|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Halis ECE
“Vahdet-i vücûd” vücûdun birliği, varlıkların bir ve tek olduğu kanaati, varlıkları bir bilmedüşüncesidir. Diğer bir ifadeyle, varlıkların tek olduğuna, her şeyin ‘tek olan Allâh’ın tecellîleri ve görünüşleri olduğuna inanma temeline dayanan yanlış bir tasavvufî anlayıştır. Buna tasavvufta vahdet-i vücûd yolu denir.
Vahdet-i şuhûd yolunda ise, her şeyi bir görme hali geçicidir; sâlik, birlik’in varlıkta ve bilgide değil görmede olduğunu sür’atle kavrar. Aynen güneşli bir günde gökteki yıldızların yok olmadığı, ancak Güneşin ışığından dolayı görülemediği, oysa Güneş batıp akşam olunca hepsinin ortaya çıktığı gibi sâlik de, o merhaleyi aşıp manevi sarhoşluktan ayılınca, hâşâ her şeyi Hak olarak görmekten kurtulur. Gerçek varlığın bir tek Allah Teâlâ’ya ait olup O'ndan başka hiçbir şeyin hakiki bir varlığa sahip bulunmadığını, her şeyin mahluk olduğunu Hâlık olamayacağını anlar, Yaratan’la yaratılanları birbirine karıştırmaz.
***
Süleyman Hilmi Silistrevî (k.s.) hazretleri Mektuplar’ında, “Vahdet-i Vücûd'a dair en kat’î hüküm” başlığı altında bu mevzuyu, en açık ve en doğru şekliyle şöyle anlatmaktadırlar (Mevzu asıl itibariyle nazik ve ağır olduğu için, haliyle üslûb da ağır. Pek çok kelime ve kavram Arapça, terkipler de Farsça. Bununla birlikte üslûba dokunmadan, bazen parantez kullanarak ve olabildiğince kısaltarak nakletmeye çalışacağız. Tasavvufla alakası olanlar anlamakta zaten güçlük çekmezler. Meseleye ilgi duyan diğer okuyucularımız da bir bilene sorup öğrenebilirler):
“Aşağıdaki şu cümleler, tam vahdet-i vücutçu sözleridir:
- Bir kimse hakkı Hak’ta aynı Hak’la görürse o kimse âriftir.
- Bir kimse hakkı Hak’ta ayn-ı halkla görürse o kimse âcizdir.
- Bir kimse hakkı ne Hak’ta, ne halkta göremez de, ölmesine ve sonra da ihyâ olacağına intizâr eder (ikinci ihyâda) Hakk’ı ayn-ı hakla görürse, o kimse gâfildir.
- Bir kimse Hakk’ı halkta, halkı Hak’ta görür, hukûk-ı Hakkı ve halkı edâ etmekle iştigâl eylerse, o kimse kâmildir.
***
Bilinmelidir ki, ben, bu cümlelerin mânâları ve tasavvufî îzahları üzerinde durmayacağım. Çünkü hem meşrebime muvâfık değil, hem de bu mevzû ile meşgul olmak hakikatte vakti boşa harcamaktır. Yalnız bu sözlerin menşei, zuhur mertebesi ve sebepleri hakkında izahatta bulunacağım. Bu da sizin ve bizim maksadımıza uygun düşecek, meselenin esaslarını tenvîre (aydınlatmaya) hizmet edecektir.
***
Büyük muhakkikler (hakikati araştırıp ortaya koyan âlimler) nezdinde vahdet-i vucûd ilim veya şuhûdunun menşei ve sebebi ifrat-ı muhabbettir, sekirdir (aşırı muhabbet ve manevi sarhoşluktur). İsim ve fenâ sıfatında fâni olmaktır. Velâyeti, velâyet-i kalbiye ve zilliyedir. Ona velâyet-i suğrâ da denir. Bu hâl, bu mertebede zuhûr eder. Fenâ’nın hakikatini de temin etmez. Cihet-i cezbede fenâ-yı zillî husûle getirir. Tevhîdi, tevhîd-i ef‘âldir. Fenâsı fenâ-yı ef‘âldir. Tecellîsi tecellî-yi ef‘âldir. Bu ahvâl, kemâl, tecellî ve tevhîdin sahibi; velâyet-i suğrâ mertebesinden yükselerek velâyet-i kübrâya çıkamaz. Tevhîd-i sıfât, tecellî-yi sıfât ve fenâ-yı sıfâta mazhar olamaz. Neticede vahdet-i şuhûda nâiliyet hâsıl etmezse, vahdet-i vücûda itikat ve şuhûd ve ilminden yakayı kurtaramaz. Fenâ’nın hakikatinden ve itmi’nândan bir nasîb alamaz. Hayatı kesintisiz olarak bu hâllerle geçer, Hak’la halkı fark ve temyîz edemez (ayırt edemez). Vücûd-i vâcib ile vücûd-i mümkini bir görmek hususunda eğer fark tanıyabilirse, bunu ıtlak ve takyîd olarak telakkî etmek, ona nisbî ve itibarî demek ibtilâsına tutulur.
***
Vahdet-i vücud itikadında olanlar, üç zümreye ayrılırlar
• Bunların biri, rûhunu velâyet-i suğrâya çıkaranlardır. Bu zümre hâl erbâbıdır. Şerîat-ı mutahhareye yapışıkdırlar. Fakat ictihadlarında, şuhûdlarında hakîkate isabet edememişlerdir. İsâbet edmemelerine asıl sebep muhabbet-i Hak olduğu için, hata eden müctehid gibidirler. Velâyet-i suğrâ erbâbındandırlar. Muhabbette fenâ ve sekrleri kendilerini mâzur kılacaktır. Mevlâ’nın lûtfuna nâil olacaklardır. İşte bunlar, yukarıda zikrolunan sözleri ve emsâlini söylerler.... [Ancak bu sözleri başkalarının söylemesi hâlinde hüküm değişir, tehlikeli bir vaziyet alır. Bunlardan son derce sakınmak lâzım. Bizim için münasip olan, onlara ait bu sözleri te’vil etmek, doğruya yormaktır. H. E.]
• İkinci Zümre: Bu zümre vahdet-i vücûd ulûm ve maârifi ile çok meşgul olarak meşreb-i tevhid-i vucûdiyi kendilerine mâl edenlerdir ki....bunların ruhları mertebe-i zılliyete çıkmamış, velayet-i suğrâya dâhil olmamıştır. Bunlar kendilerini; rûhunu mertebe-i velâyet-i suğrâya çıkaran, hâl ve kemâl-i tevhîd-i vücûdî ile mütehakkak olanlardan addederler. Ve bu neş’e ile geçinmeye başlayıp kaal ve laklaka ile hayatlarını boşa harcayıp ömürlerini sülûkten, ruhlarını tasfiye ve nefislerini tezkiyeden mahrum eylerler....
• Üçüncü Zümre: Bu zümre ne birinci, ne de ikinci zümrenin ahvâl ve ef‘âliyle mutassıftır. Bunlar vahdet-i vücûd ulûm ve maârif-i hâliye ve keşfiye ve zevkıyesini taklid değil; kendi nefis ve hevâlarına göre te’vil ve tefsir ederek işi, vahdet-i vucud derecesine çıkarırlar. Bu suretle kendilerini teklîf-i İlâhî’nin hâricine çıkararak ibâhat ağlarına düşer, ilhad ve zındıkkıyet çukurlarına yuvarlanırlar. Mevlâ’nın emirlerine yapışmaz, nehiylerinden de kaçınmazlar. Bir taraftan her haltı yaparlar, diğer taraftan (kendilerini) zümre-i havâstan ve irfândan sayar ve gösterirler. İşte bunlar, bir takım ehl-i safvetin (tertemiz hâlis kulların) yolunu dürerler. İstidatlarını, itikatlarını mahvederler. Bir daha çıkamayacak surette Hâviye-i dalâle (ta cehennemin yedinci tabakasına) yuvarlanmalarına sebep olurlar. Bunlar birer câni, birer katil, birer kuttâ-i tarîk-ı hak ve hidâyetdir (Hak ve hidayet yolunu kesen câni katillerdir). Allah şerlerinden ümmet-i Muhammed’i muhafaza eylesin. Âmin. (Mektuplar,102–106)
***
Bu yazılanlara, anlatılanlara gelen bir itiraza cevabımız için bkz. http://www.halisece.com/sorulara-cevaplar/132-vahdeti-vucut-hakkinda-bir-soru.html
XXXXXXXXXXXX
NEV'İYAT // TASAVVUF-TARİKATLAR SADABAT.NET |
|
VAHDETİ VÜCUD |
VAHDETİ VÜCÛD
Yüzyıllardır İslam dünyasında Tarikat ehliyle ilim ehli arasındaki ihtilaflı konulardan birisi de Vahdeti Vücud meselesidir. Vahdeti Vücudun en büyük temsilcisi Muhyiddini Arabi ve Mevlanadır. Bu görüşü kabul edenler: İbni Kemal, Bosnalı Abdullah Ef., Ebu's-Suud Ef., Abdulgani Nablusi, Gelenbevi ve Katip Çelebidir. Zaman zaman tekke ehli ile medrese ehli arasında ciddi tartışmalara neden olan konu, şu merkezde cereyan etmiştir:
Vahdet-i Vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak. Şuhudi tevhidde, yani Vahdeti Şuhudda salikin her şeyi bir görmesi geçicidir, birlik bilgide değil görmededir. Vahdeti Vücuda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk'ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O'nun tecellîlerinden başka hiç bir şeyin hakîki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak vahdet-i vücûd ehli bu bilgiye nazarî olarak değil, yaşayarak ve manevî tecrübe ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri de yoktur (bk: Affifî, et-Tasavvuf sevretü'r rûhiyye fi'l-İslâm, İskenderiye 1963, 178-200). Vahdet ehli için önemli olan varlık konusu, varlığın bir oluşu meselesidir. Halbuki vahdetin diğer şeklerinden öne çıkarılan Allah’ın birliğidir. Vahdette kesret- Kesrette vahdet: Birlikte Çokluk-Çoklukta Birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfi çoklukta birliği görür.(Tasavvufi Terimleri Sözlüğü, Prof. Süleyman Uludağ, 553)
Vahdet-i vücûda muarız olan kimseler, bu fikri, panteizm (vahdet-i mevcut) görüşüne yakın, hattâ aynı kabul etmişlerdir. Panteizm çok iyi tahlil edildiği takdirde, her iki görüşün birbirinden çok farklı olduğu kolayca ortaya çıkar.
Meselâ bir bardak deniz suyu ile, bir bardakta menba suyunu, masanın üzerine koysak, karşıdan her iki bardağa bakanlar, aralarında bir fark olabileceğine ihtimal vermezler. Bardaklara yaklaştıkça fark biraz olsun belirebilir. Fakat sular içildiğinde mesele iyice anlaşılmış olur.
Bu kısa bilgiyi verdikten sonra, önce vahdet-i vücûdun aklen ispatıyla ilgili mütalâaları zikredip, daha sonra şer'î delillerle izahına çalışacağız.
VAHDET-İ VÜCÛDU AKLEN İSBAT İLE ALÂKALI MÜTALÂALAR:
1-Bir şeyin hiçten meydana gelmesi mümteni' olduğu için, mahlûkâtın da Hakk'ın vücuduyla var olması, yani O'nun esma ve sıfat tecellîlerinin tezahürlerinden ibaret bulunması gerekir.
