Fethullah Gülen (F.G.) 1980 öncesinin en ateşli vaizi idi. Nurcuların en kapalı gurubu olup özellikle Seyid Kutup gibi İslamcı denilen ihtilalci liderlerin tesiri altındaydı. Nitekim gençlik yıllarını Seyid Kutub’un eseri olan “Fizilali’l Kuran elimizden düşmezdi”, diyerek belirtecektir. Dönemin Cumhurbaşkanına, Genelkurmay başkanına her tür hakareti yapar, kasetleri elden ele dolaşırdı. Nedense herkesin eliyle konmuş gibi bulunduğu 12 Eylül ihtilalinde o bir türlü bulunamadı. Onun dokunulmazlık zırhı mı vardı? Kimler tarafından korunuyordu, bilinemedi. 1980-1982 yılları arasındaki irtibatlı olduğu kişiler ve görüşmeleri çözülebilse eminim bugünler çok iyi anlaşılacaktır. Zira Türkiye’yi 15 Temmuz ihtilaline götüren yolun o günlerde temelinin atıldığını düşünmekteyim. Sonrası hep o projenin uygulanması olarak devam edecektir.
Nitekim 1983’de tekrar meydanlara çıktığında artık cübbe ve sarıklı bir vaiz yoktu. Bambaşka bir F.G. vardı. Özellikle okul ve medya ile ‘ağ cemaati’ yapılanmasına geçti. Hemen her vilayette okulları, ışık evleri ve yurtları öyle hızlı gelişiyordu ki takip edebilmek neredeyse mümkün değildi. Yurtlarında ve evlerinde sadece Said Nursi’nin kitapları okutuluyordu. Öyle ki gençlere “Kuran-ı Kerim değil risaleler okunsun” derlerdi. Bu itibarla diğer nurcu kolları da önceleri mesafeli durdukları F.G’ye kısa sürede ısınacaklardır. 1986 da Zaman gazetesi yayın hayatına başladı. 1990 yılına geldiğinde artık alt yapı tamamlanmış bulunuyordu. Bundan sonra hizmet kartopu gibi büyüyecekti.
Gürcistan ve Azerbaycan’la başlayan dış geziler kısa sürede yerini hizmet alanları ile doldurmaya başlayacaktı. Büyük seferberlik başlamıştı. Yabancı ülkelerde ticari şirketler, okullar ve üniversiteler süratle birbirini kovalamaya başladı. İlk olarak Orta Asya’nın pek çok ülkesinde okullar açıldı. Bunları üniversiteler izledi. 1992 yılında Kazakistan’a giden Gülen’in taraftarları iki yıl içinde 29 lise açtılar. Dört yıl sonra da Süleyman Demirel Üniversitesi faaliyete geçti. 1992 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın, Kazak lideri Nursultan Nazarbayev’e tavsiye mektubu yazmasından sonra F.G’yi izleyenler bu ülkede daha rahat çalışma olanağı buldular.
Ardından Gülen’in okulları Afrika kıtasını, Balkanları, Avrupa ve Amerika’yı bir ağ gibi sarmaya başladı. Okul açılmayan ülke kalmamış gibiydi. Gülen hareketi, eğitim alanında artık küresel bir oyuncu konumuna geldi. Bu okullarda yerel nüfusun en yetenekli ve zeki çocukları kendilerine yer buluyorlardı. Üstelik okulları yüksek ücretli olup bedeli ülkedeki ekonomik şartlara göre belirleniyordu.
Nasıl oluyordu bu? Her tarafta okul açılmasına imkan veren sihirli değnek kimdi? Adlarını iftiharla andıkları iki isim aslında bütün soru işaretlerini çözüyor gibiydi. İshak Alaton ve Üzeyir Garih çilingir vazifesi görmekte idiler. Bu büyük ilişkinin sırrı ne idi? Yahudi iş adamları Gülen’in okullarının bütün dünyaya yayılması için neden bu kadar gayretle hizmet veriyorlardı?
Üzeyir Garih, doksanlı yıllarda, Hürriyet Gazetesi’ne vermiş olduğu röportajda yurt dışı okulları için büyük destekler, maddi yardımlar yaptığını belirtirken Gülen cemaatini öve öve bitirememişti. Aslında onun ölümündeki sır perdesini de yeniden aralamakta fayda vardır.
1991 yılında Mihail Gorbaçov’un Glasnostu (açıklık politikası) ile Gülen’in okul faaliyetleri tam da denk düşmüştü. Gülenciler bir taraftan süratle Türk Cumhuriyetlerinde okullar açarlarken bir taraftan da Türk Cumhuriyetlerinden gelen çocukları kabul ediyorlardı.
Öyle ki sonraki bir beş-on sene içerisinde CIA raporlarında “Amerika, F.G. sayesinde Orta Asya’ya bomboş bir İslamiyet götürdü” denecekti.
Zira Gülencilerin götürdüğü İslam’ı kimse anlamıyordu. Dışa açılımın üzerinden birkaç sene geçtiğinde Gülen hareketinin CIA’nın tam kontrolünde olduğu Rusya ve Özbekistan’ın bu okullara karşı aldığı tavırdan da anlaşılacaktı.
Gülen gurubu sırasıyla 1980 ihtilali sonrasındaki Cunta Hükümeti ve ardından Özal’lı yıllar da gayet hızlı ve rahat bir şekilde faaliyetlerini yürütmüştü. Sağ ya da sol bütün hükümetler ile tam bir uyum içerisindeydi. Fakat 90’ların sonlarına doğru, 28 Şubat’ın yaşandığı yıllarda Erbakan Hükümeti ile bir türlü anlaşamadı. Refahyol Hükümeti’nin yıkılmasında önemli rol oynadı. Bu sırada 28 Şubat darbecileri kendisine karşı mıydı o da anlaşılamadı.
Şurası muhakkak ki 28 Şubat cuntası özellikle İslam karşıtlığı ile özdeşleşmişti. Bu bağlamda cuntacılar Gülen’in de üzerine yürürken beklenmeyen bir tepkiyle karşılaştılar. Bu tepki Bülent Ecevitile Koç gurubundan gelmişti. Gülen bu hizmetinin semeresi olarak akabinde kurulan Ecevit Hükümeti zamanında, Meclise kontenjandan 7-8 Milletvekili yerleştirecektir.
Gülen aynı yıllarda İslam aleminde en fazla tartışmalara sebep olacak uygulamaları da başlatacaktır. Bunların en mühimi Abant toplantılarıdır. Başta ilahiyatçılar olmak üzere önemli sayıda gazeteci bu toplantılara katılacaktır. Gülen’in ilk Abant toplantısına gönderdiği şu mesaj, her şeyi ifade etmekteydi. Burada Gülen:
“Vahye dayalı, hayatın her alanını kuşatan İslam’ı tehlikeli ve milli birliğe zarar verici buluyorum” diyerek 1428 yıllık İslam’ın özüne, aslına düşman olduğunu açıkça ortaya koyuyordu.
Daha sonra Gülen’in Papa ile diyaloğu uzun süre gündemi meşgul edecekti.
Zira Gülen’in Papa’ya yazdığı mektubu çok çarpıcıydı. Gülen, 10 Şubat 1998 tarihli Zaman gazetesinde yer alan mektubun başlarında maksadını şöyle ifade etmekteydi:
“Pek muhterem Papa Cenapları.
Papa 6. Paul Cenapları tarafından başlatılan ve devam etmekte olan dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi (PCID) misyonunun bir parçası olmak üzere burada bulunuyoruz. Bu misyonun tahakkuk edişini görmeyi arzu ediyoruz. En aciz bir şekilde hatta biraz cüretle, bu pek kıymetli hizmetinizi icra etme yolunda en mütevazi yardımlarımızı sunmak için size geldik.
İslam yanlış anlaşılan bir din olmuştur ve bunda en çok suçlanacak olan Müslümanlardır…”
Gülen açık bir biçimde o güne kadar yaşananlardan Müslümanların sorumlu olduğunu ve kendisinin de papalık konseyinin bir parçası olduğunu dünyaya ilan ediyordu. Yani bu ifadeler diyalog denilen olayın aslında İslam’ı yok etme girişiminin projesi olduğunun dünyaya haykırışı idi. Fakat Müslümanların artık gözleri bunları görecek durumda değildi.
Bütün bu faaliyetleriyle Gülen tam tartışılmaya ve belki Müslümanların gözünden düşmeye başladığı sıralarda Amerika’ya çekilmesi projenin yeni safhasının başlangıcı olacaktı. Hakkında davalar açılmış ve sanki darbecilerden kaçmış süsü verilmişti. Bundan sonra ki faaliyetleri artık izlenemez hale gelecekti. Artık o bir kahramandı(!). Sadece Pensilvanya’ya gidenlerin ülkeye haberler getirdikleri bir azizdi(!).
Aslında 28 Şubat bunlar için mi düzenlenmişti araştırılmalıdır. Zira FETÖ’cülerin dışında devletin yanında olan devletine sahip çıkan tüm cemaatler ezilmişti. Bilhassa devletle hiçbir zaman derdi olmamış, devletin her zaman yanında durmuş İhlas cemaatinin ezilmesinin ardında bunların bulunması meseleyi aydınlatmaktaydı. İhlas Finans’ın içine hem sızmışlar hem de belini doğrultamayacak bir darbe indirmişlerdi. Esat Coşan Hoca’ya ve Mahmut Hoca'nın damadına yapılanlar da 28 Şubat’ın tokadını kimin yediğini gösteriyordu.
Evet 28 Şubat darbesi sadece birine dokunmamıştı. O da çok geçmeden belki tam iç yüzü bilinmek üzere iken kahraman edilmek için yurt dışına alındı. Artık korumacılarının elindeydi. 12 Eylül’de nasıl bulunamadı ise bu defa da asıl yuvasına çekilmişti.
Diğer taraftan 28 Şubat cuntasının ortaya çıkardığı siyasi iktidar, ülkeyi iki senede batırdı. Belki de tarihinde ilk kez esnaf sokaklara döküldü. Artık bu selin önüne geçilemezdi.
Sayın Recep Tayyip Erdoğan ve ekibinin iktidara yürüyeceği belliydi. Ancak Erdoğan hapisteydi. Hapisteki liderin partisi iktidara yürümüş ama o partisinin başında değil. Bu durum gitgide kendisini kahraman yapacaktı. Onu yıpratabilmek için bu gidişin önüne geçmek lazımdı.
