|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Mekke'nin fethi 1 OCAK 1997 "Huzaâ kabîlesine saldırmaktan vazgeçin ve öldürdüğünüz kimselerin diyetini verin. Bunları yapmazsanız, sizinle harb edeceğimi bildiririm..." Mekke-i mükerreme, zamanımızdan 1367 sene önce bugün fethedilmişti... Hudeybiye antlaşması gereğince, Müslüman olsun veya olmasın herkes, istedikleri kabîleye sığınabilecekti. Kimseye zarar verilmiyecekti. Kureyşli kâfirler, bu antlaşmaya rağmen, Mekke'de bir gece Huzaâ kabîlesine saldırmışlar, yirmiden fazla kimseyi öldürmüşlerdi. Huzaâ kabîlesi Resûlullahtan imdat istedi. Allahü teâlâ bu durumu sevgili Peygamberine gaybdan haber vererek bildirdi. Resûlullah efendimiz, Medîne'de Meymune vâlidemizin evinde abdest alırken, Müslümanların feryâdını işitip; - Lebbeyk! ya'nî da'vetinize icâbet ediyorum, yardımınıza geliyorum, buyurdu. Sonra, Kureyş müşriklerine bir mektup gönderdi. Mektupta şöyle buyuruyordu: "Huzaâ kabîlesine saldırmaktan vazgeçin ve öldürdüğünüz kimselerin diyetini verin. Bunları yapmazsanız, sizinle harb edeceğimi bildiririm..." Geldiği gibi geri dönecek! Müşrikler bu teklifi kabûl etmediler. Daha o zaman Müslüman olmayan Ebû Süfyânı elçi olarak gönderip, yaptıklarını örtbast etmek için antlaşmayı yeniletmek istediler. Ebû Süfyân daha yolda iken, Peygamber efendimiz, "Ebû Süfyân antlaşmayı yenilemek, müddetini uzatmak için geliyor. Fakat, isteği hâsıl olmayıp geldiği gibi geri dönecek!" buyurdu. Nihâyet elçi, Resûlullah efendimizin huzuruna gelerek dedi ki: - Ben, Hudeybiye sulhnâmesini yenilemek ve müddetini de uzatmak için geldim. Peygamber efendimiz; - Biz, Hudeybiye sulhnâmesine aykırı bir davranışta bulunmayız ve onu değiştirmeyiz, buyurdu. Elçi, tekrar tekrar; "Sulhnâmeyi değiştirelim! Yenileyelim!.." dediyse de, sevgili Peygamberimiz, ona hiç bir cevapta bulunmadı. Kureyş elçisi, gösterdiği bütün gayretlerin hiç bir fayda vermediğini görünce, Mekke'ye dönüp, müşriklere durumu anlattı. Artık onlar için, beklemekten başka yapacak bir şey kalmamıştı. Sevgili Peygamberimiz Mekke'yi fethetmeye karar verdi. Çünkü Kureyşliler ahdlerinde durmamışlar ve muâhedeyi bozmuşlardı. Fakat bu sırrı gâyet gizli tutuyor, müşriklere hazırlanma fırsatı vermeden ve Harem-i şerîfte kan dökülmeden Mekke'yi teslim almak istiyordu. Bu bir harp tedbîri idi. Zîrâ, Mekke fethedilince, kim bilir niceleri Müslüman olmakla şereflenecekti. Bu durumu Hz. Ebû Bekir'e ve Eshâbının ileri gelenlerinden birkaçına bildirdi. Eshâbına, sefer için hazırlık yapmalarını emredip, nereye gidileceğini bildirmedi. Eshâb-ı kirâm, cihâd için hazırlığa başladılar. Peygamber efendimiz, ayrıca çevredeki Müslüman kabîlelerden Eslem, Eşçâ, Cüheyne, Husayn, Gıfâr, Üzeyne, Süleym, Damra ve Huzâaoğullarına haber gönderip; "Allahü teâlâya ve âhıret gününe îmân edenler, Ramazan-ı şerîfin başında Medîne'de bulunsunlar" buyurarak onları harbe katılmaya da'vet etti. Hazırlıklar gizlilik içinde yürütüldü Habîbullah efendimiz, bir tedbîr olarak, Mekke'ye giden yolları tutup, irtibâtı kesmek üzere, Hz. Ömer'e vazife verdi. Hz. Ömer, derhal dağ yollarına, geçitlere ve diğer yol başlarına nöbetçiler dikip; "Mekke'ye gitmek isteyen herkesi geri çevireceksiniz!" emrini verdi. Sevgili Peygamberimiz, bu işin gizlice yürütülmesi için; "Yâ Rabbî! Yurtlarına ansızın varıp, kavuşuncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, görmez ve işitmez eyle. Bizi ansızın görüp işitsinler" diyerek Allahü teâlâya duâ etti. Peygamber efendimiz, kuzeydeki müşrikler veya Bizanslılar üzerine yürünecek intibâını vermek için de, Ebû Katâde hazretlerini askerî bir birlik ile kuzeye, İzâm vâdisine doğru gönderdi. Bu arada Medîne'deki hazırlıkları, Mekkeli müşriklere bildirmek üzere gönderilen bir mektubu, sevgili Peygamberimiz bir mu'cize olarak haber verdi. Hz. Ali'yi göndererek yakalattı. Hâlâ bizi düşünüyorsun 2 OCAK 1997 Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra, sen, hâlâ bizi hidâyet yoluna da'vet ediyorsun. Ne güzel kerem sâhibisin. Allahtan başka ilâh olmadığına inandım... Sen de Allahın Resûlüsün. Mekke'nin fetih hazırlıkları tamamlanmak üzere idi. Ramazan ayının ikinci gününe kadar, çevre kabîlelerden yardım gelmiş, Ebû İnebe kuyusu başındaki karargâhta toplanılmıştı. Eshâb-ı kirâmın sayısı on iki bine ulaşmıştı. Bunlardan dört bini Ensâr, yedi yüzü Muhâcir, geri kalanı da çevredeki Müslüman kabîlelerdendi. Nihâyet âlemlerin Efendisi, gönülleri Allahü teâlâ ve Resûlünün muhabbetiyle dolu olan on iki bin kişilik muazzam ordusunun başında olduğu hâlde, Allahü teâlânın ismi ile yola çıktılar. Bundan sekiz sene önce ayrıldıkları yurtlarına, Mekke'ye gidiyorlardı. Puthâne hâline çevrilen muazzam Kâ'be'yi putlardan temizlemeye gidiyorlardı... İnatlarından bir türlü vazgeçmek istemeyen müşriklere, hak, adâlet ve merhamet göstermeye gidiyorlardı... Allahü teâlânın dînini yaymaya, oradakilerin ebedî Cehennem azâbından kurtulmalarına vesîle olmaya gidiyorlardı... Aman yâ Rabbî! Bu ne büyük merhametti!.. Sen de, muhâcirlerin sonuncususun Peygamber efendimiz yolda amcası Hz. Abbâs ile karşılaştı. Sevgili Peygamberimiz, amcasının