24 Şubat 2022'den önce, Rusya'ya da oynamışlardı.
ABD, İngiltere, Kanada ve Hollanda, 2020 ve 2021 boyunca Rusya'yı Ukrayna'ya saldırması için tâhrik etmişlerdi. Bu devletlerin 2020-2021'de Karadeniz'deki askerî faaliyetlerini hatırlayınız..
Rusya bu tuzağa düştü ve iki senedir de yakasını kurtaramıyor !
Benzeri bir tuzağa, TÜRKİYE'yi de düşürmeye çalışıyorlar. TÜRKİYE'yi, henüz tam mânâsı ile "hazır olmadığı" bir savaşın içine çekerek, hem gelişmekte olan sanayisini, hem bütün altyapısını, hem bütün ekonomik varlıklarını ve hem de bütün askerî kapasitesini yok etmek istiyorlar.
Yani, içerde "niye Gazze'ye gitmiyoruz, niye İsrail'i vurmuyoruz ?!" diyenlerin bir kısmı da, aslında CIA-MI6-MOSSAD'ın ücretli/ücretsiz elemanlarıdır !
Altıncısı : Peki TÜRKİYE, Gazze'de yaşanan dehşetli zulüm ve katliâmlar karşısında hiç mi birşey yapmıyor ?
TÜRKİYE elbette ki boş durmuyor, kıymetli dostlarım. Siyâsî ve diplomatik olarak, elinden gelen gayreti gösteriyor. Bütün dünya kamuoyunun dikkatini bu meseleye teksif ediyor, bölgedeki ülkeleri biraraya getiriyor, koordine ediyor.
Yani imkân / mümkün muvâcehesinde, bütün dâhili ve hârici faktörleri de dikkate alarak, kararlı bir gayret gösteriyor.
İsrail üzerinde müessir bir tesir icra etmek için, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, B.A.E., Katar, Kuveyt, Bahreyn, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkelerin, kuvvetli mutabakatlarına ihtiyâç var. Hatta mümkün ise bu listede İran da olmalı.
TÜRKİYE işte böyle bir mutabakatı temin etmeye çalışıyor.
Buradan, "askerî müdâhâle" çıkar mı, bilemiyorum.. Fakat en azından, iktisâdî / ticârî / finansal bazı müeyyidelere karar verilebilir. Meselâ Süveyş Kanalı İsrail gemilerine kapatılabilir ; İsrail'e ihrâcat ve İsrail'den ithâlât yasaklamaları getirilebilir, hava sahaları kapatılabilir..
Yedincisi : TÜRKİYE'nin, İsrail ve onu destekleyen ABD karşısında "pasif / eli kolu bağlı" durduğunu da, kimse zannetmesin..
Örtülü Operasyonlar, ismi üzerinde "örtülü / gizli operasyon"dur ; Devletimizin sırrıdır.. Bunlar kamuoyuna davul zurna ile ilân edilmezler.
Son olarak, Cenâb-ı ALLAH(C.C.)'ın Kur'an-ı Kerîm'de İSRÂ SÛRESİ 36. ÂYET-i KERİME'de beyan buyurduğu emr-i İlâhi'sini hatırlatmak isterim :
"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur."
..................
Ne kadar "kısa" tutmaya çalıştı isem de, gene de uzun bir yazı oldu ; hakkınızı helâl ediniz kıymetli dostlarım. Bundan daha kısasını yazamazdım, çünkü "büyük resmi" net olarak ortaya koymam gerekiyordu. Mizaç ve meşrep itibâriyle de, "mükemmelliyetçi" bir insanım, "aman, şurası da eksik olsun" diyemiyorum ; böyle bir tavrı da, "emânete hıyânet" olarak görüyorum.
Selâm ve dua ile kıymetli dostlarım.
Rasim Duman.
Emekli J.Ord.Astsubay.
24 Şubat 2024 - Kayseri/Pınarbaşı.
Not : Paylaşmak serbesttir.
.xxxxxxxxxxxxxxx
İşte bir kıssadan hisse..
Son zamanlarda sık dillendirilen zalim Hülâgû ile âlim Kadıhan arasındaki diyalog bize çok şey anlatır.
**
Zalim Hülagû şehri yağmaladıktan sonra, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.
Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur. Kimse bu dâvete icabet etmek istemez.
Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a da ulaşır. Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır.
Kadıhan, bir deve, bir keçi, bir de bir horoz alarak Hülagû’nun çadırına varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söyler.
Hülagû, genci tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek, “Bana göndermek için senden başka birini bulamadılar mı?” diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde, “Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Beni istemiyorsan, onlarla görüşebilirsin” der.
Hülagû, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve ‘Şöyle otur bakalım’ diyerek kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar.
‘Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?’ diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde; ‘Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi’ der.
Hülagû, ikinci sorusunu sorar.
‘Peki, beni buradan kim gönderebilir?’
Cevap çok manidardır:
‘O da bize bağlı. Kendimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.’
Evet, kıssamız kısacası bundan ibaret. Bu kıssayı bir kaç ay önce sayın Cumhurbaşkanımızın ağzından da dinleyince hayret ettim.
**
Rabbimiz, bize nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini açık açık bildiriyor. Kur’ân-ı Kerîm’inde bildiriyor, Peygamberlerle ve Peygamberimizle (asm) bildiriyor. Kaynağı Kur’ân ve Sünnet olan Risale-i Nur ile bildiriyor. Kulak verilmediği zaman hangi zararların ve felâketlerin olabileceğini de, bazı menfi gelişmelere ve musîbetlere izin vererek bize gösteriyor ve ihtar ediyor. İşte dünya, işte İslâm Âlemi ve işte yönetenlerimiz. Daha ne söylenebilir ki..
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
FARABİ KISSASI
2020 yılı, Kazakistan ve İran’ın önerisi; Irak, Rusya ve ülkemizin de desteğiyle UNESCO tarafından “Fârâbî’nin doğumunun 1150. yıl dönümü” ilan edildi. Gelin bu vesileyle Fârâbî’yi daha yakından tanıyalım.
Felsefe söz konusu olduğunda “Muallim-i Evvel”in yani ilk öğretmenin Aristo olduğu kabul edilir. Bu tabir Aristo’nun Batılı kaynaklarda Magister Primus (İlk Usta) olarak anılmasından kaynaklanır. Felsefeyi sistemli hâle getiren ve İslâm felsefesini temellendiren ünlü Türk filozofu Fârâbî ise “Muallim-i Sânî” yani ikinci öğretmen olarak bilinir. Hatta Latince yazılmış kitaplarda da ondan Magister Secondus (İkinci Usta) diye söz edilir. Fârâbî ile ilgili bir rivayete göre, kendisine “Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?” diye sorulduğu, Fârâbî’nin de “Eğer Aristo zamanında yaşasaydım onun en seçkin öğrencilerinden biri olurdum” diye cevap verdiği söylenir.
Bilim Seyyahı
870-950 yılları arasında yaşayan Fârâbî günümüzde Kazakistan sınırları içinde kalan ve o zamanlarda Fârâb diye anılan Otrar şehirde doğdu. Bu yüzden asıl adı Muhammed olmasına rağmen, Fârâblı anlamına gelen Fârâbî adıyla tanınıyor. Fârâbî memleketinde iyi bir eğitim aldıktan sonra hayatı boyunca ilim peşinde olmaya karar verdi ve “akademik yolculuk” diyebileceğimiz bir seyahate çıktı. Fârâbî bu seyahati sırasında Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi şehirleri ziyaret ettikten sonra Bağdat’a gitti. O dönemde Bağdat, yöneticilerin bilim insanlarını desteklemesi ve zengin bir kütüphaneye sahip olması nedeniyle dünyanın en önemli bilim merkezlerinden biriydi. Fârâbî, Bağdat’ta yirmi yıl kadar kaldıktan sonra hayatının geri kalanını Şam ve Halep’te Hamdanî hükümdarı Seyfüddevle’nin himayesinde geçirdi.
Tarihteki öne çıkan kişilerle ilgili anlatılan kurmaca hikâyeler gibi Fârâbî ile ilgili hikâyeler de vardır. Bu hikâyelerden birinde Fârâbî, Türkistan coğrafyasına özgü kıyafetlerle Halep hükümdarı Seyfüddevle’nin sarayına girer. Hükümdar da misafir olduğu anlaşılan Fârâbî’ye oturmasını söyler. Fârâbî bunun üzerine “Kendi yerime mi, senin yerine mi?” diye sorar. Hükümdar kendisine layık gördüğü yere oturmasını buyurur. Bunun üzerine Fârâbî hükümdarın yanına, tahta oturur. Etraftaki herkes bu duruma şaşırırken hükümdar, farklı bir dil kullanarak, adamlarına Fârâbî’ye bazı sorular soracağını ve bilemezse edebe aykırı davrandığı için onu alıp hemen dışarı atmalarını söyler. Hükümdar sözünü bitirir bitirmez Fârâbî ona aynı dille sabırlı olması gerektiğini ve işin sonunun önemli olduğunu söyler. Hükümdar bu duruma şaşırarak Fârâbî’ye bu dili bilip bilmediğini sorar. Fârâbî de yetmişten fazla dil bildiğini söyleyerek cevap verir.
Sonrasında ise hükümdarın çevresinde bulunan bilginler sırayla Fârâbî ile kendi alanlarında tartışırlar. Ancak Fârâbî hepsine baskın gelir. Onun üstünlüğünü anlayan bilginler tartışmayı bırakıp sözlerini not almaya başlar. Tartışmaların ardından mecliste biraz olsun eğlenmek isteyen hükümdar sarayın müzisyenlerini çağırır. Ancak Fârâbî çalan müziği beğenmez, müzisyenlere eksik ve yanlışlarını açıklar. Ardından yanında getirdiği çalgıyla önce neşeli parçalar çalar ve herkesi eğlendirir. Sonra hüzünlü parçalar çalar. Bu defa da dinleyenler üzülüp ağlar. Fârâbî son olarak ağır bir şarkı çalmaya başlar ve herkesi uyutur. Sonra da saraydan çıkıp gider.
Peki, Bu Hikâye Fârâbî Hakkında Bize Neler Söylüyor?
Fârâbî’nin Türkistan’a özgü kıyafetler giydiği söylenerek geldiği coğrafya ve kültürle bağını koparmadığı anlatılır. Hükümdarın tahtına oturması el-Medinetü’l-Fâzıla kitabında anlattığı “ideal devlet” fikrini yansıtır. Bu eserinde bir devlet başkanında olması gereken özelliklerden de söz eder. Bunlardan en önemlisi bilgeliktir. Bu yüzden kendini tahta oturmaya layık görür.
Fârâbî
Hükümdarın farklı bir dilde söylediği cümleleri anlaması ve ona aynı dilde cevap vermesi, Fârâbî’nin çok sayıda dil bildiğini gösteren bir detaydır. Hikâyede Fârâbî’nin 70’ten fazla dil bildiğini söylemesi abartılı bir ifade olsa da filozofun Kitâbü’l-Ḥurûf, el-Elfâẓü’l-müstaʿmele fi’l-manṭıḳ ve el-Mûsîḳa’l-kebîr adlı eserlerinde bazen Arapça bir kelime veya terimin Yunanca, Süryanice, Farsça ve Soğdcadaki (o dönemlerde Orta Asya’da yaygın olarak kullanılan bir dil) karşılıklarını verdiğine bakılırsa onun ana dilinden başka beş altı dili az veya çok bildiği söylenebilir.
Fârâbî’nin bilginlerle tartışıp onlara üstün gelmesi ise İhsâü’l-Ulûm kitabının içeriğinin hikâyeleştirilmesi anlamına geliyor. Bu kitabında Fârâbî bütün bilimlerin kapsamını ve prensiplerini ortaya koymuştu.
El-Mûsîka’l-Kebir kitabındaki bir kanun çizimi
Hikâyede son olarak Fârâbî’nin müzik alanındaki yetkinliği öne çıkarılıyor. Bu hikâyenin bulunduğu kaynakta Fârâbî’nin kanun ve udu icat eden kişi olduğu da belirtiliyor. Bu bilginin doğru olup olmadığı tartışmalı bir konu. Ancak Fârâbî’nin yaşadığı dönem göz önünde bulundurulduğunda müzik kuramlarına hakim olduğu, aynı zamanda Bağdat tamburu, ud ve rebab gibi çeşitli çalgılarla ilgili ayrıntılı incelemeler yaptığı ve sesin fiziği ile ilgili çalışmalarıyla döneminin önde gelenlerinden biri olduğu şüphesiz.
Bağdat tamburu. Bu müzik aletinin sesini dinlemek için tıklayın.
Fârâbî ardında çok sayıda eser bıraktı. Bunların sayısı hakkında farklı iddialar bulunsa da çoğu felsefe ve müzik alanında olmak üzere 100’den fazla eseri olduğu biliniyor. Yaşadığı coğrafyanın bilim dili olduğu için Arapça yazdığı bu kitapların bir kısmı Latince, İbranice, Türkçe, Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusçaya çevrildi. Fârâbî, aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen bu çalışmalarıyla bugün hâlâ uluslararası düzeyde saygı gösterilen ve tanınan bir bilgin.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İbni Sina
Sual: İbni Sina’nın felsefi görüşleri de var mıdır? CEVAP İbni Sina’nın tıp sahasında hizmetleri olmuştur. Ancak, Yunan filozoflarının tesirinde kalarak onlar gibi âlemin ezeli olduğunu söyleyerek dalalete düştüğü Mearif-i Ledünniyyede yazılıdır.
Ahlak-ı Alai kitabında da, (İbni Sina, Muad kitabında kıyamette dirilmeyi inkâr ediyor) diyor.
Ahmed Asım efendi hazretleri, Emali şerhinde buyuruyor ki:
(Âlem, bütün parçaları ile birlikte hadistir, yani yok iken sonradan yaratılmıştır. Fakat Aristo, Farabi ve İbni Sina maddenin kadim olduğunu söylediler.)
İmam-ı Gazali hazretleri de, Yunan filozofları gibi, Farabi ve İbni Sina’nın da dalalete düştüklerini bildirmiştir. (El-Munkız)
İmam-ı Rabbani hazretleri de, imam-ı Gazali hazretlerinden naklen aynı şeyleri bildiriyor. (Mektubat)
.
İslam felsefesi ve filozofu yoktur
Sual: Bazıları imam-ı Gazali’ye İslam filozofu diyorlar. Âlime filozof denir mi? CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri, kendi zamanındaki fıkıh âlimlerinin en üstünü idi. Şafii fıkıh kitapları, hep onun kitaplarından vesikalar vermektedir.
Bu büyük İslam âlimine ve benzerlerine, (İslam filozofu), yazılarına ve bütün (İlm-i kelam), yani (Akaid) kitaplarına da, (İslam felsefesi) diyorlar. Halbuki, İslamiyet’te felsefe yoktur. İslam âlimleri, filozof değildir. Felsefe, din, ruh ve ictimai bilgi cahillerinin, bu bilgilerden, kendi kısa akılları ile ve zamanlarındaki fenni keşiflere göre, anladıklarına, yani bozuk düşüncelerine denir. İslam âlimlerinin kitapları ise, ilim sahiplerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları bilgilerdir. İslam bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslam âlimlerine felsefeci demek de, pırlantaya cam demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakaret etmek olur.
Din düşmanlarının âlimlerimize saldırması
Din düşmanlarının, dine ve din âlimlerine saldırması yadırganmaz. Âlimlerin de meşhur ve tesirli olanlarına saldırırlar. Özellikle imam-ı Gazali hazretleri, onlar için hedef tahtasıdır. Dinimizi içten yıkmaya çalışan reformcular da, aynı şeyi yapıyorlar. Bazı ahmaklar da, meşhur olmak için cami duvarını kirletmeyi, yani İslam âlimlerine saldırmayı tercih ediyorlar.
İslam âlimi kime denir? Her dalda uzman olan âlimler vardır. Fıkıh âlimi, hadis âlimi, tasavvuf âlimi, kelam âlimi, fen âlimi gibi. Bunların hepsini bilene İslam âlimi denir. Bilmek de yetmez. Bildikleri ile amel etmesi ve ihlaslı olması da şarttır. Onun için ilim, amel ve ihlas sahibi olan müslümana İslam âlimi denir. Bu üçünden biri noksan olana kötü din adamı, yobaz denir. Mason Abduh, çömezi mezhepsiz Reşit Rıza ve günümüzde bunların peşinden giden bid’at ehli birer yobazdır. İslam âlimi, dinin bekçisi, yobaz ise, şeytanın yoldaşıdır. Dört mezhebin imamı, imam-ı Rabbani ve imam-ı Gazali gibi müctehidler, İslam âlimidir. İşte Resulullah efendimiz, bu âlimler için, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyurdu. (İbni Mace)
İmam-ı Birgivi, “İslam âlimlerince yazılan bir din kitabına hakaret etmek, bu âlimlerden biri ile alay etmek ve saygı göstermek gereken bir şeye hakaret etmek, hakaret edilmesi gereken bir şeye saygı göstermek küfürdür” buyuruyor.
Mezhepsizler, demagojiyi iyi becerirler. Mesela imam-ı Birgivi’nin yukarıdaki sözünü alarak, “Sizler çelişki içindesiniz, Efgani ve Abduh gibi âlimleri kötülediğiniz için kâfirsiniz” derler. Aynı mantıkla, imam-ı Gazali hazretlerine saldırırlar. “Gazali, İslam filozoflarına kâfir diyor, Kur’ana aykırı hadisleri İhya’sına almıştır, sahih hadisle, uydurma hadisi ayıramazdı. Gazali şimdi yaşasaydı İhya’yı yazmazdı” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Mezhepsizler, bir hadisin Kur’ana aykırı olduğunu biliyor da, koca imam bilemiyor mu?
Büyük âlim İbni Hacer-i Mekki hazretleri, imam-ı Gazali hazretlerinin yazılarında kusur bulan kimse, ya hasetçidir veya zındıktır buyuruyor. (El- i’lam bi-kavâti’il-islam)
İbni Âbidin hazretleri, imam-ı Gazali, zamanının hüccet-ül-İslamı ve âlimlerin en üstünü idi. Ona dil uzatan kimse, cahillerin en cahili, fâsıkların en kötüsüdür buyurdu. (El-Ukud-üd-dürriyye)
Kâtip Çelebi, Bütün din kitapları yok olsa, imam-ı Gazalinin kitapları, bu boşluğu doldurabilir, hatta İhyâ’sı bile kâfi gelir diyor.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, imam-ı Gazali’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir buyuruyor.
Felsefe zamanla değişir, din asra göre değişmez
Sual: Bir yazar diyor ki: (Felsefe camilere de girmelidir. Camilerde, resim sergileri açılmalı, klasik müzik konserleri verilmelidir. Kur'an, Cennete gitmek için bir vize kitabı oldu. İctihad kapısı artık açılıp yeni yorumlar yapılmalı, Kur'an felsefeleşmeli, Kur'an tefsirleri yeniden gözden geçirilmeli, zamana göre yeniden yorumlanmalıdır. Ben Londra’da kilisede, felsefe konuşmaları, Beethoven ve Mozarttan örnekler dinledim. Resim sergileri izledim. Kilisede olanlar, camide de olmalıdır.)
Bu iddiaya cevap verir misiniz? CEVAP
Felsefenin ne olduğu geniş olarak izah edilmişti.
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Felsefe, doğru gibi görünen, fakat çoğu bozuk olan sözlerdir. Tecrübeye, hesaba dayanmayan şahsi düşüncelerdir.) [Redd-ül-muhtar]
Kur'an-ı kerimde âyetler ikiye ayrılır: Anlamı açık olanlara (Muhkem âyetler), manası açıkça anlaşılmayanlar, ayrıca tefsire, izaha muhtaç olanlara (Müteşabih âyetler) adı verilir. Hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısımdır. Bunları tefsir etmek mecburiyeti, İslam dininde (İctihad) müessesesinin kurulmasına sebep olmuştur. Peygamber efendimiz de, bizzat ictihad yapmıştır. Onun ve Eshab-ı kiramın ictihadları, İslam bilgilerinin temelidir.
5. Abbasi halifesi Harunürreşid zamanında, Bağdat’ta (Dar-ül-hikmet) isminde büyük bir tercüme bürosu kuruldu. Bağdat, Şam, Harran, Antakya gibi yerlerde, böyle ilim merkezleri kurulmuştu. Buralarda Yunancadan ve Latinceden eserler tercüme edildi. Hind, Fars kitapları da bunlara eklendi. Gerçek Rönesans = eski kıymetli eserlere dönüş, ilk defa Bağdat’ta başladı. Yunan filozoflarının eserleri Arabiye tercüme edildi. İslam âlimleri bunları dikkat ile tetkik ettikten sonra, Yunan filozoflarının bazı fikirlerinin doğru, ekserisinin de yanlış olduğunu ispat ettiler. Onların, fen ve din bilgilerinin çoğunda cahil oldukları, aklın anlayamadığı bilgilerde, daha çok yanıldıkları görüldü. İmam-ı Gazali, imam-ı Rabbani gibi hakiki âlimler, bu felsefecilerin iman bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfürlerine sebep olan yanlış inanışlarını bildirmişlerdir.
Hakiki İslam âlimleri, kelam bilgilerinde, Müteşabih âyet ve hadislerin açıklamalarında, yalnız Resulullahın ve Eshab-ı kiramın ictihadlarına uymuşlar, eski felsefecilerin bunlara uymayan fikirlerini reddetmişler, böylece İslam dinini, hristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır. Cahiller ise, filozofların her sözlerinin doğru olacağını sanarak, bunlara teslim olmuşlardır. Böylece Mutezile denilen bozuk bir İslam fırkası meydana çıktı.
İslam felsefesi olmaz
İslam’a felsefeyi karıştırarak, Eshab-ı kiramın yolundan ayrılan 72 fırkanın felsefelerini, İslam âlimleri uzun bildirmişlerdir. Bu büyük âlimlerden biri, Seyyid Şerif Cürcanidir. Şerh-i Mevakıf kitabı, bu vesikalarla doludur. Kelam âlimlerinden Sadeddin-i Teftazani de, Şerh-i akaid kitabında, bid'at felsefesini kökünden yıkmıştır. Muhammed Şihristaninin El-milel ven-nihal kitabı ise, başından sonuna kadar, bu reddiyelerle doludur. UNESCO tarafından Avrupa dillerine tercüme edilmiş, İslamiyet’te felsefe bulunmadığını ve İslam felsefesi sözünün yanlış olduğunu bütün dünya anlamıştır.
İmam-ı Gazali hazretleri, metafiziği de incelemiş, El-münkız ve Tehafüt-ül-felasife kitaplarında, felsefecilerin yalnız akla dayandıklarını, çok yanıldıklarını bildirmiştir. 72 bid'at ehli, Yunan filozoflarının etkisi altında kalarak, felsefeyi dine karıştırıp İslamiyet’i yaralamışlardır. Bir taraftan, eski yunan felsefesini din bilgilerine karıştırmışlar, bir yandan da, kendi görüşlerine, düşünüşlerine göre din bilgilerini değiştirmişlerdir.
Cennete gideceği müjdelenen bir fırkanın [ehl-i sünnet vel cemaat fırkasının] âlimleri ise, din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan aynen almışlar, felsefeyi ve kendi düşüncelerini bu bilgilere karıştırmamışlar, bu bilgileri, kendi akıllarından üstün tutmuşlar ve İslam dinini noksan sanıp, felsefe ile tamamlamaya kalkışan bir aklın noksan olduğunu ispat etmişlerdir.
Cami ve kilise
Bir kimsenin ihtisası dışında ilmi konularda konuşması ne kadar uygunsuz oluyor. Hristiyanlık, Müslümanlıkla aynı mı da, kilisede olanlar, camide olmalı deniyor? Niçin kilisede olan camide olmalıdır? Eğer kilisede olan, camide olacaksa, ne diye Müslümanlık gelmiştir? Herkes Hristiyan olur, kilisede müzik konseri verir, resim sergisi açar ve her istediğini yapar. Fakat Müslüman olan, camide her istediğini yapamaz. Allahü teâlâ ne istiyorsa, ancak onu yapar. Kilisede konser var diye camiye de sokarsak, kilisede put var diye camiye put koyarsak, kilisede şarap var diye camiye şarap koyarsak, caminin şeytanın evi olan kiliseden ne farkı kalır? İmam yerine bir de papaz getirilir. Camiyi kiliseye çevirerek müslümanları hristiyanlaştırmak mı istiyor?
Her derneğin bir tüzüğü vardır. Kiminde, (18 yaşından küçükler giremez) yazılıdır. Bir çocuk severler derneğine, her yaştaki çocuk geliyor diye, bu derneğe de, 18 yaşından küçük olanı almak tüzüğe aykırı olmaz mı? Bunun gibi İslam dininin de, belli hükümleri vardır. Kilisenin kanununa uyulmaz, Müslümanlığın kanununa uyulur.
Müzik her dinde günahtır
Müzik kelimesi, Yunanlıların büyük putları olan Zeüsün kızları sayılan Mausa (Müz) denilen 9 heykelin adından alınmıştır. Müzik, İlahi dinlerde büyük günahtır. İncilin yasak ettiği müziği, sonradan papazlar, Hristiyanlığa soktular. Bozuk dinler, ruhları besleyemediği için, müziğin nefse hoş gelmesi ruhani tesir
sanıldı.
Batıdaki müzik, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik ibadet halini almıştır. Müzikle, nefsler keyiflenmekte, şehvani duygular rahat bulmakta, ruhun gıdası olan ibadetler unutulmaktadır. İnsanı, alkolik ve morfinman gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Böylece çok kimsenin ebedi saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. İslam dini, insanları bu felaketten korumuştur. Dinde reform isteyen zat ise, camide müzik konseri vererek, bizi bu felakete itmek istiyor. Ayrıca, Kur'an-ı kerimin felsefeleşmesini isteyip, (Kur'anı yeniden yorumlayıp zamana uydurmalı) diyor. Kur'an-ı kerimin zamana uymayan nesi vardır? Müslümanları Kur'an-ı kerime uydurmayıp da, Kur'an-ı kerimi zamanımızdaki insanlara uydurmak, ne kadar çirkin bir tekliftir. Her kafadan bir ses çıkartıp, Müslümanlığı Hristiyanlık gibi bozmak mı istiyor?
“Kur'anı her çağda, o asrın teknolojisine göre yeniden tefsir etmek gerekir” diyerek Kur'an-ı kerimi asra uydurmaya çalışmak çok yanlıştır. Tefsir, moda kitabı değildir. Her çağa, göre değişik tefsir olmaz. Dinimiz eksik mi ki tamamlanacaktır? Yoksa fazlalık mı var ki çıkarılacaktır? Dinde eksiklik ve fazlalık olmadığı için yeni bir tefsire ihtiyaç olmaz. Dine yeni bir şey eklemek bid'at olur. Her çağa göre değişik tefsir yazmak, dini her asırda, bozmak demektir.
Kur'an-ı kerimin manasını, onun muhatabı olan Muhammed aleyhisselam bize bildirmiştir. Doğru tefsir kitabı Onun hadis-i şerifleridir. Tefsir âlimleri, tefsirlerini, Peygamber efendimizden ve Eshab-ı kiramdan naklederek meydana getirdiler. Bunların tefsirleri her asra uygundur. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka manası yoktur. Kur'an-ı kerimi en iyi bilen Peygamber efendimizdir. Onun açıklamaları bellidir. Bundan farklı açıklamak, dini değiştirmek olur, reform olur.
Din, asra göre değişmez
Her asırda, her insana gereken iman ve ibadet aynıdır. Asra göre bunlar değiştirilemez.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü doğrudur. Zamana uymak, zamanın gerektirdiği hususlara uymak demektir. Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait hükümler değişebilir. Nassa [Kur'an ve hadislere], delile dayanan hükümler zamanla değişmez. Dine aykırı olmayan örf ve âdete ait hükümler değişirse, bunlara uymakta mahzur yoktur.
Herkes traktörle, kamyonla giderken, kağnı ile gitmek gerek diye ısrar edilmez. Fakat günah olan bir şey, herkes tarafından yapılsa, buna uyulmaz. Zamana ait işlerin değişmesine, zamanın değişmesi denmiştir. Böyle misaller Kur'an-ı kerimde de vardır. Mesela, (köy halkına sor) yerine, (köye sor) denilmiştir. (Yusuf 82)
Türkçe’de de, (şu sınıf tembel) denir. Burada anlatılan, sınıfın kendisi değil, oradaki talebelerdir. Zamana uymak da, zamanın icabı olan faydalı işlere uymak demektir. Zararlı, günah olan şeylere uyulmaz.
Filozof ve hükema
Sual: Filozof ve hükema aynı şey midir? CEVAP
Hükema’nın tekili hakîm’dir. Fen bilgilerini iyi bilen, hikmet sahibi âlim demektir.
Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değiştiren ve kendi görüşünü din gibi anlatan, felsefe yapan kimseye filozof ve dinde reformcu denir. Bunlar nakle itibar etmez, kendi akıllarını esas alırlar. Din bilgilerini, fen bilgileriyle ispat eden Müslümanlara ise hükema denir.
İslam dininde felsefe var mıdır?
Sual: Felsefe ne demektir, İslâm dini bir felsefe midir daha doğrusu, İslâm dininde felsefe var mıdır?
Cevap: Felsefe, herhangi bir konu üzerinde insanların akıl ve mantık yolu ile incelemeler ve araştırmalarla elde ettikleri neticelere verilen isimdir. Kısaca;
“Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulma” manasına gelir. Felsefe, Yunanca Filozofiya, hikmet sevgisi demektir ve derin düşünme, arama, kıyaslama ve tetkik esaslarına dayanır. Felsefe ile meşgul olanların, hem ruh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sahibi olması gerekir. Fakat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veya yaptığı araştırmalardan yanlış neticeler çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zaman kesin neticeler vermez. Ayrıca her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için, bu karşılığı zıt görüşü de incelemek, her iki düşünceyi karşılaştırmak lazım olur. Birçok felsefi düşüncelerin zamanla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde, felsefi düşünceler, hiçbir zaman kesinlik taşımaz.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslâm âlimleridir. O hâlde, İslâmiyette felsefe yoktur, İslâm felsefesi, İslâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. İslam âlimleri, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen ilmi iyi öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalplerini açarak, nefislerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde de, âyet ve hadislerle doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. İslam âlimlerinin hiçbiri filozof değildir. Zaten filozof, İslâm âlimi olamaz ve İslâm filozofu diye de bir şey yoktur. Çünkü İslâmiyette felsefe yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin felsefe ile hiç alakaları yoktur. Çünkü onlar, felsefecilerden çok yüksektirler.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, İslâm bilgilerinin ölçüsü, sadece insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan yani manaları açık olan âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerdir.
Peki bu dini yıkmak değil mi?
Sual: Bazıları, (İslam artık toplumun gereklerine göre değişmeli. Mesela kadınlar daha özgür olmalı, istedikleri gibi giyinip, istedikleri gibi çıkıp gezebilmeli) diyor. Bunlara nasıl cevap vermeli? CEVAP Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Kadının nasıl giyineceğini insanlar tespit edemez ki. Allah’a inanan kimse, O ne demişse Ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. Ben hepsine inanıyorum, tamamını beğeniyorum ama hepsini uygulayamıyorum demeli. Yoksa, günaha alışıp da bu günah mubah olmalıydı demek Allah’a inanmamak olur.
O kimseler Allah’a inanmıyorlar, inansalar böyle demezler. Allah her şeyi bilmez mi, bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslam’da reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allah’ı basit bir varlık gibi görüp bu işi iyi yapmamış demektir.
Toplumun gereklerine göre dini değiştirmek dini yıkmaktır. Birinin çıkıp (ben İslam dinini yıkacağım) dediğini gördünüz mü hiç. Görmediniz, demez çünkü. Niye desin ki, o zaman onu herkes tanıyacak, gerçek suratını herkes görecek. Dini yıkma fırsatını ya bulacak ya bulamayacak. Ama çıkıp tesettür yok diyor, âdetli iken namaz kılınır diyor, faiz helal diyor, Allah resulünü kabul etmeyip (Yalnız Kur’an) diyor. Ve daha neler neler. Bunları söyleme fırsatı bulduğu gibi, bazı ahmaklardan taraftar da bulabiliyor. Peki bu dini yıkmak değil mi?
Dini bozmaya çalışmak Dini inançları bozmak için dört koldan saldırıya geçilmiştir. Her gün yeni bir şey çıkarılarak itikadımız, amelimiz zedeleniyor. “Hayzlı iken Kur’an okunur, oruç tutulur” gibi, dört delile (Kitaba, sünnete, icmaya ve kıyasa) aykırı fikirler üretilirken, şimdi de, mevsimi yaklaştığı için hac ibadeti bozulmaya çalışılıyor. Türk milleti fakir olduğu için hacca gitmemesi gerekirmiş. Çünkü dinimiz israfı yasaklıyormuş. Acaba bu sözlerinde samimiyet eseri var mıdır? Samimi isen, niye Bodrum’a, Avrupa’ya, Amerika’ya eğlenmeye gidiyorsun? Niye yoksulları gözetmeyip de, festivaller peşinde koşuyor, yılbaşı eğlenceleri tertip ediyor, devrilen çamlar altında, şarap fıçılarını boşaltıyor ve sabaha kadar kumar oynuyorsun?
Haccı engellemekle yoksulluk önlenemez. Peygamber efendimiz, yoksulluğu önlemenin yolunu bildirmiş, (Zenginlerin zekatı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir) buyurmuştur. Demek ki zenginler zekatını yerli yerince verse, haccı engellemeye lüzum kalmayacak ve aç kalan fakir de bulunmayacaktır.
Emekli vaiz adı altında bir başkası da, (Diyanet fikir üretemiyor) diyerek, dinimizi bozmaya çalışıyor. (İslam dünyası aklını kullanmalı, yüzyıllardan beri, paslanan, çürüyen ve işlevini yitiren o akıldışı kilitleri söküp atmalı) diyor. Paslanan, çürüyen ne diye merak ettik. Baktık ki, bunlar, dinimizin, hac, kurban, tesettür gibi emirleri imiş. (Hacca gidecekler, kurban kesecekler, evsizlere, yoksullara yardım etmeli) diyor. Dini kuralları koyan Allah’tır. Allah toplumda yoksulların olacağını bilmiyor muydu? (Bir toplumda yoksul varken, hacca gidilmez, kurban kesilmez) diyemez miydi? Demediğine göre, kurban derilerine sahip çıkma hevesi gibi, kurbanın kendisine de, hac paralarına da sahip çıkmak mı istiyor?
Bu iş olmayınca da, (Hani islamiyet akıl diniydi? Niye aklını kullanmıyorsun? Akıl yolunu seçerek kurban ve hac paralarını niye yoksullara vermiyorsun) diyor. Felsefecileri ve sapık fırkalardan mutezileyi övüyor. (Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt gibi düşünürler, İslamlığı hep aklın ve yaşanan dünyanın, insansal gereklerin aynasına tutarak değerlendirdiler. O dönemlerin ürünü olan Mutezile, inançta yazgıcılığı (kaderciliği) reddederek, İslam’ın akılsal yol ve yöntemlerle kurumlaşmasına çalıştı) diyerek kaderi de inkâr ediyor. Kader, Allahü teâlânın insanların başlarına gelecek işleri bilmesi ve bu bilgisinin bir kitaba [levh-i mahfuza) yazılması demektir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda] dır.) [Hud 6]
(Yaptıkları küçük büyük her şey, satır satır kitaplarda yazılmıştır.) [Kamer 52, 53]
Bu ve benzeri birçok âyet vardır. Ama inanan kim? Adam, hep Kur’an Kur’an der ama ya Kur’ana inanmaz veya onu istediği gibi yorumlar.
(İmam-ı Gazali'nin kilitlediği akıl kapısını açmak gerekir) diyerek de, nakli esas alan âlimlere dil uzatıyor. Emekli vaizin aklı var da, imam-ı Gazali veya öteki âlimlerin aklı yok mu idi? Adam, (Benim düşüncemde olan akıllı, benim gibi düşünmeyen akılsızdır) demek istiyor.
(Örtünme Kur’anda bir dönemin, bir olayın zorunluluğu olarak vardır. Ama günümüzde o zorunluluklar birtakım yasal ve yaşamsal önlemlerle, gereklerle başkalaşmıştır. O halde herkes Avrupalı gibi giyinmelidir) diyerek tesettüre de dil uzatıyor.
