|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
http://vehhabilerereddiye.wordpress.com/category/sefaat-2/
Tasavvuf Düşmanı Vehhabiler
“İSLAM’da tasavvuf yoktur, tasavvuf şirk, küfür ve dalâlettir” gibi sözler Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemasına ait değil; Vehhabîlere aittir. Binaenaleyh bu gibi aşırı görüşler biz Sünnî Müslümanları bağlamaz ve bunlara asla itibar etmeyiz.
Gerçek İslâm tasavvufunun Hind’ten, Kadim Yunan’dan, şuradan buradan geldiğini iddia edenler de yalan söylüyor.
Tasavvuf İslâm’ın ahlâk, zühd, bâtın boyutudur. Gerçek tasavvuf yüzde yüz Kitab’a, Sünnete, Şeriata uygundur.
İmamı Gazalî hazretlerinin, el-Munkizu min ed-dalâl kitabında buyurduğu gibi İslâm’ı en iyi anlayanlar, en iyi yaşayanlar, en takvalı ve kâmil Müslümanlar sûfîlerdir.
Evliyaurrahman’ın çoğu sûfîler içinden çıkmıştır. Gerçek sûfîler her asırda yeryüzünde Allah’ın şâhidleri olmuşlardır.
Gerçek sûfîler Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olmuşlar ve onun sünnetini yaşamış ve yaşatmışlardır.
Gerçek sûfîler kuru lâfla değil, hâl ile İslâm’ı tebliğ etmişler ve nice insanın hidâyetine vesile olmuşlardır.
Gerçek sûfîlere bakan onlarda İslâm’ı görür.
Gerçek sûfîler insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile büyük cihad yapmışlardır.
Gerçek sûfîler yalancı, aldatıcı, azdırıcı dünya tuzaklarına düşmemişler ve Müslümanları da bundan korumak için çalışmışlardır.
Gerçek sûfîler emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmışlardır.
Gerçek sûfîler İslâm’ın baş emri olan beş vakit namazı dosdoğru kılmışlardır.
Gerçek sûfîler Kur’ân’ın ve Sünnet’in askerleri olmuşlardır.
İhlâs, sıdk, vefa, seha, mürüvvet, fütüvvet gerçek sûfîlerin hasletleridir.
Tasavvuf düşmanları bazı meczubîn’in şatahatını ön plana çıkararak saldırıyor. Şathiyat örnek olmaz. Tasavvuf şathiyat değildir.
Cihan tarihinin gördüğü en büyük ve doğru devlet olan (Kuruluş ve yükseliş devrini kasd ediyorum) Osmanlı’ya bakalım. Sultan Osman Gazi Han’dan, Son Padişah Vahidüddin Han’a kadar bütün Selâtin-i Osmaniye (nevverallahu merakidehum) tasavvuf ve tarikat mensubu idiler, bir veya birkaç şeyhe intisabları vardı. Tasavvuf ve tarikat olmasaydı Devlet-i Aliyye 600 sene değil, 60 sene pâyidar olamazdı.
Osmanlı sultanları dünya sultanı olarak mâneviyat sultanlarına tâbi olmuşlardır. Onların büyüklükleri ve sultanlıkları buradadır.
Selâtin-i Osmaniye’nin çoğu büyük velidir. Bu velayete tasavvuf ve tarikat sayesinde nâil olmuşlardır.
Osmanlı devleti sadece ordularıyla değil şeyhleri ve dervişleriyle de fütuhat yapmıştır.
Gazi Sultan MehmedHan-ı Sâni efendimiz henüz 21 yaşında iken İstanbul’u, biiznillahi teala, şeyhi ve mürşidi Akşemseddin hazretlerinin dua ve himmeti ile almıştır.
Asıl bid’at, Vehhabîlerin ve diğer bazı ehl-i bid’atin tasavvufu ve tarikati inkar etmeleri, bid’at saymaları, sûfileri müşrik ve kâfir ilan etmeleridir.
Tasavvufu kaldırın, Osmanlı’dan ne kalır?
Vehhâbîlik hareketi Osmanlı İslâm devletine ve Hilafet-i İslâmiyeye karşı tuğyan ve isyandır.
Vehhâbîlerin Osmanlılar gibi fütuhatı var mıdır?
Vehhâbîler, baştan beri İngiliz ve düvel-i muazzama-i Salîbiyye tarafından desteklenmiştir ve el’an desteklenmektedir.
Bugün ABD ayakta duruyorsa Vehhâbîlerin ABD bankalarında sakladıkları bir trilyon dolarla durmaktadır.
Tarih boyunca Fahr-i Kâinat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize en büyük saygıyı Osmanlı sultanları, Osmanlı devlet ricali, Osmanlı Müslümanları göstermiştir.
Resûlullah’ın kubbesini yıkacağız, nâşını kabrinden alıp başka yere gömeceğiz, toprağını da düzleyeceğiz diyen Vehhâbîlerde Peygamber-i zîşan efendimize hürmet var mıdır?
Tarih boyunca Hulefa-i Râşidin (radiyallahu aleyhim ecmain) devrinden sonra Tevhid bayrağını en fazla yüceltmiş, en fazla fütuhat ve i’lâ-i kelimetullah yapmış devlet ve topluluk Osmanlı’dır.
Osmanlı atalarımız Din-i Mübin-i İslâm, Kur’ân, Sünnet ve Şeriat-ı garra-i Ahmediyye yolunda milyonlarca şehid vermiştir.
Bunca mü’mine, şehid, gaziye, fâtihe, din hizmetkârına, ulemaya, meşayihe, mürşitlere, evliyaullaha; müşrik, kâfir ve sapık diyenler ne kadar hayâsız ve insafsız kişilerdir.
Onlardan petro-dolarlar alıp mü’min, muvahhid, muhlis ecdadını sövenlere yazıklar olsun.
Yâ Rabbi içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme.
|
Vehhabi Küfrüne ve Safsatalarına Reddiye
1-Allâh’ı (oturmaktan) tenzih etmek.
Allâh ne Arşa ne de Kürsüye oturmaz. Çünkü oturmak insanların sıfatlarındandır.
Yüce Allah Şöyle dedi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ
(O’nun eşi benzeri yoktur)
Eş-Şurâ / 11
Vahhabiler, Allâh’ı insana ve hayvana benzetiyor ve diyorlar ki: “Allâh Kürsüye oturmuştur.”
“Fethul-Mecid “Adlı kitabı, Yazarı Abdurrahmân bin Muhammed bin Abdulvahhâb. S: 256. Darusselam Yayınevi Riyad.
2-Allâhı, Cisim ve azalardan tenzih etmek
Allâh cisim değil, Allah’ın azaları yoktur.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ
(O’nun eşi benzeri yoktur) Eş-Şurâ / 11
İbni Baz dedi ki: “Allâh hakkında aza, organ ve cismi nefyetme sözü, kötü sözlerdendir.”
Kitap:(Tenbihat firraddi ala men te’evveles Sifat) İbni Baz S: 19 Müftülük Genel Başkanlığı. Riyad
3-Allâh’ı Mekandan tenzih etmek
Yüce Allâh mekansız mevcuttur. Çünkü mekân ile sınırlanan, fiziki ve hacımı olur. Allâh’da bundan münezzehtir.
Peygamber Efendimiz : “Allâh ezelde var iken O’ndan başka hiç bir şey yoktu.” İmam Buhari
İbn Baz Şöyle dedi: “Allâh zatiyle Arşın üstündedir.”
Hac Dergisi Yıl 49 11. bölüm 1425 H. Mekke. S: 73-74
4-Ebu Cehil ve Ebu Leheb
Ebu Cehil ve Ebu Leheb muvahhit ve mümin değillerdir.
Yüce Allâh, Ebu Leheb hakkında şöyle dedi : “
سَيَصْلىَ نَارًا ذاتَ لَهَبٍ
“O alevli ateşe sonulacaktır.”
Tebbet /3
Vahhabiler diyorlar ki: “Ebu Leheb ve Ebu Cehil, la ilâha illallâh Muhammed Resulullâh deyip de evliya ve Salihlerle tevessül eden Müslümanlardan daha çok muvahhit ve imanları daha ihlaslıdır.
Kitapları: (Tevhidi nasıl anlarız) Yazarı Muhammed Başemil S: 16, Riyad- Suudi Arabistan.
5-Eş’ariler ve Maturidiler
Eş’ariler ve Maturidiler Ehli Sünnet ve cemaattir.
İmam Murtada Zebeydi şöyle dedi: “Ehli Sünnet ve Cemaat denildiği zaman bunlardan maksat Eş’ariler ve Maturidiler.”
Salih bin Fewzan şöyle dedi: “Eş'ariler ve Maturidiler Ehli Sünnet ve Cemaat olarak adlandırılmayı hak etmemektedir. ”
Kitabı:( İslam’da Meşhur Müceddidler. (Yenileyiciler) İbni Teymiye ve Muhammed bin Abdulwahhâb). S: 23 Müftülük Genel Başkanlığı (Riyad)
6- Eş’ariler, Müslim ve Mümindirler
Dünyadaki Ehli Sünnet ve Cemaat olan Müslümanlar: Eş’ariler ve Maturidilerdir.
Vahhabiler iftiraen diyorlar ki: “Eş’arileri, Ehlisünnet’in birçok tekfir etmiştir.”
Kitapları:( Fathul-Mecid, Abdurrahmân Hasan bin Muhammed bin Abdulvahhâb). S: 353 Darusselam – Riyad
7-Âdem Efendimiz
Âlimlerin icma ile Âdem Peygamberdir.
İbni Hibban’nin Ebu Umame’den rivayet ettiğine göre bir adam; “YaResulallâh! Âdem Peygamber mi idi?”“Evet, konuşulandı” diye cevap verdi.
Vehhabiler ise derler ki : “Âdem ne Nebiy ne de Resuldür.”
(Peygamberlere Cümleten İman etmek). Adlı kitapları, Yazarı: Abdullâh bin Yezid El-Mekteb El-İslami - Beyrut
8-Peygambere Salâvat getirmek.
“ Allahumme Salli ala Muhammed Tıbbilkulubi ve davaiha ve afiyetil ebdani ve şifaiha ve nurilabsari ve diyaiha.” Bu tur Salâtı şerifeyi çekmek caizdir.
Bu lafız caizdir, Kur’an ve hadise muhalif değildir.
İbn Baz dedi ki: “Bu söz şirktir.”
(Tevhide Nasıl Hidayet oldum). Muahmmed Cemil Zeno, S: 83, 89 Darul-Feth Al-Şarika
9 -Cehennem
Cehennem fani olmaz ve orada kâfirlerin azabı sona ermez.
“Küfredenlere gelince, onları Cehennem ateşi beklemektedir, (orada) ne hayatlarına son verilip ölürler ne de içine atıldıkları o ateşin azabı birazcık bile onlara hafifletilir.” Fâtır / 36
Allâh ve Resulünün düşmanı Vahhabiler diyorlar ki: ”Cehennem fani olacak ve kafirlerin azapları sona erecek. “
Kitapları, (Alkavlul-Muhtar Lifenai Al-Nar) (Ateşin faniliği için Seçkin Söz) Abdulkarim Alhamid. S: 7 Suudi Arabistan, Riyad, Şerh Al-Akida Al tahhaviyya, Abu İzz S: 427 Almekteb Al -İslami - Beyrut
10-Allâh-u Teâlâ’nın yaratıklara muhalefeti.
Allâh insanlara benzemez. Çünkü onların yaratıcısıdır. Yaratan, yaratılana benzemez. Allah’ın,Sureti,hacmi,şekli,kemiyeti, yoktur.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ
(O’nun eşi benzeri yoktur) Eş-Şurâ / 11
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh,O’nun suretine benzeyen insan yarattı.” (onların iddialarına göre Allâh Kendisine benzer suretinde insan yarattı).
Kitapları: (İman ehlinin Âdemi Rahmân suretinde yaratılması ilgili akidesi). Mahmud Al Tuwayciri (İbn Baz bu kitabı övmüştür). S: 76 Dar Al- Liwa- Riyad.
11-La ilâha illallâh Sözü
Allâh’ı çok zikretmek caizdir. La ilâha İllallâh sözünü bin kere söylemek gibi.
Yüce Allâh Şöyle dedi: َواذْكُرُوا الله َ كَثِيرًا
“Allâh-ı çok zikredin.”
El-Ahzâb / 41
Vahhabiler diyorlar: “Bu cahillerin bid’atidir.Şer’i olan zikirden çıkmış olup Allâh’a şirk eden zikre girmiş olur.”
Kitapları: (Yasak Halkalar) Husam Al Akkad. S: 25 Dar Al Sahaba. Tanta
12-Tasavvuf Tarikatları
Hak yolunda olan tasavvuf tarikatları, Kuran-ı Kerim ve sünnete bağlı oldukları için hidayet ve nur üzerindedirler. Ancak hak yolundan sapanlar hariçtir.
Resulullâh Sallallâh-u aleyhi ve Sellem dedi: “Her kim İslam’da iyi bir amel icad ederse, kendisine ve onu yapana da sevabı vardır.” İmam Müslim.
Vahhabiler diyor: “Yahudilerden önce sofilikle savaşın, çünkü onda Yahudi ve Mecusların ruhu vardır.
Kitapları: (Almecmu Al Mufid min akidat al tawhid) s: 102 Mektab Darulfikr - Riyad.
13-İstivâ
İstivâ, istila anlamına gelir diyen kâfir sayılmaz aksine o Müslüman ve mümindir.
Muhaddis Subki şöyle dedi: “İstivâyı istila anlamına söyleyen kimse yasak işlemiş olmaz.”
Vahhabiler diyorlar ki: “İstivâ’yı istila manasında açıklayan kâfirdir.”
Kitapları: (Halakatun Memnua) Husam Al Akkad, S: 26 Darussahaba Tanta
14-İstivâ
Allâh-u Teâlâ ‘’Arşa İstikrar (yerleşti) etti’’ diye vasfedilemez.
Bir şeye istikrar(Yerleşen,mekan edinen) eden, ya onun gibi, ya ondan daha büyük yada daha küçük olmalıdır. Oysa bunların tümü Cisimlere has sıfatlardandır.Cisimleri yaratan Allah, cisimlerin sıfatlarından(bir mekanda bulunmak) beridir.
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh Arşa İstikrar etti.”
Kitapları: (Nazarat ve Takibat ala mafi kitap alsalafiyya) Salih Al Fozan, S:40, Dar Al Watan - Riyad
15-Kürsü
Kürsü: İhtiyaç olmaksızın Allâh-u Teâlâ’ nın yarattığı Arş altında bulunan büyük bir cisimdir.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
ِوَسِعَ كُرْسِيُّه ُ السَّمَواتِ وَالارَض
(O’nun Kürsüsü gökleri ve yeri kaplayıp kuşatmıştır.) El-Bakara / 255
Useymin şöyle dedi: “Kürsü Allah'ın ayaklarının yeridir.”
(Tefsir Ayetu-l Kürsi) adlı kitabı sayfa 19. İbni-l Cevzi kütüphanesi.
16-Âlemin Nevi
Âlemin cinsi ve tüm fertleri Allâh tarafından yaratılmıştır.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
الله ُ خَالِقُ كُلِّ شَىْء ٍ
“Allâh, her şeyin yaratıcısıdır.” Ez-Zümer / 62
Filozofların söyledikleri gibi Vahhabiler de şöyle diyorlar:” Âlem nevi ile ezelidir. Başlangıçsızlığa kadar her yaratılandan önce yaratılan vardır.”
İbni Ebi Elizz'in Şerh El Tahaviye'si (İbni Baz kitabını övmüştür) Sayfa132, Elmekte Elislami-Beyrut.
17-Peygamberin yüzü suyu hürmeti ile Tevessül etmek
Müslüman şöyle diyebilir: “Ey Allâh'ım! Peygamber Efendimiz'in yüzü hürmetine hastamı iyileştir.”
Camiye gitme hadis-i: “Ey Allâh'ım! Senden isteyenlerin hakkıyla senden istiyorum.” Ahmed ve İbni Maceh rivayet etmiştir.
Salih bin Fevzan ve Vahhabilerden olan diğerleri dediler ki: “Peygamber'in hürmetine tevessül etmek caiz değildir.”
Kitabı: (Et-Tevhid).
Sayfa70, Riyad-Suudi Arabistan
18-Şaban'ın yarısı
(Beraat Kandili).
Şaban ayının 15. gününde oruç tutup gecesinde teheccüd namazı kılmak caizdir.
Peygamber efendimizden (sallallâh-u aleyhi ve sellem): “Şaban'ın 'i gelirse gecesini kiyam edin gündüzünü de oruç tutun.” dediği rivayet edilmiştir. İmam İbnu Maceh
Salih bin Fevzan ve Vahhabilerden olan diğerleri dediler ki: “Şaban ayının 15'isi namaz ve oruç ile mahsus etmek haramdır.
Kitabı: (Et-Tevhid).
Sayfa101, Riyad-Suudi Arabistan
19-Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) mevlüd kandilini kutlamak.
Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) mevlüd kandilini kutlamak amacıyla mutluluğu gösterip tatlı ve yemek dağıtmak caizdir.
İslam âlimlerin onayıyla dünyanın doğusunda ve batısında bulunan Müslümanlar (Vahhabilerin bulunduğu yerler hariç) Peygamber'in mevlüd kandilini kutlamaktadırlar.
Vahhabiler Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) mevlüd kandilini kutlayıp tatlı ve yemek dağıtmayı yasaklıyorlar ve bunun Yahudilere benzediğini söylüyorlar.
İbni Fevzan:(Et-Tevhid) adlı kitabı. Sayfa115-116, Riyad-Suudi Arabistan.
20-Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) mevlüd kandilini kutlamak
Müslüman ve Müslüman âlimler, mevlüd kandilini yaklaşık 900 yıldır kutlamaktalar. Ettenvir Fi Mevlidi El beşir Ennezir. (İbni Dihye).
Hadis, fıkıh ve tefsir âlimleri ve Müslümanların topluluğu Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) mevlüd kandilini kutlamak caiz olduğunu belirtmişlerdir
Vahhabilerin liderlerinden İbni Fevzen şöyle dedi:” “Cahil Müslüman ve sapık âlimler Peygamber'in mevlüd kandilini kutluyorlar.” İbni Baz ise şöyle dedi: “Peygamber'in mevlidini kutlamak ile Yahudilikte benzerlik vardır.”
(Et-Tevhid) adlı kitabları. Sayfa115-116, Riyad-Suudi Arabistan.
(Et-Tehziru min el bid'e) adlı kitaplarına bak. Sayfa 5.
21-İsra' ve Mi'rac, Nebevi Hicreti ve diğer mübarek geceleri kutlamak.
Bu tür olayları kutlamakta sakınca yoktur.
Bunda dine aykırı bir şey yoktur, bunu haram kılan nas yoktur. O Sünneti hasene babındandır.
Vahhabiler, Muhamed ibni Abdulvahhab'ın başlattığı Vahhabiliğin başlangıç dönemini bir hafta boyunca kutlamalarına rağmen bu tür dini münasebetleri kutlamasını haram kılıyorlar.
İbni Fevzan'a ait (Et-Tevhid) adlı kitap. Sayfa120- Riyad. Ve Bahs Usbu Eşşeyh Muhammed Bin Abdulvahhâb.
22-Müslümanı sebepsiz yere tekfir ermek caiz değildir
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Her kim kardeşini tekfir derse muhakkak ki onlardan biri böyledir.” İmam Müslim.
Vahhabiler, batıl akaitlerini inkâr eden Müslümanlara kâfir diyorlar.
Mekke müftüsü Muhammed Bin Abdullâh El- Hanbeli'ye ait Essuhubu-l Vabile adlı kitap, sayfa39. Dar ibni Hazm-Beyrut, ve Ceberti'ye ait Acaipu-l Asar adlı kitap, sayfa7/146. onların bu görüşü naklatmiş
23-Evliya ve Salihlerin hürmetiyle Tevessül
Müslüman’ın, ''Ey Allah'ım Peygamberlerin ve evliyaların hürmetine sorunumu gider'' demesi caizdir
Bu tevessül Kur'an-a ve Peygamber efendimizin(sallallâh-u aleyhi ve sellem) sünnetine aykırı değildir.
Vahhabiler diyor ki: “Onların hürmetiyle tevessül etmek dinden çıkarır, ebediyen cehennem ateşinde kalmayı gerekli kılar.”
Ebi Bekir El Cezairi'ye ait (Akditu-l Mümin) adlı kitap, sayfa144.
24-Vahhabilik
Hak ehli, Vahhabilerin bozuk inancından ve batıl fetvalarından sakındırıyorlar.
Onlara reddiye olarak 100'den fazla kitap telif edilmiştir.
25-Vahhabilik
Misbah Bin Ahmed Şabaklo El Beyruti'nin Vahhabilerin skandallarına cevaben bir kitap yazmıştır.
Kitabın adı '' Eddelil Kefi Firred Alla Elvahhabi''
26-Kadınların Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem)kabrine ve diğer Müslümanların kabirlerine ziyareti
Kadınların Peygamber efendimizin(sallallâh-u aleyhi ve sellem) kabrine ve diğer Müslümanların kabirlerine ziyaret etmeleri caizdir.
Anamız Ayşe, Peygamber efendimize (sallallâh-u aleyhi ve sellem) kabir ziyaret esnasında ne denmesi gerektiğini sordu. Peygamberimiz Şöyle dedi: “Diyar ehlinden olan Mümin ve Müslümanlara selam olsun”dedi. İmam Müslim .
Useymin şöyle dedi: “Peygamber'in kabri olsa da kadınların kabir ziyaretine gitmeleri haram olup büyük günahlardandır.”
(Fetave Muhimme) adlı kitaba bak, sayfa149-150. Riyad baskısı.
27-Allâh-u Teâlâ’yı suret’ten tenzihetmek
Allâh insana benzemez, sureti ve şekli yoktur.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىءٌ
(O’nun eşi benzeri yoktur) Eş-Şurâ / 11.
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh insanı kendi suretında yarattı.” Ve diyorlar ki: “Allâh'ın bir suratı var üzerinde bulunur.”
Muhammed Etuveyceri'ye ait (Akidetu-l Ehli-l İman Fi Halki Âdem Ala Sureti-r Rahmân) adlı kitabı, sayfa 40 ve 91. Daru-l liva-Riyad. (İbni Baz bu kitabı övmüştür).
28-Allâh'ın Kelamı
Allâh'ın kelamı, harf ve seslerden ibaret değildir.
Allâh'ın kelamı harf ve sesle olsaydı kelamı bir mahluk kelamı gibi olup beşerin kelamına benzerdi.Bu durum ‘’ لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىء’’ (O’nun eşi benzeri yoktur)Eş-Şura/11 ayetine tamamen muhaliftir.
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh'ın kelamı harf ve sesledir. Allâh'ın kelamı neviyle kadim, efradıyla hadis(sonradan meydana gelmiştir.) “
Useymin'e ait (Fetavi-l Akideh) adlı kitap, sayfa 72 ve Fevzan'a ait (Nazarat Ve Takibat Ala Ma Fi Kitap Esselefiyye) sayfa 23. Darul Vatan-Riyad.
29-Allâh'ı yönden tenzih etmek
Allâh yön ve mekan olmadan mevcuttur, ne Arşta ne de semadadır.
Peygamber efendimiz buyurdu ki: “Allâh’ım sen zahirsin üstünde bir şey yoktur, sen batınsın altında bir şey yoktur.” İmam Müslim
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh belli bir yönde zatiyle Arşın üzerindedir.”
Useymin'e ait (Fetavi El Akideh) adlı kitap, sayfa 85.
30-Allâh'ı hareketten tenzih etmek
Allâh-u Teâlâ hareketten münezzehtir
Hareket ve intikalle vasfedilemez.
Hak ehli, icma ile hareketin mahlukların sıfatlarından olduğunu belirtmişlerdir.
Vahhabiler diyorlar ki: “Allâh hareket eder” yani iddia ettikleri gibi yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya hareket eder.
Useymin'e ait (Fetavi El Akideh) adlı kitap, sayfa 742.
31-Erkeğin sakalı
Saç uzamasından dolayı yüzün güzelliği bozulmaması için sakaldan enlemesine ve boylamasına kesmekte sakınca yoktur.
İbni Amr sakalını tutar kabzasından artanı keserdi. İmam Abu Davut rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz söylediği gibi Vahhabiler, her zamanda az da olsa sakaldan birşeyi kesmeyi haram kılıyorlar.
(Et-Tahkik Ve El İzah Likesir Min Mesail El Hac Ve El Umre Ve Ezziyare) adlı kitabı, sayfa16.
32-Kadının pantolon giymesi
Kadının kendi kocasının önünde pantolon giymesi haram değildir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Allâh, (Elbisenin altında geniş) pantolon giyen kadınları rahmet bağışlasın”. El-Hafiz El-Beyhaki ve diğerleri rivayet etmiştir. Hafız Es-Suyuti Hasen kıldı.
Vahhabilerin lideri İbni Baz dedi ki: “Geniş ve kendi kocasının önünde olsa bile bayanın pantolon giymesi yasaktır.”
(Eddavah) dergisi, sayı:1493 H. 1995 yılında, sayfa/28.
33-Ezandan sonra Peygamber'e salâvat getirmek
Ezandan sonra Peygamber efendimize (sallallâh-u aleyhi ve sellem) aşikâr salâvat getirmekte sakınca yoktur.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Her kim beni anarsa bana salâvat getirsin.” El Hafiz Abu Yala ve diğerleri rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi:” Bu delalet bidati yasaklanması lazım.”
(Fethu-l Bari) adlı kitaba yaptığı yorum (2/92) Daru-l Marift.
34-Ezandan sonra Peygamber'e salâvat getirmek
Ezandan sonra Peygamber efendimize (sallallâh-u aleyhi ve sellem) salâvat getirmekte sevap vardır
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyuruyor ki:” “Her kim bana bir kere salâvat getirse Allâh-u Teâlâ onunla kendisine on sevap yazar. “ İmam Ahmed rivayet etmiştir.
Bazı Vahhabiler şöyle dedi: “Ezandan sonra Peygamber'e aşikâr salâvat getirmek bir insanın annesiyle zina yapmak gibidir” yani büyük günahlardandır.
Şam'daki Ravda caminin imamı Muhammed Eccvivati'nin (El İsabeh) adlı kitabında aktardığı gibi bu olay Şam'daki Dakkak camisinde olmuştur. Sayfa /8
35-Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) kabrini ziyaret etmek
Kabir ziyaretin faziletiyle ilgili çok hadis vardır.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyuruyor ki: “Her kim kabrimi ziyaret ederse şefaatimi hakketmiştir”. Ed-Darakutni rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle diyor: “Peygamber kabrinin ziyaretiyle ilgili rivayet edilen hadisler tekzip edilmiştir.”
(Et-Tahkik Ve El İzah Likesir Min Mesail El Hac Ve El Umre) adlı kitabına bak, sayfa89.
36-Kabrin üzerine hurma dalı koymak
Müslüman’ın kabrine hurma dalı koymak caizdir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) iki kabre uğradı, hurma dalını istedi ve ikiye kırıp kabre koydu ve şöyle dedi: “Umarım onlardan azab hafifletilir.” İmam Buhari rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi:” Kabre hurma dalı koymak şer'an caiz değildir.”
(Fethul Bari) adlı kitaba olan yorumu (1/320) Daru-l Marift.
37-Peygamber efendimizin kabrini ziyaret etmek için yolculuk yapmak.
Caizdir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyurdu ki:“Her kim, beni ziyaret etmekten başka bir şeyi önemsemeden bana gelirse ona şefaatçi olmam üzerimde hak olur.” İmam Tabarani rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi: “Medine'den uzak olan hacı olsa da Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) kabrini ziyaret etmek için yolculuk etmesi haramdır.”
(Et-Tahkik Ve El İzah Likesir Min Mesail El Hac Ve El Umre) adlı kitabı, sayfa 88-98-90
38-“Sadaka Allâh-ul Azim” demek
Tüm dünyadaki Müslümanların bildiği gibi Kur'an okumanın ardından“Sadaka Allâh-ul Azim” demek caizdir.
Bunda Allâh'a bir övgü vardır. قُلْ صَدَقَ الله ُ
”De ki Allâh doğruyu söylemiştir.” Ali İmran.
وَمَنْ أَصْدَق ُ مِنَ اللهِ قَوْلاً
“Allâh'tan başka doğruyu söyleyen kim vardır?” En-Nisâ’ / 122.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi: “Kur'an okumanın ardında ''Sadaka Allâh-ul Azim'' demek delalettir. Caiz değildir.
Fetva ve bilimsel araştırmalar başkanlığın yayınladığı (İslami araştırmalar dergisi) Riyad, sayı 45 – yıl1416 H ve Muhammed Zeyno'ya ait (Tevcihat İslamiyye) adlı kitabı. Sayfa81.
39-Muhammed Bin Abdulvahhab
(Vahhabi Hareketinin kurucusu)
O, Kur'an ve sünnetten sapmış bir insandır.
Babası, kardeşi Süleyman, zamanın şeyhleri ve onlardan sonra gelenler ondan uyardılar. Essuhubu-l Vabile adlı kitapta olduğu gibi.
Muhammed Bin Abdulvahhab şöyle dedi: ‘’Benim şeyhlerimden hiç kimse ''La İlâha İllâllah''in manasını bilemedi.”
Muhammed Bin Abdulvahhâb'ın Riyad ehline gönderdiği risale, Hüseyin Bin Gannam'a ait (Tarih Necd), (2/137-138)
40-Allah'a “El-Kadim” lafzını isnad demek.
Ümmetin icmaliyle Allah'a ezeli, varlığı başlangıçsız anlamına gelen “El-Kadim” denilebilir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) buyurdu ki: “Yüce Allah’a, Kerim Vechine ve Kadim Sulatanına sığınırım.” İmam Abu Davut rivayet etmiştir.
Vahhabiler Allah'a “El-Kadim” diyen Müslümanları kınayıp bunu hadisten almadıklarını, eski filozoflardan aldıklarını savunuyorlar.
(El Fevakih El İzab) adlı kitaplarına yapılan yorumlar, sayfa 52. Musseset İrrisale- Beyrut.
41-Allâh'ı fiziki inişten tenzih etmek
Allâh-u Teâlâ Yukarıdan aşağıya inmekle vasıf edilemez, çünkü bu mahlukların sıfatlarındandır.
Yüce Allâh Şöyle dedi:
لَيْسَ كَمِثْلِهِ شَىْءٌ
(Onun eşi benzeri yoktur) Eş-Şurâ / 11..
Vahhabiler Allâh'ı beşer sıfatlarıyla vasıf ediyorlar ve şöyle diyorlar: “Allah yukarıdan aşağıya iner.”
İbni Ebi-l İzz'e ait Şerhu-l Akide-t Tahaviyye, sayfa 286, Vahhabilerin dokuzuncu baskı, 1988 yılı.
42-İlkokullarda kadınların çocuklara eğitim vermeleri
Mubah bir şey öğrettiği sürece bunda sakınca yoktur.
Kadın sahabelerin bazı erkeklere eğitim vermeleri, Et-Tabarani ve İbni Asker gibi bazı hadis âlimleri kadınlardan eğitim almaları.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi: “İlkokullarda erkekleri kızlara ve kadınları erkek çocuklara eğitim vermekten men etmek farzdır.”
(Fetavi-l Mer’a) adlı kitap. Sayfa /27. Daru-l Vatan-Riyad
43-Rükudan kalktıktan sonra ellerin mekanı
Rükudan kalktıktan sonra eller indirilir, sağ el solun üzerine konulmaz.
Bunun sünnette sahih bir delili yoktur, yani rükudan sonra ellerin bağlanmasının bir aslı yoktur.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi:” Rükudan kalktıktan sonra sağ elin solun üzerine koymak sünnettendir.”
(Fetavi-l Mer’a) adlı kitap. Sayfa /58. Daru-l Vatan-Riyad
44-Evlilik
Müslüman kadının Müslüman erkekle evlenmesi caizdir.
Cemaatle namaz kılmayan kâfir değil, Müslüman’dır onun için evlendirilmesi caizdir.
Vahhabilerin lideri şöyle dedi: “Cemaatle namaz kılmayı bırakan kimseye kız verilmez.”
(Fetavi-l Mer’a) adlı kitap. Sayfa /103. Daru-l Vatan-Riyad
45-Adet dönemindeki kadını boşamak
Bir erkek, adet dönemindeki eşini boşarsa bu dönemdeki boşamanın haram olmasıyla birlikte boşanma geçerli olur.
Müslüman âlimleri, Hz. Ömer adet dönemindeki eşini boşadığında Peygamber efendimiz(sallallâh-u aleyhi ve sellem)'e sorduğunda boşanmanın geçerli olduğunu söylediğinden yola çıkarak icma ettiler. İmam Müslim
Vahhabilerin liderlerinden biri Useymin şöyle dedi: “Adet dönemindeki boşanma geçerli olmaz.”
(Fetavi-l Mer'a) adlı kitap. Sayfa /137. Daru-l Vatan-Riyad
46-Kadının araba sürmesi
Şeriat sınırları içinde olduğu sürece caizdir.
Müçtehitlerden bunu haram kılan kimse yoktur. Haram kılmak teşri’dir. Teşri ise ya küfür yada büyük günahtır.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi:” Kadının araba sürmesi caiz değildir.”
(Fetavi-l Mer’a) adlı kitap. Sayfa /192. Daru-l Vatan-Riyad
47-Kadının sesi
Kadının sesi avret değildir.
Sahabiler Hz. Ayşe 'ye hüküm ve hadisleri sözlü olarak sorarlardı.
Vahhabilerin liderlerinden biri olan İbni Cebrin şöyle dedi: “Yabancı erkeklere karşı kadının sesi avrettir.”
(Fetavi-l Mer’a) adlı kitap. Sayfa /211. Daru-l Vatan-Riyad
48-Peygamberlerile istigase
(Yardım istemek)
Peygamberlerle veya velilerle istigase şirk değildir.
Hz. Ömer Bin Al Hattab zamanında kuraklık olduğunda bir adam Peygamber efendimizin (sallallâh-u aleyhi ve sellem) kabrine gider ve der ki: “Ey Allâh'ın Resulü ümmetin için yağmur iste”. Bu olayı Hz. Ömer ve diğer sahabeler duyar ve onu inkâr etmediler. Bayhaki rivayet etmiştir.
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi: “Peygamberlerle veya velilerle istigase şirktir.”
(Al Akide Essahiha Ve Ma Yudaddaha) adlı kitabı. Sayfa22.
Daru-l Vatan-Riyad.
49-Allâh'ı haddan (sınır, ölçü ) tenzih etmek
Allâh-u Teâlâ’ nın ölçüsü, hacmi veya miktarı olması imkansız, çünkü bunlar mahlukların sıfatlarından, bunlara sahip olan mahluktur.
İmam Abu Cafer Ettahavi şöyle dedi: (Allâh-u Teâlâ sınırdan münezzehtir). Zeynul Abidin şöyle dedi: “Senin sınırın yok ki sınırlı olasın. “(ithafussade 380/4)
Vahhabilerin lideri İbni Baz Allâh adına yalan söyleyerek şöyle dedi: “Allâh ancak kendisinin bildiği haddı (sınırı) vardır.”
İbni Baz'in (El Akide Ettahaviyye)ye yaptığı yorumda vardır, ayfa 12. Riyad baskısı.
50-Mescidi Haram ve Medine Münevvere’nin minareleri
Minare inşa etmek caizdir, inşaatı selefin dönemindeydi.
Yüzyıllardır hoş görülmesi icma delili olup günümüzde hala her iki mescitte görülmektedir.
Vahhabilerin hocalarından biri olan Zeyno şöyle dedi: “Mescitlerin münkerleri (kabul edilmeyenleri) minarelerin çokluğudur”
(Tevcihat İslamiyye) adlı kitabında bunu söylemiştir, sayfa 123. İslami işler bakanlığı baskısı- Riyad.
51-Vefatı ilan etmek
Müslüman kimsenin ölümünü ilan etmek caizdir.
Minhaç'ta Nevevi'nin yaptığı gibi âlimler de bunda sakınca görmemişler ve bu duyuru cahiliye dönemindeki duyuruya benzemez.
Vahhabilerin hocalarından biri olan Zeyno şöyle dedi: “İnsanın ölümünü yazılı duyurularla ilan etmek şer’an yasak bidatlerden ve gayri Müslimlere benzemektedir.”
(Tevcihat İslamiyye) adlı kitabı, sayfa 136. İslami işler bakanlığı baskısı- Riyad.
52-Ölüye Ku’ran okumak
Müslüman’ın kabrin başında Kur’an okumakcaizdir.
Hazreti Abdullâh bin Ömer ölüyü defnettikten sonra el-Bakarah suresinin başı ve sonunu okurdu. İmam Beyhaki rivayet etmiştir.
Vahhabiler şöyle diyor: “Bu haramdır, onu yapan kıyamet günü azap görecektir.”
(Tevcihat İslamiyye) adlı kitapları, sayfa 137. İslami işler bakanlığı baskısı- Riyad.
53-Kadir gecesini kutlamak
Kadir gecesini kutlamak caizdir.
Aşağıdaki Ayetin genel anlamıyla : “Hayır işleyiniz, umulur ki kurtuluşa eresiniz. (Hacc / 77) Ve İmam Müslim’in rivayet ettiği hadise göre: Kim İslam da iyi bir şey ihdas ederse (sonradan getirirse) onun ecrini alır.
Vahhabiler, Kadir gecesini kutlamak haram kılıyorlar.
