Din ile oynayanların yazdıkları mealler arapça ilmi ile meşgul olan herkesi rahatsız ediyor. Çünkü uydurulan manalar hakikati ile ya çelişiyor ya da yanından bile geçmiyor. İşte Daru’l Hikme’den Talha Hakan Alp’in kaleminden bazı örnekler:
MEAL Mİ MELAL Mİ?
Bir kardeşimizin sorusu üzerine Mustafa İslamoğlu’nun Âdiyât suresinin ilk ayetlerine verdiği meale baktım, “Allah şahittir; (vahye) dinmez bir hınçla saldıranlara,” diye başlıyor ve ilgili ayetlerin vahye düşmanlıktan geri kalmayan müşrikleri tasvir ettiğini ifade ediyor.
Sözü dolandırmaya hiç gerek yok, bu meali ayetin lügavi çerçevesiyle bağdaştırmak mümkün değil. Birçok yönden temelsiz bir yorum ve trajik olan böyle mesnetsiz yorumların okuyucunun karşısına meal olarak çıkması.
Mesnetsiz; çünkü dipnotta kendisinin de söz ettiği “yemin vavı” mealde buharlaşmış, ilginç biçimde mealde yemin yok.
Zaten vav’a yemin manası verecek olsa âdiyât kelimesini “saldıranlar” şeklinde meallendiremez. Allah’ın saldırgan müşriklere yemin etmeyeceği çok açık. Üzerine yemin edilen şeyin bir kıymeti, bir önemi olması gerektiğini herkes bilir.
İkinci husus, âdiyât kelimesine “saldıranlar” manası vererek başta Mekkeli müşrikler olmak üzere bilumum saldırgan kafirlere dikkat çekmiş oluyor.
Âdiyât kelimesinin müennes/dişil bir kalıp olduğunu düşününce “bu müşriklerin hepsi ya da çoğu kadın mı? Neden kelime müennes kalıpta gelmiş?” diye sormadan edemiyor insan.
Mustafa İslamoğlu, yorumunu az biraz metne sadık kalarak sunmuş olsaydı: “Yemin olsun vahye dinmez bir hınçla saldıran kadınlara!…” demesi gerekirdi.
Ama bulduğu yeni anlamın cazibesiyle kelimenin müennesliğini gözden kaçırmış olmalı ki, kelime müennes olduğu halde cinsiyete dikkat çekmiyor, yalın “saldıranlar” diyor.
Oysa Arap dilinde kasıt bizzat kadınlar değilse genel bir ifade kullanılır ve -Kur’an’ın da her zaman yaptığı gibi- müzekker/eril kalıpla dile getirilir: mesela “ve’l-âdiyât” yerine “ve’l-âdûn” denirdi..
Mustafa İslamoğlu, yerleşik tefsirlerde olduğu gibi âdiyât kelimesinin gayr-ı akil varlıklara (mesela atlara) delalet ettiğini kavrayabilmiş olsaydı bu sorunla karşılaşmayacaktı. Çünkü Arapçada gayr-ı akil varlıklar çoğul halinde müennes sığasıyla ifade edilirler…
Defalarca dedik, yine diyoruz; ayetlere bugünün insanının ilgisini çekecek, onlara muhtevayı ve muhtevanın ağırlığını hissettirecek ilginç mealler tasarlamakla iş bitmiyor, aksine başımıza bir yığın iş açılıyor.
Muhtevayı bugüne en iyi yansıtacağını düşünüp râm olduğumuz “yeni anlama” ayeti adapte etmek için çırpınırken farkında olmadan zemin kayması yaşıyoruz; metnin ifade hususiyetlerinden, gramerinden, bağlamından kopuyoruz.
Bir şeyler anlatmış oluyoruz, ama anlattığımız şey Kur’an’ın anlattığı şey olmuyor, bizim kurgumuz oluyor… Ne var ki okuyucu bunun farkında değil. Çünkü kahir ekseriyeti mealin atölye kısmıyla ilgilenebilecek durumda değil.
Kur’an-ı Kerim’in anlamını günümüz insanının idrakine taşımak buysa, bu işi bırakıp hidayet romanlarına dönelim. Onların uyandırdığı hidayet hissi çok daha yoğun.
Sonuçta emsal meallerle doğrunun/gerçeğin peşinde değil, müslümanları Kur’an’ın çekim alanına katacak “manevi cazibenin” peşinde değil miyiz?
Metinle temellendirilemeyen anlamların/meallerin yaptığı primi başka türlü izah edebilen var mı?
Mustafa İslamoğlu'na İlmî Reddiyeler | Sapıtan ve Saptıranlara Karşı
mustafaislamoglunareddiye.wordpress.com/
Abdest Konusunda Fitnesi
Akıl Almaz Çelişkileri
Çıplak Ayağa Mesh İddiası
Bir Ayeti Yanlış Tefsiri
Cennet Cehennem Ebedîdir!
Efendimize sav "Hazret" Demeyen!
Ehli Sünnet Akîdesi
Hayızlı Kadın Oruç Tutar mı?
Hz Peygamberin Üstünlüğünü Reddetmesi
Kadere Îman Konusu
Kadere İmansızlık Küfürdür
Kadının Şahitliği
M.Islamoglunun kendi sözleri
Mason Efganî'yi Övmesi
Mezhepsizleri Kaynak Göstermesi
Rasûlüllâh'ın Şerefini Düşürme Eğilimi
Ters İlişki İddiası
Uncategorized
Ye'cüc ve Me'cücü İnkârı!
İbni Teymiyye
Son Yazılar
MUSTAFA İSLAMOĞLU kimdir?
İbn-i Teymiyye Değerlendirmesi
Mustafa İslamoğlu’nun Yanlış Kuran Tefsiri
Ehl-i Sünnet Akîdesi
Mezhepsiz Efganiyi Taklid Eden Mustafa İslamoğlu
M.İslamoğlu’nun Abdest Konusundaki Fitnesi
Filed under: Abdest Konusunda Fitnesi — moskovazâde @ 10:38 am
M.İslamoğlu’nun Abdest Konusundaki Fitnesi
Aşağıdaki makale Mustafa İslamoğlu isimli gazete yazarına aittir. Bunun cevabı altta verilmiştir.
“Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin!
Bugünkü yazımızı, cevabı herkesi ilgilendiren bir “soruya” ayırdık. Hayır hayır, bu bir “soru değil, bu bir “sorun!” Hem de çok ciddi ve adı: “Dini anlama sorunu.” Bu sorun, kimi zaman ortaya birden fazla “din” çıkarıyor ve insanlar “hangi dine” inanacağını şaşırıyor. (Siz ‘yanılmaz’ atalarını pazarlayanların dinine değil, kaynağı Kur’an olan Allah’ın dinine inanın.) Kimi zaman, Allah’ın kitabında yazmayan, Peygamber’in sünnetinde yer almayan “farzlar, haramlar” çıkarıyor.Düşünebiliyor musunuz; bu nevzuhur farzlardan Hz. Peygamber’in haberi yok! Bizim akıldanelerimizin bildiği bir “farz” düşünün ki, sahabe bilmiyor? Bir “farz” düşünün ki, müctehid imamların bu -sözümona- “farzdan” haberi yok! Güldünüz değil mi? Hayır, kimse gülmesin; çünkü kendisi gülünç durumda olanların başkalarına gülme hakkı yoktur ve şu an kendini çok dindar sananların dinleriyle ilgisi hurafe düzeyinde, bilgisi ise efsane niteliğindedir. İnsanlar ibadetleri âdetleştirince âdetleri de ibadetleştirdiler.
Bu satırları sert bulmayın lütfen; imamların birçoğuna göre “mukallid”in tarifi şudur: “Amellerini delilleriyle birlikte bilip, o delilleri değerlendirmede mezhep imamının ictihadını benimseyen kimse.” Söyler misiniz? Bu durumda kendini Hanefi sananların kaçta kaçı Hanefi’dir? Kaçta kaçı Şafii’dir? Bırakın avamı, “hocam” denilenlerin kaçta kaçı “mezheplidir?” Utanmadan yıllar yılı “mezhepsizlik edebiyatı” yapan ‘mezhepçiler’, duygularını, paralarını sömürerek sırtından geçindikleri Müslümanlara kinden, nefretten, cehaletten başka ne verdiler? Tezgâhında mezhep satarak geçinen bu tiplerden oluşan bir cemaat, radyodan ‘düz’ kadın sesine ‘haram’ diyen sözümona ilmihaller tezgâhlarken, dansöz pazarlayan TV istasyonuna sahip olmanın fetvasını bulmakta hiç de zorlanmadı. Bu tiplerden kaçını tanıdımsa, hepsi de şarlatandı. Ayak üstü “sübhaneke”nin anlamını sorsanız “kem-küm”den başka cevap alamazdınız. Ama dillerinin keskin yanını koca koca alimlerin enselerinden bir türlü çekmezlerdi. Mevdudi gibi, Seyyid Kutup gibi, nerede imanının bedelini ödemiş bir alim var, onun etini yiyerek semirmeyi beslenme alışkanlığı haline getirmiştiler. Haddini bilmeyen neyi bilir ki?
Bu şarlatanlar, yüreklerinde çamur, sıvayacak alim yüzü aradılar. Ve koca bir toplumu kelimenin tam anlamıyla “mezhepsizleştirdiler.” Ey Hanefiler! Ebu Hanife’ye göre siz Hanefi falan değilsiniz, sizin mezhebiniz falan yok! “Mezhepçilik” yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor. Avamın mezhebi müftüsünün mezhebidir, demişler. Haydi “doğrudur” diyelim; fakat kaçta kaçınızın “fetva makamı” (müftüsü) var? İçtihat kapısının meccane bekçileri hâlâ neyin edebiyatını yapıyorlar? Cahili cühelasıyla milletin tümü müctehid oldu. Üç beş yetkin alime tahammül edemeyen tulumbacı takımının gözü aydın; Hayreddin Karaman Hoca gibi bir ikisinin tepesine iftira küfelerini boca etmek için hazır beklerlerken, sayelerinde milyonlarca müctehide kavuştuk. Herkes her gün kendi yaptıklarına kılıf bulmak için onlarca ictihat yapıyor, ahkâm kesiyor, fetva veriyor. Okumak mı, öğrenmek mi, bilmek mi, bilenden sormak mı? Hak getire. “Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin” diyenin hesabı.”Kur’an okurken abdest almak farzdır” öyle mi?!
Bir okuyucumuz, 18 Temmuz 2000 tarihli Zaman Gazetesi’ndeki bir köşe yazısından alıntı yaparak soruyor: “Kur’an okurken abdest almak, gerçekten de bu yazarın dediği gibi farz mıdır?” Önce mezkur yazıdan ilgili pasajı alalım:“Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz Kur’an ele alınamaz. Ancak dini kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dini kitapların sadece içinde bulunan ayetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Ayetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’an’la dini kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in ayetten boş olan kısımları da ayet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya temiz bezle tutup bir yerlere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”Allah Allah! “İnce fark”ı da öğrenmiş olduk. Hele “dikişli kabına bile dokunulamaz” cümlesi karşısında bitmemek mümkün mü?Ben bu zamana kadar ne Kur’an’dan, ne Rasulullah’tan, ne sahabeden ve ne de müctehid imamlardan Kur’an okurken abdestin farz olduğuna dair ‘sahih’ bir şey okumadım, duymadım. Bir şeye “farzdır” demek, helâl ve haram koyma yetkisine girer. Helâl ve haram koyma yetkisinin ise kime verildiği bellidir. Burada “farz olduğu” söylenen bir hüküm olduğuna göre, o hükmü farz kılan delili muhkem ve mütevatir nasslarda bulmamız gerekir. Kur’an’da abdestin sadece namaz için emredildiğini görüyoruz. Bu konuda, çok yaygın bir yanlış anlamaya alet edilen bir ayet vardır: “Ona temiz olanlardan başkası dokunamaz.” (56.79) Birazcık Arapçadan, ilimden, Kur’an’dan, tefsirden nasibi olan kimsenin bu ayetteki “o” zamirinin bir önceki ayetteki “gizli kitab”a gittiğini bilir, bir. Bu ayet Mekke’de, Abdest’in geçtiği tek Kur’an ayeti (5.6) ise Medine’de inmiştir, iki. Ayetteki “dokunmasın” şeklinde yanlış algılanan “la yemessuhu” ibaresi “inşai” değil “ihbari”dir ve “dokunamaz” demektir; oysa ki Kur’an’a münkiri de müşriki de dokunur, üç…Bilgime güvenmeyip, “Kur’an okumak için abdest farzdır” diyen sahih bir hadis, bir imam, bir alim var mıdır diye Mektebetu’l-Elfiyye’den 400.000 hadisi, bazıları Mebsut gibi 30 cildi bulan 1000’e yakın kitabı, tüm mezheplerin 40’ı aşkın kaynaklarını taradım, böyle bir şey bulamadım. En iyisi, bu konularda en katı davrandığını bildiğimiz Süyuti’nin “Kur’an okumanın âdabı” başlığında yazdıklarını aynen tercüme etmek:“Kur’an okuma sırasında abdest almak müstehaptır; çünkü tilavet zikirden efdaldir ve Peygamber (sav) temizlenmeksizin zikretmeyi hoş karşılamazdı. İmamu’l-Harameyn dedi ki: “Abdestsiz Kur’an okumak mekruh değildir, çünkü Peygamber abdestsiz okuyordu. el-Mühezzeb Şerhi’nde ise: Eğer kişi Kur’an okurken yellenme ihtiyacı hissetse, yellenme sırasında harfleri doğru telâffuz edemeyeceği ihtimaline karşı okumayı durdurur.” (el-itkan, 1/295)Buraya, başta Hanefiler olmak üzere, tüm mezhep ve meşreplerin temel referanslarından sayfalarca alıntı yapar, tercüme ederim. Fakat yerim yok, vaktim yok, keyfim yok; lüzum da yok. Tüketenler de, üretenler de hep olacak. Böyle başa böyle tarak. Biraz da insanımız ciddi ve uyanık olsun; bitli baklanın kör alıcısı olmasın.Şafii’dir, Hanefi’dir meselesi değil bu! Allah’ın emretmediği bir şeyi emretmek, farz kılmaktır ki, bunun vahameti “Kur’an okurken abdest almanın hükmü nedir?” sorusundan çok daha derindir ve problem dinin temelleriyle ilgilidir. Şakası var mı bu işin? Biri kalkıp da “Şu farzdır?” diyorsa, dinini donundan birazcık fazla ciddiye alan bir Müslümanın, “Nerede, hangi delille?” diye sorması “farz olur.” Çünkü, o ünlü usul kuralı gereğince “farzı” bilmek farz olduğu gibi, farz olmayanı farz bilmek de “haram” olur. Eğer o kişi üçüncü, beşinci sınıf ilmihalleri getirip de önünüze koyuyorsa, bu kez sizin “İlmihal yazarlarının farz koyma yetkisi olduğunu bilmiyordum” demeniz “farz” olur. Kaldı ki bunlar arasında “Tevrat’ı abdestli okumak farzdır” diyenini bile gördüm ben.Bir şeye “farz” demek, “haram” demek ciddi bir iştir; Allah’a atfen verilmiş bir hükümdür, kimse keyfi olarak “farz” ve “haram” ilan edemez. Ne demiştik bir yazımızda: Cahiller dinden ıskonto yaparlar, ham sofularsa dine zam yaparlar; bu ikisi de birdir.Siz siz olun, etrafınızda ahkâm kesenlere Kur’an’ın öğrettiği gibi sorun:“Kul hâtû burhanekum in kuntum sadıkîn: De ki: Hadi getirin delilinizi, eğer doğru söylüyorsanız?”
M.İslamoğlu, 25 Eylül 2000 Akit Gazetesi
CEVAP:
“Osmanlı Devleti’nin kurucusu Osman Bey’in, Kur’an’ın bulunduğu odada uyumayıp, sabaha kadar hürmeten ayakta beklediğini, bunun mükâfatı olarak da onun nesline 6 asır devam eden bir cihan devleti verildiğini, ana-babamızdan kaç kere dinlemiş, kitaplardan okumuş, va’zlarda dinlemişizdir.Kur’an’a hürmet bu milletin ruhunda var.Kur’an’ı abdestsiz olarak eline almamak bir tarafa, abdestli de olsa onu göbekten aşağıda tutmaz. Bu kötü bir hal midir? Dine aykırı bir hareket midir? Kur’an-ı Kerim’e hürmet, İslâm’a zıt mıdır? Kur’an’a fazla hürmet yersiz bir şey midir? Asla! Bir evladın, anne ve babasına gösterdiği hürmet ve hizmet ne kadar fazla olursa o kadar değerli olduğu gibi, Kur’an’a gösterilen hürmet de ne kadar fazla olursa, o da Allah indinde o kadar değerlidir.Gerçek bu iken, din âlimi gözüken bazılarının, Kur’an’a gösterilen bu hürmetten rahatsız olmaları anlaşılır gibi değil…Mukaddes kitabımıza karşı vazifelerimizin ne olduğu, yüzyıllar önce zaten kitaplara yazılmış. Bilinmeyen bir husus değil… Ama bazıları hem bilip hem de bilmezden gelerek bu kitaplarla alâkası olmayan şeyler söylerse, kim olursa olsun biz ona karşı çıkarız. Doğru yazanları ise tasdik etmek vazifemizdir. Bir zat meselâ şunları yazmış: “Hazret-i Kur’an’ı eline alan herkesin abdestli olması farzdır. Abdestsiz, Kur’an ele alınamaz. Ancak, dini kitaplar için böyle bir mecburiyet yoktur. Dini kitapların sadece içinde bulunan âyetlere elle dokunmak için abdestli olmak gerekir. Ayetten boş olan yerlere, yazılara abdestsiz dokunulabilir, okunabilir. Kur’an’la dini kitap arasında böyle bir ince fark vardır. Kur’an-ı Kerim’in âyetten boş olan kısımları da âyet hükmündedir. Bu yüzden dikişli kabına bile abdestsiz dokunulamaz. Abdestsiz kimseler bir mendil veya bezle tutup bir yerlere koyarlar. Abdestsiz ele alamazlar.”Bu cümleler baştan sona doğru ve asırlardan beri yazılagelen kitaplara uygundur. İslâmî hükümlerdir. Müslümanların Kur’an’a Karşı tutumunu anlatmaktadır.Ne var ki, bir zat bu cümlelere çok bozulmuş. Kur’an’ın abdestli olarak tutulmasını hazmedemiyor. “Kur’an’dan, Resûlullah’tan, sahabe ve müctehit imamlardan, abdestin farz olduğuna dair sahih bir şey okumadığını ve duymadığını” söylüyor.Halbuki, kendisi Resûlullah, sahabe ve müctehitler zamanında yaşamadığı için, duymaması normal. O normal de “Duymadım” demesi ne oluyor? Manen görüştüğünü falan mı îmâ ediyor acaba? “Okumadım” demesine gelince… Kitaplar o meseleyi barım barım bağırıyor ama, siz onları yok sayarsanız kitapların ne suçu var? Gözünü sıkıca kapat, sonra da güneş yok de.!. Ne âlâ iş… Sayın hocamız, bu mesele için 400.000 hadis, bazıları 30 cild olan 1000′e yakın kitap ve mezheplere ait 40′ı aşkın kaynak taramış; ama abdestin şart olduğu hakkında bir hüküm bulamamış!..Hani padişah bir suçluya 100 sopa vurulmasını emretmiş de, o da gülmeye başlamış. Niye güldüğü sorulunca “Padişahım ya sen hiç dayak yemedin veya sayı saymasını bilmiyorsun” demiş ya; bu da onun gibi…
Ya hocamızın bir günü 24 değil 240 saat veya kendisine, 950 sene peygamberlik yapan Nuh Aleyhisselam gibi uzun ömür verilmiş ki sadece bir mesele için bu kadar kitap karıştırabilmiş.Bununla da kalmamış; diyor ki:
“Tüm mezhep ve meşreplerin temel referanslarından sayfalarca alıntı yapar, tercüme ederim.”
Edemezsin demek ne haddimize? Eder mi edersin…Hocamız sonra yeri, vakti ve keyfi olmadığı için bu tercümeden vazgeçiyor ve tevazu gösterip “in iyisi, bu konularda en katı davrandığını bildiğim” dediği İmam Süyûtî’nin El-ltkan kitabından kısa bir tercüme yapıyor.Ne var ki, tercüme ettiği yer, Kur’an’a abdestsiz dokunup dokunmamakla değil, abdestsiz okunabileceğine dair.Ona itiraz eden yok ki. Çünkü âlimlerimiz zaten, ezbere Kur’an okunurken abdestli olmak şarttır demiyorlar. Yüzüne okurken, Kur’an’a dokunulmadığı takdirde abdestli olmak şarttır diyen de yok.Amma bütün kitaplar, ister okunsun ister okunmasın, “Kur’an’a abdestsiz dokunulmaz” demektedir.Hocamız bu noktaya cevap vermesi lâzımken, meseleyi başka tarafa çekiyor ve Peygamberimizden misal getirerek kendince kurnazlık yapıyor…Ama misali geçersiz. Çünkü, Peygamberimiz Kur’an’ı zaten ezbere okuyordu.400.000 hadisi ve binlerce kitabı taradığı halde, böyle bir hüküm bulamadığını söyleyen hocamız, -hadi yalan söylüyor demeyeyim- gerçekleri söylemiyor. Eğer dediği gibi gerçekten okumuş olsaydı, kaynak gösterdiği “İtkan” isimli meşhur eserin ilerki sahifelerinde, iddiasının tam tersini görecekti.
Madem “ltkan”ı kaynak eser kabul ediyorlar; biz de aynı eserden iktibas yapalım:
“Bizim ve âlimler topluluğunun görüşü, abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının haram olduğudur. O abdestsiz olan, ister küçük abdest (namaz abdesti) almamış olsun, isterse büyük abdest (yani gusül abdesti). Çünkü Kur’an-ı Kerim’de, ‘Kur’an’a ancak temiz olanlar dokunabilir’ buyurulmaktadır. Sünen-i Tirmizi ve diğerlerinde geçen bir hadis şöyledir: Kur’an’a ancak abdestli olanlar dokunabilir.” (İtkan 2/1188 Dâr-ı İbn-i Kesir/Beyrut)
Hocamız, herhalde bunları yazdığı için İmam Süyûtî’ye, tercüme ettiğimiz için de bize kızmamıştır.Kitabın dipnotu şöyle: Aynı hadis Dârimî’nin Talak bahsinde “Nikâhtan önce boşama olmaz” babında 2183 numarayla, Dâre Kutnî’de ise Taharet bahsinde “Abdestsiz olanın Kur’an’a dokunmasının yasak olması” babında yer almaktadır.
Ne dersiniz, hocamızın, bu meseleyi 400.000 hadisi taradığı halde bulamadığına inanalım mı? Ve kaynak gösterdiği “İtkan” isimli kitapta açık açık yazıldığı halde, “Bulamadım” demesine mi? Arapça bilmeyen okuyucularımızın merakını giderelim. İtkan, Madve Yayınları tarafından “Kur’an İlimleri Ansiklopedisi” adıyla tercüme edilmiştir. Arzu edenler, 2.cilt, 44.sahifede bu meseleyi okuyabilirler.
“Kur’an Abdestsiz Ele Alınabilir mi?” başlıklı yazımız eksik kalmış, sütunumuz bitmiş, yazacaklarımız bitmemişti. Bu yazıda, olabildiğince kısa tutmaya çalışarak ilave bilgi vermek niyetindeyim.Önceki yazımda, “Kur’an’a ancak abdestlî olan dokunabilir” manasındaki hadis-i şerifin bulunduğu üç eser ismi vermiştim, iki isim daha veriyorum:1) Bedâiüs Sanâyf, 1/33, Beyrut, 1 987, 2) Feyzül Kadir, 6/455.Aşağıda isimlerini vereceğim Arapça ve Türkçe eserlerin hepsinde de “Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunmanın caiz olmadığı” hükmü yer almaktadır.
ARAPÇALAR: 1-Kadı Beyzâvî, 2-Rûhul Meânî, 3-Ruhul Beyan, 4-Ahkâmül Kur’an, 5-Tefsir-i Kebir. (Bu eserlerde Vakıa Sûresi’nin 79. âyetinin tefsirine bakılabilir.)6-Dürerül Hükkâm, 7-El-Muğnî, 8-Muhit, 9-Kâfî, 10-Hidâye, 11-Merâkıl Felah,. 12-Tahtâvî, 13-EI-Mezâhibül Erbaa, 14-Bedâiü.s Sanâyî, 15-İtkan.
TÜRKÇELER: 1-Elmalılı Tefsiri, 2-Çantay Tefsiri, 3-5 Prof. ve l doçent tarafından hazırlanan TDV meali, 4-Enver Baytan, eski İstanbul Müftüsü A. Fikri Yavuz ve Ahmed Davudoğlu tarafından hazırlanan meallerde, ilgili yere bakılabilir. (Yani Vakıa Sûresi, 79. âyet)5-Ahmed Zühdü Paşa’nın (Osmanlıca) Mecmua-ı Zühdiye,6-Numan Kurtulmuş’un Âmentü Şerhi, 7-Fatih devri âlimlerinden Molla Hüsrev’in, 8-Büyük İslâm Fıkhı ismiyle tercüme edilen Dürer Tercümesi, . 9-Mehmet Zihni Efendi’nin Nimet-i İslâm, 10-Eski Diyanet İşleri Başkanlarından Ahmet Hamdi Akseki’nin İslâm Dini,11-Eski Diyanet işleri Başkanlarından Ömer Nasuhi Bilmen’in Büyük İslâm İlmihali Bu eserlerin “Abdest” bahislerine bakılabilir. 12-Prof. İbrahim Canan’ın Kütüb-i Sitte Muhtasarı Tercüme ve Şerhi (4/289), 13-Ibn-i Abidin Tercümesi, (l /l 10, 1/217), 14-İmam Gazâlî Hazretleri’nin İhya u Ulûmiddin Tercümesi (1/797), .15-Kur’an İlimleri Ansiklopedisi ismiyle tercüme edilen İtkan Tercümesi (2/444).
Okuyucularımıza kolaylık bakımından Türkçeler bana göre daha mühim…”Abdestsiz olarak Kur’an’a dokunulamayacağı”nı yazan eserler bunlardan ibaret olmayıp, eski yeni birçok eserlerde bu hüküm tekrarlanmaktadır.Esasen, “El ârîfü yekfihil işâre” kabilinden, tek bir eserde bile yazılı olsa -niyet kabul etmekse-, bu hükmü kabul etmeye o tek eser dahi kafidir-. Daha fazla eser ismi istenirse önümüze Süleymaniye Kütüphanesindeki kitapları da yığsak, -şazlar hariç- “Kur’an’a dokunmak için abdestli olmak şarttır” hükmünden başka bir şey bulamayız.Prof. Hüseyin Algül, Prof. Yunus Aydın, Prof. İbrahim Kâfi Dönmez, Prof. Mehmet Erdal, Prof. Ömer Faruk Harman, Prof. Ahmet Saim Kılavuz, Prof. Süleyman Uludağ ve İrfan Yücel’den meydana gelen heyetin hazırladığı ve Prof. Hayrettin Karaman, Ali Bardakoğlu ve . H. Yunus Aydın’ın gözden geçirdikleri İLMİHAL İman ve İbâdet isimli yeni eserde bile, Sünnî mezheplere göre “Abdestsiz olanların Kur’an’a dokunamayacakları” vurgulanmaktadır. (1/196)
Sünnî âlimlerin asırlardan beri bize ulaşan kitaplarındaki, “Abdestsiz olarak Kur’an’a el dokunulamaz” hükmü ortadayken, “Bu mesele de nereden çıktı?” şeklinde bir itirazın, Müslümanları şüpheye düşürmekten başka bir şeye yaramadığı görülüyor.Âlimlerde, ilmin verdiği bir vakar bir ağırlık aranır. Öyleyken, “Üçüncü, besinci sınıf ilmihaller” diye o kitaplarla dalga geçmek, üzücü ve incitici bir hal değil midir?Rica ederim! “Kur’an’a dokunmak için abdest almak şarttır” dedikleri, daha doğrusu bunu yazan âlimlerin yazdıklarını eserlerine aldıkları için, bir Ahmed Hamdi Akseki’nin, bir Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihalleri üçüncü, beşinci sınıf ilmihaller midir?..Müslümanlar hakkında reva görülen şu cümlelere de üzülmemek mümkün mü?
“Utanmadan yıllar yılı mezhepsizlik edebiyatı yapan mezhepçiler.”
“Mezhepçilik yapan şarlatanlar sizi dolmuşa bindiriyor.”
“Tulumbacı takımı.”
“Dinini donundan biraz ciddiye alan bir Müslüman…”
“…bitli baklanın kör alıcısı.”
Bu cümleler hiç de hoş ifadeler değil…
Geçmiş âlimleri kabul etmeyip, onların “Kur’an okumakla Kur’an’a dokunmayı birbirine karıştırdıklarını” ve bu hususta “tarihi” bir yanılgı içinde olduklarını” söylersek, bu mantığa göre, onların yazdıklarına nasıl güveneceğiz? Onların yazdıklarına, aktardıklarına güvenmezsek elimizde ne kalır?Esas mesele, mütekaddimîn ve müteahhirîn ulemânın kitaplarına itimat edip etmemek, kabul edip etmemek meselesi…Biz, hem itimat ediyor hem de o kitaplardaki meseleleri kabul ediyoruz.Tarihi bir yanılgı içinde olduklarını da kabul etmiyoruz….
Mustafa İslamoğlunun Akıl almaz Çelişkileri!
Filed under: Akıl Almaz Çelişkileri — moskovazâde @ 11:53 am
Mustafa İslamoğlunun Akıl almaz Çelişkileri!Mustafa İslamoğlu’nun “Yahudileşme Temayülü” adlı kitabındaki Akıl almaz çelişkileri!
Hiç şüphesiz sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. En hayırlı yol ise Muhammed (s.a.v.)’in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılan bid’atlardır. Her bid’at sapıklıktır. [5]
İnsanların ayıplarını araştırmak dinimizde yasaktır. Fakat mesele din ve ilim olunca durum değişir. Özellikle muhaddislerin cerh ve tadil konularında hadis rivayet eden kişilerin tüm hallerini araştırdıkları ve haklarında adildir veya değildir hükmünü verdikleri erbabınca malumdur.
Bu kısa makalede yazarın bütün yanlışları değil; sadece belirgin olanları ele alınmaya çalışılmıştır. Bu nedenle ele alınmayan konuların tamamına katıldığımız anlaşılmamalıdır. Özellikle de, eleştirdiğimiz bu kitapta ehli kitap ile ilgili verilen kaynakların incelenmesinden sarfı nazar edilmiştir.
_________________________________________________________________________________
Sünnetin Tahrif Edilmesi İddiası;
Sayın İslamoğlu diyor ki:
…Allah Teâlâ’nın, Kur’an’da, Hz. Peygamber’i örnek göstermesi, bir şeyi bize garanti etmesi anlamı taşımaktadır: Örneklik müessesesinin tahrif olunmaktan korunması… Yok, eğer örnek gösterilen kaynak korunmayacaksa, örnek göstermenin pratikte geçerli bir yanı kalmamaktadır. Tahrif edilmiş bir kaynağı örnek almak hem caiz değil, hem de mümkün değildir. Allah ise kuluna imkânsız bir şeyi yapmasını emretmez. O halde tahrif edilmemiş sünnet nedir? Elbette o “ameli sünnet”tir. Hadise gelince…İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”[6]
Burada böyle söyleyen yazar biraz sonra şöyle diyor:
“Rasûlullah’ın kesin emirle “Benden bir şey yazmayın. Benden Kur’an dışında bir şey yazan hemen onu imha etsin” buyurması, Sahabenin kendi sözlerini yazmak için izin istediklerinde bu isteği defaatla reddedip buna izin vermemesi hep bu ümmetin kitabı tahrif ederek Yahudileşeceği korkusu yüzündendir.” [7]
________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Şimdi yukarıdaki görüşlerden hangisini doğru kabul edeceksiniz? Bizim de katıldığımız “örneklik müessesinin tahriften korunmuş Olması”na mı? Yoksa:
“Hadise gelince… İsrailoğulları kendi kitapları üzerinde yaptıkları tahrifatın aynısını bu ümmet de hadise yapmıştır.”a mı?
Bunun neresi çelişki demeyin? Çünkü hadisler hakkında yazarımız aynı konunun iki sayfa sonrasında, yani yukarıdaki sözlerinin arka sayfasında şöyle demektedir:
_______________________________________________________________________________________
“Sünnetin temiz ırmağını bulandırmak için, onun bir bölümünü oluşturan hadisleri tahrif etmek en uygun yoldu.”[8]
Şimdi de yazarımızın tahrif konusunun sonuç bölümündeki şu ifadelerine bakın:
“İsrailoğulları’nın en ünlü tahrif biçimi olan uydurmacılığı Kur’an’da gerçekleş-tiremeyenler, sünnetin büyük bir bölümünü oluşturan “hadis”te gerçekleştirmişlerdir” [9]
_______________________________________________________________________________________
Tenkid;
Yukarıda verdiğimiz yerlerdeki ifadelere göre örneklik müessesesi tahriften korunmuştur; o müessese “ameli sünnettir” ve onu da bize ulaştıran hadis kaynaklarıdır. Hadis kaynakları tahrif edilmiş olduğuna göre Allah, Resulünü bize nasıl örnek göstermiş oluyor? Acaba Sayın İslamoğlu ne demek istiyor veya bu yazdıklarını hiç böyle yan yana koyup düşünmüş müdür?
Acaba yazarımıza göre sünnetin tanımı nedir? Sonra bu sünnet nerden öğrenilmiştir? Bu sünneti bizlere kimler ulaştırmıştır? Ulaştıranlar tahrif yapmışlarsa bizler tahrif olanını ve olmayanını nereden ve nasıl öğreneceğiz? Böyle bir mantık sahibi birisi kalkıp da: “Efendim tabi ki Kur’ân’dan öğreneceğiz” diyemez. Öyle ya hadisi, sünneti bize getiren tahrifçilerin, bize getirdikleri Kur’ân’ın tahrif olmadığı ne malum?
Netice olarak yazarın hadisler hakkındaki bu görüşleri cevap bekleyen pek çok şüphe ve kuşku meydana getirmektedir.
________________________________________________________________________________________
Hadisleri Kabul ya da Reddederken Hadis Usulünü Değil, O Hadisin Ele Alınan Konuya Uyup Uymamasını Esas Alması!
Mesela aşağıdaki hadise yaklaşımına bakalım:
“Kur’an’ın en büyük müfessiri olan Peygamber Fatiha’nın son ayetindeki “Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolu”nu “Yahudilerin ve Hıristiyanların yolu” olarak tefsir ediyordu:”[10]
________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Sayın İslamoğlu böyle dedikten sonra Tirmizî, Sünen, Kitab-u Tefsiri’l-Kur’an, 1/1(2953) hadisini veriyor; dipnotta da Tirmizî’nin bu hadis hakkında hasen-garip dediğini ve Ahmed b. Hanbel’in Müsned’inde geçen şeklini (4/378-379) veriyor. Sonra “Hadisin Kritiği” başlığı altında şöyle diyor:
“Tirmizî bu hadise “hasen–garip”tir der. Garip olmasına gösterdiği gerekçe ise ravileri arasında bulunan Semmak b. Harb’tir. Ravilerin hayatını anlatan kitaplar bu zatın ömrünün sonunda bunadığını kaydeder. Bu hadisin başka bir silsileyle gelmesi hadise getirilen tüm eleştirileri boşa çıkarmaktadır. Bu silsileyi delil gösteren İbn Hibban hadise “sahih hadistir” hükmünü koymuştur.”[11]
Tüm bu anlattıklarından sonra da yazarımız şunu ekliyor:
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.”[12]
Gerçi Tirmizî’nin “hasen-garip” demekle neyi kastettiği açık değildir. Ancak garip lafzını kullanması hakkında senet yönünden olabileceği gibi, metin yönünden de garip olabilir, denilmiştir. Garip ise, ravilerden birisinin o hadiste tek kalmasıdır.[13]
Sayın İslamoğlu, Tirmizî’nin rivayet ettiği bu Adiy b. Hatem hadisini incelerken kullandığı metodu -ki bizim de benimsediğimiz bir metottur- diğer hadislere yaklaşırken kullanmaması açık bir çelişkidir. Yani yazarımızın, ilerleyen bölümlerde de görüleceği gibi, bir hadisi kabul veya reddederken ölçü aldığı kıstas net olarak görülmüyor. Hani insanın aklına şu gelmiyor değil: İşime gelirse sahih, gelmezse sahih değildir ya da işlediğim konuyu destekliyorsa sahih, değilse gayri sahih.
“Bu hadisi anlamak yerine reddetmeyi tercih eden bazı “çağdaş” ilim adamları, ilmî olmaktan çok hissi davranmışlardır.” diyen Sayın İslamoğlu’na şimdilik “Ya siz?” demekle yetinelim.
Yukarıdaki ifadelere ve hadisin tahricine yönelik gayretlere bakınca gerçekten ilmi bir yol benimsendiğini söyleyebileceğimiz bu tavır ve yazarımızın ele aldığı kitabın konusuyla ilgili olan bu hadis hakkında yapılan eleştirileri reddederken sarf ettiği ifadeler, diğer hadislere yaklaşırken aynen kendisine yöneltilebilir. İşte bu hissi yaklaşımlara örnekler:
______________________________________________________________________________
“Bir kere bu bölümde geçen Ceyhan, Fırat ve Dicle ırmakları Aden (Yemen)’den değil Anadolu’dan çıkmaktadır. İkincisi, Yemen’den çıkan bir ırmak nasıl Kızıldeniz’i geçip de Habeşistan (Kuşili)’ı baştan başa dolaşır? İslam hadis külliyatına Tevrat’ın bu bölümünden alındığı belli olan Yahudi kültürüne ait bir “hadis” de girmiştir.”[14]
________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Sayın İslamoğlu yukarıdaki açıklamayı yapmış ve hadislerin ne olduğunu vermeden kaynak olarak Müslim, Cennet 26; Ahmed b. Hanbel, 2/261, 289 numaralı hadisleri göstermiştir. Tabi bu kaynaklara kaç kişi bakabilir bilinmez. Yukarıdaki ifadelerinde okuyucuları yanıltma var. Zira okur, Sayın İslamoğlu’nun ifadelerini okuyunca, kaynak olarak verdiği yerlerde gerçekten böyle ifadeler olduğunu sanacaktır. Öyle ya, her okur ne bilsin kaynak olarak verilen hadislerin metinlerinin şöyle olduğunu:
“Seyhan, Ceyhan, Fırat ve Nil her birisi cennet nehirlerindendir.”[15]; “Fırat altından bir dağı ortaya çıkaracaktır. Bunun (altın) için insanlar savaşacaklar da her on kişinin dokuzu öldürülecektir.”[16] “Seyhan, Ceyhan, Nil ve Fırat her biri cennet ırmaklarındandır.”[17]
Şimdi İslamoğlunun söyledikleriyle kaynak verdiği hadislerin ne alakası var? Bilemiyorum bunu ne amaçla yapıyor? Bu hadisin Yahudi kültürüne ait olup Tevrat’tan alındığı nereden, nasıl belli oluyor? Bu bakış açısı, hadisi anlamak yerine hadisi reddetmek ve hadis kaynaklarına karşı güveni sarsmak olmuyor mu?
Kaldı ki Buhari, Savm 52’ye atfen verdiği hadiste,[18] Aşure orucunu Nebi (s.a.v.)’in Yahudilerden aldığı geçmektedir. Hal böyleyken ve Müslim’deki hadisin onlardan alındığı hiç de belli değilken, neden bu ifadeyi kullanıyor? “Yahudi kültüründen alındığı belli” türünden ifadeler ne anlama geliyor? Bu türden farklı bakışlar hadislere yaklaşımında bir çelişki içerisinde olduğunu göstermiyor mu?
_______________________________________________________________________________
“….ibareleri benzer bir şekliyle, Rasûlullah’ın Tevrat’taki vasıfları olarak İslam kaynaklarında da geçmektedir.”[19]
Bunlara da –yukarıda söylediğine göre- Yahudi kültüründen girmiş denemez mi? Kaldı ki biz Yahudilerden gelen her haberin yalan olduğu görüşünü de benimsemiyoruz. Tıpkı yazarımızın aşağıdaki hadisi delil göstererek dediği gibi:
“İsrailoğulları hakkında konuşun. Bu konuda konuşmanızda bir sakınca yoktur” [20]
Yine yazarımızın söylediği gibi:
“Ne ki elbette Tevrat’ın tümü tahrif edilmemiştir…”[21]
Başka bir yerde de yazarımız aynen şöyle der:
“Hz. Peygamber hiçbir taassuba kapılmadan onlara yaklaşır, doğrularını tasdik etmekten kaçınmazdı. Hz. Aişe’nin başından geçen şu olay hayli manidardır” (Yazar burada, yer almasın diye metnini vermediğim, Aişe annemizin bakışını ve efendimizin sözlerini verir.) [22]
_________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Buna da Yahudilerden alınmıştır denilemez mi? Demek ki Yahudilerden alınan her şey yanlıştır, denemez. Öyleyse Müslim, cennet, 26 hadisi de Yahudilerin dediği gibi değil; belki onların tahrif ederek verdikleri olayı tashih ederek veriyor, dememiz gerekiyor. Sayın İslamoğlu bunu coğrafi duruma aykırılıkla da reddedemez. O halde bu hadis kaynaklarına bu kadar rahat, hiçbir kıstas olmadan nasıl eleştiri getiriyor ve bunların güvenirliklerini nasıl töhmet altında bırakıyor?Bunu hangi ölçüyle yapıyor? Kendi ifadeleriyle, hadisleri anlamak yerine hissi yaklaşım sergilemiyor mu? Yazarın hadislere yaklaşırken sergilediği çelişki, yukarıda verdiğim birkaç örnekle sınırlı değildir. İşte aşağıdaki konu bu çelişkinin en çarpıcı örneklerinden birini oluşturmaktadır.
________________________________________________________________________________________
Muteber Hadis Kaynaklarına Bakışı;
Sayın İslamoğlu “Musa ümmetinin Tevrat’ı tahrifi” başlığı altında Tevrat’ın beş şekilde tahrif edildiğini beşincisinin de uydurma yoluyla olduğunu belirterek şöyle der:
“Yahudilere kendilerine hükmü açıkça beyan edilen Tevrat” gönderildi, Allah’ın kitabıyla yetinmeyip gereksiz birçok soru sordular. Sorularının cevaplarını Tevrat’ta bulamayınca uydurmaya başladılar. Nitekim bunun sonucu “Mişna: Söz” ve “Gemara: Pratik” denilen rivayetler çıktı. Aynı tip tahrifi Müslümanlar da kendi şeriatlarında yaptılar. Hadis uydurmacılığı bunun en tipik örneğiydi. Allah’ın koyduğu haramlarla yetinmeyip uydurma hadislerle yeni haramlar ihdas etiler. Allah tarafından korunmuş kitaplarının tahrif olduğu sonucunu doğuracak yalan rivayetleri en güvenilir kitaplarına aldılar. Selman Rüştü ve Turan Dursun gibi kendi inancına düşman edilmiş zavallıların eline İslam’a karşı birer koza dönüşecek “Garanik” türü rivayetlerle doldurdular kitaplarını.”[23]
________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Sayın İslamoğlu hadis uydurmacılığından hareketle en güvenilir hadis kaynaklarının bile yalan yanlış uydurmalarla doldurulmuş olduğu sonucuna varmaktadır. Öyleyse en güvenilir kitapları da reddetmemiz gerekmektedir. Sonra Sayın İslamoğlu kaynaklar hakkında bu dediklerine kendisi inanıyorsa şu ifadelerini nasıl açıklarlar acaba:
“Asr-ı saadetteki Müslüman-Yahudi münasebetlerini mümkün olduğunca muteber kaynaklara dayanarak vermeye çalıştık.” “Şimdi, tüm muteber hadis kaynaklarını tarayarak binlerce hadis arasından seçtiğimiz…”[24]
Şayet Sayın İslamoğlu bu kaynakların yalan rivayetlerle dolu olduğu sözüne kendisi inanıyorsa, yalan rivayetlerle dolu kaynakları bu ümmete nasıl muteber kaynaklar diye sunabiliyor?
Sayın İslamoğlu’ndan en güvenilir kaynaklarda Kur’an’ın tahrif olduğu sonucunu doğuracak hadislerin listesini vermesini, Garanik türü rivayetleri de göstermesini istiyoruz. Aksi takdirde Sayın İslamoğlu’nun bir iftiracı ya da Yahudi mezhebi olan “saduki” mantığından bir “temayül” içerisinde olduğunu söyleyerek kitabındaki tezine bir delil de biz eklemiş olacağız.
________________________________________________________________________________________
Bir tutarsızlık örneği daha:
“Ne gariptir ki tüm rivayetler vahyin Hz. Peygamber zamanında yazdırıldığı konusunda ittifak etmesine rağmen, Kur’an’ın cem edilmesi esnasında bu ana malzemenin ne olduğu konusunda hiçbir bilgi vermemektedir. Bunun yerine birçok asıllı ve asılsız rivayetler zikreden hadis kaynakları, naklettikleri içerisinde Kur’an’ın korunmuşluğuna gölge düşürecek rivayetlere yer vermekten kaçınmamışlardır.”[25]
Pes doğrusu denir de, ben “pes yanlışı” diyeceğim. Çünkü bu satırlarınızın hemen gerisinde yani karşı sayfasındaki şu satırlar size ait değil mi? Orda şöyle diyen siz değil misiniz?:
“İnen her ayet zaman geçirilmeden vahiy katipleri tarafından kayda geçiriliyordu. Bu iş için deri parçaları, yassı tabletler, ağaç kabukları, hurma dalları ve kürek kemikleri gibi o dönemde yazıya elverişli malzemeler kullanılıyordu. Kur’an’ın vahiy katiplerince yazılımı gerçeği, bize kadar ulaşmış bir çok sahih rivayet tarafından da tasdik ediliyordu. Bu durum Kur’an’ı kendisinden önceki ilahi kitaplardan ayıran bir özellikti.”[26]
________________________________________________________________________________________
Tenkid;
Yazarımızın hangi ifadelerini doğru, hangilerini yanlış kabul edeceğiz? Burası galiba okuyucuya bırakılıyor olsa gerek (!).[27]
Dipnot;
[5] Müslim, Cuma, 43, 867, İbn Mace, Mukaddime, 42, 45, 46.
[6] Yahudileşme Temayülü, 172- 206
[7] Yahudileşme Temayülü, 173- 208
[8] Yahudileşme Temayülü, 174- 209
[9] Yahudileşme Temayülü, 210- 253
[10] Yahudileşme Temayülü, 29 – 36
[11] Yahudileşme Temayülü, 31- 38
[12] Yahudileşme Temayülü, 31- 38
[13] Bk: “Hadis Istılahlarının Doğuşu ve Gelişimi” Dr. Ahmet Yücel, İFAV, 1996, İstanbul, s.181; Ayrıca bk. Prof. Dr. Talat Koçyiğit, “Hadis ıstılahları”, s.130, 131.
[14] Yahudileşme Temayülü, 110, 111-133.
[15] Müslim, Cennet, 26.
[16] Ahmed b. Hanbel, 2/261.
[17] Ahmed b. Hanbel, 2/268.
[18] Yahudileşme Temayülü, 117- 137.
[19] Yahudileşme Temayülü, 101- 122 .
[20] Yahudileşme Temayülü, 35 – 43, Bk. “Fethu’l-Barî”, 6/575-576.
[21] Yahudileşme Temayülü, 74- 88
[22] Yahudileşme Temayülü, 118- 140. hadis, Buhârî, Da’vat 37,
[23] Yahudileşme Temayülü, 156- 185
[24] Yahudileşme Temayülü,12, 51 – 12, 61
[25] Yahudileşme Temayülü, 156, 158 – 187
[26] Yahudileşme Temayülü, 156- 186
[27] Vahyin cem edilmesi esnasındaki ana malzemeler için bk: Buhari, Ahkam, Bab, 37, Ahmed b. Hanbel, 5/185, Hadis no: 21663
©Âlim YÜCER – İnkişaf – İktibastır.