Muhammed Abduh “Risaletü'l – Varidat” adlı kitabında bu hususta şu bilgileri veriyor: “Bir şeyin -mutlak ma'nada- yoktan var olması mümkün değildir. Mümkün olan varlıkların hepsi bir illete muhtaçtır. Bu illet o varlıktan tamamıyla ayrı değildir, bu illet mümkün olmayan varlıkta son bulur ki o da bizatihi mevcut olan mutlak vücuttur. Her mukayyet varlık O'na muhtaçtır. O ise kayıtların nihayeti ve merciidir. Bütün iş O'na döner.” (Hud 123)
Aynı eserde, vücûdun birden fazla olmasının mümkün olamayacağı da şu cümlelerle belirtilmiştir:
“Vücûdu iki kabul ettiğimiz takdirde şu meseleler ortaya çıkabilir:
a) Bu iki vücut arasında da ayrılık yoktur ki, o takdirde ikisinin bir olması gerekir, bu da mümteni'dir.
b) Bu iki vücut arasında ayrılık vardır dersek, bu ayrılık ya her ikisine ayları bir vücut ile olur ki, o takdirde iki vücuttan farklı olanı aramamız icab eder. Böyle bir mukayesede teselsül hâsıl olacağından bu da imkânsızdır.
c) Bu ayrılık âdem (yokluk) ile olabilir. Bu durumda vücutla ademi (varlıkla - yokluğu) ayıran bir özelliğin mevcudiyeti gerekir. Hâlbuki âdemin zâtında bir temeyyüz (ayrı oluş) yoktur. O halde bu da imkânsızdır.
Şu halde tek olan, gerçek vücuttan başka vücut yoktur, her şey onun nisbetleridir.
Allah’tan başka bütün varlıkların vücudu mecazi ve itibaridir.
“Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayaldir. Ya aynalardaki akislerdir, ya da gölgeler gibidir.” (Mevlânâ Cami)
Hakk'ın zatından başka varlıklar izafî ve itibarî olunca, eşyanın hakikat yönünden ma'dum olmaları zarurîdir.
2-Şayet mümkün olan varlıkların, Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûdu olduğunu düşünürsek, bu vücûdun Allah Taâlâ'nın vücûdunu tahdit etmesi gerekirdi. Allah Taâlâ'nın vücûdu cisim değildir ki, O'nu mahlûkâtın vücûdu tahdid edebilsin, denilebilir. Fakat hiç şüphesiz Allah Taâlâ mücerred bir ma'nadan ibaret değildir. Kur'ân-ı Kerim’de: “Biz ona (insana) yakın olan şah damarlarından daha yakınız.” (Kaf: 16) “Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4) buyrulmuştur. Mutasavvıfların bir kısmına göre bu zatî yakınlık ve zatî beraberliktir. Sıfat, zâtından ayrı düşünülemez. Müfessirlerin bu yakınlık ve beraberliği ilmî yakınlık ve beraberlik olarak ifâdeleri zât hakkındaki bilginin yokluğundandır.
Mümkünatın kendi nefislerine nazaran vücutları yoktur, âlem binefsihî ma'dumdur. Bu hususta, Mevlânâ şunları söylemiştir:
“Ey ruhumuzun ruhu! Biz kim oluyoruz İd kendimize vücut verelim de, Seninle ortaya çıkalım. Biz, bir alay hiçleriz. Bizim varlığımız da hiçtir. Sen mutlak bir vücutsun İd zuhur aynasında fânileri gösteriyorsun. Biz arslanlarız. Fakat hakiki arslanlar değil, hareketleri zaman zaman esen rüzgârlardan sancak üzerinde dikilmiş arslanlarız. Sancak üzerine işlenmiş bu arslanların hareketleri görünür de, onları hareketlendiren rüzgâr görünmez. O görünmeyen eksik olmasın. Bizim hareketimiz, vücûdumuz Senin vergindir, Senin icadındandır. Âdeme varlık lezzetini tattırdın. Âdemi ezelde kendine âşık etmiştin. Aşk galeyanı iledir ki, bu âlem de zuhura geldi.”
Vahdet-i vücûdu kabul edenlerin, vücûda verdikleri ma'nâ tamamıyla başkadır. Onlar “vücut Allah’tan ibarettir” derken, aklımız ve duyu organlarımızla idrak ettiğimiz her şeyin Allah olmadığını da açıkça beyan ediyorlar, İsmail Gelenbevî “Celâl Hâşiyesi”nde şunları söylüyor: “Vahdet-i vücûd görüşünü şöylece hulâsa edebiliriz: Gerçekte vücûd, vücûdu kendisiyle kâim olan şeydir. Mecazdan hakikat mertebesine yükselen kimseler (tasavvuf erbabı) Allah'dan başka gerçek mevcut olmadığını nazar tarikiyle değil, bedahet yoluyla müşahede etmişlerdir.
Mümkünat mevcuttur demek, vücut onlarla kâimdir ma'nâsına gelmez. Bu söz mümkünatın vücûdunun, kendi zâtıyla kâim olan Allah Taâlâ'ya bir çeşit alâka ile intisapları demektir. Bu alâka Allah'ın "a'yân-ı sâbite"ye tecellisi anında meydana gelir.” (Ferid Kam. Vahdet-i Vücûd, s. 104 -105)
3-Şayet eşya bizatihi kâim olsa —ki bu mümkün değildir—, onların kıyamet gününde Allah Taâlâ'dan müstağni olması gerekir. Gerçi kelâmcıların, kendi zâtıyla kâim sözlerinden muratları, kıyamında renk, koku, hareket, sükûn ve diğer arazlar gibi bir mahalle muhtaç olmadığı fikridir.
“Her şey helak olur, fânidir. Ancak O bakîdir.” (Kasas: 88) âyeti hakkında İmam Gazzâli: “Eşyanın olmadığı gibi, onları meydana getiren unsurların bile sabit vücutları yoktur” der.
4-Vahdet-i vücut fikrini reddedenlerin, vücut hakkındaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:
a) Allah Taâlâ'nın vâcib ve kadîm olan vücûdu,
b) Eşyanın mümkün olan vücûdu. Mümkün ve hadis vücûdun, müstakil bir vücûda sahip olduğu sözü, mutasavvıflarca “şirk-i hafi” (gizli şirk) olarak vasıflandırılmıştır.
5-Vahdet-i vücûd hakkında ileri sürülen hulul ve ittihad endişesi, yine bu mesleği vücûdiyyeye benzetmenin bir neticesi olarak değerlendirmeliyiz. Zira hulul ve ittihad, cinsler arasında olur. Halbuki Allah Taâlâ, cins değildir ki, -cinslere hulul etsin. Ayrıca kadîm olan bir varlığın, hadiste hululü nasıl mümkün olabilir? Hulul arazla cevher veya cevherle cevher arasında gerçekleşebilir amma, Allah Taâlâ –haşa- ne cevher, ne de arazdır.
Hulul ve ittihad mahlûkat arasında bile muhaldir, iki adamın, bir adam olması düşünülemeyeceği gibi, iki ayrı şeyin bir zatta toplanması da mümkün değildir.
O halde Hâlık ile mahlûk, sâni' ile san'at, vâcib ile mümkün birbirinden tamamıyla ayrıdır.
VAHDET-Î VÜCÛDUN FİKİR ve NAZAR YOLUYLA İZAHI:
Vahdet-i vücûdu zevkan yaşayanlar bulunduğu gibi, fikir ve nazar yoluyla anlayıp ifâde edenlerin de bulunabileceğini belirtmiştik.
İmam Gazzâli “Mişkâtü'l – Envâr” adlı eserinde şunları söylüyor:
“Mecaz basamağından, hakikat mertebesine yükselen arifler, Cenâb-ı Hak'dan başka mevcut olmadığını, mâsivanın hakikatte yok olduğunu apaçık görmüşlerdir.” (Ö. Ferid, a.g.e.s. 103)
îmam Gazzâli'nin, hakikat mertebesine yükselen kimselerin bunu anlayabileceğini ifâde etmesi de, gerçekte vahdet-i vücûdun mükâşefe tarikiyle anlaşılabileceğini te'yîd etmektedir.
Aziz b. Muhamraed en-Nesefî de bu görüşü şu tarzda açıklamıştır:
“Vahdet ehli, vücûdun birden fazla olmadığını söylerler ki, o Hakk'ın vücûdudur. Allah Taâlâ'dan başka vücûd yoktur, olması da mümkün değildir.
Vahdet ehlinin bazıları da, vücûdun birden fazla olmadığını ileri sürerek, o vücûdun zahirî ve batını olduğunu da ilâve ederler. Bâtıni bir nurdur ki, o da âlemin ruhudur. Âlem bu nûr ile doludur. Bu nurun sınırı yoktur. O uçsuz bucaksız bir denizdir. Hayat, ilim, irâde, kudret bu nûr ile kâimdir. Eşyanın görmesi, işitmesi, söylemesi, tasarrufu, hareketi bu nurun sayesindedir. Belki her şey bu nurdan ibarettir. Eşyanın tabiatı ve fiilleri bu nurdandır. Her ne kadar eşyanın sıfat ve fulleri bu nurdan ise de, bu nûr birdir. Varlıkların hepsi onun mezahiridir. (göründüğü yer) Bu mezahirin her biri bir pencere gibidir. Bu nurun sıfatı, o pencerelerden zuhur etmiştir. Onun evveli ve sonu yoktur. Onda adem ve fena olmaz. Yeni yeni pencereler peyda olur, eskiyip tekrar toprağa gider, tekrar topraktan zuhur eder. Kendileri doğar, yaşar ve ölür. Zâti kemâllerine ulaşmak için şart olan havas ve güç onlarda kendiliğinden mevcuttur.
Bu nûr kendi kemâlini, esma ve sıfatını, kendi mezahirinde müşa-hade ettiği için, onlara âşıktır. Bundan dolayı âdemin ruhunda kendi cismine âşıktır. Zira ademî cisim, âdemi ruhun sıfatına mazhardır.
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin.
Ruh kendi cismini, kendi cisminde; isim ve sıfatlarını görür. Bu yüzden "Kendini bilen Allah'ı bilir" demişlerdir.”
Nesefî'nin bu izahından sonra mevzuu biraz daha genişletmek gerekiyor. Tasavvuf erbabı "lâ mevcûde illâ Hû" -Allah'dan başka hakiki mevcut yoktur- demişlerdir. Bu söz ile, mevcut olan her şey O'dur demek istemezler. İmam Gazzâli; “Her şey için iki vecih vardır, biri o şeyin zâtına, diğeri de hakikatine aittir. Her şey zâti vechi yönünden ma'dum (yok), Hakk'ın vechi cihetinden mevcuttur. O halde Allah Taâlâ'nın vechinden başka mevcut yoktur.”
“O'ndan başka ne varsa ezelen ve ebeden ma'dumdur” der. (Tasavvuf ve Tarikatlar, Dr.Selçuk Eraydın s.122)
MUTASAVVIFLARIN VAHDET-T VÜCÛDA DELİL OLARAK GÖSTERDİĞİ AYETLER:
1-“Allah ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır.” (ez-Zümer 42)”
“De ki, size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak. Ondan sonra da Rabbinize döndürülüp götürüleceksiniz.” (es-Secde 11)
İkinci âyet ile Allah Taâlâ melekten sadır olan fiili, kendisine nisbet etmiştir. Gerçekte nefisleri öldüren Allah Taâlâ, zahirde ise melektir. Bu melek Allah'ın öldürücü isminin mazharıdır.
2-“Allah kullarından sadır olan tövbeyi kabul etmekte, sadakaları almakta olan ancak kendisidir ve hakikatte tevvâb ve rahim yalnız O'dur.” (et-Tevbe 104)
“Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohumu) haber verin. Onu siz mi biliyorsunuz, yoksa bilenler biz miyiz?” (el-Vâkı'a 63) Beyzavî tefsirinde: “Siz mi bitirirsiniz yahut biz mi bitiririz?” tarzında açıklamıştır. (Kadî, Tefsîr-i Kâdîu. 1285, s. 2/482)
“İçtiğiniz suya dikkat ettiniz mi? Onu bulutlardan yağdıran siz misiniz, yoksa Biz mi?” (el-Vâkı'a: 68) Tefsirlerde, zahirde buluttan yağmuru indiren, onu sıkan rüzgârlardır. Fakat yağmurun asıl sebebi, havada su buharının yoğunlaşmasıdır." (İsmail Fennî, a.g.e. 39)
3-“Bunlar Allah'ın âyetleridir ki, onları Sana hak olarak okuyoruz.” (Bakara: 252)
“Öyleyse biz onu okuduğumuz zaman, Sen onun kıraetine uy.” (el-Kıyâme 18), “0 Kur'ân'ı o çok esirgeyici Allah öğretti” (er-Rahman 1-2) Peygamber (s.a.v.) Efendimize Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini okuyan Cebrail (a.s.) dır. Cebrail, kelâm sıfatının mazharıdır.