Müthiş bir senaryo ile Erdoğan’ı siyasi yasaklı durumdan çıkartıp ve Siirt’te seçimleri iptal ettirip partinin başına yani Başbakanlığa taşıdılar. Acaba bu sırada bu işin içinde bulunanlar şöyle bir talepte bulunmuşlar mıydı? Yola F.G. ile devam edeceksin veya F.G’nin hizmetlerine dokunmayacaksın. Ben bundan eminim. İleride bu konuda sayın Recep Tayyib Erdoğan’ın hatıralarının çok önemli olacağını ve her şeyi aydınlatacağını düşünmekteyim.
Yine şundan adım gibi eminim ki sayın Recep Tayyip Erdoğan F.G’yi o gün mimlemişti. Ancak kime güvenecekti? Kim kendinden, kim ondan yana bilmek anlamak mümkün müydü? Bunun için zamana ihtiyaç vardı. 28 Şubatçı kadrolar ile Gülen’in kadrolarını aynı elin oynattığını anlamak elbette kolay değildi. Bu sebeple sayın Erdoğan’da Fatih Sultan Mehmed gibi; “Yapacaklarımı sakalımdaki kıllardan biri bilse koparıp atarım” anlayışının hakim olduğunu düşünmekteyim.
Ak Parti’nin iktidara yürüyüşünden itibaren ise artık cemaat bambaşka bir şekil alacaktı. Üçüncü on yıla giriliyordu. Bu dönemi kendileri için dünyaya hakim olma devresi olarak addedeceklerdi.
28 Şubat’tan bunalan millet ezici bir çoğunlukla Ak Parti’yi iktidara taşırken sanki başarı Gülencilerin imiş gibi bir hava yayıldı. Bütün faaliyetlerine hız kazandırıldı. Dinlerarası diyalog çalışmaları en üst seviyeye çıkarıldı. Bütün dünyada hahamlar, papazlar imamlar beraber koro halinde şarkılar, ilahiler seslendiriyorlardı. İşadamları turizm gezileri gibi okullarına taşınıyor döndüklerinde gözyaşları ile Hizmet hareketini ve başarılarını anlatıyor gönüllü dailik (propagandist) hizmetleri veriyorlardı. Türkiye’nin her kesiminden paralar bu terör örgütüne akar hale getirilmişti. Öyle ki Bülent Arınç,“devletin yapamadığını Hocaefendi yapıyor” diyerek tam destek olurken içyüzlerini araştırmak aklına gelmiyor ve daha beş yıl önce Milli Görüşe yönelik yıkıcı darbesini unutmuş görünüyordu.
Bu örgütün iç yüzünü anlatanlar bir anda herhangi bir suçla içeri alınıyor veya itibarsızlaştırılıyordu. Kıymetli dostum rahmetli Mehmet Oruç Bey (ölümü şüpheli), Yümni Sezen ve yine rahmetli Aytunç Altındal (ölümü şüpheli) bunlardandır.
Öte yandan 1983’de başlayan özel okul, yurt, dersane faaliyetleri 20 yılını doldurmuş bulunuyordu. Her yerde her meslekte bunların adamları vardı. Şimdi artık yurt içinde özel üniversiteler, ihtisas liseleri açılıyordu. Devletin bütün kadroları bunlarla dolmaya başlamıştı.
Bu ihanet şebekesinin gençleri kendilerine nasıl bu kadar bağlı kıldıkları bugün insanların zihnini en fazla meğgul eden bir sorudur. Oysa 1985’lerden beri sınavlarda soru vermek suretiyle en önemli yerlere adam yerleştirenler bu adamları asla boş bırakmıyordu. Bunlardan soru alarak imtihanı kazananlar artık bunların gönüllü neferi olmaktaydılar. Mankurtlaştıklarının farkına varamıyorlardı. Kendilerini dünyayı fethe çıkmış cihangirler gibi görmekte idiler. Ana babalar ise Müslüman bir cemaatin yani hocaefendinin kanatları altında diyerek kendilerini tatmin etmekte idiler. Öyle ki 2005-2012 yılları arasında bütün sınavların şaibeli olması neyin göstergesi idi. Ayrıca İslam’ı dünyaya yaydıklarını zanneden bu dailerin en basit dini kurallardan dahi haberleri yoktu. Tam bir din cahili idiler.
Bu arada diyalog tuzakları da hız kesmeden devam ediyor ve artık açık açık yürütülüyordu.
Diyanetten sorumlu devlet bakanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın hezeyanları artık manşetlerdeydi. Diyalogun teorisyenlerinden olan bu adam “Kur’an-ı kerim tarihseldir, yüzde kırkı değiştirilmeli veya çıkarılmalıdır”, demişti. Recep Tayyip Erdoğan’ın ikinci seçimde ilk bu adamı yemesine dikkat olunmalıdır. Onlara cevap vermesi gereken ilahiyatçılar ise emir alabilmek üniversitelerde rektör dekan olabilmek için Pensilvanya’ya selam durmaya gidiyorlardı. İlahiyatçı Prof. Dr. Suat Yıldırım Zaman gazetesindeki bir makalesinde İsa aleyhisselamı şahsı manevi olarak tanımlayıp F.G.’nin şahsında ortaya çıkacağına kadar iddia etmişti.
Ancak sihirli hizmet kelimesi nasıl bir şey ise, bütün ihanetlerin üstünü örtüyordu. Neye hizmet olduğuna hiç dikkat eden yoktu.
Mesela, dünyadaki hiçbir okulunda mescid olmaması neyin işaretiydi? Anadolu’nun karın tokluğuna hizmet sevdasıyla yola çıkan havarileri namazlarını nerede kılıyorlardı? Neden gösteremiyorlardı? Hani diyalog ve hoşgörü vardı? Hoşgörü denen şey sadece Hıristiyanlara mı yönelikti?
Kurbanların kesilmediği dile getiriliyor bunu herkes biliyor fakat yine de bütün kurbanlar oraya akıyordu. Milletin yıllarca oraya kestirdiği veya kestirdiğini zannettiği kurbanlarını şimdi bir kere daha düşünmesi gerekecekti.
Yine 2003 yılından itibaren önce “Yabancılar Türkçe Yarışması” ve daha sonra “Uluslararası Türkçe Olimpiyatları” denilen yarışmalar başlatılacaktı. 4. Türkçe Olimpiyatlarının finalinde “Bütün dinler buluşuyor, biz hepimiz kardeşiz” mesajıyla “Bütün müminler kardeştir” düsturu yıkılacaktı.
Hizmetin görüntüsünü yansıtan bu yarışmalarda dünyanın her yerinden kız ve erkek öğrencilerin şarkılarını millete gözyaşları içinde izlettirmeye başlamışlardı. Belki de ömründe bir kere şarkı türkü dinlemek için salonlara gitmemiş insanlar, Türkçe şarkı söyleyenler İsrailli, Amerikalı, Gürcistanlı olunca zevkten kendinden geçer olmuşlardı. Final bölümünde en önde oturan Bülent Arınç Moldovyalı kız şarkı söylerken gözünden yaşlar gelirdi. Ertesi gün talebelerime bu konuyu ifade ederken:
“Be adam elin Moldovyalısını ne dinleyip ağlıyorsun? Git Yıldız Tilbe’yi dinle de ağla, hiç olmazsa Yıldız Tilbe bizden biri” derdim. Söylediği şarkıdan başka tek kelime Türkçe bilmeyen bu gençler, nedense bizim insanımızı ağlatmaya yetiyordu. Sanki hafız-ı kurra dinliyor gibi vecde geliyorlardı.
Bu müzik işi o hale getirilecek ti ki Peygamber efendimizin doğum gününü C.başkanı Abdullah Gül’ün katılımıyla Mevlit Kantat Promiyerine dönüştürülecekti. Bu prömiyerin ne olduğunu hala milletimizden kimse anlamış değil. Demirel’in “işte çağdaş Türkiye” dediği günleri hatırlatıyordu. Dinimize ve kandil günlerine ağır bir darbe olan Kutlu Doğum haftasını çıkaranların ardında bunların ve akıl hocalarının da yabancı bilim adamları olduğu artık idrak edilmelidir.
Nihayet sıra camilere müdahaleye gelmişti.
Hutbelerde “Allah indinde tek din İslamiyet’tir” ayetine okunma yasağı getirildi.
Camiler sıralarla doldurulmaya başlandı. Sanki Türkiye bir haftada kötürüm olmuştu. Camiler kiliseleştirilmeye başlanmıştı.
Diyanet İşleri Başkanı’nın değişmesi ve Mehmet Görmez Bey’in bazı uygulamaları bunları yavaşlattı.
16 Nisan 2005 yılında 2.5 milyon basılan Ailem gazetesinde F.G’ye ait çok çarpıcı ifadeler yer aldı. Burada iman esasları üçe düşürülürken bir taraftan da imanda şek ve şüphe olmaz kaidesi yıkılıyordu. Şöyle ki:
“İman esasları, muhakkikîn yaklaşımı ile dört asla irca edilebilir ki, bunlar; Allah’a, âhirete, peygamberlere iman; bir de ubudiyet “veya” adalettir” (Prizma, 2 /162).
İnsanlar neden görmüyordu? Neden anlamıyordu? İmanın şartlarında “veya” denilebilir miydi?
Bu arada siyaseten 2007 yılından itibaren yeni darbe planlarını açığa çıkarma adı altında ortalığa toza dumana boğmuşlardı. Cambaza bak misali halkı bu korku ve endişelerle oyalarken hizmet ve önemli yerlere sızma faaliyetlerini başarıyla yürüttüler.
29 Ocak 2009 yılında gerçekleştirilen Davos Ekonomi Zirvesi’nde, dünya siyaset tarihinde daha önce yaşanmamış bir olay yaşandı. Aslında bu hadise Türkiye ile İsrail’in arasını uzun süre açacak bir bunalıma dönüşürken, farklı gelişmelere de kapı aralayacaktı.
Başbakan sıfatıyla Davos Zirvesine katılan Recep Tayyip Erdoğan, İsrail Devlet Başkanı Simon Peres, BM Genel Sekreteri Ban Ki Moon ve Arap Konseyi Genel Sekreteri Amr Musa’nın katıldığı"Gazze: Ortadoğu'da Barış" konulu oturumda Peres’in sözlerinin ardından konuşma sürelerini adil ayarlamadığı gerekçesiyle Moderatör David Ignatius’a tepki gösterdi. Kendisine gerekli sürenin verilmediğini söyledi. Siyasi literatüre “One Minute” kalıbı ile yerleşen Erdoğan’ın tepkisi sonrası Moderatör Ignatius, Erdoğan’a söz verdi. Erdoğan da yaptığı kısa konuşma ile İsrail’in katliamlarını açık bir dille ortaya koydu.
