|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Ölüler, elbette işitir |
|
Tevil gereken Kinaye, Mecaz ifade eden birçok âyet vardır. Selefiler, hem ruh ölmez diyorlar, hem de Resulullah ölüdür, işitmez, şefaat ya Resulallah demek şirktir diyorlar. Mecazı bilmiyorlar. Bu konudaki bazı âyet-i kerime mealleri şöyledir:
(Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü. Attığın zaman da, sen değil, Allah attı.) (Enfal 17) Birileri, ötekileri öldürüyor, Allah, ben öldürdüm diyor, Resulullah atıyor, sen atmadın ben attım buyuruyor. Aynen bunun gibi aşağıda da kabirdekilere sen değil, ben işittiririm buyuruyor.
(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.) [Bekara 18]
(Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akıl edemezler, düşünemezler.) [Bekara 171] Yani hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz, gerçeği görmedikleri için kör, denilerek hidayete kavuşmadıkları bildirilmiştir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi)
(Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür.) [İsra 72] (Bu âyette de yaşayan ve ölen kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır.)
(Sağırlara işittiremezsin. Körleri ve sapıkları doğru yola eriştiremezsin.) [Zuhruf 40] Bu âyette işittiremezsin demek, sen hakkı kabul ettiremezsin demektir. Kabirlerdekilere işittiremezsin demek de, inatçı kâfirlere işittiremezsin, yani hakkı kabul ettiremezsin demektir. (Beydavi)
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz.Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Haşa bu abesle iştigal olmaz mı? Haşa peygamberimiz cahil mi de kabirdekileri hidayete kavuşturmaya uğraşsın? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın), yani vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)
(Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür.) [Hac 46] Burada kâfirlerin gözleri değil, basiretlerinin kör olduğu açıkça bildiriliyor. Yani öteki âyetleri de açıklamış oluyor. Yukarıdaki âyetlerde sadece onlar kör, sağır ve dilsiz diye geçiyordu. Bu âyette ise kör demek, maddi gözün olmadığı, kalblerinin kör olduğu yani kâfir oldukları bildiriliyor. O halde kör denilince baş gözü anlaşılmadığı gibi, ölü veya kabirdekiler denilince de, mezardaki ölü anlaşılmamalıdır.
(Sen, ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52, 53] Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyuruluyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak iman edeceklerin işitecekleri, yani kabul edecekleri açıkça bildirilmektedir. Eğer gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.
Resulullah'ı yalanlayanlar |
|
Okuyuculardan e-mailler geliyor. Hadis, icma, âlim, mezhep falan tanımayanlar çıkıyor. Yalnız Kur’an diyorlar ama Kur’ana da inanmıyorlar. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Resule itaat eden, Allah’a itaat etmiş olur.) [Nisa 80]
(O, kendisine vahyedilenden başkasını söylemez.) [Necm 4]
(Allah’ın yolu ile, peygamberlerin yolunu farklı göstermek isteyenler kâfirdir.) [Nisa 150-1]
Bunları kabul etmeyen Kur’ana inanmış sayılmaz.
İbret vesikası olacak bir sapığın yazısı:
Sayın hocam, şunu peşinen söyleyeyim ki ben hiçbir gruptan değilim. Bana hizbulKur’an derler. Kur’an ne diyorsa o benim yolumdur. Ben mezhep meşrep tanımam. Kur’ana aykırı kim ne söylerse ret ederim. Babam bile olsa teper atarım. İmam-ı a’zam dediğiniz Ebu Hanife olsun, İmam Buhari olsun, İmam Gazzali olsun Kur’ana aykırı ise hiçbirisini kabul etmem. Hatta Resulullah bile Kur’ana aykırı söylese asla kabul etmem. Rivayetleri sahih de olsa Kur’ana aykırı olan hiçbir hadisi kabul etmem. Mesela Buhari’de, aynı zamanda Müslim’de senedi sahih, rivayeti kuvvetli olmasına rağmen Kur’ana aykırı olan şu hadis naklediliyor. Resulullah kâfir ölülerine seslenmiş, Hz. Ömer de leşlere mi söylüyorsun demiş. Resulullah da, onlar sizden daha iyi işitir demiş. Bu rivayet istendiği kadar sahih olsun, isterse Resulullah bizzat benim yanımda söylesin, bu hadis Kur’ana aykırıdır. Birçok âlim bunu kitabına almışsa da hepsi Kur’ana aykırı hareket etmiştir. Çünkü Kur’anda, (Sen ölülere, kabirdekilere işittiremezsin) deniyor. Resulullah da diğer ölülerden farksızdır. O da ölüdür. Ona şefaat ya Resulallah diyen müşrik olur. Sahabe kabirleri yıkıldığı gibi, Resulullahın kabri de yıkılması gerekirdi. Çünkü onun kabrinden şefaat isteyip müşrik oluyorlar. Onun kabrini yıkmayanlar milletin müşrik olmasına sebep oldukları için sorumludur. Peki onlar sorumlu oluyor da sizler bu hadisleri nakletmekle sorumlu olmuyor musunuz?
CEVAP: Sen inkâr etsen de, düşünce olarak tam selefi fikirlisin. Bunlara cevap vermek için bir kitap yazmak gerekir. Zaten bu konularda kitaplar da yazılmıştır. Kıyamet ve Ahiret kitabının Müslümana Nasihat kısmında vesikaları ile gerekli cevaplar verilmiştir. Dünkü yazımızda da yeterli cevap vardı. Dünkü yazıda deniyordu ki: (Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [cennetle cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn] Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abesle iştigal olmaz mı? Hâşâ peygamberimiz cahil mi de kabirdekileri hidayete kavuşturmaya uğraşsın? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın), yani vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)
Müfessirlerin şahı İmam-ı Beydavi’ye, en kıymetli iki hadis kitabı olan Buhari ve Müslim’e inanmayana söylenecek söz olmaz ki? Üç âyet meali: (Bu misalleri ancak âlimler anlar.) [Ankebut 43], (Bilmiyorsanız âlimlerden sorunuz.) [Nahl 43], (Hiç bilenle bilmeyen bir olur mu?) [Zümer 9]
Hadis-i şeriflerde de buyuruldu ki: (Âlimlere tâbi olun.) [Deylemi], (Âlimler vârislerimdir.) [Tirmizi], (Âlimler birer rehberdir.) [İ. Neccar]
Mümin ve kâfir her ölü işitir |
|
Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur’an ölü işitmez diyor. İşte âyet: (Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.) [Neml 80, 81 Rum 52, 53]
CEVAP: Kur’anı da Resulullah bildirdi. Hadise inanmayan Kur’ana inanır mı? Diğer müfessirler gibi İmam-ı Kadı Beydavi, o âyetin tefsirinde diyor ki: Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, [hakkı kabul etmeyeceği], ancak iman edeceklerin işitecekleri, [kabul edecekleri] bildiriliyor. Eğer kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki en kıymetli hadis kitabı olan Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak], gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören deniyor. Resulullah kabirdeki ölüye ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu cahillik olur. Öte yandan, Allah’ın bunu bildirmesi de hâşâ lüzumsuz olurdu. Dini tebliğin muhatabı ölüler değil ki. Ölülere dini tebliğe çalışan bir kimse, nasıl Peygamber olur? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) deniyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, ölü değil ki uyarılma ihtiyacı duyulsun. Allah niye (sen ölülere işittiremezsin) buyuruyor?
Bu soruya bugüne kadar ölü işitmez diyenlerden hiçbirisi cevap verememiştir.
Allah, Hz. Âdem’den beri, ölüleri de iman etmek için dini tebliğe muhatap mı kıldı? Tarihte, ölüleri de imana davet eden bir Peygamber var mı? Vazifesi dirilere dini tebliğ olan Resul, hâşâ, ölüleri imana mı davet etti? Ölünün mükellef olmadığını ve ölüye tebliğ yapılamayacağını bilemeyen bir peygamberin hangi sözüne inanılır? Kur’anı da o bildirdi, Kur’ana da itimat edilmez. Ateist, “Peygamber, (Kur’anı biz indirdik, onu biz koruruz) diye bir âyet uydurmuşsa nereden bileceksiniz” diyor. Resulullah böyle töhmet altında kalırsa, İslamiyet’e itimat kalmaz. Zaten din düşmanlarının gayesi de budur. Resulullah ölüler işitir buyuruyor. Ölü işitmez diye bir sözü var mıdır?
Hepsi Cennetlik ve müctehid olan Eshab-ı kiram, bütün mezhep imamları ve müctehidler ölü işitir diyor. Hiç birisi işitmez demiş mi?
Bütün müfessirlerle bütün muhaddisler ölü işitir diyor. İmam-ı Beydavi, İmam-ı Kurtubi, İmam-ı Razi, İmam-ı Süyuti ölü işitmez demiş mi? Ölü işitmez diyen tek müfessir ve tek muhaddis var mı?
Tasavvuf ehlinin hepsi de ölüler işitir diyor. Mesela İmam-ı Gazali, Seyyid Abdülkadir-i Geylani, İmam-ı Rabbani gibi büyük zatların hiçbirisi ölü işitmez demiş mi? Bu âlimlerin hepsi Kur’anı anlamamış da yalnız siz mi anladınız?
|
|
Baba kelimesinin anlamları |
|
Hıristiyanlar niçin Allah’a baba diyorlar. Bir de Peygamber efendimizin dedelerinden olan Hz. İbrahim’in babasına kâfir denir mi?
CEVAP: Kur’an-ı kerimde, Hz. Yakub’a, (Baban İbrahim, İsmail ve İshak) buyuruluyor. (Bekara 133) Bilindiği gibi, Hz.Yakub, Hz. İshak’ın oğludur. Hz. İsmail amcası, Hz. İbrahim ise dedesidir. Demek burada, amcaya da, dedeye de baba denmiştir. Hz. İbrahim’in babası Taruh olduğu halde, amcası ve üvey babası Azer için Kur’an-ı kerimde (İbrahim’in babası) ifadesi geçmektedir. (Enam 74)
Hz. Âdem’e baba dendiği gibi, Hz. Nuh’a da ikinci baba denmektedir. Hadis-i şerifte, (Âdem ile Nuh arasında on baba vardır) buyuruldu. (Taberani)
Resulullah, amcası Ebu Talib’e baba ve bunun hanımı Fatıma binti Esed’e anne demiştir. Bu hadis-i şeriflerle sabittir. Türkistan’da, hürmet edilen kimselere de baba denildiği, Reşehat kitabında yazılıdır. Çeşitli milletlerde, amcaya, üvey babaya, kayınpedere ve yardımsever zatlara baba demek âdettir. İnsanlara iyilik eden, onları himayesine alanlara mecaz olarak, baba adam veya fakir babası denir. Yaşlı kimselere de hürmeten baba denir. Eskiden tekke büyüğüne de baba denirdi. Bektaşi babası gibi. Bugün çete başlarına mafya babası denmektedir. Yaşlı kadınlara da, Ayşe ana, Fatma ana veya Hacı anne dendiği meşhurdur. Böyle söylemekle, yani baba demekle, o kimse bizim babamız olmadığı gibi anne dediğimiz kadın da annemiz olmaz. Bunlar hürmet için söylenir. Yine yaşlı kimselere, bir akrabalığımız olmadığı halde, Amca, dede, yaşlı kadınlara da, Teyze, nine deriz. Bunlar, gerçek anlamda değil, bir saygı ifadesidir.
Kayınvalideye ve kayınpedere, Ana-baba demek ise pek normaldir. Ceddimiz, kayınvalideye ve kayınpedere, Hanım anne, Bey baba da demişlerdir. Hakiki ana baba ile karışmamaları için böyle söylemek daha iyidir. Bazı yerlerde kayınvalideye Cici anne de diyorlar. Bunlar mubah âdetlerdir. Günah olmayan âdetlere uymakta mahzur yoktur. Hatta mubah olan âdete uymamak şöhrete, kalb kırmaya sebep olursa böyle âdetlere uymak gerekir. (Hadika)
Bugün bazı Hıristiyanlar, (Hepimiz Allah’ın çocuğuyuz. Allah hepimizin babasıdır. İncillerdeki Baba ve oğul kelimelerini böyle anlamak gerekir) diyorlar. Hıristiyanların çoğu ise, İncillerdeki baba kelimesini yanlış anladıkları için, hâşâ Allahü teâlâya İsa’nın babası demişlerdir. İncillerde baba, mübarek bir varlık ve oğul da sevgili bir kul demektir. Yani maksat, üç tanrı değildir. Baba ve oğul kelimelerinin kullanıldığı yerlerden çıkan mana şöyledir: (Her şeyin hakimi ve maliki Allahü teâlâ, Hz. İsa gibi sevgili bir kulunu insanlara peygamber olarak göndermiştir.)
İncillerin eski İbranice nüshalarından yanlış tercüme edildiğini söyleyenler haklıdır. Zira İbranice’de Baba kelimesi, (Hürmete layık büyük bir şahsiyet) manasına da gelmektedir. Bunun için Kur’an-ı kerimde, Hz. İbrahim’in amcası olan Azer’e, (Azer denilen babası) denilmektedir. Oğul kelimesi de İbranice’de, kendisine son derece bir sevgi ile bağlı bulunduğu bir şahsı tasvir etmek için kullanılır. Matta İncilinin 5. babı, 9. âyetinde, (Ne mutlu barışçılara! Onlara Allah’ın oğlu denecektir) deniliyor. Burada Oğul kelimesi, (Allah’ın sevgili kulu) demektir. O halde, hakiki İncilde Baba, mübarek bir mevcut ve oğul da sevgili bir kuldur.
Ölüden yardım istemek |
|
Selefi görüşlü bazı kimseler, (Peygamber mucize, evliya keramet gösterir demek küfürdür. Çünkü insana yaratıcılık vasfı verilmiş olur. Bunun için peygamberin veya evliyanın kabrini ziyaret edip onlardan şefaat istemek, onların hürmetine dua etmek şirktir) diyorlar. Bu zihniyetteki insanlar Eshabı kiramın kabirlerini yıkıp yerle bir etmişlerdir.
Buharî’deki hadis-i şerifte, Benî İsrailden gaibi bilen, keramet sahibi zatların bulunduğu ve bu ümmetten de Hz. Ömer’in onlar gibi keramet sahibi bir zat olduğu bildirilmektedir. Hz. Âdem, çok duâ etti ise de kabul olmadı. Peygamber efendimizi vesile ederek, Onun hürmeti için duâ edince duâsı kabul oldu. Allahü teâlâ, (Ya Âdem, Habibimin ismi ile, her ne isteseydin kabul ederdim, O olmasaydı seni yaratmazdım.) buyurdu. (Beyhekî)
Hülasat-ül-kelam’da Resulullahı ve evliyayı vesile ederek duâ etmenin caiz olduğu bildiriliyor. Bu husustaki hadis-i şeriflerden birkaçı da şöyledir:
(Ya Rabbi, senden isteyip de, verdiğin zatların hatırı için, senden istiyorum.) [İbni Mace]
(Çölde yalnız kalan kimse, bir şey kaybederse, “Ey Allahın kulları bana yardım edin!” desin; çünkü Allahü teâlânın, sizin göremediğiniz kulları vardır.) [Taberânî]
(Hayvanı kaçan, “Ey Allahın kulları bana yardım edin, Allah da size acısın” desin!) [Hısn-ül hasin]
(Halil-ür-rahman gibi 40 kişi her zaman bulunur. Onların bereketiyle gökten yağmur yağar, suya kavuşulur, yardım görülür ve zafere kavuşulur. Onların yerine yeni birisi gelmedikçe, içlerinden biri ölmez.) [Taberânî]
Selefi görüşlü bazı kimseler, (Eğer Peygamberin, evliyanın yardım etmeye gücü yetseydi, Müslümanlar dünyada perişan olmazdı.” diyorlar. Peygamberin, evliyanın gücünden şüphelendikleri için böyle diyorlar. Biz Allahü teâlânın gücünün sonsuz olduğunda ve Onun peygamberlerine ve evliyasına verdiği güçlerden hiç şüphe etmiyoruz. Allah, her şeye gücü yettiği hâlde, niye Müslümanlar böyle perişan? (Allahın gücü yetseydi, Müslümanlar perişan olmazdı.) diyemeyeceklerine göre, Allahın yardım etmeyişinin de elbette sebepleri vardır. Evliyanın, peygamberin yardım etmesi de ancak Allahın izni ile olur. O izin vermezse nasıl yardım edebilir? O izin verince de kim mani olabilir?
Evliya, enbiya yaratıcı değildir. Allahü teâlâ istenilen şeyi onların hürmetine yaratır. Yani onlar vesiledir, sebeptir. Cenab-ı Hak, her şeyi yoktan yarattığı halde, yaratmasına bazı şeyleri sebep kılmıştır. Mesela Âdem aleyhisselamı ana babasız yaratmış, fakat çamuru vesile kılmıştır. Bütün çocukları yaratan da Allahü teâlâdır. Fakat çocukların yaratılması için, ana babayı vesile kılmıştır. Âdem aleyhisselamı yarattığı gibi, bütün insanları da ana babasız yaratabilirdi. Fakat ana babayı vesile kılmıştır. Onun adeti böyledir. Onun için Kur’an-ı kerimde, (Allaha yaklaşmak için vesile arayınız) buyuruluyor. (Maide 35)
Hadika’da (Ölülerden, ruhlardan bir şeyi isterken, yani sebeplere yapışırken; bu işleri sebeplerin değil, Allahü teâlânın yaptığına inanmalı.) buyuruluyor. Sebebe yapışan kimse, dileğini Allahü teâlâdan bekliyor. Allahü teâlâdan çocuk isteyen kimsenin, sebeplere yapışması, yani evlenmesi gerekir. Evlenmeden (Ya Rabbi bana çocuk ver.) denmez. Sebeplere yapışarak duâ etmelidir!
|
|
Ölü, işitir ve yardım eder... |
|
Müslüman ölü de, kafir ölü de işitir. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve rızklandırılmaktadır.) [Al-i İmran 169]
(Allah yolunda öldürülenler diridir, ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154]
Şehidlerden üstün olan peygamberler de, elbette diridir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî]
(Tanıdığının kabrine uğrayıp selam vereni ölü tanır, ona cevap verir.) [İ. Ebiddünya]
(Ölü kabre konurken, onların ayak seslerini işitir.) [Buharî]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ. Ebiddünya]
Peygamber, şehid ve Müslüman her ölü işittiği gibi, kâfir olan ölü de işitir. Çünkü ruh ölmez. Peygamber efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü olan müşriklerin yanına varıp (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hz. Ömer, (Ya Resulallah leşlere mi söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki:
(Siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz.) [Buharî]
(Sen ölüye işittiremezsin) âyetinde, diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölü kalblileri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) buyurulduktan sonra, ancak iman edenlere işittirebileceği bildiriliyor. (Rum 52, 53)
Fatır suresinin (Diri ile ölü [mümin ile kâfir] bir olmaz. Allah dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere [inatçı kâfirlere] işittiremezsin [imana kavuşturamazsın]) mealindeki 22. ayet-i kerimesinde de, kâfirler, ölülere benzetilmiştir. (Beydavi)
(Sen ölülere işittiremezsin, ancak ayetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyurulup, kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak müminlerin işitecekleri bildirildi. (Neml 80, 81)
(Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür) buyurulup, hakkı görmedikleri için kâfirlere kör denildiği bildiriliyor. (Hac 46) Ayrıca 2/18, 5/ 71, 6/ 50, 7/ 64, 10/ 42, 11/24, 13/16, 17/72, 27/ 66, 41/ 17, 43/40 ve daha başka ayet-i kerimelerde, kâfirler ölüye benzetilmiş, onların kör, sağır ve dilsiz oldukları yani hakkı görmedikleri, işitmedikleri, söylemedikleri dolayısıyla hidayete kavuşmadıkları bildirilmektedir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi)
Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. (Deylemi)
Hz. Mevlana da, (Ben ölünce, beni düşünün, imdadınıza yetişirim) buyurdu.
Mektubat-ı Dehlevi’de (Ruhaniyetime teveccüh edin veya Mazhar-ı Canan’ın kabrine gidin! Ondan hasıl olan fayda, bin dirinin faydasından daha çoktur.) buyuruldu.
İbni Kemalpaşazade’nin Hadis-i erbain’deki (Bir işinizde, sıkışıp bunalınca, kabirdekilerden yardım isteyin.) ve Deylemî’nin bildirdiği (Kabirdekiler olmasa, yeryüzündekiler yanardı.) hadis-i şerifleri de, Allahü teâlânın izni ile, ölülerin dirilere yardım ettiğini göstermektedir. (M. Nasihat)
Beden ölür ruh ölmez |
|
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölür ruh ölmez. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini ayet-i kerimeler ve hadis-i şerifler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velîlerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevî olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olmaktadır. (Mişkat)
Eshab-ı kiram, bütün evliyadan üstün olduğu hâlde, kerametleri az duyulmuştur. Asr-ı saadetteki insanların imanı kuvvetli idi. Kerametle imanlarının kuvvetlenmesine ihtiyaç yok idi. Daha sonra gelenlerin imanı zayıfladı. İmanlarının kuvvetlenmesi için keramete ihtiyaç hasıl oldu. Onun için daha sonra gelen evliyada keramet çok görüldü. (Şevahid-ün-nübüvve s.417)
Abdülgani Nablüsi hazretleri de, (Evliyayı inkâr etmek, dinin bir hükmünü inkâr etmek gibi küfürdür. Evliya ve enbiya da kuldur. Harika, keramet hasıl olmasında, kulların hiç tesiri yoktur. Her şeyi yalnız Allahü teâlâ yaratmaktadır. Ancak Allahü teâlâ, enbiyasını ve evliyasını başkalarından üstün tutmuş, başkalarına vermediği keramet ve mucize gibi harikaları, bu zatlara ihsan etmiştir. Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, “Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım” buyurmuştur. Çünkü evliya, Resulullahın varisidir. Varis olan, varisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur) buyuruyor. (Hadika)
Ruhların yardımı
“Hızır aleyhisselam hayatta mı, darda kalanlara yardım ettiği doğru mu?” diyenler çıkıyor. Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Hızır aleyhisselamın hayatta olması üzerinde, âlimler farklı söylediler. Bazı evliyanın Hazret-i Hızır ile konuştukları bildirildi ise de, bu haberleri onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alıp, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir.
Ruhları ve kabir hayatını anlatmak, çok zordur. Bunlar üzerinde zan ile, tahmin ile konuşmamalı, (Nass)larda [Kur’an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde] bildirilmiş olanlara kısaca iman etmelidir.
Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Bunların nasıl olduğunu araştırmayız. Ölülerin birbirleri ile konuştukları bildirildi. Kabirde azap olunanların nara ve sayhaları haber verildi. (Bunları, insanlardan ve cinden başka her canlı işitir) buyuruldu.
Ahirette, Cehennemdeki ebedi, sonsuz azaptan kurtulmak için, islâm âlimlerinin bildirdiklerine inanmak gerekir. Evliyanın, bu bildirilenlere uymayan keşifleri kıymetsizdir. Tasavvuftan maksat, nefsin gizli ayıplarını anlamaktır ve dine uymanın kolay olmasıdır ve ihlasa kavuşmaktır. (c1, m.182)
Maruf-i Kerhi hazretleri, talebelerine, “Duâ ederken beni vasıta edin! Ben Allahü teâlâ ile aranızda vasıtayım” buyurmuştur. Çünkü evliya, Resulullahın varisidir. Varis olan, varisi olduğu zatın bütün üstünlüklerine kavuşur. (Hadika)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki: Bazı evliyanın Hz. Hızır ile konuşmaları, onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alır, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği birçok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Eğer kabre konan kişi mü’min ise, Kabri genişletilir. Kıyâmette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buharî, Müslim] (c1, m. 182)
Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki: (Kabir azabı haktır.) [Buharî], (Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizî]
İmam-ı Süyutî, (Şerh-us-Sudur), Abdurrahman ibni Receb Hanbelî (Ehvâl-ül-kubur) kitabında, İmam-ı Şaranî Tezkire-i Kurtubî Muhtasarı’nda bildiriyor ki: Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil’dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberânî)
Amel defteri kapanmaz |
|
Bazı kimseler, ölmüş olan birinin amel defteri kapandığına göre, onun için dua etmenin, sadaka vermenin, kurban kesmenin, Fatiha okumanın veya dua etmenin bir faydası olmadığını söylüyorlar. Her gün dinin bir emrini tenkit ederek, sorgulayarak. Müslümanları dinimizden soğutmaya çalışıyorlar. Bir kimse ölünce amel defteri kapanmaz. Yani ona sevap gönderilmezse sevap alamaz. Gönderen olursa alır. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir mümin vefat edince her ameli kesilir. Yalnız üç amelinin sevabı, amel defterine yazılmaya devam eder. Bunlar, sadaka-i cariyelerinin, faydalı kitaplarının ve salih çocuklarının kendisi için ettikleri dua ve istiğfarların sevaplarıdır.) [Ebuşşeyh]
Bu hadis-i şerif amel defterinin kapanmadığını gösteriyor. Burada bildirilen üç amel nedir?
Sadaka-i cariye, devam eden hayır hasenat demektir. Cami, çeşme yol yapmak, ağaç dikmek, mektep yapmak, su kanalları yapmak gibi, insanlara faydası dokunan bütün işlerdir. Bunlar ise sayılamayacak kadar çoktur.
Faydalı eser bırakmak, dinimize dünyamıza faydalı olan her eser buna dahildir. Fıkıh kitabı, tefsir kitabı, ilmihal kitabı, tıp kitabı, fizik, kimya kitabı faydalı kitaplardandır. Kasetler, Cd’ler, filmler faydalı olmak şartı ile hepsi sadaka-i cariye hükmündedir. Faydalı bir radyo, faydalı televizyon, faydalı gazete, faydalı dergi, faydalı bir internet sitesi gibi her çeşit yayın, sadaka-i cariyeye dahildir.
Salih çocukların duası ve istiğfarları, birer sadaka-i cariyedir. Yani ana babanın defterine hep sevap yazılmasına sebep olurlar. Çocuklar, ölmüş ana babaları için, kurban keserse, Fatiha okursa, sadaka verirse, yemek yedirirse, yahut dua ederse ana babasının günahları affolur, amel defterlerine sevap yazılır. Mesela İbrahim aleyhisselam (Ey Rabbimiz, [Kıyamette] hesaba çekildiği gün, beni, ana-babamı ve bütün müminleri mağfiret et) diye dua etmiştir. (İbrahim 41)
Bu âyet-i kerimede bir müminin duası ile diğer müminlerin günahları affediliyor ki, böyle dua edilmesi emredilmiştir. Duanın fazileti hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyledir:
(Dirilerin de ölülere hediyesi, onlar için dua ve istiğfar etmektir.) [Deylemi]
(Defnedilen kardeşiniz, şimdi sorguya çekiliyor, ona dua edin!) [Ebu Dâvud]
(Cenaze namazında, üç saf cemaat bulunan mümin, Cennete girer.) [Tirmizi]
Ölü için dua edilir, Kur’an-ı kerim okunur, sadaka verilir. Sadece onlar için namaz kılınmaz ve oruç tutulmaz; fakat bunların sevapları bağışlanır. Tahtavi haşiyesinde buyuruluyor ki:
(Bir kimsenin, kaza edemediği namazlarının iskâtının yapılması için bütün âlimlerin sözbirliği vardır. Namazın iskâtı olmaz demek çok yanlıştır. Çünkü bu hususta mezheplerin icmaı vardır. [Nesai’deki] hadis-i şerifte (Bir kimse, başkası yerine oruç tutamaz ve namaz kılamaz. Ama onun orucu ve namazı için fakir doyurur) buyuruldu.) [s.356]
Nimet-i İslam’daki bu hadis-i şerif, Dürer’de de mevcuttur.
Oruç, namaz, sadaka ve diğer ibadetlerin sevabını başkalarına bağışlamak caizdir. (Hidaye)
Tatarhaniyye fetva kitabında (Sadaka veren kimse, sevabının bütün müminlere verilmesi için niyet ederse, kendi sevabından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevabı erişir. Ehl-i sünnet mezhebi böyledir) buyuruldu. (Reddül Muhtar)
|
Ölüye sevap günah yazılması |
|
Ölenin ameli kesilir. Ama iyi veya kötü çığır açanların ve sadaka-i cariye bırakanların ameli kesilmez. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Dinimizde iyi bir çığır açana, bunun sevabı ile bununla amel edenlerin sevabı verilir, o çığırda [o yolda] gidenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Dinimizde kötü bir çığır açana da, bunun günahı ile, bununla amel edenlerin günahı verilir, o kötü yolda gidenlerin günahından da hiçbir şey eksilmez.) [Müslim]
(İyi işe vesile olan, hayatında da, öldükten sonra da o işi yapanlar kadar sevap kazanır. Kötü işe ön ayak olana da, bu iş terk edilinceye kadar, bunun günahı yazılır.) [Taberani]
(Mümin öldükten sonra, yedi amelinin sevabı kabrinde de defterine yazılır. Bunlar: İlim öğretmek, çeşme yapmak, su kuyusu kazmak, meyve ağacı dikmek, cami yaptırmak, Mushaf bırakmak, Ölümden sonra kendine istiğfar edecek salih evlat bırakmak.) (Ebu Davud)
(Anası babası vefat ettikten sonra onlar namına hac edene cehennemden azatlık yazılır ve onların ecrinden bir noksanlık olmadan tam bir hac sevabı verilir.) [Beyhekî]
Kur’an-ı kerimde de bu husus bildirilmiştir: İnsanları saptıranlar, kendi günahlarını yüklendikleri gibi saptırdıkları kimselerin günahlarından bir kısmını da yüklenirler. (Nahl 25)
Yukarıdaki ifadelerden anlaşıldığı gibi, ölenlerin ameli kesildiği halde, sağlığında iyi veya kötü bir eser bırakanların amelleri kesilmiyor. Salih evlat bırakanların da kesilmiyor. Salih evlat ana babasına dua eder, onlar için sadaka verir, kurban keser. Bu sevaplar ölen kişinin amel defterine yazılır. Hiç kimsesi olmayan günahkâr ölülerin hâlleri zordur. Bir hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ölünün mezardaki hâli, imdat diye bağıran, denize düşmüş kimseye benzer. Boğulurken, kendisini kurtaracak birini beklediği gibi, ölü de, ana babasından, kardeşinden, arkadaşından gelecek bir duâyı gözler. Ona bir duâ gelince, dünyaya ve dünyada olanların hepsine kavuşmaktan daha çok sevinir. Allahü teâlâ, yaşayanların duâları sebebi ile, ölülere dağlar gibi çok rahmet verir. Dirilerin, ölülere hediyesi, onlar için duâ ve istiğfar etmektir.) [Deylemî]
Bu durumları iyi bilen Mazher-i Cân-ı Cânân hazretleri, bir kabrin yanına oturmuştu. (Bu mezarda cehennem ateşi var. Hadis-i şerifte (Kendisi için veya başka müslüman için 70 bin kelime-i tevhid okuyanın günahları affolur) buyuruluyor. Ruhuna (Hatm-i tehlil) sevabı bağışlayacağım. İnşallah affolur) buyurdu. Hatm-i tehlilin sevabını bağışladıktan sonra, (Elhamdülillah bu günahkâr kadın, Kelime-i tehlil sayesinde azaptan kurtuldu) buyurdu. (Makamat-ı Mazheriyye)
Hiç kimse, işlediği kötülüğün günahını başkasına veremez. Fakat mümin ibadetlerinin sevabını ölü diri herkese hediye edebilir. Kendi sevabından da hiç eksilme olmaz. (Hidaye)
Müslüman ölüler için dua etmek, Kur’an okumak çok faydalıdır. Bir hadis-i şerifte, (Ölülerinize [Müslüman ölülere] Yasin okuyun) buyuruldu. (İ. Ahmed)
Enes bin Malik hazretleri bildirir: Bir cenaze kötülenince Resul-i ekrem, (O cezayı hak etti) buyurdu. Başka bir cenazeyi de övdüler, (Ona da iyilik vacip oldu. Bunu övdünüz cenneti, ötekini kötülediniz cehennemi hak etti. Sizler yeryüzünde Allahın şahitlerisiniz) buyurdu. (Buhari) [Sizler demek, salihlerdir. Fâsıklar, gayri Müslimler Allahın şahitleri değildir. Onların sözleri ile bir kimse cenneti veya cehennemi hak etmez. Salihlerin şahitliği Allah indinde makbuldür. Bu da, ümmet-i Muhammedin üstünlüğünü gösterir. Bir âyet meali: (Siz en hayırlı ümmetsiniz.) [A. İmran 110]
|
|
Ruh ölmez |
|
Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir diyenlere nasıl bir cevap vermek gerekir?
CEVAP: Şirk demek büyük hatadır. Çünkü ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır.) [Zümer 42]
Bu âyet-i kerime de ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba duçar olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müminlerin ruhları 7. kat göktedir. Orada Cennetteki makamlarını seyrederler.) [Deylemi]
Hızır aleyhisselam gibi birçok kişinin ruhunun iş yaptığı görülmüştür. Bu bakımdan Allah yolunda ölmüş kimselere ölü bile demek caiz olmaz. İki âyet meali şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir, rızıklanır.) [Al-i İmran 169]
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154]
Allah yolunda öldürülenler şehiddir. Şehidden daha üstün olan Peygamber efendimize nasıl ölü denir. O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün âlemler Onun hürmetine yaratılmıştır. Şehidler gibi peygamberlerin bedenleri de çürümez. Beş hadis-i şerif meali şöyledir:
(Toprak, peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, “Falan oğlu filan, sana selam söyledi” der.) [İbni Mace]
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İbni Ebiddünya]
Resulullahın Hayber’de yediği zehirli et, ölüm hastalığında etkisini gösterdi ve şehid olmasına sebep oldu. (Mevahib-i ledünniyye)
Ölülere işittiremezsin âyeti şu mealdedir:
(Elbette sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp kaçan sağırlara da bu daveti işittiremezsin. Hem sen o körleri sapıklıklarını bıraktırıp, hidayet verici de değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edecek kimselerden başkasına işittiremezsin.) [Neml 27/80-81]
Buradaki sağırların da kulaklarının sağır olmadığı, körlerin de gözlerinin kör olmadığı, ölünün de gerçek ölü olmadığı açıktır. Bir de davet ve hidayet kelimeleri geçiyor. Demek ki maksat işittirmek veya göstermek değil, onları hidayete davet etmektir. Âyetin devamında, (Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Ötekilerin ise iman etmeyecek kâfirler olduğu da pek açıktır. Sen ölüleri imana kavuşturamazsın denmez ki. Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin deniyor ki, işittirmenin kabul ettirmek olduğu bütün tefsirlerde bildiriliyor. Bu âyetin tefsirlerdeki açıklaması şöyledir:
(Ey Resulüm, sen ölüden farksız olan kâfirleri hidayete erdiremezsin, hakkı işitmek istemeyen ve hakikati göremeyen kâfirleri de hidayete kavuşturamazsın. Sen ancak iman edeceklere Müslümanlığı kabul ettirebilirsin.) [Beydavi]
|
|
Ruh ölmez, her ölü işitir |
|
Sadece şehidler ve peygamberler değil, diğer ölüler de işitir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İbni Ebiddünya]
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebiddünya]
(Ölü, tanımadığı ziyaretçinin de, selamını alır.) [Beyheki]
(Mümin biri ölüp de, defnedilince, biriniz kabrin başında [telkin için] “Ey filan kadının oğlu filan” desin! Çünkü ölü, “Bizi irşad et de Allah da sana rahmet etsin!” der. Fakat siz bunu duyamazsınız. ) [Deylemi, İ. Asakir]
(Münker-Nekir melekleri, sual cevaptan sonra mümin ölüye, “Cehennemdeki yerine bak, Allah değiştirip, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi” derler. Ölü bakıp ikisini de görür.) [Buhari]
Resulullah, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hz. Ömer, (Ya Resulallah, cansız yatan leşlere mi söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki:
(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama cevap veremezler.) [Buhari, Müslim]
İbni Teymiye bile diyor ki:
(Bedir’de çukurdaki ölmüş kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu. Bütün ölüler, şehidler gibi diri olup rızıklandırılır. (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)
İbni Teymiye’nin talebesi İbni Kayyımı Cevziyye de Kitab-ür-ruh kitabında, (Ölü, ziyaret edeni bilir, sesini işitir. Selamını alır, onunla ferahlanır. Bu hal, yalnız şehidlere mahsus değildir. Herkes için böyledir) diyor. (El-Besair 22)
***
Ölü gibi ne demek?
Ölülere işittiremezsin mealindeki âyetin mecaz olduğunu, inatçı kâfirleri hidayete erdiremezsin anlamına geldiğini bildirdiniz. Ölü işitmediği için kâfirlere ölü denmiyor mu?
CEVAP: Az yukarıda bildirilen hadis-i şerifte, (Siz beni ölülerden daha iyi işitmezsiniz, fakat onlar cevap veremez) buyuruluyor. Şu halde, ölüye işittiremezsin demek, işitip ancak cevap veremeyen ölüler gibi, hakkı kabul etmeyen kâfirleri imana kavuşturamazsın demektir. Ölünün, münker nekir isimli meleklerin, kabirde sorduğu suallere cevap vermesi ancak Allah’ın izni ile olmaktadır. Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, Hz. İsa’nın ölüleri diriltmesi ve ölülerin konuşması ancak Allah’ın izni ile olmaktadır. Peygamber ve evliya ruhlarının da böyle iş yapması, mucize ve keramet olup, yine Allah’ın izni iledir. İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)
|
Ruhlar ve kabir hayatı |
|
Kabir hayatı ve azabı, ruhun ölmediğini gösterir. İmam-ı Muhammed, (Kabir azabı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. (Akaid-i Şeybaniyye)
Nuh suresinin, (Günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe atıldılar) mealindeki 25. âyetinde geçen “Feüdhılu” kelimesindeki F harfi, hiç ara verilmediğini gösterir. Yani (Suda boğulduktan hemen sonra kabirdeki azaba maruz kaldılar) demektir. (El-Kavl-ül-fasl)
Ruhlar ölmediği için kabir hayatında ya nimete veya azaba duçar olurlar. Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabir azabı vardır.) [Buhari]
(Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizi]
(Kabre konan kişi mümin ise, kabri hoş kokularla doldurulur, kâfir ise, demir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanlardan başka her canlı işitir.) [Buhari, Müslim]
(Gizleyebilseydiniz, kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua ederdim.) [Müslim, Nesai İ. Ahmed]
Abdullah bin Ömer, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah, ona, (O Ebu Cehil’dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberani) [Şerh-us-Sudur (İmam-ı Süyuti), Ehvâl-ül-kubur (A. İbni Receb Hanbeli), Tezkire-i Kurtubi Muhtasarı (İmam-ı Şarani)]
Niye şehidler işitir?
Bütün ölüler işitiyorsa Allah, niye şehidlere ölü demeyin diye bildirmiştir? Peygamberler için niye ölü demeyin dememiştir?
CEVAP: Âyette şehidler buyurulması, şehidlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehid olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsir-i mazhari)
İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin) mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehidler ölü olmadığı halde, şehidler için ölü değil buyurulması gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı, fakirlik korkusundan başka sebeplerle de öldürmek caiz olmaz.
Yine İsra suresinin (Sakın ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demese, fakat sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demediğim için, Kur’an’ın emrine uydum) dese, Kur’an’a uymuş mu oluyor? Âyetin manası, (Ana babanızı üzmeyin hatta onlara öf bile demeyin) demektir. (Beydavi)
Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyetleri yapmamak gerekiyorsa, şehidlere ölü demeyin demekle, onlardan daha üstün olan peygamberlere ölü denmeyeceği aşikârdır.
|
Ruhların hazır olması (1) |
|
Sual: Evliya-yı kiramın kerametlerine inanmayan bazı kimseler, ruhların hazır olması ile ilgili yazılarından dolayı bazı din büyüklerine, âlimlere kâfir diyorlar. “Bir yerde hazır olmak Allah’a mahsustur, Evliyanın ruhu hazır olur demek küfürdür” diyorlar. Hayat, ilim, sem, basar, irade, kelam gibi sıfatlar insanlarda da yok mudur? Bir Müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olmaz mı?
CEVAP: Evet tekfir, yani birisine kâfir demek, iki başlı oka benzer. Karşı taraf kâfirse saplanır kalır onda, kâfir değilse, döner gönderene saplanır yani onu kâfir eder. Peygamber efendimiz, (Kendisine kâfir denilen kimse, gerçekten kâfir değilse, ona kâfir diyenin kendisi kâfir olur) buyuruyor.
Diri evliyanın ruhu, bir yerde hazır olup başkalarına yardım ettiği gibi, ölmüş olan evliyanın ruhları da, hazır olup yardım eder. İnsan ölünce yok olur ve ruhlarının faydası zararı olmaz sanmak cahillik ve sapıklıktır. Beden ölüp çürüse de, ruh ölmez. Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededir. Allahü teâlâya manevi olarak yakındır. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat)
Sağ veya ölü bir velinin ruhunun hazır olup, yardım etmesi Allah’ın izni ile olur. Şu meşhur menkıbeyi bilen çoktur.
Ebu Hasan-ı Harkani hazretleri, sefere çıkan talebelerine, (Sıkışınca benden yardım isteyin) buyurur. Yolda talebelerini, eşkıya yakalar. Onlar, kurtulmaları için Allahü teâlâya dua ederler; fakat kurtulamazlar. Bir talebe, (Yâ Ebel Hasan, imdat!) der. Eşkıya, o talebeyi göremez. Diğerlerinin nesi varsa alırlar. Seferden dönünce hocalarına, (Biz Allah’tan yardım istediğimiz halde soyulduk. Fakat şu arkadaşımız, sizden yardım isteyince kurtuldu. Bunun hikmeti nedir?) derler. O da, (Allahü teâlâ, günahkâr kimselerin duasını kabul etmez. Arkadaşınız, benden yardım isteyince, onun duasını Allahü teâlâ bana duyurdu. Ben de, (Ya Rabbi bu talebemi kurtar!) dedim. Allahü teâlâ da kurtardı. Ben sadece vasıta oldum, dua ettim. Kurtaran Rabbimizdi) diye cevap verir. (Tezkiret-ül-evliya)
Sizin dediğiniz gibi, bir kimse, (Ben hayattayım, diriyim, ben bilirim, işitirim, görürüm, iradem vardır, konuşurum) dese, bu sıfatlar Allah’a mahsustur böyle söyleyen kâfir olur denmez. İnsanın bilmesi, görmesi, işitmesi, Allahü teâlânın, bilmesi, görmesi ve işitmesi gibi değildir. Enbiyanın ve evliyanın ruhlarının hazır olması da böyledir. Hazır olmaları daimi değildir. Bir kimse, Allah her yerde hazır ve nazırdır dese, tevilini bilmese, Allah’a mekan gösterdiği için tehlikelidir. Her yerde demekle Ona mekan isnat edilmiş olur. Bir hadis-i şerifte, (Allah her yerde hazır ve nazırdır) buyuruluyor. Âlimler, bu hadis-i şerifi açıklarken, (Bu ifade mecazdır, zamansız ve mekansız hiçbir yerde olmayarak hazır ve nazır demektir) şeklinde açıklamışlardır. Enbiya ve evliyanın ruhlarının hazır olması ise zamanlı ve mekanlıdır. (Devamı var)
|
Gaybı da yalnız Allahü teâlâ bilir. Ama Allahü teâlâ Peygamberine veya evliyasına bildirirse, o da bilebilir. Bir Peygamber veya bir velî zat, (Allah bana şu gaybı bildirdi) derse, ona kâfir denmez. Enbiya ve evliya ruhlarının hazır olması ise gaybdır. Bir kimse, görmeden, (Şu anda şeyhimin ruhu hazırdır) dese küfür olur. Çünkü ben gaybı bilirim demek oluyor. Enbiya ve evliya ruhlarının, anılan yerde hazır olması farklı şeydir. Bir kimse, (Ben evliya zatları hürmetle anarsam, ruhları hazır olur) şeklinde genel bir ifade ile söylerse, bunun mahzuru olmaz.
Seyyid Abdülhakim Arvasi hazretleri, bu kısmı gayet güzel açıklayarak buyuruyor ki:
(Kıymetli kitaplarda, “Meşayıhın ruhları hazırdır, bilirler dese kâfir olur; çünkü ruhların hazır olması gaybdır; gaybe hükmettiği için kâfir olur” deniyor. Görülüyor ki, küfre sebep olan şey, ruhların hazır olacağına inanmak değil, ruhların hazır olduğunu söylemektir. Yani ruhların hazır olduklarını bilmediği halde, hazırdır diyerek, gaybden haber verdiği için kâfir olmaktadır. Allahü teâlâ hazırdır ve nazırdır. Böyle olduğunu bildirmek için, Allahü teâlâ, her zamanda ve her yerde hazır ve nazırdır derler. Halbuki, Allahü teâlâ, zamanlı ve mekanlı değildir. O halde, bu söz, görünüş üzere kalmaz, mecaz olur. Yani zamansız ve mekansız, yani hiçbir yerde olmayarak, hazırdır [yani bulunur] ve nazırdır [yani görür] demektir. Böyle olmazsa, Allahü teâlâyı zamanlı ve mekanlı bilmek olur. Allahü teâlâ, hayy, âlim, kadir ve mütekellim olarak ve sonsuz zamanlarda, hep hazır ve nazırdır. Hayat, ilim, kudret ve kelam sıfatları zamansız ve mekansız olduğu gibi, hazır ve nazır olması da, zaman ile ve mekan ile değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi böyledir. Hiçbir şey, Onun gibi değildir. Allahü teâlânın sıfatları, hep vardır. Öncesi ve sonrası, yokluk değildir. Mesela, hazırdır ve bu hazır olmaktan önce, gâib değil idi. Bundan sonra, bir hayatsızlık, yani ölüm, cahillik olmayacağı gibi, gâib olmak da, olmaz. Çünkü sıfatları da, kendi gibi ezeli ve ebedidir. Yani, hep vardır. Hiçbir kimsenin sıfatları, Onun sıfatlarına benzemez. Melekler, Peygamberlerin ve evliyanın ruhları her kim nerede ve ne zamanda ve her ne halde çağırırsa, orada bulunur, yardım ederler. Hızır aleyhisselamın, sıkıntıda olanların imdadına yetişmesi böyledir. Fahr-i âlemin (sallallahü aleyhi ve sellem), ümmetinin her birine, hele ölüm zamanında, imdada yetişmesi de böyledir. Azrail aleyhisselamın, can almak için her anda, her yere gelmesi de, böyledir. Her Mürşid-i kâmilin, talebesine yetişmesi de böyledir ki, bunlar zamanlı ve mekanlıdır. Ezeli ve ebedi olarak değildir. Devamlı da değildir. Hazır olmalarından önce, yok idiler. Bir zaman sonra da, oradan tekrar yok olurlar. Allahü teâlânın hazır olması ile, ruhların hazır olması arasında çok fark vardır. Allahü teâlânın hazır olması gibi, kimse hazır değildir. Allahü teâlânın sıfatlarının hepsi de böyledir. Ne bir melek, ne bir nebi ve ne de resul ve veli ve salih, Cenab-ı Hakkın hiçbir sıfatına ortak değildir. Büyüklerin ruhları, her nerede ve her ne zaman çağrılırsa, imdada yetişir. Ruh, orada hazır olmadan önce, yok idi. Bir zaman sonra, orada yine bulunmaz. Cenab-ı Hak, ruhların hazır olduğu gibi hazır olmaz. Çünkü, böyle hazır olmak, zamanlı ve mekanlıdır. Ruhlar da, Allahü teâlânın hazır olduğu gibi hazır olamaz. Çünkü, Cenab-ı Hakkın hazır olması, zamanlı ve mekanlı değildir, ezeli ve ebedidir.)
|
|
Ruhun mahiyeti |
|
Sual: Ruhun mahiyeti nedir? Ruh uykuda, ölünce olduğu gibi bedenden ayrılır mı? CEVAP: Ruhun mahiyetini bilmek imkânsızdır. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Ruh hakkında soranlara de ki: Ruh Rabbimin işlerindendir, size az bilgi verildi.) [İsra 85]
Aklın erdiği bilgileri anlayan, his organlarından beyne gelen duyguları alan, bedendeki bütün kuvvetleri, hareketleri idare eden, kullanan ruhtur. Ruh, göz vasıtasıyla renkleri, kulakla sesleri kavrar, sinirleri çalıştırır. Adaleleri hareket ettirir, böylece bedene iş yaptırır. Böyle işlere ihtiyarî yani istekli işler denir. Aklı kullanmak, düşünmek ve gülmek gibi şeyleri yapan ruhtur. Ruh, parçalanmadığı ve parçalardan meydana gelmediği için, hiç değişmez, bozulmaz, yok olmaz. Ruh, bir sanatkâra benzer. Beden, sanatkârın elindeki sanat aletleri gibidir. İnsanın ölmesi, ruhun bedenden ayrılmasıdır. Bu da, sanatkârın sanat aletlerinin yok olmasına benzer. (Ahlak-ı alai)
İmam-ı Gazali hazretleri buyurdu ki: Cesetten ayrılan ruh, ya azaba, ya nimete kavuşur. İyilerinki yükselir, kötülerinki yedi kat yerin dibine iner. Bedenden ayrılan ruh, aletsiz, vasıtasız olarak her şeyi bilir. Bunun için, çeşitli nimet veya azapla karşılaşır. Ruh bedendeyken, bir uzuv, mesela insanın bir ayağı felç olsa, ruh bu ayağa tesir edemez. Ölüm ise, bütün uzuvların felç olmasına benzer; ancak ruh, bedenden ayrılınca, yine bilir, görür, anlar, sevinir, üzülür, bu halleri yok olmaz.
Uykuda da, ölünce olduğu gibi, ruh bedenden ayrılır; fakat rüyada ayrılmasıyla ölüm esnasında ayrılması arasında, çok fark vardır. Bir âyet-i kerime meali:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de, uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette, düşünenler için, bunda, alınacak ibretler vardır) [Zümer 42]
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
Uykuda, ruhun bedenden ayrılması, bir kimsenin, geziye, kendi vatanından, sevinerek ayrılmasına benzer ki, gezdikten sonra, sevinç içinde yine vatanına döner. Ölürken ruhun ayrılması, böyle değildir. Bu ayrılık, vatanı yıkılan, evleri, binaları yok olan kimsenin, vatanından ayrılması gibidir. Bunun içindir ki, uykudaki ayrılmasında, sıkıntı ve acı yoktur. Tersine, sevinç ve rahatlık vardır. Ölürken ayrılmasında ise, çok acılar ve güçlükler hâsıl olur. Uyuyanın vatanı dünyadır. Ona, dünyadaki gibi davranırlar. Ölenin ise, vatanı yıkılır. Ahirete göç eder. Ona ahiret muamelesi yaparlar. (3/31)
Allahü teâlâ, insanın ruhunu bilinemez şekilde yarattı. Ruh, madde, cisim değildir, belli bir yeri yoktur. Ruh, bedenin ne içinde, ne dışındadır, ne bitişik, ne ayrıdır. Yalnız onu varlıkta durdurmaktadır. Bedenin her zerresini diri tutan ruhtur. Âlemi varlıkta durduran Allahü teâlâ, bedeni de ruh vasıtasıyla diri tutmaktadır. (1/287)
|
|
|
|
Ölü işitir ve kabir azabı vardır |
|
Mutezile fırkası ile Vehhabiler, kabir azabına inanmıyorlar ama ruhun ölmediğini de inkâr edemiyorlar. Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir.
Mü’min suresinin 46. âyetinde, (Firavun’a ve adamlarına her sabah akşam gidecekleri Cehennem ateşi gösterilir) buyuruldu. Ölü görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu.