4-“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, onu ancak Allah attı.”
Mevlânâ “ve mâ remeyte iz remeyte” hitabının nisbet yönünden olduğunu, beyan edilen nefy ve isbatın yerinde zikredildiğini söylüyor. Yani: “Habibim! O taşları Sen attın, çünkü o taşlar Senin elinde idi. Sen atmadın zira kuvveti Allah verdi. Avuç Senin avucundur ama atış bizdendir. Bu iki nisbetin nefyi de isbâtı da yerindedir.” (Tahiru'l - Mevlevi, a.g.e., s. 2/857)
5-“Sana gerçek surette bîat edenler, Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların eli üstündedir.”(el-Feth: 10)
Bu bîat, İslâm tarihinde “Bîatü'r – Rıdvan” ismiyle anılır. Bindört yüz kadar ashab, Mekke civarında, Hudeybiye köyünde bir ağaç altında Peygamber (s.a.v.) e bîat etmişlerdi. Müfessirler “yedullah” ı, Allah Taâlâ'nın ni'meti, yardımı, kudreti, galebe ve kuvveti diye tevil etmişlerdir. Celâleyn'de: “Allah Taâlâ onların biatlerine muttalîdir ve ondan dolayı kendilerine mükafat verecektir” şeklinde ifâde edilmiştir. (Celâleyn, Tefslru Kur'ani'l - Azim, Mısır, 1955. 2/100)
Mutasavvıflar, bîat esnasında Peygamber (s.a.v.) Efendimizin eli, ashabın elleri üzerinde idi. Allah Taâlâ, O'nun elini kendisine nisbet ederek, kendi kudret ve atâsı durumunda tutuyor. Çünkü Peygamber (s.a,v.) kendi nefsinden fânî ve Rabbiyle bakidir. Allah Taâlâ'nın naibi ve ism-i a'zamın mazharıdır, demişlerdir. Nitekim Mevlânâ: “Allah O'nun elini, kendi eliyle isimlendirdi. -Allah'ın eli, onların eli üzerindedir- âyetini vahyetti” beytiyle bunu ifâde etmiştir. (Tahiru'l - Mevlevi, a.g.esr., s. 2/154)
6-“Andolsun sizi imtihan edeceğiz. Ta ki içinizden mücahidleri, sabır ve sebat edenleri belirtelim.” (Muhammed: 31)
Muhyiddin İbnü'l-Arabî “Fass-ı Lokman”da, bu ilmin zevk ilmi olduğunu söyledikten sonra şu bilgiyi veriyor:
“Cenâb-ı Hak, işin ne hal üzere olduğunu bilmekle beraber, bu âyette kendi nefsini ilim cihetinde müstefîd kıldı. Halbuki Allah Taâlâ'nın kendi nefsi için nass ile bildirdiği bir ilmin inkârına imkân yoktur. Şu halde Allah zevki ilimle mutlak ilim arasını ayırmış oldu. Demek oluyor ki zevkî ilim, ruhanî ve cismânî kuvvetlere bağlıdır... Nisbetler, kendi zatlârıyla bilinirler. O, bütün nisbet, izafet ve sıfatlara sahip olan tek varlıktır.” (Muhyiddin İbnu'l - Arabî. Fusûsu'l - Hıkem, Çev- N. Gençosman, İst. 1871, s- 208)
Yukarıda zikredilen âyetlerin beyânına göre Cenâb-ı Hakk mahlûkattan sadır olan fiilleri, kendisine nisbet etmiştir. Mutasavvıflara göre bunun sebebi, bütün varlıkların Hakk'ın vücuduyla kâim ve O'nda zahir olmasıdır. Hakikatte bu fiillerin ilâhî kudret ile meydana geldiğinde şüphe yoktur. Kudret Allah'ındır. Allah: “Bütün kuvvet ve kudret münhasıran Allah'a aittir” buyurmuştur. (el-Bakara: 165) Allah'ın sıfatı olan kuvvet (kudret) O'nun zâtından ayrılmayacağı cihetle bu kudretin zahir olduğu her yerde, -idrak edemediğimiz- ilâhî zât da mevcuttur. (İsmail Fennî, a.g.esr., s. 41)
7-“O, gökleri ve yerleri Hakk'ın ikametine sebep olarak yarattı.” (en-Nahl: 3)
Tefsirlerde “Hak” kelimesi “abes olmayarak” şeklinde açıklanmıştır. Mutasavvıflara göre “Hak” tan murat vücûdun nurudur. Allah Taâlâ: “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (en-Nûr: 35) buyurmuştur. Nimetullah, İsmail Bursevi ve Abdü'l-Ganî Nablûsî “Hak” kelimesini “vücûd-ı sırf” olarak belirtmişlerdir. (İsmail Fennî. Vahdeti Vücûd ve Muhyiddin Arabî, îst. 1928. s. 43)
8-“Kullarını sana beni sorunca haber ver ki, işte şüphesiz ben yakınımdır.” (el-Bakara: 186)
“Biz O'na (insana) şah damarından daha yalanız.” (Kâf: 116) Müfessirler bu yakınlıklara “ilmi yakınlık” demişlerdir. Bu, sıfatı zâttan ayrı düşünmek ma'nâsına gelmez. Allah Taâlâ'nın zâtını idrak mümkün olmadığı için, bu tarz bir ifâdeye başvurulmuştur. Bir başka âyette şöyle buyrulmuştur: “Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.” (el-Vakıa: 85) Şeyh Abdullah es-Salâhî “Kitabu'l–Vücûd” adlı eserinde, bu yakınlığın gerçekte ilmî bir yakınlık olmadığını, Allah Taâlâ'nın: “Siz göremezsiniz” buyurmasından anlaşıldığını söyler. Şayet ilmî yakınlık olsaydı “bilemezsiniz” buyururdu, der.
9-“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'ndan isterler. O her gün (her an) bir iştedir.” (er-Rahman: 29)
Şe'n: Hal, şan ve iş ma'nâsına gelir. Tefsirlere gör : “O'ndan ister” demek, ihtiyaçlarını O'ndan talep eder demektir. Mümkünat, mümkün olan hakikatleri yönüyle vücuttan ve ona ulaşan kemalâttan mahrumdur. Şayet onlarla, ilâhî inayet arasındaki bağ kesilmiş olsa, vücut bulamazlardı. Muhyiddin İbnü'l - Arabî bu ardı arkası kesilmeyen tecelliye “Halk-ı cedid” ismini vermiştir.
10-“Bütün işler O'na döndürülür.” (Hûd: 123)
Fahri Râzî “Her şey O'na rücu' eder. Mümkünatın başlatıcısı o olduğu gibi, dönüş de O'na olacaktır” der.
İbnü'l-Arabî de şöyle söylüyor: “Hakk âlemin hüviyyeti ve aslı olunca, bütün hükümler sadece O'nda toplanır ve O'ndan zahir olur. Bu da Allah Taâlâ'nın: "Hersey O'na rücu' eder" âyetiyle sabittir. Bu anlayış hakikat ve keşif yoluyla mümkündür.” (İ. Arabî, Fusûsu'l - Hikem, Ter. M. Nuri Gençosman, İst. 1971. s. 183-184)
11-“... O'nun için nereye (hangi semte) döner, yönelirseniz, Allah'ın yüzü (kıblesi) işte oradadır.” (Bakara: 115)
Tefsirlerde “vecih” Allah Taâlâ'nın kıblesi olarak açıklanmıştır.
“Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı bakî kalacaktır.”(er-Rahman:27) âyetindeki “Veche” de zât ma'nâsı verilmiştir. Mutasavvıflara göre her iki âyetteki “Vech” den murat zâttır. Mevlâna “vech”i tecellî olarak tefsir eder. “Hz. Muhammed (s.a.v.) gazap ateşiyle, şehvet dumanından pak olduğu için, her nereye baksa, orada Allah'ın vechinin tecellîsini görürdü” demiştir. (T. Mevlevi, a.g.e., s. 3/1396)
İmam Kâşânî “Te'vilât”ında: “Zahir ve bâtından hangisine teveccüh etseniz, bütün sıfatlarıyla mütecellî olan Allah Taâlâ'nın zâtı oradadır, ne tarafa dönerseniz Allah Taâlâ sizi ihata eder” demiştir.
Sema'-ı Mevlevi gösterdi bende "Semme vechullah"
Ben ol mihraba döndükçe, bu âlem dönse çevrilmem.
a) Netice:
Buraya kadar “vahdet-i vücut hakkında verdiğimiz kısa bilgiden sonra onun mühim noktalarını bir kere daha tekrarlayıp mevzuu tamamlıyoruz.
Tasavvuf erbabına göre vücut birdir. O da vacibü'l-vücûd olan Allah Taâlâ'nın vücûdu ve zâtıdır. Buna “Mutlak vücut, vücûd-ı sırf” isimleri de verilir. Bu vücut şekil, suret, hat, kayıt, parçalanma ve noksanlaşmadan münezzeh olmakla beraber, bizim akıl ve hissimize nispetle birçok suretlerde görünür. İşte mükevvenat bu suretlerden ibarettir. Vücûd-ı sırf asla değişmediği halde, bu suretler her an değişirler. Mutlak vücut bakî olduğu halde, bunlar fânî ve zaildir. Yani Allah Taâlâ'nın sıfatlarına, mükevvenat ayna olmuştur.
Vahdet-i vücut görüşüne karşı çıkanlara göre, Allah Taâlâ'nın vücûdu başka, mükevvenatınki başkadır. Allah'ın vücûdu vâcib ve kadîm, mükevvenatın ise hâdis ve mümkündür. Allah Taâlâ mükevvenatın vücûdunu, kendi vücûduna aykırı olarak yaratmıştır.
Her iki görüşte ayrılık noktası gibi beliren husus, mutasavvıflara göre vücut, kadîm ve vâcib olan Allah Taâlâ'nın vücûdudur; diğerlerine göre ise biri kadîm ve vâcib, öbürü mümkün ve hadis olmak üzere iki vücuttur. “Vacibü'l - Vücûd, mümkünü'l - vücûd.”
Eyle iskât-ı izafât hüviyyet birdir
Nazar-ı ehl-i hakîkatde hakîkat birdir
Vahdet asarıdır eşyadaki reng-i kesret
Hak-şinâsana göre vahdet ü kesret birdir.
a- Vahdet-i vücûd inancından doğan netice :
İsmail Fennî bey, “Vahdet-i vücûd ve Muhyiddin Arabî” isimli esende vahdet-i vücûdu zevkan yaşayanların veya buna bilerek inananların kazançlarını maddeler halinde sıralamıştır:
1-İnsan aklı Allah Taâlâ'yı zâtıyla, idrâkten âcizdir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz müslümanları bu düşünceden men'etmiştir. O’nu biz sadece sıfat mertebesinde anlayabiliriz.
2-“Tevhidi Zat” ile birlikte “Tevhidi sıfat” ve “Tevhidi ef’al” e yükselmek marifet sayesinde meydana gelir.
3-İbadetlerde tam bir ihlas, tevhidin kemali neticesidir. Tarikat ehlinin kalbi keşiflere nail olmasının sebeplerinden birisi de bu kemaldir. Çünkü arif mahmud sıfatların tamamının kendisinin değil, Allah Teâla’nın bilir. Bu düşünceye sahip bir kimsede kibir de düşünülemez. O kendisini müstakil bir varlık görmez.
Bir zerre kalırsa şu semâvata göre arz
Binnisbe demek etmeliyim kendimi yok farz
Sensin getiren gördüğüm eflâki vücûda
Sensin beni meyyal kılan hâk-i sucuda»
(İ. Safa)
4-Müteşabih kabul edilen âyet ve hadislerden birçoğu, müteşabih olmaktan çıkarak, muhkemattan olur. Kâinat Allah Taâlâ'nın esma ve sıfatın görüntüsünden ibaret olunca, Hakk'ın mahluka ait olan fiilleri kendine nisbet etmesinin sebep ve hikmeti anlaşılır.