(Fetavi Muhimme Li Umumu-l Ümme) adlı kitapları, sayfa 50. Darul Asime-Riyad.
54-Muska takmak
Boyna Kur’an'dan veya Peygamber sallallâh-u alayhi ve selemden bilinen dualardan muska takmak caizdir.
Sahabe Abdullâh Bin Ömer '' Gazap, ceza ve kullarının şerrinden, şeytanların vesveselerinden ve hazır bulunmalarından Allâh’ın ayetlerine sığınırım '' yazar ve buluğa erişmemiş çocuklarının boyunlarına asardı. İmam Tirmizi .
Vahhabilerin lideri İbni Baz şöyle dedi: “Kur'an ayetlerinden veya dualardan boyna asmak haramdır.”
(Fetavi Muhimme) adlı kitap, sayfa 110-111. Darul Asime-Riyad.
55-Hayırlı sabahlar, günaydın, hayırlı akşamlar, iyi akşamlar demek
Caizdir.
Müçtehitlerden kimse bunu haram kılmamıştır, ayrıca bunun Yahudi adetlerine benzediği ispat edilmemiştir, bazı Araplar birbirlerine hayırlı sabahlar dileyerek selamlaşırlardı.
Vahhabiler diyorlar ki: “Bu kelimeleri söylemek hatadır çünkü bunda Yahudilere benzeme vardır.”
Muhammed Zeyno'ya ait (Ahta Şaiye) adlı kitap, sayfa 67. Darul Samii- Riyad.
56-“Bismillâhirrahmânirrahim” demek
Bir Müslümanın yemeğe başladığında: “Bismillâhirrahmânirrahim” demesi caizdir.
Peygamber'den bunu haram kılan her hangi şey geçmemiştir.
Vahhabiler diyorlar ki:” Hepsini söylemek hata ve kınanmış bid'attır.”
Muhammed Zeyno'ya ait (Ahta Şaiye) adlı kitap, sayfa 68. Darul Samii- Riyad.
57-Ramadan takviminde imsakin zikri
Şer'i vakitlere uyduğundan caiz olup insanlara sabaha hazırlanmaları ve vaktinin yaklaştığı hatırlatmaktır.
Bunu men eden nass ne Allâh'ın kitabında ne de sünnette geçmiştir.
Vahhabiler şöyle dedi: “İmsakin Sabah namazından 10 veya 15 dakika önce olacak şekilde belirlemek batıl ve bid'attır. “
Useymin'e ait (Alfaz Ve Mafahim) adlı kitap, sayfa 67. Daru-l Vatan- Riyad.
58-Allâh’u Teâlâ, lisanı( dili) olmadan tekellüm eder
Allâh-u Teâlâ ağzı, dudakları ve dili olmadan tekellüm eder, çünkü bunlar beşerin sıfatlarından ve O mahlukların sıfatlarıyla Allah’ı vasfetmek imkansız.
“Onun eşi benzeri yoktur” Eş-Şurâ / 11. Ve Selef âlimlerinden olan İmam Tahavi Yüce Allâh’ı kastederek şöyle dedi: “Allâh sınır, gaye, organ, uzu ve aletlerden münezzehtir.”
Vahhabilerin liderlerinden bir olan Useymin şöyle dedi: “Bizim Allâh'ın dili olup olmadığını tespiti veya nefi etmemiz caiz değildir çünkü biz onu bilmiyoruz.”
(Ellikau-ş Şehri) adlı kitabı. No.3, sayfa 47. Darul Vatan- Riyad.
59-İslami kasideler söylerken defin kullanılması
İslami kasideler söylerken defin kullanılması ve dinlenmesi caizdir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) Def çalıp kaside söyleyen bayanların yanından geçerken şöyle söylediklerini işitince: “Muhammed ne güzel bir komşudur” sözlerine: “Allâh bilir ki sizi seviyorum.”demiştir. İbni Maceh rivayet etmiştir.
Muhammed Useymin şöyle dedi: “Def kullanılan kasideleri dinlemek caiz değildir.”
(Ellikau-ş Şehri) adlı kitabı No.11, sayfa 32-33. Darul Vatan- Riyad.
60-Müteşabih’in Tevili(yorumyapmak)
Müteşabih Âyet ve Hadisleri, Kur’an-a aykırı olmayıp Arap diline uygun olursa tevil etmek caizdir.
Peygamber efendimiz sallallâh-u alayhi ve sellem İbni Abbas’a dua ederek : “Ey Allah’ım! Ona hikmeti ve Kur’an tevilini öğret.” Dedi. İbni macah, bunu bazı selef uygulamıştır.
Vahhabiler ise Sünnet Ehlini Muattile vasfıyla nitelendiriyor, çünkü Müteşabihleri tevil etmişlerdir.
Useymin'e ait (El Kavaidu-l Müsle) adlı kitap, sayfa: 45 Riyad.
61-Kadının giydiği uzun kıyafet (Aba) giymesi
Kadının tesettür için aba giymesi haram kılınmamıştır.
Müçtehit âlimlerden haram kılan kimse yoktur, varsa göstersinler.
İbni Cebrin El Vahhabi şöyle dedi: “Kadının onu giymesi haramdır çünkü başı, boynu ve omuzların genişliğini gösterir.”
(Fetavi Ve tevcihat Lil Mar’a) adlı kitapçık, sayfa 4, Riyad baskısı.
62-Bayram gününde hayatta olan ve olmayan akrabaların ziyareti
Ramadan ve kurban bayramlarında akrabaları ziyaret etmek sılayı rahimden olup Müslümanın kalbine mutluluğu getirir.
Peygamber efendimiz(sallallâh-u aleyhi ve sellem) Hz. Ebu Hüreyreye şöyle dedi: “Selamı yay, yemek yedir, akrabaları ziyaret et, İnsanlar uyuyorken geceyi ihya et, Cennete selametle girersin.” İbni Hibban rivayet etmiştir.
Vahhabiler diyorlar ki: “Normal günlerde birbirlerini ziyaret edemeyenlere bayram günlerini birbirlerini ziyaret etmeleri için tahsis etmek bidattir. ayrıca ölüleri ziyaret etmek delalet ve bidattir. yani şer'en yasaktır.”
(Fetavi-l Albani) adlı kitap, sayfa 63. Darul Cil- Beyrut.
63-Mısır ehli
Mısır ehli İmam Bedevi'ye tapmazlar ancak Müslümanlar onun kabrini Allâh'tan bereket vermesi için ziyaret etmektedirler.
Alimler şöyle dedi: “Müslümanlar teberrük için Peygamber veya evliyanın kabirlerini ziyaret edebilirler.”
Vahhabiler şöyle dedi: “Mısır ehlinin en büyük tanrıları Ahmed El Bedevi”
İbni Baz'in (Fethu-l Mecit) adlı kitaba yaptığı yorum, sayfa 216.
Dar Uli-n Nehi
64-Şam ehli
Şam ehli İmam İbni Arabi'ye tapmazlar ancak Müslümanlar onun kabrini Allah'tan bereket vermesi için ziyaret etmektedirler
Âlimler şöyle dedi: “Müslümanlar teberrük için Peygamber veya evliyanın kabirlerini ziyaret edebilirler.”
Vahhabiler şöyle dedi: “Şam ehli İbni Arabi’ye tapıyorlar.”
Bir önceki merci, sayfa217.
65-Hicaz ve Yemen ehli
Hicaz ve Yemen'deki Müslümanlar Allâh'tan başkasına tapmazlar.
Âlimler şöyle dedi: “Müslümanlar teberrük için Peygamber veya evliyanın kabirlerini ziyaret edebilirler.”
Vahhabiler şöyle dedi: “Hicaz ve Yemen ehlinin arasında put, ağaç, taş ve kabirlere tapmak aralarında yayılmıştır.”
Bir önceki merci, sayfa 217.
66-Cenazenin ardında kelimeyi tevhidin söylenmesi için teşvik etmek
Caizdir çünkü Allâh'ın zikrini hatırlatır ve ölü Müslüman hakkında gıybet etmekten uzaklaştırır.
Şer'an bunu haram kılan bir şey geçmemiştir.
Vahhabiler şöyle dedi: “Allâh'ı tevhid edin” demek caiz değil çünkü o şeriata aykırıdır.”
Ali Abdulhamid'e ait (Elmavt İzâtahu Ve Ahkamuhu) adlı kitap, sayfa 29. El Mektebe El İslamiyye. Ürdün
67-Cenazeyi araba ile taşımak
Haram değil, caizdir.
Hükümlerde asıl olan şey nass olmadıkça mubah olmasıdır. Ayrıca bu konuda nass ve kâfirlerin âdeti olduğuna ilişkin sabit bir delil bulunmamaktadır.
Sünnet ise cenazeyi taşımak ve onu yürüyerek götürmektir.
Vahhabiler şöyle dediler:
“Cenazeyi araba ile taşımak, araba ile peşinden gitmek caiz değildir. Çünkü kâfirlere has adetlerdendir.”
Bir önceki merci, sayfa30 ve 43.
68-Arapça dışında başka dille konuşmak
İngilizce, Fransızca veya başka dillerle konuşulabilir.
Bunu haram kılan nass geçmemiştir.
İbni Fevzan şöyle dedi: “Kâfirlerin diliyle konuşmak gibi onlara benzemek haramdır.”
(El Vela Ve El Bera) adlı kitabı, sayfa 7. Alvatan- Riyad.
69-Tespih
Bir Müslüman Allâh'ı zikir etmek için tesbih kullanması caizdir.
Peygamber efendimiz (sallallâh-u aleyhi ve sellem) taşları kullanarak tesbih çeken bir sahabe kadın görür ve yaptığını inkâr etmedi. Tirmizi,İbnu Hibben ve Et-Tabarani rivayet etmiştir.
Vahhabiler diyor ki, “Tebbih kullanımı caiz olmayan kınanmış bir bid'at ve onu göstermeyi yasaklıyorlar.”
Abdullâh Bin Muhammed Bin Abdulvahhâb'a ait (El Hediyye-s Sünniye) adlı kitapları, sayfa 47. Matbatu-l Manar- Mısır.
Vehhâbilik Nedir?
On sekizinci asrın ortalarında Arabistan Yarımadasında Necid bölgesinde Mehmed bin Abdülvehhab tarafından kurulan dînî ve siyâsî bir yol, fırka. Mehmed bin Abdülvehhab 1699 (H.1111)da Necd’de, Hureymile kasabasında dünyâya geldi. 1791 (H.1206)de öldü. Önceleri seyâhat ve ticâret için Basra, Bağdat, İran, Hind ve Şam taraflarına gitti. İbn-i Teymiyye’nin kitaplarını okuyarak onun sapık fikirlerinin savunucusu ve yayıcısı oldu (Bkz. İbn-i Teymiyye). Yazdığı kitaplarıyla ve bozuk düşünceleriyle köylüler ve Der’iyye ahâlisini ve bunların reislerini aldatıp, saptırdı. Vehhâbilik ismini verdiği fikirlerini kabul edenlere “Vehhâbi” ve “Necdî” denir. Vehhâbilik daha sonraları dînî ve siyâsî görüş olarak Arabistan Yarımadasına hâkim oldu.
Düşüncelerinin temeli, üç meseledir:
1. Amel, ibâdet, îmânın parçasıdır. Bir farzı yapmayan meselâ farz olduğuna inandığı halde bir namazı kılmayan dinden çıkar. Bunu öldürmeli, mallarını Vehhâbilere taksim etmeli, diyorlar!
2. Peygamberlerin (aleyhimüsselâm) ve evliyânın ruhlarından şefâat isteyen, bunların mezarlarını ziyâret edip, bunları vesile ederek duâ eden İslâmiyetten ayrılır, diyorlar!
3. Yine bunlara göre; mezarlar üzerine türbe yapmak ve türbelerde namaz kılmak ve orada hizmet ve ibâdet edenlere kandil yakmak ve ölülerin rûhuna sadaka adanması uygun değildir diyorlar!
Böyle bozuk fikirlere ilk önce babası Abdülvehhab karşı çıkmış, oğlunun peşinden gidilmemesini tavsiye etmiştir. Kardeşi Süleyman bin Abdülvehhab da Savaik-ı İlâhiye fî Redd-i Alel Vehhâbiyye isimli kitabında vesikalarla kardeşinin yanlış yolda olduğunu ispat etmiştir. Ayrıca Mekke müftisi Ahmed ibni Zeyni Dahlan (öl. 1772) tarafından Hülâsat-ül-Kelâm, Ed-Dürer-üs-Seniyye, Fitnet-ül-Vehhâbiyye adlı ve daha pekçok kitap yazılmıştır. Vehhâbilik hakkında, birçok Türkçe kitap da neşredilmiştir.
VEHHABİLİK VE VEHHABİLİĞE BAKIŞ AÇISI
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ahiret yurduna göç etmesinden sonra bir takım ihtilaflar zuhur etmiştir. Bu itilaflar ilk iki halife dönemlerinde yok denebilecek seviyede az iken, Hz. Osman’ın hilafetinin son altı yıllık döneminde artmaya başlamış, Hz. Ali döneminde iyice fazlalaşmıştır. Bunun ardında yatan pek çok neden bulunmaktadır. Bu yazımızda bunlardan söz edecek değiliz. Ancak Hz. Ali’nin zamanında zuhur eden ve ileride işi iyice olumsuz olarak ileri götüren Haricilik cereyanı ve düşüncesi, aradan uzun zaman geçtikten sonra farklı isimler altında tekrar canlandığı söylenilebilir. Kaldı ki, pek çok İslam mezhebi bir müddet yaşayıp kaybolduktan sonra, ileride ya farklı isimler altında ya da en kötü ihtimalle şahıslar bazında fikirlerini bir şekilde devam ettirmiştir. Haricilik düşüncesi de böyledir ve Vehhabilik genel görünüm olarak Hariciliğin bir yansıması olarak değerlendirilmektedir. Mezhep çalışmalarında önemli olan mezhebin görüşlerini artısı ve eksisi ile yansıtmaktır. Ne taraf olup sadece iyi taraflarını ne de muhalif olup tamamen olumsuz taraflarını aktarmaktır. Vehhabilik ile ilgili bu yazıda da yapılan budur.
İki asır kadar önce Arap Yarımadası’nda Necd dolaylarında Muhammed b. Abdilvehhâb (1115-1206) tarafından kurulan Vehhâbîlik, bugün Suûdi Arabistan’ın resmî mezhebi durumundadır. Mısır, Hindistan, Afrika ve diğer bazı İslâm ülkelerinde taraftarları vardır.
Pek çok İslam mezhebinde olduğu gibi, “Vehhâbî” ismi de kurucusunun hayatında muhalifleri tarafından verilmiştir. Bugün bu isimle anılmaktadırlar. Vehhâbîliğe, Türk tarihinde “Hâricîlik” hareketi olarak bakılmış ve o şekilde isimlendirilmiştir1. Zira, davranışlarındaki sertlik, gösterdikleri taassub ve kendî inanışlarında olmayanları küfürle suçlamak bakımlarından Vehhâbîlik ile Hâricilik arasında benzerlik bulmak, tabiî karşılanmaktadır.
Bununla birlikte Vehhâbîler, kendilerine “Muvahhidûn” derler ve kendilerini İbn Teymiye’nin açıkladığı şekilde Ahmed b. Hanbel’in mezhebini devam ettiren Sünnîler olarak görürler. Nitekim onlar, “Biz, îtikâdda Selef, amelde de Hanbelî mezhebindeniz. Esasen Ahmed b. Hanbel, îtikâd hususunda Selef mezhebinin nascı (eseriyye) kolunu temsil eder. Onun ameldeki yolu da budur. Binaenaleyh biz, amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz; Vehhâbî diye bir şey yoktur. Muhammed b. Abdilvehhâb, ilmen ve fiilen bu mezhebi yenileyen bir Şeyhülislâm olmaktan başka bir şey değildir” derler. Ancak bunların amelde ve îtikâdda yeni birtakım esaslar kabul ettiklerini, taassuptan kan dökecek derecede ifrata vardıklarını, fikir ve vicdan hürriyeti tanımadıklarını, birçok konuda Ahmed b. Hanbel ve İbn Teymiye'den ayrıldıklarını ileri sürenler de vardır. Bu bakımdan Vehhâbîliği müstakil olarak ele alınmak durumundadır.
Neşet Çağatay, Vehhâbilerin akıl, nakil ve amel konularında kendilerine örnek aldıklarını söyledikleri Selefiyye’nin, Ahmed b. Hanbel’in ve İbn Teymiyye’nin görüşlerini karşılaştırarak sonuçta Vehhâbiliğin ayrı bir mezhep sayılması gerektiğini söyler. Çağatay, Vehhâbilerin temel prensiplerini sayıp açıkladıktan sonra, bunların dışında bazı ferî meselelerde de Ehl-i Sünnet’ten ayrıldıklarını dile getirir bunlar şunlardır: 1- Namazın cemaatla kılınması farzdır ve her müslüman beş vakit namazda camiye gelmek zorundadır. 2- Müslümanlığı ameli tevhid inancına göre yerine getirmeyenlere harp ilan edilir ve bu gibilerin kestikleri kurbanlar yenmez. 3- Zekat vergidir. Hükümetin vergi almadığı kazançlardan da zekat alınmalıdır. 4- Sigara ve nargile içenlere, içki içenlere olduğu gibi kırk değnek vurulur (Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 264).
Tarihçe:
Mezhebin kurucusu Muhammed İbn Abdilvehhâb, 1115/1703 tarihinde bugünkü Riyad şehrine yakın bir köy olan Uyeyne'de doğmuştur”. İlk tahsilini, Uyeyne kadısı olan babasının yanında tamamlayan İbn Abdilvehhab, daha sonra Mekke ve Medine'de okumuştur. Burada İbn Teymiye’nin fikirleri ile temasa gelmiş; oradan Basra’ya gitmiştir. Orada tevhîd konusunda tartışmalarda bulunmuş ve dinin, doğrudan Kur’ân ve Sünnet'ten öğrenilmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Daha sonra 1139/1726 yılında Riyad’ın kuzeyindeki Hureymila kasabasına gelmiştir. 1153/1740 yılında, babasının ölümü üzerine, orada “el-Emru bî'1-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Munker” (iyiliği emir ve kötülüğü yasaklama) prensibini ilân ederek bu fikri Necd bölgesine yayma faaliyetine girmiştir. Hureymila'dan tekrar Uyeyne’ye göçmüş; ve oranın emiri Osman b. Hamd b. Muammer ile dostluk kurmuştur. Hatta onu kendi görüşüne davet ederek, ihlâsla Allah’ın dinine yardım ettiği takdirde Allah’ın onu Necd bölgesinin hâkimi kılacağını söylemiştir. Daha sonra Emîr Osman’a Der’iyye ile Uyeyne arasında küçük bir köy olan el-Cebîle'de bulunan Zeyd b. el-Hattâb (12/634)’ın mezarını, Allah ve Resûlü’nün emirleri dışında türbe haline sokulduğu ve insanlar tarafından ziyaret edildiği; dolayısıyla türbelerin insanların dinden çıkmalarına sebep olduğu için yıkmayı teklif eder ve bu teklifi kabul edilerek oradaki mezar yıkılır ve hatta ağaçlar bile yok edilir11. Böylece İbn Abdilvehhab Uyeyne’nin önemli bir ismi haline gelir.
Ancak onun fikirlerim zorla kabule mecbur etmesi, halkı korku ve endişeye sevk eder ve Necd’in kuvvetli kabilelerinden biri olan Hâlid oğullarının reisi Süleyman b. Urey’ir’e müracaatla, duruma çare bulmasını isterler. O da Uyeyne emirinden onu öldürmesini veya sürmesini ister. Bunun üzerine İbn Abdilvehhab, Riyad’a çok yakın bir yer olan Der’iyye’ye gelir. Orada emir Muhammed b. Suûd'la anlaşır ve böylece Vehhâbî devletinin temelleri atılmış olur (1157/1744). Bu birleşme ile Muhammed b. Abdilvehhab fikirlerini müdafaa ve yaymak için sağlam bir maddî güç ve destek, Muhammed b. Suûd da bu fikirlerin doğuracağı imkânla kendi nüfuz bölgesini genişletmek ve hâkimiyetini arttırarak Arap Yarımadası’na sahip olmak için iyi bir fırsat elde etmiş olur.
İbn Abdilvehhab, Der’iyye'de “Kitâbu't-Tevhîd” adlı kitabındaki görüşleri yaymaya, insanları şirk ve bid’atlerden kurtularak dine girmeye davete başladı. Kendilerine uymayanları, yani ona göre hak dine girmeyenleri kılıçla yola getirmenin gereği üzerinde durdu. O, insanların dalalete düştüklerini, mezar ve türbe ziyaretleri, tarikatlara girme ve benzeri işler yüzünden tevhidin bozulduğunu; dolayısıyla onların şirke batmış müşrikler olduğunu ileri sürerek, kan ve malların kendine inanan muvahhidlere helal olduğunu ilan etti.
Bütün bu tedbirler zaten bu nevi işlere müsait olan Necd bölgesi halkına pek cazip gelmişti. Nitekim Necd bölgesi, Hz. Peygamber (s.a.s) devrinde Müslüman olmakla birlikte, çok önceleri Yemen ve Aden, İran ve Hind, Irak ve Şam’ın tesiri altında çeşitli akidelere sahne olmuştu. Hz. Peygamber (s.a.s)'den sonra Müseylemetü'l-Kezzâb, Secâh, Tuleyha ve Esvedu'1-Ansî gibi yalancı peygamberler yine bu bölgede çıkmıştı. Sonraki dönemlerde muhalif isyancı gruplar burada görülmüştü. Kısaca isyankâr ruhlu ve yağmacılığa mütemayil idiler ve cehalet yaygın idi. İşte bu anlayıştaki bölge halkına, İbn Abdilvehhâb’ın ganimet vaadeden fikirleri câzib gelmişti. Öyle ya, bir müddet evvel, saldırganlık ve yağmacılıkla elde edilen ganimet, bu defa İbn Abdilvehhâb’ın “Tevhîd dinini” yaymak için cihâd adına kudsiyet kazanıyor ve meşrûlaşıyordu. Böylece bu yeni görüşleri kabul etmeyenler kılıçtan geçiriliyor ve malları, beşte bir ganimet hukukuna göre devlete ayrıldıktan sonra, kalanı savaşanlar arasında taksim ediliyordu. Bize göre bu husus, İbn Abdilvehhâb’ın görüşlerinin çölde revaç bulup taraftar kazanmasının önemli sebeplerinden biri oldu.
Konuyla ilgili işin şu yönüne de dikkat etmek gerekiyor: Vehhâbi meselesinin kökü derindir. Sahabe dönemine kadar gider. Hazret-i Ali (r.a.), Vehhâbilerin ecdâdından ve çoğunluğu Necid halkından olan Hâricîlerle savaşmıştı. Nehrivan'da onlardan pek çoğunu öldürmüştü. Bu durum onları derinden derine yaralamış ve Hz. Ali'nin faziletlerini inkarla ona düşman olmuşlardı. Hazret-i Ali (r.a.) “Şâh-ı Velâyet - Velilerin şahı” ünvânını kazandığı ve tarikatların çoğunluğu ona bağlanması cihetinden, tarihte Hâricîler ve şimdi ise Hâricîlerin bayraktarı olan Vehhâbiler, ileride söz edileceği gibi velâyeti inkar etmişlerdi.
Müseylime-i Kezzâb’ın fitnesiyle irtidâda yüz tutan Necid yöresi, Hazret-i Ebû Bekir'in (r.a.) hilâfetinde, Hâlid İbni Velid'in kılıncıyla darmadağan edildi. Bu yüzden Necid ahalisi Hulefa-i Raşidîn'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaat’e gücenmişlerdi. Hâlis Müslüman oldukları halde, yine eskiden ecdatlarının yedikleri darbeyi unutmuyorlardı. İran’daki eski devlet Hazret-i Ömer'in (r.a.) darbesiyle yıkıldığı ve milletlerinin gururu kırıldığı için Şiîler Âl-i Beyt sevgisi perdesi altında Hazret-i Ömer'e ve Hazret-i Ebû Bekir'e ve dolayısıyla Ehl-i Sünnet ve Cemaate sürekli intikam niyetiyle saldırmışlardır.
İbn Abdilvehhâb 1206/1792 yılında öldüğü zaman, bu hareketin Muhammed İbn Suûd tarafından zaten başlatılmış bulunan siyâsî cephesi, daha bir ağırlık kazanır. Daha İbn Suûd zamanında başlayan toprak kazanma faaliyetleri, onun ölümünden sonra (1179/1766), oğlu Abdülaziz zamanında da sürdürülür. Bu kadar süratle toprak kazanıp Necd'e hâkim olmalarında, şüphesiz Osmanlı hükümet merkezinden uzakta oluşları ve en önemlisi Osmanlı Devleti’nin Rus ve İran savaşları ile uğraşma mecburiyeti iyi bir fırsattı. Osmanlı Devleti’nin bu zayıf hâlinden istifade ile cür’etlerini alabildiğine artıran Vehhâbîler, Basra Körfezi civarında hâkimiyet kurdukları gibi, Necef’te Şiîlerle geçen bir tartışma sonucu bazı Vehhâbîlerin öldürülmesini bahane eden Abdülaziz b. Suûd, 10 Muharrem 1802'de Kerbelâ törenlerine katılan binlerce insanı kılıçtan geçirtir ve Hz. Hüseyin’in türbesi yağmalanır.
Taif Vehhâbîlerce işgal edilir (18 Şubat 1803). Cevdet Paşa, Vehhâbîlerin Taif’e girince yaptıklarını şu sözleriyle dile getirir:
“Vehhâbîler Taif’te buldukları eşyayı ordularına naklederek dağlar gibi yığdılar. Yalnız kitaplara itibar etmeyerek sokaklara attılar. Binaenaleyh Buhârî ve Müslim’in Sahîheyn’i ve hadis kitapları, dört mezhep üzere yazılmış fıkıh kitapları, edebiyat, fünûn ve sâireden binlerce kitap, ayaklar altında sürünür oldu. İçlerinde Mushaflar dahi bulunurdu... Uzun müddet bunca kitap ve muteber eser böyle ayaklar altında kaldı. Malların beşte birini emirleri, geri kalan kısmını da o vahşiler aralarında taksim ettiler” (Târih-i Cevdet, VII, 206 (VII, 262-263).
Tâif, Mekke ve Medine’yi 1803-1806 yılları arasında ele geçiren İbn Suûd, bu illerin halkına, “...Sizin dininiz bugün kemâl derecesine erişti, İslâm’ın nimetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden râzı ve hoşnud kıldınız. Artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyil ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden korkun ve kaçının. Ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hz. Peygamber’in mezarı karşısında, önceleri olduğu gibi durarak, tazim için salât-u selâm getirmek, mezhebimizce gayr-i meşrudur... Onun için oradan geçenler okumadan geçip gitmeli ve sadece “es-Selâmu âlâ Muhammed” diye selâm vermelidir...” (Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 175), gibi gerçekten çılgınca ve fevkalâde cür’etkâr şekilde hitap ermekten çekinmez.
İbn Suud, yukarıdaki ifadelerinin yanında Medine halkına şu uyarılarda da bulunmuştur:
1- Allah’a Vehhâbilerin inançları ve kaideleri üzere itaat ve ibadet etmek.
2- Hz. Muhammed’e Vehhâbi imamının tayin ve tavsiye ettiği şekilde riayet etmek.
3- Medine içinde ve civarında mevcut türbe ve yapılı mezarları yıkıp, balık sırtı toprak yığılmış hale getirmek.
4- Muhammed b. Abdilvehhâb’ı Allah’tan ilham alarak mezhep kuran din müceddidi olarak tanımak.
5- Vehhâbi mezhebini kabul etmek istemeyenleri, öldürmek dahil, şiddetli takibata uğratmak.
6- Vehhâbilere kale muhafızlığı verilmesini kabul etmek.
7- Dinî ve siyasî her türlü emir ve yasaklara uymak.
(Eyub Sabri, Târîh-i Vehhâbiyân, s. 135-136; Neşet Çağatay, “Vehhâbilîk”, İ.A., XIII, 266; Ecer, Târihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, s. 141.)
Artık Vehhâbî devleti, 1811 yılında kuzeyde Haleb'den Hind Okyanusu’na, Basra Körfezi ve Irak sınırından doğuda Kızıl Deniz'e kadar yayılmış bulunuyordu.
Vehhâbîliğin, nihayet esaslı bir dert olmaya başladığını farkeden Osmanlı Devleti ve onun başındaki hükümdarı İkinci Mahmud (1808-1839), işin hallini Mısır valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa’ya havale eder. Paşa oğlu Tosun emrindeki bir orduyla 1812-1813 yılları arsında Medine, Mekke ve Tâif’i Vehhâbîler’den kurtarır. Daha sonra bizzat kendisi, Abdülaziz b. Suûd’un üstüne yürür. İbn Suûd direnirse de 1814'de ani ölümü üzerine Vehhâbîler hezimete uğrar ve nihayet Kavalalı’nın kumandanı İbrahim Paşa, 1818'de Abdülaziz’in yerine geçen oğlu Abdullah ile çocuklarını esir ederek İstanbul’a gönderir ve 17.12.1819'da asılırlar. Böylece Vehhâbîliğin ilk dönemi kapanır.
Ancak Suûd hanedanından savaştan kaçıp kurtulmayı başaran Türkî b. Abdillah, Necd bölgesinde yeniden faaliyete girişir ve Riyad’ı başşehir yaparak 1821'den 1891'e kadar sürecek ikinci Vehhâbî devletini kurmayı başarır. Daha sonraları birtakım hanedan tartışması olursa da, Suûd hanedanından Abdülaziz b. Suûd, 1901’de Vehhâbî devletini ihya eder. Ayrıca Hindistan-İngiliz hükümetinin sağlam desteğini de sağlayan Abdülaziz b. Suûd, İngilizlerce, 26 Aralık 1916 tarihli anlaşma ile Necd, Hasa, Katif, Cubeyl ve kendisine bağlı bölgelerin mutlak hükümdarı olarak tanınır. Bu anlaşmaya göre İbn Suûd'un söz konusu yerlerdeki mutlak hükümranlığı kabul edilmekte ve bunların, kendisinden sonra mîras yoluyla oğul ve haleflerine ait olacağı ve hükümdarın hayatta iken seçeceği veliahdın, her hususta İngiliz Hükümetinin aleyhtarı olamayacağı, İngiliz Hükümetinin öğütlerine uyacağı ve daha birtakım hususlar tespit edilmiş bulunmaktadır. (Anlaşma için bkz. Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, Ankara 1957, III, 120-121.)
İngilizlerin de araya girmesi ve Birinci Cihan Harbi’nin hezimetle neticelenmesi üzerine Osmanlı Devleti, 1918 yılı sonlarında Medine'den çekilir. Böylece Vehhâbîler, 1921-1925 yılları arasında Hâil, Tâif, Mekke, Medine ve Cidde’yi ele geçirirler. Abdülaziz b. Suûd, Ocak 1926'da “Necd ve Hicaz Kralı” olarak kabul edilir. 20 Mayıs 1927 tarihinde İngiltere ile yapılan Cidde anlaşması sonunda da tam istiklâlini ilân eder ve böylece, İngilizlerle yapılan ilk anlaşmanın ağır şartlarından kurtulur. 18 Eylül 1932 tarihinde ise, Abdülaziz b. Suûd, unvanını “Arap Suûdiyye Krallığı” şeklinde değiştirir. Abdülaziz b. Suûd, 4 Kasım 1953 tarihindeki ölümüne kadar, Suudi Arabistan Kralı olarak, daha 1912 yılında kurduğu ve hem siyâsî ve askerî teşkilâtının temelini teşkil eden, hem de zayıflamış bulunan Vehhâbi zihniyetini canlandırmayı başarır.
Görüşleri:
1. Tevhîd
Vehhâbîlik inancını tesis eden Muhammed b. Abdilvehhâb’ın görüşlerinin temelini tevhîd anlayışı teşkil eder. Şirk, bid’at, şefaat ve benzeri görüşlerinin hepsi de tevhide dayanmaktadır.
Ehl-i Sünnet kelâmcılarının büyük çoğunluğuna göre “tevhîd”, Allah’ın zâtı, sıfatları ve fiilleri yönünden birlenmesi; O’nun her hususta eşi, benzeri ve ortağının bulunmaması demektir.
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerîm'de şöyle buyurur: “Allah, Kendisine ortak koşmayı ebette bağışlamaz; bundan başkasını dilediğine bağışlar. “ (Nisa: 4/48).
“Muhammed’e, yüzünü doğuya yöneltmiş alarak dîne çevir, sakın puta tapanlardan olma; Allah’tan başkasına fayda da zarar da veremeyecek olan şeylere yalvarma; öyle yaparsan şüphesiz zâlimlerden olursun, denildi, Allah sana bir sıkıntı verirse, onu O’ndan başkası gideremez. Sana bir iyilik dilerse, O’nun nimetini engelleyecek yoktur...” (Yunus: 10/105-107).
Ayrıca Resûlullah (s.a.s.), bir hadîslerinde,
“Lâilâheillallah diyen ve Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri inkâr eden kimsenin malı ve kanı haramdır; onun hesabı da Allah’a aittir” buyurur”.
Bu âyet ve hadîsler, tevhidin, Allah’ın birliğini tanımak, inanmak ve ikrar demek olduğunu göstermektedir. Oysa Muhammed b. Abdilvehhâb, “Lâilâheillallâh"ı yalnızca telâffuz etmeyi kişinin mal ve kanı için yeterli bir koruyucu olarak görmemekte, aksine lâfzı ile birlikte anlamını bilmenin, ikrar etmenin, ortağı bulunmayan tek Allah’a ibâdet etmenin, Allah’tan başka ibâdet olunacak şeyleri tanımadıkça, bu hadîsin insanın malı ve kanı için koruyucu olamayacağını söyler(1). Ona göre tevhîd, kalple, lisanla ve amelle olmalıdır. Bunlardan birisi eksik olursa, insan Müslüman sayılmaz.(2)"
O, bu hususta Câhiliyye devri Arapları’nın davranışlarını misâl gösterir ve “Resûlullah (s.a.s.)’ın kendileriyle savaştığı müşrikler de Allah’ın birliğine inanıyorlardı... Bunlardan bazılarının gece gündüz Allah’a dua ettiklerini ve bazılarının Allah’a yakınlık veya şefaat niyetiyle meleklere, Lât gibi iyi insanlara veya Hz. İsa gibi peygamberlere dua edip onlardan bir şeyler istediklerini” söyler(3). İbn Abdilvehhâb için, Câhiliyye devri Arapları’nın şirki, bugünkülerin şirkinden daha hafiftir. Bu konuda der ki: “İlk müşrikler, yalnız boş ve kaygısız oldukları zaman şirk koşarlar; meleklere, evliyaya ve putlara iltica ederlerdi. Şiddet ve sıkıntı anında ise, yalnız Allah’a ihlâsla yönelirler; içreklerini O’ndan isterlerdi. Allah buyurur:
"Denizde bir sıkıntıya düştüğünüz zaman, Allah’tan başka yalvardıklarınız, kaybolup gider; fakat O, sizi karaya çıkararak kurtarınca yüz çevirirsiniz; Zaten insan pek nankördür.” (İsrâ, 67).
"De ki: Üzerinize Allah’ın azabı gelse veya kıyamet saati size gelip çatsa, Allah’tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru iseniz Bana bildirin. Hayır, sadece Allah’a yalvarırsınız. 0 dilerse, yalvardığınız şeyi giderir; siz de O’na koştuğunuz ortakları unutursunuz.” (En’am, 40-41).
Allah’ın Kur’ân-ı Kerîm'de açıkladığı bu mes'eleyi, yani Resûlullah’ın harp ilân ettiği müşriklerin boş zamanlarında Allah’tan başkasına iltica ettiklerini, şiddet ve sıkıntı anlarında ise efendilerini unutarak yalnız Allah’a yöneldiklerini ve O’na şirk koşmadıklarını anlayan kimse, zamanımızdaki şirkle eskilerin şirki arasındaki farkı da anlamış olur... İlk zaman müşrikleri Allah’la beraber Allah’a itaat eden, O’nun emrine boyun eğen peygamberlere, evliyaya, meleklere ya da taşlara ve ağaçlara iltica ederlerdi. Bunların hiçbirisi Allah’a karşı gelmez. Zamanımız İnsanları ise, Allah’la beraber fâsıkların en şiddetlilerine iltica ederler, onları yüceltirler. Bunlar, haddi aşanlar, zina yapanlar, hırsızlık edenler, namazı kılmayanlar ve benzeri kimselerdir. Salih insana yahut taş ve ağaç gibi Allah’a karşı gelmeyene iltica etmek, fâsıklığı, bozgunculuğu apaçık görülen kimseye iltica etmekten daha hafiftir.(4)”
İbn Abdilvehhâb’a göre tevhîd üçe ayrılır: “İlki Tanrı’nın isim ve sıfatlarında birliktir; diğeri Rabblıkta tevhîd (Tevhîdu'r-Rubûbiyet)'dir ki, Allah’ın her şeyin Rabbi ve mâliki olduğunu bilmek ve ikrar etmekten ibarettir. Diğer üçüncüsü ise, “Tevhîdu'l-Ulûhiyettir.” Muhammed b. Abdüvehhâb’ın anlattığına göre bu çeşit tevhîdden maksat, kulların fiilleri ile Allah’ın birlenmesidir. Bu, kulun açık ve gizli söz ve eylemlerine taallûk eder. Tevhîdu'l-Ulûhiyet, ortağı olmayan Allah’tan başkasına dua ve recada bulunmamak, başkasından medet ummamak, büyük bir melek ve bir Peygamber için bile kurban kesmemektir. Allah’tan başkasından yardım isteyen, Allah’tan başkası için kurban kesen ve nezreden kimse kâfirdir.”