Buhari’deki, (Her ölüye, sabah akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifindeki gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. İmam-ı a’zam buyurdu ki: Mümin suresinin 46. âyeti, kabir azabını gösteriyor, âyetin devamında onların şiddetli azaba sokulacağı bildiriliyor. Birincisi kabir azabı, ikincisi ise cehennem azabıdır. (El-Kavlülfasl)
Nuh suresinin, (Günahları yüzünden suda boğuldular, ardından da ateşe atıldılar) mealindeki 25. âyetinde geçen “Feüdhılu” kelimesindeki F harfi, hiç ara verilmediğini gösterir. Yani (Suda boğulduktan hemen sonra kabirdeki azaba maruz kaldılar) demektir. (El-Kavlülfasl)
İmam-ı Şaranî hazretleri buyuruyor ki: Taha suresinin 124. âyetindeki “Maişeten danken” kabir azabını bildiriyor. Çünkü hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(“Feinne lehü maişeten danken” âyeti, kâfirlerin kabirde görecekleri azabı bildirir.) [Tirmizî]
Tekasür suresinin 3. âyetindeki, bu övünmenizin kötü akıbetini “İleride bileceksiniz” demek, “Ölürken” demektir. 4. âyetindeki “Yine ileride bileceksiniz” ise “Kabirde” demektir. (Celaleyn, Medarik, M.Tezkire-i Kurtubi)
İmam-ı Nesefi, Araf suresinin, (Orada yaşayıp, orada öleceksiniz, yine oradan dirilip çıkarılacaksınız) mealindeki 25. âyetindeki “Orada”dan maksat kabir hayatıdır. (Şeyhzade)
Bekara suresinin, (Ölü iken sizi diriltti. Tekrar öldürecek ve tekrar diriltecek) mealindeki 28. ayetinde bildirilen, ikinci dirilme kabirde olacaktır. İmam-ı Nesefi de bu âyetin kabir azabı ve nimetine işaret ettiğini bildirmiştir. (Tefsiri Şeyhzade)
Casiye suresinin, (Allah sizi diriltir, sonra öldürür) mealindeki 26. ayetinde, diriltmenin kabirde olacağını bildiriyor. (Şeyhzade)
Tevbe suresinin, (Onları iki defa azaba uğratacağız) mealindeki 101. ayetindeki azabın birisi kabir azabıdır. (Kadi Beydavi)
Her hadis kitabında kabir azabı bildirilmektedir. Kabir azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabir azabı vardır) [Buharî], (Kabir, ya cennet bahçesi veya cehennem çukurudur.) [Tirmizî], (Şehid kabir azabından emindir.) [İbni Mace, İ. Ahmed, Beyhekî], (Kabir azabından Allah’a sığınınız.) [Müslim, İ. Ahmed, İ. Ebi Şeybe], (Gizleyebilseydiniz, kabir azabını benim işittiğim gibi, sizin de işitmeniz için Allaha dua ederdim.) [Buhari Müslim, İ. Ahmed, Nesâî]
Bütün bu sahih rivâyetler, kabir azabının var olduğunu, ruhun ölmediğini göstermektedir.
|
|
İnsan ölür, ruhu ölmez |
|
Dünkü yazımızda, kabir azabının hak olduğunu, ruhların ölmediğini, ya nimete veya azaba düçar olduklarını âyet ve hadislerle ispat etmiştik. Bugün de, ruhların ölmediğini bildireceğiz. Kur’an-ı kerimde buyuruluyor ki: (Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve rızıklandırılır.) [Al-i İmran 169], (Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunun şuurunda değilsiniz.) [Bekara 154] (Yani akıl, onların hayatını anlamaktan acizdir.)
Birinci âyette, Allah yolunda öldürülmüş olanların diri olduğu ve yiyip içtikleri bildiriliyor. Peygamberler, sıddıklar, ulemai rasihin ve emr-i maruf yapanlar Allah yolundadır ve şehitlerden daha üstündür. Allah yolunda öldürülen ölü olmazsa, Peygamberler ve diğer büyükler elbette ölü değildir.
İkinci âyette de, yine şehitlere ölü demeyin diye ikaz ediliyor. Bedir’de falanca filanca öldü gitti denildiği zaman, Allahü teâlâ, şehitler için ölü denmesini yasakladı. (Tibyan)
Diri olmak ve rızıklandırılmak ve ruhların Cennete girmesi, yalnız şehitler için değildir. Peki sadece şehitler için değilse niye ötekilerin ismi de geçmiyor diyen çıkıyor. Âyette şehitler buyurulması, şehitlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehit olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsiri-i mazhari)
İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin) mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehitler ölü olmadığı halde, şehitler için ölü değil denmesi gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı başka sebeplerle de öldürmemiz caiz olmaz. Yine İsra suresinin (Ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demeden sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demedim Kur’anın emrine uydum) dese, Kur’ana uymuş mu olur? Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyeti yapmamak gerekiyorsa, şehitlerden daha üstün olanlara da ölü dememek gerekir. Yani şehitler diri olunca, şehitlerden üstün olanlar elbette diridir. Mesela peygamberler, sıddıklar, ulemai rasihin, evliya-i kiram şehitlerden üstündür. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud], (Her peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyhekî, Ebu Yala], (Tanıdığının kabrine uğrayıp selam vereni ölü tanır, ona cevap verir.) [İ. Ebiddünya], (Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buharî], (Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ. Ebiddünya], Ölü işittiği için, ölüye telkin vermek sünnettir. (Deylemi)
Resulullah, Bedir’de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun?) dedi. Resulullah, (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hz. Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle orması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
Kur'an Işığında Reenkarnasyonun Reddi
Doç. Dr. Veysel Güllüce
Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere iade kavramıyla ifade edilen yeniden diriltmenin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir.
Reenkarnasyon lügatte tenasüh, tekammüs, tecessüd-ü cedîd1, ölümden sonra rûhun bir bedenden başka bir bedene, kimi kez de insandan hayvana, hayvandan insana geçmesi, rûh göçü2 manâlarına gelmektedir. Kelimenin kökü, bedenlenme, bir bedene bürünme manasındaki enkarnasyon’dur. Buna göre reenkarnasyon, tekrar bedenlenme manasına gelmektedir. Renaissance (tekrar doğuş) da aynı manadadır.
Lügatte tenasühle aynı manaya gelmesine karşılık, bilhassa günümüzde bu fikri savunan bazı gruplara göre reenkarnasyon, tenasühten farklı ve daha husûsi bir manâda kullanılmaktadır. Buna göre, reenkarnasyonda bir gerileme ve hayvan bedenlerine intikal söz konusu değildir. Bu yönüyle reenkarnasyon, daha çok doğu öğretilerinde görülen ruhun başka bir varlığın bedenine geçmesini ifade eden tenasüh ve ruh göçünden, başka bir ifadeyle métempsychose ve transmigration’dan3 tamamen farklıdır. Yeni tenasühçüler olarak da isimlendirebileceğimiz bu kişilere göre, reenkarnasyonun Hint felsefe ve dinlerindeki tenasüh ile esas ve amaç bakımından hiç bir ilgisi yoktur. Çünkü, tenasühte tekâmül fikri yoktur. Cezâ ve mükâfat esasına göre bir geliş- gidiş vardır . Reenkarnasyonda ise, dünyevî bağlardan kurtulamamış rûhların tekâmül için dünyaya tekrar gelmesi vardır. Varlık, dünyaya her bağlanışında geçmiş hayatlarının toplu ürünü olan bir durumla karşılaşır. Tekâmülde hiç bir zaman aşağı seviyelere dönülmeyeceği (tedennî olmayacağı) kabul edilmiştir.4
Günümüzde daha çok ruhçu akımlar tarafından desteklenen bu batıl iddiaya göre, ruhen tekâmül etmemiş ve olgunluğa ulaşamamış ruhlar, tekâmül edinceye kadar tekrar tekrar dünyaya geleceklerdir. Halbuki yakînen incelendiğinde günümüzdeki reenkarnasyon anlayışlarının da, daha çok Hint dinlerinde görülen ve eski bir hurâfe olan tenasüh inancının çağdaş kılıflar içinde sunulmuş yeni bir şekli olduğu görülecektir.
Türkiye’de reenkarnasyonu savunan bazı kimseler, Batı’da aynı fikrin temsilcileri olan insanların Tevrat ve İncil’in bir takım âyetlerini reenkarnasyon teorisine uygun düşecek bir tarzda yorumlamalarından etkilenerek, Kur’ân’dan bu konuya uygun bir şekilde tevil edebilecekleri âyetler arayarak, bu ayetleri gerçek manalarıyla hiç ilgisi olmayan tuhaf tevillerle kendi görüşleri istikametinde yorumlamaya çalışmışlardır. Geçmişte, tenâsüh için yapılan benzer çabalar da onlar için ayrı bir dayanak noktası olmuştur. Halbuki Kur’an, reenkarnasyonu açık bir şekilde reddetmekte ve hiçbir açık kapı bırakmamaktadır. Bu konuda apaçık âyetler ortada varken, onları görmezlikten gelerek başka âyetlerden zorlamalı yorumlarla bu teoriye destek aranmasının ne derece yanlış bir yaklaşım olduğu açıktır.
Doğru olan yaklaşım ise, bir konuda manası açık (muhkem) ve bunun yanında bazı kapalı (müteşabih) âyetler olduğu takdirde, manası açık olanları esas alarak diğer âyetleri onların ışığında yorumlamaya çalışmaktır. İşte bu makalede takdim edeceğimiz âyetlerin çoğu bu konuda açık olup dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade etmektedir.5
A. Dünyaya Tekrar Dönüş İsteklerinin Reddedilmesi
Kur’ân-ı Kerîm’de, çoğu kere iade kavramıyla ifade edilen yeniden diriltmenin kıyamet günü olacağı, bu diriltmenin bir defaya mahsus olduğu ve ölümden sonra tekrar dünyaya dönüşün asla mümkün olmayacağı konuları hiçbir şüpheye yer bırakmayacak kadar açık bir şekilde dile getirilmiştir. Bu hususta pek çok âyet vardır. Bu âyetlerin bazısında ölüm anında, bazısında mahşer yerinde hesap verme esnasında, bazılarında cehennem görüldüğü esnada, bazılarında ise cehenneme girdikten sonra inkarcıların dünyaya tekrar dönme istekleri dile getirilmiş, hepsinde de bu isteklere karşılık red (hayır!) cevabı verilmiştir.
a. Ölümden Sonra Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi
Birinci durum, yani ahiret aleminin giriş kapısı hükmünde olan ölüm anında dünyaya tekrar döndürülme isteğinin reddedilişi çeşitli âyetlerde ifade edilmiştir. Şu âyet bu konuda çok açık ve kesindir: “Nihâyet onlardan birine ölüm gelip çattığında der ki, Rabbim beni geri gönder! Ta ki boşa geçirdiğim dünya hayatımda artık iyi ameller işleyeyim. Hayır! O, söylediği boş bir laftan ibarettir. Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır” (Mü’minûn, 99-100).
Dünyaya yeniden gelmenin asla söz konusu olamayacağını açık ve kesin bir şekilde ifade eden bu ayet-i kerime’de dünyaya yeniden dönüş isteğinin boş bir laf olduğu ifade edilirken, tekid sadedinde “o, söylediği boş bir laftan ibarettir” buyrulmuş,6 böylece Allah’ın böyle bir va’di olmadığına ve bu yakarışın asla kabul görmeyeceğine dikkat çekilmiştir.
“Onların arkalarında ise, yeniden diriltilecekleri güne kadar bir berzah vardır” ifadesi de diriltilecekleri güne kadar önlerinde bir berzah7 (dünyaya dönmelerine mani olan bir engel) olup böylece dünya ile ahiret arasında farklı bir hayat boyutunda olacaklarını, dünyaya dönemeyeceklerini belirtmektedir. “Nasıl ki ana rahminden çıkan bir çocuk tekrar oraya dönemiyorsa bu dünya hayatından çıkarak kabir hayatına giden bir ruh da oradan çıkıp geriye tekrar dönemeyecektir.”8 Böylece bu âyetteki berzah kelimesi de dünyaya tekrar dönüşün olmayacağını bildirmektedir.
Nitekim, dünyaya tekrar dönüş inancının çok yaygın olduğu coğrafyadan bir insan olarak İkbal, “Kur’ân-ı Mübin’de iyice açıklanmış ve hiçbir fikir karmaşasına yer vermeyecek mahiyette olan üç noktaya dikkat etmemiz gerekir” dedikten sonra, ikinci noktada “Kur’ân-ı Kerîm’e göre bu dünyaya yeniden gelmek imkânsızdır. Bu husus aşağıdaki âyette gâyet sarih bir şekilde açıklanmıştır”9 diyerek yukarıda takdim ettiğimiz âyeti zikretmiştir.
Bu apaçık beyana rağmen “bu âyet, ruhun ayrıldığı bedene dönmeyeceğini ifade ediyor, dünyaya dönmeyeceğini değil”10 veya “reenkarnasyonun olmadığını değil sürekli dünyaya geri gidip açığını kapatmak isteyenlerin bu isteklerinin reddedildiğine delildir”11 gibi iddiaların tutarsızlığı açıktır. Çünkü âyette ne eski bedene dönme isteğine ne de bu sözü söyleyenin dünyaya birkaç defa geldiğine dair her hangi bir işaret yoktur. Eğer bu istek dünyaya birkaç kere gelmiş bir kimse tarafından yapılmış olsaydı o zaman cevap olarak, defalarca dünyaya gönderilmedi mi?!... gibi bir üslup kullanılırdı. Nitekim benzer bir âyette pişmanlığını dile getiren inkarcıya şöyle cevap verilmiştir: “Size düşünüp taşınacak kimsenin düşüneceği kadar bir ömür vermedik mi?! Hem size peygamber de gelip uyardı.” (Fâtır, 37). Bu âyette de insana düşünüp taşınacağı ve öğüt alacağı kadar ömür verildiğinden bahsedilmiş, birkaç kere dünyaya gelmekten bahsedilmemiştir. Böylece her insana öğüt alacağı, düşünüp taşınacağı miktarda –uzun veya kısa- bir süre verildiği belirtilmiştir. Eğer bu süre yeterli olmasa ve yeniden dünyaya gelme ihtiyacı olsaydı âyette bu ifadeler kullanılmazdı.
Yukarıdaki âyete benzer başka âyetler de vardır: “Kendilerine azabın geleceği ve kâfirlerin Rabbimiz bize birazcık mühlet ver de davetine uyalım ve elçine tabi olalım diyecekleri gün hakkında insanları uyar” (İbrahim, 44), “Sizden birinize ölüm gelip çatmadan önce, size nasib ettiğimiz imkânlardan Allah yolunda harcayın! Ölüm gelip çatınca: Ya Rabbî, az mühlet ver bana, bak nasıl hayırlar yapacağım, tam takvâ ehlinden olacağım! diyecek olsa da Allah, vâdesi gelen hiçbir kimsenin ecelini ertelemez. Allah yaptığınız her şeyden haberdardır” (Münâfikûn, 10-11).
Bu âyetler dünyaya tekrar dönmenin olmadığını göstermektedir. Çünkü reenkarnasyondan maksat tekâmülü tamamlamak olduğuna göre, eğer bu iddia doğru ise, böyle bir talepte bulunana salihlerden olma fırsatı verilmeli değil miydi?! Halbuki değil dünyaya tekrar gelme, ecelin ertelenmesine dahi izin yoktur. Bu durum: “Allah, eceli gelmiş bir kimseyi asla ertelemez…” ayetiyle açık bir şekilde ifade edilmiştir. Şu âyet de bu hususu desteklemektedir: “Allah’ın belirlediği vakit geldiğinde artık ertelenmez” (Nuh, 4). Bu âyetler reenkarnasyon olmayacağını çok açık bir şekilde bildiriyor. Çünkü ölmek üzere olan kimsenin eceli tehir edilmediğine, ek süre verilmediğine göre, artık ölüm gelip çattıktan sonra yapılacak böyle bir talep asla kabul edilmez. Yani böyle bir istek kabul edilseydi, ölmeden önce gerçekleştirilirdi.
Allah tarafından dünyaya tekrar dönmeye izin verilmeyince, artık insanların kendi gayret ve çabalarıyla da böyle bir şeyi elde etmeleri mümkün değildir. Şu âyette ifade olunduğu gibi: “Haydi görelim sizi, can boğaza geldiğinde, O vakit can çekişenin yanında bulunan sizler bakar durursunuz. Biz ise, ona sizden daha yakınız, ama siz göremezsiniz. Haydi bakalım eğer âhirette vereceğiniz hesap yoksa, iddianızda tutarlı iseniz, çıkmakta olan o rûhu geri döndürsenize!” (Vakıa, 83-87). Dünyaya tekrar dönüş olmadığını ifade eden bu üslup bu yöndeki ümit kapılarını tamamen kapamaktadır.
b. Mahşer Gününde Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi
Şu âyette ise, inkarcıların kıyamet gününde amellerinden hesaba çekildikleri sırada dünyaya tekrar dönme isteklerinin boş bir temenniden ibaret olduğu dile getirilmektedir:
“… Acaba şimdi bizim için şefaatçiler var mı ki şefaat etsinler, ya da dünyaya geri gönderilsek de yapmış olduğumuz amellerden başkasını yapsak. Onlar kendilerine yazık ettiler ve uydurdukları şeyler de kaybolup gitti” (A’raf, 53).
Böylece, inkarcıların mahşer meydanında iken dile getirdikleri dünyaya tekrar dönme talepleri bu ayetle de reddedilmiş, artık onlar için ne bir şefaatçinin ne de dünyaya tekrar döndürülmenin olmayacağı bildirilmiştir.
c. Cehennem’i Görme Esnasındaki Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi
“… Yahut azabı gördüğünde, keşke bir kere daha dönme imkânım olsaydı da iyilerden olsaydım diyeceği günden sakının” (Zümer, 58), “Onların ateşin karşısında durdurulup, ah! Keşke dünyaya geri gönderilsek de bir daha rabbimizin âyetlerini yalanlamasak ve inananlardan olsak! dediklerini bir görsen! Hayır! Daha önce gizlemekte oldukları şeyler (günahlar) onlara göründü. Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar” (En’am, 27-28). Bu âyetteki “Onlar dünyaya gönderilseler bile, nehyolundukları şeyleri mutlaka tekrar yaparlardı. Onlar kesinlikle yalancıdırlar” ifadesi mevzumuz açısından çok önemlidir. Çünkü bu ifadeyle, faraza onlar dünyaya tekrar gönderilseler dahi yine aynı şeyleri yapıp Allah’ın yasak ettiği şeyleri işleyecekleri bildirilerek insanların bu dünyaya neden bir daha gönderilmediklerinin gerekçesi ve hikmeti beyan edilmiştir.
d. Cehennem’de İken Dünyaya Dönüş İsteğinin Reddi
“Rabbimiz! bizi cehennemden çıkar! Eğer bir daha (eski halimize ve günahlara) dönersek o zaman gerçekten zalimlerdeniz. Buyurdu ki, kesin sesinizi! Konuşmayın!..” (Mü’minûn, 107-108). “Rabbimiz bizi çıkar da yapmadığımız salih amelleri yapalım” (Fâtır, 37), “(Kötülere) uyanlar şöyle derler: Ah! Keşke bir kere daha dünyaya gitseydik de şimdi onların (kötülerin) bizden kaçıp uzaklaştıkları gibi biz de onlardan kaçıp uzaklaşsaydık! İşte böylece Allah onlara, yaptıkları şeyleri pişmanlık ve üzüntü kaynağı olarak gösterir ve onlar ateşten çıkacak değillerdir” (Bakara, 167). Bu son âyet, onların dünyaya dönme talepleri bir yana, ölüp cehennem azabından kurtulma arzularının bile yerine getirilmeyeceğini, aksine, ölümsüz bir şekilde cehennemde ebedî kalacaklarını bildiriyor.
Görüldüğü gibi, bu dört durumun hepsinde dünyaya tekrar dönmek isteyen günahkar ve inkarcıların istekleri kesin bir dille reddedilmiş, böyle bir şeyin yapılmayacağı açık bir şekilde belirtilmiştir. Dolayısıyla bu apaçık âyetlerden sonra bir takım yanlış yorumlara saparak bazı âyetleri aksi manalara hamletmeye çalışmanın çok yanlış bir davranış olduğu ortadadır.
Burada, dünyaya tekrar dönmek muhal olduğuna göre, neden böyle bir temennide bulunuyorlar? şeklinde akla gelebilecek soruya şöyle cevap verebiliriz: Onların bu temennileri, ya böyle bir şeyin imkânsız olduğunu bilmediklerinden, ya da imkânsız olduğunu bildikleri halde, aşırı derecedeki pişmanlıklarını ifade etmekten dolayıdır. Çünkü olmayacak bir şey de temenni edilebilir.12 Şöyle de düşünebiliriz; onlar her ne kadar dünyaya tekrar dönmenin muhal olduğunu bilseler de, karşılaştıkları dehşetli durumlardan kurtulmak için hiçbir çareleri olmadığından, muhal olduğunu bile bile bunu istemek durumunda kalmışlardır.
B. Dünyaya Tekrar Dönüşü Reddeden Diğer Ayetler
Yukarıdaki âyetlerin yanında dünyaya tekrar dönüş olmadığını açık bir şekilde veya dolaylı olarak ifade eden başka pek çok âyet vardır. Şimdi de bu âyetlerden tespit edebildiklerimizi sunmaya çalışacağız.
“Onlardan önce nice kavimler helak ettiğimizi görmüyorlar mı?! Onlar bunlara tekrar dönüp gelmezler’’ (Yâsîn, 31) âyeti, helak edilen insanların, daha sonra dünyaya tekrar dönmediklerini açıkça ifade ediyor. Helak edilen kavimlerin kusurlu, manevi bakımdan tekemmül etmemiş insanlar olduğu düşünülürse, bu âyetin reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delil olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Bir başka âyette ise, bu manada, ‘’Helak ettiğimiz bir şehir halkına tekrar dönmek haramdır’’ (Enbiyâ, 95) buyrularak, dünyaya dönüşün kesinlikle olamayacağı haram tabiriyle tekitli bir şekilde bildirilmiş, haramdır! yani, yasaktır! denilerek, dünyaya dönüş hakkındaki bütün ümit kapıları böyle bir beklenti içinde olanların yüzlerine kapatılmıştır.
“Allah sizi annelerinizin karnından hiçbir şey bilmez bir vaziyette çıkardı’’ (Nahl, 78) âyeti de reenkarnasyon aleyhinde kuvvetli bir delilidir. Çünkü bu fikri savunanlara göre, insanın yeniden dünyaya gelmesi tekâmül içindir. Tekâmülün olabilmesi için ise, önceki hayattaki birikimin mevcut olması gerekir. Halbuki bu âyet böyle bir şeyin olmadığını, doğan çocukların hiçbir şey bilmez bir halde dünyaya getirildiğini açık bir şekilde ifade ediyor.
Vakıa suresinin son âyetlerinde ölüm anındaki insanların durumları tasvir olunduktan sonra “(Ölen kimse) eğer mukarrebinden ise Eğer Ashab-ı yeminden ise Ve eğer yalanlayıcı ve dalalete düşmüşlerden ise…’’ (Vâkıa, 88-94) buyrularak öldükten sonra insanların gidecekleri yerler sıralanmış, fakat bunlar içinde tekâmül etmemiş, günahkar ve kusurlu kimselerin tekrar dünyaya döneceklerinden bahsedilmemiş, bilakis yalanlayıcı ve dalalete düşmüş olanların yerinin cehennem olduğu bildirilmiştir: “Ve eğer yalanlayan ve dalalete düşenlerden ise, ona kaynar sudan bir ziyafet ve cehenneme giriş vardır’’ (Vâkıa, 92-94).
Kıyametin kopup insanların amellerine göre gruplara ayrılmalarının anlatıldığı şu âyette de benzer durum söz konusudur: “Kıyametin koptuğu gün insanlar birbirlerinden ayrılırlar: İman edip salih ameller işleyenler cennet bahçelerinde sevinç içindedirler. İnkâr edip âyetlerimizi ve ahirete ulaşmayı yalanlayanlar ise azaba maruz kalacaklardır’’ (Rum 14-16). Görüldüğü gibi insanların farklı gruplara ayrıldığından bahseden bu âyetlerde de dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.
Şu âyette de benzer bir tablo çizilmektedir: “Kim Rabbinin huzuruna mücrim olarak gelirse onun için cehennem vardır… Kim de mü’min olarak salih ameller işlemiş bir şekilde gelirse onun için de üstün dereceler vardır: İçinde ebedî kalacakları, alt taraflarından ırmakların aktığı Adn cennetleri! İşte nefsini tezkiye edenlerin mükâfatı budur!” (Tâ-hâ 74-76). Görüldüğü gibi insanın ölümden sonraki durumunu anlatan bu âyette de cennet ve cehennem dışında başka bir yerden, dünyaya dönüşten bahsedilmiyor.
Cennetlikler hakkındaki “Orada (cennette) ilk ölümden başka ölüm tatmazlar’’ (Duhan, 56) âyetinde ölümün bir kereye mahsus olarak yaşandığı ifade edilmiştir. Dolayısıyla birkaç veya bir çok defa ölümü gerekli kılan reenkarnasyon bu âyet ile de reddolunmaktadır.
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sonra bize döndürülürler” (Ankebut, 57) âyetinde de ölenlerin dünyaya değil de Allah’a döndürülmesinden bahsediliyor.
“Allah insanları yaptıklarıyla muaheze etseydi yeryüzünde canlı bir varlık bırakmazdı. Fakat onları belli müddete kadar erteliyor. Müddetleri geldiğinde ise ne bir an geri kalabilirler ne de öne geçebilirler” (Nahl, 61) âyeti de bu dünyanın mücazat mahalli olmadığını, insanların yaptıklarının karşılığını tam olarak başka bir alemde göreceklerini ifade ediyor.
“Sudan, beşeri yaratıp onu akraba ve hısım yapan O’dur…” (Furkan, 54) âyetiyle ifade edilen insanların akrabalık ve hısımlık bağlarıyla birbirleriyle bağlanmış olmaları gerçeği de reenkanasyonu reddetmektedir. Çünkü bu teoriye göre insanın babası yarın onun çocuğu olarak tekrar dünyaya gelmekte veya ölen bir çocuk başka bir ailede dünyaya gelerek -erkek olarak dönmüşse- kendi kız kardeşiyle, -kız olarak dönmüşse- kendi erkek kardeşiyle evlenebilmektedir!
Yahudilerin dünya hayatına aşırı düşkünlüklerini ifade eden “Onlardan biri kendisine bin sene ömür vermesini ister” (Bakara, 96) âyeti de reenkarnasyon olmadığını bildirmektedir. Aksi halde bin sene ömür değil de tekrar dünyaya gelme isteğinden bahsedilirdi. Âyetin devamı da bu hususta ayrı bir delildir. Çünkü devamında “fazla ömür verilmesi onu azaptan uzaklaştırıcı değildir” buyrularak dünyaya tekrar dönmek suretiyle ömrün uzatılmasının insanı terakki ettireceği iddiası yalanlanmakta ve fazla ömrün tekâmülün garantisi olmadığına işaret edilmektedir.
Bütün bu âyetlerin yanında, Kur’ân-ı Kerîm’de kıyametin kopacağını, öldükten sonra dirilmenin cismanî olduğunu, cehennem hayatının ebedî olduğunu ve kâfirlerin affedilmeyeceğini bildiren pek çok âyet vardır. Bu âyetler ifade ettikleri manalarla reenkarnasyonu reddetmekte, bir defaya mahsus olan bu dünya hayatının ölümle son bularak artık ebedî bir hayatın başlayacağını bildirmektedirler. Mesela, “Sonra sizi yerden dirilip kalkmak için bir kere çağırınca birden kabirlerinizden çıkarsınız” (Rum, 25), “Bir de bakmışsın ki onlar kabirlerinden çıkıp rablerine doğru koşuyorlar” (Yâsîn, 51) gibi âyetlerde dirilişin, kıyametin kopmasından sonra, kabirlerden çıkmak suretiyle olacağı, böylece ruhun başka bir bedene intikal etmeyeceği açıkça ifade edilmiştir. Bu tür âyetler reenkarnasyonun olmadığının açık delilleridir. Çünkü reenkarnasyon iddiası bu inançlarla ters düşmektedir. Bu yüzdendir ki, bu iddiayı kabul edenler cismanî dirilişi kabul etmezler.13 Cehennemin ebedî olmadığını iddia ederler.
Kâinatın ezelî ve ebedî olmadığını gösteren kevnî deliller ve âyetler de reenkarnasyon aleyhine bir delildir. Çünkü bu iddia sahiplerine göre bu alemin başlangıcı olmadığı gibi sonu da yoktur. Yani kıyamet kopmayacak bu alem sonsuza kadar böylece sürüp gidecektir. Bu iddiayı Kur’ân âyetleri yalanladığı gibi bugünkü ilimler de er veya geç kainat çapında bir kıyametin koparak bu düzenin bozulacağını haber vermektedir.14
Görüldüğü gibi pek çok âyet dünyaya tekrar dönüş olmadığını çok net bir şekilde bildirdiği gibi, bir çok âyet de bu iddianın doğru olmadığına ve tutarsızlığına işaret etmektedir.
__________________
DİPNOTLAR
1- Munîr Ba’lebekkî, el-Mevrid-90, 24. bsk., Dâru’l-İlm li’l-Melâyîn, Beyrut, 1990, s.773;
2- Tahsin Saraç ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.), 3- Gérard Encausse Papus, Reenkarnasyon, İstanbul, 1999, s. 20, 104; René Guénon, Ruhçu Yanılgı (L’Erreur Spirite), çev. L. Fevzi Topaçoğlu, İz Yayıncılık, İstanbul, 1996, s. 179, 180. Bu kavramlar hakkında daha geniş bilgi için bkz., a.e., s. 179-185. Transmigrasyonun lügât manası, göç, rûh göçü, başka bir varlığa geçmektir (bkz. Saraç, s.1413). Batı’da, başka bir bedene ve daha çok hayvan bedenine intikal etme için kullanılmaktadır. (bkz. James Thayer Addison, La Vie Apres LaMort Dans Les Croyans De L’ Humanite, Paris, 1936, S. 87, 92, 125.), 4- Bedri Ruhselman. Ruh ve Kâinât, Ruh ve Madde Yayınları., İstanbul, 1977, s.152; Sinan Onbulak. Ruhî Olaylar ve Ölümden Sonrası, Dilek yay., İstanbul, 1975; Necati Tarıman, “Reenkarnasyoncu Ne Ola ki?”, Türkiye Günlüğü, sayı, 45, Mart-Nisan, 1997, s. 228. 5- Burada, Kur’ân Işığında Reenkarnasyon adlı eserimizde çeşitli yönleriyle ele aldığımız bu konuyu yeniden gözden geçirerek sunmaya çalışacağız. 6- İbn Aşur, Tefsiru’-Tahrir ve’t-Tenvir, Daru’t-Tunusiyye, tsz., XVIII, 123. 7- Âyette geçen berzah hakkında sahabe ve tabiinden şu görüşler nakledilmiştir: Ölümle diriliş arasındaki perde, dünya ile ahiret arasındaki perde, ölüyle ölünün dünyaya dönmesi arasındaki engel, kıyamet gününe kadarki mühlet… (Maverdi, en-Nüket ve’l-Uyun, Beyrut, 1992, IV, 66-67). 8- Celal Kırca, Kur’ân ve İnsan, Marifet Yay., İstanbul, 1996, s. 175. 9- Muhammed İkbal, İslâm’da Dini Düşüncenin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1984, s. 160., 10- Süleyman Ateş, Yüce Kur’ân’ın Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 1991, VI, 118, 11- Yaşar Nuri Öztürk, Kur’ân’daki İslâm, Yeni Boyut, İstanbul, 1994, s. 312. 12- Meraği, Tefsir, Daru İhyai’t-Turasi’l-Arabi, Beyrut, 1974, VII, 101. 13-Örnek olarak bkz. Haluk Hacaloğlu, Hayat Ölüm ve Ötesi, Ruh ve Madde Yayınları, İstanbul, 1996, s. 11, 26.14- Bu konuda bkz. Paul Davies, Son Üç Dakika, Varlık Yay., İstanbul, 1994, s. 30; Steven Weinberg, İlk Üç Dakika, Tübitak Yay., Ankara, 1996, s. 139; Lincoln Barnett, Evren ve Einstein, Varlık Yay., İstanbul, 1969, s. 114 vd
Yeniden Dirilişin Örnekleri
Dr. Ahmet Güneş
Ölüm ötesi hayat İslam inancının temel esaslarındandır. Allah’ın varlığı ve birliğiyle birlikte Kur’ân-ı Kerim’de en çok üzerinde durulan konulardan biridir. Kur’ân-ı Kerim’in üçte bir gibi önemli bir bölümünde, ilk nazil olan ayetlerden itibaren ahiret inancı canlı bir üslupla anlatılır. Bu üslup; ahlaki ve hukuki konularda da tekrarlanır. Hukuki hüküm bildiren ayetlerde dünyevi cezaların yanı sıra uhrevi cezalardan da bahsedilir. Daha doğrusu, hayatın her anında Allah’ın her şeyi görüp bildiği şuuru ile ahirette iğneden ipliğe hesaba çekeceği inancı, Müslüman’ın hayat felsefesini özetler (Bakara, 2/228).
Bu öneminden dolayı, Üstad Bediuzzaman, 10. sözde ölüm ötesi hayatın gerekliliğini esma-i ilahiye penceresinden temellendirir. Çocuklar, ihtiyarlar, gençler ve aile hayatı açısından ahiret hayatına inanmanın psikolojik ve sosyolojik tahlillerini yapar. Beşerin idare ve ahlakıyla yakından alakalı olan sosyologlara, siyasetçilere ve ahlakçılara bu inancın yerini neyle doldurabileceklerini ve bunların yaralarını neyle tedavi edebileceklerini sorar. Nev’i şahsına münhasır bir üslupla anlattığı temsil ve hakikatlerin, Kur’ân-ı Hakîm’in feyzinden kaynaklandığını belirtir. Sonunda, “Asıl söz ise Kur’ân’ındır. Zira söz odur ve söz onundur” diyerek, konuyla ilgili bazı ayetleri nakleder.
İlgili ayetlerin tasnifini ise, M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle yapar: “Kur’ân-ı Kerim, bizim tespit edebildiğimize göre, öldükten sonra dirilme hakikatini iki grupta toplamıştır.
Birincisi: Kıyas-ı temsili,
İkincisi: Nazirini gösterme metodu.
Kur’ân bu iki şıkkı ele alırken bir makro âlemden, afakî delillerle haşrin meydana geleceğini, bir de normo (enfüsî) dediğimiz âlemden bunu anlatırken mikro âleme de inerek haşri ispat ediyor. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim makro ve mikro âlemi birden ele alarak meseleyi anlatır ki, biz buna âlemşümul delil de diyebiliriz. Bu son kısımda ise mutlak yaradılış nazara verilir.” (Ölüm Ötesi Hayat, s. 31-32). Biz bu yazıda, Kur’ân- ı Kerim’de yeniden dirilişi inkâr edenlerin itirazlarını ve bunlara verilen cevapları kısaca özetlemeye çalışacağız.
Yeniden Dirilişe İtirazlar
Ölüm, bu dünyanın karşı konulmaz yazgısı. Bu konuda itiraz da yok, itirazın anlamı da. Yalnız, yeniden diriliş konusunda, inanmayanların çeşitli itirazları ve şüpheleri bizzat Kur’ân-ı Kerim’de sıklıkla nakledilir ve hemen her yerde bunlara cevaplar verilir. Bu cevapların bir kısmının tarihi örneklerle; bir kısmının yeryüzündeki öldürme ve diriltme hadiseleriyle; bir kısmının ise Allah’ın sonsuz kudretiyle ilgili olduğu söylenebilir.
Kur’ân-ı Kerim’de anlatılanlara göre, ahiret hayatını inkâr edenler, başıboş olduklarını iddia etmiş, kendilerini zamanın öldürdüğünü ileri sürmüş, ahiret inancını bir “sihir” olarak değerlendirmiş, ahiretten bahseden peygamberleri, “Allah hakkında yalan uyduran kişiler” olarak nitelemiş, kıyametin kopacağını zannetmemiş; hatta bu zanlarını yeminle pekiştirmeye çabalamışlardır.
Bu insanlar ahiret hayatı konusunda masal türü bilgilerden bile mahrum kalmış, şüpheye düşmüş ve ilmini ihata edemedikleri bu konuyu yalanlamaya yeltenmişlerdir. Onların yegâne delilleri “biz de atalarımız da daha önceden bu tür şeylerle hep tehdit edildik durduk” demeleri ve peşinden “bu eskilerin masallarıdır” hükmünü vermeleridir. Doğrusu bu iddia en çok tekrarlanma özelliğine sahiptir ve çeşitli dönemlere aittir. İşte bu noktada Kur’ân-ı Kerim’de yeniden dirilişin tarihi örnekleri nakledilir.
Tarihi Örnekler
Kur’ân’da İsrailoğullarının “Allah’ı açıktan görmedikçe inanmayız” demeleri zikredilir. Hz. Musa’nın (a.s) Allahu Tealayı görme isteği ise, Allah’ın (c.c) tecellisine bile dayanamayacak bir boyutta gerçekleşir. Bununla beraber, Hz. İbrahim’in (a.s), “Ya Rabbi, ölüleri nasıl dirilteceğini bana gösterir misin?” talebine, önce “yoksa inanmadın mı?” denilmiştir. Hz. İbrahim’in (a.s) “kalbim mutmain olsun diye” karşılık vermesinden sonra ise, denileni yapması istenmiştir: “Dört kuş tut, bu kuşları kendine alıştır, akabinde onları kesip her dağın başına birer parça koy, sonra da onları çağır. O zaman, koşa koşa sana geleceklerdir” (Bakara, 2/260).
Hz. Musa (a.s) zamanında öldürülmüş bir kişiye, belirli bir ineğin parçası vurulmuş, maktul canlanmış ve katilini söylemiştir. Bu olaydan sonra, “İşte Allah bunu nasıl dirilttiyse, ölüleri de aynen bu şekilde diriltir” hükmü verilir. Hz. İsa’nın (a.s) mucizeleri arasında ise, şu olay anlatılır: “Ben size çamurdan kuş şekline benzer bir şey yapar, içine üflerim; o da Allah’ın izniyle kuş oluverir.” Ayrıca, Ashab-ı Kehfin uyutulup üç yüz yıl sonra uyandırılmaları yeniden dirilişin mümkün olduğunu ispat eder. Ölmüş bir merkebin yeniden canlanması da, Kur’ân’da anlatılan tarihi örneklere eklenmelidir.
Elbette, bunlar her zaman yenilenen birer örnek değildir. Çeşitli tarihlerde meydana gelmiş olması da sık sık karşılaşılan bir olay olmadığını gösterir. Ama bu haberi veren kaynağın doğruluğuna iman, bunların vuku bulduğu inancını gerektirir. Yalnız, haber kaynağına inanmayanlara yönelik bir delil hükmünde olmayabilir. Diğer taraftan, günlük bir tecrübe olan insanın uykusu ve kupkuru yerin baharda yeniden canlanması herkesin gözü önünde gerçekleşmektedir.
Yeryüzünde Görülen Öldürme ve Diriltme Hadiseleri
Uyku, ölümün bir benzeridir. Bu yüzden uyku, Kur’ân-ı Kerim’de yeniden dirilişle irtibatlandırılır (En’am, 6/60). İlgili ayette şöyle buyrulur: “Allahu teala, insanların ruhlarını ölümleri sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını da uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği ruhu tutar, vermediği ruhu ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alınacak ibretler vardır” (Zümer, 39/42).
Kur’ân-ı Kerim’de özellikle baharda kupkuru duran bitkilerin canlanması, yeniden dirilişin en önemli delili olarak ifade edilir. “Rahmeti olan yağmurun önünden müjdeci olarak rüzgarlar gönderen O’dur. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsın biz onları ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler ürünler bitiririz. İşte ölüleri de böylece çıkarırız. Belki düşünür ibret alırsınız” (A’raf, 7/57). “Hem o su ile ölü toprağa hayat verdik. İşte ölmüş insanların mezarlarından çıkışı da böyle olacaktır” (Kâf, 50/9; Tövbe, 9/11). “İşte bak Allah’ın rahmetinin eserlerine. Ölmüş toprağa nasıl hayat veriyor. Bunları yapan kim ise, ölüleri de O diriltecektir. O, her şeye hakkıyla kadirdir” (Rum, 30/50; ayrıca bkz. Hac, 22/5; Fâtır, 35/9).
Allah’ın (c.c) Sonsuz Kudreti
İnkâr edenler, “Kemik yığını ve ufalanan kırıntı haline geldikten sonra biz mi diriltilip yeniden yaratılacağız diyerek dinle alay ediyorlardı. Görmüyorlar mı ki, gökleri ve yeri yaratan Allah, kendilerinin benzerini yaratmaya elbette kadirdir. Bir de şöyle dediler, sahi biz kupkuru kemik yığını ve ufalanmış toz haline geldiğimiz zaman, biz mi yeniden yaratılıp dirileceğiz. De ki, ister taş olun, ister demir, isterse yeniden dirilmesi aklınıza imkânsız gibi görünen herhangi bir yaratık. Ne olursanız olun mutlaka dirilip kaldırılacaksınız. O halde diyecekler, kimdir bizi diriltecek olan? De ki, sizi ilk defa yoktan Yaratan. Bu sefer alaylı bir şekilde başlarını sallayacak ve ne zamanmış deyecekler. De ki, belki de pek yakın” (İsra, 17/48-51).
Kur’ân-ı Kerim’de yeniden dirilişi imkânsız görenlere karşı, Allah’ın varlığı hakkında kullanılan deliller tekrar nazara verilir ve yoktan yaratma ile yeniden yaratma Allah’ın (c.c.) kudreti açısından karşılaştırılır. Zaten ikinci yaratmanın birinci yaratmaya göre daha kolay olması hükmü, mantıki bir tutarlılıktır. Bu sebeple bazı ayetlerde birinci yaratmadan yorulmadığı vurgulanır. Bu tür ayetlerin fasılalarının genellikle, “Allah, her şeye kadirdir” formuyla bittiği görülür.
Allah ilk yaratmayla yorulmamıştır. İlk yaratmaya göre yeniden yaratma daha kolay olacaktır. Daha doğrusu, Allah’ın bütün insanları yaratması, bir insanı yaratması kadar basittir. Diriltmesi de böyledir. Diğer bir anlatımla, semaları, yeri yaratan ve bunları yaratmasından yorulmayan Allah’ın, ölüleri diriltmeye de kadir olduğunu düşünmüyorlar mı? “Bütün bunları yapan Allah olduğu halde, insan, kemiklerini toplayamayacağımızı mı zannediyor. Biz, parmak uçlarını bile toplamaya kadiriz. Günahlara daldıktan sonra bir de kalkmış ‘kıyamet ne zaman’ diye soruyor.” (Kıyamet, 75/3-6)
Bu tür iddialar yine yenilenir ve Allah’ın kudretine vurgu yapılır. “İnsan neden yaratıldığına bakmıyor mu? O atılan meniden bir nutfe değil miydi? Biz onu değersiz bir sudan yaratmadık mı? Bir de kendi yaratılışını unutarak bize misal getirmeye kalkışıyor ve şu çürümüş kemikleri kim diriltecek diyor. De ki, onları ilk defa yaratmış olan diriltecek. Çünkü Allah yaratmanın her çeşidini çok iyi bilendir.” (Yâsin, 36/77-79)
“Ey insanlar, eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki, biz sizi ilkin topraktan, sonra nutfeden, sonra bir yapışkan hücreden, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış; ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim” (Nah1, 6/70).
Sözün özü yeniden diriltme, Allah’ın bir sözüdür. Allah’- tan daha doğru sözlü kim olabilir ki?
Kur’ân-ı Hakîm’de Dirilişi İspat
Doç. Dr. Yener Öztürk
|
Allah ölüm uykusuna yatan bir sürü hevâmm ve haşerâtı, ölmüş kupkuru ağaçları bahar mevsiminde yeniden dirilttiği gibi sizi de, hazan mevsiminiz olan ölümle toprağa düştükten sonra bir gün gelecek tekrar diriltecektir.
|
Ahiret hayatının gerçekleşmesinin en büyük delil ve teminatı, Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan vaadidir. Kur’ân, her nefsin öleceğini, ölümden kaçılamayacağını, öldürenin Allah olduğunu ve sonunda dönüşün yine O’na olacağını pek çok ayetiyle vurgulayarak öldükten sonra dirilişin, Allah’ın vaadinin bir neticesi olduğunu bildirir. Bu husus bir ayet-i kerimede şöyle dile getirilir:
“Size vaadedilmekte olan, haktır. Hiç şüphe yok, ceza ve hesap da mutlaka gerçekleşecektir.” (Zariyat Sûresi, 51/5-6)
Bilindiği gibi, bir haberin doğruluğu onu bildirenin doğruluğuna bağlıdır. Şu halde, va’dine muhalefeti muhal olan yüce Yaratıcı, bütün semavî kitaplarda ve de Kur’ân-ı Hakîm’de bir kitap gibi yarattığı şu kâinatı kapatıp başka bir gün yeniden açacağını söylüyor. Mademki, söyleyen O’dur ve bu mevzunun söz sahibi peygamberler de buna şehadet ediyorlar; o hâlde ahiret hayatının vukuuna kesin nazarıyla bakılmalıdır.
Kur’ân, öldükten sonra dirilmenin mutlaka meydana geleceğini sadece haber vermekle yetinmemiştir. İnsan aklını meşgul eden önemli meselelerden biri olan bu konuda o, ba’s ve haşri ispatlayan kesin deliller getirmiştir. Delillerini ortaya koyarken de, zaman zaman inkârcıların itirazlarını zikrederek haşrin delillerini canlı örneklerle anlatmaktadır.
Ba’s (ruhların cesetlere gelmesi, öldükten sonra dirilme) ve haşr (haşir meydanında toplanma) meselesini hiçbir delile ihtiyaç bırakmayacak şekilde kendine has aklî, mantikî, hissî, kalbî ve ruhî metotlarla ispat eden Kur’ân, dirilişin imkânını anlayabildiğimiz kadarıyla üç temel yolla ele almıştır.
A. Temsilî Kıyas Usûlüyle İspat
Kur’ân’da, ahiret âleminin imkânını izah ve ispat konusunda, muhatapların gerçeği bulmaları için kullanılan metotlardan birisi olarak, kıyas usûlünü görmekteyiz. Bu usûl, Kur’ân’da inkârcıların iddialarının bâtıl olduğunun gösterilmesi bakımından kendisine has bir istidlal metodu olmuştur.1 Bu tarz ispat metodunu üç başlık altında toplamak mümkündür:
1. Bir Şeyi Yoktan Var Eden, Onu İkinci Defa Daha Kolay Yapar
İnsan, bazen kendi kudret ve düşüncesini aşan bir şeyle karşılaştığı zaman o şeyin gerçekleşmesinin imkânsız olduğu zannına kapılır. Bu itibarladır ki, Kur’ân, Yüce Yaratıcı’nın kudreti merkez alındığında, cesetlerin diriltilmesinin ve haşrin herhangi bir imkânsızlığının söz konusu olmayacağını sürekli bir biçimde vurgular.
Bir sayfada milyonlarca kitabı birbirine karıştırmadan yazıp nazarımıza arzeden zat, formalarını söküp dağıttığı bir kitabı ikinci defa aynı şekilde bir araya getireceğini va’detse ‘Bu, onun kudretinden uzaktır.’ denilebilir mi? Bu açıdan Kur’ân’ın şu ayetini yeniden düşünelim:
“O gün göğü, kitapları dürer gibi (toplarız). İlkin yaratmaya nasıl başladıysak diriltmeyi de Biz öyle gerçekleştiririz. Bu, üzerimize aldığımız bir vaaddir. Bunu gerçekleştirecek olan da Biz’iz.” (Enbiyâ Sûresi, 21/104)
Yine aynı paralelde başka bir misalle meseleyi ele alalım; yoktan bir makineyi icad eden sanatkâr, daha sonra bu makineyi söküp dağıtsa ve ikinci defa bu makineyi monte edeceğini söylese, ona karşı ‘Hayır başaramazsın, yapamazsın.’ denilebilir mi? 2 Sınırlı beşer kudreti açısından bu durum mümkün olduğuna göre; bir sınır ve kayıt tanımayan ilahî kudret açısından hangi engel söz konusu olabilir? Eşyayı yokluktan varlık âlemine çıkaran ve bunda katiyen âciz kalmayan Yüce Kudret’in, nasıl olur da, dağılan, parçalanan varlıkları tekrar birleştirmeye gücü yetmez?
Yok iken yaratılan insanın, öldükten sonra tekrar diriltilmesi niçin mümkün olmasın? Kur’ân inkârcı kafanın “Ben öldüğümde mi, diriltileceğim?” itirazına şu veciz ifade ile karşılık verir: “O insan hiç düşünmüyor mu ki, o hiçbir şey değilken Biz onu yaratıp var ettik?” (Bkz.: Meryem Sûresi, 19/66-67)
İnsanın yaratılışı, dünyaya gelişi ve bu gelişme safhaları kendisinin hiçbir müdahale ve ilavesi olmadan hep dışarıdan olmaktadır. Bu itibarla insanın geçirmiş olduğu yaratılış seyri, onun Allah’ı ve ahireti tasdik etmesi hususunda kendine en yakın ve en müessir bir delildir.
Kur’ân, dirilişi, enfüsî delillerle ispat ederken dikkatlerimizi, yaşadığımız normo âleme çevirir. Yeniden dirilişin imkân dairesinde cereyan eden bir vâkıa olduğunun delili olarak, insanın kendi hayat safhalarını önüne serer:
“Ey insanlar! Eğer siz öldükten sonra dirilmekten şüphe ediyorsanız, bilin ki: Biz sizi ilkin topraktan, sonra bir nutfeden, sonra bir yapışkan hücreden, sonra esas unsurlarıyla hilkati tamamlanmış, ama bütün azalarıyla henüz tamamlanmamış bir çiğnem et görünümünde bir ceninden yarattık ki, kudretimizi size açıkça gösterelim. Dilediğimizi belli bir süreye kadar ana rahminde durdururuz.
Sonra da sizi bir bebek olarak dünyaya çıkarırız. Sonra güç kuvvet kazanıncaya kadar sizi büyütürüz. İçinizden kimi henüz çocukken öldürülür, kimi de hayatın en düşkün biçimine götürülür. Öyle ki daha önce bildiği şeyleri bilmez hale gelir...” (Hacc Sûresi, 22/5)
Basit bir nutfeden mükemmel bir varlığın meydana getirilmesi, Allah’ın varlığına bir delil olduğu gibi, ba’s ve haşrin de kat’i bir delilidir. Nitekim ayet-i kerimenin son kısmında “..Bu böyledir, çünkü Allah tek gerçektir. Ölüleri O diriltir ve O, her şeye kadirdir.” buyurularak bu hususa dikkat çekilir.
Kur’ân, ahireti inkâr eden insanın bu konudaki düşmanca tavır ve itirazlarını onun kendi yaratılış seyrinden habersiz oluşuna bağlar: "İnsan, bizim kendisini bir nutfeden (spermden) yarattığımızı görmedi mi ki, şimdi apaçık bir hasım kesildi?" (Yâsîn Sûresi, 36/77)
İnsanın kendisini unutması, daha açık bir ifadeyle yaratılışındaki o harikalık ve mükemmelliği unutması, inkâr kapısını aralamaya sebep olmaktadır. Kur’ân’ın bu çerçevede yukarıda zikrettiğimiz ayetin devamındaki şu ifadesi, her türlü inkârcı tipine öz yaratılışını hatırlatan ve onu yerine oturtan bir tokat gibi inmiştir: “Ve o yaratılışını (nasıl meydana geldiğini) unuttu.” (Yâsîn Sûresi, 36/78)
İnsanın yaradılış safhalarını bilen akl-ı selim sahibi bir kimsenin öldükten sonra dirilmeden şüphe etmesi düşünülemez. Topraktan, canlı, düşünen, konuşan, duyan, anlayan şuur ve idrak sahibi insanı yaratan Allah, elbette toprak olmuş insanı yine ondan diriltebilir.