İslam dünyasının yüreğini ferahlatan bu ifadeler, çok geçmeden İsrail’in kanlı bir baskınıyla karşılık bulacaktı. 31 Mayıs 2010’da Gazze’ye yardım götüren İnsani yardım gemisine (Mavi Marmara)Uluslararası sularda iken İsrail komandolarınca yapılan saldırıda dokuz Türk vatandaşı şehit düştü. Türk hükümetinin bu hadise üzerine İsrail’le bütün ilişkilerini askıya alması karşısında şok edici tavır, Pensilvanya’daki Fetö’den gelecekti:
“Otoriteyi dinlemeliydin”.
Papa’nın hizmetinde olduğunu evvelce ifade eden F.G. bu kez otorite (İslam’da ulu’l-emr) olarak İsrail’i bildiğini resmen ilan ediyordu. Sevenleri ise hala uyanmıyordu.
Yıl 2011. Faaliyet müddeti 30 yıl. Artık gücün zirvesine geldiklerinin bilincindeydiler. Son kaleleri de alacak ve nihai darbeyi indireceklerdi. Muhtemelen Recep Tayyip Erdoğan da bunun farkındaydı. Yeni seçim dönemim ustalık dönemim olacak diyordu.
Hangi konuda ustalıktı. Herhalde kimse anlamıyordu. Millet, devlet idaresi zannediliyordu. Oysa Erdoğan, 2010 yılında Mit’in başına Hakan Fidan Bey’i getirmişti. Bu bana göre tarihin dönüm noktası idi. Bu konuda en ağır tepkiyi neden Cemaat ortaya koydu acaba. Ayrıca her vesile ile onu neden itibarsızlaştırmak istediler, düşünün.
Şayet o gelmese Tayyib Bey başka türlü ortadan kaldırılacaktı.
Tayyib Bey bu cephenin 30 yılın sonunda artık ülkeyi bitirme, teslim alma savaşına girişeceklerini biliyor muydu?
Tahmin ediyorum farkındaydı. Nitekim 12 Haziran 2011 seçimlerinde bu gurubu mecliste önemli ölçüde budadı. Bu durum hoşlarına gitmemişti.
2011 yılı Paralel örgütün Başbakan ile tamamen yollarını ayıracağı çok önemli bir olaya şahitlik edecekti. Ancak hadise bambaşka bir mecradaydı. Futbolda şike davası. Konu Fenerbahçe olunca yer yerinden oynamıştı. Türkiye’de ilk kez bir büyük kumpas sergileniyordu. Ortalık toz duman oldu. Bir taşla birkaç kuş vurulacaktı. Futbol fanatikliği yüzünden hiç kimse olayın gerisindeki gücü sezemedi. Ancak şike konusunda mecliste yeni bir kanun çıkarıldığında zaman gazetesinin önemli yazarları kendilerini ele verdiler. “Eskiden iyi bir başbakanımız vardı diyeceğiz” ve “Küçük rica yüzünden büyük ricayı kırdın” diyerek Erdoğan’la yollarının ayrıldığını açıkça deklare ettiler. Bir cemaatin şike kanunu ile bu kadar ne ilgisi olabilirdi? Çıldırmaları, ileride kullanabilecekleri bir büyük camiayı (Fenerbahçe taraftarları) ele geçirememekten mi kaynaklanıyordu? Şurası muhakkak ki artık yollar ayrılmıştı.
Nitekim Başbakan, 2012 yılı Türkçe Olimpiyatlarında F.G’yi ülkeye davet ettiğinde paralelci yazarlar neredeyse kudurmuşlardı. Bu davet hiç hoşlarına gitmemişti. F.G. bu davete karşılık Türkiye’yi emin ve güvenilir olmayan bir ülke olarak lanse etti. Emin ve güvenilir ülke hangisiydi(!). Ayrıca, “bir kısım kazanımların hafazanallah kaybedilmemesi için yüzde bir ihtimalle oraya gitmeniz bu hususlara zarar verecekse gitmem” diyordu. Türkiye’ye gelmekle hangi kazanımlarını kaybedecekti acaba?
Öte yandan bu büyük ihanet çetesi, ele geçirdiği kadrolar, bulunduğu konum ve arkasında duran gücün kuvvetinden emin olarak, bütün milletin gözü önünde inkar edilemez operasyonlarını başlattı. Gezi olayları 17 ve 25 Aralık darbeleri. Paralel örgüt bütün bu ihanet girişimlerini yürütüyor fakat yazılı, görüntülü ve sosyal medya yandaşlarıyla hadiseleri sulandırmayı da başarıyordu.
Cumhurbaşkanı da artık kartını sonuna kadar açmıştı. “Bu bir ihanet çetesiydi”. “Paralel devlet girişimiydi” ve “bunlar terörist olup haşhaşiler” idiler.
Türkiye neler olup bittiğini önceleri pek anlamadı. Ancak belki de ilk kez sorgulamaya başlamıştı. Bir tarafta 34 yıldır desteklemekte oldukları bir cemaat bir tarafta 12 yıldır samimiyetinden emin oldukları bir lider. Liderin 12 yıldır yaptıkları meydanda idi. Taraftarları milletti. Fakat cemaat kimin yanındaydı. Belli değildi. Bütün millet ve devlet düşmanları yabancı güçler bu şer örgütün destekçisi idi. Bu durum yavaş yavaş milletin gözünü açmaya yetti.
Aslında Cumhurbaşkanı da yavaş yavaş onları gadaba sürükleyecek ve içindekileri boşalttıracak hamleleri yapmaktaydı. Zira insan kızdığı zaman içinde bulunan kötü duyguları açığa vururmuş.
Nitekim F.G’nin beddua seansı temiz inançlı milleti bu gruptan tamamen soğutacaktı. Zira yıllardır bir kez olsun Orta Doğu’da kan döken zalimleri kınamayanlar, Hristiyan’a, Yahudi’ye, Zerdüşt’e hoşgörü duyanlar sıra Müslümana gelince müthiş bir kin kusmaya başlamıştı. Evlerine ocaklarına ateş salıyordu.
Buna rağmen mankurtlaştırılmış beyinler maalesef yine uyanamadı.
Son yirmi yıldır her vesile ile söylediğim bir cümle vardı benim. Yirmi yıl sonra bu memlekette yerden mantar biter gibi Hristiyan biterse şaşırmayınız. Bu sözümün üzerinden 16 sene geçmiş dört senesi kalmıştı. 2013 yılında Paralel Devlet Yapılanması (PDY)’na karşı böyle bir savaş açılmamış olsa muhtemelen hadise kendiliğinden gelişecek Türkiye’de sokaklar boyunlarında haçlarla dolaşan gençlerle dolacaktı. Millet ise sokaktaki Türk Hristiyanları gördükçe ve yavruları oraya kaydıkça her gün ölecekti.
Son üç yıldır bu sözümü destekleyecek doneler de ortaya çıkmıştı. Nitekim artık şöyle söylüyordum.
“Altı sene önce bunların bağlılarına, sizler ileride ev ev gezip HDP’ye oy toplayacaksınız desem beni ne yaparlardı, diye sorduğumda Linç ederlerdi diyenlere buyurun işte durum son üç seneyi değerlendirin”.
Netice de bu ülke için II. Abdülhamid darbesi gibi bir darbeyi, sağduyulu bu millete en ağır hezimeti yaşatmayı ve bir anlamda ülkeyi işgal ettirmeyi planladılar. Bu ülke için düşünülen plandan belki darbecilerin yüzde sekseni bile haberdar değildi. Onlar samimi bir ihtilal yaptıklarını zannediyorlardı. Aynen II. Abdülhamid Han gittikten sonra başını taşa vuranlar ve dövünenler gibi olacaklardı.
Allah korusun başarılı olsalar bu defa millet de devlet de kalmayacaktı. Zira bu yeni bir yüz yılın darbesiydi. Türk milleti için yok oluşun darbesiydi. Her şey müthiş planlanmıştı. Senaryo diyenler hiç şüpheniz olmasın ya onların adamlarıdır. Ya da her devirde olduğu gibi safdil ve ahmak kimselerdir. Bunlar darbe olunca hataları sıralarlar, olmayınca da, senaryo diyerek basitleştirmeye kalkarlar. Sanki her darbenin mutlak başarılı olması gerekiyormuş gibi. Osmanlıda gerçekleşen darbeleri biliriz. Peki ya gerçekleşmeyenler! Neden ve nasıl önlendiler acaba?
Osmanlıda Sancağı şerifin meydana çıkarıldığı hangi darbe başarılı oldu bir araştırınız. Sancağı şerifin meydana çıkarılması milletin meydana davet edilmesiydi. Milletin meydana çıktığı hiçbir darbe sonuca ulaşmadı. Darbeciler hepsinde ya sindirildi veya idam olundu.
Gezi olayları sırasında “halkın yüzde ellisini zor tutuyorum” diyen Cumhurbaşkanı aslında millete “hazır ol” mesajını vermişti. Millet son üç yıldır teyakkuzda idi. Ancak darbelerden yıllardır çeken Türk halkı yüzde elli iki değil neredeyse yüzde doksan elbirliği gönül birliği ederek darbeye dur diyecekti.
Bu durum Türk milletine yeniden hayatiyet vermiştir. Batının köleliğinden kurtaracak bir darbedir. İyi değerlendirilmesi bataklığın tam kurutulması gerekir.
Evet plan kusursuzdu. 36 yıldır yapılan çalışmaların sonuna gelinmişti. İslam dünyasına sadece Türkiye’yi değil tüm dünya Müslümanlarını güdecek kukla bir halifenin gelmesi yakındı. Dünya beşten büyük diyen adamın dili kesilecekti.
Bir şeyi hesaplamıyorlardı.
O adam Allah’a ve milletine güveniyordu. Gücünü ve kudretini oradan aldığını her fırsatta ilan ediyordu.
“İnsanlara güveneni Cenabı Hak insanlara bırakır. Kendine güvenenleri yanına alır”.
Bir kişi ki yardımcısı Allah ola
Var kıyas eyle ki ol ne şah ola!
Evet Pensilvanya’ya Amerika’ya CIA’ya ve daha nicelerine güvenenleri Cenabı Hak onlara bıraktı. Kendine güveneni yanına aldı. Beklenmeyen basit gelişmeler yaşandı. Samuel Eto’o’nun adını taşıyan vakfın 10’uncu yıl kutlaması kapsamında Messi, Neymar, Suarez, Maradona, Hazard, Iniesta, Drogba ve Arda Turan’dan oluşacak dünya karması ile Türkiye karması, 16 Temmuz’da Antalya Arena’da maç yapacaktı. Cumhurbaşkanı 15 Temmuz gecesi galaya neden gelmedi? Orada da özel darbe birliği var mıydı? Birtakım başka basit sebepler darbeci ihanet şebekesini erken harekete geçirtti. Cumhurbaşkanı kendi ifadesiyle de kılpayı kurtuldu. Cenabı Hak Erdoğan’a, milleti meydanlara davet etme imkanını verdi. Onun daveti Osmanlıda sancak-ı şerifin meydana çıkarılması gibi oldu.
