BATININ ÜZERİMİZDE OYNADIĞI SİYASÎ VE EKONOMİK OYUNLAR BÜTÜN ÇIPLAKLIĞI VE ÇİRKİNLİĞİYLE ORTADADIR. GÜNDEMİ ONLAR HAZIRLAMAKTA VE İSLÂM ÂLEMINE DE SADECE BU GÜNDEMİ YERİNE GETİRME VAZİFESİ DÜŞMEKTEDİR. BU DURUMDAN KURTULABİLMEMİZİN ÇARE VE METODU SİZCE NEDİR?
Batı, bir düşünce ve bir sistemin adıdır. O, yer ve zemin bildiren bir coğrâfî sınır değildir. Nitekim bugün, doğu denince, insanın aklına belli bir yer ve mekandan daha ziyade, İslâm Âlemi gelmektedir. Öyleyse biz, İslâmî düşüncenin dışında kalan bütün sistem ve düşünce şekillerine aynı ismi veriyor ve ona batı düşüncesi veya doğrudan doğruya batı diyoruz. Bizce, coğrafî doğu ve batının önemi yoktur. Bize göre izafî olarak doğu sayılan Rusya veya Çin-i maçin gerçekte batıdır ve bunların hayatına hâkim sistemler de batı sistemleridir. Bütün bu sistemlerde, kuvvet esas, menfaat gâye, yaşamak en önemli mes’ele ve üstünlük de en birinci hedefdir. Bu i’tibarla, günümüzde bütün bâtıl akım ve bâtıl sistemlere, batı sistemleri, nazarıyla bakılabilir. Zaten Allah Rasûlü de, İslâm’ı bir millet, küfrü de ayrı bir millet olarak kabul etmektedir.
Batının ve batılının bize bakışı hiç bir zaman değişmemiştir. Değişen isimler ve devletlerdir. Dün kuvvetli olan bazı batı devletleri bugün eski güçlerini koruyamadıklarından sahneden çekilmiş ve siyasi ipler muvakkaten iki süper gücün eline geçmiştir.
Aslında ne Rusya’nın ne de Amerika’nın bize bakışında bir fark yoktur. Dış görünüş itibariyle biri kapitalist diğeri de komünist sistemin öncülüğünü yapsalar bile, bu iki sistem de bir göbek ötede koyu maddeciliğe dayandığından, aralarında önemli bir fark yoktur. Hatta, hiç fark yoktur dememiz daha yerinde bir tabir olacaktır. Ne var ki, biri dine ve dînî düşünceye karşı biraz daha toleranslıdır ve bu yönüyle diğerinden daha az dezavantajlı sayılır. Buradaki ifâdeyi bilerek ve isteyerek kullanıyorum. Hiçbirinde bizim için fayda ve avantaj yoktur; tercih ettirici tek sebep hangisinin daha az zararlı olacağı hususudur. Zaten bugün Rusya’da da dînî açıdan çözülmeler başlamıştır (1). Ard arda verilen tavizler bunun en açık şahitleridir. Belki de bir gün o, Amerika ile arasındaki bu farklılığı tamamen sıfırlayacak ve böylece bize olan düşmanlığı da Amerika’yla aynı seviyede olacaktır. Ama ısrarla söylüyoruz ki her ikisi de bizim aman bilmez düşmanlarımızdır.
Biz, daima batının zulmüne maruz kaldık. Önce Avrupalılardan çekiyorduk, daha sonra içtimaî yapılanmada değişiklikler oldu ve Avrupanın yerini kısmen Rusya, kısmen de Amerika aldı. Yukarıda da söylediğim gibi, bunların ikisinin de dayandığı sistem materyalist felsefedir. Onlar için diğer mes’elelerin hepsi ikinci ve üçüncü derecede ve tali mes’elelerdir. Meselâ Amerika’da din sadece küçük bir ünitedir. Rusya’da buna verilen yer ise daha azdır. Her ikisinde de idare-i maslahat nev’inden bir kısım dindarların dinî düşüncesine, geçici olarak göz yumulmaktadır. O da devlet tekeli ve felsefesi içinde eritilmekte, tüketilmekte ve yok edilmeye çalışılmaktadır. Materyalist sistem üzerine kurulan dünyanın diğer devletlerinde de durum bundan farklı değildir.