2. Zor Olanı Yapabilen, Kolayı Evleviyetle Yapar
Kur’ân-ı Kerim, yine bu mukayese usulü içinde insanların zihinlerini farklı bir zaviyeden uyandırmaya çalışır. Ahireti inkâr edenlerin, sık sık, ‘Biz içinde hayat namına bir şey kalmamış kemik yığınlarına döndükten sonra mı, yeniden diriltilip hayata döndürüleceğiz?’ şeklinde dışarı vurdukları şüphe ve itirazlarına karşı Kur’ân, yüce Allah’ın kâinatta insandan daha büyük ve daha zor olan şeyleri yaratmış olduğunu hatırlatarak, bunun yanında insanların yeniden hayata döndürülmelerinin pek zor bir iş olmadığını bildirir.
Bu noktada Kur’ân, inkarcıların daha ciddi düşünmelerini temin maksadıyla ilk olarak şu soruyu yöneltir: “(Sizce, öldükten sonra O’nun) sizi tekrar yaratması mı zor, yoksa semayı yaratmak mı? (O sema ki,) onu Allah bina etmiştir.” (Nâziat Sûresi, 79/27)
Bu ayetle insanlara âdeta, “Sizler tekrar tekrar, bu çürümüş kemikler nasıl canlandırılacak? diye sorup duruyorsunuz; şu muazzam semayı yaratan Allah için hiçbir şeyin güç ve zor olamayacağını düşünmüyor musunuz?” denilmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, ilk adım olarak “İnsanın yaratılışı mı, yoksa bütün unsurlarıyla birlikte semanın yaratılışı mı daha zor?” şeklinde ortaya koyduğu sorularla zihinleri önemli bir noktaya teksif ettikten sonra, ikinci adım olarak da bu soruların cevabını bizzat kendisi verir: “Elbette gökleri ve yeri yaratmak, insanları yaratmaktan daha büyük bir şeydir. Lâkin insanların çoğu (böyle olduğunu) bilmez.” (Mü’min Sûresi, 40/57)
Bu ayetlerin izahı sadedinde bir örnek veren Muhammed Gazalî şöyle der: Yüksek ve mükemmel bir köşkü sıfırdan inşâ eden birisi için, yıkılmış basit bir kulübeyi yeniden bina etmek nasıl basit, küçük bir olay ise, aynen öyle de varlık cihetiyle semavât ve arza nispetle son derecede küçük kalan insanın yaratılışı meselesi, koca kâinatın yaratılışının yanında, çok basit ve küçük kalacaktır. 3
Kur’ân başka bir ayetinde ise, o denli büyüklüğü ile arz ve semâvâtı muazzam bir nizam ve ahenk içinde yaratıp devam ettirmeye kâdir olan Allah’ın, ölümlerinden sonra insanları tekrar yaratmasının, hiç de zor olmayacağını, O’nun buna kâdir olduğunu şöyle ifade eder:
“(Şimdi), semâvât ve arzı yaratan, onlar (insanlar) gibisini yaratmağa kâdir olmaz mı? Elbette kâdirdir. O, her şeyi bilen yaratıcıdır.” (Yâsîn Sûresi, 36/81)
3. Bir Şeyi Zıddına Çevirebilen, Benzerini de Zıddına Çevirir
Dirilişin imkânını ispat sadedinde Kur’ân-ı Kerim’in insanlara sunduğu diğer bir mukayese şekli ise özel bir misalle ele alınmıştır:
“Size yeşil ağaçtan ateş yaratan/çıkaran O’dur. İşte siz ondan yakıp durmaktasınız.” (Yâsîn Sûresi, 36/80) 4
Kur’ân, burada verdiği misalle evvela o gün bu mesajların ilk muhatapları durumunda olan Araplara, kullandıkları yeşil iki ağacı5 birbirine sürtmekle elde ettikleri ateşe dikkat çekerek, Yüce Allah’ın murad ettiği her şeyi yapmaya ve yerine getirmeye kadir olduğuna; kudretinin önünde hiçbir engelin bulunmadığına dikkat çeker.
Ayetin konuyla alâkalı olarak ifade ettiği husus şudur. Su ile ateş birbirine zıt şeylerdir. Suyun bol miktarda bulunduğu yeşil ağaçtan, ateşin çıkması âdeta imkânsız iken, yüce Kudret ateşi yeşil ağaçtan çıkararak, bir şeyi onun zıddı olan diğer bir şeyden yarattığını göstermiştir. 6
Ölüm ötesi hayatın imkânını istidlâl sadedinde verdiği bu misalle Kur’ân, bu âlemde bir şeyin onun zıddı olan diğer bir şeyden meydana gelmesinin müşahede edilen mümkün bir vâkıa olduğunu hatırlatıp zihinleri, bu açıdan dirilişin imkânını kabule hazırlamayı hedeflemiştir.
Hâsılı, Kur’ân, yaş bir ağaçtan zıddı olan ateşi çıkarmaya muktedir olan Yüce Yaratıcı’nın, hayata zıt gibi görünen çürümüş kemiklerden de hayatı var etmeye muktedir olacağını üstün bir beyanla dikkatlerimize sunar.
B. Dirilişin Karşılaştırılabilir Örneklerini Göstermek Suretiyle İspat
Kur’ân, bazen de bizlere dirilişin bizatihi karşılaştırılabilir, seyredilebilir örneklerini hatırlatır. Bu örnekler uzakta olmayıp, inanan, inanmayan her insanın yanı başında bulunan, diğer bir ifadeyle herkesin müşahede ettiği vâkıalardır.
Kur’ân böylece tecrübe dünyasından gösterdiği delillere dayanarak hem diriliş olayının aklî temellerini gösterir, hem de bunu inkâr edenlerin hiçbir delile sahip bulunmadığını ve itirazlarının ilmî bir değer taşımadığını ortaya koyar. Bu cümleden olarak o, dirilişi imkânsız görenlere karşı kupkuru ölü arzın yağmur suyuyla canlanışını ve muhtelif bitkilerle bezenişini ve insanın bizatihi tecrübe ettiği uyku örneğini, yeniden dirilmenin mümkün olduğunu ispatlayan deliller olarak arz eder.
Burada aklın, düşünce ve tefekkür yoluyla varabileceği hükümler, öğretici bir üslup içinde verilir. Öyle ki, onun bu konudaki ispat ve ikna üslubunu, bir meselenin uluhiyet makamından kullara haber verilmesi hâlinden ziyade; bir hocanın talebesine ders vermesi gibi mütalâa etmek mümkündür. 7
Sunduğu bu deliller itibariyle mesele ister bir filozof isterse bir çoban zaviyesinden ele alınsın, Kur’ân’ın takip ettiği bu isbat ve ikna metodundan daha üstünü gösterilemez. Hz. Peygamber’in (sallallahu aleyhi ve sellem) mevzu ile alâkalı hadisleri de dahil, bütün söylenenler sadece Kur’ân-ı Kerim’in anlattıklarının açılımı ve yorumundan ibarettir. 8 Şimdi Kur’ân’ın bu maksatla insanların dikkat nazarlarına sunduğu bu örnekleri kısaca ele alalım.
1. Ölümünden Sonra Arzın Canlandırılması
Kışta ölü gibi olan yeryüzünün ilkbaharda tekrar diriltilmesi, Kur’ân’da öldükten sonra dirilişin imkân dahilinde ve seyredilebilen bir vâkıa olduğunu göstermek maksadıyla verilen en çarpıcı misaldir. Allah’ın yeryüzünde hâkim kıldığı bir kanunla her şey tekrar tekrar yenilenmektedir. Özellikle Kur’ân bizlere bu noktada su ve onunla boy atıp gelişen nebatatı misal vererek, bununla insanların dikkatlerini şu noktaya çeker: “Her şey yok edilip tekrar geri döndürülüyorsa, insanın da öldükten sonra eski haline döndürülmesi niçin mümkün olmasın?”
İçinde bulunduğumuz hayatın işleyişi, ölüm sonrası bir hayatın imkânına başlı başına bir delildir. Şöyle ki, kış ve bahar mevsimlerinin birbiri ardınca gelip geçmesi, ölüm ve diriliş hadiselerini aylarca bize seyrettirmektedir.
Benzerlerini daimî bir sûrette görüp seyrettiğimiz bir âlemde dirilişin vukûunu uzak görmemizin bir anlamı olabilir mi? Ba’s ve haşr bundan öte bir şey midir? Yoksa insan kendi haşrini O’nun kudretinden uzak bir şey mi zanneder?
Böyle her baharda sayısız “ba’sü ba’de’l-mevt” olayına sahne olan yeryüzüne bir kez ibret gözüyle bakabilen, kendisinin de öldükten sonra aynen bunlar gibi yeni ikinci bir âlemin baharında haşrolunacağını anlamada güçlük çekmeyecektir. Kur’ân’da bu hususa işaret eden pek çok ayet vardır. Birkaçını zikredelim:
“Allah’ın rahmetinin eserlerine bir bak! Yeryüzünü ölümünden sonra nasıl da diriltiyor. Bunları yapan (O Allah), şüphesiz ölüleri de diriltir. O her şeye kadirdir.” (Rûm Sûresi, 30/50)
“O’nun ayetlerinden biri de şudur: Sen, toprağı boynu bükük (kupkuru) görürsün. Onun üzerine bir su indirdiğimiz zaman, titreşir ve kabarır. Onu dirilten Allah, ölüleri de diriltir. O, her şeye gücü yetendir.” (Fussilet Sûresi, 41/39)
Yaratılışın birliğini göstermesi açısından Kur’ân’ın ölü arzı insanın dirilişine delil olarak getirmesi, önemli bir husustur. Zira o Mutlak Kudret, her zaman diliminde dünyanın şeklini hangi kanunla değiştiriyorsa, kıyamet gününde kâinatın şeklini de aynı kanunla değiştirir. Baharda ölmüş bütün ağaç ve bitkileriyle arzı, hangi kanunla diriltiyorsa, öldükten sonra da insanları aynı kanunla diriltir.
Konuyla alakalı ayetlerin sonunda,“İşte böyle çıkartılacaksınız.” 9 veya “İşte çıkış da böyledir.”10 denilerek, biz insanlara “Nasıl ölü toprak canlanıyor, ağaçlara taze bir hayat geliyor ve bitkiler yerden çıkıyorsa, siz de kabirlerinizden öylece yeni bir canla çıkarılacaksınız.” mesajı verilir.
2 İnsanın Her Sabah Ölümden Diriltilircesine Uyandırılması
Kur’ân-ı Kerim, tecrübe dünyasından ele aldığı deliller arasında şunu da hatırlatır: Eğer insan, bir çeşit ölüm sayılabilecek olan uykuya dalışından sonra tekrar hayata dönüşü üzerinde fikir yürütür ve bu ahenk ve işleyişi araştırırsa, ba’s ve haşri anlamada güçlük çekmeyecektir.
Yeniden dirilmenin imkânı konusunda inkârcılar, “Öldükten sonra yeni bir bitkisel hayatın mümkün olabileceğini kabul edelim.” ama “Hislerin ve şuûrun vücudumuzla alakası kesildikten sonra, insanî hayatımız yeniden tekrar nasıl başlayabilecektir.” diyerek bunun imkânsız olduğunu iddia ederler. Onların bu itirazına karşı, Kur’ân günlük bir tecrübe olan uyku olayını hatırlatmıştır. Zira art arda gelen uyku ve uyanıklık hâlleri ölümden sonra da hayatın olacağı hususunda bizlere güzel bir örnek teşkil eder. 11Yeniden dirilişin ispatı için bundan daha fazla bir ikna gücü istenemez. Kur’ân’da şöyle buyrulur:
“O’dur ki, geceleyin sizi öldürür gibi uyutur, gündüzün ne işlediğinizi bilir; sonra da belirlenmiş bir süre geçip tamamlansın diye gündüzün sizi diriltir. Yine dönüşünüz O’nadır; (ve yine) O, dünyada yaptıklarınızı size haber verecektir.” (En’âm Sûresi, 6/60)
Elmalılı Hamdi Yazır’ın da söz konusu ayetteki, “Sonra (gündüzün yine) sizi diriltir.” kısmıyla alâkalı gayet önemli bulduğumuz bir değerlendirmesi vardır. O, -kısmen sadeleştirerek ve özetleyerek iktibas edeceğimiz yorumunda- şöyle der:
Allah (c.c.), bedeninizde zedelenen, uzuvlarınızdan ölen kısımları uykuda haberiniz olmadan telafi ederek yeniler ve sizden aldığı şuur ve idraklerinizi yine sabahleyin size geri verip önceki gibi maddî ve manevî hayatınızla sizi tekrar diriltir, uyandırır; siz ancak o zaman geceyi gündüzü farkeder; kendinizi ve geçmiş kazançlarınızı hiç kaybetmemiş, arada hiçbir kesinti fasılası geçmemiş gibi bilir tanırsınız. İnsanın sahip olduğu maddî-manevî her iki hayat, her gün her gece ve hatta her an böyle ruhanî ve cismanî bir ‘diriliş’ içindedir. Bunu birçokları mecazî bir mana ile dirilme kabul ederlerse de, basiret gözüyle bakıldığı zaman, bunun tam manasıyla bir ‘ba’s/diriliş’ olduğu ortaya çıkar.” 12
İnsanların -uykudan sonra uyandıkları gibi- öldükten sonra dirileceklerini ifade eden bir başka ayet ise, Zümer Sûresi’nde yer almaktadır:
“Allah, insanların ruhlarını ölümleri sırasında, ölmeyenlerin ruhlarını ise uykuları sırasında alır. Hakkında ölüm hükmü verdiği rûhu tutar, ölüm hükmü vermediği rûhu ise belirli bir süreye kadar salıverir. Muhakkak ki bunda, düşünen kimseler için alacak ibretler vardır.” (Zümer Sûresi, 39/42)
Bu ayetler ölüm ve uyku arasındaki benzerlikle, uyanma ve ölümden sonraki diriliş arasındaki benzerliği açıklamaktadır. Uyku, zayıf ve küçük bir ölüm; ölüm ise, büyük ve şiddetli bir uykudur. Her iki durumda da insan ruhu için bir hayattan başka bir hayata geçiş söz konusudur.
Uyuyup uyanma ile ölüm ve dirilişin benzerliğine hadis-i şeriflerde de vurgu yapılmıştır. Mesela, bir nebevî beyanda uykuya yatarken “Allahım, senin isminle ölüyor ve diriliyorum.” kalkarken “Bizi ölümümüzden sonra dirilten Allah’a hamd olsun.” (Buharî, Tevhid 13; Ebu Davud, Edep 98; İbn Hanbel, Müsned, 2/79) deme tavsiyesinde bulunulmuştur.
Uyuma ve uyanma olayının yaratıcısı olan Yüce Allah bu ikisi arasında vuku bulan ‘rüya’ gerçeğiyle de bu husustaki şüpheleri izale sadedinde düşüncelerimize ayrı bir ufuk açmaktadır. Şöyle ki O, hislerimizi bu âlemden çekip bizi başka bir âlemin seslerine ve renklerine bağlayıp gezdirmekle, bu üç boyutlu maddi çeperlerin kuşattığı âlemden başka farklı âlemlerin de olduğunu insana bizzat yaşatarak göstermektedir. Her gece ölümün bir nevi küçük kardeşi olan uykuya dalan ve her sabah yeniden dirilircesine dünyaya gözünü açan insan, kıyametin ve haşrin alametlerini her gün seyrediyor demektir.
Görüldüğü gibi insan, öldükten sonra dirilişin bir benzerini, uyuma ve uyanması ile fiilen yaşamaktadır. Kur’ân, ölümle uyku, dirilişle uyanma arasındaki bu benzerliğe dikkat çekerek şu mesajı verir: Allah insanı nasıl uyutuyorsa, öyle öldürür; nasıl da uyandırıyorsa öyle diriltir.
C. Geçmişte Yaşanmış Diriliş Örneklerini Nazara vererek İspat
Kur’ân-ı Kerim’de dirilişin imkânını ispat yollarından birisi de geçmişte vukû bulmuş mucizevî diriliş hâdiselerine dikkat çekmesidir. 13 Kıssalar içerisinde anlatılan bu tür olaylarda şahıslarla ilgili unsurlar genelde gizli tutularak verilmek istenen bu ibret ağırlıklı mana, yaşanmış bir örnekle açıklanmıştır. Diğer bir ifadeyle, öldükten sonra dirilme gerçeği, tarihen vukû bulmuş bir olayla muhataba anlatılıp, Allah’ın ölülere tekrar hayat vermeye gücünün yettiği gösterilmiştir.
Dirilişin imkân ve vukuûnun fiilî birer delili olarak, Kur’ân tarafından tescil edilmiş bu vak’alar için “Bunları zamanında yaşayanlar gömüşlerdir, sonradan gelenler bunları göremeyecektir ki, onlara örnek olsun?” diyenlere şu noktayı hatırlatmak kâfidir: Bu hâdiseleri haber veren kaynağın hakkaniyeti ispatlandıktan sonra, bunların her gün gözler önünde cereyan etmekte olan vakıalardan farkı kalmaz. Kur’ân’ın diriliş gerçeğini akıllara yaklaştırmak ve onu ispatlamak için hatırlattığı bu vakıalar, cereyan ettikleri çağdakilere ışık tuttuğu gibi her zaman ve mekândaki insanlara da mesaj mahiyetindedir. 14
Diriliş hakkındaki şüphe ve tereddütlerin giderilmesi sadedinde serdedilen bu örnekler, bir yandan dirilişin imkân dairesinde bir hâdise olduğunu bildirirken aynı zamanda dirilişin mutlaka cismanî olacağını da haber vermektedir.
Kur’ân, ölüm sonrası dirilişi hayretle karşılayan ve bu konuda kesin bilgi sahibi olmak isteyenlere cevap teşkil etmek üzere, geçmişte yaşanmış duyular âleminden insan zihnine diriliş gerçeğini yaklaştıran örnekler sunmuştur.
Bunların birkaçını şöyle sıralayabiliriz: Üç yüz seneden fazla mağarada uyutulduktan sonra Ashab-ı Kehf’in diriltilmesi, 15 İsrailoğullarından ölmüş birisinin, kendisine bir sığırın bir parçasıyla vurularak diriltilmesi, 16 Sina çölünde İsrailoğullarından bir topluluğun topluca öldürülüp diriltilmesi, 17 Hz. İsa’nın bir mu’cize olarak bazı insanları hayata kavuşturması ve bunun yanında Allah’ın izniyle çamurdan yaptığı kuşlara üfleyip onları diriltmesi18 ve Hz. İbrahim’in talebi üzerine parçalanmış dört kuşun diriltilmesi. 19
Kur’ân-ı Kerim’de dirilişin mümkün olduğu ve zamanı geldiğinde de vâki olacağı çok net bir şekilde ifade edilmektedir. Bu konuda muhtelif delillerin yanında, vaad ve vaîdlerinde hilafı muhal olan Allah’ın insanları yeniden dirilteceğini bildirmesi haşre imanın en temel delilidir.
* yozturk@yeniumit.com.tr
Dicle Üniv. İlahiyat Fak. Öğrt. Üyesi
Dipnotlar
1. Ebu Zehra, Muhammed, el-Mu’cizetu’l-Kübra el-Kur’ân, Kahire ts., s.347-8.
2. Nasih, Abdülhay, Ölüm Ötesi Hayat, Nil yay., İzmir 1994, s.97.
3. M. Gazâlî, Akîdetu’l-Muslim, Daru’l-Kütübi’l-İslâmiyye, Kahire 1980, s.259.
4. Konuyla alakalı benzer ifadelerin yer aldığı diğer bir ayet ise, şöyledir: “Söyleyin şimdi, tutuşturmakta olduğunuz ateşin ağacını siz mi yarattınız, yoksa yaratan Biz miyiz? Biz onu (kudretimizi) hatırlatıcı bir ibret ve oradan gelip geçenler için bir istifade vesilesi kıldık. Öyleyse yüce Rabbi’nin adını tenzih et.” (Vâkıa Sûresi, 56/71-74)
5. Araplar bu iki yeşil ağacı merh ve afâr olarak isimlendiriyorlardı.
6. Aslında insanoğlu bile bunun benzerini Allah’ın tevfîk ve lütfuyla hayatında tatbik etmektedir. Söz gelimi, insan elektrikten istediği zaman ateş alabildiği gibi, istediği zaman da buz ve soğuk elde edebiliyor.
7. Bûtî, Kübra’l-Yakiniyyâti’l-Kevniyye, Daru’l-Fikr, 1394, s.364.
8. Nasih, Abdülhay, a.g.e., s.40.
9. A’raf Sûresi, 7/25; Rum Sûresi, 30/19; Casiye Sûresi, 45/35.
10. Kâf Sûresi, 50/11.
11. Draz, el-Medhal, Daru’l-Kalem 1983, s.85.
12. Yazır, M. Hamdi, Hak Dini Kur’ân Dili, 3/1949-50.
13. Bkz., et-Taftazanî, Şerhu’l-Makasıd, V, 106; Ebu Zehra, el-Mucizetu’l-Kübra, s.363.
14. Çelik, Muhammed, Kur’ân’da İknâ Hususiyeti, Çağlayan yay., İzmir, 1996, s.108.
15. Bkz., Kehf, 18/9-19
16. Bkz., Bkz., Bakara, 2/72-73.
17. Bkz., Bakara, 2/55-56.
18. Bkz., Al-i İmran, 3/49; Maide, 5/110.
19. Bkz., Bakara, 2/2
Ölülerin Tasarrufu ve Dirilere Faydası Var mıdır? |
|
|
Hüseyin AVNİ tarafından yazıldı. |
ÖLÜLERİN TASARRUFU VE DİRİLERE FAYDASI VARMIDIR ?
Günümüzdeki çokbilmiş Materyalist Mü’minler’e(!) sorarsanız yoktur. Ancak, mühim olan Eslâf’ımızı ve imâmlarımızı koyup geçen şu turfanda müctehidlerin nevzuhûr hezeyanları değil, Ehl-i Sünnet Mü’minlerin imâmlarına göre bunların var olup olmamasıdır. Evet, Ehl-i Sünnet Mü’minlerin imâmlarına göre ölülerin tasarrufu ve dirilere faydası vardır. Nitekim İmâm Kevserî, Fahruddîn-i Râzî, Sa’deddîn Teftâzânî ve Seyyid Şerîf Cürcânî’den bu mes’eleyle alakalı aşağıda okuyacağınız ifâdeleri naklediyor:
----------------------------------------
Fahruddîn-i Râzî, Bu Husûsta Tefsîr’inde Ne Dedi?
----------------------------------------
Fahruddîn-i Râzî Tefsîr-i Kebîrinde bu husûsta şöyle diyor:
Cismânî alâkalarından (bağlantılarından) kurtulan, cesedlerin karanlıklarından çıkmalarından sonra, ulvî (yüce) âleme kavuşmağa şiddetli arzulu olan beşeri rûhlar, melekler âlemine ve mukaddes yerlere giderler ve onlardan bu âlemde eserler/izler ortaya çıkar. O yüzden, işte onlardır “işleri tedbîr edenler.”İnsan, rü'yâda üstadını görür de, O’na içinden zor çıkılabilecek bir şeyi sorar, o da kendisine halli/çözülmesi zor olan o mes'elenin nasıl çözüleceğini gösterir; öyle değil mi? İnsân bazen üstâdını rüyâda görür de, O’na, içinden çıkılması zor bir mes’ele sorar da üstadı kendisine o mes’eleden çıkışın yolunu gösterir; öyle değil mi? Oğul, bazen babasını rüyada görür de, babası ona gömülen bir defînenin yolunu gösterir; öyle değil mi? Câlinos (İsimli eski bir hekîm/doktor) “ben hastaydım; kendimi tedâvî etmekten âciz kaldım da, rüyâda tedâvînin nasıl olacağını bana öğreten birini gördüm,” dedi; öyle değil mi?...[1]
(Tefsîr’den nakil bitti.)
----------------------------------------
Râzî, El-Metâlibu’l-Âliyye’deNe Dedi?:
----------------------------------------
Fahr-i Râzî el-Metâlibu’l-Âliyye’de, -ki bu kitâb, Akâid’e dâir yazılan en kıymetli kitâblardandır- Yedinci Kitâb’ından Üçüncü Makâle’nin Onuncu Faslı’nda şöyle diyor:
“İnsan bazen ölen babasını ve anasını rü'yâsında görür ve onlara bir takım şeyler sorar. Onlar da kendisine (doğru) cevâblar verir. Bazen de ona hiç kimsenin bilmediği bir defînenin yerini gösterirler.”
Râzî sonra şöyle dedi:
“Ben ilk ilim öğrenmeye başladığımda çocuktum ve “Başlangıcı Olamayan Hâdisler”/"Sonradan Olma Kadîm Şeyler" bahsini okuyordum. Rüyâmda babamı gördüm. Babam bana şöyle dedi: (Bu mes'elede), delîllerin en güzeli şöyle denilmesidir: Hareket bir hâlden bir hâle intikâldir. O da mâhiyyeti îcâbı başka şeyden sonra olmasını gerektirir. Ezel (kadîmlik/öncesi olmamak) ise başka şeyden sonra olmamayı gerektirir. O yüzden bu iki şeyin (başka şeyden sonra olmak ve başka şeyden sonra olmamanın) bir araya getirilmesinin imkânsız olması gerekir.(Babasından Yaptığı Nakil Bitti.) Açık olan o ki, bu tarz bir cevâb bu mes'elede söylenen her şeyden daha değerlidir.
Gene işittim ki, Şâir Firdevsî, Sultan Mahmud İbn-i Sübüktek'in nâmına yazdığı “Şâhnâme” isimli kitâbı tasnîf ettiği, (Sultân kendisine) gerektiği gibi hakkını vermediği ve bu kitâba yakışır şekilde O'nu gözetmediği zaman canı sıkıldı ve Rüstem’i rü'yâsında gördü. Rüstem, O'na, bu kitâbta beni çok övdün. Oysa ben ölüler arasındayım. Hakkını ödemeye gücüm yetmez. Ancak sen falanca yere git ve orayı kaz. Zîrâ, şübhen olmasın ki orada defîne bulacaksın; o defîneyi al, dedi. Bu yüzden Firdevsî, “ölümünden sonraki Rüstem, yaşayan Mahmûd'dan daha cömerttir,derdi.”
Râzî, bu Makâle’den On Beşinci Fasıl’da da delîlleri serdettikten sonra şöyle dedi:
“İşte bunlardan dolayı, bedenden ayrıldıktan sonra nefsin, cüz’îleri bilebileceğine kesin inanmak lâzım. Bu Âhiret mes'elelerinde kıymetli bir temel kâidedir.
----------------------------------------
Râzî, Bu husûsta Aynı Kitâbda Başka Ne Dedi?
----------------------------------------
"Ölüden ve Kabirlerin Ziyâretlerinden Nasıl Faydalanılacağının Açıklaması ve Îzâhı" Hakkında On Sekizinci Fasıl: Pâdişâhların büyüklerinden birisi -ki O, Melik Muhammed b. Sâm İbnü’l-Huseyn el-Ğavrî’dir- bu mes’ele hakkında bana süâl sordu. O, gidişâtı güzel, yolu makbûl, âlimlere meyli şiddetli, dîndâr ve akıllıların meclislerine rağbeti kuvvetli olan bir zât idi. Ben de bu husûsta bir risâle yazdım. Şimdi de burada o risâlenin hulâsasını anlatıyorum veşöyle diyorum:
Bu husûsta konuşmak için bir takım mukaddimeler(e ihtiyâc) vardır:
Biz, insan nefislerinin bedenlerin ölümünden sonra bâkî olduğunu vebedenlerinden ayrılan o nefislerin, bedenlerine bağlı olan nefislerden bazı yönleri ile daha güçlü olduğunu göstermiştik.
Bedenlerinden ayrılan nefislerin, ayrılmayanlardan bazı yanlardan daha güçlüolmaları şundandır: O nefisler bedenlerinden ayrılınca perde yok olup ğayb âlemi ve Âhiret konaklarının sırları onlara açılır. Bedenlerdeyken bürhânlarla/kesin delîllerle bilinen bilgiler, bedenlerden ayrıldıktan sonra, zarûrî (delîle muhtaç olmadan herkesin bilebileceği) hâle gelirler. Zîrâ, nefisler bedenlerde meşakkat ve örtü altında idiler. Bedenler yok olunca, kalmayınca o nefisler açıldı, ışığa çıktı ve parıldamağa başladı; bedenlerden ayrılan nefisler için bir nevi üstünlük hâsıl oldu. Bedenlerdeki nefislerin de başka bir yönden bedenlerden ayrılan nefislerden üstün oluşları ise şundandır: Çünkü kesb/kazanma ve taleb etme âletleri, birbirine eklenen fikirler, birbirine takip eden görüşler vâsıtasıyla kalıcıdırlar ve her bir gün yeni bir ilim elde etmektedirler. Bu hâl ise bedenlerden ayrılan nefislerde yoktur.
Nefislerin bedenlere bağlı oluşu şiddetli bir aşk ve tastamam bir sevgiye benzer. Bu sebeble bu dünyada elde etmeyi istedikleri her şeyi, hayır ve rahatı bu bedene ulaştırmak için isterler. O halde -Nefs-i Nâtıkaların olup biten teferruâtı bilebileceklerine ve ölümlerinden sonrada bu idrâk ile sıfatlanmış olarak kalacaklarına dâir görüşü müdâffa ettiğimizi göre- insan ölüp nefis bedenden ayrılınca bu meyil (gene de) kalır ve bu aşk yok olmaz. Bu nefisler o bedenlere büyük bir meyil ve büyük bir çekici (cezbedici) hâlde kalırlar.
Bu mukaddimelerden (anlatılmak isteneni) anladıysan, şöyle deriz: İnsan, nefsi kuvvetli, cevheri kâmil ve te’sîri şiddetli bir kişinin kabrine gider, orada bir zaman durur ve nefsi o türbeden te'sîrlenirse -ki, sen ölünün nefsinin o türbeyle bir bağlantısı olduğunu bilmiştin- işte o zaman diri ziyâretçinin nefsi ile ölünün nefsi için o türbe üzerinde bir araya gelme sebebi ile bir karşılaşma meydana gelir. Böylece o iki nefis, her birisinin şuası diğerine aksedecek şekilde yerleştirilen, net gösteren iki aynaya benzer hâle gelirler. Böylece o diri ziyâretçinin elde ettiği delîllerle kazanılan ma’rifetler, kazanmakla elde edilen ilimler, Allah celle celâlühû’nun önünde eğilmek ve Allah celle celâlühû’nun hükmüne razı olmak türünden olan üstün ahlaktan o ölünün rûhuna akseder. O ölen kimsenin de nefsine hâsıl olan, kâmil parlak ilimlerden bir nûrdan da o diri ziyâretçinin rûhuna akseder. Bu yolla da o ziyâret edilen ve edenin rûhu için en büyük fayda ve en yüce güzellik hâsıl olmasına sebeb olur.
Kabir ziyâretinin meşrû' olmasındaki aslî sebeb(lerden biri) işte budur. Bu ziyârette, bahsettiğimizden daha ince ve gizli daha başka sırların da hâsıl olması ihtimâlden uzak değildir. (Râzî’den nakıl bitti.)
----------------------------------------
Allâme Sa’deddîn Teftâzânî Ne Diyor?
----------------------------------------
Allâme Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da, -ki bu kitâb temel Usûlüddîn (akâid) kitâblarındandır- ikinci cüz otuz üçüncü sahîfede felsefecilere cevâb verirken şöyle diyor:
Felsefecilere göre, cüz’îlerin idrâk edilmesi (algılanması) sûretin âletlerde hâsıl olmasına bağlı bir şart olunca, nefsin (bedenden) ayrılması ve âletlerin kalmaması anında şartın yok olması ile meşrûtun (şarta bağlı olarak var olanın) yok olması zarûretinden (kaçınılmazlığından) dolayı cüz’îleri
[6]idrâk ede(bile)cek şey de kalmaz.
Bize göre de âletler cüz'îlerin idrâkinde, ya bu (idrâkin) ne nefiste ne de histe sûretin hâsıl olması ile olmadığından veya cüz'înin sûretinin nefiste şekillenmesi imkânsız olmamasından dolayı şart olmaması, hattâ İslâmın kaidelerinden açık olanın bu olması sebebiyle, nefsin bedenden ayrıldıktan sonra cüz'î idrâkleri, diri olanların, bilhassa (onlardan) dünyada kendileri ile ölü arasında tanışıklık olanlarının hâllerinin cüz'îlerinden bazısını bilmesi sâbittir. Kabir ziyâreti ve hayırların inmesi, musibetlerin de savulması isteklerinde, ölülerden hayırlı nefislerle olan istiâne (yardım isteme) ile, işte bundan dolayı faydalanılır. Zîrâ nefsin (bedenden) ayrılmasından sonra beden ve bedenin gömüldüğü türbe (kabir) ile bir tür bağlantısı, alâkası vardır. O yüzden diri olan o kabri ziyâret ettiği vakit, iki nefis arasında buluşma ve feyz alıp vermeler olur...
Kısacası velîlerin kerâmetleri az kalsın nebîlerin mu'cizelerinin ortaya çıkmasına katılıyordu.[8] Kerâmetlerin inkâr edilmesi bid'atçiler ve hevâların sâhibleri için şaşılacak bir şey değildir. Zîrâ bunu, ibâdet işlerinde çaba sarf etmeleri, kötülükler(in bazısın)den kaçmalarına rağmen, kendilerinde asla görmediler. Bir şey üzere olduklarını iddiâ eden önderlerinden de işitmediler. Bu yüzden, kerâmet sâhibi Ehlüllâhın derilerini parçalayarak ve etlerini ısırarak aleyhlerine düştüler. Onları ancak, “mutasavvıf câhiller” diye isimlendirerek, meşhûr olan“ben onlara bol bol söğdüm, sövmekten bir şey bırakmadım; ama onlar develeri aldılar götürdüler (malı götürdüler)”[9]atasözü altına oturdular. Onları ancak,“bid'atçılar arasında olan kişiler”sayıyorlar. Bilmediler ki, bu işin binası, akîde berraklığı, sır paklığı, tarîkat izince gitmek ve hakîkati seçmek üzerinde kuruludur.”
[10] (Taftâzânî’nin sözü bitti)
İmâm Kevserî şöyle diyor: Bu büyük İmâmın, kerâmet sâhibi ehlüllâh hakkındaki sözü işte budur. Hâlbuki O'nun tasavvufla herhangi bir bağı ve bağlantısı da yoktur. Bunda, Ümmet'in seçkin kişilerinin kanını yalamayı âdet edinenler için bir ibret vardır...
----------------------------------------
Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî Ne Diyor?
----------------------------------------
Allâme Seyyid Şerîf Cürcânî, el-Metâli’ üzerine yazdığı Haşiye’sinin başlarında, Kitabı şerheden (Kudbuddîn er-Râzî’n)in, kitâbın[11] (Metâli’ Şerhi Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr’ın) başlarında,
[12] Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âline salât etmenin yönünü (ve îzâhını) ve feyz elde etmede onlarla tevessül etmeye olan ihtiyacın şeklini açıklarken şöyle dedi:
Eğer,bu tevessül, rûhlar bedenlere bağlı olduklarında tasavvur edilebilir, onlardan ayrıldıklarında ise düşünülemez. Zîrâ, artık bu durumda münâsebeti gerektiren hiçbir şey yoktur, dense, (Şöyle) deriz:O'na (bunu söyleyene cevâb olarak) şu yeterlidir: Onlar, (Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem ve âli'nin rûhları) yüksek bir himmetle nâkıs nefisleri kâmil hâle getirmeye yönelik kimseler olarak bedenlere bağlıydılar. Onun (bu özelliklerinin) eseri onlarda bâkidir. İşte bundan dolayı, kabirleri de ziyâret etmek, birçok nûrların onlardan ziyâretçilere akmasını hazırlayan(bir sebeb)dir. Nitekim bunu basîret sâhibleri müşâhede etmektedirler.[13] (Cürcânî’nin sözü bitti.)
Basîretsizler ise, İslâmî hassâ-siyyet iddiâsıyla, ölümle her şey biterdüşüncesindeki müşriklerle nerdeyse aynı istikâmette ilerlerler.
----------------------------------------
İbnü’l-Kayyim el-Cevziyye Ne Diyor?
----------------------------------------
Ehl-i Sünnet akîdesi noktasında affedilmez şâzzları bulunan İbnu’l-Kayyim bu husûsta insâflı hareket ediyor; Ehl-i Sünnet’e muhâlefet etmeyip hakkı i’tirâf ediyor. Taraftarlarına lâzım olur düşüncesiyle O’nun ne dediğini de buraya alalım.
İbnu’l-Kayyimer-Rûh isimli kitâbında[15]
şöyle diyor:
Bedenin esîrliğinden, bağlarından ve engellerinden kurtulan rûhun, zelîl bedenin bağlarında ve engellerinde hapsolunan rûhta olmayan, tasarruf güç, nüfuz, himmet, hızla Mevlâ’ya yükselmesi ve Allah’la alâkası vardır. Bedeninde mahbûs iken (rü'yâdayken) bu olursa, ya ondan sıyrılıp ayrılınca, güçleri kendinde bir araya toplanınca ve de (bedene girmeden evvel rûhlar âlemindeki) ilk vaziyetinde de yüce, pak, büyük ve yüksek himmet sâhibi olunca nasıl olur? İşte bu rûhların bedenden ayrılınca başka bir hâli başka bir işi vardır.
Rûhların, bedenlerindeyken ben-zerlerine güç yetiremeyecekleri şeyleri ölümlerinden sonra yaptıklarına dâir insanoğlunun çeşitli sınıflarında görülen rü'yâlar tevatür ede gelmiştir. Bir, iki, az bir sayı ve benzeri ile çok sayıda askerleri bozguna uğratmak gibi... Nebî sallallâhu aleyhi ve sellem, Ebûbekir ve Ömer radı-yellahu anhumâ, nice kez rü'yâda görülmüştür ki, rûhları küfr ve zulüm ordularını hezîmete uğratmışlardır. Bir de bakılmıştır ki, küfür orduları -sayılarının çokluğuna ve mü'minlerin zayıflığına ve azlığına rağmen- mağlup olmuşlar ve kırılmışlardır. (İbn-i Kayyim’in sözü bitti.)
İbn-i Kayyım, ibâdet ve ittibâ’ ile yücelen ve bedenin esaretinden kurtulup Allaha yükselen rûhların tasarruf güçlerinin bedenin esîri sufli rûhların güçlerinden daha çok olacağını ifâde etti. Bundan hareketle, bedenin esâretinden tamamen kurtulan, bu arada, rûhlar âleminde de zâten ulvî olan rûhların çok daha güç ve nüfuz sâhibi olabileceğini de ortaya koydu. Sonra, Kur'an ve Sünnet’in ifâdeleriyle,“Husûsan onlar/Mü'minler içün dünya ve Âhiret’te büşrâ/müjdevar”[16]
olduğu haber verilen sâlih rü'yâlarla bunun müşâhede edildiğine dikkat çekti.
Bu kadarı mü'minler için yeterlidir. İnanmayacaklara bütün âyetler ve mu’cizeler de yetmez.
Hüseyin AVNİ
Fahruddîn-i Râzî, et-Tefsîru’l-Kebîr:11/31 (Nâziât:5. âyetin tefsîri)
[2] Bazı felsefeciler ile İbn-i Teymiyye ve gölgeleri İbn-i Kayyım ve diğerleri, "bazı hâdislerin/sonradan yaratılan eşyânın/varlıkların aynı zamanda Kadîm/ezelî olduğunu", yani onların hem “yaratılmış” hem de “kadîm” ve “ezelî” olduğunu iddia etmişlerdir. Allah celle celâlühû’yu hâşâ hiçbir zaman koltuksuz bırakmamak için Arş'ın aynı zamanda hem mahlûk yani yaratılmış hem de kadîm olduğunu iddia etmişlerdir. Bir yandan felsefecilere karşı nasslardan yana mücâdele ettiklerini iddia edip mü’minleri yanıltırlarken diğer yanda felsefecilerin kuyruklarına takılmışlardır. Halbuki böyle bir iddia saçma bir iddiadır. Bir şeyin, hem “hâdis” olması hem de “evveli olmayan”/“Kadîm” olması İmkânsızdır. Geniş bilgi için, İmâm Sübkî'nin "es-Seyfu’s-Sakîl”ine ve ona İmâm Kevserî tarafından yazılan hâşiyesi “Tebdîdü’z-Zalâmi’l-Muhayyim”e bakılsın.
EL-Metâlibu’l-Âliyye:7/228
EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/261-262
EL-Metâlibu’l-Âliyye: 7/275-277
Âlemde var olan şeylerin ayrı ayrı olarak her birini
[7] Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 3/338 Kitâbın tahkîkını yapan edebsiz câhil ise bu işin Allah Teâlâ
tarafından yasaklanan bir şirk olduğunu söylerken Allah’dan korkmamanın yanında kullardan da utanmıyor. Öyle ya
ona göre -hâşâ- bir müşrik olan Teftâzânî’nin kitâbını tahkîk edip neşretmekle maddî menfaati ön plâna çıkarıyor.
Hattâ, “az kalsın”ı, “neredeyse”si yok, İmâm Nesefî ve bir çoklarına göre “velîlerin kerâmetleri bağlı oldukları nebî
lerin mu’cizeleridir”.
“Evsa’tühüm sebben ve evdev bî’l-ibili” “ben onlara bol bol sövdüm, sövmekten bir şey bıtrakmadım; ama onlar da develeri (malı) aldılar götürdüler” sözü, bir Arab darb-ı meseli/atasözü olup hikâyesi şöyledir: Arablardan adamın birinin develerine baskın yapılmış ve develer alınıp götürülmüş. Gözden kaybolduklarında bir tepeye çıkmış ve onlara sövmeye başlamış. Kavmine döndüğü zaman, ona malını sormuşlar. O da bunun üzerine yukarıda geçen sözü söylemiş. (Meydânî, Mecma’u’l-Emsâl: 3/426, md.4360)
Sa’düddîn et-Teftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd: 5/75 (Âlemü’l-Kütüb)
Makâlat’tâ, “kitâb” matbaa hatası olarak “kütüb”/kitablar şeklinde basılmıştır; hataya düşülmesin.
Levâmi’u’l-Esrâr Şerhu Metâli’i’l-Envâr: Bir baskısında:5, başka bir baskısında: 6-7
Kudbuddîn er-Râzî, şu eserinde hem “tevessül”u hem de “isti’âne”yi zikredip müdâfaa ediyor.
Seyyid Alâ Şerhi’l-Metâli’: Bir baskısında:17, başka bir baskısında:19
14 Yukarıdaki üç büyük İmâm, Râzî, Teftâzânî ve Cürcânî’den aktarılan ifâdeler, önce İmâm Kevserî’nin Makâlât'ından (382) kısaltılarak nakledilmiştir. Daha sonra asıl me’hazlara varılmıştır. Onun verdiği me’hazların/kaynakların kimileri yazma, kimileri de eski baskı olduğu ve kimi yerleri rakamla vermediği için me’hazları zamânımızda basılan kitâblardan gösterdik.
İbnü’l-Kayyim, Er-Rûh: 237
16 Yûnus: 64
|
KURANA GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI
Dr. Nebil M. Tevfik es-Semâlûtî
Gerçekte bir tevhid dini olan İslâm, önümüze insanın tabiatı, rolü, görevi, akıbeti ve psikolojik yapısıyla ilgili doğru, kapsamlı bir görüş koymuştur. Araştırmaları, mukayeseleri ve deneylerinin gerçekçi, sıhhatli ve doğru bir anlayıştan kaynaklanabilmesi için psikoloji, sosyoloji ve antropoloji ilimleriyle meşgul olanların, bu İslâmî görüşü açık seçik bilmesi gerekir. Çünkü bu, çarpıtma, sapıklık, dinsizlik, putperestlik, doğru yoldan ayrılma Batı ve Doğu düşünürlerinden birçoğunun içine düştüğü metod hataları karşısında yegâne teminattır.
I-KUR'AN'A GÖRE İNSANIN YAPISI ve GERÇEK YORUMU
Batı dünyasında insanın yapısı ve tabiatıyla ilgili birbiri ile çelişkili ve değersiz bazı teorilerin kısaca verilmesinden sonra, bu konuda gerçek İslâmî görüşün esaslarını araştırmamız gerekir. Bu görüşün bulunmaması, hem Batı ve hem Doğu dünyasında (Sovyetler, Doğu Avrupa ve Çin'de) dinsizlik akımlarının doğduğu bir kargaşa ve probleme sebeb olmuştur.
Gerçekte bir tevhid dini olan İslâm, önümüze insanın tabiatı, rolü, görevi, âkıbeti ve psikolojik yapısıyla ilgili doğru, kapsamlı bir görüş koymuştur. Araştırmaları, mukayeseleri ve deneylerinin gerçekçi, sıhhatli ve doğru bir anlayıştan kaynaklanabilmesi için psikoloji, sosyoloji ve antropoloji ilimleriyle meşgul olanların, bu İslâmî görüşü açık seçik bilmesi gerekir. Çünkü bu, çarpıtma, sapıklık, dinsizlik, putperestlik, doğru yoldan ayrılma Batı ve Doğu düşünürlerinden birçoğunun içine düştüğü metod hataları karşısında yegâne teminattır. Bu hataların en önemlisi bütünü araştırmadan ve kavramadan, parçayı bütün şeklinde değerlendirmektir. Gerçekte ve Kur'ân düşüncesine uygun olarak insan, Allah'ın yeryüzündeki halifesidir. Bu konuda Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Hatırla ki Rabbin meleklere: Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım, dedi. Onlar: Bizler hamdinle seni tesbih ve takdis edip dururken, yeryüzünde fesat çıkaracak, orada kan dökecek kimseler mi yaratacaksın, dediler. Allah da onlara: Sizin bilemeyeceğiniz şeyleri her halde ben bilirim, dedi. Allah, Adem'e bütün isimleri, öğretti. Sonra onları, meleklere arzedip: Eğer siz görüşünüzde doğru iseniz, şunların isimlerini bana bildirin, dedi. Melekler: Yâ Rab! Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz, Senin bize öğrettiklerinden başka bizim bilgimiz yoktur. Şüphesiz âlim ve hakim olan ancak Sensin dediler. (Bunun üzerine): Ey Âdem! Onların isimlerini meleklere haber ver, dedi. Âdem onların isimlerini onlara bildirince: Ben size, muhakkak göklerde ve yerde görülmeyenleri (oralardaki sırları) bilirim; bundan da öte, gizli ve açık yapmakta olduklarınızı da bilirim, dememiş miydim? dedi. Hani biz meleklere (ve cinlere): Âdem'e secde edin, demiştik. İblis hariç, hepsi secde ettiler. O yüz çevirdi ve büyüklük tasladı, böylece kâfirlerden oldu. Biz: Ey Âdem! Sen ve eşin beraberce cennete yerleşin; orada kolaylıkla istediğiniz zaman, her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sâdece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer bu ağaçtan yerseniz her ikiniz de kendine kötülük eden zalimlerden olursunuz, dedik. Şeytan onların ayaklarını kaydırıp haddi tecavüz ettirdi ve içinde bulundukları cennetten onları çıkardı. Bunun üzerine: Biriniz diğerinize düşman olarak inin, sizin yeryüzünde kalıp bir süre yaşamanız lazımdır, dedik. Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Hepiniz oradan inin, dedik; yalnız (iyi bilin ki) size benden bir hidayet geldiği zaman, kim benim hidayetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkar edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktir, onlar orada ebedî kalacaklardır." (Bakam, 2/30-35) (**)
İşte bu, insanın mâhiyeti, yaradılışının şartları ve onun görevi konusunda doğru bir Kur'ân ifadesidir. Çünkü o, insanın iki yönünü de yani şehevî (kendisinde hayvanlarla müşterek olduğu toprakla ilgili yönü) ve ilâhî, rûhî, ulvî yönü ki bunun kaynağı Allah'ın ruhudur, ve akılda, iradede, üstün zihinsel kabiliyetlerde, zekada vs. kendini gösterir. İşte bunlar, onu kulluğa, tefekküre, yeryüzünde Allah'ın dinini hâkim kılmaya, beşerî ilişkilere ve yeryüzünü imâra ehil kılan kabiliyetlerdir. Gene bu ruhî güçler, göklerin, yerin ve dağların korktukları için kabul etmedikleri, fakat Allah'ın kendisine teklif ettiği o emaneti taşımağa onu ehil kılan güçlerdir. Nitekim: "Biz emâneti, göklere, yere ve dağlara sunduk; onu yüklenmekten kaçındılar, onun sorumluluğundan korktular; onu insan yüklendi; (bununla beraber onun hakkını tam yerine getirmedi), doğrusu o, çok zâlim, çok câhildir." (Ahzâb, 33/72) buyrulmaktadır. Bu tamamen doğru ve gerçeği getiren Kur'ân vasıtası ile biz insanı, yapısı ve görevi cihetleri ile tanıyabiliyoruz. Çünkü Yüce Allah, yeryüzünde insanı halife kıldı ve orada Allah'ın dinini yayması için üremesini ve çoğalmasını istedi. İşte (yeme, içme, uyuma ve cinsiyet gibi) arzuların yaratılış sebebi budur. İnsan, Allah'ın dinini yaymak ve O'na ibadet etmekle yükümlüdür ki bunlar yüksek potansiyellere (kudurât) ihtiyaç duyan vazifelerdir. İşte insandaki Allah'ın rûhunun yorumu budur. Ona görevini (Yüce Allah'ın kendisine çizdiği şekilde) yapma imkânı sağlayan güçleri veren de bu ruhtur. Bizzat Allah'ın insanın önceki durumunu ve onu yaratacağını melekler topluluğuna ilân etmesi, O'nun insana son derece değer verdiğini gösterir. Bu durumda melekler, bu haberden korkmuşlar, "Allah'ın emrine karşı gelmez, emrolunduklarını daima yerine getirirler."(Tahrim, 66/6) âyeti gereğince şimdiye kadar kendisine böyle bir müracaatta bulunmadıkları halde), o yeni yaratığı açıklayacak olan fazla bilgi ve izah isteğiyle Rablerine başvurmuşlardı. Sonra da iş, Rablerinin emriyle meleklerin Adem'e secde etmesiyle sonuçlanmıştı. Aslında bu, Allah'ın insanı yaratma mucizesine karşı bir secde idi. Allah'a halife olmak; inşâ, îcâd, îmâr, değiştirme, başkalaştırma ve irade faaliyetlerini kapsar. Bütün bunlar, kendisinden halîfesine bir kıvılcım veren ve türlü bilgilerle donatan Yüce Yaratıcının özelliklerindendir. Nitekim âyette şöyle buyrulmuştur: "Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti." (Bakara. 2131)
Allah ona ilim vermiş, öğrenme ve keşfetme gücü bahşetmiştir. İşte bu, insana verilen ilâhî ruhtan kaynaklanan bir güçtür. Allah, insana bu büyük öğrenme kabiliyetini vererek göklerde ve yerde bulunan her şeyi onun hizmetine sunmuştur. Bir âyette şöyle buyrulmaktadır. "Göklerde ve yerde olanların da hepsini emrinize vermiştir."(Câsiye. 45/13) Ancak insan, hayvanî ve toprağa ait yönü itibariyle, şehvet denilen birtakım arzulara ve içgüdülere sahip olarak yaratılmıştır. Allah Teâlâ insanın tabiatına, bunları belli bir hikmetle (beşer cinsinin devamı için cinsiyet içgüdüsü; ana-babaların çocuklarına bakması için analık-babalık içgüdüsü; benliğin korunması için yeme, içme, uyuma; dini, nefsi, malı ve evlâdı korumak için de savaş ve saldırganlık içgüdüsü vs.) koymuştur. Bu hususta da Allah Teâlâ şöyle buyuruyor: "Kadınlardan, oğullardan, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşten, salma atlardan, davarlardan ve ekinlerden gelen zevklere aşırı düşkünlük, insanlara süslü (câzip) gösterildi. Bunlar, sadece dünya hayatının geçimidir. Asıl varılacak güzel yer, Allah'ın yanındadır." (Âl-i İmran, 3/14)
Allah Teâlâ, insanı kendisiyle azmini ve iradesini ölçeceği bir imtihana tâbî tutmuştur. Bu ilâhî ve gerçek bir imtihandır. Hataya, tahrife, yalana ve sebatsızlığa mâruz beşerî ve nefsî imtihanlar gibi değildir. Bu ilâhî imtihan, yeryüzünden önce, cennette mahallî bir imtihandı. O, muayyen ağaca Adem'in yaklaşmaktan ve yemekten nehyedilmesi sûretiyle olmuştur. O ağaç, Âdem için bir şehvet (arzu) olmuştur. Ancak şeytanın vesvesesi, onun azmini, iradesini ve emri tutmasını zayıflatmış ve neticede bu imtihanı kaybetmiştir. Şeytanın kendisine vaadettiği ve eskimeyecek olan, o ebediyet ve saltanat ağacına tamah ederek onun vesveseleri karşısında dayanamamıştır. Nitekim âyette zikredilmektedir: "Andolsun Biz, önceden Âdem'e (o ağaçtan yememesini) emretmiştik, o unuttu. Biz onda günaha işlemeye karşı bir azim (ve sebat) bulmadık."(Tâhâ, 20/15) Şüphesiz ki insanı Allah yarattı ve nefsinin ona verdiği vesveseleri bilir ve O, ona şah damarından daha yakındır.