Buna göre Allah’ın emirleri ve Peygamberi’nin Sünnet’i dışında emir ve yasak tanımayarak, Peygamber devrinde olmayan her şeyi (bid’at) ve tevessülü terk ederek Allah’ı birlemeye Tevhid-i Amelî denir. İman ile küfrü ayırt eden amelî tevhîddir. Bu tevhidi yerine getirmeyen, yani Allah’a ortak koşan, tazim ve ibâdeti yalnızca Allah’a tahsis etmeyen, yardım ve mededi Allah’tan istemeyen, O’nun haram kıldığından sakınmayan kimse kâfir ve bu gibilerin malları ve canları helâldir ve “hakiki muvahhidlerin, bu müşriklerin üzerine hücum ile bunları katil ve mallarını yağma etmeleri helâldir.”
Böylece İbn Abdilvehhâb, bu mes'eledeki sert ve katı tutumuyla Haricîleri taklîd etmiş olmaktadır19. Bilindiği gibi Haricîler de, Vehhâbîler gibi, amel’i îmâna dâhil sayarak namaz, oruç, hac ve benzeri emirleri yerine getirmemeyi küfür kabul ederler. 20 Mayıs 1802 (17 Muharrem 1217) tarihli Hatt-ı Hümâyunda özetlendiğine göre Vehhâbîler amelin îmânın bir parçası olduğu hususunda İbn Teymiye’ye uyarlar ve onlara göre farz olanları tembellikle veya inkar için terk eden kimse kâfirdir, mal ve kanları helâldir20. Nitekim Vehhâbîler, amelin îmânın bir parçası olduğuna inandıkları için, farzlardan birini terk eden kimseyi dinden çıkmış olarak görmüşler ve kendilerinden olmayan kendileri gibi davranmayan Müslümanları müşrik saymışlar, dolayısıyla malları ve canlarının kendileri için helâl olduğunu kabul etmişlerdir21.
Ehl-i Sünnet, “tevhîd"i, İbn Abdilvehhâb’ın anladığı şekilde fevkalâde dar kalıplar içinde ele almamış ve onun gibi keyfî yorumlara gitmemiştir. Bu anlayışıyla o, Ehl-i Sünnet'ten uzaklaşmış olmaktadır. O kadar ki, “...amelde ve îtikâdda Hanbeliyiz...” dedikleri halde, Ahmed İbn Hanbel'den de ileri gitmişlerdir. Nitekim Ahmed İbn Hanbel'e göre îmân, hem söz hem de ameldir, îmân iyi amellerle artar, kötü amellerle eksilir. İnsan, kötü amellerle îmândan çıkar; ama tövbe edince yine îmâna döner, Allah’a şirk koşan, farzlardan birini inkâr eden kimse İslâm'dan çıkar. Tembellik sebebiyle, farzlardan birini terkeden kimse ile ihmal eden kimsenin durumu, Allah’a kalmıştır; O, dilerse bağışlar, dilerse azab eder22. İbn Hanbel'e göre, îmân, kalb ile tasdik, dil ile ikrar ve organlarla ameldir. İslâm ise, tasdik ve ikrardan ibarettir. Bu sebepten Allah’a şirk koşmamak, Kur’ân ve Sünnet'te sabit bir emri inkâr etmemek şartıyla, amelde bir ihmal olursa İslâm'dan çıkılmış olmaz. Küfür ise şirk ve inkârdır(5). Oysa İbn Abdilvehhâb ve dolayısıyla Vehhâbiler, ameli yerine getirmeyeni imansızlıkla vasıflandırmakta ve böylece Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşmış olmaktadırlar.
2. Şefaat
Şefaat, birinin bağışlanmasına delâlet etme anlamına gelir. İbn Abdilvehhâb, şefaat konusundaki görüşlerinde İbn Teymiye’yi takib eder ve delil olarak Kur’ân-ı Kerîm’in şu âyetlerini gösterir:
"Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur’ân’la uyar. O’ndan başka bir dost ve aracı (şefî') yoktur..” (En’am, 51).
"O’nun izni olmadan katında şefaat edecek olan kimdir?” (Bakara, 255).
"Allah katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez...” (Sebe', 23). "De ki: Bütün şefaat Allah’ın iznine bağlıdır...” (Zümer, 44).
"Allah dilediğine ve hoşnud olduğuna izin vermedikçe göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz.” (Necm, 26).
Ehl-i Sünnet mezheplerinin hepsi de, şefaatin Allah’a ait ve Allah’ın izniyle olacağını söylerler. Bunun böyle olması da tabiîdir; çünkü O, her şeyin Sahibidir, Mâlikidir, Dileyenidir. Ancak yine Ehl-i Sünnet, Hz. Peygamber ve sâlih kulların şefaat haklarının bulunduğunu da kabul eder. Gerçi İbn Abdilvehhâb da, Hz. Peygamberin şefaatinin bulunduğunu kabul eder ve O’nun şefaatini beklediğini söyledikten sonra,
“Fakat şefaatin hepsi aslında Allah’ındır” der ve şöyle devam eder: “Şu halde, şefaati Allah’tan iste ve şöyle de ‘allahım beni onun şefaatinden mahrum etme... Allahım, onu bana şefaatçi kıl...’ Eğer, Hz. Peygamber’e şefaat izni verilmiştir; ben de ondan Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, derse şu cevabı ver: “Allah ona şefaati vermiş ve seni bundan nehyetmiştir. Zira buyurmuştur ki: Allah’la beraber kimseyi çağırmayım...” (Cin, 18). Şayet Peygamberi’ni sana şefaatçi kılmasını istiyorsan, O’na itaat et ve emrine uy. Yine peygamberlerden başka, meselâ meleklere, velilere, küçük iken vefat eden çocuklara şefaat izni verilmiştir. Bu durumda sen, Allah onlara şefaat izni vermiştir; ben onu onlardan isterim, diyebilir misin? Şayet evet dersen; Allah’ın Kitâbı’nda zikrettiği iyi insanlara ibâdet mefhûmuna dönmüş olursun. Hayır, dersen, Allah, şefaat iznini (asıl metinde izin kelimesi yoktur) ona vermiştir; ben de Allah’ın kendisine verdiğinden istiyorum, şeklindeki sözünü çürütmüş olursun.(6)"
Ona göre, “Cenab-ı Allah da müşriklerin Allah’ın varlığına inandıklarını; fakat meleklere, peygamberlere, velîlelere sarılıp, işte bunlar Allah nezdinde bizim şefaatçimiz, diyerek küfre gittiklerini beyan eder... Şayet derlerse ki, kâfirler doğrudan doğruya onlardan istiyorlar; halbuki biz, fayda ve zarar temin edenin, işleri idare edenin yalnız Allah olduğuna inanıyor, şahadet ediyoruz. Ve biz her şeyi yalnız kendisinden istiyoruz. Salih İnsanlar, hiçbir şey yapamazlar; fakat biz onlara yöneliyor ve şefaatlerini Allah’tan bekliyoruz. Onlara de ki, bu, tıpatıp kâfirlerin sözüdür.(7)”
Bu noktadan itibaren, İbn Abdilvehhâb’a göre şefâatla bir arada mütâlâa edilen tevessül konusu ortaya çıkar.
Tevessül
Tevessül, bir şeyi vesile, aracı kılmak demektir. Vesile ise, kendisiyle başkasına yaklaşılan şey anlamına gelir. Oysa “Bu zamanda İslâm ve sünnete mensub olanlar bilsin ki, birçok sebeplerden dolayı İslâm'dan çıkmaktadırlar. Bunlar bazı şeyhler, Ali b. Ebî Tâlib, Mesîh hususundaki aşırılıklardır... Meselâ, ey filân efendim bana yardım et, benim elimden tut, bana rızk ver... ve benzeri sözler. Bunların hepsi de şirktir ve sahibinin tövbe etmesini gerektirecek sapıklıktır. Tövbe ederse ne âlâ; aksı halde öldürülür... Kendisi ile Allah arasına, kendisine tevessül edeceği, onlara yalvaracağı ve onlardan yardım isteyeceği vasıtalar koyan kimse, icmâen küfre girmiştir.(8)”
Vehhâbîlerin, bu görüşleriyle sâlih kişiler ve evliyayı kastettikleri açıktır. Onlara göre,
“tasavvuf İslâmi olmayan bir bidattir... Tarikat ise, başkalarını istismar etmek için bir vasıta ve mürşidin kendisini vesile ittihaz ettirmesine bir yoldur... Mutasavvıfanın mükâşefe dedikleri şey tamamen asılsızdır. Başkalarının kendi yoluna intisab etmelerini istemesi ise, din içinde din ihdas etmektir.(9)“
Onlara göre, “Müslümanlar arasında, velilerin hayatta iken de, ölümlerinden sonra da tasarruf sahibi olduklarına inanıp himmetlerini dilemekte ve onlara tevessül etmekte olanlar vardır. Kabirlerine gidip, kerametlerini delil göstererek dilekleri için yalvarmaktadırlar. Onların gavs, kutup, abdal, kırklar, yediler, üçler gibi mertebelere ayrıldıklarını ve bunlara nezretmek ve kurban kesmenin caiz olduğunu söylemektedirler. Bu sözler tam anlamıyla ifrattır. Bu söylerde ebedî helak oluş ve azab vardır... Bunlar Kitâb, imamların akideleri ve ümmetin icmâina muhaliftir. Kur’ân-ı Kerîm'de, “Doğru yol kendisine apaçık belli olduktan sonra Peygamber’den ayrılıp inananların yolundan başkasına uyan kimseyi, döndüğü yöne döndürür ve onu cehenneme sokarız. Orası ne kötü bir dönüş yeridir.” (Nîsâ, 115) buyurulur. Evliyanın hayatlarında ve Ölümlerinden sonra tasarruflarının bulunduğu hakkındaki sözleri de, Yüce Allah’ın “Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah’ındır. Allah her şeye. kadirdir.” (Âl-i İmrân, 189)âyetini reddeder; çünkü Allah, yaratma, tedbir, tasarruf, takdir hususunda, tekdir... O halde Allah’tan başkasına yalvarmak küfürdür, şirktir ve sapıklıktır(10).
Vehhâbilerin büyük imamlarından meşhur İbni Teymiye ve İbni Kayyıme'l-Cevzî gibi zatlar, Muhyiddin-i Arabî gibi büyük evliyâya karşı fazla hücum ettikleri ve güya Ehl-i Sünnetin mezhebini Şiilere karşı Hazret-i Ebû Bekir'in Hazret-i Ali'den faziletini müdafaa ediyorum diyerek, Hazret-i Ali'nin kıymetini çok düşürüyorlar. Hârika faziletlerini âdileştiriyorlar. Muhyiddin-i Arabî gibi çok evliyâyı inkâr ve tekfir ediyorlar.
Muhammed b. Abdilvehhâb’in şefaat ve tevessül konusunda da, Ehl-i Sünnet’in anlayışından farklı bir anlayışa sahip olduğu açıktır. Şöyle ki, Ehl-i Sünnet, şefaatin elbette Allah’a ait ve ancak O’nun izni ile olacağına Hz. Peygamber’in büyük ve küçük günah işlemiş mü'minlere şefaatinin hak olduğuna inanır ve şefaat, Kitâb, Sünnet ve icmâ ile sabittir, der.
Ayrıca Vehâbîlerin, tevessülü ibâdet şeklinde anlayarak karşı çıkmaları da yanlıştır; çünkü ibâdet, Allah’a tarifsiz bir inanç ile boyun eğmek, kulluk etmektir. Tevessül ise, bir şeye yaklaşmak, aracı kılmaktır. Görülüyor ki tevessülde, kesinlikle ubûdiyyet, yani kulluk bulunmamakta ve belki samimi bir hürmet söz konusudur. Bu hususta ashabın Resûlullah’a tevessülü, bizzat O’nun başkaları için Allah’a tevessülü ve vefatlarından sonra da O’nun ve sâlih kişilerin aracı kılınması, Ehl-i Sünnet’in tamamen benimsediği ve üstelik bütünüyle Kur’ân’ın ruhuna uygun bir davranıştır(11).
Tasavvuf hakkındaki gayr-i ciddî ve mesnetsiz iddialarına gelince... Tasavvuf için burada uzun açıklamalara ihtiyaç hissetmiyoruz; çünkü tasavvuf, her şeyden önce İslâm’ın özü ve ruhu demektir, özsüz ve ruhsuz dîn olmayacağına göre, İslâm'da tasavvufun olması fevkalâde tabiîdir. Kaldı ki mutasavvıflar, bu öz ve ruhun izahını yapmaktan başka bir gayeyi benimsememişlerdir. Onların bütün hedefi Kur’ân ve Sünnet’in, nefsânî arzulara göre değil, ilâhî irâdeye göre izahı ve yaşanmasıdır. Allah’ı görüyormuşçasına ibâdet etmek ve O’na bağlanmak, aslında, İslâm’ın tam anlamıyla içinde olmak demektir. Bu bakımdan, Vehhâbîlerin, tasavvufun İslâmî olmadığı yolundaki sözleri, baştan sona bâtıldır. Tasavvufun İslâmî olmadığını söyleyebilmek, her şeyden önce İslâm’ın, yani Kur’ân ve Sünnetin “künhüne” nüfuz edememek ve bunları, vazgeçilmez hayat unsurları olarak bünyeleştiremeyip iğreti mal gibi görmek demektir. Tasavvuf, insanı Kur’ân ve Sünnet’in temet hedefi içinde en iyi, en güzel ve en mükemmel şekilde anlamış ve böylece onun, Allah’la, kendi kendisi ve diğer insanlara münasebetini fevkalâde yüksek bir seviyeye yükseltmiştir. İlimlerin medresesiz düşünülemeyişi gibi, tasavvufun da tekkesiz düşünülmesi mümkün değildir. Bu bakımdan dinin yayılışında ve özellikle bizim tarihimiz açısından, Anadolu’nun İslâmlaşmasında mutasavvıfların ve tekkelerin gördükleri büyük hizmeti hiç kimse görmezlikten gelemez. San’at, musikî, edebiyat, ahlâk, cesaret, doğruluk hususunda en mükemmel örnekleri sunan tekke, aynı zamanda “halka hizmet Hakka hizmet demektir” anlayışını kitlelere cömertçe sunmuş ve İslâm’ı yaşanan ve yaşayan bir ahlâk ve nizam hâlinde teşahhus ettirmiştir. Bütün müesseselerimiz gibi, tasavvuf ve tekkenin de, içinde yaşadığı cemiyetin şartlarından tecrit edilmesi elbette düşünülemezdi. Cemiyetin diğer müesseselerinde görülen duraklama, gerileme ve hatta çöküş, tekkelerde de görülmüş; bir zamanların bu canlı ve şuurlu kuruluşları, cehalet ve atâletin pençesine düşmüştür. Bir müessesenin belli bir devresindeki hatalı tatbikata takılarak, onu bütünüyle kötülemeye kalkışmak, ancak cehaletin ve hatta bu muhteşem kuruluştan korkunun bir tezahürü değil de nedir? Aslolan İnsanın dâim Allah’ın huzurunda olduğunun şuuruna ermesidir; bunun pratiğini veren de tasavvuftur, tekkedir.
Burada tasavvuf, tekkeler ve velîlerin, Vehhâbîler karşısında savunmalarını yapacak değiliz; çünkü onların, büyük geçmişleri ile buna kesinlikle ihtiyaçları yoktur. Onlar, başkaları ne derlerse desinler, “Sen de sabah-aksam Rablerinin rızasını isteyerek O’na yalvarmakla beraber sakın (onlarla birlikte bulunmağa candan sabret). Dünya hayatının süsünü isteyerek gözlerini o kimselerden ayırma. Kalbine bizi anmayı unutturduğumuz ve işinde aşın giderek hevâ ve hevesine uyan kimseye uyma” (Kehf, 28) emrince, kendilerini Allah’a, şeklen değil, asıllarıyla, yani kalben bağlamanın yüceliğine ermiş bahtiyarlar kafilesidir.
3. Bid’at:
İbn Abdilvehhâb, bid’at konusunda tamamen İbn Teymiye’ye uyar ve hatta ondan da aşırı gider. Ona göre,
“Allah’ın Kitabı ve Resûlü’nün sünnetinde bulunmayan bir şeyi (bid’at) ortaya koyan kimse mel'undur ve ortaya koyduğu şey de reddedilir.” Nitekim “Sahîh hadîslere göre Resûlullah (s.a.s.) da, ‘Her yenilik bid’attir ve her bid’at sapıklıktır’ buyurmuştur” diyen Muhammed İbn Abdilvehhâb, bu hususta Ahmed b. Hanbel’in şöyle söylediğini nakleder: “(Hadîsleri) Senetlerini ve sıhhatini bildikleri halde Sufyân es-Sevrî (v. 161/777)’nin görüşlerine uyan topluluklara doğrusu şaşıyorum. Oysa Yüce Allah şöyle buyuruyor: “...O’nun buyruğuna aykırı hareket edenler, başlarına bir belânın gelmesinden veya can yakıcı bir azaba uğramaktan sakınsınlar” (Nur, 63). Muhammed İbn Abdilvehhâb devamla, “Fitnenin ne olduğunu biliyor musun? Fitne, şirktir” der(12).
İbn Abdilvdıhâb’ın torunu Abdurrahman b. Hasan, Ahmed ibn Hanbel’den rivayet olunan bu görüşün açıklamasında ayrıca, İbn Abbâs’ı delil göstererek, “Allah’ın sözüne uymayan ve Nebî (s.a.s.)'den başkasını ileri süren bizden değildir” der. Onlara göre Kitâb ve Sünnet'te olmayan her şey, yani bid’atler, sapıklık alâmetidir. Ayrıca “akâid konusunda kelâmcıların, helâl ve haram konusunda fakîhlerin sözleri delîl olamaz.”
İbn Abdilvehhâb’ın en korkunç ve hattâ şîrk olarak gördüğü bid’atlerin başında mezarlar, türbeler ve bunların ziyaretleri gelir. Onların bu hususta ne derece haşin oldukları, daha Uyeyne'de Zeyd b. el-Hattab’ın mezarını yıkışlarında görülmektedir. Bu yüzdendir ki onlara, bir kısım yazarlarca “Mâbed Yıkıcıları” adı bile verilmiştir(13). Nitekim Dr. A. Vehbi Ecer, Vehhâbîlik cereyanına hayranlık duyan Ahmed Emin'den bu konuda şu nakilde bulunur(14): “Müslümanların Vehhâbîlere nefretini gerektiren bir husus vardır. O da Vehhâbîlerin istilâ ettikleri bir ülkede fikirlerini zorla yerleştirmeye çalışmaları. İnsanların davetlerine inanmalarını beklemeleridir. Mekke’ye girdiklerinde eserle ilgili birçok kubbeler (türbeler) yıktılar: Hz. Hatice’nin türbesi, Peygamberimizin ve Hz. Ebû Bekir’in doğduğu evlerin kubbeleri, bunların yıktığı kubbelerin başında gelir. Medine’ye girdiklerinde ise, Allah Rasûlü’nün kabri üzerinde bulunan birçok ziynet ve süsleri kaldırdılar. Bütün bu davranışlar, Müslümanların gazabına ve onların şefkatlerinin yaralanmasına sebep oldu. İnsanlardan bazısı, tarihî eserlerin kaybolmasına üzüldü... Bazıları İslâmî şefkatin sembolü olan Peygamber’in mezarının süslerinin yok oluşu için üzüldü. Böylece Müslümanların gazabını gerektiren sebepler değişti.”
İbn Abdülvehhâb’ın mezarlarla ilgili görüşleri, tamamen İbn Teymiye'den gelmektedir. Onlar, Hz. Peygamber’in, “Şu üç mescidden başkası için (sevap umarak) yolculuğa çıkılmaz: Mescid-i Haram, şu benim mescidim ve Mescid-i Aksa”; “Allah, Yahudilere ve Hıristiyanlara lanet etsin. Bunlar peygamberlerinin mezarlarını mâbed yaptılar.”; “Allahım! Mezarımı ibâdet edilen bir put kılma. Peygamberinin kabirlerini mescid ittihaz edenlere, Allah’ın azabı çok şiddetli olur” mealindeki daha birçok hadîsini delil getirerek, mezarlarda ibâdet edilmesini şirkle aynı seviyede görmüşlerdir. Hatta onlara göre, İbn Teymiye’nin görüşleri istikametinde, şirk koşmak için olmasa bile, mezarda namaz kılmak, Allah ve Resûlü’ne isyan etmek, dine karşı gelmektir ve bunlar en büyük şirk, en korkunç bid’attir(15).
Ayrıca Hz. Peygamber’in “Evlerinizi mezarlık haline getirmeyin; kabrimi bayram yeri kılmayın. Bana salâvat getirin; çünkü salâvatınız nerede olursanız olunuz bana erişir” hadîsine göre, sevab umarak Hz. Peygamber’in kabrini daha ziyaret edip orada ibâdette bulunmak yasaktır; şirke vesile olur. Mezar ziyareti, aynı zamanda puta tapıcılığa da vesîle olabilir; çünkü puta tapıcılık mezar ziyaretinden çıktığı gibi, Yahudi ve Hıristiyanlar da sırf bu yüzden sapıtmışlardır. Mezarlar üzerine yazı yazdırmak, türbe yaptırmak ve saire de şirk ve ilhâda vesîle olan en kötü fiillerdir. Bu sebepten mezar ziyareti ve türbe yapımı, ne şekilde olursa olsun, kesinlikle yasaklanmalıdır. Böylece ölülere niyaz, tevessül, müneccimlere, kabirlere ve falcılara inanmak tamamen bid’attir.
Peygamber’in hâtırasını ta'zîz, hırka-i şerif, sakal-ı şerif ziyaretleri, bir bakıma Allah’tan başkasına tapmaktır; dolayısıyla şirktir. Delâil-i Hayrat okumak yasaktır; çünkü bu, Peygamber’e ibâdet mahiyetindedir. Hz. Peygamber’e salâtü selâm getirilir; ancak bunu bir ibâdet hâline getirmemek, “Seyyidunâ ve Mevlâna” dememek şarttır. Bu sebepten makam ile ezan okumak, Ramazan, Cuma ve kandil gecelerinde, ezandan önce veya sonra tesbîh çekmek ve dua etmek de bid’attir.
Vehhâbîler, bid’attir diye birçok mübah olan şeylere hücum etmişler, yasaklamışlardır. Meselâ mevlîd toplantıları bunlardan biridir. Buna göre mevlîd okumak, okutmak, sünnet ve nafile namazları kılmak da Vehhâbîlerin yasakladıkları şeyler arasındadır(16).
Nazar değmemesi için nazar boncuğa taşımak, muska takınmak, ağaç, taş ve benzer şeyleri kutlu saymak, Allah’tan başkası için kurban kesmek, Allah’tan başkası için adak adamak, belanın, hastalığın yok olması, güzel görünmek vesaire için boncuk, ip, hamaylı ve benzeri şeyleri takınmak, sihir, büyü, yıldız falı ve benzeri şeylere inanmak, sâlih kişilere, evliyaya saygı gösterip Allah’tan başkasından niyaz, dua ve yardım dilemek bid’attir, şirktir.
Vehhâbîlere göre, Allah’a şirk koşmanın gizli ve manevî olanı da vardır. Riya olarak namaz kılmak, sofuluk etmek bu nevîdendir; çünkü bu işler, Allah’tan başkasına gösteriş için yapılmaktadır. Bir kimsenin sâlih adam gibi görünerek menfaat sağlaması da şirktir. Dehre, havaya, rüzgâra sövmek şirktir.
Camilerin süslenmesi kubbe ve minare yapılması, Hz. Peygamber zamanında olmadığı için bîd’attır. Ayrıca namazların yalnız kılınması da yasaklanmıştır. Beş vakit namazın cemaatle kılınması farzdır. “Namazı terk eden kimse kâfirdir ve onlar hakkında dinden çıkmış (mürted) hükmü verilir.(17)” Namazın cemaatle kılınması mecburîdir. “Meşru bir özrü olmaksızın cemaatle namaz kılmayıp münferiden namaz kılanların Ehl-i Sünnet ve'1-Cemâat'ten hariç Şiîlere teşbih olunması, şiddetle kötülenmesi ve suçlanması” ve cami imamlarının, namazların sonunda cemaatın teker teker yoklamasını yapıp ihmalde bulunanlara, üçüncü defa tekerrürü halinde ta'zîr cezasının verilmesi, Vehhâbîlerin davranışları arasındadır.
Tütün ve kahve içmek İbn Abdüvehhâb’a göre çirkin ve kötü şeylerdendir. Sigara ağzın tadını bozar, çirkin koku sebebiyle soğan ve sarımsağa benzer, üstelik insana da zararlıdır ve hiçbir faydası yoktur. Bu sebepten sigara veya nargile içenlere, sarhoşluk için olduğu gibi kırk değnek vurulur. Ancak Vehhâbîlerin bugün tütün ve nargile konusundaki yasağı sürdüremedikleri görülmektedir.
Vehhâbîlere göre, bir başka bid’at de delillerle ilgilidir. Onlara göre kesin delil Kur’ân'dır. Kütüb-ü Sitte denen altı hadîs kitabındaki dirayet ve rivayet yönünden sabit olan hadisler de delil olur. Şiîlerin, kelâmcıların, mutasavvıfların, ahlâkçıların dayandıkları hadîsler mutlak surette mevzudur, delil olamaz. Kur’ân ve hadîse dayanan icmâ ve ictihad muteberdir; başkası geçerli olmaz. Aklın delil olması söz konusu değildir. Kur’ân ve Sünnet zahirî anlamlarıyla değerlendirilir ve anlaşılır. Bu mânâda müteşâbihler de delildir; ancak zahiri ile ele alınır, ona göre mânâlandırılır. Bu işte aklı ve te'vîli işe karıştırmak bid’attir, küfürdür”.
Allah’ın zâtı ve sıfatlan ile ilgili Kur’ân-ı Kerîm'de geçen âyetler, Vehhâbîlere göre, olduğu gibi alınmalı; ister muhkem ister müteşabih olsun, zahirlerine göre mânâlandırılmalıdır. Ümmet’in selefi, Allah’ın zât ve sıfatlarını bildiren müteşâbihleri te'vîle yanaşmamışlar ve onlar Allah’ın Kendini vasfettiği ve Resulü’nün de O’nu sıfatlandırdığı vasıfların varlığını temsil ve ta'tîle yanaşmaksızın kabul etmişlerdir. Te'vîl bid’at ehlinin işidir. İbn Abdilvehhâb’ın, Allah’ın zâtı ve sıfatları konusunda Ahmed İbn Hanbel’i taklîd ettiği aşikârdır. Müteşâbihlerin ve Allah’ın sıfatlarının, zahir mânâlarıyla olduğu gibi kabul edilmesi, Allah’ı cisimlendirmek demektir. Ehl-i Sünnet bilginleri, bu hususta Allah’ın sonradan olanlara benzemediğini ve dolayısıyla Allah’ın sıfatlarıyla ilgili müteşabih hükümlerin te'vîl edilmesinin, Allah’ı teşbih, tecsîm ve ta'tîlden tenzih için caiz ve hatta zarurî olduğunda birleşmişlerdir(18).
Görüldüğü gibi, Vehhâbîlerîn şirk olarak gördükleri bid’atlerden çoğu, aslında göreneklerden kaynaklanan ve dinin aslı ile ilgileri bulunmayan davranışlardır. Bunların, insanların psikolojik dünyalarının tabiî bir tezahürü olarak görülmeleri gerekir. Öte yandan Vehhâbîlerin mezar ziyaretine karşı çıkmaları, tamamen dayanaksızdır; çünkü Resülullah (s.a.s.), kabir ziyaretlerinde bulunduğu gibi, ashâb ve selef de, İslâm’ın başlangıcından günümüze kadar kabirleri ziyaret etmişler ve ta'zimde bulunmuşlardır. Elbette kabirleri tapınılacak makam hâline getirmek haramdır. Ancak unutulmamalıdır ki, İslâm'da “ameller niyetlere göredir.” Hiç kimsenin bir kabri ziyareti sırasında duyduğu huşu ve ta'zîmi, şirk olarak değerlendirmeye hakkı olmaması gerekir; çünkü ziyaret, İslâm'da, Allah adına yapılan bir iştir ve mü'minler de kime taptıklarını bilirler, vasıta ile gayeyi birbirine karıştırmayacak derecede îmân salâbetine sahiptirler. Hâsılı dîne ve imâna, mü'minlerin masum davranışlarına onların gözüyle bakmak, her şeyden önce Kur’ân ve Sünnet’in esas aldığı gayeyi anlamamak ve insanlığın dini olan İslâm’ı basit bir kabile dini haline sokmaktan başka ne ile izah olunabilir?
4. el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker:
“İyiliği emredip kötülüğü yasaklama”, bütün İslâm mezheplerinin benimsediği bir Kur’ân emridir. Ancak bunun anlaşılma tarzı, mezhepler arasında farklılık arz etmiştir. Ehl-i Sünnet, bu hususta, insanlar arasında nifak doğurmamak, karışıklığa sebep olmamak için makul olan yolu benimsemiş ve bu işi, her Müslümanın şartlarına uyarak yerine getirmesini istemiştir. Ayrıca Ehl-i Sünnet bu hususta, “Allah’ın Resulü üzerine düşen, ancak tebliğ etmektir...” (Mâide, 99) emrini esas almış ve zora başvurmadan yumuşaklık ve gönül hoşluğu ile, haram ve vâcib olan emir ve yasakları yerine getirmeye; mükellefe hatırlatmaya çalışmıştır”.
Haricîler ve günümüzde yaşayan kolu İbâdiyye ise, bu görüşü, İslâm’a davet adı altında Müslümanlarla savaşmak şeklinde ele almışlar ve bu anlayışlarıyla, Vehhâbîlere tam bir örnek olmuşlardır. Öyle ki, Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet’in dışındaki her yeni şeyi Bid’at saydıkları ve bid’atlere kapılmış olanlarla savaşmanın Kur’ân-ı Kerim’in, “Siz, insanlar için ortaya çıkarılan doğruluğu emreden, fenalıktan alıkoyan, Allah’a inanan hayırlı bir ümmetsiniz” (Al-i İmrân, 110) âyetine göre zarurî olduğuna inandıkları için, kendileri gibi düşünmeyen Müslümanlara karşı kılıç kullanmaktan çekinmemişlerdir(19).
Nitekim Suûd'un daha önce sözünü ettiğimiz, Medine’yi zaptedişi üzerine yaptığı “İslâm’ın nîmetiyle şereflenip Cenâb-ı Hakkı kendinizden razı ve hoşnut kıldınız; artık âba ve ecdadınızın bâtıl inanışlarına meyl ve rağbetten ve onları rahmet ve hayırla yâd ve zikirden kaçının; ecdadınız tamamen şirk üzere vefat ettiler... Hocaların derslerine devam ve her ne mev’iza ve mesele takrir ve tasvir ederler ise, mucib ve muktezâları üzere amel ve harekete gayret ve sebat ederler; şayet içinizden biri muhalefet gösterir ve itiraz ederse, cümlenizin malları, eşya ve hayatı askerim için mubahtır” şeklindeki konuşmasında, “emr-u bi'l-ma'rûf’ anlayışının izleri görülebilir.
"İyiliği emir, kötülüğü yasaklama” anlayışının, her türlü bid’ati içine alır şeklinde tatbiki, Vehhâbîleri fevkalâde katı ve zorbaca tedbirlere sevk etmiş; Müslümanları, son asırda, Harici zihniyetinin tipik tezahürleri ile bunaltmıştır. Nitekim bu hususta Kâtib Çelebi (v.1659) şunları söyler: “Bid’atler, halkın arasında bir töreye ve âdete dayanır. Bir bid’at, bir halkın arasında yerleşip oturduktan sonra, artık şeriatın beğendiğini buyurup istemediğini yasaklamak (el-Emru bi'l-Ma'rûf ve’n-Nehyu ani'l-Münker) işidir diye halkı yasaklayıp ondan döndürmek arzusunda olmak büyük ahmaklık ve bilgisizliktir. Halk, alışıp âdet edindiği işi, eğer (ister) sünnet, eğer (ister) bid’attir, bırakmazlar. Meğer elinde kılıç biri çıkıp da hepsini kılıçtan geçirsin. Meselâ itikâdda olan bid’atler için Sünnî padişahlar nice vuruş-kırış ettiler, fayda vermedi. Amel işlerinde olan bid’atler hakkında da her çağda şeriatı bilen ve başta olan dindarlar ve vaizler nice yıllar kendini verip halkı bir bid’atten döndüremediler.”
"İmdi, halk âdetini bırakmaz, her ne ise, Allah’ın istediğine göre sürülür gider. Ancak, başta bulunanlara, İslamların düzenini korumak ve İslâmlığın şartlarını ve esaslarını halk arasında saklamak lâzımdır. Vaizler, genel olarak halkı Sünnete rağbetlendirmek ve onları bid’atten uzaklaştırmak yolunda yumuşaklıkla va'z ve nasihatla yerinince üzerine düşen vazifeyi yapmış olurlar. Allah’ın elçisi üzerine düşen ancak bildirmektir (Mâide, 99). Tutmak halka kalır, güçle tutturmak olmaz. Kısacası, bu yolda derinleşmek ve incelemek faydalı değildir.
Zira, Peygamberimizin zamanından sonra gelen devirlerde, her çağın halkı hallerini Sünnete uydursalar ve araştırsalar, Sünnetten çok uzaklaşmış bulunurlar. İnsaf edip herkes kendini yoklasa, Sünnete uymakla hiç ilgisi bulunmaz. Çoğu zamanlarda çıkan istek ve sözler hiçbir yolda bid’attan sıyrılmış değildir.”
"İmdi, ümmetin şefaatçisi -Allah’ın salât ve selâmı üzerine olsun- olan Hazret'ten (Muhammed Mustafa) niyaz ederiz ki, bu zayıf ve çaresiz ümmetin bid’at suçlarının çokluğuna bakmayıp Allah’a îmân etmiş ve O’nun birliğini kabul etmiş olduklarından dolayı şefaati gerektirsin ve suçlarının bağışlanmasına sebep kılsın. Yoksa Sünnete tam tamına riâyet edip uymak istenirse hal müşkildir. Bu aykırılık, zamanın ve mekânın başkalığından lâzım gelir. Aslı şehir hayatı ve toplu halde yaşamak kaidesine dayanır.(20)”
5. Vehhabiliğin Dini Anlayış Şekilleri:
Vehhâbîlik, doğuşundan bugüne kadar, çok değişik şekillerde tavsif edilmiştir. Bir kısım yazarlar, onun “modernist” bir hareket olduğunu “İslâm reformunu”, “Yenilik ve hürriyeti” temsil ettiğini söylemişlerdir. Bu arada çoğunluk da Vehhâbîliğin Hanbelilik ile Hâricîlik karışımı bir mezhep olduğu görüşünü benimsemişlerdir. Maamafih “Vehhâbîlik, Zâhiriyye, yani âyetleri mecazî anlamlarına göre yorumlamayıp olduğu gibi kabul eden bir mezhepten doğmuştur" diyenler de vardır.
Ancak Vehhâbîlik, ne şekilde görülürse görülsün, aşikâr olan cihet şudur:
Vehhâbîler, diğer bütün İslâm mezhepleri gibi Kur’ân ve Hadîsi temel kaynaklar olarak görmekle beraber, onları anlayıp tatbik etme hususunda onlardan ayrılmış ve yalnızca İbn Abdilvehhâb ve kendilerince muteber sayılan kimselerin görüşlerine bağlı kalmışlardır. Ancak bu hususta da, kendilerinin itimat ettiği kimselere tam bir bağlılık söz konusu değildir. Çünkü dinde onların sözleri de görüşleri de kesin bir delil olamaz. Kesin delil, ancak Kur’ân ve Hadîsin, te'vîlden uzak zahirî hükümleridir. Bu bakımdan Allah ve Resûlü’nden başka, haramı haram, helâli helâl kılacak yoktur; çünkü Kur’ân ve Sünnet, uyulması gerekli bütün kanunları koymuştur. Kanun koyma ve ahkâm çıkarmada akla ve te'vîle yer yoktur. Kur’ân ve Sünnet'te belirtilen hususların zahirine sımsıkı yapışılır ve hiçbir mezhebe bağlanmadan her şey Kur’ân’ın zahirinden çıkardır. Kur’ân-ı Kerîm kesin delildir. Rivayet ve dirayet yönünden sabit olan hadîsler de delil olur. Müteşâbih âyetler de delildir; ancak bunlar te'vîl edilmeksizin zahirlerine göre hükmolunur. Bunları te'vîl ederek tefsirde bulunmak küfürdür. Bu yüzden Allah’ın sıfatları hakiki sıfatlardır. Gerek zât, gerek sıfatlar hakkındaki âyetler, olduğu gibi kabul edilir. Bunlardan teşbih mânâları çıkacak diye zahiriyle anlam vermekten kaçınmak doğru değildir. Eğer böyle olsaydı Allah’ın Resulü bildirirdi”.
Kur’ân-ı Kerîm ve hadîsleri, Allah’ın sıfatlarını ve müteşâbihleri bu anlayışla ele almak, kaçınılmaz bir şekilde insanı teşbih ve tecsîme götürecektir. Bunun içindir ki, Vehhâbîler ağır, fakat haklı tenkid ve hücumlara uğramışlardır.