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? Ömer Faruk ERDOĞAN* Özet: Bu makalenin yöntemi; Gazâlî’nin Tehafüt’ü bağlamında, genelde filozofları, özelde ise Farabi ve İbn Sînâ’yı küfür ile itham ettiği metinleri ayrıştırıp, bunları İbn Sînâ’nın ilgili metinleriyle eşleştirmektir. Bunu yaparken konu, ikincil kaynaklarla da zenginleştirilecektir. Burada dikkate değer önemli bir vurgu ise; Gazâlî’nin filozoflar ibaresinden kastıyla Farabi ve İbn Sînâ’yı eleştireceğini ifade etmekle beraber, Tehafüt’teki eleştirinin neredeyse tamamında kastedilen kişinin İbn Sînâ olmasıdır. Bu durumun en net kanıtı; Gazâlî’nin Tehafüt’ündeki metin nakilleri ile İbn Sînâ’nın eserlerindeki ifadelerin benzerlik ve bir birini tamamlayıcılık arz etmesidir. Bu sebeple, bu makale, Gazâlî’nin Tehafüt’ünde geçen ‘filozoflar’ ibaresi ile genellikle İbn Sînâ’nın kast edildiğini kabul edecektir. Sonuç olarak, bu çalışmanın iki ana aktörü, Gazâlî ve İbn Sînâ’dır. Ayrıca bu çalışma, Gazâlî penceresinden İbn Sînâ’yı incelemekten ziyade, İbn Sînâ’dan getirilen cevapların sunumuyla Gazâlî’nin felsefeye bakışına, bir itiraz ve bir ıslah olacaktır. Anahtar Kelimeler: Gazâlî, İbn Sînâ, Tehafüt, Tekfir, Üç Mesele, Alemin Kıdemi, Alemin Hudusu, Tümel, Tikel, Haşir, Aristoteles. Ghazali, Ibn Sina Against Three Issues How Consistent? Abstract: The aim of this study is to distinguish the text within Tehafüt where al-Ghazali accuses Farabi and Ibn Sina of denial and to match and com- * Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri (İslam Felsefesi), Doktora Öğrencisi Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 88 pare it to related writings of Ibn Sina. The article will be enriched with the use of secondary sources. What is worth emphasizing at this point is that in almost all of the critical remarks al-Ghazali makes in Tehafüt, he refers specifically to Ibn Sina. The clearest evidence comes from the exemplary texts al-Ghazali uses in Tehafüt and their undeniable similarity and complementarity to the writings of İbn Sînâ. For this reason, this paper will presume whom al-Ghazali calls “the philosophers” in his Tehafüt refers to Ibn Sina; thus, the protogonists of this article happen to be the two mentioned scholars. Rather than examining Ibn Sina from the perspective of al-Ghazali, this study will additionally constitute an objection to and a correction of al-Ghazali’s philosophical stance with the use of answers provided by Ibn Sina. Key Words: al-Ghazali, Ibn Sina, Tehafüt, to Fall into Unbelief, Three Issues, the Eternity of the Universe, Creation of Universe Universal, Particular, Resurrection, Aristotle. 1. Giriş Gazâlî’nin, Tehafüt’te filozofları küfür ile itham ettiği ifadeler, bu çalışmanın seyrini belirlemektedir. Bahsedilen tartışmalara geçmeden önce çalışmamızın odak noktasında bulunan kişilerden, yani eleştirilen ve eleştiren hakkında kısa bilgiler vermemiz yerinde olacaktır. Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ (980-1037 m.)1 Afşan’da doğmuştur. Buhara’da ilk tahsilini yapmış ve burada on yaşındayken Kur’an’ı ezberlemiştir. Hanefi fakihlerinden Ebu Bekir b. Ebi Abdullah’tan fıkıh okumuş, Mahmut Messah’tan hesap ve Abdullah Natali’den felsefe ve mantık, Hristiyan İsa b. Yahya’dan ise tıp okumuştur. İbn Sînâ, metafiziği anlamasını Farabi’ye borçlu olduğunu söyler. Ölümünün yaklaştığını anlayınca, tedavi olmayı bırakıp kendisini ibadete vermiş ve Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmetmiştir. Tövbe edip, servetini sadaka olarak dağıttıktan sonra, Ramazan ayının bir Cuma gününde Hamedan’da vefat etmiştir. Sevinçli ve sıkıntılı anlarında camiye gidip namaz kılarak Allah’a şükreden ve O’ndan yardım dileyen İbn Sînâ; Yüce Allah’ın bu şekilde ilmini ve anlayışını arttırdığını söylemiştir. 2 Bu çalışmanın diğer aktörü Gazâlî (1058-1111 m.) İslam düşüncesinin en büyük ilahiyatçılarından biridir. İlahiyatla ilgili doktrinleri Avrupa’ya nüfuz etmiş, Yahudi ve Hristiyan skolastisizmini etkilemiştir. Yaşadığı yüzyıl siyasi bakımdan çalkantılı, fakat ilmi ve dini hayat bakımından İslam dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil etmektedir. Ayrıca Gazâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslam düşünce tarihinin en önde gelen düşünürlerindendir. Kendisine “Huccetü’l-İslam” 1 Ebû Ali El Hüseyin İbn Abdullah İbn Sînâ veya Avicenna künyesine sahip olan İbn Sînâ; o çağda yaşayanlar tarafından “el Şeyh”, “el Reis” veya “Hüccet el Hakk”, öğrenciler tarafından sadece “Şeyh” ve bütün Doğu dünyasında “Tabipler Sultanı” olarak adlandırılır. Bkz. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev. Nazife Şişman, İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s. 205. 2 Hüseyin Atay, “İbn Sînâ’da Varlık Delili”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi Yay., İstanbul 2008, s. 290. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 89 ismi verilmiştir. Fıkıhta İmam Şafi, itikatta Eş’ari ekolünü benimsemiş olan Gazâlî, ömrünün sonlarına doğru tasavvufa yönelmiştir. Onun felsefe yapmasının amacı dinin felsefeden üstün olduğunu göstermek olmuştur. Ulaşmak istediği şey de her türlü şüpheden uzak yakînî bilgiyi elde etmektir. 3 Gazâlî, bazıları tarafından bir imam, önder hatta bir müceddit kabul edildiği için onun fikirlerinin sorgulanması neredeyse yasaklanmıştır. Bu sebeple Gazâlî ile filozoflar arasında cereyan eden tartışmaların bilinen galibi genelde Gazâlî olmuştur. Bu makale, bu açıdan, biraz da dokunulmayan tarafa dokunacaktır. Bu sebeple meseleye, Gazâlî’nin küfür ithamının sebeplerinden bahsederek bir giriş yapmanın yerinde olduğu kanaatindeyiz. Bu girişin içeriği; Gazâlî’nin küfür ithamının ne gibi sebeplerle yapılmış olabileceğine dair bazı öngörüler hakkındadır. a. Politize Olmuş Bir Gazâlî: Gazâlî’nin filozoflara karşı öne sürdüğü tekfir suçlaması ile ilgili çeşitli tartışmalar olmakla birlikte, mevcut tartışmaların ulaştığı ortak kanaat; Gazâlî’nin dönemin siyasi yapısından etkilenerek filozofları, küfür ile itham etmesidir. Aklın ve bilimin sekteye uğratıldığı bir dönemde4 ilmini yaymaya çalışan Gazâlî, doğal olarak filozofları küfür ile suçlamak zorunda kalmış ve bu ithamı da, dönemin karışıklıkları sebebiyle siyasi konjonktüre uygun yapmıştır. Gazâlî’nin küfür ithamında siyasi davrandığı İbn Rüşd’ün naklinde açıkça görülmektedir. Ona göre “Gazâlî, bu gibi konuları kendinden beklenmeyen bir şekilde ele almıştır. Bu da şu iki nedenden ileri gelmiş olabilir: Gazâlî ya bu konuları gerçek biçimiyle anlamış olmasına rağmen saptırmıştır. Ya da filozofları gerçek biçimiyle anlamamış ve anlayamadığı şeyleri açıklamak zorunda kalmıştır. Bu da bilgisizlerin yapacağı bir iştir. Aslında bizce Gazâlî, bu iki niteliğe sahip olamayacak kadar üstündür. Fakat bazen iyi at da tökezleyebilir. İşte Gazâlî’nin tökezlemesi de bu kitabı yazmış olmasındandır. Belki de Gazâlî bu kitabı yaşadığı zaman ve mekânın bir gereği olarak yazmak zorunda kalmıştır.”5 İşte bu sebeple İbn Rüşd, Gazâlî’nin siyasi etkilenmeyle yazmış olduğu “Tehafüt el-Felasife” kitabına bu ismin verilmesini doğru bulmamıştır. Ona göre bu kitaba “Tehafüt” demek, yani sadece tutarsızlık kitabı demek daha uygundur. Çünkü bu kitabı okuyan kimse tutarsızlıktan başka bir şey görmemektedir.6 Gazâlî’nin iddia ettiğinin aksine filozoflar dine meydan okuyan, kutsalı tahkir ve tezyif eden hiç bir ifadeyi eserlerinde kullanmamışlardır. Bilakis İbn Sînâ, filozofların 3 N. J. Baitenova, “İmam Gazâlî’nin Hayatı ve Yaratılış Hakkındaki Düşünceleri”, 900. Vefat Yılında Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, M.Ü.İ.F.Y., İstanbul 2012, s. 80-82. 4 Bu konu hakkında bkz. Atay, “Gazâlî’nin Felsefeye Karşı Tutumu, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 646; Gazâlî, Şifaü’l-Galil, thk: Hamad el-Kubeysi, Bağdat, s.163-204. 5 Atilla Arıkan, “Bir Meşşai Filozofunun Gazâlî Algısı: İbn Rüşd’ün Gözüyle Gazâlî”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 656-657. 6 Arıkan, a.g.b., s. 661. Ayrıca bkz. Gazâlî, Faysalu’t-Tefrika, (thk. Semih Duğeym), Beyrut 1993, s. 75 ve 243-244; Tehafütü’l-Felasife, (nşr. ve ter: Mahmut Kaya-Hüseyin Sarıoğlu), Klasik Yay., İstanbul Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 90 yemini anlamına gelen “Risaletü’l-Ahd” isimli eserinde on altı ilke belirleyerek her bir filozofun bu ilkelere kesinlikle bağlı kalacaklarına dair Allah’a yemin etmeleri gerektiğini söyler.7 İbn Sînâ’nın bu risalesini görmüş olmasına rağmen Gazâlî’nin, onun şarap konusundaki görüşünü eleştirirken söz konusu yemin metnindeki diğer ilkeleri görmezden gelmesi ve onların ibadetleri hiçe saydıklarını, namazı terk ettiklerini iddia etmesi, doğrusu Gazâlî’nin tarafsızlık ve hak-perestlik tavrıyla bağdaşmamaktadır. 8 Gazâlî ve İbn Sînâ tartışmalarını yanlış perspektiflerden okumak, meselenin doğru anlaşılabilir olma zemininden çıkıp, başka zeminlere kaymasına sebep olmaktadır. Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı kasıtlı olarak mı, yoksa ilmi seviyesinin yetersizliği bağlamında mı yanlış anladığı tartışmalarının kişilere göre değiştiği bir atmosferde; kanaatimizce Gazâlî, İbn Sînâ’yı siyasi bir projenin penceresinden okumuştur. Böyle bir gerçeklik, doğal olarak tarihi süreç içerisinde, politik bir Gazâlî’yi yaratmış ve bu algının karşısına da, maalesef dinden çıkmış bir İbn Sînâ’yı yerleştirmiştir. b. Tehafüt’teki Tutarsızlıklar: Politik bir Gazâlî’yi yaratan bu süreç, onun izlediği yol sebebiyle varlığını tescillemiştir. Gazâlî’nin Tehafüt’ü yazarken muhatapları ile savaşacağını söylemesi bu durumun en büyük ispatıdır. Onun bu konudaki ısrarı şu sözlerine yansır: “İslam filozofları arasında Aristoteles’i en iyi nakledip inceleyen Farabi ve İbn Sînâ’dır. O halde biz; bu ikisinin, sapıklıktaki reislerinin öğretisinden seçip doğru buldukları görüşleri geçersiz kılmakla yetineceğiz. Öğretilerin çoğalıp yayılmasına bağlı olarak sözün uzayıp gitmemesi için, filozofların öğretilerini bu iki kişinin nakli doğrultusunda reddetmekle yetineceğiz.9 (Ben bu süreci yorumlarken) bir tez ortaya atarak değil, sorgulayarak ve reddederek filozoflara karşı çıkacağım. Filozofları çeşitli şekillerde sıkıştırarak kesinliğine inandıkları şeyleri geçersiz kılacağım. Onları bazen Mu’tezile, bazen Kerramiye, bazen de Vakıfiyye mezheplerinden destek alarak sıkıştıracağım. Bu konuda belli bir mezhebe bağlı kalmayıp, aksine bütün mezhepleri onların aleyhine tek bir mezhep olarak kullanacağım. Çünkü diğer mezhepler ayrıntıda bize ters düşseler de filozoflar dinin temel ilkelerine saldırmaktadırlar. O halde bizler, onlara karşı birleşmeliyiz. Zira sıkıntı anlarında kin ve nefret ortadan kalkar.”10 2005, s. 225; Gürbüz Deniz, “Gazâlî Düşüncesinde Üç Meselenin Evrilmesi”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 709; Mahmut Kaya, “Gazâlî Filozofları Tekfir Etmekte Haklı mıydı?”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 50. 7 İbn Sînâ mutluluk üzerine yazdığı bir risalesinde benzer argümanlar ileri sürer. Bkz. İbn Sînâ, Risale fi’s-Saade ve’l-Hucceci’l-Aşare, ala En-Nefsi’l-İnsaniyyeti’l-Cevher, thk. ve çev. Fatih Toktaş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2011, s. 95-97. 8 M. Kaya, a.g.b., s. 47-49. Ayrıca bu konu hakkında bkz. Mehmet Emin Üsküdari, Telhis-u Tehafütü’lHukema, Hacı Selim Ağa Ktp. Kemankeş Böl., nr. 266, (nşr. Kamuran Gökdağ), yayınlanmamış tercüme, sonuç bölümü, s. 236-237. 9 Gazâlî, Tehafütü’l-Felasife, 2005, s. 4-5. 10 Gazâlî, a.g.e., s. 9. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 91 “Dolayısıyla biz bu kitapta kendimizi, sadece filozofların öğretilerini bulandırmak ve tutarsızlıklarını gösteren çeşitli delillerini bozmakla sınırlı tutmaktayız. Bunu yaparken belli bir öğretiyi savunma yoluna gitmedik. Böylece bu kitabın amacını aşmadık.”11 Tehafüt’ün seyrini en güzel şekliyle özetleyen bu cümleler ortaya çıkarmaktadır ki; Gazâlî’nin amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Bu itibarla yıkıcı tartışma yönteminde, tartışılan düşünceleri çürütmek için her yolu kullanmak Gazâlî için meşru görülmüştür.12 Onun belli bir sistemi benimsemeyecek olması, çalışmamız bağlamında düşünüldüğünde bazı zorlukları beraberinde getirmektedir. Tehafüt; genel itibariyle filozofların Gazâlî tarafından beğenilmeyen görüşlerinin düzenli bir şekilde ve maddeler halinde değerlendirilmesi gibi görünmesine rağmen, felsefenin en zor meseleleri bu maddeler içerisinde birbirine girmiştir. Bunun dışında Gazâlî; Tehafüt’te, meseleleri açıklarken kendisi ve filozofları kapsayan ikili tasniflerin dışında, üçlü tasnifler de kullanmıştır. Kendisi ve filozoflar (Farabi ve İbn Sînâ) arasında geçmesi gereken tartışmalara zaman zaman Kelamcılar, Aristoteles, Eflatun, Gallen gibi kişiler de katılmıştır. Gazâlî’nin Tehafüt’te yaptığı ikili veya çoklu tartışmalarda öncelikle filozofların delillerinin neler olduğu aktarılmış, daha sonra filozoflara ait bu ifadelerde ne anlatılmak istendiği yorumlanmış (veya açıklanmış) ve son olarak da filozofların iddiaları, her türlü yöntem ve çeşitli fırkaların görüşleri kullanılmak üzere çürütülmek istenmiştir. Burada normal olan Gazâlî’nin filozofların görüşlerini aktarması ve onları çürütmek istemesidir. Fakat burada normal olmayan durum; Gazâlî’nin filozofların görüşlerini aktarması, sonra onları yorumlaması ve en son olarak da o aktardığı görüşleri ve o görüşlerin kendisi tarafından yapılan yorumlarını beraberce kullanmak suretiyle filozofların görüşlerini çürütmeye çalışmasıdır. Bu şekilde işleyen bir sistemin neticesinde okuyucu, filozoflara ait görüşler ile Gazâlî’nin yorumladığı görüşleri bir birinden ayırt edememektedir. Gazâlî, bu tarz yaklaşımını, özellikle filozofları küfür ile itham ettiği meselelerde yoğun olarak sergilemektedir.13 Gazâlî’nin Tehafüt’te uyguladığı bir diğer eleştiri yöntemi, İbn Sînâ’nın da kabul etmediği bazı görüşler üzerinden eleştirmesidir. İbn Sînâ’nın eserleri incelendiğinde onun; bazı düşünce anlayışlarını ve taraftarlarını görüşlerinden dolayı eleştirdiği, hatta dinin özüne aykırı söylemlere karşı dinin temel ilkelerini savunduğu görülecektir. Gazâlî, Tehafüt’ünde; İbn Sînâ’nın serdettiği, bazı grup ve görüşlere ait ve dinin aslına uygun olmayan fikirleri, sanki İbn Sînâ’ya aitmiş gibi aktarmıştır. Dolayısıyla böyle bir aktarım, doğal olarak İbn Sînâ’nın küfre düştüğü ithamının haklılığına sebebiyet vermektedir.14 11 A.g.e., s. 46. 12 Ferruh Özpilavcı, “Gazâlî’nin Mantık İlmini Meşrulaştırmasının Mantık Tarihi Açısından Değerlendirilmesi”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 730. 13 Gazâlî’nin bu yöntemi kullandığı yerler için bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 71-72, 136-137, 219-220. 14 Bu örneğin haricinde benzer bir örnek, Tehafüt’ün üçüncü meselesindeki tekfir iddiasında da yer almaktadır. İlgili bölüm için bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 71-72. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 92 c. İbn Sînâ’nın Aristocu Olmayan Kökenine Dair: Gazâlî, İbn Sînâ’yı Aristoteles’in kuru bir taklitçisi olarak kabul etmektedir.15 Fakat onun sistemi bütüncül bir bakış açısıyla irdelendiğinde, karşımıza gelen manzara şudur: Her şeyden önce, fizik ve ahlak ilminde Aristo takipçisi bir İbn Sînâ varken, ilahiyat/metafizik bağlamda Platon ve Yeni Eflatunculuğun fikir bazında egemen olduğu bir İbn Sînâ bulunmaktadır. Bu durumda, Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı kast ederek söylediği; “Akıl hocaları Aristoteles’tir.” iddiasının, metafizik bağlamda geçersiz olduğu görülmektedir. Hatta İbn Sînâ’nın ilahiyatın temel meselelerinde kelamcılar ile ortak görüşlere sahip olması;16 İbn Sînâ’nın sırf Aristocu olma iddiası bir yana; sistemini, sadece Yunan felsefesine dayandırarak kurmadığını da göstermektedir. 15 İslam filozoflarının Grek filozoflarından farklılıklarını birçok noktada görebiliriz. Örneğin Kindi, Farabi ve İbn Sînâ gibi İslam filozoflarının savunduğu metafizik ile Aristoteles’in metafiziği karşılaştırıldığı zaman, filozoflarımızın temel konularda Aristoteles’ten daha çok kelamcılara yakın oldukları; söz gelimi İbn Sînâ’nın Tanrısının Aristoteles’in Tanrısından çok mütekelliminin Tanrı inancına yakın olduğu gözlemlenir. Nitekim Aristo’ya göre Tanrı sadece kendini bilebilir ve bundan İlk akıl oluşur. Hâlbuki İbn Sînâ’da Tanrı sadece kendini değil, küllileri de bilir. Yine Aristoteles’e göre Tanrı sadece bir Muharriki Evvel’dir, dolayısıyla da âlemle ilişkisi edilgendir. Hâlbuki İslam filozoflarında Allah; âlim, kâdir sâni’, mürîd ve mütekellimdir. Aynı şekilde Grek filozoflarında bu âlem dışında başka bir âlem yoktur. Buna karşılık İslam filozoflarına göre ahiret âlemi gerçektir ve –sadece nefislerle de olsayaşanacaktır. Çoğaltılması mümkün olan bu örneklerin ortaya koyduğu hakikat şudur: İslam filozofları vahyi dışlayan pür filozoflar değil, birinci sıraya aklı koymakla birlikte vahiy ile aklın arasını bulmaya çalışan İslam kültürünün vazgeçilmez parçası kişilerdir. Bkz. İlyas Çelebi, “Kabul ve Ret Cihetlerinden Kelam Literatüründe İbn Sînâ”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 240. 16 Allah’ın her şeyi kadim ilmiyle ve hiç bir değişikliğe maruz kalmadan tümel olarak bildiği görüşü İbn Sînâ’dan da önceye dayanmaktadır. Bu görüşün Mu’tezilenin bir koluna ait olduğunu savunan fikirler de bulunmaktadır. İbn Sînâ’ya ait olan ‘Allah’ın tikelleri tümel tarzda bilmesi’ meselesi ondan önce yaşamış ve Farabi’nin öğrencisi olmuş Hristiyan filozof Yahya bin Adi (ö. 363/974) tarafından eleştirilmiştir. Onun görüşüne göre bu iddiayı benimseyenlerin hareket noktası, Tanrı’nın her varlığı ve her olayı kadim olarak bilmesidir. Ezelde âlim olan Tanrı’nın bilgisi, bilinenlerdeki değişimlere bağlı değildir. Tanrı’nın zatında her hangi bir değişimden söz etmek mümkün olmadığından, O’nun bilgisinde bir değişim mümkün değildir. O, bir şeyi ‘var’ olarak bildiğinde o şeyin yok olması ya da bir şeyi ‘yok’ olarak bildiğinde onun var olması imkânsızdır. Buna göre hiç bir varlık, varlık ya da yokluk halinde bir değişime maruz kalamaz. Mümkünün varlık ve yokluk ihtimali taşıdığı dikkate alındığında bu tür varlıklarda imkân tabiatından bahsetmek de imkânsız hale gelmektedir. İbn Adi bu duruma itiraz ederek, Tanrı’nın bilgisinin varlıkları zorunlu kılan bir yapıya sahip olduğunun ileri sürülemeyeceğini belirtmiştir. Tanrı’nın ‘bilen’ konumundaki durumunun kıdem ve ezelilik olduğu aşikâr iken, O’nun tarafından bilinenlerin durumunun böyle olmadığı ve onların sürekli bir değişim içinde oldukları malumdur. ‘Bilen’in taşıdığı zorunluluk vasfı, O’nun hiç bir sıfatının değişmemesi anlamındadır. Yoksa bir zaman var olup, bir zaman yok olan değişken ‘bilinenler’ ile ilişkisinde böyle bir zorunluluk yoktur. Bilen, özü itibariyle hiç bir şekilde değişmese de bilinenle ilişkisi söz konusu olduğunda bilgisi, bilgi nesnesindeki değişikliklere göre değişim arz etmektedir. Bkz. Yahya ibn Adi, fi İspati Tabiati’l-Mümkin, nşr. Sahben Halifat, Amman 1988, s. 66-76. Basra Mu’tezile Ekolünün görüşüne göre; Tanrı’nın etkin sebepliliği sonsuz olduğundan, sonsuz sayıdaki varlık cinsini ve her bir cins içindeki sonsuz sayıdaki tikelleri kapsamaktadır. Bu kudret, aynı zamanda tüm mümkünlerin imkânının da nihai zeminini teşkil etmektedir. Bu kâdirin kudret; kendi nesnesini zorunlu kılmayan, fakat her varlık cinsi içinde bulunan zıt ve belirsiz sayıdaki tikeli kapsadığı gibi failin fiilindeki alternatiflerin ve kadim failin sınırsız kudretindeki sonsuz alternatiflerin de zeminidir. Bkz. Kadı Abdülcebbar, el-Muhit, (nşr. Ömer es-Seyyid Azmi), Kahire; bkz. M. Cüneyt Kaya, Varlık ve İmkân, Aristoteles’ten İbn Sînâ’ya İmkânın Tarihi, Klasik Yay., İstanbul 2011, s. 108-109 ve 140. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 93 Bu iddianın geçerliliğinin delili, Cüneyt Kaya’nın imkân hakkında Aristo ile Yeni Eflatunculuk arasında kalan İbn Sînâ’nın tercih ettiği yolu anlattığı şu değerlendirmesinde görülebilir: “Aristo’nun kuvve/fiil ya da mümkün, zorunlu, imkân kavramlarıyla çözümlemeye çalıştığı ‘Hareket etmeyen İlk Hareket Ettirici’ ile âlem arasındaki ilişkiyi açıklamak konusunda bir metafizik amacının olmadığı, söz konusu kavramlara da böyle bir amacın yüklenmediği görülmektedir. Bu çerçevede imkânın ve dolayısıyla zorunluluğun Aristoteles özelinde henüz metafizik bir bağlama sahip olmadığı yönündeki öngörümüz teyit edilmektedir. İmkân ve zorunluluk Aristoteles tarafından özel olarak önermelerin kipleri çerçevesinde kullanılmakta, bu kavramların metafizik veçhesi ise kuvve-fiil bağlamında varlık-oluş problemi ile sınırlı olarak ele alınmaktadır. İmkân ve zorunluluğun tüm metafizik düşünce üzerine inşa edildiği bir merkezciliğe kavuşması için ise kat edilmesi gereken uzun bir yol vardır. Bu uzun yolda Aristoteles’in felsefesinin Eflatuncu renge boyanarak İslam medeniyetine intikal etmesi ve bu medeniyetin toplumsal ve entelektüel ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda yorumlanması gerekmektedir. Bu yorumlanma faaliyeti ise İbn Sînâ ile zirveye ulaşacak ve imkân, metafizik hüviyetine tam anlamıyla onun felsefesinde sisteme kavuşacaktır.”17 Burada, İbn Sînâ’nın Yeni Eflatunculuktan aldığı fikirler, kanaatimizce Aristo ile Eflatun arasında yapılacak bir uzlaşıdan, özellikle imkân ve zorunluluk kavramlarının kapsamı bağlamında düşünüldüğünde, daha büyük bir öneme sahiptir. Çünkü imkân Aristo’da, metafizik alandan ziyade fizik alanının kuvve-fiil bağlamında bir konusu iken, Yeni Eflatunculuk sisteminde varlığın İlk Akıl’dan taşmasını sağlayan yegâne kavramdır. Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı küfür ile itham etmesi (özellikle âlemin kıdemi ve Allah’ın bilgisi meselelerinde) ancak Aristocu fikirlerin İbn Sînâ’da tecellisi ile mümkün olabilmektedir. Buna rağmen bu konu, İbn Sînâ ile Aristo arasında sadece kavramsal açıdan benzerlik göstermektedir. Bu hususta bir diğer delil, İbn Teymiye’nin bu konudaki desteğinde aranabilir. O, hem Gazâlî’nin Tehafüt’ünü hem de İbn Rüşd’ün Tehafüt’ünü incelemiş, neticede filozofların imkân deliline yöneltilen eleştirilerin ve onların kullandığı mümkün kavramının temelinin, bilindiğinin aksine Aristoteles felsefesine bağlı değil, âlemin varlığa geliş sebebinin Allah’ın cömertliğine bağlı olduğunu savunan Proclus’a ait bir görüşten geldiğini iddia etmiştir.18 Hatta İbn Sînâ’nın bazı yerlerde fizik ilmi alanında olmasına rağmen Aristoteles’in fikirlerini benimsemediği dahi görülmektedir.19 İbn Sînâ; Grek felsefesinden etkilenmiş olmasına rağmen, kurmuş olduğu sistem İslami akideye aykırı değildir. O, vahyin akıl ile nasıl anlaşılabileceğinin reçetesini 17 C. Kaya, a.g.e., s. 51. 18 İbn Teymiyye, Der’ü Tearudi’l-Akl ve’n-Nakl, (thk: Abdüllatif Abdurrahman), Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut 1997, IV, 185, V, 25-26. 19 Bu konu hakkında şu nakiller meseleyi anlaşılır hale getirmektedir: Şifa’nın özellikle Fizik bölümünde İbn Sînâ, kuşkusuz Aristoteles’ten etkilenmiştir. Ancak o, Aristo’nun körü körüne takipçisi olmamıştır. Tam aksine, Aristoteles’in Fiziğindeki konuları yeniden düzenlemiş ve hatta “Gökyüzü Üzerine” adlı Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 94 yazmıştır. Hatta bu reçete o kadar güçlü olmuştur ki, Gazâlî, İbn Sînâ’nın peşinden giderek felsefe yapmayı tercih etmiştir.20 Sonuç olarak İbn Sînâ’nın imkân tasavvuru, gördüğümüz kadarıyla neredeyse tamamen metafizik bir olgu olarak karşımızda durmaktayken ve İbn Rüşd de bu konuda İbn Sînâ’yı Aristocu olamamakla suçlamaktayken, Gazâlî’nin “onların akıl hocaları Aristoteles’tir” demesi izah edilmesi mümkün olmayan bir iddia olarak karşımızda durmaktadır. 21 2. Gazâlî’de Tekfir’in Üç Meselesi ve İbn Sînâ’nın Cevapları: Gazâlî’nin filozofları küfür ile itham etmesinin İbn Sînâ’daki yansımalarını görebilmek adına, metin bağlamında karşılaştırmalar yapmak, makalenin seyri açısından belirleyici olacaktır. Bunun için öncelikle, Gazâlî’nin Tehafüt’ünde filozofların küfür ile itham edildiği ifadeler nakledilecektir. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta şudur: Gazâlî’nin Tehafüt’ünde yer alan en güçlü küfür ithamları; sanıldığı gibi birinci, on üçüncü ve yirminci meselelerde bulunmayıp;22 Tehafüt’ün giriş, mukaddime ve sonuç bölümünde yer almaktadır. Bunun çeşitli sebepleri olabileceği bilinmekle beraber, bu durum oldukça düşündürücüdür.23 eserinde Aristo’ya ait bazı konuları almakta tereddüt etmiştir. Bu yapısal değişiklikler ilk bakışta şaşırtıcı görülebilir. Ancak Şifa’nın “Medhal” bölümünü dikkate alacak olursak İbn Sînâ’nın dedikleri normal görünmektedir. O, bu bölümde; “bizim kitabımızda bulunup da öncekilerin kitabında bulunmayan hiç bir şey yoktur; fakat eğer bir şey alışılagelmiş yerinde bulunamazsa, daha uygun olacağını düşündüğüm başka bir yerde bulunabilir.” Bkz. İbn Sînâ, eş-Şifa, el-Medhal, (ed. G.C. Anavati, M. El-Hudeyri ve F. ElEhvani), Kahire 1952, s. 9-10; bkz. Jules Janssens, “İbn Sînâ: Önemli bir Bilim Tarihçisi”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 94. Benzer olarak Gazâlî; ‘evrenin kıdemi bir imkân değil, bir imkânsızlıktır’ demiştir. Aristo; ezeli varlıkta imkân ile varlığa gelmenin aynı anlama geldiğini savunmuştur. Varlık imkânları Aristoteles’e göre bi’lfiilliğe eşittir. İbn Sînâ’ya göre ise Aristo’dan farklı olarak mümkünün ve bi’l-filliğin birlikte var olması kabul edilemez. Bkz. Taneli Kukkonen, “Posible Worlds in the Tahafüt al-Tahafüt: Averroes on Plenitude and Possibility”, Journal of History of Philosophy: Jul 2000; 38, 3; Research Library Core, s. 334-341. 20 Bu konuyu destekleyen ifadeler için; bkz. Çelebi, a.g.b., s. 240-241. 21 İbn Rüşd, İbn Sînâ’yı, Aristoteles’in düşüncelerinden farklılığı ile eleştirmesi onun; metafizik boyutta imkân-kuvve arasında yakın bir ilişki öngören ve imkânı metafizik bir kavram olmaktan çok bir mantık terimi olarak ele alan Aristoteles’i takip ederek mümkünle bi’l-kuvve arasında bir özdeşlik ilişkisi kurduğu ve bil kuvvenin bi’l-fiil hale gelişinde kuvveden eser kalmadığı gibi zorunlu hale gelen mümkünün de aslında bir tür yokluk halini ifade eden imkân vasfını kaybettiğini düşündüğü şeklinde anlaşılmalıdır. İbn Rüşd’ün mümkün hakkında verdiği “var olmaya ve var olmamaya yatkın durumdaki yok” şeklindeki tanım da bu sonucu desteklemektedir. İbn Rüşd’e göre, İbn Sînâ’nın bu konudaki yöntemi Antik Yunan filozoflarının Tanrı’nın varlığını ispat etme yönteminden farklıydı. Antik Yunan filozofları Tanrı’yı hareket ve zaman gibi sonradanlık taşıyan argümanlarla ispat etmeye çalışırken, İbn Sînâ doğrudan doğruya varlığın tabiatına dair bir soruşturmadan hareketle bir ispat yöntemi geliştirmeye çalışmıştır. Bkz. C. Kaya, a.g.e., s. 272-273. 22 Bu meseleler içinde doğrudan net bir tekfir ifadesi bulunmamakla beraber tekfir sayılabilecek ifadeler mevcuttur. Bu tarz ifadeler ise sadece Tehafüt’ün on üçüncü meselesinde ve yirminci meselesinde bulunmaktadır. İlginçtir ki Tehafüt’ün birinci meselesinde her hangi bir tekfir ifadesi yer almamaktadır. Sadece bağlantılı bulunduğu meselelerde (üçüncü mesele gibi) bu tarz ithamlara rastlamaktayız. Birinci meselede Gazâlî’nin kafası biraz karışıktır. Çünkü onun, “bu içinden çıkılmaz bir meseledir”, şeklindeki söylemleri, en fazla bu meselede kendini tekrar etmektedir. 23 Hüseyin Atay bu durumun sebebini şöyle açıklar: “Gazâlî’nin bilimsel bakımdan asıl sorunu, önce- GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 95 a. Tehafüt’ün Mukaddime Bölümündeki Tekfir İddiaları: Gazâlî’nin bu bölümdeki tekfir iddiaları, Tehafüt’ün içindeki yirmi meseleye kıyasla daha kesin ifadeler barındırmaktadır. “Müslüman Meşşai filozofların inkâra sapmalarının asıl kaynağı Sokrat, Hipokrat, Eflatun, Aristoteles ve benzeri önemli isimleri duymuş olmalarıdır. Bu filozofları izleyen ve bu sebeple sapıtanlardan bir grubun, onların akıl güçlerini; yöntemlerinin güzelliğini, geometri, mantık, fizik ve metafizik hakkındaki bilgilerinin niceliğini; üstün zekâ ve anlayışa sahip olmalarından dolayı gizli meseleleri ortaya çıkarmada başkalarına üstün gelmeleri onları etkilemiştir. Onlar, bu filozofların, olgun akla ve birçok fazilete sahip olmakla birlikte, dini kaideleri ve inançları inkâr ettiklerine, din ve mezheplerin ayrıntılarını kabul etmediklerine, bu şeylerin oluşturulmuş kanunlar ve aldatıcı hilelerden ibaret olduğuna dair inançlarını bizlere naklettiler. Önceki filozofların inançları, bu anlatılanları duyan Meşşai filozoflarının yapılarına uygun düşünce, kendi anlayışları gereği faziletliler topluluğunda yer almak ve onların izinden gitmek; kendilerini halk yığınlarının telakkilerinin üstünde görmek ve atalarının diniyle yetinmeyip onu küçümsemek suretiyle küfür akidesini benimsemek onlara hoş göründü. Hakkı taklitten ayrılmanın; zarafet, gösteri ve batılı taklit etmenin bir güzellik olduğunu sanarak, bir taklitten ötekine geçmenin delilik ve budalalık olduğunun farkına varamadılar. Allah’ın yarattığı şu âlemde Hakkın yolundan çıkıp batılı tasdik edenden daha düşük seviyede kim olabilir? Bu kalın kafalıların nabzının ahmaklıkla çarptığını görünce bu kitabı yazmayı görev bildim. Amacım; önceki filozofların metafizik konusundaki inançlarının tutarsızlığını göstermek, görüşlerini reddetmek, aklı başında olanlar için karşılaşılacak tehlikeyi gözler önüne sermek ve bunun sıradan halk yığınlarındaki zeki kimselere ibret olmasını sağlamaktır. Taki Allah’a ve ahiret gününe iman konusunda önceki ve sonraki bütün önemli şahsiyetlerin görüş birliği halinde olduklarını, bu taklitçi zındıklar görsün. İşte onların öğretilerinin amacı budur.” 24 Gazâlî’nin Tehafüt’ün girişinde sarf ettiği bu sözleri, onun filozoflara karşı tutumunun hangi perspektifte olacağının sınırlarını çizmiştir. Bu hususta dikkat çeken bir diğer durum ise şudur: Gazâlî, İbn Sînâ’yı Aristoteles’in kuru bir taklitçisi olarak yansıtmaktadır. Buraya kadar İbn Sînâ’nın dini temayülünü ölçen Gazâlî, sözleki âlimlerden esinlenilmiş özetler yapmasıdır. En sonunda bilimle uğraşmaktan vazgeçip pasif ahlak öğretisi olan tasavvufta demirlemiştir. Onun en olumsuz ve zararlı fikirleri, haksız yere felsefecilere ve kelamcılara yönelttiği tekfir söylemlerini zirveye ulaştırmasından ve İslam’da tekfir geleneğinin âlimler arasında gelenek haline gelmesine örneklik yapmasındandır. Onun âlimler arasında tekfiri kolaylaştırması o kadar kök salmıştır ki dokuz yüz yıl sonra günümüz Türkiye’sinde bile tekfir izlerine rastlamak mümkündür. Gazâlî’nin “Tehafüt” kitabının önsözleri kitabın içindekilerden daha etkili ve daha yıkıcıdır. Bunları herkes anlar, içindekileri ise herkes anlamaz.” Bkz. Atay, a.g.b., s. 647-648. 24 Gazâlî, Tehafüt, s. 2-3. Gazâlî; el Munkız mine’d-Dalal adlı eserinde de filozofları, buradaki ifadelere benzer bir şekilde küfür ile itham etmiştir. Fakat buradaki cümleler yine oldukça sert bir içeriğe sahip olmakla birlikte, nedense Aristoteles’i diğer Yunan filozoflarına karşı daha aklı başında ve ne dediğini bilen bir konuma yükseltmektedir. İlgili bölüm için bkz. Gazâlî; el Munkız mine’d-Dalal (Dalaletten Hidayete), ter. Yapla Pakiş, İstanbul; Umran Yay., 1998, s. 45-46. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 96 rini Eski Yunandaki filozofların din algısına yöneltmektedir. Aristoteles’i; Eflatun ve Sokrates’e göre daha Müslüman kabul eden Gazâlî’nin25 İslam’dan önceki dönemde yaşayan filozofların dindarlık seviyesini ölçmesi ve onların ifadelerinin küfür barındırıp barındırmadığını değerlendirmesi garip bir ruh halidir. Dini konularda küfre düşüp düşmeme kriteri, Farabi ve İbn Sînâ için geçerli olabilecek bir öngörü iken, bu kriterin Aristo, Eflatun ve Sokrates için de yapılıyor olması aklı selim bir tavır değildir. Tehafüt’ün ikinci mukaddimesinde ise Gazâlî; Meşşai filozofların bazı dini konularda inkâra düştüklerini ifade etmektedir. Bu ifadeler şöyle başlar: “Âlemin yaratılmışlığı, Allah’ın sıfatları ve cesetlerin haşrine dair inanç esaslarına ilişkin hükümlerde filozoflar inkâra düşmüşlerdir. Onların bu konulardaki fikirlerinin yanlışlığı ortaya konulmalıdır.”26 Bu alıntıda dikkatimizi çeken önemli bir nokta şudur: Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı Tehafüt’ün birinci, on üçüncü ve yirminci meselelerinde küfre düşmekle suçladığını bilmekteyiz. Bu üç mesele hepimizin malumu olduğu üzere; Allah ile beraber âlemin kadim sayılması, Allah’ın tikelleri bilemeyeceği/tikel bilginin tümel bilginin kapsamında olmadığı ve ölümden sonraki hayat için bedensiz dirilişin gerçekleşeceği/ahiret ahvallerinin sembollerden ibaret olduğu konularıdır. Fakat Gazâlî’nin Tehafüt’ün mukaddime bölümünde vurguladığı küfür ifadeleri; âlemin kıdemi, cesetlerin haşri ve Allah’ın sıfatları hakkındadır. Gazâlî’nin buradaki çelişkisi; Allah’ın tikelleri bilemeyeceğine dair filozoflara yönelik bir tekfir iddiasında bulunmamasıdır. Bir diğer çelişki ise; Gazâlî’nin, filozofları Tehafüt’te, Allah’ın sıfatları konusunda bi’date düşmekle suçlamasına rağmen27, buradaki ifadesinde ise küfre düşmekle suçlamasıdır.28 b. Tehafüt’ün Üçüncü Meselesindeki Tekfir İddiaları: Gazâlî’nin bu meseledeki küfür ithamı, iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, onun İbn Sînâ’yı Allah ve âlem ilişkisinde; İlk İlke olan Allah’tan çokluğun sudur etmesinin kabulü neticesinde, İslam’ın tevhid ilkesini reddetmekle suçladığı tekfir iddiasıdır. Gazâlî’nin diğer tekfir iddiası ise; aslında İbn Sînâ’ya değil, Allah’ın sadece kendisini bildiği, zatının dışında hiç bir şeyi bilmediğini iddia eden bir kısım filozoflara yapılmaktadır. Fakat Gazâlî, kitabının amaç bölümünde, Farabi ve İbn Sînâ’yı küfre ve bidate düşmekle tenkit edeceğini söylediği için, buradaki küfür ithamı da doğal olarak Farabi ve İbn Sînâ’nın üzerine kalmaktadır. 25 Bahsi geçen kıyaslama için bkz. Gazâlî, el Munkız mine’d-Dalal, 1998, s. 45. 26 Gazâlî, Tehafüt, s. 8. 27 Allah’ın sıfatları konusunda Gazâlî’nin filozofları bidate düşmekle suçladığı konusunda bkz. Gazâlî, a.g.e., s. 97-110; el-Munkız, s. 55-56. 28 Allah’ın sıfatlarının izahı hakkında; Gazâlî ve İbn Sînâ’nın benzer tanımlamaları için bkz. İbn Sînâ, İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat/Metafizik II, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul; Litera Yayıncılık, 2005, s. 113; en-Necat fi’l-Mantık ve’l-İlahiyat, çev. Kübra Şenel, İstanbul; Kabalcı Yayınları, 2013, s. 229; Gazâlî, Tehafüt, s. 91-92; Mübahat Türker Kuyel, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1956, s. 161. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 97 Gazâlî’nin İbn Sînâ’nın tevhid ilkesini reddettiğini iddia ettiği cümlelerinin özeti şu şekildedir: “Filozoflar her bakımdan bir olan şeyden (yani İlk İlke’den), farklı iki şeyin sudur edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu şekilde filozoflar tevhidi bırakıp İlk İlke’de çokluk olduğunu söylemişlerdir. Biz bu kitapta filozofların tezleri hakkında şüphe uyandırdık. Bize göre Bir’den iki şeyin çıktığını söyleyen kişi tevhit akidesine karşı gelmiş olur. O halde bu işlerin ilkeleri (evrenin yaratılışı, varlığın suduru, Tanrı–varlık arasındaki ilişki, gökküresinin nefsi ve cirmi) Peygamberler tarafından ortaya konulmuştur. Hz. Muhammed; ‘Allah’ın yarattıklarını düşünün fakat O’nun zatını düşünmeyin’, buyurmuştur.”29 Sudur teorisi, Allah’ın âlemi, nasıl yarattığını açıklamaya değil, âlemdeki çokluğun Allah’tan nasıl var olduğunu açıklamaya yönelik bir teoridir. Ancak Gazzâli, filozofların kâinattaki çokluğu ve çeşitliliği açıklamak amacıyla ortaya koydukları sudur teorisinin delillerinin geçersiz olduğunu ve bu teorinin tevhide zarar verdiğini ifade ederek, filozofların âlemin kıdeminin kabulü ile yaratmayı uzlaştırmak için sudur teorisini geliştirdiklerini düşünmektedir.30 İbn Sînâ’nın sudur anlayışını Tanrı’nın üçlü taksimi şeklinde anlayan bir Gazâlî için, sudurun tevhidi ortadan kaldırdığı gibi bir yorumun kabul edilmesi gayet normal bir durumdur. Gerçekte ise İbn Sînâ, suduru, varlık süreci hakkında bir mekanizma olarak kabul eder. Varlık, İlk İlke’den yani tek ve bir Allah’tan taşar. Allah çoklukla ilişkisi olmayandır. İlk İlke’den taşan İlk Sebepli, bünyesinde çokluğu barındırandır. İbn Sînâ’ya göre Allah, sudur sürecinin kapsamında sıradüzenin bir parçası olarak kabul edilmez. Fakat Gazâlî Plotinos’un sudur sıralamasından31 yola çıkarak İbn Sînâ’yı küfür ile itham etmiştir. Hatta İbn Sînâ; her varlığın bir illeti gerektirmesi tartışmasında, bunu kabul etmeyen bir topluluğu tevhid ilkesini ihlal ettikleri gerekçesiyle ciddi bir şekilde eleştirmiştir. İbn Sînâ’nın “onlar” diye bahsettiği bu grup Allah-âlem ilişkisinde akıl almaz şeyler söylemektedirler: “Onlar bazen ‘bir şey var edildiği zaman artık faile ihtiyaç ortadan kalkar’ derler. Hatta tıpkı bina ustasının yok olması ve buna rağmen binanın ayakta durmasında olduğu gibi ‘Şayet fail yok olsa bile mefulün var olmaya devam etmesi caizdir.’ 29 Gazâlî, Tehafüt, s. 77-78. 30 Kemal Sözen, “Gazali’nin Sudur Teorisini Eleştirisi”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt,13, Sayı: 3-4, Ankara 2000, s. 408. 31 Plotinos’a göre sudur doktrini kısaca, her şeyin Bir’den taşması ve hiyerarşisidir. Fakat bu hiyerarşi mantıksal bir sıralamada olup, varlığın zamansal ve kronolojik bir sıralaması değildir. Buraya kadar İbn Sînâ’nın da benimsediği gibi Bir’den nizami bir sudur süreci yaşanmaktadır. Fakat Plotinos’un Bir’den çıkan Nous ve Dünya Ruhu (âlem) diye dillendirdiği şeylere de Bir ile beraber eşdeğer kıdemiyet vermesi İbn Sînâ’dan farklı bir sudur çehresi ortaya çıkarmaktadır. Bkz. Mohammed Noor Nabi, “Plotinos ve İbn Sînâ’nın Felsefi Sistemlerinde Sudur Nazariyesi”, çev: Osman Elmalı, H. Ömer Özden, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, Erzurum 2010, s. 1. Ayrıca bu konuda bkz. Plotinos, Enneades, Emile Brehier, Paris 1931, s. 33; bkz. Murtaza Korlaelçi, “Plotinos’un Sudur Anlayışı ile İbn Sînâ’nın Sudur Anlayışının Mukayesesi”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 231. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 98 derler. Daha da ötesi onların pek çoğu; ‘Allah için yokluk caiz olsa O’nun yokluğu âlemin varlığına zarar vermezdi.’ demekten bile çekinmezler.32 Çünkü onlara göre âlem; Allah’a, kendisine varlık vermesinde yani yokluktan varlığa çıkarmasında ihtiyaç duyar ve böylece bunu yapmakla fail olur. Allah fiilini yapmış ve âlem içinde yokluktan sonra varlık meydana gelmiş ise nasıl olur da bundan sonra o (âlem) faile ihtiyaç duyacak şekilde yokluktan varlığa çıkar? Ve onlar; ‘Eğer âlem var olması bakımından Allah’a ihtiyaç duyar ise var olan her şey başka bir var ediciye ihtiyaç duyar ve bu durum sonsuza kadar devam eder.’ dediler. Biz bu konuda inanılması gerekenleri açıklamaktayız.33 Zorunlu Varlık’ın bir olmasının zorunluluğu, İslam’ın tevhid ilkesini en güzel şekilde yansıtmaktadır. İbn Sînâ’nın, Zorunlu Varlık’ın özelliklerini anlattığı şu cümleleri, söylediklerimizi daha iyi anlatacaktır: “Zorunlu Varlık; ne görecelidir, ne değişkendir ne de çokluktan oluşmuştur ve ne de kendine özgü varlığı başka bir varlıkta ortaktır. Zorunlu Varlık’ın illeti yoktur, varlığı her hangi bir varlıktan olanın varlığı başkasından geldiği için (yani illetli olduğu için) zatı açısından onun varlığı mümkün olmaz. Zorunlu Varlık’ın illetinin olmaması ortaya çıkarmaktadır ki; bir şeyin hem zatı gereği, hem de başkası nedeniyle zorunlu varlık olması mümkün değildir. Çünkü varlığında bir başka varlığın tesiri olan şey, zatı gereği zorunlu varlık olamaz.”34 İbn Sînâ’ya göre; bazıları, Zorunlu Varlık’ın bir olduğu konusunda hem fikir olmuşlar ve hem de gruplara bölünmüşlerdir.35 İbn Sînâ bu durumu tartıştıktan sonra, kendi görüşünü, bu öğretilerden belirgin olarak ayırmış ve nihayetinde şu önemli cümleyi kurmuştur: “İşte bunlar öğretilerin ifadeleridir. Zorunlu Varlık’ın bir olduğunu kabul ettikten sonra heva ve hevesin ile değil aklınla seçim yapmak sana kalıyor.”36 Sonuç olarak İbn Sînâ ontolojisinde, Zorunlu Varlık kadimdir. Varlığı âleme takaddüm etmektedir. Varlığı mantıksal olarak O’nun varlığından sonra geldiğine göre âlem, varlığı bakımından kadim değildir.37 Eğer İbn Sînâ âlemin kadim olması iddia32 İbn Sînâ ise tam aksine âlemin varlığı Allah’ın varlığının zorunlu olarak sonucudur, demektedir. Âlemin varlığı Allah’ın varlığının bir delilidir, bu sebeple âlem zorunlu varlığa bağlı olduğu için zorunludur. 33 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat (İşaretler ve Tenbihler), çev. Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 134. 34 İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat, Metafizik I, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul 2004, s. 36. 35 İlgili tartışmalar için bkz. İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat, s. 140-141. 36 İbn Sînâ, a.g.e., s. 142. 37 İbn Sînâ’ya göre âlemin kendine göre bir başlangıcı vardır. Bu kabul Gazâlî ve İbn Sînâ arasında cereyan eden “âlemin kıdemi” tartışması açısından oldukça önemlidir. Bu durumun izahı İbn Sînâ tarafından Danişname’de şu şekilde verilmiştir: “Varlığı mümkün olan mevcudun varlığı başka bir şey iledir. Sonradan meydana gelme işte budur. Aynı şekilde diğer nedenler Zorunlu Varlık’ta son bulur. Zorunlu Varlık birdir. Bu durumda diyebiliriz ki, âlemin âleme benzemeyen bir başlangıcı vardır. Âlemin varlığı O’ndandır. O’nun varlığı zorunludur. O’nun varlığı kendindendir. Daha doğrusu o, gerçekte salt varlıktır. Her şeyin varlığı O’ndandır. Nitekim mesela; Güneşin aydınlığı kendisindendir. Her şeyin aydınlanması onunla ilintiseldir. Güneşin ışığının kendisiyle kaim olduğu doğrudur. Fakat Güneşin ışığının mevzuunun GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 99 sında bulunmuş olsaydı, kendi ontolojisi ile dehşet verici bir çelişkiye düşmüş olurdu. Nitekim düşmemiştir. Âlemin kıdemi etrafında sürdürüle gelen tartışmalar Zorunlu Varlık’ın İlk Sebep olarak yetkinliğini ve varlık verme faaliyetinin sürekliliğini O’nun için bir eksiklik görme alışkanlığından kaynaklanmaktadır.38 Gazâlî’nin bu husustaki itirazları, anlaşılacağı gibi, İbn Sînâ’nın başka grup ve anlayışları eleştirirken kullanmış olduğu cümlelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla Gazâlî’nin bu konudaki tekfir ithamı geçerliliğini yitirmektedir. Gazâlî; üçüncü meseledeki diğer tekfir iddiasında şöyle bir yanılgıya düşmüştür. Gazâlî; Allah’ın sadece zatını bilebileceğini iddia eden filozoflar ile İbn Sînâ’yı ayırmıştır. Fakat Tehafüt’ün, genel itibariyle İbn Sînâ’nın felsefesine karşı yazılmış bir reddiye olduğunu bildiğimize göre, buradaki tekfir iddiasının muhatabının İbn Sînâ olmaması gerekir. Buna rağmen Gazâlî; hedefinin bahsi geçen iki filozofun görüşünü çürütmek olduğunu açıklamasına rağmen, bu iki filozofun görüşünü Tehafüt içerisinde diğer filozofların ve grupların (mesela Dehriyyun/Materyalist filozoflar, Tabiatçı filozoflar veya Mu’tezile gibi kelamcılar) görüşleriyle karşılaştırmış, bahsedilen felsefi anlayış ve ekollerin görüşlerinden kendisine uyanları İbn Sînâ’ya karşı kullanmış, kendisine uymayanları ise İbn Sînâ’nın, o görüşleri desteklediği veya o görüşlere dâhil olduğu gibi bir iddiada bulunarak eleştirmiştir. Gazâlî’nin “O halde Allah’ı ve sebepler sebebi olan bir sebebi inkâr eden materyalistlerin (dehriyyun) iddiasını siz de tekrarlayın.”39 gibi sözleri bu durumun nasıl cereyan edeceğini göstermektedir. Burada normal olmayan durum Gazâlî’nin, bazı filozoflara ait, İslami anlayışa aykırı olan bu görüşleri; sanki İbn Sînâ’ya aitmiş gibi ya da İbn Sînâ’nın desteklediğini yansıtan bir şekilde sunmasıdır. Bunun örneği üçüncü meselenin ikinci tekfir suçlaması olarak nakledeceğimiz şu ifadelerdir: “Denilirse ki; ‘İlk İlke ancak özünü akleder, özünü akletmesi özüyle aynıdır. Öyleyse akıl, akleden ve akledilen birdir ve İlk İlke kendinden başka şeyi akletmez.’ Buna iki şekilde cevap verilir. Birincisi; İbn Sînâ ve diğer muhakkikler çirkin bulduklarından bu öğretiyi terk etmişler ve İlk İlke’nin özünü, kendinden taşıp çıkan şeylerin olması böyle değildir. Zorunlu Varlık’ın varlığının mevzuu yoktur. Bilakis kendi kendisine kaimdir.” Bkz. İbn Sînâ, Danişname-i Alai/Alai Hikmet Kitabı, (Hikmetü’l-Alaiyye Nüshası, h. 1067), ter: Murat Demirkol, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul 2013, s. 238-240. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekmektedir. İbn Sînâ, âlemin ve hatta onun içindeki maddenin mevcudiyetinin zamanın içinde olmadığını açıkça belirtmekle beraber, hiçbir eserinde âlemin kadim olduğunu söylememektedir. Bkz. Muhammet Özdemir, Gazâlî’nin Tehafütü’l-Felasife Adlı Eserinde Üç Meselenin Ele Alınışı ve İbn Sînâ’nın Görüşlerinin Mukayesesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2012, s. 91-92. Bu görüş Fahreddin Razi tarafından da desteklenmektedir. Onun “Şerhu’l-İşara” eserinde âlemin kadim olduğu kavramı, âlemin ontolojik kıdemine değil, Tanrı’nın ezeli fiili olduğuna vurgu yapmaktadır. Tanrı, varlık verici olarak kusursuz olduğuna ve bu yüzden varlık vermesi hiç bir şekilde kesintiye uğramadığına göre, âlemin böyle bir failin fiili olarak süreklilik arz ettiğini düşünmek gerekir. Kısacası varlık verme sürekliyse, varlık verilen de süreklidir. Bu görüşten âlemin varlığının ontolojik kıdeme sahip olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü İbn Sînâ’nın sistemi gereği yalnızca el-Evvel kadimdir. Bkz. İlhan Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 105. 38 Kutluer, a.g.e., 2002, s. 16. 39 Gazâlî, Tehafüt, s. 39. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 100 taşmasının ilkesi olarak, diğer var olanların hepsini de cüzi olarak değil, külli olarak aklettiğini ileri sürmüşlerdir. Zira onlar (yani İbn Sînâ dışındaki bazı filozoflar) ‘İlk İlke’den ancak bir akıl çıkar, sonra İlk İlke kendinden çıkan aklı bilmez. Zira Allah sadece özünü bilirken, bu akıl hem özünü hem de başka şeyi bilmektedir. Şüphesiz ki hem başka şeyi hem de özünü bilenin derecesi, bu durumda sadece özünü bilenden daha yüksektir. Filozofların Allah’a saygıda aşırıya kaçan bu görüşleri, onları saygıdan anlaşılan her şeyi geçersiz kılma noktasına getirmiş, Yüce Allah’ı da âlemde meydana gelen şeylerden haberi olmayan bir ölü durumuna düşürmüştür. Ancak O’nun ölüden tek farkı, kendi özünü bilmesidir.”40 Görüldüğü gibi Gazâlî, eleştirisini yapacağı görüşü, öncelikle İbn Sînâ’nın görüşleriyle beraber harmanlamıştır. Böylece ortaya hem İbn Sînâ’nın felsefi anlayışını anımsatan (özellikle sudur konusunda), hem de İlk İlke’nin sadece kendi zatını bildiğini iddia eden İbn Sînâ dışındaki filozofların görüşünü yansıtan eklektik bir iddia çıkmıştır. Bu iddia o kadar önemlidir ki; Gazâlî, buradan filozofları (ki buradaki kasıt doğal olarak İbn Sînâ’dır) küfür ile itham etmiştir. Bu ifadelerdeki durum, İbn Sînâ’nın söylediklerinden dolayı Gazâlî tarafından küfür ile itham edilmesi değil, İbn Sînâ’nın da kabul etmediği bazı görüşlerin yansıtılmasıyla oluşan iddiadan dolayı küfürle itham edilmesidir. İbn Sînâ’nın bu konudaki söylemleri geniş bir yelpaze sunmaktadır. Onun sunduğu bu yelpazenin özet cümleleri şu ifadelerde toplanabilir: “Zorunlu Varlık’ın iradesi, bilgisinden ne zat ne de anlam olarak farklı değildir. Onun bilgisi, iradesinin kendisidir. Onun kudreti her şeyi akleden akıldır. O, her şeyin ilkesidir, her hangi bir şeyin varlığına dayanmaz. Onun iradesinin varlığın taşmasındaki bir amaçla ilgisi yoktur. O, sudurun kendisinden başkadır. O’nun iradesi cömertliğin kendisidir. O’ndaki sıfatlar O’nun zatında ne çokluğu ne de farklılığı gerektirir.”41 “Allah aynı zamanda (anda) hem mukaddim hem mukaddemdir. Vacibu’l-Vücud ve O’nun birliği, bütünün O’ndan oluşup, O’nun varlığından meydana geldiği ve zatını da bildiği ispatlandı. Zatını bildiğine, bilgisi vakıaya (realiteye) uyduğuna, kendisi de bütün mevcudatla gerçeklerin ilkesi olduğuna göre; O’nun ilminde gökte ve yerde hiç bir şey gizli kalmamaktadır. Dahası var oluşa gelen her şey O’nun sebebiyle olmaktadır. O, sebeplerin sebebidir. Dolayısıyla Vacibu’l-Vücud; sebebi, mucibi ve yaratıcısı olduğu her şeyi bilmektedir.”42 Dolayısıyla İbn Sînâ’ya göre Tanrı’nın külli bilgisi Gazâlî’nin iddia ettiği gibi bi’lkuvve bir bilgi değildir. Çünkü İbn Sînâ’nın Tanrı’sına göre bilmek ile yaratmak aynı şeydir ve aynı anda meydana gelir. Bilmek ve yaratmakta öncelik ve sonralık yoktur ki 40 Gazâlî, a.g.e., s. 71-72. 41 İbn Sînâ, en-Necat fi’l-Mantık ve’l-İlahiyat, 2013, s. 228. 42 İbn Sînâ, Risaletü’l-Arşiyye fi Tevhidi Teâlâ ve Sıfatihi, Haydarabat 1335 h. s. 9-14. Bu konuda İbn Sînâ’nın diğer ifadeleri için bkz. İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat, s. 165; İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat/ Metafizik II, 2005, s. 112. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 101 Tanrı’nın bilgisi için bi’l-kuvve tabiri kullanılsın. O’nun bilgisi her an bi’l-fiil bilgidir. Zat, sıfat aynı, ilim ve yaratma aynı ve bunlar da aynı zamanda hem mukaddim hem de mukaddem ise bi’l-kuvve diye bir şeyden bahsetmek mümkün görünmemektedir.43 İbn Sînâ’nın bu ifadeleri Gazâlî’nin önemli bir çelişkisini ortaya çıkarmaktadır. İbn Sînâ’ya göre Allah, sudurun içinde bir varlık değildir. Sudur, varlıkların kaynağının İlk İlke olan Allah’a dayanmasını öngörür. Gazâlî, sudur teorisinden yola çıkarak İbn Sînâ’nın; Allah ile âlemi aynı süreçteki iki ezeli olarak değerlendirildiğini iddia etmiştir. Oysa İbn Sînâ Allah’ı her türlü varlıkla eşdeğer kılmaktan tenzih etmiştir. Tehafüt’ün üçüncü meselesindeki tekfir ithamlarının nihayetinde ulaşılan sonuç şudur: İbn Sînâ’nın sudurcu yaratma teorisine göre İslam’ın tevhid ilkesinin ortadan kalktığı iddiasına yönelik olarak Gazâlî; Tehafüt’te, İbn Sînâ adına ciddi bir bilgi deformasyonu gerçekleştirmiştir. Bu noktada, Allah ile âlem ilişkisini aynı özelliklere sahip iki şeyin karşılaştırması olarak değerlendirmiştir. Oysa İbn Sînâ, bu meseleyi “ontolojik eşitsizlik” bağlamında incelemiştir. İbn Sînâ’ya göre Tanrı eşi ve benzeri olmayandır. Âlem ontolojik anlamda Tanrı’nın eşiti veya benzeri değildir. İbn Sînâ, hem sudur nazariyesinin ispatında gördüğümüz, hem de sebep-sebepli ilişkisinden öğrendiğimiz kadarıyla, felsefi sisteminin temeline “tevhid” ilkesini yerleştirmiştir. Böyle bir inanç, onun metafiziksel sistemiyle birleştiğinde, Tanrı-âlem eşitliği gibi tutarsız bir dayatma ortaya çıkarmamaktadır. Gazâlî, sebep-sebepli ilişkisini zamansal ve mekânsal anlamda Tanrı-âlem birlikteliği olarak düşünmüştür. Bu algı da doğal olarak Tanrı ve âlemden her ikisini ontik anlamda eşitlemiştir. İbn Sînâ’ya göre âlemin kıdemi konusu, Gazâlî’nin düşündüğü Tanrı ve âlem ikilemi etrafında şekillenen bir kıdem değildir. İbn Sînâ’nın kastı; ay altı âleme yönelik sonsuzluk gibi görünen algının kaynağının ay üstü âlemden yukarı doğru devam edip, İlk İlke’ye ulaşan sudur sürecinin sonlanması ile ilgili bir sonsuzluktur. Bu sebeple İbn Sînâ’ya göre mutlak anlamda sonsuz, sadece İlk İlke’dir. Zaten İlk İlke’nin sonsuzluğu, sudur ile açıklanırken; madde, hareket ve zamana ait, varmış gibi algılanan sonsuzluk; metafiziğin değil, fiziğin bir konusudur. Sonsuzluğun metafizik ile bağlantısı, Allah ve âlem ilişkisinde, imkân kavramının kullanımında karşımıza çıkmaktadır. İbn Sînâ bu durumu yoktan yaratmacı anlayış ile değil, yaratmacı sudur anlayışı ile açıklamaktadır. Bu konuda yapılan çalışmaların en büyük eksikliği, iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki; İbn Sînâ’daki imkân kavramının sonsuzluk ile açıklanıyor olmasıdır. Diğeri ise; özellikle zaman, madde ve hareketle yakından ilişkili olan sonsuzluk konusunun ay altı âlem ve ay üstü âlem ayırımı yapılmadan açıklanmaya çalışılmasıdır. 43 Deniz, İnsan Hürriyetinin Metafizik Temelleri, Litera Yay., İstanbul 2010, s. 92-93. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 102 c. Tehafüt’ün On Üçüncü Meselesindeki Tekfir İddiası: Filozofların Tehafüt’te küfür ile itham edildiği üç meseleden birisi olarak bildiğimiz, Allah’ın tikelleri bilemeyeceği iddiasına dayanan bu meselede, tekfir iddiası anımsatan şu ifadeler sarf edilebilir: “(Siz filozoflara göre) Allah; Zeyd, Amr ve Halid’e ilişkin ayrıntıları bilmeyip, sadece mutlak insanı, ona ait ayrıntıları, özellikleri, bedenin birçok organdan oluştuğunu, bunların her birinin fonksiyonunun olduğunu ve bunun gibi şeyleri külli bilgisiyle bilir. Bu şekilde, insanoğlunun iç ve dış organlarına ait nitelikler, her türlü ayrıntısına kadar Allah’ın ilminden gizli kalmaz. O her şeyi külli olarak bilir. Birey olarak Zeyd’in Amr’dan ayrılmasını gerektiren akıl değil, duyu olduğu için bunlar (Zeyd ve Amr hakkındaki tek tek bilgi) hakkındaki bilgi külli değil tikel bilgidir. Akıl, mutlak yön ve mekânı külli olarak düşünür. Bizim ‘bu’, ‘şu’ gibi işaretlerimiz, algılanan ve algılayan organa nispetledir. Ve burada bir ‘yön’ söz konusudur. Akıl için bu bilgilerin bu formatta bilinmesi imkânsızdır. İşte filozofların bu kuralına (tikeller duyu vasıtasıyla, tümeller akıl vasıtasıyla bilinir) göre; Zeyd Allah’a isyan veya itaat edecek olsa onun durumundaki değişimi Allah’ın bilemeyeceği, Zeyd’in fert olarak bilgisinin, değişen bilgi olmasından dolayı Allah tarafından bilinemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Allah Zeyd’i bilmeyince onun fiil ve durumunu bilemeyecek; hatta Zeyd’in kâfir veya Müslüman olduğunu değil, mutlak insanın kâfir veya Müslüman olduğunu bilecektir. Aslında filozoflar şöyle demek istemiştir: Hz. Muhammed peygamberliğini ilan ettiği halde Allah onun bu ilan etme halini bilmemektedir. Allah tek tek peygamberleri bilmez, insanların arasından peygamberlik ilan edenleri ve onların bir takım niteliklere sahip bulunduğunu bilir. Belirli bir şahsın peygamberliğini bilmez. Çünkü bu durum duyu ile bilinebilecek bir durum olduğu için, Allah duyudan kaynaklanan şeyleri bilmez. Zira belirli bir şahsın zaman açısından değişen durumlarını bilmek, o şahısta değişimi (başkalaşmayı) gerektirir.”44 Tehafüt’te yer alan bu ifadelerin ilk paragrafı, Gazâlî’ye göre filozofların bu konudaki iddialarından oluşmaktadır. Alıntının ikinci paragrafı ise ilginçtir ki, filozofların bu iddialarıyla ne anlatmak istendiğinin, Gazâlî tarafından yorumlanmasından oluşmaktadır. Gazâlî’nin, filozoflar hakkında peygamberliğin inkârı boyutuna kadar götürülen sübjektif yorumundan meydana gelen küfür ithamlarının ne kadar geçerli olduğu, bu vesileyle tekrar sorgulanmalıdır. Gazâlî’nin bu iddialarına İbn Sînâ’nın cevabı; Allah’ın bilgisinin tümel ve tikel süreçleri kapsayan ve her şeyi kuşatan bir bilgi olduğu anlamına gelebilecek sözleriyle verilebilir. İbn Sînâ’nın eserleri incelendiğinde, bu konuda kesin hükümlere oldukça yoğun olarak rastlanılmaktadır. Bu ifadelerin hepsini burada nakletmek mümkün görünmemektedir. Bu sebeple, burada, Gazâlî’nin “Allah’ın tikel bilgiyi bilmediğine dair” filozof ithamının cevabı, kapsayıcı ve özet bir nakil ile verilecektir. İbn Sînâ’ya göre: 44 Gazâlî, Tehafüt, s. 136-137. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 103 “Vacibu’l-Vücud zatıyla bilendir. Başkalarını bütün malumatıyla bilmektedir. Her şeyi bir tek bilgi ile bilinenin varlığı ve yokluğundan dolayı ilminde değişme olmayacak şekilde bilmektedir. Vacibu’l-Vücud ve O’nun birliği, bütünün O’ndan oluşup, O’nun varlığından meydana geldiği ve zatını da bildiği aşikârdır. Varlığa gelen her şey O’nun sebebiyle olmaktadır. O, sebeplerin sebebidir. Dolayısıyla Vacibu’l-Vücud; sebebi, mucibi ve yaratıcısı olduğu her şeyi bilmektedir.” 45 Yani Zorunlu Varlık, her şeyi tümel bilgi ile bilir.46 Onun akletmesi ancak tümel bir tarzdadır.47 Bununla birlikte, hiçbir tikel şey O’na gizli kalmaz. “Göklerde ve yerde zerre ölçüsünde hiçbir şey O’na gizli değildir.48 Bu, tasavvuru büyük bir lütfa gerek duyan49 sırlardandır.”50 Gazâlî’nin arzusu; aslında İbn Sînâ’nın, Allah’ın cüz’ileri bilmediği iddiasında olduğunu göstermektir. Gazâlî’ye göre; İbn Sînâ’nın, Allah’ın bilgisinin zamandan ve değişimden bağımsız olmasına rağmen, Allah’ın her şeyi bildiğini iddia etmesi bir karışıklığa sebep olmaktadır. Bunun sonucu olarak Gazâlî’nin yapmaya çalıştığı şey, İbn Sînâ’nın aslında Allah’ın cüz’îleri bilmediği görüşünde olduğunu ispatlamaktır. Gazâlî, İbn Sînâ’nın Allah’ın cüz’îleri bildiği iddiasını ciddiye almak istememektedir, zira eğer İbn Sînâ’nın beyanını ciddiye alsa, bu takdirde felâsifenin bir bütün olarak Allah’ın cüz’îleri bilmediği görüşünde karar kıldıklarını savunmak ve bir grup olarak filozoflar hakkında dinî bir hüküm vermek imkânsız olacaktır.51 Bu sebeplerden dolayı Gazâlî, filozofları eleştirirken, onların öncüllerinden yola çıkmakta, fakat sonuçta sadece kendi argümanlarını ciddiye almaktadır. 45 İbn Sînâ, Risaletü’l-Arşiyye, 1335 h., s. 8-9. 46 İbn Sînâ, Danişname, s. 248-250. 47 O, her şeyi tümel bir şekilde bilir, tikel olan da onun içinde vardır. Bu bilme tarzı, İbn Sînâ tarafından eşyaları eşyalardan bilmeyi dışlayan fiili bir bilme tarzı olarak açıklanır. Bkz. Aygün Akyol, “Zorunlu Varlığın Tikellere Dair Bilgisi Üzerine: İbn Sînâ-Şehristani Merkezli Bir Tartışma”, H.Ü.İ.F.D., 2006/2, c. V, S. 10, s. 115. 48 Bu anlama gelen ayetin Kur’an’daki tam metni şöyledir: “Küfre sapanlar şöyle dediler: “Kıyamet saati bize gelmez.” De ki: “Hayır, öyle değil! Gaybı bilen Rabbime and olsun ki, o size mutlaka ve mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile Rabbimden gizli kalmaz. Zerreden daha küçük veya daha büyük hiçbir şey istisna olmamak üzere, her şey apaçık bir Kitap’ta belirlenmiştir.” (Sebe, 34/3). Bu ayetin Gazâlî’deki ifadesi ise şöyledir: “Filozoflara göre; yerde ve gökte zerre ağırlığında bir şey Allah’ın ilminin dışında değildir. Allah tikelleri bir tür tümel bilgiyle bilir.” Bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 134-135. 49 Bu cümlenin bir diğer tercümesi: Bu, kavranması çok ince bir anlayış gerektiren garip meselelerdendir. Bkz. İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat II, nşr. G. Anawati, Said Zayid, Kahire 1960, s. 358. Bkz. Kutluer, a.g.e., s. 153. 50 İbn Sînâ, Metafizik II, s. 104-105. en-Necat, s. 225. 51 Rahim Acar, “Allah’ın Cüz’ileri Bilmesi: Klasik İbn Sînâ Yorumunun Değerlendirilmesi”, Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, S. 20, 2006-1, s. 103. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 104 ç. Tehafüt’ün Yirminci Meselesindeki Tekfir İddiası: Gazâlî yirminci meselenin giriş cümlesinde, filozofların bedenlerin haşri konusundaki görüşlerinin, Müslümanların itikadını bozduğunu ve İslam’a aykırı düştüğünü söylemektedir.52 Fakat onun bu konudaki tekfir iddiası dikkat edilirse, ahiret hayatının inkârı noktasında gerçekleşmeyip, ahiret hayatının ahvali ile ilgili olarak bedenlerin dirilişi ve ahiret hallerinin tasvir ve teşbihlerle anlatıldığı noktasında gerçekleşmektedir. Gazâlî bu mevzuda, filozoflara üç farklı tekfir ithamında bulunmaktadır. Bu ithamlardan ilki bedensiz diriliş hakkında, diğer ikisi ruh-beden bağlamında incelenen sebeplilik meselesi kapsamında karşımıza çıkmaktadır. Yirminci meseleyi iki bölüm halinde inceleyen Gazâlî’nin küfür ithamlarından belirgin olanı; sanıldığının aksine bedensiz diriliş meselesinden değil, ruh-beden bağlamında incelenen sebeplilik meselesinden gelmektedir. Bedenle dirilişin inkârı meselesinde, Gazâlî’nin filozoflardan nakli şu şekildedir: “Filozoflar; nefislerin sonsuz, maddenin ise sonlu oluşundan hareketle, bağımsız bir cevher olan nefsin ölümden sonra baki olduğu, bu sebeple de bedenin diriltileceği ve bu bedenle dirilişin aynı bedenle olabileceği gibi her hangi bir bedene döndürülüş ile de mümkün olabileceği gerçeğini inkâr etmektedirler. Ruhların sonsuzluğu ve bedenlerin ölümden sonra ruhlarla beraber diriltileceği inancı dinin aslına uygun olup, filozoflar bunu kabul etmek zorundadırlar. Bu görüşün aksini savunan filozofların görüşü, âlemin kadim olmasına ve devirlerin sürekli birbirini izlediği fikrine dayanmaktadır. Hâlbuki âlemin kıdemine inanmayan bir kimseye göre bedenlerden ayrılan nefisler sonludur ve sayıca mevcut maddelerden fazla değildir. Nefislerin daha çok olduğu kabul edilse bile, yüce Allah yeni baştan yaratmaya kadirdir (işte filozoflar bunu inkâr etmişlerdir). Bunun inkârı yüce Allah’ın yaratmaya gücünün yettiğinin inkârı demektir.”53 Anlaşıldığı kadarıyla Gazâlî meseleyi; âlemin kıdemi, zamanın ve cismin kadim olması gibi filozoflara ithaf edilen çeşitli tartışmalarla bağlantı kurarak, sun’i bir tekfir iddiası yaratmak istemiştir. Bu reddiye dâhilinde Gazâlî’nin haklı olduğu tek yön, bedenlerin tekrar nefislerle beraber diriltileceği (bedenli diriliş) konusunda İbn Sînâ’nın bedensiz dirilişi kabul ettiği yönündeki temayüldür. Fakat Gazâlî bu meseleyi, cismin kadim olmasına kadar ilgili-ilgisiz konulara bağlayarak zihinleri bulandırmaktadır. Gazâlî’nin bu iddialarına karşılık İbn Sînâ, öncelikle nefislerin sonsuzluğunu ve ölümsüzlüğü fikrini savunmaktadır. Yeni bir bedenin oluşumu İbn Sînâ’nın kabulünde vardır fakat yeni bir nefsin yaratılması kabul edilemez. Bununla beraber özellikle İbn Sînâ sisteminde tenasüh inancı kesin olarak reddedilmektedir. İbn Sînâ, nefsin ölümsüzlüğü hakkında şu ifadeleri sarf eder: “Biz nefsin, bedenin ölmesiyle ölmediğini ve aslen bozuluşu kabul etmediğini söyleriz. Onun bedenin ölmesiyle ölmesine gelince, her şey başka bir şeyin bozuluşu 52 Gazâlî, Tehafüt, s. 207. 53 Gazâlî, a.g.e., s. 218. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 105 ile bozuluşa uğradığından, o buna bir çeşit bağlılık ile bağlıdır. Nefsin bedene olan bağlılığı malulün zati bir illete bağlılığı gibi değildir. Beden ve mizaç ilineksel olarak nefsin illetidir. Beden, nefsin aleti ve alanıdır. Nefsin varlık kaynağı kendisindeki güçten değildir. Nefsin varlığını veren, cismin dışında bir şeydir, cisimde bulunan bir kuvve değildir. Aksine o, kaçınılmaz olarak cismin dışında olan başka bir cevherdir. Bu anlamda nefis ve beden, biri diğerinden önce olan değildir. Hepsinin üstüne nefis bedenden farklı olarak basittir, madde ve surete bölünmez. Bununla birlikte nefis, bozuluşa uğramaz. Çünkü bozuluşa uğrayanlar bir araya gelmiş mürekkeplerdir.”54 İbn Sînâ’ya göre nefsin ölümsüz olduğunun ispatı, insanı insan yapan ana unsurun beden değil nefis olduğunu da ispatlamaktadır. Dolayısıyla onun bu ifadeleri, Gazâlî’nin nefsin ölümsüzlüğüne dair iddiasını da doğrulamaktadır. Gazâlî; yirminci meselede, tıpkı on üçüncü meselede yer alan tekfir ithamındaki taktiğini kullanarak, filozofların görüşünü önce aktarmış daha sonra da yorumlamıştır. Onun buradaki iddiası, İbn Sînâ’yı bu meseledeki ikinci tekfir ithamının cümlelerini de barındırmaktadır. Gazâlî durumu şöyle nakleder: “Demirin, bedene uygun dokunmuş bir elbiseye dönüştürülmesi, ancak demirin cüzlerinin demiri etkileyen sebepler vasıtasıyla en basit unsurlara varıncaya kadar çözülmesi, sonra bu unsurlar bir araya gelip pamuk şeklini kazanıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçirilerek pamuk ipliği haline getirilmesi, sonra da bu ipliğin belli bir tarzda dokunması ile mümkün olur. Eğer demirin belirli aşamalardan geçip dönüşüme uğramadan doğrudan pamuktan yapılmış sarığa döndürülmesinin mümkün olduğu söylenecek olsaydı, bu imkânsız olurdu. Evet, bu dönüşümlerin hepsinin kısa bir zamanda gerçekleştiği hatıra gelebilir ve insan geçen uzun zamanı hissetmeyerek bunun bir anda meydana geldiğini zannedebilir. Bu konu üzerinde düşünülecek olursa (Gazâlî’nin filozofları yorumlama kısmının başlangıcı); yeniden dirilen insanın bedeni taştan veya yakuttan ya da inciden veyahut sırf topraktan olsa, o şey insan olmaz. Mesela “ol” demekle mi veya bu aşamalar esnasında toprağın insana dönüşmesini hazırlayan sebeplerle mi toprak insana dönüşür?! Bu sebepler ise insanın bedeninin özünden çıkmış olan spermanın ana rahmine düşüp aybaşı kanına engel olması, uzun süre beslenerek kan pıhtısı, sonra et parçası, sonra cenin, sonra çocuk, sonra genç, sonra olgun, sonra da yaşlı insan haline gelmesi şeklindedir. Birinin çıkıp “Ona ol denilir ve o da oluverir” demesi akla uygun değildir. Çünkü toprağa hitap edilmez. Bu aşamalardan geçmeden toprağın insana dönüşmesi imkânsızdır. Bu sebepler gerçekleşmeden de onun bu aşamalardan geçmesi imkânsızdır. O halde tekrar diriliş imkânsızdır.”55 Gazâlî yine ilk paragrafta filozofların görüşlerini aktardığını iddia etmiş, ardından bu nakilleri kendince yorumlayarak, filozofların gerçek düşüncesinin kendi yorumları doğrultusunda olduğu sonucunu çıkarmıştır. Gazâlî, buradaki küfür ithamında 54 İbn Sînâ, en-Necat, s. 171-174. 55 Gazâlî, a.g.e., s. 219-220. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 106 filozofların, bir Kur’an ayetini de inkâr ettiklerini öne sürmüştür. Oysa İbn Sînâ’nın metinleri incelendiğinde, Gazâlî’nin naklettiği bu veya benzeri bir ayetten kesinlikle bahsedilmediği görülecektir. Gazâlî’nin buradaki itirazı aslında filozofların; “Allah’ın yaratmaya kadir olmadığı” iddiasında bulunduklarına dayandırılmaktadır. İbn Sînâ açısından böyle bir kabul söz konusu olamaz. Onun bu itiraza cevabı; Allah’ın kudretinin nasıl anlaşılması gerektiğinin; zorunlu, mümkün ve imkânsızın nitelikleriyle açıklandığı şu cümlelerinde gelmektedir: “Her hadisin maddi bir ilkesi vardır. Yok iken varlık kazanan her şeyin mutlaka bir maddesi vardır. Çünkü var olan her şey, var olmadan önce varlığının kendinde mümkün olmasına muhtaçtır. Onun varlığının imkânı, Kadir’in ona güç yetirebilmesi değildir, bilakis o kendinde mümkün olmadığı sürece fail ona güç yetiremez. Dikkat edin! Biz diyoruz ki; imkânsız kudrete konu olmaz. Fakat kudret; var olması mümkün şeye ilişir. Bir şeyin varlığının imkânı kendisine güç yetirmenin aynısı değildir. Bu; imkânsıza güç yetirilmez, çünkü ona güç yetirmek imkânsızdır, demektir. Bir şeyin güç yetirilebilir olduğunu o şeye bakarak değil, Kadir’in ona güç yetirip yetirmediğine bakarak anlarız.56 İbn Sînâ’ya göre; insanı insan yapan onun toprağa karışan maddesi değil, maddeye hayat veren, kişilik ve benlik kavramlarının anlam bulduğu, Tanrı’sından aldığı özü, yani nefsi veya suretidir. Durum böyle olunca ve toprağa karışıp yok olan insan bedenlerinin tekrar dirilişte aynı toprak, aynı öz, aynı hava şartları ve dolayısıyla her ne şekilde olursa olsun aynı maddesel bedenin oluşamayacağını (İbn Sînâ’nın görüşü)57 düşünürsek, Tanrısal özlerle meydana gelen insan nefsinin yerine, benliğin içinde olmadığı, topraktan müteşekkil özlerle bütünleşerek meydana gelen maddesel bir bedenin cezalandırılacağını ya da mükâfatlandırılacağını düşünmek hiç mantıklı görünmemektedir. Zira ceza veya mükâfat yalnızca maddeye olsaydı, toprak olan maddenin tekrar aynı kişide aynı özlerle meydana gelmesi pek mümkün olmazdı. Zaten insanın özüne değil de maddesine ceza veya mükâfat verilmesi kanaatimizce insanın özünü, Tanrısından sahip olduğu ayrıcalığı değersizleştirecektir. Yirminci meselenin tekfir ithamlarını pekiştirmek isteyen Gazâlî, yine Kur’an’dan ayetler getirerek bu iddiasını sürdürmüştür. “Havas ilmi ve mucizeyi inkâr edenler (yani filozoflar)58 ‘bu çürümüş, dağılmış kemikler haline geldikten sonra mı diriltileceğiz’59 (Naziat,79/11) diyen mülhidlerin inkârından da daha büyük bir inkârla karşı 56 İbn Sînâ, Metafizik II, s. 162; en-Necat, s. 198. 57 Bkz. İbn Sînâ, el-Adhaviyye fi’l-Mead, “Felsefe ve Ölüm Ötesi” içinde, haz. Mahmut Kaya, İstanbul; Klasik Yay., 2011, s. 12. 58 Tehafüt’ü az çok okuyan herkes burada kastedilen kişilerin Farabi ve İbn Sînâ olduğunu bilir. 59 Bu tekfir ithamına kaynak gösterilen ayetlerin Kur’an’daki tam metinleri şöyledir: “Kendi yaradılışını unutmuş da bize örnek veriyor. Bir de şöyle diyor: “Şu çürümüş kemiklere kim hayat verecek?” (Yasin, 36/78). GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 107 karşıyadırlar.”60 Sözleriyle Nas’tan delil getiren Gazâlî, aslında Kur’an’ın küfre düşmekle itham ettiği müşrikler ile bedensiz dirilişi kabul eden filozofları aynı kefede değerlendirmiştir. Bu tespit yirminci meselenin son tekfir ithamında karşımıza çıkmaktadır.61 d. Tehafüt’ün Sonuç Bölümündeki Tekfir İddiası: Gazâlî’nin son küfür ithamı, kitabın sonunda yer alan ve sanki Tahafüt’ün bir parçası değilmiş gibi duran kısa sonuç bölümünde yer almaktadır. Gazâlî’nin bu bölümde, kendisine, filozofların küfre düşüp düşmediğini belirten bir soru yöneltmesi, Tehafüt’ün bu sonuç bölümünün kim tarafından yazıldığını düşündürtmektedir. Sonuç bölümü; Tehafüt’ü özetlemekten ziyade, filozofların küfür ile itham edilip edilmediğinin sorulduğu kısa bir mektup hüviyetindedir. Ayrıca bu bölümün en önemli özelliği, Gazâlî’nin filozofları üç meseleden dolayı küfre düşmekle suçladığı bu tartışmalarda, filozofların küfre düştüğü üç meselenin bir arada ifade edildiği tek bölüm olmasıdır. Bu bölümdeki tekfir ifadelerinin özeti şu şekildedir: “Biri çıkıp size (Gazâlî’ye) dese ki; siz filozofların görüşlerini ayrıntılı olarak anlattınız. Onların kâfir olduğunu, onlar gibi inananları öldürmek gerektiğini kesin olarak söyleyebilir misiniz? Biz bu sorunun cevabı olarak deriz ki; üç meselede onlar kesinlikle küfre düşmüşlerdir. Birincisi; âlemin kıdemi meselesi ve filozofların bütün cevherleri kadim sayan görüşleridir (maddenin kıdemiyetini savunmaları). İkincisi; filozofların, ‘Yüce Allah’ın ilmi tikel olarak meydana gelen cüzileri kuşatmaz.’ şeklindeki görüşleridir. Üçüncüsü de; onların, cesetlerin dirilip toplanacağını inkâr etmeleridir. İslam fırkalarından bid’atçıları kâfir sayan kimse, filozofları da bahsettiğimiz bütün bu meselelerden dolayı (yirmi meselenin hepsinden dolayı) kâfir sayar. Tekfirden çekinen kimse ise yalnız bu üç meselede onları kâfir sayar. Bize gelince, sözün bu kitabın amacının dışına çıkmaması için şu anda bid’atçıları kâfir saymayı, bu konuda “Ve şöyle derlerdi: “Ölünce mi, toprak ve kemik haline gelince mi, sahi o zaman mı yeniden diriltileceğiz?” (Vakıa, 56/47). “Dediler ki: “Biz bir yığın kemik olduğumuz, un-ufak hale geldiğimiz zaman mı, gerçekten biz o zaman mı yeni bir yaradılışla diriltileceğiz.” ( İsra, 17/49). “Cezaları işte budur. Çünkü ayetlerimizi inkâr ettiler ve şöyle dediler: “Biz, bir kemik yığını olduktan, un-ufak hale geldikten sonra mı, sahi bundan sonra mı, yeni bir yaradılışla diriltileceğiz?” ( İsra, 17/98). “Öldüğümüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğimiz zaman mı? Biz gerçekten diriltilecek miyiz?” (Saffat, 37/16). “Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi hesaba çekileceğiz?” (Saffat, 37/53). “Size, ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra mı hesaba çekileceğiz?” (Mu’minun, 23/35). “Dediler ki: “Ölüp, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı, gerçekten o zaman mı diriltileceğiz?” (Mu’minun, 23/82). “Un-ufak kemikler haline geldikten sonra, öyle mi!” (Naziat, 79/11). “İnsan, kendisinin kemiklerini asla bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyamet, 75/3). 60 Gazâlî, Tehafüt, s. 222. 61 İlgili kıyaslama için bkz. Gazâlî, a.g.e., s. 222. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 108 neyin doğru, neyin doğru olmadığını incelemeyi bir kenara bırakıyoruz. Doğruda başarılı kılan yüce Allah’tır.”62 İfade edildiği gibi Tehafüt’ün sonuç bölümündeki tekfir ithamının özelliği, tekfirin üç meselesinin de tek bir başlık altında değerlendirilmesidir. Böyle bir durum Tehafüt’ün hiçbir meselesinde karşımıza çıkmamaktadır. Zaten makale boyunca yapılan Gazâlî nakillerinde de bu tespitin gerçekliği görülmektedir. Sonuç bölümüyle ilgili olarak ayrıca İbn Sînâ’dan cevaplar getirilmeyecektir. Zaten sonuç bölümü içinde yapılan bütün tekfir ithamlarına diğer meseleler dahilinde gerekli ve yeterli cevaplar verilmiştir. 3. Değerlendirme: Buraya kadar ki açıklamalar, Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı Tehafüt’te hangi sebeplerle ve hangi konular kapsamında küfür ile itham ettiğini ve bu ithamların, İbn Sînâ’da nasıl cevap bulduğunu ortaya koymaktadır. Nihayetinde ulaşılan sonuç, Gazâlî’nin tekfir ithamının ciddi sakıncalar taşıdığıdır. Gazâlî’nin bu sakıncalarına sessiz kalamayan İbn Rüşd’e göre; Gazâlî’nin Tehafütü’l-Felasife’de Farabi ve İbn Sînâ gibi bazı filozofları; üzerinde te’vil imkânı bulunan bir konuda te’vile yönelmiş olmalarından dolayı kâfir sayması doğru değildir. Kaldı ki mevzu bahis konularda, Farabi ve İbn Sînâ’nın kâfir sayılmaya gerekçe gösterilen fikirleri söyledikleri belgelenemeyeceği gibi, Gazâlî’nin de (genel felsefi algısı bağlamında) açıkça onları kâfir saydığını söylemek de mümkün değildir. Çünkü Gazâlî Faysalü’t-Tefrika’da63 Tehafüt ve Munkız’dan farklı bir tutum takınmıştır. Gazâlî yanlış bir yol tutmuş ve ancak ehil olanlara açıklanabilecek bir te’vili, ehil olmayanlara açıklamıştır.64 Filozofların te’vil üzerine olan kitaplarını cumhurun hizmetine ve bilgisine sunan Gazâlî; o dönemin siyasal ve toplumsal karışıklığında, kuzuyu kurda teslim etmiştir. Buna rağmen Gazâlî’nin Munkız’da sıkça ifade ettiği gibi, kitapları ve düşünceleri arasında bir sınıflandırma yapmış, hikmet ehline öğretilen bilgilerin avam ile paylaşılmaması gerektiğini söylemiştir. O, herkesin denizden uzak durmasını mantıklı bulma62 Gazâlî, Tehafüt, s. 225-226. Gazâlî’nin bu konu hakkındaki görüşlerinin bir benzeri Munkız içerisinde de yer almaktadır. İlgili ifadeler için bkz. el-Munkız, s. 55-56. 63 Bu konu ile ilgili Faysal’da şu ifadeler yer alır: “Hissi, (duygusal) hazları küçük görenlere yaraşan, hırs ve arzularına şifa kaynağı olan neşe ve sürûr veren latifeler, anlamlı hoş sözler ve aklî hazlar yani lezzetler tadan ihsan gelir. Zira cennette, her bir kişinin nefsinin arzuladığı şeyin orada var edilmesi, cennetin tanımını, sınırını oluşturur. Nefsin arzuladığı şeyler çeşit çeşit olunca, akılla zevkine varılan aklî lezzetlerin de diğer lezzet türlerinin de çeşitli olması akıl ve mantıktan uzak değildir. (İlahî) kudret geniştir.” Bkz. Gazâlî, Faysalu’t-Tefrika, 1993, s. 356. 64 İbn Rüşd’e göre Gazâlî’nin düştüğü bu hatanın bir benzerine Mu’tezile ve Eş’ari mezhepleri de düşmüştür. Nitekim Mu’tezile; birçok ayeti ve hadisi te’vil etmiş ve te’villerini halk yığınlarına açıklamıştır. Her ne kadar daha az te’vil yoluna gitmişlerse de Eş’ariler de böyle yapmışlardır. Bu bakımdan halkı düşmanlık, kin ve nefret içerisine sokmuşlar, şeriatı paralayarak halkı paramparça edip fırkalara bölmüşlerdir. Bütün bunlara ek olarak da te’villerini ispat etmek için ne halk kitleleriyle ne havas ile birlikte olmuşlardır. Bkz. İbn Rüşd, Faslu’l-Makal/Felsefe-Din İlişkisi, çev. Bekir Karlığa, İşaret yayınları, İstanbul 1999, s. 110-111. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 109 yıp, yüzme bilmeyenin denizden uzak tutulmasını, yüzme bilene suyun etrafında dolaşmayı yasaklamanın anlamsızlığını ifade etmiştir.65 Gazâlî’nin özellikle Tehafüt’te, filozofların te’vil barındıran fikirlerini halka sunması ve onları galeyana getirecek şekilde küfür ithamıyla kışkırtması, kanaatimizce Gazâlî’nin içinde bulunduğu siyasi projenin bir başka ispatıdır. Sonuç olarak Gazâlî’nin genelde filozofları, özelde ise İbn Sînâ’yı küfürle itham ettiği üç meseleden biri olan, âlemin kıdemi probleminin nassa ilişkin hiçbir doğrudan bağlantısı bulunmamaktadır. Diğeri, “Allah cüz’iyatı külliyat cihetiyle bilir” ifadeleri ise, özellikle İbn Sînâ’nın felsefî sistemi dikkate alındığında bize göre; Allah’ın cüz’iyatı bilmediği manasına gelmez. En azından Gazâlî’nin filozoflar adına naklettiği, “Allah cüz’iyat olmaksızın külliyatı bilir” şeklinde asla değildir. Bu hususta söylenecek en ileri söz, filozofların bu konuda te’vil’de bulundukları şeklinde olabilir. Ancak bu üç mesele içinde doğrudan nassın zahiri manasının görmemezlikten gelindiği husus, bedenlerin haşrinin inkârı meselesidir.
İmam Gazali hangi konularda İbni Rüşd, Farabi ve İbn Sina ile fikir ayrılığına düşmüştür?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 16.11.2009 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bunların Müslüman olduklarında şüphe yoktur. Allah’a, Peygamber (a.s.m)’e ve Kur’an’a olan imanlarını gösteren eserlerinin yanında, hayatlarında yaptıkları ibadetler ve kulluk görevleri de bunun göstergesidir.
Bediüzzaman’ın -bilmana- şu ifadeleri de bu gerçeğe işaret etmektedir:
İmam Gazali’ye göre, felsefeciler üç kısımdır:
Dehriyyûn / materyalistler: Bunların çoğu eski felseficilerden olup kâinatın ezelî olduğunu, varlıkların bir yaratıcısının olmadığını söyleyen ateist zındıklardır.