Adem'in hatasının, kendisinden ayrılmayan ve kıyamete kadar da ayrılmayacak olan ebedî bir hata (aslî suç) olduğuna, Mesih'in (Hz. Îsâ) insanlık için kanını fedâ ettiğine ve bir daha fedâ etmek üzere tekrar döneceğine kail olan yanlış kilise tasavvurunun aksine, İslâm'ın bu insan anlayışı, gerçekçi ve doğru bir anlayıştır. Çünkü o, insanın, şehvet sevgisiyle yaratılmış, şeytanın vesveselerine mâruz olan; ne kadar zayıf bir varlık olduğunu açıklamaktadır. Ancak bu beşerî zaaf, ebedî bir zaaf değildir. Nitekim Âdem (as)'in cennetteki hatası da kıyâmete kadar kendisinden ayrılmayan bir hata değildir. Çünkü Allah onu peygamber olarak seçmiş, tevbesini kabûl etmiştir ki Allah'ın rahmeti her şeyi kaplayacak kadar geniştir. Allah şöyle buyurur: "Âdem, Rabbinden birtakım ilhamlar aldı ve derhal tevbe etti. Çünkü Allah tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olandır. Hepiniz oradan inin, dedik; yalnız (iyi bilin ki) size Benden bir hidâyet geldiği zaman, kim Benim hidâyetime uyarsa, artık onlara bir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar ise cehennemliktir, onlar orada ebedî kalacaklardır."(Bakara, 2/37-39)
II- İSLÂMÎ AÇIDAN NEFSİN SINIFLANDIRILMASI
İnsan nefsinde doğuştan bir zayıflık olduğu için, Allah onu; takvasını, yükselmesini ve ulvî derecelere ulaşmasını sağlayacak unsurlarla donatmıştır. Buna göre nefiste sadece cinsiyet ve saldırganlık içgüdülerininin doğuştan (fıtrî); içgüdülerin üstüne yükselme, arzuları frenleme, dindarlık ve değerlere bağlılık gibi kabiliyetlerin hepsinin yaradılışa aykırı olarak sonradan kazanılmış şeyler olduğunu iddia eden Freud nazariyesi, değerini kaybetmektedir. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 91/7-10)
İslâm'ın nefis hakkındaki objektif ve gerçeğe uygun tahlili, insan nefsinin üç mertebesinin bulunduğu esasına dayanır:
1. Nesf-i emmâre: (Kötülüğü emreden nefis): Bu bencil, saldırgan ve içgüdüsel nefistir. Bunlar insan fıtratının bazı yönleridir. Nitekim âyette: (Hz. Yusuf (as) dilinden) "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayan ve esirgeyendir," (Yusuf; 12/53) buyrulmaktadır.
2. Nefs-i levvâme: Bu sahibine dönüp onu hakka, istiğfara ve doğru yola döndürmeğe çalışan nefistir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan (pişmanlık duyan) nefse yemin ederim. "(Kıyâme, 75/1-2)
3. Nefs-i mutmainne: Bu da Allah'a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah'tan olduğuna imân ile, Allah'ın emrettiği şeye uyması ve haram kıldığından kaçınması itibariyle, nefis mertebelerinin en yükseğidir. Allah Teâlâ: "Ey huzura eren nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön. (Seçkin) kullarım arasına katıl ve cennetime gir."(Fecr, 89/27-30) buyrulmaktadır.
Denebilir ki, Freud, şahsiyet nazariyesiyle İslâm'ın nefis hakkındaki bu üçlü tasnifini çirkinleştirmiştir. O, bu nazariyesinde şahsiyeti id, ego ve süper ego şeklinde taksim eder. İd, nefsin ırsî, şehevî ve içgüdüsel yönüdür (cinsiyet ve saldırganlık). Ego, şahsiyetin gerçekleşen yönüdür ve sonradan kazanılmıştır. Süper ego, şahsiyetin ideal tarafıdır ve o da insan tabiatına zıt olarak sonradan edinilen kısmıdır. O, değerleri, dinî inançları ve yüce idealleri nefsin bu kısmından sayar ve bunları, tabiî arzuların şuuraltına itilmesi ve insanın arzularını gerçekleştirmede başarısızlığa uğraması sonucu meydana gelen psikolojik problemlerin birçoğunun sebebi olarak kabul eder. Freud, din duygusunun fıtrî oluşunu, insanın Yaratıcı ile irtibatının tabiî olduğunu ve böyle olmadığı takdirde ne din, ne ideal, ne de değer diye bir şeyin bulunamayacağını; dinlerin farklı oluşunun ise, tevhid dîni olan İslâm'la temsil edilen selim fıtrattan sapma sonucu meydana geldiğini bilmezlikten gelmiştir.
III- İNSANIN TEMÂYÜLLERİ VE İHTİYAÇLARINI KARŞILAMADA İSLÂMÎ DENGE
İnsanın ihtiyaçlarına ve isteklerine cevap vermede İslâm'ın öngördüğü çare, fevkalâde ince (dakik) bir ölçü ile temâyüz eder. Çünkü insan, bir yönüyle bedenî, yani içgüdüsel ve toprağa ait, diğer yönüyle de rûhî ve ilâhî bir yapıya sahiptir. Nitekim âyette: "Rabbin meleklere demişti ki: Ben çamurdan bir İnsan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın." (Sâd, 38/71-72) buyrulmaktadır.
Buna göre o, çift tabiatlı yegâne varlıktır; kendisi için yaratıldığı o büyük vazifesini yerine getirebilmesi için Allah Teâlâ, onu bu yaratılış özellikleriyle donatmıştır. Hayvanlar, sadece şehevî yönü, bunun aksine melekler de sadece nurânî yönü temsil ederler. İnsana gelince, onun iki yönlü bir tabiatı vardır ve biri diğerine galip gelmeyecek şekilde ölçülü ve dengeli olarak bu iki yönün doyurulması, tatmin edilmesi gerekir. Eğer Allah, insanın sadece ruhtan ibaret olmasını isteseydi muhakkak öyle yapardı; eğer onu sadece beden (madde) olarak yaratmak isteseydi, gene öyle yaratırdı. Allah Teâlâ, onun çift yönlü bir tabiata sahip olmasını istemiştir. Bu sebeple biri diğerine tecavüz etmeyecek şekilde hem ruhun, hem de bedenin ihtiyaçlarının karşılanması lâzımdır. Bu, İslâm'ın savunduğu bir görüştür ki o, israfı ve aşırılığı reddeder. Gene o, bedenî içgüdülerin doyurulması yönünden aşırı giden ve böylece insanı hayvan-mertebesine düşüren, ruhî yükselişini ve özelliğini kaybettiren; ayrıca Allah'ın, onun için belirlediği vazifesini de ortadan kaldıran maddeci görüşe karşı çıkmıştır. Diğer yandan İslâm, israfın ve taşkınlığın zıddı olan aşırı sûfîlik örneği üzerinde durur ki, bu anlayış (sûfîlik) de yanıltıcı bir denge düşüncesi esasına dayalı bir ruhbanlığa davet eder. Bu görüşe göre, beden ve ruh iki zıt yöndedir; beden zaafa uğradığı zaman ruh şeffaflaşma, yükselme, Allah'ı idrak etme ve O'nu görme gücü derecelerine ulaşır. Bunun için de bedenin zayıflaması ve şehvetlerin öldürülmesi gerekir ki, ruh saflaşsın ve yüce hallere ve makamlara ulaşsın. (Mutlak yalnızlık makamı ruhun saflaşmasına ulaşmaktır veya nirvanaya (cennete) ermektir. Nitekim, bazı ensarın halleri böyledir.)
Bu aşırı görüşlerin aksine, İslâm, ruhun istekleriyle bedenin istekleri yahut din ile dünya arasında tam bir denge sağlamak sûretiyle bu meseleyi çözüme kavuşturur. Yüce Allah şöyle buyurur: "Allah'ın sana verdiği (bu servet) içinde âhiret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma." (Kasas, 28/77). "De ki: Allah'ın kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?" (A'raf, 7/32). "Yiyin, için, fakat israf etmeyin." (A'raf. 7/31) "Kadınlarınız sîzin tarlanızdır. Tarlanıza dilediğiniz biçimde varın." (Bakara, 2/223)
Bir hadiste: "Ebediyyen yaşayacakmışsın gibi dünyan için çalış, yarın ölecekmişsin gibi de ahiretin için çalış"1 buyrulmaktadır.
İbadette aşırı giderek gecenin bütününde namaz kılan, devamlı oruç tutan, kadınlarla cinsî ilişkiden uzak duran kimsenin durumu Hz. Peygamber'e (sav) bildirildiği zaman şöyle buyurdu: "Allah'tan en çok korkanınız ve en müttakiniz olduğum halde ben, hem namaz kılarım, hem uyurum; hem oruç tutarım, hem iftar ederim (tutmam); kadınlardan da uzak durmam." Sonunda Hz. Peygamber umûmî bir kaide olarak şöyle dedi: "Kim benim sünnetimden yüz çevirirse, benden değildir."2
İslâm dini, insanın diğer insanlarla olan ilişkilerini tanzim ettiği gibi, insanın Allah'la olan ilişkisini de düzenlemiştir. İslâm, yemek, içmek ve cinsî ilişki kurmak gibi tabiî ihtiyaçları; haramlardan uzak, dengeli, ölçülü bir şekilde ve helâllik çerçevesinde mübah kılmıştır.
Yüce Allah, insanı güçlükleri göğüsleyebilmesi, kendi hayat yolunu çizebilmesi ve kendisi için yaratıldığı en büyük görevini yapmaya devam edebilmesi için mücadele etme, yarışma ve çalışma gücü ile donatmıştır. Bu yeryüzündeki görevini ve sorumluluğunu yerine getirebilmesi için zarûrî bir güçtür. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu. Lâkin Allah, bütün insanlığa karşı lütuf ve kerem sahibidir." (Bakara, 2/251)
Şu halde mücadele, hayatta temel ve sosyal bir ameliyedir. İbn Haldûn gibi bazı İslâm araştırmacıları, asabiyet konusundaki nazariyelerinin doğruluğuna delil olarak yukarıdaki ayeti göstermişlerdir. Buna ilâve olarak Yüce Allah, Âdem (as)'i peygamber olarak seçmiş, tevbesini kabul etmiş, hidayet vermiş ve onun için yeryüzünde ölene dek karar kılacağı yer ve geçimlik ihsan etmiştir: "Sizin için, yeryüzünde bir süreye kadar karar kılacağınız bir yer ve geçimlik vardır." (Bakara, 2/36)
İnsan, mücadele ve yarışma güçleriyle donatılmış olunca, karar kılacağı bir yere ve geçimliğe ihtiyacı vardır. O, kendisinden hidayet alabilmesi için Allah'la sürekli iletişim kurma ihtiyacı içindedir. "Hidayetime uyanlar için hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de." (Bakara. 2/38) Allah'ın insana hidayet etmesi o doğmadan önce, henüz zürriyet âlemindeyken başlar: "Hani Rabbin Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini aldı, onları kendilerine şahit tuttu ve dedi ki: Ben sizin Rabbiniz değil miyim? Onlar da: Evet (Rabbimiz olduğuna) şahit olduk, dediler." (A'raf, 7/172)
Çeşitli antropoloji araştırmaları, insanın Allah'a yönelişinin bütün insanlar arasında genel ve fıtrî bir yöneliş olduğunu ortaya koymuştur. Bu sebeple eski-yeni, ilkel-uygar hiçbir toplum yoktur ki belli bir Tanrı tasavvuru ile kendileriyle ona yaklaştıklarına inandıkları birtakım prensipler ve ibadetlerle ilgili dinî bir sisteme sahip bulunmasın. Müslüman olmayan bütün toplumlardaki bu anlayışlar, bozulmamış fıtrattan bir sapış olunca (çünkü Allah katında gerçek din İslâm'dır) bu durum, muhtevaları itibariyle terbiyenin ve aklın bozulmasından ileri gelmektedir. Kim doğru yola giderse, ancak kendi lehine gitmiş olur. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapmış olur. Küfredenin de günahı ancak kendisinedir. İslâm terbiyesinin üslûbu budur, yani gerçekleri açık seçik ortaya koymaktır. Nitekim Kur'ân'da: "Biz ona iki yolu (doğru ve eğri) da gösterdik." (Beled, 90/10) buyrulmaktadır. Artık o, ister şükretsin, isterse küfretsin. İşte bu, özendirme (tergib) ve sakındırma (terhib) üslûbudur.
IV- İSLÂM'DA NEFİS KAVRAMI
Yunan filozofları akıl, ruh ve nefisten söz ederken onları safiyetlerine ve cevherlerinin ulviyetine göre derecelendirdiler. Onlara göre bunların ilki ve en şereflisi akıldır. Çünkü yine onların görüşüne göre, mutlak aklın cevheri Allah Teâlâdır ve ilâhî akıl maddeden ve heyûlâdan münezzeh olan faal akıldır (Poietikos). İnsan aklı veya münfail (pasif) akıl (Pothetikos) ondan sudûr eder. Bundan sonra safiyet ve şeref bakımından ruh ve nefis gelir. Onlara göre ruh, nur unsuruna daha yakındır. Nefis ise, hava ve toprak unsurlarına daha yakındır.
Tevhid dini olan İslâm'ın bu konudaki görüşüne gelince; onun, bu kuvveleri ilâhî sıfatlara yakınlık derecelerine göre tasnif etmiş olduğunu görüyoruz. Onların en aşağı derecede olanı, bu sıfatlardan en uzak olanıdır. Ruh, Allah'ın ruhundan istimdad etmiş olması ve insanın, duyu organlarımız tarafından algılanamayan gizli bir yanı bulunması ve ölümsüz bir unsur olması sebebiyle ve varlığın sırrı olduğu için, Yüce Allah onunla ilgili ilmi kendine tahsis etmiştir. Çünkü sınırlı insan aklının onu ihata etmeye ve kavramaya gücü yetmez, ancak onunla ilgili olan bazı ipuçları ve tezahürleri idrak edebilir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: "Sana ruh hakkında soruyorlar. De ki: Ruh, Rabbimin emrindendir. Size (onun hakkında) ancak az bir bilgi verilmiştir" (İsrâ. 17/85)
Kur'ân-ı Kerîm'in akıl ve nefisle ilgili beyanlarından anlaşıldığına göre nefis, tabiata ve hayatî güce daha yakındır. Bu hayatî güç de hem içgüdüyü, hem de iradeyi içine alır. Hem şuurlu, hem şuursuz olarak görev yapar. Bu hayatî güç, geçtiği birçok ayette, uyku ile ortadan kalkan ve öldürme ile kaybolan güç, nimeti hisseden, taat ve isyanı ilham eden, yaptığı iyilik ve kötülüğün muhasebesini yapan kuvvet mânâlarına gelmektedir. Şu halde o, ya aklın rehberliği ile doğru yolu bulmuş, ya da tabiat ve hevanın temayüllerine boyun eğmiş olarak işleyen, irade eden ve kıyamet gününde kendisi için adalet terazileri kurulacak olan bir güçtür. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurdu: "Allah, ölenin ölüm zamanı gelince, ölmeyenin de uykusunda iken canlarını alır." (Zümer, 39/42). "Geceleyin sizi öldüren (öldürür gibi uyutan), gündüzün de ne işlediğinizi bilen O'dur."(En'am, 6/60) Kur'ân-ı Kerîm'de nefsin öldürülmesi zikredildiğinde bu, fert veya cemaate hitaba göre insan veya insanların öldürülmesi mânâsına gelir; "Ey iman edenler! Siz kendinize bakın. Siz doğru yolda olunca, sapan kimse size zarar vermez."(Mâide, 5/105). "Kim, bir cana veya yeryüzünde bozgunculuk çıkarmaya karşılık olmaksızın (haksız yere) bir cana kıyarsa, bütün insanları öldürmüş gibi olur."(Mâide, 5/32). "Ve kendinizi öldürmeyin. Allah, size karşı gerçekten merhametlidir." (Nisâ, 4/29). "Sonra sizler, yine o kimselersiniz ki, birbirinizi öldürüyor, içinizden bir zümreyi yurtlarından çıkarıyorsunuz."(Bakara, 2/ 85). Fakat insan kavramı, nefis kavramından daha geneldir. Çünkü insan, nefsi, hevaî arzularından alıkoymakla yükümlüdür: "Kim Rabbinin makamından korkmuş, nefsini de kötü arzulardan korumuşsa, onun barınağı da muhakkak cennet olacaktır."(Nâziât, 79/40-41).
Nefis, akıl ve ruhtan oluşan bu güçlerin hepsi, insanın benliğini meydana getirir. Bu kuvvelerden her biri insan benliğinin ilişkilerinden birini gösterir. İnsan benliği (şahsiyeti) herhangi bir şekilde müteaddi olamaz. Çünkü o benlik, hem nefis, hem akıl ve hem de ruh sahibidir. Ancak o, bütün bu hallerde tek bir insandır. Bunlar, bütün dillerde, zorunlu olarak, fonksiyonları ve tezahürleri idrak edilebilen, fakat kaynakları idrak edilemeyen gizli güçler şeklinde ifade edilirler. İnsanlar akıl, ruh, nefis melekelerinden bu şekilde söz etmişler, yine onlarla ilgili şuuraltı, şuur üstü, Allah fikri vicdan, hayal, hafıza, sezgi, zeka, düşünce ve modern psikolojideki aklî ve vicdanî diğer ameliyelerden bahsetmişlerdir. Bunlar, bilinen veya bilinmeyen kaynağı itibariyle bir olsa da, fonksiyonları ve görevlerini birbirinden ayırmak için farklı isimler altında zikredilmişlerdir. Bugün psikoloji mütehassıslarının incelediği tüm kuvveleri ile nefis, Kur'ân'da geçmektedir:
a) Nefs-i Emmâre: Bu, irsî yolla gelen içgüdüsel ve doğuştan (fıtrî) olan itici güç (motivasyon) karşılığıdır. "Ben nefsimi temize çıkarmam. Çünkü nefis, daima kötülüğü emredicidir. Meğer Rabbimin esirgediği bir nefis ola. Rabbim bağışlayan, esirgeyendir." (Yûsuf, 12/53)
b) Nefs-i Mülhime: Bu nefsin şuur (idrak) gücü mukabilidir. "Nefsi ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene yemin ederim ki, nefsini kötülüklerden arındıran kurtuluşa ermiş, onu kötülüklere gömen de ziyan etmiştir." (Şems, 91/7-10)
c) Nefs-i Levvâme: Bu, Allah'ı tefekkür etme gücü mukabilidir. Muhasebe eden ve muhasebeye çekilecek olan nefis, demektir. İşte bu sebepledir ki Kıyâme Sûresi'nde kıyâmet günü ile birlikte geçmektedir: "Kıyâmet gününe yemin ederim. Kendini kınayan nefse yemin ederim." (Kıyâme, 75/1-2)
d) Hata ve kusurlarını görüp tarayabilen nefis: Kur'ân'da buyrulduğu gibi: "Belki insan, birtakım mazeretler ileri sürerse de, öz nefsine karşı şahitlik edecek." (Kıyâme, 75/14-15)
e) Nefs-i Mutmainne: Bu, Allah'a ya da gayba tam inanma ve güvenme gücü mukabilidir: "Ey huzura eren nefis! Sen O'ndan hoşnut, O da senden hoşnut olarak Rabbine dön." (Fecr, 89/27-28)
f) Yukarıdaki maddelerde insan nefsi tüm kuvveleri ile zikredilmiştir. Bu kuvvelerin hepsi Kur'ân-ı Kerim'de, Allah tarafından mükellef tutulan ve O'nun huzûrunda sorguya çekilecek olan varlık olarak tanımlanmış bulunan insan kavramında toplanır: "Her nefis, kazandığına karşılık bir rehindir." (Müddessir, 74/38). "Biz, kıyâmet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez." (Enbiyâ, 21/47). "Kendiniz için dünyadan ne iyilik yapıp gönderirseniz, onu Allah yanında daha büyük bulacak ve karşılık olarak daha büyük mükâfat elde edeceksiniz." (Müzzemmil, 73/20)." O günde ki, herkes işlediği ne iyilik varsa, onu önünde hazır bulacak." (Al-i İmrân, 3/30). "Gökyüzü yarıldığında, yıldızlar döküldüğünde, denizler birleşip birbirine karıştığında, kabirler altüst olup içindekiler dışarıya çıkarıldığında, herkes ne yapıp gönderdiğini ve neyi ihmal ettiğini anlayacaktır. Ey İnsan! Seni o ihsanı bol olan Rabbine karşı aldatan nedir? O ki, seni yarattı, yapma düzen verdi ve seni dimdik yapıp, dilediği en güzel şekli verdi." (İnfitar, 82/1-8). "Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda, (amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında, gökyüzü sıyrılıp alındığında, cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında, kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır." (Tekvîr, 81/7-14)
"Nefislerin çiftleştirilmesi"nin anlamıyla ilgili olarak söylenenlerin hulâsası şudur: Nefisler, unsurları (mukavvimât) ve amelleri ile birleştirilir, ya da benzerleri ve akranları ile bir araya getirilir, demektir. Bu sebeple, nefsin hesaba çekilmesi demek, insanın hesaba çekilmesi demektir. Fakat insan kavramı, müstakil olarak zikredilmeleri halinde nefis, akıl ve ruh kavramlarından daha geneldir. Çünkü insan, nefsini hevâî arzularından nehyetmek için muhasebeye çeker. Ruh ise, Yaratıcı'nın bir işidir, onun hakkında da insan ancak Allah'ın öğrettiği kadarını bilebilir. Akıl, bu iki kuvve (nefis ve ruh) arasında bulunur; içgüdüleri disipline eder, ruhun da hidayetinden esinlenir.
Şu halde insan (Kur'ân'ın beyanına uygun olarak) aklıyla nefsine, ruhuyla da aklına hâkim olur. Bu sebeple insan, nefsi cihetiyle içgüdüleriyle ve biyolojik motivlerle ilgilidir; ruh yönüyle de ebediyet âlemiyle ve ilmi Allah yanında olan daimî varlık sırrı ile alâkası vardır. Akıl ancak, gücünün yettiği ve insan aklının sınırlılığı ölçüsünde Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri idrak edebilir. Fakat o, mutlak hakikati, ancak Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah'a mutlak îmânı yoluyla kavrayabilir.
(Devam edecek)
Çev: Doç. Dr. İsmail Durmuş M.Ü. İlah. Fak. Öğr. Üyesi
Yrd. Doç. Dr. Habil Şentürk S.D.Ü.İIah. Fak. Öğr. Üyesi
DİPNOTLAR
*) Bu yazı, yazarın "el-İslâm ve Kadâyâ İlmi'n-Nefsi'l-Hadis, Cidde 1984" adlı kitabının dördüncü bölümünün tercümesidir.
**) Âyet mealleri metne alınmıştır.
1) Hadisin kaynağı, yazının orjinalinde belirtilmemiştir. Hadisi bu ifadeyle kaynaklarda biz de bulamadık. Ancak mânâsı aynı, ifadesi ise farklı olsa da yakın bir hadis bulduk. "Hiç ölmeyeceğini zanneden kişinin yaptığı gibi dünyaya çalış, yarın öleceğinden korkan kimsenin çekindiği gibi de kötülüklerden sakın." Bk. Ahmed Gümüşhanevî, Râmûzu'l-Ehâdis, İstanbul; 1326, s. 75 (Ç.)
2) Müslim, Nikâh, 5
KUR'ÂN’A GÖRE İNSANIN PSİKOLOJİK YAPISI
Dr. Nebil M. Tevfik es-Semâlûtî
İnsan, Kur'ân'ın beyanına uygun olarak, aklıyla nefsine, ruhuyla da aklına hakim olur. Bu sebeple insan nefsî cihetiyle, içgüdüleriyle ve biyolojik motivlerle ilgilidir; ruh yönüyle de ebediyet âlemiyle ve ilmi Allah yanında olan daimî varlık sırrı ile alâkası vardır. Akıl ancak, gücünün yettiği ve insan aklının sınırlılığı ölçüsünde Allah'ın kendisine müyesser kıldığı şeyleri idrak edebilir. Fakat o, mutlak hakikati, ancak Hâlik, Bâri ve Musavvir olan Allah'a mutlak imanı yoluyla kavrayabilir.
V- İslâm'a Göre İnsanın Psikolojik Tahlili
Daha önce işaret edildiği gibi insanın İslâmî bakımdan tahlili, onun ruh ve bedenden meydana gelmesi esasına dayanır. Ruh inancı Kur'ân'daki gaybî inançlardan biridir. Bu gaybî inançlar, tüm semavî dinlerde temel dînî esasların başında gelir. Şunu söylemek mümkündür ki, Kur'ân'daki gaybî inançların mümeyyiz vasfı, onlara inananların akıllarını devre dışı bırakmaması ve sorumlu akla hitap etmek suretiyle de yükümlülüğün gereğini yerine getirmesidir. Çünkü İslâm, fıtrat dinidir. Bu sebeple İslâm'ın prensipleri ve esasları ile sağlıklı düşüncenin esasları çelişmez, uygunluk arzeder. Gerçekte İslâm her şeyi, kendine ibadet edilen ve kendinden başka ilâh olmayan bir tek Allah'a teslim etmektir.
Kur'ân-ı Kerîm'de ruh ve beden birbirini tamamlar, ikisi birlikte insanın benliğini oluştururlar ve onun hayatı ancak ikisiyle beraber mümkün olur. Bunlardan biri, diğeri uğruna feda edilemez. Bu sebeple, Kur'ân'a inanan kişinin, ruhun haklarını tam vermek maksadıyla bedenin haklarını yemesi doğru olmaz; aynı şekilde, bedenin haklarını tam vermek için ruhun haklarını kısması caiz değildir. Yani birini veya diğerini memnun etme konusunda aşırı gitmesi hoş görülmez. İşte daha önce geçen, insan yapısının unsurları konusunda hassas İslâm dengesi dediğimiz şey budur. Kur'ân, bir haramı helâl kılmayı yasakladığı gibi, bir helâli haram kılmayı da yasaklamaktadır: "Ey îman edenler! Allah'ın size helâl kıldığı güzel ve temiz şeyleri haram kılmayın ve sınırı aşmayın; Allah sınırı aşanları sevmez. Allah'ın size verdiklerinden helâl ve temiz olanı yiyin ve kendisine inanmış olduğunuz Allah'tan korkun" (Maide, 5/87-88). (*)
Kur'ân-ı Kerîm mü'mine, kendi el emeği ile helâlinden kazanmayı ve ondan israfa kaçmadan infak etmeyi, yeryüzünün servet ve nimetlerinin helâl olanlarından istifade etmeyi öğretmektedir. Çünkü bunlar, şükredilecek nimetlerdir, onun için de bunlardan kaçınması ona helâl olmaz. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Size verdiğimiz rızıkların temiz olanlarından yiyin ve Allah'a şükredin; eğer O'na kulluk ediyorsanız" (Bakara, 2/172). "Ey iman edenler! Kazandıklarınızın temiz ve iyisinden ve sizin için yerden size yetiştirdiklerimizden Allah yolunda harcayın"(Bakara. 2/267).
İnsanın yeryüzünde geçimini sağlaması, orada hayvanları otlatması ve ondan zinetlerini temin etmesi, oradan araç-gereçlerini sağlaması, yeryüzü nimetlerinden gerek kendisi için çalışıp kazandığı ve gerekse Allah'ın ihsanı eseri olarak yeryüzünün ona bahşettiği hiçbir nimetten uzak durmaması, onun yeryüzüne yerleştirilmesinin bir gereğidir. Çünkü İslâm, âbidlik iddiası ile bazı mutasavvıfların yaptığı gibi dünyadan uzaklaşıp el-etek çekmeye ve ruhbanlığa karşıdır. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyurulur: "Atları, katırları ve eşekleri, binmeniz ve zînet olsun diye (yarattı). Allah şu anda bilemeyeceğiniz daha nice (nakil vasıtaları) yaratır. Yolun doğrusu Allah'ındır. Yolun eğrisi de vardır. Allah dileseydi hepinizi doğru yola iletirdi. Gökten suyu indiren O'dur. Ondan hem size içecek vardır, hem de hayvanlarınızı otlatacağınız bitkiler meydana gelir. Onunla size ekinleri, zeytinleri, hurma ağaçlarını, üzümleri ve bütün meyveleri yerden bitirir. Şüphesiz ki, bunda düşünenler için büyük ibret vardır" (Nahl, 16/8-11).
Allah'ın, dünyevî maksatlar için ve hayatın icaplarından dolayı zîneti (temizlik, kılık-kıyafet düzgünlüğü) gerekli kıldığı gibi ibadet için de gerekli kılması, O'nun kullara bir rahmeti ve kolaylığıdır. Belki de bunda, dînin insan temâyüllerini engellediğini ve bu yüzden insan davranışlarında anormalliklere sebep olduğunu ve onun zînetlerini ve şehevî arzularını engellemesi sonucunda psikolojik hastalıkların meydana geldiğini iddia eden (gerçekleri yansıtmayan bu iddia, muharref Hristiyanlık nazara alınarak söylenmiştir.) Freud ekolüne karşı kesin bir cevap vardır. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Ey Âdem oğulları! Her mescide gidişinizde güzel elbiselerinizi giyin; yiyin, için, fakat israf etmeyin; çünkü Allah israf edenleri sevmez. De ki: Allah'ın kulları için yarattığı süsü ve temiz azıkları kim haram kıldı? De ki: Onlar, bu dünya hayatında mü'minler içindir, kıyamet gününde de yalnız onlara mahsustur. İşte bilen bir topluluk için âyetleri böyle açıklıyoruz" (A'raf, 7/31-32).
Yüce Allah, zînetleri ve tayyibâtı (helâl ve güzel olan şeyler) yasaklamıyor. O, ancak fuhşiyâtı, günahları, zulmü ve Allah'a ortak koşmak gibi insanı tehlikeye götüren her şeyi yasaklıyor: "De ki: Rabbim, ancak fuhşiyâtı, gerek açığını, gerek kapalısını; günahı ve haksız yere saldırmayı; hakkında hiçbir delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmayı ve Allah hakkında bilmediğiniz şeyler söylemenizi haram kılmıştır" (A'raf, 7/33). "Doğrusu Biz sizi yeryüzünde yerleştirdik, orada size geçimlikler verdik" (A'raf, 7/10).
İşte İslâm böylece, ruhun istekleri ile bedenin istekleri arasında veya dünyevî isteklerle uhrevî istekler arasındaki dengeyi gerçekleştiriyor. Artık onlar arasında hiçbir çelişki, kopukluk ve çatışma yoktur: "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma" (Kasas, 28/77).
Şu halde, dünya için çalışmak âhiret yolundan sapmak değildir. Buna göre İslâm'da ruh ile beden, dünya ile âhiret, gökle yer, zâhirle batın veya görünenle görünmeyen âlem arasında hiçbir çelişki yoktur. İslâm inancı kaynaşma, sevgi, hidayet ve adâleti gerçekleştiren; aşırıya gitmeden ve yoldan sapmadan -ki, "Allah dileseydi, elbette hepinizi doğru yola iletirdi" (En'am, 6/49)- ruhu geliştirdiği gibi bedeni de geliştiren dengeli bir inançtır. Allah, insanı ruhun mahiyetini düşünüp kavramakla mükellef tutmamıştır. Çünkü ruh, ancak Allah'ın bileceği bir iştir. Aksine, insandan yaratıkları üzerinde düşünmesini istemiştir: "De ki: Ruh,
Rabbimin ermindendir. Size ancak az bir bilgi verilmiştir" (İsra, 17/85).
VI- İnsan veya İlâhî Tekliflere Muhatap Varlık
Kur'ân-ı Kerîm'i inceleyen bir kimse onun, insanın hidayeti için gönderilmiş ilâhî bir kitap olduğunu anlar. O bir tebliğ, ikna ve beyan kitabıdır. Ondaki bu üstünlüğün sırrı, onun rükünleri ile hükümleri, inançlarıyla ibadetleri, hüccetiyle maksadı arasında tam ve mucizevî bir uyumun bulunmasındadır. Onun her rüknü, diğer rükünlerine bütün detaylarıyla uyar. Aklın, insan hayatındaki tüm vazife ve özelliklerini açıklayan bu kitapta, insanın mükellef varlık olarak seçilmesiyle, akla hitap edilmesi arasında bulunan uyumdan daha tam ve mükemmel bir uyum yoktur. İnsanın Kur'ân'daki yeri inanç, düşünce ve yaratılış bakımından muhtelif varlıklar arasında en şerefli bir konumdadır. Çünkü varlıklar içinde yalnız o, emaneti ve sorumluluğu taşımakla mükellef tutulmuş varlıktır. "Mükellef varlık" tabiri ise filozofların (insanın tanımıyla ilgili olarak söyledikleri) "konuşan varlık" veya "konuşan canlı" tabirlerinden daha şerefli ve yücedir. Çünkü o, teklif emânetini taşımaya ehil kılınmamışsa, onda konuşma vasfının bulunmasının bir kıymeti yoktur. Bu teklif, Kur'ân'da insanın muhatap kabul edilmesi, hitabın da bütün kabiliyet ve fonksiyonları (ki, modern psikoloji bunlardan düşünme, hatırlama, hayal etme, muhakeme, tanıma, öğrenme vs. diye bahseder) ile Allah'ın insana bahşettiği bir nimet olan akla yöneltilmesi demektir.
Akıl, sahibini teklife ters düşen herşeyden koruyan bir frendir. Akıl anlamaktır, düşünmektir; o eşyanın çeşitli durumlarını ve işlerin gizli yönlerini inceler. Akıl, hidayetle dalâleti ayırdeden bir rehberdir.
Akıl, sebepleri görmek ve sonuçları çıkarmaktır. Akıl, gözlerin göremediğini gören bir basîrettir. Akıl, geçmişi hâle taşıyan, olanlardan olacaklara dair dersler çıkaran, onları muhafaza eden ve kendinde toplayıp değerlendiren bir hafızadır. Bütün bu boyutlarıyla akıl, sorumluluk sebepleriyle, iyi olanı emretmekle, kötü ve sakıncalı olandan nehyetmekle yakından ilgilidir. Bu sebeple akıl, mükelleflerin sorumlu tutulması hususunda bir delil teşkil eder. Yüce Allah şöyle buyurur: "Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde, aklıselim sahipleri için gerçekten açık ibretler vardır. Onlar ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru" (Âl-i İmrân, 3/190-191). "Kendi kendilerine, Allah'ın, gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları ancak hak olarak ve muayyen bir süre için yarattığını hiç düşünmediler mi?"(Rum, 30/8).
Hz. Muhammed (sav)'in peygamberliği, eşsiz bir peygamberliktir. Çünkü, O'nun peygamber olarak gönderilmesinden önceki ümmetler, peygamberliği, gayba muttali olmak, kaybolan bir şeyin bulunması için yardımcı olacak ve talihle ilgili bilgiler verecek olan sırları keşfetmek şeklinde anlıyorlardı. Bu ümmetler içerisinde, peygamberliği, mabudla kulları arasında, O'na takdim edilen hediye ve kurbanlarla ilâhî inayeti sağlayacak olan bir vasıta şeklinde, yanlış bir anlayışa sahip olanlar vardı. Müstehak oldukları belâ ve musibetleri defetmek için peygamberlerin vasıta olmasını istiyorlardı. Buna karşılık İslâm inancı, dînî tebliğler içinde geçmiş hiçbir örneği olmayan, kendisinden sonra da hiçbir yenilemeye ihtiyaç duyurmayacak olan, mütekâmil ve büyük bir din olduğu için kendisine hiçbir yeni şey eklenemeyecek olan ebedî bir yenilik getirmiştir. Çünkü o, insanın ölümsüz sıfatına, onun mümeyyiz vasfı ve kendinden ayrılmaz özelliğine hitap etmektedir ki, bu da sorumlu tutulacak olan akıldır. Çünkü akıl, Allah (cc) karşısında insanın mükellefiyetini ve mesuliyetini taşıyan yegâne unsurdur. Hz. Muhammed (sav)'in nübüvveti de, müjdeleyen, tenzîr eden, hidayet eden, tebliğ eden ve açıklayan bir peygamberlik olup mü'minlere, aklıselimleri ile doğru yolu buldukları zaman kendi iradeleri -ki, Allah dilemedikçe onlar dileyemezler- ile nefisleri için yaptıktan dışında bir tesiri, bir faydası veya zararı olmayan bir nübüvvettir. Bu, geçmiş dinlerin de özüdür, fakat insanlar bunu anlamadılar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
"De ki: Ben kendime, Allah'ın dilediğinden başka ne bir fayda, ne de bir zarar verme gücüne sahip değilim. Eğer gaybı bilseydim, elbette çok hayır (mal, mülk) elde ederdim. Bana kötülük dokunmamış (beni cin çarpmamış)tır. Ben sadece inanan bir kavim için bir uyarıcı ve müjdeciyim" (A'raf, 7/188). "Andolsun ki Nuh'u elçi olarak kavmine gönderdik. Dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, sizin O'ndan başka tanrınız yoktur. Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" (A'raf, 7/59). "De ki: Ben size, Allah'ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı de bilmem. Size, ben bir meleğim de demiyorum. Ben, sadece bana vahyolunana uyarım. De ki: Kör ile gören, hiç bir olur mu? Hiç düşünmez misiniz?" (En'am, 6/50)
Yüce Allah, büyüklenenlere ve çarpık akıl sahiplerine karşı mucizelerin fayda vermeyeceğini açıklamıştır: "Onlara gökten bir kapı açsaydık da oradan yukarı çıksalardı; 'Herhalde gözlerimiz bulanmıştır; yok yok, büyüye tutulmuş insanlarız biz!' diyeceklerdi" (Hicr, 15/14-15). "Onlara hiçbir elçi gelmezdi ki, onunla alay etmesinler." (Hicr, 15/11)
İslâm dininden önce, İbrâhim (as)'den Hz. Muhammed (sav)'e kadar birçok büyük din gelmiştir. Ancak, İslâm dininin bu dinlerden ayrı olan yanı, bütün insanlara yöneltilmiş olması, tüm insanlığa hitap etmesi; emâneti taşıyan ve hesaba çekilecek mesul insan düşüncesini getirmesi; aynı şekilde tam ve mütekâmil bir sosyal düzenin esaslarını ortaya koymuş olmasıdır. Çünkü o, dinlerin sonuncusu, en mükemmeli ve en büyüğüdür. İslâm, büyüklere ve zorbalara boyun eğerek aklını devredışı bırakan hiçbir insanı mâzur görmez. Nitekim Kur'ân da şöyle buyurur: "Kendilerine yazık eden kimselere melekler, canlarını alırken: 'Ne işte idiniz (dîniniz için ne yapıyordunuz?)' dediler. Bunlar: 'Biz yeryüzünde çaresizdik' diye cevap verdiler. Melekler de: 'Allah'ın yeri geniş değil miydi? Hicret etseydiniz ya!' dediler" (Nisa, 4/97). Büyüklük taslayanlar da zayıf düşürülenlere dediler ki: "Size hidayet geldiği zaman, sizi ondan biz mi engelledik? Hayır, zaten siz, kendiniz suç işliyordunuz" (Sebe, 34/32).
İnsan aklı, insanın hakikati anlamak için kullanması gerekli olan, ilâhî bir nimettir. İnsan, fiillerinden sorumludur, onun bilenlerden sorması ve doğruyu öğrenmesi gerekir: "Biz senden önce de, kendilerine vahyettiğimiz erkeklerden başkasını elçi göndermedik. Eğer bilmiyorsanız, bilenlere sorun" (Nahl, 16/43).
İnsan, Rabbinin huzurunda amellerinden sorguya çekilecektir. Hiçbir kimse ve hiçbir toplum, başkalarının günahı sebebiyle cezalandırılmaz: "Her insan kendi kazancından sorumludur" (Tur. 52/21). "Onlar bir ümmetti, gelip geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız sizindir. Siz onların yaptıklarından sorguya çekilmezsiniz" (Bakara, 2/134).
Kur'ân-ı Kerîm'e göre sorumluluğun sebepleri: Peygamberler vasıtasıyla insanların hidayeti için ilâhî tebliğin bulunması, insanların bu tebliğlerden haberdar olması, Allah'ın insana bu tebliğleri anlayacak bir akıl vermesi ve insanın yapmakta olduğu, kendilerinden hesaba çekileceği amelleridir. Kendisine tebliğin ulaşmadığı hiçbir kimse gaybî meselelerden sorumlu değildir. Nitekim Kur'ân'da şöyle bu-yurulur: "Her ümmetin bir peygamberi vardır. Peygamberleri geldiği zaman, aralarında adaletle hükmedilir ve onlara aslâ zulmedilmez" (Yunus, 10/47). "Hiçbir ümmet yoktur ki, içlerinde bir uyarıcı (peygamber) bulunmasın"' (Fatır, 35/ 24)."Biz, bir peygamber göndermedikçe (kimseye) azab edecek değiliz" (İsra, 17/15).
İlimle ilgili olarak Hz. Peygamber'e inen ilk âyet "Yaratan Rabbinin adıyla oku!"(Alâk, 96/ 1), ilmin önemine işaret etmektedir. Amele gelince, bu konuda Kur'ân-ı Kerîm'de iki şart öngörülmüştür: Mükellefe güç yetirebileceği amellerin teklif edilmesi ve bu amellerin Allah'a ve kişiye yönelik olması. Allah Teâlâ şöyle buyurur: "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif etmez" (Bakara, 2/286). "İnsan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur" (Necm, 53/39). "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer yapmışsa onu görür" (Zilzal, 99/7-8).
Kur'ân-ı Kerîm, insanın kötü yanlarını açıklamıştır. Yaratıklar arasında sadece insan birtakım kötülüklerle nitelenebilir. Çünkü, mesûl olmayan hiçbir yaratık iyilik ve kötülükle nitelenemez. Ama insan küfür, zulüm, taşkınlık, azgınlık (tuğyân) ve isyanla nitelenmektedir. Çünkü ondan başka, inanma ve akletmeye ehil kılınmış; hür, akıllı, mükellef ve mesûl bir yaratık yoktur. Nitekim Kur'ân'da şöyle buyrulur: "Doğrusu insan çok zalim, çok nankördür" (ibrahim, 14/34). "Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar" (Alâk, 96/6-7). "İnsan gerçekten ziyan içindedir" (Asr. 103/2)."Fakat insan önündekini (kıyameti) yalanlamak ister" (Kıyame, 75/5). "İnsan, Rabbine karşı pek nankördür" (Âdiyat, 100/6) "Biz insanı en güzel biçimde yarattık. Sonra onu aşağıların aşağısına indirdik" (Cin, 95/4-5).
Kur'ân-ı Kerîm, insanın fizikî aslı konusunda bir izâha işaret etmektedir. Bu işaretler, Yüce Allah'ın insanı üstün kılması ve onun mesûl varlık olduğuna dair izahtan hâli değildir: "Andolsun Biz insanı, çamurdan (süzülüp çıkarılmış) bir özden yarattık. Sonra onu sağlam bir karargâhta nutfe (sperm) haline getirdik. Sonra nutfeyi alâkaya (embriyon) çevirdik, alâkayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah, ne yücedir!" (Mü'minûn, 23/12-14).
Yüce Allah, hidayetin ancak kendisinden olduğunu açıklamaktadır: "Allah sağlam sözle imân edenleri, hem dünya hayatında, hem de âhirette sapasağlam tutar. Allah, zâlimleri ise saptırır ve Allah dilediğini yapar" (İbrahim, 14/27).
SONUÇ
İnsanın psikolojik yapısı; tabiatı, istidat ve kabiliyetleri, yaratılış gayesi ve görevi ile ilgili olarak Kur'ân-ı Kerîm'in görüşü üzerine sunduğumuz bu kısa malûmatla yetiniyorum. İnsan, Allah'ın iki yönlü olarak yarattığı bir varlıktır: 1) Şehevî, içgüdüsel ve toprakla ilgili yanı (Nefs-i emmâre). 2) Allah'ın rûhundan bir nefha olarak tezâhür eden yüce ve ilâhî yanı. Onun için insan, çifte tabiata sahiptir. O, içgüdülerin yönettiği hayvanlardan farklı olduğu gibi, aynı şekilde iradesi ve şehevî arzuları bulunmayan, emrolundukları şeyleri yapan ve Allah'ın emrinin dışına çıkmayan meleklerden de farklıdır. Yüce Allah, insanı muhtelif güçlerle donatmıştır. Bunların en önemlisi imân gücü ve tevhid istidadıdır. Çünkü Allah, onlar henüz zürriyet âlemindeyken insanlara hitap etmiş, ulûhiyetine ve rubûbiyetine onları şâhit tutmuştur. İkinci olarak, yine onları akılla; düşünme, icâd etme, âlet ve cihazları kullanma yeteneği ile de donatmış, onlara zekâ ve yüksek aklî kabiliyetler vermiştir. Üçüncü olarak, onları mücadele ve mücahede gücüyle donatmıştır. Dördüncü olarak, ilâhî irade; insan iradesi, şahsiyeti ve fiilleri yoluyla gerçekleştiği için, Allah'ın ezelî ilmi çerçevesinde onlara hür irade vermiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "Bir toplum kendilerindeki özellikleri değiştirinceye kadar Allah, onlarda bulunanı değiştirmez" (Ra'd, 13/11)."Eğer Allah'ın insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savması olmasaydı, elbette yeryüzü altüst olurdu" (Bakara, 2/ 251). "İnsanların bizzat kendi işledikleri yüzünden karada ve denizde düzen bozuldu" (Rum, 30/41).
Netice olarak, insan, Allah'ı tanımaya ve O'na ibadet etmeye yöneltilmiştir: "Ben cinleri ve insanları, ancak Bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zariyat, 51/56).
Fıtrî bir şekilde o, Allah'ın sözlerini anlamaya ve hidayetine nail olmaya müsaittir. Bu sebeple kâfirin, İslâm'ı tanıdıktan sonra küfürde devam etmesinin hiçbir mazereti olamaz, Çünkü ona, yeryüzünde yerleşme, onu işleme (imar etme), muhtelif topluluk ve oymaklara bölünme, birbirleriyle tanışmayı gerçekleştirme istidadı verilmiştir. İnsanın zayıf noktası şehvetidir. Çünkü şehvet, şeytanın, kendisi vasıtasıyla insanın nefsine nüfuz ettiği bir yoldur. Ancak İslâm dîni, insanın şehevî arzularını tatmin etme tarzını meşru çerçevede ve haramlardan uzak olarak düzenlemiştir. Mü'min akıllı ve zekîdir. Çünkü, Kur'ân-ı Kerîm'in ve Hz.Peygamber (sav)'in sünnetinin nuruyla aydınlanmaktadır.
Çev: Doç. Dr. İsmail Durmuş - M.Ü.İlah.Fak. Öğr. Üyesi
Yard. Doç. Dr. Habil Şentürk - S. D.Ü. İlah. Fak. Öğr. Üyesi
Archive For Ruhlar
Tarih: Aralık 11, 2010
İnsan fıtraten mükerrem olduğu için hakkı arıyor, lakin bazen batıl eline gelir, hak zannederek alır koynunda saklar. Hakikati [...]
**********************************************************
KUR'ân’da Nefs Ve Ruh Kavramları
Doç. Dr. İdris Şengül
İNSAN, eskiden beri, bedende kendini gösteren maddî unsuru ile, ruhta kendini gösteren manevî unsuru üzerinde durmuştur. Ona hayat veren bu ruhla, hayat ve ölüm arasında irtibat kurmuştur. Binaenaleyh, rûh, nefs olarak anlaşılmıştır. Zira, rûh olmadan hiçbir nefsin varlığı mümkün değildir.
Filozoflar ve mütefekkirler eskiden beri ruhun mahiyeti ile meşgul olmuşlardır. Onların yazılarında, rûh ile nefsi birbirinden ayırdıkları pek görülmez. Onlar, ruhu zikredip, onunla nefsi kasdettikleri gibi, nefsi zikredip onunla ruhu kasdederler. Ruhun tezahürlerinden, onun hayatın sırrı olduğunu, bedenden ayrılınca cesedin bozulduğunu bilmelerine rağmen onun künhüne vakıf olamamışlardır.
Lâkin, ruhun hayatın sırrı olması çoğu filozofu, onun ölmesinin ve yok olmasının mümkün olmadığını söylemeye sevketmiştir; çünkü kendisiyle hayat meydana gelen şeyin yok olmaması ve ölmemesi gerekir.
Arapçada "rûh, nefislerin hayatının dayandığı unsuru ifade eder. Nefs ise, madde ve mânâsı ile insanın zâtına denir. Ayrıca insanın manevî unsuruna da bu ad verilir. Bazen de nefs, rûh anlamına gelir."
Günlük konuşmalarda, nefs ile rûh kelimeleri birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Meselâ şöyle denir: "Filanın ruhu şunu istiyor", "ruhu sıkıldı", "ruhu vesvese veriyor", "ruhu mutmain oldu" "kötü rûh", "ruhu usandı" vb. Aslında bütün bunlar, ruhla değil, nefisle alâkalı hususlardır.
Kur'ân-ı Kerîm, rûh ile nefsi ayırt eder. Kur'ân’da bu ikisi müteradif olarak geçmez.3 Ölüm anında cesedden çıkan onun nefsi (canı)'dır, ruhu değil. Melekler, ölüm anında, günahkârlara şöyle derler;
"(...) Haydi, canlarınızı çıkartın, Allah'a gerçek olmayanı söylemenizden ve O'nun âyetlerine karşı büyüklük taslamanızdan ötürü, bugün alçaklık azabıyla cezalandırılacaksınız."(En'âm, 6/93).
Keza, ölümü tadacak olan da nefisdir, rûh değil.
"Her nefis ölümü tadacaktır..." (Âl-i İmrân, 3/185).
Nefis, ölümü tadar, fakat ölmez. Nefsin ölümü tatması, onun bedenden çıkma yolculuğudur. Nefis, hayat boyunca var olduğu gibi, doğumdan önce de vardır ve ölümü tattıktan sonra da var olmaya devam edecektir. Nefislerin, sahiplerinin varlığından önce mevcut oldukları hakkında Allah Teâlâ, doğumdan önce zürriyetleri babaların bellerinden aldıklarını ve onları Rubûbiyyetine şahit tuttuğunu bildiriyor ki, hiç kimse, küfrüne, babasının küfrünü sebep olarak göstermesin.
"Rabb'in, Âdemoğullarından, onların bellerinden zürriyetlerini almış ve 'Ben sizin Rabb'iniz değil miyim?' diye onları kendilerine şahit tutmuştu. 'Evet, buna şahidiz!' dediler. Kıyamet gününde 'biz bundan habersizdik!' demeyesiniz"(A'raf, 7/172).
Bu misâk, nefisler, doğumla cesedlerine henüz büründürülmeden yapılmıştır. Binaenaleyh, hiç kimse, babasının küfrü sebebiyle inkârını mazur gösteremez. Her nefsin, Rubûbiyyeti müşahede ettiği müstakil bir yeri vardır. Bununla, Rubûbiyyetin hakikati hepimizin fıtratında karar kılmıştır.
