ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026
ehlisunnnetde
https://ehlisunnnetde.tr.gg/
Mürşid-i kâmil zatlar buyuruyor ki;
İnsanın yükselmesini, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmasını, bir tayyârenin uçmasına benzetirsek, i’tikâd ile amel, ya’nî îmân ile ibâdet, bunun gövdesi ve motorları gibidir. Tesavvuf yolunda ilerlemek de, bunun enerji maddesi, ya’nî benzini demekdir. Maksada ulaşmak için, tayyâre elde edilir. Ya’nî, îmân ve ibâdet kazanılır. Harekete geçmek için, kuvvet maddesi ya’nî tesavvuf yolunda ilerlemek lâzımdır.
NOT;
Abdülkadir-i Geylani hazretleri buyuruyor ki; Cahil sofi şeytanın maskarası olur.
Kıymetli dostlarım, bu suâlin cevâbı, suâlin kendisi kadar "kısa" değil.. Amma insanlarımızın bir huyları var ; tek cümlelik suâllerine, tek cümlelik cevaplar istiyorlar.. Biraz uzun yazınca, bu sefer de, okumuyorlar.. Bazı paylaşımlarımın altındaki yorumlarda, aslında metin içinde net olarak açıkladığım şeylerin, yeniden sorulduğunu görüyorum..
Gazze konusu da çok uzun ; lakin mümkün mertebe kısaltarak arzetmeye çalışayım :
Kıymetli dostlarım, Gazze'nin de dâhil olduğu Filistin, Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Mısır, Cennetmekân Cihân Padişâhımız Yavuz Sultan Selim zamanında, milâdi 1517 senesinde hâkimiyetimize girmişti. Buralardaki hâkimiyetimiz tam 400 sene devam etti, nihâyet 1. Cihan Harbi'nde 1917 ve 1918'de bu mıntıkalarda cereyân eden muharebelerden sonra bütün bu coğrafyayı kaybettik..
Gazze'yi 7 Kasım 1917'de kaybettik, bölgeyi İngilizler elegeçirdiler. Osmanlı orduları (4., 7., ve 8. Ordular) daha kuzeyde kuvvetli bir müdâfâa hattı tesis ettiler. Bu ordularımız, 1918 Ağustos ayında başlayan İngiliz taarruzları karşısında eğer Çanakkale'deki gibi ciddî mukavemet göstermiş olsalardı, bu taarruzlar akamete uğratılacağı gibi, bir "karşı taarruz" ile, Mısır da dâhil olmak üzere, güneydeki bütün topraklarımızı istirdâd (kurtarma, yeniden elegeçirme) ihtimâlimiz vardı.
Bu cephenin Umûm Komutanı olan Alman General Falkenhaym, Ordu Komutanlarına "bulunduğunuz mevkii, en az 6 ay müdâfâa etmenizi istiyorum" şeklinde emir göndermişti. Bu emrin mutlaka uygulanmasını, 7. Ordu Komutanı Mustafa Kemal'den bilhassa istemişti.
Bu 6 Ay müddet çok mühim idi, zira Almanlar, İngilizler'in harbetme tâkatlerinin son noktasına geldiklerini haber almışlardı. Üstelik İngiliz efkâr-ı umûmiyesi (kamuoyu) ve dominyonlarındaki (müstemleke / sömürge) milletler de, 4. Senesine giren bu kanlı harpte uğradıkları muazzam insani ve maddî kayıplar sebebiyle, isyan bayrağı çekmişler ve "bundan sonra size asker ve erzak göndermeyeceğiz" demişlerdi.
Falkenhaym'ın, güneydeki bu üç ordumuza gönderdiği "sebatkâr mukavemet" emri uygulansa idi, Bizler Filistin'i, Suriye'yi, Ürdün'ü, Lübnan'ı kaybetmemiş olacaktık. O vakitler bu isimlerde hiçbir ülke yoktu ; bölgenin coğrafyasını tebârüz ettirmek için, bugünkü isimlerini istimâl ediyorum.
Evet, o bölgeleri kaybetmeyeceğimiz gibi, Kudüs-ü Şerif'i ve Gazze'yi ve Mısır'ı yeniden istirdâd imkânına da kavuşmuş olacaktık..
Binâenaleyh, 1. Cihan Harbi'nin "mâğlûp devlet"i olmayacaktık. Adalar Denizi'ndeki (Ege Denizi) adaları, Yunanistan'a kaptırmamış olacaktık. Batı Trakya'yı kaybetmemiş olacaktık. Süleymaniye, Musul, Kerkük te dâhil olmak üzere, Basra Körfezi'ne kadar bütün Irak'ı yeniden istirdâd etmiş ve elbette ki Medine-i Münevvere'yi ve Mekke-i Mükerreme'yi de, Vehhâbi sapkınlarının ellerinden kurtarmış olacaktık..
Fakat maalesef, İngilizler'in, Ağustos 1918'in son günlerinde ilk olarak Nablus hattını tutan 7. Ordumuza başlattıkları taarruz, çok hızlı bir şekilde gelişti ; ordu komutanı "ordusunu terketti" ve üç ordumuzun da tamamı, sadece birkaç gün içinde imhâ ve esir edildiler. 75.000 Osmanlı askeri esir düştü. İngilizler 375 top, onbinlerce tüfek ve makinalı tüfek, binlerce ton cephane, erzak, melbûsat..., binlerce at, katır, deve..., 59 Lokomotif, 860 Vagon..., elegeçirdiler. Güney Cephemiz çöktü, Osmanlı'nın beli büküldü, 30 Ekim 1918'de Mondros Mütârekesi'ni imzalamak mecbûriyetinde kaldık.. Bu mütârekeden sonra da, Sevr Muâhâdenâmesi imzalandı. Fakat Cennetmekân Sultanımız 5. Mehmed Vahideddin, bu andlaşmaya son imzayı koymadığı için, hukuken meşrûiyet kazanmadı.
(Nablus Hezimeti'nin iyi anlaşılması için, merhûm mücâhid târihçimiz Kadir Mısıroğlu'nun LOZAN ZAFER Mİ HEZİMET Mİ isimli üç ciltlik eserini okumanızı tâvsiye ediyorum. İkinci cilt içerisinde, LOZAN MUÂHÂDENÂMESİ'nin tam metni de bulunmaktadır. Ayrıca merhûm üstâdımızın You Tube'da bu mevzu ile alâkalı çok sayıda videosu mevcuttur.)
Kıymetli dostlarım, görüldüğü gibi, "Gazze'ye niye gitmiyoruz, İsrail'i niye vurmuyoruz ?!" sâlinin cevâbı, suâlin kendisi kadar "kısa" olmuyor.. Önce meselenin târihî "arka planını" iyi görmemiz ve tesbit etmemiz lâzımdır. Buradaki resim, net bir şekilde görülmez ise, bu suâle vereceğimiz cevabın anlaşılması / idrak edilmesi zor olur.
..................
Bu mesele, 1908'de Cennetmekân Sultanımız 2. Abdülhamid Han'ın, İttihat ve Terakki'nin (bugünkü CHP'nin ataları) "masonik darbesi" neticesinde hal'edilmesi ile başladı.
Bu hâin muhterisler, Devletimizin ve Milletimizin başını beladan belaya soktular ; 1911'de Trablusgarp, 1912'de Balkan, 1914-1918 Arasında Cihan Harbi felâketlerini yaşadık ; bugünkü TÜRKİYE'nin 5 kat'ından fazla toprağımızı ve "en yetişmiş" insan neslimizi kaybettik..
Bazı ordu komutanlarının ihânet ve hıyânetleri olmasa idi, muhtemelen bu derece ağır kayıplara maruz kalmayacak ve en azından, topraklarımızı kaybetmiş olmayacaktık.
Çünkü bu 1. Cihan Harbi, İtilâf Devletlerini de (İngiltere, Fransa, Rusya ve İtalya) "bitirmiş" idi..
Hatta İngiltere de "aç'lık" 1940'a kadar devam etti. Bundan dolayı da, Hitler Almanyası'nın 1937'de başlattığı harekâtlara cevap veremediler.. Geçiyorum..
................
TÜRKİYE'de 1922'den itibâren idâri sistemi elegeçiren "İngiliz güdümlü mason darbeciler", önce LOZAN ANDLAŞMASI'nı imzaladılar, sonra "İslâm dışı ve İslâm'a karşı" demek olan seküler / laik bir idârî sistem kurdular, ismine de "cumhuriyet" dediler !..
Bilâhare, milletin şuurlu / ilim sahibi 500.000 insanını, İstiklâl Mahkemeleri kararları ile idam ettiler..., ilân ettikleri "devrimler" ile, milleti câhil bıraktılar, İslâm'ı yaşamayı yasakladılar, bütün mukaddes mekânları kapattılar, sattılar, yıktılar, ahır / odunluk / depo yaptılar..
Eğitim ve adâlet sistemleri Batı'dan ithâl edildi, çocuklarımızın beyinleri yıkandı, "kendi cellâtlarına âşık mankurtlar" haline getirildiler !..
...............
"Yahu arkadaşım, biz sana Gazze'ye niye gitmiyoruz, İsrail'i niye vurmuyoruz diye sorduk, sen 1908'deki Masonik darbeden başladın, "Devrimler"e geldin ; daha hâlâ bizim suâlimize cevap vermedin ?.."
Öyle değil işte kıymetli dostlarım ; bendeniz aslında ta başından beri suâlinize cevap veriyorum.. Hem de, mümkün mertebe kırparak / kısaltarak.. Daha bunun, 17. Asır'daki Sabetay Sevi, 1890'lardaki Teodor Herzl, LOZAN Heyetimiz'deki Hayim Naum, İngilizler'in Yahudiler'e Filistin topraklarını peşkeş çekmeleri..., gibi veçheleri de var ki, bunların hepsini yazsam, muhtemelen bu yazının tamamını okuyacakların sayısı 20'yi geçmez.. Şu anda bile çok uzadığının farkındayım. Fakat kıymetli dostlarım, mevzunun iyi anlaşılması ve suâlin cevâbının "iknâ edici olması" için de, bunların yazılması icap ediyor..
....................
Evet, 1922'de TÜRKİYE'de kurulan seküler / laik sistem, bu ülkenin çocuklarını "İslâm düşmanı esmer İngilizler" olarak yetiştirmeye çalıştı ve bugün itibâriyle, bu tasavvurlarını % 50 civarında tahakkuk ettirdiklerini görüyoruz, maalesef..
Bir kısım "câmi cemaatimiz" bile, "Heykel'e âşık"...
15 Temmuz 1916'da ABD Güdümlü FETÖ Darbe teşebbüsünde, bir kısım insanlarımız vatan millet derdine düşmüş iken, seküler/laik eğitim sisteminin tam olarak "zehirlediği" bir kısım insanlarımız da bankamatiklerde, benzinliklerde, marketlerde idi..
Hatta, darbenin başarılı olmasını dileyen "çav bella"cılar vardı ; câmilerde selâ veren müezzinlere saldıran "seküler/laik formatlılar" vardı !
"İnsan kalitemiz" budur, ve bugün de çok fazla değişmiş değil..
İkincisi : Bizim Gazze ile "fizikî irtibâtımız" yoktur. Yani, "kara irtibâtımız" yoktur ; arada Suriye, Lübnan ve İsrail var. Binâenaleyh, bir "kara harekâtı" yapmamız mümkün değil.
Üçüncüsü : Hava ve Deniz Harekâtları icra etmemiz de, kemiyet ve keyfiyet (deniz ve hava kuvvetlerimizin sayıları ve teknolojik seviyeleri) itibâriyle, "imkânsız" değil ise de, hem çok zor, hem de son derece ağır zâyiât vermemiz ihtimâli çok kuvvetlidir.
Unutmayalım, İsrail'in elindeki savaş uçaklarının sayısı, bizimkinin üç katı ve üstelik te bunlar son derece modern uçaklar. Hem uçaklarını ve hem de uzun menzilli hava savunma sistemlerini devreye aldıkları zaman, bizim bir tane uçağımız bile İsrail hava sahasına giremeden imhâ edilir.
Böyle "çok açık ve bâriz" bir tehdit ve tehlike vârit iken, bir "hava indirme" ve "amfibi harekâtı" (denizden çıkarma) tam bir "intihâr" olur.. Diyelim ki askerlerimizi hava'dan indirdik ve denizden de karaya çıkardık ; o birliklerimizin mütemâdiyen düşman hava-kara-deniz taarruzlarından korunmaları ve mütemâdiyen lojistik ikmâllerinin temini icap eder. Bunun için de, "hava ve deniz hâkimiyeti" iktizâ eder.. Peki biz bugün itibâriyle, böyle bir kuvvet'e mâlik miyiz ?
Maalesef, hayır..
"Niye gitmiyoruz, niye vurmuyoruz ?!" diye, samimi olarak soranlara ve meselenin aslını / sebebini anlamak isteyenlere birşey demiyorum, onlar başımın tâcıdır. Müslümanlara yapılan zulümlerden dolayı cigerleri yanıyor ki, "biz niye birşey yapmıyoruz / yapamıyoruz ?" diye soruyorlar..
Bir de, anlatsanız da, anlamaya / kabul etmeye niyetleri olmayan, "çarşı, herşeye karşı" zihniyetli "haddini / hududunu bilmeyenler" var, maalesef.
Siyaseti bilmez, tarihi bilmez, coğrafyayı bilmez !
Karşısına harita koyarsınız, boş boş bakar !
Askerî argümanlara da, mevcut askerî konjonktüre de, silah ve ekipmanlara ve platformlara ve bunların teknolojilerine de, külliyen "yabancı"...
Amma, bizden fazla ve hatta "bize ders verme tavırlarında ASKERÎ STRATEJİST" !!!
Ki, karşımızdaki kuvvet, sadece İsrail'den ibâret te değildir ; ABD, İngiltere ve birkaç devlet daha, Doğu Akdeniz'e ve bölgedeki diger üslerine getirdikleri uçaklar ve gemiler ile fiilen İsrail'in "muhafızlığını" yapıyorlar..
Dördüncüsü : "Olsun biz gene de saldıralım" demek, "câhil cesâreti"dir ! Bunun ıstılahtaki karşılığı da, "cebânet"tir..
Akılsız cesâret !
Meselenin Dinî târifi, "önce tedbir, sonra tevekkül"dür, muhterem dostlarım.
Niyet "kaçmak" olmadığı müddetçe, sâbit müdâfâa (çakılı savunma) yapmak ve hatta, "ricât etmek" (geri çekilmek) te, bir harp usûlüdür.
Beşincisi : Bizzat CIA, MI6 ve MOSSAD gibi istihbarat teşkilâtlarının, sosyal medyada "TÜRKİYE niye Gazze'ye gitmiyor, niye İsrail'i vurmuyor ?!" şeklinde paylaşımları organize ettiklerini kuvvetle hissediyorum. Buradan, bir taş ile iki kuş vurmaya çalışıyorlar :
1. Müslüman dindar insanlarımızı, Hükümetimize karşı infiâle ve bilhassa 31 Mart Mahalli seçimlerinde "AK Parti karşıtı" bir iklim oluşturmaya çalışıyorlar.
2. Hükümetimizi / Devletimizi, İsrail'e saldırması için tâhrik ediyorlar.
Bu oyunu, 24 Şubat 2022'den önce, Rusya'ya da oynamışlardı.
ABD, İngiltere, Kanada ve Hollanda, 2020 ve 2021 boyunca Rusya'yı Ukrayna'ya saldırması için tâhrik etmişlerdi. Bu devletlerin 2020-2021'de Karadeniz'deki askerî faaliyetlerini hatırlayınız..
Rusya bu tuzağa düştü ve iki senedir de yakasını kurtaramıyor !
Benzeri bir tuzağa, TÜRKİYE'yi de düşürmeye çalışıyorlar. TÜRKİYE'yi, henüz tam mânâsı ile "hazır olmadığı" bir savaşın içine çekerek, hem gelişmekte olan sanayisini, hem bütün altyapısını, hem bütün ekonomik varlıklarını ve hem de bütün askerî kapasitesini yok etmek istiyorlar.
Yani, içerde "niye Gazze'ye gitmiyoruz, niye İsrail'i vurmuyoruz ?!" diyenlerin bir kısmı da, aslında CIA-MI6-MOSSAD'ın ücretli/ücretsiz elemanlarıdır !
Altıncısı : Peki TÜRKİYE, Gazze'de yaşanan dehşetli zulüm ve katliâmlar karşısında hiç mi birşey yapmıyor ?
TÜRKİYE elbette ki boş durmuyor, kıymetli dostlarım. Siyâsî ve diplomatik olarak, elinden gelen gayreti gösteriyor. Bütün dünya kamuoyunun dikkatini bu meseleye teksif ediyor, bölgedeki ülkeleri biraraya getiriyor, koordine ediyor.
Yani imkân / mümkün muvâcehesinde, bütün dâhili ve hârici faktörleri de dikkate alarak, kararlı bir gayret gösteriyor.
İsrail üzerinde müessir bir tesir icra etmek için, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, B.A.E., Katar, Kuveyt, Bahreyn, Tunus, Cezayir, Fas gibi ülkelerin, kuvvetli mutabakatlarına ihtiyâç var. Hatta mümkün ise bu listede İran da olmalı.
TÜRKİYE işte böyle bir mutabakatı temin etmeye çalışıyor.
Buradan, "askerî müdâhâle" çıkar mı, bilemiyorum.. Fakat en azından, iktisâdî / ticârî / finansal bazı müeyyidelere karar verilebilir. Meselâ Süveyş Kanalı İsrail gemilerine kapatılabilir ; İsrail'e ihrâcat ve İsrail'den ithâlât yasaklamaları getirilebilir, hava sahaları kapatılabilir..
Yedincisi : TÜRKİYE'nin, İsrail ve onu destekleyen ABD karşısında "pasif / eli kolu bağlı" durduğunu da, kimse zannetmesin..
Örtülü Operasyonlar, ismi üzerinde "örtülü / gizli operasyon"dur ; Devletimizin sırrıdır.. Bunlar kamuoyuna davul zurna ile ilân edilmezler.
Son olarak, Cenâb-ı ALLAH(C.C.)'ın Kur'an-ı Kerîm'de İSRÂ SÛRESİ 36. ÂYET-i KERİME'de beyan buyurduğu emr-i İlâhi'sini hatırlatmak isterim :
"Hakkında bilgin olmayan şeyin ardına düşme! Çünkü kulak, göz ve gönül, bunların hepsi ondan sorumludur."
..................
Ne kadar "kısa" tutmaya çalıştı isem de, gene de uzun bir yazı oldu ; hakkınızı helâl ediniz kıymetli dostlarım. Bundan daha kısasını yazamazdım, çünkü "büyük resmi" net olarak ortaya koymam gerekiyordu. Mizaç ve meşrep itibâriyle de, "mükemmelliyetçi" bir insanım, "aman, şurası da eksik olsun" diyemiyorum ; böyle bir tavrı da, "emânete hıyânet" olarak görüyorum.
Selâm ve dua ile kıymetli dostlarım.
Rasim Duman.
Emekli J.Ord.Astsubay.
24 Şubat 2024 - Kayseri/Pınarbaşı.
Not : Paylaşmak serbesttir.
.xxxxxxxxxxxxxxx
İşte bir kıssadan hisse..
Son zamanlarda sık dillendirilen zalim Hülâgû ile âlim Kadıhan arasındaki diyalog bize çok şey anlatır.
**
Zalim Hülagû şehri yağmaladıktan sonra, şehrin dışına kurduğu karargâhında, o beldenin en büyük âlimi ile görüşmek istediğini bildirir.
Bu haber, âlimler arasında korku ve endişeye sebep olur. Kimse bu dâvete icabet etmek istemez.
Bu haber, zamanın genç âlimlerinden Kadıhan’a da ulaşır. Kadıhan, ufak tefek tıfıl bir gençtir. Daha sakalı bile çıkmamıştır.
