|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
10 Şub 2016 - Tasav
.
Tasavvuf -Tarikat nedir? Mürşid ziyareti adabı Tasavvuf Yolu Nedir İslamda tasavvuf nedir Soru Tasavvuf nedir, insana ne kazandırır?
Kaynak Linki : http://www.manevihayat.com/forum/konu/tasavvuf-nedir-kamil-mursid-nedir.19558/
.Tasavvuf -Tarikat nedir? Konusu 'Dini bilgiler' forumundadır ve Adile tarafından 11 Ekim 2013 başlatılmıştır. Adile Adile Uçar Admin Katılım:5 Temmuz 2012 Mesajlar:5.101 Tasavvuf -Tarikat nedir? tasavvuf,un önemi Elcevap: Tarikatin gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mirac-ı Ahmedînin (a.s.m.) gölgesinde ve sâyesi altında kalp ayağıyla bir seyr ü sülûk-i ruhanî neticesinde, zevkî, hÂlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur'âniyeye mazhariyet; 'tarikat,' 'tasavvuf' namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemÂl-i beşerîdir. Evet, şu kâinatta insan bir fihriste-i câmia olduğundan, insanın kalbi binler Âlemin harita-i mâneviyesi hükmündedir. Evet, insanın kafasındaki dimağı, hadsiz telsiz telgraf ve telefonların santral denilen merkezi misilli, kâinatın bir nevi merkez-i mânevîsi olduğunu gösteren hadsiz fünun ve ulûm-u beşeriye olduğu gibi, insanmahiyetindeki kalbi dahi, hadsiz hakaik-i kâinatın mazharı, medarı, çekirdeği olduğunu, had ve hesaba gelmeyen ehl-i velâyetin yazdıkları milyonlarla nuranî kitaplar gösteriyorlar. İşte, madem kalp ve dimağ-ı insanî bu merkezdedir; çekirdek hÂletinde bir şecere-i azîmenin cihazatını tazammun eder ve ebedî, uhrevî, haşmetli bir makinenin Âletleri ve çarkları içinde derc edilmiştir. Elbette ve herhÂlde, o kalbin Fâtırı, o kalbi işlettirmesini ve bilkuvve tavırdan bilfiil vaziyetine çıkarmasını ve inkişafını ve hareketini irade etmiş ki, öyle yapmış. Madem irade etmiş; elbette o kalp dahi akıl gibi işleyecek. Ve kalbi işlettirmek için en büyük vasıta, velâyet merâtibinde zikr-i İlâhî ile tarikat yolunda hakaik-i imaniyeye teveccüh etmektir. İkinci Telvih Bu seyr ü sülûk-i kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlâhî ve tefekkürdür. Bu zikir ve fikrin mehâsini tâdâd ile bitmez. Hadsiz fevâid-i uhreviyeden ve kemÂlât-ı insaniyeden kat-ı nazar, yalnız şu dağdağalı hayat-ı dünyeviyeye ait cüz'î bir faydası şudur ki: Her insan, hayatın dağdağasından ve ağır tekÂlifinden bir derece kurtulmak ve teneffüs etmek için, herhÂlde bir teselli ister, bir zevki arar ve vahşeti izale edecek bir ünsiyeti taharri eder. Medeniyet-i insaniye neticesindeki içtimâât-ı ünsiyetkârâne, on insanda bir ikisine muvakkat olarak, belki gafletkârâne ve sarhoşçasına bir ünsiyet ve bir ülfet ve bir teselli verir. Fakat yüzde sekseni ya dağlarda, derelerde münferit yaşıyor, ya derd-i maişet onu ücrâ köşelere sevk ediyor, ya musibetler ve ihtiyarlık gibi âhireti düşündüren vasıtalar cihetiyle insanların cemaatlerinden gelen ünsiyetten mahrumdurlar. O hÂl onlara ünsiyet verip teselli etmez. İşte böylelerin hakikî tesellisi ve ciddî ünsiyeti ve tatlı zevki, zikir ve fikir vasıtasıyla kalbi işletmek, o ücrâ köşelerde, o vahşetli dağ ve sıkıntılı derelerde kalbine müteveccih olup Allah diyerek kalbiyle ünsiyet edip, o ünsiyetle, etrafında vahşetle ona bakan eşyayı ünsiyetkârâne tebessüm vaziyetinde düşünüp, 'Zikrettiğim HÂlıkımın hadsiz ibâdı her tarafta bulunduğu gibi, bu vahşetgâhımda da çokturlar. Ben yalnız değilim; tevahhuş mânâsızdır' diyerek, imanlı bir hayattan ünsiyetli bir zevk alır. Saadet-i hayatiye mânâsını anlar, Allah'a şükreder. Üçüncü Telvih Velâyet bir hüccet-i risalettir; tarikat bir bürhan-ı şeriattır. Çünkü risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velâyet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakin derecesinde görür, tasdik eder. Onun tasdiki, risaletin hakkaniyetine katî bir hüccettir. Şeriat ders verdiği ahkâmın hakaikini, tarikat zevkiyle, keşfiyle ve ondan istifadesiyle ve istifazasıyla o ahkâm-ı şeriatın hak olduğuna ve haktan geldiğine bir bürhan-ı bâhirdir. Evet, nasıl ki velâyet ve tarikat, risalet ve şeriatın hücceti ve delilidir; öyle de, İslâmiyetin bir sırr-ı kemÂli ve medar-ı envârı ve insaniyetin, İslâmiyet sırrıyla bir maden-i terakkiyâtı ve bir menba-ı tefeyyüzâtıdır. Mektubat, 428[/B]
Kaynak Linki : http://www.manevihayat.com/forum/konu/tasavvuf-tarikat-nedir.2550/
.Mürşid-kamili Ziyaret etmenin Adabı Bir mürid intisap ettiği şeyhini ziyarete giderken dikkat edeceği hususlar Allah Dostlarını ziyaret etmenin Adabı Gavs-ı Sani Hz.lerinin ziyaretinde bulunurken uyulması halinde hoş olacak kuralları hatırlatalım istedik. 1-Allah rızası için niyetini tazelemek. Bu takdirde yapıIacak oIan ziyaret AIIah indinde makbuI oIacağı gibi ediIecek tövbenin de kabuIüne sebeptir. 2-yolculuğa çıkmadan önce güzelce abdest veya gusül abdesti almak. Birinci maddedeki niyet yapıIdıktan ve gusüI aIındıktan sonra ziyarete gitmek hoş oIur. İçinde buIunduğumuz yaz mevsiminin de verdiği ter ve vücut kokuIarından temizIenerek gidiIirse hem çevreye rahatsızIık veriImemiş hem de adaba uygun oIur. 3-sakal vücut tıraşı ErkekIer için tam temizIiğin kuraIIarından bir tanesi de traş oImaktır. SakaI bırakmış oIanIarın sakaIIarını düzeItmeIeri sakaI bırakmayanIarın ise traş oIarak yüzünü temiz haIe getirmesi Iazımdır. Vücudun traşa ihtiyaç duyuIan diğer yerIerinin de traş ediImesi adab gereğidir. Ayrıca tırnakIarı kesmek vücut temizIiğinin vazgeçiImez bir kısmıdır. 4-Temiz giyinmek: İnsan bir AIIah dostunu ziyarete giderken en temiz ve yeni eIbiseIerini giymeIidir.Ziyarete gitmeden önce erkekIer için çorap değiştirmek gerekIidir. Buraya kadar temizIik adabını yazmaya çaIıştık. Bundan sonrasında ziyaret sırasında oIması gerekenIeri anIatmaya çaIışacağız. Unutmamak Iazımdır ki Gavs Hz.Ieri de bir insandır. Ona sıkıntı verecek davranışIardan kaçınmak gerekir. İstanbuI’a geIişinde kendisini karşıIamaya gitmek ona rahatsızIık vermektedir. İstanbuI’a önceki geIişinde şöyIe buyurmuştur; -"KarşıIamaya geImeyenden AIIah razı oIsun" Diğer rahatsızIık veren konuIarın başında, eIini öperken sıkarak öpmek oIdukça rahatsız edicidir. EI öpmenin adabı; onun eIini avcunuzun içine aIarak sadece çok küçük bir dudak teması iIe bitirmek şekIindedir. EIi öptükten sonra başa koymak her ne kadar topIumumuzun anane ve örfIerinden oIsa da Sadat-ı Nakşibendi için başa koymak uygun değiIdir. Bir diğer rahatsızIık veren konu; tevbe esnasında bağırarak tevbenin tekrar ediImesidir. Tevbe ederken kendi duyacağı kadar bir sesIe söyIemek adabın gereğidir. Burada anIattıkIarımız uyguIandığı takdirde kazanç getirir.
Kaynak Linki : http://www.manevihayat.com/forum/konu/mursid-ziyareti-adabi.7610/
.Tasavvuf nedir ? Rahmet Denizi Dr. Dilaver Selvi hocamızın kaleminden Tasavvuf yolu Allah’a en yakındır. Çünkü bu yolda kırık kalble gidilir, her adımında, bütün menzil ve duraklarında Cenab-ı Hakk zikredilir. Böylece Allah Teala’nın: "Beni zikredin ki ben de sizi [özel olarak] hatırlayayım." [Bakara/152] ayetindeki müjdeye ve "Ben, beni zikredenle beraberim” [Buhari, Müslim] kudsi hadisindeki rahmete erilir. Bu yolda edeb ve tevazû hakimdir. Nafile ibadetlere ihtimam gösterilir. Hep yakınlık vesilesi olacak şeyler tercih edilir. Özellikle ilahi huzura girmeye mani olan kibir ve ucub gibi huylar kalbten defedilir. "Dr Dilaver Selvi" Tasavvuf en istikametli yoldur. Çünkü bu yolun imam ve cemaatinin tek derdi ve biricik hedefi, iç ve dışlarıyla, gizli ve açıklarıyla, ruh ve maddeleriyle, zevk ve vecdleriyle, his ve hevesleriyle bütün hallerinde Kur’an ve sünnete uyarak ilahi rızaya ulaşmaktır. Kamil mürşidler, Rasûlullah Efendimizin [s.a.v.] normal bir oturuş-kalkış şeklinde bile, kendisine uymaya çok ehemmiyet verirler. Sünnetleri farz hassasiyeti ile yerine getirirler, sadık talebelerinden de bunu isterler."