İslâm Âlemi asırların mağduru ve mazlumudur. Avrupalı, haçlı seferleriyle işgâl, istilâ ve müstemlekecilik düşüncesini birinci Dünya savaşına kadar sürdürdü.. şimdi de soğuk harp şeklinde aynı kavgayı devam ettirmektedir. Yoksa, İtalyanların Libya’da; İngilizlerin Mısır ve Pakistan’da; ve bütün batı zihniyetinin Osmanlı topraklarında ne işleri vardı?! Bunlar gittikleri yerleri müstemlekecilik ruhuyla kemirmiş ve ayrılırken de oralarda zihniyetlerine ait bir sürü erâcif bırakıp öyle ayrılmışlardır.
Bu mes’ele sadece Cumhuriyet tarihiyle kayıtlı değildir. Sultan Abdülaziz döneminde de, Abdülhamid döneminde de bugünkü tahakküm aynen vardı. Onun içindir ki, Abdülaziz, donanmasını Haliç’te çürümeye terkediyor, hem de Ruslarla amansız bir kavgaya tutuşan ve kırk yıl bu kavgasını, azminden hiçbir şey kaybetmeksizin sürdüren Şeyh Şamil’e yardım gönderemiyordu. Şeyh Şamil tam kırk sene ve ümit dolu gözlerle Osmanlıya baktı durdu; ama beklediği yardım ona hiç bir zaman ulaşmadı ve ulaşmayacaktı da.. zira, zâhiren güçlü bir donanmamız vardı ama; bu donanma düvel-i muazzamanın (2) baskılarıyla Karadeniz’e açılamıyordu. Onun içindir ki, hâlâ o yörenin insanında Osmanlı’ya karşı bir kırgınlık vardır. Osmanlı’dan gördükleri vefasızlık onların kalbinde, onulmaz bir yara açmıştır; ve o yara zaman zaman kanamaktadır.
Merhum Şeyh Şâmil’in torunu Said Şamil’le Medine’de görüştüğümde, Devlet-i Âliyye’ye karşı, kapalı da olsa, aynı burukluğu onda da hissetmiştim.
Elbette ki mes’ele, hiç de onların zannettiği gibi değildi. Bir kere, Osmanlı donanmasının kalkıp oradan hareket etmesine imkân yoktu. Eğer o gün donanma oradan hareket etmiş olsaydı; zaten üzerimize çullanmak için aç kurtlar gibi bekleyen batılılar, saldırmalarını o gün başlatacak ve cihan harbiyle başımıza açtıkları gaileleri o gün başımıza açacaklardı. Yani, o gün Şeyh Şâmil’in sadece Ruslarla çarpışmasına mukabil, Osmanlının; hem de zayıf ânında, bütün dünya ile çarpışması gerekecekti... Nitekim, Abdülaziz ve Abdülhamid’in güttükleri dâhiyane siyasetle bu musîbetin önü bir müddet daha alınmıştı. Şayet, daha sonraki mirasyedi çapulçuların, kimisinin hiyanet kimisinin de gafletleri olmasaydı, belki de onların güttüğü politika sonuna kadar devam edecek ve Cihan harbinin tek galibi biz olacaktık. Ne var ki, her devirde olduğu gibi, o devrede de bir kısım ne dediğini ve ne istediğini bilmeyen insanların hırsları o Büyük Cihan Devletinin yıkılmasına sebep oldu. O devrede Şeyh Şamil’e yardım gönderilemeyişini, bir vefasızlıktan çok, İslâm Âlemine gelmesi muhtemel çok daha korkunç “Batı saldırısını önleme çaresi” olarak değerlendirmek, herhalde en salim ve en doğru karar olacaktır.
Batının bizi tanıması oryantalistler vasıtasıyladır. Onlar bizi nasıl tanıtırsa, batı bizi öyle tanır. Gidin bir Amerikalının ruhunun analizini yapın ve müslümanlar hakkındaki kanaatını öğrenmeye çalışın. Karşılaşacağınız tablo şaşırtıcı olacak ve hiç de bizler hakkında iyimser olmadıklarını göreceksiniz. Batı, bizi araştırma ihtiyacını duymadan, kendi kanaatının mahbesine hapsetmiştir: Onlara göre biz din ile uzaktan yakından alâkası olmayan dinsizleriz. Tabiî ki dini bizim, dinden anladığımız ma’nâda söylüyorum. Yoksa onlara göre bizim de bir dinimiz vardır; fakat bu din tamamen beşerîdir ve bedevi insanları idare edebilmek için uydurulmuştur (Hâşâ). Evet, batının bizim hakkımızdaki kanaatı, öteden beri budur ve bu gün de aynı kanaat devam etmektedir. Dün yazdığı bir kitapta, hiç yüzü kızarmadan, müslüman kanı içtiğini ve çok da lezzetli olduğunu söyleyen ve yanlışlıkla kendisine Arslan lakabı verilen, esasında -ter-biyem müsaade etmediği için- ne yürekli olduğunu söyleyemeyeceğim Rişar’ın sadist zihniyetiyle, bugünkü batılının zihniyeti arasında hiç bir fark yoktur.