Millet, hizmet diyenlerin 36 yıldır kulluğu kime yaptıklarını, bunlara verdiği paraların kendi göğsüne kurşun olarak geri döndüğünü, İslam’a, bayrağa, ezana, vatana, millete ihaneti en acı bir biçimde yaşadı. Meclis binası dahil devletinin kalbi konumundaki müesseselerin bombaladığını dehşet dolu gözlerle izledi. Gölbaşı’nda Özel Harekat Daire Başkanlığındaki kahraman vatan evlatlarına acımasızca bomba yağdırıldığına yaşlı gözlerle inanamadan şahitlik etti. Gözyaşları kana döndü. Bütün bunlar, yıllardır dost bildikleri hain adamlar tarafından gerçekleştiriliyordu.
Fakat o necip millet de, bu ihanete kayıtsız kalmadı. Liderinin daveti üzerine sadece bayrağını kaparak dilinde Allah nidaları ile meydanlara sokaklara döküldü. Göğsünü topa, tanka, kurşuna siper ederek bir anlamda 36 yılın diyetini ödedi.
Milletin bu darbesi, kuklaları yok ettiği gibi yüz yıldır kukla oynatıcıları da açığa çıkardı. Bu itibarla devletimiz yeniden güçlü günlere yelken açabilecektir. Bu sebeple milletimizin istikameti, birlik ve dirliği için önemli adımlar atılmalı; maşa, kukla ve hain üreten bataklıklar kurutulmalıdır.
Bu da en mühim olarak eğitimden geçmektedir. Bu milletin varlığı iki şeye bağlıdır. Millilik ve doğru İslamiyet. Yani Müslüman milletimize İslamiyet’in doğru öğretilmesi. Zira bin seneden beri Müslüman milletimize ve devletimize Ehl-i sünnet itikadı denilen inanış sahiplerinden asla bir ihanet ve ayaklanma sadır olmamıştır. Doğru yoldan çıkınca artık millilikte bozulmakta vatanını milletini bayrağını rahatça satabilmektedir. Son olay bunun en açık göstergesi olmuştur.
Zira kökü dışarda mezhepsiz, radikal (Abduh, Afgani benzeri kişiler) ve ılımlı İslam (F.G. ve avanesi) denilen bozguncu tipler her zaman kullanılmaya açık olmuşlardır.
Oysa örnek şahsiyetlerimiz Ahmed Yesevi, Mevlana, Yunus Emre, Akşemseddin, Somuncu Baba, Hacı Bayram-ı Veli, Aziz Mahmud Hüdayi gibi mutasavvıflarımız Alparslan, Çağrı Bey,Bilge Kağan, Fatih Sultan Mehmed, Yavuz Sultan Selim, Kanuni, II. Abdülhamid Han gibi hakanlarımızı gençlerimize öğretmek eminim onları bu vatanın, bayrağın, ezanın, milletin, dinin gerçek sevdalısı kılacaktır.
Bu itibarla devletimiz, milliliğe büyük önem vermeli ikincisi de 1100 yıllık mensubu bulunduğumuz dinimizin gençlerimize en iyi şekilde öğretilebilmesi için gereken adımları atmalıdır. Yeni din, yeni yorum diyenler her zaman bozguncular olmuştur. Bunlar Yunus Emre’nin;
Peygamber yerine geçen hocalar
Bu halkın başına zahmetli oldu
Özdeyişine uygun olarak halka ve millete hep zahmet vermişlerdir
Rahmetli Erol Güngör 1978’de:
“ABD, SSCB’ye karşı şimdilik İslam dünyasını kullanıyor. (Müslümanlardan tarafmış gibi davranıyor.) Eğer SSCB biterse, o zaman dünya tek bloklu olur ve ABD’nin tek düşmanı İslam olur” diyordu.
Tarih şuurunun ne kadar önemli olduğunu ünlü mütefekkirimizin bu ifadeleri yansıtmıyor mu? Gençlerimize tarih şuurunu ve model tarihi şahsiyetlerini de en doğru bir şekilde öğretmek devletimizin vazifesi olmalıdır.
Cenabı Hak ülkemizi ve milletimizi bir büyük, belki tarihin en büyük fitne ve belasından ve peşinden gelecek yabancı tasallutundan, işgalinden muhafaza eyledi.
Millete de ders çıkarmayı, ibret almayı, birlik ve beraberliğini muhafaza etmeyi nasip eylesin.
Diriliş destanı!
Milletimizin, 300 yıllık gerileme, savunma ve direnişte kalma talihi, 15 Temmuz 2016 gecesi kırılmaya uğradı. ABD güdümlü Fetullahçı teröristlerin hain darbe girişimine karşı gösterilen milli refleksle, savunma ve direniş psikolojisinden diriliş safhasına geçtik.
Osmanlı İmparatorluğu'nun ilk toprak kaybettiği anlaşma 1699 Karlofça Antlaşmasıdır. Karlofça ile Orta Avrupa'daki egemenliği sona eren Osmanlı Devleti gerileme dönemine girdi.
Milletimizin, 300 yıllık gerileme, savunma ve direnişte kalma talihi, bundan iki sene önce 15 Temmuz 2016 gecesi kırılmaya uğradı. ABD güdümlü Fetullahçı teröristlerin hain darbe girişimine karşı gösterilen milli refleksle, savunma ve direniş psikolojisinden diriliş safhasına geçtik.
300 yıllık bir uykudan uyanan millet, FETÖ, PKK, DAİŞ veya DHKP-C fark etmez, küresel güçlerin terör örgütleri eliyle Ümmetin ileri sancağı Türkiye'yi diz çöktürme planlarından vaz geçmediğini biliyor.
Batı'nın FETÖ'cü darbecileri geri vermemesi, Batılı siyasetçilerden ve batı medyasından Türkiye'ye destek gelmemesi, darbe mekaniğinin arkasında durmaktan vaz geçmediklerini gösteriyor.
SON ASRIN EN BÜYÜK HALK DEVRİMİ
80 milyon milletimiz 15 Temmuz 2016 gecesi, kelimenin her anlamıyla destansı bir tarih yazdı. Allah hepsinden ebeden razı olsun.
FETÖ'cü hainlerin milletin iradesine ve liderine karşı giriştiği darbe kalkışması, kafasına milletin balyozunu yedi. Başkomutan Erdoğan'ın çağrısıyla alanları dolduran milyonlar son asrın en büyük halk devrimlerinden birine imza attı.
Türkiye'nin dört bir yanında milyonlar, Tekbirlerle tankların önüne geçti, üzerine çıktı, Türkiye'nin bir daha karanlığa mahku00fbm edilmesine izin vermeyeceğini gösterdi. Millet, cuntacı şerefsizleri en rezil şekilde tekme-tokat, yaka-paça yakalayıp polislere teslim etti.
'DİJİTAL GENÇLİK', MEVZİLERİ TERK ETMEDİ
O gece Atatürk Havalimanı'na doğru yola çıktığımda saat gece yarısını geçmişti. Havalimanı'na daha 6 kilometre kala arabayı park edip yürümek zorunda kaldık.
Tekerlekli sandalyesiyle, koltuk değneğiyle yürüyen amcalar gördüm. 70-80 yaşında sakallı dedeler, teyzeler gördüm.
Kucaklarında bebekleriyle gözyaşları içinde tanklara ulaşmaya çalışan aileler gördüm.
Açık-kapalı hanımlar genç kızlar gördüm.
Bir genç kızın, "vatana uzanan eller kırılsın" derken gözyaşlarına boğulduğunu gördüm.
Her partiden, her etnisiteden, her düşünceden bayrağını kapıp darbeyi püskürtmek için yollara dökülenleri gördüm.
"İnternet gençliği", "dijital kuşak" diye alay edilen çocuklar, gençler 15 Temmuz'da tarih yazdı.
Uyumadı, yemedi, içmedi, sabah gün ışıyana kadar 'mevzileri' terk etmedi.
GÖRDÜN MÜ 'YÜZDE 50'Yİ?
Başkomutan Erdoğan'ın, Gezi kalkışması sırasında "Evinde oturan yüzde 50'yi zor tutuyorum" sözleriyle dalga geçen, giydiği kefeniyle "Dik dur eğilme, bu millet seninle!" diyen gençlerle alay edenler o gece 'Yüzde 50'yi gördü. Ne 'yüzde 50'si, yüzde 70'i gördü.
Erdoğan kendi cephesini öyle genişletti ki, siyasi hayatının en zirve noktasına çekti.
Geleceğini çalmak isteyenlere karşı bu milletin, gözünü kırpmadan bedenini tankların önüne siper ettiğine dost-düşman herkes iman etti.
Türkiye'nin yarınları için bir kez daha darbecilere boyun eğmeyeceğini göstererek göğsünü kurşunlara, canını tanklara siper eden 252 şehidimizin aziz hatırası önünde bir kez daha sayfıyla eğiliyor, onlara Allah'tan rahmet diliyorum.
Onlar bize "Vatan", "Millet", "Haysiyet", "Namus" neymiş bizzat şehit olarak gösterdiler.
Onlar onurumuzu kurtaran kutup yıldızlarımızu2026
ONLAR SALDIRACAK, BİZ KAZANACAĞIZ
Milletin 15 Temmuz'daki direnişi, sadece Fetullahçı teröristleri değil Türkiye'deki bürokratik darbeci odakları ve dünyadaki bütün dostlarını 'iyot' gibi ortaya çıkarttı.
Milletimiz, bütün asaleti ile 15 Temmuz'da açtığı parantezi, 16 Nisan 2017 ve 24 Haziran 2018'de kapatarak tarihin sayfalarına "en destansı sivil devrim" mührünü vurdu.
15 Temmuz'dan bu yana Batı'daki bütün 'dostlarımızın' tansiyonu fırladı, taşikardileri yükseldi, yüzlerini ateş bastı.
Avrupa ülkeleri kendilerine kaçan FETÖ'cüleri, PKK'lıları kucaklıyor. Yunanistan darbecileri vermiyor.