Kaynak Linki : http://www.manevihayat.com/forum/konu/tasavvuf-yolu-nedir.7693/
.İslamda Tasavvuf Tasavvuf bir ilimdir ve de başlıbaşına bir ilim. Tasavvuf, kalbin ve nefsin iyi ve kötü hallerini bilip, kötü hallerden temizlenmeyi ve iyi hallere bezenip Allahü Telâyı yakın olmayı öğretir. Tasavvufun hedefi insandır ve insanı islahtır. Bu sebeple, tasavvufun insana nasıl baktığını bilmek lazımdır: İnsanın iki cephesi vardır. 1. Maddi vücut 2. Manevi vücut. Maddi vücut herkes tarafından bilinen ve görülen vücuttrur. Manevi vücut ise gözle görülmez. Kur'an-ı kerimde ve hadis-i şeriflerde isimleri geçen, Kalb, ruh, Akıl, Nefs gibi unsurlar hep manevi vücudun azalarıdır. İnsanın maddi vücudunun yaşaması için yemeye, içmeye, teneffüs etmeye ihtiyacı olduğu gibi, manevi vücudun da gıdaya ihtiyacı vardır. Manevi vücudun gıdası ise nurdur. Nur, Allahü Teâla Hazretlerinden gelir. Peygamber ve onun varisi Mürşid-i kamil denilen büyük velilerin manevi kalblerinden dağıtılır. Manevi vücut ancak, bu nuru aldığı takdirde sıhhatli yaşayabilir. Nur alamayan manevi vücut önce hastalanır, sonra da ölür. Bu manevi ölümdür. Bu duurmdaki insan, yaşayan ölü gibidir. "Celalim hakkı için cin ve insandan bir çoğunu Cehennem için yarattık. Onların öyle Kalbleri vardır: anlamaz, öyle gözleri vardır ki, görmez, öyle kulakları vardır ki, işitmez. Dikkat edin onlar, hayvanlar gibidir. hatta ondan daha şaşkındırlar. İşte bunlar hep o gafiller..." [Araf -7/179] ayeti kerimesi gibi bu gibi manen ölü kimseleri tarif eder. Cenâbı Hak, Kur'an-ı Kerimin; 191 yerinde "manevi kalb"den, 49 yerinde "nur"dan, 59 yerinde "akıl"dan, 9 yerinde de "ruh"tan ve pek çok yerinde de "nefs"ten bahseder. Tasavvuf, işte bu: kalb, ruh, akıl ve nefs gibi manevi unsurlarla alakalıdır. Tasavvufun hedefi, insanın manevi vücudunu, manevi ölüm ve manevi hastalıklardan korumak, dünya ve ahirette insanı manen, huzurlu ve sihhatli yaşatmaktır. Tasavvuf ilmine göre insnın manevi vücudunda iki zıt varlık vardır. Bunlardan biri Ruh, diğeri de Nefstir. Bu iki zıt varlık insanın vücuduna hakim olmak için mücadele eder. Nefsin gıdası günahlar, yardıcısı da Şeytan'dır. İnsanın içinden gelen her türlü kötü düşünce, fiil ve ahlaksızlığın sebei nefstir. Nitekim Yusüf aleyhisselam: Ben nefsimi temize çıkarmam Muhakkak nefs, mübalağa ile kötülüğü emredicidir. ancak rabbimin rahmet ettikleri müstesna. sureti katiyyede benim rabbim gafurdur, rahimdir. [Yusuf - 12/53] İnsanın en büyük düşmanı 2 kaşının arasındaki nefsidir Hadis-i Şerif Nefs kötülüklerin deposodur [Mektubat-ı Rabbani] İşte din ve tasavvuf, insanın içindeki bu habis ve kötü varlığın terbiyesi ve temizlenmesi ile alakalıdır. Başta peygamberler, sonra da peygamberleri n varisi olan alimler ve evliyâullah Mürrşid-i Kâmiller hep insandaki bu kötü varlığın temizlenmesi, nefsin mağlup olup ruhun galip gelmesi için çalışırlar. En Kestirme Yol Nefsin temizlenmesi ve kalbin nur ile dolmasının en kestirme yolu,Muhammed Bahâüddin Şah Nakşıbend [k.s.] şöyle buyuruyorlar: Yolumuz ender bulunan yollardandır. Sağlam halkadır. Resulullah Efendimiz [s.a.v] Hz.Muhammed Mustafa'[s.a]'nın sünnetlerine tutunmaktan başka bir şey değildir. ashab-ı Kiramın takib ettiği yolu izlemekten başka bir gaye yoktur. İlk Adım Hakiki bir mürşid-i kâmile gelip bu ilmi öğrenmek isteyen bir mümin, nefsinin terbiyesi için ilk adını atmış olur. artık o mürşide kendini teslim etmiş ve manen biat etmiş olur. Bu maksatla bir mürşide gelip bağlanan kişiye mürüs [Allah'ı isteyen kişi] denir. Mürid, geçmiş günahlarına tövbe etmiş, farzlarını yapmaya ve haramlardan sakınmaya kesin olarak söz vermiştir. Artık bu kişinin nefsi sıkı bir takip ve kontrol altına girmiş demektir. Sonra mürüd kalbine ve ruhuna Allahü Teâla Hazretlerinden gelen nuru almayı öğrenir. Allah^dan gelen bu nuru almakta vasıta, başta peygamberler sonra da onun varis ve vekili olan mürşid-i kâmillerdir. Nurun Alınışı Mürid tenha ve temiz bir yerde kıbleye dönerek oturur. Gözlerini yumar. Mürşidinin tarif ettiği sûre ve duaları okuduktan sonra dilini damağına yapıştırır. sonra aklından ve kalbinden masivayı mahlukatı düşünmeyi çıkarır. Bütün dikkatini nurun çıkış ve dağıtım merkezine toplar. Ve oradan manevi kalbine Allah'dan gelen nurun geldiğini düşünür. bir müddet sonra da dilini hiç oynatmadan sırf lalbinden "Allah" ismi şerifini zikreder. Bu, Allah'a yakın olmanın ilk adımıdır. Artık insana nur geldikçe ruh kuvvetlenir. Nefs de böyle bir ruha galip gelemez ve vücut idaresini eline geçirmez. Kutub ve Kutublar Veliliin en üst derecesindeki zatlara kutub denir. Kutublar, her devirde bir veye 2, en fazla üç kişi olur. Bunlara; üçler denir; Kutbü'l aktab, Gavsü'l âzam, Kutbü'l ûlâ diye isimlendirilirler. Üçlerin en yüksek decede olanı Kutbü'l-aktab'tır.Kutbü'l-aktab, kutubların kutbu demektir. Bu zât, Peygamber Efendimizin tam varisidir. Velayet derecelerinin en yüksek makamına çıkmış bu zatlara, Mürşid-i kamil, insan-ı kâmil, Şeyh veya vâris-i Resül ismi verilir. Bu zatlar, Resülüllahın manevi vücudundan aldıkları Allah'ın nurlarını kendi mânevi vücutları vasıtasıyla, isteyen insanların mânevi vücutlarına dağıtırlar. Yaşadıkları devrin insanlarını irşad ederler. Silsile-i Sâdât Bu büyük veliler, Kur'ân-ı Kerimde Neml sûresinde anlatılan, Yemen'den Kudüs'e, göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Belkıs'ın sarayını getiren Süleyman aleyhisselamın veziri Asaf bin Berhaya gibi büyük salâhiyet ve tasarruflara sahiptirler. Sahabe-i Kiram bu hususta en öndedir. Bu yüksek hallerin sahibi allah dostları Sahâbe-i Kiram'dan sonra da devam etmiştir. Hatta, birbirlerine bağlı zincir halkaları gibi bir silsile halinde, biri diğerine vazifesini devrederek günümüze kadar gelmişlerdir. Tasavvufta iki silsile mevcuttur. Biri, Zikr-i Hafi = Gizli Zikir Silsilesi, diğeri Zikr-i Cehri = Açık Zikir Silsilesi. Gizli zikir silsilesi Hazreti Ebubekir Efendimize dayanır. Açık zikir silsilesi de Hazreti Ali Efendimize dayanır. Tasavvuf erbabı her fert, mutlaka bu iki silsileden birine bağlanır.Bütün tarikatlar=yollar, bu iki ana koldan gelmişlerdir. Daha sonraları bu iki kol, 1. Nakşi Silsilesi 2.Kaadiri Silsilesi diye anılmıştır. Bu silsilere Silsil-i Zeheb [Altun Silsile], Silsile-i Kibrîti Ahmer isimleride verilmiştir. Altun Silsil'yi teşkil eden zevat-ı kiram'ın adedi 33'dür. bu sırlardan bir sırdır. Mürşid-i Kâmilin Vasıfları Her şeyin hakikisi ve sahtesi bulunduğu gibi mürşidi kamilinde hakikisi ve sahtesi mevcuttur. Sahtesinin şerrinden kotrunmak ve hakikisine kavuşmak için Cenâb-ı Hakka çok iltica etmek lazımdır. Çünkü her devirde sahteleri, hakikilerinden çok fazla olmuştur. Sahtesinde bulunan en açık vasıflar şunlardır: 1. Sahte mürşid, en başta dinin emirlerine ve Resülüllah Efendimizin sünnetine uymaz. 2. Her devirde görülen en açık misali kadın erkek münasebetlerindedir.Kadın cemaatle bir arada bulunur. Kadınlara elini öptürür. 3. Sahte mürşidin, sohbetlerinde ve toplantılarında rüyaya çok geniş yer verilir. 4. Hadis-i şeriflere ve ayeti kerimelere ulemanın verdiği manaların dışında manalar verilir. Sünnetler yanlış yorumlanır. 5. Dinin yayılması için değil, kendi tarikatının yayılması için çalışılır. 6. İnsanların hidayete ermeleri için çalışmaktan ziyade istikameti düzgün insanlarla uğraşır ve onlarla meşgul olur. 7. Mekruhlara ehemmiyet vermez. 8. Nafile ibadetleri insanların gözü önünde yapar. 9. Zamanlı zamansız, yerli yersiz insanların gözü önünde ağlar. 10. Çoğu Vahdet-i vücud'a inanır. 11. Namazını hep Mekkede kılıyor diye ve buna benzer nice şeyleri şakşakçılarına yaydırır.İlk zamanlar buna tabi olanlar büyük bir zevk duyar, huzur alır, ibadete bağlılığı artar. Şeytan o kimseyi sahte mürşide bağlamak için ondan vesveseyi kaldırır, o kimsenin kolayca ve zevkle ibadet etmesini sağlar. Fakat daha sonra onu daha büyük ve delalete sokar. 13. Erkek ve kadın mürüdlerine bol keseden halifelikler vererek onları dünya menfaatiyle kendilerine bağlar. Gerçek Mürşid Ağaç nasıl ki, gövdesinden değil de, meyvesinden iyi anlaşılırsa, mürşid-i kâmil olan kişilerde, gösterişli zahir hallerinden değil, meyve ve mensuplarından yani yetiştirdikleri kimselerin güzel hallerinden anlaşılır. Ve bu süretle kendilerine tabi olmak, manevi feyzinden her hususuta istifade etmek caiz ve sahih olur. şöhreti arşa çıksa, hakiki mürşidin misali, meyvesidir. [2] Üveysi İrşad Bir mürşid-i kamil vefat ettikten sonra da istediği bir kimseyi irşad edebilir. Kendi ruhaniyetinden yardım isteyen birine yardımlarda bulunur ve onu manene terbiye eder. İşte bu şekilde cismen değil de manen terbiye olma haline tasavvufta Üveysi olarak irşed olma ha denir. bu hal ilk defa Veysel Karani Hazretlerine vaki olmuştur. Resülüllah Efendimizi bizzat görmemiş ancak, ruhaniyetinden istifade ederek irşad olmuştur. 1- Altun Silsile, Abdülkadir Dedeoğlu, Osmanlı Yayınevi, 2- Süleyman Hilmi Tunahan 3- Mektubat-ı Rabbani 4- Yusuf, 53 5- Araf, 179
Kaynak Linki : http://www.manevihayat.com/forum/konu/islamda-tasavvuf-nedir.8128/
TASAVVUF NEDİR - Suluovam.biz
suluovam.biz/yazaruyeyazi/TASAVVUF-NEDIR/67
27 May 2013 - Tasavvuf da çok konuşulup az bilinen konulardan biri. Kimileri aşklı meşkli söylemler etra
.SEYFULLAH UZUN
TASAVVUF NEDİR
27 Mayıs 2013 |
Tasavvuf da çok konuşulup az bilinen konulardan biri. Kimileri aşklı meşkli söylemler etrafında daha da bilinmez hale getiriyor, kimileri de tasavvuf gibi nice evliyaya mektep, nice günahkara ümid kapısı olmuş bir eğitimi İslâm dışı kaynaklarla irtibatlandırarak cahilliğini gösteriyor. Tasavvuf’un ne olduğuna dair bilgilerimizi tazelemek, bilmediğimizi öğrenmek için ehline müracaat etmemiz gerekiyor. Zira her işi ancak ehli bilir. Bu yazıda ehli olan tasavvuf büyükleri tasavvuf için neler söylemişler, onları inceleyerek doğru çiçekten bal almaya çalışacağız.
Kelime olarak “yünlü giymek” anlamındaki Tasavvuf kelimesinin kavramsal anlamına dair pek çok tarif yapılmıştır. Her sufi, içinde bulunduğu hale ve döneme göre kendisine daha önemli gelen veya durumun icap ettirdiği noktalara ağırlık vererek Tasavvuf’u tarif etmiştir.
Hatta bu sebepten ötürü, aynı kişinin Tasavvuf’u birden fazla şekilde tarif ettiğini de görebilmekteyiz.
Ancak burada esas konuya geçmeden önce önemli bir hususun altını çizmek gerekir. Tasavvuf, alıştığımız manada bir “müsbet bilim” veya İslâmî anlamda bir “zahirî ilim” değil, bir “hal ilmi”, bir “batınî-ruhî tecrübe” olduğu için, onu tanımanın en sağlam ve gerçekçi yolu, onu tanımlarda aramaktan ziyade fiilen yaşamaktan geçer.
Bu söylediğimiz, Tasavvuf hakkında yapılan tanımların onu hiç yansıtmadığı anlamına elbette gelmemektedir. Fakat işin özünün bu olduğunu da hatırdan çıkarmamak durumundayız.
Ayet ve hadislerdeki tarifler
Tasavvuf hakkında yapılan tariflerin ortak bir özelliği vardır. O da, hemen hepsinin, Kur’an-ı Kerim’den bir (yahut birkaç) ayete veya Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in hadis-i şeriflerinden birisine (yahut birkaçına) dayanıyor olmasıdır. Örnek olarak burada bunlardan birkaçını zikredecek olursak;
İlk dönem sufilerinden Cüneyd-i Bağdâdî k.s.’ye göre Tasavvuf, “Bütün varlık ile alakayı kesip, Allah ile beraber olmaktır.” Onun bu tarifi, Kur’an-ı Kerim’deki şu ayetlerden ve benzerlerinden alınmış gibidir:
“Onlar, ne ticaret ne de alış verişin kendilerini Allah’ı zikretmekten, namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymadığı insanlardır. Onlar, kalplerin ve gözlerin allak bullak olduğu bir günden korkarlar.” (Nur, 37)
“Rabbinin ismini zikret ve bütün varlığınla O’na yönel.” (Müzzemmil,
Yine ilk dönemin meşhur sufilerinden Ma’ruf-u Kerhî k.s.’ye göre Tasavvuf, “Hakikatleri esas almak, insanların sahip olduğu şeylerden ümit kesmektir. Fakr halini nefsinde tahakkuk ettirememiş olan kimse, Tasavvuf’un hakikatine ulaşamaz.”
Tasavvuf büyüklerinden Şiblî k.s., buradaki “Fakr”ı şöyle izah etmiştir: “Varlıklardan istiğna etme (onlara bağlanmama) halini, sadece Hakk’ı gaye edinmek suretiyle gerçekleştirmek.”
Bu tarif de aşağıdaki ayet-i kerime ve hadis-i şeriflerden alınmış gibidir:
“Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar.”(Alak, 6-7)
“(Yapacağınız hayırlar) kendilerini Allah yoluna adamış, bu sebeple yeryüzünde kazanç için dolaşmayan fakirler için olsun...” (Bakara, 273)
Abdullah b. Mugaffel r.a.’tan rivayet edildiğine göre bir adam Allah Rasulü s.a.v.’e; “Ya Rasulallah, vallahi ben seni seviyorum.” dedi. Rasul-i Ekrem ona, “Söylediğin söze dikkat et!” buyurdu. Adam “Vallahi ben seni seviyorum!” diye mukabele etti ve bunu üç kere tekrarladı. Bunun üzerine Allah Rasulü s.a.v. şöyle buyurdu:
“Eğer beni seviyorsan, fakra karşı bir zırh hazırla. Çünkü fakrın beni sevene doğru akması, selin durak yerine doğru akmasından daha sür’atlidir.” (Tirmizî, Birr, 24)
Zünnûn-u Mısrî k.s. Ehl-i Tasavvuf’u şöyle tarif etmiştir: “Onlar öyle kimselerdir ki, Allah’ı her şeye tercih etmişlerdir; Allah da onları her şeye tercih etmiştir.”