Ve işte biz bugün siyasî platformda böyle zihniyetlerin tasallut ve tahakkümü altında bulunuyoruz. Ve bu acı realiteyi görmemezlikten gelip inkâr etmek de bence faydalı değildir. Emperyalist güçlerin bizi çepeçevre sardığı bir dönemde yaşıyoruz. Böyle bir dönemde, elbette bize, kendi kültür, mefahir ve millî şahsiyetimizden bahsettirmeyeceklerdir. Bir de, içimizde tenasüh görmüş onların ruhları dolaşıp duruyorsa, kolaylıkla yapacakları bu işi niye yapmasınlar ki..? Yüz işmizazlarımız, sadece ezikliğimizi ele veriyor. Karşı cepheden insanî davranış beklemek beyhudedir ve hayâlperestliğe düşmenin de hiçbir anlamı yoktur. Evet, kıyamete kadar onlardan insanî bir tavır görmemiz mümkün değildir. Bu mevzuda mazi istikbâlin tam aynasıdır. Onlardan göreceğimiz muamele, hiç bir yönüyle mazidekinden farklı olmayacaktır. Onlar kuvvetli olduğu müddetçe bizi ezmek isteyecekler; kuvvet yer değiştirip bize geçtiğinde de, dünü hemen unutup, yine atımızın üzengisini öpmeyi kendilerine şeref bildiklerini ilan edeceklerdir. Çünkü makyavelist düşünce onlara sadece bunu öğretmektedir..
Ancak, itiraf edelim ki, Kanuni devrini yaşamıyoruz.Hatta hasta adam dedikleri devri bile yaşamıyoruz. O devir ki, Paris’te Volter’in, Efendimiz (s.a.v.)’e dil uzatan piyesi oynanmak istendiğinde, Abdülhamid’in gönderdiği küçük bir ültümatom, bu piyesin sahneden çekilmesine yetiyordu. Evet, bugün, o devir kadar dahi haysiyetimizin varolduğu söylenemez.
Köstebek deliğinde yürütülmeye mahkum edilmişiz. Şu günlerde sarayımızı bunun içinde kuracak, düşüncelerimizi orada kristalleştirecek ve farelerin arasında bulunmamıza rağmen insanca yaşama kavgasını vereceğiz..
Bugün karşımızda, zayıf ve güçsüzleri ezip sömürmek için, her türlü hileyi, oyunu, aldatmayı, mübah sayan öyle uğursuz bir dünya var ki, bu dünya ile yiğitçe ve göğüs göğüse hesaplaşmamız mümkün değildir. Tenasübü illiyet prensibine göre kuvvetler arasında dengenin bulunmadığı zamanlarda, teknik davranmada zaruret vardır. Biz şimdi, bizim dışımızda müdâhalelerle açılıp kapanma arasında, bize rağmen yürüyen merdivenlerde yol alma durumundayız. Kapıların açılıp kapanmasını değerlendirip öyle yürüyecek, merdivenlerin inip-çıkışıyla çarpışmayacak.. başka maksatlar için harcanan enerjiden kendi hesabımıza yararlanmasını bilecek.. böyle sırla dönen kapılar, sırla işleyen elektrikli merdivenlerde yürürken, adımımızı attığımız yeri bilecek ve kendi kendimizi yok yere bitirip tüketmeyeceğiz.
Onların kurduğu bu düzen içinde kendimiz olarak yürümemiz çok zordur. Ama, yürümeyi de bütün bütün terkedemeyeceğimize göre, bir durum ayarlaması yapma zarûreti vardır. Mes’elelere objektif bakmayanlar, buna taviz deseler bile, biz ona ifadeleri ebed kadar taze ve yeni olan İlâhî kelâmdan mülhem “Telattuf” diyeceğiz.