Kadıhan, bir deve, bir keçi, bir de bir horoz alarak Hülagû’nun çadırına varır. Hayvanları çadırın dışında bırakarak içeriye girer ve kendini tanıtır. Kendisiyle görüşmek üzere geldiğini söyler.
Hülagû, genci tepeden tırnağa süzer ve beklediği tipte biri olmadığını görerek, “Bana göndermek için senden başka birini bulamadılar mı?” diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde, “Görüşmek için iri yarı, boylu boslu birini istiyorsan, bir deve getirdim. Sakallı yaşlı birisi ile görüşmek istiyorsan, bir keçi getirdim. Eğer gür sesli birisiyle görüşmek istiyorsan horoz getirdim. Beni istemiyorsan, onlarla görüşebilirsin” der.
Hülagû, karşısındakinin sıradan biri olmadığını anlar ve ‘Şöyle otur bakalım’ diyerek kendisine yer gösterir ve ilk sorusunu sorar.
‘Söyle bakalım, beni buraya getiren sebep nedir?’ diye sorar.
Kadıhan gayet sakin bir şekilde; ‘Seni buraya bizim amellerimiz getirdi. Allah’ın bize verdiği nimetlerin kıymetini bilemedik. Esas gayemizi unutup makam, mevki, mal mülk peşine düştük. Zevk ve sefaya daldık. Cenab-ı Hak da bize verdiği nimetleri almak üzere seni gönderdi’ der.
Hülagû, ikinci sorusunu sorar.
‘Peki, beni buradan kim gönderebilir?’
Cevap çok manidardır:
‘O da bize bağlı. Kendimize dönüp ne kadar kısa zamanda toparlanıp, bize verilen nimetin kıymetini bilir, zevk ve sefadan, israftan, zulümden, birbirimizle uğraşmaktan vazgeçersek işte o zaman sen buralarda duramazsın.’
Evet, kıssamız kısacası bundan ibaret. Bu kıssayı bir kaç ay önce sayın Cumhurbaşkanımızın ağzından da dinleyince hayret ettim.
**
Rabbimiz, bize nasıl bir yol takip etmemiz gerektiğini açık açık bildiriyor. Kur’ân-ı Kerîm’inde bildiriyor, Peygamberlerle ve Peygamberimizle (asm) bildiriyor. Kaynağı Kur’ân ve Sünnet olan Risale-i Nur ile bildiriyor. Kulak verilmediği zaman hangi zararların ve felâketlerin olabileceğini de, bazı menfi gelişmelere ve musîbetlere izin vererek bize gösteriyor ve ihtar ediyor. İşte dünya, işte İslâm Âlemi ve işte yönetenlerimiz. Daha ne söylenebilir ki..
.xxxxxxxxxxxxxxxxxxx
FARABİ KISSASI
2020 yılı, Kazakistan ve İran’ın önerisi; Irak, Rusya ve ülkemizin de desteğiyle UNESCO tarafından “Fârâbî’nin doğumunun 1150. yıl dönümü” ilan edildi. Gelin bu vesileyle Fârâbî’yi daha yakından tanıyalım.
Felsefe söz konusu olduğunda “Muallim-i Evvel”in yani ilk öğretmenin Aristo olduğu kabul edilir. Bu tabir Aristo’nun Batılı kaynaklarda Magister Primus (İlk Usta) olarak anılmasından kaynaklanır. Felsefeyi sistemli hâle getiren ve İslâm felsefesini temellendiren ünlü Türk filozofu Fârâbî ise “Muallim-i Sânî” yani ikinci öğretmen olarak bilinir. Hatta Latince yazılmış kitaplarda da ondan Magister Secondus (İkinci Usta) diye söz edilir. Fârâbî ile ilgili bir rivayete göre, kendisine “Sen mi daha bilgilisin, Aristo mu?” diye sorulduğu, Fârâbî’nin de “Eğer Aristo zamanında yaşasaydım onun en seçkin öğrencilerinden biri olurdum” diye cevap verdiği söylenir.
Bilim Seyyahı
870-950 yılları arasında yaşayan Fârâbî günümüzde Kazakistan sınırları içinde kalan ve o zamanlarda Fârâb diye anılan Otrar şehirde doğdu. Bu yüzden asıl adı Muhammed olmasına rağmen, Fârâblı anlamına gelen Fârâbî adıyla tanınıyor. Fârâbî memleketinde iyi bir eğitim aldıktan sonra hayatı boyunca ilim peşinde olmaya karar verdi ve “akademik yolculuk” diyebileceğimiz bir seyahate çıktı. Fârâbî bu seyahati sırasında Buhara, Semerkant, Merv ve Belh gibi şehirleri ziyaret ettikten sonra Bağdat’a gitti. O dönemde Bağdat, yöneticilerin bilim insanlarını desteklemesi ve zengin bir kütüphaneye sahip olması nedeniyle dünyanın en önemli bilim merkezlerinden biriydi. Fârâbî, Bağdat’ta yirmi yıl kadar kaldıktan sonra hayatının geri kalanını Şam ve Halep’te Hamdanî hükümdarı Seyfüddevle’nin himayesinde geçirdi.
Tarihteki öne çıkan kişilerle ilgili anlatılan kurmaca hikâyeler gibi Fârâbî ile ilgili hikâyeler de vardır. Bu hikâyelerden birinde Fârâbî, Türkistan coğrafyasına özgü kıyafetlerle Halep hükümdarı Seyfüddevle’nin sarayına girer. Hükümdar da misafir olduğu anlaşılan Fârâbî’ye oturmasını söyler. Fârâbî bunun üzerine “Kendi yerime mi, senin yerine mi?” diye sorar. Hükümdar kendisine layık gördüğü yere oturmasını buyurur. Bunun üzerine Fârâbî hükümdarın yanına, tahta oturur. Etraftaki herkes bu duruma şaşırırken hükümdar, farklı bir dil kullanarak, adamlarına Fârâbî’ye bazı sorular soracağını ve bilemezse edebe aykırı davrandığı için onu alıp hemen dışarı atmalarını söyler. Hükümdar sözünü bitirir bitirmez Fârâbî ona aynı dille sabırlı olması gerektiğini ve işin sonunun önemli olduğunu söyler. Hükümdar bu duruma şaşırarak Fârâbî’ye bu dili bilip bilmediğini sorar. Fârâbî de yetmişten fazla dil bildiğini söyleyerek cevap verir.
Sonrasında ise hükümdarın çevresinde bulunan bilginler sırayla Fârâbî ile kendi alanlarında tartışırlar. Ancak Fârâbî hepsine baskın gelir. Onun üstünlüğünü anlayan bilginler tartışmayı bırakıp sözlerini not almaya başlar. Tartışmaların ardından mecliste biraz olsun eğlenmek isteyen hükümdar sarayın müzisyenlerini çağırır. Ancak Fârâbî çalan müziği beğenmez, müzisyenlere eksik ve yanlışlarını açıklar. Ardından yanında getirdiği çalgıyla önce neşeli parçalar çalar ve herkesi eğlendirir. Sonra hüzünlü parçalar çalar. Bu defa da dinleyenler üzülüp ağlar. Fârâbî son olarak ağır bir şarkı çalmaya başlar ve herkesi uyutur. Sonra da saraydan çıkıp gider.
Peki, Bu Hikâye Fârâbî Hakkında Bize Neler Söylüyor?
Fârâbî’nin Türkistan’a özgü kıyafetler giydiği söylenerek geldiği coğrafya ve kültürle bağını koparmadığı anlatılır. Hükümdarın tahtına oturması el-Medinetü’l-Fâzıla kitabında anlattığı “ideal devlet” fikrini yansıtır. Bu eserinde bir devlet başkanında olması gereken özelliklerden de söz eder. Bunlardan en önemlisi bilgeliktir. Bu yüzden kendini tahta oturmaya layık görür.
Fârâbî
Hükümdarın farklı bir dilde söylediği cümleleri anlaması ve ona aynı dilde cevap vermesi, Fârâbî’nin çok sayıda dil bildiğini gösteren bir detaydır. Hikâyede Fârâbî’nin 70’ten fazla dil bildiğini söylemesi abartılı bir ifade olsa da filozofun Kitâbü’l-Ḥurûf, el-Elfâẓü’l-müstaʿmele fi’l-manṭıḳ ve el-Mûsîḳa’l-kebîr adlı eserlerinde bazen Arapça bir kelime veya terimin Yunanca, Süryanice, Farsça ve Soğdcadaki (o dönemlerde Orta Asya’da yaygın olarak kullanılan bir dil) karşılıklarını verdiğine bakılırsa onun ana dilinden başka beş altı dili az veya çok bildiği söylenebilir.
Fârâbî’nin bilginlerle tartışıp onlara üstün gelmesi ise İhsâü’l-Ulûm kitabının içeriğinin hikâyeleştirilmesi anlamına geliyor. Bu kitabında Fârâbî bütün bilimlerin kapsamını ve prensiplerini ortaya koymuştu.
El-Mûsîka’l-Kebir kitabındaki bir kanun çizimi
Hikâyede son olarak Fârâbî’nin müzik alanındaki yetkinliği öne çıkarılıyor. Bu hikâyenin bulunduğu kaynakta Fârâbî’nin kanun ve udu icat eden kişi olduğu da belirtiliyor. Bu bilginin doğru olup olmadığı tartışmalı bir konu. Ancak Fârâbî’nin yaşadığı dönem göz önünde bulundurulduğunda müzik kuramlarına hakim olduğu, aynı zamanda Bağdat tamburu, ud ve rebab gibi çeşitli çalgılarla ilgili ayrıntılı incelemeler yaptığı ve sesin fiziği ile ilgili çalışmalarıyla döneminin önde gelenlerinden biri olduğu şüphesiz.
Bağdat tamburu. Bu müzik aletinin sesini dinlemek için tıklayın.
Fârâbî ardında çok sayıda eser bıraktı. Bunların sayısı hakkında farklı iddialar bulunsa da çoğu felsefe ve müzik alanında olmak üzere 100’den fazla eseri olduğu biliniyor. Yaşadığı coğrafyanın bilim dili olduğu için Arapça yazdığı bu kitapların bir kısmı Latince, İbranice, Türkçe, Farsça, İngilizce, Fransızca, İtalyanca, İspanyolca ve Rusçaya çevrildi. Fârâbî, aradan yüzlerce yıl geçmesine rağmen bu çalışmalarıyla bugün hâlâ uluslararası düzeyde saygı gösterilen ve tanınan bir bilgin.
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
İbni Sina
Sual: İbni Sina’nın felsefi görüşleri de var mıdır? CEVAP İbni Sina’nın tıp sahasında hizmetleri olmuştur. Ancak, Yunan filozoflarının tesirinde kalarak onlar gibi âlemin ezeli olduğunu söyleyerek dalalete düştüğü Mearif-i Ledünniyyede yazılıdır.
Ahlak-ı Alai kitabında da, (İbni Sina, Muad kitabında kıyamette dirilmeyi inkâr ediyor) diyor.
Ahmed Asım efendi hazretleri, Emali şerhinde buyuruyor ki:
(Âlem, bütün parçaları ile birlikte hadistir, yani yok iken sonradan yaratılmıştır. Fakat Aristo, Farabi ve İbni Sina maddenin kadim olduğunu söylediler.)
İmam-ı Gazali hazretleri de, Yunan filozofları gibi, Farabi ve İbni Sina’nın da dalalete düştüklerini bildirmiştir. (El-Munkız)
İmam-ı Rabbani hazretleri de, imam-ı Gazali hazretlerinden naklen aynı şeyleri bildiriyor. (Mektubat)
.
İslam felsefesi ve filozofu yoktur
Sual: Bazıları imam-ı Gazali’ye İslam filozofu diyorlar. Âlime filozof denir mi? CEVAP
İmam-ı Gazali hazretleri, kendi zamanındaki fıkıh âlimlerinin en üstünü idi. Şafii fıkıh kitapları, hep onun kitaplarından vesikalar vermektedir.
Bu büyük İslam âlimine ve benzerlerine, (İslam filozofu), yazılarına ve bütün (İlm-i kelam), yani (Akaid) kitaplarına da, (İslam felsefesi) diyorlar. Halbuki, İslamiyet’te felsefe yoktur. İslam âlimleri, filozof değildir. Felsefe, din, ruh ve ictimai bilgi cahillerinin, bu bilgilerden, kendi kısa akılları ile ve zamanlarındaki fenni keşiflere göre, anladıklarına, yani bozuk düşüncelerine denir. İslam âlimlerinin kitapları ise, ilim sahiplerinin, Kur'an-ı kerimden ve hadis-i şeriflerden çıkardıkları bilgilerdir. İslam bilgilerine felsefe demek, pırlantayı cam parçalarına benzetmek gibidir. İslam âlimlerine felsefeci demek de, pırlantaya cam demek gibi olup, bu yüksek âlimlere hakaret etmek olur.
Din düşmanlarının âlimlerimize saldırması
Din düşmanlarının, dine ve din âlimlerine saldırması yadırganmaz. Âlimlerin de meşhur ve tesirli olanlarına saldırırlar. Özellikle imam-ı Gazali hazretleri, onlar için hedef tahtasıdır. Dinimizi içten yıkmaya çalışan reformcular da, aynı şeyi yapıyorlar. Bazı ahmaklar da, meşhur olmak için cami duvarını kirletmeyi, yani İslam âlimlerine saldırmayı tercih ediyorlar.
İslam âlimi kime denir? Her dalda uzman olan âlimler vardır. Fıkıh âlimi, hadis âlimi, tasavvuf âlimi, kelam âlimi, fen âlimi gibi. Bunların hepsini bilene İslam âlimi denir. Bilmek de yetmez. Bildikleri ile amel etmesi ve ihlaslı olması da şarttır. Onun için ilim, amel ve ihlas sahibi olan müslümana İslam âlimi denir. Bu üçünden biri noksan olana kötü din adamı, yobaz denir. Mason Abduh, çömezi mezhepsiz Reşit Rıza ve günümüzde bunların peşinden giden bid’at ehli birer yobazdır. İslam âlimi, dinin bekçisi, yobaz ise, şeytanın yoldaşıdır. Dört mezhebin imamı, imam-ı Rabbani ve imam-ı Gazali gibi müctehidler, İslam âlimidir. İşte Resulullah efendimiz, bu âlimler için, (Âlimler, Peygamberlerin vârisleridir) buyurdu. (İbni Mace)
İmam-ı Birgivi, “İslam âlimlerince yazılan bir din kitabına hakaret etmek, bu âlimlerden biri ile alay etmek ve saygı göstermek gereken bir şeye hakaret etmek, hakaret edilmesi gereken bir şeye saygı göstermek küfürdür” buyuruyor.
Mezhepsizler, demagojiyi iyi becerirler. Mesela imam-ı Birgivi’nin yukarıdaki sözünü alarak, “Sizler çelişki içindesiniz, Efgani ve Abduh gibi âlimleri kötülediğiniz için kâfirsiniz” derler. Aynı mantıkla, imam-ı Gazali hazretlerine saldırırlar. “Gazali, İslam filozoflarına kâfir diyor, Kur’ana aykırı hadisleri İhya’sına almıştır, sahih hadisle, uydurma hadisi ayıramazdı. Gazali şimdi yaşasaydı İhya’yı yazmazdı” gibi hezeyanlarda bulunuyorlar. Mezhepsizler, bir hadisin Kur’ana aykırı olduğunu biliyor da, koca imam bilemiyor mu?
Büyük âlim İbni Hacer-i Mekki hazretleri, imam-ı Gazali hazretlerinin yazılarında kusur bulan kimse, ya hasetçidir veya zındıktır buyuruyor. (El- i’lam bi-kavâti’il-islam)
İbni Âbidin hazretleri, imam-ı Gazali, zamanının hüccet-ül-İslamı ve âlimlerin en üstünü idi. Ona dil uzatan kimse, cahillerin en cahili, fâsıkların en kötüsüdür buyurdu. (El-Ukud-üd-dürriyye)
Kâtip Çelebi, Bütün din kitapları yok olsa, imam-ı Gazalinin kitapları, bu boşluğu doldurabilir, hatta İhyâ’sı bile kâfi gelir diyor.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri de, imam-ı Gazali’nin İhyâ kitabı, bütün âlimlerce doğru ve yüksektir. Bir gayrı müslim, severek yapraklarını çevirirse, müslüman olmakla şereflenir buyuruyor.
Felsefe zamanla değişir, din asra göre değişmez
Sual: Bir yazar diyor ki: (Felsefe camilere de girmelidir. Camilerde, resim sergileri açılmalı, klasik müzik konserleri verilmelidir. Kur'an, Cennete gitmek için bir vize kitabı oldu. İctihad kapısı artık açılıp yeni yorumlar yapılmalı, Kur'an felsefeleşmeli, Kur'an tefsirleri yeniden gözden geçirilmeli, zamana göre yeniden yorumlanmalıdır. Ben Londra’da kilisede, felsefe konuşmaları, Beethoven ve Mozarttan örnekler dinledim. Resim sergileri izledim. Kilisede olanlar, camide de olmalıdır.)
Bu iddiaya cevap verir misiniz? CEVAP
Felsefenin ne olduğu geniş olarak izah edilmişti.
İbni Âbidin hazretleri buyuruyor ki:
(Felsefe, doğru gibi görünen, fakat çoğu bozuk olan sözlerdir. Tecrübeye, hesaba dayanmayan şahsi düşüncelerdir.) [Redd-ül-muhtar]
Kur'an-ı kerimde âyetler ikiye ayrılır: Anlamı açık olanlara (Muhkem âyetler), manası açıkça anlaşılmayanlar, ayrıca tefsire, izaha muhtaç olanlara (Müteşabih âyetler) adı verilir. Hadis-i şerifler de, muhkem ve müteşabih olmak üzere iki kısımdır. Bunları tefsir etmek mecburiyeti, İslam dininde (İctihad) müessesesinin kurulmasına sebep olmuştur. Peygamber efendimiz de, bizzat ictihad yapmıştır. Onun ve Eshab-ı kiramın ictihadları, İslam bilgilerinin temelidir.
5. Abbasi halifesi Harunürreşid zamanında, Bağdat’ta (Dar-ül-hikmet) isminde büyük bir tercüme bürosu kuruldu. Bağdat, Şam, Harran, Antakya gibi yerlerde, böyle ilim merkezleri kurulmuştu. Buralarda Yunancadan ve Latinceden eserler tercüme edildi. Hind, Fars kitapları da bunlara eklendi. Gerçek Rönesans = eski kıymetli eserlere dönüş, ilk defa Bağdat’ta başladı. Yunan filozoflarının eserleri Arabiye tercüme edildi. İslam âlimleri bunları dikkat ile tetkik ettikten sonra, Yunan filozoflarının bazı fikirlerinin doğru, ekserisinin de yanlış olduğunu ispat ettiler. Onların, fen ve din bilgilerinin çoğunda cahil oldukları, aklın anlayamadığı bilgilerde, daha çok yanıldıkları görüldü. İmam-ı Gazali, imam-ı Rabbani gibi hakiki âlimler, bu felsefecilerin iman bilgilerine inanmadıklarını görmüşler, küfürlerine sebep olan yanlış inanışlarını bildirmişlerdir.
Hakiki İslam âlimleri, kelam bilgilerinde, Müteşabih âyet ve hadislerin açıklamalarında, yalnız Resulullahın ve Eshab-ı kiramın ictihadlarına uymuşlar, eski felsefecilerin bunlara uymayan fikirlerini reddetmişler, böylece İslam dinini, hristiyanlık gibi bozulmaktan korumuşlardır. Cahiller ise, filozofların her sözlerinin doğru olacağını sanarak, bunlara teslim olmuşlardır. Böylece Mutezile denilen bozuk bir İslam fırkası meydana çıktı.