Bu tarif, “O, sizi seçti.” (Hacc, 78) ayetinden alınmış gibidir. Zira Cafer-i Sâdık rh.a. şöyle demiştir: “Sıdk, mücahede demektir. Aynı zamanda Allah’ın, senin üzerine başkasını tercih etmediği gibi, senin de Allah üzerine başkasını tercih etmemendir. Zira Cenab-ı Hak, ‘O, sizi seçti.’ buyurmuştur.” (Gazalî, İhyâu Ulûmi’d-Dîn)
Rüveym k.s., Tasavvuf’u, “Nefsi, Allah Tealâ’nın muradına teslim etmektir.” şeklinde tarif etmiştir. Bu tarif, “Allah onlardan razı oldu, onlar da Allah’tan razı oldular.” (Maide, 119) ayetinden ve benzeri ayetlerden alınmıştır.
Cüneyd-i Bağdâdî k.s.’ye “Rıza nedir?” diye sorulduğunda, “İradeyi kaldırmaktır.” diye cevap vermiştir. Kannâd k.s., “Rıza, acılığına rağmen kalbin, kaza-i ilahî ile sükûnet bulmasıdır.” demiştir. İbn Atâ k.s. da şöyle der: “Rıza, kalbin Allah Tealâ’nın kul için olan kadim iradesine nazar etmesidir. Çünkü kul, Allah’ın kendisi için en efdal olanı seçtiğini bilir ve buna razı olarak kızmayı bırakır.” (Ebu Nasr es-Serrâc, el-Luma)
İhlâs, takva ve zühdü edinmek
Şüphesiz burada örnek olması kabilinden zikrettiğimiz tariflerden her biri, Tasavvuf’un bir veçhesini yansıtmaktadır. Belki Tasavvuf’u kâmil manada tarif edebilmek için Ehl-i Tasavvuf tarafından yapılmış bu tariflerin her birini aynı anda ve bir bütün olarak doğru kabul etmek gerekir.
Şu halde Tasavvuf’u, “Kulun, Cenab-ı Hakk’ın rızasını tek gaye edinerek iç dünyasını ve hayatını Kur’an ve Sünnet’in bildirdiği doğrultuda yönlendirmesi” olarak tarif etmek mümkündür.
Hayatın böyle bir çizgide yaşanabilmesi için elbette Cenab-ı Hakk’ın ve Rasul-i Ekrem s.a.v. Efendimiz’in önce bizden ne istediğini, sonra da bu isteğin nasıl yerine getirilebileceğini bilmemiz gerekir. Kur’an ve Sünnet neyi nasıl anlamlandırıyor ve neye ne kadar önem ve değer veriyorsa, imanında hassasiyet sahibi müminler bunları çok iyi bilmeli ve bunların her birini birer vazgeçilmez ilke olarak hayatına titizlikle intikal ettirmelidir.
Kulun, Kur’an ve Sünnet rehberliğinde tevbe ile başlayan iç arınma (nefs tezkiyesi) mücahedesi, İhlâs, Takva ve Zühd esaslarına riayetle bir “hayat tarzı” haline gelecek ve bu yola girmiş olan kimse (sâlik), Cenab-ı Hakk’ın rızasına ulaşabilmek için hayatının her anında nefsini kontrol altında tutabilmenin gayreti içinde olacaktır.
Cenab-ı Hak şöyle buyurur:
“Muhakkak Allah indinde en değerliniz, en çok takva sahibi olanlarınızdır.” (Hucurat, 13)
Yine şöyle buyurur:
“Nefsanî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer Allah’ın katındadır. (Rasulüm!) de ki: Size bunlardan daha iyisini bildireyim mi? Takva sahipleri için Rableri yanında, içinden ırmaklar akan, ebediyyen kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve (hepsinin) üstünde Allah’ın rızası vardır. Allah, kulları hakkıyla görendir.” (Âl-i İmran, 14-15)
Yine şöyle buyurur:
“(İblis) dedi ki: Rabbim! Beni azdırmana karşılık ben de yeryüzünde onlara (günahları) süsleyeceğim ve onların hepsini mutlaka azdıracağım. Ancak onlardan ihlâslı kulların müstesna.” (Hicr, 39-40)
Yukarıda zikrettiğimiz üç ayet-i kerime, Takva, Zühd ve İhlâs kavramlarının niçin önemli olduğunu vurgulayan ilahî fermanlardır ve Kur’an-ı Kerim’de bu üç hususun ne kadar önemli olduğunu belirten ayetler elbette bunlardan ibaret değildir. Bunları sadece birer örnek olarak zikrettik.
Bu demektir ki, mümin bir kulun günlük yaşantısında, ibadetlerinde ve kendisi dışındaki varlıklarla ilişkilerinde bu üç noktaya titizlikle riayet etmesi hayatî öneme sahiptir ve işte bunu sağlamak Tasavvuf’un en temel gayesidir.
.
www.dualarhazinesi.com › MANEVİYAT › TASAVVUF
Tasavvuf Nedir. Zehra
.Tasavvuf Nedir
Bedenimize bakıyoruz. Spor yapıyoruz, beslenmemize dikkat ediyoruz, check up yaptırıyoruz…
Peki ruhumuza gerekli bakımı, yenilemeyi yapıyor muyuz? Ruhumuzun da yenilenmeye, bakıma ihtiyacı var. Dünyevi dertlerle, yaşam şartlarıyla, bazen uğradığımız hayal kırıklıkları, bazen karşılaştığımız kötülüklerle ruhumuz yıpranabilir. Ruhumuzu önemseyelim. Yenileyelim, güncelleyelim, geliştirelim…
Tasavvuf kalbi saf yapmak, kötü huylardan temizlemek ve iyi huylarla doldurmak demektir.
Tasavvuf ilmi, kalb ile yapılması ve sakınılması gereken şeyleri ve kalbin ruhun temizlenmesi yollarını öğretir.
Tasavvuf dini emirlere uyup, yasaklarından kaçarak kalbi kötü huylardan temizleyip, iyi huylarla doldurmak demektir.
Tasavvuf, fani olan her şeyden yüz çevirip, baki olana bağlanmaktır.
Tasavvuf, İslam ahlakı ile süslenmektir.
Tasavvuf, ölmeden önce ölmektir.
Tasavvuf, kadere rızadır.
Tasavvuf,emeli bırakıp amele devam etmektir.
Tasavvuf, namaz oruç vb değildir. Bunları yapmak her insanın kulluk vazifesidir. Tasavvuf insanları incitmemektir.
Tasavvuf, kendi nefsinin ayıplarını kusurlarını anlamaktır.
Tasavvuf, Allah’ı görüyor gibi ibadet etmektir.
Tasavvuf yolunda ilerlemek için;
Allah için olmayan her şeyin sevgisini kalpten çıkarmak gerekir.Kötü sıfatlardan uzaklaşmak gerekir.Bu yolda ilerlemek Peygamberlerin ahlakındandır.
Kötü sıfatlar; cahillik, öfke, riya, kin, haset, kibir, cimrilik, mal ve makam sevgisi, övülmeyi sevmek, ayıplanmaktan korkmak, övünmek..
Güzel Huylar; ilim, tefekkür, rıza, haya, tevazu, merhamet, cömertlik..
Huzura Kavuşmak İçin;birinci olarak doğru bir iman sahibi olmak gerekir. Doğru imana kavuşmak için ehli sünnet itikadını öğrenmek gerekir. İkincisi dinin yasaklarını ve emirlerini öğrenip bunlara uymak. Üçüncüsü nefsi terbiye etmek.
Allahü Teala buyurdu ki ‘Kalplere imanın yerleşmesi ancak ve yalnız Zikirler ile olur’(Rad 28)
Tasavvuf yolunda ilerlemek Allah’ın isimlerini ALLAH'ın İSİMLERİ çok zikretmekle olur.
.
|
www.incemeseleler.com/tasavvuf-ve.../1709-2-tasavvuf-nedir.html
TASAVVUF NEDİR? İslam dini her çağın özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddi ve manevi, ferdi ve içtimai
.TASAVVUF NEDİR?
İslam dini her çağın özellikle şu hasta asrın şifası; tüm maddi ve manevi, ferdi ve içtimai dertlerin devası; akılların gıdası, gönüllerin şifası; karanlık gecelerin nurlu sabahı, ölümlü dünyanın ab-ı hayatıdır. Fakat, birde adına TASAVVUF denilen çok sevimli ve çok önemli bir şer-i ilim vardır ki, o olmadan imanın tadını duyarak yaşamak İSLAM'ın özünü iç yapısını, ruhunu, mahiyetini, inceliklerini, esrarını kavramak, bu günün ve belki her devrin insanı için çok zordur. Çünkü Tasavvuf KUR'AN ahlakıdır; ALLAH'ü teala yüce kitabında bir ayeti kerimede mealen " Habibim muhakkak sen büyük bir ahlak üzerindesin. " 1 buyurmakta ve peygamber efendimizin ahlakını meth etmektedir. Tasavvuf ise Rasulullahın deruni ahval ve halatı, şeriatin ince adabıdır. Tasavvuf bencillik değil diğer binliktir, merhamettir, muhabbettir, hizmettir yani kısaca ALLAH için sevmek, ALLAH için buğz etmektir, laf ebeliği ve söz kalabalığı değil samimiyet, ihlas ve hikmettir. O halde sende bu önemli yola gir ve bu tatlı ilimle uğraşarak selameti bul. Çünkibu yol Rasulullahın yoludur, bu yoldan ayrı yaşamak yani KUR'AN veSÜNNET'in dışına çıkmak insanı hüsrana götürür, hani bizlerin hergün namazlarının her rekatinde okuduğumuz Fatiha suresi var, biz orada Rabbimize " Sen bizi doğru yola ilettiklerinden eyle dalalete ve sapıklığa düşenlerin yoluna değil. " 2 diye dua ediyoruz ve Rabbimiz olan ALLAH dualarımıza " Habibim sen dosdoğru bir yol üzeresin " 3 buyurarak icabet etmekte ve adeta ey ALLAH'a iman edenler rasulümü örnek alın diye ferman aylemektedir, ZatenAHZAB suresinde bu meale gelen ayeti kerimede mevcuttur, işte şimdi soruyoruz ki hangi akıl sahibi beşer bu ilahi fermana karşı çıkabilir ki? İşte Tasavvuf yolunu baltalamak isteyen ehli küfür bazı müminleri de bu oyunlarına alet ederek alem-i İslam'dafitne rüzgarı estirmeye çalışmaktadırlar, peki bu insanlar Tasavvuf dediğimiz bu şer-i ilimden niçin bu kadar korkuyorlar? Çün ki muhterem kardeşim bu yol Rasulullahın yoludur amaç gaye ALLAHtealanın zati rızasını kazanmaktır, yani ALLAH’ın sevdiği şeyleri yapmak, ALLAH’ın sevmediği şeyleri terketmektir. ALLAH teala hazretleri kafirlerin hallerinden hoşnut olabilirmi, olurmu? İşte her işinde ALLAH rızasını gözeten kişide hoşnut olabilirmi? Olamaz. Bunu da bir kaç misalle özetlemek mümkün, mesela Kübreviyyetarikatının kurucusu Necmettin Kübra KS zalim moğollarla cihadederken şehit düşmüştür, yine İstanbulun fethi esnasındaAkşemsettin KS bu büyük fethin manevi kumandanlığını yapmıştır yine ondokuzuncu asra gelindiğinde Nakşibendi Tarikatının Halidiye Kolu halifelerinden İmam Mansur ve Şeyh Şamilkafkasyayı tam elli altmış sene ruslara mezar etmiştir yine aynı yıllarda Cezayirde Emir Abdul Kadir Libyada Ömer Muhtar Cihad Sancağını son nefeslerine kadar dalgalandırmışlardır yine aynı yıllarda Nakşibendi Şeyhlerinden Ahmed Ziyaüddin GümüşhaneviKS Osmanlı rus harplerine talebeleriyle birlikte iştirak etmiş ve bir çok talebesinin şehadet şerbetini içtiğini gözleriyle görmüştür, yine şimdi o beldelerde o mücahitlerin başlattığı cihad hareketi ise halen devam etmektedir, işte bu ve benzeri misalleri çoğaltmak mümkündür yani her asırda kafirlerle cihad ederken, aynı zamanda da topluma faydalı, yararlı, şuurlu, dinine bağlı, ahlaki değerlere önem verip, her ne şekilde olursa olsun İslama, milletine ve yaratılmışa hizmet eden insanlar yetiştiren bu düşünce yapısı ki kaynağı KUR'AN ve SÜNNET'tir elbette kafirlerin taarruzunauğrayacaktır. Ama ALLAH'ü teala hazretleri bir ayeti kerimede mealen " Onlar ALLAH'ın nurunu ağızlarıyla üfleyip söndürmek istiyorlar, ama ALLAH kafirler hoşlanmasada nurunu tamamlayacaktır. " 4 buyurmaktadır yüce Rabbimiz bizleri bu nurlu yoldan ayırmasın amin.