Diğer tarafta, rûh, vesvese vermez, iştahı kabarmaz, hevası olmaz, sıkılmaz, usanmaz, azab görmez; düşüklüğe ve değişikliğe mâruz kalmaz. Bütün bunlar ruhun değil nefsin hususiyetleridir. Kur'ân-ı Kerîm'de bu durum açıkça gösterilmiştir.
"Nefsi, onu kardeşini öldürmeye teşvik etti, o da onu öldürdü, ziyana uğrayanlardan oldu"(Maide, 5/30).
"Yemin olsun ki, insanı Biz yarattık ve nefsinin ona ne fısıldadığını biliriz, çünkü Biz ona şah damarından daha yakınız"(Kâf, 50/16).
"Nefse ve onu biçimlendirene, ona isyanını ve takvasını ilham edene kasem olsun."(Şems, 91/7-8).
"Gömleğinin üstünde yalan kan getirdiler. (Yakub): 'Herhalde, dedi, nefisleriniz sizi aldatıp bir işe sürükledi. Artık tek çarem güzelce sabretmektir."(Yûsuf, 12/18).
".. Bütün genişliği ile beraber dünya başlarına dar gelmiş ve nefisleri sıkıldıkça sıkılmış ve Allah'tan, yine kendisine sığınmaktan başka çare olmadığını anlamışlardı." (Tevbe, 9/118).
"Nefsini sefih/aşağılık yapandan başka, kim İbrahim dinînden yüz çevirir?"(Bakara, 2/130).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).
"Nefisler cimriliğe hazır duruma getirilmiştir"'(Nisa, 4/128). Nefislerin mayasında cimrilik vardır. "Nefis daima kötülüğü emredicidir"(Yûsuf, 12/53).
Görüldüğü gibi Kur'ân'da nefis, cimrilik, vesvese, fücur, emmâre gibi nahoş sıfatlarla ittihâm olunmakladır. Yine, Kur'ân'da nefse, terakki edip, yücelme payeleri de verilmektedir. Nefsin tezkiye ve temizlenme imkânı da vardır. Nitekim levvâme, mülheme, mutmainne, râdiye ve mardiyye diye de tavsif olunmakta bizzat ilâhî hitaba mülâki olmaktadır:
"Ey huzura eren nefis, razı edici ve razı edilmiş olarak Rabb'ine dön! İyi kullarım arasına gir! Cennetime gir" (Fecr, 89/27-30).
Rûh ise, Kur'ân-ı Kerîm'de daima, yüksek derecede takdis, tenzih ve teşrif ile zikrolunmaktadır. Ona, azab, hevâ, şehvet, ihtiras veya kirlenme ve temizlenme yahut düşme ve yükselme, usanma ve sıkılma isnad edilmez. Keza, ruhun cesedden çıkacağı veya ölümü tadacağı da zikrolunmaz. Hatta rûh, insana da nisbet olunmaz, daima Allah'a nisbet edilir.
Hz. Meryem'den bahsolunmaktadır: "Biz de ruhumuzu ona gönderdik. Ona düzgün bir insan suretinde göründü" (Meryem, 19/17).
Hz. Âdem’den bahsolunmaktadır: "Bir zaman Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben kupkuru çamurdan, değişken balçıktan bir insan yaratacağım! Onu düzenlediğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman hemen ona secdeye kapanın" (Hicr, 15/28-29). Görüldüğü gibi burada, "rûh" Allah'a nisbet olunmakta, Âdem'e değil.
Cenâb-ı Hak, ruhu daima kendi zâtına nisbet eder. "(...) Allah onların kalblerine îmân yazmış ve onları kendinden bir rûh ile desteklemiştir"(Mücadele, 58/22).
Kur'ân'ın Hz. Peygamber (asm)'a nazil oluşundan bahsolunmaktadır:
"O dereceleri yükselten; Arş'ın Sahibi, buluşma gününe karşı uyarmak için, emrinden olan ruhu, kullarından dilediğine indirir" (Mü'min, 40/15). "İşte sana da böyle emrimizden bir rûh vahyettik"(Şûrâ, 42/52). Buradaki rûhdan maksat, ilâhî kelime, vahy yani Kur'ân'dır.4
Rûh, daima Allah'a nisbet edilir ve daima Allah'tan yine Allah'a harekettedir; insanî ahvâl ve beşerî sıfatlar ona arız olmaz. Binaenaleyh, şehvet, hevâ, şevk ve azab mahalli de olmaz. Onun için rûh, sadece âlî sıfatlarla tavsif olunur.
Kur'ân, Cibril için, O, Rûhu'1-Kuds ve Rûhu'l-Emîn'dir, der5. İsâ (asm) için: "Allah'ın Resulü, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir rûhdur" der.6 Allah'tan bir rûh'dur.
Nefs ise, daima sahibine nisbet edilir: "Sana gelen her iyilik Allah' tandır, sana gelen her kötülük nefsindendir." (Nisa, 4/79).
"Hidayete eren kendi nefsi için hidayete erer."(İsrâ, 17/15).
".. nefisleri sıkıldıkça sıkılmış"(Tevbe, 9/118).
"Ben nefsimi temize çıkartmam"(Yûsuf, 12/53).
"Nefsim bana böyle yapmayı hoş gösterdi" (Tâhâ, 20/ 96).
"Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar başarıya erenlerdir" (Haşr, 59/8).
Ancak nefs, Allah Teâlâ'ya nisbet olunduğu takdirde bu, Zât-ı İlâhiyedir.
"Allah sizi kendi zâtından (nefs) sakındırır"(Âl-i İmrân. 3/28).
Bu, hiçbir benzeri olmayan Allah Teâlâ'dır; insan O'nun için hiçbir benzer tasavvur edemez. Onun için İlâhî Nefsi, kendi nefislerimizle mukayese etmemiz mümkün değildir. İlâhî Nefis tamamen gaybî bir husustur. Hz İsâ, kıyamet gününde Rabbı'na şöyle diyecek: "...Sen benim nefsimde olanı bilirsin, ben Senin nefsinde olanı bilmem, çünkü gizlileri bilen yalnız Sensin, Sen!"(Mâide, 5/116).
İlâhî nefs, beşerî nefse sadece lafız olarak benzer, yoksa o tamamen farklıdır.
"O'na benzer hiçbir şey yoktur" (Şûra, 42/11).
"Hiçbir şey O'nun dengi olmamıştır" (İhlâs, 112/4).
O halde, burada bir dizi sual akla gelmektedir:
Bizim ruhtan nasibimiz nedir?
Bizim ruhumuz ve cesedimiz vardır, dediğimizde neyi kasdediyoruz?
Her birimizin nefsi ve ruhu arasındaki alâka nedir?
Bizim ruhtan nasibimiz, Âdem'in yaratılması kıssasında Kur'ân'ın zikrettiği nefhadan ibarettir: "Rabb'in meleklere demişti ki: 'Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu biçimlendirip ona ruhumdan üflediğim zaman derhal ona secdeye kapanın"'(Sâd, 38/71-72).
Tesviye, tasvir ve Âdem suretinde nefha, her insan rahimde cenin haldeyken dönüp tekrarlanır. Her insan için önce tesviye ve tasvir olur, sonra da Rabbânî nefha. Bu, cenin hayatının üçüncü ayında gerçekleşir.7 Bu nefha ile yaratılış, halden hale intikal eder. "Sonra nutfeyi alakaya çevirdik, alakayı bir çiğnemlik ete çevirdik, bir çiğnemlik eti kemiklere çevirdik, kemiklere et giydirdik; sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık. Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir"(Mu'minun, 23/14). "Sonra onu bambaşka bir yaratık yaptık" ibaresi, ilâhî nefhaya işaret etmektedir.8
Bu ilâhî nefhaya, Secde sûresi 8 ve 9 âyetlerinde de işaret olunmaktadır: "Sonra onun neslini bir özden, az bir sudan yaptı. Sonra ona biçim verdi, ona kendi ruhundan üfledi. Sizin için gözler, kulaklar ve gönüller yarattı. Ne kadar az şükrediyorsunuz!" Bundan, göz, kulak ve gö-nülün bu nefhanın ürünü olduğunu anlıyoruz. Bu mevhibelerle insan, bir oluşumdan öbürüne, bir seviyeden diğerine intikal etmektedir. İşte, "Yaratanların en güzeli Allah ne güzeldir" (Mu'minûn, 23/14) ifadesinin anlamı budur. O halde, bizim rûhdan nasibimiz, bu nefhadan olan nasibimizin bir neticesidir. Her insan, bu nefhadan istidadı nisbetinde istifade etmektedir.
Bu nefhanın faziletinden ötürü, her bir insanın hayali, vicdanı, değerleri ve örnek dünyası olmaktadır. İnsanın sahip olduğu ceset ve rûh maddî ve ruhî âleme benzemektedir.
Nefis için daima cereyan eden şey, iki kutuplu mıknatısın durumuna benzer; ya uzanıp cesede düşer ve şehevî arzuların pençesine takılır. Bu, çamurun şekillenmesi ve toprağın kesafetiyle aynı cins halini almasına istinad eden nefsin canlı (hayvanî) yönü için meydana gelen durumdur. Ya da, rûh ve manevî âleme, kıymetler ve Rabbani ahlâka doğru çekilmesi ve yük-selmesidir. Bu, ruhun nefis için şekillenmesi ve letafeti ve şeffafiyetiyle onunla mütecanis olmasıdır. Nefis, hayat boyunca ruhî kutup ile cesedî kutup arasında bir hareket, git-gel ve çekme-itme yaşamaktadır. Bazen, onun ateş ve toprak yönü ağır basar, bazen de onun şeffaflığı ve tahareti galip gelir.
Cesed ve rûh, imtihan sınanma mahalleridir. Nefis, gizlisini açığa çıkartmak, hakikatini ve mertebesini ortaya koymak ve iyiliğini ve kötülüğünü izhâr etmek için bu iki aşağıya ve yukarıya doğru çekim kuvvetleriyle denenip sınanır. Bundan anlıyoruz kî, insanın hakikati nefsidir. Doğan, dirilen, hesaba çekilecek olan onun nefsidir. Denenip, sınanan, çeşit çeşit durumlarla karşılaşan, hüzünlere maruz kalan, istek ve arzu duyan odur. Lâkin, onun cesedi ve ruhu tamamen mücerred birer alandır. Tıpkı, yeryüzü ve gökyüzünün, insana nisbetle mevhibelerini ve melekelerini dışarı vurmak için hareket alanları olması gibi. Nitekim, Allah Teâlâ, bu nefse, adaleler (cesed olarak) verdiği gibi, dirilmesi, gizliliğini keşfetmesi ve hayra ve şerre girebilmesi için rûh da vermiştir.
Cesed rûh ile kâimdir, rûh cesedle kâim değildir. Belki rûh kendi zâtı ile kâim ve hâkim olduğundan, cesedin istediği gibi dağılıp toplanması, ruhun istiklâliyetine halel veremez. Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değildir. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letafetçe ruha münasip latif bir ğilafı ve beden-i misâlisi vardır. Öyle ise ölüm hengâmında tamamen çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlisini giyer.9
Bu durumda, "rûh çağırma" tabiri yanlıştır. Ruhlar çağırılamaz. Hiçbir ruhun çağrıya cevap vermesi mümkün değildir. Zirâ, rûh sadece Allah Teâlâ'ya mensup bir nurdur. O. tenvir olmamız için bize bu nuru üflemiştir. Bu nûr Allah'tan gelip, O'na döner; onun çağırılması mümkün değildir. Haşrolan ve çağırılacak olan nefislerdir, ruhlar değil. O halde -eğer doğruysa- nefis çağıranlara cevap verenler, kuvvetle muhtemeldir ki, bu nefislere hayattayken arkadaşlık yapan cinlerdir. Her insanın bu cinlerden ona arkadaşlık eden yakınları vardır. İnsan, bu uzun arkadaşlık döneminin tesiriyle onun gizliliklerini öğrenir, onun sesini taklit edebilir. Bu cin, karanlık çağrı odasındakilerin aralarına giriyor ve orada hazır olanları, ha-rikulade şeyler sunmakla dehşete düşürüyor.10
Ruhların ise çağırılması mümkün değildir.
Nefisleri de, ancak ve ancak onların Rabbi haşredebilir, bir araya toplayabilir.
Nefsin ruha tahavvül etmesine imkân yoktur. O, sadece en güzel hallerinde yükselir ve ancak, Rabbânî ahlâka büründüğü ve nûrânî nefhaya yani "Allah'ın insana üflediği rûh"a yaklaştığı Ölçüde ruha benzeyip onunla aynileşir.
Aynı şekilde, bu nefsin, tedenni edip düşmesi ve şeytanlara benzeyip, İblis'e, onun ateşinde aynileşmesi de mümkündür.
Ruhun letafetinde aynileşip onunla birleşecek derecede maddî ve manevî olarak temizlenen nefsi Allah, kıyamet gününde Arş'ına yaklaştıracak ve yine bu nefis, "Güçlü bir Melîk"'in katında, özü sözü bir olanlara has oturma yerlerinde"(Kamer, 54/55) olacakları bildirilenlerden olacaktır. Zira, o, bu temizliği ve terakkisiyle, yeri Allah'ın yanı olan Rabbânî bir nefis konumuna gelmiştir.
Ancak, günahları ve katılıkları sebebiyle şeytanî çukura yuvarlanan kararmış nefisler hakkında şöyle buyurulmuştur: "Hayır, doğrusu onlar, o gün Rab'lerinden perdelenmişlerdir" (Mutaffifîn. 83/15). Bunların yeri, süfli nefislerle birlikte cehennem olacaktır. Lâkin, ruhun cennet veya cehennemde yeri yoktur; o Allah'ın nurundan bir nûr olup O'na nisbet olunur. Rûh, sınanmaz, denenmez, hesaba çekilmez, ceza ve mükâfat görmez. O, âyet-i kerîmede bildirilen "en yüce mesel’dir.11 Bu, nûrânî-mânevî âlemdir, onun kudsiyeti ve nûrâniyeti Allah'tan olduğundandır.
Kur'ân-ı Kerîm, ruhun âlem-i emirden gelen bir kanun olduğunu, mahiyetini ancak Allah'ın bilebileceğini ve bu konuda insana pek az şey bırakıldığını ifade etmektedir. Rûh hakkında görüş açıklayan düşünürlerin hareket noktası budur. Bu hususta ne kadar ince ve derin araştırma yapılırsa yapılsın, ruhun hakikatine vakıf olunamayacaktır: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: 'Rûh, Rabb'imin ermindendir. Size ilimden de pek az bir şey verilmiştir" (İsra, 17/85). Ruhun mahiyeti bizce meçhuldür. O, kendini eserleri ve faaliyetleriyle gösterir.
Dipnotlar
1 Prof. Dr. Âişe Abdurrahman Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, 5. tab', Beyrut Dârul-İlim lil' Melâyin, 1982, s. 180.
2 Mustafa Mahmûd. el-Kur'ân Kâinun Hayy. 4. tab', el-Kâhire, Dâru'l-Ma'ârif, ts. s. 19.
3 Bintu'ş-Şâtî, el-Kur'ân ve Kadaya'l-İnsân, s. 180.
4 İbn Kesir, Tefsir. Şûra (42), 52 tefsirinde IV. s. 109.
5 Nahl, 16/102.
6 Nisa, 4/171.
7 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 25-26.
8 Aynı yer.
9 B. Said Nursi, Sözler, s. 485.
10 Mustafa Mahmûd, a.g.e., s. 28.
11 Nahl (16), 60: Rûm (30), 27.
|
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
ÖLÜLER İŞİTİR Mİ?
ÖLÜLER İŞİTİR Mİ?
Resûlullah Bedir’de, önce eshâbı ile,
Gezdi harp sâhasını, bir keşif maksadiyle.
Zaman zaman durarak, buyurdu: (Yârın sabah,
Şurada öldürülür filân kâfir inşALLAH.)
Kâfirlerin, vurulup düşeceği yerleri,
Gösterdi birer birer, ALLAHın Peygamberi.
Hazret-i Ömer der ki: (Dikkat ettim, o sabah,
Nerelere işâret ettiyse Resûlullah,
Ve kimlerin ismini söyledilerse eğer,
Onlar, tam o yerlerde yerlere serildiler.
Hattâ ne az geride, ne de ilerisinde.
Tam buyurduğu yerde öldürüldü hepsi de.)
Savaştan sonra dahî, emir verdi o Server.
Şehît olan erleri, bir bir tesbît ettiler.
Muhâcir ve ensârdan, toplam “ondört” mücâhit,
Dîn-i islâm uğrunda olmuştu o gün şehît.
Küffârdan “yetmiş kişi” lâkin öldürülmüştü.
Hattâ "yetmiş kişi" de, yine esîr düşmüştü.
Cenâze namâzını kılarak şehîtlerin,
Sonra, kabirlerine ettiler bir bir defin.
Müşrik ölülerinden, yirmidört tânesini,
Kör bir kuyu içine, doldurdular hepsini.
Diğerlerini ise, bir çukura atarak,
Sonra, üzerlerine attılar taş ve toprak.
Şerefli eshâbiyle, üç gün sonra o Server,
O çukurun başına gelerek hep berâber,
O azgın müşriklerin adlarını tek be tek,
Hattâ babalarının ismiyle söyleyerek,
(Ey Ümeyye bin Halef, ey Utbe bin Rebîa!
Ey Ebû Cehl bin Hişâm! ) diyerek etti nidâ.
(Siz, Peygamberinize, karşı ne mütecâviz,
Ve ona ezâ eden ne kötü kavimdiniz.
Sizler yalanladınız benim nübüvvetimi.
Başkaları inanıp, tasdîk etti dînimi.
Siz beni, zor kullanıp çıkardınız şehrimden.
Başkaları, bağrına bastılar beni hemen.
Sonra siz, savaştınız benim ile rûz-ü şeb.
Başkalarıysa bana, yardımcı oldular hep.
Ben, kavuştum Rabbimin vâdettiği zafere.
Siz de kavuştunuz mu, azâb ve elemlere?)
Böyle hitâb edince o Sevgili Peygamber,
Bir şeyi merak edip, sordu "Hazret-i Ömer".
Dedi: (Yâ ResûlALLAH, bu sözleri, şimdi siz,
Şu cânsız leşlere mi, acabâ söylersiniz? )
Peygamber Efendimiz, buyurdu ki: (Yâ Ömer!
O ALLAH ki, gönderdi beni hak bir Peygamber.
O ALLAH hakkı için diyorum ki şüphesiz,
Siz beni, onlar kadar iyi işitmezsiniz.)
Mümin ve kâfir her ölü işitir
|
Sual: Buhari ve diğer hadis kitaplarında ölülerin işittiğini Resulullah bildiriyor, ama ona da inanmam, çünkü Kur’an ölü işitmez diyor. İşte âyet:
(Sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.)[Neml 80, 81 Rum 52, 53]
CEVAP
Kur’anı da Resulullah bildirdi. Hadise inanmayan Kur’ana inanır mı? Diğer müfessirler gibi İmam-ı Kadı Beydavi, o âyetin tefsirinde diyor ki: Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın) deniyor.(Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, [hakkı kabul etmeyeceği], ancak iman edeceklerin işitecekleri, [kabul edecekleri] bildiriliyor. Eğer kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu. Hem de kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki en kıymetli hadis kitabı olan Buhari’deki hadis-i şerifte, (Kâfir ölü de işitir) buyuruluyor.
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak],gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere[inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn]
Bu âyette, kâfire kör, mümine gören deniyor. Resulullah kabirdeki ölüye ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu cahillik olur. Öte yandan, Allah’ın bunu bildirmesi de hâşâ lüzumsuz olurdu. Dini tebliğin muhatabı ölüler değil ki. Ölülere dini tebliğe çalışan bir kimse, nasıl Peygamber olur? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın) deniyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, ölü değil ki uyarılma ihtiyacı duyulsun.
Allahü teâlâ niye (Sen ölülere işittiremezsin) buyuruyor?
Bu soruya bugüne kadar (ölü işitmez) diyenlerden hiç birisi cevap verememiştir.
Allahü teâlâ, Hazret-i Âdem’den beri, ölüleri de iman etmek için dini tebliğe muhatap mı kıldı? Tarihte, ölüleri de imana davet eden bir Peygamber var mı? Vazifesi dirilere dini tebliğ olan Resul, hâşâ, ölüleri imana mı davet etti? Ölünün mükellef olmadığını ve ölüye tebliğ yapılamayacağını bilemeyen bir Peygamberin hangi sözüne inanılır? Kur’anı da o bildirdi, Kur’ana da itimat edilmez. Ateist, “Peygamber,(Kur’anı biz indirdik, onu biz koruruz) diye bir âyet uydurmuşsa nereden bileceksiniz” diyor. Resulullah böyle töhmet altında kalırsa, İslamiyet’e itimat kalmaz. Zaten sizin gibi din düşmanlarının gayesi de budur. Resulullah ölüler işitir buyuruyor. Ölü işitmez diye bir sözü var mıdır?
Hepsi Cennetlik ve müctehid olan eshab-ı kiram, bütün mezhep imamları ve müctehidler ölü işitir diyor. Hiç birisi işitmez demiş mi?
Bütün müfessirlerle bütün muhaddisler ölü işitir diyor. İmam-ıBeydavi, imam-ı Kurtubi, imam-ı Razi, imam-ı Süyuti ölü işitmez demiş mi? Ölü işitmez diyen tek müfessir ve tek muhaddis var mı?
Tasavvuf ehlinin hepsi de ölüler işitir diyor. Mesela imam-ı Gazali,Seyyid Abdülkadir-i Geylani, imam-ı Rabbani gibi büyük zatların hiç birisi ölü işitmez demiş mi? Bu âlimlerin hepsi Kur’anı anlamamış da yalnız siz mi anladınız?
Ruh ölmez, her ölü işitir
Sadece şehidler ve peygamberler değil, diğer ölüler de işitir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebiddünya]
(Ölü, tanımadığı ziyaretçinin de, selamını alır.) [Beyheki]
(Mümin biri ölüp de, defnedilince, biriniz kabrin başında [telkin için] "Ey filan kadının oğlu filan" desin! Çünkü ölü, "Bizi irşad et de Allahü teâlâ da sana rahmet etsin!" der. Fakat siz bunu duyamazsınız.) [Deylemi, İ. Asakir]
(Münker - Nekir melekleri, sual cevaptan sonra mümin ölüye, Cehennemdeki yerine bak, Allahü teâlâ değiştirip, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Ölü bakıp ikisini de görür.)[Buhari]
Resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vâdettiğine kavuştunuz mu?) buyurunca, Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Cevaben buyurdu ki: (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama cevap veremezler.) [Buhari, Müslim] [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
İbni Teymiye bile diyor ki:
(Bedir’de çukurdaki ölmüş kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu. Bütün ölüler, şehidler gibi diri olup rızıklandırılır.) [Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed]
İbni Teymiye’nin talebesi İbni Kayyımı Cevziyye de Kitab-ür-ruhkitabında, (Ölü, ziyaret edeni bilir, sesini işitir. Selamını alır, onunla ferahlanır. Bu hâl, yalnız şehidlere mahsus değildir. Herkes için böyledir) diyor. (El-Besair 22)
Ölü gibi ne demek?
Sual: Ölülere işittiremezsin mealindeki âyetin mecaz olduğunu, inatçı kâfirleri hidayete erdiremezsin anlamına geldiğini bildirdiniz. Ölü işitmediği için kâfirlere ölü denmiyor mu?
CEVAP
Yukarıda bildirilen hadis-i şerifte, (Siz beni ölülerden daha iyi işitmezsiniz, fakat onlar cevap veremez) buyuruluyor. Şu halde, ölüye işittiremezsin demek, işitip ancak cevap veremeyen ölüler gibi, hakkı kabul etmeyen kâfirleri imana kavuşturamazsın demektir.Ölünün, münker nekir isimli meleklerin, kabirde sorduğu suallere cevap vermesi ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Kur’an-ı kerimde bildirildiği gibi, Hazret-i İsa’nın ölüleri diriltmesi ve ölülerin konuşması ancak Allahü teâlânın izni ile olmaktadır. Peygamber ve evliya ruhlarının da böyle iş yapması, mucize ve keramet olup, yine Allahü teâlânın izni iledir.
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)
Niye şehidler işitir?
Sual: Bütün ölüler işitiyorsa Allah, niye şehidlere ölü demeyin diye bildirmiştir? Peygamberler için niye ölü demeyin dememiştir?
CEVAP
Âyette şehidler buyurulması, şehidlerin ölüp yok oldukları sanılarak, cihaddan korkulmasını önlemek içindir. Cihada gitmeye ve şehid olmaya mani olan şüpheyi gidermek, Allah yolunda ölmenin yüksek faziletini bildirmek içindir. (Tefsir-i mazhari)
İsra suresinin (Fakirlik korkusu ile evlatlarınızı öldürmeyin)mealindeki 31. âyeti de, bunun gibidir. Fakirlik korkusu olmadan da öldürmek caiz olmadığı halde, fakirlik korkusu ile öldürenler çok olduğu için, âyet, olaylara göre gönderilmiştir. Yani sadece şehidler ölü olmadığı halde, şehidler için ölü değil buyurulması gibi, fakirlik korkusu ile çocuklarınızı öldürmeyin demek de böyledir. Çocuklarımızı, fakirlik korkusundan başka sebeplerle de öldürmek caiz olmaz.
Yine İsra suresinin (Sakın ana babana öf deme) mealindeki 23. âyeti de böyledir. Bir kimse, ana-babasına öf demese, fakat sopa ile dövse, sonra da (Ben öf demediğim için, Kur'anın emrine uydum) dese, Kur'ana uymuş mu oluyor? Âyetin manası, (Ana babanızı üzmeyin hatta onlara öf bile demeyin) demektir. (Beydavi)
Ana babana öf deme denilerek, nasıl daha büyük eziyetleri yapmamak gerekiyorsa, şehidlere ölü demeyin demekle, onlardan daha üstün olan Peygamberlere ölü denmeyeceği aşikârdır.
Her ölü işitir
Sual: Kur’anda, şehitler ölü değil diridir deniyor. Şehitten daha kıymetli olan peygamberler ölü müdür? Ruh ölmediğine göre, kâfir müslüman bütün ruhlar diri değil midir?
CEVAP
Elbette bütün ruhlar diridir. Şehitler diridir denince, diğer ruhların ölü olduğu anlaşılmaz. Aşere-i mübeşşere cennetlik denilince ötekilerin cehennemlik olduğu anlaşılmaz. Eshab-ı kiramın hepsinin cennetlik olduğu bildirilince, Veysel Karani gibi sahabi olmayan müslümanların cehennemlik olduğu anlaşılmaz. O âyetin iniş sebebi nedir? Bu bilinince mesele anlaşılır. Tibyan’da bildiriliyor ki:
Bedir’de falanca filanca öldü gitti denildiği zaman, Allahü teâlâ, şehitler için ölü denmesini yasaklayıp buyurdu ki:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin. Bilakis onlar diridir; ama siz bunun şuurunda değilsiniz.) [Bekara 154]
Şehitlerin ölmeyeceği, cennette oldukları, savaşanların şehit olmaktan korkmamaları, âyet-i kerimenin iniş sebeplerindendir. Burada şehitlerin faziletleri bildiriliyor. Âyet-i kerimede Allah yolunda öldürülenler deniyor. Peygamber Allah yolunda değil midir? Elbette şehitlerden çok üstündür. İbni Hacer-i Mekki hazretleri buyuruyor ki:
Peygamberler, mezarlarında diridir; fakat onların hayatları, bizim hayatımız gibi değildir. Yiyip içmeleri, ibadet etmeleri gerekmez. Meleklerin hayatına benzer. Lezzet almak için ibadet ederler; çünkü kabir hayatında cenab-ı Hakkı müşahedeleri, dünyadakinden daha mükemmeldir. (Fetava-i fıkhiyye s.125)
Peygamberlerin kabir hayatları, dünya hayatı gibi değildir. Onlar, ahirete gitmişlerdir. Onlar işitmeyen ölü demek değildir. Kabirlerinde namaz kılarlar. Bir hadis-i şerif meali:
(Peygamberler kabirlerinde diridir, namaz kılarlar.) [Ebu Ya’la, Beyheki]
Âyet-i kerimeleri en iyi açıklayan resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü müşrik ölülere, (Rabbinizin size vaat ettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum)buyurunca, Hazret-i Ömer, vesika haline gelsin diye, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun, onlar işitir mi?) dedi. Resulullah cevaben buyurdu ki:
(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama onlar cevap veremezler.) [Buhari, Müslim]
Ruh ölmez, ölü işitir
|
Sual: (Ölüler işitmez. Peygamberler de ölüdür. Onlar da işitemez. Onun için şefaat ya Resulallah veya yetiş ya Resulallah demek şirktir) diyenlere nasıl bir cevap vermek gerekir?
CEVAP
Bunlar vehhabilerin ve bunlara aldanan bazı mezhepsizlerin iddialarıdır.
Şirk demek büyük hatadır. Çünkü ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır.) [Zümer 42]
Bu âyet-i kerime de ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba düçar olur. Bir hadis-i şerif meali şöyledir:
(Müminlerin ruhları 7. kat göktedir. Orada Cennetteki makamlarını seyrederler.) [Deylemi]
Hızır aleyhisselam gibi bir çok kişinin ruhunun iş yaptığı görülmüştür. Bu bakımdan Allah yolunda ölmüş kimselere ölü bile demek caiz olmaz. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin! Onlar diridir; ama siz anlayamazsınız.) [Bekara 154]
Allah yolunda öldürülenler şehiddir. Şehidden daha üstün olan Peygamber efendimize nasıl ölü denir! O âlemlere rahmet olarak gönderilmiştir, bütün âlemler Onun hürmetine yaratılmıştır. Şehidler gibi Peygamberlerin bedenleri de çürümez. Dört hadis-i şerif meali şöyledir:
(Toprak, Peygamberlerin vücudunu çürütmez. Bir mümin salevat okuyunca, bir melek bana haber verir, "Falan oğlu filan, sana selam söyledi" der.) [İbni Mace]
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülürler.)[İbni Ebiddünya]
Resulullahın Hayber’de yediği zehirli et, ölüm hastalığında etkisini gösterdi ve şehid olmasına sebep oldu. (Mevahib-i ledünniyye)
Ölülere işittiremezsin âyeti şu mealdedir:
(Elbette sen ölülere işittiremezsin. Arkalarını dönüp kaçan sağırlara da bu daveti işittiremezsin. Hem sen o körleri sapıklıklarını bıraktırıp, hidayet verici de değilsin. Sen ancak âyetlerimize iman edecek kimselerden başkasına işittiremezsin.)[Neml 27/80-81]
Buradaki sağırların da kulaklarının sağır olmadığı, körlerin de gözlerinin kör olmadığı, ölünün de gerçek ölü olmadığı açıktır. Bir dedavet ve hidayet kelimeleri geçiyor. Demek ki maksat işittirmek veya göstermek değil, onları hidayete davet etmektir. Âyetin devamında,(Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin) deniyor. Ötekilerin ise iman etmeyecek kâfirler olduğu da pek açıktır. Sen ölüleri imana kavuşturamazsın denmez ki. Sen ancak iman edeceklere işittirebilirsin deniyor ki, işittirmenin kabul ettirmek olduğu bütün tefsirlerde bildiriliyor. Bu âyetin tefsirlerdeki açıklaması şöyledir:
(Ey Resulüm, sen ölüden farksız olan kâfirleri hidayete erdiremezsin, hakkı işitmek istemeyen ve hakikati göremeyen kâfirleri de hidayete kavuşturamazsın. Sen ancak iman edeceklere Müslümanlığı kabul ettirebilirsin.) [Beydavi]
Onlardan daha iyi işitmezsiniz
Resulullah efendimiz, Bedir’de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek,(Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hazret-i Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Resulullah,(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) [Hazret-i Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.]
Vehhabiler, ibni Teymiye’nin yolunda iseler de, bu konuda ona da uymuyorlar. Çünkü ibni Teymiye diyor ki: (Bedirde çukurdaki kâfirlerin işitmelerini bildiren hadis-i şerif meşhurdur, her yere yayılmıştır. Zaruri inanılması lazım gelen bilgilerden oldu.) [Dinde inanılması zaruri olan bir şeye inanmayan kâfir olur.] (Kitab-ül-intisar-fil-imam-ı Ahmed)
İbni Teymiye, adı geçen kitabında bütün ölülerin, şehidler gibi diri olduklarını ve şehidler gibi rızıklandırıldıklarını bildiriyor. Ölülerin diriltilmesi üzerindeki fetvalarında diyor ki, ölüler, kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi? Tanıdıklarından veya tanımadıklarından biri kabre geldiği zaman, bunun geldiğini anlarlar mı? Cevabında, (Evet bilirler ve anlarlar) diyor. Ölülerin buluştuklarını ve soruştuklarını ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Bir kimse, din kardeşinin kabrini ziyarete gider ve mezarı başında oturursa onu tanır ve selamına cevap verir.) [İbni Ebiddünya]
(Bir kimse tanıdığı kabir yanına gelip selam verirse, meyyit de onu tanır ve selam verir. Tanımadığı kabrin başına gelip selam verirse, selamına cevap verir.) [Beyheki]
Onu tanıması ve selam vermesi, meyyitin onu gördüğünü ve selamını işittiğini göstermektedir. Çünkü ölmek, bazı cahillerin dedikleri gibi, yok olmak olsa idi, onun bütün duygularının yok olması lazım gelirdi. Meyyit kendini ziyaret edeni, kabri başına geleni görmektedir. Görmeseydi, dünyada tanımamış olduğunu tanımaması bildirilmezdi. Birincisini tanıyarak cevabı veriyor. İkincisinin selamına, tanımayarak cevap veriyor.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kabrimin yanında, benim için okunan salevatı işitirim. Uzak yerlerde okunanlar bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe] (Diri olan işitir. Bir söz, diri olana bildirilir.)
(Ölü kabre konurken, ayak seslerini işitir.) [Buhari] (Diri olan işitir.)
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.) [İ.Ebiddünya] (Diri olan sevinir, üzülür.)
Hadis-i şeriflerde, ziyaret kelimesi kullanılmaktadır. Meyyit, kabre geleni tanımasaydı, ziyaret kelimesi kullanılmazdı. Her dilde ve her lügatta, ziyaret kelimesi, tanıyan ve anlayan kimselerin buluşmasında kullanılır. (Selamün aleyküm) de anlayan kimseye söylenir.
Azap, hissedene yapılır
Ruhun bedene olan bağlılığı öldükten sonra yok olmaz. Ölünün kemiğini kırmak ve kabir üzerine basmak, bunun için yasak edilmiştir. Kabirde azap yapılması da, ruhun ölmediğini gösterir.
Meyyitlerin, dirileri gördüklerini bildiren vesikalardan biri, Buhari’deki,(Her meyyite, her sabah ve her akşam ahiretteki yeri gösterilir. Cennetlik olana, Cennetteki yeri, Cehennemlik olana, Cehennemdeki yeri gösterilir) hadis-i şerifidir. Gösterilir sözü, gördüklerini bildirmektedir. Allahü teâlâ, Kur’an-ı kerimde, Firavun’un adamları için, (Onlara sabah akşam ateş gösterilir) buyurdu. Meyyit görmeseydi, gösterilir demek lüzumsuz ve yanlış olurdu.
Ebu Nuaym, Amr bin Dinar’dan alarak bildiriyor ki, (Bir kimse ölünce, ruhunu bir melek tutar. Ruh, bedenin yıkanmasına, kefenlenmesine bakar. Kendisine, insanlar, seni nasıl övüyorlar işit, denir.) Abdullah ibni Ebiddünya’nın Amr bin Dinar’dan alarak bildirdiği hadis-i şerifte,(Bir kimse, öldükten sonra çoluk çocuğunun başına gelenleri bilir. Kendisini yıkayanlara ve kefenleyenlere bakar) buyuruldu. Buhari’deki sahih hadiste, (Münker ve Nekir melekleri, sual ve cevaptan sonra meyyite, Cehennemdeki yerine bak! Allahü teâlâ, değiştirerek, sana Cennetteki yeri ihsan eyledi derler. Bakar. İkisini birlikte görür) buyuruldu.
Ruhlar ölmez. Kabir hayatında ya nimete veya azaba düçar olurlar. Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur.
Şaşılacak şey
Vehhabilerin kendi kitaplarında diyor ki: (Gökler Allah’tan korkar, Allah göklerde his yaratır. Anlarlar, Kur’anda, yerlerin ve göklerin tesbih ettikleri bildirildi. Resulullahın avucuna aldığı taş parçalarının tesbih ettiklerini ve mescitteki Hannane denilen direğin inlediğini ve yemeğin tesbih ettiğini Eshab işittiler.) (s. 200)
(Buhari’de, İbni Mesud diyor ki, yediğimiz yemeğin tesbih sesini işitirdik. Ebu Zer diyor ki, Resulullah, avucuna taş parçaları aldı. Bunların tesbih sesleri işitildi. Resulullahın hutbe okurken dayandığı odunun inlemesi haberi sahihtir.) (Feth-ül-mecid s. 201)
Dağlarda, taşlarda, direkte his ve idrak olduğunu söyleyip de, Peygamberlerde ve Evliyada his olmaz demeleri, şaşılacak şeydir. Dirilere tevessül olunur, ölülere tevessül olunmaz demekle kendileri müşrik oluyorlar. Çünkü bu söz, diriler duyar ve tesir eder, ölüler duymaz ve tesir etmez demektir. Allah’tan başkasının tesir ettiğine inanmak olur. Böyle inananlara kendileri müşrik diyor. Halbuki, ölü de, diri de birer sebeptir. Tesir eden, yaratan yalnız Allahü teâlâdır.
Abdülvehhab oğlunun, Ehl-i sünneti, puta ve mezara tapan kâfirler gibi bilmesi ve Ehl-i sünneti öldürmeye ve mallarını almaya helal demesi, nasslara [âyetlere, hadislere] yanlış mana verdiği içindir. Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kâfirler, kâfirler için gelmiş olan âyetleri, Müslümanlara yükletirler.) [Buhari ]
(Müslüman ismini taşıyanlardan en çok korktuğum kimse, Kur’anın manasını, yerinden değiştirendir.) [Taberani]
Bu hadis-i şerifler, böyle zındıkların meydana çıkacağını ve bunların dalalette olduklarını haber vermektedir.
Ölüler haberdar olur
Sual: Ölülerimizin, bizim yaptıklarımızdan haberleri olur mu?
CEVAP
Evet, haberdar olurlar. İki hadis-i şerif meali şöyledir:
(Ölü, kendisini ziyaret edeni tanır ve selamını alır.) [İbni Ebi-d-dünya]
(Ölüler yaptığınız iyi işlerinize sevinir, kötü işlerinize üzülür.) [İbni Ebi-d-dünya]
Bunun için, vefat etmiş olan yakınlarımızı sevindirmenin bir yolu da, günahlardan kaçıp, dine uygun yaşamaktır.
Beden ölse de ruhlar ölmez
|
Vehhabiler diyor ki:
(Resulullahın ve Evliyanın ruhlarından şefaat isteyen, bunların mezarını ziyaret edip, bunları vesile ederek dua eden kâfir olur. Kabirde olandan işitmeyenden dua istemek şirktir. Ölü ve uzaktaki diri, işitmez ve cevap vermez. Bunların fayda ve zararları olmaz. Ölmüş peygamberden de bir şey istemek şirktir.)
CEVAP
Bu iddialarına aşağıda ve diğer maddelerde cevap veriyoruz:
Ruhun ölmediğine Ehl-i sünnetin inandığı gibi vehhabiler de inanıyor. Beden ölse bile ruhun ölmediğine inanıp da, bu ruhun hareket etmesine inanmamak açık bir çelişkidir.
Böyle olunca, ruhdan şefaat dilemek, ondan yardım istemek gibi, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta olmasını beklemeye, karşı olmamak icap eder. Çünkü, bütün dinler, insan ölünce, ruhun diri kaldığını bildirmektedir. Diri insanlar, Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep oldukları gibi, diri ruhların da, Allahü teâlânın yaratmasına sebep olacağı red edilmez.
Ruhun mahiyeti nedir
Ruh, bedeni ayakta tutan bir kuvvettir. Ruh ölmez. Ruh [can] bedenden ayrı bir varlıktır. Zümer suresinin, (Allah, öleceklerin ölümleri anında, ölmeyeceklerin de uykuları esnasında ruhlarını alır. Ölmelerine hükmettiği kimselerinkini tutar, diğerlerini bir süreye kadar salıverir. Elbette düşünenler için bunda alınacak ibretler vardır) mealindeki 42. âyeti ruhun bedenden ayrı bir varlık olduğunu bildirmektedir. İşiten, tasarruf ve kuvvet sahibi olan ruhtur. Ruhsuz beden bir işe yaramaz. Ama bedensiz ruh, nimet veya azaba düçar olur. Ruh, sütte yağın bulunduğu gibi, bedende bulunmaz.
Bunun için kolu kesilen kimsenin ruhundan eksilme olmaz. Başkasının yüreği ile yaşayan bir insanın ruhunda değişiklik olmadığı için, bozuk kimsenin yüreğinin bu adama hiç tesiri olmaz. Kalb ile yürek aynı şey değildir. Yürek, hayvanda da bulunur. İnsana mahsus olan kalbe, gönül denir. Gönül görünmez, fakat tesirleri ile anlaşılır. Kalb, elektrik cereyanı, yürek de ampul gibidir. Ampuldeki elektriği, ampul ışık verdiği zaman anlıyoruz. Elektrik gibi kalb de madde değildir, bir yer kaplamaz. Yürekte eserleri görüldüğü için, kalbin yeri yürek denir. Yürek değiştirmek, sanki ampul değiştirmeye benzer. Yani takılan yürek nasıl olursa olsun, takılan kimsenin kalb kuvvetinin tesiri görülür. Ampulün değişmesiyle şehir cereyanında azalıp çoğalma olmadığı gibi, yürek değişmesiyle, kalb kuvvetinin tesiri değişmez.
Ruh da, elektriğe benzetilebilir. Yanmakta olan bir ampul, sökülünce, yani cereyanla olan irtibatı kesilince, cereyanın bir miktarı kesilmiş olmaz. Başka bir ampul takılırsa onun da rezistans telini ısıtıp ışık saçmasına sebep olur. Salih bir kimsenin yüreği, fâsık kimseye veya kâfire takılınca, o kimsenin kalbi yine hep günah işlemek ister, kötü düşünür. Tersine, fâsık insanın yüreği, salih bir kimseye takılırsa, o kimsenin kalbi yine günah işlemek istemez, hep iyi düşünür. Yüreğin manevi bir fonksiyonu yoktur. Öldükten sonra çürüyüp gidecektir. Yahut hayvan yese veya yansa fark etmez. Çünkü insan ruh demektir. Beden değişse de ruh değişmez.
İnsan, ruhu sayesinde ayakta durur. Aklı, düşüncesi, ruhu sayesinde vardır. İnsanın, vücudu bir marangozun aletleri gibidir. İnsan ölünce, aletleri olmadığından, ruh bu aletlerle bir iş yapamaz. Ancak yine de, ruh ölü olmadığı için gider gelir, insanları tanır. Hatta evliyanın ruhları insanlara yardım eder. Bu yardım etmesi dünyadaki bedenindeki aletlerle değildir. Allahü teâlâ ruhlara aletsiz de iş yapma özelliğini vermiştir. Vefat eden Hızır aleyhisselamın ruhu çok kimseye çeşitli yardım yapmaktadır.
Bir kimseye, başkasının bütün organları takılsa, o insanın aklında, düşüncesinde değişiklik olmaz. Marangozun eski aletleri yerine, yeni aletleri gelmiş demektir. Alet değişmekle, marangozdaki bilgi, kabiliyet değişmez. Kesmeyen bir testere yerine, iyi kesen bir testere gelirse, daha kolay iş yapar. Görmeyen gözün yerine sağlam göz takılırsa görür. Kanı, kalbi, beyni de değişse, yine düşünceye tesir etmez. Sağlam organ takılmışsa, daha kolay iş görür. Çünkü insan, ruh demektir. Bir insan yanmakla yok olmaz. Sadece aletleri elinden alınmış olur. Ahirette ona yeni aletler verilir. Ruh, kendisine verilen vücut sayesinde, ya nimete kavuşur veya azaba düçar olur. Ruhun mahiyetini bilmeyen veya Allah’ın kudretinden şüphe eden kimse, insan yanınca yok olduğunu, kabir suali ve kabir azabının olmadığını zanneder. Halbuki kabir azabı haktır.
Aklın almadığı şeyleri akılla çözmeye kalkışmak çok yanlıştır.
Akıl, göz gibi, din bilgileri de ışık gibidir. Göz, ışık olmadıkça, karanlıkta görmez. Göz, karanlıkta görmediği şeylere Yok diyemez. Akıl da, maneviyatı, fizik-ötesini anlayamaz. Aklımızdan faydalanmamız için Allahü teâlâ, din ışığını gönderdi. Göz, ışık olmadan karanlıkta cisimleri göremediği gibi, din bilgileri olmadan da akıl, manevi şeyleri anlayamaz. O halde akıl, din ışığı ile ancak manevi şeyleri anlayabilir.
Amerika’daki vahşilerin, oklarının uçlarına sürdükleri, Kürar ismindeki zehir, sinirlerin uçlarını felce uğratır. Adale hareket edemez. Ağrı yapmadığından insan zehirlendiğini anlamaz. Elini, ayağını oynatamaz, yere yıkılır, taş gibi kalır. Görür ve işitir ise de, gözünü kırpamaz, dilini oynatıp bağıramaz. Kabir azabı da buna benzetilebilir. Ölü, acı duyar, fakat kıpırdayamaz.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kabir azabı, ahiret azaplarındandır. Dünya azabına benzemediği gibi, rüyada görülen azaba da benzemez. Böyle sanmak, kabir azabını bilmemekten ileri gelir. Kabir azabına inanmayan bid'at sahibi olur. "Hakkında hadis-i şerif olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam, akıl ve tecrübe bunu kabul etmez" diyen kâfir olur. (Mektubat-ı Rabbani C.3, m.17- 31)
İnsan ruhu sayesinde vardır
İnsan ölünce yok olur ve ölülerin ruhlarının faydası zararı olmaz sanılıyor. Halbuki beden ölüp çürüse de ruh ölmez.
Abdülhak-ı Dehlevi hazretleri buyuruyor ki:
İnsan ölürken ruhunun ölmediğini âyet ve hadisler açıkça bildiriyor. Ruhun şuur sahibi olduğu, ziyaret edenleri ve onların yaptıklarını anladıkları da bildiriliyor. Velilerin ruhları, diri iken olduğu gibi, öldükten sonra da, yüksek mertebededirler. Allahü teâlâya manevi olarak yakındırlar. Evliyada, dünyada da, öldükten sonra da keramet vardır. Keramet sahibi olan ruhlardır. Ruh ise, insanın ölmesi ile ölmez. Kerameti yapan, yaratan, yalnız Allahü teâlâdır. Her şey Onun kudreti ile olmaktadır. Her insan, Allahü teâlânın kudreti karşısında, diri iken de, ölü iken de hiçtir. Bunun için, Allahü teâlânın dostlarından biri vasıtası ile, bir kuluna ihsanda bulunması şaşılacak bir şey değildir. Diri olanlar vasıtası ile çok şey yaratıp verdiğini, herkes her zaman görmektedir. İnsan diri iken de, ölü iken de bir şey yaratamaz. Ancak Allahü teâlânın yaratmasına vasıta, sebep olur. (Mişkat)
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Bazı evliyanın Hazret-i Hızır ile konuşmaları, onun diri olduğunu göstermez. Ruhu insan şeklini alır, iş yapabilir, darda kalanlara yardım edebilir. Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği bir çok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. Bir hadis-i şerifte buyuruluyor ki:
(Eğer kabre konan kişi mümin ise, kabri genişletilir. Kıyamette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buhari, Müslim] (C.1, m.182)
Yine hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabir azabı vardır.) [Buhari]
(Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizi]
Bilmediğimiz bir hayat ile diridirler
Peygamberler ve Evliya mezarlarında, kabir hayatı denilen, bilmediğimiz bir hayat ile diridirler. Kendiliklerinden bir şey yapamazlar. Allahü teâlâ, onlara sebep olacak kadar kuvvet ve kıymet vermiştir. Onları sevdiği için, onlara, âdeti dışında olarak ikram, ihsan yapmaktadır. Onların hürmeti için, istenileni yaratır. İstenilenin yaratılmasına sebep olmaları onlardan istenir.
Mezhepsizlerin, Ehl-i sünnet, mezarlara tapınıyorlar, müşrik oluyorlar demeleri Müslümanlara iftiradır.
Aşağıda meallerini yazdığımız, [Al-i İmran 169 ve Bekara 154] âyet-i kerimeler, şehidlerin diri olduklarını bildiriyor. Şehidler, peygamber gibi evliya gibi değil, başka müslümanlar gibidir. Onlardan bir üstünlükleri yoktur. Peygamberler ise, şehidlerden elbet daha ileride ve daha üstündür. Her Peygamber şehid olarak ölmüştür. Bunu bilmeyen yoktur.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Peygamberlerin vücudunu toprak çürütmez.) [Ebu Davud]
(Her Peygamber, kabrinde diri olup namaz kılar.) [Beyheki, Ebu Ya’la]
Onun için vehhabiler gibi Resulullahı ölü sanmak, ya Resulallah demeye şirk demek maksatlı değilse cahilliktir.
Vehhabi Feth-ül-mecid kitabının 486. sayfasında kendi bozuk inanışlarını güya ispat etmek için şu hadis-i şerif yazılıdır:
(Evlerinizi kabir yapmayınız! Kabrimi bayram yeri yapmayınız! Bana salevat getiriniz! Her nerede salevat getirirseniz, bana bildirilir.) [Ebu Davud]
Halbuki bu hadis-i şerif, Peygamberlerin kabirlerinde diri olduklarını göstermektedir. Çünkü, bir söz, diri olana bildirilir. [Hadis âlimlerinden Abdülazim Münziri hazretleri, (Kabrimi bayram yeri yapmayınız!)hadis-i şerifi için, elinizden geldiği kadar sık ziyaret ediniz demektir, dedi. Yani, benim kabrimi, yılda bir iki kere ziyaret etmekle bırakmayınız. Her vakit ziyaret ediniz demektir dedi. (Evlerinizi mezarlık yapmayınız!) hadis-i şerifi de, evlerinizi namaz kılmamakla mezarlığa benzetmeyiniz demektir dedi.]
Yine hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Mirac gecesinde, Musa aleyhisselamın kabri yanından geçirildim. Mezarında, ayakta namaz kılıyordu.) [Buhari, Müslim]
Buhari’de ve Müslim’de, (Allahü teâlâ, Mirac gecesinde, bütün Peygamberleri, Peygamberimize gönderdi. Onlara imam olup, iki rekat namaz kıldılar) yazılıdır. Namaz kılmak, rüku ve secde yapmakla olur. Bu haber, diri olarak, ceset ile, beden ile kıldıklarını gösteriyor. Musa aleyhisselamın, kabrinde namaz kılması da, bunu göstermektedir.
Mişkat kitabının son cildinde, (Mirac) babının birinci faslı sonunda, Müslim’den alarak Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Kâbe’nin yanında, Kureyş kâfirleri, bana Beyt-ül-mukaddesin nasıl olduğunu sordular. Oralara dikkat etmemiştim. Çok sıkıldım. Allahü teâlâ bana gösterdi. Kendimi Peygamberler arasında gördüm. Musa aleyhisselam, ayakta namaz kılıyordu, zayıf idi. Saçları dağınık ve sarkık değildi. Şen’e kabilesinden bir yiğit gibi idi. İsa aleyhisselam, Urve bin Mesud Sekâfi’ye benziyordu)buyuruldu. Şen’e, Yemende bulunan bir kabilenin ismidir. Bu hadis-i şerifler, Peygamberlerin, Rableri yanında diri olduklarını gösteriyor. Onların cesetleri [bedenleri], ruhları gibi latif olmuştur. Kesif, katı değildir. Madde ve ruh âleminde görünebilirler. Bunun için Peygamberler, ruhları ve bedenleri ile görünebilirler.