İslam felsefesi olmaz
İslam’a felsefeyi karıştırarak, Eshab-ı kiramın yolundan ayrılan 72 fırkanın felsefelerini, İslam âlimleri uzun bildirmişlerdir. Bu büyük âlimlerden biri, Seyyid Şerif Cürcanidir. Şerh-i Mevakıf kitabı, bu vesikalarla doludur. Kelam âlimlerinden Sadeddin-i Teftazani de, Şerh-i akaid kitabında, bid'at felsefesini kökünden yıkmıştır. Muhammed Şihristaninin El-milel ven-nihal kitabı ise, başından sonuna kadar, bu reddiyelerle doludur. UNESCO tarafından Avrupa dillerine tercüme edilmiş, İslamiyet’te felsefe bulunmadığını ve İslam felsefesi sözünün yanlış olduğunu bütün dünya anlamıştır.
İmam-ı Gazali hazretleri, metafiziği de incelemiş, El-münkız ve Tehafüt-ül-felasife kitaplarında, felsefecilerin yalnız akla dayandıklarını, çok yanıldıklarını bildirmiştir. 72 bid'at ehli, Yunan filozoflarının etkisi altında kalarak, felsefeyi dine karıştırıp İslamiyet’i yaralamışlardır. Bir taraftan, eski yunan felsefesini din bilgilerine karıştırmışlar, bir yandan da, kendi görüşlerine, düşünüşlerine göre din bilgilerini değiştirmişlerdir.
Cennete gideceği müjdelenen bir fırkanın [ehl-i sünnet vel cemaat fırkasının] âlimleri ise, din bilgilerini, Eshab-ı kiramdan aynen almışlar, felsefeyi ve kendi düşüncelerini bu bilgilere karıştırmamışlar, bu bilgileri, kendi akıllarından üstün tutmuşlar ve İslam dinini noksan sanıp, felsefe ile tamamlamaya kalkışan bir aklın noksan olduğunu ispat etmişlerdir.
Cami ve kilise
Bir kimsenin ihtisası dışında ilmi konularda konuşması ne kadar uygunsuz oluyor. Hristiyanlık, Müslümanlıkla aynı mı da, kilisede olanlar, camide olmalı deniyor? Niçin kilisede olan camide olmalıdır? Eğer kilisede olan, camide olacaksa, ne diye Müslümanlık gelmiştir? Herkes Hristiyan olur, kilisede müzik konseri verir, resim sergisi açar ve her istediğini yapar. Fakat Müslüman olan, camide her istediğini yapamaz. Allahü teâlâ ne istiyorsa, ancak onu yapar. Kilisede konser var diye camiye de sokarsak, kilisede put var diye camiye put koyarsak, kilisede şarap var diye camiye şarap koyarsak, caminin şeytanın evi olan kiliseden ne farkı kalır? İmam yerine bir de papaz getirilir. Camiyi kiliseye çevirerek müslümanları hristiyanlaştırmak mı istiyor?
Her derneğin bir tüzüğü vardır. Kiminde, (18 yaşından küçükler giremez) yazılıdır. Bir çocuk severler derneğine, her yaştaki çocuk geliyor diye, bu derneğe de, 18 yaşından küçük olanı almak tüzüğe aykırı olmaz mı? Bunun gibi İslam dininin de, belli hükümleri vardır. Kilisenin kanununa uyulmaz, Müslümanlığın kanununa uyulur.
Müzik her dinde günahtır
Müzik kelimesi, Yunanlıların büyük putları olan Zeüsün kızları sayılan Mausa (Müz) denilen 9 heykelin adından alınmıştır. Müzik, İlahi dinlerde büyük günahtır. İncilin yasak ettiği müziği, sonradan papazlar, Hristiyanlığa soktular. Bozuk dinler, ruhları besleyemediği için, müziğin nefse hoş gelmesi ruhani tesir
sanıldı.
Batıdaki müzik, kilise müziğinden doğdu. Bugün yeryüzünü kaplayan bozuk dinlerin hemen hepsinde, müzik ibadet halini almıştır. Müzikle, nefsler keyiflenmekte, şehvani duygular rahat bulmakta, ruhun gıdası olan ibadetler unutulmaktadır. İnsanı, alkolik ve morfinman gibi gaflet içinde, uyuşuk yaşatmaktadır. Böylece çok kimsenin ebedi saadetten mahrum kalmasına sebep olmaktadır. İslam dini, insanları bu felaketten korumuştur. Dinde reform isteyen zat ise, camide müzik konseri vererek, bizi bu felakete itmek istiyor. Ayrıca, Kur'an-ı kerimin felsefeleşmesini isteyip, (Kur'anı yeniden yorumlayıp zamana uydurmalı) diyor. Kur'an-ı kerimin zamana uymayan nesi vardır? Müslümanları Kur'an-ı kerime uydurmayıp da, Kur'an-ı kerimi zamanımızdaki insanlara uydurmak, ne kadar çirkin bir tekliftir. Her kafadan bir ses çıkartıp, Müslümanlığı Hristiyanlık gibi bozmak mı istiyor?
“Kur'anı her çağda, o asrın teknolojisine göre yeniden tefsir etmek gerekir” diyerek Kur'an-ı kerimi asra uydurmaya çalışmak çok yanlıştır. Tefsir, moda kitabı değildir. Her çağa, göre değişik tefsir olmaz. Dinimiz eksik mi ki tamamlanacaktır? Yoksa fazlalık mı var ki çıkarılacaktır? Dinde eksiklik ve fazlalık olmadığı için yeni bir tefsire ihtiyaç olmaz. Dine yeni bir şey eklemek bid'at olur. Her çağa göre değişik tefsir yazmak, dini her asırda, bozmak demektir.
Kur'an-ı kerimin manasını, onun muhatabı olan Muhammed aleyhisselam bize bildirmiştir. Doğru tefsir kitabı Onun hadis-i şerifleridir. Tefsir âlimleri, tefsirlerini, Peygamber efendimizden ve Eshab-ı kiramdan naklederek meydana getirdiler. Bunların tefsirleri her asra uygundur. Kur'an-ı kerimin emirleri, her asırdaki insan için aynıdır. Önceki asırlar için başka, sonraki asırlar için başka manası yoktur. Kur'an-ı kerimi en iyi bilen Peygamber efendimizdir. Onun açıklamaları bellidir. Bundan farklı açıklamak, dini değiştirmek olur, reform olur.
Din, asra göre değişmez
Her asırda, her insana gereken iman ve ibadet aynıdır. Asra göre bunlar değiştirilemez.
“Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” sözü doğrudur. Zamana uymak, zamanın gerektirdiği hususlara uymak demektir. Zamanın değişmesiyle, örf ve âdete ait hükümler değişebilir. Nassa [Kur'an ve hadislere], delile dayanan hükümler zamanla değişmez. Dine aykırı olmayan örf ve âdete ait hükümler değişirse, bunlara uymakta mahzur yoktur.
Herkes traktörle, kamyonla giderken, kağnı ile gitmek gerek diye ısrar edilmez. Fakat günah olan bir şey, herkes tarafından yapılsa, buna uyulmaz. Zamana ait işlerin değişmesine, zamanın değişmesi denmiştir. Böyle misaller Kur'an-ı kerimde de vardır. Mesela, (köy halkına sor) yerine, (köye sor) denilmiştir. (Yusuf 82)
Türkçe’de de, (şu sınıf tembel) denir. Burada anlatılan, sınıfın kendisi değil, oradaki talebelerdir. Zamana uymak da, zamanın icabı olan faydalı işlere uymak demektir. Zararlı, günah olan şeylere uyulmaz.
Filozof ve hükema
Sual: Filozof ve hükema aynı şey midir? CEVAP
Hükema’nın tekili hakîm’dir. Fen bilgilerini iyi bilen, hikmet sahibi âlim demektir.
Din bilgilerini, fen bilgilerine göre değiştiren ve kendi görüşünü din gibi anlatan, felsefe yapan kimseye filozof ve dinde reformcu denir. Bunlar nakle itibar etmez, kendi akıllarını esas alırlar. Din bilgilerini, fen bilgileriyle ispat eden Müslümanlara ise hükema denir.
İslam dininde felsefe var mıdır?
Sual: Felsefe ne demektir, İslâm dini bir felsefe midir daha doğrusu, İslâm dininde felsefe var mıdır?
Cevap: Felsefe, herhangi bir konu üzerinde insanların akıl ve mantık yolu ile incelemeler ve araştırmalarla elde ettikleri neticelere verilen isimdir. Kısaca;
“Her şeyin aslını arama ve ne için var olduğunun sebebini bulma” manasına gelir. Felsefe, Yunanca Filozofiya, hikmet sevgisi demektir ve derin düşünme, arama, kıyaslama ve tetkik esaslarına dayanır. Felsefe ile meşgul olanların, hem ruh, hem de fen bilgilerinde çok derin bilgi sahibi olması gerekir. Fakat, bir insan ne kadar ilmi olursa olsun, yanlış düşünebilir veya yaptığı araştırmalardan yanlış neticeler çıkarabilir. İşte bunun içindir ki, felsefe, hiçbir zaman kesin neticeler vermez. Ayrıca her felsefenin bir de zıddı vardır. Onun için, bu karşılığı zıt görüşü de incelemek, her iki düşünceyi karşılaştırmak lazım olur. Birçok felsefi düşüncelerin zamanla değişebileceği unutulmamalıdır. O hâlde, felsefi düşünceler, hiçbir zaman kesinlik taşımaz.
Yalnız akla uyup, yalnız ona güvenip, aklın ermediği şeylerde yanılan kimse, felsefecidir. Aklın erdiği şeylerde ona güvenen, aklın ermediği, yanıldığı yerlerde, Kur’ân-ı kerimin ışığı altında akla doğruyu gösteren yüksek insanlar da, İslâm âlimleridir. O hâlde, İslâmiyette felsefe yoktur, İslâm felsefesi, İslâm filozofu yoktur. Felsefenin üstünde olan İslâm ilimleri ve felsefecilerin üstünde olan İslâm âlimleri vardır. İslam âlimleri, zamanlarına kadar olan fen bilgilerini okuyup ve seksen ilmi iyi öğrendikten sonra, İslâmiyetin gösterdiği yolda, kalplerini açarak, nefislerini temizleyerek, aklın erişemediği bilgilerde de, âyet ve hadislerle doğruyu bulmuşlar, hakikate varmışlardır. İslam âlimlerine filozof demek, bunları küçültmek olur. İslam âlimlerinin hiçbiri filozof değildir. Zaten filozof, İslâm âlimi olamaz ve İslâm filozofu diye de bir şey yoktur. Çünkü İslâmiyette felsefe yoktur. Ehl-i sünnet âlimlerinin felsefe ile hiç alakaları yoktur. Çünkü onlar, felsefecilerden çok yüksektirler.
Ehl-i sünnet âlimlerine göre, İslâm bilgilerinin ölçüsü, sadece insan aklı, insanın düşüncesi değil, muhkem olan yani manaları açık olan âyet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerdir.
Peki bu dini yıkmak değil mi?
Sual: Bazıları, (İslam artık toplumun gereklerine göre değişmeli. Mesela kadınlar daha özgür olmalı, istedikleri gibi giyinip, istedikleri gibi çıkıp gezebilmeli) diyor. Bunlara nasıl cevap vermeli? CEVAP Dini insanlar çıkarmadı ki insanlar değiştirsin. Kadının nasıl giyineceğini insanlar tespit edemez ki. Allah’a inanan kimse, O ne demişse Ona inanması gerekir, uyarsa daha büyük nimettir. Ben hepsine inanıyorum, tamamını beğeniyorum ama hepsini uygulayamıyorum demeli. Yoksa, günaha alışıp da bu günah mubah olmalıydı demek Allah’a inanmamak olur.
O kimseler Allah’a inanmıyorlar, inansalar böyle demezler. Allah her şeyi bilmez mi, bugünkü toplumu bilmiyor muydu? İslam’da reform demek ben Allah’a inanmıyorum demektir, yahut Allah’ı basit bir varlık gibi görüp bu işi iyi yapmamış demektir.
Toplumun gereklerine göre dini değiştirmek dini yıkmaktır. Birinin çıkıp (ben İslam dinini yıkacağım) dediğini gördünüz mü hiç. Görmediniz, demez çünkü. Niye desin ki, o zaman onu herkes tanıyacak, gerçek suratını herkes görecek. Dini yıkma fırsatını ya bulacak ya bulamayacak. Ama çıkıp tesettür yok diyor, âdetli iken namaz kılınır diyor, faiz helal diyor, Allah resulünü kabul etmeyip (Yalnız Kur’an) diyor. Ve daha neler neler. Bunları söyleme fırsatı bulduğu gibi, bazı ahmaklardan taraftar da bulabiliyor. Peki bu dini yıkmak değil mi?
Dini bozmaya çalışmak Dini inançları bozmak için dört koldan saldırıya geçilmiştir. Her gün yeni bir şey çıkarılarak itikadımız, amelimiz zedeleniyor. “Hayzlı iken Kur’an okunur, oruç tutulur” gibi, dört delile (Kitaba, sünnete, icmaya ve kıyasa) aykırı fikirler üretilirken, şimdi de, mevsimi yaklaştığı için hac ibadeti bozulmaya çalışılıyor. Türk milleti fakir olduğu için hacca gitmemesi gerekirmiş. Çünkü dinimiz israfı yasaklıyormuş. Acaba bu sözlerinde samimiyet eseri var mıdır? Samimi isen, niye Bodrum’a, Avrupa’ya, Amerika’ya eğlenmeye gidiyorsun? Niye yoksulları gözetmeyip de, festivaller peşinde koşuyor, yılbaşı eğlenceleri tertip ediyor, devrilen çamlar altında, şarap fıçılarını boşaltıyor ve sabaha kadar kumar oynuyorsun?
Haccı engellemekle yoksulluk önlenemez. Peygamber efendimiz, yoksulluğu önlemenin yolunu bildirmiş, (Zenginlerin zekatı, fakirlere kâfi gelmeseydi, Allahü teâlâ fakirlerin rızkını başka yollardan verirdi. Aç kalan fakir varsa, zenginlerin zulmü yüzündendir) buyurmuştur. Demek ki zenginler zekatını yerli yerince verse, haccı engellemeye lüzum kalmayacak ve aç kalan fakir de bulunmayacaktır.
Emekli vaiz adı altında bir başkası da, (Diyanet fikir üretemiyor) diyerek, dinimizi bozmaya çalışıyor. (İslam dünyası aklını kullanmalı, yüzyıllardan beri, paslanan, çürüyen ve işlevini yitiren o akıldışı kilitleri söküp atmalı) diyor. Paslanan, çürüyen ne diye merak ettik. Baktık ki, bunlar, dinimizin, hac, kurban, tesettür gibi emirleri imiş. (Hacca gidecekler, kurban kesecekler, evsizlere, yoksullara yardım etmeli) diyor. Dini kuralları koyan Allah’tır. Allah toplumda yoksulların olacağını bilmiyor muydu? (Bir toplumda yoksul varken, hacca gidilmez, kurban kesilmez) diyemez miydi? Demediğine göre, kurban derilerine sahip çıkma hevesi gibi, kurbanın kendisine de, hac paralarına da sahip çıkmak mı istiyor?
Bu iş olmayınca da, (Hani islamiyet akıl diniydi? Niye aklını kullanmıyorsun? Akıl yolunu seçerek kurban ve hac paralarını niye yoksullara vermiyorsun) diyor. Felsefecileri ve sapık fırkalardan mutezileyi övüyor. (Farabi, İbni Sina, İbni Rüşt gibi düşünürler, İslamlığı hep aklın ve yaşanan dünyanın, insansal gereklerin aynasına tutarak değerlendirdiler. O dönemlerin ürünü olan Mutezile, inançta yazgıcılığı (kaderciliği) reddederek, İslam’ın akılsal yol ve yöntemlerle kurumlaşmasına çalıştı) diyerek kaderi de inkâr ediyor. Kader, Allahü teâlânın insanların başlarına gelecek işleri bilmesi ve bu bilgisinin bir kitaba [levh-i mahfuza) yazılması demektir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki: (Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekanı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda] dır.) [Hud 6]
(Yaptıkları küçük büyük her şey, satır satır kitaplarda yazılmıştır.) [Kamer 52, 53]
Bu ve benzeri birçok âyet vardır. Ama inanan kim? Adam, hep Kur’an Kur’an der ama ya Kur’ana inanmaz veya onu istediği gibi yorumlar.
(İmam-ı Gazali'nin kilitlediği akıl kapısını açmak gerekir) diyerek de, nakli esas alan âlimlere dil uzatıyor. Emekli vaizin aklı var da, imam-ı Gazali veya öteki âlimlerin aklı yok mu idi? Adam, (Benim düşüncemde olan akıllı, benim gibi düşünmeyen akılsızdır) demek istiyor.
(Örtünme Kur’anda bir dönemin, bir olayın zorunluluğu olarak vardır. Ama günümüzde o zorunluluklar birtakım yasal ve yaşamsal önlemlerle, gereklerle başkalaşmıştır. O halde herkes Avrupalı gibi giyinmelidir) diyerek tesettüre de dil uzatıyor.
.