İbn Abdilvehhâb’a göre, ictihâd kapısı her zaman ve herkese açıktır. Başkalarını taklîd etmek dinden çıkmaktır. Vehhâbîler ictihâd kapısını herkese açmış olmalarına ve bir mezhebe bağlanıp ictihâd kapısını kapalı tutmanın felâket ve taassub getirdiğini söylemelerine rağmen, bizzat kendileri taassub ve kısır görüşlülükten kurtulamamışlardır.
Öte yandan Vehhâbîler, amelî yönden olduğu gibi, îmân noktasından da zahire bağlı kalmışlardır.
Onlara göre îmân, daha önce de söylenildiği gibi, söz ve ameldir; artar ve eksilir, “İman, kalple tasdik, amel, dil ile söylemek ve rükünleri ile yerine getirmektir.” Buna göre ameli yerine getirmeyen kimse, Vehhâbîlere göre imansızdır. Bu ise, Müslümanların cumhurunun görüşlerinden uzaklaşıp, doğrudan doğruya Haricîlerin anlayışını benimsemek demektir. Kısaca Vehhâbîler, Kur’ân ve Sünnet'e dönüş gibi, gerçekten her münevver Müslümanın samimiyetle benimseyip gerçekleşmesi için gayret göstereceği masum bir anlayışı, neticede bir zulüm ve taassub vasıtası kılmış ve böylece, açık dedikleri ictihâd kapısını, daha da sıkı bir şekilde kapatmışlardır; çünkü dinin açıklanmasında yalnızca şekle, birtakım dar kalıplara ve görünüşe takılıp kalmak, aslında taassubdur ve dini kısırlaştırmak demektir.
Sonuç olarak şunları beyan etmekte yarar bulunmaktadır: Meslekler, mezhepler ne kadar bâtıl da olsa, içinde mutlaka bir hak ve hakikat tarafı bulunabilir. Kaldı ki, her bir mezhebin içinde veya mensuplarının efkarında doğru ve yanlış tarafları bulunmaktadır. Vehhabiliğin de içinde bütün aşırılıklar ve yanlış itikat ve davranışların yanında bir takım doğrular bulunmaktadır. Yanlışlarını bu büyük İslam cemaatinin içinde azınlıkta olduklarından dolayı tashih edeceklerinde ve zamanla diğerlerinin içinde eriyip gideceklerinde şüphe bulunmamaktadır. Tarihte gerçekten büyük hatalar yapmışlardır. Ümit edilir ki, bu yanlışlar tekerrür etmez. Hz. Ali’nin ifadesi ile “Hakkı arayıp da batılı bulan, batılı arayan gibi değildir.” Onlar, kısır görüşleri ile hakkı aramak üzere yola çıkmışlar ve İslam ümmetinden bir kısmının aşırılıklarına tepki olarak ortaya çıkmışlardır. Ancak onlar büyük İslam kitlesinin gösterdiği itidali gösterememişler ve aşırılığa adeta aşırılıkla karşılık vermişlerdir.
Dipnotlar:
* Bu yazı Prof. Dr. Sayın DALKIRAN tarafından ekseriyet itibariyle, Prof. Dr. Ethem Ruhi Fığlalı’ya ait olan “Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri” adlı kitabın “Vehhabilik” başlığını taşıyan kısmına bir takım ilaveler ve konunun bütünlüğünü bozmayacak şekilde bazı kısımların çıkartılması ile hazırlanmıştır. Önemli bir kısım dipnotları verildi ise de bazılarını kitabın kendisine havale ile terk edildi. Bkz. Ethem Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, İzmir İlahiyat Vakfı Yayınları, İzmir2004, s.89-111.
Dipnotlar:
(1) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 115.
(2) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 43.
(3) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 4-5.
(4) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 27-29.
(5) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Fıkbi Mezhepler Tarihi, çev. Doç. Dr. Abdülkadir
Şener (Ankara 1968), 3/221.
(6) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 20-21.
(7) Muhammed b. Abdilvehhâb, Keşfu’ş-Şububât, 13-17.
(8) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 167.
(9) Vehhâbîler böyle söylemelerine rağmen, kendileri tam zıddı bir davranışı sergilemişlerdir. Nitekim "İbn Vehhâb, ‘bir kimse Peygamber'e tevessül ederse kâfir olur’, der. Kardeşi Şeyh Süleyman İbn Abdilvehhâb, âlim bir adamdı. Birgün kardeşine sordu: “Erkân-i İslâm kaçtır?” O da, “beştir”, cevabını verdi. O da, “sen bunlara altıncısını ilâve ediyorsun, sana tâbi olmayı din erkânından sayıyorsun”, dedi. Bir diğeri ona “İslâm'ın şartı müslümanları tekfir etmek değildir”, demişti. Bkz. Yusuf Ziya Yörukan, "Vehhâbilik", İFD., 1953-1/61-63.
(10) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 168-172.
(11) Örnekler için bkz. Abdülkerim Polat, Teymiyyecilik-Vehhâbilik, İstanbul 1977, 56 vd., 109 vd..
(12) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, Kahire 1377/1957, s. 385-387.
(13) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282.
(14) Ahmet Emin, Zu’amâu’l-Islâh fî Asrı’l-Hadîs, Beyrut ts., s. 19-20; A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 81.
(15) Abdurrahman b. Hasan, Fethu’l-Mecîd, 299 vd..
(16) A. Vehbi Ecer, Osmanlı Tarihinde Vehhâbî Hareketi, Doktora Tezi, Ankara 1976, s. 88.
(17) Ahmed b. Nâsır en-Necdî, el-Fevâkihu’l-Azâb fi’r-Reddi alâ men lem Yahkum bi’s-Sünneti ve’l-Kitâb (el-Hediyyetu’s-Sunniyye içinde), s. 66’dan naklen A. Vehbi Ecer, a.e., s. 86.
(18) Örnekleri için bkz. Sayın Dalkıran, Aklın Büyük Yanılgısı Tanrılaştırma, İstanbul 1995.
(19) Muhammed Ebû Zehra, İslâm'da Siyasî ve İtikâdî Mezhepler Tarihi, çev. E. Ruhi Fığlalı – Osman Eskicioğlu, İstanbul 1970, s. 282.
(20) Katip Çelebi, Mizanu’l-Hak, 65-67
Yahudîlikte ve Vehhabîlerde Teşbih ve Tecsim
İngilizce "The Holy Bible" ("İncil") dedikleri metnin "Eski Antlaşma" denilen kısmından birkaç cümle aktaracağım.
"Tarihî Kitaplar" kısmından, II Samuel 22:
7 Sıkıntı içinde RAB'be yakardım, Tanrım'a seslendim. Tapınağından sesimi duydu, Haykırışım kulaklarına ulaştı.
8 O zaman yeryüzü sarsılıp sallandı, Titreyip sarsıldı göklerin temelleri, Çünkü RAB öfkelenmişti.
9 Burnundan duman yükseldi, Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı.
10 Kara buluta basarak Gökleri yarıp indi.
11 Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
12 Karanlığı örtündü, Kara bulutları kendine çardak yaptı.
13 Varlığının parıltısından Korlar savruluyordu.
14 RAB göklerden gürledi, Duyurdu sesini Yüceler Yücesi.
15 Savurup oklarını düşmanlarını dağıttı, Şimşek çaktırarak onları şaşkına çevirdi.
16 RAB'bin azarlamasından, Burnundan çıkan güçlü soluktan, Denizin dibi göründü, Yeryüzünün temelleri açığa çıktı.
17 RAB yukarıdan elini uzatıp tuttu, Çıkardı beni derin sulardan.
***
Şu ifadeler dikkat çekiyor:
"Burnundan dumanlar yükseldi"
"Ağzından kavurucu ateş Ve korlar fışkırdı"
"Kara buluta bastı..."
"Burnundan çıkan güçlü soluk..."
Bu metinlerde tarif edilen haşa Allahü teâlâ değildir; olsa olsa hayalî bir uzay canavarı olabilir.
Dikkat ederseniz, Yahudi metinlerindeki Tanrı bir "keruva" [kanatlı bir yaratık] binip uçuyor:
Bir Keruv'a binip uçtu, Rüzgarın kanatları üstünde belirdi.
Vehhabilerin bastığı kitaplardan biri de Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî'nin [Siczî] (vefatı h. 280) Nakdu alâ Bişri'l-Merîsî isimli eseridir. Burada der ki:
Şüphesiz Allah arzu ederse, kudret ve rububiyetinin lütfu ile bir sivrisinek sırtının üzerinde de kalabilir. Koca Arş üzerinde nasıl durmasın?
Dr. Cibril Fuad Haddad diyor ki:
İbni Kayyım Îctimau'l-Cuyuş isimli eserinde (s. 88 = s. 143) der ki, İbni Teymiyye "el-Dârimî'nin iki kitabını [Nakd el-cehmiyye ve el-Red alâ Bişr el-Merîsî] çok hararetle över ve tavsiye ederdi."
Bkz. Dr. G. F. Haddad, The Refutation of Him Who Attributes Direction to Allah, Aqsa Publications, Birmingham, UK, 2008, s. 83, dipnot no. 134.
Dr. Haddad'ın naklettiğine göre, İbni Teymiyye Beyan Telbis el-Cehmiyye isimli eserinde el-Dârimî'nin bozuk sözlerini benimsemiş ve müdafaa etmiştir. İbni Teymiyye'nin el-Dârimî'den alıp tekrar ettiği sözlere yukarıda naklettiğim -haşa- "Allahü teâlânın sivrisinek sırtının üzerinde istikrar edebileceği" şeklindeki çirkin ifade de dahildir. İşte İbni Teymiyye'nin sözü:
ولو قد شاء لاستقر على ظهر بعوضة فاستقلت به بقدرته ولطف ربوبيته (بيان تلبيس الجهمية, خ1/ص568.
Beyan Telbis el-Cehmiyye, 1/568.
Dr. Ebubekir Sifil de bu konuda benzer bilgiler vermektedir:
İbn Teymiyye ve İbnû'l Kayyım, içinde, Allahü tealâ hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'l Akîdeti'l Esfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur...
E. Sifil, "Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?" başlıklı makale, Beyan Dergisi.
Osman bin Said ed-Darimi diyor ki: "Minarenin tepesindeki bir insan Allah’a, zemin seviyesindekinden daha yakındır. Dağın tepesindeki, dağın eteğindekinden daha yakındır. Allahü teâlâ dilerse bir sivrisineğin üstüne yerleşir, oturur ve o sivrisinek Allah’ın kudretiyle havalanır Allah’ı götürür. Allah’ın kudretine aykırı mıdır?” Oysa hâşâ ve kellâ nasslarda böyle bir şey yer almaz.
E. Sifil, "Araştırmacı Yazar Ebubekir Sifil İle" başlıklı sohbet, Gureba - Mart 2008
***
Devam edelim:
Mika 1:3:
3 İşte, RAB yerinden çıkıp gelecek, Yeryüzüne inip dağ doruklarında yürüyecek.
Yasanın tekrarı 33:26:
26 "Ey Yeşurun, sana yardım için Göklere ve bulutlara görkemle binen, Tanrı'ya benzer biri yok.
Hakimler 5:4:
4 Seir'den çıktığında, ya RAB, Edom kırlarından geçtiğinde, Yer sarsıldı, göklerden yağmur boşandı, Evet, bulutlar yağmur yağdırdı.
Yaratılış 11:5:
5 RAB insanların yaptığı kentle kuleyi görmek için aşağıya indi.
Yaratılış 3:8:
8 Derken, günün serinliğinde bahçede yürüyen RAB Tanrı'nın sesini duydular. O'ndan kaçıp ağaçların arasına gizlendiler.
Mezmurlar 2:4:
4 Göklerde oturan Rab gülüyor, Onlarla eğleniyor.
Yeseya 63:1:
1 Edom'dan, Bosra'dan Al giysiler içinde bu gelen kim? Göz kamaştırıcı giysiler içinde, Büyük güçle yürüyen kim? "O benim! Adaleti duyuran, Kurtarmaya gücü olan."
***
İbni Teymiyye'nin ve Vehhabîlerin fikir babalarından Osman bin Said el-Dârimî de diyor ki:
Hayy (sürekli diri) olan ve kainatı idare eden zat, istediğini yapar, istediği vakit hareket eder. İstediği zaman iner, yükselir. ..., kalkıp oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki fark, harekettir. Şüphesiz bütün diriler hareket eder, bütün ölüler hareketsizdir.
***
Ehl-i sünnet alimlerine göre bütün bu inanışlar küfürdür. Mesela, Allahü Teâlânın yere inip yürüyebileceğini veya bir sivrisineğin üstüne oturabileceğini söyleyen, O'nun hakkında (mahlukata hulul etmek, alemin içine girmek, cisimlerin özelliklerine sahip olmak, bir mekânda olmak, bir yönde olmak, mahlukata benzemek, sınırı ve boyutu olmak, yaratılmış sıfatlara sahip olmak isnad ettiği için) birçok yönden küfür olan bir söz söylemiş olur. Büyük alim Ahmed Ziyâüddîn Gümüşhânevî (vefatı m. 1893) diyor ki:
"Bir kimse, Allah kullarını muhakeme için oturur, kalkar derse, O’na yukarıda olmak veya aşağıda bulunmak gibi şeyler izafe ederse kâfir olur.” (Camiu’l-Mütun tercümesi, s. 118)
Muhammed Hâdimî (vefatı m. 1762) rahimehullah diyor ki:
“Allahü teâlâ bize Arştan veya gökten bakıyor veya görüyor demek küfürdür....Yine Allahü teâlâyı dış uzuvla sıfatladığı veya onun kemâl sıfatlarından bir sıfatı nefy ettiği (kaldırdığı) zaman veya hülul [içine girmek] veya ittihad [birleşmek] ile [O'nu vasıfladığı zaman] yani Allahın alemin içine girdiğine veya alemle bir olduğuna kail olduğu zaman veya mekân ile onu vasıfladığı zaman da yine böylece kâfir olur.” (Berika, Kahraman Yayınları, c.2, s.445-446)
Feteva-i Hindiyye tercümesinde şu ifadeler var:
"Allahü Teâlâ için, mekân iddia eden kimse kâfir olur. ... "Allahü Teâlâ, insaf için oturuyor." diyen kimse, kâfir olur. Allahü Teâlâ'yı, "yukarıda", "aşağıda" diye vasıflandıran kimse, kâfir olur. ...Bir kimse: "Benim, gökte ilâhım; yerde filanım var." dese; kâfir olur. Fetâvâyi Kâdîhânda da böyledir. ..." (Feteva-i Hindiyye (Feteva-i Alemgiriyye), Akçağ Yayınları: 4/312-319.)
Molla Aliyyülkârî rahimehullah diyor ki:
"Allahü Teâlâ'nın cisim olduğunu, mekânı bulunduğunu, Allahü Teâlâ üzerine zaman geçtiğini söyleyen kimse de kâfirdir. Böyle bir kimse için iman hakikati sabit olmamıştır.... Allah bir mekânda değildir. Yukarıda değildir, aşağıda değildir, başka cihetlerde değildir. Allahü Teâlâ üzerinden zaman geçmez. Allah bir şeyin içine girmiş değildir, bir şeyin mahalli de değildir." (Fıkh-ı Ekber Şerhi)
Murat Yazıcı
Vehhabi ve Selefi'leri Rezil Eden Ayetler
Vehhabi ve selefi tayfası yüzyıllardır Peygamberden ve Velilerden himmet ve yardım istemenin, onları aracı etmenin şirk olduğunu savunurlar, bütün tarikat ehline kafir derler, oysaki kendilerinin de kabul ettiği birinci kaynak olan Kur'an-ı Kerim onları apaçık yalanlamaktadır;
38-Süleyman kendi adamlarına dönerek: "Ey Heyet kendileri teslimiyyet gösterip bana gelmeden önce, o kadının tahtını bana kim getirir?" dedi. 39-Cinlerden bir ifrit: "Sen makamından kalkmadan önce ben onu sana getiririm. Ve gerçekten bunu yapmaya hem gücüm, hem de güvenim var." dedi. 40-Yanında kitaptan bir ilim bulunan zat ise: "Ben onu sana gözünü kırpmadan önce getiririm." dedi. Derken onu yanında duruyor görünce: "Bu, Rabbimin bir lutfudur; beni imtihan için ki, şükredecek miyim, yoksa nankörlük mü edeceğim. Kim şükrederse ancak kendisi için şükreder, her kim de nankörlük ederse, şüphe yok ki, Rabbim herşeyden müstağnidir, büyük ihsan sahibidir" dedi.
Neml Süresi
- Hz. Süleyman acaba Allah dururken neden tahtı başkalarından istemiş? yoksa haşa bir Peygamber Allaha şirkmi koşmuş?(vehhabilere göre şirk koşmuş) Elbetteki hayır, Hz Süleyman'ın Allahı, imanı , dini vehhabi ve selefi'lerden daha iyi bildiğini çocuklar bile bilir.
64-Eğer onlar kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler de Allah'tan günahlarının bağışlanmasını dileselerdi ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı
Nisa Süresi
- Vehhabi ve selefi tayfası mürşid önünde tövbenin şirk olğunu söylerler (Tasavvuf ehli Peygamberi Allahın rasulü olduğu için sever, Evliya'yıda Peygamberin varisi oluğu için severler); Hakiki tarikat ehli hiç bir zaman bir Veli'yi Peygamber yerine koymaz, tasavvuftaki mürşid önünde tevbe yukarıdaki ayette geçen tevbenin bir benzeridir. Bu durumda Peygamberin sahabeye aracı olmasıda şirk'midir sizce? Cebrail'in Peygamber'e aracı olmasıda şirk'midir sizce? yoksa bu ayetleri tarikatcı'larmı Kur-an'a eklemiş? Elbetteki hayır, Peygamber efendimiz diri ikende vefatından sonrada (ki ayet diri ve ölü diye belirtmemiş, o zaman her iki durumuda kapsar, eğer sadece diri iken geçerli denirse bu Allahın Peygamber'den sonrakilere adaletsizlik yaptığını gösterirki bu Allah'ın şanına yakışmaz) ümmeti için aracı olmaktadır.
89-“Onlara Allah tarafından yanlarında bulunanı (Tevrat’ı) tasdik edici bir kitap (Kur'ân) gelince -ki daha önce (o gönderilecek peygamberi vesile yaparak) inkâr edenlere karşı fetih istiyorlardı- işte bildikleri (o peygamber) kendilerine gelince, onu inkâr ettiler. Bu yüzden Allah’ın lâneti kâfirler üzerinedir.”
Bakara Süresi
- Şefaat şirk diyen, ölüden yardım isteyene kafir diyen, ölünün kimseye faydası olmaz diyen vehhabi ve selefi tayfasına tokat gibi bir ayet daha, vefat edenin ölü olduğu gibi doğmamış kişide ölüdür, Allah Teala yahudilerin ahir zaman Peygamberini vesile ederek yardım istediklerini söylüyor ve Allah yardım istedikleri için değil, O Peygamber gelince ona iman etmedikleri için onları kınıyor.
Dikkat edilirse vehhabi ve selefilerin iddialarını çürütmek için sadece Kur-an'ı Kerimden örnek verdik, ayetler gayet açık yani Muhkem'dir niyeti bozukların ayetleri istediği gibi tevil etmeleri bu gerçeği değiştirmez. Hadislerden ve Alimlerin sözlerinden bahsedecek olsaydık daha yüzlerce kanıt çıkardı.Umarız vehhabi ve selefi'lere kanan kardeşlerimiz düşünür.
Vehhabilik Sapkın bir Fırkadır.
Vehhabilik, bozuk ve sapık bir fırkadır. On sekizinci yüzyıl ortalarında, Arabistan yarımadasında, Necd bölgesinde ortaya çıkmış, Muhammed bin Abdülvehhab tarafından kurulmuştur. Bu şahıs, İbni Teymiyyeye sahip çıkmış, onun bozuk fikir ve görüşlerinin yayılmasında, baş rol oynamıştır. Bu fırkaya baglı olanlara, Vehhabiler adı verilir. Vehhabilerin Ehl-i Sünnete Karşı Oldugu Belli Başlı Yerler:
1- Sözlerine inandırabilmek icin, Selef-i Salihinin yani Salih olan selefin (Ashab-ı Kiram ve Tabiinin) yolunda olduklarını söyleyerek, kendilerine “Selefiler ve Ehl-i Sünnet” adını verirler.
2- Itikatta Selefi, amelde Hanbeli olduklarını savunurlar.
3- Dört şeri delilden, icma ve kıyası kabul emezler.
4- Dört hak mezhebi tanımazlar. Bunlardan birine baglanmayı reddederler.
5- Peygamberimizin, hırka ve mübarek sakalının ziyaret edilmesini şirk sayarlar.
6- Müteşabih Ayet-i Kerime ve Hadis-i Serifleri zahiri (görünen) manasıyla yorumlarlar. Bu yüzden, yüce Allahı yarattıklarına benzetir ve bir cisim olarak görürler.
7- Yüce Allahın cisim oldugunu söyler, gökte olduguna arşın üzerinde oturduguna inanırlar.
8- Namazı kılmayan bir Müslümanın Dinden çıktıgını, kafir oldugunu söylerler.
9- Peygamberler ve Salihler vesile edilmez, (kişi dua ederken Peygamberler ve salihler hürmetine diyemez) derler.
10- Tasavvuf ve tarikatın bidat ve sapıklık oldugu inancını yayarlar.
11- Kendilerinin dogru yolda, gerçek Ehl-i Sünnet olan Maturidilerle Eşarilerin ise sapıklık içinde ve batıl yolda olduklarını iddia ederler.
Bir başka açıdan…
Kendilerine selefi derler. Ancak mantık olarak selefi olmaları mümkün değildir. Zira Selefi sahabeye ve sahabeyi gören nesle denir. Dolayısıyla zamanımızda selefi olmak mümkün değildir.
Kendilerine referans aldıkları kişilerden biri İbni Teymiye dir.
Vehhabilği Suudi Arabistan’da Osmanlı’ya isyan edip İngilizlerin menfaatine çalışan ibni Abdülvehhab adında sapkın bir kişi kurmuştur. kendilerinin hanbeli mezhebine bağlı olduğunu idda ederler ancak 200 den fazla sapkın inanışları vardır.
Vehhabilerin 3 temel inancı;
1-”Amel imandan parçadır, namaz kılmayan kafir olur” derler.
2-”Peygamberlerin ve velilerin ruhlarından yardım istemek küfürdür, bir peygamberin ya da velinin kabrini ziyaret edip onun vesilesiyle Allah’tan istemek şirktir,insani kafir yapar” derler
3-Türbe yapmayı, türbede dua etmeyi, ölüler için sadaka vermeyi şirk sayarlar. Bu şekilde inananları öldürmeyi, malarını yağmalamayı mübah sayarlar.(Bakınız; El Kaide ve Üsama b. Ladin…)
Diğer yanlış inançlarından..
— Bir mezhebe uymayı kabul etmezler
—Türbeleri puthaneyle bir tutarlar
—Şefaate inanmazlar
—Keramete inanmazlar
—Tasavvufu inkar ederler
—Allah için adak kesip etlerini dağıtıp sevabını peygamber ve velilere, geçmişlere bağışlamak şirktir derler
—Ölüler söylenenleri duymaz derler.
—Mescidi Nebeviyi ve Peygamberimizin kabrini ziyaretetmek için uzak yoldan gitmek yasaktır derler.
—Kaside ve Naatları sevmezler
—Allah arşın üzerinde oturur derler.
—Sebeplere yapışmaya ve vesileye şirk derler.
—VAHHABİ OLMAYANI KAFİR SAYARLAR.
Tasavvuf Düşmanlıkları
“İSLAM’da tasavvuf yoktur, tasavvuf şirk, küfür ve dalâlettir” gibi sözler Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemasına ait değil; Vehhabîlere aittir. Binaenaleyh bu gibi aşırı görüşler biz Sünnî Müslümanları bağlamaz ve bunlara asla itibar etmeyiz.
Gerçek İslâm tasavvufunun Hind’ten, Kadim Yunan’dan, şuradan buradan geldiğini iddia edenler de yalan söylüyor.
Tasavvuf İslâm’ın ahlâk, zühd, bâtın boyutudur. Gerçek tasavvuf yüzde yüz Kitab’a, Sünnete, Şeriata uygundur.
İmamı Gazalî hazretlerinin, el-Munkizu min ed-dalâl kitabında buyurduğu gibi İslâm’ı en iyi anlayanlar, en iyi yaşayanlar, en takvalı ve kâmil Müslümanlar sûfîlerdir.
Evliyaurrahman’ın çoğu sûfîler içinden çıkmıştır. Gerçek sûfîler her asırda yeryüzünde Allah’ın şâhidleri olmuşlardır.
Gerçek sûfîler Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olmuşlar ve onun sünnetini yaşamış ve yaşatmışlardır.
Gerçek sûfîler kuru lâfla değil, hâl ile İslâm’ı tebliğ etmişler ve nice insanın hidâyetine vesile olmuşlardır.
Gerçek sûfîlere bakan onlarda İslâm’ı görür.
Gerçek sûfîler insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile büyük cihad yapmışlardır.
Gerçek sûfîler yalancı, aldatıcı, azdırıcı dünya tuzaklarına düşmemişler ve Müslümanları da bundan korumak için çalışmışlardır.
Gerçek sûfîler emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmışlardır.
Gerçek sûfîler İslâm’ın baş emri olan beş vakit namazı dosdoğru kılmışlardır.
Gerçek sûfîler Kur’ân’ın ve Sünnet’in askerleri olmuşlardır.
İhlâs, sıdk, vefa, seha, mürüvvet, fütüvvet gerçek sûfîlerin hasletleridir.
Tasavvuf düşmanları bazı meczubîn’in şatahatını ön plana çıkararak saldırıyor. Şathiyat örnek olmaz. Tasavvuf şathiyat değildir.
Cihan tarihinin gördüğü en büyük ve doğru devlet olan (Kuruluş ve yükseliş devrini kasd ediyorum) Osmanlı’ya bakalım. Sultan Osman Gazi Han’dan, Son Padişah Vahidüddin Han’a kadar bütün Selâtin-i Osmaniye (nevverallahu merakidehum) tasavvuf ve tarikat mensubu idiler, bir veya birkaç şeyhe intisabları vardı. Tasavvuf ve tarikat olmasaydı Devlet-i Aliyye 600 sene değil, 60 sene pâyidar olamazdı.
Osmanlı sultanları dünya sultanı olarak mâneviyat sultanlarına tâbi olmuşlardır. Onların büyüklükleri ve sultanlıkları buradadır.
Selâtin-i Osmaniye’nin çoğu büyük velidir. Bu velayete tasavvuf ve tarikat sayesinde nâil olmuşlardır.
Osmanlı devleti sadece ordularıyla değil şeyhleri ve dervişleriyle de fütuhat yapmıştır.
Gazi Sultan MehmedHan-ı Sâni efendimiz henüz 21 yaşında iken İstanbul’u, biiznillahi teala, şeyhi ve mürşidi Akşemseddin hazretlerinin dua ve himmeti ile almıştır.
Asıl bid’at, Vehhabîlerin ve diğer bazı ehl-i bid’atin tasavvufu ve tarikati inkar etmeleri, bid’at saymaları, sûfileri müşrik ve kâfir ilan etmeleridir.
Tasavvufu kaldırın, Osmanlı’dan ne kalır?
Vehhâbîlik hareketi Osmanlı İslâm devletine ve Hilafet-i İslâmiyeye karşı tuğyan ve isyandır.
Vehhâbîlerin Osmanlılar gibi fütuhatı var mıdır?
Vehhâbîler, baştan beri İngiliz ve düvel-i muazzama-i Salîbiyye tarafından desteklenmiştir ve el’an desteklenmektedir.
Bugün ABD ayakta duruyorsa Vehhâbîlerin ABD bankalarında sakladıkları bir trilyon dolarla durmaktadır.
Tarih boyunca Fahr-i Kâinat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize en büyük saygıyı Osmanlı sultanları, Osmanlı devlet ricali, Osmanlı Müslümanları göstermiştir.
Resûlullah’ın kubbesini yıkacağız, nâşını kabrinden alıp başka yere gömeceğiz, toprağını da düzleyeceğiz diyen Vehhâbîlerde Peygamber-i zîşan efendimize hürmet var mıdır?
Tarih boyunca Hulefa-i Râşidin (radiyallahu aleyhim ecmain) devrinden sonra Tevhid bayrağını en fazla yüceltmiş, en fazla fütuhat ve i’lâ-i kelimetullah yapmış devlet ve topluluk Osmanlı’dır.
Osmanlı atalarımız Din-i Mübin-i İslâm, Kur’ân, Sünnet ve Şeriat-ı garra-i Ahmediyye yolunda milyonlarca şehid vermiştir.
Bunca mü’mine, şehid, gaziye, fâtihe, din hizmetkârına, ulemaya, meşayihe, mürşitlere, evliyaullaha; müşrik, kâfir ve sapık diyenler ne kadar hayâsız ve insafsız kişilerdir.
Selefiye ismi…
Selefiyye ismi, bu asırda Vehhabilik akımının örtündüğü bir isim olmuştur. Halbuki Selef-i salihin, ashabı kiramın devamı olan tabiin ve peşlerinden gelenlerdir. Dört mezheb imamı da selefi salihdirler.
Bu zaman selefiyyesinin en bariz hususiyyetleri tasavvufu inkar, kabir ziyaretini men etmek, şefaati yok etmek, Allah dostlarına ve keramete asla değer vermemek, istediği mezhebten alıp uygulamayı kendinin yapabilmesi, Allahın Arş’a oturduğu itikadı, Arş’ın kadim olduğu iddiası, tevhid inancı diyerek herkesi tekfir gibi pek çok marazları vardır.
Bu fikirlerin reddiyesi için yazılan eserler pek çoktur. Biz ana hatlarıyla kısa ve aklınızda kalacak cevaplar verelim:
1-Tasavvuf yani tarikat, Resulullah s.a.v den itibaren Ebu Bekir Sıddık r.a'ın kalbine akıtılan manevi kuvvetti. “İkinin ikincisi idi. O vakiite ikisi mağarada idiler. Arkadaşına diyordu: Üzülme, ALlah bizimle beraberdir. Allah sekinesini -kuvve-i maneviyyesini- indirdi…”
Tevbe suresindeki bu ayetin ifadesiyle kalbine akıtılan manevi kuvvetle Ebu Bekir Sıddık’tan r.a. her türlü korku ve endişe gitmiş yok olmuştur. İşte bu manevi akımın kalbe inmesiyle iman en zirveye ulaşır. Şimdi kişi bana böyle bir meneviyat lazım değil diyebilir mi?
Bu halin devamı için Allah dostlarının yaptığı düzenlemeye tarikat ismi verildi, yeni bir şey icat edilmedi.
2-Kabir ziyareti: Efendimiz s.a.v. “Bundan evvel size kabir ziyaretini yasaklamıştım, artık kabirleri ziyaret ediniz…” buyurmakla bu izni vermiştir. Cahillerin aşırı davranışları yüzünden bizim usulüne göre ziyaret edip ölüler için Kur’an okumamızın ne sakıncası var? Üstelik “Ölülerinize yasini okuyun” diye emir de var.
3-Şefaat: Resulullah s.a.v. buyurdu: “Şefaatim, ümmetimden büyük günah işleyenler içindir.” Bu hadisi şerif, Ravzayı Mutahhara önünde ecdadımız tarafından yazılmış levha olarak işlenmiştir. İnkarcılar kafalarını kadırsınlar da oraya baksınlar.
4-Kerametler haktır ve meydana gelmiştir. Bütün savaşlarda islam askerlerinin kendileri de eskiden ölmüş şehitler veya veliller de savaşlarda harikulade başarılar sergilemiştir. Ayrıca ashabı kiram ve peşlerinden gelen salih kimselerden pek çok keramet nakledilmiştir. İnkar eden bereketinden mahrum olur. Zaten ehli sünnet olmayanlar veli olamadığı gibi keramet ehli de olamazlar, zira velilik ve keramet Efendimiz s.a.v. den akıp gelen hallerdir. Vehhabi kafalılar, zaten peygamber öldü işi bitti diyerek alakayı kesmişler.
5-Mezhebleri birleştirmek: Kişi kendine göre uygun gördüğü bir fetvayı dilediği mezhebten alıp uygularsa ortaya yeni bir mezheb çıkar. Böylece işin sonu felakete gider. Fetva ve içtihad ehli olmayanlar taklit ehli olan cahillerdir. Bunların yapacağı iş, kabullendiği bir müçtehidi taklit etmektir. mesela: Hanefiye göre abdest alıp namaza başlasa, namazda iken elinden kan aksa, hemen şafiiye göre niyet ettim diyerek namaza devam etse bu caiz olmaz. Zira başlangıçta olan mezhebi itibar edilir. He işte durum böyledir. Bu kargaşalığı önlemek için alimler asırlarca mezheb fetvalarını beyan etiler.
Onlardan petro-dolarlar alıp mü’min, muvahhid, muhlis ecdadını sövenlere yazıklar olsun.
Yâ Rabbi içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme.
Bunlardan herkesi haberdar ederek EHL-İ SÜNNET VEL CAMAAT inancına sahip çıkalım…
Rabbim Hz.Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi vesellem) Efendimizin yolundan ayırmasın…AMİN !
Tasavvuf Düşmanı Vehhabîler
Tasavvuf Düşmanı Vehhabîler
"İSLAM'da tasavvuf yoktur, tasavvuf şirk, küfür ve dalâlettir" gibi sözler Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemasına ait değil; Vehhabîlere aittir. Binaenaleyh bu gibi aşırı görüşler biz Sünnî Müslümanları bağlamaz ve bunlara asla itibar etmeyiz.
Gerçek İslâm tasavvufunun Hind'ten, Kadim Yunan'dan, şuradan buradan geldiğini iddia edenler de yalan söylüyor.
Tasavvuf İslâm'ın ahlâk, zühd, bâtın boyutudur. Gerçek tasavvuf yüzde yüz Kitab'a, Sünnete, Şeriata uygundur.
İmamı Gazalî hazretlerinin, el-Munkizu min ed-dalâl kitabında buyurduğu gibi İslâm'ı en iyi anlayanlar, en iyi yaşayanlar, en takvalı ve kâmil Müslümanlar sûfîlerdir.
Evliyaurrahman'ın çoğu sûfîler içinden çıkmıştır. Gerçek sûfîler her asırda yeryüzünde Allah'ın şâhidleri olmuşlardır.
Gerçek sûfîler Resûl-i Kibriya aleyhissalatü vesselam Efendimizin vekilleri, varisleri, halifeleri olmuşlar ve onun sünnetini yaşamış ve yaşatmışlardır.
Gerçek sûfîler kuru lâfla değil, hâl ile İslâm'ı tebliğ etmişler ve nice insanın hidâyetine vesile olmuşlardır.
Gerçek sûfîlere bakan onlarda İslâm'ı görür.
Gerçek sûfîler insanın en büyük düşmanı olan nefs-i emmâre ile büyük cihad yapmışlardır.
Gerçek sûfîler yalancı, aldatıcı, azdırıcı dünya tuzaklarına düşmemişler ve Müslümanları da bundan korumak için çalışmışlardır.
Gerçek sûfîler emr-i mâruf ve nehy-i münker yapmışlardır.
Gerçek sûfîler İslâm'ın baş emri olan beş vakit namazı dosdoğru kılmışlardır.
Gerçek sûfîler Kur'ân'ın ve Sünnet'in askerleri olmuşlardır.
İhlâs, sıdk, vefa, seha, mürüvvet, fütüvvet gerçek sûfîlerin hasletleridir.
Tasavvuf düşmanları bazı meczubîn'in şatahatını ön plana çıkararak saldırıyor. Şathiyat örnek olmaz. Tasavvuf şathiyat değildir.
Cihan tarihinin gördüğü en büyük ve doğru devlet olan (Kuruluş ve yükseliş devrini kasd ediyorum) Osmanlı'ya bakalım. Sultan Osman Gazi Han'dan, Son Padişah Vahidüddin Han'a kadar bütün Selâtin-i Osmaniye (nevverallahu merakidehum) tasavvuf ve tarikat mensubu idiler, bir veya birkaç şeyhe intisabları vardı. Tasavvuf ve tarikat olmasaydı Devlet-i Aliyye 600 sene değil, 60 sene pâyidar olamazdı.
Osmanlı sultanları dünya sultanı olarak mâneviyat sultanlarına tâbi olmuşlardır. Onların büyüklükleri ve sultanlıkları buradadır.
Selâtin-i Osmaniye'nin çoğu büyük velidir. Bu velayete tasavvuf ve tarikat sayesinde nâil olmuşlardır.
Osmanlı devleti sadece ordularıyla değil şeyhleri ve dervişleriyle de fütuhat yapmıştır.
Gazi Sultan MehmedHan-ı Sâni efendimiz henüz 21 yaşında iken İstanbul'u, biiznillahi teala, şeyhi ve mürşidi Akşemseddin hazretlerinin dua ve himmeti ile almıştır.
Asıl bid'at, Vehhabîlerin ve diğer bazı ehl-i bid'atin tasavvufu ve tarikati inkar etmeleri, bid'at saymaları, sûfileri müşrik ve kâfir ilan etmeleridir.
Tasavvufu kaldırın, Osmanlı'dan ne kalır?
Vehhâbîlik hareketi Osmanlı İslâm devletine ve Hilafet-i İslâmiyeye karşı tuğyan ve isyandır.