Unutmayalım, onlar saldıracak biz kazanacağız! Her halükarda Müslüman uyanıktır. Uyusak bile bir kulağımız minarelerden yükselecek Ezan-ı Muhammedi'lerde ve Selalarda olmalıu2026
MİLLET, DİRİLİŞ SAFHASINDA
Bu milletin zor günlerde neler yapabileceğini fehmedemeyen, milletin değerleriyle alay etmeyi 'liberallik', 'ulusalcılık', 'solculuk' sanan haplanmış Haşhaşiler, kalleş ve şerefsiz girişimlerinin, milletin imanı karşısında un ufak olduğunu gördüu2026.
Darbe gecesine kadar "2016 yılında darbe mi olur?", "Muz cumhuriyeti miyiz?" diye düşünürdüm.
Yanılmadığımı anladım, olmuyormuşu2026 Artık dirilişe geçen millet, izin vermiyormuş..!
.
Gavur'a vurur gibi!
'Avrupa' bir zihniyettir. Kilisenin bin yıllık engizisyonuna, skolastik düşünceye tepkidir. "Avrupa Birliği" fikri, Fransız aydınlanmasıyla birlikte kilisenin yerine pozitivizmi, dinin yerine aklı koyan seküler düşüncenin ütopyasıdır.
Bin yıl, Batılı insanın kafasını hurafelerle dolduran, Hıristiyanlığı içini boşaltan, cennetten arsa satan, kadınları, yaşlıları, engelli insanları "ucube", "içine şeytan kaçmış" diye diri diri yakan Kiliseyi hayattan tamamen kovmanın adıdır sekülarizasyon!
Batı, "laikliği" de bizim anladığımız manada "Din ile devletin ayrışması" olarak okumaz. Dini, hayatın dışında tutmanın tanımı olarak görür.
***
Fakat bu 'seküler-laik' AB liderleri geçen hafta Vatikan'a giderek AB'nin 60. Yılında Papa'nın karşısında el pençe divan durdular. Lafın gelişi değil gerçekten 'el-pençe!'
Çünkü Avrupa Birliği dağılmak üzere. Hızla çöküşe sürükleniyor. "Evrensel kriterler" diye dünyaya sattıkları tüm değerleri kendileri çiğniyor. 'Kurtar bizi Papa' diyorlar ama nafileu2026
Bir 'mülteci' çocuk bile AB'nin insani değerlere gerçek bakışını ortaya çıkarıyor. Mülteciler yatmasın diye Paris'te köprü altlarına kayalar döşüyorlar.
Avrupa'nın göbeğinde Cumhurbaşkanı Erdoğan'ın kafasına silah dayanmış remi olan ve üzerinde "Erdoğan'ı öldürün" yazılı pankarta ses çıkarmıyorlar. (Aynısının Türkiye'de yaşandığını düşünün. Mesela Merkel'in kafasına silah dayalı bir pankart açılsaydı Avrupa ne derdi?)
***
Avrupa hızla çürümeye başladığını gördüğü için Papa'sının yanına koştu. Çünkü yaşadıkları bu ağır medeniyet krizini, insani çöküşü din sosuna bulamadan insanlara umut dağıtamayacaklarını gördüler.
Liderlere bakıyorsunuz içinde Sosyalisti, ateisti, agnostiki, deisti, anarşisti, yeşili-kızılı kafi miktarda var. İnandıklarından değil AB'nin çöküşünü frenleyemediklerinden "Papa bize tazyik ver" diye inliyorlar adeta.
Çünkü Avrupa'nın "düşen maskesi"nin altında yatan gerçekler çok daha acıklı:
-Irkçılık, yabancı ve İslam düşmanlığı tüm birlik ülkelerinde yükselişte.
-Seçmenlerin çoğu, Haçlı seferleri düzenledikleri günleri, Nazi dönemlerini 'özlemle-hasretle' anıyor.
-AB'nin 'Üst aklı', İngiltere bile 'Brexit'le birlikten ayrıldı.
-Mülteci akınını bir türlü durduramıyorlar. Sokaktaki her mülteci Avrupa insanının her geçen gün daha fazla kimyasını bozuyor.
-Sykes-Picot düzeni olarak Ortadoğu'da kurdukları sistem çatırdıyor.
-Birliğe aldıkları üye ülkeler yaşlılıktan 'ölmek' üzere. Dinamizm sıfır.
-Sömürgeleştirdikleri ülkelerden gelen 'sıcak ve kanlı para' tükendi.
-Maddi refah standardını sabitlemeyi beceremiyorlar.
-Yeni sömürgeleştirilecek mekanlara hemen ABD ve Rusya damlıyor. Örneğin Suriye'de, Irak'ta, Afrika'da yoklar.
-Yunanistan başta olmak üzere üye ülkelerin çoğu sıfırı tüketmiş, ekonomik olarak batık vaziyette. Almanya yüz milyarlarca Euro'yu daha ne kadar bu ülkelere verebilir?
***
Avrupalı liderlerin farkında olduğu tüm bu 'karamsarlık' tablosuna bir de Türkiye'nin 100 yıl sonra giriştiği "bağımsızlık" mücadelesini ekleyin.
Üstüne üstlük, Türkiye Batı yörüngesinden çıkmak üzere. 'Eksen kayması'ndan bahsetmiyorum. Bu da bir algısal çarpıtma. Ekseni kayan, şanzımanı dağılan, rotası şaşan Avrupa çünkü.
Bizim sözde liberaller ve FETÖ'cüler yıllarca ne diyordu? "AB'ye girersek darbeler dönemi biter" diyordu.
15 Temmuz'un ardından FETÖ'nün AB'ileriyle birlikte bizzat darbeye kalkıştığını gördük. AB ülkelerinin tüm darbecileri kucaklayıp sarmaladığını gördük. Darbe başarılı olamayınca da FETÖ'cü hainlerin tüm AB'ileri zıvanadan çıktı. Mesele bu.
Artık onların her emrine "Buyurun" diye koşan bir Türkiye yok ve 16 Nisan'dan sonra da yıllardır kurdukları bu "hiyerarşinin" tamamen son bulacağını iyi biliyorlar.
Bir gurbetçimiz internette yurtdışında "Evet" mührünü kullanırken fotoğrafını paylaşmış ve altına şöyle yazmış; "Gavura vurur gibi vurdum mührü!"
Dolayısıyla ne yapıyoruz? 'Gavur'a vurur gibi vuruyoruz "Evet" mührünüu2026
.
Evet' demek davası!
Cumhurbaşkanlığı sistemini de içeren anayasa değişikliği teklifi Meclis'ten geçti. Cumhurbaşkanı Erdoğan hemen onaylayıp Meclis'e iade edeceğini açıkladı. İnşallah Nisan'da sandık başındayız.
Yürütme yetkilerinin Başbakan'dan Cumhurbaşkanı'na geçeceği yeni sistemde, yürütme de (Cumhurbaşkanı), yasama da (Meclis) halk tarafından doğrudan seçilecek. Meclis'in ve Cumhurbaşkanı'nın yargı üyelerinin çoğunluğunu seçmesi nedeniyle halk, yargıyı da dolaylı olarak kendisi belirlemiş olacak.
Yani yasama da yürütme de yargı da millet tarafından belirlenecek. Bürokrasinin, "Kim gelirse gelsin, asıl iktidar biziz" dediği oligarşik hegemonya sona erecek!
***
"Padişahlık geliyor" diyenler yalan söylüyor. Halkın doğrudan ve demokratik bir yarışla sandıkta seçeceği bir sistem, dünyanın neresinde veya hangi sisteminde olursa olsun halk demokrasisidir.
Kendini devletin asıl sahibi sanan elitlerin, Cumhurbaşkanlığı sistemine karşı çıkmasını anlayabiliyoruz.
Yıllar önce Türkan Saylan, içinde bulunduğu kesimin zihniyetini Kanal A kameraları karşısında şu cümlelerle deşifre etmişti: "Şimdi biz asılız. Dolayısıyla bizim istemediğimiz bir şeyin bu ülkede olması mümkün değil" demişti.
Dolayısıyla endişeli elitlerin tedirginliğinin millet nezdinde hiçbir karşılığı yoktur!
***
7 Şubat 2012'de MİT Müsteşarı Hakan Fidan'a kelepçe takarak Cumhurbaşkanı Erdoğan'ı indirmek isteyen FETÖ'cüler, vatanın iyiliğini mi istemişti?
FETÖ'cü hainler, MİT Tırlarını durdurarak Cumhuriyet gazetesi eliyle Türkiye'yi tüm dünyaya "Teröre destek veren ülke" gibi göstermek istedi.
17-25 Aralık'ta bu kez ele geçirdikleri emniyet ve yargı mensupları ile bir kez daha Erdoğan'a karşı darbeye yeltendiler. Bunları yaparken bir kez daha vatan ve millet düşmanlıkları tescillenmişti.
Hedeflenen neydi?
Her devletin yaptığı gibi, sorun çözmek için görevlendirdiği istihbarat teşkilatının Oslo'daki görüşmeleri yine FETÖ eliyle sızdırılmış, konuşmalar özellikle kesilip biçilmiş ve Fidan üzerinden Erdoğan'a gidilerek "vatana ihanet" görüntülü bir darbe planlanmıştı.
Tüm bu operasyonlar başarılı olamayınca Gezi vandallığı, Çözüm Süreci'nin bitirilmesi, Hendek adı verilen çukur terörü devreye girdi. Yine muvaffak olamadılar.
En son 15 Temmuz'da milleti sarsılmaz ve çelik bir iradeyle birleştirdikleri darbe ihanetine kalkıştılar.
Tüm bunlar olurken arada birçok referandum ve seçim yaşadık. Millet, hepsinde de tuzak kuranların ağzına şamarı yapıştırdı. Tuzaklarını başına geçirdi.
***
Şimdi referandumda "Hayır" bloku oluşturanlara bakalım.
Referandumda anaya değişikliğine kimler karşı?
CHP ve HDP kafadan 'hayır' diyor!
Dün PKK'nın sözde Avrupa Sorumlusu Rıza Altun da "Hayır" denilmesi gerektiğini açıkladı.
İyi oldu. Hatta çok güzel oldu.
PKK, HDP ve CHP "Hayır" cephesinde.
AK Parti ve MHP ise "Evet" cephesinde.
Algı da değil düpedüz realite!
***
Mevzu aslında ne referandum ne de seçim!
100 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti devletinin yükselişini hızlandıracak en önemli hamle bu sistem değişimi adımıdır.
Hala utanmadan millete "Çomar" diye hakaret edenler, Nisan ayındaki referandum sonuçları karşısında bir kez daha rezil olacaktır!