XXXXXXXXXXXXXXXXXX
GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? Ömer Faruk ERDOĞAN* Özet: Bu makalenin yöntemi; Gazâlî’nin Tehafüt’ü bağlamında, genelde filozofları, özelde ise Farabi ve İbn Sînâ’yı küfür ile itham ettiği metinleri ayrıştırıp, bunları İbn Sînâ’nın ilgili metinleriyle eşleştirmektir. Bunu yaparken konu, ikincil kaynaklarla da zenginleştirilecektir. Burada dikkate değer önemli bir vurgu ise; Gazâlî’nin filozoflar ibaresinden kastıyla Farabi ve İbn Sînâ’yı eleştireceğini ifade etmekle beraber, Tehafüt’teki eleştirinin neredeyse tamamında kastedilen kişinin İbn Sînâ olmasıdır. Bu durumun en net kanıtı; Gazâlî’nin Tehafüt’ündeki metin nakilleri ile İbn Sînâ’nın eserlerindeki ifadelerin benzerlik ve bir birini tamamlayıcılık arz etmesidir. Bu sebeple, bu makale, Gazâlî’nin Tehafüt’ünde geçen ‘filozoflar’ ibaresi ile genellikle İbn Sînâ’nın kast edildiğini kabul edecektir. Sonuç olarak, bu çalışmanın iki ana aktörü, Gazâlî ve İbn Sînâ’dır. Ayrıca bu çalışma, Gazâlî penceresinden İbn Sînâ’yı incelemekten ziyade, İbn Sînâ’dan getirilen cevapların sunumuyla Gazâlî’nin felsefeye bakışına, bir itiraz ve bir ıslah olacaktır. Anahtar Kelimeler: Gazâlî, İbn Sînâ, Tehafüt, Tekfir, Üç Mesele, Alemin Kıdemi, Alemin Hudusu, Tümel, Tikel, Haşir, Aristoteles. Ghazali, Ibn Sina Against Three Issues How Consistent? Abstract: The aim of this study is to distinguish the text within Tehafüt where al-Ghazali accuses Farabi and Ibn Sina of denial and to match and com- * Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri (İslam Felsefesi), Doktora Öğrencisi Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 88 pare it to related writings of Ibn Sina. The article will be enriched with the use of secondary sources. What is worth emphasizing at this point is that in almost all of the critical remarks al-Ghazali makes in Tehafüt, he refers specifically to Ibn Sina. The clearest evidence comes from the exemplary texts al-Ghazali uses in Tehafüt and their undeniable similarity and complementarity to the writings of İbn Sînâ. For this reason, this paper will presume whom al-Ghazali calls “the philosophers” in his Tehafüt refers to Ibn Sina; thus, the protogonists of this article happen to be the two mentioned scholars. Rather than examining Ibn Sina from the perspective of al-Ghazali, this study will additionally constitute an objection to and a correction of al-Ghazali’s philosophical stance with the use of answers provided by Ibn Sina. Key Words: al-Ghazali, Ibn Sina, Tehafüt, to Fall into Unbelief, Three Issues, the Eternity of the Universe, Creation of Universe Universal, Particular, Resurrection, Aristotle. 1. Giriş Gazâlî’nin, Tehafüt’te filozofları küfür ile itham ettiği ifadeler, bu çalışmanın seyrini belirlemektedir. Bahsedilen tartışmalara geçmeden önce çalışmamızın odak noktasında bulunan kişilerden, yani eleştirilen ve eleştiren hakkında kısa bilgiler vermemiz yerinde olacaktır. Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah b. Sînâ (980-1037 m.)1 Afşan’da doğmuştur. Buhara’da ilk tahsilini yapmış ve burada on yaşındayken Kur’an’ı ezberlemiştir. Hanefi fakihlerinden Ebu Bekir b. Ebi Abdullah’tan fıkıh okumuş, Mahmut Messah’tan hesap ve Abdullah Natali’den felsefe ve mantık, Hristiyan İsa b. Yahya’dan ise tıp okumuştur. İbn Sînâ, metafiziği anlamasını Farabi’ye borçlu olduğunu söyler. Ölümünün yaklaştığını anlayınca, tedavi olmayı bırakıp kendisini ibadete vermiş ve Kur’an-ı Kerim’i üç günde bir hatmetmiştir. Tövbe edip, servetini sadaka olarak dağıttıktan sonra, Ramazan ayının bir Cuma gününde Hamedan’da vefat etmiştir. Sevinçli ve sıkıntılı anlarında camiye gidip namaz kılarak Allah’a şükreden ve O’ndan yardım dileyen İbn Sînâ; Yüce Allah’ın bu şekilde ilmini ve anlayışını arttırdığını söylemiştir. 2 Bu çalışmanın diğer aktörü Gazâlî (1058-1111 m.) İslam düşüncesinin en büyük ilahiyatçılarından biridir. İlahiyatla ilgili doktrinleri Avrupa’ya nüfuz etmiş, Yahudi ve Hristiyan skolastisizmini etkilemiştir. Yaşadığı yüzyıl siyasi bakımdan çalkantılı, fakat ilmi ve dini hayat bakımından İslam dünyasının ve hatta o günkü dünyanın en parlak dönemini teşkil etmektedir. Ayrıca Gazâlî, yalnız döneminin değil, bütün İslam düşünce tarihinin en önde gelen düşünürlerindendir. Kendisine “Huccetü’l-İslam” 1 Ebû Ali El Hüseyin İbn Abdullah İbn Sînâ veya Avicenna künyesine sahip olan İbn Sînâ; o çağda yaşayanlar tarafından “el Şeyh”, “el Reis” veya “Hüccet el Hakk”, öğrenciler tarafından sadece “Şeyh” ve bütün Doğu dünyasında “Tabipler Sultanı” olarak adlandırılır. Bkz. Seyyid Hüseyin Nasr, İslam Kozmoloji Öğretilerine Giriş, çev. Nazife Şişman, İnsan Yayınları, İstanbul 1985, s. 205. 2 Hüseyin Atay, “İbn Sînâ’da Varlık Delili”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür Dairesi Yay., İstanbul 2008, s. 290. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 89 ismi verilmiştir. Fıkıhta İmam Şafi, itikatta Eş’ari ekolünü benimsemiş olan Gazâlî, ömrünün sonlarına doğru tasavvufa yönelmiştir. Onun felsefe yapmasının amacı dinin felsefeden üstün olduğunu göstermek olmuştur. Ulaşmak istediği şey de her türlü şüpheden uzak yakînî bilgiyi elde etmektir. 3 Gazâlî, bazıları tarafından bir imam, önder hatta bir müceddit kabul edildiği için onun fikirlerinin sorgulanması neredeyse yasaklanmıştır. Bu sebeple Gazâlî ile filozoflar arasında cereyan eden tartışmaların bilinen galibi genelde Gazâlî olmuştur. Bu makale, bu açıdan, biraz da dokunulmayan tarafa dokunacaktır. Bu sebeple meseleye, Gazâlî’nin küfür ithamının sebeplerinden bahsederek bir giriş yapmanın yerinde olduğu kanaatindeyiz. Bu girişin içeriği; Gazâlî’nin küfür ithamının ne gibi sebeplerle yapılmış olabileceğine dair bazı öngörüler hakkındadır. a. Politize Olmuş Bir Gazâlî: Gazâlî’nin filozoflara karşı öne sürdüğü tekfir suçlaması ile ilgili çeşitli tartışmalar olmakla birlikte, mevcut tartışmaların ulaştığı ortak kanaat; Gazâlî’nin dönemin siyasi yapısından etkilenerek filozofları, küfür ile itham etmesidir. Aklın ve bilimin sekteye uğratıldığı bir dönemde4 ilmini yaymaya çalışan Gazâlî, doğal olarak filozofları küfür ile suçlamak zorunda kalmış ve bu ithamı da, dönemin karışıklıkları sebebiyle siyasi konjonktüre uygun yapmıştır. Gazâlî’nin küfür ithamında siyasi davrandığı İbn Rüşd’ün naklinde açıkça görülmektedir. Ona göre “Gazâlî, bu gibi konuları kendinden beklenmeyen bir şekilde ele almıştır. Bu da şu iki nedenden ileri gelmiş olabilir: Gazâlî ya bu konuları gerçek biçimiyle anlamış olmasına rağmen saptırmıştır. Ya da filozofları gerçek biçimiyle anlamamış ve anlayamadığı şeyleri açıklamak zorunda kalmıştır. Bu da bilgisizlerin yapacağı bir iştir. Aslında bizce Gazâlî, bu iki niteliğe sahip olamayacak kadar üstündür. Fakat bazen iyi at da tökezleyebilir. İşte Gazâlî’nin tökezlemesi de bu kitabı yazmış olmasındandır. Belki de Gazâlî bu kitabı yaşadığı zaman ve mekânın bir gereği olarak yazmak zorunda kalmıştır.”5 İşte bu sebeple İbn Rüşd, Gazâlî’nin siyasi etkilenmeyle yazmış olduğu “Tehafüt el-Felasife” kitabına bu ismin verilmesini doğru bulmamıştır. Ona göre bu kitaba “Tehafüt” demek, yani sadece tutarsızlık kitabı demek daha uygundur. Çünkü bu kitabı okuyan kimse tutarsızlıktan başka bir şey görmemektedir.6 Gazâlî’nin iddia ettiğinin aksine filozoflar dine meydan okuyan, kutsalı tahkir ve tezyif eden hiç bir ifadeyi eserlerinde kullanmamışlardır. Bilakis İbn Sînâ, filozofların 3 N. J. Baitenova, “İmam Gazâlî’nin Hayatı ve Yaratılış Hakkındaki Düşünceleri”, 900. Vefat Yılında Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, M.Ü.İ.F.Y., İstanbul 2012, s. 80-82. 4 Bu konu hakkında bkz. Atay, “Gazâlî’nin Felsefeye Karşı Tutumu, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 646; Gazâlî, Şifaü’l-Galil, thk: Hamad el-Kubeysi, Bağdat, s.163-204. 5 Atilla Arıkan, “Bir Meşşai Filozofunun Gazâlî Algısı: İbn Rüşd’ün Gözüyle Gazâlî”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 656-657. 6 Arıkan, a.g.b., s. 661. Ayrıca bkz. Gazâlî, Faysalu’t-Tefrika, (thk. Semih Duğeym), Beyrut 1993, s. 75 ve 243-244; Tehafütü’l-Felasife, (nşr. ve ter: Mahmut Kaya-Hüseyin Sarıoğlu), Klasik Yay., İstanbul Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 90 yemini anlamına gelen “Risaletü’l-Ahd” isimli eserinde on altı ilke belirleyerek her bir filozofun bu ilkelere kesinlikle bağlı kalacaklarına dair Allah’a yemin etmeleri gerektiğini söyler.7 İbn Sînâ’nın bu risalesini görmüş olmasına rağmen Gazâlî’nin, onun şarap konusundaki görüşünü eleştirirken söz konusu yemin metnindeki diğer ilkeleri görmezden gelmesi ve onların ibadetleri hiçe saydıklarını, namazı terk ettiklerini iddia etmesi, doğrusu Gazâlî’nin tarafsızlık ve hak-perestlik tavrıyla bağdaşmamaktadır. 8 Gazâlî ve İbn Sînâ tartışmalarını yanlış perspektiflerden okumak, meselenin doğru anlaşılabilir olma zemininden çıkıp, başka zeminlere kaymasına sebep olmaktadır. Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı kasıtlı olarak mı, yoksa ilmi seviyesinin yetersizliği bağlamında mı yanlış anladığı tartışmalarının kişilere göre değiştiği bir atmosferde; kanaatimizce Gazâlî, İbn Sînâ’yı siyasi bir projenin penceresinden okumuştur. Böyle bir gerçeklik, doğal olarak tarihi süreç içerisinde, politik bir Gazâlî’yi yaratmış ve bu algının karşısına da, maalesef dinden çıkmış bir İbn Sînâ’yı yerleştirmiştir. b. Tehafüt’teki Tutarsızlıklar: Politik bir Gazâlî’yi yaratan bu süreç, onun izlediği yol sebebiyle varlığını tescillemiştir. Gazâlî’nin Tehafüt’ü yazarken muhatapları ile savaşacağını söylemesi bu durumun en büyük ispatıdır. Onun bu konudaki ısrarı şu sözlerine yansır: “İslam filozofları arasında Aristoteles’i en iyi nakledip inceleyen Farabi ve İbn Sînâ’dır. O halde biz; bu ikisinin, sapıklıktaki reislerinin öğretisinden seçip doğru buldukları görüşleri geçersiz kılmakla yetineceğiz. Öğretilerin çoğalıp yayılmasına bağlı olarak sözün uzayıp gitmemesi için, filozofların öğretilerini bu iki kişinin nakli doğrultusunda reddetmekle yetineceğiz.9 (Ben bu süreci yorumlarken) bir tez ortaya atarak değil, sorgulayarak ve reddederek filozoflara karşı çıkacağım. Filozofları çeşitli şekillerde sıkıştırarak kesinliğine inandıkları şeyleri geçersiz kılacağım. Onları bazen Mu’tezile, bazen Kerramiye, bazen de Vakıfiyye mezheplerinden destek alarak sıkıştıracağım. Bu konuda belli bir mezhebe bağlı kalmayıp, aksine bütün mezhepleri onların aleyhine tek bir mezhep olarak kullanacağım. Çünkü diğer mezhepler ayrıntıda bize ters düşseler de filozoflar dinin temel ilkelerine saldırmaktadırlar. O halde bizler, onlara karşı birleşmeliyiz. Zira sıkıntı anlarında kin ve nefret ortadan kalkar.”10 2005, s. 225; Gürbüz Deniz, “Gazâlî Düşüncesinde Üç Meselenin Evrilmesi”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 709; Mahmut Kaya, “Gazâlî Filozofları Tekfir Etmekte Haklı mıydı?”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 50. 7 İbn Sînâ mutluluk üzerine yazdığı bir risalesinde benzer argümanlar ileri sürer. Bkz. İbn Sînâ, Risale fi’s-Saade ve’l-Hucceci’l-Aşare, ala En-Nefsi’l-İnsaniyyeti’l-Cevher, thk. ve çev. Fatih Toktaş, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 2011, s. 95-97. 8 M. Kaya, a.g.b., s. 47-49. Ayrıca bu konu hakkında bkz. Mehmet Emin Üsküdari, Telhis-u Tehafütü’lHukema, Hacı Selim Ağa Ktp. Kemankeş Böl., nr. 266, (nşr. Kamuran Gökdağ), yayınlanmamış tercüme, sonuç bölümü, s. 236-237. 9 Gazâlî, Tehafütü’l-Felasife, 2005, s. 4-5. 10 Gazâlî, a.g.e., s. 9. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 91 “Dolayısıyla biz bu kitapta kendimizi, sadece filozofların öğretilerini bulandırmak ve tutarsızlıklarını gösteren çeşitli delillerini bozmakla sınırlı tutmaktayız. Bunu yaparken belli bir öğretiyi savunma yoluna gitmedik. Böylece bu kitabın amacını aşmadık.”11 Tehafüt’ün seyrini en güzel şekliyle özetleyen bu cümleler ortaya çıkarmaktadır ki; Gazâlî’nin amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Bu itibarla yıkıcı tartışma yönteminde, tartışılan düşünceleri çürütmek için her yolu kullanmak Gazâlî için meşru görülmüştür.12 Onun belli bir sistemi benimsemeyecek olması, çalışmamız bağlamında düşünüldüğünde bazı zorlukları beraberinde getirmektedir. Tehafüt; genel itibariyle filozofların Gazâlî tarafından beğenilmeyen görüşlerinin düzenli bir şekilde ve maddeler halinde değerlendirilmesi gibi görünmesine rağmen, felsefenin en zor meseleleri bu maddeler içerisinde birbirine girmiştir. Bunun dışında Gazâlî; Tehafüt’te, meseleleri açıklarken kendisi ve filozofları kapsayan ikili tasniflerin dışında, üçlü tasnifler de kullanmıştır. Kendisi ve filozoflar (Farabi ve İbn Sînâ) arasında geçmesi gereken tartışmalara zaman zaman Kelamcılar, Aristoteles, Eflatun, Gallen gibi kişiler de katılmıştır. Gazâlî’nin Tehafüt’te yaptığı ikili veya çoklu tartışmalarda öncelikle filozofların delillerinin neler olduğu aktarılmış, daha sonra filozoflara ait bu ifadelerde ne anlatılmak istendiği yorumlanmış (veya açıklanmış) ve son olarak da filozofların iddiaları, her türlü yöntem ve çeşitli fırkaların görüşleri kullanılmak üzere çürütülmek istenmiştir. Burada normal olan Gazâlî’nin filozofların görüşlerini aktarması ve onları çürütmek istemesidir. Fakat burada normal olmayan durum; Gazâlî’nin filozofların görüşlerini aktarması, sonra onları yorumlaması ve en son olarak da o aktardığı görüşleri ve o görüşlerin kendisi tarafından yapılan yorumlarını beraberce kullanmak suretiyle filozofların görüşlerini çürütmeye çalışmasıdır. Bu şekilde işleyen bir sistemin neticesinde okuyucu, filozoflara ait görüşler ile Gazâlî’nin yorumladığı görüşleri bir birinden ayırt edememektedir. Gazâlî, bu tarz yaklaşımını, özellikle filozofları küfür ile itham ettiği meselelerde yoğun olarak sergilemektedir.13 Gazâlî’nin Tehafüt’te uyguladığı bir diğer eleştiri yöntemi, İbn Sînâ’nın da kabul etmediği bazı görüşler üzerinden eleştirmesidir. İbn Sînâ’nın eserleri incelendiğinde onun; bazı düşünce anlayışlarını ve taraftarlarını görüşlerinden dolayı eleştirdiği, hatta dinin özüne aykırı söylemlere karşı dinin temel ilkelerini savunduğu görülecektir. Gazâlî, Tehafüt’ünde; İbn Sînâ’nın serdettiği, bazı grup ve görüşlere ait ve dinin aslına uygun olmayan fikirleri, sanki İbn Sînâ’ya aitmiş gibi aktarmıştır. Dolayısıyla böyle bir aktarım, doğal olarak İbn Sînâ’nın küfre düştüğü ithamının haklılığına sebebiyet vermektedir.14 11 A.g.e., s. 46. 12 Ferruh Özpilavcı, “Gazâlî’nin Mantık İlmini Meşrulaştırmasının Mantık Tarihi Açısından Değerlendirilmesi”, Uluslararası Gazâlî Sempozyumu, s. 730. 13 Gazâlî’nin bu yöntemi kullandığı yerler için bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 71-72, 136-137, 219-220. 14 Bu örneğin haricinde benzer bir örnek, Tehafüt’ün üçüncü meselesindeki tekfir iddiasında da yer almaktadır. İlgili bölüm için bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 71-72. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 92 c. İbn Sînâ’nın Aristocu Olmayan Kökenine Dair: Gazâlî, İbn Sînâ’yı Aristoteles’in kuru bir taklitçisi olarak kabul etmektedir.15 Fakat onun sistemi bütüncül bir bakış açısıyla irdelendiğinde, karşımıza gelen manzara şudur: Her şeyden önce, fizik ve ahlak ilminde Aristo takipçisi bir İbn Sînâ varken, ilahiyat/metafizik bağlamda Platon ve Yeni Eflatunculuğun fikir bazında egemen olduğu bir İbn Sînâ bulunmaktadır. Bu durumda, Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı kast ederek söylediği; “Akıl hocaları Aristoteles’tir.” iddiasının, metafizik bağlamda geçersiz olduğu görülmektedir. Hatta İbn Sînâ’nın ilahiyatın temel meselelerinde kelamcılar ile ortak görüşlere sahip olması;16 İbn Sînâ’nın sırf Aristocu olma iddiası bir yana; sistemini, sadece Yunan felsefesine dayandırarak kurmadığını da göstermektedir. 