Yakın zamanlar da bazı kardeşlerimiz “İslamda Tasavvuf peygamber efendimizin zamanında yoktu onun için bu yol bidattir” demektedirler, bizde onlara cevaben deriz ki yukarıda tasavvufun tarifini yaparken KUR'AN ve SÜNNET yoludur demiştik bunun haricinde bir şey söylemek iman dairesinin dışına çıkmak demektir. Muhterem kardeşim yukarıda da zikretmeştik ki bu yol laf ebeliği değil hal yoludur bu ifade gereğince Tasavvuf, bir hal ilmidir böyle de olunca o devirde adı olsun veya olmasın, o hal ta Hz Peygamber zamanında peygamber efendimiz ve onun ashabının üzerinde mevcuttur. Bütün Tarikatların silsilelerine bakıldığı zaman hemen birinci sırada peygamber efendimiz ve akabinde sahabeleri yer almaktadır. Çünki Hz peygamber mutasavvıflarında sultanı idi ve hayatı boyunca tevazuu ile, ibadetlere düşkünlüğü ile hadiseler karşısında davranışlarıyla bu hayat tarzının en güzel bir örneğiydi, mesela ashabına hizmet edişi, yattığı yerin çok küçük ve hüzün verici oluşu ve sahabilerine öğretmenlik yapışı, karnına taş bağlayışı geceleri kalkıp sabahlara dek ibadet edişi örnek olarak yetmezmi?ALLAH Rasulü hiçbir zaman saltanatı arzu etmedi dünyevi hiçbir şeye kıymet vermedi, evinde ve elinde para ve eşya biriktirmedi bu haller aynen ashabında da vardı, ALLAH Rasulüne gelen ilk ayet-i kerimelerin birtanesin de Müzemmil suresinde gece ibadeti emredilmekte ve bu emre binaen Hz peygamberin kendisi ve ashabı, fiilen geceleri kalkıp ALLAH'a tazarru ve niyazla geceyi ihya etmişlerdir. Bu hususlarda Rasulullah ashabına en güzel numuneydi, ashab-ı kiramdan sonra Tabiinin de fiilleri aynen böyle idi. Tasavvuf ve sofi kelimesiyle o zaman tabir edilmeyen özellik,"HAL" olarak mevcuttu, yani Tasavvuf belki isim olarak Hz peygamberin zamanında yoktu ama hal olarak var idi. Eğer Hz peygamber zamanında bu isimler var olsa belki de o zaman İslamın haricinde bir din olarak algılanabilirdi, oysaki Tasavvuf din değil bir ilimdir. Nasıl bir ilimdir? İslama çelik zincirlerle bağlı şer-i bir hal ilmidir, eğer kişi KUR'AN ve SÜNNET üzere yaşıyorsa oda sofidir ve bu yolun yolcusudur. Şimdi o kardeşlerimize hitaben deriz ki, Hz peygamberin zamanında isim olarak hadis, kelam, tefsir, fıkıh (ve kendi dallarına ait kullanılan bir takım özel ifadeleri deyim ve terimleri) vs gibi islami ilimler yoktu şimdi sizler bu şer-i ilimlerin olmadığını ve bunlarında bidat olduğunu söyleyebilirmisiniz? Hatta KUR'AN-I KERİM dahi Hz peygamberin ahirete irtihalinden sonra bugün ki haline getirilmiştir, şimdi kim diyebilir ki bu Hz peygambere gelen vahiy değildir ve vahyi bu şekilde kitaplaştırmak bidattir? İşte bunları söylemek ne kadar doğru değilse Tasavvufun olmadığını söylemekte o derece yanlıştır. İşte adına Tasavvuf denilen bu şer-i ilim semere olarak insanı HAK Teala’nın rızasına kavuşturup kişiyi muhabbeti Resulullah'a, hatta müşahede-i Resulullaha ulaştırır, bu yoldaki büyük mutasavvıflar " Resulullah ile bir anlık irtibatım ve müşahadem kaybolsa kendimi müslüman saymazidim " demektedirler. Bilinir ki iblis aleyhillane Hz peygamberin suretine girememektedir buda demek oluyor ki o takva ehli insanların bu hali güzel ve sahih olup eğer bu insanlarKUR'AN ve SÜNNET üzere yaşamasalar idi ALLAH Teala hazretleri onlara böyle güzel bir hali ihsan edermiydi? Elbetteki etmezdi, şimdi sıra kendi nefsimizi ıslah ederek ve kalbimizi dünyevi kirlerden arındırarak ihlas ve samimiyet ile " İlahi ente maksudi ve rıdake matlubi " düsturuyla gerçek birer mümini kamil olmamız gerekir vesselam.
.
www.fizan.net/tasavvuf.html
Tasavvufa dair yazılan ilk eserlerde sûfî kelimesinin bir unvan biçiminde ortaya çıkışı ve kökeni üzerinde duruldu
.
TASAVVUF
(التصرّف)
İslâm’ın zâhir ve bâtın hükümleri çerçevesinde yaşanan mânevî ve derunî hayat tarzı.
Tasavvufa dair yazılan ilk eserlerde sûfî kelimesinin bir unvan biçiminde ortaya çıkışı ve kökeni üzerinde durulduğu halde (bk. SÛFÎ) tasavvuf kelimesinin nasıl türetildiği hususuna bir iki müellif dışında temas edilmemiştir. Bu konuyu ele alan sûfî müelliflerden Ebû Nuaym el-İsfahânî (ö. 430/1038) tasavvufun safâ ve vefâ kelimelerinin birleşiminden geldiğini, bunun yanında zâhidlerin yedikleri çöl bitkisi olan sufâneden, kendisini Kâbe hizmetine adayan kabilenin adı Sûfe’den, Hakk’a boyun eğenlerin uzattıkları sûfetü’l-kafâ (ense saçı) terkibindeki sûfeden yahut ucuz bir giyecek sayıldığı için gurura yol açmayan sûftan (yün elbise) türetilmiş olabileceğini belirtir (Ĥilye, I, 17-28). Abdülkerîm el-Kuşeyrî ise tasavvufun Arapça bir kökten geldiğini gösteren bir delile rastlanmadığını, câmid bir lakap olmasının daha uygun görülebileceğini söyler (er-Risâle, II, 550). Ona göre Hz. Peygamber’in sohbetinde bulunanlara sahâbe, sahâbenin sohbetinde bulunanlara tâbiîn, onların sohbetinde bulunanlara tebeu’t-tâbiîn gibi unvanlar verilmiş, daha sonra dinin hükümlerine büyük bir dikkatle riayet edenlere “âbid” ve “zâhid”, zamanla ortaya çıkan bid‘atlara karşı Ehl-i sünnet seçkinlerinin her an Allah’la birlikte olma ve gafletten sakınma gayretlerine II. (VIII.) yüzyıldan itibaren tasavvuf denilmiştir (a.g.e., I, 52-53). Öte yandan bir tevazu sembolü olan yün elbise giymeleri sebebiyle âbid ve zâhidlerin sûfî diye anılmaya başlandığı ve onların bu hayat tarzını ifade için sûf kelimesinden “tasavvefe” (yün giydi) fiilinin türetildiği, tasavvuf tabirinin bu fiilin masdarı olarak kullanıldığı ileri sürülmüş, bu görüş hem anlam hem dil bilgisi açısından uygun bulunduğu için genel kabul görmüştür. Tasavvuf yolunu benimseyenlere sûfî, ehl-i tasavvuf veya mutasavvıf adı verilmiştir.
Batı’da tasavvuf “kâinatın sırlarını, kanunlarını ve bunların üzerinde tasarruf etme yollarını öğreten akım” anlamında “theosophy” veya herhangi bir dinin derunî, ruhanî yönünü belirten “mistisizm” (mystisisme) şeklinde algılanarak İslâm mistisizmi diye ifade edilmiş, ancak tasavvufla mistisizm arasında belirgin farklar bulunduğunun anlaşılması üzerine “sufizm” kelimesi kullanılmaya başlanmıştır. René Guénon tasavvufun aktif biçimde icra edilen bir usulünün oluşu, bir rehber (şeyh, mürşid) önderliğinde yaşanması, rehberlerin Hz. Peygamber’e kadar varan silsileleri, kişinin zevk, anlayış ve kavrayış seviyesine uygun bularak girdiği bir tasavvufî yolun (tarikat) kendine mahsus âdâb, erkân ve ezkârının olması gibi özelliklerinden dolayı mistisizmden tamamen ayrı bir hayat tarzı sayıldığını ortaya koymuştur (Tahralı, KAM, X/4 [1981], s. 28-35). Batı literatüründe artık tasavvuf kavramının da kullanıldığı görülmektedir.
Tasavvufla ilgili çok çeşitli tarifler yapılmıştır. Tasavvufun mânevî bir hayat tarzı olarak özelliklerini, Kitap ve Sünnet’le irtibatını, kulun Allah’la ve mâsivâ ile ilişkilerini, kalp temizliği, nefis terbiyesi, güzel ahlâk gibi işlevlerini, sûfînin niteliklerini ve görevlerini belirten bu tariflerin 1000’e kadar çıktığı söylenmektedir. Tanımların çeşitliliği önemli ölçüde tanımı yapan sûfînin o anki mânevî hali ve mertebesiyle ilgilidir. Bu sebeple tariflerin sayısının sûfîlerin sayısı kadar çok olduğu belirtilir. Dede Ömer Rûşenî ve Olanlar Şeyhi İbrâhim Efendi, kaynaklarda dağınık biçimde yer alan tariflerin bir kısmını manzum şekilde bir araya getirmişlerdir. İngiliz şarkiyatçısı Reynold A. Nicholson, Kuşeyrî’nin er-Risâle’si, Ferîdüddin Attâr’ın Teźkiretü’l-evliyâǿsı ve Abdurrahman-ı Câmî’nin Nefeĥâtü’l-üns’ünde geçen yetmiş sekiz tanıma kronolojik sırayla yer vermiştir. Tasavvufu ilk tarif edenlerden olan Muhammed b. Vâsi‘a (ö. 123/741) göre tasavvuf huşû, nefsi hor görme, kanaatkârlık ve alçak gönüllülüktür. Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufun dünya ile ilgili şeylerde azla yetinme, kalbiyle Allah’a dayanma, taat ve ibadete yönelme, dünyevî arzulara karşı sabretme, eline geçebilecek şeylerin yararlısını seçme, mâsivâdan uzaklaşıp Allah’a dönme, Allah’ı içten zikretme, vesveseye karşı ihlâsı gerçekleştirme, şüpheye karşı yakīn elde etme, uzaklaşma ve yabancılaşmadan kurtulup Allah ile huzur bulma gibi konuları içerdiğini (Ebû Nuaym, I, 22) ve Hz. İbrâhim’in cömertliği, İshak’ın rızası, Eyyûb’un sabrı, Zekeriyyâ’nın işareti, Yahyâ’nın garipliği, Mûsâ’nın yün giymesi, Îsâ’nın seyahati ve Hz. Muhammed’in fakrı gibi hasletler üzerine kurulduğunu belirtmiştir (Hücvîrî, s. 120). Bazı sûfîler tasavvufun mahiyetini değişik mertebelere göre açıklamıştır. Buna göre ilim mertebesinde tasavvuf kalbin bulanıklıktan arındırılması, yaratıklara karşı güzel muamelede bulunmak ve şer‘î meselelerde Resûlullah’a uymaktır; hakikat mertebesinde tasavvuf mülkün yokluğu, sıfatlara kölelikten kurtuluş ve yaratıcı ile yetinmektir. Hak diliyle ifade edilecek olursa tasavvuf Allah’ın insanları sıfatlarından arındırması, böylece onlara sûfî niteliğini kazandırmasıdır (Serrâc, s. 48). Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufu “kulun içinde ikamet ettiği bir sıfat ve vasıf” şeklinde tanımlamış, kendisine, “Bu, kulun mu yoksa Hakk’ın mı sıfatıdır?” diye sorulduğunda, “Hakikatte Hakk’ın, görünüşte kulun vasfıdır” cevabını vermiştir (Hücvîrî, s. 116). “Tasavvuf zâhirde ve bâtında şeriatın edeplerini yerine getirmektir” tarifinde şeriatın edepleri “ilâhî ahlâk” olarak tanımlandığından (Kâşânî, s. 135) tasavvuf ilâhî ahlâkla ahlâklanmak şeklinde kabul edilmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm’de (el-Bakara 2/200; Âl-i İmrân 3/145; en-Nisâ 4/77; Hûd 11/15-16; el-Ankebût 29/64; eş-Şûrâ 42/20) ve hadislerde (Buhârî, “Riķāķ”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mâce, “Zühd”, 1, 6) müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamaları, âhirete ve mânevî değerlere öncelik vermeleri hususundaki kuvvetli vurgu sûfîlerin âhiret hayatına dünya hayatından daha fazla önem vermelerine yol açmış, Allah’ı görüyormuş gibi ibadet eden takvâ sahibi bir mümin olabilmek (Buhârî, “Îmân”, 37; Müslim, “Îmân”, 1) tasavvufun gayesi haline gelmiştir. Öte yandan kalplerin ancak Allah’ı zikretmekle tatmin bulacağı (er-Ra‘d 13/28), müminlerin Allah’ı çokça zikretmesi gerektiği (el-Ahzâb 33/41), Allah’ın huzuruna kalb-i selimle çıkmanın uhrevî kurtuluş için gerekli olduğu (eş-Şuarâ 26/89), iyi ve temiz kalplilerin diğer organlarının da iyi ve temiz hale geleceği (Buhârî, “Îmân”, 39; Müslim, “Müsâķāt”, 107) gibi hususlara dikkat çekilmesi, tasavvufî hayatın temeline Allah’ı çokça
|
www.menzil.net › Tasavvuf
28 Şub 2012 - Bu farklı yollar da neyin nesi!? İslâm tarihinde mezhepler ve tasavvufhakkında bu tür so
.