geldiğine çok sevindi ve; - Ey Abbâs! Ben Peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de, muhâcirlerin sonuncususun, buyurarak gönlünü aldı. Peygamber efendimizin yanında kalıp, Mekke'nin fethine katıldı. Resûl-i ekrem efendimiz, Mekke'nin yakınında bulunan Kudeyd'e geldiğinde, şanlı Eshâbına harp düzeni aldırdı. Her bir kabîleye ayrı ayrı sancaklar ve bayraklar verdi. Onları, her kabîlenin bayraktar ve sancaktarına teslim etti. Medîne'den ayrılalı on gün olmuştu. Akşam üzeri Mekke'ye iyice yaklaşılmış, yatsı vaktinde Merr-uz-zahrân'a gelinmişti. Peygamber efendimiz, Eshâbına burada durmalarını emir buyurdu. Ayrıca Hz. Ömer'e vazife verip, her mücâhidin ateş yakmasını da emir verdi. Bir anda on binden fazla ateş yanınca, Mekke aydınlığa boğuldu. Hiçbir şeyden haberi olmayan Mekkeli müşrikler, şaşkına döndüler. Ne olduğunu anlamak için Ebû Süfyân'ı görevlendirdiler. O da yanına iki kişi alarak İslâm ordusuna doğru gizlene gizlene yaklaştılar. Bu sırada sevgili Peygamberimiz, Eshâbından ba'zılarına; - Ebû Süfyân'a göz-kulak olunuz. Mutlaka onu bulursunuz, buyurdu. Ebû Süfyân ve yanındakiler, İslâm ordusuna doğru ilerledikçe hayretleri artıyor, dehşete düşüyorlardı. Mekke'nin çevresine ne kadar çok asker birikmişti ve ne kadar çok da ateş yakmışlardı!.. Onlar, bunları konuşa konuşa, Erak isimli yere geldiler. Bu sırada Peygamber efendimiz, yine; - Ebû Süfyân, şu anda Erak'tadır, buyurdu. Eshâb-ı kirâm, onları araştırmaya koyuldular. İçlerinden Hz. Abbâs, onları tanıdı ve Peygamber efendimizin huzûruna götürdü. Vay onların başına geleceklere! Yolda Ebû Süfyân, Hz. Abbâs'a sordu: - Haberler nasıldır? - Ey Ebû Süfyân! Sana yazıklar olsun! Resûl aleyhisselâm, karşı koyamayacağınız bir ordu ile üzerinize geliyor. Yemîn ederim ki, Kureyşlilerin hâli yaman olacak. Vay onların başına geleceklere! Ebû Süfyân'ı İslâma da'vet etti. Sabah olunca, merhamet deryâsı sevgili Peygamberimiz buyurdu ki: - Ey Ebû Süfyân! Yazıklar olsun sana! Allahü teâlâdan başka ilâh bulunmadığını öğrenme zamanı hâlâ gelmedi mi? O da; - Anam-babam sana fedâ olsun! Yumuşak huylulukta ve akrabâ hakkını gözetmekte üstüne yoktur. Sana ettiğimiz bu kadar cefâdan sonra, sen hâlâ bizi hidâyet yoluna da'vet ediyorsun. Ne güzel kerem sâhibisin. Allahtan başka ilâh olmadığına inandım... Sen de Allahın Resûlüsün, diyerek Eshâb-ı kirâmdan olmakla şereflendi. Kimse güç yetiremez! 3 OCAK 1997 Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız? Müslüman olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahadırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Eshâb-ı kirâm Mekke'ye girmek için Resûlullahtan emir bekliyordu. Müslüman olan Ebû Süfyân da artık mücâhidlerin arasında idi. Resûlullahın amcası, Hz. Abbâs dedi ki: - Yâ Resûlallah! Ebû Süfyân'a Mekkelilerce îtibâr kazandıracak bir şey ihsân eder misiniz? Peygamber efendimiz, bunu kabûl edip; - Kim Ebû Süfyân'ın evine girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir, öldürülmekten kurtulur, buyurdu. Ebû Süfyân; - Yâ Resûlallah! Biraz daha genişletir misiniz, diye istirhâmda bulununca, sevgili Peygamberimiz; - Kim Mescid-i Harâm'a girer, sığınırsa, ona emân verilmiştir! Kim kapısını kapayıp evinde oturursa, ona emân verilmiştir, buyurdu. Resûl-i ekrem Efendimiz, Ebû Süfyân'ın, İslâm ordusunun heybetini ve çokluğunu görüp, Mekkeli müşriklere bunu anlatması için Hz. Abbâs'a; "Onu, vâdinin daraldığı, atların sıkışa sıkışa geçtiği dağ boğazına ilet. Müslümanların ordusunun ihtişâmını görsün" buyurdu. Harem-i şerîfte kan dökülmesin... Ebû Süfyân görmeliydi ki, şâhid olduğu manzarayı müşriklere anlatsın ve karşı çıkan olmasın... Böylece, Harem-i şerîfte kan dökülmesin... Hz. Abbâs, Ebû Süfyân ile dağ geçidine giderken, mücâhidler harp düzenine girdi. Her kabîle, sancaklarını açmış olduğu hâlde geçitten geçmeye başladılar. Her birinin üzeri zırhlı ve silâhlı idi. Her grup geçerken tekbîr getiriyorlardı. Yeri göğü; "Allahü ekber! Allahü ekber!" nidâları dolduruyor, mücâhidlerin çokluğu ve silâhların parıltıları göz kamaştırıyordu. Nihâyet peygamberlerin Sultânı, âlemlerin Efendisi güneş gibi, nûr saçarak devesi Kusvâ'nın üzerinde göründü. Etrâfında Muhâcirler ve Ensâr bulunuyordu. Her biri tepeden tırnağa Dâvûdî zırhlara bürünmüş, Hindî kılıçlar kuşanmış, cins atlara ve develere binmiş olarak geliyorlardı. Ebû Süfyân onları görünce merakla sordu: - Kim bunlar, yâ Abbâs? - Ortadaki Resûl aleyhisselâm, etrâfındakiler de şehîd olmak aşkı ile yanan Ensâr ve Muhâcirlerdir!.. Sevgili Peygamberimiz, onların yanından geçerken Ebû Süfyân'a buyurdu ki: - Bugün, Allahü teâlânın, Kâ'be'nin şânını yücelteceği bir gündür! Bugün, Beytullah'a örtü örtüleceği gündür! Bugün, merhamet günüdür! Bugün, Allahü tealânın Kureyşlileri (İslâm ile) azîz edeceği bir gündür! Ebû Süfyân, göreceğini görmüş, işiteceğini de işitmişti. Dedi ki: - Ben, Kayser'in de, Kisrâ'nın da saltanatını gördüm. Fakat böyle ihtişamlısını görmedim! Ben, hiç bir zaman bugünkü gibi bir ordu ve cemâ'at ile karşılaşmadım! Böyle bir orduya hiç kimse karşı koyamaz, onlara güç yetiremez! Böyle söyledikten sonra