15 İslam filozoflarının Grek filozoflarından farklılıklarını birçok noktada görebiliriz. Örneğin Kindi, Farabi ve İbn Sînâ gibi İslam filozoflarının savunduğu metafizik ile Aristoteles’in metafiziği karşılaştırıldığı zaman, filozoflarımızın temel konularda Aristoteles’ten daha çok kelamcılara yakın oldukları; söz gelimi İbn Sînâ’nın Tanrısının Aristoteles’in Tanrısından çok mütekelliminin Tanrı inancına yakın olduğu gözlemlenir. Nitekim Aristo’ya göre Tanrı sadece kendini bilebilir ve bundan İlk akıl oluşur. Hâlbuki İbn Sînâ’da Tanrı sadece kendini değil, küllileri de bilir. Yine Aristoteles’e göre Tanrı sadece bir Muharriki Evvel’dir, dolayısıyla da âlemle ilişkisi edilgendir. Hâlbuki İslam filozoflarında Allah; âlim, kâdir sâni’, mürîd ve mütekellimdir. Aynı şekilde Grek filozoflarında bu âlem dışında başka bir âlem yoktur. Buna karşılık İslam filozoflarına göre ahiret âlemi gerçektir ve –sadece nefislerle de olsayaşanacaktır. Çoğaltılması mümkün olan bu örneklerin ortaya koyduğu hakikat şudur: İslam filozofları vahyi dışlayan pür filozoflar değil, birinci sıraya aklı koymakla birlikte vahiy ile aklın arasını bulmaya çalışan İslam kültürünün vazgeçilmez parçası kişilerdir. Bkz. İlyas Çelebi, “Kabul ve Ret Cihetlerinden Kelam Literatüründe İbn Sînâ”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 240. 16 Allah’ın her şeyi kadim ilmiyle ve hiç bir değişikliğe maruz kalmadan tümel olarak bildiği görüşü İbn Sînâ’dan da önceye dayanmaktadır. Bu görüşün Mu’tezilenin bir koluna ait olduğunu savunan fikirler de bulunmaktadır. İbn Sînâ’ya ait olan ‘Allah’ın tikelleri tümel tarzda bilmesi’ meselesi ondan önce yaşamış ve Farabi’nin öğrencisi olmuş Hristiyan filozof Yahya bin Adi (ö. 363/974) tarafından eleştirilmiştir. Onun görüşüne göre bu iddiayı benimseyenlerin hareket noktası, Tanrı’nın her varlığı ve her olayı kadim olarak bilmesidir. Ezelde âlim olan Tanrı’nın bilgisi, bilinenlerdeki değişimlere bağlı değildir. Tanrı’nın zatında her hangi bir değişimden söz etmek mümkün olmadığından, O’nun bilgisinde bir değişim mümkün değildir. O, bir şeyi ‘var’ olarak bildiğinde o şeyin yok olması ya da bir şeyi ‘yok’ olarak bildiğinde onun var olması imkânsızdır. Buna göre hiç bir varlık, varlık ya da yokluk halinde bir değişime maruz kalamaz. Mümkünün varlık ve yokluk ihtimali taşıdığı dikkate alındığında bu tür varlıklarda imkân tabiatından bahsetmek de imkânsız hale gelmektedir. İbn Adi bu duruma itiraz ederek, Tanrı’nın bilgisinin varlıkları zorunlu kılan bir yapıya sahip olduğunun ileri sürülemeyeceğini belirtmiştir. Tanrı’nın ‘bilen’ konumundaki durumunun kıdem ve ezelilik olduğu aşikâr iken, O’nun tarafından bilinenlerin durumunun böyle olmadığı ve onların sürekli bir değişim içinde oldukları malumdur. ‘Bilen’in taşıdığı zorunluluk vasfı, O’nun hiç bir sıfatının değişmemesi anlamındadır. Yoksa bir zaman var olup, bir zaman yok olan değişken ‘bilinenler’ ile ilişkisinde böyle bir zorunluluk yoktur. Bilen, özü itibariyle hiç bir şekilde değişmese de bilinenle ilişkisi söz konusu olduğunda bilgisi, bilgi nesnesindeki değişikliklere göre değişim arz etmektedir. Bkz. Yahya ibn Adi, fi İspati Tabiati’l-Mümkin, nşr. Sahben Halifat, Amman 1988, s. 66-76. Basra Mu’tezile Ekolünün görüşüne göre; Tanrı’nın etkin sebepliliği sonsuz olduğundan, sonsuz sayıdaki varlık cinsini ve her bir cins içindeki sonsuz sayıdaki tikelleri kapsamaktadır. Bu kudret, aynı zamanda tüm mümkünlerin imkânının da nihai zeminini teşkil etmektedir. Bu kâdirin kudret; kendi nesnesini zorunlu kılmayan, fakat her varlık cinsi içinde bulunan zıt ve belirsiz sayıdaki tikeli kapsadığı gibi failin fiilindeki alternatiflerin ve kadim failin sınırsız kudretindeki sonsuz alternatiflerin de zeminidir. Bkz. Kadı Abdülcebbar, el-Muhit, (nşr. Ömer es-Seyyid Azmi), Kahire; bkz. M. Cüneyt Kaya, Varlık ve İmkân, Aristoteles’ten İbn Sînâ’ya İmkânın Tarihi, Klasik Yay., İstanbul 2011, s. 108-109 ve 140. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 93 Bu iddianın geçerliliğinin delili, Cüneyt Kaya’nın imkân hakkında Aristo ile Yeni Eflatunculuk arasında kalan İbn Sînâ’nın tercih ettiği yolu anlattığı şu değerlendirmesinde görülebilir: “Aristo’nun kuvve/fiil ya da mümkün, zorunlu, imkân kavramlarıyla çözümlemeye çalıştığı ‘Hareket etmeyen İlk Hareket Ettirici’ ile âlem arasındaki ilişkiyi açıklamak konusunda bir metafizik amacının olmadığı, söz konusu kavramlara da böyle bir amacın yüklenmediği görülmektedir. Bu çerçevede imkânın ve dolayısıyla zorunluluğun Aristoteles özelinde henüz metafizik bir bağlama sahip olmadığı yönündeki öngörümüz teyit edilmektedir. İmkân ve zorunluluk Aristoteles tarafından özel olarak önermelerin kipleri çerçevesinde kullanılmakta, bu kavramların metafizik veçhesi ise kuvve-fiil bağlamında varlık-oluş problemi ile sınırlı olarak ele alınmaktadır. İmkân ve zorunluluğun tüm metafizik düşünce üzerine inşa edildiği bir merkezciliğe kavuşması için ise kat edilmesi gereken uzun bir yol vardır. Bu uzun yolda Aristoteles’in felsefesinin Eflatuncu renge boyanarak İslam medeniyetine intikal etmesi ve bu medeniyetin toplumsal ve entelektüel ilgi ve ihtiyaçları doğrultusunda yorumlanması gerekmektedir. Bu yorumlanma faaliyeti ise İbn Sînâ ile zirveye ulaşacak ve imkân, metafizik hüviyetine tam anlamıyla onun felsefesinde sisteme kavuşacaktır.”17 Burada, İbn Sînâ’nın Yeni Eflatunculuktan aldığı fikirler, kanaatimizce Aristo ile Eflatun arasında yapılacak bir uzlaşıdan, özellikle imkân ve zorunluluk kavramlarının kapsamı bağlamında düşünüldüğünde, daha büyük bir öneme sahiptir. Çünkü imkân Aristo’da, metafizik alandan ziyade fizik alanının kuvve-fiil bağlamında bir konusu iken, Yeni Eflatunculuk sisteminde varlığın İlk Akıl’dan taşmasını sağlayan yegâne kavramdır. Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı küfür ile itham etmesi (özellikle âlemin kıdemi ve Allah’ın bilgisi meselelerinde) ancak Aristocu fikirlerin İbn Sînâ’da tecellisi ile mümkün olabilmektedir. Buna rağmen bu konu, İbn Sînâ ile Aristo arasında sadece kavramsal açıdan benzerlik göstermektedir. Bu hususta bir diğer delil, İbn Teymiye’nin bu konudaki desteğinde aranabilir. O, hem Gazâlî’nin Tehafüt’ünü hem de İbn Rüşd’ün Tehafüt’ünü incelemiş, neticede filozofların imkân deliline yöneltilen eleştirilerin ve onların kullandığı mümkün kavramının temelinin, bilindiğinin aksine Aristoteles felsefesine bağlı değil, âlemin varlığa geliş sebebinin Allah’ın cömertliğine bağlı olduğunu savunan Proclus’a ait bir görüşten geldiğini iddia etmiştir.18 Hatta İbn Sînâ’nın bazı yerlerde fizik ilmi alanında olmasına rağmen Aristoteles’in fikirlerini benimsemediği dahi görülmektedir.19 İbn Sînâ; Grek felsefesinden etkilenmiş olmasına rağmen, kurmuş olduğu sistem İslami akideye aykırı değildir. O, vahyin akıl ile nasıl anlaşılabileceğinin reçetesini 17 C. Kaya, a.g.e., s. 51. 18 İbn Teymiyye, Der’ü Tearudi’l-Akl ve’n-Nakl, (thk: Abdüllatif Abdurrahman), Daru’l-Kütübi’lİlmiyye, Beyrut 1997, IV, 185, V, 25-26. 19 Bu konu hakkında şu nakiller meseleyi anlaşılır hale getirmektedir: Şifa’nın özellikle Fizik bölümünde İbn Sînâ, kuşkusuz Aristoteles’ten etkilenmiştir. Ancak o, Aristo’nun körü körüne takipçisi olmamıştır. Tam aksine, Aristoteles’in Fiziğindeki konuları yeniden düzenlemiş ve hatta “Gökyüzü Üzerine” adlı Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 94 yazmıştır. Hatta bu reçete o kadar güçlü olmuştur ki, Gazâlî, İbn Sînâ’nın peşinden giderek felsefe yapmayı tercih etmiştir.20 Sonuç olarak İbn Sînâ’nın imkân tasavvuru, gördüğümüz kadarıyla neredeyse tamamen metafizik bir olgu olarak karşımızda durmaktayken ve İbn Rüşd de bu konuda İbn Sînâ’yı Aristocu olamamakla suçlamaktayken, Gazâlî’nin “onların akıl hocaları Aristoteles’tir” demesi izah edilmesi mümkün olmayan bir iddia olarak karşımızda durmaktadır. 21 2. Gazâlî’de Tekfir’in Üç Meselesi ve İbn Sînâ’nın Cevapları: Gazâlî’nin filozofları küfür ile itham etmesinin İbn Sînâ’daki yansımalarını görebilmek adına, metin bağlamında karşılaştırmalar yapmak, makalenin seyri açısından belirleyici olacaktır. Bunun için öncelikle, Gazâlî’nin Tehafüt’ünde filozofların küfür ile itham edildiği ifadeler nakledilecektir. Burada üzerinde durulması gereken önemli bir nokta şudur: Gazâlî’nin Tehafüt’ünde yer alan en güçlü küfür ithamları; sanıldığı gibi birinci, on üçüncü ve yirminci meselelerde bulunmayıp;22 Tehafüt’ün giriş, mukaddime ve sonuç bölümünde yer almaktadır. Bunun çeşitli sebepleri olabileceği bilinmekle beraber, bu durum oldukça düşündürücüdür.23 eserinde Aristo’ya ait bazı konuları almakta tereddüt etmiştir. Bu yapısal değişiklikler ilk bakışta şaşırtıcı görülebilir. Ancak Şifa’nın “Medhal” bölümünü dikkate alacak olursak İbn Sînâ’nın dedikleri normal görünmektedir. O, bu bölümde; “bizim kitabımızda bulunup da öncekilerin kitabında bulunmayan hiç bir şey yoktur; fakat eğer bir şey alışılagelmiş yerinde bulunamazsa, daha uygun olacağını düşündüğüm başka bir yerde bulunabilir.” Bkz. İbn Sînâ, eş-Şifa, el-Medhal, (ed. G.C. Anavati, M. El-Hudeyri ve F. ElEhvani), Kahire 1952, s. 9-10; bkz. Jules Janssens, “İbn Sînâ: Önemli bir Bilim Tarihçisi”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 94. Benzer olarak Gazâlî; ‘evrenin kıdemi bir imkân değil, bir imkânsızlıktır’ demiştir. Aristo; ezeli varlıkta imkân ile varlığa gelmenin aynı anlama geldiğini savunmuştur. Varlık imkânları Aristoteles’e göre bi’lfiilliğe eşittir. İbn Sînâ’ya göre ise Aristo’dan farklı olarak mümkünün ve bi’l-filliğin birlikte var olması kabul edilemez. Bkz. Taneli Kukkonen, “Posible Worlds in the Tahafüt al-Tahafüt: Averroes on Plenitude and Possibility”, Journal of History of Philosophy: Jul 2000; 38, 3; Research Library Core, s. 334-341. 20 Bu konuyu destekleyen ifadeler için; bkz. Çelebi, a.g.b., s. 240-241. 21 İbn Rüşd, İbn Sînâ’yı, Aristoteles’in düşüncelerinden farklılığı ile eleştirmesi onun; metafizik boyutta imkân-kuvve arasında yakın bir ilişki öngören ve imkânı metafizik bir kavram olmaktan çok bir mantık terimi olarak ele alan Aristoteles’i takip ederek mümkünle bi’l-kuvve arasında bir özdeşlik ilişkisi kurduğu ve bil kuvvenin bi’l-fiil hale gelişinde kuvveden eser kalmadığı gibi zorunlu hale gelen mümkünün de aslında bir tür yokluk halini ifade eden imkân vasfını kaybettiğini düşündüğü şeklinde anlaşılmalıdır. İbn Rüşd’ün mümkün hakkında verdiği “var olmaya ve var olmamaya yatkın durumdaki yok” şeklindeki tanım da bu sonucu desteklemektedir. İbn Rüşd’e göre, İbn Sînâ’nın bu konudaki yöntemi Antik Yunan filozoflarının Tanrı’nın varlığını ispat etme yönteminden farklıydı. Antik Yunan filozofları Tanrı’yı hareket ve zaman gibi sonradanlık taşıyan argümanlarla ispat etmeye çalışırken, İbn Sînâ doğrudan doğruya varlığın tabiatına dair bir soruşturmadan hareketle bir ispat yöntemi geliştirmeye çalışmıştır. Bkz. C. Kaya, a.g.e., s. 272-273. 22 Bu meseleler içinde doğrudan net bir tekfir ifadesi bulunmamakla beraber tekfir sayılabilecek ifadeler mevcuttur. Bu tarz ifadeler ise sadece Tehafüt’ün on üçüncü meselesinde ve yirminci meselesinde bulunmaktadır. İlginçtir ki Tehafüt’ün birinci meselesinde her hangi bir tekfir ifadesi yer almamaktadır. Sadece bağlantılı bulunduğu meselelerde (üçüncü mesele gibi) bu tarz ithamlara rastlamaktayız. Birinci meselede Gazâlî’nin kafası biraz karışıktır. Çünkü onun, “bu içinden çıkılmaz bir meseledir”, şeklindeki söylemleri, en fazla bu meselede kendini tekrar etmektedir. 23 Hüseyin Atay bu durumun sebebini şöyle açıklar: “Gazâlî’nin bilimsel bakımdan asıl sorunu, önce- GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 95 a. Tehafüt’ün Mukaddime Bölümündeki Tekfir İddiaları: Gazâlî’nin bu bölümdeki tekfir iddiaları, Tehafüt’ün içindeki yirmi meseleye kıyasla daha kesin ifadeler barındırmaktadır. “Müslüman Meşşai filozofların inkâra sapmalarının asıl kaynağı Sokrat, Hipokrat, Eflatun, Aristoteles ve benzeri önemli isimleri duymuş olmalarıdır. Bu filozofları izleyen ve bu sebeple sapıtanlardan bir grubun, onların akıl güçlerini; yöntemlerinin güzelliğini, geometri, mantık, fizik ve metafizik hakkındaki bilgilerinin niceliğini; üstün zekâ ve anlayışa sahip olmalarından dolayı gizli meseleleri ortaya çıkarmada başkalarına üstün gelmeleri onları etkilemiştir. Onlar, bu filozofların, olgun akla ve birçok fazilete sahip olmakla birlikte, dini kaideleri ve inançları inkâr ettiklerine, din ve mezheplerin ayrıntılarını kabul etmediklerine, bu şeylerin oluşturulmuş kanunlar ve aldatıcı hilelerden ibaret olduğuna dair inançlarını bizlere naklettiler. Önceki filozofların inançları, bu anlatılanları duyan Meşşai filozoflarının yapılarına uygun düşünce, kendi anlayışları gereği faziletliler topluluğunda yer almak ve onların izinden gitmek; kendilerini halk yığınlarının telakkilerinin üstünde görmek ve atalarının diniyle yetinmeyip onu küçümsemek suretiyle küfür akidesini benimsemek onlara hoş göründü. Hakkı taklitten ayrılmanın; zarafet, gösteri ve batılı taklit etmenin bir güzellik olduğunu sanarak, bir taklitten ötekine geçmenin delilik ve budalalık olduğunun farkına varamadılar. Allah’ın yarattığı şu âlemde Hakkın yolundan çıkıp batılı tasdik edenden daha düşük seviyede kim olabilir? Bu kalın kafalıların nabzının ahmaklıkla çarptığını görünce bu kitabı yazmayı görev bildim. Amacım; önceki filozofların metafizik konusundaki inançlarının tutarsızlığını göstermek, görüşlerini reddetmek, aklı başında olanlar için karşılaşılacak tehlikeyi gözler önüne sermek ve bunun sıradan halk yığınlarındaki zeki kimselere ibret olmasını sağlamaktır. Taki Allah’a ve ahiret gününe iman konusunda önceki ve sonraki bütün önemli şahsiyetlerin görüş birliği halinde olduklarını, bu taklitçi zındıklar görsün. İşte onların öğretilerinin amacı budur.” 24 Gazâlî’nin Tehafüt’ün girişinde sarf ettiği bu sözleri, onun filozoflara karşı tutumunun hangi perspektifte olacağının sınırlarını çizmiştir. Bu hususta dikkat çeken bir diğer durum ise şudur: Gazâlî, İbn Sînâ’yı Aristoteles’in kuru bir taklitçisi olarak yansıtmaktadır. Buraya kadar İbn Sînâ’nın dini temayülünü ölçen Gazâlî, sözleki âlimlerden esinlenilmiş özetler yapmasıdır. En sonunda bilimle uğraşmaktan vazgeçip pasif ahlak öğretisi olan tasavvufta demirlemiştir. Onun en olumsuz ve zararlı fikirleri, haksız yere felsefecilere ve kelamcılara yönelttiği tekfir söylemlerini zirveye ulaştırmasından ve İslam’da tekfir geleneğinin âlimler arasında gelenek haline gelmesine örneklik yapmasındandır. Onun âlimler arasında tekfiri kolaylaştırması o kadar kök salmıştır ki dokuz yüz yıl sonra günümüz Türkiye’sinde bile tekfir izlerine rastlamak mümkündür. Gazâlî’nin “Tehafüt” kitabının önsözleri kitabın içindekilerden daha etkili ve daha yıkıcıdır. Bunları herkes anlar, içindekileri ise herkes anlamaz.” Bkz. Atay, a.g.b., s. 647-648. 24 Gazâlî, Tehafüt, s. 2-3. Gazâlî; el Munkız mine’d-Dalal adlı eserinde de filozofları, buradaki ifadelere benzer bir şekilde küfür ile itham etmiştir. Fakat buradaki cümleler yine oldukça sert bir içeriğe sahip olmakla birlikte, nedense Aristoteles’i diğer Yunan filozoflarına karşı daha aklı başında ve ne dediğini bilen bir konuma yükseltmektedir. İlgili bölüm için bkz. Gazâlî; el Munkız mine’d-Dalal (Dalaletten Hidayete), ter. Yapla Pakiş, İstanbul; Umran Yay., 1998, s. 45-46. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 96 rini Eski Yunandaki filozofların din algısına yöneltmektedir. Aristoteles’i; Eflatun ve Sokrates’e göre daha Müslüman kabul eden Gazâlî’nin25 İslam’dan önceki dönemde yaşayan filozofların dindarlık seviyesini ölçmesi ve onların ifadelerinin küfür barındırıp barındırmadığını değerlendirmesi garip bir ruh halidir. Dini konularda küfre düşüp düşmeme kriteri, Farabi ve İbn Sînâ için geçerli olabilecek bir öngörü iken, bu kriterin Aristo, Eflatun ve Sokrates için de yapılıyor olması aklı selim bir tavır değildir. Tehafüt’ün ikinci mukaddimesinde ise Gazâlî; Meşşai filozofların bazı dini konularda inkâra düştüklerini ifade etmektedir. Bu ifadeler şöyle başlar: “Âlemin yaratılmışlığı, Allah’ın sıfatları ve cesetlerin haşrine dair inanç esaslarına ilişkin hükümlerde filozoflar inkâra düşmüşlerdir. Onların bu konulardaki fikirlerinin yanlışlığı ortaya konulmalıdır.”26 Bu alıntıda dikkatimizi çeken önemli bir nokta şudur: Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı Tehafüt’ün birinci, on üçüncü ve yirminci meselelerinde küfre düşmekle suçladığını bilmekteyiz. Bu üç mesele hepimizin malumu olduğu üzere; Allah ile beraber âlemin kadim sayılması, Allah’ın tikelleri bilemeyeceği/tikel bilginin tümel bilginin kapsamında olmadığı ve ölümden sonraki hayat için bedensiz dirilişin gerçekleşeceği/ahiret ahvallerinin sembollerden ibaret olduğu konularıdır. Fakat Gazâlî’nin Tehafüt’ün mukaddime bölümünde vurguladığı küfür ifadeleri; âlemin kıdemi, cesetlerin haşri ve Allah’ın sıfatları hakkındadır. Gazâlî’nin buradaki çelişkisi; Allah’ın tikelleri bilemeyeceğine dair filozoflara yönelik bir tekfir iddiasında bulunmamasıdır. Bir diğer çelişki ise; Gazâlî’nin, filozofları Tehafüt’te, Allah’ın sıfatları konusunda bi’date düşmekle suçlamasına rağmen27, buradaki ifadesinde ise küfre düşmekle suçlamasıdır.28 b. Tehafüt’ün Üçüncü Meselesindeki Tekfir İddiaları: Gazâlî’nin bu meseledeki küfür ithamı, iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan ilki, onun İbn Sînâ’yı Allah ve âlem ilişkisinde; İlk İlke olan Allah’tan çokluğun sudur etmesinin kabulü neticesinde, İslam’ın tevhid ilkesini reddetmekle suçladığı tekfir iddiasıdır. Gazâlî’nin diğer tekfir iddiası ise; aslında İbn Sînâ’ya değil, Allah’ın sadece kendisini bildiği, zatının dışında hiç bir şeyi bilmediğini iddia eden bir kısım filozoflara yapılmaktadır. Fakat Gazâlî, kitabının amaç bölümünde, Farabi ve İbn Sînâ’yı küfre ve bidate düşmekle tenkit edeceğini söylediği için, buradaki küfür ithamı da doğal olarak Farabi ve İbn Sînâ’nın üzerine kalmaktadır. 25 Bahsi geçen kıyaslama için bkz. Gazâlî, el Munkız mine’d-Dalal, 1998, s. 45. 26 Gazâlî, Tehafüt, s. 8. 27 Allah’ın sıfatları konusunda Gazâlî’nin filozofları bidate düşmekle suçladığı konusunda bkz. Gazâlî, a.g.e., s. 97-110; el-Munkız, s. 55-56. 28 Allah’ın sıfatlarının izahı hakkında; Gazâlî ve İbn Sînâ’nın benzer tanımlamaları için bkz. İbn Sînâ, İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat/Metafizik II, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, İstanbul; Litera Yayıncılık, 2005, s. 113; en-Necat fi’l-Mantık ve’l-İlahiyat, çev. Kübra Şenel, İstanbul; Kabalcı Yayınları, 2013, s. 229; Gazâlî, Tehafüt, s. 91-92; Mübahat Türker Kuyel, Üç Tehafüt Bakımından Felsefe-Din Münasebeti, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1956, s. 161. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 97 Gazâlî’nin İbn Sînâ’nın tevhid ilkesini reddettiğini iddia ettiği cümlelerinin özeti şu şekildedir: “Filozoflar her bakımdan bir olan şeyden (yani İlk İlke’den), farklı iki şeyin sudur edeceğini ileri sürmüşlerdir. Bu şekilde filozoflar tevhidi bırakıp İlk İlke’de çokluk olduğunu söylemişlerdir. Biz bu kitapta filozofların tezleri hakkında şüphe uyandırdık. Bize göre Bir’den iki şeyin çıktığını söyleyen kişi tevhit akidesine karşı gelmiş olur. O halde bu işlerin ilkeleri (evrenin yaratılışı, varlığın suduru, Tanrı–varlık arasındaki ilişki, gökküresinin nefsi ve cirmi) Peygamberler tarafından ortaya konulmuştur. Hz. Muhammed; ‘Allah’ın yarattıklarını düşünün fakat O’nun zatını düşünmeyin’, buyurmuştur.”29 Sudur teorisi, Allah’ın âlemi, nasıl yarattığını açıklamaya değil, âlemdeki çokluğun Allah’tan nasıl var olduğunu açıklamaya yönelik bir teoridir. Ancak Gazzâli, filozofların kâinattaki çokluğu ve çeşitliliği açıklamak amacıyla ortaya koydukları sudur teorisinin delillerinin geçersiz olduğunu ve bu teorinin tevhide zarar verdiğini ifade ederek, filozofların âlemin kıdeminin kabulü ile yaratmayı uzlaştırmak için sudur teorisini geliştirdiklerini düşünmektedir.30 İbn Sînâ’nın sudur anlayışını Tanrı’nın üçlü taksimi şeklinde anlayan bir Gazâlî için, sudurun tevhidi ortadan kaldırdığı gibi bir yorumun kabul edilmesi gayet normal bir durumdur. Gerçekte ise İbn Sînâ, suduru, varlık süreci hakkında bir mekanizma olarak kabul eder. Varlık, İlk İlke’den yani tek ve bir Allah’tan taşar. Allah çoklukla ilişkisi olmayandır. İlk İlke’den taşan İlk Sebepli, bünyesinde çokluğu barındırandır. İbn Sînâ’ya göre Allah, sudur sürecinin kapsamında sıradüzenin bir parçası olarak kabul edilmez. Fakat Gazâlî Plotinos’un sudur sıralamasından31 yola çıkarak İbn Sînâ’yı küfür ile itham etmiştir. Hatta İbn Sînâ; her varlığın bir illeti gerektirmesi tartışmasında, bunu kabul etmeyen bir topluluğu tevhid ilkesini ihlal ettikleri gerekçesiyle ciddi bir şekilde eleştirmiştir. İbn Sînâ’nın “onlar” diye bahsettiği bu grup Allah-âlem ilişkisinde akıl almaz şeyler söylemektedirler: “Onlar bazen ‘bir şey var edildiği zaman artık faile ihtiyaç ortadan kalkar’ derler. Hatta tıpkı bina ustasının yok olması ve buna rağmen binanın ayakta durmasında olduğu gibi ‘Şayet fail yok olsa bile mefulün var olmaya devam etmesi caizdir.’ 29 Gazâlî, Tehafüt, s. 77-78. 30 Kemal Sözen, “Gazali’nin Sudur Teorisini Eleştirisi”, İslami Araştırmalar Dergisi, Cilt,13, Sayı: 3-4, Ankara 2000, s. 408. 31 Plotinos’a göre sudur doktrini kısaca, her şeyin Bir’den taşması ve hiyerarşisidir. Fakat bu hiyerarşi mantıksal bir sıralamada olup, varlığın zamansal ve kronolojik bir sıralaması değildir. Buraya kadar İbn Sînâ’nın da benimsediği gibi Bir’den nizami bir sudur süreci yaşanmaktadır. Fakat Plotinos’un Bir’den çıkan Nous ve Dünya Ruhu (âlem) diye dillendirdiği şeylere de Bir ile beraber eşdeğer kıdemiyet vermesi İbn Sînâ’dan farklı bir sudur çehresi ortaya çıkarmaktadır. Bkz. Mohammed Noor Nabi, “Plotinos ve İbn Sînâ’nın Felsefi Sistemlerinde Sudur Nazariyesi”, çev: Osman Elmalı, H. Ömer Özden, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 33, Erzurum 2010, s. 1. Ayrıca bu konuda bkz. Plotinos, Enneades, Emile Brehier, Paris 1931, s. 33; bkz. Murtaza Korlaelçi, “Plotinos’un Sudur Anlayışı ile İbn Sînâ’nın Sudur Anlayışının Mukayesesi”, Uluslararası İbn Sînâ Sempozyumu, s. 231. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 98 derler. Daha da ötesi onların pek çoğu; ‘Allah için yokluk caiz olsa O’nun yokluğu âlemin varlığına zarar vermezdi.’ demekten bile çekinmezler.32 Çünkü onlara göre âlem; Allah’a, kendisine varlık vermesinde yani yokluktan varlığa çıkarmasında ihtiyaç duyar ve böylece bunu yapmakla fail olur. Allah fiilini yapmış ve âlem içinde yokluktan sonra varlık meydana gelmiş ise nasıl olur da bundan sonra o (âlem) faile ihtiyaç duyacak şekilde yokluktan varlığa çıkar? Ve onlar; ‘Eğer âlem var olması bakımından Allah’a ihtiyaç duyar ise var olan her şey başka bir var ediciye ihtiyaç duyar ve bu durum sonsuza kadar devam eder.’ dediler. Biz bu konuda inanılması gerekenleri açıklamaktayız.33 Zorunlu Varlık’ın bir olmasının zorunluluğu, İslam’ın tevhid ilkesini en güzel şekilde yansıtmaktadır. İbn Sînâ’nın, Zorunlu Varlık’ın özelliklerini anlattığı şu cümleleri, söylediklerimizi daha iyi anlatacaktır: “Zorunlu Varlık; ne görecelidir, ne değişkendir ne de çokluktan oluşmuştur ve ne de kendine özgü varlığı başka bir varlıkta ortaktır. Zorunlu Varlık’ın illeti yoktur, varlığı her hangi bir varlıktan olanın varlığı başkasından geldiği için (yani illetli olduğu için) zatı açısından onun varlığı mümkün olmaz. Zorunlu Varlık’ın illetinin olmaması ortaya çıkarmaktadır ki; bir şeyin hem zatı gereği, hem de başkası nedeniyle zorunlu varlık olması mümkün değildir. Çünkü varlığında bir başka varlığın tesiri olan şey, zatı gereği zorunlu varlık olamaz.”34 İbn Sînâ’ya göre; bazıları, Zorunlu Varlık’ın bir olduğu konusunda hem fikir olmuşlar ve hem de gruplara bölünmüşlerdir.35 İbn Sînâ bu durumu tartıştıktan sonra, kendi görüşünü, bu öğretilerden belirgin olarak ayırmış ve nihayetinde şu önemli cümleyi kurmuştur: “İşte bunlar öğretilerin ifadeleridir. Zorunlu Varlık’ın bir olduğunu kabul ettikten sonra heva ve hevesin ile değil aklınla seçim yapmak sana kalıyor.”36 Sonuç olarak İbn Sînâ ontolojisinde, Zorunlu Varlık kadimdir. Varlığı âleme takaddüm etmektedir. Varlığı mantıksal olarak O’nun varlığından sonra geldiğine göre âlem, varlığı bakımından kadim değildir.37 Eğer İbn Sînâ âlemin kadim olması iddia32 İbn Sînâ ise tam aksine âlemin varlığı Allah’ın varlığının zorunlu olarak sonucudur, demektedir. Âlemin varlığı Allah’ın varlığının bir delilidir, bu sebeple âlem zorunlu varlığa bağlı olduğu için zorunludur. 33 İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat (İşaretler ve Tenbihler), çev. Ali Durusoy-Muhittin Macit-Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul 2005, s. 134. 34 İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat, Metafizik I, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul 2004, s. 36. 35 İlgili tartışmalar için bkz. İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat, s. 140-141. 36 İbn Sînâ, a.g.e., s. 142. 37 İbn Sînâ’ya göre âlemin kendine göre bir başlangıcı vardır. Bu kabul Gazâlî ve İbn Sînâ arasında cereyan eden “âlemin kıdemi” tartışması açısından oldukça önemlidir. Bu durumun izahı İbn Sînâ tarafından Danişname’de şu şekilde verilmiştir: “Varlığı mümkün olan mevcudun varlığı başka bir şey iledir. Sonradan meydana gelme işte budur. Aynı şekilde diğer nedenler Zorunlu Varlık’ta son bulur. Zorunlu Varlık birdir. Bu durumda diyebiliriz ki, âlemin âleme benzemeyen bir başlangıcı vardır. Âlemin varlığı O’ndandır. O’nun varlığı zorunludur. O’nun varlığı kendindendir. Daha doğrusu o, gerçekte salt varlıktır. Her şeyin varlığı O’ndandır. Nitekim mesela; Güneşin aydınlığı kendisindendir. Her şeyin aydınlanması onunla ilintiseldir. Güneşin ışığının kendisiyle kaim olduğu doğrudur. Fakat Güneşin ışığının mevzuunun GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 99 sında bulunmuş olsaydı, kendi ontolojisi ile dehşet verici bir çelişkiye düşmüş olurdu. Nitekim düşmemiştir. Âlemin kıdemi etrafında sürdürüle gelen tartışmalar Zorunlu Varlık’ın İlk Sebep olarak yetkinliğini ve varlık verme faaliyetinin sürekliliğini O’nun için bir eksiklik görme alışkanlığından kaynaklanmaktadır.38 Gazâlî’nin bu husustaki itirazları, anlaşılacağı gibi, İbn Sînâ’nın başka grup ve anlayışları eleştirirken kullanmış olduğu cümlelerden oluşmaktadır. Dolayısıyla Gazâlî’nin bu konudaki tekfir ithamı geçerliliğini yitirmektedir. Gazâlî; üçüncü meseledeki diğer tekfir iddiasında şöyle bir yanılgıya düşmüştür. Gazâlî; Allah’ın sadece zatını bilebileceğini iddia eden filozoflar ile İbn Sînâ’yı ayırmıştır. Fakat Tehafüt’ün, genel itibariyle İbn Sînâ’nın felsefesine karşı yazılmış bir reddiye olduğunu bildiğimize göre, buradaki tekfir iddiasının muhatabının İbn Sînâ olmaması gerekir. Buna rağmen Gazâlî; hedefinin bahsi geçen iki filozofun görüşünü çürütmek olduğunu açıklamasına rağmen, bu iki filozofun görüşünü Tehafüt içerisinde diğer filozofların ve grupların (mesela Dehriyyun/Materyalist filozoflar, Tabiatçı filozoflar veya Mu’tezile gibi kelamcılar) görüşleriyle karşılaştırmış, bahsedilen felsefi anlayış ve ekollerin görüşlerinden kendisine uyanları İbn Sînâ’ya karşı kullanmış, kendisine uymayanları ise İbn Sînâ’nın, o görüşleri desteklediği veya o görüşlere dâhil olduğu gibi bir iddiada bulunarak eleştirmiştir. Gazâlî’nin “O halde Allah’ı ve sebepler sebebi olan bir sebebi inkâr eden materyalistlerin (dehriyyun) iddiasını siz de tekrarlayın.”39 gibi sözleri bu durumun nasıl cereyan edeceğini göstermektedir. Burada normal olmayan durum Gazâlî’nin, bazı filozoflara ait, İslami anlayışa aykırı olan bu görüşleri; sanki İbn Sînâ’ya aitmiş gibi ya da İbn Sînâ’nın desteklediğini yansıtan bir şekilde sunmasıdır. Bunun örneği üçüncü meselenin ikinci tekfir suçlaması olarak nakledeceğimiz şu ifadelerdir: “Denilirse ki; ‘İlk İlke ancak özünü akleder, özünü akletmesi özüyle aynıdır. Öyleyse akıl, akleden ve akledilen birdir ve İlk İlke kendinden başka şeyi akletmez.’ Buna iki şekilde cevap verilir. Birincisi; İbn Sînâ ve diğer muhakkikler çirkin bulduklarından bu öğretiyi terk etmişler ve İlk İlke’nin özünü, kendinden taşıp çıkan şeylerin olması böyle değildir. Zorunlu Varlık’ın varlığının mevzuu yoktur. Bilakis kendi kendisine kaimdir.” Bkz. İbn Sînâ, Danişname-i Alai/Alai Hikmet Kitabı, (Hikmetü’l-Alaiyye Nüshası, h. 1067), ter: Murat Demirkol, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul 2013, s. 238-240. Burada önemli bir noktaya değinmek gerekmektedir. İbn Sînâ, âlemin ve hatta onun içindeki maddenin mevcudiyetinin zamanın içinde olmadığını açıkça belirtmekle beraber, hiçbir eserinde âlemin kadim olduğunu söylememektedir. Bkz. Muhammet Özdemir, Gazâlî’nin Tehafütü’l-Felasife Adlı Eserinde Üç Meselenin Ele Alınışı ve İbn Sînâ’nın Görüşlerinin Mukayesesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, İstanbul 2012, s. 91-92. Bu görüş Fahreddin Razi tarafından da desteklenmektedir. Onun “Şerhu’l-İşara” eserinde âlemin kadim olduğu kavramı, âlemin ontolojik kıdemine değil, Tanrı’nın ezeli fiili olduğuna vurgu yapmaktadır. Tanrı, varlık verici olarak kusursuz olduğuna ve bu yüzden varlık vermesi hiç bir şekilde kesintiye uğramadığına göre, âlemin böyle bir failin fiili olarak süreklilik arz ettiğini düşünmek gerekir. Kısacası varlık verme sürekliyse, varlık verilen de süreklidir. Bu görüşten âlemin varlığının ontolojik kıdeme sahip olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Çünkü İbn Sînâ’nın sistemi gereği yalnızca el-Evvel kadimdir. Bkz. İlhan Kutluer, İbn Sînâ Ontolojisinde Zorunlu Varlık, İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 105. 38 Kutluer, a.g.e., 2002, s. 16. 39 Gazâlî, Tehafüt, s. 39. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 100 taşmasının ilkesi olarak, diğer var olanların hepsini de cüzi olarak değil, külli olarak aklettiğini ileri sürmüşlerdir. Zira onlar (yani İbn Sînâ dışındaki bazı filozoflar) ‘İlk İlke’den ancak bir akıl çıkar, sonra İlk İlke kendinden çıkan aklı bilmez. Zira Allah sadece özünü bilirken, bu akıl hem özünü hem de başka şeyi bilmektedir. Şüphesiz ki hem başka şeyi hem de özünü bilenin derecesi, bu durumda sadece özünü bilenden daha yüksektir. Filozofların Allah’a saygıda aşırıya kaçan bu görüşleri, onları saygıdan anlaşılan her şeyi geçersiz kılma noktasına getirmiş, Yüce Allah’ı da âlemde meydana gelen şeylerden haberi olmayan bir ölü durumuna düşürmüştür. Ancak O’nun ölüden tek farkı, kendi özünü bilmesidir.”40 Görüldüğü gibi Gazâlî, eleştirisini yapacağı görüşü, öncelikle İbn Sînâ’nın görüşleriyle beraber harmanlamıştır. Böylece ortaya hem İbn Sînâ’nın felsefi anlayışını anımsatan (özellikle sudur konusunda), hem de İlk İlke’nin sadece kendi zatını bildiğini iddia eden İbn Sînâ dışındaki filozofların görüşünü yansıtan eklektik bir iddia çıkmıştır. Bu iddia o kadar önemlidir ki; Gazâlî, buradan filozofları (ki buradaki kasıt doğal olarak İbn Sînâ’dır) küfür ile itham etmiştir. Bu ifadelerdeki durum, İbn Sînâ’nın söylediklerinden dolayı Gazâlî tarafından küfür ile itham edilmesi değil, İbn Sînâ’nın da kabul etmediği bazı görüşlerin yansıtılmasıyla oluşan iddiadan dolayı küfürle itham edilmesidir. İbn Sînâ’nın bu konudaki söylemleri geniş bir yelpaze sunmaktadır. Onun sunduğu bu yelpazenin özet cümleleri şu ifadelerde toplanabilir: “Zorunlu Varlık’ın iradesi, bilgisinden ne zat ne de anlam olarak farklı değildir. Onun bilgisi, iradesinin kendisidir. Onun kudreti her şeyi akleden akıldır. O, her şeyin ilkesidir, her hangi bir şeyin varlığına dayanmaz. Onun iradesinin varlığın taşmasındaki bir amaçla ilgisi yoktur. O, sudurun kendisinden başkadır. O’nun iradesi cömertliğin kendisidir. O’ndaki sıfatlar O’nun zatında ne çokluğu ne de farklılığı gerektirir.”41 “Allah aynı zamanda (anda) hem mukaddim hem mukaddemdir. Vacibu’l-Vücud ve O’nun birliği, bütünün O’ndan oluşup, O’nun varlığından meydana geldiği ve zatını da bildiği ispatlandı. Zatını bildiğine, bilgisi vakıaya (realiteye) uyduğuna, kendisi de bütün mevcudatla gerçeklerin ilkesi olduğuna göre; O’nun ilminde gökte ve yerde hiç bir şey gizli kalmamaktadır. Dahası var oluşa gelen her şey O’nun sebebiyle olmaktadır. O, sebeplerin sebebidir. Dolayısıyla Vacibu’l-Vücud; sebebi, mucibi ve yaratıcısı olduğu her şeyi bilmektedir.”42 Dolayısıyla İbn Sînâ’ya göre Tanrı’nın külli bilgisi Gazâlî’nin iddia ettiği gibi bi’lkuvve bir bilgi değildir. Çünkü İbn Sînâ’nın Tanrı’sına göre bilmek ile yaratmak aynı şeydir ve aynı anda meydana gelir. Bilmek ve yaratmakta öncelik ve sonralık yoktur ki 40 Gazâlî, a.g.e., s. 71-72. 