Tasavvufun Kaynağı Kur’an ve Sünnettir
28 Şubat 2012 tarihinde yayınlandı. Kategori: Tasavvuf
Hedefi Allah rızası olan bir hareketin, ilahi ölçülere uyması şarttır. İlahi ölçüler, Kur’an ve Sünnet ile belirlenmiştir. Kur’an ve sünnetin ortaya koyduğu ölçülerin tamamına İslâm denir.
Allah Teâlâ İslâm’dan başka bir din, yol ve hareketi kabul etmeyeceğini açıkça bildirmiştir.[1] Peygamber olarak gönderilen resulü Muhammed Mustafa (s.a.v) ise, dini hayatımızda kendisinin konumunu şöyle belirlemiştir:
“Kim, hakkında bizim (açık veya işaret yollu) emrimiz (ve müsaademiz) olmayan bir iş yaparsa o, (kişi ve işi Allah katında) reddedilir.”[2]
Bu delilleri okuyan veya işiten bir kimse, tabii olarak şu soruları sorabilir:
İslâm’dan başka hiçbir şey Allah katında kabul görmüyorsa, farklı isimlerle hayatımıza giren fıkhî mezheplerin ve terbiye yollarının (meşrep) yani tarikatların durumu nedir?
Bunların İslâm ile alakası nedir?
Eğer İslâm’ın bir parçası iseler, niçin farklı isimlerle anılıyor ve anlatılıyor? Bu değişik isimler ve ekoller dinî birliği bozmuyor mu?
Din bir değil mi?
Bu farklı yollar da neyin nesi!?
İslâm tarihinde mezhepler ve tasavvuf hakkında bu tür sorular hep sorula gelmiştir. Bu sorulara kısaca şu cevabı verebiliriz:
Bütün hak mezhepler ve meşrepler, asla bir din değildir. Ancak dinin tefsirinden ve yaşanmasından ibarettir. Hiçbirisi dini tahrif ve tahrip etmez. Aksine dine hizmet eder.
Her iki ekol de İslâm’ın sukut ettiği ve içtihat yapılmasına imkan verdiği konularda, din adına sözcülük yapmış, mühim vazifeler görmüştür. Konumuz tasavvuf olduğu için biz, mezhepleri değil meşrepleri yani tasavvufi yolun ne olduğunu ele alacağız.
Her şeyden önce tasavvufun doğru anlaşılması gerekir. Tasavvufu bir tabu gibi göstermek yanlıştır.
Tasavvuf akılla anlaşılamaz, dille anlatılamaz, yanına yanaşılamaz bir şey değildir.
Tasavvufun kelime olarak tarifi kolaydır fakat yaşantı olarak tatbiki zordur.
Tasavvuf tenkide açıktır. Doğru ve yerinde tenkitler tasavvufu batıl inançlardan temizler. Yanlış ve usulsüz tenkitler ise fitne olur, düşmanlık ateşini alevler. Tasavvufa hem adım atan hem de taş atan onu iyi tanımalıdır. Yoksa birisi cehalet, diğeri de gaflet ile kul hakkı yemiş, insana haksızlık etmiş olur. Bu ise aynı dünyayı paylaştığı bir insana değer vermemek, onu hiç saymaktır.
Öncelikle şunu kabul etmek gerekir:
Tasavvuf yeni bir din değildir, dini yeni bir anlayışla (samimiyetle) takdim şeklidir. Bu takdim her devre göre az-çok değişse bile, değişmeyen şey onun temel usulü ve hedefidir.
Tasavvuf terbiyesi, Allah ve Rasulünün (s.a.v) öğrettiği edep üzere kurulmuş mânevî bir ahlak eğitim sistemidir. Bu sistemin hedefi, takva ve edeple Allah Teâlâ’nın rızasına ulaşmış olgun insan yetiştirmektir.
Tasavvuf terbiyesinin merkezinde olgun bir mümin (mürşidi kâmil) bulunur. Bu kişiye mürşid denir. Mürşid insanları terbiye yetkisini halktan değil, Cenab-ı Hak’tan alır. İnsanları terbiye etme işi, ilim ve irfan ister. Gerçek anlamda terbiye görmeyen kişi, bir başkasını terbiye edemez.
Tasavvuf Bütünüyle Edepten İbarettir
Bu anlamda büyük mürşid, Ebû Hafs Haddad (k.s) tasavvufun ne olduğunu kısaca şöyle tarif etmiştir:
“Tasavvuf bütünüyle edepten ibarettir. İnsanın yaşadığı her anın, her halin ve her makamın kendine göre bir edebi vardır. Bu edebe her zaman riayet eden kimse, Allah dostu olur.
Edebi korumayan kimse, her ne kadar kendisini güzel bir halde zannetse bile, esasen onun Allah katında yeri ve bir değeri yoktur. Bu kimse kendisinin ilahî huzurda kabul gördüğünü düşünse de, aslında oradan çok uzaktadır.”[3]
İnsanın terbiye edilip eğitildiği bu okula, samimiyetle girilir. Sabredip bu eğitime devam edenler Allah’ın izniyle hedefe ulaşır, ilahi dostluk diplomasını alır. Nihayet bu okuldan edeple mezun olur.
Burada terbiyeden gaye, insana ulaşmak ve onu ilahi terbiye ile buluşturmaktır. İslâm’ın her daveti insan içindir. Dolayısıyla her insanın yaratılışı (fıtrat) farklı farklıdır. Her insanın Allah ile muhabbeti ve münasebeti taşıdığı yaratılışına göre farklılık arz eder.
Bunu mürşid olan Allah dostları, “Allah’a giden yollar mahlukatın sayısıncadır” sözleriyle anlatırlar.
İşte tasavvuf büyükleri, dinin asıllarından hiçbir taviz vermeden değişik usuller kullanarak, insana ulaşmaya ve onu keşfetmeye, kabiliyetlerini ise ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.
Mürşidlerin, bir müridin Allah vergisi yeteneklerinin ne olduğunu ortaya çıkaracak bu eğitim sürecine “seyri sülûk” denir.
Tasavvuf büyükleri terbiye metotlarını Kur’an ve sünnetten almışlardır. Bununla beraber insanlığın ortak değerlerini ve tecrübelerini kullanmışlardır. Bu yaklaşımlarında ise“Hikmet müminin yitik malıdır, nerede bulursa onu almaya en fazla hak sahibi odur”[4]hadisini esas almışlardır.
Yine dinimizin tasvip ettiği örf, adet ve maslahat gibi prensiplerden de istifade etmişlerdir. Bizden önceki dinlerin İslâm dinince değiştirilmeyen ölçülerini ve ahlaki değerlerini gerekli oldukça değerlendirmişlerdir. Bütün bunları yaparken şu temel kuralı devamlı göz önünde bulundurmuşlardır:
“Ana ilkelerde taklit yasaktır. Fakat, ilkelerin gerçekleşmesine yardımcı olacak taktik ve metotlarda taklit etmek serbesttir.”[5]
“Tasavvuf, Hrıstiyan mistisizminden alınmamıştır. Yeni Eflatunculuk adlı felsefi anlayıştan ise asla kaynaklanmamıştır. Hint bilgeliğinden de doğmamıştır. Tasavvufun kaynağı Kur’an’dır.”
Şu halde, ‘Tasavvuf nedir?’ sorusunu, İslâm’a girmeyen, Kur’an ve Sünnet ilmini gereği gibi bilmeyenlere sormak yanlış olur.
Bu soruyu İslâm’ı, temel esaslarından öğrenip tasavvuf yolunu imar eden mimarlara sormak gerekir. Çünkü tasavvuf ayrı bir din değil, İslâm’ın içinde bir anlayıştır. Bu yüzden tasavvufun mimarları onu binlerce değişik açıdan tanıtmışlar ve tarif etmişlerdir.
Bu tarifler, İmam Sühreverdî’nin (632/1234) tespitine göre bini geçmekte, sufi âlim Zerruk’un (899/1493) ifadesiyle de iki bine ulaşmaktadır. Bütün bunlarla anlatılmak istenen şudur:
Tasavvuf güzel ahlaktan ibarettir. Güzel ahlak, Allah Teâlâ’nın edebi ile edeplenmektir. Bu, içi ve dışıyla Allah adamı olmak demektir. Bu güzelliği elde etmenin yolu, samimiyetle Allah’ın Sevgilisi Hz. Muhammed’e (s.a.v) uymaktır.
Ona uyan yüce Allah’a dost olur. Allah’a dost olan kimse, dünya ve âhiretin şerefini bulur, ebediyyen kurtulur. Bu sonuç, her insan için en büyük hedeftir. (Kaynak: Kaynaklarıyla Tasavvuf, Semerkand Yayınları)
[2] Buhârî, İ’tisam, 20; Müslim, Ekdıyye, 17; Ebû Davud, Sünnet, 5; İbn Mâce Mukaddime, 2.
[3] Hucviri, Keşfu’l-Mahcub, 51; Sühreverdi, Avârif, 54.
[4] Tirmizî, İlim, 19; İbn Mâce, Zühd, 10.
[5] Geniş bilgi için bk. Abdulbari en-Nedvi, Beyne’t-Tasavvufi ve’l-Hayat, 50-54.
.
atahun.com/tasavvuf-hakkinda-bilgi/
24 Eyl 2015 - tasavvuf-nedir. VAV: Velâyet hali olarak anlatılır. Bu hal, iç âlemin sâfiyeti üzerine düz
.
Tasavvuf Hakkında Bilgi, Abdülkadir Geylani Hazretleri, Sirrül Esrar adlı eserinden tasavvuf meselesini en güzel bir şekilde açıklamıştır. Hz. Geylani’nin TASAVVUF hakkındaki görüşleri. <Allah Bizleri Onlara Layık Olmaya Nail Eylesin> amin…
Onların; TASAVVUF EHLÎ olarak ad almalarına yegâne sebep; iç âlemlerini TEVHÎD ve marifet nuru ile aydın kıldıkları içindir. İkinci bir sebep de, ashab-ı suffe’ye intisapları ilk zamanlarında koyun postu giydikleri için de olabilir. Orta halde olanlar koyun postundan elbise giyer.
Tasavvufun son devresine gelenler de eski, yamalı libasa bürünür..
Dış halleri böyle olduğu gibi, iç âlemleri de aynıdır.. Yemek, içmek işlerinde de mertebe takib ederler.
MECMA tefsiri sahibi der ki:
– Zühd ehline; gerek yemek, gerekse giymek işlerinde kaba saba şeyler giymek yaraşır.
Mârifet ehli yumuşak ve nârin olmalı.. Çünkü onlar, insanların uğrak ve durak yerleridir. Sünneti takip etmek onlara gerekir. Onlar birinci, ilk safta gözükür, îlk bakanların yoldan şaşmaması için, ilk saftakiler; iyi giyinmeli, kibar olmalı.. Sonra onlar EHADÎYET makamındadır.
Tasavvuf kelimesi. dört harften ibarettir;
TA, SAD, VAV, FA..
TA: Tövbeyi ifade eder. Bu da ikiye ayrılır:
Zahiri tevbe, batıni tevbe..
Zahiri tevbe odur ki: Sözde, işte, bütün dış duygular, günahtan ve kötü işlerden beri alınıp taate sevk edile.. Baş kaldırma bırakılıp, uyarlık hali alınmalı..
Batınî tevbeye gelince.. Ona da:
– Kalbin tasfiyesi ve zahirî tevbeden bir başka olan, tam muvafakate geçmek.. Denilebilir..
Kötü halin, iyiye geçmesi ile TA makamı tamam olur.
SAD: Safa halini ifade eder. Bu da, TA harfi gibi iki yönden mütalaa edilir. Biri, kalbin safiyeti, öbürü de sırrın..
Kalbin sâfası odur ki: Beşeri kederlerden beri ola.. Mesela; çok yemek, çok içmek, çok uyumak ve çok konuşmak kalbi dünyaya çeker. Dünyalık işleri düşünmek onu yorar..
Kalbi yoran, dünyaya salan şeyler arasında:
Çok kazanmak, cinsî ifrat, ehlini ve evladını haddinden fazla sevmek gösterilebilir. Bu anlatılan şeyler bir kalbde olursa, saflık ve temizlik çağına eremez.
Kalbin sâfiyeti zikrullah ile olur. Bu zikir ilk zamanda cehren yapılmalı. Sonra, hafi zikre geçilir.
Allah-ü Teâla bir Ayet-i Kerimede şöyle buyurur:
– «Müminler, onlara denir ki: Allah anıldığı zaman; kalpleri titrer.» (Enfal, 2)
Buradaki titremenin bir mânası da haşyet olur. Haşyet, kalbin ayık hali bulması ile başlar. O, gaflet uykusundan uyanır; temizlenir, parlarsa; gayb âleminden hayır ve şerre dair işlerin sureti kalbine nakşedilir. Peygamber S.A. efendimiz bir Hadis-i Şerifinde şöyle buyurdu:
– «Alim, teftiş eder, arif ise, kalbini parlatır aya bakar.»
Sırrın temizliğine gelince, o da Allah’ın zatından gayri işlerden beri durmaktır. Ve onun sevgisini kalbe yerleştirmektir. Sır dili ile, TEVHÎD esmâsına devamdır; bu içten yapılır. Bu hal de tamam olursa, SAD makamı da tamam olur.
VAV: Velâyet hali olarak anlatılır. Bu hal, iç âlemin sâfiyeti üzerine düzenlidir.