İslamoğluna Reddiye:Çıplak Ayağa Mesh
Filed under: Çıplak Ayağa Mesh İddiası — moskovazâde @ 10:41 am
İslamoğluna Reddiye:Çıplak Ayağa Mesh
Talha Hakan Alp / Haksöz
بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
Konuya girmeden önce İslamoğlu’nun bu meselede de örneğiyle karşılaştığımız üslûp problemine değinmek gerektiğini düşünüyoruz. Kendisiyle birçok konuda aynı fikirleri savunan diğer ilâhiyatçı İslam modernistleriyle İslamoğlu arasında önemli bir üslûp farkı var. Belki akademinin dışına hitap etmediği için olacak!
Modernist ilâhiyatçı kesim savunduğu muhâlif görüşü doğrudan ve kendine mal ederek ifâde etmekte tereddüt göstermez. Ya da akademik özgürlüğün sağladığı rahatlıkla olacak ki, en uçuk görüşlerini dahî pervasız bir dille açıklamaktan çekinmez.
Ancak İslamoğlu için aynı rahatlıktan söz etmek zor. Onun konumu akademisyenlere göre çok farklı. Bir defâ o doğrudan Müslüman tabana hitap ediyor ve o bir teorisyenden daha çok bir pratisyen. Bunun yanında sâhip olduğu medya organları ve öncülüğünü yaptığı sivil toplum kuruluşlarına bakılırsa onun bir çeşit İslâmî dâvet faaliyeti yürüttüğü de söylenebilir.
Bütün bunlar onun daha özenli olmasını, doğrudan ifâde edildiğinde ciddî tepkilere yol açacak fikirleri daha politik bir dille ifâde etmesini gerektiriyor. Kendisi de bunun farkında olmalı ki, uçuk fikirleri doğrudan gündeme getirmiyor ve: “Bu konuda doğru olan benim savunduğum ya da meselâ Şî‘a’nın savunduğu şu görüştür!” deme cesâretini gösteremiyor.
Peki, ne yapıyor? Genelde meseleyi şu şekilde sunmayı tercih ediyor: “Bu konuda ihtilaf var; böyle düşünenler olduğu gibi şöyle düşünenler de var. Sünnî ekol böyle demiş; ama aynı ekol içinden filan filan âlimler de aksini düşünebilmiş, söz gelimi Şî‘a’nın yanında yer alabilmiş!” gibi laflar kullanmayı uygun buluyor.
Ne ilginçtir ki genellikle bu konularda verdiği bilgiler referanslarla karşılaştırıldığında ciddi sorunlar arz ediyor. Ortada ya yanlış anlama ya da çarpıtma olduğu dikkatten kaçmıyor.
Anlıyoruz ki, İslamoğlu görüşleri kaynaklardan olduğu gibi nakletmiyor ve görüşleri, sâhiplerinin aynı konunun detaylarına dâir diğer görüşleriyle ve amacıyla mütenâsip biçimde aktarmıyor; kendince hedef fikre uyarlayarak görüşler üzerinde bir çeşit işçilik uyguluyor.
İslamoğlu bu yaptığının ne tür sonuçlar doğuracağı üzerinde hiç düşünmüş müdür, bu bilinmez. Ama bilinen bir şey var; bunun ortalama Türk okuyucusunun zihninde telâfisi güç tahribata yol açtığı kesin.
Doğal olarak okuyucu, İslamoğlu’nun kaynaklar karşısındaki yer yer yönlendirmeci, yer yer çarpıtmacı tutumunu fark edemiyor. Hâliyle muhâlif modern fikrin de İslâmî zeminde bir meşrûiyet kökeni olduğunu düşünmeye hazır hâle geliyor ve çözülme burada başlıyor.
Tabiatıyla bunları inceleyen biri olarak “İslamoğlu ne yapmak istiyor?” sorusunu kendinize sormadan edemiyorsunuz. Niyetini bilemeyiz; ancak İslamoğlu’nun, teorik malzemesini modernist ilâhiyatçı akademisyenlerden aldığı uç fikirleri tabana kanıksatmak ya da en azından tabanın bu konudaki İslâmî hassâsiyetini yıpratmak gibi bir etkisi olduğunu görmemek de mümkün değil.
Bu yönüyle onun işi bir yapı inşâ etmekten çok sabit yapıyı yıkmak; yâni ciddî bir araştırma ve özen istemeyen ucuz işçilikli bildiğimiz yıkıcılık.
İslamoğlu’nun kaynak taramaları ve metin incelemeleri konusundaki îtinâsızlığı da zâten bunu işâretliyor.
İşte burada ele alacağımız çıplak ayağa mesh konusu, İslamoğlu’nun bir yandan meseleyi nasıl çarpıttığını, diğer yandan metni nasıl yanlış anladığını gösterecek bir konu olması bakımından onun ne yaptığını gözler önüne seren tipik bir misal olabilir.
İslamoğlu’nun, abdesti konu edinen Mâide Sûresi:6. âyette yer alan ayakları yıkamakla ilgili ifâdeye düştüğü dipnot şöyle: “Kıraat imamlarından Nâfi, İbn Âmir, Hafs, Kisâî ve Yakub’un okuyuşuna göre ayet ayakların yıkanmasını, geri kalanının okuyuşlarına göre ayaklara mesh edilmesini emreder. (…) Ehl-i Sünnet okuluna mensup âlimlerin çoğunluğu birincisini, Ehl-i Beyt okulu mensupları ve Taberî gibi bazı sünnî imamlar ikincisini tercih ederler.” (Hayat Kitabı Kur’an, s:192)
Çok açık ki İslamoğlu’nun bu ifâdelerine bakarsak; çıplak ayağa mesh konusunda biri Ehl-i Sünnet’e, diğeri Ehl-i Beyt’e âit olmak üzere iki ayrı görüş var.
Üstelik büyük Ehl-i Sünnet imamlarından Taberî de burada Ehl-i Beyt’in yanında yer alıyor; yâni çıplak ayağa meshedilebileceğini savunmuş oluyor. İslamoğlu’nun meâldeki bu ifâdelerine biraz daha netlik getiren diğer ifâdesini bir soruya verdiği cevapta buluyoruz. Cevapta İslamoğlu Taberî’nin görüşüyle ilgili düşüncesini: “Taberi sünne sahibi bir imam olduğu halde mesh etmek farz, yıkamak sünnettir der. ”[1] şeklinde somutlaştırıyor.
Bunları okuyan bir kimsenin abdestte çıplak ayağa mesh etmenin câiz olmayacağı konusundaki bilgisi de, hassâsiyeti de derin yara alacaktır ve önceleri sâdece Şî‘a’ya âit olduğunu düşündüğü bu uygulamanın hem Ehl-i Beyt, hem de İmam Taberî tarafından savunulmuş meşrû bir görüş olduğu “gerçeğiyle!” âdeta şok yaşayacaktır.
Peki gerçekten mesele İslamoğlu’nun anlattığı gibi midir? Dolayısıyla okuyucunun yaşadığı şok hâli yerinde ve gerekli bir hal midir?
Bu soruların aşağıdaki incelemenin sonunda kendiliğinden cevaplanacağını düşünerek vakit kaybetmeden söze girelim.
Söze girerken önce şunu ifâde etmeliyiz; abdestte ayakları yıkamayı Ehl-i Sünnet’in çoğunluğunun görüşü gibi göstererek Ehl-i Sünnet’in bu konudaki tutumu hakkında şüphe uyandırıcı ifâdeler kullanmak doğru değildir.
Zîrâ sahâbeden yüz yirmi kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Abdurrahman bin Ebî Leylâ (Radıyallâhu Anh) ashâbın ayakları yıkama konusunda icmâ‘ ettiklerini ifâde eder. Sâdece bu değil, sahâbeden on kişiye kavuşan Tâbi‘î İmam Atâ bin Ebî Rabah (Radıyallâhu Anh) da sahâbeden ayaklarına mesh eden birini görmediğini söylemektedir. (Hâfız Alâüddîn Moğultay, Şerh-u Sünen-i İbn-i Mâce:1/355)
Evet, bâzı sahâbeden ayakların meshi yönünde rivâyetler vardır. Ancak bu rivâyetlerin delâleti açık değildir. Zîrâ bu rivâyetlerin ekseriyeti başlı başına abdestte ayaklarla ilgili vazîfeyi konu edinmemektedir. Bilakis konunun Kur’ân-ı Kerîm’de ele alınış biçimini serimlemektedir.
Buna dayanarak ihtilaftan bahsedilecekse, meselenin sâdece Kur’ân’daki sunumuyla sınırlı bir ihtilaftan söz etmek daha doğru olacaktır.
Buna bir misal olarak önceleri abdestte ayakların meshini savunduğu düşünülen Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın “Kur’ân meshi, Sünnet gasli (yıkamayı) getirmiştir” yönündeki sözünü ele alabiliriz. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/175)
Bu söz aslında Enes bin Mâlik (Radıyallâhu Anh)dan yapılan diğer rivâyetlere de ışık tutmakta, onun meseleyi sâdece hükmün sübut keyfiyeti açısından ele aldığını göstermektedir. Meselenin Kur’ân’da sâdece mesh ile ele alındığını, Sünnette ise bunun yanında yıkama yükümlülüğünün de getirildiğini ifâde etmektedir.
Ayrıca Enes (Radıyallâhu Anh) gaslin Sünnetle sâbit olduğunu belirterek ayakları yıkamanın gerekliliğini zımnen ifâde etmektedir. Bütün bunların yanında, ayakların yıkanması gerektiği yönünde sahâbeden de açık rivâyetler bulunmaktadır. Bu sebeple birçok muhakkık âlim, rivâyetleri cem için, mezkûr kimselerin mesh yönündeki görüşlerinden rucû ettiklerini savunmuştur. (İbn-i Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî:1/348)
Dolayısıyla böyle yoruma açık rivâyetlere dayanarak Ehl-i Sünnet’in bir kısmının ayakların meshini savunduğunu söylemek ilmî ölçüler açısından güvenilir değildir.
Sonra şu da unutulmamalı ki, seleften bir veyâ birkaç kişiden ümmetin kāhir ekseriyetine muhâlif olarak nakledilen görüşler, mâlum şaz kategorisine girmektedir.
Bunlar Ehl-i Sünnet’in görüşünü belirleyici olmadığı gibi Ehl-i Sünnet içinde ihtilaf sebebi de olamaz.
Şurası açık ki seleften nakledilen her rivâyete eşit gözle bakmak, şaşı bakmaktır. Zîrâ birçok selef imamından birbirine zıt fetvâlar nakledilebildiği gibi, bâzen Kur’ân, Sünnet ve Kıyas temeline oturtulması güç görüşler de nakledilebilmektedir.
Bu nakilleri yapan râviler meselenin özünü ne kadar kavramış, ne kadar tam ve doğru rivâyet etmiş, meselenin bu kısmı tartışılır; ama velev ki rivâyetler güvenilir olsa bile yine de bir usul inşâ edilirken her rivâyetin aynı kategoriye yerleştirilmesi mümkün değildir.
Tutarlı bir usul inşâsı için sahih kıstaslar ışığında bunların bir kısmının diğer bir kısmına tercih edilmesi ve esasların tercihe şâyân olanlar üzerine binâ edilmesi kaçınılmazdır. Nitekim imamlar aynı yöntemi âyet ve hadisleri ele alırken de uygulamış, nasslar arasındaki muârazayı nesh, cem, tercih ve tesâkut gibi metodlarla çözümlemiştir.
Muteârız nasslardan nasıl dinde çarpık bir yapılanmaya gidilmiyorsa, seleften nakledilen görüşleri de birbirleriyle çatıştırarak değil, sağlam bir anlam zemini üzerinde uzlaştırarak anlamaya çalışmalı ve bir usul zaviyesinde işlemesini bilmelidir.
Şu halde Ehl-i Sünnet’in görüşü ortaya konurken, kritize edilip işlenmiş bilgiler üzerine konuşmak ve Ehl-i Sünnet’in sistem ve usul olarak teşekkülünü tamamlamış yapısını gözden kaçıran açıklamalardan uzak durmak zorundayız. Bir ihtimal olarak şu da gündeme getirilebilir: Belki İslamoğlu Taberî’nin görüşünü yanlış yorumladığı için burada onu istisnâ etme ihtiyâcı hissederek Ehl-i Sünnet’in çoğunluğu demiş olabilir.
Ancak az ileride de temas edeceğimiz üzere Taberî’nin görüşünün Ehl-i Sünnet’in görüşünden temelde bir farkı yoktur. Şu halde Taberî (Rahimehullâh) üzerinden Ehl-i Sünnet’in tutumunu çoğunluk ve diğerleri şeklinde yansıtmak da mümkün değildir.
Ayrıca Ehl-i Beyt’e göre ayakların mesh edilmesi konusu İslamoğlu’nun arz ettiği gibi de değildir. Durum Şî‘a’ya göre böyle olabilir; ama Şî‘a ile Ehl-i Beyt farklı şeylerdir. Bunları birbirlerine karıştırmak eğer câhillik değilse, hoş görülemez bir muğâlatadır.
Ehl-i Beyt’in ilk kuşağına göre abdestte ayakları yıkamak gerekir. Nitekim Taberî (Rahimehullâh) sened eşliğinde, Hazret-i Hasen ve Hazret-i Hüseyin (Radıyallâhu Anhümâ)nın, ilgili âyette geçen “Ercüleküm” kelimesini mansub okuduklarını ve Hazret-i Ali (Radıyallâhu Anh)ın, ayaklarla ilgili vazîfenin yıkamak olduğu yönünde insanlara hükmettiğini (fetvâ verdiğini) nakleder. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/173)
Bunun yanında Ali (Radıyallâhu Anh)ın: “Ayakları topuklara kadar yıkayın” diye emrettiği de bilinmektedir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/172)
Demek oluyor ki, konu hakkında Ehl-i Sünnet içinde fikir ayrılığı varmış gibi bir ifâde kullanmak, okuyucuyu gereksiz ve temelsiz bir kafa karışıklığına sürüklemekten başka bir şey ifâde etmez.
Ehl-i Sünnet’le Ehl-i Beyt arasında ayrılık olduğu yönünde bir vehme kapı aralayan ifâdeler kullanmaya gelince, eğer bu kasıtlı değilse, en azından ciddiyetsizlikten başka neyle îzah edilebilir?
Ehl-i Beyt imamları dediğimiz kimseler eğer Ali, Hasen ve Hüseyin (Radıyallâhu Anhüm) değilse kimlerdir? İslamoğlu bize mübhem ifâdeler kullanmak yerine iddiasını destekleyen muşahhas ifâdeler kullanmalı. Eğer Ehl-i Beyt imamlarından bu görüşü savunan varsa, isim vermeli ve sahih kaynak göstermelidir.
Bu ön bilgilerden sonra İslamoğlu’nun Taberî (Rahimehullâh)ın görüşünü nasıl yanlış anladığına gelelim.
İslamoğlu’na göre Taberî (Rahimehullâh) Ehl-i Sünnet’in diğer imamlarına muhâlif olarak abdestte ayakların mesh edilebileceği yönündeki ikinci görüşü savunmaktadır.
Oysa Taberî (Rahimehullâh)ın abdest âyetindeki bu kelimeyle ilgili açıklamaları İslamoğlu’nun dediğiyle aslâ örtüşmemektedir.
Taberî (Rahimehullâh) İslamoğlu’nun naklettiğinin aksine ayakların değil yıkanmayıp mesh edilmesini, sâdece yıkanmasının bile yeterli olmayacağını, bunun yanında bir de mesh edilmesi (ovalanması) gerektiğini düşünmektedir.
Taberî (Rahimehullâh)ın kendi görüşüne geçmeden önce onun genel olarak bu konuyu nasıl ele aldığına bakalım. Taberî (Rahimehullâh) âyetin ilgili kısmının tefsirinde, önce âyette geçen “Ercüleküm” kelimesinin iki şekilde kıraat edildiğini; Hicaz ve Irak kurrâsının kelimeyi mansup, yâni bizdeki meşhur kıraate göre “Ercüleküm” şeklinde okuduğunu belirtiyor ve: “Bunlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe mesh değil gasildir (yıkamaktır)” diyor.
Taberî (Rahimehullâh) bu yönde vârid olan rivâyetleri serdettikten sonra yine Irak ve Hicaz kurrâsının diğer bir kısmına göre mezkûr kelimenin, “Ercüliküm” şeklinde mecrur olduğunu zikrediyor ve: “Onlara göre abdestte ayaklarla ilgili vazîfe yıkamak değil, meshtir” diyor.
Burada araya girelim. Hazret-i Enes’in görüşüyle ilgili olarak da ifâde ettiğimiz gibi abdest âyetinde ayaklarla ilgili vazîfenin mesh olduğunu savunmak, genel olarak abdestte ayakların mesh edilebileceğini savunmak anlamına gelmez.
Bu sâdece Kur’ân’da konunun ele alınış biçimini îzaha dönük bir açıklamadır, yoksa genel olarak abdestte ayaklarla ilgili vazîfenin ne olduğuna dönük bir açıklama değildir. Zîrâ abdestte ayakların yıkanması gerektiğini anlatan çok açık hadisler vardır.
Daha sonra bu yöndeki rivâyetleri de sıralayan Taberî (Rahimehullâh) en son kendi görüşünü açıklıyor ve aynen şunları kaydediyor:
“Bu konuda bize göre doğru olan şu ki; Allâh-u Te‘âlâ abdestte ayakların tamâmının su ile mesh edilmesini emretmektedir. Tıpkı teyemmümde yüzün tamâmını toprakla mesh etmek gibi. Abdest alan kimse ayaklarıyla ilgili olarak bunu yaparsa hem mesh edici hem de yıkayıcı ismini hak etmiş olur. Zîra ayakların “gasli (yıkanması)” ayaklar üzerinde su gezdirerek ya da suyu ayaklara değdirerek olur.
Ayakların “mesh edilmesi“ ise elin ya da el yerine kāim olan başka bir şeyin ayaklar üzerine gezdirilmesidir. Bir kimse ayaklarının tamâmını su ile mesh ederse o hem yıkayıcı hem de mesh edicidir.
Mesh kelimesinin, tavsif ettiğim gibi biri umûmî -âzânın tamâmının meshi-, diğeri husûsî -âzânın bir kısmının meshi- olmak üzere iki mânâsı bulunduğundan, kıraat imamları “Ercülekum” kelimesinin okunuşunda ihtilaf etmişlerdir. (…)
Abdest âyetinde ayaklarla ilgili emrin te’vilinde dediğimiz gibi, onların tamâmının su ile mesh edilmesi gerektiği içindir ki, ilgili âyeti, ayakların su ile yıkanmasıyla birlikte onların elle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh edilmesi şeklinde yorumlayarak abdestte ayakları suya sokup da (bununla yetinerek) eliyle veyâ el yerine kāim olan şeyle mesh etmemeyi mekruh görenler olmuştur.
Nitekim rivâyet edildiğine göre Tâvus (Rahimehullâh)a abdest alırken ayaklarını suya sokan kimsenin durumu sorulduğunda: “Bunu yeterli bulmam!” demiştir.
“Âyetten ayakların yıkanması kastedilmiştir” diyenler ise meshi yeterli görmemiş, buna mukābil ayakları suya sokmayı yıkamak olarak telakki etmiştir. Nitekim Hasen-i Basrî (Rahimehullâh)a gemide abdest alan kimse sorulduğunda: “Ayaklarını suya daldırmasında bir beis yoktur.” diye cevap vermiştir. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân:4/177-178)
Burada gözden kaçırılmaması gereken en önemli hususlardan biri de şudur: Taberî (Rahimehullâh) bu meseleyi tartışırken Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların “Husûsî anlamda” meshiyle yetinilebileceğini gösteren herhangi bir rivâyet nakletmezken, “Yıkama” bildiren birkaç rivâyete yer vermiş ve sonra da şu ifâdeyi kullanmıştır: “… Bâzı kıraat imamları, kelimeyi “Ercüleküm” olarak okumuş ve farz olanın, ayakların yıkanması olduğunu söylemişlerdir.
Hâlbuki Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların umûmunun suyla mesh edileceğini (ovalanarak yıkanacağını) bildiren birbirini destekler mâhiyette rivâyetler gelmiştir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/177)
Bu meseleyi işlediği bahsin devâmında Taberî (Rahimehullâh), ayakların normal mesh ile yetinilebileceği iddiasını muhtelif yönlerden “Eğer şöyle denirse, şöyle deriz” tarzında münâkaşa ederek ve Peygamber Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, ayakların tamâmının “Yıkanması” gerektiği rivâyetlerini delil getirerek çürüttükten sonra aynen şu ifâdeyi kullanır:
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den, abdestte ayakların tamâmının suyla yıkanacağını emreder mâhiyette gelen rivâyetler, haberdâr olanın elinde hiçbir özür bırakmayacak müstefiz (yaygın) nakillerle sâbit olmuştur.
Ayakların bu şekilde yıkanacağı O’ndan sahih olarak sâbit olduğuna göre, yıkanmasını farz kıldığı bir uzvun, aynı durumda ve aynı vakitte bir kısmının yıkanmamasını mubah görmüş olması kabul edilemez. Çünkü bu, bir şeyi aynı anda hem farz kılmak, hem de iptal etmek demektir. Bu (çelişki) ise Allâh’ın ve Rasûlü’nün ahkâmında söz konusu değildir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/185)
Görüldüğü gibi Taberî (Rahimehullâh) ne ayakların sâdece yıkanması görüşünü, ne de sâdece mesh edilmesi görüşünü savunuyor.
O, bu ikisinin dışında ayakların tamâmının suyla mesh edilmesini, yâni ayakların ovalanarak yıkanması gerektiğini savunuyor. Peygamber Efendimiz’den gelen rivâyetlerin hem “Ayakların tamâmının suyla meshi” hem de “Ayakların tamâmının yıkanması” şeklinde olduğunu söyleyen Taberî (Rahimehullâh)ın görüşündeki inceliği iyi kavramak gerekir.
Ona göre “Ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi” başka şeydir, başın mesh edilmesi gibi normal mesh daha başka bir şeydir.
Normal meshte, âzânın tamâmını doğrudan suyla temas ettirerek mesh etmek yoktur, sâdece el ıslatılır ve ıslak elle mesh yapılır. Islak elle yapılan meshte mesh edilen uzvun tamâmını mesh etmek gerekmez, bir kısmını mesh etmek kâfîdir. Oysa Taberî (Rahimehullâh) tıpkı teyemmümde olduğu gibi ayakların tamâmının mesh edilmesi gerektiğini savunmaktadır.
Zâten Taberî (Rahimehullâh) âyetten sâdece mesh hükmünü çıkaranların görüşlerini aktarırken orada mutlak olarak mesh ifâdesini kullandığı halde, kendi görüşünü anlatırken:
“Ayakların tamâmını suyla mesh” ifâdesini kullanmakta ve böylece kendi görüşünün farklı olduğuna işâret etmektedir.
Ayrıca Taberî (Rahimehullâh)ı bu görüşe iten şey âyetin her iki kıraatini de uygulamaya sokma isteğidir. Eğer Taberî (Rahimehullâh) mutlak anlamda husûsî meshi savunsaydı, sâdece kelimenin mecrur okunduğu kıraati tercih ederdi. Oysa o her iki kıraati de sahih bulmakta ve mümkün mertebe her ikisiyle de amel edebilmenin yollarını aramaktadır. Bulduğu yol, ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Böyle olunca ayaklar suyla doğrudan temas ettirildiği için meşhur kıraati, mesh edildiği için de diğer kıraati uygulama imkânı bulunmuş oluyor.
Taberî (Rahimehullâh)ın iki kıraati cem yönündeki niyeti şu ifâdelerinde açıkça gözlenmektedir: “…Çünkü ayakların tamâmının suyla mesh edilmesinde yıkanmaları vardır. Elin ya da el yerine kāim olan şeyin ayaklar üzerinde gezdirilmesinde ise ayakların meshi vardır.
Âyeti nasb kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk ciheti ayakların tamâmı üzerinde suyun gezdirilmesidir.
Cer kıraati üzere okuyanlardaki doğruluk payı da ayakları mesh etmek için el ya da el yerine kāim olan şeyin ayakların tamâmı üzerinde gezdirilmesidir.” (Taberî, Câmi‘u’l-Beyân:4/178)
Böylece Taberî (Rahimehullâh) kıraatlerin doğruluk yönlerini esas alarak ayakların tamâmının suyla mesh edilmesi yönündeki görüşünü ileri sürmüş ve her iki kıraati de cem etmiştir.
Bütün bunlar bir yana İslamoğlu Taberî (Rahimehullâh)ın görüşü hakkında aceleci davranmayıp, eksik anlama ihtimâlini göz önüne alarak bu konuda Taberî (Rahimehullâh)a atfen tefsir literatüründe neler dendiğini araştırmış olsaydı, sanırım bu hatâya düşmeyecekti.
Zîrâ İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın tefsirinde onu bu hatâdan kurtaracak açık ifâdeler yer alıyor. İbn-i Kesîr (Rahimehullâh): “Taberî (Rahimehullâh)a göre yakları yıkamak sünnetle, meshetmek de Kur’ân’la farzdır” diyenleri, Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlamamakla eleştiriyor.
İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) bu eleştirisinde haklıdır. Zîrâ yukarıda da paylaştığımız gibi Taberî (Rahimehullâh)ın ifâdelerinden bu sonuç çıkarılamaz.
Buradan çıkarılacak tek sonuç iki kıraati cem adına ayakların tamâmını suyla mesh etmektir. Nitekim İbn-i Kesîr (Rahimehullâh) da burada Taberî (Rahimehullâh)ın, iki kıraati cem adına ayakların suyla mesh edilmesi gerektiği yönündeki görüşü savunduğunu belirtiyor ve onun ifâdesindeki “Mesh”in, “Ayakları delk (ovalamak)” anlamına geldiğini ifâde ediyor. (İbn-i Kesîr, Tefsîru’l-Kur’âni’l-azîm:2/26)
Daha da ilginç olanı şudur: İbn-i Kesîr (Rahimehullâh)ın Taberî (Rahimehullâh)ı doğru anlayamamakla tenkit ettiği kimselerin Taberî’den anladıklarıyla, İslamoğlu’nun anladığı bambaşka şeylerdir. Onlara göre Taberî, ayakların yıkanmasıyla mesh edilmesi arasında hüküm açısından bir fark görmüyor ve her ikisinin de farz olduğunu kabul ediyor. Bir farkla ki yıkamanın farziyetini Sünnet’le, meshin farziyetini ise Kitab’la sâbit görüyor.
Oysa İslamoğlu meseleyi çok farklı kurguluyor; Taberî’nin mesh etmeyi farz, yıkamayı sünnet gördüğünü ileri sürüyor. Bir hükmün Kitab’la sâbit olması illâ farz olmasını gerektirmediği gibi, Sünnet’le sâbit olması da illâ Sünnet olmasını gerektirmez.
Şu halde nereden bakılırsa bakılsın ortada Taberî’nin görüşünü anlamamaktan kaynaklanan vahim bir hatâ bulunmakta.
Şu halde İslamoğlu’nu tâkip eden ortalama Türk okuyucusu Taberî’nin konuyla ilgili gerçek görüşünden haberdâr olamayacak, aksine onu İslamoğlu’nun yansıttığı gibi Ehl-i Sünnet’in cumhuruna rağmen çıplak ayağa meshi savunan biri olarak tanıyacaktır. Bu sâdece onu yanlış tanımakla sınırlı kalmayacak, belki buradan yola çıkarak çıplak ayağa meshedilemeyeceği konusundaki hassâsiyetinin anlamsızlığını düşünmeye başlayacak.
Belki de bir adım sonra Ehl-i Sünnet ve Şî‘a arasındaki karşıtlığın bugüne kadar abartıldığını, aslında kaynaklar “İyi incelense!” aralarındaki fikir ayrılıklarının uzlaştırılabilir olduğunu düşünecek! Bu da genellikle sâdece siyâsî açılımları düşünülerek yürütülen, îtikādî ve fıkhî boyutları nedense görülmek istenmeyen ve ilginçtir ki çoğunlukla sünnî ülkelerde uygulanan ve hâliyle Şî‘a lehine sonuç veren Ehl-i Sünnet’le Şî‘a’yı yakınlaştırma faaliyetlerine de yine Şî‘a lehine katkı sağlayacaktır.
Peki, okuyucuyu bütün bu yanlış anlamalara sürükleyen şey temelde nedir? El-cevap, basbayağı yanlış anlama ve maalesef ucuz bir çarpıtmadır.
İslamoğlu, ne hikmetse hep Ehl-i Sünnet ve Şî‘a karşıtlığında tecellî eden bu gibi çarpıtma örnekleri üzerine düşünüp kendisine yöneltilen Şî‘a sempatizanlığı ithâmını bir de buradan değerlendirse sanırım kendisi için de hayırlı olur.
Vesselam…
İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.!
Filed under: Bir Ayeti Yanlış Tefsiri — moskovazâde @ 10:28 am
Tags: kabul ahbar, mustafa islamoğlu, yahudi kabbalizmi
İslamoğluna Karşı Uyanık Olun.!
Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbiîne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar.
“Biz seni ancak bütün âlemler için büyük bir rahmet olarak gönderdik” buyuran Allâh-u Te’âlâ’ya nihâyetsiz hamd-ü senâlardan, kendisini “Ben ancak çokca hidâyet eden bir rahmetim” diye vasıflayan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e ve âl-i ashâbına hadsiz ve adsiz salât-ü selâmlardan sonra! Önceki yazılarımızda sizlere söz verdiğimiz başlıkları tâkib etmek suretiyle, bu yazımızda da Mustafa İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in şerefini tenzil ve Fahri Kâinat’ın şânına tâzim edenleri tahkîr ve tezyif içeren âtıl ve bâtıl fikirlerini reddederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in dünyada medetlerini, âhirette de elimizden tutmasını taleb etmeye devam edeceğiz. Allâh-u Te’âlâ bizi de siz okurlarımızı da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ırz-u haysiyetini koruyanlar zümresine ilhâk eyleyip, iki cihanda da himmetlerini üzerimizde dâim eylesin. Âmîn!
KA’BU’L-AHBÂR, RASÛLÜLLÂH’IN NUR OLUŞUNU, YAHUDİ KABBALİZMİNE DAYANARAK ÎCAD ETMEMİŞTİR, BİLAKİS O’NUN NUR OLDUĞUNU KUR’ÂN SÖYLEMİŞTİR
İslamoğlu, en yüce sahâbîlerin bile kendisinden rivâyette bulunduğu Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi tâbi’înden bir zâtın Kur’ân’ı yahudi tasavvuruyla okuduğunu iddiâ ederken, bakın nasıl bir örnek açıklıyor: “Kökleri hermetik öğretiye ve oradan da Yahudi Kabbalizmine dayanan bir yaklaşımla “Nur-ı Muhammedî” teorisinin mucidi olduğunu tahmin ettiğimiz Ka’bu’l-Ahbar, “Allah göklerin ve yerin ışığıdır” (24.35) ayetini bakın nasıl anlıyor. “İkinci “nur” sözcüğü, burada, Muhammed sallallahu aleyhi vesellemdir. Allah’ın “onun nurunun örneği” sözü, “Muhammed sallahu aleyhi vesellemin nuru” anlamına gelir.“Nur-ı Muhammedî” teorisini desteklemede kullanılan bu “nur” rivâyetleri, sadece aşırı mistik bir yorum olarak İslâm geleneğine girmemiştir. Süyuti bu konuda bize hayli malumat veriyor: “Hakîm Tirmizi, Zekvan’dan naklen aktarıyor: ‘Rasûlüllah (sav)’ın, gün ya da ay ışığında gölgesinin yere düştüğü görülmemişti. İbn Seb’in el-Hasais’inde der ki: ‘Onun gölgesi yere düşmezdi, çünkü o nur idi. O güneş ve ay ışığında yürüdüğü zaman onun gölgesi görülmezdi.’ Bazıları buna, Rasulullah’ın şu duasını delil gösterdilr: “Beni nur kıl!”
Bu tipik bir aşırı yüceltmeci yanlış anlamaydı. İkisi de gnostik tabiatlı olan Kabalacı Yahudilikle Hermetizm’in karışımından ortaya çıkan yanlış anlama, bu noktada kalmadı. İş, “Hz.Peygamber’e kim ne kadar karizma katacak?” yarışına dönüştü.” (Mustafa İslamoğlu, Üç Muhammed, sh:90-91)
İslamoğlu’nun bunca uydurukça söz içeren bâtıl ve tezvir dolu şu beyanlarından sarsılmamak ve ürpermemek elde değildir. Bu durumda o bu suçlamaları rivâyetleri nakledilen zevâta mı, yoksa “Size Allâh’tan bir nur, bir de Kitâb-ı Mübîn geldi” (Mâide Sûresi, 15) buyurmuş olan Allâh-u Te’âlâ’ya mı yöneltmiş olmaktadır, zîrâ müfessirlerin tamamı bu âyet-i kerîmede geçen kitabı “Kur’ân”, nûru da “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)” olarak tefsir etmişlerdir. Zaten Allâh-u Te’âlâ: “Ey Nebî! Gerçekten biz seni bir şâhid, bir müjdeleyeci, bir uyarıcı, Allâh’ın izniyle Allâh’a çağırıcı ve nûr saçan bir kandil olarak gönderdik” (Ahzab Sûresi, 45-46) kavl-i şerîfinde de Habîbi’nin ne büyük bir nur olduğunu beyân etmiştir.
Yoksa İslamoğlu yahudi kabbalizmine dayanma cürmünü “Ey Câbir! Allâh’ın ilk yarattığı senin peygamberinin nûrudur” (Abdürezzâk, el-Musannef, el-Cüzü’l-Mefkûd, sh:51, İsâ el-Hımyerî tahkîkiyle, Kastalânî, el-Mevâhib, 1/71-72, Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, no:827, 1/265) buyurmuş olan ve “Ey Allâh! Beni nûr kıl” (Müslim, Salâtü’l-müsâfirîn:26, no:763/187, 1/528-529) diye duâda bulunmuş olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e yöneltmeyi mi hedeflemiştir? Çünkü Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Allâh-u Te’âlâ’dan kendisini nur yapmasını istemiştir. Her peygamberin duâsı makbul iken Eşref-i Enbiyâ olan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu duâsının kabul olmadığını iddiâ edenden daha zâlim kim olabilir?!
Şimdi insafla düşünecek olursak, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu hem Allâh-u Te’âlâ, hem de bizzât Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) beyân etmişken, bu bilgiyi nakleden Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh) gibi bir zâtı yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayan bir kişi, hakîkatte Allâh-u Te’âlâ’yı ve Rasûlünü inkâr etmiş olmuyor mu? Tabî ki, İslamoğlu Allâh’ı ve Rasûlünü yahudi kabbalizmine meyletmekle suçlayamayacağından, insanların cehâletinden istifâde ederek bu iftirâyı Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a isnâd ediyor. Ama hakîkatte bu kötü vasfı Allâh’a ve Rasûlüne isnâd etmiş oluyor ki, Allâh-u Te’âlâ Kendisine ve Rasûlüne hakâret edenden intikam almaya elbette kadirdir. Böyle yapanları imhâl etmesi, ihmâl etmesi anlamına gelmez. Onlar alın yazısını inkâr etseler de: “Yakında o zâlimler nasıl bir yere döneceklerini bileceklerdir.” (Şuarâ Sûresi, 227)
Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)ın kim olduğuna gelince, İmâm-ı Zehebî (Rahimehullâh)ın beyânına göre; bu zât, Ömer ve Suheyb (Radıyallâhu Anhümâ) gibi bir çok sahâbeden hadîs rivâyet etmiş olan yüce bir tâbi’îdir. Ebû Hureyre, Mu’âviye ve İbni Abbas (Radıyallâhu Anhüm) gibi bir çok sahâbî, Ömer’in âzatlısı Eslem ve Atâ ibni Yesar gibi bir çok tâbi’î (Radıyallâhu Anhüm) de kendisinden nakil yapmıştır. Bu zâtın rivâyetleri Ebû Dâvud, Tirmizî ve Neseî gibi bir çok mûteber hadîs kaynağında nakledilmiştir. Kendisi ehl-i kitap ulemâsının ileri gelenlerinden olup, Ömer (Radıyallâhu Anh) zamanında Müslüman olmuştur. Sahâbe-i kirâmla birlikte bir çok gazalara katılan bu zât çok dindar olup ulemânın nübelâsından (en seçkin ve akıllılarından)dır. (Zehebî, Siyeru e’lâmin-nübelâ, 3/490)
Görüldüğü üzere İslamoğlu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur olduğunu kabul edenleri yahudiliğe meyletmekle suçladıktan sonra “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ne güneş altında ne de ay ışığında gölgesinin bulunmadığı”nı söyleyen Zekvan (Radıyallâhu Anh) ve bunu ondan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Radıyallâhu Anh) ve onun bu naklini bize ulaştıran İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh) gibi Ehl-i Sünnet ulemâsını da yahudi kabbalizmine meylederek aşırı yüceltme yanlışına düşmekle ithâm etmiştir.
Oysa bu rivâyetin sâhibi olan Zekvan (Radıyallâhu Anh) yüce bir tâbi’îdir. Nitekim Allâme Zürkânî: “Zekvan Ebû Sâlih el-Medenî tâbi’înden olup, sika (kendisi güvenilir ve rivâyeti mûteber) biridir” demiştir. (Şerhu’l-Mevâhib, 4/253-254)
Zekvan (Radıyallâhu Anh)ın bu rivâyeti birçok mûteber eserde yer almış ve âlimler bunun peşisıra bâzı îzahlar geliştirmişlerdir. Nitekim Muhammed bin Yûsuf eş-Şâmî, Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan gelen bu rivâyeti zikrettikten sonra: “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmamasının sebebi, bir kâfirin onu çiğnemesine imkân vermemektir” demiştir. (Sübü’l-hüdâ ve’r-reşâd, ‘Mısır baskısı’, 2/123)
Bu rivâyeti Zekvan (Radıyallâhu Anh)dan nakleden Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında ise Sübkî, Zehebî ve İbn-i Hacer (Rahimehumullâh) gibi tabakat ve terâcim erbâbı: “Çok değerli tasnifler sâhibi, muhaddis, imâm, zâhid ve hâfız” (Tabek’tü’ş-Şâfi’iyye, 2/245, Tezkiretü’l-huffaz, 2/645, Lisânü’l-mîzân, 2/308) vasıflarını kullanmışlardır ki, bu sıfatların her birinin ne anlama geldiği erbâbınca mâlumdur. Örneğin burada geçen “Hâfız” tâbiri bildiğimiz mânâda Kur’ân’ı ezberleyen kimse anlamında değildir, bilakis muhaddisler arasında “Hadis Hâfızı” ünvânına lâyık görülmüş kişi sayısı çok azdır. Çünkü bu ünvâna sahip olan kişinin en az yüz bin hadîs-i şerîfi senedleriyle ve râvîleriyle ezberinde bulundurması, hadis ilmi ile ilgili bütün incelikleri bilmesi, “Sahîh”, “Hasen”, “Ğarîb”, “Münker” ve “Mevzû” rivâyetleri birbirinden ayırabilmesi, râvîlerin güvenilirlik derecelerini esas alan cerh ve ta’dil konusunda ihtisas sâhibi olması ve bu vasfının herkesçe kabûl görmesi gerekir. İşte Hakîm-i Tirmizî’nin bu zatlardan olduğunu en büyük muhaddisler îtirâf etmişlerdir.
Ayrıca Şâh-ı Nakşibend (Kuddise Sirruhu) gibi velîler başbuğu, Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Yıllarca Hakîm-i Tirmizî’nin rûhaniyetine teveccüh ederek mânen yetiştim” buyurmuştur. Hücvîrî (Kuddise Sirruhu) gibi tasavvuf ehlinin mihenk taşlarından olan bir zât: “Hakîm, sadefinde tek olan bir incidir, çünkü onun bütün âlemde hiçbir karîni bulunmamaktadır. Onun zahirî ilimler konusunda çok kitapları vardır ve hadis ilminde isnâd-ı âlî sahibidir” buyurmuştur. Mevlânâ (Kuddise Sirruhu)ya çocukluğunda himmet ve teveccüh etmiş bulunan Ferîdüddîn Attar (Kuddise Sirruhu) da Hakîm-i Tirmizî (Kuddise Sirruhu) hakkında: “Ehl-i İslâm’ın büyüğü, Ehl-i Sünnet’in yücesi, evliyânın müctehidi (en gayretlisi), esfiyânın münferidi (seçkin kulların biriciği), kudsiyânın mahremi (kutsal meleklerin sırdaşı), vakti zamanın şeyhi, şeyhlerin muhteşemi, velîlerin muhteremi, bütün lugatlarla dînin dâvetçisi, hadislerin ve âyetlerin gerçek mânâlarının şerh edicisi olan bu zat, mânâları şerh etmekte Allâh’ın bir âyeti, hadis ve rivâyette sika (güvenilir), şerîat ve tarîkatta müctehid, bütün ilimlerde kâmil bir zât olup, bir çok kerâmetlere sâhip bulunmakta idi” diye övgüler yağdırmıştır. (Keşfu’l-mahcûb, Tezkiratü’l-evliyâ, Ahmed Abdürrahîm, Ahmed Abdüh, Riyâzatü’n-nefs, sh:4)
Şimdi de bu rivâyeti Hakîm-i Tirmizî’den nakleden ve İslamoğlu’nun, “Üç Muhammed” kitabını kendilerine reddiye olarak hazırlamış olduğu ikinci isim olan İmâm-ı Suyûtî’nin bâzı fazîletlerinden bahsedecek olursak; İmâm-ı Suyûtî (Rahimehullâh)ın ilmin tüm fenlerinde ne kadar telifleri olduğunu sayıp bitiremeyiz, bunun için müstakil bir kitap derlemek lâzımdır. İbn-i İyâs el-Hanefî (Rahimehullâh): “Suyûtî, hadîs-i şerîf ve diğer ilimlerde mâhir bir âlim ve fâzıl bir kimse idi. Asrında ender bulunan bu zâtın altı yüz kadar eseri bulunmaktadır ki, bunlardan bâzısı onlarca cilt tutarındadır. Bu zât ilimde ve amelde müctehid derecesindedir” demiştir. (Bedâi’u’z-zühûr, 4/83)
Allâme Necmüddin el-Ğazzî (Rahimehullâh) onun hakkında: “Hadis ilminde, hadis fenlerinde, (hadis rivâyet eden) rical(in kimliklerini tâyin ve güvenilirlik derecelerini tespit) ilminde ve hadisten hüküm istinbâtı (çıkarılması) noktasında zamanında ondan büyük bir âlim yoktu. Fazîletleri ve menkıbeleri çokluğundan dolayı sayılacak gibi değildir. Kendisinin (altmış iki senelik kısa bir ömrün son yirmi iki senesinde) çok tedkik gerektiren bunca eser yazmasından başka hiç bir kerâmeti olmasaydı bile, kadere inananlar için elbette bu yeterli olurdu” demiştir. (el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228-229)
Tabî ki İslamoğlu kadere inanmadığı için bu söz ona huccet olmaz. (İlmî bir heyet tarafından onun kaderi inkârına karşı yapılan reddiye için bakınız: Mustafa İslamoğlu’nun bâtıl görüşlerine karşı HAK SÖZ, Fatih Kalender, Kadere îmân tartışmalı bir fazlalık değildir.)
Allâme Şevkânî ise İmâm-ı Suyûtî hakkında: “Asrının (İbn-i Hümam ve Münâvî gibi yüz elli kadar) en büyük âlimleri kendisine icâzet vermiştir. Bütün fenlerde öne çıkmış, akrânından üstün olmuş ve hadis alanında derlediği el-Câmi’u’s-sağîr ve el-Câmi’u’l-kebîr gibi tasnifleri, tefsir sahasında telif ettiği ed-Dürrü’l-mensûr ve el-İtkân gibi daha bir çok eseri, ayrıca her fende yazdığı tüm tasnifleri ulemâ nezdinde kabul görmüş ve gündüzün girdiği her yere girmiştir. Ne var ki böyle bir zât bile (Sehâvî gibi) fazîletini kıskanan ve menkıbelerini inkâr edenlerin tenkitlerinden kurtulamamıştır” diye övgülerde bulunmuştur. (el-Bedrü’d-dâli’, 1/328, Suyûtî, Husnü’l-muhâ- zara, 1/339)
Evet, Sehâvî gibi kaplanların, Suyûtî gibi aslanlarla mücâdelesinin bir tür îzâhı bulunabilir. Gerçi Sehâvî’nin Suyûtî’ye îtirazları ulemâ nezdinde kabul görmemiştir. Zaten Sehâvî’nin kendi akrânına karşı son derece saldırgan tutumu ancak kendisine zarar vermiştir. Fakat aslanla kaplanın arasına girmeye kalkan bir çakalın hâline ancak acımak gerekir.
Günümüzün müctehid taslakları maddî menfaatler için şî’î-mulhid demeden herkesin kapısını aşındırırken, kırk yaşına kadar fıkıh dersleri okutan Suyûtî, o yaştan sonra Nil kenarındaki evinde ibadete çekilerek sadece Allâh-u Te’âlâ ile meşgul olmuş ve kalan ömründe müellefâtını tahrîre başlamıştır. Sultan Kansu Gavrî ona bir hadım köleyle bin dînar hediye gönderdiğinde, bin dînarı geri göndermiş, hadım köleyi ise alıp âzâd ederek Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in hücreyi saâdetlerinin hizmetine vakfetmiş, sultanın elçisine de: “Bir daha bize böyle hediyeler getirme, çünkü Allâh bizi bunlara muhtâç etmedi” buyurma erdemini göstermiştir.
Sultanın defâatle kendisini çağırmasına rağmen icâbet etmemiş, o zaman kendisine: “Bâzı evliyâ insanların işini görmek için krallarla görüşürlerdi” dendiğinde: “Onlarla görüşmeme husûsunda selefe uymak, müslümanın dîninin selâmeti bakımından daha hayırlıdır” diye cevap vermiş ve bu konuda: “Din direklerinin, sultanların yanlarına gidip gelmeme husûsundaki rivâyetleri” anlamına gelen “Mâ revâhu’l-esâtîn fî ademit’teraddüdi ale’s-selâtîn” diye bir kitap da telif etmiştir. (Necmüddin el-Ğazzî, el-Kevâkibu’s-sâira, 1/228, İbnü’l-imâd, Şüzürâtü’z-zeheb, 8/53)
Kendisine verilen “Hadis hâfızlarının sonuncusu” lakabı, kendisinden sonra geçen beş yüz on dokuz sene içerisinde onun misli bir âlim gelmediğinin en büyük ifâdesidir ki, bu da artık kıyâmete kadar böyle bir âlim gelmeyeceğinin yeterli bir delîlidir.
Biz burada İslamoğlu’na reddiye sadedinde bulunduğumuz için, onun tarafından adı zikredilen Zekvan, Hakîm-i Tirmizî ve Suyûtî (Radıyallâhu Anhüm) gibi kimselerin tahlîline yoğunlaştık, yoksa Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in nur oluşunu rivâyet eden sâdece Zekvan (Radıyallâhu Anh) da değildir, ondan önce İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ): “Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi yoktu. O güneşe karşı duracak olsa O’nun nûru mutlakâ zıyâsına gâlip gelirdi. Bir kandilin yanında durduğunda da mutlakâ O’nun zıyâsı kandilin ışığına galebe çalardı” (Abdurrahmân ibnü’l-Cevzî, el-Vefâ, sh:407) sözüyle bu hakîkati dile getirmiştir ki, onun bu sözünden Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in sâde mânevî bir nur olmayıp, aynı zamanda hissî bir nur olduğu anlaşılmıştır.
İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhümâ)dan da önce Osman (Radıyallâhu Anh): “Allâh-u Te’âlâ hiçbir insan ayağını senin üzerine basamasın diye gölgeni yere düşürmedi” (Abdullâh ibni Ahmed en-Nesefî, Tefsîru’l-medârik, 3/135) sözüyle bu gerçeği ortaya koymuştur.
Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in gölgesi olmadığı husûsu geride zikrettiğimiz kaynakların yanısıra daha birçok kaynakta da nakledilmiştir ki, Râğıb el-Isfhânî’ye âit el-Müfredât (sh:318), Kâzı I’yâz’a âit eş-Şifâ (1/242), Suyûtî’ye âit el-Hasâisü’l-kübrâ (1/68), es-Suğrâ (sh:53), Şihâb el-Hafâcî’ye âit Nesîmü’r-riyâz, (3/282), Kastalânî’ye âit el-Mevâhib (4/253), Ali el-Halebî’ye âit es-Sîretü’l-Halebiyye (3/302), Muhammed Tâhir’e âit Mecma’u bihâri’l-envâr (3/402), Muhammed el-Beycûrî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (sh:24), Ali el-Kârî’ye âit Cem’u’l-vesâil fî şerhi’ş-şemâil (1/217), Süleyman el-Cemel’e âit Şerhu’l-Hemziyye (sh:5), Huseyn ed-Diyârbekrî’ye âit Târîhu’l-Hamîs (1/219), ikinci binin müceddidi olan İmâm-ı Rabbânî’ye âit el-Mektûbât (Farsça baskı, defter 3, cüz 9, sh:153), Abdulhak ed-Dehlevî’ye âit Medâricu’n-nübüvve (1/21), Abdürraûf el-Münâvî’ye âit Şerhu’ş-şemâil (1/57), Şah Abdülazîz ed-Dehlevî’ye ait Tefsîru fethi’l-Azîz (sh:316) gibi mûteber eserler bunlardan sâdece birkaçıdır.
Dolayısıyla İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine dayalı aşırı yüceltmecilik iftirâsı sadece Ka’bu’l-Ahbâr (Radıyallâhu Anh)a yönelik olmayıp, bu rivâyetlerin sâhibi olan Osman ve İbni Abbâs (Radıyallâhu Anhüm) gibi sahâbeye ve bu rivâyeti kabûl ederek nakleden zevât-ı kirâmın tümüne, İbni Abbâs’dan başlayıp, İmâm-ı Rabbânî’ye kadar uzanan ulemâ ve evliyâ silsilesine müteveccih bulunmuştur. Zîrâ bu rivâyeti nakleden âlimlerden hiçbiri bu rivâyeti inkâr etmemişlerdir.
Umarım ki siz okurlarım İslamoğlu’nun yahudi kabbalizmine meyletmekle suçladığı zatların ne büyük insanlar olduğunu böylece biraz daha anlamış oldunuz.
Ey gidi İslamoğlu! Sen kimsin ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz ediyorsun. Bir de onları Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in fazîletlerini neşrettikleri için yahudi kabbalizmine meyletmekle ithâm ediyorsun. Benim onlar hakkında serdetmek istediğim tenzih ifâdesinin en güzel örneğini İmâm-ı Rabbânî (Kuddise Sirruhu)nun zikrettiği şu beyitlerde görmekteyiz:
Kâsır bir kişi onları tenkîde kalksa beyinsizliğinden,
Pak sahalarını temizlerim, en çirkin kelimelerinden,
Kurnaz tilki mi koparacak bir zinciri,
Ona bağlıdır bütün dünyanın esedleri. (İmâm-ı Rabbânî, el-Mektûbât, 1/148, 222, 302)
Ey İslamoğlu! Sana da bir çift sözüm var ki, o da Arapça bir beyitte gelen şu ifâdedir:
Ey kafasını ulu bir dağa vurup duran adam,
Dağa değil de kafana acı, eğer acıyacaksan.
Artık İslamoğlu’nun bu zatları yahudilere meyletmekle suçlayan âdî ifâdelerini okuyanlar onun dilinin ne kadar uzun olduğunu, kendileri de onun bu görüşlerini tasvib etmeleri halinde bunca ulemânın ve evliyânın ırzını rencide ettikleri için, yarın âhirette onların şikâyetlerine mâruz kalacaklarını ve iflah olmayacaklarını herhalde anlamış olmalıdırlar. Zâten Şeyhu’l İslâm el-Herevî (Kuddise Sirruhu)nun beyân-ı vechile; Allâh dostlarının: “İlâhî! Kimin Senin nazarından düşmesini istiyorsan, onu bizim gıybetimizle ve tenkîdimizle uğraştırarak helâk et” şeklindeki makbul duâlarının bir netîcesi olacak ki, bu büyüklerin rivâyetlerine îtirâz eden ve onlara hakâret eden hiç bir münkir müflih olmamıştır. Bugün anlayıp tevbe ederlerse tevbe kapısı açıktır, değilse yarın çoktan iş işten geçmiş olacaktır.
İslamoğlu gibi: “Peygambere karizma kazandırmak için ona aşırı hürmet yapıyorlardı” hezeyanlarıyla sahâbe hazarâtına bile dil uzatmaktan çekinmeyen birinin, tâbi’în hazarâtına böyle iftirâlar yapması pek de yadırganacak bir şey değilse de, Ehl-i Sünnet geçindikleri halde hâlâ onunla birlikte hareket eden hocaların ve bu reddiyeler kendilerine ulaştığı halde hâlâ onu dinlemeye devam eden veyâ dinleyenleri uyarmayan kimselerin bu tutumu çok yadırganacak bir şeydir. Kendilerine yâhut yakınlarına veyâ sevdiklerine hakâret ve iftirâ edildiğinde etkilenip tavır takınan kimseler, sahâbe ve tâbi’îne yapılan bunca hakâret karşısında hâlâ sessiz ve seyirci kalabiliyorlarsa, mutlakâ îmanlarındaki samîmiyeti sorgulamalıdırlar.
Allâh-u Te’âlâ’dan niyâzımız: “Doğrusu Biz o hakk (olan Ehl-i Sünnet inancın)ı bâtıl (olan Mu’tezile, Şî’a, Ca’feriyye ve Vehhâbiyye gibi dalâlet fırkalarının sapık inançları) üzerine atarız da o onun beynini patlatır, birden bire (o bâtıl bütünüyle) yok olup gitmiştir. (Ey bidatçiler! Din adına) Nitelemekte bulunduğunuz (bâtıl) şeylerden dolayı sizin için şiddetli helâk (ve yıkım) vardır!” (Enbiyâ Sûresi, 18) kavl-i şerîfi hürmetine, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yüce şânına tâzim husûsunda bize nasîp ettiği hak inancı, İslamoğlu gibi Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bâzı fazîletlerini inkâr ettirmeye çalışanların bâtıl inancına musallat kılarak bâtılı hükümsüz kılması ve onları tehdit ettiği helaktan bizleri muhâfaza buyurmasıdır.
Ahmed Mahmud ÜNLÜ Hoca Efendi- Arifan Dergisi
Mustafa İslamoğlu’nun Yanlış Kuran Tefsiri
Filed under: Uncategorized — moskovazâde @ 2:50 am
Tags: bidat, bozuk, ehli bidat, hatalı, islamoğlu, islamoğlu meal, kuran tefsiri, yanlışlar, şia
Mustafa İslamoğlunun Hazırlamış Olduğu Kuran Meâl’indeki Vahim Hataları
Çoğu Kişinin Büyük Âlim bilip (!) peşinden koştuğu Mustafa İslamoğlu, Hazırlamış olduğu Kur’an Mealinde, Arap dili belağat ve gramerini bilmediğini ortaya koymuştur!
İslamoğlunun Mealinde 3000’e yakın, linguistik (Dil Bilimi) ve gramatik yanlışı vardır!
1) M. İslamoğlu, eski kadim tefsirlerin “ takdir ” metodunu eleştiriyor. Kelimelerin takdiri gerekseydi, Allah onları lâfzen ifade ederdi, diyor. Böyle bir eleştiri ve yaklaşım, Arap dilini ve dünya edebiyatlarını bilmemektir. Çünkü sözün akıcılığı, vurgusu ve güzelliği için bu kural, bütün dünya edebiyatlarında, özellikle îcaz ve i’caza dayanan Arap dilinde makbul ve müstahsen bir yöntemdir.
Evet Kur’an Arap Dili ve Edebiyatı çerçevesinde inmiş, ilahi bir manadır. Yoksa cümleleri bağlamından koparıp, sloganlaştırmak için değildir.
Bununla beraber, M. İslamoğlu, 19. ayette “ Allah onların nurunu gideriverir ” âyetinde “ Allah onların ( göz ) nurunu giderir ” diye takdir yapmıştır. İşin ilginç yönü, bu takdirin yanlış olmasıdır. Ayetin doğru meali şöyledir: “ Münafıkların reisi, kendilerini aydınlatmak için bir ateş yakar. Ateş onun etrafını aydınlatır aydınlatmaz Allah anında münafıkların aydınlığını giderir; onları içinde asla bir şey görmeyecekleri karanlıklar içinde bırakır. ”
2) “ Takva ” vikaye ( korunma ) kökünden gelen mübalağa mastarıdır. Tek başına gelirse insanın kendisini ( kalbini, ruhunu ) günahlardan, kötülüklerden koruması demektir. Allah kelimesi ile kullanıldığında “ kendinizi Allah’ın azabından koruyun ” şeklinde muzaf takdir edilerek mana verilir. Çünkü Allah’ın kendisinden korunmanın bir manası olmaz. İslamoğlu Efendi, 3/80 –81’de ve 23/51–53’te bu kuralı kullanarak doğru meal vermiştir.
Burada ise, “ İttekullah ” gibi terkipleri “ Allah’a saygı duyun ” diye çeviriyor. Muhammed Esed’den ve İzutsu’dan esinlenerek… Halbuki onlar da bu takdir kaidesini atladıkları için; ve bazı yanlış çevirilerin “ Allah’tan korkun ” diye çevirmelerinden yanlış yola girmişlerdir. Haliyle Batılıların işte bakın “ İslam korku dinidir ” olan propagandalarından çekindikleri için… Hülasa saygı manasına gelen takva kelimesi değildir. “ Haşyet ” kelimesidir. Halbuki 2/23. âyette “ itteku naren ” ateşten sakının, diye doğru çevirmiştir.
3) 2/2. ayette geçen “ lareybe fih ” deyimi bir yüklem iken, sıfat olarak çevrilmiştir. Meal içinde gramere bağlı kalmadan, yuvarlatma tarzında bu gibi yüzlerce cümle var. Bu da Kur’an’daki mucizevî yapıya uygun değildir. Ve “ Gerekçeli Meal ” ismine de uygun değildir.
4) 2/3. âyeti “ O muttakiler ki… ” diye çevirmesi gerekirken “ O hidayete erenler ki; ” çevirmiş. Bu da hem âyetin gramerine, hem de manasına aykırıdır. Çünkü bu iki cümlede demek istenilen mana şudur:
“ Muttakiler gayba iman etmek, namazı doğru kılmak, infak etmek, yeni ve eski bütün vahiylere inanmakla, kendilerini korumuş olurlar. ”
Ayrıca İslamoğlu, “ takva hidayetin sebebidir ” diyor. Tam tersine âyet diyor ki, “ Bu Kur’an hidayettir (yol gösterir). ” Bunun sonucu olarak insanlar şu gibi güzel ameller yapmakla kendilerini korumuş olurlar.
5) 2. âyette “ ilahi ” kelimesini takdir etmek “ la reybe ” yüklemini sıfat yapmak birkaç yönden yanlıştır.
a) Çünkü muhatap bu kitabın ilahiliğini bilse zaten kuşku duymayacak.
b ) Takdirsiz ve gramere uygun olarak âyetin meal ve manası şudur: “ Bu bir kitaptır. ( Bilgi ve yasalardır) Onda kuşkuya asla yer yoktur. Çünkü, özünü koruyan binlerle muttakiye yol göstermiştir.” Yani eğer Kur’an’da bir çürüklük olsaydı bu kadar güzel meyveler vermezdi. “ Çünkü şüpheli ağaçlar ürün ve meyvelerinden tanınırlar. ”
c) İslamoğlu, madem takdir kuralına karşıdır, “ belağata aykırı olarak ” yüzlerce kelimeyi neden âyetlerin içine serpiştirmiştir.
d) İslamoğlu “ Burada kuşku Allah’a ” yöneliktir, diyor. Hâlbuki o günkü Medine’de bulunan insanlar Allah’a inanıyorlardı. Demek bu iddianın tarihi bir dayanağı yoktur.
6) İslamoğlu 3. Notta dediği gibi; eğer fıtri olan takva duygusu hidayete götürüyorsa, o zaman Kur’an’ın hidayet ve rehberliğine ne ihtiyaç kalır, gibi paradokslar ortaya çıkar.
7) İslamoğlu “ Gayb ” terimini idraki aşan gerçekler, diye çevirmiştir. Hâlbuki burada, ruhani, uhrevi, metafizik gerçekler kastediliyor. Ve dinde insanın akıl ve idrakini aşan konular yoktur.
8) 2/6. ayette “ iman etmezler ” deyimi, “ iman etmeyecekler ” olarak çevirirse daha isabetli olur. Çünkü “ la ” gelecek olumsuzluk edatıdır.
9) 2/8. âyette “ Onlar kesinlikle inanacak özellikte değiller. ” mealindeki cümleyi “ Onlar müminlerle değiller ” diye çevirmek ve “ ba ” harfine maiyet manasını vermek, belağat ve grameri hiç bilmemek gibi bir şeydir.
Nitekim ayetle ilgili notun sonunda, doğru tefsir yapmıştır. Bu da bir yanlış ve bir doğrunun birbiriyle çelişmesidir.
10) 9. âyetin meali şöyledir: “ Münafıklar Allah’ı ve müminleri aldatmaya çalışıyorlar. Fakat gerçekte ancak kendilerini aldatıyorlar. Ve kendi kuyularını kazdıklarının bilincinde değiller. ”
Burada İslamoğlu âyetin akıcılığına aykırı iki yanlış yapmıştır.
a) “ Allah’ın onların bu hilelerini ifşa edeceğinden farkında bile değiller ” diye çevirmiştir.
b ) “ Onlar farkında olmadan bu hileleri yapıyorlar ” gibi bir manayı hiç kimse vermemiş ki İslamoğlu böyle bir bahis açıyor, 5. Notta…
11) 12. ayetin doğru meali şöyle olmalı:
“ İyi bilinsin ki, onlar bozguncuların ta kendisidir. O kadar çok bozulmuşlar ki, bunun farkında bile olamayacaklar. ”
12) 13. âyette “ Sefihler ” kelimesi aklı hafif, az akıllı manasındadır. “ ahmaklar ” diye çevrilmesi tam isabetli değildir.
“ …gibi mi, inanıyoruz? ” şeklindeki meal ayetin ifadesine ve maksadına aykırıdır. Gerekçesi de yoktur. Münafıkların demek istediği şudur: “ Biz nasıl bu budalalar gibi inanalım? Biz zaten müminiz ” deyip Sahabelere taş atmaktır. Burada hata: “ fi’il–i muzarinin başına soru edatı gelince, geniş zaman manasını bırakıp sadece gelecek zaman manasına geldiğini bilmemektir. ”
13) 7. âyette “ Ve ” edatını “ İşte ” diye çevirmek; cümlede hasır edatı olmadığı halde, hasır (tekellik) manasını vermek; 13. âyette ilim kelimesini şuur ( farkındalık ) manasına çevirmek; 14. ayette inşa kipi olan “ Biz inanıyoruz ” kelimesini “ Biz inandık ” diye çevirmek;
Sh. 9’da “ Ela ” edatını Sahabeleri içine alacak şekilde “ muhatabın uyuyan ve uyuşan bilincini gösterir ” demek yanlıştır.
Çünkü burada uyarı edatının amacı, münafıkların pisliğini ve şeytanlıklarını dile getirmektir.
14) Sh. 9’da “ münafıkların şeytanları ” “ onların reisleri olabilir ”, demek eksik olur. Çünkü kesin mana zaten odur.
15) 14. âyette “ Biz onlarla sadece alay ediyorduk ” şeklinde geçmiş zaman kipi ile meal yanlıştır.
Çünkü, cümle–i ismiyedir. Ve geniş zaman ifade eder. İstihza gibi düşük seviyeli işlerin münafıkların her zaman temel karakteri olduğuna işarettir.
16. âyette “ Onlar doğru yolda olan kimseler değiller. ” şeklinde meal anlamsızdır. Doğrusu şöyle olmalı:
“ Münafıklar kârlı çıkarız, diye hidayete karşı sapıklığı satın aldılar. Ticaretleri kâr etmediği gibi, çıkış yolunu da bulamadılar. ” ( Hidayet yol bulma manasına gelir. )
16) Sh. 9’da 12. Notun bir anlamı yok. Çünkü, bu gibi benzetmeler ( ticari terminoloji ), zaten Arap dilinin doğal yapısıdır. Kur’an sadece bu gibi deyimleri daha beliğ bir şekilde kullanmıştır. Çünkü Kur’an’ın ilk muhataplarının çoğu tüccar idi.
Ayrıca Kur’an için “ dini olan ve dini olmayan alan ” gibi bir ayrım da söz konusu değildir.
Ticaret ve ticaret terminolojisi 7000 yıldır var. Dolayısıyla “ Bunu bu asrın idrakine söylemenin” manasını anlayamadım.
17) 17. âyetteki “naren” kelimesini “ meşale ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, münafıkları “ çölde karanlıklar içinde kalıp etrafını aydınlatmak isteyen, bunun için ateş yakan şaşkınlara benzetiyor. ”
Ayrıca ateş, onların nifak ateşine de bakar. Dolayısıyla meşale, diye çevirmek yanlıştır.
18) “ Onlar ( hakikate ) dönemezler ” diye çevirmek de yanlıştır. Çünkü âyet, “ onların çıkış yollarını bulabilecek, geri dönecek imkânlarının da kalmadığını ” söylüyor.
Sh. 10’da 2. Nottaki bilgi yanlıştır. Âyetle alakası yoktur. Yani münafıkların tutuşturmak istediği ateş ( vahiy ve Kur’an ) değildir. Onların Kur’an’a karşı üretmek istediği yanlış fitne ve çareler ateşidir.
19) 23. ayette iki cümle yanlış çevrilmiştir. Doğrusu şöyledir:
“ Eğer bu şüpheniz, bir gerçeğe dayalı ise; Kur’an’ın bir suresinin benzerini getiriniz. Ve Allah’ın dışında şuheda ( merci, güvenli destek ve şahitler olarak kabul ettiğiniz ) güçleri de yardıma çağırın!. ”
* Âyette “ sıdk ” doğruya, gerçeğe dayanmak demektir. Sadık kişiye de bu ismin verilmesi yalana dayanmayıp, konuşmalarının gerçeğe uymasından dolayıdır.
* Şuhedayı da “ Allah dışındaki tanıdıklar ” olarak çevirmek gevşek ve mantıksız bir tercüme olur.
20) Sh. 11’de 5. Nottaki hadis yanlış çevrilmiştir. ( Aslına bakılsın! )
8. Nottaki endad’ı “ rakipler ” olarak; “ tec’alu ” kelimesini de tasarlamak olarak çevirmek de yanlıştır. Çünkü “ endad ” ( Allah gibi tapılan ve kabul edilen ) putlar demektir. Müfredatın deyimine göre “ nidd ” Kur’an’da benzerlik manasına binaen kullanılmıştır. Allah’ın benzeri olmayacağına göre, burada benzerlik tapma yönü demek olur. Ki, Kur’an’da geçen bütün yerlerde bu tapma manası var. Zaten âyetin başı “ ibadet edin ” diye gelmiştir. Evet, Allah’ın düşmanı olur. Ama Allah’ın rakibi olmaz.
“ Ca’l ” ise edinmek, yani put edinmek demektir. Tasarlama diye çevrilse, bu manayı vermez.
21) 25. âyette “ iman eden ve iman özelliğiyle tanınanlar ” manasındaki bir edebi deyimi ( ki, bu “ellezine ” edatının tam ifadesidir ) “ imana ulaşanlar ” diye çevirmek; “ imana ulaşıp da inanmayan nice kimseler var” olabileceğinden dolayı gevşek ve yetersiz bir çeviri olur.
22) Sh. 12’deki “ Amel–i Salih ” ile ilgili bilgiler bütünüyle yanlıştır. Çünkü:
Kur’an bu deyimi mutlak bırakmıştır. Ki, dine uygun yararlı bütün işleri kapsasın. Dolayısıyla Kur’an’ın her yerinde bütün yararlı işleri içerir. Ayrıca; Kur’an, nûzûl sürecine göre hiçbir ifadeyi ve temel kavramı değişik kullanmamıştır. Kur’an terminolojisinde evrimsel bir boyut yok. Yani, amel–i salih, ( yararlı işler ) küfür, günah, ifsad gibi ne kadar kötü eylem varsa onlara karşı olan eylemlerdir. Dolayısıyla ilimcilik oynayıp bu kelimeyi değişik nüanslara ayırmak ilmi olmaz.
Maalesef İslamoğlu, bu gibi zannî bilgileri mealin içine çokça idhal etmiştir. Mesela “ yararlı işleri ” ( imanla uyumlu iyilikler ) diye çevirmenin mantığını anlamış değilim.
Bu âyette “ her seferinde birbirine benzer fakat değişik olarak o rızık onlara sunulur ” mealindeki cümleyi “ Oysaki bu, o nimetlerin çağrıştırdığı belli belirsiz bir benzerlik ” şeklinde çevirip, Dücane Cündioğlu’nun deyimiyle anlamsız bir anlam vermek, cümlenin öznesini ve yüklemini göstermemek, acaba hangi gerçeğe dayanıyor, diye sormak gerekir…
23) 26. âyette “ haya etmeyi ” kaçınmak diye çevirmek yanlıştır. “ İman edenler, bu gibi misal vermenin hak olduğunu, kendilerini terbiye eden Rablerinin rububiyeti gereği olduğunu bilirler ” mealindeki evrensel bir bilgiyi “ iman edenler bilirler ki gerçek, Rableri katındandır ” diye, gramere ( zamiri atlayıp iki yüklemli cümleyi bir yükleme indirgemek şeklinde ) aykırı olarak âyeti manasız bir slogan yapmak, bence Müslümanlara büyük bir hakarettir.
“ Men yeşau ” tabiri Kur’anî bir kalıptır. Genellikle “ Allah istediğini saptırır, istediğini de hidayete erdirir ” şeklinde çevrilir. Fakat bu deyimin geçtiği yerlerde veya bir önce veya bir sonraki âyetlerde “ İnsanlar fısk veya doğru tercihte bulunduktan sonra, Allah, düzenli ve yasal meşietiyle onları ya saptırır veya hidayete erdirir ” bu âyette “ Allah fasıklardan ( yasal yaşamayanlardan ) başkasını saptırmaz, ” cümlesinde olduğu gibi, bir gerekçeye değinir. Bu gerekçeye dayanarak yasal ve haklı olarak ilahi meşiet vurgulanır. Bu yasal işler için determinizm olmasın, diye meşiet kelimesi seçiliyor.
Demek Kur’an’ın bütünlüğünü görmeyenler, meşiet ( yeşau ) kelimesinin “ yasal ilahi icraat ” manasına geldiğini bilmeyenler, ukalalık yapıp burada özneyi “ Allah’tan ” kişiye veriyorlar. Veya Mustafa İslamoğlu gibi bu fiil, çift öznelidir, diye bir çıkış arıyorlar. Halbuki bir fiilin çift özneli olması, 2×2’nin 6 etmesi gibi bir saçmalık olur.
Ayrıca burada öznenin kesin olarak Allah’a raci olduğunu gösteren 20’den fazla âyet vardır. Fihristten “ yeşau ” maddesine bakınız.
24) 28. âyette “ cansızken ” sıfatını; “ öldüren ”, “ dirilten ” fiillerini yanlış çevirmiştir. Fiiller gelecek zaman kipleridir, geçmiş zaman olarak çevrilmemeli! Son cümleyi de “ sonra Ona döneceksiniz ” diye çevirmek, hem gramere, hem üsluba daha uygun olur.
25) 29. âyetin meali ve ilgili notu çok güzeldir. Fakat “ Ve ” edatını “ nihayet ” diye çevirmek yanlıştır. Burada atıf illet manası içindir. Yani:
“ Allah yeri göğü her şeyi sizin için yaratmıştır. ( Bu yaratma ona zor gelmez. ) Çünkü O her şeyi bilendir. ” ( Yani bilgi, işi kolaylaştırır. )
26) 30. âyette “ bozgunculuk çıkaracak, kan dökecek ” gelecek zaman kipi iken fiilleri, “ fesad çıkaran, kan döken ” diye geçmiş zaman fiilleri olarak çevirmek yanlıştır.
İslamoğlu bu âyetle ilgili 2. Notta Rağıptan “ melek ” kelimesinin “ milak ” kelimesinden türediğini naklediyor. Halbuki Rağıpta böyle bir ifade yok. Ayrıca İslamoğlu, Rağıptan “ Her meleğin melaike olduğunu, fakat her melaikenin melek olmadığını ” özetle naklediyor. Haliyle Rağıptaki diğer ifadeler olmayınca bu cümle bir bilmece gibi kalıyor. Rağıbın izahına göre manası şudur:
“ Melek bir şeyi yönetmekle görevli olan ruhani varlıktır. Dolayısıyla her melek melaikedir. Fakat melaike daha çok ibadet ve zikir ve tesbih yapan ruhani varlıklar demektir. Onların maddi âlemden bir şeyleri yönetmesi gerekmez. Dolayısıyla her melaike melek değildir. ”
İslamoğlunun, temel kaynaklardan yaptığı alıntılarının çoğu kısa ve anlaşılmayacak niteliktedir. Mesela: Taha 15. âyetin notunda “ uhfiha ” kelimesinin zıt manalı olabileceğini söylüyor. Ve yanlış telaffuz ile okuyor; “ Ehfiyeha ” diye yazmıştır.
Halbuki zıt manalı deyince “ nerede ise ben kıyameti gizleyeceğim ” mealindeki âyeti “ nerede ise kıyameti gerçekleştirip açıklayacağım… ” şeklinde meal vermeliydi. Zaten doğru mana da bu ikincisidir. Çünkü kıyamet zaten gizlidir. İslamoğlu bu âyetteki “ ekâdu ” fiili için nakıs değil de “ tam ” olduğunu söylüyor. Halbuki bu gibi nakıs fiiller, haber aldıktan sonra “ tam ” fiil olma ihtimalleri kalmaz. Ki burada “ ekâdu uhfiha ” şeklinde haber almıştır.
27) 3. Nottaki “ Halife ” meful olarak bir başkasına vekâlet veren, deyimi manasızdır. Doğrusu “ başka birinin yerine halife yapılan ” olmalı. ( Müncide bakın. )
28) İslamoğlunun “ Âdem ” ile bütün insanlık kast edilmiş, diye izahı çok isabetlidir. Fakat bu bilgi yanında üç şeyi eksik bırakmıştır.
A) Halife ( Allah’ın yeryüzündeki vekili ) eril bir kelimedir. M. İkbal, Ali Şeriatı, Bediüzzaman gibi düşünürler, burada Âdem insanlığın, ruhani, ilmi, kültürel yönünü temsil eder. Ve ancak insan tür olarak Allah’ın yeryüzündeki icraatını yerine getiren bir halife olabilir, diyorlar. Bu manasıyla çoğulu Hulefa gelir. Dişil olma yönü de vardır. Bu yönüyle beraber çoğulu “ Halaif ” tir. “ Allah siz yeni nesilleri ( erkeğiyle kadınıyla ) geçmiş nesillerin halaifi yaptı ” mealindeki âyette olduğu gibi.
B ) “ Halk ” kelimesi etimolojik olarak şekillendirme demektir. “ Ca’l ” ise daha çok soyut eylemler için kullanılır. İşte buna göre, yaradılış ile ilgili deyimler eğer, biçimsel biyolojik yöne bakıyorsa “ Halaka ” fiili kullanılıyor. ( 7/11’e bakınız. ) Burada ( 2/30 ) iş, soyut bir eylem olduğundan, ( insan türünün yeryüzündeki hilafeti kastedildiğinden ) Ceale fiili kullanılmıştır. “ Ben bir halife edineceğim ” denmiştir. Dolayısıyla İslamoğlunun 4. notu faydalı bir bilgi vermiyor.
C) Madem İslamoğlu Âdemden maksat insan türüdür, diyor. Az da olsa bu biyolojik ve sosyolojik süreci anlatması ve gerekçelerini göstermesi gerekirdi. Fakat maalesef Sh. 16–18’deki notların çoğu birbiriyle çelişiyor. Kur’an ise çelişkilerden münezzehtir.
29) Âyet 32’deki “ Sen tek otoritesin! ” şeklindeki çeviri, Allah’ın kutsiyetini, sonsuzluğunu ifade etmiyor. Hocamız bu manalar için “ bu kelimeyi seçtim ” dese de mana öyle değildir. Âyet 33’teki secde, hizmet, itaat ve saygı manasındadır. “ Emre hazır olmak ” şeklinde çevirmek bu manaları vermez. Âyet 34’te aynı cümle içinde “ olmuştular ” ve “ oldu ” kelimeleri zaman açısından uyumlu değiller. Ayrıca “ olmuştular ” gibi mış–miş’li fiiller Kur’an’a ve ilahi hitaba yakışmaz.
Âyet 36’da “ yerleşme, karar kılma ” manasına gelen kelimeyi “geçici bir hayat alanı” olarak ve “ belli bir süre yaşamak ” manasına gelen kelimeyi de “ tadımlık bir haz ” diye çevirmek, sorumluca ve kelimelerin hakkını veren bir çeviri değildir.
30) İslamoğlu her halde Kur’an’ın çoğu yerde eşyanın bilinçli yapısına işareten “ akıllar ” için kullanılan “ hüm ” zamirini yanlışlıkla eşyaya değil de “ Esmaya ” yönlendirmiş; birçok ihtimalli manayı vererek işi kapalı bırakmıştır.
Evet, her şey bilinçli bir dosyadır. Eşyanın ( insan dilindeki kelimeler olarak ) isimleri ise, içlerindeki yazılım ve bilince göre verilmiş birer nişandırlar. Esma demek, Arapça kelimeler demek değildir. Allah’ın sonsuz varlığının eşyalar ve varlıklar olarak yansımasıdır. Yani her şey Allah’ın ismidir.
“ Hüm ” zamiri meleklere de raci olabilir. Çünkü melekler, eşyanın dayanağı olan bilinci temsil ediyorlar.
31) “ Âdemin algıladığı kelimeler ” ( 2/37 ) deyimi de; insanoğlunun doğal, sosyal ve dini olarak edindiği yasalar demektir. İnsanoğlu bu yasalarla yeryüzünde yaşam imkânını bulup eksiklerini kapatabilmiştir. “ Allah İbrahim’i kelimelerle ( yasalarla ) imtihan etti. O da onları tamamladı ( uyguladı ) ” âyetinde ve “ kelimetullahi hiyel–ulya ” âyetinde kelime, yasa ve şeriat manasına gelir. İşte dil, tarih ve realiteye uygun olan bu izahı, Sh. 15–16’daki 24–25. notlarla karşılaştırın, farkı ve eksikliği görürsünüz.
İslamoğlu birçok şeyi ihtimaller karanlığında bırakmakla, yani bir yandan evrimi ve Âdemin insan türünü temsil ettiğini söylüyor, öbür yandan “ Allah ilk insana dilleri öğretti. İlk insan, ilk peygamber Âdemdir ( Sh. 18, 25. Not ) ” gibi ifadelerle akılları karıştırıyor. Halbuki Kur’an’ın bir ismi “ Kitabun Munir ” dir. ( Aydınlatıcı kitap )
32) İslamoğlu, 38. âyetteki “ Bu cennet ortamından hepiniz inin dedik. Kesin olarak benden size bir rehberlik ( hidayet) gelecektir. ” mealindeki iki cümleyi “ Emrettik: oradan hep birlikte çıkıp inin! Fakat benden bir rehberliğin size ulaşması şarttır. ” şeklinde çevirmiştir.
Burada “ imma ”, “ ma ” edatını almış, muhakkak manasına gelen “ in ” den ibarettir. Şart edatı da olsa, Hocanın dediği gibi cevabı olmayan bir şart değildir. O zaman şöyle meal verilir: “ Benden size bir rehberlik gelince; kim ona uyarsa onlara ne korku vardır, ne de üzülürler. ”
33) Sh. 20 Not 3’te “ Huld ” kelimesi dünyaya ilişkin geldiği üç yerde “ inkâr, vehim ve red ” için kullanılır, diyor. Galiba demek istediği “ Huld ” ( ebedilik ) kavramı dünya hayatı ile ilgili kullanıldığında daima olumsuz manasıyla kullanılmıştır. Çünkü dünyada ebedilik yoktur.
İslamoğlu bazen bir âyetin bir veçhini, bir masadakını ele alıp mananın tümü olarak gösteriyor. Mesela:
Fatiha suresinde “ Mağdub ” kelimesinin manası Yahudilerdir. “ Dallin ” de Hıristiyanlardır, diyor. Halbuki böyle bir genelleme ehl–i kitapla ilgili yüz âyete aykırıdır. Bir kısım kadim müfessirlerin böyle bir tercihi ise, Yahudilerin fazlaca esbapperest olduğundan ve Hıristiyanların İsa’nın tabiatının anlaşılmasında boğulduklarından dolayıdır.
Nitekim B. Said Nursi, 30. Söz’de bu âyetteki “ mağdup ” lardan maksat, esbaba tapanlarlardır. “ dallin ” den maksat, tabiat ve madde içinde boğulanlardır, diyor.
İşte, İslamoğlu Müslümanların bu asırda materyalizme, paraya, dünya hayatına bağlanıp, ilahi gazap içinde kaybolduklarını dile getireceğine, onları uyaracağına, bundan maksat benim “ Yahudileşme Temayülü ” adlı kitabımda anlattıklarımdır, diye işi materyalize edip dünyevileştiriyor.
Sanmayın Fatiha suresinin mealinde sadece bu gibi yöntem yanlışlığı vardır. 20–30 tane daha tercüme ve notlandırma yanlışlığı, orada da var.
Bu son dönemde Ali Ünal Beyefendi de bir meal yazdı. Ortaçağın Ortodoks anlayışına uydurup cemaati dağılmaktan kurtarmak için 3000 âyeti tahrif etmiştir.
Daha önce modernite dinine girmiş olan Batılıları tatmin etmek için M. Esed de bu şekilde binden fazla âyeti tahrif etmiştir. Mustafa İslamoğlu, bu iki zat gibi Kur’an’ın metnini hepten göz ardı etmemiştir. Fakat yine de 3000’e yakın, linguistik ve gramatik yanlış içeriyor. Ayrıca okuyucuya sağlıklı bir yorum hakkı vermiyor. ( Bakara 102’ye bakınız. ) İnş döner tashih eder.
Numune olarak biz bu kadarıyla yetinelim.
Yorumlar kapalı
11/04/2011
Ehl-i Sünnet Akîdesi
Filed under: Ehli Sünnet Akîdesi — moskovazâde @ 6:26 pm
Ehli sünnet ve’l cemaat (Radıyallahü anhüm ecmain) Hazeratının i’tikadları budur ki:
Allah Teala Hazretleri birdir, kadimdir, araz,cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dud değildir.
Kadim, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’ladır.
Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz.
Bir mekana muhtaç değildir.
Üzerine zaman geçmez.
O’na hiçbir şey benzemez.
İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.
O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen olmaz. Onun için de ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlarda şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelam, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, alem cemi-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır.
Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, taat ve isyan cümlesinin halıkı Allah Teala’dır.
Allah’tan gayrı Halık yoktur.
O fiillerin kullardan suduru, yani oluşu Hak Teala Hazretlerinin iradesi, meş’iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.
Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkab olunurlar.
Taatta sevap, Ma’siyette de ikab vardır. Güzel işler işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı hakk’ın rızası vardır.
Fena ve kötü şeyler ki ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul , gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.
Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır.
Maktül eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur.
Ecel birdir.
Haram dahi rızıktır.
Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun.
Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalalet ve hidayetini halk edendir.
Dilediğine dalalet ve dilediğine de hidayet halk eder.
Kula aslah olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Hz. Resulullah(s.a.v.) ‘in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urucu haktır.
Melekül mevt haktır.
Kabirde, bütün kafirlerin ve bazı günahkarlar mü’minlerin azabı haktır.
İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.
Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır.
Amellerin tartılması haktır.
Kitap haktır, hesap da haktır.
Havz-ı kevser haktır.
Sırat köprüsü de haktır.
Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin şefaatı da haktır.
Cennet ve cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler.
Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fana, yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.
Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.
Şirkten maada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.
Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da afvı caizdir, tövbe etmese dahi.
İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.
Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir.
Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir.
Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min: Ben Hakka müminim demelidir. İnşallah ben mü’minim demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.
İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şübheden ari olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden asidir.
Bazı kere sa’id, saadete erişen kişi şaki, yani cehennem ehli olur ve bazen de şaki, yani cehennemlik bir kişi de sa’id ani ehl-i cennet olur. Yani, Müslüman iken kafir olur veya kafir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i taatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de cehennem ve ikabla tenzir etti. Nasa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtac oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu’cizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir.
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini amillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasullerinden, meleklerin rasulleri ise beşerin Salihlerinden, beşerin salihleri ise bütün meleklerden efdaldir.
Keramet haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vasıl olamaz.
Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir (r.a.) dır. Ondan sonra Ömer el Faruk, ondan sonra Osman Zü’n-nureyn, ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (r.aleyhüm) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir.
Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yad etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Ehl-i İslam’a bir imam mutlaka lazımdır, Müslümanları hem korumak ve hem de işlerinin layıkıyla görülmesi, cum’a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.
Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Zamanların ve mekanların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü, bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi.
İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir.
Sihir vakidir.
Göz değmesi de caizdir.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder.
İctihadında isabet ederse iki sevap alır., hataları da afvolunur.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vacibdir.
Ümmetten hiçbirisine cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasulullah’ın (s.a.v.) şehadet ettikleri aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain.
Deccalin çıkması haktır.
İsa (a.s.)’ın semadan nüzulü haktır.
Dabbetü’-arz’ın hurucu haktır.
Kahine, müneccime, arrafa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir.
Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabdır.
Allah Teala indinde makbul din İslam dinidir.
http://www.sapitanlar.com
Yorumlar kapalı
16/12/2010
Mezhepsiz Efganiyi Taklid Eden Mustafa İslamoğlu
Filed under: Mezhepsizleri Kaynak Göstermesi — moskovazâde @ 5:32 pm
Tags: cemalettin efgani, din reformcuları, ehli sünnet dışı, itikat hırsızları, mevdudi, mezhep dışı, mezhepsiz, mezhepsizlik, mustafa islamoğlu, sapık fırkalar, sapıtanlar
MUSTAFA İSLAMOĞLU : O’da Efgani mezhebsizini savunanlardan.[1] Türkiye’deki mezhepsiz reformcuları kaynak alarak kitaplar yazanların içinde kalemi güçlü bir isim. Hiç değilse İmamlar ve Sultanlar kitabında, imam-ı Azam (rh.a) efendimizi Ebu Hanife’den hariç “Azam” lakabı ile anabilmiş, Allah rahmet eylesin, şehid imamdır diyebilmiştir.Tabi burada maksadı tağuta karşı kendine malzeme olarak İmam-ı Azam efendimizi seçmek değilse !
Bu cümlelerinin onu Muhammed Abduh, İbn Hazm, İbn Teymiyye, M.Abdulvehhab, Mevdudi..vs. gibi isimlerin ve rafizi vehhabi etkilerinden kurtarmaya bir sebep olmasını dilerim. Zira kitaplarında kaynak olarak ele aldığı isimlerden bazılara bunlar ! Bu isimlerin ne korkunç itikad hırsızları olduğunu benim gibi ilimsiz biri tesbit edebildiğine göre, kendisinin bunları bilmemesi düşünülemez !Geriye bir tek ihtimal kalıyor : Bu isimlerin çağırdığı itikadı-Allah korusun- benimsiyor olmak !
Bahsi geçen kitabında (sh: 178) İmam-ı Yusuf (rh.a.) gibi bir müctehidi yargılaması haddini bilmezlik olsa gerek.Bu mübarek imamı yargılamaktan geri durmayan birinin, mezhepsiz olduğu bilinen Mevdudi’yi de aynı sayfada İmam Yusuf’a nispet edercesine övmesi enteresandır.
Bir başka kitabında çok talihsiz cümleleri var. Sevgili Peygamberimizin gözlerinin, mübarek ağız biçiminin, inci dişlerinin güzelliğini, sesinin gür çıktığını, yani peygamberi mucizeden olmak üzere, seslerinin çok uzaklardakilerin dahi duyabildiğini, boylarının herkesten yüksek göründüğünü, tenlerinin misk-i amber gibi koktuğunu, bir çocuğu sevse o çocuğun başında mübarek ellerinden yayılan kokunun günlerce ayrılmadığını çeşitli muteber ehl-i sünnet kitaplarında okumuşsunuzdur.
İslamoğlu’da tüm bunları epey malumatla mezkur kitabında naklettikten sonra bakın ne diyor : Rabbimiz Hz.Peygamberi örnek olarak gösterdiği halde, nedense klasik ulema ille de onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… Verilmek istenen insan tipi taklid edebilecekleri bir nebi değil de kendisine sadece hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…Elbette efsaneler örnek alınsın diye değil, sadece insanlara ” onlar kim, biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Geçmişte bu tavır niçin takınıldı, bilemem.Lakin çağın mantığı da buna çok benziyor. Kutsa ve müzeye kaldır.. Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir.Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!) [2]
nedense klasik ulema.. İmam-ı Suyuti,İmam Müslim, İmam Buhari, İmam Taberani, İmam-ı Kastalani, İbn-i Cerir M.Taberi (RA) gibi mübarek ve mutemet isimler mi klasik ulema ? Yani eski bakışlı, dar ufuklu klasik ulema demek istiyor. Efendimiz aleyhisselatü vesselamın hayatlarını cephe cephe gözlemlemiş, yıllarca hizmetlerinde bulunup O’nu (SAV) aşkla yeterince anlatamamış olmanın sıkıntısını çekmiş sahabe mi klasik ? Zira senin klasik dediğin ulemalar bu sahabe zincirinden gelen anlatımla bize o şanlı Peygamberi anlattılar.Yine bu dini biz -Allah razı olsun- onlardan öğrendik.
Siz çağdaş ulema olmaya özendiniz ve mezhep tanımazları akıl hocası bildiniz ! Çağdaş Hamidullah alçağı, Peygamber düztabandı, tükrüğünden başka mucizesi yoktu dememiş miydi.? Kitabında nakillerde bulunduğun M.Abdulvehhab “benim elimdeki bastonumun bana faydası var, Muhammedin (SAV) faydası yok dememiş miydi ? “Kişi sevdiğiyle beraberdir” onu efsaneleştirmek için ellerinden geleni arkalarına koymamışlardır… İlk nur ve son Peygamber.Allah (CC)’ın “habibi” sevgilisi..Buna rağmen sen, Allah Resulünün bizlerden farklı yanının olacağını, diğer insanlardan üstün vasıflara haiz olacağını kabul etmiyor musun? Kaba bir maddeci bakışla dinin tebliğ eden elçiydi hepsi o kadar mı ? Tebliğ ettiklerine bakın, tebliğciye bakmayın diyorsan, Al-i İmran suresi: 31′i muteber ehl-i sünnet tefsirlerinden oku. Biraz da Mesnevi’yi okuyalım ki, maddi gözümüz kapansın, manevi aşk gözümüz açılsın.
Sahabe-i Kiram hazaretı Efendimiz (SAV) mübarek sakal-ı şeriflerini tarasa, saçlarından kesseler, teller toprağa değmeden kapışıyorlardı.Hiçbiri senin gibi tebliğ ettiğine bakın, Peygamberin şahsından size ne demediler.Peygamberimizin birileri tarafından efsaneleştirilmeye, büyütülmeye hiç ihtiyacı yoktu.O (SAV) zaten en büyük ve en üstün İNSAN idi.
Yoksa “Bu övgüler övene nispetledir.Yoksa bu övüş sana bir kınamadır, bir hicivdir.” yani Ey Resul seni kendimizce, bilgimizce övdüğümüzü sanırız, kendi vasıflarını bilen, senin katında ise bunlar ne eksik şeylerdir.[3]
Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler…, haşa yani Peygamber böyle değildi de, böyle hayali bir insan aktarıldı. Aşkınlaştırılmış, abartılmış demeye getiriyor.Prens Bismark bile “Sana layık bir vücud olamadığımdan dolayı müteessirim Ya Mu…. derken, bizim yerliler saf İslam diye diye, Yüce dinimizde mana mefhumu adına, mucize adına hiçbir şey bırakmadılar.
M.Hamdi Yazır -rahmetüllahi aleyh- efendi, Al-i İmran : 33. Ayetini tefsir ederken, peygamberlikteki özellik ve üstünlükleri şöyle açıklar : “ Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerekse ruhani kuvvetlerde başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyguları gibi idrak güçleri, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma duyuları; hafıza ve zeka gibi zihinsel güçleri, akli ve ruhi güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik bakımından da diğer insanlardan farklı bir mükemmelliğe ve varılabilecek en yüksek düzeye sahiptir. Mesela uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde gerisinden de görebilirler. Başkalarının işitmediğini işitir, duyamadığını duyar, tadamadığını tadarlar. Şifa-i Şerif’tede genişçe açıklandığı gibi Peygamber -sallahü aleyhi vesellem- Efendimizin cismani ve ruhani kuvvet melekeleri ne kadar yüksekti.”[4] diyen alimlere mi, yoksa bütün bu alimleri ve ittifakla naklettiklerini hiçe sayan reformcu çağdaş naylon müctehid taslaklarını mı dikkate almalıyız. Vallahi yakınlarıma hep şunu söylüyorum: Y.Nuri gibileri seyredeceğinize, açık-saçık bir film seyretmeniz daha evladır..Zira ilki itikadını bozup, dinden eder, ikincisi de çirkin olmakla beraber yalnızca günahkar eder! Durum bu kadar vahimdir. Peygamber varisi gerçek alim mürşid-i kamil zatlarda bu varisliklerinden ve peygamber veresesinden nasiplerini alırlar.Öyleyse günümüzde bile peygamber varisi evliyaya dikkat!
” onlar kim biz kim! ” dedirtmek ve hayret ıslıkları çaldırmak için oluşturulur…Yani Peygamberden insani yapı olarak, aslında hiçbir farklı yanımız yok demeye getiriyor.Hani şu onlar adamsa bizde adamız meşhur söylemleri gibi!..Onun örnekliği iki ayaklı Kur’an oluşundan gelir. Şu bedbah tanıma bakın! Kainatın Fahrini -sallahü aleyhi vesellemi- nasıl kaba bir tanımlamaya, tozuna kurban olacağımız mübarek varlıklarını bu şekide dillerine dolayabiliyorlar.Oysa ehl-i sünnet ve cemaat önderleri Ol Rasulü taşımak şerefindeki binitlerine dahi (katır) demeyip, ester dediler, binitlerinin bile Allahresulünce verilmiş isimleri vardı.Kaba softaların kaba dili o Allahın boyası ile boyanmış aynaya zaten iz düşürmez!
Onunla ilgili söylenenler gerçek de olabilir..(!)Önce mübarek önderimizi (SAV) küçültücü izah et, şüphe tohumlarını ek, sonra da onunla ilgili söylenenler gerçek olabilir de. İlmine mağrur şeytan kıssasını bir anlayabilseydik ! Bir Müslüman için gerçek olabilir, diye bir düşünve olamaz. Şüphe yok.O (sav) şüphesiz Elmalılı tefsirinde (yukarıda) verdiğimiz gibiydi, hatta daha da üstte,-haşa- Allah demeyecek kadar muazzez ve muhteşemdi.
Verilmek istenen insan tipi… hayranlık duyulmak için oldukça aşkınlaştırılmış insanüstü bir peygamber tipi çizmekteler.. Şimdi bu cümleyi bir daha ele alalım. İslamoğlunun başka bir cümlesini buraya taşıyalım : “ Tek kişilik bir ordu, tek kişilik bir ümmettir, göklerin kendine dar geldiği kartaldır.” Peh peh peh..! İslamoğlu bu hayranlık uyandıracak, aşkınlaştırılmış kelimeleri başka bir yerde kullandığını unutmuşa benzer. Biz kendisine hatırlatalım. Yukarıdaki bu cümleleri Kafir, mason Cemaleddin Efgani için kullanmıştır. [5] Allah Resulüne -sallahü aleyhi vesellem- çok gördüğü meth-ü sena içeren cümleleri bir mason için kullanmaktan çekinmemiştir!