Günümüzde hakikata sahip çıkan nesiller, çok hassas bir durumda bulunuyorlar. Kendilerine çok nazik vazifeler düşmektedir. Evet, bu noktada sağ duyu sahibi bütün insanların dikkat etmesi gereken bir kısım hususlar vardır ki, ihmale aslâ tahammülü yoktur. Aksine, faturasını bütün bir milletin, hatta bütün İslâm Âleminin ödemesi gibi büyük bir risk de bahis mevzûdur. Bugünkü hâlimizden bizi ancak bu prensip ve düsturları pratiğe dökmemiz kurtaracak ve arzu ettiğimiz hedefe de bu sayede ulaşmamız mümkün olacaktır.
Kuvvetler arasında bir denge olduğu zaman, ringe çıkma ve rakiple yaka paça olup hesaplaşma makul olabilir. Fakat henüz böyle bir denge mevcud değilse; yani, bir tarafta silahsız güçler, zayıf birlik ve topluluklar; beri tarafta sırtını dünya milletlerine dayamış sistemli ve mekanize edilmiş güçler söz konusu ise, böyle bir durumda açıktan mücadele hezimet, yenilgi ve dağılma demektir ki, millî düşünce adına tam bir felâket sayılır. Zira, bozguna uğramış bir gücü tekrar bir araya getirip toplamak yeni bir güç dengesi kurmaktan çok daha zordur.
Aleyhissalâtü vesselâm Efendimiz (s.a.v.) haysiyet ve şereflerin en büyüğünü taşıyordu. Buna rağmen kendisine yapılan her türlü küstahlık ve hakareti sîneye çekiyor.. ve ilk günlerde mücâdelesini açıktan bir kavga şekline getirmekden fevkalâde sakınıyordu. O’nun bu taktiğini anlayamadıklarından ötürü bazı sahâbi Efendilerimiz (r.a.) müslümanların sayısı kırka bâliğ olunca hemen çıkıp açıktan mücâdele etme yoluna girdiler. Kâbe’ye gidip, inandıkları yüce hakikatları orada haykırıyor tabii her defasında da yedikleri sille ve tokatlarla kan revan içinde kalıyorlardı.
Elbette onlar bunu, dinî gayretlerinden yapıyorlardı; ancak bu hareket, müslümanlığa hizmet adına şartlarını ağırlaştırıyor ve manevra kabiliyetlerini gün geçtikçe daraltıyordu. Evet, gün geçtikçe hava ağırlaştı.. ve Mekke’de müslümanların yaşaması âdeta imkânsız hâle geldi. Onun için de hicret etme mecburiyeti hâsıl oldu. Ve o gün için mücâdeleyi açıktan sürdürmeyi bir metod olarak kabul edenler de anladılar ki, kuvvetler arasında bir denge olmadan şahsî kuvvet ve cesaretle bir yere varmak mümkün değildir..
Kur’ân bize bu mevzûda yol öğretiyor. Kâfirler karşısında açıktan mücâdele verme gücünü elde edememiş olanlar, şarj olma, ruhda derinleşme, İslâmî duygu ve düşünceleri evvelâ kendi sînelerine birer ilham olarak doldurma, sonra da onu götürüp başkalarının sînelerine boşaltmada tıpkı Ashâb-ı Kehf gibi davranmak zorundadırlar: Onlar, önce bir mağaraya çekildiler ve orada belli bir süre kaldılar. Sonra ma’nevî bir güç ve kuvvetle ortaya çıktılar.. çıktıkları zaman da yine birbirlerine “telattuf” etmeyi tavsiye ettiler.
Esasen, telattuf kelimesinin köküyle alâkalı kelimeler de bu prensibin ana kaidelerini ifâde eder mahiyettedir. Lütûfkâr ve latîfane hareket etmek diyebileceğimiz bu düstur, hareketlerini Kur’ân’a uydurmak durumunda olanlar için vaz geçilemez bir umde ve bir esasdır.
Latîf, Esma-i Hüsnâdandır. Yani Cenâb-ı Hakk (c.c.)’ın yüce isimlerinden biridir ve Kur’ân’da da zikredilmektedir. Bu ismin şerhinde bilhassa Fahreddin Razî ve İmam Kuşeyrî çok önemli hakikatlar anlatırlar.