Vehhâbîlerin Osmanlılar gibi fütuhatı var mıdır?
Vehhâbîler, baştan beri İngiliz ve düvel-i muazzama-i Salîbiyye tarafından desteklenmiştir ve el'an desteklenmektedir.
Bugün ABD ayakta duruyorsa Vehhâbîlerin ABD bankalarında sakladıkları bir trilyon dolarla durmaktadır.
Tarih boyunca Fahr-i Kâinat Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem efendimize en büyük saygıyı Osmanlı sultanları, Osmanlı devlet ricali, Osmanlı Müslümanları göstermiştir.
Resûlullah'ın kubbesini yıkacağız, nâşını kabrinden alıp başka yere gömeceğiz, toprağını da düzleyeceğiz diyen Vehhâbîlerde Peygamber-i zîşan efendimize hürmet var mıdır?
Tarih boyunca Hulefa-i Râşidin (radiyallahu aleyhim ecmain) devrinden sonra Tevhid bayrağını en fazla yüceltmiş, en fazla fütuhat ve i'lâ-i kelimetullah yapmış devlet ve topluluk Osmanlı'dır.
Osmanlı atalarımız Din-i Mübin-i İslâm, Kur'ân, Sünnet ve Şeriat-ı garra-i Ahmediyye yolunda milyonlarca şehid vermiştir.
Bunca mü'mine, şehid, gaziye, fâtihe, din hizmetkârına, ulemaya, meşayihe, mürşitlere, evliyaullaha; müşrik, kâfir ve sapık diyenler ne kadar hayâsız ve insafsız kişilerdir.
Onlardan petro-dolarlar alıp mü'min, muvahhid, muhlis ecdadını sövenlere yazıklar olsun.
Yâ Rabbi içimizdeki beyinsizler yüzünden bizi helâk etme
M.Şevket Eygi
Ehli Sünnet Adı Kullanılarak Yapılan Sapıklıklar - Vehhabi-Selefi Tehlikesi
İslam âleminde en yaygın inanç ehl-i sünnet ve’l-cemaat inancı. Müslümanların çoğu bu inanca mensup. İkinci yaygın inanç şiîlik. Bunlardan başka, sapık olmakla beraber İslam dâiresi içinde kabul edilen başka mezhepler de var. Vehhâbîlik, müşebbihe, mûtezile, lâedriye vesâire…
Herkes kendi yolunu doğru kabul ediyor. Sapık mezheblere mensup olanlar da öyle. Onun için kendi mensuplarını çoğaltmak istiyorlar. Bu düşünceyle, her türlü yalanı meşru görenler var. Zamanımızda bazı sapık mezheb mensupları zehiri altın tasta sunuyor. İslam âleminin kâhir ekseriyeti ehl-i sünnet olduğu için, kendi mezheplerinin görüşlerini yazdıkları kitaplara ehl-i sünnet ismini veriyorlar. Ehl-i sünnete göre şu mesele, bu mesele gibi isimlerle kitaplar basıyorlar.
Ehl-i sünnet olan Müslümanları kandırmaya çalıştıkları noktalardan biri de “İstivâ” meselesi…
Tâhâ sûresi 5. âyet ile A’raf sûresi 54. âyette geçen istivâ kelimelerini Ehl-i sünnet inancına ters bir şekilde ele alıp bunu kitaplaştırıyor ve böyle kitaplara da Ehl-i sünnet ismi veriyorlar.
Bu kitaplarda hangi inancı işliyorlar?
Allah’a cihet nisbet ediyorlar. Allah’ın –hâşâ- Arş üzerinde oturduğunu söylüyorlar.
Oysa birçok Ehl-i sünnet âlimi, Allah’a cihet nisbet edenlerin küfre düşeceğine hükmetmiş. Zira bu inanış, Allah’ın cisim sahibi olduğuna inanmayı gerektirir.
Ele aldıkları âyet-i kerimeler, hepimizin bildiği gibi Arş ile ilgili olan âyetlerdir. Allah’ın yarattıkları içinde en büyüğü arşdır. Onun için, Arş hakkında “arş-ı a’lâ / yüksek arş” diye bahsedilir. Kur’an-ı Kerim’de, “O Allah, azıym / büyük olan arşın rabbidir” buyurulur. Tâhâ sûresinin 5. âyetinde de, “Rahman, arş üzerinde istivâ etti” buyurulmaktadır. A’raf sûresi 54. âyette de aynı ifadeler vardır.
İstifâ, “Yükselmek, yerleşmek, oturmak, istîlâ, karar kılmak,” mânâlarına geliyor. İslam inanç ve itikadını ölçü almaksızın, âyeti bu kelimenin sadece lügat mânâsına göre mânâlandırmak yanlış olur. Zaten “Allah arş üzerinde oturdu, kararlaştı” gibi bir mânâya gitmenin yanlışlığı ortadadır. Çünkü böyle bir inanış, Allah’ın kendi yarattığı bir şeye muhtaç olduğu mânâsına geldiği gibi Allah’a mekan isnat etmek mânâsına gelir ki böyle bir inanç İslam inancına sığmaz.
Şûrâ suresi 11. âyette, “Onun (Allah’ın) misli hiçbir şey yoktur” buyuruluyor. O bakımdan, bu âyetteki istivâ kelimesine, yaratıkların bir fiili olan oturmak mânası vermek imkansızdır.
Selefin / geçmiş âlimlerin ve sofiyyenin çoğu, kitap ve sünnette Allah’ın ismiyle beraber zikredilen “İstivâ, yüz, el, göz” gibi kelimelerin hakikatini Allahü Teâlâ’ya bırakmışlar, mahlûkata sonradan verilen sıfatlara benzetmeksizin ve te’vil etmeksizin, “Burada her ne murad ediliyorsa öylece inanırız” demişlerdir.
Onlardan sonra gelen âlimler ise, insanlar yanlış mânâlara kaymasınlar diye te’vil yolunu seçmişlerdir. Onun için, bu gibi lâfızların geçtiği âyetleri te’vil eden bu âlimler de hata etmiş sayılmazlar. Çünkü onlar böyle yapmakla İslam inancını korumaya çalışmakta ve şüpheleri cevaplandırmaktadırlar.
Bu iki gurup âlimlerin hepsi de doğru hareket etmişlerdir. Çünkü birinci guruptan olanlar mes’ûliyetten kurtulmak için, ikinci guruptan olanlar ise fitneye yol açılmaması için gayret göstermişlerdir.
Tahâ sûresinin, bahsettiğimiz 5. âyetine şöyle mânâlar vermişlerdir:
“O Rahman’ın (hâkimiyeti) arşı kuşatmış/hükmü altına almıştır.”
“O Rahman (kudretiyle) arşı istîlâ etmiştir.”
“Rahman, arş üzerinde (sınırsız kudret ve iktidar makamında) hükümranlığını kurdu.
Bu kısa meâllerin kısa açıklaması şudur:
“O Rahman (olan Allahü Teâlâ bir mekâna yerleşmekten münezzeh olarak, kendi murat ettiği mânâ üzere zatına yakışır şekilde) Arş’a istifâ buyurmuştur. Rahman (ın emir ve hükmü) Arş’a (yönelip) istifâ etmiştir. Rahman, (en büyük cisim olan) Arş (dâhil bütün yaratıklar) ı (hükmü altına almış ve hepsini ilmen kuşatarak) istîlâ etmiştir. (Kur’an-ı Mecid ve Tefsirli Meâl-i Âlîsi)
***
Kur’an âyetlerinin çoğu muhkemdir; mânası kolay anlaşılır. Bâzıları da müteşâbih olup mânâsı açık değildir. Bu ve benzeri bazı âyet-i kerîmeler, müteşâbih (mânâsı açık olmayan) âyetlerden oldukları için, bu âyetleri yanlış mânâlara çeken ve kendilerine ehl-i sünnet diyen bazı sapık kimseler, yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi, Allah’ın –hâşâ- gökte olduğunu ve arşın üzerinde oturduğunu iddia etmektedirler. Halbuki, Allahü Teâlâ yaratılanlara benzemekten de zaman ve mekâna muhtaç olmaktan da münezzehtir.
Böyle ayrılık ve sapıklıkların olması tabiîdir. Bir dinin samimi inananları olduğu gibi o din içinde münafıkça hareket edenler de olacaktır. Öyleyse doğru yolda kalmak isteyen fakat yeterli ilmi olmayan Müslümanlar nasıl hareket edecek ne yapacaktır? Onların yapacağı büyük çoğunluğa uymaktır.
Çünkü Peygamberimiz, (s.a.v.) Allah’ın bildirmesiyle ümmeti arasında böyle şeyler olacağını biliyordu. Bu sebeple, çoğunluk neredeyse onlarla beraber olmamızı emretmiştir. Onlar da Ehl-i sünnet inancına sahip olan dört mezheb ehli müctehidler, âlimler, müfessirler, muhaddisler ve sofiyye tâifesidir.
Bir müctehid âlimlerimize bakalım, bir de Allah’a mekân isnat edenlere…
Müctehid âlimlerimiz içinde onlardan daha âlim, mânevî anlayışı daha ince, amelde daha ileri binlerce kimse var. Peygamber Efendimiz zamanından beri bu zatların hepsi hata etmiş, bunların peşinden gidenler de hata üzerinde devam etmişler de sonradan gelen bu nevzuhurlar mı hakikati bulmuşlar?.. Bu imkânsız…
Böyle bir iddiayı, muhâkeme kâbiliyetini kaybeden hayvanlaşmış kimselerle delilerden başkası kabul etmez.
Meşhur âlim Yusuf Nebhânî hazretleri, böyleleri hakkında Buhârî’de geçen şu hadis-i şerifi hatırlatıyor:
“Dinden çıkarlar, sonra ona dönüş de yapamazlar.”
Bu din, Resûlüllah’ın (s. a.v.) “Âlimler peygamberlerin vârisleridir” buyurduğu hem ilme hem nura sahip olan gerçek âlimler vasıtasıyla bu güne kadar gelmiştir. Bu mübârek zatlar söz ve yazılarıyla, va’z ve kitaplarıyla asırlardır bu ümmete yol göstermişlerdir. Onların anlattıklarını bir tarafa bırakıp yeni bazı inanışlara yönelmek, bir mânâda Peygamberimiz’in tebliğ ettiği dinin bu zamana gelene kadar yanlış anlaşıldığını kabul etmek olur ki, sapıklığın en âlâsı da budur.
O âlimler öyle değerli kimselerdir ki, Allah (c.c.) kendi dinini maddî olarak onların vasıtasıyla ayakta tutmuştur. Allah’ın, kalbine bir damlacık da olsa nur akıttığı kimseler bilirler ki, Allah’ın emirlerine uyup onun tevhid inancını koruyup insanlara aktaranlar, Allah indinde çok değerli kimselerdir. Bize düşen de Allah’ın seçkin kullarını Allah’ın kabul buyurduğu gibi hayatlarında da vefatlarında da.seçkin ve farklı kabul edip hürmet göstermektir. Çünkü Hazreti Allah dininin hükümlerini tebliğ için onları vâsıta kıldı.
Biz Allah’ın kullarıyız. Onu da onu seveni de severiz ve Allah’ı tâzim edeni büyük tanırız. Onun zatıyla ilgili yanlış bilgi verenleri de düşman kabul eder buğzederiz. Onu tahkir edeni tahkir ederiz.
Müslümanların inançlarını ve birliğini bozan, kalplerine şüpheler sokan, tâbî olduğumuz müctehidlerin mezheblerini küçümseyen, doğruluğu hakkında insanları tereddüde düşüren sapık ve fasık kimselerle beraber olmak, ilim yolunda olan hiçbir talebeye de ilim sahibi olmayan diğer müslümanlara da uygun değildir. Böyleleriyle beraber bulunmak, şeytanla aşık atmaya benzer. Çünkü onlar iblisin iğvalarına sıkı sıkıya bağlıdırlar. Onun için onlarla bir arada bulunmak, şeytanla arkadaşlık etmek gibidir.
Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
“Bundan evvel hakikaten hem kendileri sapmış hem birçoğunu saptırmış ve (hâlâ da) dümdüz yoldan ayrılıp sapagelmiş bir kavmin (topluluğun) hevâ(ve heve)sine uymayın.” (Mâide, 77)
Yeterli ilmi olmayan, İslam inancını gereği gibi sağlam öğrenememiş ve inancına ters bir şey söylendiğinde gerekli cevabı veremeyecek durumda olan müslümanlar, bu makûle kimselerle oturup kalkmamalıdırlar. Aksi takdirde, bahsettiğimiz âyette yasaklanan sınıra girmiş olurlar.
Ancak bu yasak bütün Müslümanlara şâmil değildir. İlmi yerinde, îtikadı sağlam ve sapık kimselere cevap verecek vaziyette olanların onlarla oturup konuşmasında bir mahzur olmaz. Çünkü, dinî meselelere hâkim olan bir kimse, tam techizatlı bir asker gibidir. Karşısındakine verilmesi gereken cevabı lâyıkıyla verebilir. Onun için, böyle kimselerin onları dinleyip ne söylediklerini anlaması ve ona göre cevap vermesi tabii ki lâzımdır.
Meselelere hâkim olan, fikrinin ve inancının kaymasından korkulmayan ilim erbabının, bid’adçıları reddetmek için onlarla konuşması mübahtır. Henüz ilim yolunda olanlar daha ilimlerini tamamlamadıkları için, onlarla beraber bulunmaları katiyen câiz olamaz. Çünkü, -yukarıda da ifadeye çalıştığımız gibi- onlarla oturup konuşmak şeytanla sohbet etmeye benzer ki, şeytanın ilim yolunda olan talebeleri altetmesi kolaydır.
Biz böyle talebelere çok rastladık ve sapık kimselerin tuzaklarına düşüp mânen mahvolduklarına çok şahid olduk.
Hazreti Allah (c.c.) hem kendi sapkın hem de başkalarını sapıtma yolunda olanların şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza buyursun. ÂMÎN…
Ali Eren
lünün Ardından Kur’an Okunmaz” diyen Vehhabi'lere Reddiye
Cenaze namazında ölü için dua meşru kılındığı gibi, defin sonrası istiğfar ve dua da meşru kılınmıştır. Bir hadiste “Kardeşiniz için bağışlanma dileyin. Onun için (kabir sualine cevap vermede) muvaffakiyet isteyin. Çünkü şu anda hesaba çekiliyor”[45] buyrulmaktadır. Bu konuda İbn Kudâme de şöyle demektedir: “Ölü için dua etmenin, istiğfarda bulunmanın ve onun adına sadaka vermenin ona fayda vereceği ve sevabının kendisine ulaşacağı hususunda âlimler arasında ihtilaf yoktur.Bu ameller, ister ölünün çocuklarından ister akrabalarından isterse diğer müminlerden olsun durum aynıdır. Evlatların, namaz, oruç, Kur’an tilaveti gibi sırf bedenî ibadetlerinin de ölüye faydası varken diğer müminlerin zekât, kefaret gibi sırf malî ibadetlerinin ecirleri de ölüye ulaşır.
Hanefilerin görüşüne göre dua, istiğfar, sadaka, Kur’an tilaveti, zikir, namaz, oruç, tavaf, hac, umre vb. ibadetlerin ve yapılan her türlü iyiliğin sevabını dirilere ve ölülere bağışlayanların bu bağışları o kişilere ulaşır.
Hanefi fakihi Zeyla‘î (ö.762/1360) bu konuda şöyle diyor: “Bir kişinin yaptığı amelden ölüye bir faydanın ulaşması aklen imkânsız değildir. Zira bu durumda kişi kendine ait bir ecri başkasına bağışlamıştır. O ecri, bağışladığı kişiye ulaştıracak olan da Allah’tır. Onun buna elbette gücü yeter. Herhangi bir amel bu konuda istisna da edilmemiştir.”[46]
İbnü’l-Kayyim de “er-Ruh” adlı kitabında şöyle diyor: “Ölüye bağışlanacak amellerin en faziletlileri, sadaka, ölü için istiğfar, dua ve onun adına yapılacak Hac’dır. Kur’an okunup sevabı karşılık beklemeksizin Allah rızası için ölüye bağışlandığında, oruç ve haccın sevabının ölüye ulaştığı gibi Kur’an tilavetinin sevabı da ulaşır. Bu ibadetleri sevabını ölüye bağışlamak niyetiyle yapmak evladır. Fakat bunu dil ile söylemek şart değildir.”[47]
İbn Kudâme ise el-Muğnî adlı eserinde “insanın yapıp sevabını ölmüş bir Müslümana bağışladığı herhangi bir ibadet Allah’ın dilemesiyle ölüye fayda verir” diyor. Niyeti gerektiren vacipleri (ibadetler) yapmak da bu kabildendir.
Buhârî ve Nesâî, İbn Abbas Radıyallâhu Anhumâ kanalıyla şu hadisi naklediyor: “Cüheyne kabilesinden bir kadın Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’e gelerek “Annem haccetmeye niyetlenmişti fakat hac yapamadan öldü. Onun adına hac yapabilir miyim?” diye sordu. Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’de “Evet onun adına hac yapabilirsin. Annenin üzerinde bir borç bulunsaydı onu ödemez miydin? Allah’a olan borçları da ödeyin. Zira Allah, vefa gösterilmeye en layık olandır” şeklinde cevap verdi.”[48]
Hanbelilere göre, ölmüş kimseler için yapılan hac, oruç, dua, istiğfar vb. ibadetlerde olduğu gibi definlerinden önce ve kabirleri başında ölüler için Kur’an okumak da onlara fayda verir ve sevabı kendilerine ulaşır.
Hanbeli mezhebinde el-Mukni‘ metni üzerine yazılan eş-Şerhu’l-Kebir’de şöyle denmektedir: “Ölünün yanında Yâsin suresi okunabilir.” Çünkü Ma‘kıl b. Yesâr’ın rivayetine göre Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem “Ölülerinize Yâsin okuyun” buyurmuştur.[49]
Ahmed b. Hanbel’in rivayet ettiği bir hadiste de şöyle buyruluyor: “Yâsin suresi Kur’an’ın kalbidir. Bir kimse Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu isteyerek bu sureyi okursa günahları bağışlanır. Hastalarınıza da Yâsin suresini okuyun.”[50]
Hasan b. Ahmed el-Verrâk şöyle diyor: “Ali b. Musa el-Haddâd -ki o saduk bir ravidir- bana şöyle anlattı: “İmam Ahmed b. Hanbel ve Muhammed b. Kudâme el Cevherî’nin de bulunduğu bir cenaze merasimindeydim. Ölü defnedildiğinde Darîr kabri başında oturup Kur’an okumaya başladı. İmam Ahmed kendisine “Ölünün kabri başında Kur’an okumak bid‘attir” dedi (Bunun üzerine o da Kur’an okumayı bıraktı). Kabristandan çıktığımızda Muhammed b. Kudâme, Ahmed b. Hanbel’e “Ey Ebû Abdullah! Mübeşşir el-Halebî hakkında ne dersin?” diye sordu. O da “sika birisidir. Yoksa ondan bir rivayet mi yazdın?” dedi. Bunun üzerine Muhammed, “Mübeşşir’in bana naklettiğine göre, Abdurrahman b. Ali b. Leccâc’ın babası, kendisi ölüp defnedildikten sonra kabri başında Bakara sûresinin başından ve sonundan bir bölüm okunmasını oğlu Abdurrahman’a vasiyet etmiş ve İbn Ömer Radıyallâhu Anhumâ’nın da böyle bir vasiyette bulunduğunu işittiğini söylemiş” deyince İmam Ahmed b. Hanbel “geri dön ve Darir’e söyle, ölü için okuduğu Kur’an’a devam etsin” dedi.”[51]
İbnü’l-Kayyim, Zâdu’l-me‘âd adlı kitabının “Cenazeler” bölümünde şöyle der: “Kabri başında veya başka bir yerde ölü için Kur’an okumak, bid‘at-i seyyie’dir.” Onun bu sözü yine kendi eseri er-Rûh’ta söyledikleriyle ve İmam-ı Âzam dışında diğer fakihlerden naklettikleriyle çelişmektedir. Sadece Ebû Hanife’den, ölünün kabri başında Kur’an okumanın tenzîhen mekruh olduğuna dair bir görüş nakletmektedir. Oysa Hanefîlerde tercih edilen görüş, Ebû Hanife’nin bunu mekruh görmediğidir. (…) Fakihlerin bu konudaki görüşlerine itimat etmek gerekir.[52]
Kütüb-ü Sitte müelliflerinin İbn Abbas Radıyallâhu Anhumâ’dan naklettiklerine göre, Hazreti Peygamber Sallallâhu aleyhi ve Sellem Medîne-i Münevvera’da bir kabristana gittiğinde, orada iki kabirden azap gören iki insan sesi işitmiş ve şöyle buyurmuştu: “Bu ikisi azap görüyorlar. Azap görmelerinin sebebi de büyük bir şey değildir. Onlardan biri, idrar sıçramasından sakınmazdı. Diğeri de koğuculuk yapardı. Sonra Hazreti Peygamber Sallallâhu aleyhi ve Sellem yaş bir hurma dalı istedi ve onu ikiye ayırdı. Her iki kabre birer parça dikti ve “Ey Allah’ın Rasûlü! Niye böyle yaptınız?” diye sorulduğunda “Bu dallar kurumadıkça onların azabının hafifletileceğini umarım” buyurdu.[53]
Bu hadiste, Kur’an okuma sebebiyle Allah’ın inecek olan geniş rahmetinin ölüye fayda vereceğine dair güçlü bir delil vardır. İmam Nevevî bu hadisin şerhinde şöyle diyor: “Âlimlerimiz bu hadisi delil getirerek, ölünün kabri başında Kur’an okumayı müstehap görmüşlerdir. Zira yaş bir dalın teşbihi sebebiyle azabın hafifletileceği umuluyorsa, bu durum, Kur’an tilaveti sebebiyle evleviyetle beklenir.”[54]
Hattâbî de bu hadisle ilgili olarak şunları söyler: “Yaş hurma dalının kabre dikilmesinin anlamı, onun yaş kaldığı sürece tesbih etmesidir. İşte bu tesbihin bereketiyle azap hafifletilmektedir. Ağaç olsun veya olmasın içinde canlılık bulunan her şey için bu mana geçerlidir. Zikir ve Kur’an tilaveti gibi içinde bereket barındıran şeyler ise fayda vermesi yönüyle daha üstündür.”
“Kişi öldüğünde ameli sona erer…”[55] hadisini Kur’an okumanın ölüye fayda vermeyeceğine delil getirmeye gelince, böyle bir çıkarım doğru değildir. Çünkü hadiste Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem, ölünün sadece kendi amelinin sona ereceğini haber verdi, ‘amellerin faydası sona erer’ demedi. Başkasının ameli ise yapana aittir. Eğer onu ölüye bağışlarsa sevabı ona ulaşır. Ulaşan, ölünün kendi amelinin sevabı değildir. Çünkü sona eren farklı bir şeydir, ulaşan ise farklı bir şeydir.
Sözün özü; delillerden çıkardığımız, Kur’an okumanın sevabının ölüye ulaşacağı ve ona fayda vereceğidir. Ölü için yapılan dua, istiğfar vb. ameller de böyledir. Bunların evde veya kabri başında yapılması arasında fark yoktur. Şu hadisler de delilimizdir:
İbn Abbas Radıyallâhu Anhumâ Rasûlüllah Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in şöyle buyurduğunu haber veriyor:“Ölülerinize “Lâ ilâhe illallah”ı telkin ediniz. Ölüm esnasında kelime-i tevhid’i söyleyen Müslüman mutlaka kurtulur.”[56] Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in “Ölülerinize “Lâ ilâhe illallah”ı telkin ediniz” dediğini Ebû Sa’îd el-Hudrî Radıyallâhu Anh’de nakletmiştir.[57] Eğer ölüler “Lâ ilâhe illallah” telkininden faydalanmayacak olsaydı telkinin de bir anlamı olmazdı.Eğer durum Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem’in yaptığının hilafına olsaydı, Hazreti Peygamber Sallallâhu Aleyhi ve Sellem kendisi doğruyu yapmadığı gibi doğru olmayanı emretmiş olurdu.
[1] el-Beyân fî Nemâzeci li-eşyâi lem yef’alhe’n-Nebiyyü Aleyhi’s-Selâm, Mektebetü’l-Kahire, Kahire, birinci baskı, 1423/2002.
[2] Hasan es-Sendevî, Ta‘liku’l-İhtifâl bi’l-Mevlidi’n-Nebevî, el-İstikâme, 1948.
[3] el-Mâverdî, el-Hâvî’l-Kebîr, I, 292.
[4] Dr. İzzet Ali Atiye, el-Bid’atü Tahdîdühâ ve Mevkıfu’l-İslâmi minhâ, III, 198 (s.411-412) Daru’l-Kütübi’l-Arabî, Beyrut.
[5] es-Sekenderî, el-Mevrid fi’l-Kelâmi alâ Ameli’l-Mevlid
Asıl şirk ehli Vehhabilerdir
Allâh-ü Teâlâ’ya hamd-ü senâlar, Rasûlüllâh (Sallâ-llâhu Aleyhi ve Sellem)’e ve âl-i ashâbına salât-ü selâmlar, ölü ve diri tüm Allâh dostlarına fevka’t-tecellîlerle duâlardan sonra; geçen yazımızda tevessülün ölümden sonra da câiz olduğunun delillerini serd etmeden önce cevabını açıklamak istediğimiz bazı suâller sorduk ve bunlar içerisinden sadece birincisinin cevabını açıkladık ki, o da ölümün bir yok oluş demek olmadığı, sadece bir yurttan diğerine geçiş olduğu konusuydu.
İkinci sorumuzun cevabına gelince; evvelâ şunu ifade edelim ki; Allâh-ü Teâlâ’nın izni ve yardımı olmadan kimsenin bir şeye gücü yetmeyeceği hususunda ölüyle dirinin farkı yoktur. Allâh-ü Teâlâ’nın müsaadesiyle bir şeye kadir olma hususunda ise ölüyle dirinin farkı vardır ama muhâliflerin(vehhabi ve selefilerin) dediği gibi, diri muktedir (güç sahibi), ölüyse âciz değildir,(diri yapar ölü yapamaz inancı)aslında bu iddia şirkin ta kendisidir. Zîra diriye müstakil (bağımsız)bir güç isnad etmektedir. Fakat ölüyle dirinin gücü arasında farklı bir durum vardır, çünkü ölenin ruhunun, dirininkinden daha güçlü olduğu şüphesiz bir hakîkattir. Zîra bazılarının zannettiği gibi, sadece dirilerden duâ ve hediye bekleyen bir âciz konumuna düşmez, bilakis gerçek gücünü göstermesinin önündeki tek engel olan cesetten kurtulunca, sağ iken yapamadığı şeyleri yapmaya başlar. Nitekim İbn-i Kayyım ki bir çok yanlışların sahibidir, İbn-i Teymiye’nin yanlış fikirlerini yayarak büyük bir ifsâda sebebiyet vermiştir. Ama Mevlâna Hâlid (Kuddise sirruhû)nun da beyânı veçhile; rûhun ölümünden sonraki tasarruflarını ispat hususunda birçok delil toplayarak, kendisini önder kabul ettiklerini savunan tevessül düşmanlarını şaşkına çevirmiştir. İşte bu kişi, “er-Rûh” isimli kitabında şöyle demektedir: “Bedenin esâretinden, ilişkilerinden ve engellerinden kurtulan bir ruhta, öyle tasarruflar, öyle kuvvetler, öyle himmetler ve Allâh-ü Teâlâ ile öyle süratli irtibatlar bulunur ki, beden içerisinde hapsolmuş basit bir ruhta bu güçlerin hiç biri tasavvur edilemez.”
Beden zindanındaki bir ruhun dünyada bu kadar gücü varsa, ya cesetten tamamen ayrılıp, dağınık tüm kuvvetlerini bir araya toplarsa, tabi ki o zaman onun başka sıfatları olur ve başka fiilleri olur, çünkü o zaman o, bedenle alâka kurmadan önceki yüceliğine, temizliğine, asâletine ve üstün himmetine yeniden kavuşmuş olur.1 Tabi ki burada birtakım yükümlülükler vardır ki, ölünün onlardan sorumluluğu kalmamıştır. Nitekim vefatının ardından bir ruh; namazla, oruçla ve geçim teminiyle mükellef değildir, ama: “İnsan öldüğü zaman, ameli kesilir, ancak (cami, çeşme ve yol gibi) devam eden sadaka, faydalanılan ilim ve kendisine dua eden salih bir çocuktan ibaret üç şey müstesnâ”2 hadîs-i şerîfinden anlaşıldığı üzere, ölüyle dirinin müşterek olduğu ameller de vardır. Demek ki, diriyle tevessülü câiz görüp de, ölüyü aracı yapmayı câiz görmeyenler, ölünün bir şeye gücü yetmeyeceğini söylerken, dirinin, istediğini yapmaya güçlü olduğunu iddia etmiş olmaktadırlar ki, böylece onlar her Müslüman’ın inanması gereken: “Allâh’ın izni olmadan yaprak kıpırdayamaz” îtikâdını zedelemiş olmaktadırlar, çünkü dirinin bir şeye gücü yetebilir mi ki, ölü ondan âciz kalmış olsun! Allah’ın izniyle olduktan sonra ise, ölüyle diri arasında ne fark olabilir? Netice olarak; “Allâh-ü Teâlâ’nın izin verdiği kimse, ölü de olsa güçlüdür, Allâh-ü Teâlâ’nın izin vermediği kimse ise diri de olsa âcizdir” demeyen kişi, Allâh-ü Teâlâ’nın kudretinin büyüklüğünü ikrar etmiş olamaz.
Üçüncü sorumuzun cevabına gelince; ölünün, dirinin dualarından ve sadakalarından fayda-landığı konusu, Ehl-i Sünnet akîdesinde yer etmiş bir konudur. Gerçi Mu’tezile gibi bazı bâtıl fırkalar bunu inkâr etmekteyseler de, şu anda onlara reddiye yapacak mecâlimiz yoktur. Dirinin ölüden faydalanmasına ge-lince; bunun da sübûtunu bir çok hadîs-i şerîften anlamaktayız ki, bunun en açık delili, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in: “Benim hayatım sizin için hayırlıdır, (benim sağlığımda bir takım işler) yaparsınız, size (onlarla ilgili hükümler) bildirilir. Ben öldüğümde ise vefâtım sizin için hayırlı olur, çünkü amelleriniz bana (kabrimde) arz edilir, hayır görürsem Allâh’a hamdederim, şer görürsem Allâh’tan sizin için af dilerim” hadîs-i şerîfidir.3 Artık “Ben vefatından sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in istiğfârından bir şey ummuyorum” diyene, “İnkârcının nasibi ancak mahrûmiyettir” demekten başka ne denebilir? Oysa bu hadîs-i şerîfi Bezzâr (Rahimehullâh) gibi bir hadîs hâfızı Müsned’inde zikretmiştir.4 Hâfız Irâkî (Rahmetullâhi aleyhi) “Bu hadîsin isnâdı çok iyidir” demiştir.5 Heysemî (Rahmetullâhi aleyhi) “Bu hadîsi Bezzâr rivâyet etti, ricâli sahihte geçen zevâttır” demiştir6. Sü-yûtî (Rahimehullâh) “Bu hadîs sahihtir” demiştir7. Kastalânî “Buhârî Şerhi”nde, Ali el-Kârî “Şifâ Şerhi”nde, Zerkanî de “Mevâhib Şerhi”nde bu hadîs-i şerîfin sahih olduğunu söylemişlerdir8.
Abdullâh ibn-i Sıddîk el-Gumarî (Rahi-mehullâh) “Nihâyetü’l-âmâl fî şerhi ve tashîh-i hadîs-i arzi’l-e’mâl” isimli müstakil bir risâleyi sadece bu hadîsin sıhhatini beyâna tahsis etmiştir. Bu hadîsin sahîh olduğuna ve dört mezhep imamı dâhil bir çok imama göre huccet kabul edilen sahîh ve mürsel yollarla rivâyet edildiğine dâir, müstakil kitaplar yazılacak kadar ilim mevcutken, inançlarını hadîslere göre ayarlamak yerine, hadîsleri inançlarına göre tahlîle tâbi tutma yolunu seçen Elbânî gibilerin bu hadîsi zayıf kabul etmeleri, hilekâr tilkilerin, ars-lanların silsilesini koparma teşebbüsü gibi gülünç ve tehlikelidir.9 Ama elden ne gelir? Hadîs-i şerîfte vârid olduğu üzere: “Dini iyi anlamak ancak Allâh’ın, kendileri hakkında hayır dilediği kimselere nasiptir.”10 Saîd ibn-i Müseyyeb (Radıyallâhu anh), ümmetinin amellerinin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’e arzedilişini Kur’ân-ı Kerîm’den istinbât etmiştir. Nitekim Abdullah ibn-i Mübârek (Radıyallâhu anh) onun şöyle dediiğini nakletmiştir: “Ümmetinin amellerinin sabah-akşam Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e arzedilmediği bir gün yoktur, zaten o, bu nedenle onlar hakkında şahitlikte bulunabilecektir. Allâh-ü Teâlâ “(Habîbim! Seni inkâr edenlerin hâli) nasıl olacak o zaman k i; her ümmetten (kendileri hakkında) bir şâhit (olmak üzere peygamberlerini) getireceğiz, seni de işte şunlar üzerine bir şâhit olarak getireceğiz?”11 buyurmaktadır. (Ümmetinin ne yaptığını görmeden, onlar hakkında nasıl şahitlik yapabilir?)12 Görüldüğü üzere; biz, vefâtından sonra da sağlığındaki gibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)’in dua ve istiğfarından faydalanmaya devam etmekteyiz. Yine böylece herkesin bildiği ve kimsenin itiraza yeltenmediği sahih hadîs-i şerîfte “Mi’râc gecesi Mûsâ (Aleyhisselâm) ın şefâatiyle farz namazın elli vakitten beş vakite indirildiği(13) anlatılmıştır. Binlerce sene evvel vefât etmiş olan Mûsâ (Aleyhisselâm) ın, bu ümmete ne büyük iyiliği olduğu nasıl göz ardı edilebilir. Bundan dolayı Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Mûsâ (Aleyhisselâm) size ne güzel şefâatçi olmuştur, ona çok salât okuyun” buyurmakla, bize onun iyiliğini takdir etmemizi talim etmiştir. Şimdi biri çıkıp da “Vefatından sonra Mûsâ (Aleyhisselâm) dan bir fayda beklenmez, onun için namaz elli vakit kalmalıdır” diyecek olsa, bunu hangi akıllı mâkul görebilir. Sakın birileri kalkıp, ölülerin dirilere bu türlü yardımının peygamberlere mahsus olduğunu iddiâya kalkışmasın, çünkü bu, delilsiz dâvâ olur, hatta aksine delil kâimdir. Nitekim İskenderiye ulemâ meşîhatinin müderrisi olan Muhammed Tâcuddîn (Rahmetullâhi aleyhi): “er-Risâletü’r-Remliyye” isimli eserinde şöyle demiştir: “Peygamberlerin ve velîlerin berzah (kabir âlemindeki) hayatları şehitlerin hayatlarından aşağı olamaz. Tabi ki nebîlerin hayatı, herkesinkinden daha mükemmeldir, nitekim ümmetinin amellerinin Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e gösterildiği ve onun günahkârlar için istiğfârda bulunduğu konusu sahîh sünnette bir çok hadîs-i şerîfle sabit olmuştur. Salih kulların (vefatlarından sonraki) hayatları ve yakınlarının amellerinin onlara arz edilişine dâir İmam-ı Ahmed’in Müsned’inde bir hadîs-i şerîf vardır ki, ölülerle tevessülü reddedenlerin imamı olan İbn-i Teymiye’ye göre, Ahmed ibn-i Hanbel’in Müsned’indeki hadîs-i şerîflerin tamamı makbûldur. Zaten bâtılın tutarlılığı olmadığını ve çelişkiden asla kurtulamayacağını İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyım gibilerin kelâmlarıyla, inançlarını kıyasladığımızda daha iyi anlamaktayız.
Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu anh) dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Sizin yaptıklarınız ölü olan akrabanıza ve aşîretlerinize gösterilir, eğer (yaptığınız) hayırsa, onunla sevinirler, başka bir şeyse: ‘Ey Allâh! Bizi hidâyete erdirdiğin gibi onları da hidâyete eriştirinceye kadar öldürme’ derler”.14 Amellerin arzı için akrabalık ilişkisi de şart değildir. Nitekim Ebû Eyyûb el-Ensârî (Radıyallâhu anh) dan mevkûfen rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Amelleriniz ölülere arz edilmektedir. Güzel bir şey görürlerse, onunla müjdelenirler, kötüyse: ‘Ey Allah! Onları (tâatına) döndür”derler.15
Bu konuda birbirini takviye eden o kadar hadîs-i şerîf mevcuttur ki, böylece biz ölülerin, özellikle yakınlarımızın kabir âlemindeki duâlarına mazhar olduğumuza dâir yakînî bir îtikâda sahip olmaktayız.