Çağdaş yazarlar, siz; peygamberlik sanatlardan bir sanattır diyen, mezhepsiz ve mason birini göklerin kendine dar geldiği bir kartal olarak anarken, fena yakayı ele verdiniz. Kişi sevdiği ile beraberdir. Biz Hazreti Peygamberi, arkadaşlarını, aşıklarını övmeye devam edeceğiz. Siz de masonları övün. Er yarın Hak divanında belli olacak !
Tarikat meselesinde, batıl tarikatleri asli tasavvufa örnek göstermesi ve hak tarikatlerden misaller getirmemesi (sh: 100), kelam ilmini faraziye olarak nitelemesi, (sh:45 ); Hz.Osman (RA) efendimize yapılan iftiraları ayrıntılı gözler önüne güya tarafsız ve savunmadan vermesi (!) (sh: 38-39 dip notları ); aşere-i mübeşşere’nin sayısı, İmanın ve İslam’ın şartının kaç oluşuna kadar, herşeyi yeniden tesbit etme ve geçmiş ehl-i sünnet müctehidlerini, alimlerini yetersiz gösterme eğilimleri gibi hiç de üzerine vazife olmayan ihtilaflardan, yeni ihtilafları doğurmuş !
“Ehl-i sünnet içi tekfir yarışmasına Hanbeliler de Eş’ariyi tekfir edip, kanının helal olduğu yollu fetvalar vererek katılırlar.”(sh: 43 ) Hak mezhebleri birbirine garazlı gösterme gayreti bir kere daha karşımıza çıkıyor. Hanbeliler dediği, hanbeli mezhebinin bulunduğu bölgede, Teymiyye yandaşı vehhabilerdir. Vehhabilerin ise ehl-i sünnetin kanını, malını, ırzını helal addettikleri bilinen birşey. (Yusuf Nebhani hazretleri bunu eserlerinde açıkça belirtir.) İslamoğlu’nun çağdaşı Karaman’da bir televizyon konuşmasında Arabistanın vehhabilerini Hanbeliler olarak tanıtmıştı !!
Bu kitabı da satır satır ele alsak, yazacak çok şeyimiz olurdu elbet. Lakin bu memleketimizin ehl-i sünnet alimlerinin, hocalarının (erbabının ) yapmak zorunda oldukları bir iş. Eskiden icazetli ulema, ilmi yayınları titizlikle takip edip, gerekli gördükleri zaman tenkid yazıları yazarak; ümmete duyururlardı.
Günümüzde heva kitapları, her türlü kontrolden uzak, boş meydanda at oynatmaktadır. Hiç kimse rahatını bozmak istemiyor. Ahmed Davudoğlu ve Necip Fazıl merhumdan sonra bu vadide bir M.Şevket Eygi, Ebubekir Sifil hoca kaldı. Bir de son zamanlarda cesurca; bu gibi insanların üzerine Furkan dergisinde giden Muhterem Sadeddin Ustaosmanoğlu vardı. Şer’i konularda hassas kalemlere ne kadar çok ihtiyacımız var !
[1] Furkan Dergisi, sayı: 26. yıl : 1997
[2] M.İslamoğlu, İman Risalesi sh: 281 vd.
[3] Mesnevi, Gölpınarlı c.VI, sh: 89,
[4] M.Hamdi Yazır, Hak Dini, Kur’an Dili, II/1090 vd.
[5] M.İslamoğlu, “Anadolu”, Denge yay. C.2, sh: 152,285,298,299,300,303
Alıntıdır.
“Cennet ve Cehennem Yok Olacak” Görüşü
Filed under: Cennet Cehennem Ebedîdir! — moskovazâde @ 11:02 am
Tags: azap, cehennem, cennet, ebedi, islamoğlu, mustafa, sonsuz
“Cennet ve Cehennem Yok Olacak” Görüşü
Mustafa İslamoğlunun Hezeyanları!
Yazar Ali Kara / Perşembe, 18 Eylül 2008
“Cennet cehennem yok olacaktır” görüşü benim görüşüm değildir. Bir Kur’an talebesi olarak Kur’an’daki “huld” ves “ebed” kelimelerini tahlil ettim. Cennet ve Cehennemin ebediliğinin nasıl anlaşıldığını sahabenin olayı nasıl yorumladığını söyledim.
Hz. Ebubekir’in, Hz. Ömer’in, Hz. Abdullah b. Mes’ud başta olmak üzere birçok güzide sahabinin bu konudaki günümüz yaygın kanaatinin aksine olan görüşlerini serdettim. Cehennemin sonsuz olmadığını söylediklerini naklettim.
Buna da İbn kayyım el-Cevziyyenin yazdığı Hadi’l-Ervah İla Biladi’l-Efrah adlı eserini kaynak gösterdim. Bu eser arapça olarak piyasada var. Her yerde satılıyor. Bakmak isteyen açıp bakar. İbn Kayyım’ın ilmi yetkinliğinin derecesini siz bilmezseniz bilen birine sorabilirsiniz. “
Bir sonraki derste kendi görüşümü naklettim. O da şuydu: “CENNET VE CEHENNEMİN ZAMANI GAYBİ BİR KONUDUR. BU KONUDA KONUŞMAK ĞAYBI TAŞLAMAKTIR. BUNU ALLAH BİLİR. BİZE DÜŞEN CEHENNEMDEN SAKINMAK CENNETİ HAK ETMEKTİR”
M.İslamoğlunun sözleri burada bitti. Tenkit;
Ehl-i Sünnet, Cennet ve cehennemin ebediliği hususunda görüş birliği içindedir. Sadece İbn Teymiyye ve İbnu’l-Kayyım’da bu noktada İcma’a muhalif bir tavır görüyoruz.
“İbnu´l-Vezîr” diye bilinen, el-Avâsım sahibi Muhammed b. İbrahim el-Yemânî, Sübülü´s-Selâm sahibi Muhammed b. İsmail es-San´ânî ve Zâhid el-Kevserî, kâfir ve müşrikler için Cehennem hayatının sonsuz olmadığı görüşünü İbn Teymiyye ve İbnu´l-Kayyım´a nisbet etmiştir.[1]
İbn Hazm, üzerinde icma bulunan meseleleri zikretmek maksadıyla kaleme aldığı Merâtibu´l-İcmâ´da “beka-i nar” meselesini de zikretmiş ve şöyle demiştir:
“Cehennem´in hak olduğunda, buranın ebedî bir azap yurdu olduğunda, kendisinin de içindekilerin de sonsuz ve ebedî olarak devam edip, fena bulmayacağında ittifak etmişlerdir?” [2]
M. İslamoğlu, Kur’an-da onlarca apaçık Ayet varken, Alimlerin İcmaı varken, Cennet ve Cehennemin ebediliğini nasıl olurda gaybı bir mesele olarak ele alır? İşte asıl felaket budur!
Ayrıca, Bazı büyük Sahabelerin Fena-i Nar (Cehennemin sonsuz olmadığını söyledikleri) ilgili görüşleri, O büyük Sahabelere atılmış korkunç bir iftiradır! Bu iftiranın sahibi kimlerse Allah Onları kahretsin!
Vede İslamoğlu, Fena-i nar hususunda, İbn Teymiyye ve Kayyım’ın Küfür olan “batıl” görüşlerini nakledip, bunları karşı görüş gibi göstermesi, gerçekte onların suçuna ve günahına ortak olmasıdır!
Hakkı bilip gizlemek ne kötüdür!
Bu Hususta, Allah’ın (C.C) Yüce Resulü (Sav) şöyle buyurur;
“Bid’atlar veya fitneler ortaya çıkıp, Ashabıma dil uzatıldığı zaman, Âlim(ler)de ilim(ler)ini açığa çıkarsın(lar)(halkı aydınlatsınlar). Bunu yapmayana Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların laneti üzerine olsun. Allah bunlardan ne farzları ne de sünnetleri kabul eder.” (3)
Cennet ve cehennem hayatının ebediliği, Kur’an, Sünnet ve İcma ile sabit zarurat-ı diniyyedendir. Konuyla ilgili ayet ve hadisler burada zikredilemeyecek kadar fazladır. Ümmet seleften halefe bu itikat üzere icma ede gelmiştir. İbn Hazm, “Merâtibu’l-İcma”da cennet ve cehennemin ebedî olduğu konusunda icma edildiğini ve bu icmaa muhalefet edenlerin küfründe icma bulunduğunu söyler. (4)
İşte Kur’andan Bazı Ayetler;
“… İşte onlar Rablerine karşı inkara sapanlar, işte onlar boyunlarına (ateşten) halkalar geçirilenler ve işte onlar -içinde ebedi kalacakları- ateşin arkadaşları olanlardır”. (Rad Suresi, 5)
2-BAKARA 162- “Onlar ebedi olarak onun altında kalırlar. Ne azabları hafifletilir, ne de kendilerine göz açtırılır.”
3-AL-İ İMRAN 116- “O inkâr edenler (var ya), onların ne malları, ne de evlatları, onlara Allah’a karşı hiçbir fayda sağlamayacaktır. Onlar, ateş halkıdır; orada ebedi kalacaklardır.”
9-TEVBE 17- “Müşrikler kendi inkârlarına kendileri şahit olup dururlarken Allah’ın mescidlerini imar etmeleri mümkün değildir. Onların bütün yaptıkları boşa gitmiştir. Ve onlar ateş içinde ebedi olarak kalacaklardır.”
9-TEVBE 63- “Bilmiyorlar mı ki, kim Allah’a ve Resulüne karşı gelirse, ona muhakkak ki içinde ebedi kalınacak cehennem ateşi vardır. İşte rüsvaylığın büyüğü de budur.”
10-YUNUS 52- “Sonra o zulüm yapanlara “Tadın bakalım şu ebedi azabı!” denilecek. Vaktiyle kazandığınızdan başkası ile mi cezalandırılacaksınız?”
43-ZUHRUF 74- “Şüphesiz ki suçlular, cehennem azabında ebedi olarak kalacaklardır.”
Dipnot;
1- Te´nîbu´l-Hatîb, 147; Makâlât, 450
2- İbn Hazm, Merâtibu´l-İcmâ´, 268
3- Hatip, el-Câmi’. İbn el-Asakir
4- Dr. Ebubekir Sifil, Milli Gazete, 24 Temmuz 2004
AÇIKLAMA:
Yukarki yazıyı internetten indirdik, siz okurlarımızın istifadesine sunmakla piyasadaki pöpüler yapılmak istenen kişileri tanımanız bakımında faideli olacaktır.
Ayrıca mektubatı Rabbaniden cehennemi ebedi olduğuna dair bir bölümü aşağıya aldık, Alahu teala dostlarından ayırmasın:
“Hesab görüldükten sonra kafirlerin cehennemde ebedi kalması ve cehennem azabı haktır. Aynı şekilde mü’minlerin cennette ebedi kalıp nimetlenmesi haktır. Fasık mü’min, her ne kadar onun hakkında cehen-neme girmek ve orada bir miktar azaplanmak caiz olsada (neticede cennete girer.) Fakat ebedi cehennemde kalmak onun hakkında yoktur. Kimin kalbinde zerre kadar iman varsa cehennemde ebedi kalmaz. Bilakis halinin neticesi rahmete (kavuşmasıdır), döneceği yer cennettir.
Cehennem ateşi üzerine konan sırat köprüsü ve üzerinden cennetlik olanların cennete yürüyüp girmesi, cehennemlik olanın cehenneme düşmesi de haktır. Zira bunların hepsi mümkün olan işlerdir. Muhbiri Sadık (s.a.v. ) bunların vaki olacağını haber verdi. Vehmi mukaddimelerle şüphe ve tereddüt etmeksizin, bunların kabul edilmesi gerekir.
“Resul size ne verdiyse (getirdiyse) onu alın.” Ayeti kerimesi kat’i delildir.
Hesab görüldükten sonra kafirlerin cehennemde ebedi kalması ve cehennem azabı haktır. Aynı şekilde mü’minlerin cennette ebedi kalıp nimetlenmesi haktır. Fasık mü’min, her ne kadar onun hakkında cehen-neme girmek ve orada bir miktar azaplanmak caiz olsada (neticede cennete girer.) Fakat ebedi cehennemde kalmak onun hakkında yoktur. Kimin kalbinde zerre kadar iman varsa cehennemde ebedi kalmaz. Bilakis halinin neticesi rahmete (kavuşmasıdır), döneceği yer cennettir.
Şu büyükler, (dinin) asıllarında ittifaklıdırlar, Allahu Teala ve tekad-des’in Zatı ve sıfatları hakkında sözleri birdir. Haşr (mahşerde toplanmak), neşr (amel defterlerinin dağıtılması), peygamberlerin gönderilmesi, mele-ğin inmesi, vahyin gelmesi, cennet nimetleri, cehennem azabının ebediye daim olması (hakkındaki sözleri de ittifaklıdır.) İhtilafları ancak, dinin bazı furu’ meseleleri ile (ibadetlerle) alakalı hükümlerdedir. “
Kâinatın Efendisi’ne “HAZRET” demeyenler…
Filed under: Efendimize sav "Hazret" Demeyen! — moskovazâde @ 2:31 pm
Tags: Efendimiz, hazret, islamoğlu, mustafa, rasulullah, sallallahu aleyhi ve sellem, sav
Kâinatın Efendisi’ne “HAZRET” demeyenler…
Ahmet Mahmut Ünlü Hocamız, (Cübbeli Ahmet Hoca) dergimizin geçen sayısındaki yazısında Mustafa İslamoğlu’nun yanlışlarıyla ilgili mühim bilgiler verdi. İslamoğlu hakkında benim de söyleyeceklerim var. Hatta vereceğim bilgiler içinde birisi var ki, orijinali sadece bende var, Türkiye’de benden başka da kimsede yok…
Bu bilginin ne olduğunu merak edeceğinizi biliyorum. Ama zaten belgesiyle göreceğinize ve nasıl olsa eninde-sonunda öğreneceğinize göre aceleye lüzum yok. Zaten o kadar da mühim bir şey değil.
Bunun ne olduğunu İslamoğlu’nun yakın çevresinin merak edeceğini de biliyorum. Ârifan’ı dikkatle takip ettikleri için yakında onlar da göreceklerdir zaten.
Öyle tahmin ediyorum ki, neyi kastettiğimi İslamoğlu kendisi de bilir. Onun için o da acele etmesin. Kendisi hakkındaki itiraz edemeyeceği o hüküm cümlelerini nasıl olsa bu dergide o da okuyacak. O bilgiye Hilal Televizyonu seyircileri de ulaşınca, kendilerinin kandırıldığını anlayacaklar.
İşte o zaman “Takke düştü kel göründü” olacak, İslamoğlu’nun saçının ak mı kara mı olduğunu herkes görecek. Biliyorum, şimdiden “Kelimiz yok ki gocunalım. Ne biliyorsa söylesin” diyerek etrafını da oyalayacak kendisi de oyalanacaktır ama varsın oyalanadursun. Ben şimdilik kendisine, “Temetta’ bikavlike galîlen” diyorum…
Bu kısa önsözden sonra yavaş yavaş esas konumuza girelim…
İslamoğlu’nun kaleme aldığı kitaplardan birisinin ismi şöyle: ÜÇ MUHAMMED. Muhammed diye kasdettiği de sevgili Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem)…
Lütfen kitabın ismine dikkat! Peygamberimiz’in isminin yanında “Hazret” kelimesi olmadığı gibi hürmet ifade eden başka bir kelime de yok. İslamoğlu, işte bu isimdeki bir kitapla müslümanlara Peygamberimiz (Sallallâhü Aleyhi ve Sellem) hakkında nizâmât vermeye çalışıyor. Nizâmât da demiyelim de, Müslümanlara şekil vermeye çalışıyor diyelim. Yani kendine göre bir şekil…
Aşağıda da okuyacağınız gibi, İslamoğlu Peygam-berimiz’e “Hazret” dememekte yalnız değil. Onunla aynı düşüncede olanların hepsi böyle. Onlar da Allah dostlarını hürmetle anmıyorlar. Gördüğünüz gibi, onların dillerinde Peygamberimiz “Hazret”siz, “Sallallâhü Aleyhi ve Sellem”siz, sadece Muhammed…
Bunlar, sadece Peygamberimiz hakkında değil bütün peygamberler (Salevâtüllâhi Aleyhim Ecmâîn) hakkında da böyleler. Onlara göre meselâ Hazreti Âdem, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa, Hazreti İsa yok. Âdem, İbrahim, İsa, Musa var. Peygamberler sanki onların ya asker arkadaşı veya çelik çomak oynadıkları oyun arkadaşı…
Onlar peygamberlerden böyle bahsederken, bu memleketin solcuları bile meselâ Doğu Perinçek bile Peygamberimiz’den bahsederken, “Hazreti Muhammed” diyor.
Yukarıda, “Bu hususta İslamoğlu yalnız değil” demiştik ya, ona geleyim. Meselâ İslamoğlu’nun sevdiği, beğendiği ve okuyucularına zaman zaman model olarak sunduğu birisi var: Ali Şeriatî…
Peygamberimiz hakkında Şeriatî’nin de bir kitabı var. İsmi de şöyle: Muhammed Kimdir.
Bakın! İslamoğlu gibi o da “Hazret” dememiş. Hazret demese de onun yerine hürmet ifadesi olarak başka bir ifade kullanıyor mu bari, meselâ aleyhisselam diyor mu? Ne gezer!… Hem demiyor, hem demesi beklenmez de… Hatta “Hazret” dememesi şöyle dursun, Peygamberimiz’e HAKARET EDİYOR!
Bunun nasıl bir hakaret olduğunu aşağıda okuyacaksınız. Mustafa İslamoğlu’nun örnek şahsiyet olarak gösterdiği kişi işte böyle birisi. İkisi de Peygamberimiz’e “Hazret” dememekte ortak. Birinin yazdığı kitabın ismi ÜÇ MUHAMMED diğerinin ki MUHAMMED KİMDİR?
Değerli okuyucular! Bu yazıyı aslında Mustafa İslamoğlu’nu tanıtmak için kaleme almıştık. Ama söz onun hayran olduğu Ali Şeriatî’den açıldığı için konu ona kaydı. Ama mühim de değil. Çünkü ikisinden birini anlatınca diğerini de anlatmış oluruz. Nitekim, “Bana arkadaşını söyle sana kim olduğunu söyleyeyim” denilmemiş mi? Hoş İslamoğlu ile Şeriatî de birbirlerinin fikir arkadaşı zaten. Üstelik İslamoğlu böyle bir arkadaşlıktan şeref de duyar…
Birkaç sene önce, İstanbul kütüphanelerinin birinin müdürü olan arkadaşım, “Mustafa İslamoğlu’nun ÜÇ MUHAMMED isimli kitabını okumak istedim. Fakat ancak yarısına kadar okuyabildim. Daha fazla tahammül edemeyip bıraktım” demişti. Onun üzerine merak ettim, ne pahasına olursa olsun okumalıyım deyip başladım. Tahammülsüzlük kelimesini unutup kitabı bitirdim. Arkadaşım yerden göğe kadar haklıymış.
Neyse, İslamoğlu’nun sitayişle bahsettiği ve öve öve bitiremediği Ali Şeriatî’nin MUMAMMED KİMDİR kitabına bakalım ve “İnsanın eseri, o insanın kendisidir” fehvasınca, Şeriatî’yi kendi eserinden tanıyalım.
Ali Şeriatî’nin bu eseri, 1988 Ankara baskılı. Basan Fecr Yayınevi.
Şeriatî İranlı bir şiî. Bizde İranlılara acemler derler. Dilimizdeki “Acem yalanı” sözünün sebebi de şu: Malum, Şiîlikte takiyye diye bir şey var. Takiyye; gerçek inancını gizleyip inancına ters şekilde konuşmak. Bizim dilimize bu “Acem yalanı” olarak yerleşmiş. Onun için, çok yalan söyleyen birinin sözüne inanılmaması icap ettiğini anlatmak için, “ Boşver canım. Onunkisi düpedüz acem yalanı” derler.
Ali Şerîatî MUMAMMED KİMDİR isimli kitabında sözde Peygamberimiz’in hayatını anlatacak ya, daha önsözde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyerek okuyucuya takiyye yapıyor. Diğer bir ifadeyle acem yalanına başvuruyor. Çünkü, kitap başından sonuna kadar, söylediğinin tam tersi yazılarla dolu. Önsözde, kitabı hakkındaki ikinci yalanı da şöyle: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Önyargıdan ne kadar uzak olduğunu da aşağıda göreceğiz. Önsözde yazdığına göre Peygamberimiz’i kitabında şöyle anlatıyormuş: “…bir Müslüman olarak değil de, tarafsız, ilmî bakış açısıyla olayları değerlendiren bir düşünür olarak Muhammed’in görüntüsünü sergilemek…”
İşte bu doğru… Peygamberimiz’i, gerçekten “bir Müslüman olarak” anlatmamış. Zaten Müslüman olarak anlatacak olsa, “Muhammed’in görüntüsü” demezdi. Ya “Hazret” ya “Aleyhisselam” veya “Peygamberimiz” derdi. Çünkü Müslümanlık Peygamberimiz’i hürmetsiz anmaya engeldir.
Şeriatî’nin, Peygamberimiz’in hayatı hakkında kullandığı ifade de şu: Muhammed’in Siyeri.
Şimdi, Ali Şeriatî’nin, kitabının ileriki sahifelerinde yazdıklarına madde madde bakmaya çalışalım:
1- Hazreti Ömer (Radıyallâhü anh) zamanında İslam’ın İran’a girmesini içine sindiremediği için buna bir türlü fetih diyemiyor. “Arapların saldırısı”, “Ömer’in İran’a saldırı kararı” diyor. (s.13, 14)
2- Müslümanların İran’ı fethetmeleri içine öyle oturmuş ki, bu fethi hem sıradan bir savaş gibi görüyor hem de Müslümanları vahşî kabileler olarak anlatıyor. Ona göre Müslümanlar vahşî, o zamanki imansız İran ile, Doğu Roma ise ileri bir toplum. Yine ona göre İran’ın fethi kudsî bir gayeye dayanmayan bir hegemonya. İşte sözleri: “Burada İran veya Doğu Roma’nın Araplara yenilişi söz konusu değildir. Çünkü vahşî kabilelerin medenî toplumlara saldırısı ve onlara karşı zafer elde etmesi büyük ve ileri toplumlar üzerinde hegemonya (baskı ve üstünlük) kurması, tarihte tekerrür eden bir olaydır.” (s: 15)
3- Şeriatî’ye göre Peygamberimiz Bedir Harbi’ni, “Başarı kazanamazsam yahudi ve münafıklar bana ne derler” telaşıyla yapmış. Peygamberimiz’in düşüncesini şöyle aktarıyor: “Nasıl olur da eli boş Medine’ye dönebilirdi. Yahudi ve münafıklar ne derlerdi.” (s: 29) Bedir Harbi’ne katılan Ashâb-ı kiram hakkında ise şöyle diyor: “…çoğu yağmalama hedefiyle yola çıkan bir ordu…” Yani ona göre Ashâb-ı kiram Bedir’de Allah için, din için cihad etmemiş, yağma için yola çıkmış.
4- Şeriatî, Bedir harbine iştirak eden Ashâbı kötülemeye şöyle devam ediyor: “Muhammed’in ordusunda (İfadedeki hürmetsizliğe dikkat!) bir grup, cedelleşmeye ve münakaşaya başladı. Onlar şöyle diyordu: “Biz savaş için değil ganimet için yola çıktık. Nasıl olur da 313 kişi hem de böyle sınırlı bir techizat ile, savaşa hazır, kılıç kuşanmış bin kadar savaşçıya karşı, mutsuz ve ümitsiz bir harbe girilebilir diyordu.” (s: 32) Bedir ordusundaki Ashâb-ı kiramı, içten içe kaynayan, ihanet etmek için fırsat kollayan kimseler olarak anlatıyor: “Muhammed… (Hazret demiyor) öyle güzel koordine etti ki, kimseye bir an bile olsun, ihaneti düşünme fırsatı vermedi.” (s: 32)
5- Ashâb-ı kiramın büyüklerini bile değişik tevhid anlayışı taşıyan, ayrı ayrı inanca sahip olan kimseler olarak gösteriyor:
“Ebûbekir’in tevhid anlayışı…
Bilal’in tevhid anlayışı..
Evet bu iki tevhid anlayışı arasındaki fark, Bedir’de iyice kendini gösterdi.” (s: 36)
Allah’ın rızasından başka bir şey düşünmeyen Bedir aslanlarını kötülemeye devam ediyor:
“Kin ve intikam ateşi daha da büyümekteydi… Peygamberin ünlü dost ve yardımcısı Ebû Huzeyfe intikam ve kin ateşi içinde yanıyordu.” (s: 40)
6- Kendi isteğinin tersine zaferle son bulan Bedir savaşı sonrasını Şeriatî şöyle anlatıyor:
“İslam ordusu ilk defa olarak en çetin savaşlardan birinden dönüyordu, gururlu ve muzaffer olarak. “
Gurur!.. Bu çok çirkin bir huy ve özelliktir. (s: 42)
Gördüğünüz gibi, İslâm ordusunu önce gururlu olmakla suçlayıp arkasından da gururun çirkin bir şey olduğunu söylüyor. Böylece, Ashâb-ı kiramı çirkin bir huya sahip olan bir topluluk olarak gösteriyor.
7- Sıra geldi Uhud harbini anlatmaya. Burada da Ashâbın en öndeki üç büyüğüne dil uzatmaktan geri durmuyor:
“Osman firar etmişti. Ömer ve Ebûbekir ortalıkta görünmüyordu.” (s: 65)
8- Uhud’dan sonraki Hamrâül Esed gazvesini anlatırken de, Peygamberimiz’i insafsızca hareket etmekle suçluyor.
“Peygamber, Ümmü Mektum’u Medine’ye başkan olarak atayıp, henüz yüreği yaralı çocuk ve kadınların inilti ve ağlama sesleri duyulan evlerden, yorgun ve yaralı Müslümanları çıkarıp harekete geçirdi…” (s: 70)
“Yorgun ve yaralı insanlar sefere çıkarılır mı? Bu kadar da insafsızlık olur mu?” demeye getiriyor.
9- Mekke’nin fethinden sonra Peygamberimiz genel af ilan etmiş, ancak birkaç kişinin bulundukları yerde öldürülmelerini emretmişti. Bunlar, işleri güçleri İslâm’ı ve Peygamberimiz’i kötülemek olan kimselerdi. Şeriatî, bu meseleden bahsederken şöyle diyor:
“Komutanlara emir şuydu: “Sizinle savaşmayanlarla değil, savaş açanlarla çarpışın.” Fakat bir grubu adlarıyla açıkladı. Ve şöyle dedi: “Onları Kâbe’nin perdesi (örtüsü) altında bulsanız da öldürün.” (s: 189)
Şeriatî, bu meseleyle ilgili 106 nolu dipnotta Peygamberimiz’e olan düşmanlığını açıktan açığa ortaya koyuyor. İşte kullandığı ifadeler:
“Peygamber’in sükûnet ve huzur sağlamaya, Mekke’de kan dökmeyi önlemesine karşın, öyle bir ortamda tavizsizlik göstermesi, onun ruhsal yapısının normal bir rûhi yapı olmadığını gösteriyor. Onun hayat serüveni bu örneklerle doludur.”
Gördüğünüz gibi, Peygamberimiz’i hem tavizsizlikle suçluyor hem de, “Normal bir rûhi yapısı olmadığını” söylüyor. Daha da ileri giderek “Hayatı bu örneklerle doludur” diyor. Yukarıda, “Peygamberimiz’e “Hazret” dememesi şöyle dursun, HAKARET EDİYOR!” dediğim işte buydu değerli okuyucular.
10- Huneyn Harbi’ni nasıl anlattığına geçmeden önce bir hatırlatma yapalım. Bu harpte Müslümanlar önce gafil avlanıp Hevâzin ve Sakif kabilelerine mensup müşrikler karşısında bir sıkıntı yaşamışlarsa da sonunda toparlanmışlardı. O harpte müşriklerin kumandanının ismi Mâlik bin Avf idi.
Lütfen Hevâzin ve Sakif kelimelerinin müşrik, kumandanlarının da Mâlik bin Avf olduğunu unutmayınız. Bakın Ali Şeriatî Huneyn Harbi’ni nasıl anlatıyor:
Sabah karanlığı, derenin darlığında Müslümanlar, elleri bağlı gözleri kapalı olarak kendi kadın-çocuk ve mallarıyla birlikte gelen fedâkâr Hevâzin ve Sakif savaşçılarının amansız darbeleri altında kıvranıyordu. (s: 213)
Gördüğünüz gibi müşriklere fedâkâr diyor. Anlatmaya devam ediyor:
“Bu sırada Hevâzin’in yürekli bayraktarı kızıl kıllı deve üzerinde ilerliyordu…. Bulduğunu mızrakla vurup düşürüyordu.” (s: 216)
Hevâzin kuvvetlerinin bayraktarını yürekli diye övüyor. Müslümanları vurup düşürmesinden ise büyük zevk aldığı anlaşılıyor. Aşağıda gördüğünüz gibi müşriklere fedakâr demekte ısrar ediyor:
“Fedâkâr Hevâzin ve Sakif müttefikleri, gerçi kadın-çocuk ve servetlerini savaş alanına getirmişlerdi. Fakat her an şiddetlenen, sertleşen, hışmı artan, saldırgan fırtına karşısında gitgide ümitsizleşiyorlardı.” (s: 217)
Evet müşriklerin gitgide ümitsizleşip sonunda belalarını buldukları doğru. Ne var ki, Ali Şeriatî buna kahroluyor. Ama müşrik kuvvetlerinin kumandanını son ana kadar kahraman olarak anmakta da direniyor. Bakın:
“Son anlara kadar direnen Huneyn kahramanı Mâlik bin Avf…” (s: 221) Müşrikleri bu kadar öven yazarın, İslâm askerleri hakkında ne dediğini merak ediyorsanız buyurun:
“…büyük ve dengesiz bir ordu…” (s: 229)
11- Yukarıda temas etmiştik. Şeriatî, kitabının önsözünde “Benim bu öyküye bakış açım mezhebî îtikadlar açısından değil” diyordu. Kendi düşüncesinin de şöyle olduğunu söylüyordu: “…her türlü taassup, taraf tutma ve pek çok araştırmanın hastalığı sayılan önyargıdan uzak…”
Bu nasıl önyargı ve taraf tutmaktan uzaklıktır ve mezhebî itikadlar açısından bakmamaktır ki, ashabtan baba oğul iki mümtaz sîma hakkında şu ifadelerde bulunabiliyor:
“Yarımadada Ebû Süfyanlar, Muâviyeler, münafıklar pusuya yatıp, fırsat kollamaktaydı..” (s: 314)
Eğer mezhebî açıdan bakmamış olsaydı, Hazreti Ebû Süfyan ve Hazreti Muâviye (Radıyallâhü Anhümâ) hazretlerini, münafıklarla beraber pusuya yatanlar olarak anmazdı.
Maamâfîh, yukarıdan beri yazdıklarımızdan, pusuya yatanların o iki mümtaz sahâbî mi, yoksa Ali Şeriâtî’nin kendisi mi? olduğu okuyucularımız tarafından gayet açık anlaşılmıştır.
Yazımızın sonuna geldik. Ali Şeriatî’nin Pey-gamberimiz’e nasıl hakaret ettiğini anlattık ama Mustafa İslamoğlu ile ilgili yazacağımız şeyi yazamadık.
Zaten Şeriatî ile söyleyeceklerimiz bile bitmiş değil. Nasipse Ârifan’ın bundan sonraki sayılarında bunların hepsini teker teker işleyeceğiz. Tâ ki Müslümanlara zemzem diye zehir içirilmesin.
Şimdilik fî emânillah…
ALİ EREN -ARİFAN DERGİSİ
Ehl-i Sünnet Akîdesi
Filed under: Ehli Sünnet Akîdesi — moskovazâde @ 6:26 pm
Ehli sünnet ve’l cemaat (Radıyallahü anhüm ecmain) Hazeratının i’tikadları budur ki:
Allah Teala Hazretleri birdir, kadimdir, araz,cisim, cevher, musavver, mahdud ve ma’dud değildir.
Kadim, bizim tabirimizle evveli olmayan ve ahiri bulunmayan bir zat-i acell-i a’ladır.
Mahiyet ve keyfiyetle de vasf olunamaz.
Bir mekana muhtaç değildir.
Üzerine zaman geçmez.
O’na hiçbir şey benzemez.
İlminden ve kudretinden hiçbir şey çıkmaz ve kaçmaz.
O’nun zatıyla kaim sıfat- ı ezeliyyesi vardır.
Sıfatları O’nun ne zatının aynı ve ne de gayrıdır. Mesela, aynaya baktığın zaman kendini aynada görürsün. O aynada gördüğün bir bakımdan tıpkı sen, ben değilim desen olmaz, benim desen olmaz. Onun için de ne aynıdır ve ne de gayrıdır demişler. O sıfatlarda şunlardır: Hayat, ilim, kudret, irade, semi, basar, kelam, tekvin.
Allah Teala’yı görmek aklen de naklen de caizdir.
Kainat, alem cemi-i eczasıyla ve sıfatıyla muhdestir, yani yoktan vücuda çıkarılmıştır.
Onu yoktan çıkarıp meydana getiren Allah Teala’dır. Kullarının bütün fiilleri, küfür, iman, taat ve isyan cümlesinin halıkı Allah Teala’dır.
Allah’tan gayrı Halık yoktur.
O fiillerin kullardan suduru, yani oluşu Hak Teala Hazretlerinin iradesi, meş’iyyeti, hükmü, kazası ve takdiri iledir.
Kulların işlerinde kendi ihtiyarları da vardır, onlar ile sevap ve ıkab olunurlar.
Taatta sevap, Ma’siyette de ikab vardır. Güzel işler işleyenleri iyi kimseler medhederler, ahirette de sevaba nail olurlar, bunlara Cenab-ı hakk’ın rızası vardır.
Fena ve kötü şeyler ki ehli dünya da onu sevmez. Ahirette ikaba sebep olanlar da Hakk’ın rızasıyla değillerdir.
Kul , gücü yetmediği bir şeyle teklif olunmaz.
Sevap, Cenab-ı Hakk’ın fazlıdır, azabı da adaleti icabıdır.
Maktül eceliyle ölmüştür. Yani vurdular da öyle öldü demek değil de eceli gelmiş, o bıçak veya kurşun sebep olmuştur.
Ecel birdir.
Haram dahi rızıktır.
Herkes kendi rızkını yer, gerek helal olsun gerek haram olsun.
Kimse kimsenin rızkını yemeye kadir değildir.
Allah Teala, dalalet ve hidayetini halk edendir.
Dilediğine dalalet ve dilediğine de hidayet halk eder.
Kula aslah olanı halk etmek, Allah Teala’ya vacib değildir.
Hz. Resulullah(s.a.v.) ‘in yakaza halinde şahsıyla Mescid-i Haramdan Mescid-i Aksa’ya, oradan semaya ve oradan da Hakk Teala’nın murad ettiği yere urucu haktır.
Melekül mevt haktır.
Kabirde, bütün kafirlerin ve bazı günahkarlar mü’minlerin azabı haktır.
İbadet ve taat ehlinin nimetlere nail olması da haktır.
Münkereyn meleklerinin kabirde sualleri de haktır.
Kıyamet günü dirilme haktır.
Amellerin tartılması haktır.
Kitap haktır, hesap da haktır.
Havz-ı kevser haktır.
Sırat köprüsü de haktır.
Peygamberlerin, velilerin, şehidlerin şefaatı da haktır.
Cennet ve cehennem de haktır ve el’an muvcutturlar, bakidirler.
Ne cennet, cehennem ve ne de içindekilere fana, yokluk gelmez.
Büyük ve küçük günahlar her ne kadar çok olsa dahi mü’mini imandan çıkarmaz ve küfre de sokmaz.
Cenab-ı Hakk, kendine yapılan şirki afvetmez.
Şirkten maada, büyük ve küçük günahlardan dilediğini mağfiret eder.
Küçük günahlara ikab caizdir. Büyük günahların da afvı caizdir, tövbe etmese dahi.
İman, peygamberimizin Allah tarafından haber verdiği her şeyi kalbiyle tasdik ve lisanıyla da söylemesidir.
Ameller, hakikat-ı imana dahil değillerdir.
Ameller, kendi nefislerinde ziyade olurlar. Fakat, hakikat-ı iman ne ziyade olur ne de eksilir.
Amellerin ziyadesiyle imanın meyveleri ve nurları artar.
Her mü’min: Ben Hakka müminim demelidir. İnşallah ben mü’minim demek te’vil ile olsa dahi doğru değildir. Şek ile olursa, ittifakla, söyleyen dinden çıkar.
İman tasdik ve ikrar olduğuna nazaran mahluktur ve kulun kesbidir, kazancıdır ve Haktan hidayet olduğuna göre de mahluk değildir.
Mukallidin imanı şek ve şübheden ari olursa sahihtir ve lakin kadir ise, delilleri terk ettiğinden asidir.
Bazı kere sa’id, saadete erişen kişi şaki, yani cehennem ehli olur ve bazen de şaki, yani cehennemlik bir kişi de sa’id ani ehl-i cennet olur. Yani, Müslüman iken kafir olur veya kafir iken Müslüman olur. Fakat, Allah’ın hükmünde değişiklik olmaz, gerek zatında ve gerek sıfatında tağyir caiz değildir.
Peygamber gönderilmesinde ve kitab-ı İlahinin inzalinda (inişinde) hikmet ve maslahat vardır.
Hak Teala, kullarına beşerden peygamber gönderdi. İman ve ehl-i taatı cennetle tebşir ve ehl-i küfürle asileri de cehennem ve ikabla tenzir etti. Nasa (insanlara da) din ve dünyalarında muhtac oldukları şeyleri öğrettiler. Onları mu’cizelerle te’yid eyledi.
İlk peygamber Adem aleyhisselam, son peygamber de bizim peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir. Bütün peygamberlerin efdali Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) dir.
Melekler de Hz. Allah’ın kullarıdır. Ve emirlerini amillerdir ve masiyetten ma’sumdurlar. Erkeklik ve dişilikleri yoktur, yemek ve içmeye muhtaç değillerdir.
Peygamberler meleklerin rasullerinden, meleklerin rasulleri ise beşerin Salihlerinden, beşerin salihleri ise bütün meleklerden efdaldir.
Keramet haktır ve ol keramet, şeriatında olduğu peygamberlerin mucizesinde dahildir. Veli kerametinde müstakil değildir.
Veli, peygamberlik derecesine vasıl olamaz.
Kuldan, hiçbir hal ile teklif sakıt olamaz.
Efdal-i Evliya Ebu Bekir (r.a.) dır. Ondan sonra Ömer el Faruk, ondan sonra Osman Zü’n-nureyn, ondan sonra da Aliyyü’l Murtaza (r.aleyhüm) hazeratıdır. Hilafet de bu tertib üzeredir.
Sahabeden hiçbirini hayırdan gayrı bir şeyle yad etmek caiz değildir.
Hilafet otuz yıldır. Ondan sonra melik ve emirliktir.
Ehl-i İslam’a bir imam mutlaka lazımdır, Müslümanları hem korumak ve hem de işlerinin layıkıyla görülmesi, cum’a ve bayram namazlarının sıhhati için gerektir.
Fasıkın arkasında namaz kılmak caizdir. Fasıkın cenazesine de namaz kılmak caizdir.
Her zaman mest üzerine meshetmek caizdir.
Dirilerin ölülere duası ve sadakaların ölülere faydası vardır.
Zamanların ve mekanların faziletleri haktır. Ramazan ayı, recep, şaban, muharrem, arefe günü, bayram günleri, Mekke-i Mükerreme, Medine-i Münevvere, Kuds-i Şerif ve mescidler gibi.
İlim, akıldan efdaldir. Müşriklerin çocukları hakkında imamımız sükut etmiştir.
Sihir vakidir.
Göz değmesi de caizdir.
Müctehid bazen isabet eder bazen hata eder.
İctihadında isabet ederse iki sevap alır., hataları da afvolunur.
Kur’an-ı Kerim’deki nassların mümkün olduğu kadar zahirine hamdolunması vacibdir.
Ümmetten hiçbirisine cennetle şehadet etmeyiz. Yalnız Rasulullah’ın (s.a.v.) şehadet ettikleri aşere-i Mübeşşere müstesna. Onlar da şunlardır: Ebu Bekr, Ömer, Osman, Ali, Talha, Zübeyr, Sa’d, Said, Abdurrahman b, Avf, Ebu Ubeyde b. El- Cerrah rıdvanullahi Teala aleyhim ecmain.
Deccalin çıkması haktır.
İsa (a.s.)’ın semadan nüzulü haktır.
Dabbetü’-arz’ın hurucu haktır.
Kahine, müneccime, arrafa gidip bir şey sormak caiz değildir. Fal bakıcılar da buna dahildir.
Bunların söylediklerine inanmak da caiz değildir.
Cemaat hak ve sevaptır, rahmettir. Ayrılık azabdır.
Allah Teala indinde makbul din İslam dinidir.
Hayızlı Kadın Oruç Tutabilir İddiası!
Filed under: Hayızlı Kadın Oruç Tutar mı? — moskovazâde @ 6:12 am
Tags: cevap, ehli bidat, ehli sünnet, hayız, islamoğlu, muhalif, mustafa, oruç, ramazan, reddiye, sapık fırka
Mustafa İslamoğlu = İfsad ve İdlal!
Sayın, İslamoğlu daha önceleri Kadınlarla tokalaşmayı “Helal” leştirmek, Kâfirler için cehennemin Ebedi olması hususunda Ashab-ı Kiramı’da meseleye alet ederek (Güya Ashabın önde gelenleri Kâfirler için Cehennemin ebedi olmadığı görüşündeymiş!) kafaları karıştırmak, İslam Akidesinden Hadis-i Şerifleri çıkarmak (Hadislerin İtikada delil olamayacağı) gibi Hezeyanlarına birde “Hayızlı kadın oruç tutabilir” ‘i ekledi!
Mustafa İslamoğluna Sorulan soru;
Adet halindeyken oruç tutabilir miyim, dinen bir sakıncası var mıdır?
“CEVAP: Bu Hz. Aişe’nin kendi yaklaşımını aktardığı bir hadise dayanılarak tüm imamlarımız tarafından bir ruhsat olarak değil sanki bir yasak olarak değerlendirildi. ALLAH’u alem bizim konuyu Kur’an ekseninde yeniden tarayarak vardığımız sonuç o ki, vahye göre hayız “ezen” yani “rahatsızlıktır”. Hasta bir kimsenin orucunu isterse erteleyebileceği ve gününe gün kaza edeceği, istemezse ertelemeyeceği hükmü ise Bakara 184′ün açık hükmüdür. Bu sorunuzun cevabını ben değil Kur’an böyle vermiştir. Ona sorup cevabını aldınız.”
Meselenin Tenkidi;
Şimdi, Sayın İslamoğlu’na sormak lazım; Peki “Sünnet” Ne Oluyor?
Mustafa İslamoğlu, “Hayızlı kadın oruç tutabilir” demekle “modernite” dinine mensup Prof. Y. Nuri Öztürk ve Prof. Hüseyin Atay gibi zatlarla aynı safta yer almıştır!
Yaşar Nuri Öztürk, “İslam Nasıl Yozlaştırıldı” isimli kitabında hayızlı kadının oruç tutma konusunda serbest olduğu görüşünü savunur ve yorumunu şöyle aktarır:
“…Kuran kadınların hayız halini bir “hastalık ve sıkıntı hali” (eza) olarak nitelendirmektedir. Eza, pislik demek değildir.”
Hüseyin Atay ise, Kur’ân’ a Göre Araştırmalar kitabında şöyle diyor: “Bir kadın hayızlının oruç tutması hakkında fikrimi sordu. Hemen Kur’ân ’ ı taradım; aklıma:
” فَمَنْ شَهِدَ مِنْكُمُ الشَّهْرَ فَلْيَصُمْهُ. وَمَنْ كانَ مَريضًا اَوْ عَلَى سَفَرٍ فَعِدَّةٌ مِنْ اَيَّامٍ اُخَرَ.”
“Artık sizden kim Ramazan ayının hilâlini görürse o gün oruca başlasın. Hasta ve yolcu olan, tutamadığı günler sayısınca başka günler oruç tutar.” (Bakara/185)
ayeti geldi ve “Hayızlı kadın oruç tutabilir.” cevabını verdim. Çünkü Kur’an’ da “hasta olan” tabiri kullanılmış. Bu, erkeği de kadını da kapsar. ( M. İslamoğlu da Aynen bu görüştedir)
Hayızlı kadınla ilgili olarak Bakara Sûresi’ nin 222. âyetindeki حتّى يطْهُرْنَ kaydı da, hayzın sona ermesi ve gusül anlamı taşır. Sünnet de, hayızlının temizlenmesinin “gusül” olduğunu delillendirmiştir.
عنْ عائشَةَ رَضِيَ اللهُ عنْها قالتْ:
“… دَخَلَتِ امْرَأةٌ على رسولِ اللهِ صلَّ الله عليْهِ وَ سَلَّمَ فقالتْ: يارسولَ الله أخْبِرْني عنِ الطُّهورِ مِنَ
المَحيضِ؟ فقالَ: نَعَمْ ؛ لِتَأخُذْ إحْداكُنَّ ماءَها وَ سِدْرَتَها فَلْتَطَهَّرْ ثُمَّ لِتُحْسِنِ الطُّهورَ ثُمَّ تَصُبّ على
رأسِها ثُمَّ لِتُلْزِقْ بِشُئُونِ رأسِها ثُمَّ تَدْلُكْهُ فإنَّ ذلك طُهورٌ ثُمّ تَصُبّ عليْها منَ الماءِ
(Ensardan) bir kadın Resûlullah’ ın (Sallallahu aleyhi ve selem) huzuruna girdi ve: “Ey Allah’ ın
Resulü! Hayızdan temizlenme şeklini bana anlatır mısın?” deyince Resûlullah buyurdu ki:
“Evet, sizden biri su ve (kokulu madde) sidri alsın, temizliğini tam yapsın. Sonra bu kişi başına su döksün ve onu güzelce ovalasın ki su saç köklerine ulaşsın. Ardından üzerine (tüm vücuduna) su döksün.” Hz. Aişe’ den gelen bu rivayetten, hayızdan temizlenmenin “gusül” olduğu anlaşılmaktadır.
Görüldüğü üzere, hayızlı ve cünüp kişinin ortak noktaları; hükmî kirlilik hâlinde olmaları ve birtakım ibadetleri yapabilmek için gusül abdesti almalarının gerekliliğidir.
Hayızlı kadının oruç tutamayacağına ve tutmadığı oruçları kaza etmesi gerektiğine dair delil teşrideki rolünü açıkladığımız hadis-i şeriflerdir.
Yukarıda geçen rivayette, Hamne binti Cahş, Hz. Peygamber(s.a.s)’ e, kendisinden çok fazla kan geldiğini ve bu durumun kendisini namaz ve oruçtan alıkoyduğunu söyleyince Resûlullah ona:
” فَتَحَيَّضي سِتَّةَ أيَّامٍ أوْ سَبْعَةً في عِلْمِ اللهِ ثُمَّ اغْتَسِلي حَتَّى إذا رأيْتِ أنَّكَ قَدْ طَهُرْتِ وَاسْتَيْقَنْتِ وَاسْتَنْقاْتِ فَصَلّي أرْبَعًا وَ عِشْرينَ لَيلَةً أوْ ثَلاثًا وَ عِشْرينَ لَيلَةً وَ اَيَّامَها وَ صُومي.”
“Allah’ ın bilgisine uygun olarak (her ay) altı ya da yedi gün hayız kabûl et, sonra da temizlendiğine (âdetin bittiğine) kanaatin geldiğinde gusül al ve (ayda) yirmi üç ya da yirmi dört gece-gündüz namazı kıl, orucu tut !”
Buyurarak, âdetli kadının namaz kılıp oruç tutabilmesi için âdetinin bitmesi ve gusül abdesti almasını şart koşuyor ve Hamne binti Cahş’ın hayzın oruçtan alıkoyduğu açıklamasına itirazda bulunmuyor.
Hadislere göre hayızlı kadın tutmadığı günlerin orucunu kaza ile de sorumludur.