Kavga, sadece bu topraklarda değil yeryüzünün tamamında bir insanlık davası güdenlerle, statükodan yana olan, değişimden ve milletten korkanlar arasında.
Kavga, Abdülhamit'i, Menderes'i, Özal'ı, Erbakan'ı "ıssızlıkta" yakalayıp kimini fiziken kimini de siyaseten katledenlerle onların acısını hala yüreğinde dipdiri tutanlar arasında.
Dava ne mi?
Kabil'in katilliğini ve Habil'in mazlumluğunu unutmama davası!
.
CHP'nin iki büyük paradoksu?
Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş ile dün Başkanlığını Ekrem kızıltaş'ın yaptığı medya derneği'nin düzenlediği kahvaltılı toplantıda bir araya geldik. 16 Nisan öncesi AK Parti'nin tutumunu aktaran Kurtulmuş, "Biz pozitif bir kampanya yürüteceğiz. Başkalarının sözlerine cevap yetiştirmekten ziyade, bu meselenin ne olduğunu, Türkiye'ye ne getireceğini, Türkiye'yi hangi büyük yanlışlardan ve mevcut sistemin tıkandığı hangi hususlardan kurtaracak bir teklif olduğunu anlatacağız" dedi.
Darbe savar sistem geliyor
Kurtulmuş, "Bu 'Tek adamcılık' meselesi değil, bu yönetimin farklı alanlarda toplanmasının önüne geçip yürütmenin tek elde toplanmasıdır. Bu sistem darbe savar bir sistemdir. meclis kilitlendiği veya siyasi bir kriz olduğu zaman ya Cumhurbaşkanı ya da meclis ülkeyi seçime götürecektir. Eski sistemde kilitlenmeyi çözecek olan ya tanktı ya tüfekti. Siyasetin doğası gereği bazen bu kilitlenme olur. Yeni sistemde böyle bir şey olduğunda kilitlenmeyi doğrudan doğruya millet çözecektir" diye konuştu.
Yeni sistemi "darbe savar" olarak tanımlayan Kurtulmuş, anayasa değişikliği teklifinin halkoyunda geçmesi halinde sıkıyönetimin ve askeri mahkemelerin kaldırılacak olmasının çok önemli olduğuna dikkat çekerek 12 Eylül 1980 ihtilali öncesinde yaşananları hatırlattı.
Sıkıyönetimler bitiyor
1980'de darbecilerin, sıkıyönetimi sivil siyaseti etkisizleştiren bir mekanizma olarak kullandığını ifade eden Kurtulmuş, "Yani sağ-sol kavgası, ülke kan gölüne dönmüş sıkıyönetim ilan edilmiş. E çözün o zaman meseleyi.
Hayır, sıkıyönetim meseleyi çözmek için değil maalesef sivilleri siyaset dışına itmek için kaldıraç olarak kullanılmıştır. 11 Eylül 80'de ortalık kan gölü, 12 Eylül'de ortalık süt liman. Bunun izahı yok. Dolayısıyla bu memlekette artık sıkıyönetim ilan edilemeyecek.
Bunun ortadan kaldırılması hayati öneme haizdir. Muhalefetin "tek adam" söylemleri nedeniyle savunmada kalınıyor ama sonuçta bu anayasa teklifi daha demokratik bir Türkiye'yi inşa edecektir" ifadelerini kullandı.
CHP'nin iki büyük sıkıntısı?
CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu'nun partisiyle ilgisi olmayan odaklardan akıl alarak ve Şili'den reklamcılar getirip CHP'nin ontolojisine yabancılaşarak 'sessiz' bir kampanya yürütmesini, Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş'a sordum. Numan bey, "Maşeri vicdana hitap etmeyen hiçbir siyasi kampanya başarılı olamaz. Biz kampanyamızı makul büyük vicdan üzerinden yürütüyoruz" diyerek CHP'nin yaşadığı iki zorluğa dikkat çekti:
1İnsan zihni "Evet" demeye daha yatkındır. Herhangi bir şeye "hayır" demeniz için gerekçenizin olması gerekir. Örneğin biri sizi bir yere davet etse büyük oranda "Evet" dersiniz. 'Hayır' demek için gerekçelerinizin olması gerekir. CHP'nin gerekçesi yok.
2Bir de CHP'nin parlamentoda gösterdiği bol kavgalı görüntü. O akşam Meclis'te büyük kavgayı isteyerek çıkardılar ki kendi tabanlarını konsolide etsinler. Ama bunun ters teptiğini gördüler. kampanya sürecinde de bol kavgalı bir yol seçseler, bu sefer millet "kardeşim Pkk var dEaş var bir de sizle mi uğraşacağız" diyecek. Yani sokakta kavgacı bir görüntü vermenin de ülkeyi terörize etmek anlamını geleceğini gördüler.
Prangalardan kurtaracak
Toplantıda, geçmişte ülkenin çift başlı yönetim nedeniyle yaşadığını sıkıntılardan örnekler veren, 'Cumhurbaşkanı- Başbakan' gerilimlerine değinen Kurtulmuş, "Bu durum, insanlarınkavgacı karakterlerinden değildi. kesinlikle sistem yöneticileri buna zorluyordu. Yönetimde çift başlılık ve bunların sonucu olarak aşılamayan krizlerin Türkiye'yi ne kadar önemli badirelerin içine soktuğu hepimizin malumudur" dedi.
Kurtulmuş, Türkiye'nin yakın çevresinin ve dünya siyasetinde yepyeni dengelerin şekillendirdiği bir ekonomi- politik içerisinde referanduma gittiğini belirterek 16 Nisan referandumunun, Türkiye'yi prangalarından kurtaracak ve daha hızlı karar alabilecek güçlü bir ülke haline getireceğini sözlerine ekledi.
.
Oyunları' bozmaya başladık!
15 Temmuz FETÖ'cü darbe girişiminin elebaşı halen ABD'de yaşıyor.
Obama'lı ABD, 'malı' vermiyor anlaşıldı.
Trumplı'sının ne mal olacağını 2017'de öğreniriz.
Darbenin sivil ayağını yöneten Adil Öksüz ve arkadaşları yüzlerce kez ABD'ye gitti.
Darbeden 2 gün önce son talimatlar için bir kez daha ABD'deydiler.
15 Temmuz gecesi 'ABD toprağı' sayılan İncirlik'ten 2 tane yakın tankı uçağı havalandı.
Millete ölüm yağdıran FETÖ'cü pilotlara saatlerce benzin takviyesi yaptılar.
***
Aynı ABD, Afgan ve Irak laboratuvarında ürettiği DEAŞ'ı da Türkiye sınırına getirip HDP'ye 6-8 Ekim olaylarını yaptırtmıştı.
"Kobani'de DEAŞ var" bahaneli HDP provokasyonunda 52 vatandaşımız hayatını kaybetti.
Sonra PKK'yı Suriye sınırımıza getirip örgütü silah ve mühimmata boğdular.
Obama giderayak yine PKK'ya tonlarca silah vermeye başladı.
Hele Senato'dan geçirdiği son kararname, açık savaş ilanı gibi.
Buna göre ABD, PKK-PYD'ye omuzdan ateşlemeli MANPAD uçaksavarlarından verecek.
DEAŞ'ın uçağı, helikopteri mi var?
Bu silahların Türk uçaklarına karşı kullanılacağını herkes biliyor.
***
15 Temmuz'dan 15 gün sonra 29 Temmuz'da Cumhurbaşkanı Erdoğan, "Ülkemizde oynanan oyunu bir kez daha bozduk. Bundan sonra inşallah Suriye'deki oyunu da bozacağız, Irak'ta oynanan oyunu da bozacağız, Libya'da oynanan oyunu da bozacağız" dedi.
Tüm bunları alt alta yazınca resmin büyüğü görülüyor. ABD'deki derin Neocon ekip, FETÖ, PKK, PYD ve DEAŞ gibi terör örgütleri üzerinden Türkiye'ye karşı bir savaş ilan etmiş durumda.
Yani oyunlarınızı biliyoruz.
Kartları bu kadar açık oynayan ve resmen Türkiye'ye savaş ilan eden ABD'ye karşı Türkiye 15 Temmuz'dan bir ay sonra harekete geçti ve çok önemli bir hamle yaptı. 24 Ağustos'ta Fırat Kalkanı Harekatı'na başladı.
***
İşte ABD'nin dengesinin bozulduğu, Suriye'deki oyun planının altüst olduğu an bu andır.
Sınırda PKK devleti kurma projesi bitti.
PKK'ya Irak'tan Akdeniz'e kadar Suriye'de koridor oluşturma planı suya düştü.
Kantonların birleşmesi hikayesi, resmen 'masal' oldu!
Esed bile PYD'ye "Artık işgal ettiğiniz yerlerden çekilin" demeye başladı.
***
Hele Türkiye'nin, Rusya ve İran ile inisiyatifi ele geçirip Moskova'da Halep krizini çözmesi ABD, Fransa, Almanya ve İngiltere için adeta bardağın taştığı nokta oldu.
Türkiye'nin Rusya ile birlikte ateşkesi Suriye geneline yayma girişimi, Cenevre'de yıllardır "tiyatro" oynayanlara tokat gibi bir hamle oldu.
Astana'da bu ateşkes hukuki hale gelirse de başta ABD ve AB olmak üzere tüm tiyatrocuların "oyun"u bozulacak!
***
Rusya işte bu jeopolitik denklemde, bağımsızlık mücadelesi veren Türkiye'ye karşı oynanan 'büyük oyunu' gördü. Ve Türkiye'nin ardından kendisine karşı kurgulanacağından emin olduğu bu senaryoyu bozmak için Türkiye ile birlikte hareket etmeye başladı.
Şu anda ABD, Suriye krizini Türkiye ile birlikte çözmek için kolları sıvayan Rusya'yı da hedefe koydu.
Bunun için de Rus uçakları düşürülüyor, Rus elçileri ve diplomatları katlediliyor. Moskova 10 gün içinde 6 saldırıya maruz kalıyor.
Ben şuna tüm kalbimle inanıyorum:
"Mursi'siz Mısır" tezini, "Erdoğan'sız Türkiye"ye dönüştürmek isteyenlerin tuzaklarını Allah (CC) başlarına geçirecektir.
.
Almanya niçin tutuştu?
FETÖ'cülerin ve PKK'lıların çoğu Almanya'ya ya da Almanya'nın periferisindeki ülkelere firar etti, orada ellerini kollarını sallayarak yaşıyorlar. Almanya, hinterlandındaki ülkeleri ablukasına almıştır ve oralarda Almanya'dan habersiz kuş uçuramazlar.