Mekke'nin yolunu tuttu... Ey Kureyş cemâ'atı! Ebû Süfyân, Mekke'ye gelip, kendisini merakla bekleyen müşriklere Müslüman olduğunu açıkladıktan sonra şöyle devam etti: - Ey Kureyş cemâ'atı! Muhammed aleyhisselâm, karşısında dayanamayacağınız kadar büyük bir ordu ile yanıbaşınıza gelmiş bulunuyor. Boş yere kendi kendinizi aldatmayınız. Müslüman olunuz ki, kurtulasınız! Ben sizin görmediklerinizi gördüm! Sayısız bahadırlar, atlar ve silâhlar gördüm. Hiç kimsenin onlara gücü yetmez! Kim, Ebû Süfyân'ın evine girerse, ona emân verilmiş, öldürülmekten kurtulmuştur! Kim, Beytullah'a sığınırsa, ona emân verilmiştir. Kim, evine girip kapısını kapatırsa, ona da emân verilmiştir! Bunun üzerine müşriklerin azılılarından ba'zıları, Ebû Süfyân hazretlerine karşı çıkarak, hakâret ettiler. Hattâ, İslâm ordusuna karşı çıkmak için, acele hazırlığa başladılar. Fakat bunların sayıları çok azdı. Diğerleri, bunlara iltifat etmeyip evlerine koştular. Bir kısmı da Mescid-i Harâm'a sığındılar. Va'dedilen müjde gerçekleşti 4 OCAK 1997 Resûl-i ekrem efendimiz, kumandanlarına; "Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz" buyurdu. Resûlulllah efendimiz ve şanlı sahâbîler, Mekke'ye iyice yaklaşmışlardı. Zîtuvâ vâdisine gelip toplandılar. ^Alemlerin Efendisi, mübârek gözleriyle Eshâb-ı kirâmını şöyle bir süzdükten sonra, hatırına, sekiz sene önce Mekke'den ayrılışı, hicreti geldi. O zaman saâdethânelerinin etrâfını müşriklerin sardığını, Yâsîn-i şerîften âyet-i kerîmeler okuyarak çıktığını, Hz. Ebû Bekir ile kimselere görünmeden Sevr mağarasına girdiklerini; Mekke hudutlarından ayrılmadan son bir defa dönüp; "Ey Mekke! Vallahi, biliyorum ki sen, Allahü teâlânın yarattığı yerlerin içinde en hayırlısısın. Rabbim katında da benim yanımda da en sevgili olanısın. Senden zorla çıkarılmamış olsaydım; senden çıkmaz, ayrılmazdım" buyurduğunu; bu mahzûnluğu karşısında, Cebrâil aleyhisselâmın Kasas sûresi 85. âyet-i kerîmesini okuyup, mübârek hatırını tesellî ettiğini ve Mekke-i mükerremeye döneceğini müjdelediğini; bir avuç Eshâbı ile Bedir'de, Uhud'da, Hendek'te, Hayber'de, Mûte'de düşmanlara nasıl gâlip geldiğini hatırladı. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi Şimdi, on iki bin Eshâbı etrâfında pervâne olmuş, Mekke'ye girmek için bir emrini bekliyorlardı... Server-i âlem Efendimiz, bütün bunları ihsân eden Allahü teâlâya, en derin minnet ve şükran duygularıyla dolu olarak hamdetti. Tevâzu ile mübârek başını önüne eğdi. Fahr-i kâinât Efendimiz, kahraman Eshâbını dört gruba ayırdı. Sağ kol kumandanlığına Hâlid bin Velîd hazretlerini, sol kol kumandanlığına Zübeyr bin Avvâm hazretlerini, piyâdelerin başına Ebû Übeyde bin Cerrâh hazretlerini, diğer gruba da Sa'd bin Ubâde hazretlerini tâyin eyledi. Hz. Hâlid, Mekke'nin güneyinden girecek müşriklerden kim karşı çıkarsa cezâlarını verecek, Safâ tepesinde, Fahr-i kâinât Efendimizle birleşecekti. Hz. Zübeyr, Mekke'nin kuzeyinden girecek, Hacûn mevkiine bayrağını dikip Server-i âlem Efendimizi bekleyecekti. Batıdan, Hz. Sa'd bin Ubâde hazretleri ilerleyecekti. Resûl-i ekrem Efendimiz, kumandanlarına buyurdu ki: - Size saldırılmadıkça, aslâ, hiç kimseyle çarpışmaya girmeyeceksiniz. Hiç kimseyi öldürmeyeceksiniz. Ramazân-ı şerîfin on üçü, Cum'a günü idi. Mücâhidlerden en önce harekete geçen, Hâlid bin Velîd hazretleri oldu. Mekke'nin güneyinden Handeme dağının eteklerine geldiklerinde, azılı Kureyş müşriklerinin kendilerine ok yağdırdıklarını gördü. İki mücâhid, şehîd olmuştu. Hz. Hâlid, savaş düzenindeki askerlerine; "ancak, bozguna uğrayıp kaçanlar öldürülmeyecektir?" emrini verdikten sonra, ileri atıldılar. Bir anda müşrikleri geriye püskürttüler. Çarpışma esnâsında yetmiş müşrik öldürüldü. Diğerleri, dağ başlarına, evlerine kaçtılar. Mukaddes Mekke'ye diğer yönlerden giren şanlı sahâbîler, herhangi bir direnişle karşılaşmadılar. Mücâhidler, büyük bir heyecanla, dalga dalga; "Allahü ekber! Allahü ekber!" tekbîrleri arasında Mekke'ye giriyorlardı. Server-i âlem Efendimiz, devesi Kusvâ'nın üzerinde, terkisinde Üsâme bin Zeyd olduğu hâlde büyük bir tevâzû içinde, doğduğu belde mukaddes Mekke'ye giriyordu. Kendisine bu günleri gösteren Allahü teâlâya hamdediyor, Mekke'nin fethini müjdeleyen, Fetih sûresini tilâvet buyuruyordu. "Allahü ekber! Allahü ekber!" Fahr-i kâinât Efendimiz, büyük bir sürûr içinde, muzaffer Eshâbının arasında Kâbe-i muazzamaya doğru yöneldiler. Sağında Hz. Ebû Bekr, solunda Üseyd bin Hudayr hazretleri olduğu hâlde Kâbe-i muazzamaya yaklaştılar. Hacer-ül-esved'i ziyâret ettikten sonra, telbiye ve tekbîr getirdiler. Bunu sahâbîler tâkib etti ve; "Allahü ekber! Allahü ekber!" sesleri ile Mekke-i mükerreme semâları inlemeye başladı. Bu ulvî manzara karşısında Müslümanlar sevinç gözyaşları döküyor, Harem-i şerîfte sığınmış, evlerine kapanmış müşrikler, korku içinde bekleşiyorlardı. Sonra âlemlerin Efendisi ve şanlı Eshâbı tavâfa başladılar. Tavâfın yedinci devresini bitirdikten sonra, devesinden inen sevgili Peygamberimiz, Makâm-ı İbrâhim'de iki rek'at namaz kıldı. Sonra Hz. Abbâs'ın kuyudan çıkardığı zemzemden içti. Zemzem ile abdest aldı.