عنْ مُعاذَةَ قالَتْ:
“سَأَلْتُ عَائِشَةَ فَقُلْتُ: ِ مَا بَالُ الْحَائِضِ تَقْضِي الصَّوْمَ وَلَا تَقْضِي الصَّلَاةَ؟ فَقَالَتْ أَحَرُورِيَّةٌ أَنْتِ قُلْتُ لَسْتُ بِحَرُورِيَّةٍ ؛ وَلَكِنِّي أَسْأَلُ. قَالَتْ: كَانَ يُصِيبُنَا ذَلِكَ مَعَ رَسُولِ اللهِ صلّى الله عليْهِ و سلّمَ فَنُؤْمَرُ وَلا نُئْمَرُ. فَيأمُرُ بِقَضَاءِ الصَّوْمِ وَلَا يأمُرُ بِقَضَاءِ الصَّلَاةِ.”
Muâze’ den: Hz. Âişe’ ye(r.anha) ; “Hayızlı kadının orucu kaza ettiği hâlde namazı kaza etmemesinin sebebi nedir?” diye sorunca bana dedi ki: “Sen Haruri (Hârîcî) misin yoksa?” “Ben Hârîcî değilim, ancak soru soruyorum.” dedim. O da şöyle dedi: “Resûlullah (s.a.s) dönemindeyken bu hâl geldiğinde biriyle emrolunur, diğeriyle emrolunmazdık. Resûlullah, orucun kazasını emreder, namazın kazasını emretmezdi.”
İbn-i Abidin: “Hayız ve nifas’ın hükümlerini” izah ederken: “Orucu haram kılar, onun sahih olmasına o hal manidir. Fakat vacip olmasına mani değildir. Onun için kadın (temizlendikten sonra) orucunu kaza eder”(Reddü’l Muhtar Ale’d Dürrü’l Muhtar – İst: 1982, C: 1, Sh: 476.)
Ulema, hayız hâlinin her ay olup namaz kazasının her gün tekrarlanmasıyla zorluk olacağını, oruç ise senede bir defa olup müddetinin bir ay olduğu hikmetine de bağlamışlardır. (Bahrü’r Râik; C:1, S:204)
Hayız ve nifaslı olan kadınların ister nafile ister ramazan orucu olsun oruç tutmaları haramdır. Eğer oruç tutarlarsa oruç olarak mün’akid olmaz. Böyle bir kimse ramazan ayında oruca niyet ederek oruç tutarsa günahkâr olur. (Mezâhib’ül Erbaa; C:1, S:133)
Hayız ve nifaslı kadının oruç tutan gibi davranarak kendisini ona benzetmesi mekruhtur. Çünkü oruç, onlar için haram olduğu gibi, oruçlulara benzemek te haramdır. (Hâşiyet-ü İbn-i Âbidin; a.g.e, C:1, S:291)
Hayız ve nifaslı olan kadın ve cünüb hali olanlar mescide giremez. Delili de peygamber (sallallahü aleyhi vesellem) efendimizden Hz. Aişe (radıyallahü anhâ) validemizin rivayet ettiği şu hadisdir. Resûlullah (sallallahü aleyhi vesellem) buyurdular ki:”Bu evlerin yönünü mescidden çevirin. Zira ben, mescidi ne hayızlı kadına ne de cünüb kimseye helal kılmıyorum.’‘ (Ebû Dâvud; Taharet,93; Fethü’l Kadîr; C:1, S:165)
Hayızlı halde iken Kadınların namaz kılamayacaklarında ve oruç tutamayacaklarında ittifak (İcma) vardır ve bunun aksi iddia edilemez. İcma’ya Muhalefet bazı hallerde Kişiyi Dinden çıkaracak nitelikte bir sapmadır!
Şimdi, bu meselede “delil” teşri olan Sünnet nasıl es geçilebilir? Bu nasıl bir sapkınlıktır?
İslamoğlu’nun “Bu sorunuzun cevabını ben değil Kur’an böyle vermiştir. Ona sorup cevabını aldınız.” Demesi ne demek oluyor?
Şu demek oluyor; Bazı dini meselelerde (İslamoğlun’da olduğu gibi) Halkı Kur’an’a çağıranlar, aslında Kur’an’dan kendi anladıkları şeye, Kur’an ayetlerine kendilerinin yüklediği anlamı kabule davet ediyorlar.
Bu işin özünde; On dört asırdan beri tahrife uğramadan, herhangi bir kopukluk olmadan sahih din kitaplarıyla günümüze kadar gelmiş olan Ehl-i Sünnet Müslümanlığına cephe almak ve onun yerine kendi hevalarına uygun, reforme ve deforme edilmiş bir din koymak isteğidir.
Selam Hidayete Tabi olanların üzerine olsun…
Yahya Baştürk – Aldananlar.org
“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)
Filed under: Hz Peygamberin Üstünlüğünü Reddetmesi — moskovazâde @ 5:30 am
“Üç Muhammed” Yazarının İndirgemeci Peygamber Tasavvuru (!)
Bu makalede, Mustafa İslamoğlunun;
Hz. Peygamberi sallallahu aleyhi ve sellem anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmesi,
Bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelen anlayışı,
Sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor olması,
“kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapması,
Miraç cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir İnancı,
Ve genel olarak Yazarın indirgemeci yaklaşımı Tenkit edilmektedir…
Üçlü Tasnif ve Denge
İslamoğlu, yer yer iktibaslar yaptığı Aytunç Altındal’ın “Üç İsa” 1 adlı eserinde olduğu gibi, üçlü bir sınıflandırma yaparak hem anlamak hem de anlatmak için çok müsait bir zemin kullanıyor.
Zira ifrat ve tefritin, eksi ve artının, indirgeme ve aşırı yüceltmenin kesiştiği noktalar gerek fizik gerekse sosyal alemde çoğunlukla iyiyi, güzeli, doğruyu yansıtmaktadır. Bu, genellikle hatt-ı vasat, itidal, orta yol, muvazene olarak isimlendirilen müstakim hat’tır. Dolayısıyla aşırı yüceltme ve indirgemenin arası, fıtraten doğruya yakındır. Mefhum-u muhalifiyle orta yolun her iki yöndeki uçları da yanlışa çıkar.
Gayet tabiidir ki, doğru bir din; ne Hıristiyanların peygamberi (Hz. İsa’yı) aşırı yücelterek Tanrı kabul etmesiyle ne de Yahudilerin peygamberi aşağılaması veya tarihte olduğu gibi öldürmesiyle olur. Bu yüzdendir ki, itidal ve muvazene hadislerle teşvik edilmiş, Kur’an’da ise “vasat ümmet,” (Bakara, 2/143) ümmet-i Muhammedin olumlu bir vasfı olarak zikredilmiştir. 2
İfrat, tefrit ve dengeden müteşekkil bir üçlü tasnif, en pratik hatta en ideal bir sınıflandırmadır denebilir. 3
Fakat iki aşırı ucun arasındaki pek çok nokta denge iddiasında olabilir ama bunun en doğrusunu tespit zordur. Mesela, İslam; Hıristiyanlık ve Musevilik arasında dengeli ve doğru bir noktadadır; ama Ehl-i sünnet de İslam’ın muvazene noktasındadır.
Ehl-i Sünnet içindeki birçok mezhep, tarikat ve cemaatten bazıları daha merkezde, bazıları ise sınırdadır. Merkezdeki bir grubun bir mensubu diğer mensuplara göre daha idealdir, bu denklemler sürüp gider…
Şimdi kitaba dönersek; müellif, indirgemeci peygamber tasavvuruna daha yakın duruyor.
Denilebilir ki, yazar indirgemeci ve yüceltici anlayışları değil, Kur’an’ın anlayışını savunduğuna göre bu nasıl söylenebilir? Bunun örneklerini aşağıda vereceğiz; fakat, şunu şimdiden belirtelim ki; hem aşırı yücelticiler hem de indirgemeciler de Kur’an’a dayandıklarını söylüyor ve ayetler zikredip bunu somutlaştırmaya çalışıyorlar. Yazarın uzun uzun anlattığı Kur’aniyyun (ehl-i Kur’an) akımı tabi ki, Kur’an’a dayandığı iddiasındadır. Zira “Kur’an sadece Kur’an”, İslamoğlu’na göre onların temel sloganıdır. Unutmamalıdır ki meslekler mezhepler ne kadar batıl da olsalar içinde ukde-i hayatiyesi hükmünde bir hak, bir hakikat bulunur.4 Burada başka bir gerçek de şudur ki, Kur’an’ı anlamada en büyük rehberimiz yine Resulullahtır (s.a.v.).
Tevhid ve Nübüvvet
Yazar, eserinin ilk konusu olan “Aşırı Yüceltmeci Peygamber Tasavvuru” başlığı altında, hac ibadeti sırasında gözlediği şu olayı anlatır:
“Hz. Peygamber’in hicretinin ilk durağı Sevr Mağarasındayız. Burada bizden önce oraya çıkan Kuzey Afrikalı olduğunu tahmin ettiğim bir grup daha var. Grup başkanı manzum bir şeyler okumakta ve kafileden kimileri de buna yoğun bir duyguyla iştirak etmekte. Hatta gruptan bazıları oradaki taşları kucaklamakta ve teberrüken takkelerini, tespihlerini sürmekte.” (s. 17)
Bediüzzaman, bu konuyu izah sadedinde şu çarpıcı ifadeleri kullanıyor:
“Ey insan! Kur’an’ın desatirindendir ki, Cenab-ı Hakk’ın masivasından hiç bir şeyi, ona taabbüd edecek bir derecede kendinden büyük zannetme. Hem sen kendini hiçbir şeyden tekebbür edecek derecede büyük tutma. Çünkü mahlukat mabudiyetten uzaklık noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet nisbetinde de birdirler.” 5
Hz. Muhamed’in (s.a.v.) Değeri
O, her ne kadar mabudiyetten uzaklık ve mahluk olma itibariyle hiçbir şeyden ileri değilse de, yaratılmış olanların, insanların (eşref-i mahlukatın) en şereflisi, evrenin gururu (fahr-i kainat), alemlerin rahmeti (Rahmeten’lil alemin), Allah’ın en sevdiği kişi ve habibidir (Habibullahtır). Ve bunda hiç bir çelişki de yoktur. Çünkü diğer varlıklarla eşit olduğu alan ile onlardan kat kat üstün olduğu alan farklı kategorilerdir.
Tam bu noktada yazar dehşetli şeyler söylemektedir!
“Bir gün peygamberimize hitaben ‘Ya hayra’l-beriyye (Ey yeryüzünün en hayırlısı!)’ diye çağıran kimseye; ‘O dediğin İbrahim’dir!’ buyurmuştur.
“Bu durumda piyasada bolca dolaşan ve Hz. Peygamberin yasakladığı ‘aşırı yüceltmeciliğin’ sloganı gibi her önüne gelenin ‘hadis-i kutsi’ diyerek kullandığı ‘Levlake levlak, lema halaktü’l-eflak (Eğer sen olmasaydın, olmasaydın sen, bu âlemi yaratmazdım)’ sözünün hadis olmadığını, sahihiyle zayıfıyla hiçbir hadis külliyatında yer olmadığını söylemeye herhalde gerek yoktur. (s. 66)
“Keşfu’l-hafa’yı açıp bakarsanız ‘San’ani uydurmadır dedi’ notunu görürsünüz. Anlarsınız ki; bu söz Hz. Peygamberden hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kutsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir.” (s. 205)
Yazarın burada indirgemeci yaklaşımı kendini göstermektedir.
Abdülkadir Badıllı’nın, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları 6 adlı ciddi ve önemli eserinde mezkur hadis-i kudsinin sıhhati sadedinde pek çok mehazları da içeren üç sayfalık bir değerlendirmesi vardır.
Buna göre; hadisin kuvvetli bir senedi olmadığı doğrudur, fakat bunun bir hadisi uydurma (mevzu) yapmadığı da ilm-i hadis çerçevesinde izahtan varestedir. Hiçbir muhaddis (İbn-u Cevzi ve San’ani gibi bazı müteşedditler hariç) bu hadisin doğruluğuna ve hak olan manasına bir şey diyememiş, ilişememişlerdir.
Ümmetin telakkisine göre manasının doğruluğu kesin olduğu gibi, Cumhur-u muhaddisince de manasının doğruluğu tespit edilmiştir. Bu hadis seneden zayıf da olsa, onunla aynı mealde vürud eden sair hadislerle senedindeki zaafiyet zail olmuştur. Hiçbir senedi olmasa da aynı manaya işaret eden pek çok hadis ile yine kuvvet bulur.
Kütüb-ü Sitte’den Tirmizi’de de geçen, “Ben Peygamber iken Adem (a.s.) henüz ruh ve cesed arasında idi” hadisi; pek çok kaynakta yer alan, “En evvel Cenab-ı Hak benim nurumu yarattı” veya “Ey Cabir! Cenab-ı Allah her şeyden evvel senin Peygamberinin nurunu kendi nurundan halketti” hadisi; keza kudsi bir nur halinde sulbden sulbe ve alından alına intikal eden Nur-u Muhammedi hakkındaki hadis veya hadisler; “Sen olmasaydın cenneti halketmezdim.”; yine “Sen olmasaydın cehennemi yaratmazdım” hadisi; “Ya Muhammed sen olmasaydın, ben dünyayı halketmezdim” hadisi aynı manaya kuvvet vermektedir.
Keza, konumuz olan “Levlake” hadisi sadece Acluni’nin Keşf-ül Hafa’sında değil, Aliyyu’l Kari’nin, Suyuti’nin, Şevkani’nin kitaplarında, Mevlana Halid’in Divan’ında, İmam-ı Rabbani’nin Mektubat’ında yer almaktadır.
Hal böyle iken hadisin zayıflığını bile kabul etmeyerek uydurma olduğunu, hele hele Allah ve Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem adına yalan söylendiğini beyan etmek, insaf ve izan ile bağdaşmasa gerektir.
Bu Hadis-i Kudsi, Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçmektedir. 7 Mesela, Emirdağ Lahikası’nda şöyle der:
“Hem mesela, (Sen olmasaydın, sen olmasaydın kainatı yaratmazdım) beyanında ‘Bu hitap zahiren Hazreti Peygamber Aleyhissalatü Vesselama müteveccih ise de, zımnen hayata ve zevilhayata (canlılara) racidir (bakar).’ fıkrası tadile muhtaçtır. Çünkü, külli hakikat-i Muhammediye (a.s.m.) hem hayatın hayatı, hem kainatın hayatı, hem İsm-i Azamın teceli-i azamının mazharı ve bütün ziruhların nuru ve kainatın çekirdek-i aslisi ve gaye-i hilkat ve meyve-i ekmeli olmasından, o hitap doğrudan doğruya ona bakar. Sonra hayata ve şuura ve ubudiyete onun hesabına nazar eder.” 8
Yani, Hz. Peygamber (a.s.m) kâinat denen ağacın asli bir çekirdeği, yaradılış gayesi ve kemale ermiş bir meyvesidir. Nasıl ki, hayat kainattan süzülmüş; bitki ve hayvanlar hayattan süzülmüş; peygamberler insanlardan süzülmüş; Habibullah (a.s.m) da peygamberlerden süzülmüş son ve mükemmel bir hülasa (Mustafa), bir meyvedir.
Bir elma ağacına baksak görürüz ki, o bir elma çekirdeğinden büyümeye başlamış, kökleri, gövdesi, dalları ve yapraklarıyla elma meyvesine yönelmiştir. Bütün işleyişi, hizmeti ve maksadı elmaya doğru olup o meyveyi verir. İşte Efendimiz (a.s.m) de kâinat ağacının hem çekirdeği hem de ekmel bir meyvesidir ve bütün astronomi, fizik, kimya, biyoloji, tarih, sosyoloji gibi bilimler bize bu hakikati zımnen veya zahiren söyler. Çünkü kainat hayata, hayat insana, insan ise en önemli ve güzel insana (a.s.m) bakar ve hep birlikte Allah’a (cc) yönelirler.
Allah varlığı, yokluktan; organik maddeleri, inorganik maddelerden; bitkileri, organik maddelerden; hayvanları, bitkilerden; insanları, hayvanlardan; peygamberleri, diğer insanlardan; ulu’lazm olanları diğer peygamberlerden; Muhammed Mustafa’yı, (s.a.v.) diğer ulu’lazm peygamberlerden üstün tutmuştur.
Böyle bir derecelendirme sadece manevi değil, fizik âlemde de (Kimya, Biyoloji, Tarih, Psikoloji, Sosyoloji) görülmektedir. Fıtri Şeriat da, kelami Şeriat da böyledir.
Şimdi, Cenab-ı Hak Rafi (yücelten, izzet ve şeref veren), Müzil (alçaltan, zillet veren) isimleriyle böyle bir derecelendirme yapıp, zirvesine de Habibullah’ı koymuş ise, yaradılışın gayesi ve neticesi o olmaz mı? Mahlûkatını böyle derecelendirip en tepesine Habibini koyduğunda mabudiyetten uzaklık ve mahlukiyette eşitlik formülü değişir mi? Değişmez, çünkü derecelendiren, alçaltan ve yükselten odur.
Bu hadis-i kutsi, Risale-i Nur’da lafzen yer almakla birlikte, pek çok yerde de şerh ve izah sadedinde mana olarak geçmektedir. 9
Elhasıl; Hz. Peygamberin (s.a.v) peygamberliği kainatın his, şuur ve aklından süzülmüş en safi bir hülasadır. (Sözler, s. 103) O, ekmel-i külldür, (Muhakemat, s. 35) ekmelü-r resuldür. (İşarat’ü’l İcaz, s. 53) Hayattan ve kainatın ruhundan süzülmüş hülasatü’l hülasadır. (Sözler, s. 103)
Binaenaleyh burada, levlake sırrında, aşırı bir yüceltme yoktur, Kur’an, Sünnet ve hayatla zaten yüceltilmiş olanın yüceliğini teyit, tespit ve kabul vardır, o kadar.
Efdaliyet Düşüncesi ve Hz. Peygamber’in Tavrı
İslamoğlu bu başlık altında (s. 66) kendisine “Ya Hayra’l Beriyye”! (Ey yeryüzünün en hayırlısı!) diye çağıran kimseyi, Hz. Peygamber’in (a.s.m) “O dediğin İbrahim’dir!” dediğini naklettikten sonra yukarıdaki “levlake” ile ilgili teşhisini koyar ve uydurmadır der.
Yani “İbrahim yeryüzünün en hayırlısı diyen nasıl olur da kendisinin âlemlerin en hayırlısı olduğunu kabul edebilir” demek ister.
Keza “Görev yerini terk eden Hz. Yunus’a karşı gönüllerde oluşabilecek olumsuzluğu önlemek için ‘Kimseye, ben Yunus b. Metta’dan daha hayırlıyım demek yaraşmaz!’ uyarısında bulunmaktadır.”
Yine “Beni Musa’dan üstün tutmayan insanlar kıyamet günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayıldığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş vaziyette göreceğim. Bilmiyorum o bayılıp benden önce mi ayılacak yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak.” devamla; “Resulullah, burada Hz. Musa’ya karşı gösterdiği alçakgönüllüğü Hz. İbrahim’e karşı da gösterecek, Kur’an da (2/206) aktarılan yaratılış konusundaki merakından dolayı müminlerin gönlünden bir tereddüt oluşmasın diye “Ben şüphe etmeye İbrahim’den daha müstehakım diyecektir…” “Hz. Peygamber’in alçakgönüllülüğü sadece geçmiş peygamberler için sözkonusu değildir. Tevazuu hayat tarzı edinmiş olduğunu, geldiği bir mecliste kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat bırakmadan boş bulduğu yere oturduğundan çıkarıyoruz.”
Yazar aynı başlık altında; “Bakara 253’ün tefsirinde Kurtubi bu ayetin “Hz. Peygamber diğer peygamberlerden üstündür demeye dahi cevaz vermediği görüşündedir.” Bu konuyu tartışan Kurtubi “peygamberlik açısından üstünlük iddiasının ayetin açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varır.”
Şimdi; bu bahsi üstünkörü okuyan birisi düşünebilir ki, Resul-i Ekrem (a.s.m) diğer peygamberlerden üstün değildir, hatta Hz. İbrahim, Hz. Musa ve Hz. Yunus’un daha üstün olduklarını bile zannedebilir. Dahası kimsenin kalkıp kendisine yer vermesine fırsat vermediğine göre, sahabelerinden de pek farkı olmadığı sonucuna varmak da çok şaşırtıcı olmayabilir.
Elhasıl, değil âlemlerin onun için yaratılması; Hz. Yunus’un ondan üstün olması (metine göre; hayırlı olması), en azından eşit olmaları sonucuna varılabilir. Aksi bir anlayış sadece mezkur hadislerle değil Kur’ani bir hükmün (Bakara 253) “açık anlamına aykırı olduğu” sonucuna varılır.
Durum gerçekten de böyle midir? Böyle olup olmadığı kesin bir biçimde şu metni verilmeyen (Kurtubi’nin tefsirinden alıntılanan) ayetin mealinden anlaşılacaktır.
Bakara 253; “O işaret olunan resuller yok mu, biz onların bazısını bazısından üstün kıldık, içlerinden kimi var ki Allah, kendisiyle konuştu, bazısını da derecelerle daha yükseklere çıkardı (Hz. Muhammed). Biz Meryem oğlu İsa’ya da o delilleri verdik ve kendisini Ruhu’l Kudüs (Cebrail) ile kuvvetlendirdik. 10
İsra, 55; “Andolsun ki biz peygamberlerden bir kısmını bir kısmına üstün kıldık.” 11
Bu Ayet-i kerimelerin lafzından anlaşılanı ne ise; mesela, İbni Kesir ve Elmalılı tefsirleri ve pek çok tefsire göre manasından ve ruhundan anlaşılan da odur.
Ayetlerin lafızları ve lafızların tefsiri böyle iken, meal dahi vermeden Kurtubi’nin taraftar bulmamış indi görüşünü öne çıkarmak, objektif ve bilimsel bir yaklaşımdan çok subjektif bir yönlendirmeyi hatıra getirmektedir.
Daha da olmadı; müellifin siyer otoritesi olarak vasıflandırdığı (s. 18) M. Asım Köksal’ın “Peygamberler Tarihi”ne bakılırsa;12 Toplam 124 bin peygamber içinde en üstünlerinin (Ulu’l azmlarının) Nuh, İbrahim, Musa, İsa, Muhammed Aleyhisselam olduğu gibi (Ahkaf, 35) “Muhammed Aleyhisselam ise bu beş’in seyyididir. Öncekilerin ve sonrakilerin en değerlisi o olduğu için Kıyamet günü hamd sancağı ona verilecek. O gün Peygamberlerin imamı, hatibi ve şefaat sahibi o olacak. Bütün peygamberler onun sancağı altında toplanacaktır.” diyen merhum M. Asım Köksal bu tespitleri Ayet ve Sahih hadislere ve Kütüb-ü Sitteye dayandırır.
Peygamberimizi (s.a.v) Nasıl ve Ne Kadar Sevmeliyiz?
Buraya kadar ele aldığımız problemlerin can damarının sevgi (muhabbet) anlayışı olduğu söylenebilir. Biz Habibullah’ı (s.a.v.) ne kadar sevmeliyiz? Nasıl sevmeliyiz?
Müellif; “Aşırı yüceltme yanlıları yücelttikleri değeri elbette sevmektedirler. Fakat bu sevgi gerçekte üretici değil, tüketici bir sevgidir. Sevginin tüketici olanına aslında “sevgi” değil “tutku” denir. Tutku tutuklar, sevgi azad eder, özgür bırakır…
“Bu kitabın sayfaları arasında ilerledikçe bu samimi fakat samimiyeti ve iyiniyeti yaptığı yanlışı mazur göstermeyecek olan sevginin, ne tür vahim sonuçlar doğurduğu görülecektir. Sevgisi üretici değil de tüketici olanlar, sadece sevmenin yeterli olduğunu sananlardır. Onlar sevmenin bir akı bir de karası olduğunu düşünmeden sevmişlerdir.” deyip kara sevda yerine ak sevda önermiştir. (s. 34) “
Yine “levlake” sırrı ile ilgili olarak; “Anlarsınız ki bu söz, Hz. Peygamber’den hem de asırlarca sonra uydurulmuş ve hadis-i kudsi denilerek hem Allah hem de Hz. Peygamber adına yalan söylenmiştir” dedikten sonra, şöyle devam ediyor; “Eğer, ‘olsun, bu söz kötü niyetli bir söz değil ki!’ deniyorsa, aslında Resulullah hakkında uydurma hadislerin, yüzde doksan dokuzu da kötü bir şey demiyorlar. Bu mantıkla, hadis uydurarak dini ifsad edenlere rahmet okumamak işten değildir.
“Bu yaklaşımı Resulullah’a duyulan sevginin büyüklüğüyle açıklamak da mümkün değildir. Onu en çok sevdiğini bildiğimiz seçkin sahabenin tavrı ortadadır. Eğer aşırı yüceltme sevginin ifadesi olsaydı, Hz. İsa’ya Tanrı ya da Tanrı’nın oğlu olarak inananları mazur görmek gerekirdi. Bu tür bir inancı kökten reddeden Kur’an’ın mesajını da ‘Hz. İsa’yı sevmeye karşı çıkıyor’ şeklinde anlamak gerekirdi.” (s. 205, 206)
Sanırım bu meselenin halli; Risale-i Nur’un pek çok yerinde geçen “mana-yı harfi” “mana-yı ismi” terminolojisiyle mümkün olacaktır.
Harf, kendinden başkasını anlatmak için kullanılan işaret ve alet olduğundan, herhangi bir şeyin harfi manası, o şeyin başka bir şeye delalet etmesi veya delalet ettiği şeyi anlamak için ona bakılması demektir.
Bu mananın mukabili olan mana-yı ismi ise; isim, müsemmasını anlattığından, bir şeye yalnız kendisini anlamak için bakmaktır.
Cenab-ı Hakk’ın masivasına (kainata) mana-yı harfiyle ve onun hesabına bakmak lazımdır. Mana-yı ismiyle ve esbap hesabına bakmak hatadır. Dünyayı ve ondaki mahlukatı mana-yı harfiyle sevmeliyiz, mana-yı ismiyle değil. Yani “ne kadar güzel yapılmış” deyip “ne kadar güzeldir” dememeliyiz. 13
Biz de Resul-i Ekrem’i (s.a.v.) Allah (c.c) adına ve hesabına, Allah’ın sevdiği (Habibullah) olarak sevmeliyiz. Peki ne kadar sevmeliyiz? Allah adı ve hesabına (mana-yı harfi olarak) sevebildiğimiz kadar çok. Eğer Allah adına değil kendisi adına (mana-yı ismi olarak) seversek Hıristiyanların Hz. İsa’yı (Tanrı İsa), Rafızîlerin Hz. Ali’yi sevdiği gibi (hulul inancı) severiz ki; o sevgi makbul değildir. Çünkü şirke yol açabilir. 14
Burada mühim olan sevginin niceliği ve sayısal büyüklüğü (kemiyeti) değil, niteliği, mahiyetidir (keyfiyeti). 15
Mirac’da Ne Oldu?
İslamoğlu’na göre mirac cismani ve bedeni değildir ve rüyetullah (Allah’ı görme) söz konusu değildir. (s. 115 vd)
Bu tez, ümmetin ve alimlerin, bilhassa kelamcıların yaygın görüşüne uygun değildir. Çünkü mütekellim uleması miracın, uyanıkken hem ruh hem de bedenle gerçekleştiğini kabul ederler. 16
Mirac Kur’an’da detaylarıyla yer almaz fakat çok sayıdaki hadisle ayrıntılı bir biçimde anlatılır. Bediüzzaman da selefi kelamcılar gibi düşünür ve “Sözler” adlı eserinde oldukça mukni delillerle hem ruhi hem de bedeni (cismani) mirac ve rüyetullahı ispat eder. 17
Yazarımız, fani olan Baki olanı göremez ve uyanık ve bedeni mirac olamaz görüşünü şöyle noktalar;
“Kimsenin kendisine itibar kazandırmasına ihtiyaç olmayan Hz. Peygember’e itibar kazandırma adına “tevhid” inancının temellerini sarsacak, ya da en azından flulaşmasına yol açacak böyle bir tartışma son tahlilde imana güç mü verir, onu zaafa mı uğratır?” (s. 116) Başka bir yerde ise “Her olağanüstüleştirme çabası, gerçekte bir ‘insanüstüleştirme’ çabasıdır.” (s. 33) der.
Burada gözden kaçan miracın, rüyetullahın, mucizelerin, gerçekte peygamberlere ait olmayıp, onların fiili olmayıp, Cenab-ı Hakk’ın eseri olması gerçeğidir. Bir fiil veya olay ne kadar olağanüstü de olsa Cenab-ı Hakk’a izafe edildiğinde mümkinattandır, vukuattandır. Biz “tevhidi” koruma veya peygamberi “insanüstüleştirme”den beri olma adına bunları münhasıran kendi akıl süzgecimiz ve tedbirimizle anlamaya çalışırsak boyumuzu aşan bir işe kalkışmış oluruz.
Efendimiz (a.s.m) ve bütün peygamberler elbette bizler gibi birer insandırlar, fakat nübüvvet cihetiyle olağanüstüdürler. Çünkü peygamberliğin mahiyeti böyledir. Düşünürsek, 1400 yıldan beri tek bir peygamber gelmediği gibi, on milyon insandan sadece bir tane peygamber çıkmışsa bu olağan ve sıradan kabul edilemez. Allah sadece beş Resulünü ululazm tayin etmişse, bunlardan da bir tanesini hepsinin seyyidi yapmışsa, burada olağanlıktan bahsedilebilir mi?
Bütün insanlık tarihi boyunca sadece bir kişi babasız olarak doğmuşsa, sadece bir kişi, kayadan deve çıkarmışsa, sadece bir kişi ayı ikiye bölmüşse, sadece bir kişi ateşte yanmamışsa, sadece bir kişi denizde yol açmışsa, bunları nasıl herhangi bir olay olarak kabul edebiliriz.
Üstelik bu ve bunun gibi pek çok mucizeyi bize yine olağanüstü bir kitap olan Kur’an-ı Kerim bildiriyorsa tavrımız ne olmalıdır?
Hz. İsa’nın babasız doğması dinen sabittir, fakat bu onu kul olmaktan çıkarıp “Tanrı” veya “Tanrı oğlu” yapmaz. Zira o zaman bir bebekti ve peygamberlik de verilmiş değildi. Fakat Hıristiyanlar öyle bir yanlışa saptı diye ve de başkaları sapmasın diye biz bu mucizeyi inkâr edemeyiz, tevil de edemeyiz. Hz. İsa’nın babasız dünyaya gelişi elbette ki, Allah’tandır; yoksa İsa (a.s.) ulûhiyet vasfı taşıyıp kendiliğinden de doğmuş değildir.
Aslında din ontolojik yapısı gereği gayba imandır, metafiziktir, olağanüstülüğü kabuldür, olağan üstülükleri yaratana teslim olmaktır. Melekleri göremiyor veya hissedemiyorsak inkâr mı edeceğiz? Haşri izah edemiyorsak red mi edeceğiz? Kur’an’la veya hadisle sabit mucizelere ne diyeceğiz? Sıradan, olağan, olağanüstü olmayan mucize olur mu?
Din bir imtihandır. İmtihan icabı olarak vuku bulan bir mucizeyi (olağanüstüyü) birisi gördüğü halde inkâr eder, büyü veya sihirbazlık der, bir diğeri inkâr etmez, fakat bunu yapan beşer olamaz diye peygambere ulûhiyet isnat eder. Bir mümin de Allah’a ve Resulüne iman eder.
Haber ve Kader
Yazar; “Suyuti’nin el-Hasaisu’l Kübrasına bakılırsa Hz. Peygamber; Hz. Ömer’in, Hz. Osman’ın, Hz. Ali’nin öldürüleceklerini haber vermiştir. İlk bakışta masum gibi duran, ‘bunda garip olan ne var?’ diye soracağımız bu olayda, biraz derinlere indiğimizde bambaşka amaçlarla karşılaşmamız işten değil. Şöyle ki, bu tür haberlerin üretilmesi genellikle siyasi ve mezhebi amaçlara dayanıyordu. Hatta kimi zaman ‘iyi niyetle’ üretiliyordu. Çünkü eğer Hz. Peygamber önceden haber vermişse, Hz. Ömer, Osman ve Ali’nin katli ‘kader’ idi ve kaçınılmazdı. O zaman kimseyi suçlamaya gerek yoktu. Kavganın önünü kesmek için bu gerekiyordu.” demektedir. (s. 68-69)
Hemen fark edileceği gibi burada “kader” ve “sorumluluk” ile ilgili vahim bir yanlış yapılmaktadır.
Zira kader, Cenab-ı Hakk’ın zaman ve mekanla sınırlı olmayan sonsuz bilgisine tekabül eder, onun her şeyi önceden bilmesi ve bildiği dışında bir şey olmaması demektir. Yani kader ilim nev’indendir, ilim maluma (bilinene) tabidir. Yani nasıl olacaksa öyle tahakkuk ediyor. Yoksa, malum ilme tabi değildir.
Yani kural olarak olaylar (kaderde yazılanlar) Allah öyle biliyor diye öyle olmuyor, bilakis olayların öyle olacağını, zamanla kayıtlı olmayan Rabbimiz önceden biliyor, olanlar da öyle oluyor. 18
Böyle olduğu için de insanın sorumluluğu kalkmıyor. Yani Raşid Halifelerin katilleri onları kaderleri öyle olduğu için katletmediler. Katledeceklerdi ve bunu Allah biliyordu ve Efendimize de (a.s.m.) haberini verdi. Nasıl davranacağımızı Cenab-ı Hakk’ın bilmesi bizim sorumluluğumuzu kaldırmaz ve Cenab-ı Hakk’ın ilmi olmuş ve olacak her şeyi kuşatır. Aksi halde “Allah hadiseleri önceden bilemez” demek icab eder ki, bu ona noksanlık izafe etmektir ve muhaldir.
Aynı şekilde, “Allah önceden biliyorsa katillerin suçu yok” demek de muhaldir. Eğer öyle olmasa İslam Ceza Hukuku (ukubat) ve tatbikatı hiçbir zaman olamazdı. Binaenaleyh Ashab-ı Güzin’in muhale kanması, onunla amel etmesi veya hadis uydurarak tedbir alması beklenemez. 19
İslamoğlu; Efendimizin (s.a.v.) fetih müjdeleyen haberleriyle ilgili olarak, “… yine mevzu olanın zayıfa, zayıfın sahihe karıştığı bir paket tasarlanır. Bu paket içinde, Hire’nin fethinden Şam ve Irak’ın fethine, Kudüs’ün fethinden Mısır’ın ve hatta Kirman’ın fethine varana dek haberler yer alır.” (s. 69) demektedir.
Burada da yazarın mezkur kader anlayışına göre; İslam ordularının büyük gayret ve fedakarlıklarla savaşmalarına gerek kalmayacaktır.
Zira haber verilen, yani kaderde olan zaten ister istemez olacaktır!
Ayrıca müellif yukarıdaki söylemiyle; sadece mevzu değil zayıf hatta sahih hadislerin rivayetinden de pek hazzetmediği gibi bir zehaba sebebiyet veriyor.
Efendimize katiller ve fetihlerle ilgili bilgi verilmesi, bunların rivayet edilip aynen çıkmasında ne gibi bir beis olabilir?
Bunun, “Hz. Peygamberin yüceliğini yeterli bulmayıp ona bir parça daha karizma kazandırmak isteyen yüceltmeci gelenek” ile (s. 68) ne ilgisi var?
Bunlar uydurma değil, zayıf, hatta sahih hadisler olduğunda da mı göz ardı edelim, mevzubahis etmeyelim?
Aşırı Yüceltme mi Yoksa İndirgeme mi Daha Vahim?
Şüphe yok ki, indirgemeci peygamber tasavvuru da aşırı yüceltmeci peygamber tasavvuru da haksızlıktır, abestir. En doğrusu, Hz. Peygamberi (s.a.v) Kur’an’ın ve kendi Sünnetinin (hadis-i şeriflerin) şaşmaz kıstasıyla tanımak ve anlamaktır.
Fakat insan ve toplum çoğu zaman ideal noktada ve dengede durmuyor, bir kısmı ifrat, bir kısmı tefrit ediyor. Bu insanlık ve İslam tarihinde hep sürüp gidiyor. Fakat dengeden uzaklaşma hangi yöne doğru olursa daha tehlikeli ve zararlıdır? Aciz kanaatimize göre aşırı yüceltmeci anlayış tevhid ve iman noktasından daha tehlikeli ve zararlıdır. Zira aşırı yüceltme bazan Hıristiyanlık ve Rafızilikte olduğu gibi tevhidî bir zaaf ve şirk teşkil edebilir. Bu ise en büyük bir zulüm (Lokman, 31/13) ve affedilmeyecek bir günahtır. (Nisa, 4/6) Yaradılış programı ve gayesinin ihlalidir, Hukukullahı çiğnemektir. Nitekim “Muhammediye adıyla anılan bu fırka mensupları ‘Muhammed Aleyhisselam Allah’ın ta kendisidir’ iddiasındadırlar.” (s. 25)
İndirgeme de felaket ve helaket sebebi olmakla birlikte Resulullah’a (a.s.m) saygısızlıktır.
Ama indirgemeci anlayışlar kitapta da incelendiği gibi, çoğunlukla Nübüvveti hatta Risaleti inkar etmeyip, sadece gerekli saygı ve sevgi de kusur ediyorlar. Nübüvveti kabul edip, nübüvvetin misyonunda ve misyonun değer ve öneminde hata ediyorlar. Bu durumda bir insanın Muhammed (a.s) Allah’ın ta kendisidir yerine, o sadece bir habercidir demesi halinde ilk hüküm daha şiddetli bir zulümdür. Muhtemeldir ki, İslamoğlu’da böyle bir anlayışla indirgemeci tasavvura daha yakın duruyor.
Her ne kadar doğru bir iman ve tevhid nokta-i nazarından aşırı yüceltme daha vahimse de, konjonktürel açıdan indirgeme daha tehlikeli görünüyor.
Çünkü, günümüzde Hadis ve Sünnetsiz bir İslam anlayışı Peygambersiz bir din anlayışı, Türkçe ibadet ve Kur’aniyyun yaklaşımı planlı olarak empoze edilip din ifsad ediliyor. (s. 207, Türk İslamı) Bu bağlamda “Türk Müslümanlığı” anlayışı bir toplum mühendisliği projesi olarak egemenlerce tasvip görüyor. 20
Halbuki aşırı yüceltmeci anlayışlar planlı olarak dışarıdan değil, bir eğilim olarak içeriden neşet ediyor ve fıkıh, şeriat ve hatta modernite tarafından sürekli törpülendiğinden itidale yaklaşıyor. En azından ülkemizdeki yüceltmeci anlayış çoğunlukla şirkten uzak durduğu için, Müslümanların Peygamberine (s.a.v.) olan hüsn-ü zanlarını kırmak yerine indirgemeci projeye karşı durmak daha fazla hassasiyet gerektiriyor.
Bir başka ifadeyle, ülkemizde Resulullaha karşı duyulan sevginin indirgenmesini gerektirecek bir durum söz konusu değildir. Dahası, indirgemeci yaklaşım, bir takım çevrelerin dini ve mukaddesatı yaşanılır olmaktan çıkartma gayretlerine yardımcı olmak, kişiyi, toplumu ve dini sekülerleştirme teşebbüslerine katkıda bulunmak anlamına gelmektedir.
Sonuç olarak; muhabbetin şe’ni ifrattır, sevdiğini makamından fazla görmek istiyor ve öyle de görüyor. 21
Ama bazen bir şeye şiddetli muhabbet, o şeyin inkârına sebep olur. 22
Her şeyin ifrat ve tefriti iyi değildir, istikamet ise hadd-i vasattır. 23
Netice
Dikkat edilirse üç bölümden oluşan kitabın, indirgemeci peygamber tasavvuru ve Kur’an peygamberi bölümleri ile ilgili olarak bir eleştirimiz olmadı. Fakat peygamberin efdaliyeti bölümündeki malumatlar Hz. Peygamberi anlamaya yardımcı olmak yerine, zihin karıştırıcı bir işlev görmektedir.
Dipnotlar
1. Three Faces of Jesus (İsa’nın üç çehresi), Çev. Sibel Özbudun, Anahtar Kitaplar, İstanbul 1993.
2. Vasat ümmet için bkz. Şamil İslam Ans., İst. 1994, C. 6, s. 312.
3. Bilge Kral Ali İzzetbegoviç, “Doğu ve Batı Arasında İslam” (Nehir Yay., İstanbul 1993) adlı meşhur ve temel eserinde (s. 23 vd) bu üçlü tasnifi şema halinde onlarca konuya tatbik edip önemli sonuçlara varıyor.
4. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 354.
5. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 118.
6. Abdülkadir Badıllı, Risale-i Nur’un Kudsi Kaynakları, Envar Neşriyat, İstanbul 1992, s. 306 vd.
7. A.g.e. s. 306.
8. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 153.
9. Lem’alar, s. 516 vd.
10. Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 2, s. 147 vd.
11. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, C.3. s. 988 vd; İbni Kesir, Çağrı, İstanbul 1988.
12. M. Asım Köksal, Peygamberler Tarihi, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara 1993, s. 11 vd.
13. İslami Prensipler Ansiklopedisi, İttihad Yay., İstanbul 1994, C. 3, s. 1103 vd.
14. Lem’alar, s. 30; Sözler, s. 587.
15. Muhabbet’in mahiyet, çeşit ve sonuçları için bkz: Sözler, s. 581-593.
16. Şamil İslam Ansiklopedisi, C. 4, s. 197.
17. Sözler, s. 914 vd; 31. Söz’de Miracın sırr-ı lüzumu, Hakikat-i Mirac, Hikmet-i mirac, Miracın semerat ve faydaları çarpıcı bir surette incelenmiştir.
18. A.g.e, s. 430.
19. Kaderle ilgili olarak bkz: A.g.e., s. 425 vd.
20. “Türk Müslümanlığı” kavramı ve projesi için bkz: Köprü Dergisi, Bahar/1999, Sayı: 66.
21. Lem’alar, s. 29.
22. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Aysa Neşriyat, İstanbul 1997, s. 88.
23. Lem’alar, s. 31.
©Ömer Faruk Uysal
İslamoğluna Reddiye:Kadere İnanmak ‘Tartışmalı Bir Fazlalık’ Olmayıp Aksine Îmân Esaslarından Biridir
Filed under: Kadere Îman Konusu — moskovazâde @ 10:52 am
İslamoğluna Reddiye:Kadere İnanmak ‘Tartışmalı Bir Fazlalık’ Olmayıp Aksine Îmân Esaslarından Biridir
Fatih Kalender./Haksöz – Darusselam
İslamoğlu kader konusunda “iman bilinci” adlı kitabının 17. sayfasında bakın ne diyor:
“Allah’a, Ahiret gününe, Meleklere, Kitaba, Peygamberlere inanmak. Bu beş madde bir fazlasıyla Cibril hadisi diye meşhur olan hadiste de yer alır. Sonraki ilmihallere, imanın şartı olarak geçen tartışmalı fazlalık kadere iman maddesidir.”
İslamoğlu 1993 tarihinde yazmış olduğu “iman insanın saadeti” adlı kitabında kaderi, farklı mânâlarla yorumlamış, kadere îman ko- nusunda karmaşık ifâdeler kullanmıştır.
Daha sonra yazmış olduğu 2007 târihli “iman bilinci” adlı kitabında ise; kadere îman konusunda, kafasında yerleşmiş olan görüşünü açıkça yukarıda naklettiğimiz ibârelerle ifâde etmiştir.
İslamoğlu, meşhur olan Cibrîl hadîsine dayanarak îmânın beş şartını: “Allah’a, âhiret gününe, meleklere, kitaplara, peygamberlere inanmak” olarak beyân etmiş, ancak dayanmış olduğu hadîs-i şerîfte geçen “kadere inanma” maddesini sıraya katmamış, bilakis onun sonraki ilmihallere tartışmalı fazlalık olarak girdiğini ifâde ederken kadere îmâna “Bir fazlalık” demiştir.
İslamoğlu’nun bu ifâdelerinden anlaşıldığına göre; kadere îman, tartışmalı bir fazlalık olduğu için inanılıp inanılmaması îmâna tealluk etmez.
Bizler İslamoğlu gibilerine, Abdullah İbni Ömer (Radyallâhu Anhümâ)nın, Ma‘bed el-Cühenî hakkında söylemiş olduğu: “Ben onlardan berîyim. Onlar da benden berîdirler!” sözünü ithâf ederiz.
İslamoğlu’nun, Buhârî’den mesned olarak gösterdiği Cibrîl hadîsi, Müslim’in rivâyetiyle şu şekildedir:
عَنْ يَحْيَى بْنِ يَعْمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: كَانَ أَوَّلَ مَنْ قَالَ فِي الْقَدَرِ بِالْبَصْرَةِ مَعْبَدٌ الْجُهَنِيُّ. فَانْطَلَقْتُ أَنَا وَحُمَيْدُ بْنُ عَبْدِ الرَّحْمَنِ الْحِمْيَرِيُّ حَاجَّيْنِ أَوْ مُعْتَمِرَيْنِ فَقُلْنَا: لَوْ لَقِينَا أَحَدًا مِنْ أَصْحَابِ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَسَأَلْنَاهُ عَمَّا يَقُولُ هَؤُلَاءِ فِي الْقَدَرِ. فَوُفِّقَ لَنَا عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ دَاخِلًا الْمَسْجِدَ. فَاكْتَنَفْتُهُ أَنَا وَصَاحِبِي أَحَدُنَا عَنْ يَمِينِهِ وَالْاٰخَرُ عَنْ شِمَالِهِ. فَظَنَنْتُ أَنَّ صَاحِبِي سَيَكِلُ الْكَلَامَ إِلَيَّ. فَقُلْتُ: أَبَا عَبْدِ الرَّحْمٰنِ إِنَّهُ قَدْ ظَهَرَ قِبَلَنَا نَاسٌ يَقْرَءُونَ الْقُرْاٰنَ وَيَتَقَفَّرُونَ الْعِلْمَ وَذَكَرَ مِنْ شَأْنِهِمْ وَأَنَّهُمْ يَزْعُمُونَ أَنْ لَا قَدَرَ. وَأَنَّ الْأَمْرَ أُنُفٌ قَالَ فَإِذَا لَقِيتَ أُولَئِكَ فَأَخْبِرْهُمْ أَنِّي بَرِيءٌ مِنْهُمْ وَأَنَّهُمْ بُرَآءُ مِنِّي وَالَّذِي يَحْلِفُ بِهِ عَبْدُ اللّٰهِ بْنُ عُمَرَ لَوْ أَنَّ لِأَحَدِهِمْ مِثْلَ أُحُدٍ ذَهَبًا فَأَنْفَقَهُ مَا قَبِلَ اللّٰهُ مِنْهُ حَتّٰى يُؤْمِنَ بِالْقَدَرِثُمَّ قَالَ: حَدَّثَنِي أَبِي عُمَرُ بْنُ الْخَطَّابِ قَالَ: بَيْنَمَا نَحْنُ عِنْدَ رَسُولِ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ذَاتَ يَوْمٍ إِذْ طَلَعَ عَلَيْنَا رَجُلٌ شَدِيدُ بَيَاضِ الثِّيَابِ شَدِيدُ سَوَادِ الشَّعَرِ لَا يُرٰى عَلَيْهِ أَثَرُ السَّفَرِ وَلَا يَعْرِفُهُ مِنَّا أَحَدٌ حَتّٰى جَلَسَ إِلَى النَّبِيِّ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ فَأَسْنَدَ رُكْبَتَيْهِ إِلَى رُكْبَتَيْهِ وَوَضَعَ كَفَّيْهِ عَلٰى فَخِذَيْهِ وَقَالَ: يَا مُحَمَّدُ! أَخْبِرْنِي عَنِ الْإِسْلَامِ فَقَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «اَلْإِسْلَامُ أَنْ تَشْهَدَ أَنْ لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ وَأَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَتُقِيمَ الصَّلَاةَ وَتُؤْتِيَ الزَّكَاةَ وَتَصُومَ رَمَضَانَ وَتَحُجَّ الْبَيْتَ إِنِ اسْتَطَعْتَ إِلَيْهِ سَبِيلًا.» قَالَ: صَدَقْتَ! قَالَ: فَعَجِبْنَا لَهُ يَسْأَلُهُ وَيُصَدِّقُهُ قَالَ: فَأَخْبِرْنِي عَنِ الْإِيمَانِ قَالَ: «أَنْ تُؤْمِنَ بِاللّٰهِ وَمَلَائِكَتِهِ وَكُتُبِهِ وَرُسُلِهِ وَالْيَوْمِ الْاٰخِرِ وَتُؤْمِنَ بِالْقَدَرِ خَيْرِهِ وَشَرِّهِ…!» قَالَ: صَدَقْتَ.