Allah-ü Teâla velâyet halini bulanlar için şöyle buyurur :
– «Ayık olunuz, Allahın velî kullarına; korku yoktur. Onlar mahzun da olmazlar.» (Yunus, 62)
Yine buyurur:
– «Onlara dünya ve ahirette müjdeler olsun.» (Yunus, 64)
Velâyet halinin neticesi ilahî huylarla bezenmiş olmaktır. Peygamber S.A. efendimiz bu mânada şöyle buyurdu:
– «İlahî huyları, huy edinin..»
Bu halde; beşeri sıfattan soyunup, ilahî sıfata bürünmek vardır. Bunu Allah-ü Teâla şu kudsi hadisle bize bildirir:
– «Bir kulu seversem, gözü, kulağı, dili, eli ve ayağı olurum. Benimle işitir. Benimle görür. Benimle konuşur. Benimle tutar ve benimle yürür.»
Allah-ü Teâla’nın zatından gayri şeylerden temiz olunuz. Şu Ayet-i Kerime bu makamı daha iyi anlatır:
– «Hak geldi; batıl eridi. Batıl mutlaka eriyip gitmeye mahkumdur.» (İsra, 81)
Îşte bundan sonra, VAV makamı hâsıl olur.
FA: Fena – yokluk – makamıdır, ilahi sıfatlar arasında eriyip gitmektir. Beşeri sıfatlar gidince, yerini EHADÎYET sıfatı alır.
Haddi zatında, Hak Teâla ne fena bulur, ne de zeval.. Bu olanlar arasında kul, baki yaratanla beka bulur. Onun rızasına varır.. Fani kalb, bâki sırla varlığa kavuşur.
– «Onun vechinden gayrı her şey helâk olur.» (Kasas, 88)
Ayet-i Kerimesi, bu iddiamızın şahididir. İhtimal ki, onun varlığına rıza ile gidilir. Onun varlığı için iyi işler görülür, rızâsı gözetilir ve zâtına varılır. Bu arada; bir râzı olan, bir de râzı olunan kalır.. Îyi amel, manalar çocuğu -TIFL-I MAANÎ – olarak adlandırılan hakikî insanlığın hayatını doğurur.
Allah-ü Teâla şöyle buyurur:
– «Güzel kelâm, ona varır; iyi işler ona yükselir.» (Fatır, 10)
Hangi iş olursa olsun; Allah için yapılmıyorsa, şirktir. Sahibini helâk eder. Fenâ hali hâsıl olunca, beka tamam olur. Bu beka yakınlık âlemindedir. O âlemi Allah-ü Teâla şöyle anlatır:
– «Doğruluk otağında. güçlü padişahın katında…» (Kamer, 55)
Orası lâhut âleminde olup, nebilerin, velilerin makâmı olmuştur. Sonra; Allah doğrularla beraberdir.
Sonradan olan bir varlık, ezeli var’la birleşince ona vücud düşünülemez.
Fenâ hali tamam olunca, Hak’la ebedî sâfiyet kalır. Bu hali bulanların sonsuz lezzetini Allah-ü Teâla şöyle anlatır:
– «Cennete gidenler, orada ebedî kalırlar.» (Araf, 42)
Yine buyurur:
– «Allah sabredenlerle biledir.» (Enfal, 66)
Kaynak: Sirrül Esrar, Abdülkadir Geylani Hazretleri
.
.
dergi.altinoluk.com › ... › 2001 › Nisan - Tasavvuf Olmazsa Olur mu?
Makale Tavsiye Et Makale Yazdır. Tasavvuf Nedir? Sâdık Dânâ 2001 - Nisan, Sayı: 182, Sayfa: 027. T
.Tasavvuf Nedir?
Sâdık Dânâ
2001 - Nisan, Sayı: 182, Sayfa: 027
Tasavvuf, nihâyeti olmayan bir ummandır.Bütün kâinatı içine alan ilm-i ilâhîdir. Bu, tarif edilemez, ancak herkes nasibine, anlayışına, derecesine göre söz eder.
Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazretleri bile:
"Ya Rab! Ben Sen'i nasıl senâ ederim.Sen kendini nasıl senâ etdi isen öylesin," buyurmuşlardır.
Fahr-i Kâinat Efendimizin ilmi Cenâb-ı Hakk'ın ilmi yanında deryadan bir katre, diğer peygamberân-ı ızâm hazerâtının ilmi, Sallallahu aleyhi ve sellem ‘in ilmi yanında deryadan bir katre, evliyaullah'ın ilmi de peygamberân-ı ızâm hazerâtının ilmi yanında bir katre olduğuna göre Tasavvuf sonu, hududu, sınırı olmayan bir ilm-i ilâhidir. Bu nihayetsizlik âleminde, herkes nasibine göre bilgiler elde eder. Ve bu elde ettiği bilgi deryadan bir katre mesâbesinde bile olmadığına göre, tasavvuf âleminde, Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerini, kulları, Cenâb-ı Hakk'ın kendisine bahşettiği ilim miktarında görebilir, anlayabilir. İşte mutasavvıflar kendilerine tahsis edilen ilim mikdarınca konuşabilirler. Kimisine Cenâb-ı Hakk'ın manevî hazinesi az açık olmasına rağmen, bazı hâs velilerine ikramı daha geniştir, daha derindir.
Bazı kullar, bu geniş marifetullah sahasında aczini anlar. Hakkın ihtişamı karşısında gözyaşı döker, kimisi bu âlemin yaratıcısına hayran olur, kimisinin bu azamet-i ilâhi karşısında dili tutulur, konuşamaz olur, kimisinin dili açılır, devamlı Cenâb-ı Hakk'ın nimetlerini, lûtfunu, keremini görür, devamlı konuşur. Kimisine dağlar, tepeler, ovalar dar gelir.
Kimisi ufak barakaya girer orada hayat geçirir.
Kimisinin, aşk her tarafını sarar, mal, mülk, evlâd, dünya kâşâneleri istemez, yalnız tek olan Allah'ı ister.
Büyük velilerin dahi nasîbleri ayrı ayrıdır. Birisine verilen diğerine verilmez, birinin bildiğini diğeri bilmeyebilir.
Yalnız bu marifetullah ilmi ile şereflenenler, nihâyette, hepsi Cenâb-ı Hakk'ı bilirler, anlarlar ve bulurlar. İşte bundan sonra ne için yaratıldıklarını Cenâb-ı Hakk'ın azametinin karşısında, kendilerine düşen kulluk vazifelerini, büyük şevk ve aşkla bilerek noksansız îfâ ederler.
Marifetullah ilminde terakki de, kalb, gönül âleminin parlaklığına temizliğine bağlıdır. Hak yolu yolcusunda dört haslet olursa sünûhât-ı Rabbanî gönül âlemine bütün bereketi ve rahmeti ile nüzûl eder. Onlar da şunlardır:
- Kuvvetli ihlâs sahibi olmak.
- Samimi istikamet ehli olmak.
- Gayretli, sebatkâr olmak.
- Tam teslim olmak.
Tasavvuf ehli, güzel ahlâk, sehâvet, merhamet, nezâket, tevâzû gibi güzel sıfatlarla muttasıfdırlar. Herkesle geçimli olub, basîret ve teenni ile ileriyi görürler, her hatt-ı hareketleri Kur'an-ı Kerim ahkâmına ve Sallallahu aleyhi ve sellem Efendimizin ahlâk, âdâb ve ef'aline uygundur.
Bunlar Allah Teâlâ ve tekaddes hazretlerini ve Habib-i edibini canlarından, mal, mülk ve evlâdlarından daha fazla severler.
Eğer bunlara sevgi, sevgi kâsesinden içirilmemiş olsa idi bu yüce bilgi ve makama ulaşamazlardı.
Tasavvuf Hakkında Gönül Sultanlarının
Bazılarının Sözleri
Mahmûd Sâmî -kuddise sirruh- buyurur:
-Tasavvuf, menşe-i 1 âdâb-ı erkân-ı 2 şeriattir.
-Tasavvuf, Allah'a fart-ı muhabbet 3 ve terk-i dâvâdır.4
-Tasavvuf, kimyâ-yı feyz-i iksîr-i hakikattir.
-Tasavvuf, zikri dâimî, hurûc-ı mâsivallah'dır. 5
- Tasavvuf, Şems-i tabân, 6 Bedr-i Kamer 7, Nur-i hikmet cezbe-i ismet, makam-ı hayret, kemal-i rü'yettir. Hülâsa, Tasavvuf, terki terkdir, hâsılı terk-i niyettir ve teslimiyettir.
Ebû Süleyman Dârânî -kuddise sirruh- buyurur:
-Tasavvuf, sûfinin üzerinde Allah Teâlâ'dan başka, kimsenin bilmediği bir takım fiilerin câri olması, ve Allah'dan başka kimsenin bilmediği şekilde Allah'la olmasıdır.
Ebû Bekir Kettânî -kuddise sirruh- buyurur:
-Tasavvuf,tamamiyle ahlâkdan ibâret olup, ahlâkça ziyâde olan tasavvufça da ziyâdedir.
Tasavvuf, safvet ve müşahededir.
Cüneyd Bağdadî -kuddise sirruh- buyurur:
Peygamber Efendimizin izini takib müstesna, hiç bir yol insanı Allah'a götürmez.
Şeyh Ebû Said Ebu'l-Hayr -kuddise sirruh-
-Şimdiye kadar evliyâdan yedi yüz zât tasavvufun tarifi hususunda çeşitli sözler söylemişlerdir. Bütün bu sözlerin özü şu noktada toplanır: Tasavvuf, vakti en değerli olan şeye sarf etmekdir.
İnsanın kıymeti, idrâkinin, zekâsının bu yolun büyüklerinin hakikatlarını anladığı kadardır.
Tasavvuf bilginlerinden maksad, kendini zorlamadan, uğraşmadan her an Allah Teâlâ'ya teveccüh ve ikbaldir. Yani her an Allah Teâlâyı hatırlamakdır.
Dipnotlar: 1. Kök. 2. Esas, temel. 3. Fazla muhabbet. 4. İddiayı terketmek. 5. Allah'dan başka her şeyden kaçmak. 6. Parlak güneş. 7. Ayın ondördü.
.
www.aymavisi.org/felsefe/tasavvuf%20nedir.html
Tasavvuf Nedir? Tasavvuf sözcüğünün "yün" anlamına gelen "suf" tan geldiği, beyaz yünden bir cüppe ile yün g
.
www.alikarahoca.net › Ali Kara
2 Şub 2015 - TASAVVUF NEDİR. TASAVVUF HAKKINDA ALİMLERİN SÖZLERİ: Abdul Kadir Geylani k.
.
www.farukdilaver.com/rop_tasavvufyolu.html
Bir zata sormuşlar: 'Hocam şeriat nedir, tarikat nedir, hakikat nedir, marifet nedir?' diye. Biliyorsun
.Faruk Dilaver - Tasavvuf Yolu (Röportaj)
Geçtiğimiz hafta sizlere bir gönül dostu olan Faruk Dilaver ile onun doğduğu yer olan Vezirköprü'ye konferans vermek üzere gittiğimizi ve kendisinin Seven Dede macerasını anlatmıştım. Bu hafta Vezirköprü'de bir akşam yaptığımız Tasavuf Yolu sohbetini sizlerle paylaşmak istiyorum. Zira biz büyük bir mutluluk ve huzur içinde dinledik bu sohbeti. (Yelda Cumalıoğlu)
ŞERİAT NEDİR?
Bir zata sormuşlar: 'Hocam şeriat nedir, tarikat nedir, hakikat nedir, marifet nedir?' diye. Biliyorsunuz tasavvufi anlamda, şeriat, tarikat, hakikat, marifet diye dört basamaktan bahsedilir. Şeriat kelimesi maalesef biraz yıpratıldı. Ve bunda daha çok bazı ülkelerdeki dini ve siyasi gelişmelerin rolü oldu. Şeriat deyince akla, yanlış imaj geliyor. İnsanları ürküten bir kelime haline geldi. Hâlbuki şeriat sadece Allah'ın emirleri, Peygamberin sünnetidir. Yani dini hükümlerin tümüne birden şeriat denir. Bizim dinimiz, ibadetlerimizin hepsi şeriattır. Biz olaya bu temelde bakıyoruz. Olayın siyasi boyutuna, görüntüsüne girmeyeceğiz.
Allah'ın emirleri, sakınmamız gereken yasaklarının tümü şeriattır. Bu anlamda daha çok zahiri, fiziki yani görüntüye dayalı oluyor. Bunlar da ibadetler, namaz kılmak, oruç tutmak, zekât vermek, hacca gitmek, kelime-i şahadeti sözlü olarak ifade etmektir.
TASAVVUF NEDİR?
Tasavvuf boyutuna geçince olay değişiyor. Tasavvufta bir nefis terbiyesi giriyor işin içine. Nefis terbiyesi ağır basar.
Tasavvufta nefis terbiyesi ve ruhun tekâmülü diye bir olay var. Ruhun tekâmülü… Önce nefsimizi terbiye edeceğiz. Terbiye ederek olgunlaşma var. Veya ruhu tekâmül ettirerek olgunlaşma var. Nefsin terbiye edilmesi kısmında tasavvuf ehli nefsi kademelere ayırmıştır.