Hadis-i şerifte, Musa ve İsa aleyhimesselamın namaz kıldıkları bildiriliyor. Namaz kılmak, çeşitli hareketler yapmaktır. Bu hareketler beden ile olur. Ruh ile olmaz. Musa aleyhisselamı, orta boylu, eti az, zayıf, saçları toplu gördüm buyurması, ruhunu değil bedenini gördüğünü gösteriyor. Peygamberler başka insanlar gibi ölmez. Geçici olan dünyadan, sonsuz kalıcı olan ahirete göç ederler.
İmam-ı Beyheki hazretleri, İtikad kitabında buyuruyor ki:
Peygamberler, mezara konduktan sonra ruhları bedenlerine geri verilir. Biz onları göremeyiz. Melekler gibi, görünmez olurlar. Yalnız, Allahü teâlânın keramet olarak ihsan ettiği seçilmiş kimseler görebilir. İmam-ı Süyuti de böyle bildirmiştir. İmam-ı Nevevi ve Sübki ve imam-ı Kurtubi üstadından böyle haber vermişlerdir.
Hicretin 61. senesinde (Harre) olayında, Said bin Müseyyib diyor ki, Mescid-i nebide ezan okunamaz, namaz kılınamaz olunca, Hücre-i nebeviyye’den ezan ve ikamet sesi işitildi. Bunu, ibni Teymiye de, (İktiza-üs-Sıratil-müstakim) kitabında yazmaktadır. Çok kimse, selamlara, Kabri saadetten cevap verildiğini, çok zaman işitmişlerdir. Başka kabirlerden de, selamlara cevap verildiği, çok işitilmiştir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bana selam verene, ben de selam veririm.) [Beyheki]
Bir hadis-i şerifte, (Beni rüyada gören uyanık iken görmüş gibidir)buyuruldu. Bunun için, imam-ı Nevevi hazretleri, Onu rüyada görmek, tam kendisini görmektir dedi. Nitekim, Abdürraüf Münavi’nin, Künuz-üd-dekaık kitabında yazdığı ve Buhari’de ve Müslim’de bulunduğunu bildirdiği hadis-i şerifte, (Beni rüyada gören doğru görmüştür. Çünkü şeytan, benim şeklime giremez) buyuruldu. Rüyada benzeri görülmüş olsaydı, doğru olarak görülmüş olmazdı. İbrahim Lakani,Cevheret-üt-tevhid kitabında diyor ki, hadis âlimleri, Resulullahın uyanık iken de, rüyada da görülebileceğini, sözbirliği ile bildirmişlerdir.
Diri olan Peygamber mi, Şehid mi?
Bedir’de falanca filanca öldü gitti denilince, Allahü teâlâ buyurdu ki:
(Fisebilillah [Allah yolunda] öldürülenlere ölü demeyin. Bilâkis onlar diridir, ama siz bunu anlayamazsınız.) [Bekara 154] (Tibyan)
Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Uhud’da şehid olan kardeşlerinizin ruhları yeşil kuşlarla Cennete gitmiştir. Onlar Cennetin ırmaklarından su içer, meyvelerinden yiyip Arş’ın gölgesinde asılı altın kandillerle giderler, istirahat ederler. Yiyecek, içeceklerin lezzetini ve orada yaşanan hayatın güzelliklerini tattıkları zaman, “Allahü teâlânın bize neler verdiğini kardeşlerimiz bilselerdi de cihattan çekinmeselerdi” dediler. Allahü teâlâ da, ben onlara, sizin durumunuzu bildiririm buyurdu.)[Müslim, Tirmizi, İbni Mace]
İşte âyet meali:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın, onlar, Rableri indinde diridir ve Allah’ın bol nimetinden sevinç içinde rızıklanırlar, arkalarından kendilerine ulaşamayanlara [henüz şehid olmamışlara, şehidlikte] korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler.) [Al-i İmran 169]
İlk âyette, Allah yolunda öldürülenlere ölü demeyin, onlar diri diye ikaz ediliyor. İkinci âyette, bunların yiyip içtikleri de bildiriliyor.
Şimdi vehhabilere soruyoruz: Şehid mi üstün, yoksa Peygamber mi? Şehid sıradan biridir. Savaşta ölenin imanı varsa şehid olur. Attan düşüp ölen bile şehiddir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Suda boğulan, yangında ve enkaz altında ölen şehiddir.) [İbni Asakir]
(Abdestli yatıp da ölen şehiddir.) [Deylemi]
(Mütteki müezzin, şehid gibidir. Ölürse kabrinde çürümez.)[Taberani]
(Allahü teâlâdan sıdk ile ihlas ile şehidlik isteyen, yatağında ölse de, şehiddir.) [Müslim]
Allah yolunda ölen şehide ölü demek caiz değil iken, bütün ömrünü Allah yolunda geçiren Peygamber efendimize ölü demek nasıl caiz olur? Hadis-i şerifde buyuruldu ki:
(Kabrimin yanında okunan salevatı işitirim. Uzaktakiler bana bildirilir.) [İbni Ebi Şeybe]
Elbette Peygamber, şehidden üstündür. Resulullah efendimiz ise, bütün evliyadan, ulemadan ve diğer enbiyadan [Peygamberlerden] üstündür. Dini de diğer dinlerden daha üstündür. Eshabı yani arkadaşları da diğer Peygamberlerin eshabından üstündür. Ümmeti de diğer ümmetlerden üstündür. İki âyet-i kerime meali:
(Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Resulünü hidayet [doğruluk rehberi olan Kur’an] ve hak din [İslamiyet] ile gönderen Odur.) [Fetih 28]
(Biz seni âlemlere rahmet olarak gönderdik.) [Enbiya 107]
İki hadis-i şerif meali:
(Ben bütün insanların efendisiyim.) [Buhari]
(Allahü teâlâ, beni insanların en iyisinden yarattı. İnsanların en iyisiyim, en iyi ailedenim. Kıyamette herkes sustuğu zaman ben söylerim, onlara şefaat ederim. Kimsenin ümidi kalmadığı bir zamanda onlara müjde veririm. O gün her iyilik, her türlü yardım, her kapının anahtarı bendedir. Liva-i hamd benim elimdedir. Peygamberlerin imamı, hatibi ve hepsinin şefaatçisiyim. Bunları öğünmek için söylemiyorum, hakikati bildiriyorum.) [Hakikati bildirmek vazifemdir. Bunları söylemezsem vazifemi yapmamış olurum.] (Mektubat-ı Rabbani 1/44)
Eshabı hepsinden üstündür, hepsi Cennetliktir. Bir âyet meali:
(Allah, hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad etmiştir!) [Nisa 95]
Ümmeti de diğer ümmetlerden üstündür. Bir âyet meali:
(Siz, insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz.)[Al-i İmran 110]
Şehidlerin ruhu yaşıyor da, âlemlere rahmet olarak gönderilen Resulullahın ruhu yaşamıyor mu? Ruh ölmez, kâfirin ruhu bile ölmez. Peygamberin Allah yanında bir şehid kadar da kıymeti yok mu? Şehid diri oluyor da, Peygamber niye diri olmasın? Şehid Cennette rızıklanıyor da, Peygamber niye rızıklanmıyor? Allahü teâlâ şehide böyle ikram ediyor da Peygamberine ikram etmez mi? Allah’ın Peygamberi şehidden yani ümmetinden birisinden üstün değil mi? Şehid olan Hazret-i Ömer’den, Hazret-i Ali’den, Hazret-i Hamza’dan, Hazret-i Cafer-i Tayyar’dan üstün değil mi?
Peygamber hâşâ Allah yolunda değilse, şehid Allah yolunda nasıl olur? Peygamber diri olmazsa şehid nasıl diri olur? Peygamber işitmezse, şehid nasıl işitir? Halbuki şehidin, Müslümanlığı da şehidliği de bu Peygambere iman etmeye bağlıdır. Şehidler Allah yolunda da, hâşâ Peygamberler başka yolda mı? Bu ne çirkin suçlama öyle? Resulullah şehid değil mi? Resulullah, son hastalığında, (Hayber’de yediğim zehirli etin acısını hâlâ hissediyorum. Zehrin tesirinden aort damarım, bıçak gibi kesiliyor) buyurdu. (Buhari)
İbni Mesud hazretleri ve diğer Eshab-ı kiram, (O zehirli etin tesiriyle Resulullah şehid oldu) buyurdu. Peygamberlik şehidlikten üstündür. Fakat şehid olmak da bir nimettir. Allahü telâlâ Resulüne bu nimeti de vermek için son hastalığında bu zehrin etkisini göstermiştir.(M.Ledünniyye)
Vehhabiler, "Şefaat ya Resulallah" diyenlere, (Ya hacı, şirk şirk...)diyorlar. Onun ümmetinden olan şehide diri dedikleri halde, Resulullaha ölü demeleri âyet ve hadislere aykırıdır.
Yalan olduğu için yazıları birbirini tutmuyor
Vehhabi Feth-ul-mecid kitabının 257. sayfasında, (Ebu Davud’un rivayet ettiği hadiste bana salevat okuyunuz! Her nerede okursanız okuyunuz, bana bildirilir denildi. Demek ki, uzakta yakında okumak arasında ayrılık yoktur. Kabri bayram yeri gibi yapmaya hacet yoktur) diyor.
Hücre-i saadeti ziyarete ihtiyaç olmadığını göstermek için, Resulullahın, salat ve selamdan haber aldığını yazmış, farkında olmayarak, kendi kendisini yalanlamıştır. Ölü his etmez, duymaz diyordu. Şimdi de, haber aldığını yazıyor.
416. sayfasında, (Ölüler kendilerine söylenileni duymazlar. Ölüden dua, şefaat istemek, ona tapınmak olur) diyor.
Resulullahın kendisine okunulan salevattan haberdar olduğunu yazması ve yukarıdaki yazısı, birbirlerine uymamaktadır. Bundan başka, Ebu Davud’daki hadis-i şeriflerden birini yazıyor. İkincisini yazmak işine gelmiyor. Hadis âlimlerinden Abdülhak-ı Dehlevi, Medaric-ün-nübüvve kitabının 378. sayfasında diyor ki, Ebu Davud’un Ebu Hüreyre’den haber verdiği hadis-i şerifte, (Bir kimse bana selam verince, onun selamını işitir, cevap veririm) buyuruldu. İbni Asakir’in haber verdiği hadis-i şerifte, (Kabrim yanında, bana salevat okununca, o salevatı işitirim) buyuruldu.
Kabirdeki meyyitlerin duyduklarını ve gördüklerini bildiren böyle sağlam haberler çoktur. Lüzumu kadar bildirdik. Uzatmaya lüzum yoktur. Dirilerin yaptığı işlerin ölülere gösterildiğini aşağıda bildireceğiz. Onlarda görmek olmasaydı, işlerin onlara gösterilmesi doğru olmazdı. Çünkü, işlerin gösterilmesi demek, iki omuzda bulunan (Kiramen katibin) meleklerinin yazdığı şeylerin gösterilmesi olduğu anlaşılmaktadır. Bu da mevtaların gördüğünü bildirmektedir.
Dirilerin işlerinin gösterilmesi
Ölülerin görmesini anlattıktan sonra, dirilerin işlerinin onlara gösterilmesini bildiren hadis-i şerifleri yazalım:
Ümmetin amelleri Resulullah efendimize gösterilmektedir.
Abdullah ibni Mesud hazretleri dedi ki, Resulullahtan işittim, buyurdu ki:
(Hayatım, sizin için hayırlıdır. Bana anlatırsınız. Ben de size anlatırım. Öldükten sonra, vefatım da, sizin için hayırlı olur. Amelleriniz bana gösterilir. İyi işlerinizi gördüğüm zaman, Allahü teâlâya hamd ederim. Kötü işlerinizi gördüğüm zaman, sizin için af ve mağfiret dilerim.) [Bezzaz]
Ameller, işler, tanıdıklara gösterilmektedir.
Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Yaptığınız işler, kabirde olan yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Böyle olmayan işleriniz için, ya Rabbi! Bizi doğru yola kavuşturduğun gibi, bu kardeşimizi de kavuştur. Ondan sonra ruhunu al derler.)[İ.Ahmed, Tirmizi]
(Yaptığınız işler, mezardaki yakınlarınıza ve tanıdıklarınıza gösterilir. İşleriniz iyi ise, sevinirler. İyi değil ise, ya Rabbi, bunlara iyi işler yapmaları için kalblerine ilham eyle derler.) [Ebu Davud]
(İnsanların yaptıkları işler, Pazartesi ve Perşembe günleri, Allahü teâlâya arz olunur. Peygamberlere, Evliyaya ve ana-babaya Cuma günleri gösterilir. İyi işleri görünce sevinirler. Yüzlerinin parlaklığı artar. Allah’tan korkunuz! Ölülerinizi incitmeyiniz!) [Tirmizi]
(Mezardaki kardeşleriniz için Allahü teâlâdan korkunuz! Yaptığınız işler, onlara gösterilir.) [Tirmizi, İbni Ebiddünya, Beyheki]
İnsanların yaptığı işler, mezardaki tanımadıkları ölülere de bildirilir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Yaptığınız işler, ölülere bildirilir. İyi işlerinizi görünce sevinirler. Kötü işlerinizi görünce üzülürler.) [İbni Ebiddünya]
Vehhabi kitabının (Allame) ismini verdiği ve yazılarını kendilerine senet olarak kullandığı ibni Kayyımı Cevziyye, Kitab-ür-ruh kitabında, İbni Ebiddünya’dan, o da Sadaka bin Süleyman Caferi’den bildiriyor ki, bir kötü huyum vardı. Babamın ölümünden sonra, pişman oldum. Bu taşkınlıklarımdan vaz geçtim. Bir aralık bir kabahat yaptım. Babamı rüyada gördüm. Ey oğlum! Senin güzel işlerinle kabrimde rahat ediyordum. Yaptığın işler bize gösteriliyor. İşlerin salihlerin amellerine benziyor. Fakat, son yaptığından dolayı çok üzüldüm, utandım. Yanımdaki mevtalar arasında beni utandırma, dedi. Bu haber, yabancı mevtaların da, dünyadaki işleri anladıklarını gösteriyor. Çünkü, çocuğun işleri babasına gösterildiği zaman, babası oğluna, beni yanımdaki ölülere utandırma demektedir. Yabancı ölüler, çocuğun işlerinin babasına gösterildiğini anlamasalardı, babası rüyada böyle söylemezdi. Hadis-i şerifte de, tanıdığı bütün ölülere dünyadaki işlerin gösterildiğini yukarıda bildirmiştik.
Meyyitler birbirini ziyaret ederler
Meyyitlerin birbirini ziyaret etmeleri ve buluşmaları da, sahih haberlerle bildirilmiştir.
Haris bin Ebi Üsame ve Ubeydullah bin Said Vayili (İbane) kitabında ve Ukayli, Cabir bin Abdullah’tan haber verdikleri hadis-i şerifte,(Ölülerinizin kefenini güzel yapınız! Onlar, kabirlerinde birbirlerini ziyaret ederler ve övünürler) buyuruldu.
Müslim sahihindeki hadis-i şerifte, (Kardeşinin cenaze işini görenleriniz, kefenini güzel yapsın!) buyuruldu. Çünkü, meyyitler birbirini ziyaret ederler ve övünürler.
Ebu Hüreyre’nin bildirdiği hadis-i şerifte, (Ölülerinizin kefenlerini güzel yapınız! Çünkü, birbirlerini kefenleri içinde olarak ziyaret ederler) buyuruldu.
Tirmizi ve İbni Mace ve Muhammed bin Yahya Hemedani (Sahih) kitabında ve İbni Ebiddünya ve Beyheki (Şu’ab-ül-iman) kitabında, Ebu Katade’den bildirdikleri hadis-i şerifte, (Biriniz din kardeşinin cenaze işlerini görürse, kefenini güzel yapsın! Çünkü onlar, kabirleri içinde birbirlerini ziyaret ederler) buyuruldu.
Evinde iken nelerden incinirse
Dirilerin yaptıkları işleri haber alınca, ölülerin incindikleri hususunda, İmam-ı Süyuti Şerh-us-sudur kitabında, Deylemi’nin Hazret-i Âişe validemizden bildirdiği hadis-i şerifi yazıyor. Burada, (İnsan, evinde iken nelerden incinirse, kabrinde de onlardan incinir) buyuruldu. İmam-ı Kurtubi Tezkire kitabında diyor ki, dünyada olanların yaptıkları şeyleri Allahü teâlâ bir melek ile yahut alamet ile, işaretle veya başka bir yoldan, ölülere bildirir.
Allahü teâlânın izni ile iş yaparlar
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Ruhun İlliyyinde olduğu halde, bedene bağlanmasına ve tasarruf yapmasına izin verildiğini İbni Asakir’in, Abdullah ibni Abbas’tan haber verdiği şu hadis-i şerif göstermektedir: Resulullah, Cafer Tayyar hazretleri şehid olduktan sonra buyurdu ki,
(Bir gece Cafer Tayyar yanıma geldi. Yanında melek vardı. İki kanatlı idi. Kanatlarının uçları kana boyanmış idi. Yemen’deki Bişe denilen vadiye gidiyorlardı.)
İbni Adiy’in, Hazret-i Ali’den haber verdiği hadis-i şerifte, (Cafer bin Ebi Talibi meleklerin arasında gördüm. Bişe ahalisine yağmur geleceğini müjdeliyorlardı) buyuruldu.
Hadis âlimlerinden Hakim’in Abdullah ibni Abbas’tan verdiği haberde, Resulullahın yanında oturuyordum. Esma binti Umeys yanımızda idi. Resulullah, aleyküm selam dedikten sonra buyurdu ki:
(Ya Esma! Şimdi, zevcin Cafer, Cebrail ve Mikail ile birlikte yanıma geldiler. Bana selam verdiler. Selamlarına cevap verdim. Bana dedi ki, (Mute) gazasında kâfirler ile birkaç gün savaştım. Vücudumun her tarafında yetmişüç yerimden yaralandım. Bayrağı, sağ elime aldım. Sağ kolum kesildi. Sol elime aldım, sol kolum kesildi. Allahü teâlâ, iki kolum yerine bana iki kanat verdi, Cebrail ve Mikail ile birlikte uçuyorum. İstediğim zaman Cennetten çıkıyorum. İstediğim zaman girip meyvelerini yiyorum.)
Esma, bunları işitince, (Allahü teâlânın nimetleri Cafer’e afiyet olsun. Fakat, herkes bunu benden işitince inanmazlar diye korkuyorum. Ya Resulallah, minbere çık sen söyle! Sana inanırlar) dedi. Resulullah mescide teşrif edip, minbere çıktı. Allahü teâlâya hamd ve sena eyledikten sonra, (Cafer ibni Ebi Talib, Cebrail ve Mikail ile birlikte yanıma geldiler. Allahü teâlâ, ona iki kanat vermiş. Bana selam verdi) buyurdu. Sonra, Esma’ya haber verdiklerini bir bir söyledi.
Bu hadis-i şerifler gösteriyor ki, Allahü teâlâ, şehid olan ve salih olan kullarına, insanlara faydalı olan işleri yapmak için izin vermektedir. Bunu bildiren, daha nice haberleri hadis âlimleri yazmışlardır.
Kabirdeki nimet ve azapları dünyada iken görenler
Dirilerin, mezardaki nimetleri ve azapları anlaması ve baş gözü ile görmesi caiz olduğu, Allahü teâlâ ve Resulü tarafından haber verilmiştir. Ehl-i sünnet âlimleri, kabirde nimet ve azap olduğunu, bunun hem ruha, hem de bedene birlikte olduğuna inanmak lazım geldiğini sözbirliği ile bildirmişlerdir. (Aka’id) kitapları, bunları uzun uzun bildirmektedir.
İmam-ı Süyuti hazretleri Şerh-us-Sudur, Abdurrahman ibni Receb Hanbeli hazretleri Ehvâl-ül-kubur kitabında, imam-ı Şarani hazretleriTezkire-i Kurtubi Muhtasarı'nda bildiriyor ki:
Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer hazretleri, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah efendimiz, bu zata, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberani)
İmam-ı Taberani'nin bildirdiği bu hadis-i şerif, mezhepsiz ibni Teymiye'nin talebesi olan ibni Kayyımı Cevziyye'nin Kitab-ür-ruh isimli eserinde de vardır.
Buhari ve Müslim’deki hadis-i şerifte, (Eğer, gizli tutabilseydiniz, kabir azabını, benim işittiğim gibi, size de işittirmesi için, dua ederdim) buyuruldu.
Bu ve bunun gibi haberler, Peygamberler ve Evliya gibi, herkesin de kabirdekileri görebileceğini bildirmektedirler. Evliyanın görmesi, hiç inkâr edilemez. Allahü teâlânın kudreti ve ihsanı ile görmektedirler.
Ölmek yok olmak değildir
Bütün bunlar ruhların ölmediğini, mevtaların mezarda, kabir hayatı denilen bilmediğimiz bir hayat ile diri olduklarını göstermektedir. İslam âlimlerinin hepsi diyor ki, ölmek, yok olmak değildir. Bir evden bir eve göç etmek demektir. Peygamberler ve Veliler de, İslamiyet’i yaymak için çalışmışlardır. Hepsi şehidlik derecesine kavuşmuşlardır. Şehidlerin diri oldukları, Kur’an-ı kerimde açıkça bildirilmektedir. Böyle olunca, onlardan tesebbüb ve teşeffu ve tevessül etmek şaşılacak bir şey midir?
(Tesebbüb) demek, onları sebep yapmak, yani Allahü teâlâ katında yardım etmelerini dilemektir.
(Tevessül) demek, bizim için dua etmelerini dilemektir. Çünkü onlar, Allahü teâlânın dünyada da, ahirette de sevgili kullarıdır. Onların istediklerine kavuşacaklarını, her dilediklerinin verileceğini, Kur’an-ı kerim bildirmektedir. Böyle olan meyyitlerden, dirilerden beklenen şeyleri bekleyen bir kimse kötülenebilir mi? Bunlardan beklenen şeyleri, Allahü teâlânın yaratacağına, Allah’tan başka yaratıcı bulunmadığına inanan bir kimsenin, mezardaki Peygamberleri, Velileri sebep kılması, vesile yapması, hiç inkâr olunabilir mi? Bunları, onlar çürüdü, toprak oldu, yok oldu zan edenler inkâr eder. İslamiyet’i bilmeyenler ve onların büyüklüğünü, yüksekliğini anlayamayanlar inanmaz. Peygamberlerin ve Evliyanın yüksekliklerini ve üstünlüklerini anlamayan kimseler, din cahilleridir. İslamiyet’i anlamamışlardır.
Evliyanın ve Peygamberlerin mezarlarına gidip, onların vasıtası ile, onları sebep kılarak, Allahü teâlâdan bir şey istemenin ve kıyamet günü bize şefaat etmeleri için, kendilerine yalvarmanın caiz olduğu, hadis-i şeriflerde bildirilmiştir ve İslam âlimleri sözbirliği ile haber vermişlerdir. İnsanların en üstünü olan Muhammed aleyhisselamın hadis-i şeriflerine ve Onun yolunda giden seçilmişlerin, sevilmişlerin kitaplarına inanmak nimetini bize ihsan eden Allahü teâlâya hamd ve şükürler olsun! Bu büyük nimeti Rabbimiz bize ihsan etmeseydi, kendimiz anlayamaz, bulamaz, helak olurduk.
Telkin vermek sünnettir
|
Sual: Sen ölüye işittiremezsin âyeti delil gösterilip, ölüye telkin vermenin bid'at olduğu söyleniyor. Telkin sünnet değil midir?
CEVAP
Telkin sünnettir. Sünnete bid'at demek, helale haram demek küfrü gerektirir. Muhaddislerden imam-ı Deylemi ve imam-ı İbni Asakir’in bildirdiği hadis-i şerif şöyle:
(Kardeşlerinizden biri ölüp de, toprakla örtülmesi tamamlanınca, biriniz kalkıp kabrin başında "Ey filan kadının oğlu filan" desin! Çünkü o vefat eden kimse, "Bizi irşad et de Allah da sana rahmet etsin!" der. Fakat siz bunu duyamazsınız. Telkin veren kimse"Dünyadan çıkarken, Allah’ın birliğini, Muhammed aleyhisselamın Onun kulu ve Resulü olduğunu, Allah’ı Rab, İslamiyet’i din, Kur'anı İmam kabul ettiğini hatırla!" desin! Çünkü münker ve nekir meleklerinden biri diğerine "Gel bunun yanından çıkalım. Çünkü Hücceti kendisine telkin edilen kimsenin yanında durmamıza lüzum yok" der. [Oradaki] bir zat (Ya Resulallah annesin adını bilmezsek ne yapalım?) diye sual etti. Peygamber efendimiz (Ey Havva’nın oğlu filan dersiniz)buyurdu. (Ramuz)
İmam-ı Gazali hazretleri İhya’da, (Sad bin Abdullah, can çekişen Ebu Ümamenin ziyaretine gittim. "Ben ölünce Resulullahın emrettiği gibi [telkin verip] beni defnedin diyerek Resul-i ekremin telkin şeklini bildirmiştir) diye nakledip, yukarıdaki hadis-i şerifi bildiriyor. (c.4)
Fıkhi hükümlerden bazıları:
Kabirdeki meyyite telkin vermek meşrudur. (Cevhere)
Ölüye, definden sonra telkin vermek sünnettir. (Nur-ül yakin fi mebhas-it telkin)
Resulullah, definden sonra telkin vermeyi emretti. Kendisi de telkin verdi. (Cila-ül-kulub)
İmam-ı Saffer hazretleri, "Ölü kabre konunca, ruhu ve aklı geri gelir. Kendisine verilen telkini anlar. Telkin meşrudur" buyuruyor. İnayesahibi "Hocam Kadıhan’dan işittim ki, imam-ı Merginani telkin verirdi ve telkini bize vasiyet ederdi" buyurmuştur. (Mevkuffat)
Merakıl-felah ve Tahtavi haşiyesi’nin tercümesi olan Nimet-i İslamkitabında telkinin nasıl verileceği anlatıldıktan sonra deniyor ki:
1- Telkin meşrudur. Bu Ehl-i sünnetin kavlidir, (Mevtanıza telkin edin)hadisine göredir.
2- Definden sonra telkin olunmaz. Bu söz, mutezilenin görüşüdür.
3- Meyyite telkin ne emredilir, ne de nehyedilir.
Redd-ül Muhtar ve Birgivi vasiyetnamesi’nde de, telkinin meşru olduğu ve yapılış şekli yazılı.
Tenvir-ül kulub, Mugnil muhtac, İanet-üt-talibin, Tuhfe-ül-habib, Tuhfet-ül-muhtaç gibi Şafii kitaplarında da telkinin sünnet olduğu bildirilmektedir. Bid'at ehline vesika olması bakımından İbni Teymiye’yi öven ve ölünün işitmediğini söyleyen Alusi bile Galiyye-tül-mevaızkitabında Peygamber efendimizin telkin verdiğini ve telkin vermeyi emrettiğini bildirmektedir.
Görüldüğü gibi telkin meşrudur. Abduhçuların, İbni Teymiyecilerin bid'at demelerinin hiç kıymeti yoktur.
İşittirmek kabul ettirmek demektir
Vehhabiler, ruhun ölmediğini söyledikleri halde, Resulullah da ölüdür, işitmez, şefaat ya resulallah diyen kâfir olur diyorlar. Mecazı bilmiyorlar. Bu konudaki birkaç âyet-i kerime meali şöyledir:
(Savaşta öldürülenleri siz değil, Allah öldürdü. Attığın zaman da, sen değil, Allah attı.) (Enfal 17) Birileri, ötekileri öldürüyor, Allah, ben öldürdüm diyor, Resulullah atıyor, sen atmadın ben attım buyuruyor.
Aşağıda da kabirdekilere sen değil, ben işittiririm buyuruyor.
(Kâfirler, sağır, dilsiz, kör oldukları için doğru yola gelmezler.)[Bekara 18],
(Kâfirler sağır, dilsiz ve kör oldukları için, akledemezler, düşünemezler.) [Bakara 171] Yani hakkı işitmedikleri için sağır, doğruyu söylemedikleri için dilsiz, gerçeği görmedikleri için kör, denilerek hidayete kavuşmadıkları bildirilmiştir. Buradaki işitmek,kabul etmek demektir. (Beydavi)
(Bu dünyada kör olan, ahirette de kördür.) [İsra 72] (Bu âyette de yaşayan ve ölen kâfirlere kör deniyor. Yoksa dünyadaki körler ahirette kör olmayacaktır.
(Sağırlara işittiremezsin. Körleri ve sapıkları doğru yola eriştiremezsin.) [Zuhruf 40] Bu âyette işittiremezsin demek, sen hakkı kabul ettiremezsin demektir. Kabirlerdekilere işittiremezsin demek de, inatçı kâfirlere işittiremezsin, yani hakkı kabul ettiremezsin demektir.(Beydavi)
(Körle gören [kâfir ile mümin] karanlıkla aydınlık [Bâtıl ile hak],gölge ile sıcak [Cennetle Cehennem] bir olmaz. Dirilerle ölüler de bir olmaz. Elbette Allah, dilediğine işittirir. Sen kabirdekilere[inatçı kâfirlere] işittiremezsin, sen sadece bir uyarıcısın.) [Fatır 19-22 Celaleyn, Beydavi] Bu âyette, kâfire kör, mümine gören, Cennete gölge deniyor. Resulullah kabirdekilere ne söyleyecek de işittirecek? Hâşâ bu abes, boş söz olmaz mı? Kabirdekileri niye hidayete kavuşturmaya uğraşsın ki? Hemen âyetin devamında, (Sen sadece bir uyarıcısın), yani vazifen kâfirleri hidayete kavuşturmak değil, sadece tebliğdir buyuruluyor. Demek ki kabirdekilerden maksat, yaşayan inatçı kâfirlerdir. (Beydavi)
(Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür.) [Hac 46] Cenab-ı Hak burada kâfirlerin gözleri değil, basiretlerinin kör olduğunu açıkça bildiriyor. Yani öteki âyetleri de açıklamış oluyor. Yukarıdaki âyetlerde sadece onlar kör, sağır ve dilsiz diye geçiyordu. Bu âyette ise kör demek, maddi gözün olmadığı, kalblerinin kör olduğu yani kâfir oldukları bildiriliyor. O halde kör denilince baş gözü anlaşılmadığı gibi, ölü veya kabirdekiler denilince de, mezardaki ölü anlaşılmamalıdır.
(Sen, ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giden sağırlara da daveti duyuramazsın. Körleri sapıklıklarından vazgeçirip doğru yola getiremezsin; ancak âyetlerimize inananlara duyurabilirsin.)[Neml 80, 81 Rum 52 53] Burada diri olup, gözü kulağı ve beyni olan kâfirler ölüye benzetiliyor, (Ölüleri [kâfirleri] imana kavuşturamazsın)deniyor. (Ölülere, sağırlara işittiremezsin) ifadesinden sonra, (Sen ancak âyetlerimize iman edeceklere işittirebilirsin) buyuruluyor. Kâfirlerin işitmeyeceği, yani hakkı kabul etmeyeceği, ancak iman edeceklerin işitecekleri, yani kabul edecekleri açıkça bildirilmektedir.Eğer gerçekten kabirdekilerden maksat ölü olsa idi, ölü de işitmeseydi iman edenlere işittirebilirsin ifadesi yersiz ve yanlış olurdu ve kâfir ölü işitmez, mümin ölü işitir anlamı çıkardı. Halbuki Buhari’deki hadis-i şerifte kâfir ölü de işitir buyuruluyor.
Not: (Ruh ölmez, ölü işitir) hususunda geniş bilgi için Vehhabilikmaddesine bakınız.
Telkin sünnettir
Sual: Meyyite [ölüye] telkin verilmesi yanlış değil mi? Birincisi ölü işitmez. İkincisi, işitse bile, kâfir olarak öldüyse telkinin ona ne faydası olur ki?
CEVAP
Telkin sünnettir. (Cevhere)
Telkin kâfir ölüye değil müslüman ölüye yapılır.
Ayrıca, Müslüman ölünün değil, kâfir ölünün de işittiği hadis-i şerifle sabittir. (Buhari)
Erkek için telkin örneği:
Falan oğlu filan, Allah’ın selamı üzerine olsun. (3 defa)
(Ondan başka her şey yok olacaktır. Mülk Onun, hüküm Onundur. Ona döndürüleceksiniz.) [Kasas 88]
O halde bil ki, bu, senin dünya konaklarının sonuncusu, ahiret konaklarınınsa ilkidir. Yine bil ki, bu alçak dünya yurdundan çıktın. Ebedi olan ahiret yurduna ulaştın. Aldanma yurdundan çıktın, sevinç ve ferahlık yurduna ulaştın. Bu fani dünyadan çıktın, ebedî âleme ulaştın. Yine bil ki, şimdi şu an sana refîk, şefkatli, yüzleri siyah, gözleri mavi iki melek gelecek. Biri Münker, diğeri Nekir’dir. Onlardan korkma! Mahzun olma; çünkü onlar, Rahman olan Allahü teâlâ tarafından memur iki kuldur. Sana sual sorarlar ve derler ki: Rabbin kim, peygamberin kim, dinin ne, imamın ne, kıblen nedir, arkadaşların kimlerdir? Açık bir dille, o iki meleğe şöyle cevap ver: Rabbim Allahü teâlâdır, Peygamberim Muhammed aleyhisselamdır, dinim İslam’dır, imamım Kur’an-ı kerimdir. Kıblem Kabe-i şeriftir. Arkadaşlarım müminlerdir. Yine bil ki, ölüm hak, kabir hak, Münker ve Nekir’in suali haktır. Haşır hak, neşir hak, hesap hak, mizan hak, sırat hak, müminler için Cennet hak, kâfirler için Cehennem haktır.
(Biz sizi topraktan yarattık. Yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi ondan çıkaracağız.) [Taha 55]
Hani sen dünyadayken Allahü teâlâdan başka ilah olmadığına ve Muhammed aleyhisselamın onun resulü olduğuna şehadet etmiştin, işte o ahdini hatırla!
Allah’ım, bu ölüyü, bu cevap üzerine sabit kıl. Ona doğruyu söylet!
Allah’ım, eğer o iyi bir kimseyse, iyiliğini artır. Kötü bir kimseyse, onu affeyle, ona merhamet eyle, onu muaheze etme!
Âmin, velhamdülillahi rabbil âlemin... (3 defa)
Telkinin orijinali:
=========================================
اَلتَّلْقِينُ لِلْمَيِّتِ
عَلَيْكَ سَلاَمُ اللهِ يَا عَبْدَ اللهِ ابْنَ عَبْدِ اللهِ (3 دفعه) كُلُّ شَئٍ هَالِكٌ اِلاَّ وَجْهَهُ، لَهُ اْلمُلْكُ وَ لَهُ اْلحُكْمُ وَ اِلَيْهِ تُرْجَعُونَ. فَاعْلَمْ بِاَنَّ هَذَا آخِرُ مَنْزِلِكَ مِنْ مَنَازِلِ الدُّنْيَا وَ اَوَّلُ مَنْزِلِكَ مِنْ مَنَازِلِ اْلآخِرَةِ. وَ اعْلَمْ بِاَنَّكَ خَرَجْتَ مِنْ دَارِ الدُّنْيَا الدَّنِيَّةِ وَ وَصَلْتَ اِلَى دَارِ اْلعُقْبَى اْلاَبَدِيَّةِ. خَرَجْتَ مِنْ دَارِ اْلغُرُورِ وَ وَصَلْتَ اِلَى دَارِ السُّرُورِ. خَرَجْتَ مِنْ دَارِ اْلفَنَاءِ وَ وَصَلْتَ اِلَى دَارِ اْلبَقَاءِ. وَ اعْلَمْ بِاَنَّ اْلآنَ اْلآنَ قَدْ يَنْزِلُ بِكَ اْلمَلَكَانِ الرَّفِيقَانِ الشَّفِيقَانِ اْلاَسْوَدَانِ اْلوَجْهَانِ وَ اْلاَزْرَقَانِ اْلعَيْنَانِ، اَحَدُهُمَا مُنْكَرٌ وَ آخَرُهُمَا نَكِيرٌ لاَ تَخَفْ عَنْهُمَا وَ لاَ تَحْزَنْ فَاِنَّهُمَا عَبْدَانِ مَأْمُورَانِ مِنْ قِبَلِ الرَّحْمَنِ، سَائِلاَنِ عَنْكَ قَائِلاَنِ لَكَ: مَنْ رَبُّكَ وَ مَنْ نَبِيُّكَ وَ مَا دِينُكَ وَ مَا اِمَامُكَ وَ مَا قِبْلَتُكَ وَ مَنْ اِخْوَانُكَ وَ مَنْ اَخَوَاتُكَ فَقُلْ فِي جَوَابِهِمَا بِلَفْظٍ فَصِيحٍ وَ لِسَانٍ صَرِيحٍ: اَللهُ رَبِّى وَ مُحَمَّدٌ نَبِيِّي، وَ اْلاِسْلاَمُ دِينِي وَ اْلقُرْآنُ اِمَامِي وَ اْلكَعْبَةُ قِبْلَتِي وَ اْلمُؤْمِنُونَ اِخْوَانِي وَ اْلمُؤْمِنَاتُ اَخَوَاتِي. فَاعْلَمْ بِاَنَّ اْلمَوْتَ حَقٌّ وَ اْلقَبْرَ حَقٌّ وَ سُؤَالَ اْلمُنْكَرِ وَ النَّكِيرِ حَقٌّ وَ اْلحَشْرَ حَقٌّ وَ النَّشْرَ حَقٌّ وَ اْلحِسَابَ حَقٌّ وَ اْلمِيزَانَ حَقٌّ وَ الصِِّرَاطَ حَقٌّ وَ اْلجَنَّةَ لِلْمُؤْمِنيِنَ حَقٌّ وَ النَّارَ لِلْكَافِرِينَ حَقٌّ. مِنْهَا خَلَقْنَاكُمْ وَ فِيهَا نُعِيدُكُمْ وَ مِنْهَا نُخْرِجُكُمْ تَارَةً اُخْرَى. اُذْكُرِ اْلعَهْدَ الَّذِى كُنْتَ عَلَيْهِ فِى دَارِ الدُّنْيَا الدَّنِيَّةِ وَ هُوَ شَهَادَةُ اَنْ لاَ اِلَهَ اِلاَّ اللهُ وَ اَنَّ مُحَمَّدًا رَسُولُ اللهِ. اَللَّهُمَّ ثَبِّتْهُ عَلَى اْلجَوَابِ وَ اَنْطِقْهُ بِالصِّدْقِ وَ الصَّوَابِ [اَللَّهُمَّ اِنْ كَانَ مُحْسِنًا فَزِدْ فِي اِحْسَانِهِ وَ اِنْ كَانَ مُسِيئًا فَاغْفِرْ لَهُ وَ ارْحَمْهُ وَ تَجَاوَزْ عَنْهُ]
«3 دفعه» آمِينَ. وَ اْلحَمْدُ للهِ رَبِّ اْلعَالَمِينَ.
=========================================
|
İşitenlere selam
|
Sual: Hadis-i şerifte, kabirdeki ölülere, (Esselâmü aleyküm, yâ ehle dar-il kavm-il-mü’minîn! İnnâ inşâallahü an karibîn biküm lâhikûn)diye selam verilmesi emredildiğine göre, işitmeyen ölülere selam verilmesi niye emrediliyor? Niye (Biz de size kavuşacağız) diye, duymayanlara hitap ediliyor?
CEVAP
Elbette işitmeyene selam verilmez, onlara hitap edilmez. Demek ölüler işitiyor ki, onlara selam veriliyor ve hitap ediliyor. Resulullah efendimiz lüzumsuz iş yapar mı?
Bazı sapıklar da, (Şefaat ya Resulallah demek şirktir, çünkü ölü işitmez) diyorlar. Diriye işittiren Allahü teâlâ, ölüye işittiremez mi? Ruh ölmediğine ve işiten ruh olduğuna göre, kâfir olsun, Müslüman olsun, her ruh işitir.
Resulullah efendimiz, Bedir’de bir çukura gömülü ölmüş müşriklere,(Rabbinizin size vaat ettiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurunca, Hazret-i Ömer, ölülerin işittiği vesika haline gelsin diye, (Ya Resulallah, leşlere mi söylüyorsun, onlar işitir mi?) dedi. Resulullah cevaben buyurdu ki:
(Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz, ama onlar cevap veremezler.) [Buhari, Müslim]
Görüldüğü gibi, işitene selam verilir, ancak işitenle konuşulur. Ölü işitmeseydi, Resulullah efendimiz, (Ölülerinize telkin verin)buyurması hâşâ manasız olurdu. Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Ölü müminse, kabri genişletilir, kabri hoş kokularla doldurulur. Ölü kâfirse, demirden bir tokmakla başına vurulur.) [Buhari, Müslim]
Ölü, işitmeseydi, hissetmeseydi, müminin kabri güzelleştirilir, kâfirin kabri azapla doldurulur muydu? Bir âyet-i kerime meali de şöyledir:
(Allah yolunda öldürülenleri ölü sanmayın!) [Âl-i İmran 169]
Kâfir ölülerinin de ruhlarının ölmediği ve işittiği, yukarıda bildirilmişti.
|
|
|
|
|
|
Sevab bağışlamak
|
Sual: Hanefi bir kimse yaptığı ibadetlerin sevabını, ölü diri herkese bağışlayabilir mi?
CEVAP
Evet bağışlayabilir. İbadetler üç kısımdır:
1- Zekât, sadaka ve kefaretler gibi yalnız malla yapılan ibadetlerin sevabını ölü diri herkese bağışlamak caizdir.
2- Hac gibi, hem beden, hem malla yapılan ibadetlerin sevabını bağışlamak caizdir.
3- Yalnız bedenle yapılan namaz, oruç, tesbih, tehlil, tahmid ve Kur’an-ı kerim okumak, dua etmek gibi ibadetlerin sevabını bağışlamak da caizdir. Bir kimse, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, mesela namaz, oruç, sadaka, Kur’an-ı kerim okumak, hac, umre, evliyanın kabrini ziyaret ve ölüye kefen vermek gibi ibadetleri yaparken sevabını ölü diri, başkasına hediye etmeye niyet edebilir. (Etfal-ül müslimin)
İmam-ı Şafii ve imam-ı Malik hazretleri, (Yalnız beden ile yapılan ibadetlerin sevapları ölüye hediye edilmez) dediler. Fakat sonradan gelen Şafii âlimleri, (Ya Rabbi! Okuduğumdan hasıl olan sevabın mislini ölülere vasıl et!) gibi dua edince, vasıl olacağını bildirdiler.
Görüldüğü gibi, ölü için Kur'an-ı kerim okunur. "Okunan Kur'anın sevabı ölüye gitmez" diyenlerin yanlış söyledikleri açıktır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Kabristandan geçen kimse 11 ihlas okuyup, sevabını kabirdekilere hediye ederse, ölü adedince sevap verilir.)[İ.Ahlakı]
Bir kimse, farz olsun, nafile olsun, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, sevabını, ölü, diri herkese hediye edebilir.
Namaz, oruç, hac, umre, sadaka, Kur'an-ı kerim okumak, evliyanın kabrini ziyaret, kurban, zikir gibi ibadetlerin sevapları başkasına hediye edilebilir. Hediye edenin kendi sevabından hiç azalmadan, bütün müminlere de sevabı erişir. Yani sevap, hediye edilenlere, taksim edilmeden, herbirine bütünü kadar erişir.
Her ibadetin sevabı, Resulullah efendimizin mübarek ruhuna da gönderilebilir. İbni Ömer hazretleri, Peygamber efendimiz için umre yapmıştır.
İbn-is Serrac hazretleri de Resulullah efendimiz için onbinden fazla hatim okumuş, mübarek ruhu için kurban kesmişti. (Hidaye)
Şu halde, her mümin yaptığı ibadetlerin sevaplarını, başta Peygamber efendimiz olmak üzere, ana-babasına ve bütün müminlere hediye etmelidir! Sevabı hepsine de gider. Kendi sevabından da bir şey eksilmez.
İstiğfar etmek
Sual Ölmüşleriniz için istiğfar edin deniyor. Ölü için nasıl istiğfar edilir? İstiğfar etmekle istiğfar okumak ayrı mıdır?
CEVAP
Evet ayrıdır. İstiğfar okumak, Estağfirullah demek veya istiğfar duasını okumaktır. İstiğfar etmek ise, hayır hasenat yaparak günahların affına sebep olmak demektir. Sevabı ölüler için, Kur’an okumak, cami ve çeşme yapmak istiğfar etmek olur.
Günaha sebep olmak
Sual: Bir âyet ve bir hadiste, (Kimse kimsenin günahını çekmez)denirken, başka bir hadiste, (Kötülüğe sebep olan, o kötülüğü işleyenin günahını çeker) deniyor. Bunda bir tenakuz yok mudur?
CEVAP
Hiç bir tenakuz yoktur. Son hadis-i şerifin meali şöyledir:
(Dinimizde bir “Sünnet-i hasene” çıkaran [İyi bir çığır açan] bunun sevabı ile, bununla amel edenlerin sevabına kavuşur, o yolda gidenlerin sevabından da hiçbir şey eksilmez. Kim de, dinimizde bir “Sünnet-i seyyie” çıkarırsa, [Kötü bir çığır açarsa]bunun günahı ile, bu yolda gidenlerin günahı, ona da verilir, o kötü yolda gidenlerin günahından da hiçbir şey eksilmez.)[Müslim]
Bu hadis-i şerifte, iyiliğe vesile olanın sevap kazandığı, kötülüğe vesile olanın günah işlediği bildiriliyor. Günaha sebep olan, kendi günahını çekiyor. Günah işleyenin günahı azalmıyor, onun günahı başkasının sırtına vurulmuyor. Günaha sebep olan da aynı günaha ortak oluyor. Kimse kimsenin günahını çekmiyor, herkes ektiğini biçiyor.
Mürted olarak ölürse
Sual: Bir kimse, bize dua etse, hakkını ve sevablarını bağışlasa, daha sonra da mürted olarak ölse, onun bize bağışladığı sevabları bizden geri alınır mı?
CEVAP
Hayır, geri alınmaz.
Kur’an okuyup bağışlamak
Sual: Okunan Kur’an-ı kerimi kimlere bağışlamak uygun olur?
CEVAP
Başta Peygamber efendimize, diğer peygamberlere, Ehl-i beyte, Eshab-ı kirama, Tâbiine, mezhep imamlarımıza, Silsile-i aliyyeye, meşâyıh-ı izâma ve bütün müminlere hediye etmek iyi olur.
Sevabını hediye etmek
Sual: Okuduğumuz dua ve tesbihlerden hâsıl olan sevab, bir kimseye hediye edildikten sonra, başkasına da hediye edilebilir mi?
CEVAP
Başkasına da hediye edilir. İstendiği kadar müslümana hediye edilebilir. Ölü diri, dünyadaki bütün müslümanlara hediye edebilir. Tek tek hediye edebildiği gibi toptan da hediye edebilir. Hediye ettiklerine, aynı şeyi tekrar hediye edemez. Mesela, 70 bin kelime-i tevhid okudu. Bu hatm-i tehlili, ölen birine hediye etse, daha sonra başkası ölse, ona da hediye edilebilir, daha sonra başkaları ölse hepsine teker teker hediye edebilir. Aynı hatm-i tehlili aynı kişilere ikinci defa hediye edemez; çünkü daha önce hediye etmişti.
Sevabları bağışlamak
Sual: Bir kimse, kıldığı namazlardan, tuttuğu oruçlardan, verdiği zekâtlardan, evliya kabirlerini ziyaret etmekten, birisine verdiği ödünç paradan hâsıl olan sevabları, ilim öğrenirken kazandığı sevabları, mesela ilmihal okurken kazandığı sevabları, Ehl-i sünnet kitaplarını, başkalarına ulaştırmakla kazandığı sevabları, kısacası hayatta kazandığı farz veya nafile bütün sevabları ölü diri herkese bağışlayabilir mi?
CEVAP
Evet, hepsini bağışlayabilir. Kendi sevabından da hiç eksilme olmaz. Ancak bunların duası yapılmak üzere başkasına bildirilmez. Mesela 40 yıldır kıldığım namazların, tuttuğum oruçların okuduğum ilimlerden hâsıl sevabların duasını yapar mısınız denmez. Sevab bağışlamak ayrı, bunların dualarının yapılması için birine hediye etmek ayrıdır.
Sevab bağışlamak
Sual: Ben İmam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat-ı şerifini okuyup bitirince, bir arkadaşa, (Okumakla hâsıl olan sevabı sana bağışladım) dedim. O da, (Kitap okuma sevabını bağışlamak bid’at olur) dedi. Sevab bağışlamak bid’at olur mu?
CEVAP
Her türlü sevabı, ölü diri her müslümana bağışlamanın mahzuru olmaz. Mesela verdiğimiz zekâtın, ettiğimiz cihadın, yaptığımız haccın, tuttuğumuz orucun, kestiğimiz kurbanın, okuduğumuz Kur’an-ı kerimin sevabını yani bunlardan hâsıl olan sevabı, ölü diri bütün müminlere bağışlayabiliriz. Evliya kabrini ziyaret eden, ziyaret sevabını başkasına bağışlayabilir. Selamlaşınca farz sevabı hâsıl olur. Bu farz sevabını da bağışlayabiliriz. İlim öğrenmek için kitap okusak, hâsıl olan sevabı yine herkese bağışlayabiliriz. Birisine iftar versek, hâsıl olanı sevabı da bağışlayabiliriz. Sözün özü, bağışlanmayan sevab yoktur.
Sevab hediye etmek
Sual: Yaptığımız ibadetlerin sevabını ölmüşlerimize gönderince, haberdar olup çok seviniyorlar. Hayatta olanlara gönderince, haberleri olmadığına göre, bunlara sevab hediye edilmez mi?
CEVAP
Hayatta da olsa, ölmüş de olsa, her mümine, yaptığımız ibadetlerin sevabı hediye edilir. Bizim sevabımızdan hiç eksilmeden, onlara da aynı sevab gider. Kabul olması için haberdar olmaları gerekmez. Yani haberdar olmasa da, o sevab onların amel defterine yazılır.
Mümin, ibadetlerinin sevabını ölü diri herkese hediye edebilir. Kendi sevabından da hiç eksilme olmaz. (Hidaye)
Hatm-i tehlilin, ölü diri, herkese faydası vardır. (Mekatib-i şerife)
Bir hadis-i şerif meali de şöyledir:
(Kendisi için veya başka Müslüman için 70 bin kelime-i tevhid[hatm-i tehlil] okuyanın günahları affolur.) [Makamat-ı Mazheriyye]
Sevabları bağışlamak
Sual: S. Ebediyye’de, (Bir kimse, farz olsun, nafile olsun, herhangi bir ibadeti yaparken veya yaptıktan sonra, mesela, namaz, oruç, sadaka, hatm-i tehlil, Kur’an-ı kerim okumak, zikir, tavaf, hac, umre, Evliyanın kabrini ziyaret ve ölüye kefen vermek gibi ibadet ve taatlerin sevabını diri veya ölü başkasına hediye edebilir) deniyor. Faideli Bilgiler kitabında, Fetava-yi Hindiyye kitabından alınarak, (Yapılan ibadetin sevabını başkasına bağışlamak caizdir. Böylece, namaz, oruç, sadaka, hac, Kur’an-ı kerim okumak ve zikretmek ve Peygamberlerin, Şehitlerin, Evliyanın, Salihlerin kabirlerini ziyaret etmek, ölüye kefen vermek ve bütün hayrat ve hasenat sevabları bağışlanabilir) deniyor. Bu kitaplarda bildirildiği gibi, yapılan ibadet ve iyiliklerin sevabını şöyle söyleyerek bağışlayabilir miyim?
1- Farz olsun, nafile olsun, kırk yıllık kıldığım namazların ve tuttuğum oruçların sevabını bağışladım. Aldığım abdestlerin sevablarını bağışladım.
2- Geçen sene yaptığım umrenin sevabını sana bağışladım.