AB üyesi pek çok ülke de Almanya'nın 'derin' gölgesini üzerinde hisseder. Hele Avusturya, İsviçre, Hollanda, Danimarka, Belçika, Hırvatistan ve Yunanistan gibi ülkelerin Almanlardan "bağımsız" dış politika geliştirmesi neredeyse imkansızdır.
***
15 Temmuz hain darbe girişiminin ardından yüzlerce FETÖ'cü Almanya, İsveç, Hollanda, Yunanistan, Belçika gibi ülkelere firar ederek siyasi sığınma talebinde bulundu.
Almanya'nın ve kontrolündeki ülkelerin FETÖ'cü hainlere ve Can Dündar gibi FETÖ kontrolünde devlet sırlarını faş edenlere kol kanat germesi, son günlerde Türkiye'den gelen yöneticilere karşı ırkçı, faşist ve nazist tavırlar takınması birbirinden bağımsız düşünülemez.
***
Örneğin NSU cinayetleri. Sekizi Türk, biri Yunan, biri Alman olmak üzere 10 kişinin ölümüne sebep olan ırkçı Nasyonal Sosyalist Yeraltı (NSU) örgütünün üzerindeki sis perdesi de hala kalkmadı. Aslında bizim için kalktı. Çünkü NSU içinde en az 20 kişinin Alman istihbaratına çalıştığı ve bir tanesinin de Berlin Eyalet Emniyet Müdürlüğünde görevli olduğu ortaya çıkmıştı. Dava başladıktan sadece birkaç gün sonra istihbaratta yüzlerce belge, bilgi imha edildi ve bu dosyaları imha edenler de 'nedense' tespit edilemedi.
NSU Cinayetleri için kurulan Meclis Araştırma Komisyonu toplantılarına katılan Berlin Brandenburg Türkiye Toplumu (TBB) Sözcüsü İlker Duyan,'NSU cinayetleri Alman derin devletinin işi' diyerek, cinayetlerde kurumsal bir ırkçılığın ve bağlantılarının olduğu konusunda kanıtların olduğunu açıklamıştı.
Türkiye'den giden gazetecilere bile duruşmaları izleme izni verilmedi. Alman medyası da sürekli "basit bir ırkçı grubun işi" yönünde haberler yaparak kendi devletini aklamaya çalıştı.
***
Almanya bağlantılı çok ilginç bir haber de son günlerde Türkiye'de yaşandı. Gazeteci kılıklı PKK propagandisti Deniz Yücel tutuklandı. Cezaevine gönderilen Alman DieWelt Gazetesi Türkiye Temsilcisi Deniz Yücel için Almanya Başbakanı ve Adalet Bakanı devreye girip serbest bırakılmasını istedi. Merkel, açık açık "Deniz Yücel'i serbest bırakın" dedi.
Sürekli Kandil'e gidip PKK elebaşları ile görüşen, Gezi kalkışmasının ardından bu konuda kitap yazan ve her fırsatta Türkiye'ye düşmanlık besleyen Yücel'in PKK'lı olduğunu bilmeyen yok.
Ancak daha ilginci şu ki, Almanya'nın İstanbul Konsolosluğu iki ay önce Yücel için "kayıp" ihbarında bulunmasına rağmen Yücel'in iki ay boyunca konsoloslukta saklandığı ortaya çıktı.
Bir insanı hem saklayıp hem de 'kayıp' ihbarında bulunmak tam 'derin istihbarat' aklı gerektiren bir olay. 'Kayıp' dedikleri kişiyi konsolosluktan çıkarıp acilen Almanya'ya uçuracakken, Türk Emniyeti başarılı bir operasyonla Yücel'i kıskıvrak yakaladı.
Merkel'in bile "bırakın" diye devreye girdiği Deniz Yücel için kafalardaki soru şu: Yoksa Deniz Yücel çok şeyler bildiği için Almanya için önemli bir istihbarat ajanı mı?
***
Önceki gün Adalet Bakanı Bekir Bozdağ, Federal Almanya Adalet Bakanı HeikoMaas'ın, PKK terör örgütü propagandası yapmaktan tutuklanan DieWelt Muhabiri Deniz Yücel'in serbest bırakılmasını isteyen mektubuna cevap verdi.
Bozdağ, "Türk milleti zor günlerde yanında olmayanları unutmayacaktır. Federal Almanya Adalet Bakanı olarak siz, mahkemelere talimat veriyor olabilirsiniz ancak, Türkiye'de benim Adalet Bakanı olarak böyle bir yetkim bulunmamaktadır" ifadelerine yer verdi.
Sadece kendini 'demokratik' ve 'hukuk devleti' olarak gören Alman yetkililerin suratı köseleden değilse umarım bu cevap hakkında birazcık yüzleri kızarmıştıru2026
.
İnsanın sövesi bile gelmiyor!
Yüz yıl sonra coğrafyamızda haritaları güncellemek için yola çıkanlar sonunda çuvalladı.
Küresel çete, 'Arap baharı' ile başlayan 'sivil isyan' sürecini manipüle etti.
Yüz yıllık öfkelere sahip halkların 'devrimlerini' çaldılar.
En sonunda Suriye'de batağa saplandılar.
***
İran "Esed mutlaka kalacak" diye girdiği Suriye'de şu anda Rusya'sız bir hiç.
"Esed'le olmaz" diyen, "Kimyasal silah kırmızı çizgimiz" diyen ABD'nin en sonunda geldiği nokta "Aman Esed gitmesin", "Halep'i Ruslar alsın" noktası.
ABD, kimyasal silah kullanılmasını da Rusya'nın göz göre göre Halep'i Srebrenitsa'ya çevirmesini de seyrediyor.
ABD, Rusya'ya; "Irak'ı ben halledeyim, Suriye'yi sen!" demiş de olabiliru2026
Ancak Suriyeli devrimcilerin inanmışlığı ve mukavemet gücü, İran, Rusya ve ABD'nin masada çizdiği tüm harita varyasyonlarının çöpe gitmesine sebep oluyor.
***
Yedi düvelin çullandığı Suriye'de, ne kadar kirli plan yapılsa da bunun sahaya yansıması kağıt üzerindeki gibi olmuyor.
Rusya'yı sahaya buyur eden İran ve ABD başta olmak üzere 5 yıldır Suriye'de askerleriyle sahada olan ülkelerin tamamı, Suriye kilidini çözemiyor.
Çözmek ne kelime kördüğüme çevirdiler.
Bataklıkta debelendikçe daha da batıyorlar.
***
Mesela Rakka. Her kapının maymuncuğu terör çetesi DEAŞ'ın başkenti.
Kaç yıldır? 4 yıldır.
Peki Rakka nerede?
Suriye'nin tam göbeğinde. Bir tarafı Esed-İran-Rus güçleri, bir tarafı PKK-PYD, bir tarafı da tamamen Irak sınırıyla çevrili.
Türkiye de 15 Temmuz darbe girişimini atlattıktan sonra ÖSO birlikleriyle birlikte giriştiği Fırat Kalkanı Harekatı ile El-Bab kapısında Rakka'ya yaklaştı.
Yani dört yıldır ne Esed ne İran ne ABD ne Rusya ne de ABD ve İran'ın güdümündeki Irak'tan, DEAŞ'ın başkenti Rakka'ya bir sapan taşı bile atılmış değil.
Bırakın operasyon yapmayı, en küçük bir saldırı ve çatışma haberi bile duyulmadı Rakka'dan.
Şimdi Fırat Kalkanı Harekatı ile sınırımıza kadar dayanan DEAŞ'çıları Rakka'ya doğru püskürtünce hepsinin biti kanlandı.
İsrail bile "Hain düşman al sana bomba" der gibi Suriye'de çölün ortasına gün aşırı birkaç güze atıyor.
Dünyanın gözünün içine baka baka o kadar rahat yalan söylüyorlar ki, insanın içinden "Haysiyetsiz, şerefsizler" diye sövesi bile gelmiyor.
***
Suriye'deki kilit çözülmedikçe Rusya'dan başka "Akdeniz'e inerim" diye buraya üşüşen hiçbir devlet sıcak denizleri göremez. Haliyle İran ve Irak'ın 'Akdeniz' hevesi de kursağında kalır.
Anlayacağınız, Türkiye'yi denklem dışı tutarak elindeki enerjiyi Suriye üzerinden Avrupa'ya pazarlamayı düşünenlerin bu ütopyası, çok daha uzun bir süre ütopik kalmaya devam edecek.
Bölgeden Avrupa'ya doğru olacak her türlü enerji koridoru, Türkiye'ye sorulmadan, Türkiye'nin gönlü alınmadan gerçekleşemez.
Hele hele doğalgazının üçte birini Rusya'dan alan, Türkiye'den geçecek bütün enerji koridorlarına mahku00fbm olan Avrupa'nın artistliği tamamen blöften ibaret.
***
Halep'te bir haftada çoğu kadın ve çocuk 500 sivilin katledilmesini, Rusya, İran, Esed ve PKK "Halep özgürleşiyor" diyerek sevinçle karşıladı. BM, AB ve ABD ise her zamanki gibi seyretmekle yetindi.
Bu devran uzun süre böyle gitmeyecektir.
Sadece öfkeleri çoğaltan bu vahşete karşı Müntakim olan Allah'a sığınmaktan başka çaresi olmayan mazlumların 'hesabı seri' olacaktıru2026
NOT: Bahsetmeden geçemeyeceğim. Geçen yıl kucağındaki bebekle Macaristan'a sığınmaya çalışan Suriyeli babaya çelme takarak onu çocuğuyla yere düşüren kadın gazeteciye dün Macaristan'da ödül verdiler. Aynı Macaristan, polise taş atan bir Suriyeliyi ise 10 yıl hapis cezasına çarptırdıu2026
Diyorum ki insanın sövesi bile gelmiyor!
.
Şok şok şok!
Gavurlar 'şok' olur, biz şaşırırız. Trump'ın ABD Başkanı seçilmesi, sadece ABD'deki Demokratları değil Almanya'dan Norveç'e tüm Avrupa'yı 'şok' etti.
Beni daha çok Trump'ın, Clinton'dan 200 bin daha az oy almasına rağmen Başkan seçilmesi şaşırttı.
Boşuna Başkanlık sisteminde "Türk tipi" demiyoruz. Baksanıza, 200 bin insan sizi değil rakibinizi tercih ediyor ama siz başkan oluyorsunuz. Resmen adaletsizlik!
***
Brexit'te de 'şok' olmuşlardı.