Meselâ: “Yedullahi fevka eydîhim” (el-Feth: 10) âyetinde “el” den murat, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin elidir. Bîât anında ashaba uzanan O'nun elidir.
5-Ta'zim liemrillah, eş-şefekatü alâ halkülah” dinin gayesidir. İnsanın her kemali Hakk’a nisbet ederek, kendisini “hiç” kabul etmesi en büyük ta'zimdir.
Ayrıca bütün yaratılmışlara, Allah Taâlâ'nın tecellîlerinin zuhur mahalli olarak bakmak, sevgi, hoşgörü, hayır-hanlığı gerçekleştirir.
“Yaradılanı hoş gör yaratandan ötürü”
(Y. Emre)
6-Vahdet-i vücûda inananların, Allah Taâlâ'nın vücût ve tekliğini isbat için delil göstermeye ihtiyaçları yoktur. Zira bu inanç Hakkın vücûdundan başka vücûdu kabul etmez “La mevcude illâ Hû” Ayrıca bu düşünceye, şirk, şirk-i hafî ve ilhad da karışamaz.
7-Vahdet-i vücûd Hakk'a vâsıl olmak için bir vasıtadır.
8-İsbat-ı vâcib için en mukni yol bu düşüncenin mahsulüdür.
Bilhassa günümüzde maddeciliğin bir din halindeki inkişafında, bu düşünceye sahip olanları ikna edecek en güzel yol vahdet-i vücuttur.
Pozitif ilim erbabının hemen hepsi, bütün tabiat olaylarının mahiyeti meçhul bir hakikatin görüntülerinden ibaret olduğunda ittifak halindedir. Sadece içlerinden bazıları, bu şuursuz ve zaruri kanunlara bağladıklarından dolayı dalâlete düşmüşlerdir. Bu gibi kimseler bağlandıkları bu kanunların mahiyyetini idrâkten âciz olduklarını da İtiraf etmektedirler.
Mücerred akıl insanları dalâletten kurtaramamıştır.
“Ben akıldan isterim delâlet Aklım bana gösterir dalâlet”
(Fuzûli)
(Tasavvuf ve Tarikatler, Dr. Selçuk Eraydın 118-133)
.....Mutlak varlık, Allah'ın zatının aynıdır; varlığı, gerçekliği üzerine bir eklenti değildir. Diğer varlıklarda ise durum tersinedir. Nesnelerin varlıkları, gerçeklikleri üzerine bir eklentidir. Çünkü nesnelerin gerçekliği, ezelde Allah'ın ilmindeki beliriş ve biçiminden oluşur. Bu gerçekliğe ayan-ı sabite (sabit gerçeklikler) denir. Sabit gerçeklikler ya da ilmî suretler (suver-i ilmiye) varlığın kokusunu bile almamışlardır. Bu nedenle, bunlara verilen varlık, onların üzerine bir eklentidir. Varlığın Allah'ın sıfatlarından olması düşünülemez. Çünkü bu, varlığın zat ile varlık dışındaki başka bir şeyden oluşması anlamına gelir. Oysa her şey varlığa tabidir, o hiçbir şeye tabi değildir.
Allah'ın varlığı, mutlak varlık olması bakımından bilinemez. Bilinebilecek olan şey, varlık ile var olan biçimlerdir. Allah'ın zatını, tüm belirişlerden (taayyün) aşkınlığı nedeniyle kavramak imkansızsa da varoluşun mertebelerinde (meratib-i vücud) haricî varlık kazanması nedeniyle kavramak mümkündür. İşte tasavvuf yolcuları bu kavrayışın peşindedirler. Evren, Allah'ın varlığıyla var olan ve Allah'ın varlığının aynasında görünen kimi geçici, yok olucu suretlerden ibarettir'. Bunların belirme ve görünüşleri akıl ve duyularla ilintilidir. Nesnelerin gerçeklikleri özleri gereği değil, Allah'ın varlığıyla sabittir. Nesnelerin aslı yokluktur (adem) ve bunlar sürekli bu aslî durumları üzeredirler. Olgunlaşmamış insanların akıl ve duyuları, varlığı nesnelerin bir niteliği olarak algılar. Ama bu yanılsamanın neden olduğu bir yargıdır. Nesneler, diğer bir deyişle Allah'ın varlığında görünen suretler, gerçekte bir hayal ve seraptırlar. Bunların kesif ve hatta varolmuş görünmeleri sadece akıl ve duyulara göredir. Allah bunların hayali olan varlıklarında, bu hayali varlıkların gerçeklikleri nedeniyle görünür. Gerçek varlığa sahip olan kendi zatı ile görünmez. Evren varlık dünyasına çıkmadan önce, Allah'ın zatı ile birlikte başka bir şey olmadığı gibi, şimdi de O'nunla birlikte varolan bir şey yoktur.
Evren gerçek bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Gölge, kendisinin varlık nedeni olan kişi ya da nesnenin varlığından başka bir varlığa sahip olmadığı gibi, evren de Allah'ın varlığından başkâ bir varlığa sahip değildir. Nesnelerin görünen varlığı, hayali bir varlıktır. Nesneler sürekli değişmekte ve bozulmaktadır. Bir anda varmış gibi görünen suretin yerini, bir sonraki an başka bir suret almaktadır. Bu nedenle, insanın nesnelerin gerçekliğine hükmetmesi, duyularının bu sürekli değişimi algılamakta yetersiz kalışındandır. Evrenin varlıkla ilişkisi, su buharı, bulut ve karın su ile ilişkisi gibidir. Bulutun ve karın varlığı, hayali bir varlıktır. Bunların suyun varlığından başka bir varlıkları yoktur. Her biri, suyun bizim duyumlarımıza göre aldığı bir suretten başka bir şey değildir. Hayati olmayan, gerçek olan ise, bunların aslı olan sudur. Çünkü biçimleri değişmiş bile olsa, suya özgü gerçeklikle vardırlar. Eridikleri ya da yoğunlaştıkları zaman, ortada yalnız gerçek olan su kalır.
Vahdet-i vücud öğretisi, varlık hakkındaki temel düşünceye bağlı olarak dinlerin birliği düşüncesini de içerir. Buna göre bütün dinler temelde birdir. Semavî ve beşerî dinler arasında bir fark da yoktur. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın birer tecellisidir, dolayısıyla tapınılan her varlıkta Allah'ın bir tecellisine ibadet edilmektedir. Böylece insanlar gerçekte çeşitli suretlerde görünen rek bir Allah'a ibadet etmektedirler. Bu düşünceye göre; "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın zatı oradadır" (el-Bakara, 2/115) âyeti de buna delalet etmektedir.
Vahdet-i vücud öğretisi, en çok da varlık ve dinlerin birliği düşünceleri nedeniyle bazı mutasavvıflar, birçok İslâm bilgin ve hukukçusu tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Başta İbn Teymiye olmak üzere kimi bilginler daha da ileri giderek İbn Arabî ve izleyicilerini küfürle suçlamışlardır. Suçlamalar doğal olarak savunmayı ve karşı suçlamayı da beraberinde getirmiş ve tartışma, İslâm bilginlerinin büyük bir bölümünün susmayı yeğlemelerine karşılık, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Konu günümüzde de canlılığım korumakta, özellikle akademik düzeyde tartışma sürmektedir.
(Şamil İslam Ans. Ahmet ÖZALP)
TASAVVUF-TARİKATLAR...SADABATNET |
|
VAHDETİ VÜCUD |
VAHDETİ VÜCÛD
Yüzyıllardır İslam dünyasında Tarikat ehliyle ilim ehli arasındaki ihtilaflı konulardan birisi de Vahdeti Vücud meselesidir. Vahdeti Vücudun en büyük temsilcisi Muhyiddini Arabi ve Mevlanadır. Bu görüşü kabul edenler: İbni Kemal, Bosnalı Abdullah Ef., Ebu's-Suud Ef., Abdulgani Nablusi, Gelenbevi ve Katip Çelebidir. Zaman zaman tekke ehli ile medrese ehli arasında ciddi tartışmalara neden olan konu, şu merkezde cereyan etmiştir:
Vahdet-i Vücud: Bir bilme, Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak. Şuhudi tevhidde, yani Vahdeti Şuhudda salikin her şeyi bir görmesi geçicidir, birlik bilgide değil görmededir. Vahdeti Vücuda ise, birlik bilgidedir. Yani sâlik gerçek varlığın bir tane olduğunu, bunun da Hakk'ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O'nun tecellîlerinden başka hiç bir şeyin hakîki bir varlığı olmadığını bilir. Ancak vahdet-i vücûd ehli bu bilgiye nazarî olarak değil, yaşayarak ve manevî tecrübe ile ulaşır. Bunun böyle olduğunu başka bir yoldan bilmenin bir değeri de yoktur (bk: Affifî, et-Tasavvuf sevretü'r rûhiyye fi'l-İslâm, İskenderiye 1963, 178-200). Vahdet ehli için önemli olan varlık konusu, varlığın bir oluşu meselesidir. Halbuki vahdetin diğer şeklerinden öne çıkarılan Allah’ın birliğidir. Vahdette kesret- Kesrette vahdet: Birlikte Çokluk-Çoklukta Birlik. Vahdet ehline göre vahdet gerçek, kesret hayaldir. Bir olan varlığın çok görünmesi sadece bir görünüş meselesidir. Gerçek sûfi çoklukta birliği görür.(Tasavvufi Terimleri Sözlüğü, Prof. Süleyman Uludağ, 553)
Vahdet-i vücûda muarız olan kimseler, bu fikri, panteizm (vahdet-i mevcut) görüşüne yakın, hattâ aynı kabul etmişlerdir. Panteizm çok iyi tahlil edildiği takdirde, her iki görüşün birbirinden çok farklı olduğu kolayca ortaya çıkar.
Meselâ bir bardak deniz suyu ile, bir bardakta menba suyunu, masanın üzerine koysak, karşıdan her iki bardağa bakanlar, aralarında bir fark olabileceğine ihtimal vermezler. Bardaklara yaklaştıkça fark biraz olsun belirebilir. Fakat sular içildiğinde mesele iyice anlaşılmış olur.
Bu kısa bilgiyi verdikten sonra, önce vahdet-i vücûdun aklen ispatıyla ilgili mütalâaları zikredip, daha sonra şer'î delillerle izahına çalışacağız.
VAHDET-İ VÜCÛDU AKLEN İSBAT İLE ALÂKALI MÜTALÂALAR:
1-Bir şeyin hiçten meydana gelmesi mümteni' olduğu için, mahlûkâtın da Hakk'ın vücuduyla var olması, yani O'nun esma ve sıfat tecellîlerinin tezahürlerinden ibaret bulunması gerekir.
Muhammed Abduh “Risaletü'l – Varidat” adlı kitabında bu hususta şu bilgileri veriyor: “Bir şeyin -mutlak ma'nada- yoktan var olması mümkün değildir. Mümkün olan varlıkların hepsi bir illete muhtaçtır. Bu illet o varlıktan tamamıyla ayrı değildir, bu illet mümkün olmayan varlıkta son bulur ki o da bizatihi mevcut olan mutlak vücuttur. Her mukayyet varlık O'na muhtaçtır. O ise kayıtların nihayeti ve merciidir. Bütün iş O'na döner.” (Hud 123)
Aynı eserde, vücûdun birden fazla olmasının mümkün olamayacağı da şu cümlelerle belirtilmiştir:
“Vücûdu iki kabul ettiğimiz takdirde şu meseleler ortaya çıkabilir:
a) Bu iki vücut arasında da ayrılık yoktur ki, o takdirde ikisinin bir olması gerekir, bu da mümteni'dir.
b) Bu iki vücut arasında ayrılık vardır dersek, bu ayrılık ya her ikisine ayları bir vücut ile olur ki, o takdirde iki vücuttan farklı olanı aramamız icab eder. Böyle bir mukayesede teselsül hâsıl olacağından bu da imkânsızdır.
c) Bu ayrılık âdem (yokluk) ile olabilir. Bu durumda vücutla ademi (varlıkla - yokluğu) ayıran bir özelliğin mevcudiyeti gerekir. Hâlbuki âdemin zâtında bir temeyyüz (ayrı oluş) yoktur. O halde bu da imkânsızdır.