Üçüncü sorunun cevabına dâir bazı deliller daha mevcuttur ki, onlar bize dirilerin ölülerden bilfiil yararlandığını daha iyi açıklayacaktır. Ancak bu yazımızda bunlara yer kalmadığından inşâallâh bir sonraki yazımızda daha ne ilginç deliller okuyacaksınız ve dördüncü sorunun cevâbıyla birlikte, ölülerden himmet istemenin, dirilerden istemekten daha çabuk tesir edeceğine ikna olacaksınız. Bir çok ağır hastalığıma, kitap çalışmalarıma ve sohbetlerime rağmen siz Kasr-ı Ârifân okurlarına faydalı ve ilmî yazılar hazırlamaya beni muvaffak kılan Rabbime hamd-ü senâlar son sözüm olsun, ama kendilerine hiçbir yararı olmayan gazete, roman ve dergilere, fuzûlî eğlencelere vakit ayırıp da, bunca âyet ve hadîse birkaç dakikalarını dahi ayırmaya tenezzül etmeyenlere, iki cihanda da bir çift sözüm olsun!
A.Mahmut Ünlü
DİPNOTLAR
1- (er-Rûh, sh: 137)
2- (Müslim, no: 1631)
3- (İbni Sa’d, et-Tabakâtü’l-Kübrâ:2/194, İbni Hacer el-Askalânî, el-Metâlibül-Âliye, no:3853, 4/22, Heysemî, Mecma’u’z-zevâid, no:14250, 8/594).
4- (Keşfü’l-estâr, 1/397)
5- (Tarhu’t-tesrîb, 3/297)
6- (Mecma’u’z-zevâid, 9/24).
7- (el-Hasâisu’l-kübrâ, 2/281).
8- (Seyyid Ebu’l-Haseneyn, er-Rasâil fî tahkîkı’l-mesâil, Def’u şübuhâti’l-mâni’în, 1/13)
9- (Mahmûd Saîd Memdûh, Raf’ü’l-minâre li tahrîc-i ehâdîsi’t-tevessüli ve’z-ziyâre, sh:156-169)
10- (Buhârî, no:71, 1/39; Müslim, no:1031, 2/718)
11- (Nisâ Sûresi:41)
12- (Seyyid Ebu’l-Haseneyn, er-Rasâil fî tahkîkı’l-mesâil, Def’u şübuhâti’l-mâni’în, sh:13)
13- (Buhârî, no: 3207, 3393, 3430, 3887, 7517; Müslim, no:162, 262; Tirmizî, no: 3346; Nesâî, no: 449; Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned, 17833, 17837, 29/370-381; İbn-i Ebî Şeybe, 14/302-304; Taberî, 14/416-420)
14- (Ahmed ibn-i Hanbel, el-Müsned, 3/164)
15- (İbn-i Ebi’d-Dünya, Kitâbü’l-menâmât, sh:8; Irâkî, el-Muğnî, 4/497)
İbni Kayyım'ın Vehhabileri Yalanlayan Sözleri
Vehhabîlerin Allâme ismini verdiği ve yazılarını kendilerine sened olarak kullandığı İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de vefât etdi. Bu Kitâb-ür-rûh kitabında diyor ki:
“Bir kimse, bir kabri ziyâret edince, kabirde bulunan meyyit, ziyâret edeni bilir. Onun sesini işitir. Onunla ferâhlanır. Onun selâmına cevab verir. Bu hâl, yalnız şehîdlere mahsûs değildir. Başkaları için de böyledir. Belli bir zamana mahsûs da değildir. Her zaman böyledir.”
Bu kitabın İz Yayıncılık tarafından basılmış tercümesinin değişik yerlerinden bazı pasajlar:
Rasûlullah, ümmetinin ölülere: "Ey mü'minler topluluğu! Allah'ın selamı üzerinize olsun (Es-selamü aleyküm dâre kavmin mü'minin)" şeklinde selamlarını alıyormuş gibi selam vermelerini önermiştir. Haddizatında bu şekilde selam, duyan düşünen insanlara verilir. Ölüler kendilerine verilen selamı duymamış olsalardı (ki, yokluk ve cansıza hitap olacağından) bu abes olurdu.Ölünün ziyaretçilerini tanıması tevatüren sabit olduğu gibi selef alimleri de bu konuda müttefiktirler.
[Ölülerin] bedenleri dağılsa da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı sözkonusu ruhlara hitaptır."Kabirde olanlara sözlerini duyuramazsın" âyeti celîlesinin siyakından kâfir bir kimsenin faydasına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duyamaması anlaşılmaktadır. Nitekim kabirde bulunanlar söylenenleri işlerine yarayacak biçimde duyamazlar. Ancak Yüce Allah ölülerin hiçbir şey duyamayacaklarını ifade etmemiştir. Bilakis Ölülerin ziyaretçilerinin ayak seslerini duyduklarını; Bedir ölülerinin Rasûlullah'ın konuşmasını duyduğunu bildirmekte ve de yaşayan birine hitap ediyormuşcasına onlara da hitap edilmesini meşru saymıştır. Bu nedenle de mü'min kardeşine selam verenin selamının alınacağı da haber verilmiştir. Bu âyetin bir benzeri de şudur: "Sen, ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsin" ölülerle birlikte sağırların da daveti duyamaması her ikisinin de davete ehil kimseler olmadığına delildir. Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara birşey duyurmak, anlatabilmek mümtenîdir demektir. Bu görüş doğrudur ama, ölümden sonra bir Ölçüde bedenle alakasını kesmemiş ruhlara kötü durumlarını, alçaklıklarını duyurmanın imkânsızlığını ifade etmemektedir.
Düşün; birisi, dostunu yahut akrabasından birini yahutta bir başkasını rüyasında görmüş; gördüğü kişi, buna yalnızca rüya gören kişinin bildiği bir bilgi vermiş, yahut gizlediği bir malın yerini göstermiş yahut onu olacak tehlikeli bir işten sakındırmış yahutta olacak bir şeyle müjdelemiş ve bunlar da gerçekten dediği gibi olmuş yahut rüya görenin veya yakınlarından birinin şu zamanda öleceğini söylemiş; bu da gerçekleşmiş yahutta bolluktan veya kıtlıktan, düşmandan, musibetten, hastalıktan veya bir maksadından bahsetmiş, bunlar da dediği gibi olmuş. Bu gibi hâdiselerin sayısını Allah'tan başka kimse bilemez İnsanlar bunun mümkünlüğünde birleşmişler. Birçokları gibi biz de bundan daha acaiplerini duymuşuzdur, görmüşüzdür. Şu iddia yersizdir: "Bütün bunlar uyku anında nefsin bedenî meşgalelerden uzaklaştığında kişiye beliren nefiste zaten var olan ilimlerdir. İnançlardır." Bu iddia bâtılın, muhalin ta kendisidir. Çünkü nefsin, ölünün haber verdiği şeyden asla bilmiyordu...
Kişinin ölüyü rüyasında görüp ölüye bilgiler vermesi, ölünün de kişinin bilmediği birşeyi bildirmesi böylece geçmişte ve gelecekte haber verilen şeyin gerçekleşmesi bazan yerini ölüden başka kimsenin bilmediği medfun bir maldan bazan da borcu olduğunu bildirmesi, dirilerin ruhlarının ölülerin ruhlarıyla birleşeceğine delildir. Daha da garibi, ölüden başka kimsenin bilmediği ve hatta şu zamanda başımıza gelecek şeyi bildirmesi de ruhların birleşeceğine delildir. Haber verilen şey gerçekleşir; bazan da ölü, insana sadece kendisinin bildiğini bir olayı anlatır...
Rabiâ ölünce, bir kadın onu rüyasında yünden bir başörtüsü ve cübbe ile kefenlendiği halde süslü bir elbise ve ipekten bir başörtüsü ile görür. Ona der ki: "Kefenin olan yün başörtüsüyle cübbeyi ne yaptın?" Rabia: "Allah'a yemin olsun ki onlar üzerimden çıkarıldı bunlar giydirildi, kefenimi dürdüm. Bunları giymem bana yasaklandı. Sonra da kıyamet günü tam mükâfatımı almak için illiyyûn cennetine yükseltildim." "Bu halinle sen dünyada olup bitenleri bilebiliyor musun?" Rabia: "Bu, Allah'ın veli dostlarına verdiği kerametle oluyor."
Yalan söyleyeceğini hiç sanmadığım biri bana şunu anlattı: Bir kadın evinin yıkılması, sonra da yeniden yapılması için muayyen bir ücret karşılığında beni tuttu. Yıkmaya başladım. Birden kadın ve etrafındakiler gocunmaya başladılar. Kadına dedim ki: "Ne oluyor?" Kadın: "Allah'a yemin olsun ki bu evi yıkmamın bir amacı yok. Olayı sana anlatayım. Çok zengin bir babam vardı. Geçenlerde öldü. Ama fazla malını bulamadık. Durum böyle olunca malının gömülü olacağını düşündüm, acaba bulamaz mıyım diye gördüğün gibi evi yıktırmaya karar verdim" dedi. Orada bulunanlar kadının anlattıklarını duyunca: "Malı bulmanın daha kolay yolunu denedin mi?" dediler. Kadın: "Hangi yol" diye sordu. Adamlar: "Fülanca adama git, gece başından geçenleri ona anlat, umulur ki babanı görür de yorulmadan külfete girmeden malın yerini öğrenirsin." Bu teklif üzerine kadın gitti, meramını adama anlattı, geri döndü. Kadın adamın kendi ismiyle babasının ismini yazdığını zannediyor. Ertesi gün işe erken başladım. Bir müddet sonra kadın adamın yanından geldi. Bana dedi ki: "Adam diyor ki: "Babanı gördüm. Malın, evdeki tümseğin altında olduğunu söylüyor." Hemen tümseği genişçe kazmaya başladım. Biraz derinde içerisinde mal bulunan bir çömlek çıktı. Bu duruma ben hayret ederken kadın bulduğum şeyin çok az ve yetersiz olduğunu, "Babamın malı daha çoktu" diyerek küçümsüyordu. Kadın dedi ki: "O adama yeniden gideyim." Adama vardı ve babasıyla yeniden görüşmesini istedi. Adam bir gün sonra babasıyla görüştü ve gerekli şeyleri öğrendi. Ertesi gün kadın gelince ona olayı anlattı: Baban sana diyor ki: 'Zeytinyağı deposunun hemen altındaki dört köşe havuzu kazı, mal orada." Kadın hemen döner, öğrendiklerini işçisine anlatır. Mahzeni açarlar" yan tarafta dört köşe havuzu görürler. Zoraki havuzu kazınca içerisi dolu büyük bir bir cam kavanoz çıkar, onu da alır. Mal sevdasına düşen kadın yeniden o adama başvurmuşsa da birşey elde edememiş. Babası adama demiş ki-"Kızım hakkına düşeni aldı. Geriye kalan malımın üzerine ise kurnaz biri oturdu, hakkına düşeni aşırdı." Bu konuda gerçekten daha birçok misaller sayılabilir. Rüyasında tavsiye edilen ilaçları kullanarak şifâ bulanların sayısı da gerçekten çoktur. Birçok insanın bana anlattığına göre îbni Teymiyye karşıtı birçok kişi ölümünden sonra onu rüyasında görüp ferâiz ve başka konularda sorular sormuşlar; İbni Teymiyye de onların doğru cevaplarını vermiştir. Velhasıl bu gerçeği, sadece, ruhları, hükümlerini ve durumlarını bilmeyen insanlar kabul etmezler. Başarı Allah'tandır.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh, İz Yayıncılık: 11-21:
«Bana selam verdiğinizde Allah ruhumu geri verir, böylece selamınızı alırım.>> Süleyman b. Nuaym da: Rasûlullahı rüyamda gördüm. Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlar kabrine varıp Sana selam veriyorlar. Bari selamları Sana ulaşıyor mu?" Rasûlullah: "Evet, selamları alıyorum" dedi. Süleyman b Nuaym: Allah Rasûlü ashabına, kabre vardıklarında: "Es-selamû aleyküm ehle-d-diyâri'l-hadîs" yani: "Ey yeni memleketin sakinleri! Allah'ın selamı üzerinize olsun" demelerini öğretmiştir. Bu hadis de ölünün kendisine verilen selamı bildiğine ve onu aldığına delildir. Ebû Muhammed Fadl b. Muvaffık'tan nakleder: Babamın kabrini ziyarete defalarca gittim. Bir gün bir cenaze merasimine katıldım. O gün işim âcil olduğundan babamın kabrine varamadım. Gece rüyamda babamı gördüm. Bana dedi ki: "Oğlum, artık niçin gelmiyorsun?" Ben de: "Baba, sen benim ziyaretimden haberdar oluyormusun?" "Evet, vallahi haberdar oluyorum oğlum. Köprüden geçip mezarıma gelirken, başımda otururken ve ayrılıp giderken köprüyü geçene kadar hep sana bakıyorum" dedi. Amr b. Dînar'ın şöyle dediği nakledilir: "Bir kimse öldüğü zaman, ehlinin kendini yıkayacaklarını, kefenleyeceklerini bilir, onlara bakar durur." Mücâhid de der ki: "Kişi ölümünden sonra kabrinde oğlunun güzel amelleriyle müjdelenir."
MEYYİTLERİN RUHLARI İŞ YAPAR MI?
İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh, İz Yayıncılık: 140-141:
Bedenin esaretinden, ilgisinden, meşguliyyetinden kurtulan ruhun tasarrufu, kuvveti, nüfuzu, himmeti .. bedenin ilgi ve meşguliyyetleri altında ezilmiş, esir ruhtan çok daha ileri seviyededir. Hakikatte ruh; yüce, temiz, büyük ve yüksek himmetli bir ruh olduğu halde, bedene mahbus iken böyle oluyorsa acaba bedenden ayrıldıktan sonra nasıl olabilir? O halde ruh, bedenden ayrılınca ayrı bir hale, ayrı bir fiile dönüşür. Bedenden ayrılan ruhların, rüyalarda bedene tekrar dönerek bir kişinin, iki kişinin yahut çok az sayıda insanın oldukça kalabalık bir topluluğu hezimete uğratmasıyla ilgili insanların gördükleri rüyalar, tevatür derecesinde çoktur. Resûlullah'ın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr ve Ömer'in “radıyallahü anhümâ” ruhlarının, mü'minlerin sayısının azlığı ve güçsüzlüklerine rağmen, kendilerinden sayıları ve hazırlıkları çok olan küfür ve zulüm ordusunu yendikleri, nice rüyalarda görülmüştür.
Not:Mavi yazılar ibni Kayyım'a aittir
***
Murat Yazıcı
İbn-i Abidin (rah.a) vehhabileri anlatıyor
Hanefi imamlarından İbn-i Abidin -rahmetullahi aleyh-, Muhammed b. Abdilvehhab önderliğinde Necid'de ortaya çıkan grubu şu şekilde anlatıyor:
“Vehhabilik Necd çöllerinde meydana çıkıp Harameyni (Mekke-i Mükerreme ve Medine-i Münevvere) almışlardır. Kendilerinin Müslüman olduğuna inanıp, kendilerine muhâlif olanların müşrik olduğuna inanmaktadırlar. Bundan dolayı Ehl-i sünneti ve Ehl-i sünnet âlimlerinin öldürülmesini mubah görürler. 1233 senesinde Ehl-i sünnet ordusu Allah Teâlâ’nın lütfuyla onlara üstün gelip kahru perişan etmiştir.”
[Reddü'l-Muhtar c. 9, s. 96]
İnbi Teymiyye; "Ali ve Fatıma Allaha isyan etti"(!)
“Hz. Ebu Bekir ve Hz.Ömer Veliyy-i emr (halife) oldular. Allah ise veliyy-i emre itaat etmeyi emretmektedir. Dolayısıyla Veliyy-i emre itaat Allah’a itaattir. Ona isyan Allah’a isyandır. Kim onun emrine ve hükmüne karşı gelirse, Allah’ın emrine ve hükmüne karşı gelmiştir. Ali ve Fatıma Allah’ın emrini reddettiler ve onun hükmüne karşı geldiler ve böylece Allah’ın rızasını kerih saydılar. Çünkü Allah’ı razı eden şey ona itaat etmektir. Veliyi emre itaat ise Allah’a itaattir. O Halde kim veliyi emre itaati kerih sayarsa, Allah’ın rızasını kerih saymıştır. Allah kedisine itaatsizlik yapılmasına gazap eder. Veliyi emre itaatsizlik ise Allah’a itaatsizliktir. Böylece veliyy-i emre isyan yolunu tutan, Allah’a isyan yolunu tutmuş ve onun rızasına karşı gelmiştir”
(Minhacü’s-Sünne, c.2, 171-172)
İbni Teymiyye'den Vehhabilere Tokat
Önüne gelen müslümanlara şirk ehli damgası vuran , “Peygamber ölmüş gitmiş kimseye faydası olmaz , ölenin işi bitmiş ölenden fayda gelmez , şehitlerden başka hiçbir ruhun kıymeti yok” diyen sapıklıkta kendi imamlarınıda geçen vehhabilere ibni teymiyeden tokat;
“Allah celle celâluhun bizlere bildirdiği, şehitlerin yaşadığı ve rızıklandırıldığına dair olan buyrukları ile sahih hadislerde nakledilen onların ruhlarının cennete girdiğine dair olan rivayetler ile alkalı farklı değerlendirmeler yapılmıştır. Bazı kimseler bu özelliklerin sadece şehidlere ait olup sıddıklara ve diğerlerine şamil olmadığını iddia etmişlerdir. Ehli sünnetin cumhurunun kabul ettiği sahih görüşe göre ruhların hayatta olması rızıklandırılması ve ruhların cennete girmesi sadece şehidlere mahsus bir özellik değildir.
[İbni Teymiye, “Mecmûu’l-Fetâvâ” 24/332]
Ahmed Ziyauddin Hz; "Mücessime mezhebini Tekfir etmek Vacibdir"
Vehhabi'lerin Putperestlik inançları
Vehhabi'lerin ehli sünnet akidesinin kaynağı olarak inandıkları "Es Sünne" adlı kitaptan alıntılar;
-“İstivâ, oturmaktan başka bir şeyle mi olurmuş?(s.5)
-“Rab Kürsî’ye oturduğu vakit, Kürs’î’nin yeni bir eğerin zırzır diye ses çıkarması gibi ses çıkardığı duyulur.”(s.70)
-“[Allah]Kürsî’de oturduğu vakit kenarında dört parmak yer kalır.”(s.71)
-“Onu, biri adam suretinde bir melek, diğeri arslan suretinde bir melek, diğeri öküz suretinde bir melek, diğeri de kerkenez kuşu suretinde bir meleğin taşıdığı altından bir kürsînin üstünde, yeşil bir bahçede ve altından bir yatak olduğu halde gördü.”(s.35)
-“ ‘Allah Mûsâ aleyhisselâm’a nasıl konuştu?’ ‘Ağız ağıza’ dedi.” (s.64)
-“Benî İsrâîl Mûsâ aleyhisselâm’a, ‘Rabbin sana konuştuğunda sesi yaratılanlardan neye benziyor du’? dediler. O, ‘dönmeyeceği zaman gök gürültüsüne’ dedi.” (s.63)
-“Günün başında müşrikler kalktığı vakit, Rahmân Arşı taşıyanlara ağır geliyordu, tesbîh edenler kalktığında da Arşı taşıyanların yükü hafifletilir.”(s.142)
-“Allah celle celâlühû Tevrât’ı sırtını kayaya dayayarak eliyle dürrden levhalara yazdı, kalemin cızırtısı duyuluyordu. Onunla Allah arasında perdeden başka bir şey yoktu.”(s.67)
-“Allah celle celâlühû eliyle Âdemden başkasına dokunmadı. Onu eliyle yarattı. Cennet’e ve Tevrat’a da dokundu. Tevrat’ı eliyle yazdı. Allah celle celâlühû bir inci tanesini eliyle sert ve düz yaptı ve onda bir dal dikti ve ona ‘benim râzı olmama kadar uza ve iznimle içindekini çıkar’ dedi. O da nehirleri ve meyveleri çıkardı.”(s.68)
-“Bir parçasını ortaya çıkardı”(s.149),
“Diğer eli boştur, onda bir şey yoktur,” “Nihayet elini eline koydu.” (s.164),
“Bir kısmına dokunur”, “donuma tut.” (s.165),
“Nihâyet bir kısmını bir kısmı üzerine koydu.”, “Ve nihâyet ayağına tutar.”(s.167)
-“Allah celle celâlühû dağlara, ‘sizden birinin üzerine ineceğim’ diye vahyetti. Bunun üzerine dağlar uzandılar. Tûr-i Sînâ tevazu edip, ‘benim için bir şey takdîr edildiyse, bana gelir’ dedi. Allah celle celâlühû da ‘tevazuun ve kaderime râzı olman sebebiyle senin üzerine ineceğim’ diye vahyetti.”(s.149)
-“Rabbin yer yüzünde dolanmaya başladı.”(s.156)
-“Sonra yürüyerek bize gelir.”(s.48)
*****
Hayatları boyunca Yüce Allaha değilde hayellerindeki bir yaratığa tapan, onun uğruna Mü'minleri ve insanları katleden vehhabi putperestlerinin Tevhid dedikleri inançları!
Z. Kevseri Hazretlerinin dediği gibi, sözde İmam Ahmed Hazretlerinin oğlu Abdullah'a isnat edilen bu kitap tam bir şirk kitabıdır, takiyye yapmada ve kitapları tahrif etmede bunların şia'lardan hiç bir farkları yoktur
Vehhabilik son din mi ki?
Vehhabiler, (Münafıkları Allahü teâlâya ve Resulüne çağırırsanız, yüz çevirirler, gelmezler) âyet-i kerimesini yazarak, Ehl-i sünneti bu münafıklara benzetiyorlar. (Ehl-i sünnete âyet, hadis gösterilince, bunlardan yüz çevirip mezhep imamlarına uymakta ısrar ediyor, müşrik oluyorlar) diyorlar. (Feth-ül mecid, s.393)
CEVAP
Burada da, Ehl-i sünnet olan müslümanlara iftira etmektedirler. Münafıklar için, kâfirler için, puta tapanlar yani müşrikler için gelmiş âyet-i kerimeleri güya delil göstererek kendileri gibi inanmayan müslümanlara müşrik, kâfir demektedirler. Kendileri gibi yani vehhabi gibi inanmadığımız için, atalarımız da biz de güya şirk üzere yani kâfirlik üzere imişiz. Asırlardır milyarlarca müslüman hep müşrik olarak yani kâfir olarak ölmüşler.
Birinci maddede yani Vehhabilik Nedir maddesinde de yazdığımız gibi şöyle diyorlardı:
(Vehhabilik gelmesi ile, dininiz şimdi tamam oldu. Allah sizden razı oldu. Babalarınız kâfir idi, müşrik idi. Onların dinlerine uymayınız! Onların kâfir olduklarını herkese anlatınız!)
(Ey cemaat! Bugün dininiz tamam oldu. Müslüman oldunuz. Allah’ı sevindirdiniz. Artık babalarınızın, dedelerinizin bozuk olan dinlerine özenmeyiniz! Allah’ın onlara rahmet etmesi için dua etmeyiniz! Onların hepsi şirk üzere öldüler. Müşrik idiler.)
(Allah’a nasıl ibadet edeceğinizi, nasıl dua edeceğinizi, din adamlarımıza verdiğim kitaplarda bildirdim. Din adamlarımın bildirdiklerine uymayanlarınız olur ise, mallarınızın ve eşyanızın, çocuklarınızın ve kadınlarınızın, kanınızın, askerim için mubah olduğunu biliniz! Hepinizi zincire bağlayıp, işkence yapacaklar ve öldüreceklerdir.)
Şimdi vehhabilere soruyoruz:
İslamiyet hak din değil mi, ki vehhabilikten önce ölenler müşrik olarak ölmüşler?
Vehhabilik Allah’ın gönderdiği son din mi ki, şimdi inanmayanlar kâfir olsun?
Bir müslümanın âyet ve hadislerden yüz çevirmesi düşünülemez. Bu bir müslümanın yapabileceği iş de değildir. Ancak, Allah’a ve Resulüne iman etmeyen kâfirler, puta tapanlar yani müşrikler için gelen âyetlerin müslümanlarla ne alakası var? Biz bu âyet-i kerimelerden yüz çevirmiyoruz. Vehhabilerin İngiliz casuslarının tuzaklarına düştüklerini söylüyoruz. Münafıklar, kâfirler, puta tapan müşrikler için gelmiş âyetleri, yine bunlar için söylenmiş hadisleri müslümanlara yükleyerek fitne çıkarıp bölücülük yaptıklarını, ehl-i sünnet yolundan ayrıldıklarını söylüyoruz.
Bir mezhep imamına uymanın müşriklik olduğunu demeleri çok yanlıştır. Kendileri, imamları ibni Teymiye’nin, ibni Kayyım’ın, Abdülvehhab oğlunun yolundan gidince müşrik olmuyor da, biz imam-ı a’zamın, imam-ı Malik’in, imam-ı Şafii’nin, imam-ı Ahmed’in yolundan gidince mi müşrik oluyoruz?
Bunlar, İngiliz casuslarının tuzaklarına düştüklerini ne zaman anlayacaklar? Rafiziler de ibni Sebe’nin tuzağına düşmüşlerdir.
Vehhabi'lerin Putperestlik inançları
Vehhabi'lerin ehli sünnet akidesinin kaynağı olarak inandıkları "Es Sünne" adlı kitaptan alıntılar;
-“İstivâ, oturmaktan başka bir şeyle mi olurmuş?(s.5)
-“Rab Kürsî’ye oturduğu vakit, Kürs’î’nin yeni bir eğerin zırzır diye ses çıkarması gibi ses çıkardığı duyulur.”(s.70)
-“[Allah]Kürsî’de oturduğu vakit kenarında dört parmak yer kalır.”(s.71)
-“Onu, biri adam suretinde bir melek, diğeri arslan suretinde bir melek, diğeri öküz suretinde bir melek, diğeri de kerkenez kuşu suretinde bir meleğin taşıdığı altından bir kürsînin üstünde, yeşil bir bahçede ve altından bir yatak olduğu halde gördü.”(s.35)
-“ ‘Allah Mûsâ aleyhisselâm’a nasıl konuştu?’ ‘Ağız ağıza’ dedi.” (s.64)
-“Benî İsrâîl Mûsâ aleyhisselâm’a, ‘Rabbin sana konuştuğunda sesi yaratılanlardan neye benziyor du’? dediler. O, ‘dönmeyeceği zaman gök gürültüsüne’ dedi.” (s.63)
-“Günün başında müşrikler kalktığı vakit, Rahmân Arşı taşıyanlara ağır geliyordu, tesbîh edenler kalktığında da Arşı taşıyanların yükü hafifletilir.”(s.142)
-“Allah celle celâlühû Tevrât’ı sırtını kayaya dayayarak eliyle dürrden levhalara yazdı, kalemin cızırtısı duyuluyordu. Onunla Allah arasında perdeden başka bir şey yoktu.”(s.67)
-“Allah celle celâlühû eliyle Âdemden başkasına dokunmadı. Onu eliyle yarattı. Cennet’e ve Tevrat’a da dokundu. Tevrat’ı eliyle yazdı. Allah celle celâlühû bir inci tanesini eliyle sert ve düz yaptı ve onda bir dal dikti ve ona ‘benim râzı olmama kadar uza ve iznimle içindekini çıkar’ dedi. O da nehirleri ve meyveleri çıkardı.”(s.68)
-“Bir parçasını ortaya çıkardı”(s.149),
“Diğer eli boştur, onda bir şey yoktur,” “Nihayet elini eline koydu.” (s.164),
“Bir kısmına dokunur”, “donuma tut.” (s.165),
“Nihâyet bir kısmını bir kısmı üzerine koydu.”, “Ve nihâyet ayağına tutar.”(s.167)
-“Allah celle celâlühû dağlara, ‘sizden birinin üzerine ineceğim’ diye vahyetti. Bunun üzerine dağlar uzandılar. Tûr-i Sînâ tevazu edip, ‘benim için bir şey takdîr edildiyse, bana gelir’ dedi. Allah celle celâlühû da ‘tevazuun ve kaderime râzı olman sebebiyle senin üzerine ineceğim’ diye vahyetti.”(s.149)
-“Rabbin yer yüzünde dolanmaya başladı.”(s.156)
-“Sonra yürüyerek bize gelir.”(s.48)
*****
Hayatları boyunca Yüce Allaha değilde hayellerindeki bir yaratığa tapan, onun uğruna Mü'minleri ve insanları katleden vehhabi putperestlerinin Tevhid dedikleri inançları!
Z. Kevseri Hazretlerinin dediği gibi, sözde İmam Ahmed Hazretlerinin oğlu Abdullah'a isnat edilen bu kitap tam bir şirk kitabıdır, takiyye yapmada ve kitapları tahrif etmede bunların şia'lardan hiç bir farkları yoktur.
Vehhabî Vahşeti
Yukaridaki resim Hz Hatice Annemizin türbesi önceki hali.
Alttaki resimde ise Vehhabilerin türbeyi yıktıktan sonraki hali
Prof. Dr. Z. Kurşun şunları yazıyor [1]:
“İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini" kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar"demektedir.”
Doç. Dr. M. A. Büyükkara'nın kitabından [2]:
“Kendilerinden olmayan veya kendileri gibi olmayan insanlar, Vehhabî ulema ve İhvan açısından kafir veya en azından kınanmayı haketmiş mücrim ve fasık kişilerdir.” (s.66)
“Önlerine çıkan kadın, erkek, yaşlı, çocuk, kim olursa olsun genellikle sağ kurtulamazdı. Esir alma adetleri yoktu.” (s.78)
Prof. Dr. Erman Artun da şu bilgileri veriyor [3]:
“Vehhabîler, pek çok sünni ve şii ulemayı, halktan binlerce kişiyi kılıçtan geçirdiler. Kur'an ve Hadisler dışındaki kaynakları bid'at kabul ettikleri için dini, tarihi ve edebi eserleri parçaladılar, İslam büyüklerinin ve ashabın mezarlarını yıktılar. ... Kerbela, Taif, Mekke, Medine ve Hicaz’ı alıp yağmaladılar.”
Dipnot
[1] Doç. Dr. Zekeriya Kurşun, Tarih ve Medeniyet, Sayı 30.
[2] Doç. Dr. M. Ali Büyükkara, İhvan'dan Cüheyman'a Suudi Arabistan ve Vehhabîlik, Rağbet Yayınları, İstanbul, 2004.
[3] Prof. Dr. Erman Artun, 19. Yüzyıl Osmanlı Dönemi Ortadoğu’nun Sosyal Tarihine Bir Kaynak : Aşık Esrari’nin Vehhabî Destanı. (Çukurova Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.)
Hanbeli Mezhebini Tahrif Eden Vehhabi ve Selefiler
Ibnü’l-Cevzi’nin 1345 H. yılında Et-Terraki matbaasında basılan <Def-u Şübhetü’t-Tesbih> adlı eserindeki açık ibaresi:
“Bazı arkadaşlarımızın Usulü’d Din(Akaid) meselelerine yaramayacak şeyleri konuştuklarını gördüm. Ebu Abdullah b. Hamid ile arkadaşı kadı Ebu Ya’la ve İbnu’z- Zaguni bu konuda eserler yazmış, yazdıkları kitaplar dolaysiyle de Hanbeli mezhebini lekelemişlerdir. Onların bu eserlerinde avam seviyesine indiklerini gördüm. Yani ayet ve hadislerde bahsi geçen Allahın sıfatlarına zahire göre mana verdiler… Bunlar aklın kabul etmediği sözleriyle avam tabakasını ikna etmeye çalışıyorlar. Ayet ve hadislerde geçen Allahın isim ve sıfatlarını, ne akla ne de nakle dayanan hiçbir ciddi delilleri olmadığı halde,zahire göre bunlar, Allahın sıfatlarıdır diye mana verip, tefsir ederek bidat isimlerle o sıfatları adlandırıyorlar. Zahiri manalarını reddedip, Allaha vacip olan manaları isbat eden naslara, Allaha hadislik(sonradan olma) sıfat ve manaları icabeden zahir manalarının iptaline iltifat etmediler. O zahiri manalar, Allahın sıfat-ı fiiliyesi olduklarına kanaat etmeyerek ta ki sıfat-ı zatıyesidir dediler…..
Bununla beraber, kendileri güya bir şeyi Allaha benzetmekten veya benzetmeyi Allaha izafe etmekten kaçınıyorlar. Biz ehl-İ sünnet taifesindeniz diyorlar. Halbuki söyledikeri sözleri, açıkça teşbihtir(Allahı kainata benzetmektir) Bir kısım CAHİLLER de onların bu inançlarına uymuşlar. Hem onlara, hem imamlarına nasihat ederek derim ki:
Arkadaşlarım! Güya siz rivayetler için nakil sahibi olup Ahmed bin Hanbel’in tabilerisiniz. Büyük imamımız Ahmed bin Hanbel(Allah ona rahmet eylesin!) zamanının halifesi tarafından kamçılandığı halde, Kuran mahluk olup olmadığı hakkındaki inancı kendisine sorulunca, mahluk veya hadistir demedi. <dinde yeri olmayan bir şeye nasıl hüküm vereceğim?> diyordu. Öyle ise mezhebinde olmayan bir şeyi icad etmekten sakının!……
Eğer sizler hadisi şerifleri (ve ayetleri) kabul edip manalarından konuşmayıp suküt ediyoruz demiş olsaydınız ,hiç kimse size itirazda bulunamaz ,inkar edemezdi.Fakat böyle hadisleri zahirine hamletmeniz çirkindir. Bu salih Selef Alim (Ahmed b. Hanbel) ‘in mezhebinde olmayan şeyi,mezhebine sokmayın! Mezhebine öyle çirkin ,ayıp şeyleri giydirdiniz ki herhangi bir Hanbeli ,kim olursa olsun (sizin yüzünüzden) Mücessimedir denilmektedir…..”
Vehhabiler Kitapları Tahrif Ediyor!
Değerli okuyucularımız vehhabiler yine bir tahrifle ehli sünnete darbe indirmeye çalışmaktadırlar.Biz onların yaptığı tahrifleri belgeleriyle sizinle paylaşmaya devam ediyoruz.
Gördüğünüz soldaki resim Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin “El-Gunye li-talibi tarikil-hak” adlı kitabının ehli sünnet neşriyyatı Tamir İnsaniyat neşriyyatı tarafindan Pakistanda neşr olunmuş kitabıdır. Kitabın 392. sayfasında Abdülkadir Geylani Hazretleri Teravih namazını 20 rekat olarak bildiriyor.
Sağdaki resim ise Mektebi suudiyye adlı vehhabi neşriyyatı tarafından Pakistanda neşr edilmiş “El-Gunye li-talibi tarikil-hak” kitabıdır.Kitabın 591. sayfasinda teravih namazı 11 rekat olarak(vitirde dahil olmakla 8+3) gösterilmektedir.
Kitapları tahrif ederek kendi sapık fikirlerini yaymaya çalışan vehhabiler kendi iç yüzlerini göstermeye devam ediyorlar..
Konumuzu bir hadisle bitirelim;
İbni Abbas hazretleri bildiriyor ki; Resulullah, yatsıdan sonra, vitirden önce, 20 rekat namaz kıldıktan sonra,“Ramazanda 20 rekat teravih namazı kılanın yirmi bin günahı affolur” buyurdu. (İ.E. Şeybe)
Teravihin yirmi rekat olduğuna inanmayanın sapık olduğu (Nur-ül-izah) şerhinde de yazılıdır.
www.islamkalesi.wordpress.com
[ESK:İlimleri yalan ve inkardan ibaret olan vehhabilerin tutunacak dalları olmadığı için çareyi kitapları değiştirmekte buluyorlar ama bilmiyolarki bu lanetlik işleri kendilerine hiçbir fayda sağlamayacak]
İmam Ahmed'in inancı şimdiki Hambelilerle aynımıydı?
İmam Ahmed İbni Hanbelin inancı şimdiki Hambelilerle aynı mıydı?
İki kişiye taraftarlari musallat olmuştur: Cafer ibni Muhammed ve Ahmet ibn-i Hanbel
İmam ibni Asakir Tabyin’de İmam ibni Şahin el-Hanbeli’den rivayet eder (ö.385)
“ Doğru yolda olan iki kişiye sapık insanlar musallat olmuştur: Cafer ibni Muhammed ve Ahmet ibn-i Hanbel. (Sekka, 164-165)
İbni Salah demiştir ki (ö.643 ):
İki imam kendileri doğru olmalarına rağmen sapık insanlar onlara musallat olmuştur. Ahmet ibni Hanbel mücessime tarafından, Cafer-i Sadık ise Şiiler/Rafiziler tarafından. (şeyh tacuddin kitabı Kaide sayfa 43 ve tabakat el şafi el-kübra’dan (2:17) alınmıştır. )
İbni Hacer el- Heytemi’ye soruldu:
İmam Ahmed İbni Hanbelin inancı şimdiki Hambelilerle aynı mıydı?
“ Ehli sünnet imamı olan Ahmet ibni Hanbel (rahimullah) ’in, mezhebine göre (Allah subhanhu ve Teala – Allah subhanehu ve teala ona yüksek makamlar nasip etsin, onu ve bizi lütfuyla muamele etsin ve en yüksek olan Firdevs cennetine koysun: onun mezhebi ehli sünneti kesin bir şekilde doğrulayıcı ve ehli sünnetle tam bir uyum içerisindedir. Ahmed ibni Hanbel’in görüşü bu zalim ve muhalif kişilerin O’na atfettikleri düşüncelerden Allah (saubhanehü ve Teala)’nın beri(uzak ve büyük) olduğu inancını içerir. Allah subhane ve Teala yönlerden, hisselerden, madde olmaktan ve benzeri kusur(ifade eden) niteliklerden munezzehtir.