Tabiiyyûn / tabiatçılar: Bunlar Allah’ın harika sanatı olan tabiatı/doğayı derinlemesine inceleyip bunların yaratıcısız olmayacağına kanaat getirdiler. Ancak, bu işe fazla daldıkları için, her şeyin otomatikman tabiat düzenine bağlandığını, işlerin bu düzenekte cereyan ettiğini, dolayısıyla, ölümden sonra dirilişin, hesabın kitabın olmayacağını söylediler ve tabiatıyla dinlerin söyledikleri Allah’ın emir ve yasaklarını göz önünde bulundurmanın hiç gereği olmadığını savundular. Bunlar da bir nevi inkarcılardır.
İlahiyyûn / ilahiyatçılar: Bu üçüncü kısım, Sokrat, Eflatun, Aristo gibi sonradan gelen filozoflardan meydana gelmiştir.(el Münkız-şamile, 1-7).
Özellikle Aristo’nun görüşlerini bize aktaran İslam filozoflarından Farabi ile İbn Sina’dır. Bunların verdiği bilgiye göre, Aristo’nun düşünceleri; küfre götüren, bidatçiliğe götüren, inkâr edilmemesi gerekenler olmak üzere üç kısımda değerlendirilebilir.(a.g.e).
Gazali’ye göre, Aristo’nun ve ona tabi olmuş Farabî ile İbn Sina’nın tekfiri üç husustan ötürüdür:
a. "Haşir cismanî değildir. İnsanlar cesetleriyle değil, yalnız ruhlarıyla haşr olunur." demeleri. Bu bütün Müslümanların inancına ters bir düşüncedir.
b. "Allah külli şeyleri bilir, fakat cüzî şeyleri bilmez." demeleri. Bu açık bir küfürdür.
c. "Âlemin kadim / ezeli olduğunu" söylemeleri.
Bu üç düşünce İslam akidesine, Müslümanların düşüncesine aykırı olup tekfir edilmesi gerekir.(a.g.e).
Gazalî bu düşüncelerini, yazdığı eserlerinde özellikle “Tehafutü’l-felasife = felsefecilerin çelişkileri / tuhaflıkları / tepetakla olmaları”adlı eserinde dile getirmiştir.
İbn Rüşt (1126-1198) ise, Aristo’nun eserlerine şerhler yazmış, Gazalî (1058-1111)’nin bu eserini eleştirmiş ve bunun için “Tehafutü’t-Tehafut” adlı bir eser kaleme almıştır. Gazali ile birlikte anılması bundan ötürüdür.
İbn Rüşt, Gazalî’nin vefatından sonra dünyaya geldiğine göre, Gazali’nin onun hakkında bir şey söylemiş olması düşünülemez.
Bediüzzaman Said Nursi ise, bu konuda -mana olarak- şu görüşlere yer vermiştir:
“İslam filozoflarından İbn Sina ve Farabî felsefenin görünürdeki şaşaasına kapılıp, ona aldandılar. Bu sebeple -birer dahî olmalarına rağmen- ancak basit bir mümin derecesini kazanabilmişlerdir. Hatta, İmam Gazalî gibi bir Huccetü’l-İslam, onlara o dereceyi de vermemiştir.”(bk. Sözler, Otuzuncu Söz)
6. İktidarın Ezanla, Kur'an'la, tesettür mücadelesi yeniden başlar,
7. Irak ve Suriye dörder parçaya bölünür,
8. İsrail, Gazzeye de girer,
9. Katar, Suudiler ve yandaşları tarafından işgal edilir,
10. Ortadoğu haritası, Amerikan planı doğrultusunda yeniden şekillenir,
11. Türkiye tüm dünyada etkisizleşir,
12. Büyük yatırımlar tarihe karışır,
13. Silah üretimine son verilir,
14. Yerli uçak, uçak gemisi, tank, otomobil projeleri rafa kalkar,
15. Üçüncü Havalimanı ve yeni boğaz tüneli tarih olur,
16. Aşama aşama Kürdistan kurulur,
17. Afrikalı yetimler himayesiz kalır,
18. Dünya Müslümanları ve dünya Türkleri ezilir,
19. Göçmenler ölüme yollanır,
20. Ekonomimiz çöker, IMF yeniden Türkiye'ye girer, enflasyon hortlar!
*
Evet, bütün bunları “Yerli ve Milli bir münevver" sorumluluğu ile büyük risk alarak yazıyorum!
‘Bunlar olsun istemiyorsanız’ CHP önderliğindeki ittifaka oy vermemelisiniz..
Benden söylemesi dostlar.. “Yandaş" filan demeleri de hiç umurumda değil!
(yavuz_bahadıroğlu
.
Rüya görmek
Sual: Rüya görmek neye alamettir? CEVAP
Rüyada çeşitli hikmetler vardır. Kimi için bir müjde, kimi için bir ikazdır. Kur'an-ı kerimde rüya ve tabiri ile ilgili bilgi vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Güzel rüya müjdedir.) [İbni Cerir]
(Rüyada kadın görmek hayra, deve korkuya, süt dine, yeşil Cennete, gemi kurtuluşa, hurma rızka delalet eder.) [Ebu Ya’la]
Rüya tabiri, ilim işidir. Herkes tabir edemez. Hele günümüzde bu ilmi bilen yok gibidir. Rüyalarımızı, anlatacaksak, bilhassa güzel olanları salih kimselere anlatmalıdır. Çünkü salih kimse, rüya tabir ilmini bilmese de, hayra yorar, ondan zarar gelmez. Kötü, karışık rüyaları kimseye anlatmamalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Kötü rüya gören kimseye söylemesin, şeytandan da Allahü teâlâya sığınsın.) [Müslim]
(Kötü rüya gören uyanınca sol tarafına üç defa tükürüp, şeytanın şerrinden Allahü teâlâya sığınsın. Bu takdirde rüya, ona zarar vermez.) [Müslim]
(Güzel rüya gören, hemen Allahü teâlâya hamd ve şükretsin! Kötü rüya gören, Allahü teâlâya sığınsın, rüyasını kimseye anlatmasın! O zaman rüyanın ona zararı olmaz.) [Dare Kutni]
(Rüyada başım kesildi, tabiri ne) diye sorana, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Bu şeytanidir. Kötü rüyayı, anlatmayın! Şeytandan Allahü teâlâya sığının!) [Müslim]
(Rüyasında hoşa gidici güzel şeyler gören, görüşü isabetli salih birine anlatsın! O da hayra yorsun!) [Beyheki]
(Rüya, tabir ilmini bilen bir dosta veya akıllı bir zata anlatılmalıdır!) [İ.Ahmed]
(Rüya nasıl tabir edilirse, öyle çıkar. Bunun için rüyanızı nasih veya âlime anlatın!) [Hakim] [Nasih, insanlara iyilik tavsiye eden, kötülükten sakındıran, nasihat eden kimsedir.]
Bir kadın, gördüğü rüyayı Peygamber efendimize anlatır. (Yanında olmayan birine [kocana] kavuşursun) buyurur. Kocasına kavuşur. Başka bir zaman aynı rüyayı görür. Başkalarına tabir ettirir. Onlar da, (kocan ölecek) derler. Dedikleri gibi olur.
Onun için rüyayı hayra yormalıdır! Rüya iyi ise, (hayırdır inşaallah) demeli, kötü ise, (Allahü teâlâ bu rüyanın şerrinden seni muhafaza etsin) demelidir! (Bostan)
Görmediği rüyayı gördüm demek çok kötüdür. Çünkü hadis-i şerifte, (En büyük yalan, görmediği halde, “rüyamda şöyle gördüm” demektir) buyuruldu. (Buhari)
Sual: Ölmüşkâfirler rüyada görülür mü? CEVAP
Ölmüş kâfirlerin ruhları hapistir, rüyada görülmez. Rüyada görülmüşse o şeytandır. Bir kimse, (Ben Ebu Lehebi, Ebu Cehili rüyamda gördüm) dese, gördüğü şeytandır.
Sual: Namaz kılan tesettürlü bir bayanım. Babam da namaz kılan iyi bir insandı. Ailece iyi insanlarız. Babam yakında öldü. Babam ölmeden önce de, şimdi de rüyalarımda bazen babamla ilişkiye giriyorum. Bunun bir anlamı var mıdır? Bilmediğim bir günah mı işliyorum? CEVAP
Rüyada annemle ilişkiye giriyorum diyen salih erkekler de çıkıyor. Bu bir günahtan dolayı değildir. Babanıza dua ediyor, hayır hasenatta bulunuyorsunuz. babanıza iyilik ettiğiniz anlaşılmaktadır. Annesiyle ilişkiye girenler de annesine iyilik ediyor demektir.
Padişahlardan birinin zengin hanımı, rüyada hacılarla ilişkiye girdiğini görüyor. Şeyhülislama rüyasının tabir etmesi için cariyesini gönderiyor. (Ben ilişkiye girdim de) diye tembihliyor. Şeyhülislam rüyayı dinleyince haydi git sen böyle rüya göremezsin diyor. Sultan hanım, tekrar cariyesini gönderiyor yemin ediyor böyle bir rüya görüldüğünü söyle diyor. Yine inanmazsa sultan hanım görmüş dersin diyor. Yine şeyhülislam kızım sen böyle rüya göremezsin diyor, cariye mecbur kalıp sultan hanım görmüş diyor. Şeyhülislam, bak şimdi oldu diyor, tabir ediyor: Sultan hanımın hacılara büyük hizmetleri dokunacak diyor. Gerçekten de sultan hanım, Türkiye’den Suudi Arabistan’a kadar hacılar için su kanalları, sarnıçlar ve çeşmeler yaptırıyor. Yol boyu hacılar susuz kalmıyor.
Demek ki siz de babanız için Kur'an okuyor dua vs. yapıyorsunuz.
Sual: Rüya dinde senet midir? CEVAP
Hayır. Rüya senet değildir. Dinimizde senet olan dört delil vardır.
Sual: Ramazanda şeytani rüya görülür mü? CEVAP
Görülmez. Nefsani rüya görülür.
Uyanıkken ele geçen kıymetlidir
Sual: Bazı kimseler, uykuda, rüya âleminde, kendini hükümdar veya yüksek mevki sahibi yahut büyük din âlimi olmuş, herkes, ilim öğrenmek için, etrafına toplanmış olarak görmektedir. Böyle rüyalar doğru mudur, yoksa aslı yok mudur?
Cevap: Bu konuda İmâm-ı Rabbânî hazretleri, Mektûbât kitabında buyuruyor ki:
“Böyle rüyalar boş ve esassız değildir. Bu rüyayı gören kimsede, mevki sahibi, âlim olmak hâli ve kabiliyeti var demektir. Fakat, kuvveti az olup, âlem-i şehadette hasıl olacak kadar değildir. Eğer, bu hâl, zamanla kuvvetlenirse, Allahü teâlânın lütfu ile, âlem-i şehadette de hasıl olur. Eğer âlem-i şehadette hasıl olacak kadar kuvvetlenmezse âlem-i misalde görünmekle kalır. Kuvveti miktarınca, orada görünür. Tasavvuf yolunun saliklerinin rüyaları da böyledir. Kendilerini yüksek makamlarda, Velilerin mertebelerinde görürler. Bu hâl, âlem-i şehadette nasip olursa, pek büyük nimettir. Yok eğer, âlem-i misalde görünmekle kalırsa, hiç kıymeti yoktur. Çöpçüler, hamallar, rüyada, kendilerini hâkim, paşa görür. Halbuki, uyanık iken, ellerine bir şey geçmez. Rüyaları üzülmekten, pişmanlıktan başka bir şeye yaramaz. O hâlde, rüyalara güvenmemeli, uyanık iken ele geçene sevinmelidir.
Bunun içindir ki, büyüklerimiz rüyalara ehemmiyet vermemiş, talebenin rüyasını tabir etmeye lüzum görmemişlerdir. Uyanık iken ele geçene kıymet vermişlerdir. Bundan dolayı, devamlı görünenlere ehemmiyet vermişler, hiç kaybolmayan huzuru, kazanç bilmişlerdir. Allahü teâlâdan başka her şeyi unutmak, hiçbir şeyi hatırlamamak, bunlar için daimi idi. Başlangıcında nihayette ele geçecekler derc edilmiş olanlara, bu kemaller zor ve uzak değildir.”
Sual: Rüya tabir kitapları ile insan rüyasını sağlıklı bir şekilde öğrenebilir mi? CEVAP
Öğrenemez. Rüya tabiri ile rüya anlaşılmaz. Rüya birçok hâle ve duruma göre değişir. Bazıları şöyledir: 1- Aynı rüya yorumlanışa göre değişir. 2- Yaşlı - genç olmaya göre değişir. 3- Zengin - fakir olmaya göre değişir. 4- Kadın - erkek olmaya göre değişir. 5- Salih - fâsık ve bid'at ehli olmaya göre değişir. 6- Âlim - cahil olmaya göre değişir. 7- Gece, gündüz ve seher vakti görmeye göre değişir. 8- Abdestli abdestsiz, cünüp olmaya göre değişir. 9- Günlere, aylara, mevsimlere, göre değişir. 10- Aç - tok yatmaya göre değişir. 11- Hasta veya sağlam olmaya göre değişir. 12- Evli - bekâr olmaya göre değişir. 13- Âmir - memur olmaya göre değişir. 14- Misafir, yolcu, mukim olmaya göre değişir. 15- Mesleğine göre değişir.
Daha başka sebepler rüyaya tesir eder. Rüya tabir kitapları yanıltıcı olur.
Resulullahı rüyada görmek
Sual: Rüyada Peygamber efendimizi değişik şekillerde görmek neye alamettir? CEVAP
Rüyada Peygamberimiz Muhammed aleyhisselamı hakiki şekliyle gören, muhakkak Onu görmüş olur. Çünkü şeytan Onun şekline giremez. Fakat şeytan başka şekle girip görünebilir. Resulullahı tanımayan kimsenin, bunu ayırması kolay olmaz.
Bazı âlimler de, (Peygamber efendimizi değişik şekilde görmek, yine Onu görmek olur. Fakat bu, o kişinin dindeki noksanlığına alamettir. Peygamber efendimizi rüyada gerçek şekliyle gören ve mümin olarak ölen herkes Cennete gider) buyurmuşlardır.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki: (Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür. Ben her surette görünürüm.) [Deylemi]
(Beni rüyada gören, gerçekten beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklime giremez.) [Hatib]
Not: Resulullah efendimizi rüyada görmek ile ilgili geniş bilgi, Peygamber Efendimiz maddesinde var.
Evliyayı rüyada görmek
Sual: Şeytan, rüyada Resulullah’ın şekline giremediği gibi, Eshab-ı kiramın ve evliyanın şekline de giremez mi? CEVAP
Evet, giremez. Bir hadis-i şerif meali şöyledir: (Rüyada beni gören, muhakkak beni görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez. Ebu Bekir’i de, rüyada gören, elbette onu görmüştür. Çünkü şeytan, Ebu Bekir’in şekline de giremez.) [Hatîb]
Şâfiî âlimlerinden Allâme Ceyli hazretleri, (Şeytan, Resulullah’ın şekline giremediği gibi, Onun vârisi olan, büyük veli zatların şekline de giremez) buyurdu. (Buhari şerhi)
Evliya zatların şekline giremeyince onlardan çok daha üstün olan Eshab-ı kiramın şekline asla giremez.
Görülmeyen rüya
Sual: Görülmeyen rüyayı, gördüm diyerek anlatmak caiz midir? CEVAP
Hayır, caiz değildir. Bir hadis-i şerifte, (En büyük yalan, görmediği halde, “rüyamda şöyle gördüm” demektir) buyuruldu. (Buhari)
Yalan söylemenin caiz olduğu yerlerde böyle rüya anlatmak caizdir. Mesela, iki kişiyi barıştırmaya yarayacaksa, o kimsenin günah işlemesine mani olacaksa yahut namaz kılmasına sebep olacaksa, bunlar gibi sebeplerle, görmediği halde gördüm diye rüya anlatmak caiz olur.
Fâsıkların rüyası Sual: Sâlihle fâsık kimsenin gördüğü rüyaların doğrulukları bakımından aralarında fark var mıdır? CEVAP
Günah işleyenlerin rüyaları genelde yanlış olur. Bâtınları zulmetli olduğundan çok yanılırlar. Sâlihlerin rüyaları ise genelde doğru olur.
Kâfir rüyada görülmez
Sual: (Kâfirler rüyada görülmezler. Bir kimse, Ebu Leheb’i rüyamda gördüm dese, o gördüğü şeytandır) deniliyor. Hâlbuki Ebu Leheb’in rüyada görülüp hâli sorulduğu kitaplarda da yazıyor. Bunun açıklaması nasıldır? CEVAP
Cehennemde kâfirlerin azaplarının hiç hafiflemeyeceği, âyet-i kerimelerle bildiriliyor. Fakat Cehennem halkının azabının durdurulduğu anlar olur. Mesela cuma günleri ve Mevlid gününde azap yapılmaz. Bu ayrı bir şeydir. Ebu Leheb, Resulullah efendimizin dünyaya geldiğini müjdeleyen cariyesini sevincinden dolayı azat ettiği için, her yıl o gece azabı hafifler. Bunlar kâfirlerin azabının hafiflediğini göstermez. Hattâ bu hafif azabı görerek, (İman etseydim, hiç azap görmezdim) diyerek, bu olayın ona her yıl hatırlatılması, pişmanlığını, azabını artırır.
Kâfir rüyada görülmez, ama istisna olarak görülebilir. Ebu Leheb’in rüyada görülüp durumunu bildirmesi, yaşayanlar için ibretlik bir olaydır. Rüyayı göreni ikaz bakımından da önemlidir. İstisnalar kaideyi bozmaz.
.
Bu rüya galip geleceğinize işarettir
Sultan Ahmed Han, tahta çıktıktan bir süre sonra bir rüyasında, Macaristan kralı ile mücadele ederken sırtüstü yere düştüğünü, kralın da üstüne çıktığını gördü. Padişahın bu rüyasını gerek sarayda gerekse saray dışında makul bir yoruma bağlayan çıkmadı. Bunun üzerine padişaha bu rüyasını Üsküdar'da oturan, Aziz Mahmud Hüdayi'ye yorumlatması teklif edildi.
Sultan Ahmed rüyasını bir kağıda yazıp cevaplandırması isteğiyle Aziz Mahmud Hüdayi'ye gönderdi. Şeyh hazretleri, hükümdarın adamını dergâhının kapısında karşıladı, elindeki mektubu aldı daha okumadan (Cevabı burada) dedi ve kendi mektubunu verip geri çevirdi.
Hüdayi hazretleri, padişahın rüyasını şöyle yorumlamıştı:
İnsanın rüyasında rakip karşısında sırtüstü yere düşmesi, gerçek hayatta ona galip geleceğine işarettir. Sırt insanın en kuvvetli yeridir. Toprak da en kuvvetli dayanaktır. Bu ikisi birleşince kuvvet üstüne kuvvet doğar. Kısaca bu rüya İslam'ın kâfirlere galebe edeceğine alamettir.
Sultan Ahmed, bu mantıklı ve müjdeli yorumu yapan Şeyhe karşı içinden bir sevgi ve yakınlık duydu, işte bu sevgi ve yakınlık büyük bir dostluğun başlangıcı oldu. Rüya da tabir edildiği gibi çıktı.
Rüya görmek neye alamettir?
Veka Medya
Pazartesi, Ekim 30, 20232 dakikada okunur
0
Sual: Rüya görmek neye alamettir?
CEVAP
Rüyada çeşitli hikmetler vardır. Kimi için bir müjde, kimi için bir ikazdır. Kur'an-ı kerimde rüya ve tabiri ile ilgili bilgi vardır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Rüyada kadın görmek hayra, deve korkuya, süt dine, yeşil Cennete, gemi kurtuluşa, hurma rızka delalet eder.) [Ebu Ya’la]
Rüya tabiri, ilim işidir. Herkes tabir edemez. Rüyalarımızı, anlatacaksak, bilhassa güzel olanları salih kimselere anlatmalıdır. Çünkü salih kimse, rüya tabir ilmini bilmese de, hayra yorar, ondan zarar gelmez. Kötü, karışık rüyaları kimseye anlatmamalı! Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kötü rüya gören kimseye söylemesin, şeytandan da Allahü teâlâya sığınsın.) [Müslim]
(Kötü rüya gören uyanınca sol tarafına üç defa tükürüp, şeytanın şerrinden Allahü teâlâya sığınsın. Bu takdirde rüya, ona zarar vermez.) [Müslim]
(Güzel rüya gören, hemen Allahü teâlâya hamd ve şükretsin! Kötü rüya gören, Allahü teâlâya sığınsın, rüyasını kimseye anlatmasın! O zaman rüyanın ona zararı olmaz.) [Dare Kutni]
(Rüyada başım kesildi, tabiri ne) diye sorana, Peygamber efendimiz buyurdu ki: (Bu şeytanidir. Kötü rüyayı, anlatmayın! Şeytandan Allahü teâlâya sığının!) [Müslim]
(Rüyasında hoşa gidici güzel şeyler gören, görüşü isabetli salih birine anlatsın! O da hayra yorsun!) [Beyheki]
(Rüya, tabir ilmini bilen bir dosta veya akıllı bir zata anlatılmalıdır!) [İ.Ahmed]
(Rüya nasıl tabir edilirse, öyle çıkar. Bunun için rüyanızı nasih veya âlime anlatın!) [Hakim]
[Nasih, insanlara iyilik tavsiye eden, kötülükten sakındıran, nasihat eden kimsedir.]
Bir kadın, gördüğü rüyayı Peygamber efendimize anlatır. (Yanında olmayan birine [kocana] kavuşursun) buyurur. Kocasına kavuşur. Başka bir zaman aynı rüyayı görür. Başkalarına tabir ettirir. Onlar da, (kocan ölecek) derler. Dedikleri gibi olur.
Onun için rüyayı hayra yormalıdır! Rüya iyi ise, (hayırdır inşaallah) demeli, kötü ise, (Allahü teâlâ bu rüyanın şerrinden seni muhafaza etsin) demelidir! (Bostan)
Görmediği rüyayı gördüm demek çok kötüdür. Çünkü hadis-i şerifte, (En büyük yalan, görmediği halde, “rüyamda şöyle gördüm” demektir) buyuruldu. (Buhari)
*** Sual: Ölmüş gayrimüslimler rüyada görülür mü? CEVAP
Görülmez. Rüyada görülmüşse o şeytandır. Bir kimse, (Ben Ebu Lehebi, Ebu Cehili rüyamda gördüm) dese, gördüğü şeytandır.
.
.
xx
HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARlNDAN ÖRNEKLER<*> 89 Hidayet AYDAR (**) Özet Bu çalışmada, peygamberimiz Hz. Muhammed'in riiya anlayışı ele alınmaktadır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber, vahyin rüyayla başladığını söylemiş ve rüyayı peygamberliğin bir parçası olarak değerlendirmiştir. O, bu kadar önemli gördüğü riiyaları tasnife tabi tutmuş; iyi ve anlamlı rüyaların Allah 'tan, kötü ve saçma sapan rüyaların ise şeytandan olduğunu söylemiştir. Hz. Peygamber'in bir çok riiya gördüğü de müşahede edilmektedir. Bunların bir kısmı dünya hayatıyla, diğer kısmı ise ahiret hayatıyla ilişkilidir. Ayrıca ümmetinin gelecekteki durumunu izah eden bazı rüya/ar da görmüştür. O gördüğü bütün bu rüyaları ashabıyla paylaşmış ve onlara tabir etmiştir. Ayrıca ashabının gördüğü rüyalarını dinlemiş ve onları da yorumlamıştır. Rüya yorumlarken nelere dikkat edilmesi gerektiğini, özellikle de ürkütücü rüyaları nasıl yorumlamak icap ettiğini ve benzeri hususları da öğretmiştir. İşte bütün bunlar bu çalışmada ele alınıp işlenmektedir. Anahtar Kelime/er: Hz. Peygamber, Rüya, vahiy, rüya yorumlama, rüya çeşitleri S ome Dreams of Prophet Muhammad and Examples of His Dream Commentaries Abstract This article examines the concept of dreams from the viewpoint of Prophet Mohammed. All the relevant parts of the essential traditional sources (i.e., hadith sources) that are related with dreams have been studied, one by one, to determine what his perception of this issue was .. The following will be examined; the start of the Revelation through dreams, the evaluation of dreams as a part of Prophecy, and the statement that the Prophecy ended with Prophet Muhammad, yet righteous "good news" dreams would continue to servethis fonetion til/ the end of time. It is also observed that the Prophet regarded dreams as being ofvarying degrees. According to Prophet Muhammad, good and meaningful dreams emanate from God, w hile bad and meaningless dreams come from the devi/ . . He interpreted a variety of dreams for us, canceming a myriad of subjects. So me oj the dreams were co ncemed with the worldly life. whı/e others were concemed wıth the condition of his community in the future. There are a/so sources that show that Prophet Mohammed saw God and other prophets, in particu/ar Prophet Abraham, Moses, and Jesus in his dreams. He related every dreams to his companions and interpreted them. He a/so interpreted the dreams of his companions. He taught them the aspects of those things about which they should be careful when interpreting dreams, how to interpret nightmares, and many other matters, as well as giving them information about when and who ( i.e. people with special characteristics) can have visionary dreams. All these matters will be hand/ed and examined according to the traditional Islamic point in this presentation . . Key Words: Dream, Dream Interpretation, Prophet Muhammad, Revelation *) Bu makale, 24-28 Haziran 2005 tarihleri arasmdaAmerika Birleşik Devletleri'nin Califomia eyaletinde San Fransisco/Berkeley'de yapılan 22nd Annual Conference of the International Assocü:ıtion for the Study of Dreams adlı uluslar arası sempozyumda "S ome Drearns of Prophet Muhammad and Examples of His Dream Commentaries" adı ile bir bildiri olarak sunulmuştur. **)Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimler Tefsir Anabilim Dalı Öğretim üyesi. (e-posta: hidayetaydar@yahoo.com) 90 1 Doç. Dr. Hidayet A YDAR-------EKEV AKADEMi DERCİSİ Giriş ·Bilindiği gibi Hz. Peygamber'in sözleri ve hayatı, onun vefatından bir süre sonra yazıya geçirilmiştir. Hz. Peygamber'in sözlerini derleyen hadis kitaplannın tümünde rüyalarla ilgili bilgiler vardır. Bu bilgiler bu kitaplann bir kısmında "Kitabu't-Ta'bir'', diğer kısmında ise "Kitabu'r-Ru'ya" diye bilinen özel bölümlerde yer almaktadır. Buralarda Hz. Peygamber'in rüyalarla ilgili anlayışı, gördüğü bazı rüyalar ve onlan yorumlaması yansıtılmaktadır. Hicri 256/868 yılında vefat eden Ebu Abdiilah Muhammed b . . İsmail el-Buhiiri'nin Sahihu'I-Buhiiri adlı kitabının 91. kitabı "Kitabu't-Ta'bir'' adını · taşımaktadır. Buhar! burada bab adı verilen 48 alt başlık altında 60 civannda hadis zikretmiştir. Hicri 2611874 tarihinde vefat eden Müslim b. el-Haccac' ın Sahihu Muslim adlı kitabında ise ilgili bölümün adı "Kitabu'r-Ru'ya" adındadır ve kitabın 42. bölümüdür. Burada da bab adı verilen dört alt başlık altında 23 tane hadis verilmiştir. Aşağıda Peygamber Muhammed'in bazı rüyalannı ve yaptığı rüya yoruqılannı, başta burada sözü edilenler olmak üzere, itibar edilen hadis kitaplanndan derleyip sunacağız. 1 - Hz. Peygamber'e Göre Rüya Çeşitleri Buralarda verilen hadislerden anlaşıldığına göre Hz. Peygamber, kişinin uykuda gördüklerini, rüya ve hulm diye ayırmış; "rüyaAI/ah'tan, hulm ise şeytandandır" demiştirl. Bazı hadislerde kişinin uykuda gördükleri, "iyi ve güzel rüyalar" (er-ru'ya el-haseneer-ru'ya es-stiliha) ve "kötü rüyalar" diye aynlmıştır. Bundan anlıyoruz ki, daha önceki hadiste geçen hulm ile kötü, anlamsız, saçma sapan rüyalar kastedilmiştir. Başka bir takım hadislerde ise rüyalar üç kısımda değerlendirilmiştir; (i) salih rüyalar -ki bunlar Allah 'tan bir müjdedit-; (ii) şeytanın verdiği hüzün ve korkudan ibaret olan rüyalar; (iii) kişinin kendi vehimlerinden kaynaklanan rüyaJar2. Burada şuna da işaret etmek gerekir ki, hadiste kötü rüyanın şeytandan olması, bunlan onun yarattığı veya onun bu konuda tasarruf yetkisine sahip olduğu anlamına gelmez. İslam kültüründe, her türlü eylemin yaratıcısı Allah olmakla birlikte, kötü fiiller O'na nisbet edilmez. Bu, O'ndan başka yaratıcı olduğu anlamına gelmez. Ancak biredep kuralı olarak böyle daveanılır ve bu tür yerIerde şeytana yapılan nisbet, tamamen mecaz! bir nisbettir3. Esasen Kur' an da bunu yapmıştıı4. Aynca bazı Müslüman alimler, rüyayı, "Allah'ın melek veya şeytan vasıtasıyla insanın kalp ve şuuruna hakikat veya kinaye olarak koyduğu ruhi idriikler'' diye tarif ederek, kötü rüyalann şeytandan olmasını bu şekilde açıklamaktadırlars. 1) Bkz. Muhammed b. ismailei-Buhan, Sahihu'l-Buhlıri, Çağn Yay., İstanbul 1401/1981, Kitabu'tTa'bir, 3; Müslim b. el-Haccac, Sahihu Muslim, Çağn Yay., İstanbul 140111981, Kitlibu'r-Ru'yli, 1,2; EbuAbdiilah Muhammed İbn Mace, Sunenu lbn Mô.ceı Çağn Yay., İstanbul 140111981, Kitlibu Ta'biri'r-Ru'yli, 4; Mlilik b. Enes, el-Muvatta', Çağn Yay., Istanbul 1401/1981, Kitlibu'r-Ru'yli, 4. 2) Bkz. el-Buhliri, Kitlibu't-Ta'bir, 26; Müslim, Kitlibu'r-Ru'ya, 6; İbn Mace, Kitlibu Ta'biri'r-Ru'yli, 3; Ebu İsa et-Tirmizi, Sünenu~-Tırmizi, Çağn Yay., isı. 198111401, Kitlibu'r-Ru'ya, I, 7; Ebu Muhammed Abdullah ed-Daremi, Sünenu'd-Dô.remi, Çağn Yay., istanbul 1401/1981, Kitlibu'r-Ru'yli, 6. Bunlarla ilgili açıklamalar için bkz. Ahmed b. Ali İbn Hacer el-Askalaru, Fethu'l-Bô.ri bi Şerhi Sahihi'l-Buhlıri, (Tarkim, tahriç ve tashih: M.F.Abdulblli- M. El-Hatib), Dliru'r-Reyyan Ii't-Turas, el-Klihire 1407/1987, XII/370-371, 379-391. 3) İbn Hacer, XII/385. 4) Mesela bkz. el-Cin, 72110. 5) Bkz. İbn Siôn, Tefsiru Ahliimi'l-Kebir, 2. baskı, Dliru'l-Kutubi'I-ilmiyye, Beyrfit 1403/1983, 5-6; İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi Kütüb-i Sitte, Akçağ-Zaman Yay., tsz., IIU408. HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 2- Rüyaların İnsan Üzerindeki Etkisi ve Hz. Peygamber'in, Rüyaların Zararlarından Sakınma Konusundaki Tavsiyeleri 91 Rüyalann bazı insanlar üzerinde etkisinin olduğu bilinen bir gerçektir. Nitekim, Hz. Peygamber'in vefatından sonraki dönemde yaşamış olan Ebfi Selerne adında bir zatın, · gördü~ü rüyalann etkisinde kalarak hastalandığı kaynaklanmızda geçmektedi:r6. Hz. Peygamber rüyalann kişi üzerindeki etkisine işaretle, "sizden biri kötü bir rüya gördüğünde sol tarafina üç kere tükürsün, sonra da onun şerrinden Allah' a sığınsın. Böyle yaptığı takdirde, rüyadan dolayı bir zarar görmeyecektir" demiştir7. Diğer bir hadiste ise, kötü rüya görenin yatağından kalkıp namaz kılmasım ve onu insanlara aniatınamasını önermiştirS. Yine o, görülen rüyanın aniatılıp tabir edilmediği sürece bir kuşun ayağında asılı olduğunu; yorumlanınca vaki olduğunu söylemiştir9. Bir gün bedevinin biri Hz. Peygamber' e, "rüyamda kafamın kesi/diğini ve onun ardından gitfiğimi gördüm" demiş. Hz. Peygamber ona, "insanlara, şeytanın rüyanda seninle oynamasını an/atma" demiştir. Sonra da çevresinde onu dinleyenlere de aym şeyi söylemiştirlO. Bu tür yol gösterınelerin kişi üzerindeki etkisini ilgili rivayetlerden anlıyoruz. Nitekim kötü rüyanın şercinden sakınınakla ilgili hadisi rivayet eden kişinin şöyle dediğini görüyoruz: "Ben (kötü) rüyanın etkisini üzerimdeki bir dağdan-daha ağır hissediyordum; fakat bu hadisi işittikten sonra artık ona aldırış etmiyorum."ll ·Hz. Peygamber, görülen iyi ve güzel rüyalarla ilgili de şöyle bir tavsiyede bulunmuştur: "Sizden biri, iyi ve güzel bir rüya gördüğünde, onu sadece sevdiği kimseye an/atsın, onun dışındakilere anlatmas ın. "12 Bunu yaptığı takdirde hayır hasıl olacağım anlatınak istemiştir. Başka bir hadiste ise, rüyayı sadece bilgili ve iyi nasihatlar yapan kişiye anlatınayı emretmiştirl3. Kötü rüyanın anlatılmamasının neden söylenmiş olabileceği üzerinde bazı mülahazalar ileri sürülmüştür. Buna göre, kötü rüya anlatıldığı zaman, onu yorumlayaniann etkisiyle rüyadaki kötü durumun gerçekleşebileceği gibi bir beklenti içine girilebilir. Bu da kişiyi psikolojik olarak etkiler ve rahatsız eder. Bundan daha önemlisi, yukanda Hz. Peygamber'in, rüyanın, kuşun ayağında asılı durduğunu, yorumlanınca da vaki olduğunu belirttiğini kaydetmiştik. Aşağıda geleceği gibi, eşi Aişe, bir rüyayı üzüntü verecek şekilde yoruınlamış ve rliya, yorumladığı gibi çıkmıştır. İşte bundan dolayı Hz. Peygamber, üzüntü verici rÜyalann anlatılmamasım ve üzüntü verecek şekilde yorumlanmamasını istemiştir. Kişinin gördüğü güzel ve iyi rüyalan sadece sevdiği ve güvendiği kişile6) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 46; MUslim, Kitabu'r-Ru'ya, 12. 7) Bkz. el-Buhari, Kitabu't-Ta'bir, 3-4, 14, 46; MUslim, Kitabu'r-Ru'ya, 1-5; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 4; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 5; ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 5; Malik, Kitabu'r-Ru'ya, 4. Bkz. ei-Buhari, Kitabu't-Ta'bir, 26, 46; MUslim, Kitabu'r-Ru'ya, 6; et-Tırmizi, Kitabu'r-Ru'ya, ı, 7. 9) Bkz. İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 6; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 6; ed-Daremi, Kitabu'rRu'ya, ll. Yorumu için bkz. Canan, III/421. 10) Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 14-16; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 5. ll) Bkz. MUslim, Kitabu'r-Ru'ya, 2; Malik, Kitabu'r-Ru'ya, 4. 12) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 46; MUslim, Kitabu' -Ru'ya, 3; İbn Mace, K.itabu Ta'biri'r-Ru'ya, 6. 13) Bkz. et-Tımizi, Kitabu'r-Ru'ya, 7. ! : 92 1 Doç. Dr. Hidayet A YDAR------- EKEV AKADEMİ DERCİSİ re anlatmas ı, onun dışındakilere söylememesi ile ilgili tavsiyeye gelince, şüphesiz ki sevenler, sevdikleri kişinin gördüğü güzel rüyayı, yine güzel bir şekilde yorumlarlar ve bu o kişiye manevi bir haz verir, o kişi bundan mutluluk duyar. Ama sevmeyen kişiler, kıskançlık ve daha başka nedenlerle rüyayı yanlış yorumlayarak o kişiyi üzebilirler. O yüzden bu tavsiyeler yapılmış olmalıdır. 3 - Rüya ve Vahiy ilişkisi Hz. Peygamber, vahyin ilk önce doğru rüyalarla (er-ru'yli es-slidıka) başladığını haber vermiştir. Vahiy, Allah' ın dilediği emir, hüküm ve yasaklan özel bir şekilde peygam~ berierine bildirmesidir14. Eşi Aişe'nin verdiği bilgilere göre bu tür bilgiler, başlangıçta Hz. Peygamber'e doğru rüyalar şeklinde gelmiştir. Hz. Peygamber'in gece uykusunda gördüğü bu rüyalar, gündüz sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı, yani aynen gerçekleşirdi'5. Hz. Peygamber, iyi ve güzel rüyalan peygamberliğin bir cüzii olarak değerlendirmişı ir. Bu yöndeki bir hadisinde, "mü'minin rüyası, peygamberliğin 46 parçasından bir parçad1r" demiştir16. Aynı konuyla ilgili diğer hadislerde "mü'min" kaydı konmaksızın. "iyi ve gii:.el riiya, peygamberliğin 46 ciiziinden bir cüzdiir"; "iyi adamın rüyası, peygamberliğin 46 cü:.iinden bir parçadır" demiştirl7. Bazı hadislerde 45, 70, bazılannda ise 40 parçasından bir parça olduğu belirtilmiştir18. Daha farklı rakamlar da söylenrniştir19. Muhtemelen bu farklılıklar rivayetlerden kaynaklanmaktadır. Bütün bunlan birlikte değerlendirdiğimizde, hayırlı işler yapan bir kişinin gördüğü iyi ve güzel rüyalann, peygamberliğin bir parçası olarak değerlendirildiğini söyleyebiliriz. Hz. Peygamber, peygamberlik ile rüya arasında bu şekilde bir ilgi kurduktan sonra, iyi insaniann gördüğü hayırlı rüyalann doğruluğuna işaretle, "peygamber/ikten olan, yalan olmaz" demiştir20. Böylece rüyanın öneminin altını çizmiştir. Bazı alimler, gerçek manada peygamberliğin bir parçası olan rüyalann, peygamberlerin gördüğü rüyalar olduğunu; bunlann dışındakilerin gördüğü rüyalann ise, hakiki manada değil, mecazi manada peygamberlikten addedildiğini söylemişlerdir. Ancak bazılan herhangi bir aynm yapmaksızın tüm rüyalann peygamberliğin bir cüzü olduğunu belirtmişlerdir21. Muhtemelen bunlar gayb alemine ait bir vakıa olarak rüyayı, yine gayb aleminin bir gerçeği olan vahiy ile irtibatIandırarak böyle düşünmüşlerdir22. Bazılan da sadece peygamberlerin gördüğü rüyaların, vahyin bir parçası olduğunu söylemektedirler. Bunlar, aşağıda geleceği gibi Hz. Pey14) Celiiluddin es-Suyüti, el-ltkiinfi Ulumi'l-Kur'iin, Diiru'n-Nedeveti'I-Cedide, Beynit tarih yok, 44. 15) Bkz. ei-Buhiiri, Kitiibu't-Ta'bir, I. 16) Bkz. ei-Buhiiri, Kitiibu't-Ta'bir, 2, 4, 26; Müslim, Kitiibu'r-Ru'yii, 6; İbn Miice, Kitiibu Ta'biri'rRu'yii, I; et-Tirmizi, Kitiibu'r-Ru'yii, 1; ed-Diiremi, Kitiibu'r-Ru'ya, 2. 17) Bkz. ei-Buhiiri, Kit'ibu't-Ta'bir, 4; Müslim, Kitiibu'r-Ru'ya, 8-9. Aynca bkZ. İbn Miice, Kitiibu Ta'biri'r-Ru'yii, I; Miilik, Kitiibu'r-Ru'ya, 1,3. 18) Bkz. Müslim, Kitiibu'r-Ru'yii, 6; et-Tirmizi, Kitiibu'r-Ru'yii, 6. 19) Bkz. İbn Hacer, Fethu'l-Biir'i, Xll/379-380; Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemeve Şerhi, Sönmez Neşriyat, İstanbul 1979, X/23. 20} Bkz. ei-Buhiiri, Kitiibu't-Ta'bir, 26. 21} ei-Askalani, XII/380-381. 22} Rüyanın nasıl nübüvvetin bir cüzü olduğu hakkında açıklamalar için bkz. Canan, III/416-417. HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 93 gamber'e, peygamberliğinin başlangıç dönemlerinde valıyin rüyalar şeklinde gelmesine atıfta bulunuyorlar23. Ne var ki bu yorum, hadislerin zalıirine muvafık düşmemektedir. Bir gün Hz. Peygamber, ashabına, peygamberliğin sona erdiğini ve kendisinden sonra hiçbir peygamberin gelmeyeceğini anlatmıştı. Ashabının bundan dolayı üzüldüğünü görüncejt ''fakat mübeşşirat (müjdeleyici/er) olacak" demiştir. Bunların ne olduğu sorulunca da bunun "müslümanın gördüğü rüya" olduğunu belirtmiştir24. Hz. Peygamber'in, "dünya hayatında onlara müjde vardır" anlamına gelen Yunus suresi 64. ayetini. de "müslümamn gördüğü iyi ve güzel rüya" diye yorumladığı nakledilir25. Bunlar bize, sadece peygamberlerin gördüğü rüyaların değil, aynı zamanda iyi, dürüst ve yardım sever insanların gördüğü rüyaların da böyle bir boyutunun olabileceğini göstermektedir. Ama hemen şunu belirtelim ki, peygamber dişındakilerin gördüğü rüyaların başkalarını bağlayıcı bir tarafı yoktur ve buna biniara İstianaden hüküm istinbat edilmez, dini bir hususta karar verilmez. 4 - Rüyada Allah'ı Görmek İnsanların rüyalarında bir çok kişi veya olayı, nesneyi gördüklerini bilmekteyiz. İslam kültüründe Allah'ın ve Hz. Muhammed'in rüyada görülmesi de mümkün görülmüştür. Kaynaklarımızda Allalı'ı rüyasında görüp onunla konuşan kişilere ait pek çok rivayet mevcuttur26. Bizzat Hz. Peygamber de rüyasında Allalı'ı gördüğünü ve onunla konuştuğunu belirtmiştir27. Hz. Peygamber'in göklere çıkışını anlatan Miraç olayını "uykuda görülmüş bir rüya" olarak değerlendiren bazı alimler vardır. Buna göre Hz. Peygamber, Rabbini miraç olayında görmüştür. Selef alimleri, bu gecede Hz. Peygamber'in Allah'ı gördüğünün hak olduğunu, fakat keyfiyetin meçhul olduğunu söylemektedirler28. Alimler, Allalı'ı rüyada görmenin mümkün ve caiz olduğunda ittifak etınişlerdir. Ancak, görünenin Allalı'ın zatı olmadığını da söylemişlerdir29. Ünlü alim ve rüya yorumcusu İbn Sirin (v. 1101729), ed-Dtneveıi (v. 410/1020), en-Nablusi (v. 1143/1731) gibi alimler, rüyada Allalı'ı görmenin çok güzel manalarının olduğunu, bunun o kişinin arnelinin kabul edildiği anlamına geldiğini ve o kişinin cennete gideceğinin habercisi olduğunu söylemişlerdir30. 23) Bkz. Davudoğlu, X/23-24. 24) et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 2. Aynca bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'b!r, 5; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'rRu'ya, 1; Malik, Kitabu'r-Ru'ya, 2-3. Hadisin farklı varyantiarı ve yorumu için bkz. el-Askalani, Xll/392. 25) Bkz. et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 3; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 1; ed-Daremi, Kitabu'rRu'ya, 1; Malik, Kitabu'r-Ru'ya, 4. 26) Bkz. İbn Sirin, Tefslru'l-Ahtami'l-Keblr, 32-35. 27) Bkz. ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 12. 