Bâtıl her zaman gidicidir 5 OCAK 1997
"Biz, senden hayır bekliyor, hayır ümit ediyoruz. Çünkü sen, kerîm kardeşsin. Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşimizin oğlusun. Bize gâlip geldin! Senden iyilik umuyoruz" dediler. Mekke savaş yapılmadan alınmıştı. Server-i âlem Efendimiz, Kâ'be'nin çevresine taştan ve tahtadan yapılmış bütün putların yıkılmasını murâd ettiler. İsrâ sûresinin, "Hak gelince bâtıl gider, bâtıl her zaman gidicidir" meâlindeki 81. âyet-i kerîmesini okuyarak, mübârek elindeki asâyı putlara doğru uzattılar. Asânın değdiği her put, birer birer yüzü üzere yıkılıverdi. Üç yüz altmış put yerle bir edildi. Öğle vakti girdiğinde, Resûl-i ekrem Efendimiz Hz. Bilâl'e, Kâ'be'de ezân-ı şerîfi okumasını emir buyurdu. O da, derhâl bu mukaddes vazifeyi ifâ eyledi. Ezân okunurken, mü'minlerin kalbinde engin bir sürûr meydana geliyor, müşrikler ise ziyâdesiyle elem ve üzüntü içinde kahroluyorlardı. Sevgili Peygamberimiz, Kâ'be'nin anahtarını istedi. Getirdiler. İçerdeki resimleri ve yıkılan bütün putları temizlettikten sonra, yanında Hz.Üsâme bin Zeyd, Hz. Bilâl, Hz. Osman bin Talhâ olduğu hâlde, Kâ'be'ye girdiler. Peygamber Efendimiz, içerde kapıyı arkasına alarak iki rek'at namaz kıldı. Her köşede tekbîr getirip duâ eyledi. Hâlid bin Velîd hazretleri kapının önünde duruyor, halkın oraya yığılmasına mâni olmaya çalışıyordu. Her türlü işkenceyi yapmışlardı Kâinâtın Sultânı, Kâ'be'nin kapısının iki kanadından iki mübârek eliyle tutmuştu. Bütün Kureyşliler Mescid-i Harâm'a dolmuşlar, korku ile karışık ümitle, sevgili Peygamberimize bakıyorlardı. Zîrâ onlar, Peygamber Efendimize ve Eshâbına her türlü işkenceyi yapmışlardı. Boyunlarına ip bağlayıp, sürümüşlerdi!.. Ateşe atıp, yakmaya çalışmışlardı!.. Kızgın kayaları göğüslerine koyup, bayılıncaya kadar işkence yapmışlardı!.. Ateşte kızartılmış şişleri vücutlarına sokmuşlardı!.. Üç sene aç, susuz bir mahalleye hapsedip, her şeyden mahrûm bırakmışlardı... Ayaklarından develere bağlayıp, ayrı yönlere çekmek sûretiyle parçalamışlardı... Hepsinden öte yurtlarından çıkarmışlardı... Bu yetmiyormuş gibi, tamâmen ortadan kaldırmak için kaç defa harbetmişlerdi... Fakat bütün bunlara rağmen ümitli idiler. Çünkü karşılarında, âlemlere rahmet olarak gönderilen merhamet deryâsı vardı. Sevgili Peygamberimiz, bir müddet onlara baktıktan sonra; - Ey Kureyş cemâ'ati! Şimdi, hakkınızda benim ne yapacağımı zan ediyorsunuz? buyurdular. Onlar da dediler ki: - Biz, senden hayır bekliyor, hayır ümit ediyoruz. Çünkü sen, kerîm kardeşsin. Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşimizin oğlusun. Bize gâlip geldin! Senden iyilik umuyoruz. Resûl-i ekrem sallallahü aleyhi ve sellem, onlara tebessüm ederek buyurdular ki: - Benim hâlimle sizin hâliniz, Yûsüf aleyhisselâmın kardeşlerine söylediği gibi olacaktır. Onun gibi ben de; "Bu günden sonra günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan size, bir kınama ve ayıplama yoktur! Allahü teâlâ, sizi magfiret buyursun" (Yûsüf sûresi: 92) diyorum. Gidiniz. Hürsünüz, serbestsiniz! Bu muazzam merhamet, katı kalbleri yumuşatmış, nefret hâlini muhabbete çevirmişti. Âlemlerin Efendisi, onları İslâma da'vet edince, Müslüman olmak için toplandılar. Sevgili Peygamberimiz, peygamberliğini, Kureyşlilere bildirip ilk İslâma da'vet ettiği Safâ tepesine çıktı. Yine orada, büyük-küçük, kadın-erkek bütün Mekkelilerin bağlılıklarını kabûl etti. Böylece Kureyşliler Müslüman olarak, Eshâb-ı kirâm arasına katılmakla şereflendiler. Peygamberimiz onu da bağışladı Erkeklerle sözleştikten sonra, kadınlardan da ba'zı konularda söz alındı. Allahü teâlâya şirk koşmamak, Peygamber Efendimize isyân etmemek, hırsızlık yapmamak, iffet ve nâmusunu korumak, kız çocklarını öldürmemek bunlardandı. Müslüman olan kadınların içinde öldürülecek kimselerin listesinde ismi bulunan Hz. Ebû Süfyân'ın hanımı Hind de vardı. Fakat âlemlere rahmet olan sevgili Peygamberimiz onu da bağışlamıştı. Müslüman olan herkes evlerindeki bütün putları kırdılar. Çevre kabîlelere askerî birlikler gönderilerek, oralardaki putlar da yerle bir edildi. Böylece hakkın gelmesi ile bâtılın kökü kazındı.