Yahya ibni Ya‘mer (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatmıştır: “Basra’da kader(i inkâr) hakkında ilk konuşan Ma‘bed el-Cühenî olmuştur.
Bir ara ben ve Humeyd ibni Abdirrahmân el-Hımyerî Hac veyâ Umre yapmak üzere yola çıktık ve (kendi aramızda):
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in ashâbından bir kimseye rastlasak da şunların kader hakkında söylediklerini ona sorsak” dedik.
Az sonra mescide girmekte olan Abdullâh ibni Ömer ibni’l-Hattab (Radıyallâhu Anhümâ) ya rastladık.
Ben ve arkadaşım, birimiz sağından birimiz solundan olmak üzere hemen etrâfını çevirdik. Ben arkadaşımın sözü bana havâle edeceğini anlayarak:
“Yâ Ebâ Abdirrahmân! Bizim taraflarda bir takım insanlar türedi. Bunlar Kur’ân-ı okuyor ve ilmi araştırıyorlar” dedim.
(Râvî diyor ki:) “Yahya bu adamların hâllerini, kader diye bir şey tanımadıklarını, yaratılanların, Allâh’ın hiç bir takdir ve mâlûmatı olmaksızın husûle geldiğini iddia ettiklerini anlattı.”
Bunun üzerine Abdullâh (Radıyallâhu Anh):
“Artık sen onlarla görüştüğün zaman kendilerine haber ver ki; ben onlardan berîyim, onlar da benden berîdirler. Abdullâh ibni Ömer’in kendisine yemin etmekte olduğu Allâh’a and olsun ki, onlardan birinin Uhud dağı kadar altını olsa da onu infâk etse, kadere inanmadıkça Allâh onun infâkını kabul etmez.” dedikten sonra sözlerine şöyle devâm etti:
Babam Ömer ibnü’l-Hattâb (Radıyallâhu Anh) bana şöyle anlattı: “Bir gün Resûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanında bulunduğumuz esnâda ânîden yanımıza, elbisesi bembeyaz, saçı simsiyah bir zât çıkageldi.
Üzerinde yolculuk eseri görülmüyor, bizden de kendisini kimse tanımıyordu. Peygamber (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yanına oturdu ve dizlerini onun dizlerine dayadı.
Ellerini de uylukları üzerine koyduktan sonra: “Yâ Muhammed! Bana İslâm’ın ne olduğunu haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
“İslâm; Allâh’tan başka ilâh olmadığına, Muhammed’in de Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet etmen, namazı dosdoğru kılman, zekâtı vermen, ramazan orucunu tutman ve yol (külfetleri) cihetine gücün yeterse Beyt’i haccetmendir.” buyurdu. O zat: “Doğru söyledin.” deyince biz buna hayret ettik, çünkü hem soruyor, hem de tasdik ediyordu.”
Sonra o şahıs: “Bana îmandan haber ver!” dedi. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem): “Allâh’a, Allâh’ın meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine ve âhiret gününe inanman, bir de kadere; hayrına, şerrine inanmandır” buyurdu. O zât yine: “Doğru söyledin.” dedi. (Müslim, Îman:1, no:8, 1/36-37)
Bu hadîs-i şerîfte geçen “Kadere inanma” maddesi, İslamoğlunun Buhârî’den naklettiği 4404 numaralı hadîs-i şerîfte mevcut değilse de, Müslim’in 9 ve 11 numaralı hadis-i şeriflerinde bulunmaktadır.
Zâten kader konusu Kur’ân-ı Kerîm’de sarâhaten beyân edilmekteyken, bunun bir hadisde geçip diğerinde geçmemesi neyi değiştirir? Nitekim Allâh-u Te‘âlâ:
﴿ وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا ﴾
“Allâh’ın emri muhakkak yerini bulan bir kader olmuştur” (Ahzâb Sûresi:38) buyurmaktadır. Diğer bir âyet-i kerîmede de:
﴿ إِنَّا كُلَّ شَيْءٍ خَلَقْنَاهُ بِقَدَرٍ ﴾
“Şüphesiz ki, biz her şeyi bir kaderle yarattık.” (Kamer Sûresi:49) buyrulmuştur.
İbn-i Kesîr Tefsîrinde zikredildiğine göre bu âyet-i kerîmenin sebebi nüzûlü olarak Ahmed ibn-i Hanbel (Radıyallâhu Anh):
“Müşrikler kader konusunda Efendimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile çekişmek için geldiklerinde bu âyet-i kerîme nâzil oldu.” demiştir. (Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned:2/444)
Müslim, Tirmizî ve İbni Mâce de bu şekilde nakletmişlerdir. Bezzâr’dan nakle göre:
“Bu âyet-i kerîmeler kaderi inkâr edenler hakkında inmiştir.” (Müslim, Kader:4, no:2656, 4/2046; Bezzâr, no:1513, 2/110; İbni Kesîr, et-Tefsîr:13/305)
İbni Ebî Hâtim’in Zürâre (Radıyallâhu Anh)dan rivâyetine göre Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
«نَزَلَتْ فِي أُنَاسٍ مِنْ أُمَّتِي يَكُونُونَ فِي آخِرِ الزَّمَانِ، يُكَذِّبُونَ بِقَدَرِ اللَّهِ.»
buyurmuştur.
“Bu âyetler, ümmetimin son döneminde zuhûr edip, Allâh’ın kaderini inkâr edecek olan birtakım insanlar hakkında indi.” (İbni Ebî Hâtim, no:18714, 10/3321; Taberânî, el-Mu‘cemu’l-Kebîr, no:5316, 5/276; İbni Kesîr, et-Tefsîr:13/305)
İslamoğlu ‘Cibrîl hadîsi’nin Buhârî’deki rivâyetinde kadere îman olmadığından yola çıkıp, bunun tartışmalı fazlalık olarak ilmihal kitaplarına geçtiğini savunmuştur. Duyan da Buhârî’de olsa kadere inanacağını sanacak! Hâlbuki Buhârî kader hakkında müstakil kitab (bölüm) açarak:
﴿ وَكَانَ أَمْرُ اللّٰهِ قَدَرًا مَقْدُورًا ﴾
“Allah’ın emri muhakkak yerini bulan bir kader oldu.” (Ahzâb Sûresi:38)âyeti kerîmesini zikretmiş ve o babta kaderle alâkalı yirmi altı hadîs-i şerîf rivâyet etmiştir. (Buhârî, Kader, no:6221-6246, 6/2433-2441)
İslamoğlu, yanıltıcı âdeti üzere, Buhârî’nin îrâd ettiği Cibrîl hadîsinde kadere îman şartı olmadığını görmüş, ancak Buhârî’nin bu konuya tahsis etmiş olduğu özel bölümü görmezlikten gelmiştir. İslamoğlu kendi fikrini ispat sadedinde tıpkı diğer yazılarında yaptığı gibi işine gelen yeri almış, işine gelmeyen yerleri hiç görmemiştir.
İslamoğlu kendi web sitesinde yayımladığı videosunda, Emevîler’in, yaptıkları zulümlere kılıf olmak üzere siyâsî bir konu olarak kader meselesini çıkardıklarını, sonra da bunun îtikat kitaplarına geçtiğini iddia etmekte ve Hasen-i Basrî (Radyallâhu Anh)ın, Abdü’l-Melik bin Mervan’a kader risâlesi olarak yazdığı mektubunu buna delil göstermektedir.
Hâlbuki Hasen-i Basrî (Radyallâhu Anh) bu mektubunda kaderi inkâr etmemiş bilakis Allâh’ın ilmi ezelîsindeki bilginin kul için bir cebir (zorlama) anlamında olmadığını ifâde etmiştir. Hasen-i Basrî (Radıyallâhu Anh)ın mektubu dikkatlice okunduğunda Ehl-i Sünnet ile aralarında fark olmadığı bilakis Ehl-i Sünneti desteklediğini görmemiz mümkündür.
Zâten Hasen-i Basrî (Radyallâhu Anh) Ehl-i Sünnet’in en büyük imamlarındandır.
Artık herkes Ehl-i Sünnet inancını doğru öğrenip ona sâhip çıkmalı ve İslamoğlu gibi yazarların kitaplarını okuyup aldanarak Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in:
«لِكُلِّ أُمَّةٍ مَجُوسٌ وَمَجُوسُ هٰذِهِ الْأُمَّةِ الَّذِينَ يَقُولُونَ: لَا قَدَرَ! مَنْ مَاتَ مِنْهُمْ فَلَا تَشْهَدُوا جَنَازَتَهُ وَمَنْ مَرِضَ مِنْهُمْ فَلَا تَعُودُوهُمْ وَهُمْ شِيعَةُ الدَّجَّالِ وَحَقٌّ عَلَى اللّٰهِ أَنْ يُلْحِقَهُمْ بِالدَّجَّالِ.»
“Her ümmetin bir Mecûsîsi vardır, bu ümmetin Mecûsîleri ise: ‘Kader yok!’ diyenlerdir.
Onlardan her kim ölürse cenâzesinde bulunmayın, hasta olanları da ziyâret etmeyin, onlar Deccalın şî‘asıdır, onları Deccala ilhâk etmek Allâh üzerine bir haktır!” (Ebû Dâvûd, Sünnet:17, no:4692, 4691, 2/634) tehdidine uğramaktan sakınmalıdır!
İslamoğlu “iman insanın saadeti” adlı kitabının 162–163. sayfalarında da Cebriyye ve Mu‘tezile gibi sapık fırkaların kader hakkındaki yanlış görüşlerini doğruymuş gibi göstererek Ehl-i Sünnet mensûbu insanları saptırmaya çalışıyor. Onun bu konudaki hezeyanları şöyledir:
“Bir şeyin kaderinin o şeyin “yaratılış amacı”, “gayesi” olduğunu şu ayetten daha güzel hiçbir şey açıklayamaz. “O ki her şeyin gayesini, amacını belirleyip (kaddera) o hedefe yöneltti (heda).” (87/3)
Buna göre insanın ezeli kaderi Allah’a kul olmaktır. İlahlık iddiasında bulunan ya da kulluğunu ihmal eden kaderine karşı gelmiş demektir.
Arının kaderi bal yapmak, dünyanın kaderi dönmek, güneşin kaderi yanmaktır. Bir şeyin amacı doğrultusunda kullanılması o şeyin kaderine rıza, yine bir şeyin amacı dışında kullanılması, o şeyin kaderine isyandır.”
Ehl-i Sünnet kelam âlimlerinin kazâ ve kader hakkındaki isâbetli görüşleri mufassal akāid kitaplarımızda açık bir şekilde şöyle beyân edilmiştir:
İnsanoğlunun hayır veyâ şer olarak fiiliyâta geçireceği her türlü eylemin Cenâb-ı Hakk Te‘âlâ tarafından vakti ve oluşumunun ayarlanması “Kader”, o vakit geldiği zaman kul tarafından bizzat yapılması ise “Kazâ” olarak târif edilmiştir.
Kazâ ve kader hakkında bunun tam aksini söyleyenler olduğu gibi, her ikisinin eşanlamlı olduğunu söyleyenler de vardır.
İslamoğlu bu kitabında, Cenab-ı Hakk’ın ezeldeki takdîrini (kaderini), kula yapılan bir cebir (zorlama) olarak görmüş ve bunun sonucu olarak kulun yaptığı iyi işleri kader olarak değerlendirmiş, şer fiilleri ise kader dâiresinden çıkararak kula ait bir kötü amel olarak değerlendirmiştir.
İslamoğlu bu görüşüyle Cebriyye mezhebinin dâiresine girmeyi kastetmiş olmasa da, kendisini Cebriyye mezhebinden kaçıyor gösterirken, Şî‘a ve Mu‘tezile mezheplerinin görüşlerine saparak yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştur.
Böylece o, Mu‘tezile’nin görüşüne tamâmen iştirâk etmiş de değildir, zîrâ Mu‘tezile insandan sâdır olan işlerin tamâmını kula nispet etmiş, oysa İslamoğlu hayrı, kader kabul ederek Allâh’a, şerri ise kadere muhâlefet sayarak kula nispet etmiştir.
Hâlbuki Ehl-i Sünnet’e göre, hayrın ve şerrin kaderden olması, olacak olan şeylerin, Allâh’ın ilminde sâbit olduğu şekliyle takdir edilmesidir.
Dolayısıyla kul kendi irâdesiyle iyi ve kötüyü işlemiş, Allâh ise o işin vukuundan önce onu kimin yapacağını bilmiş ve bilgisine muvâfık olarak takdir etmiştir.
Yâni kullar tarafından yapılacak işlerin Allâh tarafından önceden bilinmiş olması cebir değildir, ancak bir ilimdir! Daha açık bir ifâdeyle: “Kul hür irâdesiyle bir şeyi yapacağı için Allâh-u Te‘âlâ onun o işi yapacağını bilmiştir, yoksa Allâh-u Te‘âlâ bildiği için kul o işi yapmaya mecbur olmamıştır.
İslamoğlu yukarıdaki ifadelerinde, kaderi âdetâ rızâ olarak kabul etmiş, insanın kulluk yapmasının kader olduğunu, kulluğa muhâlif işler yapmasının da kader olmadığını savunmuştur.
Nitekim o bunu kendi kitabında şu şekilde ifâde etmiştir:
“İnsanın ezelî kaderi Allah’a kul olmaktır. İlahlık iddiasında bulunan ya da kulluğunu ihmal eden kaderine karşı gelmiş demektir”. (İman İnsanın Saadeti, sh:163)
İslamoğlu’nun bu sözüne göre insanın iyi işler yapması kader iken, kötü işler yapması yâni şakî olması kader değildir. Hâlbuki İslamoğlu’nun bu yanlış anlayışını gerek yukarıda zikrettiğimiz Cibrîl hadîsi, gerekse Abdullâh İbn-i Mes‘ûd (Radıyallâhu Anh)ın rivâyet etmiş olduğu; insanın ana rahmindeki devrelerinden bahseden hadîs-i şerîf nefyetmektedir.
Nitekim Abdullâh ibni Mes‘ûd (Radıyallâhu Anh) şöyle demiştir: Bize dâimâ doğru söyleyen ve kendisine de doğru bildirilen Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
عَنْ عَبْدِاللّٰهِ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُ قَالَ: حَدَّثَنَا رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ وَهُوَ الصَّادِقُ الْمَصْدُوقُ: «إِنَّ أَحَدَكُمْ يُجْمَعُ خَلْقُهُ فِي بَطْنِ أُمِّهِ أَرْبَعِينَ يَوْمًا ثُمَّ يَكُونُ عَلَقَةً مِثْلَ ذٰلِكَ ثُمَّ يَكُونُ مُضْغَةً مِثْلَ ذٰلِكَ ثُمَّ يَبْعَثُ اللّٰهُ إِلَيْهِ مَلَكًا بِأَرْبَعِ كَلِمَاتٍ فَيُكْتَبُ عَمَلُهُ وَأَجَلُهُ وَرِزْقُهُ وَشَقِيٌّ أَوْ سَعِيدٌ ثُمَّ يُنْفَخُ فِيهِ الرُّوحُ فَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ النَّارِ حَتّٰى مَا يَكُونُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إِلَّا ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْجَنَّةِ فَيَدْخُلُ الْجَنَّةَ وَإِنَّ الرَّجُلَ لَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ الْجَنَّةِ حَتّٰى مَا يَكُونُ بَيْنَهُ وَبَيْنَهَا إِلَّا ذِرَاعٌ فَيَسْبِقُ عَلَيْهِ الْكِتَابُ فَيَعْمَلُ بِعَمَلِ أَهْلِ النَّارِ فَيَدْخُلُ النَّارَ!»
“Her birinizin yaratılışı kırk gün anasının karnında toplan(ıp bekletilerek başlatıl)ır. O kadar bir zaman sonra, katı bir kan pıhtısı olur. Yine o kadar bir zaman sonra bir çiğnem et olur.
Sonra (dördüncü safhada) Allâh Celle Celâlühû dört kelime ile bir melek gönderir, rızkını, ecelini, şakî veyâhut sa‘îd (iyi veyâ kötü) olduğu yazılır ve ruh üflenir. Sizlerden biriniz ateş ehlinin ameliyle amel etmeye devâm eder, nihâyet kendisiyle cehennem arasında bir zirâ (kulaç)dan başka mesâfe kalmaz. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı (kader) o kişinin önüne geçer.
Bu sefer o kimse cennet ehlinin ameliyle amel etmeye devâm eder ve cennete girer. Ve yine bir kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder, nihayet kendisiyle cennet arasında bir zirâ (kulaç)dan başka mesâfe kalmaz. Bu sırada yazı onun önüne geçer. Bu defâ da o kimse ateş ehlinin ameliyle amel eder ve ateşe girer.” (Buhârî, Bedü’l-halk:6, no:3154, 3/1212)
Bu hadîsi Buhârî “Bedü’1-Halk”, “Kader” ve “Tevhîd” bahislerinde; Ebû Dâvûd ile Tirmizî “Kader” bahsinde; İbni Mâce “Kitâbü’s-Sünne”de farklı râvilerden tahric etmişlerdir.
Burada dikkat edilmesi gereken, Allâh-u Te‘âlâ’nın herhangi bir kul hakkında iyi veyâ kötüyü yazmasının, kul için bir cebir (zorlama) olmadığıdır. Zîrâ geride de ifâde ettiğimiz gibi, Allâh-u Te‘âlâ kulunun ne yapacağını ilmi ezelîsinde bildi ve o bildiğini kader olarak yazdı. Yâni kul, Allâh-u Te‘âlâ yazdı diye iyi veyâ kötü olmadı, bilakis onun iyi veyâ kötü olduğunu Allâh-u Te‘âlâ bildi ve o kul da Allâh-u Te‘âlâ’nın kendisi hakkında bilip yazdığını yaşadı. Zâten Allâh-u Te‘âlâ’nın yanlış bilmiş olması düşünülemezdi.
İslamoğlu’nun, kulun kendi kaderine muhâlif iş yapabileceğini iddia etmesi, Allâh-u Te‘âlâ’nın bilgisinin noksanlığını iltizâm eder (gerektirir). Zîrâ Allâh-u Te‘âlâ kulunun iyi işler yapacağını ilmi ezelîsinde bilmişken o kulun bu kaderine muhâlefet edip kötü işler yapması, Allâh’ın ilminin yanılması olur ki, bu tarz bir düşünce -me‘âzellâh- insanı İslam dâiresinden çıkarır. Kader hakkındaki bu yorum insafla düşünüldüğünde, işin nereye gittiği daha iyi anlaşılır, bunu görmemek için kör olmak gerekir.
“Kadere îmânın gerekliliği”, “Hayır ve şerrin kader olduğu” ve “Kişinin, kaderine muhâlefet etmesinin mümkün olamayacağı”nı yukarıda zikrettiğimiz hadîs-i şerîfler ve bu bapta zikrolunan birçok hadîs-i şerîf ispat etmektedir. (Buhârî:6105-6106-6107-6111-6115; Müslim, Bâb-u beyâni’l-îman:9-11, Hükmü’l-azl 2601-2602-3096, el-kader4781-4782-4783…bu bapta birçok hadîs-i şerîf mevcuttur, biz bu kadarla iktifâ ettik)
Kaderi ispat sadedinde bunca hadîs-i şerîf varken, İslamoğlu’nun bunları görmezden gelip Cibrîl hadîsi diye bahsettiği, Buhârî’nin 4404 numaralı hadisinde kaderden bahsedilmemesinden yola çıkarak:
“Kadere inanmak tartışmalı bir fazlalıktır” tâbirini kullanmasını iyi niyetle bağdaştırmak gerçekten mümkün değildir. Bunu değil ehl-i ilimden olan birinin, sıradan bir insanın dahi yapacağına akl-ı selim aslâ onay vermez.
İslamoğlu’nun en büyük tahrîbâtı ise, kader gibi tartışılamaz olan hakîkatleri, sıradan bir mevzû imiş gibi tartışılır bir hale getirmesi ve asırlar boyunca gelmiş geçmiş Ehl-i Sünnet âlimlerimizin tümü hakkında kullandığı “Bunlarda anlama problemi var” tâbiriyle, bu zevâta insanların gözüne baka baka hakārette bulunmasıdır.
Rabbim gözümüzdeki perdeleri kaldırıp hakîkati görmeyi ve o hakîkatten zerre kadar ayrılmamayı bizlere nasip eylesin. Âmîn!
KADER’E ÎMÂN ETMEMEK KÜFÜRDÜR. Mustafa İslamoğlu’na İlmî Cevaplar
Filed under: Kadere İmansızlık Küfürdür — moskovazâde @ 1:11 pm
KADER’E ÎMÂN ETMEMEK KÜFÜRDÜR
اَعُوذُ بِااللهِ مِنَ اَلشَّيْطَانِ اَلرَّجِيمِ بِسمِ اللهِ الرَّحْمَنِ الرَّحيِم
اَلْحَمْدُ الِلّهِ رَبِّ الْعاَلَمِينَ وَالصَّلاَةُ وَالسَّلاَمُ عَلىَ سَيِّدِناَ مُحَمَّدٍ وَأَلِه اَجْمَعِينَ
Hüseyin AVNİ
Bundan sonra…
Zamanımızda bir takım câhiller ve sapıklar türetilmiştir. Kadere îmân Kur’ân’da yoktur, hadîslerle de îmân sâbit olmaz, O halde Kader’e îmân mecbûriyeti yoktur, gibi açık küfür sözlerini sarf etmekten çekinmemektedirler. Böylece bir yanda kâfir inancı sergilemekte, diğer yanda da başkalarını dahi kâfirleştirmeye çalışmaktadırlar. Maksadımız, Kader isbâtından çok, meseledeki bakış açısı noktasında hasta olan bir zihniyetin tahlîl ve teşhîsidir. O bakımdan yapacağımız bilinen bir usûlle delîlleri ortaya koymak olmayacaktır.
———————————————
Kur’ân’da Kader’e Îmânİle Alâkalı Âyet Yok mudur?
———————————————
Kur’ân’da Kader’e Îmân ile alâkalı bir âyet değil, âyetler vardır.Aksini iddiâ edenler hem yalan söylemekte hem de Allah celle celâlühû’yu yalanlamaktadırlar.
Evet,“Kur’ân’da kader’e îmân ile alâkalı âyet yoktur” diyenler yalan söylemekte ve birçok âyeti inkâr etmektedirler. Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ile bütün bir Ümmet’in karşısına geçerek bir takım âyetleri “farklı yorumlama” ismi altında tahrîf etmeleri ve yaptıklarına yorum kılıfı geçirmeye çalışmaları Onları sözü edilen âyetleri inkâr etmiş olmaktan aslâ kurtaramaz.
Nitekim Kur’ân’da, (Şüphesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık)[1], (Allah’ın emri/işi, takdîr edilen bir kader olmuştur.),[2] (Bu azîz ve alîm(olan Allah)’in takdîridir.)[3] gibi birçok âyette Kader isbât edilmektedir.
Bu âyetlerde geçen “kader” veyâ “takdîr” nasıl manalandırılacaktır? Kimi câhil sapıklara âid “belli bir ölçü ile yaratmak” ve benzeri meâllerde olduğu gibi gelişi güzelce veya bir takım keyfî lüğat yakıştırmalarına dayanarak mı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak mı?… Gerçi âyetleri manalandırma ve îzâh etmeyi bir yanda kendilerine noter senediyle verilmiş bir hak olarak görürlerken, bunu Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e çok gören ve O’nu mes’eleye karıştırmamaya yeminli görünen nice şaklabanlar var… Bu mânâlandırmak bir Mü’mine göre ilk önce elbette Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’e sorarak olacaktır…
İmâm Süyûtî ed-Dürrü’l-Mensûr’unda şöyle naklediyor:
Ahmed İbnü Hanbel, Müslim, Abd İbnü Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce, İbnü’l-Münzir, İbnü Merdûye (ve Beyhakî) Ebû Hureyre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Kureyş Müşrikleri Kader hakkında münâkaşa yapmak üzere Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem’e geldiler. Bunun üzerine, ((Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık) âyetleri indi.”[4]
Bu rivâyetin Abdullah İbnü Amr, Zürâre İbnü Evfâ, Ebû Ümâme ve başkalarından şâhidleri vardır.
Peki, Müşriklerin bu sözü edilen münâkaşaları kaderin nesi hakkındaydı?
Müşrikler Allah’a inanan insanlardı… O’nun kâinâtın tek yaratıcısı olduğunu i’tirâf ediyorlardı… Böyle bir inançta olanların Allah’ın, yarattıklarını “belli bir ölçü ile yaratma”sı husûsunda i’tirazları hiç olur muydu? Elbette olmazdı…
Öyleyse, itirazları ne hakkındaydı? Elbette kaderin inkârı veya ucu inkâra varan ve götüren te’vîli hakkındaydı. Nitekim,
Bezzâr ve İbnü’l-Münzir ceyyid/iyi bir senedle Amr İbnü Şuayb yoluyla babasından, O da dedesinden şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“(Şübhe yok ki, müşrik günahkarlar (dünyada) sapıklıkta ve (Âhiret’te de) alevli ateşler içindedirler. (Müşrikler) o günde sürüklenip ateşe atılacaklardır. (Onlara) Cehennem’in (azabının) dokunmasını tadın (denilecektir) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık.) âyetleri, ancak kader ehli/kader inkârcıları hakkında inmiştir.”[5]
İbnü Ebî Hâtim, Taberânî, İbnü Merdûye, İbnü Şâhîn, İbnü Mende, Bâverdî, Hatîb ve İbnü Asâkir, Zürâre radıyallahu anhu’dan şöyle dediğini rivâyet ettiler:
“Nebi sallallâhu aleyhi ve sellem ((Onlara) Cehennem’in (azabını) dokunmasını tadın (denilecektir.) Şübhesiz biz her şeyi bir kaderle yarattık) âyetlerini okudu., ‘Bu âyetler, Âhir zamanda Ümmetimden Allah’ın kaderini inkâr edecek bir takım insanlar hakkında (indi)’ buyurdu.”[6]
Ve daha nice rivâyetler…
Âyetin iniş sebeblerinin birden fazla olmasına da hiçbir mâni’ yoktur… Âyet birden fazla sebeble inmiş olabilir.
Bu âyetlerde bir amel bulunmamaktadır. Bunlar Allah’ın verdiği haberler olduklarına göre Mü’min tarafından îmân/tasdîk edilmek mecbûriyeti olan hakîkatlerdendir. Bunu, ister Allah’ın Mukaddir/takdîr edici sıfatı çerçevesinde olarak Allah’a Îmân’a, ister Kur’ân’ın verdiği bir habere îman etmek dâiresinde düşünerek Kur’ân’a Îmân’a dâhil eder, isterse hakkındaki müstakil âyetlere ve manevî Tevâtür haddine varmış hadîslerin tasnîfine uyarak müstakil bir “Kader’e Îmân” esâsı kabûl edersiniz. Böylece de bu sınıflandırmada Resûlüllâh sallallâhu aleyhi ve sellem’e uymakla en münâsib olanı yapmış olursunuz. Nitekim Selefimiz dahî böyle yapmışlardır.
———————————————–
Hadîslerle Veya Sünnet’le
Îmân Esâsı Sâbit Olmaz mı?
———————————————–
Gurabâ mecmuasında neşredilen Haber-i Vâhid ile alakalı makalede de anlatıldığı gibi, -Cumhûr’a göre- Mütevâtir olmayan Sünnet ile -kesinlik bildirmediği içün- Temel Îmânî bir esas sâbit olmaz. Yalnız Cumhûrun bu aslı/temel Usûl kaidesi câhillerin zannettiği gibi mutlak değildir, kayıdlıdır. Şöyle ki, Ümmet’in âlimleri bir Haber-i Vâhid’i söz birliği ile kabûl ederlerse, o zaman haber artık kesin olur; onunla da temel îmân esası sâbit olur. Yani, Ümmet bir Haber-i Vâhid’in sâbitliğinde İcmâ’/sözbirliği ederse, artık o haber tartışmasız kesinlik arz eder. Başka bir ifâdeyle, İcmâ’ ile pekişen Haber-i Vâhid artık Mütevâtir seviyesine çıkar. Hattâ bu hadîsler, -İcmâ’ ile kabûl edilmeselerdi bile- bir tarafta Manevî Mütevâtirlik kazanmanın yanında, diğer tarafta da lafzî Meşhûrluk seviyesine ulaşmışlardır.
Üstelik, bir çok hadîs âlimine göre ise -Mütevâtir olmasa da- Sahîh Sünnetle Îmânî bir esas sâbit olabilir.
Bütün bunlardan dolayı, Kader ile alâkalı hadîsleri yalanlamak da -Kur’ân hesâba katılmasa bile- başlı başına bir kâfirliktir.
Kaldı ki, buradaki kaderle alâkalı Sünnet rivâyetleri Kader’e Îmân’ı isbâtta müstakil değillerdir; aksine bu babtaki âyetleri tefsîr etmektedirler. O sebeble ortada hiçbir müşkil kalmamaktadır.
“Sünnetle îmân sabit olmaz”mış(!)… Kim demiş?… Böylesi bir saçmalığı küfür sistemlerinin gübre yığınları üzerinde yetiştirilen küflü ve zehirli kültür mantarlarından başka kim söylemiş?… Bu anlayış, hadd-i zâtında mevcûd olmamasına rağmen var zannettikleri akıllarına tapınan muâsır putperestler tarafından yontulup ibâdet edilmeye başlanılan bir puttur. Asrî/çağdaş hurâfecilerin uydurup tapındığı sahte dîn prensiplerindendir.
———————————————–
İslamoğlu’nunKader’i İnkâr Etmesi
———————————————–
Mustafa İslamoğlu Kader hakkında kendine sor(dur)ulan bir suâle internette yine kendi sesiyle görüntülü olarak cevâbı verdi.[7] Biz O’nun cevâbını aşağıya parça parça olarak kelimesi kelimesine ele alacağız. Cevâb diye sarfettiği cümleler esâsen cevâba değmese de, kandırdığı kimseleri hesaba katarak onları cevâblandıracağız:
İslamoğlu:
Ebu’l-A’lâ el-Mevdûdî’nin İslam’a Giriş kitabını ben görmedim, böyle bir kitabının olduğunu da bilmiyorum. İslam’a Giriş kitabı Muhammed Hamidullah’a ait. Onun için acaba bir yanlış var mı, kardeşimiz daha iyi bilir, ama ben sadece bir soru işareti koymakla yetindim. Fakat Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî’nin kadere imanı ayırmasını da bilmiyorum.
Cevâb:
Hiç mühim değil. Mü’minler ayırmıyorlar… Ayıramazlar… Allah korusun ayırırlarsa kâfir olurlar…
İslamoğlu:
Çünkü kadere imanı ayıran Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî değil, koca koca muhaddisler o bize nakl edilen hadisteki kadere imanı ayırırlar. Hatta İman isimli kitabımda bize aktarılan iman hadisi, Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de. Her versiyonda o geçmez.
Cevâb:
Bu “kadere îmân etmeyi diğer îmân esaslarından ayırmak” iddiâ ve isnâdı o muhaddislere yapılan süflî bir iftirâdır. Eğer bu iddiâ “Cibril hadisindeki kadere imanın olmadığı versiyonlar var Buhari ve Müslim’de, her versiyonda o geçmez” sebebine dayandırılıyorsa, anlatılması zor bir câhillik veya hâinlik sergilenmektedir. Çünki Onlar, sözü edilen kitâblarında Kadere îmânla alakalı olarak onlarca rivâyet getirmişlerdir. Meselâ Buhârî Sahîh’inde açtığı “Kitâbu’l-Kader” başlığı altında tam (27) hadis getirmiştir.[8] İmam Müslim de Sahih’inde Kitabu’l-Kader başlığı altında mükerrerler haric (34) rivayet getirmiştir.[9] Bütün bunlara rağmen “Buhârî ve Müslim Kader’e Îmânı Îmân esaslarından ayrı tuttu” demek ne ile anlatılabilir? Dinleyenleri ve okuyanları eşek yerine koymak ve bilgisizliklerinden faydalanmakla mı? Buhârî’nin ve Müslim’in Sahîh’lerini hiç okumamış olmakla mı? Buhârî’ye ve Müslim’e ne dediğini anlamayacak kadar bunak olmak çamurunu atmak çamurluğuyla mı?… Hadîs ilimlerinden hiç nasîbi olmamakla beraber o sahada konuşma densizliğiyle mi?… Beyin çukurunda usturaya sürecek kadar akıl bulunmamakla mı? Neyle?… Bu ihtimâllerin ilk üçü tiksindirecek seviyede müptezellikler… Son ikisi ise acınacak haller…
O halde Onların îmân esaslarının bazılarını bulunduran şu rivâyetleri getirmeleri başka rivâyetlerde bulunanları inkâr etmeleri manasına gelemez. Yoksa onlar, şimdiki sulu beyinliler gibi çelişkiler kumkuması ne dediğini bilmeyenlerin derekesine düşmüş olurlardı. Doğrusu Onlar îmân esaslarını Kur’ân’dan, açıklamalarını da Sünnet’ten ve Selef’in anlayıp yaşadığından alıyorlardı. Bu sebeble hadîs rivâyetlerindeki çelişki arz etmeyen eksiklik veya fazlalık bulunan lafızları “sağlam râvînin ziyâdesi makbûldur” kaidesi çerçevesinde kabûl ediyorlardı. Çünki, nakleden yahud nakledenlerden nakleden bir veya birkaç kelimeyi duymamış veya unutmuş olabilirdi. Başka yollarla ve Ümmet’in Selef’inin İcmâıyla, hatta Kur’ân’la pekişen ilâvelerin kabûlünde İslâm âlimlerinden hiçbir kimsenin zıd bir düşünce ve sözü bilinmemiş ve görülmemiştir. Tevâtür-i Ma’nevî denilen bir ilmî mesele vardır ki o, hoşaf değildir. Olsaydı bile onu herkesin yemesi bahis mevzuu değildi. Neydi o Ma’nevî Tevâtür? Bir maddenin değişik rivâyetlerde tevâtür mertebesinde gelmesiydi… Kader Meselesi de öyledir. Mücerred hadis rivâyetleri olarak başta Ma’nevî Mütevâtir, âlimlerin tartışmasız kabûlü ve bütün bir Ümmetin âlimi ve câhilinin kabulü ve tatbîki ile de sonunda kesin Mütevâtirdir. Bütün bu Mütevâtir Sünnet ve İcmâ’ Kur’ân’daki kader ve takdîr âyetlerinin tefsîri ve açıklamasıdır.
Hâsılı, bazı rivâyetlerde bir veya birkaç îmân esasının bulunmaması onların gerçekte mevcûd olmadığını göstermez. Değişik münâsebetlerle, îmân esaslarından bir kısmı açıklanmış olabilir. Kur’ân bunun açık şâhididir. Nitekim bir yazımızda şöyle demiştik:
Kur’ân’da,
(Bir) Bâzen sırf Îmân’a veya Îmân ve Amel-i Sâlih’e dâir âyet veya âyetler gelmiştir. Hiçbir îmân esâsından bahsedilmemiştir. Kur’ân fihristinden neye îmân edildiği gösterilmeden, sadece “îmân edenler” hitabıyla (258) âyet bulacaksınız.
(Îmân edip sâlih amel işleyenlere gelince, onlar için Me’vâ Cennetleri vardır.)[10]
Nelere îmân edildiği gösterilmemiş. Tabiî ki, îmân esaslarının tamâmına îmân edenler kasdedilmektedir. “Bu îmân, her hangi bir tasdîkdir” deyip, îmân esasları inkâr mı edilsin?
(İki) Bâzen sırf Allâh’a îmân’a dâir âyetler gelmiştir.
(Çünki O, azîm olan Allah’a îmân etmezdi.)[11](Kim Allah’a îmân ederse Allah onun kalbine hidâyet verir.),[12] (Kim Rabbine îmân ederse, artık ne eksiklik’den ne de ğadirlikden/haksızlığa uğramakdan korkmayacaktır)[13](Artık kim Tâğût’u inkâr eder ve Allah’a îmân ederse o sapasağlam bir kulpa sarılmıştır.)[14]
Bu âyetlerde diğer îmân esaslarından bahsedilmiyor. Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Üç) Bazen sırf Allah’a, Peygamber’e veyâ Peygamberlere, îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Kim Allah’a ve Resûlüne îmân etmezse şübhesiz biz kâfirler için bir alevli ateş hazırladık.)[15](O halde Allah’a ve Resûllerine îmân ediniz.)[16]
Âhiret ve diğer îmân esasları inkâr mı edilsin?
(Dört) Bazen sırf Kitâb’a veya kitâblar’a veya Allah’dan İndirilenler’e îmân’a dâir âyet gelmiştir.
(Allah’ın âyetlerine inanmayanları Allah hidâyet etmeyecektir.),[17] (Yalan iftirâyı ancak Allah’ın âyetlerine inanmayanlar yaparlar.),[18] (Âyetlerimizi ancak kâfirler topluluğu inkâr eder.),[19] (Şübhesiz sana bir takım açık âyetler indirdik. Onları ancak fâsıklar (kâfirler) inkâr eder.)[20](Şübhesiz ki, Allah’ın âyetlerini inkâr edenler için şiddetli bir azâb vardır.),[21] (Kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, hiç şübhe yok ki, Allah, azâbı çok şiddetli olandır.),[22] (Âyetlerimizi yalanlayanlar ve büyüklenerek onlardan uzak duranlar. Onlar cehennemliklerdir.),[23] (Âyetlerimiz hakkında ancak kâfir olanlar (inanmamak, inkâr etmek, bâtıl olduklarını ortaya koymaya çalışmak, cennete girebilmek için onlara da îmân edilmesinin şart olmadığını iddiâ etmek gibi yollarla) mücâdele ederler.),[24] (Âyetlerimizi inkâr edenlere gelince, onlar amel defterleri solundan verilecek olanlardır. Üzerlerinde kapatılmış bir ateş vardır)[25] ve daha niceleri…
Allâh, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Beş) Bazen sırf Âhiret Günü’ne, îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[26]
Allah ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Altı) Bazen sırf Meleklerlealâkalı âyetler gelmiştir.[27]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Yedi) Bazen sırf Kader’e Îmân’a esas olacak âyetler gelmiştir.[28]
Allah, Âhiret ve diğer îmân edilecek esaslar inkâr mı edilsin?
(Sekiz) Bazen sırf Allah’a, Âhiret’e ve Melekler’e îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[29]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(Dokuz) Bazen sırf Allâh’a ve Âhiret Günü’ne îmân’a dâir âyetler gelmiştir.[30]
Diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin?
(On) Bazen sırf Allah’a, Âhiret Günü’ne îmân’a ve Sâlih Amel’e dâir âyetler gelmiştir.[31]
Yine diğer îmân edilecek şeyler inkâr mı edilsin? Amel-i Sâlih îmân esası mıdır; ona fırsat bulamayan veya sadece tenbellijk îcâbı amel etmeyen cennete gidemeyecek midir?
(On Bir) Bazen, sırf Allah’a, Melekler’e, Kitâblar’a ve Peyğamberler’e îmân etmeye dâir âyet gelmiştir.[32]
Âhiret inkâr mı edilsin?
Burada bir nokta kalmaktadır: Cibrîl hadîsi tek bir hâdise ile alakalıdır. Rivâyetlerin fazla ve eksik olarak farklı oluşları sağlamlıklarını zedelemiyor mu?
Hayır, birbirine ters düşmeyecek noksanlıklar ve fazlalıklar bilhassa rivâyetin aslı başka delîllerle pekişirse “ıztırâb”/çelişki sayılmaz ve sağlamlığa mani olmaz.
İslamoğlu:
Bana sorarsanız, Allah Resulü’nden öyle geldiği kanaatinde asla değilim. Kadere Îman hicri ilk yüzyılda Müslümanların birbirlerinin boynuna kılıç düşürdükleri bir siyasi tartışmaydı.
Cevâb:
Sana sormuyoruz. Kim sorarsa sorsun. Biz Mü’minler Kader’e îman’ın Allah’tan ve Resûl’ünden geldiğine îman ediyoruz. “Artık dileyen îman etsin dileyen de küfretsin…”
İslamoğlu:
Amentü’nün Kur’an’daki karşılığını biliyor musunuz? Kur’an’da iki ayet var: “Herkes Allah’a, meleklerine, kitâblarına ve Resûllerine îmân etti.”Orda kadere iman maddesi var mı, bir bakın bakayım? Yani Amentü’nün tamamı var ama kadere iman yok Kur’an’da. Niye acaba hiç düşündünüz mü? İman kitabını 17 sene evvel yazdım. Orda da bunu kayda geçirdim. Bu aslında ümmetin tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir. Anlatabiliyor muyum? Yoksa Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok.
Cevâb:
Yukarıda da geçtiği gibi nice âyetlerde îmân esasları tam olarak verilmemektedir. Nitekim bu âyette Kadere Îmân’ın yanında Ahiret Gününe Îmân da yoktur. Şimdi, “Allah, Âhiret’e îmân etmeyi ayrı tuttu” mu diyeceğiz? Yoksa “îmânın esasları dörttür, Âhiret’e îmân yoktur” mu denilmektedir? Bu nasıl bir akıl, bu nasıl bir îmân? Esâsen biz böylesi akıl, ilim, anlayış ve ciddiyetten uzak kimselerle ve aynı vasıftaki sözleriyle uğraşmakla ne kadar harab olduğumuzu kısmen de olsa biliyoruz. Ama ne çâre ki, buna birçok sebeb ve hikmetle mecbûr kalıyoruz…
“Bu aslında Ümmet’in tarihindeki bir polemiğin rivayetin içine girmişidir; anlatabiliyor muyum?” diyorsunuz. Çok iyi anlatıyorsunuz ve yalan söylüyorsunuz. Kuruntu ve hayallerinizle hezeyânlar saçarak Allah’ı, Resûlünü ve âlimiyle-avâmıyla bütün bir Ümmet’i yalanlıyorsunuz. Demek ki, “Amentü’nün karşılığı Kur’an’da iki ayette var. Fakat bu yok, bu madde yok” ha!… Allah doğru söyledi: “…Âyetlerin tamâmını görseler de onlara îmân etmezler….”
İslamoğlu:
Çünkü bu madde Emeviler devrinde Emevilerin zulümlerini kader üzerinden yürüttüler ve Hasan el-Basri kader risalesi diye bir mektup yazdı Abdulmelik bin Mervan’a; meşhurdur, piyasada vardır, onu alın da bir okuyun. Hasan el-Basri’nin kader risalesi. Hay dillerine sağlık Üstadım! “Allah’a iftira ediyorsunuz” diyor. Ne diyorlardı Emeviler? “Hüseyin’in kaderi ölmekti. Dolayısıyla bizim suçumuz yoktu, kaderine koştu; napalım.” Hz. Zeyneb’e Yezid’in dönüp de Hüseyin’in kesik mübarek başını gösterip söylediği lafı biliyor musunuz? “Onu Allah öldürdü.” Kadere iman diye buna diyorlar onlar; biliyor musunuz? Buna karşılık Hasan el-Basri o irfânî mizacına rağmen, o mûnis yapısına rağmen kükredi. Allah’a iftira ediyorsunuz, dedi.
Cevâb:
Büyüklerin büyük sözleri cücelerin cüce beyinleriyle işte bu kadar anlaşılabilir. Hasen-i Basrî âlimane, hakîmâne ve fâdılâne bir şekilde hem doğruyu söyledi hem de doğru söyledi. O’nun i’tirâz ettiği bunların “kaderden olduğu” değil, kul olanların kendi kesb ve isyânlarını kadere yüklemeleri, âlimlerin ifâdesiyle kaderle ihticâc etmeleri idi. Kader kalkanı arkasına sığınılmazdı. Âdâlet ve hikmet çerçevesini hiçbir zaman taşmayacak olan Kader’in arka planında mazeret ileri sürüp mes’ûliyyetten kurtulmaya çabalamağa mâni olacak nice incelikler ve sırlar vardı… Oysa onlar doğruyu söylemişlerdi ama doğru söylememişlerdi. Kendi irâdeleriyle attıkları adımları hesâba katmamışlardı. Bir doğru ile kendi eğrilerini kılıflamaya çalışmışlar ve hakîkaten Allah’a iftirâ etmişlerdi. Tıpkı Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’e “şâhidlik ederiz ki sen Allah’ın Resûlüsün” diyen münâfıklar için Rabbimizin “halbuki Allah şâhidlik etmektedir ki onlar elbette yalancılardır/yalan söylemektedirler” buyurması gibi… Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in “Allah’ın Resûlü” olduğu doğruydu, münâfıklar doğruyu söylüyorlardı; ama doğru söylemiyorlardı, maksadları doğru değildi…
İslamoğlu:
Dolayısıyla tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur. Hakikaten beni niye buraya çektiniz? Bela yetmiyordu başımdaki şimdi bir de bunu mu eklediniz? Şimdi yarın bakın siz piyasaya: “Amentü’ye de dokundu.”
Cevâb:
Doğru, Âmentü’ye çok süflî bir biçimde, sapıkça ve câhilâne dokundunuz.
Evet, târihte de günümüzde de inançlarını bir takım siyâsi kabûllerinin kurbânı yapan ve inanç sapmalarının ibretlik tablolarını sergileyen irâdesi zayıf zavallılar olmuştur. Lâkin, Kadere inanan Ehl-i Sünnet imâmları gerek Emevî, gerekse Abbâsî zâlimliği karşısında canlarını bile verebilecek kararlılıkla dimdik durmuş, bu duruşlarıyla destanlar yazmışlardı. Onlara ve Kader inancı sâhibi Ümmet’in tamamına böylesi bir karayı çalanlar bilsinler ki, yanlış oynuyorlar. Bu çamur, akıllılar ve hidâyette olanlar nezdinde zaten kara olan suratlarını tastamam karartmaktan başka bir işe yaramaz. Bilhassa iki mühim noktadan çok kötü açık veriyorlar: Bir kere Kader inancına sâhib olan İmâmlarımız İmâm A’zamlar, Mâlikler, Şâfiîler, Ahmed İbnü Hanbeller devirlerindeki zâlimlerden icâzetli ve destekli bir hareket içinde değillerdi. Onlarla araları hiç mi hiç iyi değildi. Meselâ günümüz zâlim düzenlerince icâzet verilen ve Selefimizin kalesini düşürmek mukaddes işiyle vazîfelendirilip beslenen akademisyenler ve t.v. sâhibleri gibi değillerdi. Onlar, hiçbir zaman ayyaş Abbâsî padişahına karşı Müşrik Hülâgü ile işbirliği yapıp bir rivâyette yüzbine yakın, başka bir rivâyette de milyona yakın Müslümanın kanının dökülmesine sebeb ve yardımcı olan Şiî vezir İbnü’l-Alkamî gibi olmadılar. Tıpkı günümüzdeki gibi… Onlar, cukkaları hesab ederek Amerika’nın Irak’a girip milyona varan Mü’min kanı dökmesine yüz binlerce Mü’min kadının da ırzına geçmesine yardımcı olanlara yalakalık yapan “Müslüman aydınlar” ve t.v. patronları gibi olmadılar. Onlar, Amerika’yla işbirliği yapan husûsan Iraklı Şiîler ve Türkiyeli satılmış zâlimler için tenkid şöyle dursun, tek bir kelime bile sarf etmeyen Goldziher âşığı ve talebesi “Modernist Müslüman aydınlar, t.v. sahibleri,” zâlim yaverleri ve onların zulümlerine çanak tutanları gibi asla değillerdi. Küfür sistemlerinin açık gübre yığınlarında üretilen şu zehirli kültür mantarlarına bakın hele!… Kimlere hangi çamuru atmaya kalkışıyorlar?!… Dünyalık hedefler uğruna satmadıkları kalmayanlar, Sahâbeden günümüze Ümmetin İmâmlarına nasıl da tiksindirici iftirâlar atıyorlar?… Zâlim Amerika’nın ve Yehûdî’nin cezâlandırdığı ve ipini çektiği bir siyâset adamını kıyasıya karalarken Amerika’nın bölgedeki en büyük av köpekliğine soyunanlara tenkıdvârî bir şeyler demek şöyle dursun, önlerinde zevkle kuyruk sallayanların şu dediklerine bakın!… “Tarihte siyasi bir takım sonuçlardan dolayı rivayetlerin içinde korumaya alınmış hususları biz akaidin bir maddesi gibi algılarsak yanlış olur”muş… Alakalı olduğu meselemize nisbetle şu artistik ve bir o kadar da müptezel olan gürültülere bakınız!… Bu, insanların gözünün içine baka baka tarihi ters yüz etmek değil de nedir?… Oysa asıl Kader meselesinde ciddî problemleri olan Mu’tezile o sözü edilen dönemlerde bahsi geçen zâlimlerle beraber olmuş, Mü’minlerin Kader inancına sâhib olan imamlarına kan kusturmuşlardı… Bu yapılana, “yavuz hırsızın ev sahibini yakalaması”demezler de ne derler?