41 İbn Sînâ, en-Necat fi’l-Mantık ve’l-İlahiyat, 2013, s. 228. 42 İbn Sînâ, Risaletü’l-Arşiyye fi Tevhidi Teâlâ ve Sıfatihi, Haydarabat 1335 h. s. 9-14. Bu konuda İbn Sînâ’nın diğer ifadeleri için bkz. İbn Sînâ, el-İşarat ve’t-Tenbihat, s. 165; İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat/ Metafizik II, 2005, s. 112. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 101 Tanrı’nın bilgisi için bi’l-kuvve tabiri kullanılsın. O’nun bilgisi her an bi’l-fiil bilgidir. Zat, sıfat aynı, ilim ve yaratma aynı ve bunlar da aynı zamanda hem mukaddim hem de mukaddem ise bi’l-kuvve diye bir şeyden bahsetmek mümkün görünmemektedir.43 İbn Sînâ’nın bu ifadeleri Gazâlî’nin önemli bir çelişkisini ortaya çıkarmaktadır. İbn Sînâ’ya göre Allah, sudurun içinde bir varlık değildir. Sudur, varlıkların kaynağının İlk İlke olan Allah’a dayanmasını öngörür. Gazâlî, sudur teorisinden yola çıkarak İbn Sînâ’nın; Allah ile âlemi aynı süreçteki iki ezeli olarak değerlendirildiğini iddia etmiştir. Oysa İbn Sînâ Allah’ı her türlü varlıkla eşdeğer kılmaktan tenzih etmiştir. Tehafüt’ün üçüncü meselesindeki tekfir ithamlarının nihayetinde ulaşılan sonuç şudur: İbn Sînâ’nın sudurcu yaratma teorisine göre İslam’ın tevhid ilkesinin ortadan kalktığı iddiasına yönelik olarak Gazâlî; Tehafüt’te, İbn Sînâ adına ciddi bir bilgi deformasyonu gerçekleştirmiştir. Bu noktada, Allah ile âlem ilişkisini aynı özelliklere sahip iki şeyin karşılaştırması olarak değerlendirmiştir. Oysa İbn Sînâ, bu meseleyi “ontolojik eşitsizlik” bağlamında incelemiştir. İbn Sînâ’ya göre Tanrı eşi ve benzeri olmayandır. Âlem ontolojik anlamda Tanrı’nın eşiti veya benzeri değildir. İbn Sînâ, hem sudur nazariyesinin ispatında gördüğümüz, hem de sebep-sebepli ilişkisinden öğrendiğimiz kadarıyla, felsefi sisteminin temeline “tevhid” ilkesini yerleştirmiştir. Böyle bir inanç, onun metafiziksel sistemiyle birleştiğinde, Tanrı-âlem eşitliği gibi tutarsız bir dayatma ortaya çıkarmamaktadır. Gazâlî, sebep-sebepli ilişkisini zamansal ve mekânsal anlamda Tanrı-âlem birlikteliği olarak düşünmüştür. Bu algı da doğal olarak Tanrı ve âlemden her ikisini ontik anlamda eşitlemiştir. İbn Sînâ’ya göre âlemin kıdemi konusu, Gazâlî’nin düşündüğü Tanrı ve âlem ikilemi etrafında şekillenen bir kıdem değildir. İbn Sînâ’nın kastı; ay altı âleme yönelik sonsuzluk gibi görünen algının kaynağının ay üstü âlemden yukarı doğru devam edip, İlk İlke’ye ulaşan sudur sürecinin sonlanması ile ilgili bir sonsuzluktur. Bu sebeple İbn Sînâ’ya göre mutlak anlamda sonsuz, sadece İlk İlke’dir. Zaten İlk İlke’nin sonsuzluğu, sudur ile açıklanırken; madde, hareket ve zamana ait, varmış gibi algılanan sonsuzluk; metafiziğin değil, fiziğin bir konusudur. Sonsuzluğun metafizik ile bağlantısı, Allah ve âlem ilişkisinde, imkân kavramının kullanımında karşımıza çıkmaktadır. İbn Sînâ bu durumu yoktan yaratmacı anlayış ile değil, yaratmacı sudur anlayışı ile açıklamaktadır. Bu konuda yapılan çalışmaların en büyük eksikliği, iki şekilde karşımıza çıkmaktadır. Bunlardan ilki; İbn Sînâ’daki imkân kavramının sonsuzluk ile açıklanıyor olmasıdır. Diğeri ise; özellikle zaman, madde ve hareketle yakından ilişkili olan sonsuzluk konusunun ay altı âlem ve ay üstü âlem ayırımı yapılmadan açıklanmaya çalışılmasıdır. 43 Deniz, İnsan Hürriyetinin Metafizik Temelleri, Litera Yay., İstanbul 2010, s. 92-93. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 102 c. Tehafüt’ün On Üçüncü Meselesindeki Tekfir İddiası: Filozofların Tehafüt’te küfür ile itham edildiği üç meseleden birisi olarak bildiğimiz, Allah’ın tikelleri bilemeyeceği iddiasına dayanan bu meselede, tekfir iddiası anımsatan şu ifadeler sarf edilebilir: “(Siz filozoflara göre) Allah; Zeyd, Amr ve Halid’e ilişkin ayrıntıları bilmeyip, sadece mutlak insanı, ona ait ayrıntıları, özellikleri, bedenin birçok organdan oluştuğunu, bunların her birinin fonksiyonunun olduğunu ve bunun gibi şeyleri külli bilgisiyle bilir. Bu şekilde, insanoğlunun iç ve dış organlarına ait nitelikler, her türlü ayrıntısına kadar Allah’ın ilminden gizli kalmaz. O her şeyi külli olarak bilir. Birey olarak Zeyd’in Amr’dan ayrılmasını gerektiren akıl değil, duyu olduğu için bunlar (Zeyd ve Amr hakkındaki tek tek bilgi) hakkındaki bilgi külli değil tikel bilgidir. Akıl, mutlak yön ve mekânı külli olarak düşünür. Bizim ‘bu’, ‘şu’ gibi işaretlerimiz, algılanan ve algılayan organa nispetledir. Ve burada bir ‘yön’ söz konusudur. Akıl için bu bilgilerin bu formatta bilinmesi imkânsızdır. İşte filozofların bu kuralına (tikeller duyu vasıtasıyla, tümeller akıl vasıtasıyla bilinir) göre; Zeyd Allah’a isyan veya itaat edecek olsa onun durumundaki değişimi Allah’ın bilemeyeceği, Zeyd’in fert olarak bilgisinin, değişen bilgi olmasından dolayı Allah tarafından bilinemeyeceği ortaya çıkmaktadır. Allah Zeyd’i bilmeyince onun fiil ve durumunu bilemeyecek; hatta Zeyd’in kâfir veya Müslüman olduğunu değil, mutlak insanın kâfir veya Müslüman olduğunu bilecektir. Aslında filozoflar şöyle demek istemiştir: Hz. Muhammed peygamberliğini ilan ettiği halde Allah onun bu ilan etme halini bilmemektedir. Allah tek tek peygamberleri bilmez, insanların arasından peygamberlik ilan edenleri ve onların bir takım niteliklere sahip bulunduğunu bilir. Belirli bir şahsın peygamberliğini bilmez. Çünkü bu durum duyu ile bilinebilecek bir durum olduğu için, Allah duyudan kaynaklanan şeyleri bilmez. Zira belirli bir şahsın zaman açısından değişen durumlarını bilmek, o şahısta değişimi (başkalaşmayı) gerektirir.”44 Tehafüt’te yer alan bu ifadelerin ilk paragrafı, Gazâlî’ye göre filozofların bu konudaki iddialarından oluşmaktadır. Alıntının ikinci paragrafı ise ilginçtir ki, filozofların bu iddialarıyla ne anlatmak istendiğinin, Gazâlî tarafından yorumlanmasından oluşmaktadır. Gazâlî’nin, filozoflar hakkında peygamberliğin inkârı boyutuna kadar götürülen sübjektif yorumundan meydana gelen küfür ithamlarının ne kadar geçerli olduğu, bu vesileyle tekrar sorgulanmalıdır. Gazâlî’nin bu iddialarına İbn Sînâ’nın cevabı; Allah’ın bilgisinin tümel ve tikel süreçleri kapsayan ve her şeyi kuşatan bir bilgi olduğu anlamına gelebilecek sözleriyle verilebilir. İbn Sînâ’nın eserleri incelendiğinde, bu konuda kesin hükümlere oldukça yoğun olarak rastlanılmaktadır. Bu ifadelerin hepsini burada nakletmek mümkün görünmemektedir. Bu sebeple, burada, Gazâlî’nin “Allah’ın tikel bilgiyi bilmediğine dair” filozof ithamının cevabı, kapsayıcı ve özet bir nakil ile verilecektir. İbn Sînâ’ya göre: 44 Gazâlî, Tehafüt, s. 136-137. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 103 “Vacibu’l-Vücud zatıyla bilendir. Başkalarını bütün malumatıyla bilmektedir. Her şeyi bir tek bilgi ile bilinenin varlığı ve yokluğundan dolayı ilminde değişme olmayacak şekilde bilmektedir. Vacibu’l-Vücud ve O’nun birliği, bütünün O’ndan oluşup, O’nun varlığından meydana geldiği ve zatını da bildiği aşikârdır. Varlığa gelen her şey O’nun sebebiyle olmaktadır. O, sebeplerin sebebidir. Dolayısıyla Vacibu’l-Vücud; sebebi, mucibi ve yaratıcısı olduğu her şeyi bilmektedir.” 45 Yani Zorunlu Varlık, her şeyi tümel bilgi ile bilir.46 Onun akletmesi ancak tümel bir tarzdadır.47 Bununla birlikte, hiçbir tikel şey O’na gizli kalmaz. “Göklerde ve yerde zerre ölçüsünde hiçbir şey O’na gizli değildir.48 Bu, tasavvuru büyük bir lütfa gerek duyan49 sırlardandır.”50 Gazâlî’nin arzusu; aslında İbn Sînâ’nın, Allah’ın cüz’ileri bilmediği iddiasında olduğunu göstermektir. Gazâlî’ye göre; İbn Sînâ’nın, Allah’ın bilgisinin zamandan ve değişimden bağımsız olmasına rağmen, Allah’ın her şeyi bildiğini iddia etmesi bir karışıklığa sebep olmaktadır. Bunun sonucu olarak Gazâlî’nin yapmaya çalıştığı şey, İbn Sînâ’nın aslında Allah’ın cüz’îleri bilmediği görüşünde olduğunu ispatlamaktır. Gazâlî, İbn Sînâ’nın Allah’ın cüz’îleri bildiği iddiasını ciddiye almak istememektedir, zira eğer İbn Sînâ’nın beyanını ciddiye alsa, bu takdirde felâsifenin bir bütün olarak Allah’ın cüz’îleri bilmediği görüşünde karar kıldıklarını savunmak ve bir grup olarak filozoflar hakkında dinî bir hüküm vermek imkânsız olacaktır.51 Bu sebeplerden dolayı Gazâlî, filozofları eleştirirken, onların öncüllerinden yola çıkmakta, fakat sonuçta sadece kendi argümanlarını ciddiye almaktadır. 45 İbn Sînâ, Risaletü’l-Arşiyye, 1335 h., s. 8-9. 46 İbn Sînâ, Danişname, s. 248-250. 47 O, her şeyi tümel bir şekilde bilir, tikel olan da onun içinde vardır. Bu bilme tarzı, İbn Sînâ tarafından eşyaları eşyalardan bilmeyi dışlayan fiili bir bilme tarzı olarak açıklanır. Bkz. Aygün Akyol, “Zorunlu Varlığın Tikellere Dair Bilgisi Üzerine: İbn Sînâ-Şehristani Merkezli Bir Tartışma”, H.Ü.İ.F.D., 2006/2, c. V, S. 10, s. 115. 48 Bu anlama gelen ayetin Kur’an’daki tam metni şöyledir: “Küfre sapanlar şöyle dediler: “Kıyamet saati bize gelmez.” De ki: “Hayır, öyle değil! Gaybı bilen Rabbime and olsun ki, o size mutlaka ve mutlaka gelecektir. Göklerde ve yerde zerre miktarı bir şey bile Rabbimden gizli kalmaz. Zerreden daha küçük veya daha büyük hiçbir şey istisna olmamak üzere, her şey apaçık bir Kitap’ta belirlenmiştir.” (Sebe, 34/3). Bu ayetin Gazâlî’deki ifadesi ise şöyledir: “Filozoflara göre; yerde ve gökte zerre ağırlığında bir şey Allah’ın ilminin dışında değildir. Allah tikelleri bir tür tümel bilgiyle bilir.” Bkz. Gazâlî, Tehafüt, s. 134-135. 49 Bu cümlenin bir diğer tercümesi: Bu, kavranması çok ince bir anlayış gerektiren garip meselelerdendir. Bkz. İbn Sînâ, eş-Şifa, el-İlahiyat II, nşr. G. Anawati, Said Zayid, Kahire 1960, s. 358. Bkz. Kutluer, a.g.e., s. 153. 50 İbn Sînâ, Metafizik II, s. 104-105. en-Necat, s. 225. 51 Rahim Acar, “Allah’ın Cüz’ileri Bilmesi: Klasik İbn Sînâ Yorumunun Değerlendirilmesi”, Divan İlmi Araştırmalar Dergisi, S. 20, 2006-1, s. 103. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 104 ç. Tehafüt’ün Yirminci Meselesindeki Tekfir İddiası: Gazâlî yirminci meselenin giriş cümlesinde, filozofların bedenlerin haşri konusundaki görüşlerinin, Müslümanların itikadını bozduğunu ve İslam’a aykırı düştüğünü söylemektedir.52 Fakat onun bu konudaki tekfir iddiası dikkat edilirse, ahiret hayatının inkârı noktasında gerçekleşmeyip, ahiret hayatının ahvali ile ilgili olarak bedenlerin dirilişi ve ahiret hallerinin tasvir ve teşbihlerle anlatıldığı noktasında gerçekleşmektedir. Gazâlî bu mevzuda, filozoflara üç farklı tekfir ithamında bulunmaktadır. Bu ithamlardan ilki bedensiz diriliş hakkında, diğer ikisi ruh-beden bağlamında incelenen sebeplilik meselesi kapsamında karşımıza çıkmaktadır. Yirminci meseleyi iki bölüm halinde inceleyen Gazâlî’nin küfür ithamlarından belirgin olanı; sanıldığının aksine bedensiz diriliş meselesinden değil, ruh-beden bağlamında incelenen sebeplilik meselesinden gelmektedir. Bedenle dirilişin inkârı meselesinde, Gazâlî’nin filozoflardan nakli şu şekildedir: “Filozoflar; nefislerin sonsuz, maddenin ise sonlu oluşundan hareketle, bağımsız bir cevher olan nefsin ölümden sonra baki olduğu, bu sebeple de bedenin diriltileceği ve bu bedenle dirilişin aynı bedenle olabileceği gibi her hangi bir bedene döndürülüş ile de mümkün olabileceği gerçeğini inkâr etmektedirler. Ruhların sonsuzluğu ve bedenlerin ölümden sonra ruhlarla beraber diriltileceği inancı dinin aslına uygun olup, filozoflar bunu kabul etmek zorundadırlar. Bu görüşün aksini savunan filozofların görüşü, âlemin kadim olmasına ve devirlerin sürekli birbirini izlediği fikrine dayanmaktadır. Hâlbuki âlemin kıdemine inanmayan bir kimseye göre bedenlerden ayrılan nefisler sonludur ve sayıca mevcut maddelerden fazla değildir. Nefislerin daha çok olduğu kabul edilse bile, yüce Allah yeni baştan yaratmaya kadirdir (işte filozoflar bunu inkâr etmişlerdir). Bunun inkârı yüce Allah’ın yaratmaya gücünün yettiğinin inkârı demektir.”53 Anlaşıldığı kadarıyla Gazâlî meseleyi; âlemin kıdemi, zamanın ve cismin kadim olması gibi filozoflara ithaf edilen çeşitli tartışmalarla bağlantı kurarak, sun’i bir tekfir iddiası yaratmak istemiştir. Bu reddiye dâhilinde Gazâlî’nin haklı olduğu tek yön, bedenlerin tekrar nefislerle beraber diriltileceği (bedenli diriliş) konusunda İbn Sînâ’nın bedensiz dirilişi kabul ettiği yönündeki temayüldür. Fakat Gazâlî bu meseleyi, cismin kadim olmasına kadar ilgili-ilgisiz konulara bağlayarak zihinleri bulandırmaktadır. Gazâlî’nin bu iddialarına karşılık İbn Sînâ, öncelikle nefislerin sonsuzluğunu ve ölümsüzlüğü fikrini savunmaktadır. Yeni bir bedenin oluşumu İbn Sînâ’nın kabulünde vardır fakat yeni bir nefsin yaratılması kabul edilemez. Bununla beraber özellikle İbn Sînâ sisteminde tenasüh inancı kesin olarak reddedilmektedir. İbn Sînâ, nefsin ölümsüzlüğü hakkında şu ifadeleri sarf eder: “Biz nefsin, bedenin ölmesiyle ölmediğini ve aslen bozuluşu kabul etmediğini söyleriz. Onun bedenin ölmesiyle ölmesine gelince, her şey başka bir şeyin bozuluşu 52 Gazâlî, Tehafüt, s. 207. 53 Gazâlî, a.g.e., s. 218. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 105 ile bozuluşa uğradığından, o buna bir çeşit bağlılık ile bağlıdır. Nefsin bedene olan bağlılığı malulün zati bir illete bağlılığı gibi değildir. Beden ve mizaç ilineksel olarak nefsin illetidir. Beden, nefsin aleti ve alanıdır. Nefsin varlık kaynağı kendisindeki güçten değildir. Nefsin varlığını veren, cismin dışında bir şeydir, cisimde bulunan bir kuvve değildir. Aksine o, kaçınılmaz olarak cismin dışında olan başka bir cevherdir. Bu anlamda nefis ve beden, biri diğerinden önce olan değildir. Hepsinin üstüne nefis bedenden farklı olarak basittir, madde ve surete bölünmez. Bununla birlikte nefis, bozuluşa uğramaz. Çünkü bozuluşa uğrayanlar bir araya gelmiş mürekkeplerdir.”54 İbn Sînâ’ya göre nefsin ölümsüz olduğunun ispatı, insanı insan yapan ana unsurun beden değil nefis olduğunu da ispatlamaktadır. Dolayısıyla onun bu ifadeleri, Gazâlî’nin nefsin ölümsüzlüğüne dair iddiasını da doğrulamaktadır. Gazâlî; yirminci meselede, tıpkı on üçüncü meselede yer alan tekfir ithamındaki taktiğini kullanarak, filozofların görüşünü önce aktarmış daha sonra da yorumlamıştır. Onun buradaki iddiası, İbn Sînâ’yı bu meseledeki ikinci tekfir ithamının cümlelerini de barındırmaktadır. Gazâlî durumu şöyle nakleder: “Demirin, bedene uygun dokunmuş bir elbiseye dönüştürülmesi, ancak demirin cüzlerinin demiri etkileyen sebepler vasıtasıyla en basit unsurlara varıncaya kadar çözülmesi, sonra bu unsurlar bir araya gelip pamuk şeklini kazanıncaya kadar çeşitli aşamalardan geçirilerek pamuk ipliği haline getirilmesi, sonra da bu ipliğin belli bir tarzda dokunması ile mümkün olur. Eğer demirin belirli aşamalardan geçip dönüşüme uğramadan doğrudan pamuktan yapılmış sarığa döndürülmesinin mümkün olduğu söylenecek olsaydı, bu imkânsız olurdu. Evet, bu dönüşümlerin hepsinin kısa bir zamanda gerçekleştiği hatıra gelebilir ve insan geçen uzun zamanı hissetmeyerek bunun bir anda meydana geldiğini zannedebilir. Bu konu üzerinde düşünülecek olursa (Gazâlî’nin filozofları yorumlama kısmının başlangıcı); yeniden dirilen insanın bedeni taştan veya yakuttan ya da inciden veyahut sırf topraktan olsa, o şey insan olmaz. Mesela “ol” demekle mi veya bu aşamalar esnasında toprağın insana dönüşmesini hazırlayan sebeplerle mi toprak insana dönüşür?! Bu sebepler ise insanın bedeninin özünden çıkmış olan spermanın ana rahmine düşüp aybaşı kanına engel olması, uzun süre beslenerek kan pıhtısı, sonra et parçası, sonra cenin, sonra çocuk, sonra genç, sonra olgun, sonra da yaşlı insan haline gelmesi şeklindedir. Birinin çıkıp “Ona ol denilir ve o da oluverir” demesi akla uygun değildir. Çünkü toprağa hitap edilmez. Bu aşamalardan geçmeden toprağın insana dönüşmesi imkânsızdır. Bu sebepler gerçekleşmeden de onun bu aşamalardan geçmesi imkânsızdır. O halde tekrar diriliş imkânsızdır.”55 Gazâlî yine ilk paragrafta filozofların görüşlerini aktardığını iddia etmiş, ardından bu nakilleri kendince yorumlayarak, filozofların gerçek düşüncesinin kendi yorumları doğrultusunda olduğu sonucunu çıkarmıştır. Gazâlî, buradaki küfür ithamında 54 İbn Sînâ, en-Necat, s. 171-174. 