. Sonsuz ni'metlere kavuşmak için 6 OCAK 1997 Allahü teâlâyı tanımak demek; O'nun râzı olduğu yolda bulunmak, itâat etmek demektir. İtâat etmeyen tanımış olmaz. İtâat, harâmlardan sakınmak, farzları yapmak, namazı kılmak, kısacası dînin emirlerini yerine getirmektir. Zamanımızda doğru ile eğri her tarafta karışmış hâldedir. Cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda olan Ehl-i sünnet büyüklerine, Ehl-i sünnet kitaplarına her yerde saldırılıyor. Bu büyük âlimler ve bunların yazdığı kitaplar olmasaydı, o kitaplar da bu zamana kadar ulaşmasıydı Ehl-i sünnetin ne adı, ne de sanı kalırdı. Eğer bu büyükler olmasaydı, biz 1400 küsur sene sonra nereden bu Ehl-i sünnet i'tikdını bilecektik? Nereden Ehl-i beyti tanıyacaktık? Nereden mezhep imâmlarımızı tanıyacaktık? Çok kimse annesinden babasından gördüğü kadar namaz kılar. Ama dînin aslı nedir, Peygamber nedir, Ehl-i sünnet nedir, mezhep nedir, bilmez. Her Müslüman cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolda bulunması için devamlı duâ etmelidir. Bir kimse, "yâ Rabbî ben îmânımı zâyi etmekten korkuyorum. Ben dînimi çok seviyorum. Dînimi doğru olarak öğrenmek istiyorum. Çevrem çok kötü. Yâ Rabbî bana yardım et!" diye samimî bir şekilde yalvarırsa, Allahü teâlâ ona dînini tam olarak öğreneceği vesîleler yaratır. Sevâbdan mahrûm kalmamalıdır Allahü teâlânın en râzı olduğu ibâdet, onun dînini kullarına anlatmaktır, yaymaktır. Her mü'min ilmiyle, parasıyla, bedeniyle, her ne imkânı varsa mutlaka bu hizmete katılmalıdır. Bunu yapmazsa çok büyük günâha girer. Kendini dîni yaymaya adamış kimseler de o kadar çok sevâb alır. Asıl önemli olan, bu vazîfeyi aslî vazîfe olarak kabûl etmektir. Allahü teâlânın en sevdiği kul olan Peygamber efendimiz, Eshâbına ticareti öğretmedi, onlara inşaatı öğretmedi. Ne öğretti? Dîni öğretti, dîni yaymanın nasıl olacağını öğretti. Allahü teâlâ Resûlüne, (Benim kularıma Beni anlat, Beni tanıt) buyurdu. Cenâb-ı hak bize ne kadar bol ni'met vermiş. Kalbimizi, gözümüzü, midemizi, kulağımızı ve diğer bütün organlarımızı düşünelim. Bunların ne kadar büyük ni'met oldukları ortadadır. Bunlardan biri kendisinde olmayan, bunun kıymetini dahi iyi bilir. Bu kadar büyük ni'metlere karşı Allahü teâlâ kullarından ne istiyor? Allahü teâlâ bu kadar bol bol ni'metlere mukâbil, kullarından birşey istiyor, sadece bir şey... O da sadece kullarının kendisini tanımaları. Herkes az çok kendine göre Rabbini tanır. Peki bu kâfi midir? Allahü teâlâyı tanımak ne demektir? Herkes Allah diyor. Allahü teâlâyı tanımak demek; O'nun râzı olduğu yolda bulunmak, itâat etmek demektir. İtâat etmeyen tanımış olmaz. İtâat nedir? İtâat, harâmlardan sakınmak, farzları yapmak, namazı kılmak, kısacası; dînin emirlerini yerine getirmektir. Dolayısıyla itâat etmiyen hakkıyla tanımış olmaz. Tanımak itâatla, saygıyla olur. Büyüklerden biri bir şehre gitse, o şehrin sokaklarında dolaşsa kimse önem vermez. Görüyorlar, fakat tanımıyorlar. Görmekle tanımak çok farklı şeyler. Tanıyan kimseler bir görseler, ne yapacaklarını şaşırırlar. Ebû Cehil gördü, fakat tanıyamadı. Eğer Ebû Cehil tanısaydı Hz. Ömer gibi olurdu. Eğer Hz. Ömer tanımasaydı, Ebû Cehil'den tehlikeli olurdu. Onun için tanımak çok önemlidir. Kıyâmete kadar ateş üzerinde kalsa Allahü teâlâ tanımayı ya ihsân veyâhut da bir talep ile, arzû ile vermektedir. Allahü teâlâ bu ni'meti bir kuluna nasip etmiş ise sonsuz kere, cenâb-ı Hakka şükretmek lâzımdır. Oniki imâmdan, Zeynel Âbidîn hazretleri buyurdu ki: Bir talebe, kendisine cenâb-ı Hakkın râzı olduğu yolu gösteren hocasına saygı için, kor ateşin üstüne edeble otursa, saygıyla hiç kıpırdamadan kıyâmete kadar o vaziyette kalsa, yine de hocasının hakkını ödeyemez. Çünkü, eğer o imânı, İslâmı öğretmesiydi, âhırette sonsuz olarak Cehennemde yanacaktı. Müslüman nasıl olmalıdır? 7 OCAK 1997 Müslüman aslını, mayasını kaybetmemelidir. Para, mal, mülk Müslümanın mayasını bozmamalıdır. Parada sevgi yoktur, parada şefkat yoktur, parada merhamet yoktur, parada af yoktur. Para artık canavar hâline gelmiştir. Bir Müslümanın yapacağı işlerin en önemlisi kalb kırmamak olmalıdır. Maiyetini, çevresini üzmemek, kimsenin bedduâsını almamak olmalıdır. Allah adamları, hiç kimsenin kaşına, gözüne, işine bakmıyorlar; ondaki Allah korkusuna, onun kalbindeki ihlâsa bakıyorlar. Bir de maiyetine karşı olan şefkatine bakıyorlar. Maiyetini kırıyor, üzüyorsa on para kıymeti yok onların nezdinde. Din kardeşini kendinden 40 bin kere daha aziz, daha makbûl, daha güzel, daha emin, daha sevimli, daha şefkatli olduğuna inanıyorsa, işte insan o, adam o. Bu yol çok ince, bu inceliği insanın kendinde biter. İnsan ne kadar ince düşünürse etrafındakiler o kadar rahat eder. Müslüman aslını, mayasını kaybetmemelidir. Para, mal, mülk mayasını bozmamalıdır. Parada sevgi yoktur, parada şefkat yoktur, parada merhamet yoktur, parada af yoktur. Para artık canavar hâline gelmiştir. Cenâb-ı Hakkın yerini dolar almış İşte Amerika'nın durumu ortada. Herşeye dolar gözü ile bakıyorlar. Hiç af yok, hiç merhamet yok, onların hayatı bir dolara bağlı. Cenâb-ı Hakkın yerini dolar almış. ^Ahirete inananlarda, Allahü teâlâya