Hâsılı, asıl şu andaki Kader inkârcıları, içinde yaşadıkları İslâm’a düşman Küfür düzeninin siyasi gübreliğinde yetişen veya onlardan beslenen kimselerdir. Onların Kader inkârı şeklindeki küfür inançlarını belirleyen küfür sistemleri ve ideolojileridir.
İslamoğlu:
Amentü Kur’an’dır. Baştan sona iman ettik, hadise budur.
Cevâb:
Bu sözle, Sünnet’i bir tarafa fırlatan ve Mü’min olduğunu iddiâ ederek Mü’minleri kandırmaya çalışan harbi kâfirlerin taktiği hedefleniyorsa dünya hayatı ve hiçbir şey için değmeyecek boşuna zavallıca bir iş yapılıyor. Kur’ân’a îmân etmek sadece lafla olmaz… Çünki O’na îmân eden Sünnet’i bir yana atamaz… “Kur’ân’a baştan sona iman ettik” diyen Ondaki Kader âyetlerini keyfince yorumlamakla buharlaştırıp dolaylı olarak inkâr edemez.
İslâmoğlu:
Kaldı ki aynı rivayeti nakleden Buhari ve Müslim aynı rivayeti içinde kadersiz de nakletmişlerdir. Bu rivayetlerin hangi sayfa, hangi cild, hangi numara olduğunu görmek isteyen İman kitabına baksın, orada var. Dolayısıyla lütfen bunları bir tartışma meselesi haline getirmeyelim.
Cevâb:
“Buhari ve Müslim, aynı rivayeti, içinde kader bulunmayan tarıklerle de nakletmişler” ise ne olmuş? Bu, hangi ilmî mesnedle Kaderin inkârını gerektiriyormuş?.. Kur’ân’da onlarca kıssa vardır ki, değişik yerlerde değişik şekillerde anlatılır. Bunlarda çelişki asla yoktur ama, bir takım fazlalık ve eksiklikler vardır. Bir takım husûslar, sözler ve işler bir takım âyetlerde yer almadı diye inkâr mı edilecek?… Kezâ yukarıda da anlattığımız gibi îmanla alakalı âyetlerde bulunan eksik ve fazla unsurlara ne diyeceğiz?… Sübhânellah bunlar hep bir tornadan çıkmış!… İdrâk fukaralığı hepsinde aynı… Bakış şaşılığı tıpatıp…
İslamoğlu:
Aslında bunlar bayatlamış şeyler.
Cevâb:
Eski küflenmiş kâfirlerle çağdaş dinsizlerin ve İslâm düşmanlarının çiğneye çiğneye hakîkaten bayatlattığı bir sakız: İslâmî olan değerlere “bayatlamış şeyler” yaftasını asmaya kalkışmaları…
İslamoğlu:
Ama diyeceksiniz ki hocam “kadere de iman etsek.” Hiçbir sıkıntısı yok, ama hangi kadere. Ne anlıyorsunuz kaderden?
Cevâb:
Biz Kader’den, küfür sistemlerinin beslemeleri cüce beyinlilerinin anladığını değil, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, Ashâb’ı ve Ehl-i Sünnet İslâm âlimlerinin tamâmının anladığını anlıyoruz.
İslamoğlu:
Biliyor musunuz, müşrikler kadere iman ediyordu ve Kur’an bize naklediyor bunu. Ne diyorlardı: “Eğer Allah dileseydi biz şirk koşmazdık”[33] diyorlardı ve Kur’an da bize bunu aynen iki yerde naklediyor. Ne dersiniz? “Ne mübarek adamlar” mı dersiniz, “vay ahlaksızlar vay” mı dersiniz? Allah’a bundan büyük iftira olur mu? Şimdi kadere iman mı etmiş oldular bu adamlar?
Cevab:
Biliyor musunuz, Müşrikler Allah’a ve Meleklerine de inanıyorlardı, bu Kur’ân’ın bir çok yerinde bize naklediliyor, ne dersiniz? İnanıyorlardı, ama çarpık bir şekilde… O halde Allah’a ve meleklerine doğru bir şekilde -hâşâ ve kellâ- îmân etmeyecek miyiz? Müşriklerin bu sözleri, Kadere Îmân değildir; hakîkatte, gerektiği şekilde inanmadıkları kaderi kalkan yapmaktır. Yukarıdaki âyetin iniş sebeblerinde de naklettiğimiz gibi, onlar, -tıpkı günümüzdeki kader inkârcıları gibi- kader mevzûunda Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’in Kader anlayışına i’tiraz etmişler, şu sözü de -Allahu a’lem- O’nu ilzam, yani kendi kabûlü ve inancı ile susturmak için söylemişlerdi. Veya diyebiliriz ki, çarpık ve yamuk yumuk da olsa Müşrikler Kader inancında şu kader inkârcılarından doğruya daha yakındırlar.
Çünki Allah celle celâlühû,
“Şâyet Allah dileseydi onlar şirk koşmazlardı,“[34]
“Şâyet Rabbin dileseydi yer yüzündekilerin tamamı hep beraber îmân ederlerdi,”[35]
“Şâyet Allah dileseydi sizi tek bir ümmet yapardı”,[36]
“Allah dileseydi, elbette onları hidâyet üzere toplardı, o halde sakın câhillerden olma”,[37]
“Allah dileseydi, onu işlemezlerdi; o halde onları iftirâlarıyla baş başa bırak”,[38]
“Allah dileseydi, insanları tek bir ümmet yapardı”[39] ve daha nice âyetlerde bu manada başka nice sözleri buyuruyor, ona ne diyeceksiniz?..
Allah’ı da mı -hâşâ- “asılsız bir kader inancı” ile karalayacağız, yahud O’na “sen de Müşrikler gibi düşünüyorsun” mu diyeceğiz? Söz aynı…
Evet, Nebimiz sallallâhu aleyhi ve sellem’i susturmaya çalışan ve çarpık bir kader anlayışına sâhib olan şu pis müşriklere “Ne mübarek adamlar” demeyiz ve “vay ahlaksızlar vay” deriz, hatta daha da fazlasını deriz; lâkin, onlar kadar bile olamayan kader inkârcılarına daha da yakışıklı sözler söyleriz.
Kaderle alakalı otuz civârında rivâyeti bulunan Buhârî’yi, kırk civârında rivâyeti olan Müslim’i, diğer bütün muhaddisleri, Müsned’i Kader’e Îmân’ı da bulunduran iki hadîsle başlayan ve bunlardan birincisi Kader’e îmân etmeyenden uzak olunmasını bildiren İmâm A’zam Ebû Hanîfe’yi, Muvatta’sında, Kader hakkında on rivâyet bulunan İmâm Mâlik’i, Müsnedi Mükerrerler hâric (45) Kader hadîsini içine alan İmâm Ahmed İbnü Hanbel’i ve diğer imâmlarımızı müşriklerle bir kefeye koyan, Onları en temel bir meselede, îmân noktasında müşrik kafalı i’lân eden bir vatandaşın Mü’minlerin gözündeki yer neresi olmalıdır?… Elbette ki en baş köşe(!)… Gayretleri böylesine sönmüş bir “Mü’min”ler topluluğu içinde bulunmak, Allah’a ve Resûlüne göre Mü’min olanları nasıl kahretmesin?… Böyle bir kafa sahibinin “ben mezheb İmâmlarına saygılıyım, onlar aleyhinde konuştuğumu kim duymuş?” demesi sahtekarlık ve yalancılık değil de nedir? Kur’ân’ın “köküne kiprit suyu döktüğü müşrik inancı”nı bulunduran şu imâmların güvenilir hangi yanı kalabilir?… Hele, işine gelen yerlerde onca hadisleri -hâşâ- uydurup Ümmet’e sunanlardan hadîs rivâyet etmek, hokkabazlıktan başka ne ile açıklanabilir?
İslamoğlu:
Aslında Kur’an bu inancın temeline yönelik kibrit suyu döküyor, biliyor musunuz? Çünkü bu sakat inanç, Allaha iftiradır, iradeyi yok ediyor.
Cevâb:
Yok… “Kur’ân(ın) bu (Kader) inancın(ın) temeline yönelik kibrit suyu döküyor” olduğunu bilmiyoruz. Çünki yok böyle bir şey. Tam aksine bu “iftirâ” iddiâsının da, sık sık yapıldığı gibi Kur’ân’a yapılan bir iftira olduğunu biliyoruz. Kur’ân ile, Kur’ân’dan câhilce ve sapıkça çıkarılan yanlış manalar karıştırılmış… Evet, bu inanç, ilahlaştırılan sınırsız iradeyi yok ediyor ama, mükellefiyet ve mesûliyete gölge düşürmeyecek kadar bir irâdeyi bırakıyor.
———————————————–
Kader Nedir, Ne değildir?
———————————————–
İslamoğlu:
O nedenle kadere iman nedir, önce kaderi bir anlamak lazım. (قدرنا تقديرا) Kur’an’da geçen bu tür ibareler Allah’ın bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığına imandır. Eğer buysa sa kıncası yok, buysa sakıncası yok değil, zaten buna iman etmeden olmaz. Allah’ın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmadığına iman ettik. Onun için Amentü’yü öyle okumamız ve kaderi böyle anlamamız halinde hiç bir beis yok devam edelim. Evet devam edelim. Ama kadere imandan ne anladığımızı çok iyi bilelim.
Cevâb:
Müşrikler de dahil, Allah’ın “bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığı”na kim itirâz ediyor?. Müşriklere ve felsefecilere varıncaya kadar, Allah’ın var olduğunu kabûl edenlerin tamamı “Allah, yarattıklarını ölçüsüz yarattı” demezler. Aksine Allah’ın “bütün bir varlığı, bütün bir mahlukatı ölçüsüz yaratmadığı”na inanırlar. O halde, onlara bu hakikati ilzam yoluyla söylemenin bir manası yoktur. Çünki onların buna hiçbir itirazı yoktu. Bu doğru, Allah’ın varlığını kabûl etmeyenlere ise hiç denmez. Zîrâ onlar, başta Allah’ın varlığını kabul etmezlerkenyaptıklarını ölçülü veya ölçüsüz olmasını bahse bile mevzu etmezler. O halde, onlara denilecek ve gösterilecek olan, Allah’ın varlığının delilleridir, yaptıklarının “ölçülü olduğu” değil. Halbuki bu âyette onlara her bir şeyin bir kader’le yaratıldığı söylenmektedir.
İslamoğlu:
Allah’ın verdiği aklı kullanmadık, gittik günahı işledik. İşlediğimiz günah başımıza bela oldu. Onu temizlemek yerine o günah başka günaha sardırdı bizi ve yara bere içinde kaldı imanımız.
Cevâb:
İşte burası doğru. Bu dedikleriniz kendiniz için bir i’tirâf olduğundan kabûl edilebilir; hattâ müşâhedelere de dayanarak bunların sizde zirvede olduğu söylenebilir… Ancak bu çamuru, ondan uzak olan başkalarının da suratlarına sıvamaya hakkınız yoktur. Çünki bunlar başkaları için ithamdır ve kabulü içün yeterli delile muhtâcdır. Oysa böyle bir delil bilinmemektedir. İleri sürülen vehimler ise isbatta bir işe yaramaz…
İslamoğlu:
Oraya çıktık, “kaderimmiş, Allah yazmış ne yapalım günah işlemeyi.” Haşa, bu kader midir, bu kadere iman mıdır?, Bu Allah’a iftira değil midir?
Cevâb:
Bu mazereti şeytan ve peşine takılan sapık Cebriye Mezhebi ileri sürmekle müdhiş bir sapıklık sergilemişti. Evet, şu sözün bile ilk kısmı “kaderimmiş, Allah yazmış” kadarı doğrudur. Lâkin o doğruya dayandırılmak istenen “mes’ûliyyetten kurtulmak” çabaları mahiyetindeki “ne yapalım” kısmı ise yanlış… O bakımdan, Allah’ın, kâfirlerden olduğunu haber verdiği şeytanın “kaderimmiş, Allah yazmış” sözü doğru olsa da, bu doğru bölünme kabûl etmeyen îmân esasları içinde bulunmadığından “Kadere îmân” değildir. “Ne yapalım (?)” demesi ise Allah’a iftirâdır. Çünki bu günahlar, Allah celle celâlühû yazdığı için işlenmemiştir; işleneceği için yazılmıştır. Kader, Allah’ın bir şeyi “ilmine dayalı olarak yazmasıdır”, felsefecilerin ve peşlerinden gidenlerin dediği gibi “Kaderin (veya Kaza’nın) ilim nev’inden olması, İlmin de ma’lûma/bilinene tâbi’ olması, Allah’ın sadece ezelde olacakları bilmesinden ibâret”[40] değildir. Buna ilâve olarak “ezelde yazması”dır.
Nitekim, Kadızâde Ahmed Şemsüddîn şöyle demektedir:
“Ebû Hanîfe radıyallâhu anhü, ‘lâkin ketebehû bi’l-vasfı lâ bi’l-hükmi’[41]/’Lâkin Allah yazdıklarını hüküm ile değil, vasıf ile yazdı’ demiştir. Yani Hak sübhânehû ve teâlâ Levh-i Mahfûz’a vasıf yoluyla yazdı. Yani her şey hakkında ‘fülâh şey şöyle olacak, fülân kimseler, kendi tercîhleriyle kâfir olacaklar, falan kimseler kendi tercîhleriyle mü’min olacaklar ve diğer şeyler şöyle olacaklar diye her şeyin vasıfları ve halleri ve kulların irâdeleri ve kasıdları îcâda sebeb olur. Yoksa, fülân kimseler şöyle olsunlar, fülân şeyler böyle olsunlar diye hüküm emir ve nehiy yoluyla değildir.”[42]
Hâsılı, İmâm A’zam, meâlen “Allah celle celâlühû yazdıklarını yapın diye değil de, yapılacak diye yazdı” demekle anlatmaya çalıştığımız ince noktayı ortaya koymakta ve açıklamaktadır.
Allah celle celâlühû da şöyle buyurmaktadır:
-“…Bu yüzden Allah onu bir ilme dayalı olarak şaşırttı”,[43]
-”Allah’ın işi takdîr olunmuş bir kaderdir”,[44]
-”…Şübhesiz ki, kavminden (Allahın ilminde) îmân edenlerden başkası asla îmân etmeyecektir,”[45]
-“Ancak çok küfredici bir fâcir doğuracaklardır”,[46]
-”Bilin ki, Allah kişi ile kalbi(ndeki îmânı) arasında perde (mâni’) olur (da îmân edemez),[47]
-“De ki, bize ancak Allah’ın bizim için yazdıkları isâbet edecektir”,[48]
-“Allah bize hidâyet etmeseydi, biz hidâyete erecek değildik.”[49]
İmâm Buhârî, yukarıdaki âyetleri, Sahîh’indeki Kader Kitâbı’nın bâb/mevzû başlıkları yaptıktan sonra, onları şu başlıkların altında Kader’le alâkalı olarak rivâyet ettiği onlarca hadîsle desteklemiştir. Yani zikri geçen âyetleri -belki de tefsîre ihtiyâc bırakmayacak kadar açık bir şekilde Kader’e îmân’ı göstermelerine rağmen- bu hadîslerle de tefsîr ve îzâh etmiştir. Açıktır ki, Kader’e îmân etmenin aslında bu âyetler ve benzeri başka âyetlerle sâbit olduğunu, bu âyetleri Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in böyle anladığını ifâde etmek istedi. Âlimi ve câhiliyle koca bir Ümmet de aynı kanaatte olmasına rağmen, birileri olanca câhillik ve geri zekâlılığına rağmen kalkacak bu hadîslerin uydurma olduğunu şu âyetlerin de başka manalara geldiğini iddiâ edecek ve Mü’minler onun “ictihad sahibi” olduğuna inanacaklar, Ümmet’in imamlarının tamamının önüne geçirecekler ve Mü’min kalacaklar(!)… Vallahi yalan…
“Mezheb imamlarına, saygılı imiş ama, onları taklîd etmezmiş; Mezheb imâmları da böyle söylüyorlarmış.” Bu kadar -hâşa- hurafeci olan, hurâfecilikleri îmândan olmayan hattâ şeytanın ve müşriklerin inançları olan bir inanışı îmân esâsı hâline getirecek kadar ileriye varmış, âyetleri bu kadar tahrîf edecek seviyede yanlış anlayacak geri zekâlılara, hakîkaten hürmet ve saygı duyan, kesinlikle katıksız bir ahmak, yalandan böyle diyen de münâfıktır. Evet imâmlarımız, delilleri bilinmeden taklîd edilmelerini yasaklamışlardır, doğru… Ama bu yasağın muhâtabları kimlerdi?… Bu sözün herkese nisbetle söylendiğini iddiâ etmek ise kuyruklu bir yalandır. İmâm Nevevî ve başkaları bunların ictihâd ehliyetini bulunduranlar olduğunu söylemişlerdir. Vasatın çok altında dil/Arabça, sıfır seviyeye yakın Şer’î ilimler, sıfırın altında Mantık, kifâyetsiz akıllar ve dibe vurmuş idrâkler ile meflûc, kör ve sarhoş olmuş zavallı zamâne “müctehidler”i(!) elbette bu yasağın dışındadırlar. Bunlar birilerini taklîde bile ehil olmayan, hattâ elinden tutulup helâya götürülen körler misâli husûsî müşâhade altına alınması gereken kimselerdir. Avâm onlara nisbetle çok daha üstün mertebelerin sâhibleridirler… Çünki onlar, hiç değilse, her bakımdan kifâyetsiz olduklarının farkındadırlar…
İslamoğlu:
Onun için bakın şu etrafınıza bakın, afâkî bir şeyden sözetmiyorum gidin mahallenize, oturun beş kişiyle konuşun.
Cevâb:
Evet, mahallede oturan Mü’mine ihtiyar nineler bile, kadere îmân eder ama, suçu Allah celle celâlühû’ya yükleyerek suçsuzluğunu iddiâ etmezler…
İslamoğlu:
Evet bir de kader mahkumu var değil mi?. Ama gerçekten kader mahkumu var, o ayrı bir mesele. Fa kat insan iradesinin dahiline, alanına giren hususlarda insanın kaderi seçmektir. Allah bu kaderi koymuştur ve Allah bunu söylemiştir: (و قل الحق من ربكم) “De ki, Hak Rabbinizden açıkça ortaya gelmiştir.”
(” فمن شاء فليؤمن ومن شاء فليكفر)“İsteyen îmân etsin, isteyen inkâr etsin.”
Cevâb:
Şükür ki, burada İnsân irâdesinin ve mükellefiyetinin dışındaki bir kaderin varlığı kabûl ediliyor gibi. Lâkin “insan iradesinin dahiline, alanına giren hususlarda insanın kaderi seçmektir” denilirken ne denilmek isteniyor? İnsânın mes’ûl tutulması için çok az da olsa bir parça irâdesinin bulunması ve kullanılması lâzım gelir. Ancak, “Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz”[50] denilirken, bir takım suçlarımız ve hikmetler yüzünden bazen dilememizin Allah Teâlâ tarafından dilenmeyebileceği anlatılıyor. Yani Allah celle celâlühû, bir yanda yapacağımızı bildiği yanlışlıkları ve isyanları yazarken, öte yandan da bunlara veya başka sırlara istinâden -adâleti ve hikmeti çerçevesini taşmayacak bir şekilde- başka şeyleri de yazar.
İslamoğlu:
Tamam bitti, değil mi? Ne diyor Kur’an? Açıkça diyor, açıkça diyor: (فالهمها فجورها و تقويها) İnsanın yaratılışından bahseden bir paket, bir pasaj içindedir, biliyor musunuz? İnsanı Allah’ın yarattığını, tesfiye ettiğini, ta’dil ettiğini söylüyor, ondan sonra ne yaptı diyor bakınız: “İçine fücur tohumunu da koydu, takva tohumunu da koydu.” İster fücur tohumunu sular cehennem çıkarır, ister takva tohumunu sular cennet çıkarır. Daha ne desin Kur’an? Onun için bütün bu paketi birbiriyle anlamalıyız değerli dostlar. Şimdi sert mi oluyorum? (Katılımcılardan birisi: “Aksine hocam, aksine!”) Onu sen diyorsun, başkaları neler diyor bir bilsen.
Cevâb:
Allah celle celâlühû’nun insana takvasını da fücûrunu da ilham etmesi dahî, şübhesiz ki Allah’ın Kaderi’nin bir îcâbı ve parçasıdır. Kader’e îmân etmemek de fücûr tohumunu ekmek kaderidir ki Allah onu kulu hakkında bilgisine dayanarak yazmıştır.
———————————————–
Netîce
———————————————–
Kâinâtın ezelî bir proje ve plânının olmadığını ve buna göre yaratılmadığını iddiâ etmek, sunturlu bir geri zekâlılıktır. Kullar, Âlemin çok küçük bir parçasıdırlar. Onların mükellefiyet ve mes’ûliyyetle alakalı ışleri de hayatlarının irâdeye dayalı olan yine küçük bir kısmını teşkîl etmektedir. Bu küçük parça içindeki küçük parçada -hak etmeseler bile- hidâyete mazhar olmaları, veya saptırılmayı hak edip de İlâhî irâde îcâbı saptırılmamaları yanıyla bir şey demeye gerek yok. Bu bir ihsândır, -her noktada olduğu gibi- bilhassa bu noktada dahi Allah’a hesâb sorulamaz. Kısmen ihtiyârî ve irâdî olan noktalardaki sapma ve saptırmaya gelince… Kader inkârcısı geri zekâlıların, kelin “karışık hâle gelen” saçları misâli, olmayan akıllarını karıştıran işte bu nokta… Bu işlerdeki saptırmanın büyük bir kısmı, doğruyu görmesini kolaylaştıracak yolların -değişik sebeb ve hikmetlerle- gösterilmemesi demek olan “hızlân” mahsûlü… Kalanı da nihâyet, ilâhî ilimde malûm ve gizli bir takım vukû’ bulacak cinâyetler, günahlar ve kusurlar yüzünden insana hak yolun kapatılıp bâtıl yolun da açılmasıyla olan saptırma… Bütün bunlar, kulun fiilleri içinde çok az ve bir bakıma siparişe göre olmasına rağmen, yaratılanların hepsinden bu takdîri nefyetmek, “kader yoktur” demek, insana hür ve sınırsız irâdeyi bağışlamak, yaratıcıyı müdâfaa edeyim derken, O’nu devre dışı bırakıp kulu bu güç ve yetkiyle donatmak yaratıcı yapmaktır. Bu da değişik bir şirktir. İnsanda, “mes’ûl değilim” diyemeyeceği ve Allah’ı -hâşâ- adâletsizlikle ithâm edemeyeceği kadar çok cüz’î bir irâde vardır. Bunun nisbeti ise, bütün bir hayatına göre binde bir midir, on binde bir midir, milyonda bir midir? Bilmiyoruz…
Hâsılı, Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem’in, Ashâb’ının, Mü’minlerin ve İmamlarının anladığı manada bir “Kader’e îmân”, Mü’min olabilmek için alâ küllî hâl lâzım olan bir îmân esâsıdır. Onu inkâr etmek, yahud başka taraflara sündürmek Kur’ân’ı, Sünnet’i ve dolayısıyla Mukaddir olduğunu haber veren Allah’ı ve Resûlü sallallâhu aleyhi ve sellem’i yalanlamaktır. Bu îmân, zamâne zındıklarının iddiâ ettiği gibi -hâşâ- asılsız bir şey değil, Kur’ân ve Sünnet delîlleri yanında Ümmet’in üzerinde İcmâ’ ettiği bir esasdır. Bu Kader îmânını bulundurmayan ise şeksiz ve şübhesiz kâfirdir.
وَصَلَّى الله عَلٰى سيدنا محمد وَ عَلٰى اٰلِه وصحبه كلما ذكره الذاكرون وغفل عن ذكره الغافلون
وَ الْحَمْدُ ِللهِ رَبِّ الْعَالَمٖين
[1] Kamer: 49
[2] Ahzâb:38
[3] Yâsîn:38
[4] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/601), Ahmed, Müsned (9443), Müslim (2656), Tirmizî (2157), İbnü Mâce (83), (benzerini) İbnü Cerîr, Tefsîr (27/65, bir çok yolla), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader (177,180), [Halku Ef’âli’l-İbâd (104), Beğavî, Şerhu’s-Sünne (80), Beyhakî, El-Kadâ ve’l-Kader dipnotu:180]
[5] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602)
[6] Ed-Dürrü’l-Mensûr (7/602) Meselâ, “Kader ölçüdür, kadere iman Allahın hiçbir şeyi ölçüsüz yaratmamış olduğuna imandır” gibi sözleriyle…
[7] Süâl: “Seyyid Ebu’l A’lâ el-Mevdûdî
imanın şartlarından olan kaderi İman
dan ayırıp Ehl-i Sünnet akidesine ters
düşmüş müdür? Zannedersem İslama
giriş kitabı.” Link: http://video.google.com/videoplay?docid=-6747512870901472320&ei=aDX_SaOnIcLQ-AbN_cSnAg&q=islamo%C4%9Flu+kader
[8] Buhârî, Sahîh (6594-6620) Yani tam (27) aded hadis.
[9] Müslim, Sahih (3/2036-2052)
[10] Secde:19
[11] Hâkkah:52
[12] Teğâbun:11
[13] Cin:13
[14] Bakara:256
[15] Fetih:13
[16] Âl-iİmrân:179, A’râf:158, Hadîd:7
[17] Nahl:104
[18] Nahl:105
[19] Ankebût:47
[20] Bakara:99
[21] Âl-i İmrân:4
[22] Âl-i İmrân:19
[23] A’râf:36
[24] Ğâfir:4
[25] Beled:19-20
[26] Nahl:22,60, İsrâ:10,45
[27] Kur’ânda sadece “Melâike” kalıbının geçtiği (68) âyet vardır ki, diğer kelimeler ayrıdır.
[28] Kamer:49,Ahzâb:38
[29] Bakara:177
[30] Bakara:232
[31] Bakara:62, Mâide:69 vd.
[32] Bakara:285
[33] En’âm:148
[34] En’âm:107
[35] Yûnus:99
[36] Mâide:48
[37] En’âm:35
[38] En’âm:112
[39] Hûd:118
[40] Kadı Beyâdî, İşârâtu’l-Merâm:265; Şerhu Mevâkıf’dan naklen Keşşâfu Is- tılâhâti’l-Fünûn:2/1235
[41]Kadı Beyâdî, el-Fıkhu’l-Ekber’den naklen İşârâtu’l-Merâm:278
[42] Ferâidü’l-Fevâid:293, (1220 baskısı)
[43] Câsiye:23
[44] Ahzâb:38
[45] Hûd:36
[46] Nûh:27
[47] Enfâl:24
[48] Tevbe:51
[49] A’râf:43
[50] İnsan:30
http://www.darusselam.com/
About these ads
İslamoğluna Reddiye:Kadının Şahitliği
Filed under: Kadının Şahitliği — moskovazâde @ 10:47 am
Tags: bakara suresi, gerekçeli meal tefsir, islamoğlu, kadın, kuran, mustafa, şahitlik
İslamoğluna Reddiye:Kadının Şahitliği
Muhammed Yelkenci / Haksöz – Darusselam
İslamoğlu’nun “gerekçeli meal-tefsir”inde Bakara Sûresinin 282. âyet-i kerîmesinde geçen:
﴿ وَاسْتَشْهِدُوا شَهِيدَيْنِ مِنْ رِجَالِكُمْ فَإِنْ لَمْ يَكُونَا رَجُلَيْنِ فَرَجُلٌ وَامْرَأَتَانِ مِمَّنْ تَرْضَوْنَ مِنَ الشُّهَدَاءِ أَنْ تَضِلَّ إِحْدَاهُمَا فَتُذَكِّرَ إِحْدَاهُمَا الْأُخْرَى ﴾
“..Erkeklerinizden iki kişinin şahitliğine başvurun. Eğer iki erkek bulunmazsa, bu durumda doğruluğundan emin olduğunuz kimselerden bir erkekle iki kadını şâhit tutun ki ikisinden biri şaşırır, unutur, yanılırsa diğeri ona hatırlatabilsin..” kavl-i şerîfinin 3 nolu dipnotundaki ifâdelerini aynen aktarıyoruz:
“Bu ibare öyle sanıldığı gibi iki kadını bir erkeğe denk saymak değildir. Âyet haksızlığı önleyip adâleti sağlama konusundaki titizlikle alakalıdır.
Bu, kadının ticaret ve ticari anlaşmalar konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanabilecek muhtemel hataları önleyici bir tedbirdir. Zaten tadille ‘unutma, yanılma, şaşırma, haktan sapma’ anlamlarının tümüne birden gelir. Sözgelimi iki kadından biri unutmuşsa, doğal olarak şahit ikiden teke düşecek, sonuçta şahitlik yapan iki kadın değil, tek kadın olacaktır. Kuran bire iki oranını şahitlikte nisap olarak belirlemez. Zira Nisa 15 ve Nur 4-8 de zina davasında cinsiyete bakılmaksızın 4 şahit istenir.
Hatta adil yargılamayı sağlamak için bazı durumlarda erkeğin değil, sadece kadının şahitliği kabul edilir. Bunların hiçbirinde de cinsiyet belirtilmez. Burada da maksat şahitlik yapacak kimsenin cinsiyeti değil, hatta şahitlik bile değil, vadeli borçlanmalarda mağduriyeti önlemektir. Borç vermeyi aşırı teşvik eden vahyin verilen borçların tahsili konusunu ihmal etmesi düşünülemez.”
İslamoğlu, âyet-i kerîmenin meâl kısmındaki mânâsını, metne sadık kalarak verdikten sonra, dipnotta, tamâmen şahsî kanaat türünden tefsir sadedinde açıklamalar yapıyor ve:
“Bu ibâre öyle sanıldığı gibi iki kadını bir erkeğe eşit saymak değildir!” diyor. Bu söz, onun birinci çarpıtmasıdır. Çünkü kâinâtı içindekilerle berâber yaratan, maddî ve mânevî hayat düsturlarını belirleyen Yüce Allâh’ımız, bu mevzuda bir erkeğe mukābil, onun yerine geçebilecek kadınlar hakkında bir nisap (adet) tâyin etmek üzere: “İki kadın, diğer bir erkek şâhitle berâber şâhitlik yapsın!” buyurmuştur.
Böylece bu iki cins arasında şâhitlik nisâbı yönünden bir denklik bulunamayacağını apaçık ortaya koymuştur. İslamoğlu ise kendince eşitlik tesis etmeye çalışarak “tenzîlâta” gitmek istemiş ve kendisini yaratan sevgili Allâh’ımızın koymuş olduğu kānunu, muhâtaplarının gözünün içine baka baka tahrif etme (değiştirme) girişiminde bulunmuştur.
Bundan sonraki: “Ayet, haksızlığı önleyip adaleti sağlama konusundaki titizlikle alakalıdır.” sözü doğru bir sözdür, ancak bâtıl, haksız ve adâletsiz olan bir hükmü destekleme sadedinde söylenmiştir. Evet, âyeti kerîme muhakkak haksızlığı önlemekle alâkalıdır, ancak onun haksızlığını haklı göstermekle alâkalı değildir.
Daha sonraki: “Bu, kadının ticaret ve ticari anlaşmalar konusundaki bilgisizliğinden kaynaklanabilecek muhtemel hataları önleyici bir tedbirdir. Zaten “tadille” unutma, yanılma, şaşırma, haktan sapma anlamlarının tümüne birden gelir” sözünün tahlîline gelince:
İslamoğlu, bu ifâdesi ile sâdık bir talebesi olduğu üstatlarının ve işine geldiği yerde adım adım izlerini tâkip ettiği, dîni tahrip etmek için dîni öğrenen şarkiyatçıların dümen suyuna girmeye başlamıştır.
Hâlbuki Şerî‘at-i Garrâ’da aslî delil olan Kitab ve Sünnet’te: “İki kadın şâhit olarak tâyin edilen nisâbın illeti mensûsası (kesin delille belirlenen nedeni), yaratılışlarındaki noksanlıktan kaynaklanan unutkanlık veyâ şaşırmayı gidermek için hatırlatma” olarak açıklanırken, İslamoğlu buradaki illeti çaktırmadan değiştirmeye kalkarak; hükmün illetinin “bilgisizlikten kaynaklanan hataları önlemek” olduğunu ifâde etmiştir.
Böylece ona göre, âyeti kerîmeyi tahrifin çağdaş şekli olan tarihselcilikle tefsir etmenin yolu açılmıştır.
Bu yol da ona gerçek illet olan, “Unutma veyâ şaşırma sebebi ile hatırlatmak” mânâsını genelleştirerek, illetin daha kapsamlı bir mânâ olan “Bilgisizlik” olmasını telkin etmiştir.
Bu üslûbuyla onun, açıklamalı(!) meâlini(?) tashih ettirdiği hocasının hocası olan Fazlurrahman’ın sâdık bir tâkipçisi olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü tarihselcilerin mümessili olan Fazlurrahman’a göre, Kur’ân-ı Kerîm’deki husûsi kayıtlarla kayıtlanan hükümler, bugünün cemiyetine tatbik edilemez.
Zîra bunlar yedinci yüzyılın ictimâî durumuna göre şekillenmişlerdir. Bu sebeple yapılması gereken, bu husûsî çözümlerden yola çıkarak; adâlet, yardımlaşma ve şefkat gibi umum ifâde eden kāidelere varmak, sonra da genellik ifâde eden bu kāidelerden ana hedefler çıkarmak ve bunları husûsî meselelere tatbik etmektir.
Dolayısıyla Kur’ân-ı Kerîm’de geçen: “Mîrasta erkeğin, kızın iki katını alması” ve “Fâizin haramlığı” gibi husûsî hükümlerin bugün uygulama sahası kalmamıştır. (Adil Çiftçi, Fazlurrahman’la İslamı Yeniden Düşünmek)
İşte mevzûmuzda da, kadınların cehâletinin ortadan kalkması sebebiyle birçok halde adâleti temin etmek bir hâtun şâhitle de hâsıl olacağına göre, husûsî illetin üzerine binâ edilen hükmün geçerliliği kalmadığından bunlara göre, şâhitlikte bir kadınla bir erkek yeter!
Bu kişilerin Mevlâ Te‘âlâ Hazretleri’ne nasıl da akıl vermeye çalıştıklarını görüyor musunuz?
İşte bu anlayış, Kur’ân-ı Kerîm’i anlama- nın usul ve tatbikine zıt ve ahkâmının birçoğu- nu asrî (çağdaş) değişimlerle tahrife uğratması cihetinden ne vahim bir tefsir anlayışıdır!
İslamoğlu şahsına âit bu değerlendirmesini, Kur’ânı anlamanın usullerini hiçe sayan ve fıtrata da mantığa da aykırı olan bu mugalâtası (laf kalabalığı) üzerine binâ etmeye teşebbüs ederek âyet-i kerîme hakkındaki tahrif cinâyetini işleme sadedinde:
“Söz gelimi iki kadından biri unutmuşsa, doğal olarak şahit ikiden teke düşecek, sonuçta şahitlik yapan tek kadın olacaktır. Kur’an bire iki oranını şahitlikte nisap olarak belirlemez.” diyor.
Ne cesâret! Sıradan bir insanın söylemediğini ona yakıştırmak bile dînen çok sakıncalı iken, ya söylemediği bir şey Allâh-u Te‘âlâ’ya nasıl nispet edilebiliyor?
Dört mezhebe göre şahâdet nisâbı incelendiğinde elde edilen netîceler şöylece sıralanabilir:
1) Dört erkek şâhitten azının kabul edilmediği şâhitlikler ki bu da zinâdaki şâhitliktir. (Nûr Sûresi:4-13, Nisâ Sûresi:15)
İmâm-ı Müslim’in Ebû Hureyre (Radıyallâhü Anh)dan rivâyetine göre; Sa‘d bin Ubâde (Radıyallâhu Anh)ın bu husustaki sorusuna mukābil Efendimiz (Sallâllâhü Aleyhi ve Sellem):
“Zinâ suçunun isbâtı için dört erkek şâhit gerekli olduğu”nu belirtmiştir. (Müslim, Li‘ân, no:1498/15-16, 2/1135-36)
2) Hanbelîler, zengin olduğu bilinen bir kimsenin fakir olduğunu ispatlayabilmesi için üç erkek şâhit getirmesinin lâzım olduğunu söylemiştir. (Müntehe’l-İrâdât:3/556)
Delil olarak da Müslim’in ihrâc ettiği Kubeysa hadisini zikretmişlerdir.
3) Sâdece iki erkeğin şâhitliğinin kabul edildiği şahâdetler ise; hırsızlık sebebiyle el kesilmesi, yol kesip adam öldürmek sebebiyle ve- rilen cezâlar, içki içmek sebebiyle sopa vurul- ması gibi cezâlardır. Buradaki nisap dört mez- hebin ittifâkı ile sâbittir.
Fakihlerin cumhûru: “Mal olmayan ve kendisiyle mal kastedilmeyen nikâh, talak, ric‘at, zıhar, Müslüman olmak, îlâ, nesep, ta‘dîl ve cerh gibi işlerde sâdece iki erkeğin şahâdeti geçerlidir” demişlerdir. (eş-Şerhu’l-Kebîr, Tebsıratü’l-Hükkâm, Ravzatü’t-Tâlibîn, el-Muğnî)
Hanefîlere göre ise hadler ve kısastan başka olan şeylerde, ister mal olsun isterse talak, nikâh, ric’at gibi mal olmayan haklar olsun, iki erkek veyâ bir erkek ile berâber iki kadının şâhitlikleri geçerlidir. (El-Hidâye, Fethu’l-Kadir, el-Mebsût)
4) Erkeklerin haberdar olamadığı, bekâret tespiti ve doğum gibi hâtunlarla alâkalı husûsî hallerde ise kadının şâhitliği kabul edilir. Buralarda Hasen-i Basrî (Radıyallâhu Anh)dan gelen bir rivâyette ebe olmak şartıyla bir hâtun, İmâm-ı A‘zam (Radıyallâhu Anh)a göre ebe olsun olmasın hür ve adil olan bir hâtun yeterlidir.
İmâm-ı Şâfi‘î (Radıyallâhu Anh)a göre ise dört hâtunun şâhitliği lâzımdır. İmâm-ı Mâlik, İbni Şübrume ve İbni Ebî Leylâ (Radıyallâhu Anhüm), iki kadını şart koştular. Ahmed bin Hanbel (Radıyallâhu Anh)dan bu hususta iki rivâyet vardır; bunlara göre ebe olmak şartıyla bir kadın veyâ iki kadın şâhit gereklidir. (el-Müdevventü’l-Kübrâ; el-Muğnî; el-Ümm; el-Hâvî; el-Mâverdî; eş Şerhu’l-Kebîr; el Mebsût; Fethu’l-Kadîr)
5) Hilâlin gözetlenmesi gibi durumlarda ise adâletli bir erkeğin şâhitliğinin kabul edilir. (Ebû Dâvûd; Hâkim; Tirmizî; Nesâî)
İslamoğlu, Kur’ânı Kerîm’in fehvâsından istinbat edilecek mânâlar husûsunda, görülmemiş ve işitilmemiş tahrif cinâyetini işledikten sonra, bu usulsüz açıklamalarına destek verebilmek için: “Zira Nisa 15 ve Nur 4-8’de zina davasında cinsiyete bakılmaksızın dört şahit istenir.” diyor.
Peki, soruyoruz: “Kur’ân-ı Kerîm gerçekten öyle mi diyor? Yoksa bu âyetleri açıklayan hadîs-i şerîfler veya sahâbe kavilleri var mı?” Cevap: “Hâyır, bunların hiç biri yok. Anlaşılan o ki, bu adam birinci tahrif cinâyetine destek ararken ikincisini irtikâb edilmiş.
Bu âyet-i kerîmedeki adede (dört sayısına delâlet eden kelimeye) sarf ilmi cihetinden bakarsak, bu kelime müzekkerdir. Usûl-i Fıkıh kāideleri cihetinden bakılacak olsa; hâs (özel mânâya delâlet eden) bir lafız olduğu için konulduğu mânâya yâni dört erkek mânâsını kat‘an (kesin olarak) ifâde eder ve şâhitlerin erkeklerden olması gerektiğine sarâhaten (açıkça) delâlet eder.
Sibtu’bni’l-Cevzî “İsrâfü’l-İnsâf”ında, Ebû Bekr el-Cessâs “Ahkâmü’l-Kur’ân” isimli eserinde, İbn Ebî Şeybe “el-Musannef”inde, Abdurrezzâk ibnü’l-Hümâm es-San‘ânî “el-Musannef”inde zinâ haddinde geçerli olan şâhitlik nisâbı hakkındaki sahâbe kavillerini uzun uzadıya naklederler.
Ayrıca İbn Cerir et-Taberî ve İbni Ebî Hâtim (Rahimehümellâh) tefsirlerinde bu nakillere yer verirler.
Kurtubî (Rahimehulâh) “el-Câmi‘u li-Ahkâmi’l-Kur’ân isimli eserinde: “Bu mevzûda Ümmeti Muhammed’in icmâ‘ı vardır.” Der ki bu: “Bu konuda aykırı görüş beyân eden hiç kimse olmamıştır.” demektir.
Dolayısıyla zinâ haddinin tatbik edilebilmesi için muhakkak dört erkek şâhit lazımdır.
İbni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)dan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
عَنِ ابْنِ عُمَرَ رَضِيَ اللّٰهُ عَنْهُمَا أَنَّ رَسُولَ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ قَالَ: «إِنَّ اللّٰهَ لَا يَجْمَعُ أُمَّتِي عَلَى ضَلَالَةٍ، وَيَدُ اللّٰهِ مَعَ الْجَمَاعَةِ، وَمَنْ شَذَّ شَذَّ إِلَى النَّارِ.»
“Şüphesiz Allâh ümmetimi dalâlet (sapıtma) üzere birleştirmez. Allâh’ın yedi (kudret eli, Ehl-i Sünnet vel)Cemaatin üzerindedir. Ayrılan, ateşe ayrılmış olur!” (Tirmizî, Fiten:7, no:2167, 4/466; Hâkim, el-Müstedrek, no:391) buyurmuştur. Artık bu ortak kararın dışında kalanlar düşünsün!
İslamoğlu’nun bundan sonra söylemiş olduğu: “Talak 2’de de boşanma için iki şahit istenir.” sözü de, aynı vartaya düşmesine sebep olmuştur. Yâni ona göre burada da cinsiyet aranmamaktadır. Oysa gerçek böyle değildir. Nitekim İmâm-ı Gazalî (Rahimehullâh) Usûl-i fıkha dâir tasnif ettiği “el-Müstesfâ” isimli eserinde:
“(Sâdece kadınların haberdâr olabileceği doğum, bekâret ve dulluk gibi hallerin dışındaki durumlarda erkeklerin şâhitliği olmadan) yüz tane kadın da olsa şahâdetleri kabul edilmez. Çünkü şâhitlik te‘abbudîdir.” Yâni orada akıl yürütüp, kıyas yaparak hüküm çıkarılamaz. eş-Şâtıbî (Rahimehullâh) da “el-Muvâfakat”ında bu mânâyı ifâde eden hadîs-i şerîfleri naklederek, aynı hükme işâret etmiştir.
İslamoğlu’nun bundan sonraki; “Hatta adil yargılamayı sağlamak için bazı durumlarda erkeğin değil, sadece kadının şahitliği kabul edilir. Bunların hiç birinde de cinsiyet belirtilmez.” sözüne çok dikkat edilmelidir!
Acaba bu bir dil sürçmesi midir, yoksa muhâtaplar bu kadarcık (!) bir çarpıtmayı anlamazlar diye yapılan bir oyun mudur?
Hem “Sâdece kadının şahâdeti kabul ediliyor” diyeceksin, hem de cinsiyetin belirtilmediğini söyleyeceksin. Demek hâlâ:
﴿ وَلَتَعْرِفَنَّهُمْ فِي لَحْنِ الْقَوْلِ ﴾
“Ama andolsun ki; elbette sen onları (konuştukları tarizli ve kapalı) o söz üslûbu içerisinde muhakkak tanıyacaksın!” (Muhammed Sûresi:30) kavl-i şerîfinde geçen kānunu İlâhî tecellî etmeye devam ediyor.
Doğrusu şu ki, İbni Ebî Şeybe ve Abdurrezzâk’ın “Musannef”lerinde, İmam-ı Şâfi‘î’nin “el-Ümm” ve “Ahkâmü’l-Kur’ân”ında, Cessâs’ın ve İbnü’l-‘Arabî’nin “Ahkâmü’l-Kur’ân”larında ve daha birçok mûteber kaynaklarda anlatılana göre: “Bekâret, dulluk ve istihlal gibi sâdece kadınların haberdâr olabileceği hallerde, bir kadının şâhitliği kabul edilir.”
“Bir insan bayırdan aşağı yuvarlanmaya başladı mı, artık onu tutamazsınız” kelâm-ı kibârını haklı çıkarmak için bu kişi tahrifte ısrara devam ediyor ve: “Burada da maksat şâhitlik yapacak kimsenin cinsiyeti değil..” diye bir zırva ortaya atıyor.
Yâni bahis mevzuu olan müdâyene âyetindeki saptırmayla yetinmeyip, Müslümanların kafasına zehiri zerk etmek için şuurlu bir şekilde aynı görüşü tekrar tekrar vurguluyor.
Aynı mânâyı ifâde eden beşinci cümle! Değişik kalıplarda ve peş peşe!
Ey Müslüman, artık uyan!!! Batının kör taklitçilerinin veyâ kasıtlı mukallitlerinin Kitâbullâh hakkındaki hâinliklerini anla!
Tam bir feminist (kadınların haklarını gözeten) gibi, Kur’ân’ın tahrifi pahasına da ol- sa illâ da eşitlik istiyorlar, sanki eşitlik olunca adâlet sağlanmış olacak?!
Hâlbuki illâ da adâlet deselerdi eşitlik sağ- lanmış olacaktı.
Ahkâm-ı İlâhiyye’nin bir tarafa fırlatılması bu adamlara ne kadar da hafif geliyor.
Ey Allâh’ım! Ne kadar sabırlısın!!!
M.Islamoğlu’nun kendi sözleri
Filed under: M.Islamoglunun kendi sözleri — moskovazâde @ 2:35 pm
Hiç kimseye güvenmeyip inanmayanlar icin.
Buyrun hilal TV de cikan sahsin kendi kaleminden alintilar.
1-CENNET VE CEHENNEM
Hocam Kur’an-da okuyup anladigima göre cennet ve cehennem ebedidir. Fakat bu konu böyle bilinmiyor tam tersine günahlar kadar yandiktan sonra cennete girilecegi (ates bize sayili gün degecektir) yahudi inanci gibi biliniyor.Cennet ve cehennem ebedi midir?
CEVAP: Cennet ve cehennemin süresi üzerine yapilacak hiçbir tartisma sonuç vermez. çünkü gayba iliskindir ve bu konuda ne Kur’an ne de sünnetten yola çikilarak son söz söylenebilir. Sahabe bile bu konuda ikiye ayrilmisti. Bizim yaygin inanisimizin aksini isbat için Ibn Kayyim Hadi’l-ervah ila biladi’l-Efrah adinda bir eser kaleme almisti.