3- Hindistan’a gidince İmam-ı Rabbani hazretlerini kabrini ziyaret etmiştim. Hâsıl olan sevabı sana bağışladım.
4- Komşu ölünce, ona yaptığım kefenden hâsıl olan sevabı sana bağışladım.
5- Yaptırdığım çeşmeden hâsıl olan sevabı sana bağışladım.
6- Mektubat-ı Rabbani’yi okudum. Ondan hâsıl olan sevabı sana bağışladım.
7- Katıldığım dini sohbetten hâsıl olan sevabı sana bağışladım.
Bir de, Kur’an-ı kerim okuyunca bağışlandığı gibi, bunları duaları yapılmak üzere başkalarına verebilir miyim?
CEVAP
Yukarıda bildirilen ibadet ve taatlerin hepsini ölü veya diri bir kişiye yahut bütün Müslümanlara bağışlamak caizdir. Ancak bunları, Kur’an-ı kerim gibi duaları yapılmak üzere başkalarına vermek âdet değildir.
Ölüden Ne Yardım Ne de Başka Bir Şey İstenmez.
---------------------------------------------
İddiâ: Allah celle celâlühû Mü’minlerin “sadece senden yardım isteriz” dediklerini Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve selem de “yardım istediğinde Allah celle celâluhû’dan yardım iste,” söylüyorlar.[57] Öyleyse, ölüden ne yardım ne de başka bir şey istenmez.
Cevâb: Sadece ölüden mi? Ya diriden? Hadîste bir ayrım yok… Delilsiz böyle bir ayrıma gitmek hevâya tâbi’ olmaktır. Hadîse göre, ne ölüden ne diriden yardım da, başka bir şey de istenmez. Ama nasıl?
Bir: Kur'ân haber veriyor ki, Zülkarneyn çevresindekilere, kuv-vetle bana yardım edin dedi ve onlardan yardım istedi.
İki: Resûlüllah sallallâhu aleyhi ve sellem, buyurdu: “Kul kardeşine yardım ettiği müddetçe Allah celle celâlühû da ona yardım içredir.”[58]
Üç: “Câbir şöyle dedi: Abdullah İbnü Amr İbni Harâm üzerinde borç olduğu halde öldü. Bunun üzerine Resûlüllah sallallahu aleyhi ve sellem’den alacaklılarına karşı, borcundan düşmeleri için istiâne ettim/yardım istedim.”[59]
Dört: “Gündüzün orucu için sahur yemeğinden, gecenin namazı için gündüz kaylûle uykusundan istiâne edin/yardım isteyin.”[60]
Beş: “Sizden biriniz, arkadaş bulunmayan bir yerdeyken, birşey kaybettiğinde veya bir yardım murâd ettiğinde, Ey Allah’ın kulları!.. Bana yardım edin, desin. Zîrâ Allah celle celâlühû‘nün göremediğimiz kulları vardır.” Bunu Taberânî rivâyet etmiş olup ravîleri sağlam bulunmuşlardır. Bununla beraber bazılarında zayıflık vardır. Şu kadar vardır ki, Yezîd İbnü Ali, Utbe’ye yetişmemiştir. (Senedi kesiktir.)[61]
Altı: “Hafaza dışında, yeryüzünde Allah celle celâlühû’nün düşen ağaç yapraklarını yazmakta olan melekleri vardır. O hâlde sizden birinize çorak bir yerde aksaklık (topallama) isabet ederse, Ey Allah’ın kulları!.. Bana yardım edin, desin!” Bunu Taberânî rivâyet etmiştir. Râvîleri sağlam kimselerdir. [62]
Altı: İmâm Buhârî’nin rivâyet ettiği şefaat hadîsinde Mü'minler, Kıyâmet gününde) Âdem aleyhisselâm'dan, sonra Mûsâ aleyhisselâm'dan, sonra da Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem'den istiğase edecekler/şefaat yardımı isteyecekler.[63]
Yedi: Gene İmâm Buhârî’nin İbnü Abbas radıyallahu anhumâ dan yaptığı rivâyette, İmâm Buhârî rivâyet etti: İbnü Abbâs radıyellâhu anhümâ Hâcer kıssasında şunu anlattı: Ne zaman ki Hâcer ve çocuğu (İsmâil aleyhisselâm) susadılar, su aramak için koşmaya başladılar; Hâcer, bir ses işitti. Bir şahıs görmüyordu. Ona, Yanında bir ğavs (meded/yardım eli uzatma) varsa, yetiş imdâdıma!.. dedi.[64]
Sekiz: “Mazluma ğavs/medet edin.”[65]
Dokuz: “Ya Resûlellah! Bana ğavs/medet et.”[66]
On: “Çaresiz Mazluma ğavs/ medet etmeniz (müstesna)” [67]
Demek ki, Kur'an, Sünnet ve akıl ölçülerine göre mahlûktan yardım istenir. Sadece senden yardım isteriz âyetiyle yukarıda zikrettiğimiz âyet ve hadîsleri yan yana getirirsek anlarız ki yardım hakîkatte Allah celle celâlühû’dan istenir ve ondan gelir. Vâsıta olarak da (sebeb olmaları yoluyla mecazen) O’nun güç ve kudret verdiği ve yardımına müsâade edeceği kullardan istenebilir veya gelebilir. Yukarıdaki hadîsi de böyle anlarız.
Kaynak :http://www.gurabamecmuasi.com/Dergi/...evessul-4.html
Dipnotlar :
[57] [Tirmizi Kiyâme:45-59. Ahmed İbnü Hanbel:1/ 293-303-307], Mu’cem
[58] [Müslim, Zikir: 37-38, Ebû Dâvûd, Edeb:60, Tirmizi, Hudûd 3, Kurân 10, İbnü Mace, Mukaddime: 17, Ahmed İbnü Hanbel: 2/ 252-296-500-514], Mu’cem
[59] Buhârî, (2127)
[60] [İbnü Mâce, Hâkimi, Taberânî, Beyhakî, İbnü Abbas radıyallahu anhumâ’dan.], Et-Teysîr:1/147
[61] Mefâhim: 152
[62] Mefâhîm: 153
[63] [Buhârî, Sahîh: Zekât, 52], Mu’cem: 21
[64] [Buhârî, Enbiyâ, 9], Mu’cem:5/21
[65] Ahmed İbnü Hanbel, 4/291.
[66] Buhârî, Cihâd:189, Müslim, İmâret:24
[67] Ebû Dâvûd, Edeb:13 H:4817.
[Hanefî Âlimlerinin Çoğuna ve İbnü Hümâm’a Göre “Ölü Bir Şey İşitmez” mi?]
İSLAMİYETGEN.TR.
Ölüler işitir Diyen Alim Ve Mesheb Imamların Görüşü
Ölüler İşitir Diyenlerin Delilleri
Ölülerin işitmediğini söyleyen Vahhâbî ve benzer düşünceleri olan kendilerine Selefîler diyenlerin görüşlerinin kaynağı olan İbn Teymiyye’nin bu konu hakkındaki görüşleri
.İbn Teymiyye Ölü İşitir Diyor:
İbn Teymiyye, sorulan bir soruya “Ölünün Kur’ân okumak zikir ve duâ seslerini işitebildiği doğrudur.” demektedir
(İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 378-379, Dârul Marife, Beyrut, tsz. İbn Teymiyye Sıratı’l-Müstakim, kabir ziyaretleri bölümü, Tercüme Pınar Yayınları, s.499, baskı: 2004
. İbn Teymiyye fetvalarında; .....ölüler kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi, tanıdıklarından biri geldi mi anlar mı? gibi sorulara cevabında:
“Evet bilirler ve anlarlar” diyor. Daha sonra ölülerin buluştuklarını, ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.
İbn Teymiyye, el-Fetâva'l-Kubrâ, Kıyâmet-Ahiret, sayfa, 207, Hakikat Yayınları Ahmed İbn Teymiyye
Harraninin vesikalarından İbn Teymiyye, Ölülerin kabirlerde konuştuğunu ve kendisine yapılan konuşmaları işittiklerini, söylüyor
(İbn Teymiyye Külliyâtı, c:4, s:240, 8 ciltlik, Tevhid Yayınları. (1998 )
Ölü işitmez diyenler, âyetin zâhirî manasına göre
“Sen ölülere işittiremezsin.” (Rum Suresi 52.) âyetini delil getirirlerse bir sonraki âyet'te Allâh (Celle Celalühü)
“Sen ancak imân edenlere işittirebilirsin”, (Rum Suresi 53)
demektedir. Allâh (Celle Celalühü) o zaman âyetin zâhir manasına göre mü’minlerin işittiğini bildirdi. Burada “İşitmenin”, “kabul etmek” demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
“Artık şüphesiz ki sen, o (dinlediklerinden faydalanmayan) ölüler (durumundaki kafirler)e (hak ve hakikati) işittiremezsin, o (kalp kulakları) sağır (olan)lara da, (hele bir de) arka dönenler halinde kaçtıkları zaman daveti(ni) duyuramazsın.!” Rum, 52
“(Kötü tercih yaptıkları için basiretlerini bağladığımız) o körleri, (yoldan) sapmalarından çevirip doğru yola ulaştırıcı biri de asla değilsin! Sen ancak bizim âyetlerimize inanmakta olan kimselere (gerçekleri) duyurabilirsin (işittirebilirsin).
Çünkü (sadece) onlar (sürekli hakka boyun eğen ihlaslı) Müslümanlardır.” Rum, 53
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, (Sen kâfirleri imâna kavuşturamazsın) demektir. Dirilerden maksat imân edenler kastedilmiştir. Bunun gibi nice kinâye, mecaz ifâde eden birçok âyet vardır.
Bazıları şöyledir:
“Bu sağırlara (gerçekleri) sen mi işittireceksin? Ya da (görüp görmezden gelen) bu körleri ve pek açık bir sapıklık içerisinde bulunmuş olanları sen mi hidâyet edeceksin?” (Zuhruf, 40) âyetinde kâfirler bildiğimiz kör ve sağır değiller aslında.
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (Radıyallahu Anh)’dan rivâyet edilmiştir ki: Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem) şöyle buyurdu:
BU HADİS ASLINDA AYETİ AÇIKLAMAK İÇİN YETERLİ
“Rabbini zikredenle zikretmeyenin durumu diri ile ölünün durumu gibidir.” Buhârî, Deâvât: 66, 7/168
Buraya kadar zikredilen âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere “Sen ölülere işittiremezsin” (Rum, 52)
âyetinden maksat; ölüler değil, imânı kabul etmeyerek kalpleri ölü olan kâfirlerin ta kendisidir.
Ölüler işitmez diyenlerin itibar ettikleri âlimlerden biri olan
.İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım... şöyle demektedir:
Çünkü bedenleri dağılsa da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı söz konusu ruhlara hitaptır.
“Kabirde olanlara sözlerini duyuramazsın.” (Fatır 22) âyeti celilesinin siyakından kâfir bir kimsenin faydasına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duyamaması anlaşılmaktadır.
Nitekim kabirde bulunanlar da söyleneni işlerine yarayacak biçimde duyamazlar. (Faydalı ve işe yarayacak bir şekilde duymazlar; yani öldüktan sonra sevap ve imân elde etme yönünden işe yaramaz, ama diğer konuşmaları duyarlar.)
Ancak Yüce Allah (Celle Celalühü) ölülerin hiçbir şey duyamayacaklarını ifâde etmemiştir. Bu âyetin benzeri de şudur:
“Sen ölülere duyuramazsın, Arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsiniz.”(Neml 80) Ölülerle birlikte sağırlarında daveti duymaması her ikisininde davete ehil kimseler olmadığına delildir.
Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara bir şey duyurmak anlatabilmek mümtenîdir, demektir. Bu görüş doğrudur ama ölümden sonra bir ölçüde bedenle alakasını kesmemiş ruhlara kötü durumların alçaklıklarını duyurmanın imkansızlığını ifâde etmemektedir.
Ömer b. Hattab, İbn Ömer ve Ebû Talha (Radıyallahu Anh) gibi ondan fazla sahâbeden nakledildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Bedir savaşından sonra müşrik ölülerie seslenmiş ve konuşmuştur:
Müslim, el-Cenne ve Sıfatü Naîmihâ, 76, 77, 78; Buhârî, Megâzî, 8; Nesâî, Cenâiz, 117; İbn Hanbel, c. I, s. 26, 27……………
..Ahmed İbn Teymiyye:... (Kitabü’l-intisar-fi’l-İmâm-ı Ahmed) kitabında Bedr’de, çukura doldurulan kâfirlerin işitmelerine, Hazret-i Âişe’nin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünkü O hadis-i şerifi Resûlullah’tan işitmemiştir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur, diyor.
Minhat’ül-Vehbiyye, Fir’reddil ale’l-Vahhabiyye, s. 15, 2000…
Peygamberimizin “siz onlardan daha iyi duyamazsınız” sözü ortada iken orda olmayan, Peygamberimizin sözünü işitmeyen Hz. Âişe’nin (radiyallahu anhâ) yorumuna yapışmanız ne derece doğru olur?
Bedir’deki çukura doldurulan kâfirlerin işitmez görüşünde olan Hz. Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemiz bu inkârından dönmüştür.
Bunu İbnü İshâk Meğâzî’sinde O’ndan ceyyid (iyi), İmâm Ahmed b. Hanbel de (ö.241/855) hasen bir isnâd ile rivâyet etmişlerdir.
Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizin bu rivâyetinde “söylemekte olduğumu siz onlardan daha çok işitmiyorsunuz” ifâdesi vardır.
Zürkânî, “bu rivâyet yani Yûnus İbnü Bükeyr’in ceyyid senedli rivâyeti sahihse, Suyûtî’nin de dediği gibi Âişe radıyallahu anhâ validemiz sanki kıssayı rivâyet eden Sahabîleri görünce inkârından döndü; çünki O hâdisede bulunmamıştı” dedi. (Şerhu’l-Mevâhib: 1/434)
Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizin inkârından dönmesinin delili şudur:
Tirmizî (ö.279/892), Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizden rivâyet etti:
Kardeşi Abdurrahmân’ın kabrinin başında durdu, O’na hitap etti ve “vallahi yanında olsaydım, seni ancak öldüğün yerde gömerdim…” dedi.
Tirmizî, Cenâiz, 60; Mu’cem, 139.
........İbn Teymiyye; ....ölülerin görebilmesi ile alakalı Âişe (r.anhâ) ve diğer sahâbelerden birçok rivâyet gelmektedir. Allah’ın dilediği zamanlarda da ruh bedenle bir araya geldiğinde, tıpkı bir meleğin yeryüzüne inmesi, birden bir ışığın parlaması ya da uyuyan bir kimsenin bir anda uyanması gibi bir anlık bir olaydır. Bu mana birçok rivâyette nakledilmektedir.
Mücahid şöyle demektedir: “Bazen ruhlar defnedildikten itibaren yedi gün kabir içinde odalarda tutulurlar.” Mâlik İbn Enes şöyle demektedir: “Bana ruhların istediği her yere gidebileceği rivâyeti ulaşmıştır” demektedir.
İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 24-362…… Hz. Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizden rivâyete göre Resûlüllah (sav):
“Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan (ezelde, Allah yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilâf eder (anlaşır, Allah uğrunda) tanışmayanlar ise ihtilaf eder (dünyada zıtlaşırlar.)” buyurdu.
Buhârî, Enbiya: 3, no: 3158, 3/1213. Müslim, Birr: 49, no: 2638, 4/2031.
Abdullah İbn Amr ibnü’l-Âs (ö.43/663) (Radiyallahu Anh)’tan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte
Resûl-ü Ekrem (sav) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki mü’minlerin ruhları, daha sahip(ler)i (birbiri)ni görmeden, bir gün ve gecelik yol mesafesinde karşılaşırlar.”
Ahmed İbn Hanbel, Müsned, no: 7068, Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 263, sh: 89…
...Hanefîler:
Hanefî imâmlarının bazılarından ölünün işitmeyeceğine dair gelen bazı ifâdeler, meseleyi kavrayamayan bir takım insanların anladıkları gibi değildir. Bu görüş, söylenen sözü kabirdeki ölünün işittiğine dair yapılan yemininin geçerli olmayacağı münasebetiyle söylenmiştir. Mesela buna dair nikah üzerine yemin edilse kadın boş olur.
Meselenin aslı şöyledir. Fıkıhta yeminler örf esasına dayalıdır. Örfte ise “işitmek” gereğinin yapılabileceği ve karşılığı verilebilecek işitmelere denir.
Halbuki kabirdeki işiten ölüler cevap veremez ve işittiklerinin gereğini muhataplarına yapamazlar. Yoksa bu sözden “onlar hiç bir şekilde işitemezler” manası çıkmaz.
Nitekim bu hususu Hanefî müctehidleri ve imâmlarından Muhakkık Kemaleddin İbn Hümam, Fethu’l Kadîr isimli eserinde bunu açıklamıştır.
Kemaleddin İbn Humam, Fethul Kadir’den naklen.
Hamdullah Et’Dacvi El Basair, s:25, İhlas Yayınları Vakfı, 1999
Hanefî âlimlerinden Abdulhak ed’Dihlevî (ö. 1176/1762) ve Kadı Muhammed Senâullah el-Mazherî’nin de, ölülerin işittiği görüşünde oldukları bildirilmektedir.
Tefsir-i Mazherî, cilt: 2, sayfa: 489’da…
...Şâfî’ler:
İmâm Subki : ölülerin işittiği hususunda mezheblerde icma olduğunu söylemiştir.
Şifâu’s-Sikâm, 162-172, İhlas Yayınları Vakfı, 1995.
.
...Hanbelîler:
Hanbelî âlimlerinden İbn Receb el-Hanbelî ölülerin işittiğini söylemiştir.
Ehvâlü’l-Kubûr, s. 132, Daru’l-Kitabi’l Arabî, 2001
…………..Mâlikîler:
Mâlikîlerden İmâm Kurtubî ölülerin işittiğini ve bu konuda mezheb âlimleri arasında icma’ olduğunu söylemiştir.
Et-Tevkire, s.144-145, Dar’ül-Fikir Yayınevi
Enes b. Mâlik (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
“Kul kabrine konulduktan sonra dostları başucundan ayrılırken onların ayak seslerini duyar..
” Müslim, “el-Cenne ve sıfatu naîmihâ”, 70; Buhârî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, es-Sünne, 27
Ebû Hureyre’den de (Radıyallahu Anh) nakledilen bu hadisin isnadının sahih olduğu hususunda ittifak vardır.
Begavî, Şerhu’s-sünne, c: 3, s. 279, (h.no.1515)
“Dirilerin ağlamasından dolayı ölü azap çeker.”
Müslim, Cenâiz, 18,19; Buhârî, Cenâiz, 33; Ebû Dâvud, Cenâiz, 29; Tirmizî, Cenâiz, 24
Buhârî (ö.256/870) ve Müslim (ö.261/875) bildirdikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu:
“Meyyit yakınlarının kendisine bağırarak ağlamalarından azap duyar.”
Ölüler kendileri için ağlayanı nasıl işitip azap duyuyorlar?
İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim’in bu sözlerinden sonra ölülerin işitmediğini savunanlar, düştükleri zor durumdan kurtulmak için “Onlar da bir insandı. Hata etmişlerdir.
Bizim için önemli olan Âyetin zâhirî manasıdır derlerse?
Biz de deriz : “Böyle söylemiş olmanız savunduğunuz görüşlerin kaynağı olan İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın anlaşılması bu kadar basit olan Âyetin zâhir manasını anlayamayıp hata ettiklerini kabul etmiş olursunuz.
Böylece âlimlerinizin daha karışık ve zor meselelerde de hata edebileceği manasına gelir”. Siz de onların takipçisi olduğunuzdan dolayı birçok konuda hata edebileceğinizi itiraf etmiş olursunuz.
Hz. Âişe’den (Radıyallahu Anhâ) rivâyet edilen bir hadiste Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Bir adam kardeşinin kabrini ziyaret edip yanına oturduğunda o kendisini tanıyarak sevinir, verdiği selâma karşılık verir, bu hal kalkıncaya kadar devam eder.
Zebidî, İthafu’s-Saâde. XIV/275……
İbnu Abdil Berr (ö.463/1071) Et-Temhid ve El-İstızkar (isimli iki kitabında) İbn-ü Abbas’ın (Radıyallahu Anh) şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Kim, dünyada tanıdığı bir kardeşinin kabrine uğrar da ve ona selâm verirse mutlaka onu tanır. Ve ona Aleykümus-Selam der.”
Abdül Hakk İşbîlî (ö.852/1185), bu rivâyetin isnadının sahih olduğunu söyledi.
Tezkiretül Kurtubi: 145
…Hafız İbnu Recep el-Hanbelî (ö.795/1393) “Bu rivâyetin isnadının sahihliği demek râvîlerinin tamamının güvenilir olduğu demektir, öyledir de. Ancak hadis garib hatta münkerdir” dedi. İ. Receb, ehval-ul Kubur
İbnu Recebe göre İmâm Beyhakî ve Hâkim’in rivâyet ettiği ve sahihtir dediği sınırlandırma getirmeyen rivâyet daha sahihtir. (Yani “tanıdığı” ilavesi bulunmayan hadis.)
İbn Kayyim el Cevziyye (Ruh kitabının 137.) sayfasında: Kabir azabı ve nimetiyle ilgili geçen hadisler ve kabir ehline selâm vermek, onlarla konuşmak ve ölülerin ziyaretçilerini bilmesi ile ilgili geçen bütün hadisler İbnul Abdül Berr’in mütevatir kabul ettiği hadislerdir, demiştir.
“Ey mümin ve Müslümanlar olan diyarın sakinleri! Allah’ın selâmı üzerinize olsun. Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah bize de size de afiyet versin” şeklindedir.
Âişe (Radıyallahu anhâ) şöyle demiştir: “Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) benimle olduğu gecenin sonunda Bakî mezarlığına çıkar ve:
“Müminler topluluğunun yurdu! Es-Selâmü aleyküm! Va’dedilen şey size geldi, yarına ertelendiniz. Bizler de inşâallah sizlere kavuşacağız. Allah’ım! Bâki Gargad ehline mağfiret et, derdi.”
Müslim, II, s: 669, h: 974; Cenâiz, Kabre girerken ne denir ve ehline nasıl duâ edilir, babı. Nesâî, IV, 4, s: 93-94, Cenâiz, Müminlere istiğfar edilmesinin emri, bab
Muhammed b. Hımyer anlatıyor: “Ömer b. Hattab (Radıyallahu Anh) Garkad kabristanına uğradı ve:
Ey kabir sakinleri! Bizdeki haberler şunlardır: Karılarınız kocaya vardı, evlerinize başkaları yerleşti, servetiniz bölüşüldü! diye seslendi.
Gaipten gelen bir ses kendisine şu karşılığı verdi: Bizdeki havadisler de şu: Dünyadan gönderdiğimiz hayırları burada bulduk, Allah (Celle Celalühü) yolunda harcadıklarımızın kârlarını aldık, harcamadıklarımızdan ötürü de zarara uğradık.
İbn Ebîd Dünya es-Sem’anî, Kenz, Hayatu’s-Sahâbe, c: 4, s.290
Ölülerin işitmediğini iddia edenlerin itibar ettikleri âlimlerinden olan
İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyim bakın neler diyor:
Rasulüllah, ümmetinin ölülere: “Ey mü’minler Topluluğu Allah (Celle Celalühü)’ın selâmı üzerinize olsun. Esselâmü aleyküm dâra kavmin mü’minin” şeklinde, selâmlarını alıyormuş gibi selâm vermelerini önermiştir.
Haddi zatında bu şekilde selâmı duyan, düşünen insanlara verilir. Ölüler kendilerine verilen selâmı duymamış olsalardı (ki yok olana ve cansıza hitap olacağından) abes olurdu.
Ölünün ziyaretçileri tanıması tevatüren sabit olduğu gibi selef âlimleri de bu konuda müttefiktirler.
İbn Kayyım el-Cevziyye, Kitabu’r-Ruh, s. 11, İz Yayıncılık. Not:
İbn Kayyim
bu kitabı Teymiyye’nin talebesi olduktan sonra yazmıştır. Ruh kitabının 32 (dipnot-7) - 46. sayfalarında böyle olduğu açıklanmıştır…
İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim’ın fikirlerini alıp savunanlara ve onların yolundan gittiklerini iddia edenlere ..
.sorarız;
İbn Teymiyye; ölünün işitmediğini savunanların suç işlediğini söylüyor.
Talebesi İbn Kayyim ise ölülerin işittiğini isbatlamak için tafsilatlı bir kitab yazmış, ayrıca dört mezheb âlimleri ölülerin işittiği yolunda icma’ olduğunu söylemişlerdir. Sizin ilminiz İbn Teymiyye, İbn Kayyim ve dört mezheb âlimlerinden
dahamı üstün
Vesselam saygılar
DELİNETÇİLER.COM.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Kabir azabı, ahiret azaplarındandır. Dünya azabına benzemediği gibi, rüyada görülen azaba da benzemez. Böyle sanmak, kabir azabını bilmemekten ileri gelir. Kabir azabına inanmayan bid'at sahibi olur. "Hakkında hadis-i şerif olsa da, olmasa da, kabir azabına inanmam, akıl ve tecrübe bunu kabul etmez" diyen kâfir olur. (Mektubat-ı Rabbani C.3, m.17- 31)
İmam-ı Süyuti hazretleri buyuruyor ki:
Her ölünün ruhu, cesedine, bilmediğimiz bir halde bağlıdır. Ruhların kendi cesetlerine tesir ve tasarruf etmelerine ve kabirde bulunmalarına izin verilmiştir. Ölü kabirde çürüse de, ruhun bedenle olan bağlılığı bozulmaz. (El-mütekaddim)
Hz. Âişe, (Ya Resulallah, bu ümmet, kabirde azap görecek, benim gibi zayıfların hâli ne olacak?) diye sual edince, Resulullah efendimiz, İbrahim suresinin, (Allah, iman edenlere, dünya ve ahirette de sabit sözlerinde sebat ihsan eder) mealindeki 27. âyeti okudu. (Bezzar)
Bu âyette, kabir hayatının hak olduğu, müminlere sabit sözlerinde sebat ihsan edildiği bildiriliyor. (Tefsir-i Celaleyn)
Resulullah efendimiz, Bedir’de öldürülen kâfirlerin gömüldüğü çukurun başına gelip, ölülerin ve babalarının isimlerini birer birer söyleyerek, (Rabbinizin, size söz verdiğine kavuştunuz mu? Ben, Rabbimin söz verdiği zafere kavuştum) buyurdu. Hz. Ömer, (Ya Resulallah, cansız ölülere neden söylüyorsun?) dedi. Resulullah, (Rabbimin hakkı için söylüyorum ki, siz beni onlardan daha iyi işitmezsiniz. Fakat cevap veremezler) buyurdu. (Buhari, Müslim) Hz. Ömer’in ölünün işittiğini bildiği halde böyle sorması, dindeki bir hükmün vesika haline gelmesi içindir.
İmam-ı Süyuti hazretleri Şerh-us-Sudur, Abdurrahman ibni Receb Hanbeli hazretleri Ehvâl-ül-kubur kitabında, İmam-ı Şarani hazretleri Tezkire-i Kurtubi Muhtasarı'nda bildiriyor ki:
Eshab-ı kiramdan Abdullah bin Ömer hazretleri, (Yerden boynu zincirli birinin çıktığını, bir adamın bunu dövdüğünü, zincirli adamın yerde kaybolduğunu, böylece toprağa girip çıktığını gördüm) dedi. Resulullah efendimiz, bu zata, (O gördüğün kimse, Ebu Cehil'dir, kıyamete kadar kabrinde böyle azap çeker) buyurdu. (Taberani)
Muhammed Masum-i Faruki hazretleri buyuruyor ki:
Kabirde nimetler ve azaplar olduğuna iman ederiz. Ölülerin birbirleri ile konuştukları, kabirde azap olunanların seslerinin işitildiği bir çok hadis-i şerif ile bildirilmiştir. (C.1, m.182)
Her hadis kitabında kabir hayatı ve azabı bildirilmektedir. Kabir hayatını ve azabını inkâr eden, bütün hadis kitaplarını ve Resulullahı inkâr etmiş olur.
Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Kabir azabı vardır.) [Buhari]
(Kabir, ya Cennet bahçesi veya Cehennem çukurudur.) [Tirmizi]
(Eğer kabre konan kişi mümin ise, Kabri genişletilir. Kıyamette insanlar diriltilinceye kadar kabri hoş kokularla doldurulur. Kabre konan kişi kâfir ise, demirden bir tokmakla başına vurulur. Öyle bir çığlık atar ki, cin ve insanların dışındaki bütün canlılar işitir. Kabri öyle daraltılır ki, kaburga kemikleri birbirine geçer.) [Buhari, Müslim]
(Ölünün kemiğini kırmak, onu diri iken kırmak gibidir.) [Ebu Davud, İbni Mace]
(Ateş üstüne oturmak, kabir üstüne oturmaktan iyidir.) [Müslim, Nesai, Ebu Davud]
(Namaz kılmayanın kabri ateşle doldurulur.) [Kurretül Uyun]
(Kâfire kabrinde 99 ejderha kıyamete kadar azap eder.) [Ebu Ya’la, İbni Hibban, Tirmizi]
(C uma günü veya gecesi ölen mümine kabir azabı olmaz.) [Tirmizi, Ebu Nuaym]
(Şehid kabir azabından emindir.) [İbni Mace, İ.Ahmed, Beyheki]
(Sadaka, kabir azabından korur.) [Beyheki]
(Tebareke suresini okumak kabir azabından korur.) [İbni Mürdeveyh]
(Koğuculuk, kabir azabına sebep olur.) [Beyheki]
(Kabir azabının çoğu, üzerine idrar sıçratmaktan olacaktır.) [İ.Mace, Nesai, Hakim, Dare Kutni]
(İdrardan sakının! Çünkü kabirde ilk hesap bundan olacaktır.) [Taberani]
(Allahü teâlâ, bazı kimseleri, insanların ihtiyaçlarını gidermek için yaratmıştır. İnsanlar, ihtiyaçları için onlara başvururlar. İşte bunlar, kabir azabından emindirler.) [Taberani]
(Dün gece rüyamda , bir kimseyi kabir sıkarken gördüm. Namazı gelip onu kabir azabından kurtardı.) [Hakim]
(C uma gecesi "Fatiha" ve 15 kere "İzâ zülzilet" okuyarak iki rekat namaz kılan, kabir azabından emin olur.) [Deylemi]
(Fisebilillah gözcü olarak vefat eden, kabir azabı görmez.) [İ. Ahmed]
(Allah’ım, kabir azabından sana sığınıyorum.) [Müslim, Nesai, Hakim, Harâiti]
(Kabir azabından Allah’a sığınınız.) [Müslim, İ.Ahmed, İ.Ebi Şeybe]
(Gizleyebilseydiniz, kabir azabını işitmeniz için Allah’a dua ederdim.) [Buhari, Müslim, İ. Ahmed, Nesai]
Peygamber efendimiz, iki kabir yanında durup, (Bunlardan biri idrar sıçramasından sakınmadığı için, diğeri ise, müslümanlar arasında söz taşıdığı için, kabir azabı çekiyorlar) buyurdu. (İbni Mace)
Peygamber efendimiz bir cenazede, (Ya Rabbi, bunu kabir azabından koru) diye dua etti. (Müslim, Nesai, Tirmizi)
İmam-ı Birgivi hazretleri, Etfal-ül-müslimin risalesinde, (Bir müminin kabrini ziyaret ederken, ya Rabbi, Muhammed aleyhisselam hürmetine, buna azap yapma denirse, Allahü teâlâ, kıyamete kadar azabını durdurur) hadis-i şerifini yazmaktadır.
Ehl-i sünnetin ve Hanefi mezhebinin reisi olan imam-ı a'zam hazretleri buyurdu ki:
(Kabirde ruhun cesede iadesi, kâfirleri ve bazı günahkâr müslümanları kabrin sıkması ve azap edilmesi haktır.) (Kavl-ül-fasl)
İslam âlimlerinin en büyüklerinden olan imam-ı Rabbani hazretleri, (Kabrin bedeni sıkması vardır) buyurdu. (Mektubat C.3, m.17)
Kabirde, hem ruha, hem de bedene nimet ve azap vardır. Buna, böylece inanmak lazımdır.
İmam-ı Muhammed bin Hasen Şeybani, Akaid-i Şeybaniyye manzumesinde, (Kabir azabı vardır. Kabir azabı, hem ruha, hem de bedene olacaktır) buyurdu. Yani, kabirde nimetler ve azaplar, ruha ve cesede birlikte olacaktır. Diriler bunu görmezse de, inanmak lazımdır. Gaybe iman etmek lazımdır. Buna inanmamak, kıyamet günü mezardan kalkmaya inanmamaya yol açar. Çünkü, ikisi de, Allahü teâlânın kudreti ile olmaktadır. Birine inananın, ötekine de inanması akla uygundur. İnsan kabir azabını, diri iken anlayamıyor ise de, âyet-i kerimeler ve hadis-i şerifler ve bu ümmetin önce gelenleri, kabir azabı olacağını haber vermişlerdir.
MUMSEMA.NET
Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyor
Reklam
Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyor Mumsema Ölülerin işitmediğini söyleyen Vahhâbî ve benzer düşünceleri olan kendilerine Selefîler diyenlerin görüşlerinin kaynağı olan İbn Teymiyye’nin bu konu hakkındaki görüşleri:
İbn Teymiyye Ölü İşitir Diyor:
İbn Teymiyye, sorulan bir soruya “Ölünün Kur’ân okumak zikir ve duâ seslerini işitebildiği doğrudur.” demektedir.[1]
İbn Teymiyye fetvalarında; ölüler kendilerini ziyaret edenleri bilirler mi, tanıdıklarından biri geldi mi anlar mı? gibi sorulara cevabında: “Evet bilirler ve anlarlar” diyor. Daha sonra ölülerin buluştuklarını, ve dirilerin yaptığı işlerin onlara gösterildiğini bildiren haberleri yazıyor.[2]
İbn Teymiyye, Ölülerin kabirlerde konuştuğunu ve kendisine yapılan konuşmaları işittiklerini, söylüyor.[3]
Ölü işitmez diyenler, âyetin zâhirî manasına göre “Sen ölülere işittiremezsin.” (Rum Suresi 52.) âyetini delil getirirlerse bir sonraki âyet'te Allâh (Celle Celalühü)(Rum Suresi 53) “Sen ancak imân edenlere işittirebilirsin”, demektedir. Allâh (Celle Celalühü) o zaman âyetin zâhir manasına göre mü’minlerin işittiğini bildirdi. Burada “İşitmenin”, “kabul etmek” demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
“Artık şüphesiz ki sen, o (dinlediklerinden faydalanmayan) ölüler (durumundaki kafirler)e (hak ve hakikati) işittiremezsin, o (kalp kulakları) sağır (olan)lara da, (hele bir de) arka dönenler halinde kaçtıkları zaman daveti(ni) duyuramazsın.!” Rum, 52
“(Kötü tercih yaptıkları için basiretlerini bağladığımız) o körleri, (yoldan) sapmalarından çevirip doğru yola ulaştırıcı biri de asla değilsin! Sen ancak bizim âyetlerimize inanmakta olan kimselere (gerçekleri) duyurabilirsin (işittirebilirsin). Çünkü (sadece) onlar (sürekli hakka boyun eğen ihlaslı) Müslümanlardır.”Rum, 53
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, (Sen kâfirleri imâna kavuşturamazsın) demektir. Dirilerden maksat imân edenler kastedilmiştir. Bunun gibi nice kinâye, mecaz ifâde eden birçok âyet vardır. Bazıları şöyledir:
“Biz onu (su bulutunu), (kuraklıktan dolayı) ölü bir memlekete gönderir ve oraya su indiririz.” (A’raf, 57; Yâsîn, 33) âyetlerinde (ölüm/kıtlık, kuraklık) manasını içerir.
“Bu sağırlara (gerçekleri) sen mi işittireceksin? Ya da (görüp görmezden gelen) bu körleri ve pek açık bir sapıklık içerisinde bulunmuş olanları sen mi hidâyet edeceksin?” (Zuhruf, 40) âyetinde kâfirler bildiğimiz kör ve sağır değiller aslında.
عن ابى موسى رضى الله عنه قال النبى صلى الله عليه وسلم: "مثل الذى يذكر ربه والذى لا يذكر مثل الحى والميت
Ebû Mûsâ el-Eş’arî (Radıyallahu Anh)’dan rivâyet edilmiştir ki: Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Selem)şöyle buyurdu: “Rabbini zikredenle zikretmeyenin durumu diri ile ölünün durumu gibidir.” [4]
Buraya kadar zikredilen âyet-i kerîmeler ve hadis-i şeriflerden anlaşılacağı üzere “Sen ölülere işittiremezsin”(Rum, 52) âyetinden maksat; ölüler değil, imânı kabul etmeyerek kalpleri ölü olan kâfirlerin ta kendisidir.
Ölüler işitmez diyenlerin itibar ettikleri âlimlerden biri olan İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım(ö.751/1350) şöyle demektedir: Çünkü bedenleri dağılsa da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı söz konusu ruhlara hitaptır. “Kabirde olanlara sözlerini duyuramazsın.” (Fatır 22) âyeti celilesinin siyakından kâfir bir kimsenin faydasına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duyamaması anlaşılmaktadır. Nitekim kabirde bulunanlar da söyleneni işlerine yarayacak biçimde duyamazlar. (Faydalı ve işe yarayacak bir şekilde duymazlar; yani öldüktan sonra sevap ve imân elde etme yönünden işe yaramaz, ama diğer konuşmaları duyarlar.)
Ancak Yüce Allah (Celle Celalühü) ölülerin hiçbir şey duyamayacaklarını ifâde etmemiştir. Bu âyetin benzeri de şudur: “Sen ölülere duyuramazsın, Arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsiniz.”(Neml 80) Ölülerle birlikte sağırlarında daveti duymaması her ikisininde davete ehil kimseler olmadığına delildir. Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara bir şey duyurmak anlatabilmek mümtenîdir, demektir. Bu görüş doğrudur ama ölümden sonra bir ölçüde bedenle alakasını kesmemiş ruhlara kötü durumların alçaklıklarını duyurmanın imkansızlığını ifâde etmemektedir.
Ömer b. Hattab, İbn Ömer ve Ebû Talha (Radıyallahu Anh) gibi ondan fazla sahâbeden nakledildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Bedir savaşından sonra müşrik ölülerine hitaben şöyle seslenmiştir:
Zaferin üçüncü günü Hz. Peygamber o kuyunun başına durdu ve:
–– Ey Hişam’ın oğlu Ebû Cehil, Ey Rabîâ’nın oğlu Utbe, Ey Rabîa oğlu Şeybe, ve Ey Utbe oğlu Velîd! Allah’a ve Rasûlüne boyun eğmiş olsaydınız bu inanç sizi sevindirmez miydi? Biz, Rabbimizin bize va’dettiğinin aynısına kavuştuk, siz de Allah’ın va’dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu konuşmasını sahâbe duymuş ve Ömer (Radıyallahu Anh):
––“Ey Allah’ın elçisi! Kendilerinde hiçbir hayat eseri olmayan şu cesetlere ne söylüyorsun, onlar duyabilirler mi? Allah, “Sen ölülere duyuramazsın” [5] buyurmuyor mu?” deyince Hz. Peygmaber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
–– “Muhammed’in hayatı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Onlar şu anda benim söylediklerimin gerçek olduğunu anladılar. Onlar şu anda beni duyuyorlar ama bana cevap vermeye güçleri yetmiyor.” [6]
Ahmed İbn Teymiyye: (Kitabü’l-intisar-fi’l-İmâm-ı Ahmed) kitabında Bedr’de, çukura doldurulan kâfirlerin işitmelerine, Hazret-i Âişe’nin inanmaması, onun için suç olmaz. Çünkü O hadis-i şerifi Resûlullah’tan işitmemiştir. Fakat başkalarının inanmaması suç olur, diyor.[7]
Peygamberimizin “siz onlardan daha iyi duyamazsınız” sözü ortada iken orda olmayan, Peygamberimizin sözünü işitmeyen Hz. Âişe’nin (radiyallahu anhâ) yorumuna yapışmanız ne derece doğru olur?
Bedir’deki çukura doldurulan kâfirlerin işitmez görüşünde olan Hz. Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemiz bu inkârından dönmüştür. Bunu İbnü İshâk Meğâzî’sinde O’ndan ceyyid (iyi), İmâm Ahmed b. Hanbel de(ö.241/855) hasen bir isnâd ile rivâyet etmişlerdir. Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizin bu rivâyetinde “söylemekte olduğumu siz onlardan daha çok işitmiyorsunuz” ifâdesi vardır. [8]
Belki de hadîs, Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizin yanında birçok Sahabînin rivâyetiyle sübût bulunca inkârından döndü ve onlara uyan bir rivâyet yaptı. Bu husustaki mazereti ise Bedr’de bulunmamasıydı.[9]
Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizin inkârından dönmesinin delili şudur:
Tirmizî (ö.279/892), Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizden rivâyet etti: Kardeşi Abdurrahmân’ın kabrinin başında durdu, O’na hitap etti ve “vallahi yanında olsaydım, seni ancak öldüğün yerde gömerdim…” dedi.[10]
İbn Teymiyye; ölülerin görebilmesi ile alakalı Âişe (r.anhâ) ve diğer sahâbelerden birçok rivâyet gelmektedir. Allah’ın dilediği zamanlarda da ruh bedenle bir araya geldiğinde, tıpkı bir meleğin yeryüzüne inmesi, birden bir ışığın parlaması ya da uyuyan bir kimsenin bir anda uyanması gibi bir anlık bir olaydır. Bu mana birçok rivâyette nakledilmektedir. Mücahid şöyle demektedir: “Bazen ruhlar defnedildikten itibaren yedi gün kabir içinde odalarda tutulurlar.” Mâlik İbn Enes şöyle demektedir: “Bana ruhların istediği her yere gidebileceği rivâyeti ulaşmıştır” demektedir. [11]
Hz. Âişe (Radiyallahu Anhâ) validemizden rivâyete göre Resûlüllah (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
“Ruhlar toplu ordulardır. Onlardan (ezelde, Allah yolunda) birbiriyle tanışanlar i’tilâf eder (anlaşır, Allah uğrunda) tanışmayanlar ise ihtilaf eder (dünyada zıtlaşırlar.)” buyurdu. [12]
عن عبد الله بن عمرو بن العاص رضى الله عنه قال: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: "ان ارواح المؤمنين لتلتقيان على مسيرة يوم وليلة ومارأى واحد منهما صاحبه.
Abdullah İbn Amr ibnü’l-Âs (ö.43/663)(Radiyallahu Anh)’tan rivâyet edilen bir hadis-i şerifte Resûl-ü Ekrem(Sallallahu Aleyhi ve Sellem) Efendimiz şöyle buyurmuştur:
“Muhakkak ki mü’minlerin ruhları, daha sahip(ler)i (birbiri)ni görmeden, bir gün ve gecelik yol mesafesinde karşılaşırlar.” [13]
İbn Teymiyye: Peygamberlerin ve örnek davranışları ile tanınmış salih kişilerin mezarlarında zaman zaman görüldüğü söylenen diğer bazı kerâmetler ve olağanüstü tezahürler de böyledir. Mesela bu mezarlara gökten ışık veya melek inmesi, şeytanların veya hayvanların buralara yanaşmaktan kaçınmaları, bu mezarlardan veya çevrelerindeki diğer mezarlardan ateş fışkırması, bu mezarlarda yatanların bazı komşu ölülere şefaâtçi olmaları, bazı kimselerin ölünce onların yanıbaşında gömülmeyi istemeleri, bazı mezarların yanında insanın içinde huzur ve sükun hissetmesi ve bazı ölülere dil uzatanların çeşitli cezalara çarptırılmaları gibi önemli tezahürler, konumuzun kapsamına girmeyen gerçeklerdir.
Başka bir deyimle gerek Peygamberlerin ve gerekse yaşarken iyi davranışları ile tanınmış salih şahsiyetlerin mezarlarında belirebilecek Allah’ın kerâmetleri ile buraların Allah (Celle Celalühü) katında taşıdıkları saygınlık ve değer, çoğu kimselerin tasavvurunun üzerindedir. Fakat ısrarla söylediğimiz şudur ki, bütün bu tezahürler söz konusu mezarları, namaz yeri edinmeyi veya tercihli duâ ve ziyaret yeri olarak seçmeyi gerektirmez, diyor İbn Teymiyye.[14]
========================
[1] İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 378-379, Dârul Marife, Beyrut, tsz. İbn Teymiyye Sıratı’l-Müstakim, kabir ziyaretleri bölümü, Tercüme Pınar Yayınları, s.499, baskı: 2004
[2] İbn Teymiyye, el-Fetâva'l-Kubrâ, Kıyâmet-Ahiret, sayfa, 207, Hakikat Yayınları Ahmed İbn Teymiyye Harraninin vesikalarından.
[3] İbn Teymiyye Külliyâtı, c:4, s:240, 8 ciltlik, Tevhid Yayınları. (1998)
[4] Buhârî, Deâvât: 66, 7/168
[5] En-Neml, 27/80; er-Rûm, 30/52
[6] Müslim, el-Cenne ve Sıfatü Naîmihâ, 76, 77, 78; Buhârî, Megâzî, 8; Nesâî, Cenâiz, 117; İbn Hanbel, c. I, s. 26, 27.
[7] Minhat’ül-Vehbiyye, Fir’reddil ale’l-Vahhabiyye, s. 15, 2000.
[8] Zürkânî, “bu rivâyet yani Yûnus İbnü Bükeyr’in ceyyid senedli rivâyeti sahihse, Suyûtî’nin de dediği gibi Âişe radıyallahu anhâ validemiz sanki kıssayı rivâyet eden Sahabîleri görünce inkârından döndü; çünki O hâdisede bulunmamıştı” dedi. (Şerhu’l-Mevâhib: 1/434).
[9] Buna göre rivâyeti Mürsel olmuş oluyor. Sahâbe’nin irsâli ise (küçük bir şaz topluluk dışında) Mürsel’i kabul etmeyerlerce de makbûldür. Kaldı ki bu irsâl Sahâbe’den olmakla haydi haydi makbûldür.
[10] Tirmizî, Cenâiz, 60; Mu’cem, 139.
[11] İbn Teymiyye, Mecmûu’l-Fetâvâ, 24-362
[12] Buhârî, Enbiya: 3, no: 3158, 3/1213. Müslim, Birr: 49, no: 2638, 4/2031.
[13] Ahmed İbn Hanbel, Müsned, no: 7068, Buhârî, el-Edebü’l-Müfred, no: 263, sh: 89.
[14]İbn Teymiyye, İktizâu’s-Sırâti’l Müstekîm, s: 378-379, Dârul Marife, Beyrut, tsz. İbn Teymiyye, Sırâtı’l Müstakîm, Kabir Ziyaretleri bölümü, tercüme Pınar Yayınları, s.494-495 KAYNAK SELEFİLER VETASAVVUFÇULARIN GÖRÜŞLERİ .
***
Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
Ömer b. Hattab, İbn Ömer ve Ebû Talha (Radıyallahu Anh) gibi ondan fazla sahâbeden nakledildiğine göre Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem), Bedir savaşından sonra müşrik ölülerine hitaben şöyle seslenmiştir:
Zaferin üçüncü günü Hz. Peygamber o kuyunun başına durdu ve:
–– Ey Hişam’ın oğlu Ebû Cehil, Ey Rabîâ’nın oğlu Utbe, Ey Rabîa oğlu Şeybe, ve Ey Utbe oğlu Velîd! Allah’a ve Rasûlüne boyun eğmiş olsaydınız bu inanç sizi sevindirmez miydi? Biz, Rabbimizin bize va’dettiğinin aynısına kavuştuk, siz de Allah’ın va’dettiğinin gerçek olduğunu gördünüz mü?” Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu konuşmasını sahâbe duymuş ve Ömer (Radıyallahu Anh):
––“Ey Allah’ın elçisi! Kendilerinde hiçbir hayat eseri olmayan şu cesetlere ne söylüyorsun, onlar duyabilirler mi? Allah, “Sen ölülere duyuramazsın” [5] buyurmuyor mu?” deyince Hz. Peygmaber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem):
–– “Muhammed’in hayatı elinde olan Allah’a yemin ederim ki, benim söylediklerimi siz onlardan daha iyi duyamazsınız. Onlar şu anda benim söylediklerimin gerçek olduğunu anladılar. Onlar şu anda beni duyuyorlar ama bana cevap vermeye güçleri yetmiyor.” [6]
Katâde şöyle demiştir:
"Allâh onları ayıplamak, küçültmek, azap etmek ve kaçırdıkları fırsatlara yanmaları, yaptıkları zulümlere pişman olsunlar diye Rasûlüllah’ın sözünü onlara duyurmak için Bedir kuyusundaki cesetlere hayat verdi."
Bu hadisi delil olarak kullanırken iki noktaya dikkat etmek gerekir:
Birincisi: Hadiste Rasûlüllah (sav)’in Bedir ölülerinin işitmesiyle ilgili olarak "şu an" sözcüğünü kullanmamasıdır. Bunun da anlamı, onlar bu vakit hariç hiç işitmezler, önemli olan da budur. Büyük tefsir alimi Alûsî de kitabı Rûhu’l-Meânî’de (6/455) bu bilgiye işaret etmekte ve ölülerin işitmediğini üstüne basarak vurgulamaktadır. Yani, Bedir’de ölen müşrikler, Allâh Teâlâ’nın Rasûlüllah (sav)’e vermiş olduğu bir mucize ve harikulâde olarak o an O’nun seslenmesini işitmişlerdir.
Kurtubî Tefsiri’nde (13/232) ise şöyledir:
"İbn Atıyye dedi ki: Bedir’deki bu kıssa, Allâh Teâlâ’nın müşriklere idraklerini o an geri vererek Rasûlüllah (sav)’ın sözünü onlara işittirdiği hârikulâdelerden biridir. Eğer Rasûlüllah (sav) o an onların işittiklerini haber vermeseydi, onlara seslenişini hayatta kalan müşriklere yaptığı bir tehdit ve azarlama, mü’minler için ise sevinç ve gurur verici olarak kabul ederdik."
İkincisi: Rasûlüllah (sav)’in Ömer’in ve sahâbeden diğerlerinin gönülerinde ve inançlarında yer eden düşünceye ölülerin işitmediğini yerleştirmesidir. Onlardan bazıları bunu dolaylı olarak, bazıları da açıkça söylemişlerdir. Fakat bunun böyle olduğuna dair bir açıklamaya ihtiyacı vardır. Şöyle ki:
Dolaylı olarak söylemelerine gelince, Rasûlüllah (sav)’in müşriklerin ölülerine seslenmesini duyduklarında hemen: "Kendilerinde ruhları bulunmayan şu cesetlere ne söylüyorsun?" diye sormaları olmuştu. Çünkü bu rivayetin Enes’ten gelen benzerinde "Ömer dedi ki" yerine "Sahâbe dediler ki" lâfzı vardır. Eğer onların daha önce bunun böyle olduğuna dair Rasûlüllah(sav)’den öğrendikleri bir bilgi olsaydı, hemen O’na böyle bir şeyi sormazlardı, derhal bu düşünceyi bırakır, yanlış bildikleri şeyi terkederlerdi. Zaten o anda da, onların düşüncelerinin yanlış olduğunu, dinde böyle bir şeyin olmadığını açıklayan Rasûlüllah’ın onlara yapması gereken tebliği de kaçınılmaz olurdu.
Fakat biz, hadisin rivayetlerinde bu şekilde bir açıklamayı göremediğimiz gibi, sonunda onlara şunu da söylüyor: "Benim söylemekte olduğum sözleri sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz" Sizin de gördüğünüz gibi burada Sahâbe’nin bütün ölülerhakkındaki düşüncelerine ters olan genel bir kaide ortaya konmuyor. Bu ancak, "Onlar şu an duyuyorlar" lâfızlı İbn Ömerhadisinde de olduğu gibi, Bedir kuyularındaki müşriklerin o vakitte işitmelerine has olan bir durumdan haber vermektedir. Ve bu her ölü için de geçerli değildir. Yine Bedir’deki ölülere söylenen her söz, onların dışındaki ölüler için de geçerli değildir.