inananlarda ise ne vardır? Allah sevgisi vardır, şefkat vardır, merhamet vardır, af vardır. Göz yaşı vardır, sevmek vardır. Böyle olunca, Allahü teâlâ o parayı, dünyayı ona hizmetçi yapar. Para, mal, mülk köle gibi onun emrinde olur. Eğer bir insan bu güzel hasletleri bırakır da bütün ölçüsü, bütün miyârı para olursa, onun ne dünyası dünya, ne âhireti âhirettir. Biliyoruz, görüyoruz, işitiyoruz. Yalnız para için çalışanlar, gece gündüz ne feryâtlar, ne sıkıntılar, ne üzüntüler, ne tehditler altındalar. Anlamak mümkün değil. Ne acı, ne ızdırap içinde yaşıyorlar. Bakmayın onların huzurlu gibi görünmelerine, şen şakrak olmalarına. Yok öyle şey, bakmayın siz onların neş'elerine, sahte hepsi... Acaba bir lokmayı ağız tadıyla yiyebiliyorlar mı onlar? Mümkün değil. Çünkü o para dehşettir, canavardır. Düşün ki, o yılanı, o canavarı kalbinde saklıyor. Allah o yılanı kalbine sokmuş, onu her an ısırıyor, her an sokuyor. Ama mü'min için Allah sevgisi, herşeyin üstünde olduğu için, ona ne yılan, ne şeytan sokulamaz. Dünyanın en mutlu insanı odur. Bir Hadîs-i kudsîde dünya için buyuruluyor ki: "Ey dünya, bana hizmet edenlere hizmetçi ol! Sana hizmet edenlere de zorluk çıkar. Onu her iyilikten her güzellikten mahrûm et!" Onun için Müslüman, ailesine, çoluğuna, çocuğuna, maiyetinde olanlara, âmirlik, müdürlük taslamamalıdır, onlara sıkıntı vermemelidir. İnancı şöyle olmalıdır: "Onlar daha şefkatli, onlar daha kıymetli, onlar daha iyi. Ben de onlar sayesinde, onların sebebiyle aralarında bulunuyorum." Hiç bir hücre, bir vücutta tek başına bir işe yaramaz. Ne hücre, ne el-ayak, ne de baş işe yaramaz. Çünkü hepsinin birbirine ihtiyacı var. Kalp olmazsa beyin ne yapsın, beyin olmazsa o vücut ne işe yarasın? Onun için bir vücudun her organı diğerinden daha üstündür denemez. Çünkü hepsi kıymetlidir. Çünkü insan vücudunda değersiz olan, işe yaramayan bir tek tüy bulamazsınız. Nasıl olur ki bir insan, bir din kardeşini, bir güzel kardeşini lüzûmsuz görür? Bu mümkün değil. Peygamber efendimiz; "Benim ümmetim bir ümmeti vâhittir, bir vücut gibidir" buyuruyor. Hiç bir vücutta bir organ diğer bir organa müdâhale edemez. Herkes kendi işine bakar. Saatin çarkları sağlam olursa... Saate bakalım, ne güzel çalışıyor. Saatte akrep ve yelkovan muntazam dönüyorlar. Vakti tam gösteriyorlar, hiç şaşırmıyor. Niye? İçindeki çarklar iyi çalışıyor da ondan. Onlardan bir tanesi kırık olsa, bir tanesi paslanmış olsa, akrep ve yelkovanın sağlam olması bir şey ifâde etmez. Dişliler iyi çalışırsa, o saat doğru gösterir. O saat iyi saattir. Bunun gibi müesseselerde de çalışanlar kendi vazifelerini iyi yaparsa, bir başkasını gıybet etmezse, birini üzmezse, başkasını rahatsız etmezse, ya'nî kişi kişiyle değil işiyle meşgul olursa, sıkıntı olmaz. O müessesede huzur olur, başarı olur. Bunlar peygamber midir? 8 OCAK 1997 Her Müslüman çoluk çocuğuna çok şefkatli davranmalıdır. Onları üzmemelidir. Hanımına el kaldıranın da'vâcısı, âhirette Hz. Peygamber olacaktır. O mazlûmların da'vâsını cenâb-ı Peygamber hâlledecektir. Mahşerde, güneş bir mızrak boyu alçalıp, herkes buram buram ter dökerken, bir grup insanlar, Arşın altında, serin sular yanında gölgelenecektir. Bunları görenler, "bunlar peygamberler midir? Bunlar evliyâ mıdır? Bunlar kimlerdir?" diyecekler. Allahü teâlâ, cevap verecek: "Bunlar ne peygamberdir, ne evliyâdır. Bunlar âhir zaman ümmetinden olup, Allah için birbirini seven Müslümanlardır." Allah için olan sevgide, Allah için olan işlerde bereket vardır. Allah için olan sevgide birlik vardır. Allah için olan sevgide kuvvet, başarı, kısacası herşey vardır. Eğer bir Müslüman, Allaha güvenir, O'na sığınırsa işi kolay olur. Ama eğer paraya güvenirse, yakınlarına, makâmına güvenirse, Allahü teâlâ onu onlara bırakır. Gerçek sevgi Allah için olan işten meydana gelen sevgidir. "Allah için olan işte sevgi olur. Dünya için olan işte gerçek sevgi olmaz" buyurulmuştur. İnsanın dünyalığı arttıkça Dünyanın tabiatında, sevgi yoktur. Allahü teâlâ dünyayı yarattığı günden beri, dünyaya bir defa olsun rahmet nazarıyle, hiç bakmamış. Niye? Çünkü nefs ve şeytanın azmasına, kudurmasına dünya yardımcı olmaktadır. Dünyayı, gününü gün etmek için kullanan, dünyanın âhıret için hazırlık yeri olduğunu bilmiyen insanın dünyalığı arttıkça, nefsi artar, şeytan azar, gurur artar, kibir artar. Dünya arttıkça zıvanadan çıkar. Dînimizde iki sevgi bir kalbde cem' olmaz, toplanmaz. Bir insanın, kalbinde para sevgisi varsa, dünya sevgisi varsa, maksadı sadece bunlar ise, bu adamda Allah sevgisi olamaz. Olamayınca da hem kalbi, hem kendi ailesi, hem kendi çocuğu, hem de içinde bulunduğu toplum karşısında dâimâ sevgisizdir. Ba'zı kimseleri, elimizde olmadan çok severiz, bayılırız. Ba'zıları da vardır ki, Allah korusun, kaçmaya bakarsınız. "Aman bu adam bize bulaşmasın" dersiniz. Niye? Araştırın, muhakkak onun kalbinde, başka sevgi vardır. Allah sevgisi olan kalbde ihlâs olur, ihlâs olan kalbde de Allah sevgisi olur. Dünya ni'metleri arttıkça, aslımızı unuturuz diye ödümüz kopmalıdır, Tevâzumuzu kaybederiz diye çok korkmalıyız. Varlıkta imtihan, darlıktan daha zordur. Darlıkta hep Allah denir, Allahü