Allah (c.c.) Latîftir. O, lütûflarını insanların içine, onlara hiç hissettirmeden akıtıverir. İnsanlar hissetmezler; ama, onları İlâhî esintiler sessiz sessiz sarıvermiştir. Bazen çok cüzî bir hâdiseyle, içinizin aydınlandığını görürsünüz; halbuki tenasübü illiye prensibiyle mes’eleye baksanız, yaptığınız o cüzî şeyle elde ettiğiniz büyük lütûf arasında bir münasebet kuramazsınız. Bir diğer zaviyeden Latîf ismi, İlâhî tecellilerin, akdes feyizlerin bilmediğimiz bir noktadan gelip, bizim ruhumuzu sarması demektir. Böylece insan îman adına birden bire bir inşirah ve inbisat hissetmeye başlar. Artık, îman onun için en zevkli bir keyfiyet, küfür ise, yılan ve çiyanın kucağına düşmek gibi en kerih ve çirkin bir duygu haline gelir.
İşte, bu ma’nâda telattuf, yapılan hareket kime karşı yapılıyorsa, tavrımız onlar tarafından hiç hissedilmeden ve sezdirilmeden yapılmasıdır ki, bunu gidip, hedefi vurma ve yara almadan da dönme, gibi bir ifâdeyle arzetmemiz de mümkündür.
Yemliha, şehre gidecek olan arkadaşlarına, telattufu emrediyordu. Onlar toplumun içinde öyle gezmeli ve öyle dolaşmalıydılar ki, toplumdan hiç kimse onları tanımamalıydı, sezmemeliydi, ve onlara muttali olmamalıydı.
Birgün elbet sezecek ve muttali olacaklardır; ama o gün, düşman dünyanın yapacağı birşey kalmayacağı birgün olmalıdır.
Arapçada “Zahara” fiili “alâ” ile kullanılırsa ya muttali olma ya da galebe çalma ma’nâlarına gelir. Bize göre burada bu ma’nâlardan biri lâzım diğeri de melzumdur. Yani, eğer size muttali olurlarsa galebe çalarlar demektir. Demek ki, onların galebe çalmasına engel olmanın tek yolu, kendinizi onlara sezdirmemektir.
Âyet devam ediyor: Eğer size muttali olurlar ve galebe çalarlarsa, “Yercumûkum” sizi taşa tutarlar, size çamur atarlar, boynunuza çeşitli yaftalar asarlar ve sizi öyle bir fânusun içine sokarlar ki artık başkalarıyla temasa geçmeniz, onlarla difüzyonunuz mümkün olmaz. Görüşeceğiniz kimseler, sizinle görüşmeyi istikbâlleri adına tehlikeli bulur.. ve siz, milletler çapında tecride mahkum olursunuz.
Ferdî planda, bütün civanmertliğinize, ve vatanperliğinize rağmen, kendi toplumunuzda, bir suçlu gibi muamele görür ve zamanla siz de onların bu bakışını kabullenir ve inancınızı, îmânınızı dahi gizleme zorunda kalır ve öz vatanınızda birer parya durumuna düşersiniz. Belli yer ve belli kademelere getirilmenize, çok basit şeyler bahane edilerek engel olunur ve sözüm ona, demokrasi havarisi geçinenler, söz konusu siz olunca, hiç çekinmeden antidemokratik bir hüviyete bürünür, yaptıkları bu haksızlığı da vatanperverlik hânelerinde kaydeder ve puan toplarlar. Tabiî ki onlara puan verecek olanlar da diğer ülkelerde kendi vatandaşlarına aynı muameleyi reva gören perde arkası ve gizli servislerin sadık uşaklarıdır.
“Ev yuîdûkum fî milletihim”: Veya sizi tutar, derderst eder, kendi duygu ve düşünce dünyaları içine sokarlar. Yükselmek mi istiyorsun? Falan Locaya kaydolacaksın.. bir derece daha almak mı istiyorsun, dininden şu tavizi vereceksin derler. Verecekleri her payede onun ruh dünyasından bir parça koparırlar.. taviz vermeyene gelince, değil yükseltmek, o güne kadar binbir zahmetle tırmandığı yerinden de ederler. Böylece o mü’min iki bela ve ateş arasında kalır. Onların dediğini yapsa din elden gidecek; yapmazsa insan olmaktan mahrum edilecektir.