Şu halde tek olan, gerçek vücuttan başka vücut yoktur, her şey onun nisbetleridir.
Allah’tan başka bütün varlıkların vücudu mecazi ve itibaridir.
“Kâinatta ne varsa hepsi vehim ve hayaldir. Ya aynalardaki akislerdir, ya da gölgeler gibidir.” (Mevlânâ Cami)
Hakk'ın zatından başka varlıklar izafî ve itibarî olunca, eşyanın hakikat yönünden ma'dum olmaları zarurîdir.
2-Şayet mümkün olan varlıkların, Hakk'ın vücûdundan başka bir vücûdu olduğunu düşünürsek, bu vücûdun Allah Taâlâ'nın vücûdunu tahdit etmesi gerekirdi. Allah Taâlâ'nın vücûdu cisim değildir ki, O'nu mahlûkâtın vücûdu tahdid edebilsin, denilebilir. Fakat hiç şüphesiz Allah Taâlâ mücerred bir ma'nadan ibaret değildir. Kur'ân-ı Kerim’de: “Biz ona (insana) yakın olan şah damarlarından daha yakınız.” (Kaf: 16) “Her nerede olursanız O sizinle beraberdir.” (Hadid: 4) buyrulmuştur. Mutasavvıfların bir kısmına göre bu zatî yakınlık ve zatî beraberliktir. Sıfat, zâtından ayrı düşünülemez. Müfessirlerin bu yakınlık ve beraberliği ilmî yakınlık ve beraberlik olarak ifâdeleri zât hakkındaki bilginin yokluğundandır.
Mümkünatın kendi nefislerine nazaran vücutları yoktur, âlem binefsihî ma'dumdur. Bu hususta, Mevlânâ şunları söylemiştir:
“Ey ruhumuzun ruhu! Biz kim oluyoruz İd kendimize vücut verelim de, Seninle ortaya çıkalım. Biz, bir alay hiçleriz. Bizim varlığımız da hiçtir. Sen mutlak bir vücutsun İd zuhur aynasında fânileri gösteriyorsun. Biz arslanlarız. Fakat hakiki arslanlar değil, hareketleri zaman zaman esen rüzgârlardan sancak üzerinde dikilmiş arslanlarız. Sancak üzerine işlenmiş bu arslanların hareketleri görünür de, onları hareketlendiren rüzgâr görünmez. O görünmeyen eksik olmasın. Bizim hareketimiz, vücûdumuz Senin vergindir, Senin icadındandır. Âdeme varlık lezzetini tattırdın. Âdemi ezelde kendine âşık etmiştin. Aşk galeyanı iledir ki, bu âlem de zuhura geldi.”
Vahdet-i vücûdu kabul edenlerin, vücûda verdikleri ma'nâ tamamıyla başkadır. Onlar “vücut Allah’tan ibarettir” derken, aklımız ve duyu organlarımızla idrak ettiğimiz her şeyin Allah olmadığını da açıkça beyan ediyorlar, İsmail Gelenbevî “Celâl Hâşiyesi”nde şunları söylüyor: “Vahdet-i vücûd görüşünü şöylece hulâsa edebiliriz: Gerçekte vücûd, vücûdu kendisiyle kâim olan şeydir. Mecazdan hakikat mertebesine yükselen kimseler (tasavvuf erbabı) Allah'dan başka gerçek mevcut olmadığını nazar tarikiyle değil, bedahet yoluyla müşahede etmişlerdir.
Mümkünat mevcuttur demek, vücut onlarla kâimdir ma'nâsına gelmez. Bu söz mümkünatın vücûdunun, kendi zâtıyla kâim olan Allah Taâlâ'ya bir çeşit alâka ile intisapları demektir. Bu alâka Allah'ın "a'yân-ı sâbite"ye tecellisi anında meydana gelir.” (Ferid Kam. Vahdet-i Vücûd, s. 104 -105)
3-Şayet eşya bizatihi kâim olsa —ki bu mümkün değildir—, onların kıyamet gününde Allah Taâlâ'dan müstağni olması gerekir. Gerçi kelâmcıların, kendi zâtıyla kâim sözlerinden muratları, kıyamında renk, koku, hareket, sükûn ve diğer arazlar gibi bir mahalle muhtaç olmadığı fikridir.
“Her şey helak olur, fânidir. Ancak O bakîdir.” (Kasas: 88) âyeti hakkında İmam Gazzâli: “Eşyanın olmadığı gibi, onları meydana getiren unsurların bile sabit vücutları yoktur” der.
4-Vahdet-i vücut fikrini reddedenlerin, vücut hakkındaki görüşlerini şöylece özetleyebiliriz:
a) Allah Taâlâ'nın vâcib ve kadîm olan vücûdu,
b) Eşyanın mümkün olan vücûdu. Mümkün ve hadis vücûdun, müstakil bir vücûda sahip olduğu sözü, mutasavvıflarca “şirk-i hafi” (gizli şirk) olarak vasıflandırılmıştır.
5-Vahdet-i vücûd hakkında ileri sürülen hulul ve ittihad endişesi, yine bu mesleği vücûdiyyeye benzetmenin bir neticesi olarak değerlendirmeliyiz. Zira hulul ve ittihad, cinsler arasında olur. Halbuki Allah Taâlâ, cins değildir ki, -cinslere hulul etsin. Ayrıca kadîm olan bir varlığın, hadiste hululü nasıl mümkün olabilir? Hulul arazla cevher veya cevherle cevher arasında gerçekleşebilir amma, Allah Taâlâ –haşa- ne cevher, ne de arazdır.
Hulul ve ittihad mahlûkat arasında bile muhaldir, iki adamın, bir adam olması düşünülemeyeceği gibi, iki ayrı şeyin bir zatta toplanması da mümkün değildir.
O halde Hâlık ile mahlûk, sâni' ile san'at, vâcib ile mümkün birbirinden tamamıyla ayrıdır.
VAHDET-Î VÜCÛDUN FİKİR ve NAZAR YOLUYLA İZAHI:
Vahdet-i vücûdu zevkan yaşayanlar bulunduğu gibi, fikir ve nazar yoluyla anlayıp ifâde edenlerin de bulunabileceğini belirtmiştik.
İmam Gazzâli “Mişkâtü'l – Envâr” adlı eserinde şunları söylüyor:
“Mecaz basamağından, hakikat mertebesine yükselen arifler, Cenâb-ı Hak'dan başka mevcut olmadığını, mâsivanın hakikatte yok olduğunu apaçık görmüşlerdir.” (Ö. Ferid, a.g.e.s. 103)
îmam Gazzâli'nin, hakikat mertebesine yükselen kimselerin bunu anlayabileceğini ifâde etmesi de, gerçekte vahdet-i vücûdun mükâşefe tarikiyle anlaşılabileceğini te'yîd etmektedir.
Aziz b. Muhamraed en-Nesefî de bu görüşü şu tarzda açıklamıştır:
“Vahdet ehli, vücûdun birden fazla olmadığını söylerler ki, o Hakk'ın vücûdudur. Allah Taâlâ'dan başka vücûd yoktur, olması da mümkün değildir.
Vahdet ehlinin bazıları da, vücûdun birden fazla olmadığını ileri sürerek, o vücûdun zahirî ve batını olduğunu da ilâve ederler. Bâtıni bir nurdur ki, o da âlemin ruhudur. Âlem bu nûr ile doludur. Bu nurun sınırı yoktur. O uçsuz bucaksız bir denizdir. Hayat, ilim, irâde, kudret bu nûr ile kâimdir. Eşyanın görmesi, işitmesi, söylemesi, tasarrufu, hareketi bu nurun sayesindedir. Belki her şey bu nurdan ibarettir. Eşyanın tabiatı ve fiilleri bu nurdandır. Her ne kadar eşyanın sıfat ve fulleri bu nurdan ise de, bu nûr birdir. Varlıkların hepsi onun mezahiridir. (göründüğü yer) Bu mezahirin her biri bir pencere gibidir. Bu nurun sıfatı, o pencerelerden zuhur etmiştir. Onun evveli ve sonu yoktur. Onda adem ve fena olmaz. Yeni yeni pencereler peyda olur, eskiyip tekrar toprağa gider, tekrar topraktan zuhur eder. Kendileri doğar, yaşar ve ölür. Zâti kemâllerine ulaşmak için şart olan havas ve güç onlarda kendiliğinden mevcuttur.
Bu nûr kendi kemâlini, esma ve sıfatını, kendi mezahirinde müşa-hade ettiği için, onlara âşıktır. Bundan dolayı âdemin ruhunda kendi cismine âşıktır. Zira ademî cisim, âdemi ruhun sıfatına mazhardır.
Kendi hüsnün hûblar şeklinde peyda eyledin
Çeşm-i âşıktan dönüp sonra temaşa eyledin.
Ruh kendi cismini, kendi cisminde; isim ve sıfatlarını görür. Bu yüzden "Kendini bilen Allah'ı bilir" demişlerdir.”
Nesefî'nin bu izahından sonra mevzuu biraz daha genişletmek gerekiyor. Tasavvuf erbabı "lâ mevcûde illâ Hû" -Allah'dan başka hakiki mevcut yoktur- demişlerdir. Bu söz ile, mevcut olan her şey O'dur demek istemezler. İmam Gazzâli; “Her şey için iki vecih vardır, biri o şeyin zâtına, diğeri de hakikatine aittir. Her şey zâti vechi yönünden ma'dum (yok), Hakk'ın vechi cihetinden mevcuttur. O halde Allah Taâlâ'nın vechinden başka mevcut yoktur.”
“O'ndan başka ne varsa ezelen ve ebeden ma'dumdur” der. (Tasavvuf ve Tarikatlar, Dr.Selçuk Eraydın s.122)
MUTASAVVIFLARIN VAHDET-T VÜCÛDA DELİL OLARAK GÖSTERDİĞİ AYETLER:
1-“Allah ölümü zamanında, ölmeyenin de uykusunda ruhlarını alır.” (ez-Zümer 42)”
“De ki, size müvekkel olan ölüm meleği canınızı alacak. Ondan sonra da Rabbinize döndürülüp götürüleceksiniz.” (es-Secde 11)
İkinci âyet ile Allah Taâlâ melekten sadır olan fiili, kendisine nisbet etmiştir. Gerçekte nefisleri öldüren Allah Taâlâ, zahirde ise melektir. Bu melek Allah'ın öldürücü isminin mazharıdır.
2-“Allah kullarından sadır olan tövbeyi kabul etmekte, sadakaları almakta olan ancak kendisidir ve hakikatte tevvâb ve rahim yalnız O'dur.” (et-Tevbe 104)
“Şimdi bana ekmekte olduğunuz (tohumu) haber verin. Onu siz mi biliyorsunuz, yoksa bilenler biz miyiz?” (el-Vâkı'a 63) Beyzavî tefsirinde: “Siz mi bitirirsiniz yahut biz mi bitiririz?” tarzında açıklamıştır. (Kadî, Tefsîr-i Kâdîu. 1285, s. 2/482)
“İçtiğiniz suya dikkat ettiniz mi? Onu bulutlardan yağdıran siz misiniz, yoksa Biz mi?” (el-Vâkı'a: 68) Tefsirlerde, zahirde buluttan yağmuru indiren, onu sıkan rüzgârlardır. Fakat yağmurun asıl sebebi, havada su buharının yoğunlaşmasıdır." (İsmail Fennî, a.g.e. 39)
3-“Bunlar Allah'ın âyetleridir ki, onları Sana hak olarak okuyoruz.” (Bakara: 252)
“Öyleyse biz onu okuduğumuz zaman, Sen onun kıraetine uy.” (el-Kıyâme 18), “0 Kur'ân'ı o çok esirgeyici Allah öğretti” (er-Rahman 1-2) Peygamber (s.a.v.) Efendimize Kur'ân-ı Kerîm âyetlerini okuyan Cebrail (a.s.) dır. Cebrail, kelâm sıfatının mazharıdır.
4-“Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, onu ancak Allah attı.”