teâlâ unutulmaz. Varlıkta aklına geldiği zaman söylenir. Bu çok tehlîkelidir. Şu husûslara çok dikkat etmelidir: Her Müslüman evinde, çoluk çocuğuna çok şefkatli davranmalıdır. Onları üzmemelidir. Hanımına el kaldıranın da'vâcısı, âhirette Hz.Peygamber olacaktır. O mazlûmların âhını, o mazlûmların da'vâsını cenâb-ı Peygamber hâlledecektir. Ailesine, yakınlarına iyi davranmayan, evlâtları tarafından sevilmez. Babası, annesi, kardeşleri, akrabâları tarafından sevilmez. Tabii sevilmedikçe, bu sefer, hırçınlaşır. Hırçınlaştıkça, bu sefer kul haklarına saldırır. Onun tevbesi helâlleşmektir Hâlbuki âhirette kul hakkı en büyük haktır. Çünkü onun tevbesi yoktur. Onun tevbesi helâlleşmektir. Bunun için her Müslümanın yumuşak olması, bütün Müslümanlara karşı saygılı olması lâzımdır. Kimsenin sıkıntıya düşmesine sebep olmamalıdır. Kişinin önce kendisine, sonra ailesine, sonra akrabâsına, sonra çevresine, sonra da topluma faydalı olması lâzımdır. Kendisine faydası olmayanın, ailesine, akrabâsına faydalı olmayanın, çevresine, cemiyete faydalı olması çok zordur. Kim olursa olsun kul hakkından çok korkmalıdır. Fitneden, fesattan, kul hakkından uzak kalmalıdır. Müslüman kardeşinin hizmetine koşmalıdır. Hizmet etmeli, hizmet beklemelidir. Bu şekilde şu fâni olan dünyada da üç beş günlük ömrümüzü sükûnetle, suhûletle başarıyla tamamlamalıyız. Üç beş günlük dünya rahatı için, şunu bunu kırıp, üzüp kul hakkıyla âhırete gitmek akıllı bir kimsenin yapacağı iş değildir. Ramazan imsâkiyelerine dikkat! 9 OCAK 1997 Yeni takvimlerde, imsak vakti 10-15 dakika geciktirilmektedir. Böyle olunca oruç tehlikeye sokulmaktadır. Tedbirli ve temkinli hareket edilmelidir. Tedbirsizlik ve temkinsizlik sebebiyle namaz ve oruçları ifsat etmemek lâzımdır. Yarın mübârek Cum'a gününde mübârek Ramazan ayına tekrar kavuşacağız inşâallah. Bu münâsebetle çeşitli firmalar tarafından imsâkiyeler dağıtılmaktadır. Ramazan münâsebetiyle dağıtılmakta olan bu Ramazan imsâkiyeleri farklı farklıdır. Oruca zamanında başlanmaz ise, orucun boşa gitme tehlikesi vardır. Bunun için bu husûs çok önemlidir. Bugün, memleketimizde dağıtılmakta olan imsâkiyelere esas olan iki çeşit takvim kullanılmaktadır: Bir kısmı, yüz senedir kullanılmakta olup, doğruluğunda en ufak bir şüphe, tereddüt hasıl olmamış namaz vakitleri cetvelini aynen muhafaza eden takvimler, bir kısmı da, 1983'den sonraki yeni hesaplara göre hazırlanmış takvimlerdir. İki takvim arasındaki fark 1983 yılından önce bütün takvimler aynı idi. Fakat 1983'ten i'tibâren Diyânet İşleri temkin vakitlerini kaldırdığından böyle farklı iki durum ortaya çıkmıştır. 1983 tarihinden önceki takvimlerin yanlış olmadığını herkes kabûl etmektedir. Bu husûsta bir ihtilaf yoktur. Nitekim, Diyânet İşleri Başkanlığı'nın 30 Mart 1988 tarih ve 234-497 sayılı müftülüklere gönderdiği tamimde; "1983 öncesi takvim ile yeni uygulama arasında sadece temkin farkı bulunmaktadır. Buna göre 1983 öncesindeki uygulama yanlış değildir" demektedir. Türkiye Takvimi ile diğer ba'zı takvimler, doğruluğunda ittifak olan 1983 öncesine göre hazırlanmaktadır. Diyânetin tamiminde bildirdiği gibi, 1983 yılından önceki uygulamaya göre hazırlanan takvimler ve bu takvimlere dayanılarak hazırlanan "Ramazan imsâkiyeleri" yanlış değil, sadece temkinlidir. Temkin nedir, âlimler, bu temkini niçin koymuştur? Kısaca bunu da izâh edelim: Bir namaz vakti hesaplanırken hesâbı yapılan şehrin arazisinin yükseklik ve alçaklık, doğubatı, kuzey-güney, genişlik vb. durumlarının göz önüne alınması gereklidir. Ayrıca vakte te'sîr edecek atmosfer şartlarının da en anormal hâli düşünülerek bütün bu şartların hepsini karşılayarak, vakti emniyet altında tutacak zamana vaktin temkini denir. Bu vakit, ibâdet vaktinin emniyeti bakımından zarûrî olarak konulması şart olan bir zamandır. Temkinsiz yapılan ibâdetin vaktin dışında yapılacağı muhakkaktır. Bilindiği gibi, namazları vaktinde kılmak şarttır. Birkaç dakika önce kılınsa namaz sahîh olmaz. Oruç da böyledir. Güneş batmadan yenilip içilirce oruç sahîh olmaz. Namazları vakit girdikten üç beş dakika sonra kılmakta hiç mahzûr yoktur. Güneş battıktan 5-10 dakika sonra orucu açmaktada da mahzûr yoktur. Hattâ yıldızlar görülünceye kadar geciktirmek câizdir. (Nûr-ül izâh) şerhinde; "Bulutlu gecelerde, orucun bozulmasından korunmak için, ihtiyatlı davranarak oruç açmayı biraz geciktirmelidir. Yıldızlar görülmeden önce iftar eden acele etmiş olur" buyuruluyor. Yeni takvimlerde, imsâk vakti 10-15 dakika geciktirilmektedir. Böyle olunca oruç tehlikeye sokulmaktadır. İmsâk vaktinde eski cetvelleri esas alıp, yeni takvimlerden 10-15 dakika önce yiyip içmeyi kesmekte hiç mahzûr yoktur. Tedbirli ve temkinli hareket edilmiş olur. Tedbirsizlik ve temkinsizlik sebebiyle namaz ve oruçları ifsat etmemek lâzımdır. En uygun takvim Türkiye Gazetesi'nin takvimi, ehil kimseler tarafından çok hassas şekilde hazırlanmıştır. Bu husûsta takvimimizde her ay (Mühim Tenbih) başlığı altında şu îkâz yapılmaktadır: Mevcut takvimler içinde, Türkiye Gazetesi'nin hazırladığı Takvim ve bu takvim esas alınarak hazırlanan "Ramazan imsâkiyeleri" temkinli olup, en uygun olanıdır.