Öyleyse bir tek şey kalıyor: “Ve’l-yatalattaf.” Süper güçler karşısında “Ve’l-yatalattaf.” Onların içimizdeki piyonları karşısında “Ve’yatalattaf.” Sayıları yüzlere ulaşan çeşitli yabancı okullarda yetişmiş, düşüncede bize yabancı, tasavvurda ecnebi, anlayışta tamamen onlar gibi olmuş insanlar arasında yaşarken: “Ve’l-yatalattaf.”
Ve Allah Rasulünün (s.a.v.), baştan beri bize ait sözlere ilham kaynağı olan baş döndürücü şu ifadesi: “Hakka, onu yabancılardan gizlemekle yardımcı olun.”
Hakk (c.c.) ve hakikatlara yardımcı olmak mı istiyorsunuz? Duygu ve düşüncenizi hasımlarınızdan ketmetmeye bakın!. Ayetle bu hadîsi bütünleştirdiğiniz zaman, hizmet yolu kendiliğinden ortaya çıkacaktır.
Son bir hatırlatma ile şunu da ilave etmek de yarar var: Siz, Türkiye’de idare eden ve edileniyle, hayata ait bütün müesseseler de istenilen merhâleye ulaşsanız ve herşey arzu edilen seviyeye gelse dahi, dünyanın böyle bir durum karşısında, eli kolu bağlı kalacağını zannediyorsanız, dünyanın, dünden bugüne başımızda oynadığı oyunları bilmiyorsunuz demektir. Şanlı bir devleti yerle bir etmiş bu alabildiğine düşman güçlerin, bizi kendi hâlimize bırakacaklarını zannetmek biraz değil, aşırı safderunluk olur. Evet, onlar hiçbir zaman yıktıkları ve öldürdükleri bir milletin tekrar dirilmesini istemeyecektir.
Evet, Rabbimiz’e olan tevekkülümüz tamdır; sizin adınıza böyle bir teminatta bulunabilirim. Fakat, Rabbimiz’in Kur’ân diliyle bize tâlim edip öğrettiği şu duâdaki ders de en az tevekkül kadar mühimdir: “Rabbimiz, bizi kâfirler için bir fitne ve bir imtihan sebebi yapma, bizi affet” . (Yunus, 10/85)
Efendimiz (s.a.v.), tevekkül adına insanların en mütevekkili idi. Buna rağmen bütün icraatında fıtrî kanunlara uygun hareketten asla ayrılmıyordu. Hicretini gece yapıyor; “Ve cealnâ min beyni eydîhim sedden” (Yasin, 36/9) iklimi içine giriyor, kâfirlerin gözlerine bir avuç toprak saçıyor ve ardından üç gün bir mağarada, yılanlar çiyanlar arasında kalmayı, onlara görünmeme adına göze alıyor ve hicretini bu şartlar altında tamamlıyordu. Hicret bütünüyle esbab dairesi içinde cereyan etmiş ve Allah (c.c.) inâyetini esbab dairesi içinde göstermiştir. Bu inâyet örümcek ağı ve güvercin şeklinde tezahür etse de, âdet perdesi bütünüyle yırtılmamışdır..
Cenâb-ı Hakk (c.c.) , O’nu koruyacak ve O’na bir vazife gördürecekti. Bunun için de belli bir süre, insanların arasında kalmasında zaruret vardı. Bu i’tibarla Cenâb-ı Hakk (c.c.) , O’nu korumayı bizzat üzerine almış ve O’na “Allah (c.c.) seni insanlardan koruyacaktır” (Maide, 5/67) demişti. Bütün bunlara rağmen Uhud’a giderken sadık dostu Cibrîl yetişti ve “Ya Rasulallah” dedi, “bir zırh daha giy ve harbe öyle iştirak et.”
Aslında, Allah Rasûlü’nün şahsında bizlere esbaba riâyet öğretiliyordu.
Büyüklerimiz, tevekkülle sebeplere riâyeti mezcedip birleştiren çok güzel bir söz söylemişlerdir: Esbaba tevessül, mâni-i tevekkül değildir (Sebeplere tevessül etmek tevekküle mâni bir durum değildir).
Hatta, sebep dairesi içinde yaşayan, sadece tevekküle bakarsa cebrî olur. Sebep dairesi içinde bulunduğumuz sürece, cebrî ve itizâlî olmamak için, sebeplere riâyet edecek, neticeyi de Allah (c.c.) ’tan bekliyeceğiz.
(1) Bu görüşler 1982 yıllarında ortaya konmuştur.
(2) Düvel-i Muazzama: Büyük Devletler.