Mevlânâ “ve mâ remeyte iz remeyte” hitabının nisbet yönünden olduğunu, beyan edilen nefy ve isbatın yerinde zikredildiğini söylüyor. Yani: “Habibim! O taşları Sen attın, çünkü o taşlar Senin elinde idi. Sen atmadın zira kuvveti Allah verdi. Avuç Senin avucundur ama atış bizdendir. Bu iki nisbetin nefyi de isbâtı da yerindedir.” (Tahiru'l - Mevlevi, a.g.e., s. 2/857)
5-“Sana gerçek surette bîat edenler, Allah'a bîat etmiş olurlar. Allah'ın eli, onların eli üstündedir.”(el-Feth: 10)
Bu bîat, İslâm tarihinde “Bîatü'r – Rıdvan” ismiyle anılır. Bindört yüz kadar ashab, Mekke civarında, Hudeybiye köyünde bir ağaç altında Peygamber (s.a.v.) e bîat etmişlerdi. Müfessirler “yedullah” ı, Allah Taâlâ'nın ni'meti, yardımı, kudreti, galebe ve kuvveti diye tevil etmişlerdir. Celâleyn'de: “Allah Taâlâ onların biatlerine muttalîdir ve ondan dolayı kendilerine mükafat verecektir” şeklinde ifâde edilmiştir. (Celâleyn, Tefslru Kur'ani'l - Azim, Mısır, 1955. 2/100)
Mutasavvıflar, bîat esnasında Peygamber (s.a.v.) Efendimizin eli, ashabın elleri üzerinde idi. Allah Taâlâ, O'nun elini kendisine nisbet ederek, kendi kudret ve atâsı durumunda tutuyor. Çünkü Peygamber (s.a,v.) kendi nefsinden fânî ve Rabbiyle bakidir. Allah Taâlâ'nın naibi ve ism-i a'zamın mazharıdır, demişlerdir. Nitekim Mevlânâ: “Allah O'nun elini, kendi eliyle isimlendirdi. -Allah'ın eli, onların eli üzerindedir- âyetini vahyetti” beytiyle bunu ifâde etmiştir. (Tahiru'l - Mevlevi, a.g.esr., s. 2/154)
6-“Andolsun sizi imtihan edeceğiz. Ta ki içinizden mücahidleri, sabır ve sebat edenleri belirtelim.” (Muhammed: 31)
Muhyiddin İbnü'l-Arabî “Fass-ı Lokman”da, bu ilmin zevk ilmi olduğunu söyledikten sonra şu bilgiyi veriyor:
“Cenâb-ı Hak, işin ne hal üzere olduğunu bilmekle beraber, bu âyette kendi nefsini ilim cihetinde müstefîd kıldı. Halbuki Allah Taâlâ'nın kendi nefsi için nass ile bildirdiği bir ilmin inkârına imkân yoktur. Şu halde Allah zevki ilimle mutlak ilim arasını ayırmış oldu. Demek oluyor ki zevkî ilim, ruhanî ve cismânî kuvvetlere bağlıdır... Nisbetler, kendi zatlârıyla bilinirler. O, bütün nisbet, izafet ve sıfatlara sahip olan tek varlıktır.” (Muhyiddin İbnu'l - Arabî. Fusûsu'l - Hıkem, Çev- N. Gençosman, İst. 1871, s- 208)
Yukarıda zikredilen âyetlerin beyânına göre Cenâb-ı Hakk mahlûkattan sadır olan fiilleri, kendisine nisbet etmiştir. Mutasavvıflara göre bunun sebebi, bütün varlıkların Hakk'ın vücuduyla kâim ve O'nda zahir olmasıdır. Hakikatte bu fiillerin ilâhî kudret ile meydana geldiğinde şüphe yoktur. Kudret Allah'ındır. Allah: “Bütün kuvvet ve kudret münhasıran Allah'a aittir” buyurmuştur. (el-Bakara: 165) Allah'ın sıfatı olan kuvvet (kudret) O'nun zâtından ayrılmayacağı cihetle bu kudretin zahir olduğu her yerde, -idrak edemediğimiz- ilâhî zât da mevcuttur. (İsmail Fennî, a.g.esr., s. 41)
7-“O, gökleri ve yerleri Hakk'ın ikametine sebep olarak yarattı.” (en-Nahl: 3)
Tefsirlerde “Hak” kelimesi “abes olmayarak” şeklinde açıklanmıştır. Mutasavvıflara göre “Hak” tan murat vücûdun nurudur. Allah Taâlâ: “Allah göklerin ve yerin nurudur.” (en-Nûr: 35) buyurmuştur. Nimetullah, İsmail Bursevi ve Abdü'l-Ganî Nablûsî “Hak” kelimesini “vücûd-ı sırf” olarak belirtmişlerdir. (İsmail Fennî. Vahdeti Vücûd ve Muhyiddin Arabî, îst. 1928. s. 43)
8-“Kullarını sana beni sorunca haber ver ki, işte şüphesiz ben yakınımdır.” (el-Bakara: 186)
“Biz O'na (insana) şah damarından daha yalanız.” (Kâf: 116) Müfessirler bu yakınlıklara “ilmi yakınlık” demişlerdir. Bu, sıfatı zâttan ayrı düşünmek ma'nâsına gelmez. Allah Taâlâ'nın zâtını idrak mümkün olmadığı için, bu tarz bir ifâdeye başvurulmuştur. Bir başka âyette şöyle buyrulmuştur: “Biz ona sizden daha yakınız, fakat siz göremezsiniz.” (el-Vakıa: 85) Şeyh Abdullah es-Salâhî “Kitabu'l–Vücûd” adlı eserinde, bu yakınlığın gerçekte ilmî bir yakınlık olmadığını, Allah Taâlâ'nın: “Siz göremezsiniz” buyurmasından anlaşıldığını söyler. Şayet ilmî yakınlık olsaydı “bilemezsiniz” buyururdu, der.
9-“Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'ndan isterler. O her gün (her an) bir iştedir.” (er-Rahman: 29)
Şe'n: Hal, şan ve iş ma'nâsına gelir. Tefsirlere gör : “O'ndan ister” demek, ihtiyaçlarını O'ndan talep eder demektir. Mümkünat, mümkün olan hakikatleri yönüyle vücuttan ve ona ulaşan kemalâttan mahrumdur. Şayet onlarla, ilâhî inayet arasındaki bağ kesilmiş olsa, vücut bulamazlardı. Muhyiddin İbnü'l - Arabî bu ardı arkası kesilmeyen tecelliye “Halk-ı cedid” ismini vermiştir.
10-“Bütün işler O'na döndürülür.” (Hûd: 123)
Fahri Râzî “Her şey O'na rücu' eder. Mümkünatın başlatıcısı o olduğu gibi, dönüş de O'na olacaktır” der.
İbnü'l-Arabî de şöyle söylüyor: “Hakk âlemin hüviyyeti ve aslı olunca, bütün hükümler sadece O'nda toplanır ve O'ndan zahir olur. Bu da Allah Taâlâ'nın: "Hersey O'na rücu' eder" âyetiyle sabittir. Bu anlayış hakikat ve keşif yoluyla mümkündür.” (İ. Arabî, Fusûsu'l - Hikem, Ter. M. Nuri Gençosman, İst. 1971. s. 183-184)
11-“... O'nun için nereye (hangi semte) döner, yönelirseniz, Allah'ın yüzü (kıblesi) işte oradadır.” (Bakara: 115)
Tefsirlerde “vecih” Allah Taâlâ'nın kıblesi olarak açıklanmıştır.
“Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zâtı bakî kalacaktır.”(er-Rahman:27) âyetindeki “Veche” de zât ma'nâsı verilmiştir. Mutasavvıflara göre her iki âyetteki “Vech” den murat zâttır. Mevlâna “vech”i tecellî olarak tefsir eder. “Hz. Muhammed (s.a.v.) gazap ateşiyle, şehvet dumanından pak olduğu için, her nereye baksa, orada Allah'ın vechinin tecellîsini görürdü” demiştir. (T. Mevlevi, a.g.e., s. 3/1396)
İmam Kâşânî “Te'vilât”ında: “Zahir ve bâtından hangisine teveccüh etseniz, bütün sıfatlarıyla mütecellî olan Allah Taâlâ'nın zâtı oradadır, ne tarafa dönerseniz Allah Taâlâ sizi ihata eder” demiştir.
Sema'-ı Mevlevi gösterdi bende "Semme vechullah"
Ben ol mihraba döndükçe, bu âlem dönse çevrilmem.
a) Netice:
Buraya kadar “vahdet-i vücut hakkında verdiğimiz kısa bilgiden sonra onun mühim noktalarını bir kere daha tekrarlayıp mevzuu tamamlıyoruz.
Tasavvuf erbabına göre vücut birdir. O da vacibü'l-vücûd olan Allah Taâlâ'nın vücûdu ve zâtıdır. Buna “Mutlak vücut, vücûd-ı sırf” isimleri de verilir. Bu vücut şekil, suret, hat, kayıt, parçalanma ve noksanlaşmadan münezzeh olmakla beraber, bizim akıl ve hissimize nispetle birçok suretlerde görünür. İşte mükevvenat bu suretlerden ibarettir. Vücûd-ı sırf asla değişmediği halde, bu suretler her an değişirler. Mutlak vücut bakî olduğu halde, bunlar fânî ve zaildir. Yani Allah Taâlâ'nın sıfatlarına, mükevvenat ayna olmuştur.
Vahdet-i vücut görüşüne karşı çıkanlara göre, Allah Taâlâ'nın vücûdu başka, mükevvenatınki başkadır. Allah'ın vücûdu vâcib ve kadîm, mükevvenatın ise hâdis ve mümkündür. Allah Taâlâ mükevvenatın vücûdunu, kendi vücûduna aykırı olarak yaratmıştır.
Her iki görüşte ayrılık noktası gibi beliren husus, mutasavvıflara göre vücut, kadîm ve vâcib olan Allah Taâlâ'nın vücûdudur; diğerlerine göre ise biri kadîm ve vâcib, öbürü mümkün ve hadis olmak üzere iki vücuttur. “Vacibü'l - Vücûd, mümkünü'l - vücûd.”
Eyle iskât-ı izafât hüviyyet birdir
Nazar-ı ehl-i hakîkatde hakîkat birdir
Vahdet asarıdır eşyadaki reng-i kesret
Hak-şinâsana göre vahdet ü kesret birdir.
a- Vahdet-i vücûd inancından doğan netice :
İsmail Fennî bey, “Vahdet-i vücûd ve Muhyiddin Arabî” isimli esende vahdet-i vücûdu zevkan yaşayanların veya buna bilerek inananların kazançlarını maddeler halinde sıralamıştır:
1-İnsan aklı Allah Taâlâ'yı zâtıyla, idrâkten âcizdir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz müslümanları bu düşünceden men'etmiştir. O’nu biz sadece sıfat mertebesinde anlayabiliriz.
2-“Tevhidi Zat” ile birlikte “Tevhidi sıfat” ve “Tevhidi ef’al” e yükselmek marifet sayesinde meydana gelir.
3-İbadetlerde tam bir ihlas, tevhidin kemali neticesidir. Tarikat ehlinin kalbi keşiflere nail olmasının sebeplerinden birisi de bu kemaldir. Çünkü arif mahmud sıfatların tamamının kendisinin değil, Allah Teâla’nın bilir. Bu düşünceye sahip bir kimsede kibir de düşünülemez. O kendisini müstakil bir varlık görmez.
Bir zerre kalırsa şu semâvata göre arz
Binnisbe demek etmeliyim kendimi yok farz
Sensin getiren gördüğüm eflâki vücûda
Sensin beni meyyal kılan hâk-i sucuda»
(İ. Safa)
4-Müteşabih kabul edilen âyet ve hadislerden birçoğu, müteşabih olmaktan çıkarak, muhkemattan olur. Kâinat Allah Taâlâ'nın esma ve sıfatın görüntüsünden ibaret olunca, Hakk'ın mahluka ait olan fiilleri kendine nisbet etmesinin sebep ve hikmeti anlaşılır.