28) Ahmed eş-Şirbasi, Yese/Unekefi'd-Dini ve'l-Hayiih, Daru'l-Ceyl, BeyrOt tarih yok, II/404. 29) Davudoğlu, X/27. 30) Bkz. İbn Sirin, Kitiibu Ta'blri'r-Ru'yii, el-Mektebetu's-Sakatiyye, BeyrOt tarih yok, 4; Ebu Said edDineveri, Kitiibu't-Ta'blr fi'r-Ru'yii ev el-Kiidirl fi't-Ta'blr, (Tahk. F: Sa'd), Alemu'l-Kutub, BeyrOt 1417/1997, 11117-1210; Abdulğani en-Nablusi, Ta'tlmu'l-Eniimft Ta'blri'l-Meniim, (Muntehebu'l-Ke/iimft Tefslri'l-Ahtam ile birlikte), Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye, BeyrOt tarih yok, 8-10. Aynca ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 12. 94 /Doç. Dr. Hidayet AYDAR-------EKEV AKADEMi DERCİSİ 5 - Peygamber Hz. Muhammed'i Rüyada Görmek Hz. Peygamber'i rüyada gönneye gelince, bizzat kendisi buna işaret etmiş ve "sizden kim beni rüyasmda giirse, bilsin ki o gerçekten beni görmüştür; çünkü şeytan benim suretime gireme::." demiştir31. Bundan anlıyoruz ki, şeytan icabında bazı varlıklann sureti ne girerek rüyada farklı şekillerde görünebilir, fakat alimierin ekseriyetine göre Hz. Peygamber'in suretine giremez32. Ona atfedilen başka bir söze göre, o şöyle demiştir: . "Beni rüyasında gören, uyanık haldeyken gönnüş gibidir; zira şeytan benim kılığıma gi- • remez."33 Hz. Peygamber, bazı hadislerinde, kendisini görenin, hakkı, gerçeği, doğruyu gördüğünü de söylemiştir34. İbn Sirin Hz. Peygamber'i rüyada gönneyi hayırla yonnuştur35. Gazziili (v. 5050/1 I I I), uykuda görülen rüyalarla ölülerin hallerinin bilineceğine temas eder; başta Hz. Peygamber olmak üzere daha önce ölmüş olaniann rüyada görülen hallerine dair pek çok örnek verir ve bunların doğru rüyalar olduğunu söyler36. Ona göre, bir kişi öldüğünde, içinde yaşamakta olduğumuz şehadet aleminde çıkar, gayb ve melekGt alemine geçer. O alemde, dünya hayatında kullanılan gözle bir şey görülmez, oradakileri gönnek için başka bir göze ihtiyaç vardır ki, o da kalp gözüdür. Ne var ki pek çok insanın kalp gözü, şehevi duygular ve dünyevi meşgalelerle örtülüp kapatılmış, görmez hale getirilmiştir. Oradaki hadiseleri görrnek için, mutlaka kalp gözünü örten perdenin ortadan kaldmiması gerekir. Peygamberler ve velilerin kalp gözü açık olduğu için, onlar bu alemdeki hadiseleri müşahede edebiliyorlar. Bunların dışındaki insanlar, bu alemi ancak rüyada müşahede edebilirler. Sözüne güvenilen, herkesin faydalanacağı hayırlı işler yapan iyi insanların kalp gözleri, bu alemde bazı hadiseleri seyredebilir, ölüleri görebilir. Ayrıca böyle bir kişi, rüyasında, kilinatın yaratıldığı günden bu yana, alemde cereyan etmiş ve kıyamete kadar da edecek olan her şeyin nakşedilmiş olduğu Levh-i MahfGz adındaki, ilahi bilginin saklı olduğu ilim hazinesini de İnüşahede edebilir. Ancak, o alemdeki olaylar ve Levh-ı MahfGz'da yazılı bilgiler, insaniann bildiği tarzda değildir. Onlar, o aleme mahsus bir şekildedirler ve o şekilde de kalp gözü açık kişinin gönlü ne yansırlar; Tıpkı bir aynadaki görüntülerin, onun karşısına konulan başka bir aynada yansıması gibi ... Bu alemdeki bilgiler ve olaylar, kalbi saf ve temiz olan, kötülüklerden uzak duran ve herkesin hayrına işler yapan iyi insaniann rüyalannda kalplerine yansır. Ancak o kişi uyandığında onlan farklı sembollerle, farklı şekillerde hatırlar ve ona göre de anlatır. Bu sembollerin gerçekte ne anlama geldiğini bllen yetenekli rüya tabircileri, o kişinin gördüğü rüyayı tam ve doğru bir şekilde yorumlar ve yorumladığı gibi de çı31) el-~uhari, Kiliibu't-Ta'bir, lO; Müslim, Kiliibu'r-Ru'ya, 11-13; İbn Mace, Kiliibu Ta'biri'r-Ru'ya, 2; et-Tirmizi, Kiliibu'r-Ru'ya, 4; ed-Daremi, Kiliibu'r-Ru'ya, 4. 32) Bkz. Canan, III/420. 33) Bkz. Müslim, Kiliibu'r-Ru'ya, 1 ı. 34) Bkz. Müslim, Kiliibu'r7Ru'ya, ll; Bedruddin Muhammed b. Ahmed el-Ayni, Umdetu'l-Karl Şerhu Salıihi'l-Buhlirt, Daru Ihyai't-Turiisi'l-Arabi, ts., XXIV/140-141. 35) Bkz. İbn Sirin, Kiliibu Ta'biri'r-Ruya, 5; aynı müellif, Tefsiru'l-Ahlfuni'I-Kebir, 40-43. 36) Bkz EbU Hami d Muhammed b. Muhammed el-Gazziili, lhyau1llumi'd-Dln, Daru'n-Nedveti'I-Cedide, Beynit, tarih yok, IV/506-510. Aynca bkz. Celiiluddin es-Suyuti, Şerhu's-Sudur bi Şerhi Hali'l-Mevta ve'l-KubUr, (Büşra'l-Ketb bi Lik/U'l-Habtb adlı eserle birlikte), Buynit 1418/1997,276- 296. HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 95 kar. Çünkü bu, doğru bir rüyadır ve ehil bir kimse tarafından doğru olarak yorumlanmıştır. İşte peygamberlerin gördüğü rüyalar ve yaptıkları rüya yorumları böyledir. Bu yüzden de Hz. Peygamber, -bu tür rüyaları kast ederek-, "rüya, peygamberliğin kırkaltı cüzünden bir cüzdür'' demiştir. Ancak, yalancı, güvensiz, çok günah işleyen kimselerin durumları bundap farklıdır; onları:n gördüğü rüyalar gerçeği yansıtınayan karmakarışık ve anlamsız rüyalardır37. Bütün bunlar bize, Hz. Peygamber de dahil, daha önce yaşayıp ölmüş peygamberler ve bunların dışındaki insanların rüyada görülebileceğini göstermektedir. 6 - Hz. Peygamber'in Gördüğü Rüyalar ve Bunlarla İlgili Yaptığı Yorumlar Kaynaklarımızda görmüş olduğu pek çok rüyasından bahsedilen Hz. Peygamber, bizzat kendisi bu rüyaları tabir etmiştir. Nitekim onu şöyle derken görüyoruz: "Bir gece rüyamda Ukbe b. Nafi'in evinde olduğumuzu gördüm. Bize İbn Tab hurmalarından getirildi. Bunu, dünyada yücelik, ahirette de hayırlı sonuç bizim olacak; dinimiz de kemale erdi ve istikrar buldu diye yorumladım. "38 Hz. Muhammed, gördüğü başka rüyalardan da bahsetmiş ve onları da yorumlamıştır39. Bunlar genelde Hz. Peygamber'in hayatında veya ondan sonra tezahür edecek olaylarla ilgilidir. Nitekim bunların bir kısmında gördüklerini, Medine'ye yaptığı hicret; Bedir ve Uhut harbi ile Mekke'nin fethi gibi daha sonraları gerçekleşen olaylarla yorumlamıştıt«>. Hz. Peygamber daha Mekke'deyken, oradan, içinde hurmaların bulunduğu bir şehre göç ettiğini görmüştür. Bu şehrin, eski adı Yesrib olan Medine veya Balıreyu'de bulunan Hacer diye bir şehir olduğunu vehmetmiştir. Ancak daha sonra bunun Medine olduğu gerçekleşmiştiJ:41. Bir keresinde rüyasında, elinde bir kılıç bulunduğunu ve o kılıcı şiddetli bir şekilde salladığını; kılıcın ön kısmının kınlıp düştüğünü; ikinci kez saHadığında ise, kılıcın kınlan parçasının, eskisinden daha güzel olarak yerine geldiğini gördüğünü anlatan Hz. Peygamber, kılıcın kınlı'nasını, Uhud savaşındaki yenilgiye, eskisinden daha güzel bir şekilde yerine gelmesini de Mekke'nin fethine harnletmişti.f42. Yine o bu babta gördüğü bir rüyada, bazı sığırların boğazlandığını gördüğünü söylemiş ve bunu, Uhud savaşında şehid edilen ashabına yorumlamıştır43. O, bazı rüyalarının kendisinden sonra gelecek halifeler ve ümmetinin halleri ile ilgili olduğuna işaret etmiştiı44. Hz. Peygamber'in ashabından Enes b. Malik'in naklettiğine göre o, gündüz Uınrnu Hara.ın adında kadın bir sahabinin evine gitmiş; orada uykuya dalmış; bir süre sonra gülürnseyerek uyaninış; niçin güldüğünü .soran Uınrnu Haram'a şöyle demiştir: "Bana üınrnetimden Allah yolunda savaşan bir gurup gösterildi de onlar 37) Bkz. el-Gazaif, 504-506. 38) Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 18. 39) Bunlar için bkz. Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 18-22; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 9. 40) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 44; Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 20-21; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'rRu'ya, 10. 41) Bkz. Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 20. 42) el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 44; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'yli, 10; ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 13 .. 43) Bkz. Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 20; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 10; ed-Daremi, Kitabu'r- . Ru'ya, 13. 44) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 28-30. 96 1 Doç. Dr. Hidayet A YDAR------EKEV AKADEMİ DERCİSİ gemilere binmiş olarak şu denizin (Akdeniz) üzerinde ellerinde bir takım esirler olduğu halde gidiyorlardı. Ummu Hariim, "Ey Allah'ın elçisi, beni de onlardan kılması için AIlah'a dua et!" deyince, Hz. Peygamber, "sen onlardansın!" demiştir. Hadisi nakleden der ki: Gerçekten de yıllar sonra Muaviye'nin halifeliği zamanında bu kadın Kıbrıs adasına savaşa giden bir gurup askere katılarak gemiye bindi ve Kıbrıs'a gitti. Sonra da orada ölJü45. Hz. Peygamber diğer bir rüyasında, Medine'den kapkara bir kadının çıkıp Cuhfe de- . nilen yere gittiğini görmüş ve bunu, Medine'deki veba hastalığının buradan çıkıp Cuhfe'ye gideceği şeklinde yorumlamıştıı-46. O'nun gördüğünü söylediği ilginç rüyalardan biri de Hz. İsa ve Deccal ile ilgilidir. Buna göre o, rüyasında, Kabe'yi tavaf eden düz saçlı, kumral benizli yakışıklı bir adam görmüş; "bu kim?" diye sorunca, "o Meryem oğlu Mesih'tir" denilmiştir. Sonra çirkin yapılı, sağ gözü kör birini görmüş ve ona bunun DecciH olduğu _söylenmiştir47. Hz. Peygamber aynı zamanda daha sonralan evleneceği Hz. Aişe'yi de rüyasında görmüştür. Bu konudaki hadislerde belirtildiğine göre, Hz. Peygamber, Aişe'yle evlenmeden önce, onu iki kez ipekler içinde sarılı vaziyette melek tarafından taşınırken görmüş; "şayet bu Allah 'tansa, gerçekleşecektir" demiştir. Meleğe, o sarılı şeyi açmasını söylemiş; melek açınca orada Aişe'yi görmüştür48. Zaman zaman rüyasında bir şeyler içtiğini gören Hz. Peygamber, içtiği şeyi ashabına yorumlamıştır. Bunların birinde kendisine rüyasında süt ikram edildiğini, kana kana içtikten sonra arta kalanını Hz. Ömer' e verdiğini söylemiş; "bunu nasıl tabir ediyorsunuz?" diye sorulunca da, "ilim" diye cevap vermiştir49. Hz. Peygamber, rüyasında, bazı insanlar gördüğünü; bunların bir kısmının üzerindeki gömleğin kısa, bir kısmınınkinin ise biraz daha uzun olduğunu gördüğünü, daha sonra da Ömer'i üzerinde herkesinkinden daha uzun bir elbiseyle gördüğünü söylemiş ve bunu da "din" ile tabir etmiştir50. Bir keresinde rüyasında iki koluna iki altın bileziğin takıldığını görmüş. Bunları hoş karşılamayınca, ona söz konusu iki bileziğe üflemesi söylenmiş, o da üflemiş; bilezikler uçup gitmiştir. Hz. Peygamber bunu, yakında çıkacak olan iki yalancı peygambere yarmuştur. Hadisi rivayet edenlerden biri olan Ubeydullah, o iki yalancının, peygamberlik iddiasında bulunan el-Ansi ile Museylime olduğunu söylemiştir51. Hz. Peygamber bazen rüyasında cenneti ve oradakilerin ahvaline dair hususları, aynca cehennemİ ve oradakilerin durumunu gördüğünü de söylemiştir. Konuyla ilgili 45) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 12. 46) Bkz. el-Buhiiri, Kitabu't-Ta'bir, 41-43; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'yii, 10; İbn Miice, Kitabu Ta'biri'rRu'yii, 10. 47) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, ll, 33, 37. 48) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 21. 49) Bkz. el-Buhiiri, Kitabu't-Ta'b1r, 15-16, 34; et-Tıınizi, Kitabu'r-Ru'yii, 9; ed-Diireıni, Kitabu'rRu'yii, 13. 50) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 17-18; et-Tımizi, Kitabu'r-Ru'yii, 9; ed-Diireıni, Kitabu'r-Ru'yii, 13. 51) el-Buhan, Kitabu't-Ta'blr, 38, 40; Müslim, Kitabu'r-Ru'yii, 21-22; İbn Miice, Kitabu Ta'b1ri'rRu'yii, 10. HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 97 uzunca bir rüyasında, iki melek52 tarafından alınıp götürüldüğünü ve cehennemin kendisine gösterildiğini anlatmıştır. Hadiste belirtildiğine göre Hz. Peygamber; orada, ibadetlerini samirniyetsizce yapan, yalan söyleyen, zina yapan, faiz yiyen vs. kişilerin gördükleri azabı müşahede etmiştir53. Yine aynı rüyada kendisine bedenlerinin yarısı güzel, yarısı çirkin insanlar gösterildiğini anlatan Hz. Peygamber, bunlara orada bulunan ve bembeyaz olan bir nehre girmelerinin emredildiğini; nehirden çıkan bu insanların son derece güzel bir şekil aldıklarını anlatmıştır. Oldukça uzun olan bu rüyamn başka bir ye- : rinde Hz. Peygamber' e Adn cenneti ve kendisinin oradaki yeri de gösterilmiştir. O, çok beğenip hayran kaldığı bu yere girmek istemiş, fakat melekler, "şimdi olmaz, daha sonra gireceksin" demişlerdir. Bu rüyada Hz. Peygamber, kendisine gösterilen, fakat kim olduklarını, niçin bu halde bulunduklarını bilmediği ve durumu çok ilginç olan bu kişilerin kimler olduğunu sormuş, melekler de ona, bunların kim olduklarını ve niçin bu halde bulunduklarını anlatmışlardır. Biraz evvel bunlardan çok kötü durumda olarak gördüklerinin, dünyada, ibadetlerini samirniyetsizce yapan, yalan söyleyen, zina yapan, faiz yiyen vs. kişiler olduğunu söylediğini zikretmiştik. İyi durumda gördüklerine gelince, bu kişilerden biri, içinde her türlü nimetin bulunduğu bir bahçede bulunan uzun boylu bir adam ve çevresini sarmış çocuklardır. Melekler Hz. Peygamber' e, bu adamın İbrahim peygamber olduğunu, etrafındaki çocukların da günahsız bir şekilde fıtrat üzere ölen çocuklar olduğunu söylemişlerdir. Hz. Peygamber, bunu ashabına anlatınca, onlar, "Ey Allah'ın elçisi, müşriklerin (ve müslümanların dışındakilerin) küçük yaşta ölmüş çocukları da mı oradaydılar?" diye sormuşlar. O da, "evet, müşriklerin evlatları da oradaydılar" demiştir. Hz. Peygamber, rüyada gördüğü ve bedenlerinin yarısı güzel, yarısı çirkin olan, sonra da bembeyaz bir nehre girerek çok güzel bir şekilde oradan çıkan insanları da, dünya hayatında iyi ve kötü arnelleri birbirine karıştıran kimseler olduğunu söylemiş; Allah'ın, bunların kötü arnellerini af ederek, onları cennete koyduğuna işaret etmiştir54. Hz. Peygamber başka bir rüyasında, cennette çok güzel bir kasır göimüş, bunun kime ait olduğunu sorunca, onun Hz. Ömer'in olduğu kendisine haber verilmiştir55. Ashaptan Abdullah b. Ömer'in de rüyasında melekleri, cehennemİ ve oradaki insanların ahvalini gördüğü belirtilmektedir. Bu rüya Hz. Peygamber'e anlatılmış, o da rüyada cenneti görmeyi, "iyi bir insan olma"ya hamletmişfu56. Bunların dışında daha pek çok kişinin öldükten sonraki hayat ve oradaki ahval ile ilgili rüyalar gördükleri nakledilmektedir57. Biz yukarıda bunları görmenin mümkün olduğuna dair bilgiler verdik. 7 • Hz. Peygaınber'in, Ashabının Rüyalarını Yorumlaması Hz. Peygamber, ashabımn gördüğü rüyaları yorumladığı gibi, başkalarının o rüyalan yorumlamasım da uygun görmüştür. Bazı rivayetlerde ashabının gördükleri rüyaları 52) Bazı rivayetlerde bu iki meleğin Cebratl ve Mikail olduğu belirtilmektedir. (Bkz. es-SuyOti, Şer-. hu's-SudOr, 165-171. 53) Bkz. el~Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 48. 54) ·Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 48. 55) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 31-32. 56) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 35-36; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 10; ed-Darerni, Kitabu'rRu'ya, 13. 57) Bkz. İbn Ebi Dünyil., el-Menamfit, (Tahk. M.S. İbrahim), Mektebetu'l-Kur'an, el-Kil.hire tarih yok, 44-188; el-Gazil.li, IV/506-510; es-SuyOti, Şerhu's-Sudur, 276-296. ;ı·=l i '·· 98 1 Doç. Dr. Hidayet A YDAR-------EKEV AKADEMİ DERCİSİ ona anlattıkları, onun da bunları tevil ettiği belirtilmektedir58 . .f'Jitekim, yahudi iken müslüman olan Abdullah b. Seliim adlı sahabi, ona, rüyasında bir bahçede olduğunu gördüğünü söylemiş, sonra da şöyle devam etmiştir: Bahçenin ortasında bir direk, direğin tepesinde bir sağlam ip vardı. Bana, "ona tutun" denildi. Ben yapamayacağıını söyleyince, biri bana yardım etti, ben de onu tuttu m. Sonra onu tutuyor olduğum halde uyandım." . Hz. Peygamber, Abdullah'ın bu rüyasını şöyle yorumlamıştır: "O bahçe, İslam bahçesidir; o direk, İslam direğidir; tuttuğun sağlam ip ise, Allah'ın kopmayan sağlam ipi olan bu dindir ki, sen ölünceye kadar onun üzerinde kalacaksın."59 Hz. Peygamber, bilhassa sabah namazından sonra ash.abınıri rüyalannı tabire zaman ayırırdı ve "içini::.den kim bir rüya görmüşse aniatsın ki ben onu yorumlayayım" derdi60. Yine böyle dediği bir günde, adamın biri dedi ki: "Ey Allah'ın elçisi! Ben bu gece rüyamda bir bulut parçası gördüm ki, ondan bal ve yağ akıyordu. Bazı insanlar ondan avuç avuç alıyorlardı; bazıları ise ancak az bir kısmını alabiliyorlardı. Ayrıca gördüm ki, gökten yere doğru bir ip uzanmış ve sen o ipe tutunup yükseliyoniun. Ardından başka bir adam ona tutundu ve yükseldi. Sonra başka bir adam tutunup yükseldi. Sonra başka bir adam ona tutunduğu sırada, ip koptu; fakat sonra ip ona ulaştı ve o da yükseldi." Daha Hz. Peygamber yoruma başlamadan, orada bulunan Hz. Ebubekir, "Ey Allah'ın elçisi, izin versen de ben onu yorumlasam" dedi. Hz. Peygamber "yorumla!" dedi. Bunun üzerine Ebubekir dedi ki: Bulut, İslam bulutudur. Ondan akan bal ve yağ ise Kur'an'dır; onun tatlılığı ve yumuşaklığıdır; ondan avuç avuç alanlar Kur'an'ı çok okuyanlardır; az ahnlar ise onu az okuyanlardır. Gökten yere uzanan ip, senin üzerinde bulunduğun haktır; sen onu tutuyorsun ve Allah seni onunla yüceltiyor. Ardından gelen biri onu tutuyor ve o da yükseliyor, sonra başka bir adam onu tutuyor ve o da onunla yükseliyor; sonra başka bir adam onu tutuyor, fakta ip kesiliyor, ama ona ulaştırılıyor ve o da onunla yükseliyor. Haber ver ey Allah'ın elçisi, yorumumda isabet mi ettim, yoksa.yanlış ını yaptım? Hz. Peygamber dedi ki: "Bir kısmında isabet ettin; diğer bir kısmında ise hata yaptın !"61 Daha sonraki dönemlerde bu hadiste geçen ve Hz. Peygamber'in ardından ipe tutunarak yücelere çıktığİ belirtilen kişilerin, ondan sonra gelen halifeler olduğu söylenmiş; rüya bu şekilde yorumlanmıştır62. Hz. Peygamber'in ashabının gördüğü rüyalan yorumlamasına dair daha başka örnekler de vardır63. Bir gün Ümmü'l-Fadl adındaki bir kadın sahabi, Hz. Peygamber' e gelerek şöyle dedi: "Rüyamda gördüm ki, sanki evimde senin bir parçan var." Hz. Peygamber, "gördüğün rüya hayırdır; Fatıma bir erkek çocuk doğuracak, sen de onu emzireceksin" der. Rü58) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 35-36. 59) el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 23. 60) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'b'ir, 48; Bkz. Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 23; Millik, Kitabu'i:-Ru'yil, 2. 61) el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 47; Müslim, Kitabu'r-Ru'ya, 18; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 10; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, 10; ed-Diirem'i, Kitabu'r-Ru'ya, 13. Ebubekir'in nerelerde hata yaptığı, başka bir rivayette geçmekte ve bu hatalar açıklanmaktadır. (Bkz. Alıdulaziz ed-Debbağ, Kitiibu'llbriı., (Deri. Ahmed b. Mübarek; terc. A. Anğ- H.M. Yeniler), Seha Neşriyat, İstanbul 1997, 80-84. 62) Bkz. İbn Hacer, XII/456-457; el-Ayni, XXlV/170; Davudoğlu, X/32-33; Canan, III/445-446. 63) Bkz. el-Buhan, Kitabu't-Ta'bir, 19, 23-25, 27; İbn Mace, Kitabu Ta'biri'r-Ru'ya, 10. HZ. MUHAMMED'IN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 99 yayı gören Ümmü'l-Fadl, bir süre sonra, Hz. Peygamber'in kızı Fatıma'nın Hasan'ı dünyaya getirdiğini ve kendisinin de onu bir süre emzirdiğini anlatmıştır64. Talha b. Ubeydullah, bir gün rüyasında, biri savaşarak şehid düşen, diğeri de ondan bir yıl sonnı. ·vefat eden iki müslümanı görür. Sonradan vefat eden, şehit olandan daha fazla ilCrama mazhar olur. Talha bunu çok-yadırgar. Uyandığında da bunu insanlara anlatır ve hayretini ifade eder. Talha'nın gördüğü rüya ve onun bundan dolayı duyduğu şaşkınlık Hz. Peygamber' e ulaşır. O, Talha'ya der ki: Bunun nesi senin tuhafına gidiyor? O şöyle cevap verir: Ey Allah'ın elçisi, şu, Allah yolunda ölüp şehit oldu, oysa öteki ondan önce cennete girdi. O zaman Hz. Peygamber der ki: Bu, şehit olandan. sonra bir yıl daha yaşamadı mı? Ramazan ayına erişip oruç tuttu ve bir yıl boyunca namaz kıldı, öyle de- . ğil mi? İşte bu yüzden o ikisi arasında, yer ile gök arasındaki mesafe kadar fark vardır."65 Hz. Peygamber, aynca amcası Abbası'ın, rüyasında, sanki güneşin yerde olduğunu ve oradan göğe yükseldiğini gördüğünü anlatınca, "o, senin yeğenindir" demiş, yani kendisini kast etmiştir66. Zaman zaman Hz. Peygamber'in bazı rüyalan yorumlamadığı ve anlatılan rüyadan rahatsız olduğu da olmuştur. Bu durum, özellikle üstünlük ve siyasal mesaj içerikli rüyalarda görülmelqedir. Nitekim, rüyasında gökten bir terazinin indirildiğini; önce kendisi ile EbUbekir'in tartıldığım ve kendisinin ağır bastığım; sonra Ebubekir ile Ömer'in tartıldığını ve Ebubekir'in ağır bastığım; sonra da Ömer ile Osman'ın tartıldığım ve Ömer'in ağır bastığım, ardından da terazinin kaldırıldığım gördüğünü söyleyem bir sahabinin bu rüyasından dolayı Hz. Peygamber'in rahatsız olduğu ve yüzünün renginin değiştiği rivayet edilmektedif67. Hz. Peygamber, aslıalıının rüyalarıru tabir ettiği gibi, aym zamanda rüya tabiri konusunda onlara önemli bir kriter de öğretmiştir. ed-Darenıl'nin rivayet ettiği bir hadise göre, kadının biri, kocasından hamile olduğu halde, kocası onu bırakıp ticaret için şehir dışına çıkmıştı. Onun ardından kadın bir rüya görmüş; rüyasında evinin direğinin çöktüğünü ve şaşı bir erkek çocuk dünyaya getirdiğini görmüş. Hz. Peygamber, kadııiın kendisine anlattığı bu rüyayı, "senin kocan Allah'ın izniyle saqa iyi bir şekilde ve sağlam olarak dönecek; aynca sen iyi bir çocuk dünyaya getireceksin" diyerek yorumlamıştır. Kadın bu rüyayı birkaç kez görmüş, her defasında gelip Hz. Peygamber' e anlatmış, o da hep aynı şekilde yorumlamıştır. Hz. Peygamber'in evde olmadığı bir günde yine aynı kadın, aynı rüyayı görmüş ve evde bulamadığı Hz. Peygamber yerine, eşi Aişe'ye anlatmıştır. Hz. Aişe, "eğer dediklerin doğruysa, kocan ölecek ve sen kötü bir çocuk dünyaya getire~ ceksin" demiştir. Kadın çok üzülmüş ve oturup ağlamıştır. O arada Hz. Peygamber gelmiş, durumu öğrenince, Aişe'ye demiş ki: Bir müslümanın rüyasını yorumlarlığın zaman, onu hayra yor. Zira rüya, yorumlandığı gibi çıkabilir. Hz. Aişe diyor ki: Tıpkı yorumladı64) İbn Mace, Kitiibu Ta'biri'r-Ru'ya, 10. 65) İbn Mace, Kitiibu Ta'biri'r-Ru'ya, 10. 66) ed-Daremi, Kitiibu'r-Ru'ya, 13. 67) Bkz. et-Tirmizi, Kitiibu'r-Ru'ya, 10. 100 1 Doç. Dr. Hidayet AYDAR------EKEV AKADEMİ DERCİSİ ğım gibi kadının kocası öldü ve kadın kötü bir çocuk doğurdu."68 Bundan şu esası çıkarıyoruz ki, rüya yorumlanı rken, iyi ye hamledilmeli, ondan iyi manalar çıkanlmalıdır. Hz. Peygamber döneminde yaşanmış toplu rüya (gurup rüyası) örneklerine de rastlamak mümkündür. Kadir gecesi, Kur'an'ın inmeye başladığı gece olması hasebiyle çok önemli bir gecedir. Fakat bu gecenin hangi gece olduğu, kesin olarak bilinmemektedir. Hz. Peygamber'in ashabı, Kadir gecesinin hangi gece olduğunu öğrenmek için bazı araştırmalar yapmış; bu maksatlazaman zaman Hz. Peygamber' e sorular sormuşlardır. Ancak net bir cevap alamamışlardır. Ashabın, bu gecenin hangi gece olduğunu öğrenmek için rüyaya başvurduğu ,da görülmektedir. Konuyla ilgili rivayetlerden anlaşıldığına göre bir gurup sahabi, Kadir gecesinin hangi gece oldı:lğünu tesbit etmek amacıyla rüyaya yatmıştır69. Farklı zamanlarda ve birbirinden habersiz olarak rüyaya yattıklan anlaşılan bu insanlar, daha sonra royalarını Hz. Peygamber'e anlatmışlardır. Hz. Peygamber, kendisine anlatılan konuyla ilgili rüyalan dinledikten sonra, "görüyorum ki, rüyalannız, Kadir gecesinin Ramazan ayının son yedi günü içinde olduğuna işaret etmektedir. O halde, Kadir gecesini bu son yedi gün içinde arayınız" demiştir70. Bu rivayet, hem toplu rüyanın ·önemini, hem de bu şekilde görülen royalann doğruya işaret ettiğini göstermektedir?!. 8 - Rüya, Nesneler ve Renkler Yukarıda rüyada görülen bazı nesnelerin ne anlama geldiğine dair bazı örnekler verdik. ed-Diireml'nin naklettiğine göre, ashab, rüyada süt görmenin doğallığa, sadeliğe ve temizliğe delalet ettiğini; gemi görmenin kurtuluşa, deve görmenin üzüntüye ve kadın görmenin de hayra işaret ettiğini söylemişlerdir72. Hz. Peygamber'in, "akan çeşme"yi rüyada görmenin, kişinin arneline tekabül ettiğini belirttiği nakledilmektedir73. Ayrıca rüyada ayağında bağ görmenin güzel bir anlam ifade ettiği ve dinde sebat anlamına geldiği; boynunda bukağı görmenin ise kötü bir anlamı olduğu ve azap göreceklerio alameti olduğu da belirtilmiştir74. Renklerle ilgili de bazı yorumlar yapılmıştır. Genel İslami anlayışa göre yeşil renk, bolluk, bereket, hayat, canlılık, mutluluk, umut, huzur anlamlarını içerir75. Biraz evvel, ed-Diireml'den yaptığımız alıntıda, ashabın rüyada görülen bazı nesneleri yorumlarlığını vermiştik. İşte bu rivayette belirtilcliğine göre, bazı sahabiler rüyada "yeşillik" görmenin, "cennet" anlamına geldiğini söylemişlerdir 6. Beyaz rengin de iyi anlamlara geldiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hz. Peygamber, peygamber olduğunu ilan etmeden önce ölen Varaka b. Nevfel'i, -ki bu kişi karısı Hatice'nin amcası olup, Hz. Peygamber' e peygamber olacağını bildiren ilk kişidir- rüyasında beyaz elbise68) ed-Dareml, Kitiibu'r-Ru'ya, 13. 69) el-Ayni, XXIV/137. 70) el-Buhdri, Kitiibu Fadli Leyleti'l-Kadr, 2. Aynca et-Tabir, 8. 71) İbn Hacer, XII/397; 72) ed-Diireml, Kitiibu'r-Ru'ya, 13. 73) Bkz. el-Buhdri, Kitiibu't-Ta'blr, 27. 74) MUslim, Kitiibu'r-Ru'ya, 6; et-Tımizi, Kitiibu'r-Ru'ya, ı. 75) Necmettin Şahiner, Siyah ve Yeşil Kur'an'da Renk Sembolizmi, Insan Yay., Istanbul 1999,90. 76) Bkz. ed-Diiremt, Kitiibu'r-Ru'yfi, 13. HZ. MUHAMMED'İN BAZI RÜYALARI VE YAPTIGI RÜYA YORUMLARINDAN ÖRNEKLER ---- 101 ler içinde gördüğünü; bunu onun cehennemde olmadığı anlamına geldiğini; çünkü cehennemde olana beyaz renkelbise giydirilmediğini söylemiştir77. Bundan hareketle rüya yorumcuları, "ölen bir kişinin rüyada beyaz elbiseler içinde görülmesi, onun iyi halde bulunduğuna ve cennet ehlinden olduğuna delalet eder" demişlerdir78. 9 :Rüya, Ahlak ve Zaman Hz. Peygamber, bir sözünde, "en doğru rüyalar seher vakti görülen rüyalardır" demiştir79. O, hem seher vakti görülen rüyaya büyük önem vermiş, hem de rüyayı sabah vakti yorumlamanın daha doğru olacağını belirtmiştir. O yüzden yukarıda da geçtiği üzere, zaman zaman sabah namazından sonra, ashabına, "Var mı içinizden rüya gören? Sorun ki, tabir edeyim" demiş ve çoğunlukla aslıalıının royalarını bu vakitte yorumlamış- . tırSO. Elbette bunun bir anlamı olmalıdır. Bazı alimler, bu vakitte rüyayı görenin, onu tam olarak hatırlayabildiğini; yorumlayacak kişinin de, henüz zilıni başka şeylerle meşgul olmadığından, daha isabetli yorumlar yapabileceğini belirtmekte; o açıdan "bu vakit, rüya yorumu için en uygun vakittir'' demektedirlerBl. O aynca kıyamete yakın zamanlarda müslümanların royalarının çoğunlukla doğru çıkacağını belirtmiş ve "en doğru rüya göreniniz, konuşmasında en doğru olanınızdır" demiştir82. Bazı alimler hadiste geçen "zamanın yaklaşması" ibaresini, kıyametin vaktinin yaklaşması değil de, gece ve gündüzün yılın belli zamanlarında (ilkbahar ve sonbaharda) eşitlenmesi şeklinde değerlendirmişlerdir. Alimler bu dönemlerde insan tabiatının mutedil bir hal aldığını, böyle bir durumda görülen rüyanın daha doğru olacağını söylemişlerdir83. Yukarıda muhtelif yerlerde salih, dürüst, hayırlı arneller işleyenierin royalarının doğruluğuna, buna karşılık yalancı, güvensiz, kötülükler yapan, günah işleyen kişilerin rüyalarının da yalan olduğuna dair rivayetleri zikrettik. Bu bağlamda Hz. Peygamber, iyi ve doğru rüyaların, salih, dürüst insanlardan; kötü rüyaların ise, yalancı ve günahkar insanlardan sadır olduğunu belirtmişti. Alimler, bu sözün genellik ifade ettiğini; yani genel itibariyle doğru rüyaların, doğru sözlü insanlar; yalan rüyaların da kötü fıiller işleyenler tarafından görüldüğünün kast edildiğini belirtmektedirler. Buna göre, iyi bir insan, anlamsız, saçma, yalan bir rüya görebileceği gibi, kötü bir insan da, doğru, derin anlamlar taşıyan iyi bir rüya görebilir84: Nitekim, Kur'an'da kötü eylemlericra eden ve Yusuf ile birlikte zindana atılan iki genç, doğru rüya görmüşler ve rüyaları da gerçekleşmiştir85. 77) Bkz. et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'yii, 10. 78) Canan, IIU448. 79) et-Tırnizi, Kitabu'r-Ru'ya, 3; ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'yii, 9. 80) Bkz. el-Buhfui, Kitabu't-Ta'bir, 48; Bkz. MUslim, Kitabu'r-Ru'ya, 23; Malik, Kitabu'r-Ru'ya, 2. 81) Canan, IIU430. 82) el-Buhfui, Kitabu't-Ta'bir, 26; MUslim, Kitabu'r-Ru'yii, 6. Aynca bkz. İbn Mace, Kitabu Ta'blri'rRu'ya, 9; et-Tirmizi, Kitabu'r-Ru'ya, I; ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 7. 83) Bkz. Canan, IIU413-414. 84) el-Askalaru, Fethu'l-Bfui, XII/379. 85) Bkz. Kur'an, Yfisuf, 12/36-42. 1021 Doç. Dr. Hidayet AYDAR------EKEV AKADEMİ DERCİSİ Hz. Peygamber, aynca yalan rüyadan sakmdınnış; görmediği halde "rüyamda şunu gördüm" diyenin kıyamette sorumlu tutulacağını haber vermiştiı-86. 10 - Rüyada Öleceğini Görmek Kaynaklanmızda Hz. Peygamber'in vefatından sonra yönetici olarak onun yerine geçen halifelerden Hz. Ömer ve Hz. Osman'ın, rüyalannda öleceklerini gördükleri anlatılmaktadır. Hz. Ömer, rüyasında bir horozun kendisini gagaladığını görmüş ve bunu "öldürüleceği" şeklinde yorumlamıştır87. Hz. Osman ise, rüyasında Hz: Peygamber'i gördüğünü, kendisine, "akşam iftannı bizim yanımızda yapacaksın" dediğini nakletmiştir88. Abdullah b. Abbas da, rüyasında, Hz. Peygamber'i, elinde bir şişe kan olduğu halde ve kendisine, bunun torunu Hüseyin'in kanı olduğunu söylerken gördüğünü anlatmıştır. İbn Abbas'ın bu rüyayı görmesinden kısa bir süre sonra Hz. Hüseyin şehid edilmiştir89. Sonuç Bütün bu zikredilenler, rüyanın, Hz. Peygamber'in hayatında ne kadar önemli bir yer tuttuğunu göstermektedir. Hz. Peygamber de herkes gibi rüya görmüş ve gördüğü rüyalan ashabına anlatarak, onlarla paylaşmıştır. Onun gördüğü rüyalann dünyevt olanlannın gerçekleştikleri rivayetlerden anlaşılmaktadır. Bu, onun ahiret hayatına yönelik gördüğü rüyalann ve yaptığı yorumlann da aynen ortaya çıacağının delilidir. Unutmamak gerekir ki, o bir peygamber idi ve elbetteki rüyalannın da böyle bir boyutu olacaktır. Bun mı la beraber o, sadece kendi gördüğü rüyalann değil, genel olarak tüm rüyalann peygamberlikle olan ilgisine i·şaret etmiştir. Aynca yine yukanda geçen bilgilerden anlaşıldığı üzere o, rüyalann, peygamberliğin sona ermesinin ardından, insanlara doğru ve güzel haberler veren "müjdeleyiciler" olarak devam edeceğini belirtmiştir. Hz. Peygamber, korkunç rüyalar görenlerin, bunlan anlatmamasını ve bu tür rüyalann zararlanndan korunmak için Allah'a sığınmalannı tavsiye etmiştir. İyi rüyalar görenlerin de bundan dolayı Allah'a hamdetıiıelerini ve her durumda rüyalan iyiye, hayra yorumlamak gerektiğini bildirmiştir. Yine yukanda geçen bilgilerden, Hz. Peygamber'in, rüyalan tabir etmeyi uygun gördüğü anlaşılmaktadır. Nitekim, kendisi rüya tabir etmiş, aynca başkalannın da rüyayı tabir etmelerine izin vermiştir. Dolayısıyla rüya yonımlamak İslam kültüründe caiz görülmüştür. Ancak rüyanın, yorumlanması için sadece ehil insanlara anlatılması ve bunlardan yorum istenmesi; bunlann dışındaki kimselere aniatılmaması ve onlardan yorum istenmemesi tavsiye edilmiştir. Buna binaen, insanlanmızın gördükleri rüyaIan ehil olmayan insanlara anla~p onlardan aldıklan yorumlara göre hareket etmelerinin doğru bir davranış olmadığını belirtmeliyiz. 86) el-BuMri, Kitabu't-Ta'bir, 45; İbn Mace, Kitabu Ta'blri'r-Ru'ya, 8; et-Tinnizi, Kitabu'r-Ru'ya, 8; ed-Daremi, Kitabu'r-Ru'ya, 8. 87) Bkz. el-Buh§ri, el-Ahkam 51, Müslim, ei-İmaret 12. 88) Bkz. es-SuyQti, Şerhu's-SudO.r, 271. 89) Bkz. el-Gazali, 507.
..
Rüyanın dinimizde bir bağlayıcılığı var mıdır?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 25.07.2007 - 00:00 | Güncelleme:
Soru Detayı
- Gördüğümüz rüyaları gerçek hayat ve geleceğimiz açısından nasıl değerlendirmeliyiz?
- Rüya ile amel etmek ne derece doğrudur?
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Rüya ve Gelecekten Haberler
Hemen herkes, her gece rü'ya görür. Bu rüyaların bir kısmı, karmakarışık şeylerdir. Bir kısmı, günlük olayların rüyaya yansımasıdır. Bir kısmı da, daha önceden hiç düşünülmeyen, hayal edilmeyen şeylerin görülmesidir. Gördüğümüz rüyaları kaynakları bakımından üç grubta toplayabiliriz:
1. Rahmanî, 2. Nefsanî, 3. Şeytanî.
Bunlardan nefsanî rüya, ya geçmişe dair hatıraların, veya kişinin arzu ettiği şeylerin görülmesidir. Şeytanî rü'ya, şeytanın telkîniyle görülen rüyalardır. Rahmanî rüya ise, ya doğrudan doğruya Allah tarafından veya melek vasıtasıyla kalbe yansıyan ve gaybî manaları taşıyan rüyalardır. Bizim asıl olarak üzerinde duracağımız, Rahmanî rüyalar kısmı olacaktır. Rü'yanın bu kısmına "sadık rüya" veya "salih rüya" da denilmektedir.
Konunun örneklerine geçmezden önce, bir meseleyi kısaca ele almakta fayda görüyoruz. Şöyle ki: Freud'un temsil ettiği "Psikanaliz okulu" rüyaları değerlendirirken "Rahmanî rü'ya" kısmını, nazar-ı dikkate almamaktadır. Bu görüşün temsilcisi olan Freud'a göre;
“Rüyalar içimizden ve dışımızdan gelen etkilerden şekillenir. Hayal, bu etkileri biçimlendirilir. Rüyalarımızda önceden yaşadığımız olayların izleri vardır. Çocuğun arzu edip de ulaşamadığı şeyleri gece rüyasında görmesi gibi, her insan rüyasında, tatmin olmamış isteklerini elde ettiğini görür. Dînî inançlar veya kültürel baskı sebebiyle şuur altına itilmiş istekler, rüyada su yüzüne çıkar. Görülen rüyalar, özellikle cinsî temayüllerin sembolik bir tezahürü durumundadır.”
Her türlü rüyada bir cinsî temayül izi görmeye çalışmak, bütün rüyaları, sadece iç ve dış çevrenin tesirinde meydana geliyor sanmak, İslamî bir bakışla bakıldığında hiç de kabul edilir bir görüş değildir. Rüyaları şuuraltıyla izah etmek bazı rüyalar için doğru olabilir. Fakat genelleme yaparak her rüyayı bununla izaha kalkmak doğru değildir.
Öyle rüyalar vardır ki, bunlar şuuraltından yansıyan birer görüntü olmayıp gaybdan kalp gözüne akseden parıltılardır.
Dolayısıyla, psikanaliz okulunun rüyalara bakış açısı, ancak bazı rüyaları açıklayabilir, yoksa bütün rüyaları değil. Hemen her insan çok nadir de olsa, "Rahmanî rüya" dediğimiz gaybî mesajlar ve sırlar taşıyan rüya çeşidine muhatab olmuş ve olmaktadır. Rüyada görülüp diğer gün, hatta yıllar sonra aynen çıkan rüyalar hiç de az değildir. Bu şekilde gaybî mesaj taşıyan rüyalar, levh-i mahfuzda yazılı olan şeylerin kalb aynasına yansımasıyla meydana gelir. Uyku halinde insanın duyguları istirahat halinde olmakla beraber, hayal uyanıkken olduğu gibi, yine faal durumdadır. Bundan dolayı levh’i mahfuz'dan kalbe yansıyan şeyler, hayalin giydirdiği bir suret ve temsille hatırda kalır. Kişi uyandığı zaman, hayalin giydirdiği bu suret ve temsilleri hatırlar.