55 Gazâlî, a.g.e., s. 219-220. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 106 filozofların, bir Kur’an ayetini de inkâr ettiklerini öne sürmüştür. Oysa İbn Sînâ’nın metinleri incelendiğinde, Gazâlî’nin naklettiği bu veya benzeri bir ayetten kesinlikle bahsedilmediği görülecektir. Gazâlî’nin buradaki itirazı aslında filozofların; “Allah’ın yaratmaya kadir olmadığı” iddiasında bulunduklarına dayandırılmaktadır. İbn Sînâ açısından böyle bir kabul söz konusu olamaz. Onun bu itiraza cevabı; Allah’ın kudretinin nasıl anlaşılması gerektiğinin; zorunlu, mümkün ve imkânsızın nitelikleriyle açıklandığı şu cümlelerinde gelmektedir: “Her hadisin maddi bir ilkesi vardır. Yok iken varlık kazanan her şeyin mutlaka bir maddesi vardır. Çünkü var olan her şey, var olmadan önce varlığının kendinde mümkün olmasına muhtaçtır. Onun varlığının imkânı, Kadir’in ona güç yetirebilmesi değildir, bilakis o kendinde mümkün olmadığı sürece fail ona güç yetiremez. Dikkat edin! Biz diyoruz ki; imkânsız kudrete konu olmaz. Fakat kudret; var olması mümkün şeye ilişir. Bir şeyin varlığının imkânı kendisine güç yetirmenin aynısı değildir. Bu; imkânsıza güç yetirilmez, çünkü ona güç yetirmek imkânsızdır, demektir. Bir şeyin güç yetirilebilir olduğunu o şeye bakarak değil, Kadir’in ona güç yetirip yetirmediğine bakarak anlarız.56 İbn Sînâ’ya göre; insanı insan yapan onun toprağa karışan maddesi değil, maddeye hayat veren, kişilik ve benlik kavramlarının anlam bulduğu, Tanrı’sından aldığı özü, yani nefsi veya suretidir. Durum böyle olunca ve toprağa karışıp yok olan insan bedenlerinin tekrar dirilişte aynı toprak, aynı öz, aynı hava şartları ve dolayısıyla her ne şekilde olursa olsun aynı maddesel bedenin oluşamayacağını (İbn Sînâ’nın görüşü)57 düşünürsek, Tanrısal özlerle meydana gelen insan nefsinin yerine, benliğin içinde olmadığı, topraktan müteşekkil özlerle bütünleşerek meydana gelen maddesel bir bedenin cezalandırılacağını ya da mükâfatlandırılacağını düşünmek hiç mantıklı görünmemektedir. Zira ceza veya mükâfat yalnızca maddeye olsaydı, toprak olan maddenin tekrar aynı kişide aynı özlerle meydana gelmesi pek mümkün olmazdı. Zaten insanın özüne değil de maddesine ceza veya mükâfat verilmesi kanaatimizce insanın özünü, Tanrısından sahip olduğu ayrıcalığı değersizleştirecektir. Yirminci meselenin tekfir ithamlarını pekiştirmek isteyen Gazâlî, yine Kur’an’dan ayetler getirerek bu iddiasını sürdürmüştür. “Havas ilmi ve mucizeyi inkâr edenler (yani filozoflar)58 ‘bu çürümüş, dağılmış kemikler haline geldikten sonra mı diriltileceğiz’59 (Naziat,79/11) diyen mülhidlerin inkârından da daha büyük bir inkârla karşı 56 İbn Sînâ, Metafizik II, s. 162; en-Necat, s. 198. 57 Bkz. İbn Sînâ, el-Adhaviyye fi’l-Mead, “Felsefe ve Ölüm Ötesi” içinde, haz. Mahmut Kaya, İstanbul; Klasik Yay., 2011, s. 12. 58 Tehafüt’ü az çok okuyan herkes burada kastedilen kişilerin Farabi ve İbn Sînâ olduğunu bilir. 59 Bu tekfir ithamına kaynak gösterilen ayetlerin Kur’an’daki tam metinleri şöyledir: “Kendi yaradılışını unutmuş da bize örnek veriyor. Bir de şöyle diyor: “Şu çürümüş kemiklere kim hayat verecek?” (Yasin, 36/78). GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 107 karşıyadırlar.”60 Sözleriyle Nas’tan delil getiren Gazâlî, aslında Kur’an’ın küfre düşmekle itham ettiği müşrikler ile bedensiz dirilişi kabul eden filozofları aynı kefede değerlendirmiştir. Bu tespit yirminci meselenin son tekfir ithamında karşımıza çıkmaktadır.61 d. Tehafüt’ün Sonuç Bölümündeki Tekfir İddiası: Gazâlî’nin son küfür ithamı, kitabın sonunda yer alan ve sanki Tahafüt’ün bir parçası değilmiş gibi duran kısa sonuç bölümünde yer almaktadır. Gazâlî’nin bu bölümde, kendisine, filozofların küfre düşüp düşmediğini belirten bir soru yöneltmesi, Tehafüt’ün bu sonuç bölümünün kim tarafından yazıldığını düşündürtmektedir. Sonuç bölümü; Tehafüt’ü özetlemekten ziyade, filozofların küfür ile itham edilip edilmediğinin sorulduğu kısa bir mektup hüviyetindedir. Ayrıca bu bölümün en önemli özelliği, Gazâlî’nin filozofları üç meseleden dolayı küfre düşmekle suçladığı bu tartışmalarda, filozofların küfre düştüğü üç meselenin bir arada ifade edildiği tek bölüm olmasıdır. Bu bölümdeki tekfir ifadelerinin özeti şu şekildedir: “Biri çıkıp size (Gazâlî’ye) dese ki; siz filozofların görüşlerini ayrıntılı olarak anlattınız. Onların kâfir olduğunu, onlar gibi inananları öldürmek gerektiğini kesin olarak söyleyebilir misiniz? Biz bu sorunun cevabı olarak deriz ki; üç meselede onlar kesinlikle küfre düşmüşlerdir. Birincisi; âlemin kıdemi meselesi ve filozofların bütün cevherleri kadim sayan görüşleridir (maddenin kıdemiyetini savunmaları). İkincisi; filozofların, ‘Yüce Allah’ın ilmi tikel olarak meydana gelen cüzileri kuşatmaz.’ şeklindeki görüşleridir. Üçüncüsü de; onların, cesetlerin dirilip toplanacağını inkâr etmeleridir. İslam fırkalarından bid’atçıları kâfir sayan kimse, filozofları da bahsettiğimiz bütün bu meselelerden dolayı (yirmi meselenin hepsinden dolayı) kâfir sayar. Tekfirden çekinen kimse ise yalnız bu üç meselede onları kâfir sayar. Bize gelince, sözün bu kitabın amacının dışına çıkmaması için şu anda bid’atçıları kâfir saymayı, bu konuda “Ve şöyle derlerdi: “Ölünce mi, toprak ve kemik haline gelince mi, sahi o zaman mı yeniden diriltileceğiz?” (Vakıa, 56/47). “Dediler ki: “Biz bir yığın kemik olduğumuz, un-ufak hale geldiğimiz zaman mı, gerçekten biz o zaman mı yeni bir yaradılışla diriltileceğiz.” ( İsra, 17/49). “Cezaları işte budur. Çünkü ayetlerimizi inkâr ettiler ve şöyle dediler: “Biz, bir kemik yığını olduktan, un-ufak hale geldikten sonra mı, sahi bundan sonra mı, yeni bir yaradılışla diriltileceğiz?” ( İsra, 17/98). “Öldüğümüz, toprak ve kemik yığını haline geldiğimiz zaman mı? Biz gerçekten diriltilecek miyiz?” (Saffat, 37/16). “Gerçekten biz, ölüp bir toprak ve kemik yığını hâline geldikten sonra mı, biz mi hesaba çekileceğiz?” (Saffat, 37/53). “Size, ölüp toprak ve kemik haline geldikten sonra mı hesaba çekileceğiz?” (Mu’minun, 23/35). “Dediler ki: “Ölüp, toprak ve kemik haline geldiğimiz zaman mı, gerçekten o zaman mı diriltileceğiz?” (Mu’minun, 23/82). “Un-ufak kemikler haline geldikten sonra, öyle mi!” (Naziat, 79/11). “İnsan, kendisinin kemiklerini asla bir araya toplamayacağımızı mı sanıyor?” (Kıyamet, 75/3). 60 Gazâlî, Tehafüt, s. 222. 61 İlgili kıyaslama için bkz. Gazâlî, a.g.e., s. 222. Diyanet İlmî Dergi • Cilt: 50 • Sayı: 1 108 neyin doğru, neyin doğru olmadığını incelemeyi bir kenara bırakıyoruz. Doğruda başarılı kılan yüce Allah’tır.”62 İfade edildiği gibi Tehafüt’ün sonuç bölümündeki tekfir ithamının özelliği, tekfirin üç meselesinin de tek bir başlık altında değerlendirilmesidir. Böyle bir durum Tehafüt’ün hiçbir meselesinde karşımıza çıkmamaktadır. Zaten makale boyunca yapılan Gazâlî nakillerinde de bu tespitin gerçekliği görülmektedir. Sonuç bölümüyle ilgili olarak ayrıca İbn Sînâ’dan cevaplar getirilmeyecektir. Zaten sonuç bölümü içinde yapılan bütün tekfir ithamlarına diğer meseleler dahilinde gerekli ve yeterli cevaplar verilmiştir. 3. Değerlendirme: Buraya kadar ki açıklamalar, Gazâlî’nin İbn Sînâ’yı Tehafüt’te hangi sebeplerle ve hangi konular kapsamında küfür ile itham ettiğini ve bu ithamların, İbn Sînâ’da nasıl cevap bulduğunu ortaya koymaktadır. Nihayetinde ulaşılan sonuç, Gazâlî’nin tekfir ithamının ciddi sakıncalar taşıdığıdır. Gazâlî’nin bu sakıncalarına sessiz kalamayan İbn Rüşd’e göre; Gazâlî’nin Tehafütü’l-Felasife’de Farabi ve İbn Sînâ gibi bazı filozofları; üzerinde te’vil imkânı bulunan bir konuda te’vile yönelmiş olmalarından dolayı kâfir sayması doğru değildir. Kaldı ki mevzu bahis konularda, Farabi ve İbn Sînâ’nın kâfir sayılmaya gerekçe gösterilen fikirleri söyledikleri belgelenemeyeceği gibi, Gazâlî’nin de (genel felsefi algısı bağlamında) açıkça onları kâfir saydığını söylemek de mümkün değildir. Çünkü Gazâlî Faysalü’t-Tefrika’da63 Tehafüt ve Munkız’dan farklı bir tutum takınmıştır. Gazâlî yanlış bir yol tutmuş ve ancak ehil olanlara açıklanabilecek bir te’vili, ehil olmayanlara açıklamıştır.64 Filozofların te’vil üzerine olan kitaplarını cumhurun hizmetine ve bilgisine sunan Gazâlî; o dönemin siyasal ve toplumsal karışıklığında, kuzuyu kurda teslim etmiştir. Buna rağmen Gazâlî’nin Munkız’da sıkça ifade ettiği gibi, kitapları ve düşünceleri arasında bir sınıflandırma yapmış, hikmet ehline öğretilen bilgilerin avam ile paylaşılmaması gerektiğini söylemiştir. O, herkesin denizden uzak durmasını mantıklı bulma62 Gazâlî, Tehafüt, s. 225-226. Gazâlî’nin bu konu hakkındaki görüşlerinin bir benzeri Munkız içerisinde de yer almaktadır. İlgili ifadeler için bkz. el-Munkız, s. 55-56. 63 Bu konu ile ilgili Faysal’da şu ifadeler yer alır: “Hissi, (duygusal) hazları küçük görenlere yaraşan, hırs ve arzularına şifa kaynağı olan neşe ve sürûr veren latifeler, anlamlı hoş sözler ve aklî hazlar yani lezzetler tadan ihsan gelir. Zira cennette, her bir kişinin nefsinin arzuladığı şeyin orada var edilmesi, cennetin tanımını, sınırını oluşturur. Nefsin arzuladığı şeyler çeşit çeşit olunca, akılla zevkine varılan aklî lezzetlerin de diğer lezzet türlerinin de çeşitli olması akıl ve mantıktan uzak değildir. (İlahî) kudret geniştir.” Bkz. Gazâlî, Faysalu’t-Tefrika, 1993, s. 356. 64 İbn Rüşd’e göre Gazâlî’nin düştüğü bu hatanın bir benzerine Mu’tezile ve Eş’ari mezhepleri de düşmüştür. Nitekim Mu’tezile; birçok ayeti ve hadisi te’vil etmiş ve te’villerini halk yığınlarına açıklamıştır. Her ne kadar daha az te’vil yoluna gitmişlerse de Eş’ariler de böyle yapmışlardır. Bu bakımdan halkı düşmanlık, kin ve nefret içerisine sokmuşlar, şeriatı paralayarak halkı paramparça edip fırkalara bölmüşlerdir. Bütün bunlara ek olarak da te’villerini ispat etmek için ne halk kitleleriyle ne havas ile birlikte olmuşlardır. Bkz. İbn Rüşd, Faslu’l-Makal/Felsefe-Din İlişkisi, çev. Bekir Karlığa, İşaret yayınları, İstanbul 1999, s. 110-111. GAZÂLÎ ÜÇ MESELESİNDE İBN SÎNÂ’YA KARŞI NE KADAR TUTARLI? 109 yıp, yüzme bilmeyenin denizden uzak tutulmasını, yüzme bilene suyun etrafında dolaşmayı yasaklamanın anlamsızlığını ifade etmiştir.65 Gazâlî’nin özellikle Tehafüt’te, filozofların te’vil barındıran fikirlerini halka sunması ve onları galeyana getirecek şekilde küfür ithamıyla kışkırtması, kanaatimizce Gazâlî’nin içinde bulunduğu siyasi projenin bir başka ispatıdır. Sonuç olarak Gazâlî’nin genelde filozofları, özelde ise İbn Sînâ’yı küfürle itham ettiği üç meseleden biri olan, âlemin kıdemi probleminin nassa ilişkin hiçbir doğrudan bağlantısı bulunmamaktadır. Diğeri, “Allah cüz’iyatı külliyat cihetiyle bilir” ifadeleri ise, özellikle İbn Sînâ’nın felsefî sistemi dikkate alındığında bize göre; Allah’ın cüz’iyatı bilmediği manasına gelmez. En azından Gazâlî’nin filozoflar adına naklettiği, “Allah cüz’iyat olmaksızın külliyatı bilir” şeklinde asla değildir. Bu hususta söylenecek en ileri söz, filozofların bu konuda te’vil’de bulundukları şeklinde olabilir. Ancak bu üç mesele içinde doğrudan nassın zahiri manasının görmemezlikten gelindiği husus, bedenlerin haşrinin inkârı meselesidir.
İmam Gazali hangi konularda İbni Rüşd, Farabi ve İbn Sina ile fikir ayrılığına düşmüştür?
Soran : Sorularlaislami...
Tarih: 16.11.2009 - 00:00 | Güncelleme:
Cevap
Değerli kardeşimiz,
Bunların Müslüman olduklarında şüphe yoktur. Allah’a, Peygamber (a.s.m)’e ve Kur’an’a olan imanlarını gösteren eserlerinin yanında, hayatlarında yaptıkları ibadetler ve kulluk görevleri de bunun göstergesidir.
Bediüzzaman’ın -bilmana- şu ifadeleri de bu gerçeğe işaret etmektedir:
“Hem Kur’an vahiy olmakla beraber, aklî delillerle teyit ve tahkim edilmiştir. Evet, mükemmel akıl sahipleri kimselerin ittifakı buna şahittir. Başta ilm-i kelamın allameleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhileri ittifakla Kur’an’ın hakikatlerini, temel esaslarını kendi metotlarıyla, delilleriyle ispat etmişler.” (Mektubat, On Dokuzuncu Mektup, On Sekizinci Nükteli İşaret)
İmam Gazali’ye göre, felsefeciler üç kısımdır:
Dehriyyûn / materyalistler: Bunların çoğu eski felseficilerden olup kâinatın ezelî olduğunu, varlıkların bir yaratıcısının olmadığını söyleyen ateist zındıklardır.
Tabiiyyûn / tabiatçılar: Bunlar Allah’ın harika sanatı olan tabiatı/doğayı derinlemesine inceleyip bunların yaratıcısız olmayacağına kanaat getirdiler. Ancak, bu işe fazla daldıkları için, her şeyin otomatikman tabiat düzenine bağlandığını, işlerin bu düzenekte cereyan ettiğini, dolayısıyla, ölümden sonra dirilişin, hesabın kitabın olmayacağını söylediler ve tabiatıyla dinlerin söyledikleri Allah’ın emir ve yasaklarını göz önünde bulundurmanın hiç gereği olmadığını savundular. Bunlar da bir nevi inkarcılardır.
İlahiyyûn / ilahiyatçılar: Bu üçüncü kısım, Sokrat, Eflatun, Aristo gibi sonradan gelen filozoflardan meydana gelmiştir.(el Münkız-şamile, 1-7).
Özellikle Aristo’nun görüşlerini bize aktaran İslam filozoflarından Farabi ile İbn Sina’dır. Bunların verdiği bilgiye göre, Aristo’nun düşünceleri; küfre götüren, bidatçiliğe götüren, inkâr edilmemesi gerekenler olmak üzere üç kısımda değerlendirilebilir.(a.g.e).
Gazali’ye göre, Aristo’nun ve ona tabi olmuş Farabî ile İbn Sina’nın tekfiri üç husustan ötürüdür:
a. "Haşir cismanî değildir. İnsanlar cesetleriyle değil, yalnız ruhlarıyla haşr olunur." demeleri. Bu bütün Müslümanların inancına ters bir düşüncedir.
b. "Allah külli şeyleri bilir, fakat cüzî şeyleri bilmez." demeleri. Bu açık bir küfürdür.
c. "Âlemin kadim / ezeli olduğunu" söylemeleri.
Bu üç düşünce İslam akidesine, Müslümanların düşüncesine aykırı olup tekfir edilmesi gerekir.(a.g.e).
Gazalî bu düşüncelerini, yazdığı eserlerinde özellikle “Tehafutü’l-felasife = felsefecilerin çelişkileri / tuhaflıkları / tepetakla olmaları”adlı eserinde dile getirmiştir.
İbn Rüşt (1126-1198) ise, Aristo’nun eserlerine şerhler yazmış, Gazalî (1058-1111)’nin bu eserini eleştirmiş ve bunun için “Tehafutü’t-Tehafut” adlı bir eser kaleme almıştır. Gazali ile birlikte anılması bundan ötürüdür.
İbn Rüşt, Gazalî’nin vefatından sonra dünyaya geldiğine göre, Gazali’nin onun hakkında bir şey söylemiş olması düşünülemez.
Bediüzzaman Said Nursi ise, bu konuda -mana olarak- şu görüşlere yer vermiştir:
“İslam filozoflarından İbn Sina ve Farabî felsefenin görünürdeki şaşaasına kapılıp, ona aldandılar. Bu sebeple -birer dahî olmalarına rağmen- ancak basit bir mümin derecesini kazanabilmişlerdir. Hatta, İmam Gazalî gibi bir Huccetü’l-İslam, onlara o dereceyi de vermemiştir.”(bk. Sözler, Otuzuncu Söz)