NEFSİN KADEMELERİ
Bunlar nefsi emmare, levvame, mülhime, mutmaine, radiyye, merdiyye, safiyedir. Emmare nefis, işin başlangıcı. Tamamen kendini düşünen, sadece kendi çıkarları açısından olaylara bakan, hep kendini haklı bilen, menfaatçi, çıkarcı, bencil bir nefis bu. Ondan başkası doğru değil, ondan başkası haklı değil. Hep o haklı. Her yönden her açıdan her şeyi o bilir. Böyle bir nefis! Bu nefis bir anlamda mahlûktur. İnsani boyuta geçmemiş, insani boyuta hiç adım atmamış. Dikkat ederseniz hayvanlar, sadece kendini düşünür, başkalarını düşünmez. Birisinin önünde yiyecek varsa, kapıp onun elinden almaya çalışır. Başkası onun yiyeceğini almaya çalışırsa parçalar. Gücü yetmiyorsa kaçar. Emmare nefis kimseyi düşünmez. Sadece kendi çıkarını düşünür. Her yaptığı doğrudur. Yaptığından pişman olmaz.
Bir de iftihar eder! Birine bir kötülük yapar. 'Hak etti de yaptım!' der. Dedikoducudur. Dedikoduyu, fitneyi sever. İyi huylardan pek yoktur onda. İyi huylardan pek nasibini alamamıştır. Aklınıza ne kadar olumsuzluklar geliyorsa emare nefiste mevcuttur. Kendimizi bir kontrol edelim. Dedikoduculuk var mı, iki yüzlülük yapıyor muyuz? Haset, fesat var mı? Kıskançlık var mı? Adamın evine girip ekmeğini yiyip, kapıdan çıktığında arkadan konuşuyor muyuz? Bunlar varsa biz emare nefisteyiz.
LEVVAME NEFİS
Arada bir yaptığımıza pişman oluyor muyuz? Bir de yanlış yaptığımız zaman üzülme var mı? Pişman olup Allah'tan af dileme var mı? Pişmanlık, nedamet varsa, yanlış yaptığına üzülüyorsa, levvameye nefise geçilmiş demektir. Levm eden, kendini eleştiren nefis... Yani kendimizi zaman zaman eleştiriyorsak, mutlu olalım, sevinelim. İnsanlığa ilk ardımı atmışız. Artık bizim önümüz açık. İşte levvame dediğimiz bu boyutta insan emirlere uyup yasaklardan biraz sakınırsa cennete gidebiliyor. Levvamiye adım atmak şart. Emmarede bir adamın cennete gitmesi mümkün değil. Ama pişman olacağız, nedamet olacak içimizi pişmanlığın ateşi yakacak. İşte o zaman levvameye geçmiş oluruz ve o zaman cennetin kapısı açılır.
Pişman olduğunuz an, hissediyorsunuz değil mi? Göğsünüzün ortasında bir yanma oluyor. Oradaki yanma, sizi ahretteki yanmadan kurtarıyor. Onun için burada yanlışlarınızdan ötürü yanalım biraz... Yanalım ki diğer tarafta yanmayalım!
Korkmayın, kendinizi olabildiği kadar eleştirin! Başkasını eleştirmede ölçülü davranın ama kendinizi eleştirmede merhamet etmeyin. Eleştirin kendinizi, korkmayın! Ne kadar eleştirirseniz o kadar faydalı. Gözünün yaşına bakmayın bu nefsin. Onun bencilliğini yıkın. Ne kadar çok eleştirir, ne kadar çok pişman olursanız, o kadar çabuk olgunlaşırsınız. Olayın tasavvufi boyutu bu…
İLHAM İKİ YOLDAN GELİR
Ondan sonra bir de bakarsınız ki gönlünüz yumuşamış, bir hafifleme olmuş. Göğsünüzde, kalbinizde bir muhabbet, açılma, hoşluk başlamış. Derken ara sıra kalbinize ilhamlar gelmeye başlıyor. Oturup kendinize, gönlünüze bir ilham geliyor, sonra o iş oluyor. 'Allah Allah!' diyorsunuz. Halk arasında ne diyorlar: Bana malum oldu! İşte malum olma bu. Kendiliğinden değil bu. Hiç kimse kendiliğinden bir şeyi bilemez. Ancak ilham gelir. Yüce Yaradan bildirirse bilir.
Bu ilham da iki kanaldan gelir: Birisi rahmani, birisi Şeytani. Şeytan'ı tanıyorsunuz değil mi? Emmare nefisin dostu o. Emmare nefis ondan ilham alır. Biz buna vesvese deriz. Ondan ilham alır ve onun önerdiklerini yapmaya çalışır. Rahmani ilhamlar haktan gelir.
ŞEYTANİ VE RAHMANİ İLHAM NASIL AYRILIR?
Efendim nasıl ayırt edeceğiz, hangi frekansta olduğumuzu, nasıl bileceğiz? Tasavvuf büyüklerinden Abdülkadir Geylani diyor ki: 'Tereddüt ettiğin zaman, şunu oku: Bismillahirrahmanirrahim. La havle vela kuvvete illa billahil aliyyil azim…' Çünkü Sen ayıramazsın. Sen ancak Allah'a sığınabilirsin. İlhama karşı Allah'a sığın. O zaman Şeytani ilham kesilir. Senin yapacağın bir şey yok. Yapacağın tek şey Allah'a sığınmak…
Bir de kıyas yapacaksın. Allah'ın emirlerine ters düşüyor mu diye. Kitabın hükmüne ters düşüyor mu? Peygamberimizin hükmüne ters düşüyor mu? Onlara uygun olması lazım. Bir gün Abdülkadir Geylani hazretleri yolda giderken, gökyüzünü kaplamış dehşet görüntüde bir varlık, 'Ey Abdülkadir kulum!' diyor, 'Senin rabbin benim. Beni dinle. Seni namazdan, oruçtan muaf tuttum. Bırak artık oruç tutma, namaz kılma!' diyor Geylani hazretleri şöyle bir an duraklıyor. Sonra diyor ki: 'Defol lanet Şeytan!' Şeytan hemen insan suretinde geliyor karşısına. Diyor ki: 'Allah aşkına nasıl anladın? Bari onu söyle!' Geylani hazretleri cevap veriyor: 'Önce ilmimle anladım. Allah'ın nidası bütün istikametlerden gelir. Aynı anda her yerden gelir. Seninki tek istikametten geliyordu. İkincisi, Allah fahri kâinata, âlemlerin övüncü olan Muhammed'imize böyle bir serbestliği vermedi, bana niye ersin? Kıyas ettim. Allah ona böyle bir serbestliği vermiyorsa, bana niye versin diye düşündüm ve bunun olamayacağını anladım Son nefesine kadar Peygamberimiz ibadetlerini yaptı. Niye beni muaf etsin? İşte bunun için senin Şeytan olduğuna hükmettim!'
Rivayete göre Şeytan Abdülkadir Geylani'ye 'Sen çok büyük insansın, bana dua et de şu görevden kurtulayım!' diyor. 'Ben Allah'ın işine karışmam!' diyor Geylani.
Bu ilhamlara dikkat etmek lazım. Yani kulun hayrına mı geliyor, şerrine mi geliyor? Bu nokta çok tehlikeli. Birçok insan, tasavvuf erbabı, hakikatle uğraşan insan, gerek ferdi, gerek eğitimle bunun peşinde olan birçok insan kendini evliya zannediyor. 'Tamam! Gönlüme gelenler çıkıyor. Aman Allah'ım! Ben oldum, ben uçuyorum…' der. Varlığa girer. Varlığa girdiği an tepe takla gider. En dibe vurur. 'Ben neymişim!' dediği zaman devrilir.
Sonra aklı başına gelir, 'Eyvah!' der ve kalbimin güzelliklerini yitirip hoşlukları kaybettiğini anlayınca yeniden çabalamaya başlar. Tekrar kendini eleştirir: 'Sen ne biçim adamsın ey filanca?' diye kendine verir, veriştirir, ağlar ama çabuk toplanır. Daha önce olayı bildiği için, kendini çabuk yener.
Peygamberimiz ne demiş savaştan dönerken? Düşman saldırısına karşı mücadele ediyor, düşmanı püskürtüyor. Sonra diyor ki: 'Küçük savaştan büyük savaşa geldik!' İşte o büyük savaş nefsinle savaş. Onu yenebilmek. Esas mücadele o. Kendini yenebildiğin zaman asıl pehlivan olursun. Hiç kimse ile uğraşma, kendini yen!
Kendinden korkan adam sürekli kaçar. Ona cesaret vermek lazım. Önce cesur ol! Önce kendine karşı mücadele et. Kendini topla. Ondan sonra da doğru neyse, doğrudan ayrılma. Doğruyu yanlışı ayır. Faruk ol. Faruk nedir, doğruyu yanlışı ayırt eden, fark eden. Doğru ile yanlışı fark edeceksin. Ondan sonra doğrunun tarafını tutacaksın.
Hep doğrunun yanında ol! Devamlı bir konuya baktığın zaman objektif bak, gerçekçi bak, taraf olma! Doğrunun yanında ol. İki kişi münakaşa ediyor, onları ayrı ayrı dinle. Onların söyleyiş biçimden etkilenip taraflı olma. Kim olursa olsun haklının yanında ol. Sen doğrunun yanında olmaya başladın mı ilham almalar artar, tekâmül devam eder. Gönlün iyice açılır. Sende bir memnuniyet olur. Yaradan'ından memnun olmaya başlarsın. Rıza halindedir. Dersin ki, 'Ben hayatımı seviyorum. Ben razıyım!' En son nereye gelirsin biliyor musun? 'Kaderimi seviyorum!' dersin. 'Kaderimi seviyorum…' Bu sözleri söylemeye başlarsın. 'Ben senden razıyım Yarabbi. Dünyaya yüz defa gelsem, aynı kaderi yaşarım!' demeye başlarsın.
MUTMAİN NEFİS
Önce tatmin oldun, sonra ilhamlar geldikçe kalbin yükseldi; ilhamlar geldikçe iman yükseldi. O kadar yükseldi ki kalbin tatmin oldu. Neredeyse 'Gördüm, duydum!' diyeceksin. Görmeden 'Gördüm!' diyecek hale geldin yüce Yaratan'ı. 'Duymadan duydum!' diyeceksin neredeyse. O noktaya gelince duymadan duymuş gibi olunca, Rabbin sana o anda hitap eder: 'Ey tatmin olan kulum!' der, 'Ya mutmaine!' der. 'Benimle tatmin olan, varlığım hakkında hiç tereddüdü olmayan kulum!' der. Şimdi 'Sen benden razı olan, ben de senden razı oldum. Bana gel!'
İşte bu noktada Yarada bize ispat ediyor kendini. İşte bu nokta artık hakiki evliyalıktır. Mülhimeden mutmaine geçiyor. Tatmin olmuş kul… Ondan sonra düşme olmaz. Niye düşme olmaz? İspat verdi. Ve kul kalbine döner, kendi kalbine. Kendi kalbindeki gözüyle hakkı kalbinde müşahede etmeye başlar. Hiç duymadığı bir şekilde, tahmin edemeyeceği şekilde seyretmeye başlar. Kalbindeki gözüyle, kalbindeki Yaradan'ını seyretmeye başlar. Orada seyreder çünkü kâinatta onu göremez. Çünkü o kâinata sığmaz, fiziki âleme sığmaz. Cenabı Hak, 'Ben kâinata sığmam, beni seven mümin kulumun kalbine sığarım. Kulum beni kalbinde arasın. Ne gökte arasın, ne yerde arasın, kalbinde arasın…' diyor. İşte müşahede başlayınca iman biter artık. İman nedir? Gaybı kabul etmiş. Gözüyle görmediği, kulağıyla duymadığı yüce varlığı kabul etmedir. Bu imandır. Diliyle ikrar, kalben tasdik etme. Ama onu görünce, duyunca iman kalır mı? İman devri kapanır, ispat devri başlar. Artık o kul geri dönemez. O kul Şeytan'a dönemez, Şeytan'a uymaz. Dümdüz olur. Artık onun nefsi mahlûk olmaktan çıkmıştır. Onun nefsi olgun insan olmuştur. O mutlu kuldur artık. Onu dünyada hiç bir şey üzemez. Ne yokluk ne dert, sıkıntı, nereden geldiği bilir hepsinin, boynunu büker geçer. Allah, o kulunu yormaz. Denemeler bitmiştir. O kul, Allah verirse de razı vermezse de razıdır. Rıza ağır basar. Diyor ki, "Artık seni seviyorum, seni seviyorum. Yazdığın kaderi de seviyorum. Çünkü onu sevgilim yazdı. Sevgilinin yazdığı kaderi nasıl sevmem? Onu da seviyorum...
NEFSİ RAZİYE
İşte mutmainden sonra nefsi raziye geliyor. Rıza. Kul razı, Rab razı. Mükemmel mutluluk var. Ondan sonra daha tekâmül ediyor kul. Bütün sıfatları Allah'tan biliyor. Konuşma Allah'tan, duyma Allah'tan. 'Ben onun baser sıfatıyla görüyorum, semi sıfatıyla duyuyorum, kelam sıfatıyla konuşuyorum. Yahu ben Allah'la yaşıyorum! Tüm sıfatlarıyla yaşıyorum. O zaman hakikatte yaşayan kim? Bende yaşayan kim?'
Bunlar açılıyor. Bu nokta şöyle bir nokta: Karanlıkta ışık yok. Işık görünmüyor. Işık olsa karanlıkta görünecek. Ama gündüz olunca ışıkta ışık hiç görünmüyor. Karanlıkta ışığı fark edersin. Gündüz oldu ışıkta ışığı göremezsin. Çünkü her yer ışıktır. Ne görünür? Renkler görünür. Kırmızı, yeşil, sarı mavi… İlkbahar geldi, renkler ortaya çıktı. Renkleri görüyoruz. Kırmızı çiçek, mavi gökyüzü, sarı çiçek diyoruz. Ondan sonra devamlı renklerden bahsediyoruz. Gördüğün renkler eşyaya ait değil ama sen diyorsun ki 'kırmızı çiçek'. Kırmızı, çiçeğe ait değil. Yeşil, çimene ait değil. Onlar ışığın sıfatları. Yani kırmızıyı gördüğün zaman 'ışığı gördüm' diyeceksin. 'Sarı çiçek' demeyeceksin, 'ışığın sarı rengini gösteren çiçek' diyeceksin.