Terâvîh namazı ve Ramazan 10 OCAK 1997
Terâvîh namazı, erkek ve kadınlar için sünnettir. Ramazan-ı şerîfin her gecesinde kılınır. Cemâ'atle kılınması sünnet-i kifâyedir. Terâvîh namazının vakti, yatsı namazından sonradır. Ramazan ayında yapılan ibâdetlere, diğer aylarda yapılan ibâdetlerden kat kat fazla sevâb verilir. Bunun için bu ay'ı çok iyi değerlendirmek lâzımdır. Allahü teâlâ, Ramazan orucunu farz, gecelerini ihyâ etmeyi de sünnet eyledi. Terâvîh namazı, erkek ve kadınlar için sünnettir. Ramazan-ı şerîfin her gecesinde kılınır. Cemâ'atle kılınması sünnet-i kifâyedir. Terâvîh namazının vakti, yatsı namazından sonradır. Vitir namazı, yalnız Ramazan ayında cemâ'atle kılınır. Terâvîh namazı, vitirden önce ve yatsının son sünnetinden sonra kılınır. Terâvîh namazını, iki rek'atte bir selâm vermek sûretiyle kılmak daha iyidir. Dört rek'atte bir selâm vermek de olur. Terâvîh namazı, câmide cemâ'atle kılınınca, başkaları evde yalnız olarak kılabilir, günâh olmaz. Fakat câmideki cemâ'at sevâbından mahrûm kalınır. Evde, birkaç kişi ile cemâ'atle kılınırsa, yalnız kılmaktan yirmi yedi kat fazla sevâb kazanılır. Terâvîh namazının sünnet olması Allahü teâlâ mübârek Ramazan ayını gönderip ona husûsî bir kıymet verince Hz. Ömer, bu büyük ni'metin şükrünü edâ etmek için, yirmi rek'at namaz kılmayı kendisine vazîfe bildi. Eshâb-ı kirâm da bunu beğendiler. Durumu Peygamber efendimize bildirdiler. O da beğendi. Cebrâil aleyhisselâm gelip Peygamber efendimize bildirdi ki: - Allahü teâlâ, Ömer'in ve Eshâbının yaptığı bu ibâdeti kabûl eyledi. Onda hatim okuyanları Cennete koyacağına, onlardan râzı olacağına söz verdi. Peygamber efendimiz, terâvîhi hiç kılmasa bile hulefâ-i râşidînin kılması, sünnet olması için kâfidir. Hadîs-i şerîfte, (Benim sünnetime ve benden sonra hulefâ-i râşidinin sünnetine sımsıkı sarılın) buyuruldu. Terâvîhin cemâ'atle kılınması (Sünnet-i kifâye)dir. Ya'nî bir mahallede cemâ'atle kılınınca, diğerleri evde kılsa, sünnet ifâ edilmiş olur. Müekked sünnet olan terâvîhi ihmâl etmemelidir! Hadîs-i şerîfte, (Ramazanda inanarak ve sevâbını umarak terâvîh namazı kılanın geçmiş günâhları affolur) buyuruldu. Terâvîh namazı mühim sünnetlerdendir. Hadîs-i şerîfte buyuruldu ki: (Allahü teâlâ, size Ramazan orucunu farz, gecelerini ihyâ etmeyi de sünnet eyledi.) Okunacak duâ ve tesbîhler Terâvîh namazına başlamadan, namaz aralarında ve terâvîh sonunda okunan tesbîhler, duâlar şunlardır: 1- Terâvîhe başlamadan önce okunan duâ: Sübhâne zil-mülki vel-melekût. Sübhâne zil-ızzeti vel-azameti vel cemâli vel-celâli vel-ceberût. Sübhân-el melikil mevcûd. Sübhân-el melik-il ma'bûd. Sübhân-el melikil hayy-illezî lâ yenâmü ve lâ yemût. Sübbûhun, kuddûsun, Rabbünâ ve Rabb-ül melâiketi ver-rûh. Merhabâ, merhabâ, merhâba, yâ şehre Ramazân. Merhabâ, merhabâ, merhabâ yâ şehr-el bereketi vel-gufrân. Merhabâ, merhabâ, merhabâ yâ şehr-et tesbîhi vet-tehlîli vez-zikri ve tilâvet-il Kur'ân. Evvelühü, âhıruhû, zâhiruhû, bâtınühû yâ men lâ ilâle illâ hû. Salli alâ Muhammed. Ramazan-ı şerîf'in onbeşinden sonra, (Merhabâ) yazılı olan yerler (Elvedâ) diye okunur. 2- Terâvîh aralarında okunacak duâ: Terâvîh aralarında, her dört rek'atin sonunda okunacak duâ: (Allahümme salli alâ seyyidinâ Muhammedin ve alâ âli seyyidinâ Muhammedin biadedi külli dâin ve devâin ve bârik ve sellim aleyhi ve aleyhim kesîrâ.) 3- Terâvîh namazı tamamlandıktan sonra okunacak duâ: Yâ hannân, yâ mennân, yâ deyyân, yâ bürhân, Yâ zel-fadlı vel-ihsân, nerc-ûl afve vel-gufrân, Vec'al-nâ min utekâi şehr-i ramazân bi-hürmet-il Kur'ân.
.
|
Bugün 1192 ziyaretçi (2095 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|