Ömer (ra)’ın da açıkça belirttiği gibi, O’nu bu şekilde konuşturan temel şey, yukarıdaki sözü geçen âyettir. Onlar bu âyetin genelinden Bedir’deki ölülerin de içine girdiğini anladılar. Bu yüzden mesele onlara anlaşılmaz geldi ve bu karışıklığı gidermek için Rasûlüllah (sav)’den bir açıklama istediler. Bunun neticesinde de yukarıdaki açıklama meydana geldi.
Buradan anlaşıldığına göre Rasûlüllah (sav) –en başta Ömer (ra) olmak üzere- Sahâbe’ye Bedir’deki müşriklerin ölüleri ve diğer ölüler hakkındaki bu âyetin en kapsamlı genel yönünü nasıl anlamaları gerektiğini yerleştirmiştir. Çünkü O sahâbinin bu görüşünü kötü karşılamamış, ne de onlara "Siz hata ettiniz, âyet genel olarak ölülerin işitmesini yasaklıyor" da dememiştir. Aksinesahabeye âyeti nasıl anlamaları gerektiğini, Bedir’deki o ölüler hakkında onların göremedikleri, kendilerine gizli kalan şeyi açıklamıştır. Sahâbe de Rasûlüllah (sav)’in sözünü hakkıyla dinlediler. Öyleyse bu daha önce de geçtiği gibi, Rasûlüllah (sav)’in mucizesi olarak âyetin müstesna olan özel bir şeyidir.
Bir çok yazar ve görüş sahibi kişiler, Bedir’deki müşriklerin ölüleri hadisinde Rasûlüllah (sav)’in:"… benim söylemekte olduğum sözleri sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz." sözünün zahirîmânâsını delil alıp, üstelik Sahâbe’nin ölülerin işitmediği inancını Rasûlüllah (sav)’in kötü karşılamadan ve onların kendisinin bir mucizesi olarak o an işittiği görüşünü Sahâbe’ye yerleştirmesine dikkat etmeden, âdet üzere ölülerin işittiğini söylemektedirler.
Allâme İbn Âbidin haşiyesinde["Reddü’l-Muhtâr ‘ale’d-Dürri’l-Muhtâr" adlı haşiyesi (3/180)] şöyle diyor:
"Konuşmaya gelince, bundan kasıt karşıdakinin söyleneni anlamasıdır, ölü birisi ise anlamaktan mahrumdur. Buhârî’deki hadiste Rasûlüllâh (sav) Bedir kuyularına atılan müşriklerin ölülerine: "Rabbiniz’in size va’dettiğini gerçek olarak buldunuz mu?" dediğinde, Hz. Ömer: "Yâ Rasûlüllâh! Sen ölülere mi konuşuyorsun?" demiş, Rasûlüllâh (sav) de: "Nefsim elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, benim söylemekte olduğum sözleri, sizler onlardan daha iyi işitir değilsiniz" diye buyurmuştur. Alimlerimiz bu hadisin mânâ yönünden sabit olmadığını söylemişlerdir. Bu yüzden Hz. Aişe (ra) da, "Sen kabirdekilere işittiremezsin" ve "Sen ölülere işittiremezsin" âyetleriyle bunu kabul etmemiştir. Rasûlüllâh (sav) o hadisi hayatta bulunanlara nasihat etmek için söylemiştir. O hadis hususiyetle Bedir’de öldürülen müşriklerin kaçırdıkları fırsatlara yanmaları için söylenmiştir ve o an onların işitmesi de Rasûlüllâh (sav)’in bir mucizesidir.
Fakat Müslim’de geçen: "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında, onların ayak seslerini işitir” hadisi, onlara karışık gelmektedir. Ancak bu hadisi yukarıdaki iki âyetle arasını birleştirerek, sorgudan önce kabre ilk konuluş olarak tercih ettiler. Çünkü o iki âyette de kâfirler işitme yönünden uzak oldukları için ölülere benzetilmişlerdir ve o da ölülerin işitmediğinin bir çeşitidir. Burada anlatılanlar "Feth" ve "Cenazeler" kitabında bulunmaktadır. Birinci cevabın mânâsı, eğer senedi sahih olsa bile, mânâ yönünden bozuk ve Kur‘ân’a ters olduğundan Rasûlüllâh (sav)’den sabit olmadığını gösterir."
"Tenvîru’l-Ebsâr" ve onun şerhi "Durru’l-Muhtâr" ve onun Tahtâvî ve İbn Âbidîn haşiyelerindeki, "Fethu’l-Kadîr", "Hidâye", "Merâku’l-Felâh" ve onun haşiyesi "Şerhu’l-Kenz"’deki Ebû Hanife ve O’nun talebelerinin fetvaları üzerine binâ edilen ve diğer bütün kitaplarda da geçtiği üzere: Ölü, ruhunu teslim ettikten sonra Hz Aişe (ra)’nın da dediği gibiişitmez. Bunun böyle olduğunu diğer mezhep alimleri de kabul etmiştir. Hanefî mezhebinden bir tek alim dahi bu görüşün dışına çıkmamaktadır.
vesselam.
03-05-2009 17:12
mucahid_tr
Devamlı Üye
--->: Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
bilal hattab kardeş lütfen delil gösterdiğin kitapların cild sayfa numaralarını yazarmısınız bakalım tam ne yazıyo çünkü bizdeki kaynaklar bunlar tekrar özür dilerim hakınızda yanlış izlenimimi yansıttığım için Hanefîler: Hanefî imâmlarının bazılarından ölünün işitmeyeceğine dair gelen bazı ifâdeler, meseleyi kavrayamayan bir takım insanların anladıkları gibi değildir. Bu görüş, söylenen sözü kabirdeki ölünün işittiğine dair yapılan yemininin geçerli olmayacağı münasebetiyle söylenmiştir. Mesela buna dair nikah üzerine yemin edilse kadın boş olur. Meselenin aslı şöyledir. Fıkıhta yeminler örf esasına dayalıdır. Örfte ise “işitmek” gereğinin yapılabileceği ve karşılığı verilebilecek işitmelere denir. Halbuki kabirdeki işiten ölüler cevap veremez ve işittiklerinin gereğini muhataplarına yapamazlar. Yoksa bu sözden “onlar hiç bir şekilde işitemezler” manası çıkmaz. Nitekim bu hususu Hanefî müctehidleri ve imâmlarından Muhakkık Kemaleddin İbn Hümam, Fethu’l Kadîr isimli eserinde bunu açıklamıştır.[1]
Hanefî âlimlerinden Abdulhak ed’Dihlevî (ö. 1176/1762) ve Kadı Muhammed Senâullah el-Mazherî’nin de, ölülerin işittiği görüşünde oldukları bildirilmektedir. [2]
Şâfî’ler: İmâm Subki (ö.771/1370) ölülerin işittiği hususunda mezheblerde icma olduğunu söylemiştir.[3]
Hanbelîler: Hanbelî âlimlerinden İbn Receb el-Hanbelî ölülerin işittiğini söylemiştir.[4]
Mâlikîler: Mâlikîlerden İmâm Kurtubî (ö.671/1272) ölülerin işittiğini ve bu konuda mezheb âlimleri arasında icma’ olduğunu söylemiştir.[5]
İnsanın, ruhunu teslim ettikten sonra dünya ile ilişkisinin tamamen kesilmediğini, aksine dirilerin yaptıkları birtakım hareketlerden haberdâr olduğunu Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) haber vermektedir.
Enes b. Mâlik (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
ان العبد اذا وضع فى قبره وتولى عنه اصحابه انه ليسمع قرع نعالهم
“Kul kabrine konulduktan sonra dostları başucundan ayrılırken onların ayak seslerini duyar” [6]
Ebû Hureyre’den de (Radıyallahu Anh) nakledilen bu hadisin isnadının sahih olduğu hususunda ittifak vardır.[7]
Ölünün işitmediğini savunanlar bu hadisler için “ölülerin kısa bir an duyduğunu” iddia etmişlerdir. Fakat Peygamberimizden “kısa bir an duyarlar” diye bir haber de yokken neye dayanarak böyle bir hüküm veriyorlar?!
ان الميت ليعذب ببكاء الحى
“Dirilerin ağlamasından dolayı ölü azap çeker.” [8]
Buhârî (ö.256/870) ve Müslim (ö.261/875) bildirdikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Meyyit yakınlarının kendisine bağırarak ağlamalarından azap duyar.”
Ölüler kendileri için ağlayanı nasıl işitip azap duyuyorlar?
[1] Kemaleddin İbn Humam, Fethul Kadir’den naklen. Hamdullah Et’Dacvi El Basair, s:25, İhlas Yayınları Vakfı, 1999
[2] Tefsir-i Mazherî, cilt: 2, sayfa: 489’da.
[3] Şifâu’s-Sikâm, 162-172, İhlas Yayınları Vakfı, 1995.
[4] Ehvâlü’l-Kubûr, s. 132, Daru’l-Kitabi’l Arabî, 2001.
[5] Et-Tevkire, s.144-145, Dar’ül-Fikir Yayınevi.
[6] Müslim, “el-Cenne ve sıfatu naîmihâ”, 70; Buhârî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, es-Sünne, 27.
[7] Begavî, Şerhu’s-sünne, c: 3, s. 279, (h.no.1515)
[8] Müslim, Cenâiz, 18,19; Buhârî, Cenâiz, 33; Ebû Dâvud, Cenâiz, 29; Tirmizî, Cenâiz, 24.
03-05-2009 19:01
BiLaL HaTTaB
DeLi MoLLa
--->: Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
bilal hattab kardeş lütfen delil gösterdiğin kitapların cild sayfa numaralarını yazarmısınız bakalım tam ne yazıyo çünkü bizdeki kaynaklar bunlar
Aktarımları okumuyorsunuz anlaşılan. Ben sizlerin aktarımlarını kelime kelime okudum ve öyle cevapladım. Amacınız başka sizin anlaşıldı.
Cild numaraları da, sayfa numaraları da yazılı. Bu soru neyin nesiydi; ilginç doğrusu.
tekrar özür dilerim hakınızda yanlış izlenimimi yansıttığım için
Hatanın özrü olur, terbiyesizliğin özrü olmaz. Haddini bil Benim hakkımda yanlış izlenimi senin gibi birisi uyandıramaz zaten. Ne olduğumu da kim olduğumu da bilir beni bilen. Bir kendini bilmezin sözleri, hakkımda yanlış izlenime yol açmaz. Açsa da hiç umrumda olmaz.
Okunmayan aktarımın da benim zamanımın heder olmasından başka bir anlam taşımadığı aşikar. Elinize geçmiş bir kitap, alim olmuşsunuz maşAllah
"İnsan gibi" bu meseleyi merak eden ve amacı öğrenmek ya da ilmî bir müzakere yapmak olan çıkarsa, seve seve zamanımı verebilirim. Size verebilecek tek şeyim kaldı: "Selametle."
06-05-2009 10:45
mucahid_tr
Devamlı Üye
--->: Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
selamun aleykum bilal hattab konum ibn teymiyyenin ölü işitir görüşü ibn kayyımın işitir görüşü mesheplerin ölü işitir görüşü hadisler ile delilleri ne hiçbir açıklama yazmadan doğrudan siz bunlara cevaben ibn abidinin hanifi görüşünü kasdettiğiniz kaynakta ölü işitmez demiyor orda yemin bahsinde bir kişi yemin etse diye başlıyan konuyu biradan acıklıcam ordaki kaynağa göre anladığım kadar o kaynağa bakmamış başka yerden alıntı yapmışsınız yok baktım derseniz sammimiseniz o kaynağın öncesi ve sonrası ile buraya yazınız kasıtlt yanıltıcı bilgi vermiyosanız yazınız yada özür dileyiniz burdaki insanlardan çünkü konunun aslı sizin dediğiniz gibi deyil acıklıcam 2- tenvirul ebsar - darul muhtar-fethul kadir -hidaye vs bir konuya delil getirirken bu kitapları yazmışsınız o kitaplarda anlattığınız gibi deyilken ben sizden o kaynakların hangi cilt hangi sayfa hiç biri yok dediğimde kaynakları tam verin dediğimde siz bana cevabınızda şöyle yazmızsınız bu soru neyin nesiydi ilginç soru diyorsunuz lütfen ciddi olun ciddi gibi gözükmeyin
Hanefîler: Hanefî imâmlarının bazılarından ölünün işitmeyeceğine dair gelen bazı ifâdeler, meseleyi kavrayamayan bir takım insanların anladıkları gibi değildir. Bu görüş, söylenen sözü kabirdeki ölünün işittiğine dair yapılan yemininin geçerli olmayacağı münasebetiyle söylenmiştir. Mesela buna dair nikah üzerine yemin edilse kadın boş olur. Meselenin aslı şöyledir. Fıkıhta yeminler örf esasına dayalıdır. Örfte ise “işitmek” gereğinin yapılabileceği ve karşılığı verilebilecek işitmelere denir. Halbuki kabirdeki işiten ölüler cevap veremez ve işittiklerinin gereğini muhataplarına yapamazlar. Yoksa bu sözden “onlar hiç bir şekilde işitemezler” manası çıkmaz. Nitekim bu hususu Hanefî müctehidleri ve imâmlarından Muhakkık Kemaleddin İbn Hümam, Fethu’l Kadîr isimli eserinde bunu açıklamıştır.[1]
Hanefî âlimlerinden Abdulhak ed’Dihlevî (ö. 1176/1762) ve Kadı Muhammed Senâullah el-Mazherî’nin de, ölülerin işittiği görüşünde oldukları bildirilmektedir. [2]
Şâfî’ler: İmâm Subki (ö.771/1370) ölülerin işittiği hususunda mezheblerde icma olduğunu söylemiştir.[3]
Hanbelîler: Hanbelî âlimlerinden İbn Receb el-Hanbelî ölülerin işittiğini söylemiştir.[4]
Mâlikîler: Mâlikîlerden İmâm Kurtubî (ö.671/1272) ölülerin işittiğini ve bu konuda mezheb âlimleri arasında icma’ olduğunu söylemiştir.[5]
İnsanın, ruhunu teslim ettikten sonra dünya ile ilişkisinin tamamen kesilmediğini, aksine dirilerin yaptıkları birtakım hareketlerden haberdâr olduğunu Hz. Peygamber (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) haber vermektedir.
Enes b. Mâlik (Radıyallahu Anh) Hz. Peygamber’in (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurduğunu nakletmiştir:
ان العبد اذا وضع فى قبره وتولى عنه اصحابه انه ليسمع قرع نعالهم
“Kul kabrine konulduktan sonra dostları başucundan ayrılırken onların ayak seslerini duyar” [6]
Ebû Hureyre’den de (Radıyallahu Anh) nakledilen bu hadisin isnadının sahih olduğu hususunda ittifak vardır. [7]
Ölünün işitmediğini savunanlar bu hadisler için “ölülerin kısa bir an duyduğunu” iddia etmişlerdir. Fakat Peygamberimizden “kısa bir an duyarlar” diye bir haber de yokken neye dayanarak böyle bir hüküm veriyorlar?!
ان الميت ليعذب ببكاء الحى
“Dirilerin ağlamasından dolayı ölü azap çeker.” [8]
Buhârî (ö.256/870) ve Müslim (ö.261/875) bildirdikleri bir hadis-i şerifte Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurdu: “Meyyit yakınlarının kendisine bağırarak ağlamalarından azap duyar.”
Ölüler kendileri için ağlayanı nasıl işitip azap duyuyorlar?
İbn Teymiyye ve talebesi İbn Kayyim’in bu sözlerinden sonra ölülerin işitmediğini savunanlar, düştükleri zor durumdan kurtulmak için “Onlar da bir insandı. Hata etmişlerdir. Bizim için önemli olan Âyetin zâhirî manasıdır derlerse? Biz de deriz ki: “Böyle söylemiş olmanız savunduğunuz görüşlerin kaynağı olan İbn Teymiyye ve İbn Kayyım’ın anlaşılması bu kadar basit olan Âyetin zâhir manasını anlayamayıp hata ettiklerini kabul etmiş olursunuz. Böylece âlimlerinizin daha karışık ve zor meselelerde de hata edebileceği manasına gelir”. Siz de onların takipçisi olduğunuzdan dolayı birçok konuda hata edebileceğinizi itiraf etmiş olursunuz.
عن عائشة رضى الله عنها قالت: قال رسول الله صلى الله عليه وسلم: ما من رجل يزور قبر اخيه ويجلس عنده الا استأنس به ورد عليه حتى يقوم
Hz. Âişe’den (Radıyallahu Anhâ) rivâyet edilen bir hadiste Peygamberimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyuruyor:
“Bir adam kardeşinin kabrini ziyaret edip yanına oturduğunda o kendisini tanıyarak sevinir, verdiği selâma karşılık verir, bu hal kalkıncaya kadar devam eder.[9]
İbnu Abdil Berr (ö.463/1071) Et-Temhid ve El-İstızkar (isimli iki kitabında) İbn-ü Abbas’ın (Radıyallahu Anh) şöyle dediğini rivâyet etmiştir:
“Kim, dünyada tanıdığı bir kardeşinin kabrine uğrar da ve ona selâm verirse mutlaka onu tanır. Ve ona Aleykümus-Selam der.”
Abdül Hakk İşbîlî (ö.852/1185), bu rivâyetin isnadının sahih olduğunu söyledi.[10] Hafız İbnu Recep el-Hanbelî (ö.795/1393) “Bu rivâyetin isnadının sahihliği demek râvîlerinin tamamının güvenilir olduğu demektir, öyledir de. Ancak hadis garib hatta münkerdir” dedi.[11] İbnu Recebe göre İmâm Beyhakî ve Hâkim’in rivâyet ettiği ve sahihtir dediği sınırlandırma getirmeyen rivâyet daha sahihtir. (Yani “tanıdığı” ilavesi bulunmayan hadis.)
İbn Kayyim el Cevziyye (Ruh kitabının 137.) sayfasında: Kabir azabı ve nimetiyle ilgili geçen hadisler ve kabir ehline selâm vermek, onlarla konuşmak ve ölülerin ziyaretçilerini bilmesi ile ilgili geçen bütün hadisler İbnul Abdül Berr’in mütevatir kabul ettiği hadislerdir, demiştir. şimdi sizden yukarıdaki bilgilere tek tek cevap verin cevap verirken lütfen yorum yapmayın saygılarla KAYNAK SELEFİLER VETASAVVUFÇULARIN GÖRÜŞLERİ
[1] Kemaleddin İbn Humam, Fethul Kadir’den naklen. Hamdullah Et’Dacvi El Basair, s:25, İhlas Yayınları Vakfı, 1999
[2] Tefsir-i Mazherî, cilt: 2, sayfa: 489’da.
[3] Şifâu’s-Sikâm, 162-172, İhlas Yayınları Vakfı, 1995.
[4] Ehvâlü’l-Kubûr, s. 132, Daru’l-Kitabi’l Arabî, 2001.
[5] Et-Tevkire, s.144-145, Dar’ül-Fikir Yayınevi.
[6] Müslim, “el-Cenne ve sıfatu naîmihâ”, 70; Buhârî, Cenâiz, 67; Ebû Dâvud, es-Sünne, 27.
[7] Begavî, Şerhu’s-sünne, c: 3, s. 279, (h.no.1515)
[8] Müslim, Cenâiz, 18,19; Buhârî, Cenâiz, 33; Ebû Dâvud, Cenâiz, 29; Tirmizî, Cenâiz, 24.
[9] Zebidî, İthafu’s-Saâde. XIV/275
[10] Tezkiretül Kurtubi: 145
[11] İ. Receb, ehval-ul Kubur
06-05-2009 13:54
BiLaL HaTTaB
DeLi MoLLa
--->: Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
Neyin mücadelesini verdiğini sanıyorsunuz anlamıyorum.
Yahu işitseler dahi bundan banane; ya da size ne?
Ama size ne demeyeyim. Zira evvela insanlara ölülerin işittiğini empoze edeceksiniz, sonra onların insanlara fayda ve zarar vermeye muktedir olduklarını da empoze edip insanları Allah'tan başkasına da kul yapacaksınız. Amacınız bundan başka birşey olamaz.
Size şu ayetleri aktarıyorum sadece:
"Sen kabirdekilere işittiremezsin!" (Fâtır 22)
"Elbette sen ölülere işittiremezsin; arkalarını dönüp giderlerken sağırlara daveti duyuramazsın." (Neml 80; Rûm 52)
Allah(cc) -haşa- bilmiyor; ölüler ille de işitir diyorsanız, buyrun ne yapıyorsanız yapın.
Yok dersen ki, bu ayetlerin açıklamaları önemlidir. Buyrun İbn Cerîr'in tefsirinden bu ayetin tefsiri:
"Bu bir benzetmedir. Mânâsı ise: Şüphesiz sen, Allâh’ın kulaklarını mühürlediği, üzerlerine indirdiği okunan öğütleri anlamalarını çekip alan müşriklere anlatamazsın. Yine sen onlara kulaklarını versen de, Allâh’ın duymalarını yok ettiği ölülere de anlatamazsın.
"Sağırlara o daveti işittiremezsin" sözünde ise buyuruyor ki: İşitme duyusu kendilerinden çekilip alınan, sana arkalarını dönüp gittiklerinde sağırlara da duyuramazsın. Yine, Kur'ân’ın âyetlerini anlamalarını Allâh’ın yok ettiği onlara bunu duyurmaya ve anlatmaya güç yetiremezsin."
Sonra sahih bir senedle Katâde’den şöyle dediğini rivayet etmektedir: "Allâh bu örneği, kâfir için misal vermektedir. Ölü birisi nasıl yapılan daveti duyamaz ise, kâfir birisi de aynı onun gibi duymaz. "Sağırlara o daveti işittiremezsin." Buyuruyor ki: Eğer sağır arkasını dönüp gittiğinde ona seslensen duymaz, aynı şekilde kâfir de duymaz, duysa bile duyduğundan faydalanamaz."
İmam Kurtubî ise bu âyeti İbn Cerîr’den yukarıdakinin benzerini sanki kısaltarak tefsir etmektedir (13/232). Güvenilir tefsir kaynaklarında sabit olan bu nakillerden de anlaşıldığına göre kabirdeki ölüler aynı sağırın arkasını dönüp gittiği gibi işitmezler.
Yok, hala daha işitir diyorsanız, ıkının sıkının işittirin kardeşim.
İşitseler de benim umrumda değil. Beni her an işiten Rabbim var; gerek duymuyorum başkasına işittirmeye. Hele ki bir ölüye asla.
Son olarak;
Hanefî alim İbnü’l-Humâm’ın "Hidâye"’nin haşiyesi olan "Fethu’l-Kadîr" adlı kitabının cenazeler bölümündeki: "Rasûlüllâh (sav)’in şu hadisinden dolayı şehadet telkin edilir: "Ölülerinize ‘Lâ ilâhe illallâh’a şehadet etmesini telkin edin." Bundan kasıt ölmeye yakın zamandır" başlıklı sözünü nakledelim:
"(Bundan kasıt ölmeye yakın zamandır) sözü Rasûlüllâh (sav)’in şu hadisindeki öldürülen kelimesi gibidir: "Kim birini öldürürse ganimeti onundur." Telkin ise rivayet edildiğine göre , "öldükten sonra kabirde yapılır" denilmiştir. Aynı şeyin Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’te olduğu söylenmiştir. Mutezile’de ise yoktur. Yine "yapılması ne emredilir, ne de yasaklanır" denilmiştir.
Şöyle der: "Ey fulan oğlu fulan! Dünyada sahip olduğun dinini hatırla: ‘Lâ ilâhe illallâh Muhammedun Rasûlüllâh’ de.[Bu sözün Rasulullahtan geldiği sabit değildir. İsnadı zayıftır.] Hiç kuşkusuz delil olmadan sözü gerçek mânâsından çıkarmak doğru değildir. Aynısını söylemek gerekir. "Kâfî"’de şöyle geçmektedir: "Eğer müslüman olarak ölmüşse, bu telkine ihtiyacı yoktur. Yok eğer müslüman olarak ölmemişse zaten bunun ona faydası olmaz." Şöyle de olabilir, yani telkinden kasıt, ölüm anında Şeytan’ın yanıltmasına karşı koymaktır. Ruhu teslim ettikten sonra bu telkinin hiçbir faydası olmaz. Elbetteki ruhun sorguya doğru cevap vermesi için telkine ihtiyacı olduğundan birinci şık kabul edilir. Genelde faydası olmaz. Evet gerçekten faydası yoktur.
Bana göre bir çok alimin bu yolda gitmelerinin sebebi ölülerin işitmediğini mecaz olarak kabul etmelerindendir. Bunu da fıkıh kitaplarının yeminler bölümünde açıklamaktadırlar: "Onunla konuşmayacağına yemin etse, sonra onunla o öldükten sonra konuşsa, bu hiçbir anlam taşımaz. Çünkü bu onun anlamasına bağlıdır. Ölü birisi ise işitmediği için böyle değildir. Bununla ilgili olarak Rasûlüllâh (sav)’in Bedir’de kuyulara atılan müşriklerin ölüleri için: "Benim söylemekte olduğum sözleri sizler daha iyi işitir değilsiniz" dediği rivayet olunmuştur.
Cevap olarak şöyle demişlerdir: Aişe (ra) bunu kabul etmemiş ve demiştir ki: "Allâh Teâlâ: "Sen kabirdekilere işittiremezsin" ve "Sen ölülere işittiremezsin" buyurmuşken Rasûlüllâh (sav) bunu nasıl söyler?
Bazen de: O Rasûlüllâh (sav)’e has mucizelerdendir, ayrıca o kâfirlerin kaçırdıkları fırsatlara yanmaları içindir[Beyhaki ve birçokları bunu benimsemişlerdir. Ayrıca kafirlerin ölmüşlerine seslenmek Peygamberlerin sünnetlerindendir.], demişlerdir. Bazen de: Hikmetli söz söylemektir, aynı Hz. Ali (ra)’nin dediği gibidir, demişlerdir.
Bununla birlikte Müslim’de bulunan: "Ölü, defnedenler ayrıldıklarında onların ayak seslerini işitir" hadisi onlara karışık gelmektedir. Belki de bu hadisle o iki âyetin arasını birleştirerek sorgudan önce kabre ilk konuluş olarak tercih ettiler. Çünkü o iki âyet, kâfirlerin işitmediğini ifade etmektedir ve bu yüzden Allâh Teâlâ işitmedeki özürlerinden dolayı kâfirleri ölülere benzetmiştir. Bu da ölülerin işitmediğinin bir çeşididir. Yok eğer işitseydiler, o zaman telkinin ölümden sonra yapılması gerekirdi. Çünkü o durumda ruh geri döndürülmektedir. Demek ki o halde (telkin hadisinde geçen) "ölüleriniz" lâfzı gerçek anlamını bulur. İşte alimlerden bir kısmının görüşü bu şekildedir veya hadis sadece bedeninde ruh bulunanlar mânâsında alınırsa o an yaşadığı kabul edilerek mecazî anlamda olur. Ne olursa olsun, telkinin ölüm halinde yapılacağına dair başka bir delile ihtiyaç vardır. Öyleyse hem gerçek, hem de mecazî her ikisi beraber olarak kastedilmiyor, veya her ikisi de mecazî olarak kastedilmiyor. Buradaki mânânın birbirine zıt olarak gerçek ve mecazî bir şeyi kapsadığı gözükmemektedir. Öyle ki genel olarak mecaz olabilmesi için orada kullanıldığı kabul edilsin. Her ikisi için kullanılabilme şartı, birbirine zıt olmamasıdır."
vesselam.
06-05-2009 16:15
mucahid_tr
Devamlı Üye
--->: Vahhabi ve selefiler Ölü İşitmez Diyor Buyük Alimleri İbni Teymiyye İşitir Diyo
selamun aleykum kardeş maksadım bir konu açıp faydalı olmak içindi ama siz getirdiğim delilleri delille deyil yorumla zayı cevaplar verince mecburen cevap vermek ihtiyacı doğuyor bakın ibn abidinle bana cevap yazdınız onun öyle olmadığını yukarıda yazdım ama o yazıma cevap vermeden başka konuya geçtiniz mecburen cevap vericem böyle devam etmesini istemiyosanız cevap yazmayın bende yazmım
İbn Teymiyye, Ölülerin kabirlerde konuştuğunu ve kendisine yapılan konuşmaları işittiklerini, söylüyor.[1]
Ölü işitmez diyenler, âyetin zâhirî manasına göre “Sen ölülere işittiremezsin.” (Rum Suresi 52.) âyetini delil getirirlerse bir sonraki âyet'te Allâh (Celle Celalühü)(Rum Suresi 53) “Sen ancak imân edenlere işittirebilirsin”, demektedir. Allâh (Celle Celalühü) o zaman âyetin zâhir manasına göre mü’minlerin işittiğini bildirdi. Burada “İşitmenin”, “kabul etmek” demek olduğu buradan da anlaşılmaktadır.
“Artık şüphesiz ki sen, o (dinlediklerinden faydalanmayan) ölüler (durumundaki kafirler)e (hak ve hakikati) işittiremezsin, o (kalp kulakları) sağır (olan)lara da, (hele bir de) arka dönenler halinde kaçtıkları zaman daveti(ni) duyuramazsın.!” Rum, 52
“(Kötü tercih yaptıkları için basiretlerini bağladığımız) o körleri, (yoldan) sapmalarından çevirip doğru yola ulaştırıcı biri de asla değilsin! Sen ancak bizim âyetlerimize inanmakta olan kimselere (gerçekleri) duyurabilirsin (işittirebilirsin). Çünkü (sadece) onlar (sürekli hakka boyun eğen ihlaslı) Müslümanlardır.” Rum, 53
“Sen ölülere işittiremezsin” demek, (Sen kâfirleri imâna kavuşturamazsın) demektir. Dirilerden maksat imân edenler kastedilmiştir. Bunun gibi nice kinâye, mecaz ifâde eden birçok âyet vardır. Bazıları şöyledir:
Ölüler işitmez diyenlerin itibar ettikleri âlimlerden biri olan İbn Teymiyye’nin talebesi İbn Kayyım(ö.751/1350) şöyle demektedir: Çünkü bedenleri dağılsa da söylenenleri duyacakları bildirilmiştir. Bu durumda ölülere hitaptan maksat, bedenlere bağlı söz konusu ruhlara hitaptır. “Kabirde olanlara sözlerini duyuramazsın.” (Fatır 22) âyeti celilesinin siyakından kâfir bir kimsenin faydasına olacak bir biçimde hayatta olanın sözünü duyamaması anlaşılmaktadır. Nitekim kabirde bulunanlar da söyleneni işlerine yarayacak biçimde duyamazlar. (Faydalı ve işe yarayacak bir şekilde duymazlar; yani öldüktan sonra sevap ve imân elde etme yönünden işe yaramaz, ama diğer konuşmaları duyarlar.)
Ancak Yüce Allah (Celle Celalühü) ölülerin hiçbir şey duyamayacaklarını ifâde etmemiştir. Bu âyetin benzeri de şudur: “Sen ölülere duyuramazsın, Arkalarını dönmüş kaçarken sağırlara da davetini işittiremezsiniz.”(Neml 80) Ölülerle birlikte sağırlarında daveti duymaması her ikisininde davete ehil kimseler olmadığına delildir. Bu iki kısım insan ölü ve sağır olunca, bunlara bir şey duyurmak anlatabilmek mümtenîdir, demektir. Bu görüş doğrudur ama ölümden sonra bir ölçüde bedenle alakasını kesmemiş ruhlara kötü durumların alçaklıklarını duyurmanın imkansızlığını ifâde etmemektedir.
[1] İbn Teymiyye Külliyâtı, c:4, s:240, 8 ciltlik, Tevhid Yayınları. (1998)
[İ. Ebiddünya]. (Ölü kabre konurken, onların ayak seslerini işitir.) [Buharî] (Ölüler yaptığınız iyi işlerinizi görünce sevinir, kötü işlerinize üzülürler.)
zehirli.org›mevzular/
(Kâfirlerin gözleri değil, göğüslerindeki kalbleri kördür) buyurulup, hakkı görmedikleri için kâfirlere kör denildiği bildiriliyor. (Hac 46) Ayrıca 2/18, 5/ 71, 6/ 50, 7/ 64, 10/ 42, 11/24, 13/16, 17/72, 27/ 66, 41/ 17, 43/40 ve daha başka âyet-i kerimelerde, kâfirler ölüye benzetilmiş, onların kör, sağır ve dilsiz oldukları yani hakkı görmedikleri, işitmedikleri, söylemedikleri dolayısıyla hidâyete kavuşmadıkları bildirilmektedir. Buradaki işitmek, kabul etmek demektir. (Beydavi)
[18] Müslim, II, s: 669, h: 974; Cenâiz, Kabre girerken ne denir ve ehline nasıl duâ edilir, babı Nesâî, IV, 4, s: 93-94, Cenâiz, Müminlere istiğfar edilmesinin emri, babı
İlginizi Çekecek Benzer Konular
Halis ECE
Bildiğimiz ölüm, bedenimizin ölümüdür. Bu ölümle rûhumuzda ölüm olmaz.
Ruh hâdistir; ancak bedenden çıkmakla ölmez, bakidir-dâimidir. Onun için ölüm yoktur. Sadece cesetten-bedenden alakasını-bağını-ilgisini kesmek vardır. (1)
Bu alakayı kesmek de, bedenin hissî hayatı yani canlılık duyuları bakımındandır. (2)
Yoksa Berzah’ta üzüntü ve ıztırapları, nimetleri (sevinç ve mutlulukları) mânevi bir idrâk ile duyacak-hissedecek olan vücutla birlikte olacak alaka kesilmesi değildir.
***
Berzah nedir?
Berzah, Arapça bir isimdir. İfade ettiği manalara gelince;
a. Engel, engel olan perde.
b. İki coğrafyayı birbirine bağlayan ince-uzun kara parçası ve iki denizi birbirinden ayıran dar dil, veya kanal-geçit-boğaz.
c. s. Can sıkıcı yer.
d. s. Zor, güç.
e. İslâm akaidine göre, ölülerin ruhlarının kıyamete kadar bulunacakları mânâ âlemiyle madde âlemi arasındaki yer ve o vakte kadar geçen zaman, köprü âlem. Bu yer ve zaman için “Berzah âlemi” tabiri kullanılır. Bu âlem, ahiret hayatının başlangıcını oluşturur. Ruh, cesetten ayrıldıktan sonra ya azap görmek yahut nimete kavuşmak üzere öyle kalır.
Eski dilimizde bu kavramla birlikte kullanılan “berzah-ı belâ” tabiri de, içinden çıkılmaz bela anlamındadır.
Velhasıl berzah; farklı iki vasat (ortam) arasında yer alan ve bu iki ortama tamamiyle benzemediği gibi tam olarak onlardan farklı da olmayan ara ortam... İki şeyi yekdiğerinden ayıran üçüncü şey… Ara bölge’dir. Bir diğer ifadeyle, ölümle başlayıp kıyamete kadar süren zaman, bu zaman içinde ruhların bulunduğu mekân ve âlem, dünya ile ahiret arasındaki âlem. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “engel, engel olan perde ve ölümden kıyamete kadar kabirde geçen süre” manalarında geçmektedir: “Nihayet onlardan (müşriklerden) birine ölüm gelip çattığında,‘Rabbim, der, beni geri gönder. Ta ki boşa geçirdiğim dünyada salih amel (iyi iş ve güzel hareketler) yapayım.’ Hayır! Onun bu sözü (boş) laftan ibarettir. Onların gerisinde ise yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah (ölümle başlayıp yeniden dirilmeye kadar süren bir engel) vardır. (3) “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir. Aralarında bir berzah (engel) vardır, birbirine geçip karışmazlar. O halde (ey insanlar ve cinler) Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz?” (4)
Ölüm suretiyle dünyadan ayrılan ruhlar berzah âlemine gittikleri gibi, uyku halinde bedenden ayrılan ruhlar da o âleme giderler. İki hâl, iki sıfat, iki mertebe ve iki âlem arasında bulunan bu ara hâle, sıfata, mertebeye ve âleme de berzah denir. Mesela hayâl, varlıkla yokluk arasında yer alan bir berzah’tır; ne vardır ne de yok, ne malumdur ne de meçhul, ne müsbettir ne de menfi veya hem vardır hem yoktur. İnsanın hakikati ve mahiyeti de bir berzah’tır. Hak ile halk arasında bulunur. Bir yönüyle Hakk’a, diğer yönüyle halka dönüktür… Veya insan bir yönden ruhlar âlemine, diğer yönden beden ve madde âlemine bağlıdır. Mülk ile melekût, şehâdet ile gayb âlemleri arasında bulunur. Hem o, hem bu âlemin bazı özelliklerine sahip olduğu halde mutlak olarak ne o ne de bu âlemdendir. Bütün berzahların aslı olan ilk taayyüne ve hazret-i vâhidiyete berzah-ı câmi’, berzah-ı evvel, berzah-ı a’zam gibi isimler verilir. Vahidiyet, mutlak birlikle çokluk arasındaki bir berzahtır. (5)
***
Rûhun bekâsı/dâimiliği mutlak(kayıtsız-şartsız-sınırsız) değildir. Mutlak beka ancak Allah’ın zâtı ve sıfâtıdır. Vücûd-i mutlak, Zât-ı mutlak tabirleri sadece Cenab-ı Hak için kullanılabilir. Yani hiçbir an faniliğin-yokluğun ârız olmaması, sürekli var olma hali sadece Allah’ın zatına ve sıfatlarına mahsustur. Zira Kıyamet-i Kübra’da (büyük kıyamet) bütün âlem külliyat ve cüz’iyatıyla (âlemin tamamı, zerreden küreye büyük küçük ne varsa) helak olacaktır.
***
Kıyamet ikidir:
1.İnsanların ölmesiyle meydana gelen kendi kıyametleri ki buna, “kıyamet-i suğra: küçük kıyamet” denir…
2. Dört büyük melekten İsrafil aleyhisselâmın ilk sûr’a üflemesiyle meydana gelecek olan topyekûn kâinatın yok olma hadisesine de “kıyamet-i kübra: büyük kıyamet” denmektedir.
Kâinatın bu imha ve helaki, yok olma safhasına Kur’an-ı Kerim’de “malum zaman: bilinen vakit” denilmiştir. Bu safha şiddetli korku ve sarsılma, düşüp bayılma, helak olma safhasıdır. Bunun nasıl olacağını Rabbimiz bize şöyle haber vermektedir:
“Her şeyi alt üst eden o büyük felaket geldiği vakit…” (6) “Güneş katlanıp dürüldüğünde, Yıldızlar bulandığında, Dağlar yürütüldüğünde, Kıyılmaz mallar bırakıldığında, Vahşi hayvanlar bir araya toplandığında, Denizler ateşlendiğinde (suları çekilip, volkanlar halinde ateş püskürdüğünde), Nefisler eşleştirildiğinde (iyiler iyilerle, kötüler kötülerle bir araya toplandığında), Diri diri toprağa gömülen kıza sorulduğunda, ‘Hangi günahtan dolayı öldürüldü?’ diye. Amel defterleri açıldığında, Gök sıyrılıp açıldığında,…”(7)
Kıyamet aynı zamanda Kur’an-ı Kerim’in 75. suresinin ismidir. Ve bu ismi, ilk ayette geçen “kıyamet” kelimesinden almıştır. Bu sûre kuvvetli bir yeminle şöyle başlayıp devam etmektedir:
“Hayır, yemin ederim o kıyamet gününe. Yine hayır, yemin ederim o sürekli kendini kınayan nefse. İnsan, kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? Evet, bizim onun parmak uçlarını bile aynen eski haline getirmeye gücümüz yeter. Fakat insan günahı devam ettirmek ister. O kıyamet günü ne zaman? diye sorar. Ne zaman ki o göz şimşek çakar, Ay tutulur, Güneş ve ay toplanır,...” (8)
Kısacası, büyük kıyamette Allah’tan başka her şey Onun emriyle helak olacaktır. Bu durumu Kur’an-ı Kerim bize, “… O’ndan başka ilah yoktur. O’nun zatından gayri her şey yok olacaktır…” (9) diyerek haber vermektedir.
***
Bu helake tabiatıyla ruhlar da dâhildir. Fakat ruhların yokluk acısını tatması, saflığı-dürüstlüğü, halinin düzgünlüğü ve marifetullah’a olan yakınlık derecesi ile mütenasip/uygun olarak devam edecektir.
Bütün peygamberlerin imamı Efendimiz (s.a.v.), melekler, mukarrabîn, ülû’l-azm peygamberler, Arş, Kürsî, Levh, Kalem, Cennet, Cehennem gibi yüce varlıkların ölümü ve helakı, yokluğu tatmaları İlahi iradenin bir icabı, anlatılan dereceler münasebetiyle/dolayısıyla az bir zamana, belki de pek az bir âna mahsus, kısacık bir süreyle sınırlıdır. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şerifler buna işaret etmektedir.
Bu meselede en doğru olan budur… Bununla birlikte şu cevabı hiçbir eserde bulamayacaksınız. En iyi bilen Allah Teala’dır. (10)
DİPNOTLAR
(1) Beka ve Bakî kavramlarından sıkça söz edince, ünlü dîvan şairimiz Bâkî’den (1527 – 1599) bahsetmeden geçmek olmaz. Bakî’nin asıl adı Abdülbâki Mahmud, babasının adı ise Mehmed’dir. İstanbul’da doğmuştur. Kanuni Sultan Süleyman’dan himaye görmüş ve Melikü’ş-şuarâ, Sultânü’ş-şuarâ (Şairlerin padişahı) gibi ünvanlar kazanmıştır. Meşhur dîvanından başka Mevâhib-i Ledûniyye Tercemesi vardır… Buna Meâlimü’l-Yakîn fî Siyreti Seyyidi’l-Mürselîn adını vermiştir. el-Âlâm fî Ahvâli Beldeti’l-Harâm tercemesi ile Fezâil-i Cihâd’ı da vardır. Bunu da Meşâiru’l-Eşvâk ile Mesâriu’l-Uşşâk’tan terceme etmiştir.
(2) Hayat, bilindiği üzere canlılık, his de hissetmek, duymak... Hayat’ın cem’isi (çoğulu): Hayatiyyat, yani Biyoloji: Canlılar ilmi, canlıların hayat safhalarını inceleyen ilim dalı. Mesela; hayat-ı alîl (hastalıklı hayat, hasta ömür), hayat-ı askeriye (askerlik hayatı), hayat-ı câvidâni (daimi hayat), hayat-ı hususiye (özel hayat), hayat-ı insani (insana ait hayat), hayat-ı ma’sumâne-i tıflâne (çocuğa yakışacak masumlukta bir hayat, bir ömür). İslâm Hukuku lisanında “hayat-ı takdîriyye”; hamlin, yani rahimde bulunan çocuğun hayatı demektir. Bu cihetle hamil ölüm zamanında anası rahminde olmak ve sağ doğmak şartıyla vâris olur.
(3) el-Mü’minûn, 23/99-100.
(4) er-Rahmân sûresi, 54/19-21.
(5) Kâşânî, Abdurrazzak, Istılâhâtu’s-Sûfiyye, Kahire, 1981.
(6) en-Nâziât, 79/34.
(7) et-Tekvîr sûresi, 1-11.
(8 Kıyamet sûresi, 1-9.
(9) el-Kasas sûresi, 88.
(10) Kaynak metin: Salâhuddin ibn Mevlâna Sirâcüddin, Mektuplar ve mesail-i mühime, s. 35.
Ruhun varlığına ait deliller
Ruhun varlığı, Allah’ın yaratmasından başka hiçbir şey ile izah edilemediğinden dolayıdır ki, ateistler ruhun varlığını inkâra yeltenmişlerdir. Çünkü ruhun varlığı kabul edilirse, onu yaratan Allah da kabul edilmek mecburiyetindedir. Bizler bu makamda ruhun varlığına ait delilleri beyan etmeyi uygun görüyoruz.
1- Hukuk, kardeşlik ve aile gibi kavramlar ancak ruhun varlığını kabul ile kaimdir. İsterseniz biraz daha açalım: Bilindiği gibi insan altı ayda bir bedenindeki bütün hücreleri değiştirmekte, âdeta yeni bir insan olmaktadır. Şimdi bir katilin mahkemede hâkimin karşısına çıktığını düşünelim. Hâkim ona ceza olarak yirmi sene hapis vermiş olsun. Bu katil hâkime dönerek şöyle dese: “Siz bana ceza veremezsiniz. Çünkü cinayeti işleyen ben değilim. Hücrelerimin değişmesi ile ben yeni birisi oldum. Şu andaki cismim masumdur.” Bu sözlere karşı hâkim ne diyebilir ki? Hiçbir şey! Çünkü o da eski hâkim değildir. Bir de kardeşlik ve aile mefhumunu düşünün. Beni dünyaya getiren annemin defalarca maddi bedeni değişikliğe uğradı. Beni dünyaya getirdiği andaki vücudundan geriye hiç bir şey kalmadı, tamamen değişti. Benim annem maddi cihetiyle, beni doğurduktan altı ay sonra öldü. Eğer ruhun varlığı kabul edilmezse bu çıkmazdan nasıl çıkılır?
2- İnsan bir boşlukta dünyaya gelse ve göz, kulak, el gibi azaları olmasa; uzunluk, yakınlık, büyüklük, küçüklük gibi mefhumları anlayamamakla birlikte, kendi varlığından asla şüphe etmez. Zira göz, kulak ve el gibi azalar insanın dış âlemi tanıyabilmesi için gereklidir. Kişi, o azalar olmadan dış dünyayı tanıyamaz; ama kendi varlığından da şüphe etmez. İşte bu durumda kendini bilen varlık ruhtur.
3- İnsan bir iş yaptığında “Ben yaptım.” der. Bu “Ben yaptım.” sözüyle, fiillerini azalarına isnat etmez. Yani “Ben yaptım.” derken, “Elim yazdı, ayağım koştu, kulağım işitti…” gibi manaları kastetmez. O hâlde insanın “Ben yaptım.” sözüyle kastettiği “Ben” nedir? İnsan “Ben” demekle nefs-i natıkasını, yani ruhunu kasteder. “Benim kalemim.” dediğinde, o “Ben” ruhtur.
4- Maddenin tabiatında irade ve seçebilme yeteneği yoktur. Hâlbuki insanda nihayetsiz iradi hareketler vardır. Eğer insan sadece maddi bir varlık olsaydı, insanda iradenin olmaması gerekirdi. Çünkü maddede irade yoktur. O hâlde bu iradi hareketlerin sahibi madde olamayacağına göre ruh olmalıdır. Demek insandaki irade, ruhun varlığına açık bir delildir.
5- Maddenin tabiatında irade olmadığı gibi; işitmek, görmek, tatmak, hissetmek gibi diğer sıfatlar da yoktur. Eğer insan, ruhu olmayan maddi bir varlık olsaydı. O hâlde mezkûr sıfatların insanda bulunmaması gerekmekteydi. Madem vardır; o hâlde insan sadece maddeden yapılmış bir varlık değildir. Onun bir ruhu vardır ve bu sıfatlar da ruhun sıfatlarıdır.
6- Beyin açılarak, parmağı oynatmakla görevli sinire tembih yapılsa, parmak hareket eder. Fakat asla bir düğmeyi ilikleyemez. Çünkü düğmeyi iliklemek kompleks bir harekettir ve hiçbir siniri tahrik etmekle bu fiil gerçekleşmez. O hâlde sorumuz şu: Parmağa, düğmeyi iliklettiren beyin değilse, nedir? Elbette ruhtur!
7- Maddenin hareket edebilmesi için ona maddi bir temas gerekmektedir. Maddi bir temas olmaksızın maddenin hareketi mümkün değildir. Hâlbuki televizyon seyreden bir insan; güler, ağlar, korkar, heyecanlanır ve hakeza… Acaba gülen veya ağlayan madde midir? Elbette hayır, çünkü maddi bir temas gerçekleşmedi. Öyleyse bu fiiller kime aittir? Elbette ruha!
8- Bir insanı ölmeden tarttık 70 kg geldi. Öldükten sonra tarttık yine 70 kg . Acaba bu insandan ne çıktı ki; güler, koşar ve konuşur bir hâlde iken birden cansız bir hale geldi? Elbette ruh. Çünkü maddi bir kayıp olmadığı tartı işlemi ile ispat edildi.
9- Herkesin beyni aynı şekilde çalışır; ama buna rağmen fikir farklılıkları vardır. Acaba bu fikir farklılıklarının sebebi nedir? Elbette farklı ruhlarının bulunmasıdır. Eğer fikir sadece beynin bir fonksiyonu olsaydı, herkesin aynı düşünmesi gerekirdi. Zira maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. Demek fikirlerin farklılığı, ruhun varlığına bir delildir.
10- Maddi bilimin dahi kabul ettiği telepati, ruhun varlığından başka hiçbir şey ile izah edilemez. Birbirlerinden kilometrelerce uzak olan iki insanın vasıtasız muharebe etmesi, madde ile nasıl izah edilebilir? Demek telepati de ruhun varlığına bir delildir.
11- Telekinezi denilen; maddeye temas etmeden, düşünce ile maddeyi hareket ettirmek ancak ruhun varlığı ile izah edilebilir. Dikkat ve konsantrasyon sonucunda kaşıkları eğenleri, önlerindeki eşyaları harekete geçirenleri görmüşüz veya okumuşuzdur. Acaba bu hadiseyi madde ile izah etmek mümkün müdür? Elbette değildir! O hâlde telekinezi de ruhun varlığına bir delildir.
12- Rüyalar da ruhun varlığına bir delildir. Birçok zaman rüyamızda gördüklerimizin o gün veya daha sonra vukua geldiğini görürüz. Bu, ruhun gayb âlemlerine yakınlaşması sonucunda elde ettiği bir bilgidir. Ruhu inkâr edersek bu hadiseyi ne ile izah edebiliriz? Demek rüyalar ve bilhassa sadık rüyalar ruhun varlığını ispat etmektedir.
13- Şimdi hayalinizi kullanarak vücudunuzdaki bütün etleri bir yerde toplayınız. Şimdi de kemikleri ve sırasıyla kılları, gözleri, tırnakları ve diğer maddi azaları da aynı yerde toplayınız. Şimdi soruyoruz: Duygularınız nerede? Şefkat, muhabbet, aşk, hırs, kin gibi yüzlerce his nerede? Eğer bunlar maddi bedenin malı olsaydı, onları da hayalen bir tarafa ayırmamız ve vücutlarını görmemiz gerekirdi.Demek bu duygular cismin değil, ruhun malıdır. O hâlde insanda bulunan her bir duygu ruhun varlığına bir delildir.
14- İnsanlarda lütuf, cömertlik, cesaret, ilim gibi sıfatlar farklı farklıdır. Birisinde deniz iken, diğerinde damladır. Eğer bunlar maddenin özellikleri olsaydı bütün insanlarda aynı derecede olması gerekirdi. Çünkü maddenin sıfatları sabittir ve değişmez. O hâlde bunlar maddenin sıfatı olmaz; ancak ruhun sıfatlarıdır. Demek insanlarda farklı derecelerde bulunan bütün sıfatlar ruhun varlığını ispat etmektedir.
15- Neşe ve elem iki kaynaktan gelir. Birisi cismanî elemler ve lezzetlerdir. Diğeri ise ruhanî elemler ve lezzetlerdir. Mesela dostuna kavuşan bir kimse lezzet duyar. Bu maddî değil, ruhanî bir lezzettir. Yine denilmiştir ki: “Kılıç yarası iyileşir; ama dil yarası iyileşmez.” Acaba dilin yaraladığı şey, ruhtan başka bir şey midir? Demek insanın aldığı bütün ruhanî lezzetler ve elemler, ruhun varlığını ispat etmektedir.
Ruhun varlığını, mezkûr on beş delil ile ispat ettikten sonra, şimdi kâfire soruyoruz:
Kimdir ruhu yaratan ve onu hayat sahiplerine üfleyen? Allah’tan başka kim vardır, bu hikmetli icada fail olabilsin?
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 38 ziyaretçi (104 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 78 ziyaretçi (220 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|