Rüyay-ı sadıkanın bir yönü, kişiye teselli vermeye, ona gaybî müjdeler getirmeye bakar. Hz. Peygamber (asm), bu tür rüyadan "mübeşşirat" olarak bahsetmiş ve şöyle buyurmuştur:
"Risalet ve nübüvvet bitti. Benden sonra ne bir nebî gelecektir, ne de rasul... Lâkin 'mübeşşirat' vardır. Sahabe 'Mübeşşirat nedir Ya Resulallah?' diye sorar. Hz. Peygamber 'Müslüman kişinin gördüğü rüya.' der. O, nübüvvetin cüzlerinden bir cüzdür." (Tirmizi, Rüya, 2)
Rasulullah'a vahyin sadık rüyalar şeklinde başlaması, üstteki hadisi anlamamıza yardımcı olmaktadır. Hz. Aişe'nin haber verdiği gibi, vahyin başlangıcında Resulullahın gördüğü rüyalar, sabahın aydınlığı gibi açık ve nettir. (Buhari, Bed'ü'l vahy, 3).
Peygamber Efendimiz (asm)'in annesi Hz. Amine, vefatına yakın oğluna şunları söyler:
“Yavrum, rüyamda bana bildirilenler doğru ise, sen insanlığı kurtaracak kişi olacaksın.”
Kur'an-ı Kerîm'de, özellikle Yusuf suresinde rüyadan çokça bahsedilir. Bu surede bahsedilen ilk rüya Hz. Yusuf'un çocukluğunda gördüğü bir rüyadır. Hz. Yusuf, bu rüyasında onbir yıldızı, güneş ve ayı kendisine secde ederlerken görür. Rüyayı babasına anlatır. Bunun üzerine babası der ki:
"Rabbin seni böylece seçkin kılacak. Sana ‘ehadisin tevilini’ öğretecek ve bundan önce ataların İbrahim ve İshak üzerine nimetini tamamladığı gibi, senin ve Yakup oğullarının üzerine de nimetini tamamlayacaktır. Muhakkak ki Rabbin Alim'dir, Hakim'dir." (Yusuf, 12/6).
Hz. Yusuf'a öğretilen "ehadisin te'vîli", bir yönüyle "rüya tabiri" şeklinde açıklanmaktadır. "İlâhî vahy ve işaretin inceliklerini anlamak"; "meydana gelen olaylardan bunların neticelerini hissetmek" şeklinde de değerlendirilmektedir.
Bu rüya uzun yıllar sonra gerçekleşir. Hz. Yusuf, uzun maceralardan sonra Mısır Maliye bakanı olur. Anne-babasını, kardeşlerini Mısır'a getirir. Onlar, Hz. Yusuf'un manevî büyüklüğü ve maddî saltanatı karşısında saygı ile eğilirler. O zaman Hz. Yusuf, babasına yıllarca önce gördüğü rüyayı hatırlatıp şöyle der:
"Ey babacığım. İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanın tevîli. Rabbim onu gerçek kıldı."(Yusuf, 12/100)
Görüldüğü gibi, Hz. Yusuf rüyasında anne- baba ve kardeşlerini sembollerle görmüştür. On bir yıldız kardeşlerini, güneş ve ay ise, anne- babasını temsil etmektedir. Onların secde etmeleri, Hz. Yusuf'un maddî- manevî büyüklüğünü göstermektedir.
Hz. Yakub, Yusuf'un rüyasındaki sembollerin dilini çözmüş, o rüyadaki gaybî mesajı yakalamıştır.
Yusuf suresinde zikredilen ikinci rüya, zindandaki iki kişinin rüyasıdır. Bunlardan biri üzüm sıktığını, diğeri de başının üstündeki ekmekten, kuşların yediğini görür. Bir iftira neticesi zindanda bulunan Hz. Yusuf'tan, rüyalarının tabirini isterler. Hz. Yusuf, bunlara önce tevhîd hakîkatını anlatır. Ardından, üzüm sıkanın eski görevine döneceğini, diğerinin de asılacağını haber verir. (Yusuf, 12/36-41).
Bu suredeki son rüya ise, Mısır hükümdarının rüyasıdır. Hükümdar rüyasında yedi cılız ineğin yedi semiz ineği yediğini görür. Ayrıca yedi tane ve yeşil ve kuru başak müşahede eder. Rüyasını etrafındakilere anlatır. Onlar yorum yapamadıklarından "anlamsız rüyalar demeti" olarak nitelerler.
Bu rüyayı duyan zindandan kurtulan şahıs Hz. Yusuf'un rüya tabirciliğini hükümdara söyleyince rüyayı tabir ettirmesi için zindana gönderilir. Hz. Yusuf, "Bollukla geçen yedi yıldan sonra yedi yıl sürecek kıtlık yıllarının geleceğini" haber verir. (Yusuf, 12/43-49). Hz. Yusuf'un bu tabiri, masumiyetinin anlaşılıp Mısır maliye bakanı olmasına vesile olmuştur. Rü'ya, tabir ettiği şekliyle gerçekleşir.
Hükümdarın bu rüyasından, memleketin geleceğini düşünen kimselere rüyalarında, o konuda mesajlar geleceği manası kendini hissettirmektedir.
Kur'an'da Hz. Peygamber (asm)'in birkaç rüyasına da yer verilmiştir. Bunlardan birisi,Hz. Peygamber (asm)'in Bedir savaşı öncesi gördüğü rüyadır. Resullullah rüyasında, müşriklerin az olduğunu görmüş ve bunu ashabına müjdelemişti. Ayet, bunu şöyle hikâye eder:
"O zaman Allah sana rüyanda düşmanlarınızı az göstermişti. Eğer çok gösterseydi korkar ve cihada çıkıp çıkmama hususunda ihtilafa düşerdiniz. Fakat Allah, sizi korkudan ve ihtilaftan kurtarıp selâmete erdirdi. Şüphesiz O, gönüllerde olanı bilendir." (Enfal, 8/ 43).
Düşman sayıca çok olduğu halde Hz. Peygamber (asm)'e rüyada az gösterilmiştir. Bu, mü'minlerin cesaretle, emin bir şekilde savaşa katılmalarını sağlamıştır. Bir cihetten bakıldığında ise, onların sayıca az gösterilmeleri, manen kuvvetsiz ve desteksiz olmalarını temsîl etmektedir. Evet, sayıca çok idiler, ama kuru bir kalabalıktan ibarettiler. Kıymetli değer ölçülerine, yüce ideallere sahip değillerdi. Bu yönden bakıldığında, Hz. Peygamber (asm)'e onların gerçek durumunun gösterildiği anlaşılacaktır.
Hz. Peygamber (asm)'in Kur'an'da temas edilen bir başka rüyası Müslümanların Mekke'ye girişiyle ilgilidir. Hz. Peygamber (asm) Hudeybiye barışının olduğu sene, Mekke'ye girdiklerini, Beyt'i tavaf ettiklerini görmüş, bunu ashabına haber vermiştir. Bunun o sene olacağını sanan ashab, Hudeybiye barışıyla mahzun bir şekilde dönerlerken nazil olan Fetih Suresi onların gönüllerine su serpmiş, kederlerini gidermiştir. Surenin rüya ile ilgili bölümü şöyle demektedir:
“And olsun ki Allah, Resulünün rüyasını doğru kıldı. Allah'ın dilemesiyle siz emniyet içinde, başlarınızı tıraş etmiş ve kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Haram'a gireceksiniz." (Fetih, 48/27).
Bu rüya, bir sene sonra umre şeklinde, iki sene sonra da Mekke'nin fethi şeklinde gerçekleşmiştir.
Kur'an'da zikredilen bu ibretli rüyalar gaybdan birer haber veya kudsî bir teselli, bir müjde manası taşımakta veya yol göstermektedirler. Zindandaki iki adamın rüyaları ve Mısır hükümdarının rüyası, peygamberlerden başkasında da gaybî mesaj yüklü rüyaların olacağını göstermektedir.
Asrımız müfessirlerinden Seyyid Kutub Amerika'da iken gördüğü bir rüyasında yeğeninin gözünde kan olduğunu görür. Mektupla yeğeninin durumunu sorduğunda, gözünde iç kanama olduğu ve tedavî gördüğünü öğrenir. Çıplak gözle görülmeyen iç kanama kıtalar ötesindeki amcasına rüyada gösterilmiştir. (Kutub, IV, 197)
Tarihte meşhur olmuş nice rüyalar vardır. Bunlardan birini naklediyoruz:
"Amerikan Cumhurbaşkanlarından Abraham Lincoln, rüyasında tiyatro seyrederken öldürüldüğünü görür. Rüyasını dostlarına anlatır. Diğer gün tiyatroda iken, temsîlin heyecanlı bir sahnesinde reisin bulunduğu yere giren birisi, silâhını onun başına boşaltır, öldürür." (14 Nisan 1865)
Rüya Tabiri
Tabir ifadesi “ubur” kökünden gelir. Bu ise, nehri bir kıyıdan diğer kıyıya geçmek anlamına delalet eder. O zaman "rü'ya tabiri" ifadesi, rüyanın zahirinden batınına geçişi bildirir. Yani, "âlem-i misaldeki görüntülerin manalarını, âlem-i şehadete geçirmek" demektir.
Rüyanın tabirini bilmeyenler zahirin kıyısında beklemeye mahkûmdurlar. Trafik işaretleri, bilene bir şeyler söylerken, bilmeyenlerce birtakım şekillerden ibaret kalır. Onun gibi, rüyadaki sembol ve işaretler de âlem-i misâle ait harf ve kelimeler durumundadır. O dili bilenlerce tercüme edilmeleri gerekmektedir. Rüyaların sembolik dilini bilmek, gaybî birtakım sırları yakalayabilmeyi sağlayacaktır.
İmam-ı Azam rüyasında Peygamber Efendimiz (asm)'in kabrine girip O'nun kemiklerini bir araya getirdiğini görür. Heyecan içinde uyanır, "Acaba ben Peygamber Efendimize karşı bir su-i edepte mi bulundum?" diye düşünür. Uzun süre rüyayı kimseye anlatmaz.
Sonunda dayanamayıp meşhur rüya tabircisi İbn-i Sirin'e gider. İbn-i Sirin rüyayı dinleyince "Efendim, zatınızı tebrik ederim, çok güzel bir rüya görmüşsünüz. Siz, Resululah'ın sünnetini bir araya getireceksiniz." der. Gerçekten de İmam-ı Azam ilk mezhep imamı olarak tarihe geçer.
Bir gün birisi İbn-i Sirin'e gelip "Rüyamda incir yediğimi gördüm, acaba tabiri nedir?" diye sorar. İbn-i Sirin, "İncir bir meyvedir, nimete mazhar olacağınıza işaret eder." der.
Aylar sonra bir başkası gelir, rüyasında incir yediğini, bunun ne anlama geldiğini sorar. İbn-i Sirin, "Aman dikkat et, bugünlerde dayak yiyebilirsin." der.
İbn-i Sirinin çevresindeki talebeleri, adam ayrıldıktan sonra "Efendim, aylar önce bir başkası gelmişti, aynı rüyayı o zaman nimete mazhar olmak şeklinde yorumlamıştınız. Bu farklılığın sebebi nedir?" diye sorarlar. İbn-i Sirin gülerek cevap verir:
“Birinci adam rüyayı gördüğünde yaz mevsimiydi. İncir ağaçlarında meyve vardı. Ama ikinci adam rüyayı kışın gördü. Kışın incir ağaçlarında kuru dallar kaldı. Bu da ancak dayakta kullanılır."
Hadis kitaplarında "Kitabü'r-Rüya" bölümleri vardır. Bu bölümlerde peygamber efendimizin rüya tabirlerine yer verilir. Peygamber efendimiz sabah namazından sonra cemaatiyle sohbet eder, bu sohbet esnasında hem kendi gördüğü rüyalardan anlatır, hem de sahabenin rüyalarını tabir ederdi. Nümune olarak bazılarını zikrediyoruz:
Bir defasında Peygamberimiz (asm) şöyle der: "Rüyamda bana süt ikram edildi. Doyuncaya kadar içtim, geriye kalanı da Ömer'e verdim."
Sahabe,"Tabiri nedir ya Resulallah?" dediler. Peygamberimiz "ilim" buyurdular.
Bir keresinde Peygamberimiz (asm) rüyasında çirkin, saçı başı dağınık bir kadın gördüğünü, bu kadının Medine'den çıkıp Yahudilerin falan beldesine doğru gittiğini söyler. Tabirini de şöyle yapar: "Medine’de görülen salgın hastalık bitecek, aynı hastalık yakında Yahudilerin falan beldesinde zuhur edecek."
Sahabenin biri sorar: "Ya Resulallah, rüyamda başımın benden ayrı bir şekilde önümde gittiğini gördüm, acaba ne demektir?" Peygamberimiz (asm) şöyle cevap verir: "Şeytan seninle dalga geçmiş, bunu sakın başkalarına anlatma!"
Peygamber Efendimiz (asm), zaman zaman isimlerden de yola çıkarak rüya tabir ederdi. Bir rüyasını şöyle anlatır:
"Ukbe bin Rafi'nin evinde 'tabe' denilen hurmadan ikram edildi." Sahabe, "Ya resulallah, tabiri nedir?" diye sorunca şöyle yorumladı:
"Dünyada rif'at (yükseklik) bizim olacak. Ukba’da (ahiretde) şan u şeref bizim olacak. Artık işimiz yoluna girdi."
Peygamber Efendimiz (asm) bu rüyayı tabirde isimleri kullanmıştır. "Artık işimiz yoluna girdi." şeklindeki ifade hadis metninde "tabe emruna" şeklinde geçer. Peygamberimiz burada hurmanın isminden yola çıkarak bu manayı bildirmiştir.
Mesela birisi rüyasında Metin isimli bir dostunu görse ve ona "Tevfik Abiyi göremiyorum. Acaba nerede?" diye sorsa, Metin ona "Haberin yok mu? Tevfik Abi öldü." dese, böyle bir rüyada isimlerden yola çıkarak bazı anlamlar çıkarılabilir. Muhtemelen, rüyayı gören şahıs önemli bir meselede muvaffak olamayacaktır. Ama bu başarısızlık onu ümitsizliğe sevk etmemeli, metin olmalıdır. Aynı şahıs bir başka gün rüyasında Tevfik Abi'nin kapısını çalsa ve Tevfik Abi kapıyı açsa, artık o kişi için başarı kapısı açılmıştır, muvaffak olacaktır.
İnsan, rüyasında İsmet isimli iyi bir dostunun uçurumdan düşüp öldüğünü görse, bir takım günahlara girdiğine veya gireceğine bir mesaj olarak bunu algılayabilir. Bir başka sefer İsmeti hayatta görse, o günahların menfi hallerinden kurtulduğuna bir alamet şeklinde yorumlayabilir.
Rüyalarda kullanılan dil semboliktir. Bu semboller kişiden kişiye farklılık arzedebilir. Adeta her bir insan, kendi rüya alfabesini oluşturur, bunlarla rüya görür. Mesela, müslüman birinin rüyada köpek veya domuz görmesiyle, hristiyan birinin aynı şeyleri görmesi aynı anlamları taşımayabilir. Çünkü köpek ve domuz Müslümana göre necistir, hristiyana göre ise sevimlidir.
Rüyada bize hırlayan bir köpek gördüğümüzde, bu bize sataşacak birine işaret edebilir veya en azından kendi nefsimizi sembolize eder.
Çünkü insanın nefsi hiç de rahat durmaz, onu günahlara sevk etmek ister. Rüyada bir merkebin peşinde gittiğini gören biri "acaba nefsin gayr-ı meşru arzularının peşinden mi gidiyorum?” diye kendini bir kontrol etmelidir. Rüyasında beyaz bir kuşun başı üzerinde uçtuğunu gören biri, o günlerde sıra dışı bazı imkânlara kavuşabilir, kısmeti açılabilir.
Rüyasında treni kaçırdığını gören biri, bir fırsatı kaçırdığının alametini görmüştür. Böyle bir rüyayı treni bilen ve onu göz göre göre kaçırmanın ızdırabını yaşayan biri görebilir. Yoksa ömründe hiç tren görmemiş biri, asla bu tür bir rüya göremez. Fırsatı kaçırma manası, onun âleminde kendi bildiği bir tarzda yansır.
Rüya ile Amel Edilir mi?
Kişinin gördüğü sadık rüya, yol gösterici, yönlendirici, bazan da teselli edici olmakla beraber, rüya bilgi vasıtalarından biri olarak kabul edilmez. Çünkü insan, rüyasının sadık olduğunu çoğu kere ancak o rüya gerçekleştiğinde bilebilir. Nitekim görünüşte güzel nice rüyalar vardır ki, o kişinin hayatı boyunca gerçekleşmemekte ve nefsin bir arzu ve temmenîsinin rüyaya yansımasından ibaret kalmaktadır.
Kur'an-ı Kerimde Hz. İbrahim'in rüyasına yer verilir. Hz. İbrahim rüyasında oğlunu kurban ettiğini görür. Bunu oğluna anlattığında, oğlu tam bir teslimiyetle, "Babacığım, sana emredileni yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksın" der. (Saffat, 102-107). Hz. İbrahim buna teşebbüs eder. Ama İlâhî irâde, İsmail'in kurban edilmesi değil, baba- oğulun imtihan edilmeleri olduğundan, Hz. İbrahim semadan gelen bir koç hediyesiyle taltîf edilir, İsmail yerine onu keser.
Onun için şeytan onların rüyasına müdahalede edip telkînde bulunamaz. Fakat diğer insanlar için böyle bir teminat söz konusu olmadığından, meselâ birisi rüyasında oğlunu kurban ettiğini görse, bu rüyayla amel edemez. Etse, evlâd katili olur.
Bir de görülen rüya başkasını bağlayıcı bir hüküm getirmez. Meselâ, birisi "Ben rüyamda gördüm. Hz. Peygamber (asm) sizden şunları yapmanızı istedi." dese, bu rüya başkası için delîl sayılmaz. Zira art niyetli kişilerce kötüye kullanıma sebep olabilir. Dolayısıyla “Hz. Peygamber sizden şunları yapmanızı istedi." denilen kimse, “Ben de aynı rüyayı görünce, denilenleri yaparım.” deme hakkına sahiptir.
İmam-ı Rabbani'nin de dikkat çektiği gibi, “Rüyalara itibar etmek ve onlara dayanmak doğru değildir.” (bk. Mektubat, 32. Mektub)
Selam ve dua ile...
Sorularla İslamiyet
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri Osman Nuri Küçük Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Ana bilim dalı Öğretim Üyesi onkucuk@erciyes.edu.tr Öz Bu makalede İbnü’l-Arabî’nin görüşleri üzerinden rüyanın sûfî düşüncedeki yerini incelemeye çalıştık. Rüyaların tabir edilmesi, insanın bilinçaltını anlamakta başvurulan kadim bir metottur. İbnü’l-Arabî konuyu merâtibu’l-vücûd olarak bilinen varlık görüşü çerçevesinde ele almaktadır. Bu bağlamda rüya ve tabirini, semantik bir genişlemeyle incelemektedir. Konuyu, âlemin Vücûd içindeki yerini işaret eden numune bir tecrübe olarak izah eden İbnü’l-Arabî, rüyanın nübüvvetten bir parça sayılmasından hareketle rüyanübüvvet ilişkisinin mahiyeti üzerinde durmaktadır. Vahyin, basiret düzeyindeki manasına erişmede mübeşşire denilen özel rüyaların velî için nasıl bir idrâk aracına dönüşebileceğini izah etmektedir. Nihayet rüyayı, insan ve dünyadaki var oluşu arasındaki ilişkiyi izah eden bir tecrübe olarak ele almakta ve tasavvufî tecrübe içindeki yerine dair açıklamalarda bulunmaktadır. Anahtar kelimeler: Rüya, rüya tabiri, mübeşşire, İbnü’l-Arabî, hayâl mertebesi. Dreams and its Interpretation According to Muhyi al-Din al-Arab This paper studies the place of dreams in sufi thought based on Ibn al-Arabi’s views. Interpreting dreams is an ancient method for understanding the human subconscious. Ibn al-Arabi approaches the subject matter from a al-maratib al-wujud perspective. In this context, the dream and its interpretation is studied with a semantic expansion. He explains the subject matter as a sample of an experience which points at the place of the world within the al-Wujud. Starting out from the fact that dream is regarded as a part of al-nubuwwat, he studies the nature of the relation between dreams and al-nubuwwat. He explains that a special kind of dreams, called the al-mubashshirah, can become a means for saints to attain and discern the true meaning of revelations (al-wahy). And finally, he discusses dreams as an experience which describes the relationship between man and his existence in the world, providing explanations as to their place in the Sufi experience. Key words: Dream, dream interpretation, al-mubashshirah, Ibn al-Arabi, creative imagination. Atıf Osman Nuri Küçük, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri Marife, Kış 2014, ss. 31-56 32 Osman Nuri Küçük I. Giriş Geçmişten günümüze rüyaların anlamı üzerinde düşünmek insanı, onun ruhsal dünyasını ve bilinçaltını anlamada başvurulan kadim metotlardandır.1 Rüyaların nasıl anlamlandırılacağı çeşitli disiplinlerin metotlarına göre farklılık arz etmektedir. Kadim kültürlerde rüyaların bu âlem ile başka bir âlem arasında bir tür köprü olduğu, gelecekteki olaylara işaret eden ipuçları barındırdığı inancı, insanın rüyalara ilgisine zemin hazırlamıştır.2 İlkel toplumlar, uzun süre görülen rüyalar ile gündelik hayatta yaşanan olayları ayırt etmekte tereddüt etmiş, rüyada görülenlerin, uyanıkken yaşananlar kadar gerçek olduğunu düşünmüşlerdir.3 Tarihte rüya hakkında yazılmış eserlere bakıldığında rüyanın mahiyetini araştırmaya başlamadan çok önce insanın rüya tabiriyle ilgilendiği anlaşılmaktadır.4 Rüyaları tıpkı masal ve mitoslar gibi semboller dili olarak niteleyen Erich From, bunun unutulan bir dil olduğunu belirtmiştir.5 Rüya tabiri tasavvufî gelenekte misâl âlemi denilen nurâni âleme ait ilimlerden sayılmaktadır.6 Hz. Yakup ve ardından Hz. Yusuf (a.s) rüya tabir ilminin piri kabul edilmektedir.7 Hz. Peygamber’in (s.a) hem kendi gördüğü rüyaları tabir ettiğine, hem rüya gören sahabenin rüyalarını yorumladığına dair hadisler mevcuttur.8 Hz. Ebu Bekir (r.a) gibi sahabenin ileri gelenlerinin Hz. Peygamber’in (s.a) huzurunda anlatılan kimi rüyaları Hz. Peygamber’den (s.a) izin alarak tevil edip yorumladığına dair rivayetler mevcuttur.9 Ezanı ilk önce rüyasında görenin Abdullah b. Zeyd b. Sa´lebe 1 Eski Mısır, Yunan ve Asurlularda kâhin ve büyücülerin en önemli görevlerinden biri rüyaları yorumlamaktı. Eski Mısırdaki inanışa göre Serapis adındaki tanrı, rüya görenlerin sorularına cevap verirdi. Rüya tabiriyle görevli kâhin ve büyücüler bu tanrıya ait tapınaklarda otururdu. Bk. Çelebi, “Rüya”, DİA. XXXV, 306. 2 Geniş bilgi için bk. Yüksel, Türk İslâm Tasavvufu Geleneğinde Rüya, ss. 11-17. 3 Çelebi, “Rüya”, DİA. XXXV, 306. 4 Rüya tabiri konusunda ilk metinler M.Ö. 5000’li yıllarda Asurlular tarafından yazılmıştır. Konuyla ilgili günümüze ulaşan en eski eser, British Museum’da bulunan ve M.Ö. 2000’li yıllara ait olduğu tahmin edilen eski Mısırdan kalma bir papirüstür. Burada 200 çeşit rüya tabirine yer verilmektedir. Bk. Çelebi, “Rüya”, DİA. XXXV, 306. 5 Çağdaş insanın unuttuğu bu dilin yeniden hatırlanmasının gereğini ortaya koymak için Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar adlı eserini yazmıştır. Bk. Fromm, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, s. 10. 6 Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, II, 219. 7 Agy. 8 Söz gelimi Abdullah b. Ömer genç yaşlarında gördüğü şu rüyayı Resulullah’a aktarması için kız kardeşi Hafsa’ya (r.a) -Resulullah’ın eşi- aktarır. “Bir gün rüyamda, iki meleğin beni yakalayıp cehennemin kenarına kadar getirdiklerini gördüm. Cehennemde bazı insanlar vardı. Onları tanıdım. Hemen istiazeye başlayıp üç kere: “Ateşten Allah’a sığınırım” dedim. Derken beni getiren iki meleği üçüncü bir melek karşılayıp, bana: “Niye korkuyorsun? “ dedi. Ben bu rüyayı kız kardeşim Hafsa’ya anlattım. Hafsa da Rasulullah’a (s.a), anlatmış. Bu rüyanın tabirine ilişkin Rasulullah (s.a): ‘Abdullah ne iyi insan, keşke bir de teheccüd kılsa!’ demiş. Ravi Abdullah b. Ömer’in (r.a) bundan sonra geceleri pek az uyuduğunu aktarmaktadır. Bk. Buharî, Ta’bîr 35, 36, Salât 58, Teheccüd 2, Fazâilü’l-Ashâb 19; Müslim, Fazâilü’s-Sahâbe 140. 9 Sözgelimi Abdullan b. Abbas (r.a)’dan nakledilen bir rivayet şöyledir. “Bir adam Resûlullah (s.a)’a gelerek şu rüyayı anlattı: “Bu gece rüyamda buluta benzer bir şey gördüm, ondan yağ ve bal yağıyordu. İnsanlar da ellerini açıp bu yağmurdan almaya çalışıyorlardı. Azıcık alan da vardı, çokça alabilen de. Derken arzdan semaya kadar uzanan bir ip gördüm. Siz o ipe yapışıp yükseldiniz. Sizden → Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 33 olduğu ve Hz. Peygamber’in de bunu onayladığı bilinmektedir.10 Hz. Ebubekr’in (r.a) Hz. Peygamber’den sonra da yakın çevresinin rüyalarını tabir ettiği bilinmektedir.11 Rüyaların insanın iç dünyasına ışık tutması, bunun da manevi eğitimdeki (seyr ü sülûk) önemi nedeniyle tasavvufî gelenekte rüya konusuna ayrı bir ehemmiyet verilmiştir. İlk dönem sûfî müelliflerinden Kelâbâzî (ö. 380/990) etTaarruf’ta, Kuşeyrî (ö. 465/1072) ise er-Risâle’sinde rüya konusunu müstakil başlık altında incelemiştir.12 Tasavvufi düşüncenin tarikatlarla müesses hale gelmesiyle bazı tarikatlarda, rüya tabiri seyr ü sülûk sürecinin önemli bir rüknü olarak uygulanmış, gördüğü rüyalar tabir edilerek mürid yönlendirilmiştir. Böylece rüya tabiri, yüz yüze gerçekleştirilen özel bir eğitim sürecinin bir parçası olarak mutasavvıflar tarafından devam ettirilmiştir. Özellikle esmâ zikrini benimseyen tarikatlarda rüya tabiri ayrı bir önem taşımaktadır. Halvetiyye’nin Mısriyye kolunun kurucusu kabul edilen Niyazi Mısrî (ö. 1694) eserlerinde kendi rüyalarının seyr ü sülûk sürecindeki işlevine dikkat çekmiştir.13 Celveti şeyhi olan Aziz Mahmud Hüdaî (ö. 1628), şeyhi Üftade’ye (ö. 1580) intisabından sonraki üç yıllık seyr ü sülûk sürecini günlük halinde Vâkıât adlı eserinde aktarır.14 Eserin büyük bir kısmı, aktarılan rüyalardan ve bunların Üftade tarafından yapılan tabirlerinden meydana gelir.15 Böylece tasavvuf literatüründe tâbirnâme, güzârişnâme, ta´bîrât-ı vâkıât, rüyanâme, seyirnâme gibi isimlerle anılan bir tür doğmuştur.16 II. Rüya ve İdrâk Uyuyan insanda idrak bulunmadığını, dolayısıyla rüyada görülenlerin hayâlden ibaret olduğunu söyleyen Mutezile bilginleri dışında İslâmî gelenekte ulemanın büyük çoğunluğuna göre rüya, insanın ruhu ile gördüğü ve aklı ile idrâk et- → sonra birisi ona tutunup o da yükseldi. Sonra bir diğeri yükseldi, sonra bir diğeri daha ipe tutundu, ama ip koptu. Ancak onun için ipi eklediler, o da yükseldi.” Nakledilen bu rüyayı Hz. Ebu Bekir (r.a) Hz. Peygamber’den izin alarak şöyle tevil eder. “O buluta benzeyen gölgelik, İslâm bulutudur. Ondan yağan bal ve yağ Kur’ândır. Kur’ân’ın (bal gibi) halâveti ve (yağ gibi) yumuşaklığıdır. İnsanların bundan avuç avuç almaları Kur’ân’dan kiminin çok, kiminin az miktarda istifadeleridir. Arzdan semaya yükselen ip ise, senin getirdiğin hakikattir. Sen buna yapışmışsın, Allah o sebeple seni yüceltecektir. Senden sonra bir adam daha ona yapışacak ve onunla yücelecek, ondan sonra biri daha ona yapışıp o da yücelecek. Ondan sonra biri daha yapışır, fakat ip kopar, ancak onun için ip ulanır o da yapışıp yükselir.” Yaptığı tevilin doğru olup olmadığını Hz. Peygamber’e (s.a) sorar. Hz. Peygamber de yaptığı tevilin bazı kısımlarında isabet ettiğini bazısında yanıldığını belirtir. Bk. Buharî, Ta’bîr 11, 47; Müslim, Ru’yâ 17; Tirmizî, Ru’yâ 10; Ebu Dâvud, Sünnet 9; İbn Mâce, Ru’yâ 10. 10 Ebû Dâvûd, Salât 28; İbn Mâce, Ezan 1. 11 Sözgelimi Hz. Ebu Bekr’in Hz. Aişe’nin şu rüyasına yaptığı yorumu buna örnek verebiliriz. Hz. Aişe’den nakledilir. “Rüyamda odama üç tane ayın düştüğünü gördüm. Rüyamı babam Ebu Bekr’e anlattım. Sükut etti, cevap vermedi. Resulullah (s.a) vefat edip de odama defnedilince babam Ebu Bekr, İşte rüyanda gördüğün üç aydan biri ve en hayırlısı!’ dedi. (Muvatta, Cenâiz 10). Bilindiği gibi Hz. Peygamber’in (s.a) yanına daha sonra Ebu Bekr (r.a) ve Ömer (r.a) defnedilmiştir. 12 Bk. el-Kelâbâzî, et-Taarruf, s. 153; Kuşeyrî, er-Risâle, s. 357. 13 Bk. Aşkar, Niyazî-i Mısrî Hayatı, Eserleri Görüşleri, ss. 71-87. 14 Bk. Aziz Mahmud Hüdâyî, Vâkıât I-III, Hacı Selimağa Ktp, Hüdâyî Kit. Nu: 249. 15 Bahadıroğlu, Vâkıât-ı Hüdâyî’nin Tahlîl ve Tahkîki (I. Cild) İnceleme – Metin, s. 14. 16 İbnü’l-Arabî’nin Ta’bîrnâme-i Muhyiddin b. Arabî’si, Karabaş Velî’nin Ta’bîrnâmesi, Yiğitbaşı Ahmed Şemseddîn’in Ravzatu’l-vâsılîn’i Kutbuddînzâde İznikî’nin et-Ta’bîrü’l-münîf ve’t-te’vilü’ş-şerîf gibi eserler, tasavvufî rüya tâbirnâmelerinden bazılarıdır. Bk. Uludağ, “Rüya”, DİA. XXXV, 310. 34 Osman Nuri Küçük tiği bir olaydır.17 İslâm filozofları rüyayı bir takım suretlerin mütehayyile kuvvesinden ortak duyuya (hiss-i müşterek) yansıması şeklinde izah eder.18 Rüyaların sebep ve tabirini açıklamak üzere el-Kavl fî sebebi’l-menâmât adında bir risâle yazan İbn Sina’ya (ö. 428/1037) göre rüya, nefsin muhayyile gücünün etkiye açık olma özelliği sayesinde gerçekleşmektedir. Güçlü bir konuma yükselmiş olan nefis, uykuda rüya ile fizik ötesi âlemden bilgi alabilmektedir.19 İbnü’l-Arabî, sûfî düşünce geleneğinin bu konudaki görüşlerini, İbn Sina gibi İslam filozoflarıyla aynı doğrultuda20 temellendirir. İnsan yaşamının uyku (nevm) ve uyanıklık (yakaza) şeklinde iki hal üzere devam ettiği malumdur. Her iki halde de Allah, insan için eşyayı idrâk edecek duyular yaratmıştır. İbnü’l-Arabî’ye göre; insanın uyanık iken idrâkine duyu (his), uykudaki idrâkine ise ortak duyu (hiss-i müşterek) denilir. Uyanık iken meydana gelen idrâk (رؤية/rü’yet) ile gerçekleşirken, uykuda gerçekleşene (رؤيا /rüya) denilir.21 Birinci ifadedeki rü’yet kelimesi genellikle görme için kullanılsa da aslında kelimenin Arapçadaki kökü olan رأ /raa fiili görmeyi de içine alacak şekilde anlama ve idrâk anlamını haiz bir kelimedir.22 Dolayısıyla kelimenin kök anlamı, rüyanın bir tür görüş, idrâk ve anlayış ifade ettiğini destekler.23 Gazalî (ö. 505/1111), levh-i mahfûz ile insan kalbini aralarında perde bulunan karşılıklı iki aynaya benzeterek rüyayı izah eder. Aynaların arasındaki perde kaldırıldığında birindeki görüntü diğerine yansır. Rüya olayı buna benzer. İnsan uyuduğunda kalbin duyu organlarıyla ilgisi azaldığından levh-i mahfûzdaki bazı bilgiler kalbe yansır. Hayâl gücü (mütehayyile) bu bilgileri sembollerle alarak korur, insan uyandığında hayâlindeki sembolleri hatırlar.24 17 Çelebi, “Rüya”, DİA. XXXV, 307. 18 Farabi, el-Medinetu’l-Fâzıla, ss. 71-76. el-Kindî, Uyku ve Rüyanın Mahiyeti Üzerine adlı risalesinde konu hakkındaki görüşlerini ifade eder. Bk. el-Kindî, Felsefî Risaleler, s. 130. 19 Bk. Durusoy, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, ss. 106-114. 20 Bilindiği gibi İslam düşüncesinde İbn Sina’nın insan nefsini ele alırken hayvanî kuvveler içinde yer verdiği 10 idrâk melekesi vardır. Bunlardan beş duyu, zahirdeki mahsusatı idrâke yöneliktir. Batındaki beş idrâk yetisi ise hiss-i müşterek, musavvire, mütehayyile, vahime ve hafızadır. İnsanın beş zahiri duyusu, uyku ile idrâke kapanınca, insan, rüyada mütehayyile ile idrâk eder, görür, işitir, tat alır. Rüya tecrübesini yaşayan her insan, zahiri hislerinden ayrı olarak rüyada idrâke sahip olduğunu tecrübe ederek bilir. Bu husus gerçekte insanın zahiri yetilerinden başka bir idrâk gücü ile de kavrayabildiğinin bir göstergesidir. Geniş bilgi için bk. Durusoy, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, ss. 88-152. 21 Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 22 را fiili Arapçada göz ile görme manasında kullanılırsa bir mef’ûl, bilme anlamında kullanıldığında ise iki mef’ûl alır. Bk. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, “raa” mad., XIV, 291; Zebidî, Tacu’l-Arûs, X, 139 Kelimenin sözlük anlamlarından biri de göz ile veya kalp ile görme anlamına gelmesidir. Bk. Zavî, Tahir Ahmed et-Trablusî, Tertibu’l-Kamusi’l-Muhît, II, 261. Görme ve anlamaya işaret etmesi bakımından kelimenin Türkçe ve İngilizce karşılıklarında da görme anlamı yanında anlamak anlamı mevcuttur. Bk. Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, I, 1076; Cambridge International Dictionary of English, s. 1283. 23 Benzer şekilde İngilizcedeki rüya anlamındaki dream kelimesinin düş anlamı yanında insanın hayâli, ileriyi öngörmesi, en yüce gayesi gibi anlamlara gelen –vision- anlamına geldiğini hatırlatalım. Bk. http://www.merriam-webster.com/dictionary/dream (erişim: 07.06.2014) 24 Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn, V, 247. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 35 İslamî kaynaklarda genellikle üç türlü rüyadan bahsedilir.25 a. Sadık veya salih rüyalar: Hz. Peygamber bu tür rüyaların peygamberliğin kırk altıda biri olduğunu haber vermiştir.26 Allah’tan birer müjde konumundaki (büşra minellah)27 bu tür rüyaların kaynağı ilahi olduğundan doğru ve gerçek rüyalardır. Bu tür rüyalar vasıtasıyla bazı olaylar tahakkuk etmeden önce keşfedilip haber verilir. b. Nefsani rüyalar: İlgili hadiste hadis-i nefs diye tabir edilen beyin, duyu organları ve iç organlardan kaynaklanan düşler. Bu tür rüyalar, hatıraların, gündelik yaşamda tatmin olunamayan arzuların, hayâlde canlanmasından ibarettir.28 c. Şeytani rüyalar: Şeytanın etkisiyle (tahvifu’ş- şeytan)29 insanda meydana gelen çağrışım ve bu tesirin meydana getirdiği hayâl ve sanrılardır. Birinci türden rüyalar ilahi bir kaynağa sahip olduğundan zaman üstü bir boyuttan yansırlar. Dolayısıyla dünyada henüz meydana gelmemiş olaylar için bir işaret ve öngörü ifade ederler. Buhari’nin rivayetinde nübüvvetten bir parça olan bu tür rüyaların yalan olamayacağı kaydı vardır.30 Ancak iki ve üçüncü tür rüyaların böyle aşkın bir kaynağı olmadığından, gören kişinin bilinçaltını ve sanrılarını göstermenin ötesinde birinci türdeki gibi bir gerçekliği yoktur. Nefis veya şeytandan kaynaklanan bu tür karmaşık düşlere Kur’an “adgâs u ahlâm” demektedir.31 İnsanın süfli ciheti pekişince bu türden rüyalarda artış olur. Bu rüyalar da kişinin bilinçaltını, nefsin hastalık ve bağımlılıklarını göstermesi bakımından mutasavvıflar tarafından önemsiz görülmez. Ulvî cihet pekiştiği takdirde ise hayâl levhine ulvî cihetten yansımaların artmasıyla Rahmani diye de tabir edilen rüyalar görülür. Bu tür rüyalar gören kişiyi yücelten ve onun idrâkini artıran işaretler olabileceği gibi henüz meydana gelmemiş olayların görülmesi şeklinde bir gerçekliğe sahip sadık rüyalar şeklinde de olabilir. Buna binaen sûfî düşünce geleneğinde insan, nefsinin kazandığı letafet ölçüsünde bu tür sadık rüyaları idrâk edebilecektir.32 Bu yüzden Kuşeyrî, bu türden rüyayı bir keramet çeşidi olarak görür.33 25 Hz. Peygamber’in (s.a) rüyaların mahiyetine ilişkin hadisinde rüyalar şöyle tasnif edilir: “Rüya üç kısımdır. Biri insanoğlunu üzmek için şeytandan olan korkulardır; bir kısmı kişinin uyanıkken zihnini meşgul ettiği şeylerdendir, bunları uykusunda görür; bir kısım rüyalar da var ki onlar peygamberliğin kırk altı cüzünden biridir.” Buharî, Ta’bîr 2-4; Müslim, Ru’ya 18; Ebu Davud, Edeb 96. 26 Buharî, Ta’bîr 2-4. 27 Agy. 28 Psikanalizde Freud’un rüyalara ilişkin değerlendirmeleri bu tür rüyalarla ilgilidir Geniş bilgi için bk. Freud, Düşlerin Yorumu I, çev. Emre Kapkın, ss. 174-184; Düşlerin Yorumu II, ss. 233-335. Psikanalizde rüyaların aşkın bir boyutu olduğu ile daha ziyade C. G. Jung ilgilenmiş, kendi gördüğü rüyalar dahil rüyalardaki semboller ve kolektif bilinç üzerinde durmuştur. Geniş bilgi için bk. Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler, ss. 329-355. 29 Buharî, Ta’bîr 2-4. 30 Buharî, Ta’bîr 4, 26. Ayrıca bk. Müslim, Ru’yâ 8; Tirmizî, Ru’yâ 1, (2271); Ebu Davud, Edeb 96. 31 Bk. Yusuf 12/44. 32 Sûfî düşünce geleneğinde müsellem olan bu hususu mütekellim ve müfessir Fahreddin Razi (ö. 606/1210) de benzer şekilde değerlendirmektedir: “Yüce Allah insan ruhunu madde ötesi âleme çıkabilecek, levh-i mahfûzu okuyabilecek yetenekte yaratmıştır. Ancak ruhun bedenle ilgisi buna engel olmaktadır. Uyku halinde ruhun bedenle ilgisi azaldığından levh-i mahfûzu okuma gücü artar. Ruhun orada gördükleri, insanın muhayyilesinde kendine özgü izler bırakır. Bu izler insanın hayâl → 36 Osman Nuri Küçük İbnü’l-Arabî rüya ile ilgili yukarıdaki hususlarda İslâm düşünce geleneğine istinat eder. Buna ilaveten sûfî tecrübe geleneği ve kendi manevi tecrübesi ile konuyu farklı bir boyuta taşır. İbnü’l-Arabî’ye göre insan unsurlardan oluşan cismani varlığı sayesinde rüya görür. Bu yüzden meleklerin rüya görmediklerini belirtir.34 İnsan batınî idrâki ile rüyada görür, işitir. Rüya tecrübesini yaşayan her insan, zahiri hislerinden ayrı olarak rüyada idrâke sahip olduğunu tecrübeyle bilir. Bu tecrübe, insanın görmek, dokunmak ve bilmek için sadece zahiri duyularına mecbur olmadığının, zahiri yetilerinden başka bir idrâk gücü ile de idrâkin mümkün olduğunun bir göstergesidir.35 İbnü’l-Arabî’ye göre insanın, uykuda idrâk ettiklerinin tamamı, uyanıkken hayâl yetisinin duyulardan zapt ettiği şeylerden meydana gelir.36 Bu da iki türlü gerçekleşir. Birincide insan, herhangi bir duyusu aracılığıyla o şeyin suretini idrâk eder. Yahut bir duyusu ile o şeyin suretinin parçalarını idrâk eder. Herhangi bir duyusunda yaratılışından veya bir hastalıktan kaynaklanan tabiî bir eksiklik ve engel var ise ve bu nedenle uyanıkken duyusal anlamı idrâk edememişse uykudayken de o anlamı idrâk edemez. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre idrâk için asıl olan duyudur ve uyanıkken duyu ile gerçekleşen idrâktir. İnsanın hayâl yetisi, idrâkin gerçekleşmesinde duyuya tabidir.37 İbnü’l Arabî’ye göre Allah’ın rüya ile görevli bir meleği vardır. “er-Ruh” diye isimlendirilen bu melek, en yakın semanın (:semau’d-dünyâ) altındadır. İnsan, uyuduğunda bu melekle irtibat kurar ve onun elindeki suretleri yine bu meleğin verdiği feyz ile kendi hayâlinde idrâk eder.38 Böylece levh-i mahfûz’dan yansıyan bilgiler, öncelikle semavata oradan insana yansır.39 İnsan uyanık iken zahiri hisleriyle zahiri algılama ile meşguldür. Bu yüzden uyanıkken bu mertebe ile irtibat kuramaz. Levh-i mahfûzdan semavata oradan en yakın semaya yansıyan ve er-Ruh adı verilen meleğin elinde bulunan suretler, İbnü’l-Arabî’ye göre uykuda idrâk edildiği gibi “er-Ruh” adı verilen melekle irtibata geçilmesi durumunda uyku dışında daha özel iki yol ile de idrâk edilebilir. Bu iki özel yol; tasavvufî tecrübe ile ulaşılan fena ve gaybet hâlleridir.40 Şayet bir insan, bazı seyr ü süluk uygulamaları ile iç idrâklerini güçlendirirse, zahiri hisleri, onu bu meleğin elindeki suretleri idrâkten perdeleyemez. Kişi bu ölçüde güçlü bir iç idrâke sahip hale gelince bu seviyedeki kişi, → yetisi ötesindeki bir gerçeği yani levh-i mahfûzdaki bilgiyi gösterir ki rüyanın asıl işaret ettiği şey budur.” Bk. Râzî, Mefatihu’l-gayb, XVIII, 135. 