Meselâ: “Yedullahi fevka eydîhim” (el-Feth: 10) âyetinde “el” den murat, Peygamber (s.a.v.) Efendimizin elidir. Bîât anında ashaba uzanan O'nun elidir.
5-Ta'zim liemrillah, eş-şefekatü alâ halkülah” dinin gayesidir. İnsanın her kemali Hakk’a nisbet ederek, kendisini “hiç” kabul etmesi en büyük ta'zimdir.
Ayrıca bütün yaratılmışlara, Allah Taâlâ'nın tecellîlerinin zuhur mahalli olarak bakmak, sevgi, hoşgörü, hayır-hanlığı gerçekleştirir.
“Yaradılanı hoş gör yaratandan ötürü”
(Y. Emre)
6-Vahdet-i vücûda inananların, Allah Taâlâ'nın vücût ve tekliğini isbat için delil göstermeye ihtiyaçları yoktur. Zira bu inanç Hakkın vücûdundan başka vücûdu kabul etmez “La mevcude illâ Hû” Ayrıca bu düşünceye, şirk, şirk-i hafî ve ilhad da karışamaz.
7-Vahdet-i vücûd Hakk'a vâsıl olmak için bir vasıtadır.
8-İsbat-ı vâcib için en mukni yol bu düşüncenin mahsulüdür.
Bilhassa günümüzde maddeciliğin bir din halindeki inkişafında, bu düşünceye sahip olanları ikna edecek en güzel yol vahdet-i vücuttur.
Pozitif ilim erbabının hemen hepsi, bütün tabiat olaylarının mahiyeti meçhul bir hakikatin görüntülerinden ibaret olduğunda ittifak halindedir. Sadece içlerinden bazıları, bu şuursuz ve zaruri kanunlara bağladıklarından dolayı dalâlete düşmüşlerdir. Bu gibi kimseler bağlandıkları bu kanunların mahiyyetini idrâkten âciz olduklarını da İtiraf etmektedirler.
Mücerred akıl insanları dalâletten kurtaramamıştır.
“Ben akıldan isterim delâlet Aklım bana gösterir dalâlet”
(Fuzûli)
(Tasavvuf ve Tarikatler, Dr. Selçuk Eraydın 118-133)
.....Mutlak varlık, Allah'ın zatının aynıdır; varlığı, gerçekliği üzerine bir eklenti değildir. Diğer varlıklarda ise durum tersinedir. Nesnelerin varlıkları, gerçeklikleri üzerine bir eklentidir. Çünkü nesnelerin gerçekliği, ezelde Allah'ın ilmindeki beliriş ve biçiminden oluşur. Bu gerçekliğe ayan-ı sabite (sabit gerçeklikler) denir. Sabit gerçeklikler ya da ilmî suretler (suver-i ilmiye) varlığın kokusunu bile almamışlardır. Bu nedenle, bunlara verilen varlık, onların üzerine bir eklentidir. Varlığın Allah'ın sıfatlarından olması düşünülemez. Çünkü bu, varlığın zat ile varlık dışındaki başka bir şeyden oluşması anlamına gelir. Oysa her şey varlığa tabidir, o hiçbir şeye tabi değildir.
Allah'ın varlığı, mutlak varlık olması bakımından bilinemez. Bilinebilecek olan şey, varlık ile var olan biçimlerdir. Allah'ın zatını, tüm belirişlerden (taayyün) aşkınlığı nedeniyle kavramak imkansızsa da varoluşun mertebelerinde (meratib-i vücud) haricî varlık kazanması nedeniyle kavramak mümkündür. İşte tasavvuf yolcuları bu kavrayışın peşindedirler. Evren, Allah'ın varlığıyla var olan ve Allah'ın varlığının aynasında görünen kimi geçici, yok olucu suretlerden ibarettir'. Bunların belirme ve görünüşleri akıl ve duyularla ilintilidir. Nesnelerin gerçeklikleri özleri gereği değil, Allah'ın varlığıyla sabittir. Nesnelerin aslı yokluktur (adem) ve bunlar sürekli bu aslî durumları üzeredirler. Olgunlaşmamış insanların akıl ve duyuları, varlığı nesnelerin bir niteliği olarak algılar. Ama bu yanılsamanın neden olduğu bir yargıdır. Nesneler, diğer bir deyişle Allah'ın varlığında görünen suretler, gerçekte bir hayal ve seraptırlar. Bunların kesif ve hatta varolmuş görünmeleri sadece akıl ve duyulara göredir. Allah bunların hayali olan varlıklarında, bu hayali varlıkların gerçeklikleri nedeniyle görünür. Gerçek varlığa sahip olan kendi zatı ile görünmez. Evren varlık dünyasına çıkmadan önce, Allah'ın zatı ile birlikte başka bir şey olmadığı gibi, şimdi de O'nunla birlikte varolan bir şey yoktur.
Evren gerçek bir varlık değil, gölge bir varlıktır. Gölge, kendisinin varlık nedeni olan kişi ya da nesnenin varlığından başka bir varlığa sahip olmadığı gibi, evren de Allah'ın varlığından başkâ bir varlığa sahip değildir. Nesnelerin görünen varlığı, hayali bir varlıktır. Nesneler sürekli değişmekte ve bozulmaktadır. Bir anda varmış gibi görünen suretin yerini, bir sonraki an başka bir suret almaktadır. Bu nedenle, insanın nesnelerin gerçekliğine hükmetmesi, duyularının bu sürekli değişimi algılamakta yetersiz kalışındandır. Evrenin varlıkla ilişkisi, su buharı, bulut ve karın su ile ilişkisi gibidir. Bulutun ve karın varlığı, hayali bir varlıktır. Bunların suyun varlığından başka bir varlıkları yoktur. Her biri, suyun bizim duyumlarımıza göre aldığı bir suretten başka bir şey değildir. Hayati olmayan, gerçek olan ise, bunların aslı olan sudur. Çünkü biçimleri değişmiş bile olsa, suya özgü gerçeklikle vardırlar. Eridikleri ya da yoğunlaştıkları zaman, ortada yalnız gerçek olan su kalır.
Vahdet-i vücud öğretisi, varlık hakkındaki temel düşünceye bağlı olarak dinlerin birliği düşüncesini de içerir. Buna göre bütün dinler temelde birdir. Semavî ve beşerî dinler arasında bir fark da yoktur. Çünkü bütün yaratıklar Allah'ın birer tecellisidir, dolayısıyla tapınılan her varlıkta Allah'ın bir tecellisine ibadet edilmektedir. Böylece insanlar gerçekte çeşitli suretlerde görünen rek bir Allah'a ibadet etmektedirler. Bu düşünceye göre; "Doğu da batı da Allah'ındır. Nereye dönerseniz Allah'ın zatı oradadır" (el-Bakara, 2/115) âyeti de buna delalet etmektedir.
Vahdet-i vücud öğretisi, en çok da varlık ve dinlerin birliği düşünceleri nedeniyle bazı mutasavvıflar, birçok İslâm bilgin ve hukukçusu tarafından şiddetle eleştirilmiştir. Başta İbn Teymiye olmak üzere kimi bilginler daha da ileri giderek İbn Arabî ve izleyicilerini küfürle suçlamışlardır. Suçlamalar doğal olarak savunmayı ve karşı suçlamayı da beraberinde getirmiş ve tartışma, İslâm bilginlerinin büyük bir bölümünün susmayı yeğlemelerine karşılık, günümüze kadar sürüp gelmiştir. Konu günümüzde de canlılığım korumakta, özellikle akademik düzeyde tartışma sürmektedir.
(Şamil İslam Ans. Ahmet ÖZALP)
|
|
V.VÜCUDLA-PANTEİZM |
VAHDET-İ VÜCÜD–PANTEİZM ARASINDAKİ FARKLAR
Bölümün başlangıcında vahdet-i vücût ile panteizm (vahdet-i mevcut) arasında büyük farklar olduğunu belirtmiştik. Birbirlerinden ayrılan noktaları kısmen de olsa işaret etmek, bazı yanlış değerlendirmeleri önleme acısından faydalı olacaktır.
1-Vahdet-i vücût âyet, hadîs ve kalbî mükâşefeye dayanır. Panteizm ise, akıl mahsûlüdür.
2-Panteizme yeni bir şekil veren Spinoza cevheri “kendi zatıyla mevcut olan ve kendi zatında tasavvur edilen şeydir” diye tarif ettikten ve cevherin vahdetini “bir cevher ihdas edilemez” başlangıcıyla isbata çalıştıktan sonra, onun birtakım sıfatı olduğunu, bizim bunlardan ancak fikir ve imtidadı anlayabileceğimizi söylüyor. Fikir ve imtidadın Allah Taâlâ'ya niabeti vahdet-i vücûda göre asla caiz görülmemiştir. Spinoza insanlarda olan cüz'î iradeyi de inkâr etmiştir.
Yine aynı asırda yaşamış olan Hegel'e göre, eşyanın başlangıcı fikir “idêe” dir. Hegel'e göre Allah Taâlâ (hâşa) irâdesini, ilmini, şuurunu insanda bulmuştur.
3-Tasavvuf erbabı, Îslâmî akidelerin usûlünü kabulde ittifak halindedir. Vahdet-i vücut fikrini de bu inanca uygun bir tarzda kabul etmişlerdir. Panteistlerin görüşlerinde bir uyum sağlanamamıştır.
4-Panteizmde her şey Hakk'ın fiilleridir. Hayır ve şer, ibâdet ve mâ'sıyet birdir. Tasavvuf erbabına göre vücut ve kuvvet Allah’tandır. -halk ve icat noktasından- hayır ve şer O'ndan, kesb -Hakk'ın insanlara verdiği cüz'î irâdenin kullanılması suretiyle meydana gelmesi yönünden- kulların fiilindendir. Kısaca fiiller kesb cihetiyle kula, halk cihetiyle de Allah Taâlâ'ya nisbet edilir. Bu suretle kul, kendi fullerinden sorumludur.
5-Panteistler, âhireti düşünmedikleri gibi, ibâdetin lüzumuna da inanmazlar.
6-Panteistlere göre Allah Taâlâ’da hürriyet yoktur. Kâinatın varlığı O'nun irâdesi dışındadır.
(Tasavvuf ve Tarikatler, Dr. Selçuk Eraydın 133-134)
.
NEV'İYAT // TASAVVUF-TARİKATLAR |
|
VAHDETİ ŞÜHUD |
VAHDET-İ ŞUHUD
"Vahdeti Vücud"a karşı İmamı Rabbani'nin getirdiği "Vahdeti Şühud" anlayışı İslam akaidine daha uygundur. Vahdeti vücud anlayışını tekfir edenlere karşı, İmamı Rabbani tevil etmiş ve nasıl anlaşılması gerektiğini izah etmiştir.
Vahdet-i Şuhud: Bir görme, salikin her şeyi Allah olarak, Allah’ın tecellileri olarak görmesi, O’ndan başkasını görmemesi hali. Bu hal sekr, galebe ve gaybet gibi isimler verilen vecd ve istiğrak halinde kendini gösterir. Bu halde iken sâlik, nefsinden fânî olması sebebiyle kendini de görmediğinden Hallac (Mansur) gibi: “Ene’l-Hak” der., Beyazidi Bestami gibi, “Sübhane mâ a’zame şâni”, “Cübbemin altındaki Allah’tan başka bir şey değildir.”der. Yunus gibi, “Ete kemiğe büründü, Yunus didiye göründü.” Der. Fakat bu hal geçtikten sonra Hak ile halkı ayrı ayrı görür, yaratanı yaratılandan ayırır. O hâl içinde iken söylediklerine de tövbe eder.
Bende olan aşikâr sensin
Ben hod yokum ol ki var sensin (Fuzûlî)
(Tasavvufi Terimleri Sözlüğü, Prof. Süleyman Uludağ, 553)
İMAM RABBÂNÎ'DE ÎSBÂT-I VACİB (Vahdeti Şuhud):
İmam Rabbânî bir müceddid sıfatıyla Îslâmî ilimlerin hemen her konusunda görüşlerini ve bu hususla alâkalı müdafaalarını, kendisine tevcih edilen sorulara cevap niteliği taşıyan mektuplarında belirtmiştir.