Sonuca, başta İngiliz medyası ve elitleri olmak üzere AB ülkelerinin medyaları ve anket şirketleri 'şok' olmuştu. Aylarca İngiliz referandumunda sandıklardan "AB'den çıkalım mı?" sorusuna kesinlikle "Hayır" çıkacağını yazdılar. Ama "Evet" sonucu çıkınca 'şoka' girdiler.
İşgal için girdikleri topraklardaki operasyonlarına da "Bağdat Şoku", "Afgan şoku" falan demeyi çok seviyorlar.
Batılılar zaten şoklanmayı ve şoklamayı çok seviyor. (Konumuz değil ama Norveç Uskumru'sunu bile şoklayıp bize satmıyorlar mı? Eminönü'nde Galata Köprüsü'ndeki teknelerden "Izgara Palamut" yediğini sananlara, bunun şoklanmış Norveç Uskumrusu olduğunu söylediğinizde şaşırmıyorlar mı?)
***
Trump'ın seçilmesinin ardından ABD'deki anket şirketleri, medyalar, elitler bir kez daha 'şoka' girdi.
Bizim sokaktaki vatandaşımız, yani bizler şoka girmiyoruz ama içimizdeki içselleştirilmiş batıcı komplekse sahip elitlerimiz(!) ve medyalarımız da gavur gibi 'şoka' girebiliyor.
Onlar da mesela her seçimden sonra çok güzel 'şoka' girmeyi beceriyorlar.
1950'de Menderes'in seçilmesinde de 'şoka' girmişlerdi.
Sonra 60 ihtilalinde darbeciler Menderes'i asıp yeniden seçim yaptırdı ve bu kez kesinlikle "DP çizgisinde bir adaya oy vermeyeceksiniz!" diye millete parmak salladı.
Mühendislik projeleriyle terbiye edilmeye bünyesi pek müsait olmayan milletimiz tutup AP ve Demirel'i seçince bizim Batıcılar gene 'şok' oldu.
***
Sonrası malum 80 ihtilalini yapan Kenan Paşa, 83'te millete açık açık "Turgut Sunalp'ın MDP'sini seçeceksiniz ulan!" demesine rağmen millet Turgut Özal'ın ANAP'ını seçti. Millet belki Turgutları karıştırdı ama başta Evren olmak üzere tüm darbeciler, medya ve elitlerimiz mecburen bir kez daha 'şoka' girdi.
Millet, 94'te Erdoğan'ı İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçtiğinde de, 95'te Refah Partisi ve Erbakan'ı birinci yaptığında da 'bizimkiler' şok olmuştu.
***
Bizim millet daha çok beklenmedik bir durumda "Nasip böyleymiş, ya herro ya merro" der tarafını belirler ve rahatına bakar.
İnsan gardını aldıktan sonra gerisi kolay. Teslimiyet varsa, karşındaki ateş olsa cirmi kadar yer yakar.
***
Trump'ın seçilmesinden şoka giren ABD'lilere de şaşırıyorum. Avrupa'da da öyle değil mi? Her yerde ırkçı ve İslamofobik söylemlerde bulunanlar yükselişte.
İlk kez ABD sisteminin 200 senedir uyguladığı mühendislik doğrultusunda bir seçim sonucu çıkmaması şoke etti ama alışırlar. Obama'nın sevindikleri gibi çıkmamasına nasıl alıştılarsa buna da alışırlaru2026
"Benim başkanım değilsin" diye Trump'a karşı yürüyüş filan yapıyorlar ama bizdeki yoldaşları da öyleydi bir süre sonra alışırlaru2026
'Bizimkiler'in alıştığı gibiu2026
***
Bu arada Trump, 17 Ocak 2017'ye kadar ABD sistemi tarafından "Hizmet içi eğitime" tabi tutulacak zaten. Mesela seçimden önce söylediği "Müslümanlar'ın ABD'ye girişi yasaklanmalı" sözlerini içeren videoyu daha ilk günden sitesinden kaldırttı.
Trump'ın, seçimden önce küresel sermayeye ve ABD Merkez Bankası'na ağır laflar ettiğini de unutmayalım.
Bu arada Trump, "hizmet içi eğitime" rağmen kendini bildiğini okumayı sürdürürse Kennedy akıbetine uğrayabilir. Ki bunu biz değil ABD'li yorumcular bile söylüyor.
Asıl 'şok' neymiş o zaman görürüzu2026
.
Türkiye ezberleri bozuyor!
Başbakan Yıldırım, Cumartesi günü, Dolmabahçe Başbakanlık Ofisi'nde gazetelerin ekonomi müdürleri ve yöneticileri ile bir araya geldi.
Yıllardır televizyonda izlediğim Başbakan Yıldırım'ın rahat, doğal, esprili, kendinden emin, kısa ve net konuşma üslubunun, onun fıtri bir özelliği olduğunu gördüm.
Hani siyaset akademilerinden veya PR stratejistlerinden öğrenilecek bir "hitabet projesi" kesinlikle değil. İki saati aşkın bir süre, aile ortamında yapılan sohbetlerde tecrübeli bir büyüğümüzü dinlerken ki heyecan ve merakla dinledim Başbakan Yıldırım'ı.
***
Sorularımıza içtenlikle cevap verdi. Hatta yakın zamanda geçtiğim Osmangazi Köprüsü'ndeki düşük trafiği de sordum. Bunun köprü geçiş ücretiyle ilgili olduğunun söylendiğini, halkın mesela Kurban Bayramı'nda köprüyü kullanmak yerine Eskihisar'da feribot kuyruğunda beklediğini, geçişin ucuzlama ihtimalinin olup olmadığını sordum.
Bir kere şu andaki Osmangazi geçişleri, öngörülenden bile fazlaymış. Her şeyin planlandığı gibi gittiğini söyledi. Başbakan Yıldırım, "Zaman ekonomisi diye bir şey var. En pahalı hizmet olmayan hizmettir" diyerek feribot kuyruğunda beklemek yerine kısa sürede köprüden geçmenin artısının daha büyük olduğunu ifade etti.
***
Şahsen büyük keyif aldığım bu muhabbette Başbakan Yıldırım, ekonomi ağırlıklı olarak önemli açıklamalar yaptı, sorularımıza bazen bizleri kahkaha nöbetine sokan esprili cevaplar verdi.
Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli ile Maliye Bakanı Naci Ağbal da sohbete katılarak gazetecilere detaylı bilgiler verdiler.
Sohbetin detaylarını ve Başbakan'ın açıklamalarını gazetemizde geniş şekilde okuyacaksanız.
***
Notlarımdan, Başbakan Yıldırım'ın açıklamalarından bazı satır başlıklarını, buraya özetliyorum:
EN BÜYÜK REFORM; BAŞKANLIK!
-Başkanlık, en büyük yapısal refordmdur. Çünkü istikrarı ilelebet kalıcı hale getiriyor. Bakın ABD'ye, bir Cumhuriyetçiler bir Demokratlar Başkan çıkarıyor ama kazanan hep ülke oluyor. İstikrarsızlık yok. Başkanlığa karşı çıkma nedeni özgüven eksikliği. E kardeşim, sizde AK Parti gibi çalışın siz de iktidara gelin!
TÜRKİYE EZBERLERİ BOZUYOR
-Dünyada Türkiye'ye karşı özel bir ilgi var. Çünkü küresel haksızlıkları diye getirerek ezber bozan tek ülke Türkiye. Türkiye aleyhine propagandaların kaynağı ise maalesef yine Türkiye'den bir kısım çevreler. Sürekli Türkiye aleyhine yalan haberlerle dışarıyı besliyorlar.
TÜRKİYE'NİN BAŞKENTLERİ
-Türkiye'nin resmi başkenti Ankara, ticaretin başkenti İstanbul, turizmin başkenti de Antalya ve İzmir'dir. İzmir'e torpil geçeyim, İzmir İstiklal savaşımızın başladığı ve bağımsızlığımızın ilan edildiği şehirdir.
SİLAH YERİNE KANUN(!)
-Bir kişinin işlediği suçun cezasını bir ülkeye kesemezsiniz. ABD'nin Suudi Arabistan'la ilgili aldığı 11 Eylül karar, silah zoruyla yapılacak şeyin kanunla yapılmasıdır. Obama'nın direnci de işe yaramadı. Yatırımcı güven ister. Körfez yatırımcısı yeni adresler arayacaktır.
ERDOĞAN HAKLI ÇIKTI
-Dünyada 2008'den beri küresel ekonomik kriz devam ediyor, güven bunalımı sürüyor. Çin ve Hindistan'ın da yavaş yavaş dermanı kesiliyor. Cumhurbaşkanımız Erdoğan o dönem "Teğet geçecek" dedi ve haklı çıktı, Türkiye süreci çok iyi yönetti.
DOLAR'DAN BİZE NE?
-Bize ne doların çıkmasından inmesinden. Ekonomimizin temelleri çok sağlam ve ekonomiyi sadece doların seyrine bağlamak çok yanlış. Dolardan ziyade biz kasamıza ne doluyor ona bakalım. Ekonomimizle ilgili zerre şüphemiz yok. Dışarıdan saldırılarla diz çökmez!
FETÖ'CÜLERİ HALLEDİP DEVAM ETTİK
-FETÖ'cüler darbe yaparken biz reformlar hazırlıyorduk. Biz ülke için çalışırken onlar da ülkeyi yıkmak için çalışıyormuş. Sonra çalışmamıza ara verip onların işini halledip yine yola devam ettik. Doğu ve Güneydoğu yatırım projemiz ezber bozan bir projedir.
YILLIK GSMH, BUGÜN BİR KÖPRÜ PARASI
-Osmangazi Körfez Geçiş Köprüsü ve otoyol projesinin maliyeti 9 milyar dolar. Bugün bir köprü parası olan 9 milyar dolar 1950 yılında Türkiye'nin 1 yıllık gayrisafi milli hasılası (GSMH) idi. Varın geldiğimiz noktayı siz hesap edin. 19 yıl sonra köprü tamamen devletin olacak. Yavuz Sultan Selim Köprüsü de 8 yıl sonra devlete geçecek.
İŞTE KAYNAK!
-3,7 milyon kişi vergi borcunu yapılandırmak için başvurdu. Bu insanların yapılandırdığı kamuya olan vergi borçlarının tutarı 27 milyar dolar. İstanbul 3. Havalimanından 25 yılda alacağımız para 26,5 milyar Avro. Sadece bu parayı çevir dolara, cari açığa denk geliyor.
MEDVEDEV'LE BULUŞACAĞIM
-Rusya ile henüz uçak krizi öncesindeki duruma gelmedik. Yakın bir zamanda Medvedev'le bir araya gelip savunma ve ekonomi konularında işbirliğimizi konuşacağız.
.
Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil
.