İşin aslı Allahu Teala mutlak mükemmelliğine ters düşen bütün atıflardan uzaktır;
ve bütun bu şeyler cahiller arasında dolaşıyor ve yayılıyor sanki bu büyük muctehid imam söylemiş gibi, bu ise iftiradir . Bu imam Allah subhane ve Tealanın yön ve benzeri niteliklerini açıklayan bir iddia asla etmemişdir bu dupedüz yalandır. Allah bütün bu söylenen şeylerden temiz olan bu imama bu iftiraları atanlara azap etsin.
Bütün bu konular İmam Ahmed’in ekolüne dahil olan üstad İmam Ebul Ferec ibni Cevzitarafından açıklanır. İmam Ahmed’in ismini bu iftiracılardan temizler ve açık delillerle iftiracıların yalanlarını ortaya çıkarır.
Ve ibni Teymiyye, onun öğrencisi olan ibni kayyım el Cevziye ve öbürlerinin yazılarından da kaçının:
İbni Teymiye Rabbinin yolunu kendi şehvet ve arzuları için kullanan bir adamdır. Allah onu ilmine rağmen yoldan saptırmış, kalbini ve duymasını mühürlemiş, görüşüne(bakışına) perde indirmiştir; Allah’ın azdırdığı kişiye kim hidayet verebilir ki?
Neden o değil de,bu sapkınlar geçmişte şeriat tarafından belirlenmiş (belli) kaidelere(sınırlara) karşı geldiler ve onları çignediler? hala onlar kendilerinin hidayet olunmuş birileri olduklarınıi hayal(zann) ediyorlar, yüce Rabbinin onlara yol gösterdiğine inanırlardı fakat öyle değildi. Aslında onlar en iğrenç ve yanlış yolda idiler. Ve onlar sapıklar tarafından takip edildiler, büyük bir kayba uğradılar. Allah onları takip edenleri alçaltsın ve yeryüzünü onlardan temizlesin. “ ( Fetva Hadisleri, imam ibni hacer el heytemi el mekki # 211)
İbni Kayyım'ın Vehhabileri Yalanlayan Sözleri
Vehhabîlerin Allâme ismini verdiği ve yazılarını kendilerine sened olarak kullandığı İbni Kayyım-ı Cevziyye 751 [m. 1350] de vefât etdi. Bu Kitâb-ür-rûh kitabında diyor ki:
“Bir kimse, bir kabri ziyâret edince, kabirde bulunan meyyit, ziyâret edeni bilir. Onun sesini işitir. Onunla ferâhlanır. Onun selâmına cevab verir. Bu hâl, yalnız şehîdlere mahsûs değildir. Başkaları için de böyledir. Belli bir zamana mahsûs da değildir. Her zaman böyledir.”
Bu kitabın İz Yayıncılık tarafından basılmış tercümesinin değişik yerlerinden bazı pasajlar:
Rasûlullah, ümmetinin ölülere: "Ey mü'minler topluluğu! Allah'ın selamı üzerinize olsun (Es-selamü aleyküm dâre kavmin mü'minin)" şeklinde selamlarını alıyormuş gibi selam vermelerini önermiştir. Haddizatında bu şekilde selam, duyan düşünen insanlara verilir. Ölüler kendilerine verilen selamı duymamış olsalardı (ki, yokluk ve cansıza hitap olacağından) bu abes olurdu.Ölünün ziyaretçilerini tanıması tevatüren sabit olduğu gibi selef alimleri de bu konuda müttefiktirler.
[Ölülerin] bedenleri dağılsa da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı sözkonusu ruhlara hitaptır."Kabirde olanlara sözlerini duyuramazsın" âyeti celîlesinin siyakından kâfir bir kimsenin faydasına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duyamaması anlaşılmaktadır. Nitekim kabirde bulunanlar söylenenleri işlerine yarayacak biçimde duyamazlar. Ancak Yüce Allah ölülerin hiçbir şey duyamayacaklarını ifade etmemiştir. Bilakis Ölülerin ziyaretçilerinin ayak seslerini duyduklarını; Bedir ölülerinin Rasûlullah'ın konuşmasını duyduğunu bildirmekte ve de yaşayan birine hitap ediyormuşcasına onlara da hitap edilmesini meşru saymıştır. Bu nedenle de mü'min kardeşine selam verenin selamının alınacağı da haber verilmiştir. Bu âyetin bir benzeri de şudur: "Sen, ölülere duyuramazsın. Arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsin" ölülerle birlikte sağırların da daveti duyamaması her ikisinin de davete ehil kimseler olmadığına delildir. Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara birşey duyurmak, anlatabilmek mümtenîdir demektir. Bu görüş doğrudur ama, ölümden sonra bir Ölçüde bedenle alakasını kesmemiş ruhlara kötü durumlarını, alçaklıklarını duyurmanın imkânsızlığını ifade etmemektedir.
Düşün; birisi, dostunu yahut akrabasından birini yahutta bir başkasını rüyasında görmüş; gördüğü kişi, buna yalnızca rüya gören kişinin bildiği bir bilgi vermiş, yahut gizlediği bir malın yerini göstermiş yahut onu olacak tehlikeli bir işten sakındırmış yahutta olacak bir şeyle müjdelemiş ve bunlar da gerçekten dediği gibi olmuş yahut rüya görenin veya yakınlarından birinin şu zamanda öleceğini söylemiş; bu da gerçekleşmiş yahutta bolluktan veya kıtlıktan, düşmandan, musibetten, hastalıktan veya bir maksadından bahsetmiş, bunlar da dediği gibi olmuş. Bu gibi hâdiselerin sayısını Allah'tan başka kimse bilemez İnsanlar bunun mümkünlüğünde birleşmişler. Birçokları gibi biz de bundan daha acaiplerini duymuşuzdur, görmüşüzdür. Şu iddia yersizdir: "Bütün bunlar uyku anında nefsin bedenî meşgalelerden uzaklaştığında kişiye beliren nefiste zaten var olan ilimlerdir. İnançlardır." Bu iddia bâtılın, muhalin ta kendisidir. Çünkü nefsin, ölünün haber verdiği şeyden asla bilmiyordu...
Kişinin ölüyü rüyasında görüp ölüye bilgiler vermesi, ölünün de kişinin bilmediği birşeyi bildirmesi böylece geçmişte ve gelecekte haber verilen şeyin gerçekleşmesi bazan yerini ölüden başka kimsenin bilmediği medfun bir maldan bazan da borcu olduğunu bildirmesi, dirilerin ruhlarının ölülerin ruhlarıyla birleşeceğine delildir. Daha da garibi, ölüden başka kimsenin bilmediği ve hatta şu zamanda başımıza gelecek şeyi bildirmesi de ruhların birleşeceğine delildir. Haber verilen şey gerçekleşir; bazan da ölü, insana sadece kendisinin bildiğini bir olayı anlatır...
Rabiâ ölünce, bir kadın onu rüyasında yünden bir başörtüsü ve cübbe ile kefenlendiği halde süslü bir elbise ve ipekten bir başörtüsü ile görür. Ona der ki: "Kefenin olan yün başörtüsüyle cübbeyi ne yaptın?" Rabia: "Allah'a yemin olsun ki onlar üzerimden çıkarıldı bunlar giydirildi, kefenimi dürdüm. Bunları giymem bana yasaklandı. Sonra da kıyamet günü tam mükâfatımı almak için illiyyûn cennetine yükseltildim." "Bu halinle sen dünyada olup bitenleri bilebiliyor musun?" Rabia: "Bu, Allah'ın veli dostlarına verdiği kerametle oluyor."
Yalan söyleyeceğini hiç sanmadığım biri bana şunu anlattı: Bir kadın evinin yıkılması, sonra da yeniden yapılması için muayyen bir ücret karşılığında beni tuttu. Yıkmaya başladım. Birden kadın ve etrafındakiler gocunmaya başladılar. Kadına dedim ki: "Ne oluyor?" Kadın: "Allah'a yemin olsun ki bu evi yıkmamın bir amacı yok. Olayı sana anlatayım. Çok zengin bir babam vardı. Geçenlerde öldü. Ama fazla malını bulamadık. Durum böyle olunca malının gömülü olacağını düşündüm, acaba bulamaz mıyım diye gördüğün gibi evi yıktırmaya karar verdim" dedi. Orada bulunanlar kadının anlattıklarını duyunca: "Malı bulmanın daha kolay yolunu denedin mi?" dediler. Kadın: "Hangi yol" diye sordu. Adamlar: "Fülanca adama git, gece başından geçenleri ona anlat, umulur ki babanı görür de yorulmadan külfete girmeden malın yerini öğrenirsin." Bu teklif üzerine kadın gitti, meramını adama anlattı, geri döndü. Kadın adamın kendi ismiyle babasının ismini yazdığını zannediyor. Ertesi gün işe erken başladım. Bir müddet sonra kadın adamın yanından geldi. Bana dedi ki: "Adam diyor ki: "Babanı gördüm. Malın, evdeki tümseğin altında olduğunu söylüyor." Hemen tümseği genişçe kazmaya başladım. Biraz derinde içerisinde mal bulunan bir çömlek çıktı. Bu duruma ben hayret ederken kadın bulduğum şeyin çok az ve yetersiz olduğunu, "Babamın malı daha çoktu" diyerek küçümsüyordu. Kadın dedi ki: "O adama yeniden gideyim." Adama vardı ve babasıyla yeniden görüşmesini istedi. Adam bir gün sonra babasıyla görüştü ve gerekli şeyleri öğrendi. Ertesi gün kadın gelince ona olayı anlattı: Baban sana diyor ki: 'Zeytinyağı deposunun hemen altındaki dört köşe havuzu kazı, mal orada." Kadın hemen döner, öğrendiklerini işçisine anlatır. Mahzeni açarlar" yan tarafta dört köşe havuzu görürler. Zoraki havuzu kazınca içerisi dolu büyük bir bir cam kavanoz çıkar, onu da alır. Mal sevdasına düşen kadın yeniden o adama başvurmuşsa da birşey elde edememiş. Babası adama demiş ki-"Kızım hakkına düşeni aldı. Geriye kalan malımın üzerine ise kurnaz biri oturdu, hakkına düşeni aşırdı." Bu konuda gerçekten daha birçok misaller sayılabilir. Rüyasında tavsiye edilen ilaçları kullanarak şifâ bulanların sayısı da gerçekten çoktur. Birçok insanın bana anlattığına göre îbni Teymiyye karşıtı birçok kişi ölümünden sonra onu rüyasında görüp ferâiz ve başka konularda sorular sormuşlar; İbni Teymiyye de onların doğru cevaplarını vermiştir. Velhasıl bu gerçeği, sadece, ruhları, hükümlerini ve durumlarını bilmeyen insanlar kabul etmezler. Başarı Allah'tandır.
İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh, İz Yayıncılık: 11-21:
«Bana selam verdiğinizde Allah ruhumu geri verir, böylece selamınızı alırım.>> Süleyman b. Nuaym da: Rasûlullahı rüyamda gördüm. Dedim ki: "Ey Allah'ın Rasûlü! İnsanlar kabrine varıp Sana selam veriyorlar. Bari selamları Sana ulaşıyor mu?" Rasûlullah: "Evet, selamları alıyorum" dedi. Süleyman b Nuaym: Allah Rasûlü ashabına, kabre vardıklarında: "Es-selamû aleyküm ehle-d-diyâri'l-hadîs" yani: "Ey yeni memleketin sakinleri! Allah'ın selamı üzerinize olsun" demelerini öğretmiştir. Bu hadis de ölünün kendisine verilen selamı bildiğine ve onu aldığına delildir. Ebû Muhammed Fadl b. Muvaffık'tan nakleder: Babamın kabrini ziyarete defalarca gittim. Bir gün bir cenaze merasimine katıldım. O gün işim âcil olduğundan babamın kabrine varamadım. Gece rüyamda babamı gördüm. Bana dedi ki: "Oğlum, artık niçin gelmiyorsun?" Ben de: "Baba, sen benim ziyaretimden haberdar oluyormusun?" "Evet, vallahi haberdar oluyorum oğlum. Köprüden geçip mezarıma gelirken, başımda otururken ve ayrılıp giderken köprüyü geçene kadar hep sana bakıyorum" dedi. Amr b. Dînar'ın şöyle dediği nakledilir: "Bir kimse öldüğü zaman, ehlinin kendini yıkayacaklarını, kefenleyeceklerini bilir, onlara bakar durur." Mücâhid de der ki: "Kişi ölümünden sonra kabrinde oğlunun güzel amelleriyle müjdelenir."
MEYYİTLERİN RUHLARI İŞ YAPAR MI?
İbn Kayyim el-Cevziyye, Kitabu’r-ruh, İz Yayıncılık: 140-141:
Bedenin esaretinden, ilgisinden, meşguliyyetinden kurtulan ruhun tasarrufu, kuvveti, nüfuzu, himmeti .. bedenin ilgi ve meşguliyyetleri altında ezilmiş, esir ruhtan çok daha ileri seviyededir. Hakikatte ruh; yüce, temiz, büyük ve yüksek himmetli bir ruh olduğu halde, bedene mahbus iken böyle oluyorsa acaba bedenden ayrıldıktan sonra nasıl olabilir? O halde ruh, bedenden ayrılınca ayrı bir hale, ayrı bir fiile dönüşür. Bedenden ayrılan ruhların, rüyalarda bedene tekrar dönerek bir kişinin, iki kişinin yahut çok az sayıda insanın oldukça kalabalık bir topluluğu hezimete uğratmasıyla ilgili insanların gördükleri rüyalar, tevatür derecesinde çoktur. Resûlullah'ın “sallallahü aleyhi ve sellem” ve Ebû Bekr ve Ömer'in “radıyallahü anhümâ” ruhlarının, mü'minlerin sayısının azlığı ve güçsüzlüklerine rağmen, kendilerinden sayıları ve hazırlıkları çok olan küfür ve zulüm ordusunu yendikleri, nice rüyalarda görülmüştür.
Not:Mavi yazılar ibni Kayyım'a aittir
***
Murat Yazıcı
Sual: Mahluklardan her şeyi, hatta insanın yapamıyacağı, fakat keramet olarak Allahü teâlânın Evliyasına ihsan ettiği şeyleri istemek caiz midir?
CEVAP
Caiz olduğunu gösteren çeşitli âyet-i kerimeler vardır. Bunlardan biri Neml suresindeki 38. âyet-i kerimedir. Bu âyet-i kerime, Süleyman aleyhisselamın mealen, "Ey ulular! Onlar teslimiyet gösterip bana gelmeden önce, hanginiz o Melike'nin tahtını bana getirebilir?" dediğini bildirmektedir. Cemaatin içinde, cin ve insanlar ve şeytanlar da vardı. Cinnin kötü kısımlarından, İfrit, sen yerinden kalkmadan onu getiririm, dedi. Süleyman aleyhisselam bundan daha çabuk gelmesini istiyorum dedi. Süleyman aleyhisselamın katibi olan Asaf bin Berhıya, ben daha çabuk getiririm, dedi. Belkıs’ın kürsisi Yemen’de idi. Süleyman aleyhisselam, Şam’da idi. Arada, [insan yürüyüşü ile], üç aylık yol vardı. Oradan Şam’a yer altından hemen getirdi. Bu kürsi, altın ve kıymetli taşlarla süslü bir kanepe idi. Bu bir keramet idi.
Allahü teâlâ, Velileri için, sevdiği iyi kulları için, âdetinin, kanunlarının dışında olarak keramet vermektedir. Allahü teâlâ, salih kulu olan bir Velisine verdiği kerameti, Kur’an-ı kerimde, överek bildiriyor. Bu kerameti istediği için, Süleyman aleyhisselama darılmıyor. Ben sana şah damarından daha yakın iken, niçin başkasından istedin? İnsanların yapamıyacağı bir şeyi, benden başkasının gücü yetmeyeceği bir şeyi, niçin benden istemedin demedi. Çünkü, Süleyman aleyhisselam, Allahü teâlânın Peygamberi idi. Bu sözün, bu dileğin, sebeplere yapışmak olduğunu ve sebeplere yapışmanın Onun dinine uygun olduğunu biliyordu. Allahü teâlâ, sebeplere yapışmayı emir etmektedir. Resulullahtan ve şehidlerden ve salih kullardan bir şey istemek de, bunun gibidir. Allahü teâlânın onlara ihsan etmiş olduğu kerametlerden faydalanmaktadır. Onlar sebeptir, vasıtadır, vesiledir. Yaratan ve yapan yalnız Allahü teâlâdır. Velilerin kerameti, Peygamberlerin üstünlüklerinden, mucizelerindendir. Veliler, Peygamberlere uydukları için, onların vasıtaları ile kerametlere kavuşmaktadırlar.
Vehhabilerin üzerinde sıkça durdukları bir diğer konu teberrük meselesidir. Onlar; “nebi, rasul, imam ve evliyanın eşyalarına teberrük etmek şirk’dir ve asla caiz değildir bu amelleri yapan kim olursa olsun müşriktir” derler. Biz inşaallah bu yazımızda bu sapık şirk taifesine Teberrükün caiz olduğuna dair Kur-an ve hadislerden deliller ortaya koyacağız. .
Ayet:
Allah c.c Kur-an'da şöyle bildiriyor:
(Yusuf dedi ki) «Bu gömleğimi götürün, babamın yüzüne bırakın; gözü görür hale gelir. Bütün ailenizi de bana getirin.» Kervan, ayrıldığında, babaları, «Eğer beni bunamış saymazsanız, Yusuf’un kokusunu buluyorum» dedi. Çevresindekiler, «Allah’a yemin ederiz sen, hâlâ eski şaşkınlığındasın» dediler. Müjdeci gelip, gömleği Yakub’un yüzüne bırakınca, hemen gözü görür olarak dönüverdi. Bunun üzerine Yakup, «Ben size, Allah katından sizin bilmediğinizi biliyorum dememiş miydim?» dedi.
Yusuf 93-96
Her şey apaçık ortada. Allahın iki seçkin kulu, salih kulu, Peygamberi teberrük’ün caiz olduğunu ortaya koymuşlardır, çok merak ediyoruz acaba -haşa- Allahın bu iki Peygamberi neyin caiz olup olmadığını bilmiyorlarmıydı? acaba bu iki Peygamber -haşa- müşrikmi olmuşlardır? SubhanAllah.
Hadis:
Şimdi de Rasulullahın s.a.a teberrüke izin verdiğine dair sahih kaynaklardan haberler aktarıyoruz:
Enes b. Mâlik’den rivâyete göre, şöyle demiştir: Peygamber s.a.a, şeytanı taşlayınca kurbanını kesti sonra tıraş olmak için berbere başının sağ yanını uzattı kesilen saçı Ebû Talha’ya verdi sonra sol yanını uzatıp tıraş oldu ve kesilen saçını “Müslümanlar arasında dağıt” buyurdu
Müslim, “es Sahih”, Hac kitabı, hadis 323, 324, 325 ve 326
Tirmizi, “Sünen”, Hac kitabı, bölüm 73, hadis 912
Ebu Davud, “Sünen” Hac kitabı, 78-ci bab, hadis 1981
http://www.facebook.com/DindeREFORMCULAR VEHHÂBÎLİK NEDİR?
(Aşağıdaki yazı, FİTNE-TÜL-VEHHABİYYE, MİR'-AT-ÜL HAREMEYN ve birçok muteber kitaplardan alınmıştır.)
Vehhâbiliği kuran Muhammed bin Abdulvehhab'dır. Teymiyye'nin Ehl-i sünnete uymayan sapık kitaplarını okuyarak İbni Teymiyye'den daha fazla sapıtmışr. Çenesi çok kuvvetli olduğu için ŞEYH-İ NECDÎ diye meşhur olmuştur. Birçok kitap yazdı. Bunlardan birisi KİTAB-ÜT-TEVHİD'dir. Mekke-i mükerreme âlimleri bu kitaba kuvvetli vesikalarla reddiyeler yazmışlardır. Seyf-ül-Cebbar ismindeki bu reddiye çok kıymetlidir.
Şeyh-i Necdî'nin torunu dedesinin Kitab-ül-tevhid' ini şerhetmiş ve vehhâbîler tarafından başka ilâveler de yapılarak FETH-UL MECİD adı ile neşredilmiştir. Şeyh-i Necdî, 1150 senesinde vehhâbîliği ilân etti. Kabr-i saadete gidip YA NEBİYYALLAH diyen kimselerin müşrik olacağını söyledi. Ehl-i sünnete kâfir dedi. Vehhabiler, Fatiha süresindeki «Biz yalnız senden yardım isteriz.» âyet-i kerîmesini göstererek «Filân ilâç ağrıyı kesti» diyenin veya «Falanca Peygamber veya velinin mezarının yanında Allah duamı kabul etti.» diyenin müşrik olduğunu söylüyorlar.
Halbuki ilâç içerek Allahü teâlâdan şifa beklemek, modern harb vâsıtalarını kullanarak Allah'tan zafer beklemek gibidir. Allahü teâlâ her şeyi sebeple yarattığı için bu sebeplere yapışmak şirk değildir. Evliyanın rûhundan yardım istemek, Allahü teâlânın yarattığı bu sebeplere yapışmaktır. Vehhâbîler, kendileri her vesileye her çareye müracaat ettikleri halde Enbiya ve Evliyayı vesile edinmeğe şirk diyecek kadar ileri gidiyorlar.
Vehhâbîlik fitnesi, zulm ile kan dökülerek yayıldı. Bunların en zalimi Deriyye emiri İbni Suûd idi. Suûd-i Arabistan hükümetinin emirleri Müseylemet-ül-kezzâb isimli bir yalancının peygamberliğine inanan ahmakların soyundan idi.
Vehhâbîlere göre, bütün müslümanlar altı yüz seneden beri şirk içinde imiş, bunları küfürden kurtarmağa çalışıyorlarmış.
Keşf-üş-şübühat isimli vehhâbî kitabında âyet-i kerîmeye yanlış mana vererek Ehl-i sünnet olan müslümanları müşrik bilip bunların öldürülmesi ve mallarının yağma edilmesi isteniyor.
Vehhâbîlerin sayılamıyacak kadar yanlış fikirleri varsa da esası üçtür:
1 — «Amel imandan bir cüzdür (parçadır)» diyorlar. Meselâ «Zekât vermeyen kimse kâfir olduğu için öldürülüp mallarını vehhâbîlere taksim etmelidir.» diyorlar.
2 — Enbiya ve evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunları vesile ederek dua eden kimse kâfir olur.» diyorlar.
Halbuki kabir ziyareti ile ilgili hadîs-i şerifler muteber kitaplarda çoktur. Bunlardan birkaçı şöyledir:
«Kabrimi ziyaret edene şefaatim vacip oldu.» «Hac ettikten sonra kabrimi ziyaret eden, beni sağ iken ziyaret etmiş gibi olur.» «Bir işte sıkıştığınız zaman kabirde olanlardan yardım isteyiniz.»
Hadikat-ün-nediyye kitabında şöyle buyurulmaktadır:
«Peygamberler uykuda iken olduğu gibi vefatlarından sonra da peygamberdir. Keza mü'minler de uykuda olduğu gibi öldükten sonra da mü'mindirler. Peygamber olan, mü'min olan ruhtur. İnsan ölünce ruhu değişmez. Keza evliya da vefat ettikten sonra evliyalığı gitmez, kerameti devam eder.»
Allahü teâlâ İmran sûresi 169. âyetinde şöyle buyurmaktadır:
«Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayınız, onlar Rablerinin yanında diridirler, rızıklandırılmaktadır.»
Bu hususta bildirilen hadîs-i şeriflerden birkaçı da öyledir:
«Cuma günleri bana salâvat getirin, okunan salâvat bana hemen bildirilir. Ben öldükten sonra da bildirilir. Çünkü toprağın peygamberleri çürütmesi haram kılındı. Onlar öldükten sonra da diridirler rızıklandrılırlar.»
«Peygamberler kabirlerinde diridirler, namaz kılarlar.»
«Kabrimin başında söylenen salâvatı işitirim, uzaktan söylenen salâvat bana bildirilir.»
Bu bakımdan kabr-i saadeti ziyaret etmenin lâzım olduğunda İCMA-İ ÜMMET hâsıl olmuştur.
3 — «Mezar üstünde türbe yapmak, ölülerin ruhlarına sadaka adamak şirktir.» diyorlar.
Eshâb-i Kiram, Peygamber aleyhisselâm ile iki halifesini bina içine defnettiler. Buna hiç bir sahabî itiraz etmedi. Onların temasının dalâlet olmadığı (edille-i şer'iyyeden olduğu) hadîs-i şerifle bildirilmiştir. Eshâb-ı kiramın icmaını inkâr ise küfürdür.
Vehhâbîlere NECDÎ de, denir. Hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur:
«İşkence yapıcılar şarktadır. Şeytan, buradan (Necd tarafından) fitne çıkarır.»
Kâfirler Peygamber aleyhisselâmı öldürmek için Darün-Nedve'de toplandıkları zaman Şeytan Necdli bir ihtiyar şeklinde görünüp onlara nasıl öldürülmesi gerektiğini öğretmişti. O günden beri Şeytana Şeyh-i Necdi denilmektedir.
İbni Arabi hazretleri, Şeytanın Şeyh-i Necdi olduğunu her yere yaydığı için vehhâbîler bu velîye kâfir diyerek saldırıyorlar.
http://www.facebook.com/DindeREFORMCULAR TÜRKİYE'DE VEHHÂBÎLİK TEHLİKESİ!!!!
Komünizmin tehlikesi herkesçe malumdur. Komünizm tatbik edilmeye başlandı mı, o yerde müslümanlık yok olmuş demektir. Vehhâbilik bir yere musallat oldu mu, O yerde müslümanlığın adı vardır, fakat müslümanlar, bid'at, dalâlet ve hattâ küfür içinde yaşıyor demektir.
Halkımız, Rafîzilik ve Vehhâbilik gibi mezheplere beşinci mezhep adını verir, Ehl-i Sünnet âlimleri ise bu fırkalara MEZHEPSİZ demektedir.
Bazı gafiller, «Türkiye'de Vehhâbilik mi var da böyle bir tehlikeden bahsediyorsunuz?» diyorlar. Vehhâbilik damarlarımıza kadar işlemiş, hutbe ve vaazlarımızın ekserisi Vehhâbi metoduyla icra edilmekte, şairlerimiz mezarda Kur'ân okunmamasını istemekte, fakat çoğumuzun burnu koku almamaktadır.
Burunların koku almayışına bir misal: Suudi Arabistan'ın Ankara Kültür Ateşesi M. Abdülaziz Elnasrullah imzasıyle resmen Türkiye'deki bütün müftülüklere ÜCRETSİZ OLARAK en az dörder tane gönderilen BAHÇEDEN GÜLLER isimli Vehhâbi kitabını tetkik eden birçok kardeşlerimiz mezkûr kitapta, Ehl-i Sünnete aykırı hiç bir ifade bulamadıklarını beyan ettiler. Bu koku alamayışının sebebini müsaadelerinizle bir fıkra ile açıklıyalım : Dabakhanede pis kokulu deriler içinde çalışan bir debbağ, esans dükkânında bayılır, yüzüne kolonya ve çeşitli esanslar dökerler, debbağ ayılacak gibi değil.. Bu debbağı tanıyan biri, hemen koşar, arkadaşını dükkândan dışarı çıkarır, sokakta bulduğu bir maddeyi, baygın yatan arkadaşının burnuna sürüp koklatır, çok geçmez arkadaşı ayılır. Diğerleri merak eder, debbağm burnuna sürülen madde neydi diye? Arkadaşı anlatır: «Biz derihanede çalışıyoruz, burnumuz pis kokuya alışmıştır. Arkadaşım dükkâna girince esanslar bayılmasına sebep öfaiu. Ben de sokaktan köpek pisliği buldum, burnuna koklatınca gördüğünüz gibi arkadaşım ayıldı.»
Maalesef Vehhâbilik kokusu, İslâm Devletlerini sardığı gibi Türkiye'mizi de iyîce sarmış, senelerce din kültürü gören kardeşlerimiz bile bîr kitabın vehhabiler tarâfından yazıldığını farkedemiyecek haldedirler. Eğer BAHÇEDEN GÜLLER isimli kitabın Suudi Arabistan Elçiliğinden geldiği bilinmese ve yazarının da İbni Teymiye'nin talebesi olduğu söylenmemiş olsaydı, sanırız çok kimseler bu kitabın bir mezhepsiz tarafından yazıldığını anlıyamazdı. Zira piyasada mevcut kitapların çoğu aynı metodla yazılmıştır. Meselâ kendi ifadesiyle mezhebim yok diyen EL KARDAVİ, yazdığı kitaplarını aynı usulle kaleme almıştır. Mevdûdî gibi İbni Teymiyeci sapıkların yazdıkları bütün kitaplar hep aynı usulle yazıldığı için vatandaş işin içinden çıkamaz haldedir. Debbağın esans burnuna gidince bayıldığı gibi, müslüman kardeşlerimize de Ehi-i Sünnet âlimlerimizin te'lif ettikleri muteber kitapları gösterince şaşıp kalıyor. Mantığını demokratik usulle çalıştırarak «Piyasada beş yüz tane kitap bu usulle yazılmış, bize beş on kitap gösteriyor, beş yüze mi inanalım, yoksa beşe mi?»diyorlar. Ne cevap verirsiniz?
Çeşitli itikatlarıyla ve sünnî hacılar müşriktir, kâfirdir diyerek onların kestikleri .kurbanları buldozerlerle toprağa gömen vehhâbiler, ayakbastı adı altında aldığı harâm paralarla, bolca vehhâbi kitabı bastırarak Türkiye'ye gönderiyorlar. Vehhabi olmayanları kâfir bildikleri için onlardan alınan ayakbastı isimli paraları ganimet sayıyorlar.
Vehhabiler tarafından ÜCRETSİZ OLARAK İmam-Hatip Okullarına gönderilen kitaplardan bazıları da şunlardır: İbni Teymiyye'nin VASİTİ AKİDE'si, Muhammed bin Abdülvahhab'ın KEŞF-EL ŞUBUHAT va ÜÇ TEMEL VE DELİLLERİ, ayrıca TAHKİK VE İZAH, YALNIZ ALLAH VEYA TEVHİD, İTİKADIN TEMİZLENMESİ v.s. Şirk ve mezhepsizlik zehiriyle dolu olan bu kitaplar ellerimizde mevcuttur.
Bu gönderilen vehhâbi kitaplarında neler yazıyor? Mezhepsizlerin Efendileri İbni Teymiyye'nin Allahü teâlânın -hâşâ- gökte olduğunu isbata çalışan VAKİTİ AKİDE isimli kitabından birkaç misal:
Fâtır Sûresi 10. Âyet-i kerîmesi «Allah İsa'yı kendi yanına yükseltti.» şeklinde tefsir edilmekte. (S. 13)
Hadis diye yazıp kendine göre tevil ve tefsir ettiği ifadeler:
1 - «Rabbınız hayrın yakınlığına rağmen, kullların ümitsizliğe kapılmasına hayret eder. Kurtuluşunuzun yakın olduğunu bildirdiği için zelil ve ümitsiz olduğunuz zaman size GÜLER.» denilmekte (S. 17)
2 - Allah ayağını Cehennemin içine koyunca her tarafın dolacağı yazılmakta (S. 17)
3- Peygamber Aleyhisselâmın «Ey gökteki Râbbimiz»diye dua ettiği kaydedilmekte (S. 17)
4 - Yine Peygamber Aleyhisselâmın «Ben semada bulunan Allahın eminiyim» dediği bildirilmekte (S. 17)
5 - Arşın su üzerinde, Allahü teâlânın da Arş üzerinde olduğu zikredilmekte “S. 17)
6 - Bir cariyenin «Allah semadadır» demesini Peygamber Aleyhisselâmın beğendiği anlatılmakta (S. 18)
7 -Namazda sağ veya öne tükürülmemesi gerektiği, Zira Allahü teâlânın önde olduğu iddia edilmekte (S. 18)
8 -Allah semavatın üzerinde, Arşının üstünde ve mahlûkatına açık olduğu hükmü çıkarılmakta (S. 20)
9 - Mü'minlerin bulutsuz günde güneşi gördükleri gibi Cenâb-ı Allahı aynı şekilde gözleriyle görecekleri ifade edilerek Allahü teâlâya cihet isnat edilmekte (S. 22)
10 – El arş isimli kitabında “Allahü teâlâ Arşın üzerinde oturur, kendisi ile beraber oturması için Resûlullah’a da yer bırakır” demekte. VASİTİ AKİDE kitabının 13. sayfasında ve yine İbni Teymiyye’nin kitabı olan ELFURKAN BEYNE EVLİYAİRRAHMAN VE EVLİYAİŞŞEYTAN isimli hezeyannamenin 134. sayfasında güya te’vilden kaçan İbni Teymiyye, Mü’min Sûresinin 36 ve 37. Ayet-i kerîmelerini zikrederek “Eğer Mûsâ Aleyhisselâm ilâhının gökte olduğunu haber vermemiş olsaydı, Fir’avun Hâmân’a “bana bir yüksek kule yap göklerin yollarına ulaşırım da Mûsâ’nın tanrısına yükselip çıkarım.” Demezdi. “Ben Mûsâ’yı yalancı sanıyorum.” demesi de Mûsâ’nın böyle bir şey söylemiş olduğuna delâlet eder.” şeklinde âyet-i kerîmeleri kendi kafasına göre te’vil etmiştir.
KİTABÜSSÜNNE isimli vehhâbi kitabında ise,
1- Peygamber Aleyhisselâmın Allahü teâlâyı dört meleğin altın bir kürsü üzerinde gördüğü zikredilmekte (S. 35)
2- Allah üte^lânın gece yarısı semaya indiği, sabaha karşı yukarı çıktığı bildirilmekte (S. 57)
3- Allahü teâlâ Tevratı kendi eli ile yazdığı, kendi eli ile Mûsâ Aleyhisselâma verdiği ve Tevratı yazarken de sırtını bir kayaya dayadığı ifade edilmekte (S. 67)
Bütün müftülüklere gönderilen BAHÇEDEN GÜLLER isimli Vehhâbi kitabının Suûdi Arabistan Hükûmetince yazılan önsözünde bu kitabın İbni Teymiyye ve talebesi İbnül-kayyımın kitaplarından istifade edilerek yazıldığı, bu iki zat gibi Hanbeli mezhebine bağlı kalmadan (yani mezhepsizce) şer’i delille kuvvetli gördüğü görüşü tercih ettiği, ancak bazı meraklıların yaptığı gibi mezhep imamlarına dil uzatılmadığı kaydedilmektedir.(S.5)
Cehhâbi idarecileri, mezheb imamlarına dil uzatmayı meraklılık olarak vasıflandırmaktadır. Halbuki evliyaya, Ehl-i sünnet âlimlerine dil uzatmak küfürdür.
Şeytanın bilgisinin çok olduğu herkesce malum… Baş yardımcısı İbni Teymiyye’nin ise geniş kültüre sahip olduğu Ehl-i sünnet âlimlerince de teslim edilmekte, fakat mes’ele çok bilmekte değil doğru bilmektedir. Biz İbni Teymiyye’yi tenkid edecek kadar kültüre sahip değiliz. Fakat Ehl-i Sünnet âlimleri onun sapıklıklarını ve küfürlerini tesbit ederek kitaplarına dercetmişlerdir. Biz sadece o kitaplardan nakil yapıyoruz.
Büyük Ehl-i sünnet âlimi Yusûf Nebhani hazretleri, ŞEVAHİÜLHAK kitabında, Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi EL İLM VE AKL kitabında, İbni Teymiyye’nin sapıttığını vesikalarla isbat etmişlerdir. HİTTÜŞ-ŞAM kitabında “İbni Teymiyye Luther’e benzer, ancak Hıristiyanlığın reformcusu hedefine ulaştı, fakat İslâm reformisti muvaffak olamadı.” denmektedir.
İslâm âlimlerinin çoğu İbni Teymiyyenin Müslümanlıktan çıkarak MÜRTED olduğunu bildirmişlerdir. İbni Battuta, İbni Haceri Mekkî, İmâm-ı Subkî gibi sözü senet bir çok Ehl-i sünnet âlimleri yazdıkları eserlerle İbni Teymiyyenin ağzının payını vermişleridir.
Ehl-i sünnet kitablarında İbni Teymiyye şöyle anlatılmaktadır: İbni Teymiyye, Allahü teâlâyı yaratılmış bir mahluk, bir insan gibi tasavvur eder, madde olarak görür. Evliyanın büyüklüğüne inanmaz. Türbelere yapılan ziyaretlere saldırır. Kâfirlerin Cehennemde sonsuz kalmayacağını söyler. Bir müslümana kâfir diyenin kendisinin kâfir olacağını bildiği halde, Şeyh-i Ekber Muhiddin Arabi hazretleri gibi Tasavvuf büyüklerini tekfir etmekten çekinmez.
Bahçeden Güller ve elimizde mevcut diğer vehhâbi kitaplarının yazılış usulü şöyle: Bir âyet-i kerîme ve bir hadîs-i şerîf alınıyor, bunlar kendi kafalarına göre izah ve şerh ediliyor. Müçtehid olmayan veya müfessirlik kudreti bulunmayan bir kimsenin bu şekilde bir tefsire girmesi, vaaz vermesi ve kitap yazması küfürdür. Velevki anlatılanlar Ehl-i sünnete aykırı bile olmasın…
Bugün piyasada mevcut kitapların ekserisi bu usulle yazılmıştır. Vatandaş bir vâizi veya bir talebeyi Kur’âna mana veriyor diye övmektedir. 72 sapık fırkanın Kur’ân-ı kerîme yanlış mâ’nâ vermek suretiyle dalâlete düştükleri maalesef yeteri kadar ilim ehlince anlatılmamaktadır. Bu yüzden vehhâbi metoduyla herkes, âyet-i kerîmeden, hadîs-i şerîften deliller getirmektedir. Halbuki bizim için delil, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları ve o kitapların bildirdiği âyet-i kerîmelerin ve hadîs-i şerîflerin tefsir ve te’villeridir.Tabiî Ehl-i sünnet âlimlerinin kitapları demekle İCMA ve kıyası da içine almış oluyoruz.