2-VE TERS ILISKI ILE ILGILI
Bu meselede bana sorulan soru aynen sitemde de var. Verdigim cevap da aynen site de var. Oradan nasil bu çikiyor Allah askina insafa çagiriyorum. Vicdana davet ediyorum. Ben orada bu konuda Islam tarihinde iki ayri görüs oldugunu fakat ehlisünnetin bu konuda ki fetvasi ayeti kerim ye uygun olan fetvasidir. “Kadinlariniz tarlanizdir. Ona nasil yaklasirsiniz.”ayeti kerimesinde ehlisünnetin görüsünün ehli beytin görüsüne göre dosdogru görüs oldugunu çünkü harfin tarla oldugunu tarlanin da çocuk elde edilen yani ürün elde edilen yer oldugunu diger görüsün dogru olmadigini orada izah ettim. Kaldi ki burada soru sahibi bu ihtilaftan dolayi karsi tarafta olanlari tahkir etmis, küfretmis, tahfif etmis hatta tekfir etmis. Ben orada tahkir, tahfif, tezyif edilmesinin yanlis oldugunu söyledim. Bu meselede gelen soruyu da verdigim cevabi da orada tuttum. Fakat bu mesele de bu fakire yapilan iftiradir. Allah’ta görüyor, ümmet de görüyor insanlar da görüyor. Bunu yapanlara nasil yaptiklarini içlerine nasil sindigini sormak istiyorum. Hakikaten kardesinize bunu nasil reva görüyorsunuz. Nasil bu kadar yapiyorsunuz. Ölmeyecek misiniz? Allah’in huzuruna çikmayacak misiniz? Hesap sorulmayacak mi? Birbirimizden hakkimizi almayacak miyiz?
3-ORUC
“ORUÇ TUTABILIR, NAMAZ KILAMAZ” DEDIM
Namaz kilacagina dahil hiçbir fetva vermedigim gibi aksine namaz kilamaz diye kaç kere söyledim. Bu konuda dalga dalga iftira yayanlari bir kez daha uyariyorum. Allah’tan korkun. Insan eti zehirlidir yemeyin. Oruç tutacagini da açiklikla söyledim. Daha dogrusu oruç tutabilecegini ve bu konuda delil olarak Kur’an yeterlidir. Çünkü namaz için abdest gerekli oruç için abdest sart degil. Zaten hadiste de namaz kilmayana kaza gerekmez özel halde oruç tutmayana ise kaza gerekir. Dolayisiyla namaz ile orucun arasini ayirmak lazim. Ama kendini iyi hissediyorsa tutabilir, iyi hissetmiyorsa tutamaz. Onun için oruç meselesini namaz meselesinden ayirmisimdir. Oruç tutabilir istiyorsa. Bunu da Bakara Süresinin 175.ayetini delil göstererek hayizlinin durumunu Kuran eza olarak almistir.”Sana hayizdan soruyorlar de ki o bir ezadir.” ‘Eza’ kelimesi hastaligin bir küçügü olarak geçiyor lügatlerde. Dolayisiyla hastanin oruca bahsine dâhil Kuran’da ayet var mi? Var. 185. ayetinde “Eger ramazan da hasta iseniz ya da yolcu iseniz diger günlerde gününe gün tutarsin. Dolayisiyla hastanin hükmüdür” dedim oruçta. “Ama namazdan muaf kilinmistir” dedim. “Erkekler bir kere sehit olur kadinlar her ay sehit olur. Onlari o hallerinde namazdaymis gibi görüyor” dedim. Bunu söyledim. Ne olur bana söyledigimi yakistirin. Deyin ki “oruç istiyorsa tutabilir dedi” diyin. Bu iftira olmaz bu hakikattir. Ama namaz da kilar derseniz iftira olur. Ben böyle bir sey söylemedim
4-EHLI BEYTE IFTIRA
Ehli Beyt veya Sia ya sevimli göstermekte ne demek. Nefret ettirmekle ben çok mu sevinecek birileri? Yani Sia’dan ne kadar nefret ederseniz takvaniz o kadar artar diye bir sey var mi? Ben böyle bir seye inanmiyorum. Ehl-i Beyt mektebin inde bu ümmetin bir parçasi olduguna inaniyorum. Bu ümmetin vahdetine inaniyorum. Ümmetimizin bir tek ümmet olduguna inaniyorum. Bu vahdeti saglayamadan bizim basarinin rüyasini göremeyecegimize inaniyorum. Mezhep savaslariyla bu ümmetin harcadigi degerlerin tarih boyunca basimiza bela olduguna inaniyorum. Onun için mezhep ihtilafina mezhep holiganligina mezhep savasina hayir diyorum. Dolayisiyla Ehlisünnetiyle Sia’siyla bu ümmetin Islam ümmeti oldugunu kiblesinin Rabbi’nin Peygamberinin ve Kitabinin bir oldugunu ihtilafinsa teferruatinda oldugunu düsünüyorum bende böyle düsünüyorum. Bunu böyle bilirsiniz. Bunu böyle söyleseniz iftira olmaz. Ama bundan öte bir sey iftira olur.
5-Hz ISA INECEKMI
SORU:Sorum Hz. Isa ile ilgili olacak. O*nun tekrar gelecegine inanan yakin dost*larima nasil anlatayim da veya nasil cevap ve*reyim de, biraz da olsa bilgi sahibi olsunlar. Bu ko*nuda bana birkaç ayet gösteriyorlar, bunlara biraz da olsa cevap verebiliyorum ama Buhari, Müslim gibi zatlarin hadislerini gös*ter*dik*le*rin*de bu hadisler uydurma diye*miyo*rum ve yorum yapamiyorum. Çünkü hadislerin ger*çekligini bilemiyorum. Bana bu konuda yar*dimci olabi*lir misiniz? Ben gelmeyecegine ina*nanlardan oldugumu ifade ettigimde bana iti*katimdan bahsediyorlar. Sizden degerli cevap*larinizi bekliyorum. Allah sizden ve Mü*min*lerden razi olsun. (02/03/2007)
CEVAP: Aynen ben de öyle yapiyorum. Bu dogru olan. Buhari ve Müslim’deki hadisleri izahin binbir yolu var.
Isa’nin gerçek inanci o*nu takip edenlere dönecek de diyebiliriz. Fakat bu hadisler haber-i vahid. Zan içerir. Yanlis ve ya*lana ihtimali vardir. Bu tür haberler akideye konu olmazlar. Bu yeterlidir.
6-KADERE IMAN
Islamoglu kader konusunda “iman bilinci” adli kitabinin 17. sayfasinda:
“Allah’a, Ahiret gününe, Meleklere, Kita*ba, Peygamberlere inanmak. Bu bes madde bir fazlasiyla Cibril hadisi diye meshur olan ha*diste de yer alir. Sonraki ilmihallere, imanin sarti olarak geçen tartismali fazlalik kadere i*man maddesidir.”
.*************************************
İslamoğlu ve Evrim
İslamoğlu Kur'an ayetlerini tefsirde nevi şahsına münhasır buluşlarıyla şaşırtmaya devam ediyor...Bu sefer de islam tefekkür tarihinde bakir bir alana el atıyor:Evrim...İnsanın evrimleşme süreci..Her zamanki gibi telahuk-u efkâr'dan , selefin çizgisinden ; klasik söylemden ve hadis-i şeriflerden arındırılmış salt taakkul zemininde birebir Kuran ayetleri ve onlardan kendi anlayabildiği şeyler üzerinden bir rota çiziyor...
1. video için bkz: http://www.youtube.com/watch?v=va3NFdUZpy4
1.Videonun dökümü özetle : Kur'an sureti insan olan canlıya beşer der. Sureti insan olan canlı ; sireti değil, ahlakı değil. Beşer herhangi bir hayvan değil, sureti insan olan canlıdır. Sireti insan olan canlıya ise Kur'an Adem, Ademoğlu der.Beşerin neden yaratıldığını söyleyen iki ayetten biri: Sudan yaratıldığını söylerken diğeri çamurdan yaratıldı der.Furkan suresi 54.: “O Allah ki beşeri sudan yarattı.” Bu su gerek canlı varlıkların ilk çıkış noktası olan su...olabilir..2. si “hani Rabbin Meleklere demişti ki ben çamurdan bir beşer yaratacağım”İki ayette de beşer geçiyor. Sual : aynı varlığın yaratılışının ayrı kavramlarla adlandırılması neden? Yani birinde sudan, birinde çamurdan neden? Cevap: O'nun yaratılışının aniden değil, bir süreç içinde aşama aşama oluşuna delalet eder...Yani eti ve kemiği olan , özgül ağırlığı olan varlığa beşer diyor...Sual: Adem ile beşer arasında ne fark vardır? Cevap: İsrailiyata bulaşmadan bu soruya cevap verecek olursak: beşer, insanın irade verilmeden önceki halini kastetmektedir. İrade verildiğinde Adem olmuş olur. Sorun nedir peki ? İsrailiyatı üreten akıl, canlı kategorilerine ilişkin anlama problemine sahiptir. Allah beşere ruh üflemiştir, Adem olmuştur...Esasında melekler insana değil üflenen ruha secdeye davet edilmiştir. Eğer beşerin etine kemiğine olsaydı ruh üflenmeden secde ederlerdi... Sual: İsraili rivayetleri üreten aklın insanın yaratılışına ilişkin temel problemi nedir? Cevap: Allah'ın beşere üflediği ruhun can olduğunu zannetmesidir. Yani Allah ruh üflemekle can verdiğini zannetmesidir. Oysaki yeryüzünde canlılık insanla başlamamıştır. İnsan canlı zincirinin son halkasıdır. İlk halkası değil...İsrailiyatı üreten akıl insanı iki unsurdan ibaret sayıyor: Ceset ve can. Oysa beşere üflenen ruh üçüncü unsurdur. Ruh insanı canlı yapan şey değil, canlıyken akıllı ve iradeli yapan şeydir. Beşerin hem canı hem cesedi vardır. Fakat ceset ve cana sahip olmak onu insan yapmıyor... [08.30] Beşer akıl irade ve vicdandan yoksun olduğu için canlı türünün en vahşi unsur oldu... İşte melekler bunun için itiraz etti. “Ya rabbi yer yüzünde kan dökecek fesat çıkaracak birini mi yaratacaksın?”...Nereden bildi melekler ?Çünkü beşeri görmüşlerdi. “Birde beşere ruh üflersen bunu kimse yenemez Ya rabbi” diye düşünüyorlardı...Diğer canlılar ceset ve can gibi iki ; Ademoğlu , ceset ve can ve ruh gibi üç varlığa sahipti...Sual: Ademoğluna üflenen ruh can değilse Adem bu ruh üflenmeden önce canlı mıydı? Cevap : Bu sorunun cevabı şu soruya bağlıdır . Adem insan mı değil mi ? Eğer cevabında Adem insandır diyorsanız... Kur'anın İnsan suresinin 2. ayeti size cevap veriyor. “İnsan üzerinden anılmaya değer olmadığı çok uzun bir zaman süreci geçmemiş miydi?. “Hiç şüphe yoktur ki biz insan türünü nutfeden , hayat doğumundan yarattık.”...İmtihan edelim diye. Çünkü biz O'na akıl verecektik ...Göz ve kulak akla delalet eder. Hiçbir şey değildir demek yerine anılmaya değer bir şey değildir demek bu sürece işaret eder. “Hiçbir şey değildir” deseydi eğer o zaman çok uzun bir zaman parçasına gerek yoktu.el-insan insan türünün tümünü ifade eder. Adem insan mı diyorsak Adem'de nutfeden yaratıldı, çömlekten değil.Kur'an'a göre; İnsan suresinin 2. ayetine göre. Sual : O halde beşerin insanlaşma sürecini ifade eden şu ayeti nasıl anlayacağız? “Hani Rabbin demişti ki meleklere, ben ses veren , balçıktan ,hem de konsantre bir başlıktan hemde içinde organik maddelerin üreyebileceği kadar çürümüş bir balçıktan. Ses veren yani konuşan yani düşünen..yani akıl sahibi bir varlık yaratacağım demişti. Cevap : İnsan suresinin 1. ayeti ışığında anlaşılmalı bu sual : beşerin insanlaşma süreci...Sual: Buradan bir indirgeme operatörü olan Darwin'e ekmek çıkar mı ? Cevap: Çıkmaz. İnsanı eşrefi mahlukat kılan üflenen ruhu Darwin boşa çıkarmıştır. Yani Darwin de tıpkı Yahudi ilahiyatı gibi insanı iki şeyden müteşekkil saymıştır. Üflenen ruhu yok saymıştır. Çünkü indirgemek için yola çıkmıştı. Hayvana indirgemek için. Onun için Darwin beşer yerine maymunu koymuştur. Beşer halkasını kesmiş atmış, onun yerine maymunu koymuştur. Oysaki beşer maymun değildir, ama akılsız , iradesiz ve vicdansız bir canlı idi. Sureti insan idi ama sireti insan değildi...Onun için batılı alimler hep insanı tanımlarken hayvan üzerinden tanımlarlar. Düşünen hayvandır, alet kullanan hayvandır, sosyal hayvandır...Bizse Allah'a nisbetle tanımlarız. Onun için fark büyük.
2. video için bkz :http://www.youtube.com/watch?v=kKaBCIqfoPQ
2. videonun dökümü: Soru: Hz. Adem ile Hz. Havva'nın evliliklerini açıklar mısınız? Heeee soracaklar...Adem'i şahs-ı manevi değilde bir fert gibi alırsanız, O'nu da Kur'an'a giydirirseniz. Kur'an böyle bir şey söylemediği halde, Tevrat'ın söylediğini Kur'ana giydirirseniz. Ondan sonra Adem'in kızı ile Adem'in oğlunu everirsiniz. Başka çarenizde yok zaten...Bizimki de gözünüze bakar..Yani nasıl oluyor yani. Haşa en.. ensest mi yani?..
Kur'an'da Adem-Ademoğlu , Ademoğlu-Adem yerine kullanılır. Delili de Araf suresinin 11. ayetidir...Kur'an Adem'den bir fertten bahseder gibi etmez...O zaman Adem'in kızı ile oğlunu evlendirmeye hiç gerek yok. Ademler olabilir. Bir çok Adem. Aynı anda birçok Adem yeryüzünün farklı taraflarında çıkmış olabilir.Mümkündür. Yani Rabbimiz beşere ruh üfledi ve beşer Adem oldu. Adem olmadan evvel beşer vardı zaten. Çünkü İnsan suresinin ilk ayetinde diyor...“İnsan üzerinden insanlaşıncaya kadar hiçbir şey olarak anılmaya değmeyen bir varlık olarak geçirdiği çok uzun bir süre , bir süreç olmadı mı ?” “Biz her canlıyı sudan yarattık.” İnsan da dahil buna...Asıl İnsan suresinin 2. ayetinde sır. “innâ halaknakum min nutfetin emşâc..”(?) Adem de bu nutfeye girer mi girmez mi ? “innâ halaknakum”(?)...“el-İnsan”a Adem de dahil mi değil mi ? Adem de dahilse Adem de nutfeden mi değil mi ?Dahil.. Dahil olmadığına dair bana bir delil olması lazım. Dil ortada el-İnsan cinsin tamamını içerir. O zaman Adem de nutfeden. Öyle olması lazım. Dolayısıyla çözüldüğünü sandığımız problem çözülmemiş görüyorsunuz. Daha çok ekmek yememiz lazım çalışmamız lazım.
*
Çıkan Sonuçlar ve Değerlendirme:
1. Videolardaki anlatıma göre yaratılışta tedricilik vardır. Evrimin temel felsefesi de budur.Tekamül ile beraber basitten daha kompleks varlığa doğru gitme. Bu fikirde olan İslamoğlu insanın evriminde 3 halka hayal eder.Bunlardan ilki yaratılışın başladığı su , ikincisi beşer üçüncüsü ise insan. İslamoğlu'na göre insan ile beşer aynı şey değildir .Beşer insandan evvelki ilkel halkadır. Beşerin aklı , vicdanı ve iradesi yoktur . Sureten insan olmakla birlikte vahşi bir yaratıktır..Beşerden insanlığa geçiş İnsan suresinde buyrulduğu gibi çok uzun bir zaman sürecine yayılmıştır. Ruh üflenen beşer insan siretini/kıvamını almıştır. Beşerin can ve ten gibi 2 hassasına karşılık insan can ve tene ilave olarak ruh ile serfiraz kılınmıştır. Bu noktada islamoğlu Kur'an'dan çıkardığını iddia ettiği evrim anlayışıyla Darwin arasına bir çizgi çekme ihtiyacını hissediyor.. Darwinizmin insanın ruhunu inkar ederek insanı hayvana indirgediğini söyler..İslamın ise ruhu öne çıkarıp insanı Allah'la (c.c.) irtibata geçirip onu ahsen-i takvime mazhar kıldığını belirtir..İslamoğlu imzalı Evrim anlayışı , bu estetik müdahaleye rağmen bahsin can damarını oluşturan canlıların defaten ve birden bire değil uzun süreçte ve halka halka gelişerek belli bir tekamül süreci takip etme keyfiyeti her iki evrim anlayışında da ana fikir olarak mevcuttur...Canlılığı su ve balçık gibi ilkel koşullarda başlatır...Onun anlatımına göre insanın ataları da aynı yolu izlemiş olmalıdır...Su ve çamurdan müteşekkil hayat hamuru 2. merhalede beşer olarak görünmüştür..Ve beşer ile beraber nutfeden yaratılma yani eşeyli üreme safhası yaşanmıştır..İslamoğlu bu 2 videoda sadece islamiyetin yaratılış anlayışına ters düşmemiş hatta Darwin'e bile haksızlık etmiştir.Onun dediği gibi Darwin insanın maymundan geldiğini söylememiştir...
2. İslamoğlu , İnsana layık gördüğü evrim anlayışını Beşer-İnsan ayrımı üzerine oturtmuştur.Oysa ki Kuran dilinde ve lügatte beşer ile insan aynı canlının aynı türünü yani insanı tarif eder:
(Not: Ayet meallerinde insan geçen kelimenin Arapça orijinalinde Beşer geçmektedir)
1)Meryem: Rabbim! dedi, bana bir BEŞER değmediği halde nasıl çocuğum olur? Allah şöyle buyurdu: İşte böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işe hükmedince ona sadece "Ol!" der; o da oluverir. (3/47)-Kâlet rabbi ennâ yekûnu lî veledun ve lem yemsesnî beşer, kâle kezâlikillâhu yahluku mâ yeşâ’(yeşâu) izâ kadâ emren fe innemâ yekûlu lehu kun fe yekûn(yekûnu).
2)HiçbirBEŞERİN, Allah'ın kendisine Kitap, hikmet ve peygamberlik vermesinden sonra (kalkıp) insanlara: Allah'ı bırakıp bana kul olun! demesi mümkün değildir. Bilakis (şöyle demesi gerekir): Okutmakta ve öğretmekte olduğunuz Kitap uyarınca Rabbe halis kullar olunuz. (3/79)-Mâ kâne li beşerin en yu’tiyehullâhul kitâbe vel hukme ven nubuvvete summe yekûle lin nâsi kûnû ıbâden lî min dûnillâhi ve lâkin kûnû rabbâniyyîne bi mâ kuntum tuallimûnel kitâbe ve bimâ kuntum tedrusûn
3)Yahudiler ve hristiyanlar "Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dediler. De ki: Öyleyse günahlarınızdan dolayı size niçin azap ediyor? Doğrusu siz de O'nun yarattığı BEŞERLERDENSİNİZ. O, dilediğini bağışlar ve dilediğine azap eder. Göklerde, yerde ve ikisinin arasında ne varsa mülkiyeti Allah'a aittir. Sonunda dönüş de ancak O'nadır. (5/18)-Ve kâletil yahûdu ven nasârâ nahnu ebnâullâhi ve ehıbbâuh(ehıbbâuhu) kul fe lime yuazzibukum bi zunûbikul bel entum beşerun mimmen halak(halaka) yagfiru limen yeşâu ve yuazzibu men yeşâ(yeşâu) ve lillâhi mulkus semâvâti vel ardı ve mâ beynehumâ ve ileyhil masîr
4)(Yahudiler) Allah'ı gereği gibi tanımadılar. Çünkü "Allah hiçbir BEŞERE bir şey indirmedi" dediler. De ki: Öyle ise Musa'nın insanlara bir nur ve hidayet olarak getirdiği Kitab'ı kim indirdi? Siz onu kâğıtlara yazıp (istediğinizi) açıklıyor, çoğunu da gizliyorsunuz. Sizin de atalarınızın da bilemediği şeyler (Kur'an'da) size öğretilmiştir. (Resulüm) sen "Allah" de, sonra onlan bırak, daldıkları bataklıkta oynayadursunlar! (6/91)-Ve mâ kaderûllâhe hakka kadrihî iz kâlû mâ enzelallâhualâ beşerin min şey(şey’in), kul men enzelel kitâbellezî câe bihî mûsâ nûren ve huden lin nâsi tec’alûnehu karâtîse tubdûnehâ ve tuhfûne kesîrâ(kesîran), ve ullimtum mâ lem ta’lemû entum ve lâ âbâukum, kulillâhu summe zerhum fî havdıhim yel’abûn
5)Kavminden ileri gelen kâfirler dediler ki: "Biz seni sadece bizim gibi bir BEŞER olarak görüyoruz. Bizden, basit görüşle hareket eden alt tabakamızdan başkasının sana uyduğunu görmüyoruz. Ve sizin bize karşı bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Bilakis sizin yalancılar olduğunuzu düşünüyoruz." (11/27)-Fe kâlel meleullezîne keferû min kavmihî mâ nerâke illâ beşeren mislenâ ve mâ nerâkettebeake illellezîne hum erâzilunâ bâdiyer re’y(re’yi), ve mâ nerâ lekum aleynâ min fadlin bel nezunnukum kâzibîn
6)Kadın, onların dedikodusunu duyunca, onlara davetçi gönderdi; onlar için dayanacak yastıklar hazırladı. Her birine bir bıçak verdi. (Kadınlar meyveleri soyarken Yusufa): "Çık karşılarına!" dedi. Kadınlar onu görünce, onun büyüklüğünü anladılar. (Şaşkınlıklarından) ellerini kestiler ve dediler ki: Hâşâ Rabbimiz! Bu bir BEŞER değil... Bu ancak üstün bir melektir! (12/31)-Fe lemmâ semiat bi mekrihinne erselet ileyhinne ve a’tedet lehunne mutteke’en ve âtet kulle vâhidetin minhunne sikkînen ve kâletihruc aleyhinn(aleyhinne), fe lemmâ re’eynehû ekbernehu ve katta’ne eydiyehunne ve kulne hâşe lillâhi mâ hâzâbeşerâ(beşeren), in hâzâ illâ melekun kerîm7)Peygamberleri dedi ki: Gökleri ve yeri yaratan Allah hakkında şüphe mi var? Halbuki O, sizin günahlarınızdan bir kısmını bağışlamak ve sizi muayyen bir vakte kadar yaşatmak için sizi (hak dine) çağırıyor. Onlar dediler ki: Siz de bizim gibi bir BEŞERDEN başka bir şey değilsiniz. Siz bizi atalarımızın tapmış olduğu şeylerden döndürmek istiyorsunuz. Öyleyse bize, apaçık bir delil getirin! (14/10)-Kâlet rusuluhum e fîllâhi şekkun fâtırıs semâvâti vel ard(ardı), yed’ûkum li yagfire lekum min zunûbikum ve yuahhırekum ilâ ecelin musemmâ(musemmen), kâlû in entum illâ beşerun mislunâ, turîdûne en tesuddûnâ ammâ kâne ya’budu âbâunâ fe’tûnâ bi sultânin mubîn
Peygamberleri onlara dediler ki: "(Evet) biz sizin gibi bir BEŞERDEN başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lütfeder. Allah'ın izni olmadan bizim size bir delil getirmemize imkân yoktur. Müminler ancak Allah'a dayansınlar." (14/11)-Kâlet lehum rusuluhum in nahnu illâ beşerun mislukum ve lâkinnallâhe yemunnu alâ men yeşâu min ibâdih(ibâdihî), ve mâ kâne lenâ en ne’tiyekum bi sultânin illâ bi iznillâh(iznillâhi), ve alâllâhi fel yetevekkelil mu’minûn
9)Hani Rabbin meleklere demişti ki: "Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan yaratacağım." (15/28)-Ve iz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikunbeşeren min salsâlin min hamein mesnûn
10)(İblis:) Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir BEŞERE secde edecek değilim, dedi. (15/33)-Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn
10)Şüphesiz biz onların: "Kur'an'ı ona ancak bir BEŞER öğretiyor" dediklerini biliyoruz. Kendisine nisbet ettikleri şahsın dili yabancıdır. Halbuki bu (Kur'an) apaçık bir Arapçadır. (16/103)"-Ve lekad na’lemu ennehum yekûlûne innemâ yuallimuhu beşer(beşerun), lisânullezî yulhıdûne ileyhi a’cemiyyun ve hâzâ lisânun arabiyyun mubîn11)Yahut da altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Bize, okuyacağımız bir kitap indirmediğin sürece (göğe) çıktığına da asla inanmayız." De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece BEŞER bir elçiyim. (17/93)-Ev yekûne leke beytun min zuhrufin ev terkâ fîs semâ(semâi), ve len nu’mine li rukıyyike hattâ tunezzile aleynâ kitâben nakreuh(nakreuhu), kul subhâne rabbî hel kuntu illâ beşeren resûlâ
12)Zaten, kendilerine hidayet rehberi geldiğinde, insanların (buna) inanmalarını sırf, "Allah, peygamber olarak bir BEŞERİ mi gönderdi?" demeleri engellemiştir. (17/94)-Ve mâ menean nâse en yu’minû iz câe humul hudâ illâ en kâlû e beasallâhu beşeren resûlâ
13)De ki: Ben, yalnızca sizin gibi bir BEŞERİM. (Şu var ki) bana, İlâh'ınızın, sadece bir İlah olduğu vahyolunuyor. Artık her kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa, iyi iş yapsın ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın. (18/110)-Kul innemâ ene beşerun mislukum yûhâ ileyye ennemâ ilâhukum ilâhun vâhid(vâhidun), fe men kâne yercû likâe rabbihî fel ya’mel amelen sâlihan ve lâ yuşrik bi ıbâdeti rabbihî ehadâ
14)Meryem, onlarla kendi arasına bir perde çekmişti. Derken, biz ona ruhumuzu gönderdik de o, kendisine tastamam bir BEŞER şeklinde göründü. (19/17)-Fettehazet min dûnihim hicâben fe erselnâ ileyhâ rûhanâ fe temessele lehâ beşeren seviyyâ
15)Meryem: Bana bir BEŞER değmediği, iffetsiz de olmadığım halde benim nasıl çocuğum olabilir? dedi. (19/20)-Kâlet ennâ yekûnu lî gulâmun ve lem yemsesnî beşerun ve lem eku bagıyyâ
16)Ye, iç. Gözün aydın olsun! Eğer insanlardan birini görürsen de ki: Ben, çok merhametli olan Allah'a oruç adadım; artık bugün hiçbir insanla konuşmayacağım." (19/26)
17)Kalpleri hep eğlencede(gaflette),hem o zalimler şu gizli fısıltıyı yaptılar: Bu (Muhammed), sizin gibi bir beşer olmaktan başka nedir ki! Siz şimdi gözünüz göre göre büyüye mi kapılıyorsunuz? (21/3)18)Biz, senden önce de hiçbir beşere ebedîlik vermedik. Şimdi sen ölürsen, sanki onlar ebedî mi kalacaklar? (21/34)
19)Bunun üzerine, kavminin inkarcı ileri gelenleri şöyle dediler: "Bu, tıpkı sizin gibi bir beşer olmaktan başka bir şey değildir. Size üstün ve hâkim olmak istiyor. Eğer Allah (peygamber göndermek) isteseydi, muhakkak ki melekler gönderirdi. Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir şey duymadık." (23/24)
20)Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı inkâr eden ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz varlıklı kişiler: "Bu, dediler, sadece sizin gibi bir insandır; sizin yediğinizden yer, sizin içtiğinizden içer." (23/33)
21)"Gerçekten, sizin gibi bir beşere itaat ederseniz, herhalde ziyan edersiniz." (23/34)Bu yüzden dediler ki: Kavimleri bize kölelik ederken, bizim gibi olan bu iki adama inanır mıyız? (23/47)
22)Sudan (meniden) bir insan yaratıp onu nesep ve sıhriyet (kan ve evlilik bağından doğan) yakınlığa dönüştüren O'dur. Rabbinin her şeye gücü yeter. (25/54)
Sen de ancak bizim gibi bir insansın. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir. (26/154)
23)Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Bilki, biz seni ancak yalancılardan biri sayıyoruz. (26/186)
24)Sizi topraktan yaratması, O'nun (varlığının) delillerindendir. Sonra siz, (her tarafa) yayılan insanlar oluverdiniz. (30/20)
25)Elçilere dediler ki: Siz de ancak bizim gibi birer insansınız. Rahmân, herhangi bir şey indirmedi. Siz ancak yalan söylüyorsunuz. (36/15)
26)Rabbin meleklere demişti ki: Ben muhakkak çamurdan bir insan yaratacağım. (38/71)
27)De ki: Ben de ancak sizin gibi bir BEŞERİM. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor.-İz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn..
28)Artık O'na yönelin, O'ndan mağfiret dileyin. Ortak koşanların vay haline! (41/6)
Allah bir insanla ancak vahiy yoluyla veya perde arkasından konuşur, yahut bir elçi gönderip izniyle ona dilediğini vahyeder. O yücedir, hakimdir. (42/51)
29)"Aramızdan bir beşere mi uyacağız? O takdirde biz apaçık bir sapıklık ve çılgınlık etmiş oluruz" dediler. (54/24)
30)(O azabın sebebi) şu ki, onlara peygamberleri apaçık deliller getirmişlerdi, fakat onlar: Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş? dediler, inkâr ettiler ve yüz çevirdiler. Allah da hiçbir şeye muhtaç olmadığını gösterdi. Allah zengindir, hamde lâyıktır. (64/6)
31)Bu, BEŞER sözünden başka bir şey değil." (74/25)-İn hâzâ illâ kavlul beşer
32)İnsanın derisini kavurur. (74/29)
Biz cehennemin işlerine bakmakla ancak melekleri görevlendirmişizdir. Onların sayısını da inkârcılar için sadece bir imtihan (vesilesi) yaptık ki, böylelikle, kendilerine kitap verilenler iyiden iyiye öğrensin, iman edenlerin imanını arttırsın; hem kendilerine kitap verilenler hem müminler şüpheye düşmesinler, kalplerinde hastalık bulunanlar ve kâfirler de: "Allah bu misalle ne demek istemiştir ki?" desinler. İşte Allah böylece, dilediğini sapıklıkta bırakır, dilediğini doğru yola eriştirir. Rabbinin ordularını, kendisinden başkası bilmez. Bu ise, BEŞER için ancak bir öğüttür. (74/31)-...ve mâ hiye illâ zikrâ lil beşer
33)İnsanlık için, uyarıcıdır. (74/36)
Nerden çıktı bu beşer-insan ayrımı ?
Bu ayet mealleri İslamoğlunun beşer-insan ayrımını boşa çıkarır.Bu ayetlere göre beşer , düşünür , akleder , imana davet eder, imana davet edilir.Peygamberler bile kendilerini beşer olarak tarif ederler. İslamoğluna göre ise beşerin bu özellikleri yoktu..Böylesi açık bir meselede İslamoğlunun beşer- insan ayrımını nereden icat ettiğini doğrusu anlamak imkansızdır.Yukarıdaki ayet meallerinden Bir iki örnek:
İn hâzâ illâ kavlul beşer :Bu, BEŞER sözünden başka bir şey değil. (74/25)..Hani beşer konuşamıyordu? ve mâ hiye illâ zikrâ lil beşer: Bu ise, BEŞER için ancak bir öğüttür. (74/31):.Hani beşer akledemiyordu?..Peygamberler bile ümmetine ben de sizin gibi bir beşerim diyorsa artık burda beşer-insan ayrımını icat etmeye mahal yoktur.Beşer için sureten insan sireten vahşi yargısına nasıl vardığı bizim için bir muamma olmaya devam edecek.Taki bu konuda fikirlerini daha net ortaya koyana kadar..
İslamoğlu'nun kastettiği akılsız , vicdansız , iradesiz ve vahşi beşer
Homo floresiensis 94 000 yıl önce evrimleşti - 12 000 yıl önce soyu tükendi "Hobbit",
Homo sapiens – Yakın insan, 200 000 yıl önce ,
Homo sapiens idaltu 160 000 yıl önce ,
Homo sapiens sapiens – Günümüz insanı 50 000 yıl önce ,
İslamoğlu'nun bahsettiği akılsız , iradesiz vahşi beşer Evrimcilerin Homo floresiensis, Homo sapiens , Homo sapiens idaltu dedikleri insan öncesi türlerden birine tekabül ediyor olmalıdır.
İsraili akıl
İddia:Sual: Adem ile beşer arasında ne fark vardır? Cevap: İsrailiyata bulaşmadan bu soruya cevap verecek olursak: beşer, insanın irade verilmeden önceki halini kastetmektedir. İrade verildiğinde Adem olmuş olur. Sorun nedir peki ? İsrailiyatı üreten akıl, canlı kategorilerine ilişkin anlama problemine sahiptir. Allah beşere ruh üflemiştir, Adem olmuştur..
Cevap:Yukarıdaki örnekler incelendiğinde islamoğlu'nun bir iki ayete bakıp (belki 10. ayet gibi) bir teorem oluşturduğunu; oysa 30 civarındaki ayette kessin bir dille beşer=insan denkliğini verecek şekilde Beşer kavramının kullanıldığını ne hikmetse görememiştir..Bu ayrımı görenleri ise İsraili akla bulaşmakla itham etmiştir..İslamoğlunun düşünce sitemine göre “De ki: Ben de ancak sizin gibi bir BEŞERİM. Bana ilahınızın bir tek İlah olduğu vahy olunuyor.-İz kâle rabbuke lil melâiketi innî hâlikun beşeren min tîn..”Ayetinde konuşan kişiyi aklı , vicdanı , iradesi olmayan bir vahşi olarak kabul etmek gerekir.(haşa)..Eğer bu ayette konuşan Peygamberi insanlığın evc-i kemalatında bir varlık olarak kabul edilirse bu “Yahudileşme Temayülü kapsamına gircektir” Demek ki İslamoğlu'na göre Yahudileşme temayülü veya israili aklın emrine girmenin delili kendisinin ak dediğine kara bile olsa ak dememek kendisinin kara dediğine ak bile olsa kara dememektir..Kur'an'ın Peygamber dediği Beşere akılsız , vicdansız -haşa-vahşi demeyen Yahudileşme Temayülüne mi kapılmıştır?.Söylenenlerden çıkan sonuç maalesef böyle..Yok niyeti farklı ise onu da izahta başarısız olduğu görülüyor...Şimdi kendi cümlelerinden bir kaç alıntı vereyim:
...Kur'an'a göre, Hz. Peygamber "Yiyen ve çarşılarda dolaşan" bir beşer; peygamberdir..
...a. Beşer - İnsan Peygamber (abduhu: O'nun kulu)..
...Bu cevap, aslında inkarcı mantığın tutarsızlığını gözler önüne seren bir cevaptır. Cevabın konumuz açısından asıl dikkat çekici yanı, peygamberin "beşer-insan" oluşunun, vahyin amacının gerçekleşmesinin bir ön şartı olarak takdim edilişidir.
...İlahi vahiy insanoğlunun algı seviyesine, beşer dili sayesinde "indirilmiştir". Kur'an vahyi için bu dil Arapça'dır.Gibi pek çok yerde İslamoğlu'nun kendi yazılarında bile beşer-insan kavramını aynı manaya matuf olarak kullandığı görülmektedir..
Kurani Terimleri Konusunda temel başvuru kaynağı olan Ragıp el-İsfehani'nin Müfredatında beşer kelimesi :
B-ş-r
... kelimesi, cildin dışına verilen isimlerden biridir, ...ise, onun iç yüzüdür. Ediplerin geneli böyle demiştir. Ebu Zeyd İse, bunun tersini söylemiştir. Ebu'l-Abbas ve başkası ise, onun yanlış söylediğini belirtmişlerdir. Çoğulu ve şeklindedir. İnsana denmesinin nedeni, derisinin tüysüz olması ve bakıldığında direk derisinin gözükmesidir. Çünkü, diğer hayvanların derileri ya yün ya kıl ya da tüylerle örtülüdür. İnsan anlamına gelen kelimesi, bir kişi için de çokluk için de kullanılır. Yüce Allah'ın: İki beşere mi inanacağız, [700]sözünde ikili olarak kullanılmıştır. Kur'an'da insanın bedeni, dış görünüşü kast edildiği her yerde, insan yerine beşer kelimesi kullanılmıştır. Misaller: sudan bir beşer yaratan Allah'tır[701]; Ben çamurdan bir beşer yaratacağım[702]. Aynı şekilde, insanlar derken peygamberlerden yüz çeviren kafirler kast edildiğinde onlar için de beşer kelimesi kullanılmıştır: O kesinlikle bir beşer sözüdür[703]; İçimizden bir beşerin peşinden mi gideceğiz?[704]; birer insandan başkası değilsiniz[705]; Onlar dediler ki; kendimiz gibi birer insan olan şu iki beşere mi inanacağız[706]; Bir beşer mi bize yol gösterecek?[707] deyip inkâr etmeleri, yüz çevirmeleri nedeniyledir. Yine bu anlamda buyurmuştur ki: Ben de tıpkı sizin gibi bir beşerim[708]. Böylece İnsanların beşeriyette eşit olduğuna, aralarındaki farkın elde ettikleri yüce marifetler ve güzel ameller olduğuna dikkat çekmiştir. Bu nedenle ayetin devamında şöyle denmiştir: Yalnız bana vahiy yolu ile ilahınızın tek Allah olduğu bildiriliyor[709]. Böylece de kendisinin hangi özellikle onlardan ayrıldığına dikkat çekmiştir. Yüce Allah buyrur ki: Bana hiç beşer eli değmiş değildir[710] ayetinde özellikle beşer kelimesi kullanılmıştır. Aynı şekilde: O, ona normal bir beşer kılığında görünmüştü[711] ayetinde de bu kelime geçmektedir. Bu, melekleri ifade etmektedir. Bu kelime ile onun normal insan kılığına girdiğine ve bir insan şeklinde kendisine göründüğüne dikkat çekmiştir. Yüce Allah'ın: Bu bir beşer değil! [712]çekmiştir. Yüce Allah'ın: Bu bir beşer değil[713] ayetinde kullandığı ifade ise, Hz. Yusuf için bir saygı ve yüceltmeyi ifade eder ve özünün insan özünden daha şerefli ve daha değerli olduğunu gösterir....deyimi, derisine isabet ettim demektir. Bu ve sözleri gibidir. ifadesi çekirgenin yerdeki şeyleri yemesini ifade eder. iki deriyi birbirine değdirmeyi ifade eder. Beraber olmaya da kinaye yoluyla mübaşeret denmektedir. Yüce Allah'ın şu sözlerinde mübaşeret bu anlamda kullanılmıştır: Mescitlerde itikâfa girdiğinizde eşlerinize yaklaşmayın[714]; Şimdi artık eşlerinize serbestçe yaklaşın[715] deyiminin açıklaması cümlesidir, yani: Yüce Allah ona Övülen bir deri ve gönül vermiştir. Bu ifade, hem zahiri hem de batini faziletleri kendinde toplayan kamil insan için de kullanılır.
[700] 23/Mü'minûn 47
[701] 25/Furkân 54
[702] 38/Sâd 71
[703] 74/Müddesir 25
[704] 54/Kamer 24
[705] 36/Yasin 15
[706] 23/Mu'minun 47
[707] 64/Tağabun 6
[708] 18/Kehf 110
[709] 18/Kehf 110
[710] 19/Meryem 20
[711] 19/Meryem 17 [712] 12/Yûsuf 31
[713] 12/Yûsuf 31
[714] 2/Bakara 187
[715] 2/Bakara 187
Ragıp beşer kelimesi ile insan kelimesinin özdeşliğine dikkat çeker..Hatta Yusuf suresindeki kullanımı için (..bu bir beşer değil..) “Hz. Yusuf için bir saygı ve yüceltmeyi ifade eder ve özünün insan özünden daha şerefli ve daha değerli olduğunu gösterir” diyerek İslamoğlu'nun savunduğunun aksine Beşer kelimesinin insan kelimesinden bile daha üstün bir seviyeyi nitelemede kullanılabileceğine işaret etmiştir...Bu kadar açıkken İslamoğlu neden bu ayrıma gitti? Eğer sırf özel bir buluşu varsa bunu videoda paylaşmalıydı.Sayesinde bizde israiliyat hegemonyasından? kurtulmuş olurduk.
3. İslamoğluna göre Hz. Adem insanlığın atası olduğu fikri kesin değildir.
İddia: Kur'an Adem'den bir fertten bahseder gibi etmez...O zaman Adem'in kızı ile oğlunu evlendirmeye hiç gerek yok. Ademler olabilir. Bir çok Adem. Aynı anda birçok Adem yeryüzünün farklı taraflarında çıkmış olabilir.Mümkündür.
Cevap: 2. videoda üzerinde durulan husus dünyanın her tarafına dağılmış vahşi beşerler üflenen ruhla beraber insan haline dönüşmesidir.Bu esnada dünyanın pek çok yerinde beşerler olabileceği için Hz. Adem'in çocukları birbirleriyle evlenmek zorunda değildir. Diğer bir husus islamoğlu'na göre Meleklerin secdeye çağrıldığı varlık beşer değil insandır. Beşer et ve kemikten müteşekkildir.İnsan ise ruh gibi değerli bir varlığa sahiptir. Meleklerin secde ile emredildiği şey de işte buydu. İlgili ayet: Ben kuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan yarattığın bir BEŞERE secde edecek değilim, dedi. (15/33):Kâle lem ekun li escude li beşerin halaktehu min salsâlin min hamein mesnûn..islamoğlu'nun dediği gibi anlayacak olsak iblisin secde etmekten imtina ettiği varlık beşerdir.Beşerde ise ruh yoktur.Hani şeytan ruh üflenmiş beşere yani insana yani Adem'e secde ile emredilmişti.? Çelişki üzerine çelişkiyle dolu nereden tutsan dökülen bir evrim inanışı..Hatta Darwin'in teorisinden bile saçma.
Darwin en azından türlerin kökeni hakkında ilim çevrelerinin takdirini kazanacak dişe dokunur bazı çalışmalar , gözlemler yapmıştı...İslamoğlu ilimde emeğe büyük değer atfeder: bkz: http://www.youtube.com/watch?v=SRl_Cu3Zn7o Emeğe abdest bozan bir din icat edildiğinden yakınan İslamoğlu'nun , Evrim konusunda söz sahibi olan , Darwin'in emeğine daha saygılı olması ve ona insanın maymundan geldiği gibi mesnetsiz yargıları izafe etmemesi gerekirdi..Sırf kelimelerle oynayarak , masa başında ve mikrofon gerisinde , duyduğunu yorumlamaktan, değerlendirmekten aciz olduğu görünen bir topluluk karşısında Kur'an'daki kelimeleri anlamından kaydırıp akıl ve mantıktan ; ilimden uzak bir Evrim anlayışı yutturmaya çalışmamalıydı..Evrime kail ise bunu da ehline bırakması daha doğru bir davranış olurdu..Nitekim evrime yarı kail olan Abdülaziz Bayındır bu konuda esas söz hakkının ilim ehli olduğunu söylemiştir..Biz ise hem evrimcilerden hem de bu kişilerden uzağız elhamdülillah..
4. Ayetleri ezberden vereceğim derken kelimeleri değiştirmesi:
İslamoğlu 1. videoda ayeti şöyle verir :“innâ halaknakum min nutfetin emşâc..”
Doğrusu: “İnnâ halaknel insâne min nutfetin emşâc...”İslamoğluna tavsiyemiz ayetleri unutup değiştirdiği tespit edildiğine göre artık ezberden ayet vermemesidir..
5. Hz Adem ilk insan mıydı?
İddia: “el-İnsan”a Adem de dahil mi değil mi ? Adem de dahilse Adem de nutfeden mi değil mi ?Dahil.. Dahil olmadığına dair bana bir delil olması lazım.
Cevap :Hz.Adem nutfeden yani spermden gelmişse demek ki Adem babamızın da kendi babası vardır (?) Bu gülünç iddiaya Cevap islamoğlu'yla çok konuda benzeşen Bayındır Hoca'dan gelsin:
Hz. Adem nutfeden değil topraktan yaratıldı:
6. Adem değil Ademler vardı (?)
İddia: Soru: Hz. Adem ile Hz. Havva'nın evliliklerini açıklar mısınız? Heeee soracaklar...Adem'i şahs-ı manevi değilde bir fert gibi alırsanız, O'nu da Kur'an'a giydirirseniz. Kur'an böyle bir şey söylemediği halde, Tevrat'ın söylediğini Kur'ana giydirirseniz. Ondan sonra Adem'in kızı ile Adem'in oğlunu everirsiniz. Başka çarenizde yok zaten...Kur'an'da Adem-Ademoğlu , Ademoğlu-Adem yerine kullanılır. Delili de Araf suresinin 11. ayetidir...Kur'an Adem'den bir fertten bahseder gibi etmez...O zaman Adem'in kızı ile oğlunu evlendirmeye hiç gerek yok. Ademler olabilir. Bir çok Adem.
Cevap: Cevap yine Evrim konusunda ve daha pek çok konuda İslamoğlu'yla bir ölçüde benzer dili kullanan Bayındır Hoca'dan gelsin.:
Soru: İnsanlık sadece Adem ve Havva'dan mı türemiştir?
Cevap:Elbette.Zaten kaç tane ayet okuduk ...Ayetler bu konuda çok açıktır:
bkz: http://www.fetva.net/goruntulu-fetvalar/insanlik-sadece-adem-ve-havvadan-mi-turemistir.html Ben de derim ki: Sevgili Bayındır Hoca, ayetler bu konuda çok açıksa İslamoğlu o açıklığı neden göremiyor?Yoksa 2. videonun sonunda dediği gibi daha çok fırın ekmek yemek mi lazım ? Yine derim ki: Ortak anne babadan , tek Adem ve Havva'dan gelme gibi fikirleri İslamoğlu Hoca “Tevrat'ın söylediğini Kur'ana giydir”mek olarak yorumluyordu...Bu sözün adreslerinden biri de Bayındır Hoca oluyor...Evrim konusuna direkt hayır demeyen bu iki fikir adamı bile kendi aralarında 180 derece ayrı düşebildiğine göre, neden bunlara tabi olunsun ki? ehl-i sünnet alimlerinin ve hadis-i şeriflerin ışıklandırdığı caddeyi terk etmemek en doğrusudur...
7. En..Ensest mi yani (?)
iddia :..Ondan sonra Adem'in kızı ile Adem'in oğlunu everirsiniz. Başka çarenizde yok zaten...Bizimki de gözünüze bakar..Yani nasıl oluyor yani. Haşa en.. ensest mi yani?..
Cevap: Belki klasik izahı beğenmeyebilirsiniz ama buna doğrudan Ensest demek ve klasik izahın Ensesti kabullendiğini ima etmek şık durmamıştır. Böyle soruların cevabına biraz ihtiyat payı vermek daha doğru olur...Bayındır Hoca bile klasik izahı savunuyor:
http://www.youtube.com/watch?v=Ss7HzQ3CaEM
detaylı cevap için bkz :http://tr.fgulen.com/content/view/527/3/
8. Garip bir diyalektik örneği :
iddia: Sual: İsraili rivayetleri üreten aklın insanın yaratılışına ilişkin temel problemi nedir? Cevap: Allah'ın beşere üflediği ruhun can olduğunu zannetmesidir. Yani Allah ruh üflemekle can verdiğini zannetmesidir.
Cevap: Ruhun ebediliği noktasında klasik Yahudi öğretisinin kafasının karışık olduğu doğrudur..Ancak hiç bir zaman islam ümmeti içinde canın çıkmasıyla beraber ruhun da öldüğü veya yok olduğu söylenmemiştir ki beşer-insan ayrımı yapmayanların yahudilere benzetilmesi doğru olsun.