33 Kuşeyrî, er-Risâle, s. 357. 34 Age. II, 375. 35 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. Mevlâna uyku ile batıni idrâk araçlarının etkin hale gelmesini güneş batınca ay ve yıldızların gökteki yol rehberleri olarak ortaya çıkmalarına benzetir. Bk. Mevlânâ, Mesnevî, C. I, beyit: 3671-5. İbnü’l-Arabî’den daha önce İbn Sina (ö. 427/1037) gibi Müslüman filozoflar insanın batıni idrâk yetileri hakkında izahta bulunmuştur. Bk. Durusoy, “Vehim”, DİA. XLII, 615. 36 Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 101. 37 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 38 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371-372. 39 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, I, 406. 40 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 37 idrâkinin kuvvetiyle uyuyanın uykuda idrâk ettiği şeyleri uyanık iken de idrâk edebilir.41 İbnü’l-Arabî’ye göre bu mertebedeki bir insanda latife-i insaniye, hisler mertebesinden (hazret-i mahsûsât) kuvveleriyle birlikte yeri beynin ön tarafında olan, hayâl-i muttasıl mertebesine intikal etmiştir. Bu latife ile bu idrâk gerçekleştirilir.42 Zira hisler, artık o kişinin idrâkine engel ve perde olmaz. Böylece idrâki güçlenen kişi kudsi âlemlerdeki şeyleri uyanıkken veya uykuda iken idrâk edebilir.43 Bu izahlara dayalı olarak sûfîlerin rüya konusuna yaklaşımındaki özgünlüğün şu olduğu söylenebilir. Tasavvufi seyr ü sülûk sürecinde yapılan çeşitli tezkiye ve tasfiye metotları ile insanın his ve idrâk yolları tezkiye ve tasfiye edilirse idrâk iyice güçlenir ve diğer insanların uykuda eriştikleri idrâke uyanıkken erişilebilir. İnsan, batınî idrâk kuvvelerini uyanıkken de kullanabilir. İbnü’l Arabî insan idrâkinin güçlenerek uyanıkken de uykuda idrâk edilebilecek şeyleri idrâk etmesinin nadiren gerçekleştiğini, bunun nebilere ve evliyâya mahsus olduğunu söyler.44 1. Rüya Tabiri Rüya yorumlama anlamında kullanılan tabir kelimesi Arapçada köprü veya nehrin bir yakasından diğerine geçme anlamına gelen -عبور- kökünden gelir.45 Bu anlamıyla tabir, rüyalardaki olay ve sembollerin ilk anlamlarına ulaşma çabasıdır. Dolayısıyla rüyanın tabir edilmesi, rüyalarda görülen şeylerin birer sembol ve remiz oldukları ön kabulüne mebnidir. Tabir ile bu sembollerin asıllarına ulaşılarak ne anlama geldikleri çözülmeye çalışılmaktadır.46 İbnü’l-Arabî’ye göre bir idrâk ile bir sureti rüyasında gören için idrâki esnasında üç mertebe veya bu üç mertebeden biri söz konusudur.47 Bunun bilinmesi, rüyanın tabir edilmesi bakımından önemlidir. Birinci mertebe kişinin idrâk ettiği suretin, gören ile değil de görülenle ilgili olmasıdır. Bu da onun mertebe ve sıfatına göre olur. Bu durumda görülen şey bulunduğu hal üzere idrâk edilir. İkincisi, görülen suretin görenin nefsindeki bir halle ilgili olmasıdır. Üçüncüde ise görülen suret, 41 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 42 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 372. 43 Kelime anlamı uyanıklık anlamına gelen yakaza (يقظة (kelimesini sûfîler terim olarak uyanıklık halinde gerçekleşen bu tür idrâk ve görüşü ifade etmek üzere kullanmaktadırlar. Bk. Kâşânî, Tasavvuf Sözlüğü Letâifu’l-a’lâm, s. 596; Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 576; Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, s. 708. 44 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 45 Bk. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV, 529-530. Sözgelimi “السبيل عبر “yolu geçme anlamında kullanılmaktadır. Bk. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV, 529; Zebidî, Tacu’l-Arûs, III, 376; Zavî, Tertibu’lKamusi’l-Muhît, III, 121. 46 İslâmi gelenekte rüya tabiriyle ilgili önemli sayılan bazı eserler şunlardır: Muhammed b. Sîrîn’in Kitâbü ta’bîrir-rü’yâ’sı, Ebu Ishak el-Kirmânî’nin Kitâb-ı Düstûr’u, Seyyid Süleyman el-Hüseynî’nin Kenzü’l-Menâm, Abdülganî Nablusî’nin Ta’tîrü’l-enâm fî ta’bîri’l-menâm. Bu eserler bir araya getirilerek Türkçeye çevrilmiştir. Bk. İslami Rüya Tabirleri Ansiklopedisi. İslâmî gelenekte rüyaya ilişkin müstakil diğer bir çalışma için bk. Schimmel, Halifenin Rüyaları, İslam’da Rüya ve Rüya Tabiri. 47 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 372. 38 Osman Nuri Küçük meşru bir hakka ve konulmuş bir kanunla (ennamusu’l-mevzu´) ilgilidir. Bu takdirde idrâk edilen suret, o suretin görüldüğü bölgedeki geçerli yasayla ilgilidir.48 İbnü’l-Arabî rüyada bir sureti idrâk eden kişinin bu üç mertebe dışında bir mertebesi olmadığını belirtir. Bu mertebeyi elinde tutan ve er-Ruh denilen melek ise bazen görülebilir bazen görülemez, der.49 Bu mertebelere ilişkin de şu değerlendirmede bulunur. “Evla olan birinci mertebedir. Zira bu mertebede görülen şey tam ve iyidir. Çirkinlik ve eksiklik ile nitelenmez. Diğer iki mertebede ise görülen suret güzellik, çirkinlik, eksiklik ve kemal gibi hallerle ortaya çıkar. Şayet kişi gördüğü suretten bir hitaba muhatap olursa hitabın haline göre ve rüyasında bunu ne kadar anladığına göre değerlendirilir. Aynı zamanda bu sureti gören kimsenin o suret karşısında edep, saygı veya takındığı diğer davranışlara da bakılmalıdır. Çünkü o kimsenin hali bu gördüğü suret ile olan muamelesinde ondan meydana gelen şeye nispetledir. Kişi tabiri biliyor veya bilene sorarsa o zaman tabire müracaat eder. Bilmiyorsa tabir etmez. Çünkü görülen her bakımdan hak bir surettir.”50 Bu suretin dışındaki rüyalar ise şayet içinde kişiyi üzen şeyler varsa şeytandandır.51 Bu tür rüyalar kişinin hoşuna gitmeyen rüyalardır. İbnü’l-Arabî bu türden bir rüya gören kişiye ilgili nebevî tavsiyeleri hatırlatır. Üç kez sol yanına tükürmeli, şeytanın şerrinden Allah’a sığınmalı, kalkıp nafile namaz kılmalı ve rüyasını kimseye anlatmamalıdır.52 Yahut görülen suret, kişinin uyanıkken nefsi ile yaptığı iç konuşmalarından meydana gelmiştir.53 İbnü’l-Arabî’ye göre insanın nefsi ile konuşmaları hayâle nakş olunur. Uyuduğunda bunları hiss-i müşterek ile idrâk eder. Çünkü bunları uyanıkken tasavvur etmiş ve bu tasavvurlar hayâlinde resmedilmiş olarak kalmıştır. Uyuyunca hisler, hayâl hazinesine yönelince hayâlde resmedilmiş bu tasavvurları görür.54 İbnü’l-Arabî’ye göre şeytandan olan veya hadis-i nefs şeklindeki rüyalara görüldüğü şekilde itibar edilmez. İbnü’l Arabî bu noktada ilginç bir değerlendirmede bulunur. Buna göre bu tür rüyalara kudsi bir mertebenin sembollerini taşımaması itibariyle itibar edilmese de bu tarz bir rüya, ehli tarafından tabir edildiğinde rüyadan değil de tabirin kuvvetinden dolayı rüyanın bir hükmü olur ve o hüküm meydana gelir.55 İbnü’l-Arabî’ye göre bunun gerçekleşmesi şöyle olur: Rüyayı tabir eden kimse, gerçek anlamda rüyayı tabir edebilmek için rüyayı anlatandan alıp kendi hayâlinde tasvir etmelidir. Aksi takdirde rüyayı tahkiken tabir edemez. Tabir eden kişi anlatılan rüyayı kendi hayâlinde tasvir edince rüyayı gören kişinin iç konuşma veya şeytanın korkutması şeklinde gördüğü suret, rüyayı görenin hayâlinden tabir edenin hayâline intikal eder. İntikal edince o suret, tabir eden için artık bir iç konuşma olmaktan çıkar ve rüyayı tabir eden, gerçek bir suret hakkında hü48 Agy. 49 Agy. 50 Agy. 51 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. 52 Agy. 53 Age. II, 372. 54 Age. II, 371. 55 Age. II, 372. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 39 küm vermiş olur. Böylece rüyayı tabir eden kimsede, rüyayı gören kimsenin suretine ilişkin bir hüküm zuhûr eder.56 Bununla bağlantılı olarak İbnü’l-Arabî Hz. Yusuf’a (a.s) zindanda rüyalarını anlatan iki arkadaşın durumuyla ilgili Kur’an’da anlatılan57 ayetle ilgili sıra dışı bir değerlendirmede bulunur. İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyen iki arkadaş gerçek bir rüya görmemişler, tasvir ettikleri şey hususunda yalan söylemişlerdi. Anlattıkları gerçekte, hadis-i nefs kabilinden kendi iç konuşmalarından ibaret bir tahayyüldü. İbnü’l-Arabî’ye göre rüya tabirinde gerçekleşme ihtimali en uzak durum budur. Bu yüzden rüya tabirindeki en zor merhaledir. Bu zorluk İbnü’l-Arabî’ye göre şu gerekçeye istinat eder. Gerçekte ortada rüya ile görülmüş herhangi bir suret yoktur. Sadece o kişilerin kendi hayâllerinde kendi iç konuşmalarından ortaya çıkan hayâlleri vardı. Bu iki arkadaş hapistekilerin rüyalarını tabir ile meşhur olan Hz. Yusuf’a (a.s) gerçekte görmedikleri bir şeyi rüya görmüş gibi içlerinden geçirerek anlatmışlardı. Ancak Hz. Yusuf’un (a.s) hayâlinde anlatılan bu şeyin sureti meydana gelmişti. Hz. Yusuf’un (a.s) hayâlindeki suret, kendisinin bir iç konuşması olmadığından Hz. Yusuf (a.s) ile gerçek bir şeye dönüşmüştü. Hz. Yusuf (a.s) sanki o adamlar için rüyayı gören kişi olmuştur. Böylece onların gerçekte görmedikleri hayâli tabir etmek suretiyle Yusuf (a.s) var olmayan o hayâle kendi hayâlinde bir gerçeklik kazandırmıştır. Tabir etmek suretiyle de tabirin hükmü meydana gelmiş ve daha sonraki olaylar tabir ettiği şekilde gerçekleşmiştir. İbnü’l-Arabî bu ayeti açıklarken şöyle bir yorumda bulunur. Hz. Yusuf (a.s) bu kişilerin rüyalarını tabir edince onlar “Biz seni imtihan etmiştik. Gerçekte biz bir şey görmedik” dediler. İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Yusuf’un ayette geçen şu cevabı, o kişilerin bu sözü üzerine söylenmiştir.58 “Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir ( َّالذ الامر َ ْ ُقضي ُْ َ konusunda rüya ,)s.a (Yusuf .Hz Böylece 59 )”ۜ ْ َ َ ْ َ ِ ِ ِ ۪ي ۪فيه تستفتيان ِ gerçekleşmesi en zor olan şeyi, hayâlinin doğruluğu nedeniyle gerçekleştirmiştir. Zira İbnü’l-Arabî’ye göre kişinin kendi hayâlinde, bir başkasının hadis-i nefs kabilinden suretlerine gerçeklik kazandırması, rüya tabirindeki en zor iştir. İbnü’l-Arabî’ye göre rüya tabiri konusunda Yusuf (a.s) kıssasında işaret edilen bu hususa, Hz. Peygamber (s.a) şu hadisiyle işaret etmektedir: Rüya, tâbir edilmedikçe bir kuşun ayağı üstündedir, tâbir edilince düşer. “ 60 الرؤيا على رجل طائرمالمتعبر فإذا عبرت وقعت İbnü’l-Arabî’ye göre rüyadaki şeyin gerçekleşmesi, tâbirine bağlı olunca, rüyanın rastgele kimselere anlatılmaması önem kazanmaktadır. Bu sebeple hadisin 56 Agy. 57 Bk. Yusuf 12/36-41. Hz. Yusuf ile ilgili olan bu olay Tevrat, Tekvin, bab 40’da da benzer şekilde geçmektedir. 58 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 372-3. 59 Yusuf 12/41. 60 Ebu Dâvud, Edeb 96. Tirmizî’deki rivayette “Anlatılmadığı müddetçe bir kuşun ayağında durur. Anlatılacak olursa hemen düşer” şeklindedir. Bu konudaki rivayetler birlikte değerlendirildiğinde anlatmaktan maksadın tabirini konuşmak olduğu belirtilir. Bk. Tirmizî, Ru’yâ 6. 40 Osman Nuri Küçük devamında “rüyanın akıllı ve dostun olan kimseye anlatılması gerektiği belirtilir.61 Tirmizi’deki rivayette “rüyayı akıllı dosta (lebib ve habib) anlatın!” ifadesi mevcuttur.62 Bilindiği gibi Yusuf suresindeki diyalogda da Hz. Yusuf gördüğü rüyayı babasına anlatınca Hz. Yakub (a.s), rüyasını63 kardeşlerine anlatmaması konusunda onu uyarmıştır.64 Ayetteki bu uyarı da yukarıdaki hadisi teyit edici mahiyettedir denilebilir. İbnü’l-Arabî bu hadiste geçen ifadeleri şöyle izah eder: Hadiste kuş (طائر ( diye geçen ifade, hayır veya şerden kişinin nasip ve kısmeti anlamındaki kelime anlamına işaret eder.65 İbnü’l-Arabî’ye göre hadiste kuşun kanadı değil de ayağı (طائر رجل (denilmesi, nasip anlamıyla ilgilidir. Zira kuş ayağıyla yerden bir şey alıp nasiplenir, kanadıyla bunu yapamaz. Kuş, er-Ruh adlı meleğin şekle bürünmesidir. Dolayısıyla kuş gerçekte ayağına bağlanan nasipten ibarettir. O nasip yere düşünce kuş da yok olmuş olur.66 Binaenaleyh Hz. Yusuf’un (a.s), hapishane arkadaşlarının rüyasını tabir etmesiyle İbnü’l Arabî’ye göre rüya tabir edilinceye kadar bir kuşun ayağındadır, hadisinde işaret edilen mananın en uzak ihtimali gerçekleşmiştir. İbnü’l-Arabî acayip bir sır ve sahih bir keşif olarak nitelediği rüya tabiri ile ilgili bu bilgiyi aktardıktan sonra konunun, ‘var olma’ ile ilgisine dair şöyle bir hükme varır: “Olmadan önce rüyada görülen şeyler ruhlara daha yakındır.”67 Bu yüzden önce rüyası görülüp daha sonra rüyanın ayn’ından his âlemine çıkan şey, İbnü’l-Arabî’ye göre bu özellikte olmayan akranlarına göre daha üstündür. Söz gelimi rüya ile olacağı önceden görülen bir çocuk, diğer çocuklara nispetle daha ayrıcalıklı özelliklere sahiptir. Çünkü bu, İbnü’l Arabî’ye göre o kişinin varlığının hakikatinin (aynının) diğerlerine nispetle ruhlara daha yakın olduğu anlamına gelir. Böylece rüyanın er-Ruh adlı melek ile irtibatından dolayı görülen şey, his âleminde zuhûr etmeden ruhlar mertebesine yakınlığından ötürü önce hayâlde idrâk edil61 Ebu Dâvud, Edeb 96. 62 Tirmizî, Babu Ma Cae fi tabiri’r-Ru’yâ 1. 63 İbnü’l-Arabî’nin Yusuf’un (a.s) rüyasına ilişkin Fusûs’daki bazı değerlendirmeler için bk. Gürer, “Hz. Yusuf’un Gördüğü Rüyanın Fusûsu’l- Hikem’deki Yorumu”, S: 21, ss. 39-56. 64 Bk. Yusuf 12/5. 65 Bk. Lisânu’l-Arab, IV, 509; Tacu’l-Arûs’ta kelime “hayır veya şerden kişinin rızkı” şeklinde açıklanmıştır. Bk. Tâcu’l-Arûs, III, 364. Tâir kelimesi nasip anlamı yanında beyin (dimağ) anlamına da gelmektedir. Bu anlamıyla insanın temenni ettiği veya uğursuz saydığı şey anlamında kullanılmaktadır. Bk. Kamûsu’l-Muhît, III, 102. Şu ayetlerde kelime kök anlamıyla bağlantılı olarak uğursuzluk ve nasip anlamıyla kullanılmaktadır. “Şöyle dediler: Senin ve beraberindekilerin yüzünden uğursuzluğa uğradık …” (Neml 27/47). “Sizin uğursuzluğunuz sizinle beraberdir. Size nasihat ediliyorsa bu uğursuzluk mudur?” (Yasin 36/19). “Her insanın amel ve nasibini (tâir) boynuna bağladık.” (İsrâ 17/13). “Eğer kendilerine bir fenalık gelirse Musa ve beraberindekileri uğursuz sayarlardı. Bilesiniz ki onlara gelen uğursuzluk (tâir) Allah katındandır, fakat onların çoğu bunu bilmezler.” (A’raf 7/131). 66 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 372-3. 67 Agy. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 41 miştir.68 Bu yüzden İbnü’l-Arabî’ye göre herhangi bir şey, şayet rüya vasıtasıyla olursa rüya ile olmayana nispetle daha ayrıcalıklıdır. Bahsedilen hususun, Allah’ın mahlûkatındaki sırlarından biri olduğunu belirten İbnü’l-Arabî izah ettiği bu meseleye aşina olmak isteyenin doğa ilmine (ilmu’t-tabîa) bakmasını öğütler. Rüyet ve rüya kelimeleri arasındaki kök birlikteliğine dikkat çeken İbnü’l-Arabî, rüyada olduğu gibi rüyetin, var olacaklar üzerindeki etkisini şöyle bir örnekle izah eder: Kadın hamileyken neye arzu duyarsa çocuk, o şeye benzer şekilde doğar. Cinsel ilişki esnasında kadın birine bakar veya meninin rahme düşmesi ve orgazm esnasında erkek, bir sureti tahayyül ederse çocuk, tahayyül edilen suretin huyu üzere olur. İbnü’l-Arabî, Bilge insanların faziletli kişilerin resimlerini duvarlarına astırmalarını bu gerekçeyle irtibatlandırır. Bu hususun doğa ilmindeki garip sırlardan olduğunu belirten İbnü’l-Arabî söylediği şeyi ancak ilim sahibi olanların keşif yoluyla bilebileceğini vurgular.69 İbnü’l-Arabî, insanın hayâl kuvvesi ile rüyet olsun rüya olsun görülen şeyin his âleminde nasıl bir tesir icra ettiğini Hz. İsa’nın (a.s) durumu ile örneklendirir. İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Meryem (a.s), Cebrail’i beşer suretinde gördüğünden bu rüyetinin bir sonucu olarak hamile kalmıştır. Bu rüyeti sonucunda Hz. İsa (a.s), İbnü’l Arabî’ye göre ölüleri dirilten Ruh özelliği ile beşerliği varlığında toplamıştır. Zira Hz. İsa (a.s), his âleminde zuhûra gelmeden önce annesinin rüyasının aynıdır.70 Bu hususla ilgili İbnü’l-Arabî şu değerlendirmede bulunur. Hz. Meryem (a.s), yıkandığı esnada Cebrail’i beşer suretinde görmüştü. Kendisine bir kötülük yapacağından endişe ettiğinden korkmuştu. Şayet bu korkusu esnasında Cebrail, ona ruh nefhinde bulunsaydı, Hz. İsa (a.s) annesinin bu endişeli halinden dolayı bakılamayacak ölçüde çirkin olacaktı. Bu yüzden Cebrail öncelikle Hz. Meryem’i Allah’ın elçisi melek olduğuna ikna etmiş ve onu sakinleştirmiş, sonra ruh nefhini gerçekleştirmişti. Böylece Hz. İsa (a.s) sakin tabiatlı ve güzel bir suretle zuhûr etmişti.71 2. Sadık Rüya ile Nübüvvetin Bir Parçasının İdrâki İbnü’l Arabî muteber hadis kaynaklarında çeşitli varyantları olan72 Tirmizî’nin isnadını sahih olarak nitelediği şu hadisi konuyla ilgili aktarır: “Resulullah buyurdu ki: Risalet ve nübüvvet kesilmiştir. Dolayısıyla benden sonra nebi ve resul gelmeyecektir.” Bu hadis genellikle bilinmekte ve aktarılmaktadır. Ancak hadisin bu ifadeden sonraki kısmının söylenme gerekçesine ilişkin İbnü’l-Arabî’nin Tirmizî’den aktardığı ifade, hadisin manasını anlamada önem arz etmektedir. İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Peygamber’in (s.a) nübüvvet ve risâlet kesilmiştir, şeklindeki bu ifadesi sahabeye ağır gelmiştir. Zira bu kesilme, vahyin kaynağı ile 68 Age. II, 373. 69 Agy. 70 Agy. 71 Fusûsu’l-Hikem, s. 139. 72 Buharî, Ta’bîr 5; Ebu Davud, Edeb 96. Muvatta’nın rivayetinde ziyade olarak şu ifade var. “Salih rüyayı salih kişi görür veya ona gösterilir.” Muvatta, Ru’yâ 3. 42 Osman Nuri Küçük dolayısıyla, Hakk’ın ilmi ve kelamı ile irtibatın kesilmesi anlamına geliyordu.73 Yüce âlemler ile irtibatın kesilmesi sözü bu yüzden insanlara ağır gelmiştir. Bu sözün insanlara ağır gelmesi üzerine Hz. Peygamber (s.a) buyurdu ki “Ancak el-mübeşşirat müstesna. Dediler ki Ey Allah’ın Resulü: el-mübeşşirat nedir. Buyurdu ki; Bir Müslümanın rüyasıdır. Bu rüya nübüvvetin bir parçasıdır.”74 Hadiste geçen “el-mübeşşirat” kelimesi, bilinen genel anlamıyla müjde (büşra) ile irtibatlı olarak insanı müjdeleyen muştu anlamındadır.75 Bu anlamıyla salih rüyalar, insanı müjdeleyici bir işleve sahiptir. İbnü’l-Arabî mübeşşire kelimesini Arapçada deri anlamına gelen beşere (بشرة (köküyle irtibatlandırarak izah eder. Rüyaların İbnü’l-Arabî’ye göre mübeşşire şeklinde isimlendirilmesi, rüyaların insan tenindeki tesiriyle ilgilidir. Müjde anlamına gelen büşrâ kelimesi için de aynı kök anlam geçerlidir. Çünkü beşer olan insan varlığının dışı, içinde meydana gelen şeye göre değişir. Mübeşşire kelimesinin aktarılan sözlük anlamlarının sûfî tecrübe ile ilgisi şudur. İbnü’l-Arabî’ye göre ârif de rüya vasıtasıyla kendisine erişen vâridine göre değişip şekillendirilir. Bu değişim, gördüğü bir şey, işittiği bir kelime, tahayyül ettiği şeye göre ya hüzün yahut sevinç şeklinde belirir. Bunun etkisi de derisinde yani beşeresinde ve beşeri varlığında ortaya çıkar.76 Bu anlamıyla mübeşşire, insanı dünyada sevindiren ve muştulayan salih ve sadık rüyalardır. Tirmizî, yukarıdaki hadisi aktardığı bölümde büşrâ kelimesinin geçtiği şu ayeti de mübeşşire ifadesi ile bağlantılı olarak aktarır. Buna göre ayette Allah dostlarına dünyada müjde olarak verilecek şeyin, nübüvvetin bir cüzü olarak tecrübe edilecek salih rüyaya karşılık geldiğine işaret edilmektedir.77 “Bilesiniz ki, Allah’ın dostlarına hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır. Dünya hayatında da, onlar için müjde (البشر ٰ ْ ُْ ( vardır. Ahirette de.”78 Buna binaen İbnü’l-Arabî mübeşşire kelimesini sıradan insanlarınkinden farklı olarak tasfiye edilmiş hayâl ile tecrübe edilen sahih rüya deneyimini ifade etmek üzere bir terim olarak kullanır.79 İbnü’l-Arabî’nin mübeşşirelerinden derlediği el-Mübeşşirât adında bir risâlesi mevcuttur.80 Tasavvuf tarihinde üzerine en fazla şerh yazılan eserlerden biri olan Fusûsu’l-Hikem’i mübeşşirede gördüğünü 73 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 74 Tirmizî, Zehebet ennübüvve ve bekıyyet elmübeşşirat 1. 75 Bk. Lisânu’l- Arab, IV, 61, 63; Tâcu’l-Arûs, III, 47; Kamûsu’l-Muhît, I, 224. 76 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 77 Tirmizî, Ebvâbu’r-Ru’yâ 2. 78 Yunus 10/62-64. Kuşeyrî de er-Risâle’de bu ayeti rüya konusunun başına almış ve ayette geçen müjdenin (büşrâ) salih rüya olduğuna dair rivayetlere yer vermiştir. Bk. Kuşeyrî, er-Risâle, s. 357. Tasavvufi tefsirlerde de bu işaret üzerinde durulmaktadır. Bk. Sülemî, Tefsîru’s-Sülemi Hakâiku’tTefsîr I, 308; Kuşeyrî, Letâifu’l-İşârat III, 107-108. 79 Bk. Fusûsu’l-Hikem, s. 47. 80 Risâlenin bazı yazma nüshaları bulunmaktadır. Eski bir nüshası Veliyyüddin, nr. 1686/57b-62b’de kayıtlıdır. Bk. Kılıç, Şeyh-i Ekber, s. 62. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 43 belirttiği Resulullah’tan (s.a) alarak yazdığını tarih ve mekân kaydıyla eserin mukaddimesinde açıkça ifade eder.81 İlgili hadislerde salih rüyanın nübüvvetin kırk altıda biri olduğu,82 salih ve sadık rüyanın kudsi âlemlerden haber verme anlamında -teşriî anlamda bir hüküm koyuculuğu olmayan- bir tür nübüvvet olduğu açıkça ifade edilmektedir. Buna binaen sûfî düşünce geleneğinde sâlih rüya, insanın kudsi âlemlere erişmesinin, aşkın âlemlerden haber vermesinin diğer bir ifadeyle ilhama mazhar olmasının yolu olarak kabul edilmiştir. Hadiste nübüvvet ve rüya arasında kurulan bu irtibatı İbnü’l-Arabî şöyle izah etmektedir: Her peygamber, kendi kalbini tezkiye edip hayâl levhini arındırınca, levh-i mahfûzdan yansımaları almaya başlar. Rüyalar şeklinde görülen bu yansımalar, vahiy sürecinin başlangıcıdır. Hz. Yusuf’un çocukken rüya görmesi ve rüyasını babasına anlatması sonucu Hz. Yakub’un Peygamber olarak Allah’ın onu seçeceğini ifade eden ayet83 bu hususu işaret etmektedir. Vahyin nasıl başladığına ilişkin Hz. Aişe’nin (r.a) aktardığı rivayetin yukarıdaki izahı teyit etmesi nedeniyle aktarıyoruz: “Resulullah’ın vahiy almaya ilk başlaması uykuda iken gördüğü salih rüyalar ile olmuştur. Bu süreçte gördüğü her rüya sabah aydınlığı gibi aynısıyla meydana gelirdi. Sonra kendisine yalnızlık sevdirildi. Ve Hira mağarasında halvete çekildi. Sonrasında Cebrail kendisine geldi.”84 Bilindiği gibi genel kabul üzere vahiy süreci tilavet edilen Mushaf’ta yer alan (vahy-i metluv) “Oku” ifadesiyle başlatılmaktadır. Bu rivayette konumuzla ilgisi bakımından genellikle fark edilmeyen husus, vahyin daha önce salih rüya şeklinde başlamış olması ve bu sürecin vahiy sürecinin bir parçası olarak ifade edilmiş olmasıdır. Daha önce salih rüya şeklinde başlayan vahiy süreci daha sonra meleğin açıkça görülmesi ve Kur’an ayetlerinin bildirilmesi ile ayrı bir aşamaya geçmiştir. İbnü’l-Arabî bu süreci şöyle izah eder: Hz. Peygamber’in (s.a) temizlenen hayâl mertebesinde (hazretinde) sadık rüya şeklinde başlayan görme (rü’yet), daha sonra hayâl hazretinden dış dünyaya melek suretinde zuhûr etmiştir.85 İbnü’l81 Bk. Fusûsu’l-Hikem, s. 47. 82 Buharî, Ta’bîr 2, 4. Rüyanın nübüvvetin kırk altıda biri oluşu ile ilgili şu değerlendirme yapılmaktadır. Bu oran, Hz. Peygamber’in (s.a) vahiy meleğini Hira’da görmeden önce sadık rüyalarla geçirdiği altı aylık sürenin yirmi üç yıllık toplam peygamberlik süresine nispetini ifade etmektedir. Bu konudaki nispetin yirmi altıda bir, kırkta bir ve yetmişte bir şeklinde olduğu rivayetler de mevcuttur. Bu konuda farklı oranlarla ilgili ise şu değerlendirme yapılmaktadır. Sayılardaki farklılıklar Hz. Peygamber’in (s.a) bu hususu beyan ettiği zamanların farklı olmasından ileri gelmektedir. Şöyle ki: Kendisine vahyin gelmesinden on üç senenin bitiminde, “rüyanın peygamberliğin yirmi altı cüzünden bir cüz olduğunu söylemiş olmalıdır. Nübüvvetinin yirminci yılı sonunda kırkta bir; hayatının sonunda ise kırk altıda bir demiş olmalıdır. Kırktan sonraki rivayetler ise zayıftır. Yetmişte bir şeklindeki rivayetin mübâlağa için söylendiği hadislerde sıkça rastlanan bir durumdur. Bu nedenle rüya ile ilgili kırk altıda bir nispeti esas alınmıştır. 83 Yusuf 12/6. 84 Buharî, Bedu’l-Vahy 3. 85 Fusûsu’l-Hikem, s. 100. 44 Osman Nuri Küçük Arabî’ye göre Hz. Meryem’in Cebrail’i insan şeklinde görmesi86, Cenab-ı Hakk’ın Hz. Musa’ya bir ağaçtan görünmesi87 benzer şekilde gerçekleşen rüyetlerdir. İbnü’l-Arabî’ye göre vahyin başlangıcında Hz. Peygamber’in (s.a) rüyalarının gündüz gerçekleşecek şekliyle aynen görülmesinin nedeni ise Resulullah’ın (s.a) doğruluğudur. Bu görüşünü İbnü’l-Arabî Tirmizî’deki şu merfu rivayetle destekler.88 “Rüyası en doğru olan sözü en doğru olandır”89 Zira “O, hevasından konuşmaz”90 ayetinin işaret ettiği mana üzere İbnü’l-Arabî’ye göre Resulullah (s.a) kimseye nefsinde uydurduğu, süsleyip tezvir ettiği bir söz söylemiş değildir. Bilakis o hissi kuvvetlerinden birisiyle idrâk ettiği veya bu kuvvetlerin tümüyle idrâk ettiği şeyi söylerdi. Böyle bir idrâki yoksa konuşmazdı. Hissinde bir gerçeklik görmediği rüyayı, hayâlinde tasavvur edip söylemezdi. Dolayısıyla Hz. Peygamber’in (s.a) rüyasının aynen meydana gelmesi, hissinde meydana gelmeyen şeyi söylememesindendi. Bu noktada akla şu soru gelmektedir. İdrakte asıl olan his olduğuna göre, vahiy neden his düzeyinde değil de rüya ile hayâl mertebesinde başlamıştır? İbnü’l-Arabî bu hususu şöyle izah eder: Akledilebilir manalar, hisse göre hayâl kuvvesine daha yakındır. His, insan varlığının daha alt katmanında iken mana, daha yukarıda ve daha latiftir. İnsanın hayâl levhi, his ile mananın ortasında yer alır. Bir tür mana olan vahyin, hisse indirilmesi istendiğinde, öncelikle hayâl mertebesinden geçerek his mertebesinde algılanması zaruridir. Çünkü insanın hayâl yetisinde tahayyül edilerek ortaya çıkan her şey, hissin algılayabileceği bir surete bürünerek algılanır. Bu yüzden sürecin böyle olması İbnü’l-Arabî’ye göre zorunludur. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre mahiyeti bilinemeyen bir tür mana olan vahyin Hz. Peygamber’in hayâl levhinde algılanabilen mahsus bir surete bürünmesi gerekir.91 Bundan dolayı vahyin başlangıcı, uykuda meydana gelmiştir. Sonra hayâl levhindeki bu “mana” hayâlden dıştaki meleğe intikal etmiş, melek Hz. Peygamber’e (s.a) his ile idrâk edilebilen bir şahıs olarak ‘temessül’ etmiştir.92 Kısaca aklî manalar, hayâle, oradan hisse intikal eder. Bazen histen dışarıya taşar ve kişi onu dışarıdaymış gibi idrâk eder. Temessül bu şekilde gerçekleşir. İbnü’l-Arabî’ye göre temessül eden şahsı, bazen yalnızca vahiy alabilen kişi idrâk ederken bazen onunla birlikte bulunanlar da idrâk edebilir.93 İbnü’l-Arabî’ye göre Hz. Peygamber’e gelen vahiy elçisi, Rabbinin sözünü Peygamber’in (s.a) işitme duyusuna (sem’) atar (ilkâ). Bazen de vahyi Peygamber’in (s.a) kalbine indirir (inzâl).94 Vahiy kalbe indirilince Peygamber’i (s.a) bir 86 “Biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir insan şeklinde göründü” Meryem 19/17. 87 “Ağaç tarafından kendisine şöyle seslenildi: Ey Musa! Bil ki ben, bütün âlemlerin Rabbi olan Allah’ım.” (Kasas, 28/30). 88 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 89 Tirmizî, Ru’yâ 1. 90 Necm 53/3. 91 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 92 Fusûsu’l-Hikem, s. 100. 93 Age. II, 371. 94 Burada kullanılan ilkâ, ve inzâl kelimeleri Kur’an’daki ayetlerden alınmadır. İlkâ ifadesini İbnü’l-Arabî Kâf 50/37 ayetiyle irtibatlı şekilde kullanır. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 45 sıkıntı ve şiddet basar ki İbnü’l-Arabî’ye göre “hal” diye tabir edilen şey gerçekte budur. Bu sıkıntının nedeni ise Nebi’nin bedensel varlığının, kalbe indirilen manaya uygun olmamasıdır. Bu yüzden bu tarz vahiy, Hz. Peygamber’e (s.a) zor ve ağır gelir. Tabiatının mizacı, vahyin kalbe inzali bitinceye kadar bozulur. Sonra bu hal geçer ve Peygamber kendisine inzal edileni haber verir.95 Doğal olarak bu noktada akla şu soru gelmektedir. Hz. Peygamber’e mahsus olduğu düşünülen vahiy tecrübesini İbnü’l-Arabî nasıl olur da böylesine ayrıntılı izah etmektedir? Sûfî tecrübenin konuyla ilgili özgünlüğü bu noktada ortaya çıkar. İbnü’l Arabî bunun cevabını şu şekilde verir: Gerçekleşen bu müşahede ve idrâk, İbnü’l Arabî’ye göre seyr ü sülûk ile Allah’ın velî kullarında da nadir olarak gerçekleşir. İbnü’l-Arabî kendisinin de bu hali yaşadığını belirtir.96 İbnü’l-Arabî’nin eserlerine aşina olmayanlara iddialı gibi görünen bu ifadeler, onun eserlerine ve düşünce sistemine muttali olanlar için sürpriz değildir. Zira o değişik vesilelerle irfân ilmi hakkında yazdıkları hakkında şöyle der: “Eserlerimde yazdığım her şey, Kur’an hazretinden ve hazinelerinden gelmektedir;97 Benim Allah’tan ilahi bir ilhamla ve doğrudan öğrendiğim…98; bunun kadrini ancak bunu tecrübe edip hâl olarak menzilini nefsinde müşahede eden ve Hakk’ın sırrında kendisiyle konuştuğu kişi bilebilir.”99 Kısaca İbnü’l-Arabî’ye göre vahyin geldiği mertebeyle irtibat kurması bakımından idrâk, ehlullahta da tahakkuk eder. Sadece Hz. Peygamber’e (s.a) özgü olan ise şeriat bildiren (teşriî) vahiydir.100 Velî ise nübüvvetin devam eden bir parçası olan sadık ve salih rüyada Peygamber’in getirdiği vahyin dışında teşriî bir vahiy getiremez. Çünkü bu süreç malum olduğu üzere Hz. Peygamber (s.a) ile sona ermiştir. Ancak velî, vahyin hakikatine ancak bu tür bir basiretle vakıf olabilir. Şunu bahusus belirtmek gerekir: İbnü’l-Arabî’ye göre seyr ü sülûk sayesinde evliyânın bir kısmında gerçekleştiği belirtilen bu irtibat ve idrâkte velînin Hz. Peygamberinkinden (s.a) ayrı hüküm koyucu teşriî bir vahiy veya Mushaf’takinden başka bir lafız getirmesi söz konusu değildir. Bu yüzden sadece Hz. Peygamber (s.a) şeriat getirebilir ve helal haram vazeder. Böylece vahyin bütün türlerini sadece Hz. Peygamber (s.a) getirmiştir. Evliyanın bu süreçteki pozisyonu ise İbnü’lArabî’ye göre sadece Hz. Peygamberin (s.a) getirebileceği vahiy çeşitlerini, ayne’lyakîn müşâhede ederek haber vermektir.101 İbnü’l-Arabî’ye göre velî, tarihsel olarak Hz. Peygamberin (s.a) zamanına erişmemiş olduğundan vahyi ondan işitemez. Bu yüzden vahyin gelişiyle irtibat ve idrâki ancak vahyin kaynağı olan mertebe ile irtibatı sayesinde gerçekleşir. Velî de benzer bir süreçle işitme duyusuna ilka veya kalbine inzal ile vahye muhatap olur. 95 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. 96 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 370. 97 Age. III, 326. 98 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, IV, 131. 99 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, III, 326. 100 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. 101 Agy. 46 Osman Nuri Küçük Bu esnada velînin durumu Resulullah’ın (s.a) şeriat koyucu lafzını işiten sahabenin durumu gibidir.102 İbnü’l Arabî bahsettiği hususa şu ayetin işaret ettiğini belirtir: ( االلهِ َالى ادعوا ِ ُٓ ْ علىٰ َ َ ٍ َ َ ۪ بصيرة َانا َ اتبعنِّي َََّ َومن ۟ ِ َ” “( Basiret üzere Allah’a davet ederim, ben ve bana tabi olanlar”103 şeklinde meali verilen104 ayetin metni üzerinde İbnü’l-Arabî’nin yaptığı yoruma bakalım. Ayetin birinci kısmındaki “Basiret üzere Allah’a davet ederim” ifadesindeki davet ederim (أدعوا (fiili, konuşan tekil kişi sığasıyla ifade edilmiştir. Ardından tekrar munfasıl bir zamir getirilerek ( ومن ِ انا ۟ ََ اتبعنِّي َََّ َ َ” ( Ben ve bana uyanlar” deniliyor. Böylece “bana uyanlar” kısmı, kendinden önceki Hz. Peygamber’i (s.a) ifade eden ben (ene) zamirine atfedilmiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre ayette “bana uyanlar” kısmı ile işaret edilen kişiler, vahiy hazretiyle irtibat kurabilen velîlerdir. Ayetin birinci kısmındaki davet ederim ifadesi, Hz. Peygamber’in (s.a) şahsında konuşan tekil şahıs kipiyle verilmiştir. Çünkü davetin vahiy lafzı, sadece Hz. Peygamber’e özgüdür. Velî’nin kendine ait lafzı yoktur. Velî sadece Hz. Peygamber’in (s.a) lisanından dökülen vahiyle Hakk’a davet eder. Peygambere uyan velînin basiret üzere olması ise bahsedilen bir tecrübe ile vahye muhatap olmasına bağlıdır. Böylece Allah Resulüne (s.a) tabi olan velî, Peygamberin lisanından dökülmüş vahiy hakkında basirete sahip hale gelir.105 Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre seyr ü sülûk ile tasfiye edilmiş yetileri sayesinde bazı velîler, vahiy mertebesi (hazreti) ile irtibat kurabilmektedirler. İbnü’l-Arabî sadık rüya ve vahyin hazretini idrâk arasında kurduğu velînin basirete dayalı bu tecrübesini, Hz. Peygamber’den (s.a) hadis almasına (ahz) da teşmil eder. İbnü’l-Arabî’ye göre nadiren bazı velîler basiret tarikiyle rüyada Hz. Peygamber (s.a) ile irtibat kurabilmektedir. İbnü’l-Arabî’ye göre velînin hadisin hitabına mazhar oluşu da duyusuna (sem’ine) ilkâ veya kalbine inzâl şeklinde gerçekleşir. Hadisi bu şekilde alan velî, Hz. Peygamber’in (s.a) huzurundaki sahabe gibi hadisi dinlemiş olur.106 İbnü’l-Arabî’ye göre basiret yöntemiyle almış olduğu hadisler velî için kesinlik ifade eden ilimle alınmıştır. Bu tür bir metot ile almadıkları hadisleri ise velî, zannı galip ile almaktadır. İbnü’l-Arabî velîlerin bu yönüyle nebinin vârisleri olduğunu belirtir.107 102 Agy. 103 Yusuf 12/108. 104 Elmalılı, Kur’an-ı Kerim Meâli, Yusuf 12/108. 105 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. 106 Aynı yer. Buna binaen İbnü’l-Arabî şu değerlendirmede bulunur: “Hadis diye aktarılan nice rivayet vardır ki râvîleri güvenilir görüldüğünden sahih addedilir. Ancak gerçekte sahih değildir. Bazen bunun aksi de mümkündür. Yani güvenilir ravilerce rivayet edilmediğinden hadis âlimlerinin kriterlerince sahih kabul edilmeyen bir haberin sahih olduğu durumlar da söz konusudur. Bu hadisin senet zincirinde uyduran veya karıştıran bir ravi olduğunda söz konusu olur. Zira yalan söyleyen kişi, onu aktarırken yalan söylememiştir. Biz sahip olduğumuz basiret nedeniyle bazı haberlerin gerçekte sahih olup olmadığını anlarız.” Bk. el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 371. 107 Agy. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 47 III. Rüyanın Varlık Mertebeleriyle İrtibatı İbnü’l-Arabî düşüncesinde rüya konusu, esasen tasavvufun istinat ettiği Varlık ve merâtibu’l-vücûd anlayışına istinat etmektedir. Bu yüzden, tasavvuftaki varlık mertebeleri bilinmeden sûfî düşüncenin rüya mevzuuna yaklaşımı tam olarak anlaşılamaz. Bu yüzden konunun bu yönüne yer vermek istiyoruz. İbnü’l-Arabî düşüncesinde Varlık (Vücûd) bilindiği gibi farklı mertebeler halinde, kurulan nispete göre birli, üçlü, dörtlü, beşli, yedili, kırklı tasniflerle ele alınır. Bu tasniflerde ifade edilen ana fikir; Varlık’ın (el-Vücûd), özü (ayn) itibariyle bir (vahdet) olan Hakkın farklı mertebelerdeki taayyününden ibaret olduğudur. Diğer bir ifadeyle el-Vücûd, öz (ayn) itibariyle bir olanın kesret suretindeki zuhurudur. İçinde bulunduğumuz âlem, kendi mertebesi itibariyle bir gerçekliğe sahiptir. Ancak bu mertebe, kendisinin hakikatini oluşturan bâtın mertebeye nispetle kendi bâtınının temessül etmiş halidir.108 Dörtlü tasnife göre bu mertebeler şunlardır. Varlık mertebeleri açısından, içinde yaşadığımız ve algıladığımız evrendeki her şey, ‘hakikat’ini daha ulvî bir varlık mertebesinden alır. Varlığın tamamı, son mertebede bizim algılayabildiğimiz bir form ve içeriğe sahipken, diğer ulvî mertebelerde, daha kutsi düzeydeki bir hakikat ile irtibatlıdır. Lahût ve Ceberût mertebeleriyle ilgili zamansal bir öncelik ve sonralıktan söz edemeyiz. Vücud’daki varlıkların hakikati, Ceberût mertebesindeki varlık kokusu’nu almamış olan ve Hakk’ın malûmâtı durumundaki “a’yân-ı sâbite”ye istinat eder.109 Bu bağdan dolayı âlem, kendi ‘hakikat’ine işaret eden semboller manzumesi ve kendi müsemmasına delalet eden bir isim olarak değerlendirilmektedir.110 108 Chittick, Varolmanın Boyutları, s. 196. Geniş bilgi için bk. Tahralı, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, ss. 9-63. 109 İbnü’l-Arabî ıstılahında “ayn” teriminin kullanımına ilişkin geniş bilgi için bk. Tahralı, “Ayn ve Ayniyet”, ss. 9-26. 110 Kelimenin sözlük anlamının da bunu işaret ettiğini söyleyebiliriz. Söz gelimi âlem ile aynı kökten gelen el-alem (العلم (kelimesi, elbisenin şekil ve resmi, alâmet, belirti, iz, işaret ve özel isim anlamlarına gelmektedir. Yine kelime bir şeyi bir başka şey için âlamet kılma anlamında kullanılır. Bk. İbn Manzûr, → 48 Osman Nuri Küçük Yukarıdaki düşünceyi rüya ve tabiri ile ilgisi bakımından şöyle değerlendirebiliriz. Algıladığımız evren düzlemindeki eşya, bir yönüyle kendi hakikatine işaret eden semboller ve remizler âlemi olduğundan kendi hakikatine gidilmezse anlaşılamaz. Diğer bir ifadeyle hislerimizle algıladığımız âlem, tabir edilmeye muhtaçtır. Rüyalar yorumlandığı gibi âlem ve âlemdeki eşya da tabir ve te’vil edilmelidir.111 ‘Vücûd’ ve eşyâ, genellikle zahirî boyutundaki varlığından ibaret zannedilir. Eşyanın suretinden yola çıkarak daha kutsi mertebesine intikal edebilen seçkinler (havas) ise eşyayı tabir ederler. Zira hadiseler ve varlık, aslında tabir edilmeli112 yani zahirinden hakikatine geçilerek okunmalı ve anlamlandırılmalıdır. İbnü’lArabî keşfen sahih kabul ettiği113 bir hadisle bu düşünceye işaret eder: “İnsanlar uykudadırlar. Ölünce uyanırlar.”114 Bu ifadenin sûfî düşüncede işaret ettiği anlamı şöyle açmak mümkündür. Ahiret, insanların adeta düş gibi olan hayatlarının tabir edildiği yerdir. Herkes yaşamının tabirinin ne olduğunu, neye tekabül ettiğini ahirette bulacaktır. Ancak eşyanın hakikatine keşfen muttali olanlar, henüz hayatta iken biyolojik ölümü beklemeden kendi yaşam düşlerini, bunun yanında varlık ve eşyayı tabir edeceklerdir.115 İbnü’l-Arabî tarafından izah edilen varlık mertebeleri anlayışına göre, görülme ve yer kaplama özelliği olmayan ruhlar mertebesi ile eşyayı, zaman, yer kaplama ve fiziksel özellikleriyle algıladığımız şehadet mertebesi, mahiyetleri itibariyle birbirine zıttır. Bu yüzden iki zıttan birinin, diğerine geçişini mümkün kılan bir ara mertebe devreye girmektedir. Bu mertebeye “Berzâh” adı116 verilir. Berzâh mertebesi, ruhlar mertebesi ile cisimler âlemini birbirinden ayırdığı için bu ismi → Lisânu’l-Arab, XII, 420. Konumuzla bağlantısı yönünden alem kelimesinin diğer bir anlamı ise ordunun altında toplandığı bayrak ve işaret (الراية (anlamına gelmesidir. Bk. Zebidî, Tacu’l Arûs, VIII, 406. Bu yönüyle Allah’ın mahlukat ordusunu altında toplayan bayrak ve âlamet şeklinde bir ilgi kurulabilir. Yine kelime dudağın hareket eden üstteki kısmına, iki taraftan üstte kalan kısım anlamındadır. Bk. Zavî, Tertibu’l-Kamusi’l-Muhît, III, 264. Bu yönüyle de âlem ile Allah’ın isimlerinden biri olan ve “O, Evvel’dir, Ahirdir, Zâhirdir, Bâtın’dır” ayetinde (Hadîd 57/3) geçen ilahi isimlerden biri olan Zâhir ismi ile irtibat kurulabilir. 111 Buna göre Kur’an-ı Kerim’de Hz. Yusuf’a verildiğinden bahsedilen hadiselerin tevili (te’vil-i ehâdis) ifadesi (bk. Yusuf 12/6); babasının sahip olduğu rüyaları yorumlama yeteneğini, hayatın problemlerini anlama ve onlara çözüm getirme bilgelik ve öngörüsünü, buna ilaveten eşyanın hakikatini kavrama yeteneğinin verilmesini işaret etmektedir değerlendirmesini yapabiliriz. 112 Tabir kelimesinin kök anlamının Arapçada köprüyü bir yakasından diğerine geçme anlamına gelen - ubûr- kökünden geldiğine rüya tabir ve te’vilinin de rüyada görülen sembollerin asıllarına, ilk haline ulaşma faaliyeti olduğuna değinmiştik. Bk. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, IV, 529; Zebidî, Tacu’l-Arûs, III, 376; Zavî, Tertibu’l-Kamusi’l-Muhît, III, 121. 113 Sûfîlerce hadis ehlinin vaz etmiş olduğu hadis alma yöntemlerine ek olarak Kur’an ve sahih addedilen sünnetin açık hükümleriyle çelişmemesi şartıyla keşf metoduyla alınan rivayetlerden de sûfîlerin hadis kabul ettikleri vardır. Sûfîlere göre hadis ehlinin kriterlerince her ne kadar bu tür rivayetlere hadis denilmese de sûfîlerce bu metot kullanmıştır. Muhyiddin İbnül’Arabî’ye göre ehlullahtan bu seviyeye erişmiş bir zatın keşfen bir hadisi Hz. Peygamber’den misâl âleminde alması tarihi rivayetlerden daha güvenilirdir. Zira velî bu tür bir rivayeti doğrudan almıştır. Geniş bilgi için bk. Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, s. 202 vd. 114 Bk. Aclûnî, Keşfu’l-Hafa, II, 312 hadis no: 2795. 115 Bk. Fusûsu’l-Hikem, s. 101. 116 Berzah kelimesinin kök anlamı iki şeyi birbirinden ayıran şey demektir. Bk. İbn Manzûr, Lisânu’lArab, III, 8; Zavî, Tertibu’l-Kamusi’l-Muhît, I, 199; Hakîm, el-Mu’cem, ss. 191-194. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 49 almıştır.117 Zira İbnü’l Arabî’ye göre sünnetullah gereği varlıkta bir zıttan diğerine doğrudan geçiş olmaz. Allah hikmetle iş yapan Hakîm vasfı gereği bunu hikmetle yapar. Berzah mertebesi, önceki ve sonraki mertebenin özelliklerini haiz olduğundan bir mertebeden diğerine geçişi mümkün kılar.118 Sözgelimi bahar, kış ile yaz arasında berzahtır. Yine sonbahar, yaz ile kışın berzahıdır. Berzah niteliği bir sünnetullah olarak varlığın birçok alanında karşımıza çıkan bir özelliktir. Berzah mertebesine verilen diğer isimler; hayâl-ı munfasıl ve mîsal âlemidir. Bu isimlerin verilme gerekçesi şudur: Ruhlar mertebesindeki varlıkların hakikatleri görülemez. Varlıklar, cismani âlemde zaman, yer kaplama ve fiziksel özellikleriyle zuhûra gelmeden bu ara mertebede cisimler âlemindeki sembol ve görüntülerine benzer bir şekilde temessül ettiklerinden bu mertebeye bu adlar verilir. Diğer bir ifadeyle ruhu itibariyle görünmez olan şey, cismaniyetine ilişkin bir irtibat ile bu mertebede bir misale bürünür ve tasavvur edilir hale gelir. Muhyiddin İbnü’lArabî bu mertebenin hislerle idrâk edilen şehadet mertebesindeki en iyi örneğinin aynadaki görüntü olduğunu söyler.119 Kişi aynada bir suret gördüğünde bir şey gördüğünü bilir. Ancak gördüğü şeyin müstakil bir vücudu olmadığını da bilir. Aynadaki sureti parçalayamaz, bölemez. Suretin aynadan müstakil bir vücudu yoktur. Ancak görüntü ve ayna aynı şey de değildir.120 İnsan, varlık mertebelerinin nihayeti ve varlık ağacının meyvesi konumunda olduğundan kevn-i câmi´ özelliği sayesinde diğer mertebeleri kendi varlığında cüzî olarak toplar.121 Bu yüzden misâl âleminin bir numunesi insanda da mevcuttur. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî âlemle ilgili olan afaktaki berzahı hayâl-i munfasıl, insanda meknuz olan numunesini ise hayâl-i muttasıl diye isimlendirir.122 İnsan, âfâktaki yansımaları kendi hayâl-i muttasılı vasıtasıyla görebilir. 1. Hakîkatin, Hayâl Mertebesinde Rüya ile Zuhûru İbnü’l-Arabî’ye göre hayâl mertebesi, iki zıddı bir araya getirmesiyle diğer idrâk düzeylerine nispetle imtiyazlıdır. Zira hakikat ilk defa bu mertebede zuhûr eder.123 Hayâl mertebesinin bu özelliği, Hak ile eşya arasındaki ilişkinin keyfiyetine dair de ipuçları barındırmaktadır. Çünkü görülen ve bir şekilde idrâk edilen eşya ve işlerde Hak İbnü’l-Arabî’ye göre şöyle bulunur. “Hak, odur ve o değildir”124 Bu anlayışa göre her şey, hem (kendisi anlamında) o’dur, hem Hak’tır. Mazharlarda 117 Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rifât, s. 45. 118 Bk. Hakîm, el-Mu’cem, s. 193. 119 Fusûsu’l-Hikem, s. 48-49. 120 Bu hususu izah için şahıs ve gölge misali de verilmektedir. İbnü’l-Arabî’de ayna sembolizmi hakkında geniş bilgi için bk. Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, s. 117 vd.; Küçük, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsânı Kâmil, s. 79 vd. 121 İnsanın bu özelliği hakkında geniş bilgi için bk. Küçük, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsân-ı Kâmil, s. 35 vd. 122 Hakîm, el-Mu’cem, ss. 447-451. İbnü’l-Arabî’nin hayâl ıstılahını kullanımına ilişkin geniş bilgi için ayrıca bk. Chittick, Varolmanın Boyutları, ss. 325-355; Aynı yazar, Hayâl Âlemleri; Corbin, Creative Imagination in the Sufîsm of Ibn Arabi, Fransızcadan çev. Ralph Manheim. 123 Age. II, 373. Geniş bilgi için bk. Çakmaklıoğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayâl ve Düzeyleri” s. 309. 124 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 373. 50 Osman Nuri Küçük zuhûr eden şey, bir yandan Gerçek varlık (:el-vücudu’l-Hak) iken diğer yandan, mümkün varlıkların şekil ve özellikleriyle zuhûr ettiğinden o değildir. Böylece hakikat, paradoksal olarak hayâl mertebesinde zuhûr etmiştir. Hayâl mertebesine özgünlük kazandıran bu hususiyeti bir yönüyle şöyle izah edebiliriz. Aristo mantığında bir şey ya o yahut diğeridir. A, aynı zamanda B olamaz, şeklinde eşyayı kategorize ederiz. İbnü’l-Arabî’ye göre ise hakikat, bu tarz düz mantıkla zuhûr etmez. Bu yönüyle hakikat, paradoksaldır.125 Hem odur hem o değildir şeklinde zuhûr eder. İbnü’l-Arabî bu hususu ayna örneği üzerinden izah eder. İnsan, kendisini farklı şekillerde gösteren bir aynaya baktığında, aynadaki suretin kendi yansıması olduğunu bilir. Aynı zamanda bu yansımanın kendi aslî sureti olmadığını da bilir.126 Yani hakikat, bu tecrübede hem o, hem o değil şeklinde zuhûr etmiştir. Hayâl mertebesinin, rüya konusuyla ilgisi tam bu noktada ortaya çıkar. İbnü’l-Arabî’ye göre, insan bu paradoksu hayâl mertebesinde rüya tecrübesiyle yaşar. Rüyada gördüklerinden şüphe etmez. Kendisini rüyadaki varlığıyla algılar. Ancak uyandığında onun kendisi olmadığından da şüphe etmez. Böylece hakikat hayâl mertebesinde rüya tecrübesiyle zuhûr etmiş olur. İbnü’l-Arabî, tasavvufun lisanı lakabıyla anılan Ebu Said Harraz (ö. 277/890) adlı sûfî büyüğüne sorulan “Allah’ı ne ile bildin” sorusuna verdiği “İki zıddı birleştirmesiyle bildim” cevabını buna işaret olarak yorumlar.127 2. Uyku ve Uyanıklık: İntikal ve İbret İbnü’l-Arabî’ye göre hakikatin olduğu mahiyet üzere zuhûr edebilmesi için Yüce Allah, hayâl mertebesini izhar edip ortaya çıkarmıştır.128 Ve hayâl mertebesini bir uçtan diğer uca geçilebilsin (ubûr) diye iki taraf arasında köprü yapmıştır. Uykuyu da bu geçişin gerçekleştirildiği yer (muabbar129) yapmıştır. Cenab- Hak uyku köprüsü üzerinde yürümeyi de “intikal ve geçiş (ubûr)” kılmıştır. İbnü’l-Arabî’ye göre “Şayet rüyayı tabir ediyorsanız” (تعبرون َ للرءيا كنْتم ان ْ ُُ ْ ُّ ْ ْ َ َ ُ ِ ِ ُ“( 130 ayeti buna işaret etmektedir. Dikkat edilirse ayette kelimenin tabir kalıbı yerine geçme ve intikal (عبور ( anlamına gelen sülasî kalıbı kullanılmıştır.131 Bu noktadan itibaren İbnü’l Arabî konuyu daha üst bir düzleme taşır. İnsan, uyku esnasında hayâl mertebesini kullanarak his boyutundan diğer boyuta ubûr edip geçtiği gibi manalar da kendi aslî hallerinden başka suretlere uykuda intikal 125 Günümüzde bu husus özellikle kuantum fiziğinde bulanık veya saçaklı mantık diye tercüme edilen fuzzy logic kavramı altında incelenmektedir. Geniş bilgi için bk. Kosko, Fuzzy Thinking: The New Science of Fuzzy logic, New York: Hyperion, 1993. Ayrıca bk. Alatlı, Aklın Yolu da Bir Değildir, İstanbul: Destek Yay., 2009. 126 Fusûsu’l-Hikem, s. 48-9. 127 Fusûsu’l-Hikem, s. 48-9. 128 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 129 Muabbar ifadesi Arapça’da zaman, mekan ve ism-i mef’ûl anlamını taşıyan bir ifadedir. Böylece uyku; hem bu geçişin gerçekleştirildiği zaman ve yer, hem de kendisinde tabirin gerçekleştiği şey anlamına gelmektedir. 130 Yusuf 12/43. 131 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 373; Fusûsu’l-Hikem, s. 99. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 51 ettiğinden uykunun bir bölümü intikaldir. Zira rüyalarda manalar, kendi elbiselerinden sıyrılıp başka maddelerin elbiselerini giyinirler. Diğer bir ifadeyle bir halden diğer bir hale intikal ederler. İlmin, süt suretinde gözükmesi bunun en bilinen örneğidir.132 İbnü’l Arabî hayâl mertebesine iki tür intikalin olduğunu belirtir: Birinci tür intikal; yukarıda belirtilen türden, manaların bir madde elbisesine intikal etmek suretiyle idrâk edilmesidir. İkinci tür intikal ise insanın kendi varlığını algılayıp hissetmesiyle birlikte bir zuhûrla hayâl hazretine intikal etmesidir.133 Diğer bir ifadeyle birinci intikalde üst âlemdeki manalar, hayâl mertebesine bir surete bürünerek intikal eder. İkincide ise iç idrâki güçlenen biri, kendi varlığına ait olduğunu anladığı bir zuhûrla hayâl mertebesine intikal eder. Fakat bu mertebeye intikal etmiş kişinin, uyanıklık halinde de kendisine ait bir gerçekliği vardır. Birinci intikal, kudsi bir düzeyden hayâle intikal iken, ikincide alt düzeyden kudsi bir düzeye intikal söz konusudur. Zahiri ve batını ile hayâl mertebesine ikinci türden intikal edenin gördükleri İbnü’l-Arabî’ye göre artık tabir edilmez. Çünkü artık gördüklerini köprünün diğer tarafından görmemiştir ki aslına ubûr edilip tabir edilmeye ihtiyaç duyulsun. Eşyayı kendi gerçeklikleriyle görmüş ve tabire ihtiyacı kalmamıştır.134 İnsan uyanıkken zahiren değişmiyor gibi görünse de İbnü’l-Arabî’ye göre iç dünyası itibariyle sürekli bir değişim yani intikal içindedir. İntikal (ubûr) içinde olması hasebiyle de uyanıkken de gerçekte bir tür uykudadır.135 İnsan, marifet mertebelerinde yükseldiğinde dünyadaki halinin, gerçekte bir tür uyku olduğunun bilincine varır. Dünyadaki durumunun bir tür rüya olduğunu anlar.136 İbnü’l-Arabî Kur’an’da çeşitli ayetlerde137 geçen “Bunda basiret sahipleri için ibret vardır” ayetlerindeki ibret (عبرة (kelimesi ile “Ey basiret sahipleri ibret alınız” ayetindeki138 genelde ibret alınız diye tercüme edilen (فآعتبروا (ifadelerini rüya tabiri ile ilgili ubûr (عبور (kökünden gelmiş olmaları nedeniyle konuyla irtibatlı görür. Ayetlerde zahir hislerle algılanabilen çeşitli olaylar zikredildikten sonra bu olaylarda “ibret vardır” denilmesi İbnü’l-Arabî’ye göre şu anlamdadır: “Gördüğünüz bu tür âyetlerin, zâhirinden onların bâtınında gizli olanı ve onun göstereceği şeyi bilmeye ubûr edip intikal edin.”139 Yukarıdaki izah İbnü’l-Arabî ve tasavvufi düşüncenin genel kabulü göz önüne alındığında gayet tabiî bir çıkarımdır. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre bu âlemde 132 Fusûsu’l-Hikem, s. 100. 133 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 134 Agy. 135 Fusûsu’l-Hikem, s. 99. 136 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 137 “Allah dilediğini yardımı ile destekler. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibret vardır.” (Ali İmrân 3/13); “Onların hikâyelerinde ince düşünce (lübb) sahipleri için ibret vardır.” (Yusuf 12/111); “Hayvanlarda sizler için ibret vardır.” (Nahl 16/66); “Allah gece ve gündüzü evirip çevirir. Şüphesiz bunda basiret sahipleri için ibret vardır.” (Nur 24/44); “Şüphesiz bunda korkan kimse için ibret vardır.” (Naziat 79/26). 138 Bk. Haşr 59/2. 139 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 52 Osman Nuri Küçük zuhûr eden her şey bizatihi kendisine işaret etmek yerine o mazharda zahir olan Hakk’a işaret eder. Dolayısıyla aslında âlemdeki eşya ve olayların bütünü o mazhar ve mazharda zahir olan Hak arasında bir intikaldir. Bu yönüyle âlem deveran eden bir intikaldir. Diğer bir ifadeyle aslına ubûr edilmesi gereken bir tür rüyadır. İbnü’l-Arabî’ye göre uykunun intikal olmayan kısmı ise rahatlıktır. Bu, rüya görülmeyen uykudur, sadece bedenin dinlenmesi içindir. İbnü’l-Arabî bu noktada uykunun intikal oluşunu, Allah’ın rahmeti ile irtibatlandırır ve konuyu farklı bir alana taşır. Ancak ifade ettiği hususun anlaşılabilmesi, İbnü’l-Arabî’nin düşünce sistemine ilişkin birkaç hususun bilinmesine bağlıdır. Şöyle ki; Allah’ın ilim yönünden bütün varlığı kuşatıcı olduğu Kur’an’da ifade edilir.140 Tüm mahlûkat, varlıklarının hakikati itibariyle a’yân-ı sâbiteye istinat eder. A’yân-ı sâbite ise İbnü’l-Arabî düşüncesinde ilahî malumât olarak kabul edilir. Bu noktada İbnü’l-Arabî, Allah’ın İlim ve Rahmet sıfatları arasında irtibat kurar. Allah’ın Rahmeti ilahî malumât halinden, mahlûkatı zuhura getirip yaratmıştır. Rahmân sıfatı, İbnü’l-Arabî ıstılahında, varlık veren anlamına gelir.141 Bu hususu Fusûsu’l-Hikem’de şöyle ifade eder: “Allah’ın rahmeti her şeyi hüküm ve vücud itibariyle kapsamıştır. Gazap bile Allah’ın ona olan rahmetinden meydana gelmiştir. Bu yüzden rahmeti gazabını geçmiş denilmektedir. Yani rahmetin Allah’a nispeti gazabınkini geride bırakır. Her hakikat (ayn) Allah’tan talep ettiği bir vücudu olduğundan Allah’ın rahmeti bütün hakikatleri (a’yanı) kapsamıştır. Çünkü Allah, rahmetiyle, her şeyin hakikatindeki isteği kabul etmiş, böylece onları yaratmıştır. Bu yüzden ilahi rahmetin her şeyi vücud ve hüküm itibariyle kapsadığını söyledik”142 İbnü’l-Arabî’ye göre Allah ilmiyle olduğu gibi rahmeti ile de her şeyi muhit olduğundan vücudda Hakk’ın rahmetinin erişmediği bir şey yoktur. Bu çıkarımın konumuzla ilgisini rahmet ve rahat kelimeleri arasında bağ kurarak yapar. İbnü’lArabî’ye göre, insan uyanıkken bir lezzetle rahat içinde olduğu gibi uykuya intikalinde de diğer tür bir lezzetle rahata erer.143 Uyanıklık ve uykuda rahat içinde olmayı İbnü’l-Arabî, yaşam ve ölüm hallerine de teşmil eder. İnsan, ona göre intikal ettiği her mertebede o mertebeye özgü bir rahat içindedir. Çünkü intikal edilen hiçbir mertebe yoktur ki Allah’ın rahmeti orayı kuşatmamış olsun. Bu anlamıyla dünyadaki uyku ve uyanıklık, bir rahattan bir başka rahata intikal ve geçiştir. İbnü’l-Arabî bunu insanın dünyadaki faaliyetleri üzerinden şöyle izah eder. Söz gelimi insan, gündelik hayatta çalışırken yorgunluk çeker. Hâlbuki yorgunluk içindeyken çalıştığının karşılığını alma beklentisiyle bir lezzet içindedir. İşçi, ücret hazzı için çalışmıştır. Ücreti alıp o rahata erişince bu perde ortadan kalkar. Diğer bir rahata erişmek ister ve uykunun rahatlığına intikal eder. Organları hareketsiz kalır ve uyku ile rahatlar. Gerçekte bir rahattan bir başka rahata intikal etmiştir.144 İbnü’l-Arabî bu sıradan gündelik tecrübeden varlıkla ilgili bir hükme varmaktadır. Ona göre varlığın tümü gerçekte rahat içinden bir başka rahata intikal halindedir. Böylece tüm mahlûkât bir tür uyku ve rahat halindedir. Bu yüzden in140 Söz gelimi bk. “Allah, her şeyi ilim yönünden ihata etmiştir.” (Talak 65/12). 141 Bk. Hakîm, Mu’cemu’s-sûfî, s. 528. 142 Fusûsu’l Hikem, s. 177. 143 Uykunun insan için dinlenme ve rahatlık olarak var kılındığı şu ayette ifade edilir: “Uykunuzu bir dinlenme kıldık” (Nebe 78/9). 144 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 53 sanlar uyanıkken bir tür uykuda oldukları gibi uyuduklarında da rüya içinde rüya görenin durumu gibi yine uykudadırlar. Bu yüzden, İbnü’l-Arabî’ye göre âlemdeki varlıkların uyku hali de uyanıklığı da bir tür uykudur. İbnü’l-Arabî’nin tahkik üzere keşfen muttali olduğunu söylediği diğer bir husus, konunun asıl hüviyetini ortaya koymaktadır. Buna göre âlemin suretlerinin Hakk’ın Batın ismine nispetle durumu, uyuyan kimseye nispetle rüyasındaki suretler ve görülenler gibidir.145 Rüyada görülen suretler, rüyayı görenin halleri olduğu gibi âlemin tümü, Hakk’ın rüyasıdır. Rüyayı gören rüyasında bir anlamda kendisini görmüştür. Ancak kişi, rüyada gördüklerinden ibaret değildir. Hakikatin paradoksal ve saçaklı mantık özelliği burada da kendini gösterir. Yani âlem hem odur, hem o değildir. İbnü’l-Arabî’ye göre, insan rüya ile ilgili yukarıdaki gerçeğe ya iman ederek inanır veya keşif yoluyla bilir.146 Nitekim muhakkik mutasavvıflar tarafından keşfen sahih kabul edilen şu hadis147 İbnü’l-Arabî’ye göre bu hususu veciz bir şekilde özetlemiştir. “İnsanlar uykudadırlar, öldüklerinde uyanırlar fakat bunun şuuruna varmazlar (لايشعرون ولكن إنتبهوا ماتوا نيامفإذا الناس“(. İbnü’l-Arabî’ye göre rüya ile ilgili ifade edilen bütün manalar bu hadiste ifade edilmektedir.148 Bu yüzden İbnü’lArabî şöyle der: “Sınırlı aklın küçümsediği hakikatleri, asli mahiyetleri üzere açıkça ifade eden ve yücelten nebevi haberler ne güzeldir. Zira bu haberler yüce bir kaynaktan, Hak’tan gelmektedir.”149 İbnü’l-Arabî bu konudaki yorumunu şu iki ayetin işâri yorumu üzerinden izah etmeye çalışmaktadır. “Kendi kendilerine, Allah’ın gökleri, arzı ve onların arasında bulunanları ancak ‘Hak’ olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?”150 “Onlar, Allah’ın Hüve, el-Hak ve el-Mübin olduğunu bilirler”151 Her iki ayette bahsedilen Hak, İbnü’l-Arabî’ye göre yarattığı şeylerin özü (ayn)nü işaret etmektedir. İkinci ayette de Hakk’ın apaçık (mübîn) olduğu ifade edilmiştir. Bu ayetler İbnü’l-Arabî’ye göre Hakk’ın yarattıklarının hem aynı ve hakikati hem zahiri olduğunu işaret etmektedir.152 Buradan İbnü’l-Arabî rüya ile ilgili şöyle bir çıkarımda bulunur: Her kim enfüs ve afak düzeyindeki rüyaya itibar eder de rüyada görülen şeylerin zahirinden batınına intikal edip ibret almak isterse sıra dışı bir şey görür. Bu ibret vesilesiyle de başka şekilde idrâk edemeyeceği şeyler onun idrâkine açılır.153 Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye göre rüya, ubûr edebilenler için aynı zamanda varlığın hakikatini anlama tecrübesidir. 145 Agy. 146 Age. II, 374. 147 Sûfîlerin varlık anlayışının temel rüknünü teşkil eden bu ifade ile ilgili şunu ekleyelim. Aclûnî’de yer alan bu ifade, hadis ulemasının kriterlerine göre sahih bir rivayet olarak görülmez. Bk. Aclûnî, Keşfu’lHafa, II, 312, hadis no: 2795. 148 Fusûsu’l-Hikem, s. 99. 149 Age. II, 375. 150 Rum 30/8. 151 Nur 24/25. 152 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 153 Agy. 54 Osman Nuri Küçük İbnü’l-Arabî Hz. Peygamberin (s.a) sabahladığında ashabına “Aranızda rüya gören var mı?” diye sormasını154 bu gerekçeye bağlar ve der ki: “Çünkü rüya, nübüvvetten bir parça olduğundan nübüvvettir. Buna binaen Hz. Peygamber (s.a) ümmetinde o nübüvveti görmeyi severdi.155 Böylece onların rüyalarının zahirinden batınına intikal etmek suretiyle ibret ve müşahedede bulunurdu. Zira rüyanın insan varlığındaki mahalli onun beşeri varlığı iken ilahi ilimdeki mahalli ise tecelli suretlerindeki değişimlerdir (istihâlat). Bizim içinde bulunduğumuz her durum bir rüya iken Hak ise bıkkınlık ve yorgunluğun olmadığı rahmet içindedir.”156 Dolayısıyla rüya, üst mertebeye ubûr edebilenler için tecelli suretlerinin değişimini görebilmenin yoludur. İbnü’l-Arabî, döneminin “âlimlerini” rüyaya gereken ehemmiyeti vermemelerinden ötürü şöyle eleştirmektedir: “Zamanımızdaki cahiller uykuda gerçekleşen bir şey işittiklerinde onu tümden reddetmezler fakat uykuda görülen rüyadır derler. Aslında böyle söylemelerinin maksadı rüyalara hayâl hükmünü vermek içindir. Bu yüzden bir insan rüyasına itimat ederse onu hafife alırlar. Bütün bunlar bu tür kişilerin rüyanın makamını bilmemelerinden kaynaklanır. Bu tür kimseler ayrıca uyanıkken ve hareket halinde iken kendilerinin bir tür rüya içinde olduklarını, uykuda iken de rüya içinde bir başka rüyada olduklarını anlamazlar.”157 IV. Sonuç İbnü’l-Arabî, rüya ve rüyada idrâkin mütehayyile ile nasıl gerçekleştiğini, İbn Sina gibi İslâm filozoflarıyla aynı doğrultuda ele alır. Ayrıca sûfî tecrübe ile keşif ve müşâhededen elde ettiği görüşleriyle konuyu izah eder. Bu meyanda; uykuda idrâk edilenlerin büyük bölümünün, uyanık iken duyulardan elde edilenlerin, uyuyunca hayalde belirmesiyle gerçekleştiğini söyler. Ancak buna ilaveten rüyanın, erRuh diye nitelediği, rüya ile görevli bir melek sayesinde gerçekleştiğini belirtir. Bu melekle kimi âriflerin, uyku dışında fenâ ve gaybet halleriyle de irtibat kurulabileceği üzerinde durur. İslâmî gelenekteki nefsânî, şeytanî ve Rahmanî/sadık rüya şeklindeki tasnifi benimser. Tabir edilecek rüyanın öncelikle türünün belirlenmesi gerektiğini belirtir. İlgili hadisten hareketle ve kendi sûfî tecrübesinden verdiği örneklerle, tabirin, rüyanın gerçekleşmesindeki tesiri üzerinde durur. Bu bağlamda Kur’an’da ve Tevrat’ın Tekvîn Bahsinde geçen Hz. Yusuf’un (a.s) hapisteki iki arkadaşının rüyasını tabir etmesi ile ilgili, bilinen izahların dışında, bir yorumda bulunur. İbnü’lArabî’ye göre Hz. Yusuf’a rüya gördüklerini söyleyen iki arkadaş, gerçek bir rüya görmemiş, Hz. Yusuf’u sınamak amacıyla birer yalan uydurmuştu. Hz. Yusuf (a.s), bu tabiriyle rüya tabirindeki en zor merhaleyi gerçekleştirmiş, onların gerçekliği olmayan yalanına, kendi hayal yetisinde gerçeklik kazandırmıştı. Tabir etmesiyle de olaylar dış dünyada gerçekleşmişti. İbnü’l-Arabî’’nin rüya konusunda üzerinde durduğu diğer husus; sadık rüya tecrübesiyle nübüvvet arasında kurduğu bağdır. Bu konudaki görüşlerini ilgili iki 154 Resulullah’ın (s.a) sık sık sahabeye aranızda bir rüya gören yok mu? Diye sorduğuna ve onların da gördükleri rüyaları anlattıklarına dair çeşitli hadisler mevcuttur. Sözgelimi Semüre b. Cündeb’ten nakledilen bir hadiste bu husus şöyle ifade edilir: Bir sabah bize yine Sizden bir rüya gören var mı? diye sordu: Kendisine bizden kimse bir şey görmedi!” dediler. Bunun üzerine: Ama ben gördüm, dedi ve kendi rüyasını anlattı.” Bk. Müslim, Ru’yâ 18; Ebu Davud, Edeb 96. 155 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 374. 156 el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, II, 375. 157 Agy. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Rüya ve Tabiri 55 hadis ekseninde izah eder. Bunlardan ilki; yirmi üç yıllık vahiy müddeti içerisindeki altı aylık dönem kast edilerek sadık rüyanın nübüvvetin kırk altıda biri olduğu şeklindeki rivayettir. Diğeri; teşriî vahiy sürecinin Hz. Peygamber (s.a) ile sona ermiş olmasına rağmen, mübeşşirât denilen ve nübüvvetten bir parça kabul edilen rüyalar vasıtasıyla vahyin kaynağı ile irtibatın devam ettiği anlayışıdır. Hadiste geçen mübeşşire kelimesini, dünya hayatında mü’mine gösterilen, müjde ve manevi yönlendirmeleri ifade eden bir terim olarak kullanır. Tasavvuf tarihinin üzerinde en çok şerh yapılan eserlerinden biri olan Fusûsu’l-Hikem’i böyle bir mübeşşire esnasında Hz. Peygamber’den (s.a) aldığını belirtir. İbnü’l-Arabî’ye göre bidayetinde Hz. Peygamber’in (s.a) gördüğü sadık rüyalar, hislerini ve hayâlini tezkiye ve tasfiye eden velîde de nihayetinde gerçekleşebilir. Bu sürecin sonunda velî, Hz. Peygamber tarafından tebliğ edilen vahyin lafızlarının işaret ettiği hakikatlere basiret üzere şahitlik yapacak bir idrâke erişir. Ancak velînin bu idrâkinde Hz. Peygamberinkinden (s.a) ayrı, hüküm koyucu veya mevcut hükmü değiştirici teşriî bir vahiy veya Mushaf’takinden başka bir lafız getirmesi söz konusu değildir. Dolayısıyla bazı kimselerin “rüyada şunu, şunu gördüm” diyerek dini hükümlere göre ameli terk etmeleri açık bir hatadır. Nitekim mübeşşirenin vahyin bir parçası olması, rüyayı görenin, salih ve takva sahibi olmasına bağlıdır. Ayrıca mübeşşire türünden sadık rüyalar, her ne kadar rüyayı gören ve o kişiye itibar edenler nazarında makbul addedilse de vahyin bütün türlerini içermediğinden herkesi bağlayıcı hüküm ifade etmez. İbnü’l-Arabî, rüyaların tabirini varlık mertebeleri anlayışıyla izah eder. Tabir kelimesini, geçme anlamına gelen kök manasından hareketle, rüyadaki sembollerin aslına geçip, onları anlama faaliyeti olarak tanımladığı gibi şehâdet âlemi denilen içinde yaşadığımız cisimler âlemini de merâtibu’l-vücûd bakımından kendi ‘hakikat’ine işaret eden semboller manzumesi olarak görür. İnsan, yerine göre bu sembolleri de bir tür tabire tabi tutmalıdır. İbnü’l-Arabî’ye göre insanın bu tabiri gerçekleştirmesinin yolu ise, hislerini tezkiye ve tasfiye ederek, iç idrâkini güçlendirmesi ve üst varlık mertebelerine intikal edip yükselebilmesidir. Bu türden bir manevi yükselişi gerçekleştiren ârif, insanların yeryüzündeki yaşamlarını, hakikat seviyesine nispetle bir tür rüya olarak değerlendirir. Kısaca; İbnü’l-Arabî düşüncesinde rüya, sûfî tecrübenin temel dinamiklerini gösteren bir tecrübe oluşu yanında, insanın var oluş serüvenine dair önemli ipuçları barındıran hakikatler de içermektedir. Bu yüzden İbnü’l-Arabî, döneminin bilginlerini rüyaya gereken ehemmiyeti vermediklerinden dolayı sert bir biçimde eleştirmektedir. Kaynakça Acıpayamlı, Halil İbrahim drl. İslami Rüya Tabirleri Ansiklopedisi, İstanbul: İpek Yay., 2002. Aclûnî, İsmail b. Muhammed, Keşfu’l-Hafa I-II, Beyrut: Daru ihyâi’t-turasi’l-arabî, 1351. Alatlı, Alev, Aklın Yolu da Bir Değildir, İstanbul: Destek Yay., 2009. Aşkar, Mustafa, Niyazî-i Mısrî Hayatı, Eserleri Görüşleri, İstanbul: İnsan Yay., 2004. Bahadıroğlu, Mustafa, Vâkıât-ı Hüdâyî’nin Tahlîl ve Tahkîki (I. Cild) İnceleme – Metin, Basılmamış Doktora Tezi, Bursa: Uludağ Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2003. Cambridge International Dictionary of English, London: Cambridge University Press, 1995. Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Anka Yay., 2004. Chittick, William C., Varolmanın Boyutları, çev. Turan Koç, İstanbul: İnsan Yay., 1997. ------, Hayâl Âlemleri, çev. Mehmet Demirkaya, İstanbul: Kaknüs Yay., 1999. Corbin, Henry, Creative Imagination in the Sûfîsm of Ibn Arabî, Fransızcadan çev. Ralph Manheim, Princeton: Princeton University Press, 1969. Cürcânî, Ali b. Muhammed, Kitâbu’t-Ta’rifât, Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1995. Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Hayâl ve Düzeyleri”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı:10, 2003, ss. 299-329. 56 Osman Nuri Küçük Çelebi, İlyas, “Rüya”, DİA, XXXV, ss. 306-309. Durusoy, Ali, İbn Sina Felsefesinde İnsan ve Âlemdeki Yeri, İstanbul: İFAV Yay., 1993. ------,“Vehim”, DİA, XLII, 615. el-Kelâbâzî, Muhammed b. Ishak, et-Taarruf lî mezhebi ehli’t-tasavvuf, Kahire: Mektebetü’s-sekafeti’ddiniyye, tsz. el-Kindî, Yakub b. Ishak, Felsefî Risaleler, çev. Mahmut Kaya, İstanbul: İz Yay., 1994. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Kur’an-ı Kerim Meâli, İstanbul: Okyanus Yay., tsz. Farabi, el-Medinetu’l-Fâzıla, çev. Nafiz Danışman, İstanbul: MEB Şark İslam Klasikleri, 1990. Freud, Sigmund, Düşlerin Yorumu I, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 1991. ------, Düşlerin Yorumu II, çev. Emre Kapkın, İstanbul: Payel Yayınları, 1992. Fromm, Erich, Rüyalar, Masallar, Mitoslar, çev. Aydın Arıtan-Kağan H. Ökten, İstanbul: Arıtan Yay., 1992. Gazalî, Ebu Hâmid Muhammed b. Muhammed, İhyâu Ulûmi’d-Dîn I-V, Halep: Daru’l-Va’y, 2004. el-Hakîm, Suad, el-Mu’cemu’s-Sûfî el-Hikme fî Hudûdi’l-Kelime, Beyrut: Daru’n-Nedrâ, 1981. Gürer, Dilaver, “Hz. Yusuf’un Gördüğü Rüyanın Fusûsu’l-Hikem’deki Yorumu”, Tasavvuf: İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 21, 2008, ss. 39-56. http://www.merriam-webster.com/dictionary/dream (erişim: 07.06.2014) İbn Manzûr, Cemâlu’d-din Ebu’l-Fadl, Lisânu’l-Arabi’l-Muhit fi’l-Luğa, Beyrut: Daru’s-Sadr, 1968. Jung, Carl Gustav, Anılar, Düşler, Düşünceler, çev. İris Kantemir, İstanbul: Can Yay., 2008. Karaman, Hayreddin ve diğerleri, Kur’an Yolu Türkçe Meâl ve Tefsir I-V, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 2007. Kâşânî, Abdürrezzâk, Tasavvuf Sözlüğü Letâifu’l-a’lâm, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2004. Kılıç, Mahmud Erol, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, İstanbul: Sûfî Kitap, 2009. Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I-IV, Haz. M. Tahralı-S. Eraydın, İstanbul: İFAV Yay., 2002. Kosko, Bart, Fuzzy Thinking: The New Science of Fuzzy logic, New York: Hyperion, 1993. Kubbealtı Lugatı, Misalli Büyük Türkçe Sözlük I-III, İstanbul: Kubbealtı Neşriyatı, 2005. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meâli, haz. Heyet, İstanbul: Diyanet Vakfı Yay., 2009. Kuşeyrî, Abdulkerim, Letâifu’l-İşârat I-VI, Kahire: el-Mektebetu’l-Tevfikiyye, 1999. ------, er-Risâletü’l-kuşeyriyye fî ilmi’t-tasavvuf, Beyrut: Daru’l-Kitâbi’l-Arabî, 2005. Küçük, Osman Nuri, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsân-ı Kâmil, İstanbul: İnsan Yay., 2011. Mevlânâ, Muhammed Celâleddin, Mesnevî I-VI, çev.: Veled İzbudak, İstanbul: MEB Yay., 1990. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Muhammed b. Ali, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye I-IV, Beyrut: Daru İhyai’t-Turasi’lArabîyye, 1997. ------, Fusûsu’l-Hikem, thk. Ebu’l-A’lâ Afîfî, Kahire: Daru İhyai’l-Kütübi’l-Arabîyye, 1946. ------, Ta´bîrnâme-i Muhyiddin b. Arabî, çev. İbn Sîrîn, İstanbul: Taş basma, 1316. ------, Kitâbu’l-Mübeşşirât, Süleymaniye Ktp., Fatih, No: 5322. Penrose, Roger, Bilgisayar ve Zekâ, Kralın Yeni Usu, çev. Tekin Dereli, Ankara: Tübitak Yay., 2000. Râzî, Fahreddin, Mefatihu’l-Gayb, Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1990. Schimmel, Annemarie, Halifenin Rüyaları, İslam’da Rüya ve Rüya Tabiri, çev. Tuba Erkmen, İstanbul: Kabalcı Yay., 2005. Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tefsîru’s-Sülemi Hakâiku’t-Tefsîr I-II, Beyrut: Daru’l Kütübi’l-İlmiyye, 2001. Tahralı, Mustafa, “Ayn ve Ayniyet”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi IV, İstanbul: İFAV Yay., 2002, ss. 9-26. ------, “Vahdet-i Vücûd ve Gölge Varlık”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi III, İstanbul: İFAV Yay., 2000, ss. 9-63. Uluç, Tahir, İbn Arabî’de Sembolizm, İstanbul: İnsan Yay., 2011. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yay., 1999. ------, “Rüya”, DİA, XXXV, ss. 309- 310. Yüksel, Hasan Avni, Türk İslâm Tasavvufu Geleneğinde Rüya, İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı Yay., 1996. Zavî, Tahir Ahmed et-Trablusî, Tertibu’l-Kamusi’l-Muhît, Kahire: Matbaatu’l-İstikame, 1959