Biz burada tasavvufun tefekkür kısmını içine alan vahdet-i şuhûd hakkındaki görüşlerini aksettirmeye çalışacağız.
İmam Rabbânî'nin “İsbât-ı Vacib” hakkındaki görüşlerini şu şekilde özetleyebiliriz:
“Allah Taâlâ hiçbir şeyle ittihad halinde değildir. Allah Allah'dır ve âlem âlemdir. Âlem Allah'ın gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, vücûdu mümkün olanla birleşemez. Allah Teâlâ her şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah nasıl ve nicelikten münezzeh, âlem ise bu özelliklerle sınırlıdır. Münezzehe, mahdudun aynı demek ve Cenâb-ı Hakk'ı mümkünle bir kabul etmek doğru değildir. Kadîm asla hadisin aynı olamaz.
Mekândan münezzeh olan mekâna sığmaz. Münezzeh olanı, mukayyed olandan ayrı düşünmek gerekir. Afak ve enfüste gördüğümüz Allah Taâlâ'nın alâmet ve şahidleridir. Bahaeddin Nakşbend : “Her ki dîde Şud ve şönide şud ve dânişte şud an heme gayrı ost” —Her ne ki görülmüş, duyulmuş ve bilinmiştir, Allah bunların hepsinden başkadır— diyerek bunu belirtmiştir.
Rabbânî'ye göre eşyanın Allah'ın aynı olduğunu idrak makamı vahdet-i vücûd değildir. Zira bu makamda ittihad (birleşme) aynıyyet (tıpkısı olma) tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Hak Taâlâ zâtıyla da, sıfatıyla da değişmez ve sonradan olanlara benzemez.
Îmam Rabbânî'ye göre “vahdet-i vücûd” görüşüne sahip olanların “heme ost — hepsi O'dur” sözünden muratları, eşya hakikatte ma'dum (yok) Allah ise mevcuttur demektir. Mevlânâ Celâleddin Rûmî de Mesnevî'sinde: “Peygamberler halin Hakk'a ulaştırmak için gönderilmişlerdir. Halk ile Hakk tek vücut olsalardı neyi isal edeceklerdi?” diyerek aynı hususu belirtmiştir.
Îmam Rabbânî yukarıda da belirttiğimiz gibi Allah ile mahlûkâtı arasındaki münasebeti izah ederken vahdet-i vücûd ehlinin görüşlerinden farklı bir ifâde kullanmamakla beraber, daha temkinli ve daha açık bir yol takip etmiştir.
O'na göre Kur'ân-ı Kerîm'de beyan edilen «ihata ve kurbiyyet» ilmidir. Yani Cenâb-ı Hakk kâinatı ilmiyle ihata ettiği gibi, insanların şah damarından da ilmiyle daha yakındır. Bu izahı müfessirlerin görüşlerine uygun bir tarzdadır.
îmam Rabbânî esma ve sıfat için durumun başka olduğunu, Cenâb-ı Hakk ile âlem arasında esmâî münasebet bulunduğunu ileri sürer. O'na göre, Allah Taâlâ'nın ilmi olduğu gibi, mümkünde de o ilmin sureti mevcuttur. Kudretin v.s. nin de bu makamda sureti yardır.
Îmam Rabbânî'ye göre Allah Taâlâ'nın zâtı bunlardan ayrıdır. Mümkünün bu zâttan nasibi yoktur. Mümkünün zâtıyla kâim olduğunu ileri sürmek doğru değildir. Zira mümkün Allah Taâlâ'nm isim ve sıfatlarının suretleri üzere mahlûktur.
Rabbânî'ye göre isim ve sıfatlar Allah Taâlâ'nın mahalli ve mezahiridir. Şayet mümkün olan varlıklarda hayat varsa, o hayat da Hakk'ın mir'atı (aynası) dır. îlim, kudret... v.s. de Allah'ın kudretinin mir'atıdır. Allah Taâlâ'nın zâtının âlemde bir mazhar ve mir'atı yoktur. Çünkü Allah Taâlâ'nm zâtının âlemle hiçbir münasebeti yoktur.
İmam Rabbânî, sûfiyye, alim ve filozofların bu husustaki görüşlerini de şöyle anlatıyor:
“... Sofiyye her ne kadar âlemi hâriçte ma'dum (yok) kabul ederse de, yine onun vehmî bir vücut olduğuna inanırlar. Haricî olan vehmi (gerçekte olmayan, fakat olduğu sanılan) kesreti inkâr etmezler. Bütün bunlara rağmen bu vehmî vücudun hariçte görüldüğünü, vehmin kalkmasıyla kalkıp, sebat ve istikrarı olmayan vehmî varlıklardan olmadığını, belki vehmî bir vücut ve hayâlı bir görüş olduğunu söylerler.
Zira bu vehmî vücut Allah Taâlâ’nın kudretiyle mevcuttur. Zevalden (yok olmak) ve bozulmaktan korunmuştur.”(1)
İmam Rabbânî'nin feylesofların “panteizm” hakkındaki görüşlerini de şu tarzda özetliyebiliriz :
“Panteist feylesoflar da âlemi vehim ve hayalden ibaret Kabul ederler. Eşyanın kalkmasını, vehim ve hayalin kalkmasıyla zannederler. Onlara göre eşyanın vücudu, insanların inançlarına bağlıdır. Onlar Allah Taâlâ'nın icadını inkâr eder ve eşyayı Allah'a delil kabul etmezler.
Âlimler ise eşyayı hariçte mevcut kabul edip, onun vücudunu Hakk'ın vücudu katında zayıf tasavvur ederler ve Allah'ın vücûduna nisbetle mümkün olan vücûdu yok bilirler. “ (2)
İmam Rabbânî sofiyyenin eşyayı, Hakk'ın zuhuratı bildiğini, isim ve sıfatların Allah Taâlâ'nm tenezzülü zannettiklerini söyledikten sonra bu fikirde olmadığını beyan edip, görüşünü şöyle açıklıyor:
“... Meselâ bir insanın gölgesine(bakarsanı), bu gölge insanla ittihad (birleşme) halindedir, onunla ayniyyet nisbetleri vardır, o insan tenezzül edip, gölge suretinde zahir olmuştur, demek doğru değildir. İnsan kendi asaleti üzeredir, ama gölge ondan vücûda gelmiştir, denebilir. îşte zaman zaman tasavvuf erbabı Allah Taâlâ'ya karşı duydukları aşırı sevgiden dolayı, Hakk'ın gölgesi mesabesinde olan mümkünatın varlığını, Allah Taâlâ'dan başka bir şey görmezler, (fena fi't - tevhîd) Bu hallerinde devam ettiği müddetçe “zilli Hakk'ın aynı” zannederler. Bu durum şöyle izah edilebilir. Gölge ma'dumdur, mevcut olan o gölgenin sahibidir.”
İmam Rabbânî bu misâli verdikten sonra, eşyanın da sofiyye katında Allah Taâlâ'nın isim ve sıfatlarının tecellî suretleri olduğunu, aynı olmadığını, “heme ost — herşey O'dur” cümlesinin “neme ez ost — her şey O'ndandır” olarak değerlendirilmesi gerektiğini ileri sürüyor.
Yine O'na göre şayet bir kimse eşyanın Hakk'ın aynı olduğunu kabul edip “heme ost” diye hükmederse ve eşyanın Allah Taâlâ ile müttehid olduğunu, tenzihi teşbih edip, vacibin mümkünde, sorumsuzun, sorumluda kaybolduğunu iddia ederse, hiç şüphe yok ki inkâr, ilhad, dalâlet ve zındıklığa düşer.
Îmam Rabbânî vahdet-i vücûd makamında ittihad, ayniyyet, tenezzül ve teşbihin olmadığını -ki yukarıda belirtmiştik- Hakk Teâlâ’nın zâtıyla ve sıfatlarıyla değişmediğini, sonradan olanlarla ilgisi bulunmadığını beyandan sonra; âlimlerin hulul ve ittihad endişesinden dolayı “eşya Hakk'ın zuhuratıdır” cümlesini kullanmaktan çekindiklerini hatırlatıyor.(3)
İmam Rabbânî keşfi hatanın da, ictihad hatası gibi mütalâa edildiğini, söyleyerek, keşfinde hatası olan bir velînin de bir sevap kazandığını belirtmiştir. O'na göre müctehidin mukallidleri, müctehid hükmünde olmasına rağmen, keşif sahibinin mukallidleri, yapılan keşfi hatayı taklitten sorumlu olurlar. Çünkü ilham ve keşif başkasına delil olamadığı halde, müctehidin sözleri başkaları için delil sayılmıştır.(4)
İmam Rabbânî şeriat ve tarikatı bir kabul eder. O'na göre aralarında kıl ucu kadar bir ayrılık yoktur. Aralarındaki farkın sadece: İcmal, tafsil, istidlal ve keşiften ibaret olduğunu, şeriata muhalif olan her şeyin merdud olduğunu söyler.
Vücud ve Şuhûdî Tevhîd :
İmam Rabbânî tevhidi; vücûdî ve şuhûdî olmak üzere iki kısma ayırır. O'na göre şuhûdî tevhîd bir görmek (salik'in şuhûdu anında birden başka görmemesi), vücûdî tevhid ise tek mevcut bilmek ve o vücûdun dışındakileri yok kabul etmektir.
Vücûdî tevhid sahibi, Hakk'ın zâtından başka mevcut bilmez, isim ve sıfatları ilmî bir itibar zanneder. Onlara göre mümkünün hakikatlarına vücut kokusu ulaşmamıştır, “ve'l - a'yânu mâ şemmet râyihate'l-vücûdi” derler.
Îmam Rabbâni’ye göre fena ancak şuhûdî tevhid ile gerçekleşir. Sâlik ayne'l-yakîn anında sadece biri görür-ki bu tarîkin zaruretindendir- Bu makamda, bir olanı müşahede, o anda mâsivânın görünmesine imkân vermez. Vücûdî tevhid ise böyle değildir. Diğer bir ifâde ile zarurî değildir. Zira ilme'l-yakîn, ma'rifetsiz meydana gelir ve mâsivânın yokluğunu ifâdeyi gerektirmez.
Rabbânî bu görüşünü müşahhas bir misâlle şöyle anlatıyor:
“... Meselâ bir kimse güneşin varlığına ilmî bir yakınlık peyda etse bu yakınlık diğer yıldızların o anda yok kabul edilmesini gerektirmez. Fakat güneşi temaşa eden bir insan, yıldızları göremez. Çünkü o anda onda güneşi görme isteğinin dışında bir arzu yoktur. Bütün buna rağmen bu insan mutlaka, bilir ki, yıldızlar ma'dum değildir. Güneşin parlak ışığından dolayı görünmezler. İşte bu sırada bir kimse yıldızların varlığını inkar ederse hata etmiş olur.
O halde, böyle bir makamda bulunan sâlik, Allah Teâlâ’nın zâtından başkasını nefyediyorsa, bu hal, akla ve şeriata aykırıdır; fakat şuhûd makamında bir görmekte böyle bir tehlike yoktur. Güneş doğduktan sonra, yıldızları yok bilmek başka, o anda görmemek başkadır.”
Rabbânî'ye göre Hallâc'ın, “ene'l–Hakk”, Ebû Yezîd Bistâmî'nin “Subhânî mâ a'zama şanı” v.s. cümleleri, şuhûdî tevhidin bir sonucudur. Buna benzer sözler söyleyen kimselerin nazarında mâsivâ görünmez.
“Sen çıkınca aradan, kalır seni yaradan”
“Ene'l–Hakk”, “Hakk'dır, ben değilim” anlamına gelmektedir. Aksi takdirde küfür olurdu. “Sübhânî v.s.” dahi Hakk'ı tenzihtir.
**************************************************************************************************
1-Rabbânî, A.g.e. c II, s. 50.
2-a.g.e., s. 50-
3-a. g .e., s. 50.
4- a.g.e., 47.
(Tasavvuf ve Tarikatlar Dr. Selçuk Eraydın, s. 155-159)
|
|
|
|
|
|
Bugün 909 ziyaretçi (1710 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|