Vehhâbilik Türkiye’de o kadar ilerlemiş ki, Vehhâbi elçiliğinde resmen kitap gönderebiliyor. Bu vaziyet karşısında din mekteplerimiz, müftülerimiz, vâizlerimiz, imâmlarımız neden susuyor? Lâik Hükûmetten mi emir bekliyorlar? Yoksa Dr. Lütfi DOĞAN’dan mı? Yahutta maaşlarımızdan oluruz diye mi korkuyorlar? Rızkı kimin verdiğini bilmiyorlar mı?
Din görevlilerimiz Ehl-i sünnet âlimlerimizin bildirdiği şu hadîs-i şerîfi duymadılar mı? “Yalanlar yazılıp, âdetler ibadetlere karıştırılınca doğruyu bilenler herkese bildirsin. Allahü tâlânın, bütün meleklerin ve insanların lâneti, doğruyu bilip de gücü yettiği halde bildirmiyenlerin üzerine olsun.”, “Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır”
Ey, Ehl-i sünnet itikadındaki kardeşlerimiz, gazetecilerimiz, müftülerimiz,vâizlerimiz, imâmlarımız, öğretmenlerimiz, eli kalem tutan münevverlerimiz, neden vehhâbilik gibi korkunç bir tehlikeden hiç bahsetmiyorsunuz? Ölü toprağı mı serpildi üzerinize? Dilsiz şeytan olmayı mı kabullendiniz yoksa? İmkânınız mı yok?
KÜFRE RIZA KÜFÜR düsturunca, bir kimse İbni Teymiyye’nin küfür itikadlarından birisini bildiği halde İbni Teymiyye’yi sevse, kitaplarını satsa, tavsiye etse, severek ondan iktibaslar yapsa KÂFİR olur.
Selefiyecilik adı altında İbni Teymiyyecilik alıp yürümüştür. Okullarımızda bile okutulmakta gençler zehirlenmektedir.
Allahü teâlânın müstehak dilsiz bir şeytan olmamak için gücü yeten Müslümanları güçleri nisbetinde vehhâbilikle mücadeleye davet ediyoruz.
Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınıp, Sadaret'e takdim edilen raporda, İngilizlerle işbirliği yapan İbn-i Suud ailesi ve Kuveyt Emîri Mubarek el-Sabah'ın faaliyetleri ve onlara karşı İbn-i Reşid ailesinin mücadeleleri anlatılmaktadır. Binbir gâileyle uğraşan Osmanlı Devleti ise, bu gelişmeler karşısında denge politikası takip etmek zorundaydı.
Bugün dünyanın hemen hemen en sıcak çekişmelere açık bölgelerinden birisi olan Basra Körfezi ve civarı, geçen (Yirminci) yüzyılın başında da hayli hareketliydi. Bir taraftan, Osmanlı hakimiyetini yıkıp kendi nüfuzunu arttırma çabasındaki İngilizlerin faaliyetleri, diğer taraftan birbirlerine üstünlük sağlamak üzere çeşitli entrikalar çeviren mahallî güçlerin ve kabilelerin çıkar kavgaları, Basra Körfezi'ni, Orta Arabistan'ı, hattâ Hicaz'ı cadı kazanına çevirmişti.
Osmanlı Devleti, son yüzyılında yaşadığı binbir türlü gâileye paralel olarak, buralarda da güç ve nüfuz kaybına uğramıştı. Ve durumun farkında olan II. Abdülhamid, hattâ ondan sonraki II. Meşrutiyet dönemi yöneticileri, bölgenin bir oldu bittiyle elden çıkmaması için, daimî teyakkuz halinde bulunuyorlardı. Gerçi, takip edilen politikalar, doğurdukları sonuçlar itibariyle tartışılır olmakla birlikte biz, konunun bu yönünü anlatmak değil, bölgenin o günkü durumunu özetleyen bir raporu sunmak istiyoruz.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bulunan söz konusu rapor (BOA, DH-MUİ 17/4-22, Lef 5/1), 21 Aralık 1909'da, Medine'de Harem-i Nebevî müderrislerinden Abdurrahman b. İlyas tarafından kaleme alınarak Sadaret'e takdim edilmiştir. Başbakanlık Osmanlı Arşivi'nde bölge ile ilgili, benzeri binlerce belge olmasına rağmen, bu belgenin önemi, eksikleri de olsa, adeta o coğrafyanın 19. yüzyıl tarihini özetlemesinden kaynaklanmaktadır.
Kutsal mekânlar yağmalanıyor
Basra Körfezi ve Orta Arabistan tarihinde önemli rol oynayan dış faktörlerin yanısıra, burada, oldukça güçlü ve bedevî Arap kabileleri üzerinde hayli etkili olan Suud, İbn-i Reşid, ve Kuveyt'teki el-Sabah aileleri ve özellikle bunlardan Suud ailesiyle özdeşleşmiş bulunan Vehhabîlik mezhebi de ayrı bir ağırlık taşımaktaydı.
İşte Abdurrahman b. İlyas, bu hususları dikkate alarak, raporunda önce İbn-i Suud ailesinin Vehhabîlik ile ilişkilerini dile getirmektedir:
"İbn Suud (Muhammed b. Suud), köklü bir Arap kabilesi olan Aneze urbanından olup, Benî Temîm diyarı denilen Necid kıtasında Dır'iyye namıyla bir köyün emîri idi ve yaygın bir nüfuza sahip değildi. Şeyh Muhammed b. Abdilvehhab, Mısır'da öğrenim gördükten sonra (genelde bu kanaat yanlıştır; onun, her ne kadar Mısır'a gitmiş ise de burada tahsil gördüğüne dair pek bilgi bulunmamaktadır) kendi adına ihdas ettiği mezhebi, Hicaz'da neşretmek [yaymak] istemiştir. Ancak, orada emeline ulaşamayınca, Necd içlerindeki Dır'iyye'ye giderek, buradaki ahalinin dinî konulardaki cehaletinden de istifadeyle, Vehhabî mezhebini neşretmeye muvaffak olmuştur. Bir süre sonra Emîr İbn Suud'a bu mezhebi kabul ettirmiştir. İttifakları akabinde bu ikili, çevredeki Bedevî kabileleri arasında da mezheblerini yaymağa başlamışlardır. 1785 senesinde Muhammed b. Abdilvehhab, İbn Suud ile birlikte, Vehhabîlik sayesinde Hicaz, Şam ve Irak havalisindeki bir hayli halkı idareleri altına almışlardır."
İbn Suud - Muhammed b. Abdilvehhab işbirliğiyle bölgede gerçekleştirilen ve özellikle gerek Sünnî ve gerekse Şiî Müslümanların kıymet verdikleri, ancak Vehhabîler'in bunları şirk alâmeti saydıkları kutsal mekânların yağmalanması ve soyulmasından bahseden rapor şöyle devam etmektedir:
"O esnâda Necef ve Kerbelâ'ya tecavüz ile Vehhabîler, mübarek makamların kubbelerini yıkarak, buralarda mevcud olan kutsal emanetler ile kıymetli eşyaları gasb eylemişlerdir. Haremeyn'e (Mekke ve Medine'ye) tecavüz ederek, kısa bir muhasaradan sonra Mekke'yi ve Medine'yi zaptetmiş ve Hz. Peygamber'in kabrini yağma ve Ashâb-ı Kirâm hazretlerinin kabirlerini yerle bir etmişlerdir. Vehhabîler, Mekke ve Medine'yi istilâları sırasında, mahmel-i şerîfin ve hacıların da Hicaz'a girmesine engel olmuşlardır."
İbn Suud'un, kendilerine uymayan Mekke ve Medine ahalisini "mezhebi muktezasınca şirk ile ittiham ederek tecdid-i imana davet ettiğini"kaydeden Harem-i Nebevî müderrisi Abdurrahman, daha sonra "Yapılan münazara ve görüşmelerden elde edilen bilgilere göre; Vehhabîler, bu mezhebe mensub olmayan diğer ehl-i İslâm'a müşrik nazarıyla bakmakta ve bunların mezheblerine girmeleri için zorlanmalarını kendilerine vacib görmektedirler. Ayrıca, davetlerine uymayanların katlinin de gerekliliğine inanmaktadırlar" demektedir.
Osmanlı Devleti ve Vehhabîlik
Bilindiği gibi, Vehhabîlik hareketi başlar başlamaz, Osmanlı Devleti bölgedeki idarecilerini uyarmıştı. Ancak, maalesef güçlü bir merkezî kontrolden uzak olan bu idareciler, zamanında gerekli tedbirleri alamadıkları için, tehlike Mekke ve Medine'ye kadar uzandı. Osmanlı Devleti, o sıralarda pek çok iç ve dış gâile ile boğuştuğundan, doğrudan müdahale edemeyecek ve meseleyi Bağdat ve Şam valilerinin birlikte çözmelerini isteyecekti. Ne var ki, bundan da netice alınamayınca, Mısır üzerinden yapılacak müdahale, tek çıkar yol olarak kalacaktı. Raporda bu husus şöyle aktarılmaktadır:
"Medine-i Münevvere ahalisinin sürekli şikâyetleri ve Bâbıâlî'ye müracaatları üzerine Vehhabîler'in te'dib ve terbiyesi, Mısır Valisi Mehmed Ali Paşa'ya havale olundu. Mehmed Ali Paşa'nın Mısır'dan gönderdiği kuvvetler, Vehhabîler'i, merkezleri olan Dır'iyye'ye kadar takib etmiş ve burayı tahribden sonra Vehhabî emîrinin oğlu Faysal ve Abdullah b. Suud yakalanarak Mısır'a götürülmüş ve orada haps olunmuşlardır."(Abdullah b. Suud, bilâhare İstanbul'a getirilerek idam edilmiştir.)
Bâbıâlî'nin kerhen görev verdiği Mehmed Ali Paşa, elde ettiği başarıyla hem Mısır'daki itibarını pekiştiriyor, hem Mısır dışında söz sahibi olacak duruma geliyordu. Devlet ise, hizmetlerine muhtaç bulunmakla birlikte, onun özellikle Hicaz'da nüfuz kazanmasını istemiyordu. Bu sebeple, Abdurrahman b. İlyas'ın haklı olarak yaptığı tesbite göre, "Hicaz bölgesinin Mısır'a bağlı ve Mehmed Ali Paşa'nın idaresi altında bulunduğu müddet zarfında dahî, kadı ve şeyhu'l-haremin İstanbul'dan tayinine devam edilmiştir."
Osmanlı Devleti ile Mehmed Ali Paşa arasındaki hâdiselerin 1841 Londra Protokolüyle bir neticeye bağlanması üzerine, Mısır kuvvetleri, Hicaz ve Suriye'den geri çekilmişlerdi. Ancak, durumu hazmedemeyen Mehmed Ali Paşa, Mısır'da hapiste bulunan Faysal b. Suud'u serbest bırakmıştır. Raporda bu gelişmeler de şöyle aktarılmaktadır:
"Bölgenin geri alınmasından muğber olan Mehmed Ali Paşa tarafından, Faysal salıverilmişti. O da Dır'iyye'nin tahrib edilmiş olmasından dolayı, Riyad denen mevkie giderek, burayı kendisine idare merkezi yapmıştır. Faysal'ın Necid'e dönmesinden sonra, Vehhabî mezhebinde bulunanlar, yeniden kendisine bağlılıklarını arz etmişlerdir. O da güç kazanarak Ahsa ile sair birtakım bölgeleri idaresine alarak gittikçe güç kazanmağa başlamıştır ki, Ahsa, ancak Midhat Paşa'nın Irak valiliği sırasında Vehhabîler'in elinden geri alınabilmiştir (1871). Faysal, üç evlâd bırakarak vefat etmiştir. Büyüğü Abdullah, ortancası Suud ve en küçükleri Abdurrahman'dır. (Faysal'ın ayrı eşten Muhammed isminde bir oğlu daha vardı.) Faysal'dan sonra, kendilerine tâbi kabilelerin idaresi, 1873 senesine kadar Abdullah'ın elinde kalmıştı. Ancak, aynı sıralarda iki kardeş arasında meydana gelen muhalefet yüzünden, Abdullah ve Suud birbiriyle savaşmaya başladılar. Yine de idare bir süre daha Abdullah'ın uhdesinde ve idare merkezi de Riyad'da kalmıştır."
İbn Reşid sahneye çıkıyor
Rapor, bundan sonra aile içi çekişmelere dikkati çekmekte, bölgede önemli bir güç olarak ortaya çıkan diğer bir aileden, yani İbn Reşid'den söz etmektedir:
"Faysal'ın ikinci oğlu Suud'un vefatından sonra, oğulları, amcaları aleyhine ayaklanırlar ve onu yenip azlettikten sonra da hapsederler. O sıralarda İbn Suud'un nüfuzu zaafa dûçar olmasına paralel, Reşidîler ailesinden Muhammed b. Reşid, bölgede kuvvet ve nüfuz sahibi olmuştu. İşte Faysal'ın oğlu Abdullah, ona müracaat ederek, yeğenlerine karşı yardım istemiştir. Muhammed İbn Reşid de onu bu gailelerden kurtarıp, Riyad emîri olarak kalmasını sağlamıştır. Ancak Abdullah, yeğenlerinin tekrar kendisine karşı ayaklanması üzerine, artık mukavemet edemeyeceğini anlayarak, hâmîsi olan İbn Reşid'e sığınmıştır. Bunun üzerine Muhammed İbn Reşid, büyük kuvvetler ile hareket ederek, Riyad ve etrafını zaptetmiş ve söz konusu Suud'un oğullarını da ortadan kaldırmak suretiyle bölgede Suud ailesinin nüfuzuna son vermiştir (1881)."
Abdurrahman b. İlyas'ın ifadesine göre, Necid'den çıkarılan Abdurrahman b. Faysal'ın maiyetindeki Suud ailesi perişan vaziyette, Kuveyt Emîrine sığınmıştır. "Abdurrahman dahî (o sıralarda Suud ailesinin reisi) Kuveyt'e Emîr Muhammed el-Sabah nezdine iltica etmiştir. Osmanlı Devleti ise Muhammed el-Sabah'ın delaletiyle, sürgündeki Abdurrahman b. Faysal ve maiyetindekilere beş bin kuruş maaş bağlamıştır."
Kuveyt Emîrinden ve Kuveyt'in stratejik öneminden de bahsedilen raporda, bu konuda şu bilgilere yer verilmektedir:
"Kuveyt Emîri Muhammed el-Sabah'ın üç kardeşi bulunmaktaydı. Bunlardan Mübarek, diğer kardeşleri ile işbirliği halinde, Muhammed el-Sabah'ı öldürerek Kuveyt emirliğini ele geçirir. Kuveyt, Basra vilâyetinin güneyinde ve Umman sahilinde, Basra'ya yakın ufak bir iskele ise de, mevki bakımından haiz-i ehemiyettir. Bir kaç sene evvel, Necd Kıtası ahalisinin ayaklanıp anarşi meydana getirdikleri sıralarda, Hindistan'dan gelen ticarî eşya; Kuveyt'ten ithal edilmeye başlanmıştır. Bu ithalattan gümrük resmi alınmıyordu. Öte yandan Kuveyt'in Necd'e yakın olması münasebetiyle herkes buradan gelen mallara, ucuz olduğu için rağbet etmeğe başlamış ve bu yüzden de Kuveyt kasabası, günden güne gelişerek Necd'in iskelesi makamında fevkalade büyümüş ve her yönüyle önem kazanmıştır. Diğer taraftan Necd, Irak ve Şam taraflarındaki Bedevî Arap kabile ve aşiretlerinin ellerindeki yasak silahlar da buradan ithal ve tevzi edildiğinden, bölge ayrı bir önem kazanmıştır."
İngilizler'in entrikaları
"Mubarek el-Sabah ise, ithal edilen her tüfekten 2 riyal vergi alarak geçişine müsaade etmektedir. Mubarek el-Sabah'ın, büyük biraderi Muhammed'i ve diğer kardeşini öldürmekten maksadı, yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere, Necd kıtasında nüfuz kazanarak bu yolla servetini arttırmaktı. Hattâ kardeşini öldürmesinden evvel, İngiliz gemileriyle bazı yabancılar Kuveyt'e gelerek Mubarek ile görüşmüştür."
Raporda, Kuveyt Emîri Mubarek'in, siyasî cinayetlerini, İngilizlerin teşvikiyle işlediği, yukarıdaki ifadelerle ima edildikten sonra, Mubarek el-Sabah'ın, esas hedefine varabilmek için Necd içlerinde giriştiği diğer faaliyetleri anlatılmaktadır:
"Mubarek, arzularına ulaşmak maksadıyla tedarik eylediği kuvvetler ile karadan onbeş gün yolculuk yaparak Kasîm yakınlarına ulaşmış ve o sıralarda bölgede nüfuz sahibi olan İbn Reşid ile çatışmaya girmiştir. İbn Reşid, kendisine mensup Şammar ve diğer kabileler ile birlikte Mubarek'in üzerine hücum ederek onları yenmiş ve Kuveyt'e kadar takip eylemiştir. Akabinde de Kuveyt'i istilâ etmek için devlete müracaat etmiştir. Nedense, Basra Valisi Muhsin, kumandan Feyzi Paşalar ile Basra Nakîbi ve Ebu'l-Huda'nın aracılığıyla bu iş önlenmiş ve nihayet Mubarek el-Sabah da İngiliz himayesine müracaat ederek kurtulmuştur."
Raporda bahsedilmemekle birlikte, İbn Reşid'in bu arzusunun, bölgede özellikle İngilizlerle daha büyük problemlerin doğmaması için, II. Abdülhamid tarafından önlendiği, başka belgelerde zikredilmektedir.
İşte, Mubarek ile Necd Emîri bulunan İbn Reşid'in bu çekişmeleri sırasında, Kuveyt'te babası Abdurrahman ile birlikte mülteci durumunda bulunan, bugünkü Suudî Arabistan'ın kurucusu Abdülaziz İbn Suud yeniden siyaset sahnesine çıkmıştır. Rapora göre, Mubarek, Osmanlı Devleti'nin kararlılığından ve siyasî şartların elvermemesinden dolayı, gerçek niyetlerini açığa vuramıyor, her vesileyle Abdülaziz İbn Suud'u kullanmayı tercih ediyordu. Nitekim, onu teçhiz ederek, atalarının geldiği yer olan Necd içlerine gazvelere göndermiş ve birkaç yıl içinde Riyad, Kasîm, Uneyze ve civarını ele geçirmesini sağlamıştır. Böylece, düşmanı olan İbn Reşid'in nüfuz sahasını daraltmıştır.
Suud-İbn Reşid çekişmesi
Bundan sonra bölgede yeniden başgösteren Suud-İbn Reşid çekişmeleri de şöyle özetlenmektedir:
"Abdülaziz İbn Reşid, Suud ile her ne kadar uğraşmış ise de muvaffak olamamış, hattâ savaş sırasında Suud'un adamları tarafından öldürülmüştü (1906). Onu müteakib, büyük oğlu Mut'ab, Emîr-i Necd namıyle yerine geçmiştir. Bir sene icra-yı nüfuzdan sonra, aynı aileden Ubeyd'in oğlu, bazı tarafların teşvikleri üzerine Mut'ab'ı ve iki kardeşini katletmiştir. Bunun üzerine Abdülaziz'in küçük oğlunu, dayıları olan Essubhan kabilesi, Medine'ye kaçırarak, muhtemel bir ölümden kurtarmışlardır. Bir müddet sonra da, topladıkları birtakım kabileler ile Necd içlerine giderek, eski idare merkezleri olan Hail'i ele geçirirler. Dayılarının teşebbüsleriyle, küçük yaştaki Suud İbn Reşid, geleneksel gücü de dikkate alınarak, Osmanlı Devleti tarafından kaymakam tayin edilerek, kendine ve etbaına maaş tahsis edilir. Anca, idare onun adına dayıları tarafından yürütülür. Hattâ bunlar devlete müracaat ederek, Muhammed ve Abdülaziz b. Reşid zamanlarında kendilerine verilmiş olan silahların kaybolmasından dolayı İbn Suud'a karşı mukavemet etmek için, 2000 tüfek isterler. Devlet, bu isteklerine olumlu yaklaşmakla birlikte, arzu ettikleri tüfekleri verememiştir."
Bütün yukarıdaki ifadelerden sonra şu neticelere varılmaktadır:
"Hulasa-i kelâm, İbn Suud, İngilizlerin nüfuzu altında, Kuveyt Şeyhi Mubarek el-Sabah'ın bir icra vasıtasıdır. Serveti bütün bu teşebbüslerine müsait olmadığı halde, İbn Reşid'e karşı kendi güvenliğini sağlamak isteyen Mubarek el-Sabah'ın serveti, İbn Suud'un faaliyetlerine kaynak teşkil etmektedir. Onun bu faaliyetlerinden maalesef Osmanlı Devleti değil, İngilizler istifade edecektir. Öte yandan, bağlı bulunduğu mezhebin mahiyeti itibariyle de İslamlar ve belki Osmanlı hükümeti aleyhinde bulunmasının sebebi pek aşikârdır. Çünkü, İslam olmak, ancak kendilerinin mezhebinde bulunmakla olur. Kendi mezhepleri dışındakiler, İslam sayılmamaktadır. Kendi itikadlarına göre, bu gibilerin katli bile vacibdir."
Bölgede sürdürülen bu faaliyetleri yakından takip eden birisi olduğu anlaşılan Harem-i Nebevî müderrisinin, dönen dolapların sonuçlarını da iyi kestirdiği anlaşılmaktadır. Nitekim, ileriki yıllarda -raporda da belirtildiği gibi- bütün bu entrikalardan İngilizler istifade etmişlerdir. Raporun müteakip satırlarında, İbn Reşid'in, İbn Suud'a karşı desteklenmesi gerektiği vurgulanmaktaydı. "Zîra, İbn Reşid, hiçbir zaman hükûmet-i İslamiye aleyhinde faaliyetlerde bulunmadığı gibi, İbn Suud gibi de imamet iddiası gütmemişti. Ayrıca, yabancı bir hükûmete de temayül etmemiş ve taraftar olmamıştı."
Bu ifadelerden, rapor sahibinin İbn Reşid taraftarı olduğu anlamı da çıkabilir, Ancak, gerçekte de, 19. yüzyılın ikinci yarısından sonra Osmanlı Devleti, Necd'de zaman zaman, İbn Suud'a karşı, siyasî bir iddiası bulunmayan İbn Reşid'i desteklemiştir. İlk anda, bu siyasetin birçok mahzurları olduğu akla gelse bile, yine raporda iddia edildiği gibi: "şayet, İbn Reşid ve ona bağlı kabileler olmasaydı, Necd bölgesi ile birlikte Mekke ve Medine'nin, tıpkı 19. yüzyılın başında olduğu gibi, tekrar İbn Suud'un eline geçmesi muhakkaktı."
Denge politikası
Öte yandan, Osmanlı Devleti, hiçbir zaman iki tarafın da büyük bir güç haline gelmesini istememiş ve daima birbirlerini dengeleyecek şekilde kalmalarını sağlamıştır. Bunun en bariz örneklerinden biri, daha önce zikredildiği gibi, İbn Reşid ailesi Suud ailesini Necd'en çıkardığı zaman, Osmanlı Devleti'nin bu ailenin tamamen ortadan kalkmasına rıza göstermemesi ve Kuveyt'te yaşamalarına izi vererek, sefalete düşmemeleri için de ayrıca maaş tahsis etmesiydi.
Abdurrahman b. İlyas, zamanın nezaketinden bahsederek, devletin bölgede gücünü iyice göstereceği güne kadar iki tarafı da idare edecek politikaların güdülmesini tavsiye ettikten sonra, bu işte en büyük rolü Mekke Emîrinin oynayabileceğini söylemektedir:
"İşte bu noktada da nazar-ı dikkate alınacak zat, Mekke Emîri hazretleridir. Emîr'in iyi idaresi ve defalarca Bedevîlere karşı icra eylediği gazvelerin neticesinde, Necd bölgesinde hükûmetin nüfuzu vücud bulmuştur. Aynı şekilde bunun gelecekte de görülmesi tabiîdir. Birkaç sene evveline gelinceye kadar, Vehhabî mezhebinin Mekke-i Mükerreme yakınlarına kadar sirayet eylediği görülmüştü. Mekke Emîri, geçenlerde üzerlerine yaptığı gazvesinde, bunlar müzmahil olmuşlardır. Öte yandan, Mekke Emîri, bu hususa yetkili kılınması halinde, hükûmetce de masraf yapmaya ve bölgeye asker sevkine gerek kalmayacaktır."
Raporda, öteden beri birbirlerine karşı gazve suretiyle elde ettikleri malları aralarında paylaşarak geçinmekte olan kabilelerin bağlı olduğu İbn Suud'a, hükümetin emaret namıyla bir nüfuz vermesi de tehlikeli bulunmakta ve bunun hükümet aleyhinde onun silâhlandırılması anlamına geleceği zikredilmektedir. Zîra, İbn Suud'un, İngiliz taraftarı ve Osmanlı hükümetinin düşmanı olduğu ısrarla vurgulanmaktadır.
Esasında Osmanlı Devleti, 1904 yılında, Abdülaziz'in babası Abdurrahman'ı Riyad kaymakamı olarak tayin etmişti. Ancak, işler fiilen, oğlu Abdülaziz'in elinde idi. Anlaşılan, raporun sahibi, Abdülaziz'in de tıpkı babası gibi, bir devlet makamını işgal etmemesini istiyordu. Raporun ne kadar etkili olduğu bilinmemekle birlikte, II. Meşrutiyet'in başlarında, gerçekten de İbn Suud'a karşı takınılan tavrın aynı çerçevede olduğu, diğer belgelerde görülmektedir.
1909 yılında kaleme alınan bu raporda dile getirilen hususların haklılığı, kısa bir zaman sonra ortaya çıkmıştır. Önce, İbn Suud, Necd içlerinde teşkilatlanmasını tamamlayarak, 1913'te, Osmanlı hükümet merkezi olan Ahsa'yı ele geçirmiştir. Osmanlı Devleti, kendisini bölgenin vali ve kumandanı olarak ilan etmesine rağmen, o, I. Dünya Savaşı sırasında, İbn Reşid'i bahane ederek, tarafsız kalıp devlete yardım etmemekle, İngilizlerin arzularına yardımcı olmuştur. Aynı şekilde Kuveyt Şeyhi Mubarek de İngilizlerle dostluğunu sürdürmüş ve onların himayesine girmiştir. İbn Reşid ise, savaş boyunca Osmanlı Devleti'nin yanında yer almış ve Irak cephesinde Osmanlı ordusuna hayli hizmetlerde bulunmuştur.
Doç. Dr. Zekeriya Kurşun/Tarih ve Medeniyet, Sayı 30
|
|
|
|
|
|
|
|
|
OSMAN b. SA’İD ED-DÂRİMÎ'NİN GÖRÜŞLERİ
Ebubekir Sifil
Mücessime / Müşebbihe bu konuda o denli ileri gitmiştir ki, sağlıklı işleyen bir aklın kabûl etmesi mümkün olmayan bir takım hususları Akaid ilkesi olarak benimsemişlerdir. Meselâ Osman b. Sa'îd ed-Dârimî şöyle der:
"...Çünkü el-Hayyû'l Kayyum (olan Allahü Tealâ) dilediğini yapar. Dilediği zaman hareket eder; dilediği zaman (yukarıdan aşağıya) iner ve (aşağıdan yukarıya) yükselir. (...) Dilediği zaman kalkar ve oturur. Çünkü diri ile ölü arasındaki farkın belirtisi, hareket etmektir. Her hayat sahibi, kaçınılmaz olarak hareket eder; her ölü de kaçınılmaz olarak hareketsizdir."
Oysa "hareket etmek" demek, bir evvelki durumda başka bir hâlde bulunmak, yani bir hâlden başka bir hale intikâl etmek demektir. Hareket etmeden önceki durumu değiştirip başka bir hale geçmek demek, sonradan olan (hâdis/muhdes) bir halin, hareket sahibine hulûlü demektir. Çünkü hareket eden varlık, hareket etmeden önce başka bir hâldedir. Hareketle birlikte bu halin değişmesi, önceden olmayan bir halin, o hareketle birlikte sonradan meydana gelmesi ve ona hulûlü demektir. Havadis'in (ezelî olmayan, sonradan olan şeylerin) Allahü Tealâ'ya (Celle Celâlûh) hulûlüne inanmak ise haşâ Allahü Tealâ'nın hâdis olduğunu iddia etmek demektir.
Hicrî 6. asrın müceddidi Fahreddin er-Râzî şöyle der:
"...Muhdes (ezelî olmayan, sonradan var edilen)'den hâli olmayan her şeyin muhdes olduğu konusunda Kelâmcılar arasında ittifak vardır. Dolayısıylâ havadisin (sonradan var olan şeylerin) kendisine hulûl etmesine elverişli olan her şeyin muhdes olduğunu kesin bir şekilde söylemek gerekir. Allahü Tealâ'nın havadisten münezzeh olduğu sabit olduğuna göre, Allahü Tealâ'ya havadisin hulûl etmediği de sabit olur. ...İkinci Hüccet: Allahü Tealâ'nın zatında sonradan var olan (olduğu iddia edilen) sıfat ya kemâl sıfatlarındandır veya kemâl sıfatlarından değildir. Eğer kemâl sıfatlarından ise, O Zat, o sıfatın kendisinde meydana gelmesinden önce kemâl sıfatından hâli bulunuyor demektir. Kemâl sıfatından hâli olmak ise bir noksanlıktır. Buradan, O Zat'ın nakıs olması gerektiği sonucu çıkar. Allahü Tealâ' ya noksanlık izafe etmek ise muhâldir. Eğer söz konusu sıfat, kemâl sıfatlarından değilse, zaten bu sıfatın Allahü Tealâ'ya izafe edilmesi muhâldir. Çünkü Allahü Tealâ'nın sıfatlarının, kemâl ve medh sıfatlarından olması gerektiği konusunda ittifak vardır..."
Yine ed-Dârimî şöyle der:
"Allahü Tealâ'nın, kendisinden başkasının bilmediği bir sınırı vardır. Hiç kimsenin, Allahü Tealâ'nın sınırı için kendi nefsinde bir son nokta düşünmesi caiz değildir. Ancak biz Allahü Tealâ'nın bir sınırı olduğuna inanır, bunun ilmini de Allahü Tealâ'ya havale ederiz. Mekânet de bir sınırdır. Allahü Tealâ, göklerinin üstünde, arşının üzerindedir. Bu ikisi, iki sınırdır."
"...Allahü Tealâ'nın bir sınırı olduğunu itiraf etmeyen kimse, Allahü Tealâ'nın ayetlerine karşı kâfir olmuş ve onları bilerek inkâr etmiştir."
Oysa İmam el-Mâturîdî (rahimehullah) şöyle demektedir:
"...Yahut bir son nokta ve sınır -ki bunlar sözkonusu olduğunda "daha tamam", "daha noksan", "daha çok", veya "daha eksik" gibi kavramlar gündeme gelir- O'nda yer bulursa, bu durum kemâl ve tamam sıfatını O'ndan iptâl eder. Bütün bu özellikler, alemin hudusünün (sonradan var olduğunun) işaretleri ve muhdes delilleridir. Eğer bu alemin muhdes olduğunu gösteren bu ve benzeri hususlar, bu alemin muhdisi (onu var eden) için de sözkonusu olursa, O'nun dışındaki varlıkların birtakım özellikleri O'nun hakkında da geçerli olur. Bu ise alemin fesadı demektir. (...) Eğer O'nun herhangi bir sıfatının benzeri sözkonusu olursa, ya O'ndan kıdem (ezelîlik) sıfatı, ya da diğer (muhdes) varlıklardan muhdes olma sıfatı sakıt olur."
Yine ed-Dârimî şöyle der:
"Allahü Tealâ dilerse, bir sivrisineğin sırtına yerleşir de, sivrisinek O'nun kudreti ve rububiyetinin lütfu ile O'nu yüklenip kaldırır. Böyleyken Allahü Tealâ arşın üzerine nasıl yerleşmez?"
"O (Allahü Teala), diğer herhangi bir mekânda değil, göklerin üzerindeki arşın üstündedir; ilmi ise her yeri ve her mekânda bulunan her varlığı kuşatmıştır. O'nu bu şekilde tanımayan kimse, Allahü Tealâ'ya iman etmemiştir; kime ibadet ettiğini ve kimi birlediğini (tevhid) bilmez"
"Dağın başı, aşağısına göre Allahü Tealâ'ya daha yakın değildir diye sana kim haber verdi? Çünkü Allahü Tealâ'nın, göklerin üzerinde arşının üstünde olduğuna iman eden kimse, dağın başının da, aşağısına göre Allah'a daha yakın olduğuna yakîn derecesinde iman eder."
"Allahü Tealâ'nın fiillerinin mutlak olarak mahlûk olduğunu kabûl etmeyiz. Bizler icma ve ittifak etmişizdir ki, hareket etme, aşağıya inme, yürüme, hervele (hızlı yürüme), arşa istiva ve göğü istiva fiilleri kadim (öncesiz)'dir."
Oysa burada dile getirilen hususları kabûl etmemiz için, arşın ve göğün de Allahü Tealâ Celle Celâlûh gibi kadîm ve öncesiz olduğunu söylememiz gerekir. Diğer mahlûkat gibi, mekânı, zamanı, arşı ve göğü yaratan da Allahü Teala Celle Celâlûh olduğuna göre, burada tıpkı aşağıda İmam-ı A'zam Ebû Hanîfe'den (rahimehullah) naklen yer vereceğimiz gibi şu soru kaçınılmaz olarak gündeme gelecektir:
Allahü Tealâ Celle Celâlûh bunları yaratmadan önce nerede idi?
Şu da var ki; Allahü Tealâ Celle Celâlûh'dan başka kadîm varlıklar bulunduğunu kabûl etmek, Allahü Tealâ'nın Celle Celâlûh Kıdem ve Hâlık sıfatlarına halel getirir. Çünkü o zaman gök ve arş gibi varlıklar, bir yaratıcıya muhtaç olmaksızın, tıpkı Allahü Tealâ Celle Celâlûh gibi varlığı zorunlu, yani vacibû'l vücud varlıklar olacaklardır. Bu ise, varlıklarında bir yaratıcıya muhtaç değildirler demektir.
Öte yandan bütün bu söylediklerine ve bunlara benzer daha başka batıl iddialarına güya ayet ve hadislerden delil getiren ed-Dârimî'nin Hadis İlmi'ne ne derece vakıf olduğu (!) şuradan bellidir ki, kendisi Hazreti Peygamber Sâllâllahû Aleyhi ve Sellem ve Sahabe'den (Allahü Teala Celle Celâlûh hepsinden razı olsun) rivayet edilen hadislerin tekrarlar dışında toplam sayısının 12.000 (oniki bin)'i bulmadığını söylemektedir. Oysa, diğer Hadis musannefatı bir yana, sadece Ahmed b. Hanbel'in (rahimehullah) el-Müsned'inde 40.000 (kırk bin) civarlarında hadisi şerif vardır.
İbn Teymiyye ve İbnû'l Kayyım, içinde, Allahü Tealâ Celle Celâlûh hakkında inanılması caiz olmayan bir sürü tezvirat bulunan bu kitabı şiddet ve hararetle tavsiye ederken bu kitapta yer alan hususlara birer Akaid ilkesi olarak inandıklarını açık bir şekilde ortaya koymuşlardır. Nitekim İbn Teymiyye, "Şerhû'l Akîdeti'l Esfehâniyye" isimli eserinde, mezkûr ed-Dârimî'nin bu eserinden, kendi görüşlerini desteklemek amacıyla pek çok nakillerde bulunmuştur ki, biz bunların bir kısmını yukarıda zikrettik.
Oysa İmam Ebû Ca'fer et-Tahâvî, Hanefî Mezhebi'nin üç imamının akidevî görüşlerini topladığı "İ'tikâdu Ehli's Sünne ve'l Cemâ'a alâ Mezhebi Fukahâi'l Mille Ebî Hanîfe ve Ebî Yusuf ve Muhammed b. el-Hasan" adlı ("elAkîdetu'tTahâviyye" diye bilinen) eserinde şöyle der:
"Allahü Tealâ'yı, beşere ait manâlarından birisiyle vasfeden kimse kâfir olur. Allahü Tealâ'nın hiçbir sıfata sahip olmadığını söyleyen ile, O'nun sıfat ve fiillerini yaratıkların sıfat ve fiillerine benzeten kimsenin ayağı kaymıştır."
Dr. Ebubekir Sifil, "Allahü teâlâ mahlukatına benzer mi?" başlıklı makale, Beyan Dergisi.
Not: Burada bahis konusu olan, Osman bin Said el-Dârimî el-Secezî (vefatı h. 280) isimli şahıstır. Meşhur hadis alimi Abdullah bin Abdurrahmân hâfız Ebû Muhammed el-Dârimî (vefatı h.255) ile karıştırılmamalıdır.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 36 ziyaretçi (93 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
|
Bugün 273 ziyaretçi (332 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|