Buradan hakkın sıfatlarına geçelim. O zaman cömert insan yok, yardımsever insan yok. Bağışlayıcı insan yok, hoşgörülü yok. Yaradan'ın cömertliğini gösteren insan var. Yaradan'ın bağışlayıcılığını, hoşgörüsünü gösteren insan var. Onun konuşmasını gösteren insan var. Kelam sıfatını gösteriyor. Yani sıfatlar Hakk'a ait. Nasıl renkler ışığa aitse sıfatlar da Rabbe ait.
NEFSİ MERDİYE, NEFSİ SAFİYE
Buradan nefsi merdiye geçiyor insan. Ondan sonra nefsin bir makamı kalıyor: Nefsi safiye. Bu makam Hazreti Muhammed'inizin olduğu makam. Sada makamı. Pür sada...
Ancak Mustafa olanlar bu makama ulaşabilir. O makamda melekler 'Ya Mustafa!' diye hitap eder. Oraya gelmek çok zor ama Allah dilerse getirir. Allah dostlarından bazıları o makama gelmiş. Belli olmaz. Biz ümitli olacağız. Ferhat'a demişler ki, "Sen deli misi, bu kazmayla dağ delinir mi?' O da demiş ki, 'Ben de biliyorum ama ne yapayım? Kazmayı bırakayım mı? Hiç olmazsa sevdiğim der ki benim için koca dağı delmeye çalıştı. Hiç olmazsa onun gözünde yücelirim. Onun gözünde hain olmaktan daha iyidir.' İşte tasavvufun özü bu.
İKİNCİ YOL
Bunun yanında ruhun tekâmülü olan başka bir tasavvufi yol var. Onda nefisle uğraşmıyor, doğrudan ruhu teşvik ediyor. Ruhun yücelmesine çalışıyor. Onda da çeşitli makamlar var. Tasavvuf kitaplarında bu okunabilir.br> Özellikle bu konuların tamamı, en ince detayına kadar bizim hakikat kitabımızda mevcut. Önce Hazreti Âdem'in yaratılışı, dinimiz, ibadetlerimiz. Sonra tasavvuf, sonra hakikat. Bunları anlamak için Allah dostu diyor ki: 'Şu dört kişinin başına vurun, gelin!'
Vurup geliyorlar. Hangisinin ne tepki verdiğini soruyor. 'Birinci dönüp tokat attı, ikinci tam karşılık verecekti ki başını sağa sola çevirdi, sonra vazgeçti. Üçünü başına vurulunca dönüp baktı, sonra kafasını geri çevirdi. Dördüncü hiç geri dönüp bakmadı'.
Bunun üzerine şöyle diyor:
'İşte birinciye vurdun ya, dönüp o da sana vurdu; bu şeriat eli. Kısasa kısas yaptı. İkincisi tasavvuf ehli. Ona vurdun, döndü, tam sana vuracaktı, nefsine hâkim oldu. Mücadele etti nefsiyle vazgeçti.
Üçüncüye vurdun. Döndü baktı kim vurdu diye. Haktan bildi.
Dördüncü her şeyi haktan bildi. Dönüp bakmaz bile. İşte o marifet ehli.'
Hakikat, haktan gayri her şey masivadır. Ne kadar dünyalık varsa Hak'tan gayri hepsi masivadır.
Masivadan gayrısına da hakikat denir. Haktan yana olan her şey hakikat.
Marifet de Allah'ı bilme kabiliyeti, Allah'ı bilme yeteneği. Allah o yeteneğimizi açsın...
ÂŞIKLARIN 3 MESLEĞİ
Tellak hamamda biliyorsunuz insanları yıkar. Âşıklar da insanları temizlemeye çalışır. Manevi tellaklık yapıp, aydınlatmaya çalışır. Hakikat hamamında onları yıkarlar.
Âşıklar hamaldır, Hakk'ı taşır. Yükleri çok kıymetlidir. Gönüllerinde Hak taşırlar. Allah'ı gönüllerinde taşırlar. O noktada Yunus Emre ne diyor, Mevlana ne diyor? 'Sanma ki beyhude döner, vecde gelen âşıklar. Hakkı kucağına alıp öyle sema ederler. Sanma ki angaryadan döner, boşuna döner, vecde gelen âşıklar.' Hakkı kucağına alıp öyle sema ederler. Öyle kendi etrafında dönerler. Kendi etrafında niye dönüyor bu? Artistlik olsun diye mi?
Turistler geliyor, iki tane adam kiralayıp 'hadi dön ağabey' diyoruz. Sema öyle dönülmez. Turisti çağırsın, gerçek mahiyetini anlatırsın, gerçekten döner adam. Böylece turistin gönlünde de bir şey canlanır. Ama parayla bu iş olmaz. Çünkü sema, kalbinde Allah'ı bulan insanın tavaf etmesidir. O kalbin etrafında dönmesidir. Sema tavaftır. Hakiki tavaftır. Ne diyor Allah dostu? Kâbe'yi insanoğlu İbrahim'e yaptırdın ama benim kalbimi bizzat kudret elinle yaptın! Asıl Kâbe benim kalbim! Ben tavafımı kendi etrafımda yaparım, seni etrafında dönerim. Kâbe'de senin nurun var, benim kalbimde senin zatın var. Ben senin zatının etrafında dönerim.'
Gerçeği öğreneceğiz. Daha detaylar var. Bu hakikati tamamladık Allah'ın izniyle. Sonra akıbeti yazdık. Akıbette baştan sona esmalar. Üç kaynak var: Esmalar, Kuran ve hadisler. Üç kaynaktan bir kitap yazdık. Onda yorum yok. Esmalar kimi anlatıyor? Allah'ı. Allah sıfatlarıyla bilinir. Esmalarla Allah'la tanışıyorsun akıbette. Sonra ne oluyor? Allah'ın kitabına uyuyorsun. Sonra Allah'ın elçisini tanıyorsun. Allah'ın elçisi içimizden seçtiği bir insan… Nasıl birisi olduğunu tanıyorsun.
.
www.gurabamecmuasi.com/.../76-tasavvuf-nedir-tasavvuf-ehli-kimdir.ht...
Tasavvuf Nedir, Tasavvuf Ehli Kimdir ? ... Tasavvuf Nedir, Tasavvuf Ehli Kimdir ? PDF dosyayı göremiyormusun
.Tasavvuf Nedir, Tasavvuf Ehli Kimdir?1 Besmeleden, hamdden, salât ve selamdan sonra… Tarih, yol ararken yoldan sapanlara defalarca şahit olmuştur. Yoldan sapmamak, yolda saplanıp kalmamak, asıl hedefe varmak için halis tasavvufa dün olduğu kadar bu gün de ihtiyaç vardır. Tasavvufi yola koyulan mümin elbette bu yolun kılavuzu, önderi Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’i nümune almalıdır. Allah’a yürünen bu yolda, o yüce Peygamberin düstürlarını dikkate almadan ilerlemek mümkün olmayacaktır. Çünkü Allah celle celâlühû’ya ulaştıran yol, O’nun yoludur. O’nu tanımadan, bilmeden benimsemeden onun gibi olmadan, onda olmadan, onunla olgunlaşmadan, onda kaybolmadan yolda kaybolmak, yola düşerken yolda düşmek çok kolaydır. Başta kendi nefislerim olmak üzere bu yolda gidenlere yolu şaşırmamak için gerekli bazı hatırlatmalar yapmayı borç biliriz. İmân Süyûtî rahmetüllahi aleyh, “Şu’letü Nâr” isimli risalesinde şöyle diyor: [İnsanlardan birçoğu, tasavvuf kitapları ile meşgul 1 Bu başlık mütercim tarafından ilave edilmiştir olan, onlardan bir parça okuyan, (o mevzuda) yazan ve (tasavvuf kitablarına) dipnot düşen herkesin sûfî olduğunu zannederler. Hâlbuki öyle değildir; o, deve iğne deliğinden geçmedikçe bu isme aslâ layık olamayacaktır. Tasavvuf, ancak hal ilmidir, söz ilmi değildir. O, Sünnet-i Nebeviyye’nin ortaya koyduğu güzel ahlakı kazanmaktır. Bunun için tasavvuf büyükleri, “Tasavvuf her türlü üstün ahlakı bezenmek, kötü ve düşük ahlakı da terk etmektir” demişlerdir. [Hafız Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ’da2 bunu Cüneyd-i Bağdâdîn’nin bir sözü olarak zikretmiştir: O, ben Ebû’l-Fadl Nasr İbnu Ebî Nasr et-Tûsî’yi şöyle derken işittim, dedi. O, Ebû Bekr İbnu Mesâkıf’ı şöyle derken işittim (dedi.) (Ebû Bekr), Cüneyd’e tasavvuf’un ne olduğunu sorunca, “(Tasavvuf) her türlü kötü ve düşük ahlaktan çıkmak ve her türlü üstün ahlaka girmektir” dedi.]3 Bazı imamlar şöyle demişlerdir: “Tasavvuf hadis ve akaid ilimlerinden oluşan bir 2 Hafız Ebû Nuaym, Hilyetü’l-Evliyâ (1:22) 3 Bu parağraf Süyûtî’nin risâlesine düştüğü kendi dipnotudur; biz onu metine koymayı münâsib gördük. 38 39 ilimdir. Kim hadiste derinleşir ve bu hadis ilimleriyle amel eder, Ehl-i Sünnet vel-Cemâat mezhebine uygun sahih bir itikat sahibi olursa sûfî olur. Kim, akaid ilminde değil de hadis ilminde derinleşirse muhaddis olur. Kim de hadis ilminde değil de akaid ilminde derinleşir ise usulcü veya kelâmcı olur. Bunların hiçbirisine sûfî denmez. Kim bu iki ilme sahip olur, hadis ve kelam ilminde derinleşir, hadislerle amel eder ve sahih bir itikada sahip olursa, işte bu kişi sûfî olur.” Bu yüzden bir kısım önceki ulemâ, “Hadisleri ezberlemek işini (başka şeylerden) öne almadıkça ve inanç noktasında Ehl-i Sünnet’e uyacak bir şekilde lüzûmlu şeyleri öğrenmedikçe bu tasavvuf yolu kişiye tamamlanmaz” demişlerdir Bu gün mutasavvıf olduğunu iddia edenlerin birçoğuna, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in ibadetlerindeki, adetlerindeki, yemesindeki, iç- mesindeki, giyimindeki, hareket etmesindeki, hareketsizliğindeki, uyanıklıklığındaki, uykusundaki, oturmasındaki, kalkmasındaki, yürümesindeki, ailesiyle muaşeretindeki ve başka şeylerdeki sünnetlerin tamamını bilmesi bir yana büyük ve küçük hâcetinden sonraki temizlenmesi hakkında soru sorulsa, bilmezler. Baksana, Cüneyd-i Bağdadi Peygamber efendimiz sallellâhu aleyhi ve sellem’in karpuzu nasıl yediğini bilmediği için -O’nun yemesinin aslı belli olmasına rağmen- karpuz yemekten nasıl da geri durdu? Cüneyd, Resûlüllâh sallellâhu aleyhi ve sellem’in karpuzu nasıl yediği hakkında döneminin hadis hafızlarına sormuş ve onlar bu hususta herhangi bir rivayetin bulunmadığını söylemişlerdir. Bana birisi geldi ve bir şey hakkında sordu? Ona“Sen önce sünnetleri ikmal eyle” dedim. O da“Ben sünnetleri ikmal ettim” dedi. Ona,“Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem nasıl oturuyordu?” diye sordum. Bunu bilemedi. Böylece ona yanlışını gösterdim. Hâlis Sûfîlerin hallerinden birisi de, Sünnet’in -ister hikmetini bilsinler isterse bilmesinler- her çeşidinden hiçbir şeyi kaybetmemeleri ve onları terk etmekle gevşeklik göstermemeleridir. Çünkü bu davranış, kişinin ilminin artmasına sebep olur. İnsan ne zaman bir sünneti işlerse, Allahu teala onu daha önce bilmediği başka bir sünnete sevk eder. Nitekim derler ki, haseneden (sevab getiren güzel bir işden) sonra gelen hasene, o ilk hasenenin sevabıdır. Seyyieden (günah kazandıran kötü bir işden) sonra gelen seyyie de ilk seyyienin cezasıdır. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’in hurmayı yiyip çekirdeğini (aynı) tabağa koymayı yasaklamasındaki hikmeti bilmeden senelerce durdum (ve bu yasağa uydum.) İşte bu Sünnet’e uymanın bereketi ile Allah celle celâlühû benim bazı hadis âlimlerinin kelâmında nakledilen hikmete4 ulaşmamı nasip etti. Sonra, ey insanlar!.. Bilin ki, Sûfîler iki çeşittir. Birincisi: Sünnet Sûfîleri. Cüneyd-i Bağdadi ve ona tabi olanlar gibi. İşte bunlar halis insanlardır ki, Allah’ın yarattıklarının özü bunlardır. Hayatlarını Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem’in eserlerini (hadîslerini) arayıp bulmak ve onlarla amel etmekle geçirmişlerdir. Böylece de özün özü olmuşlardır. İkincisi: Felsefecilerin Sûfîleri: Bunların aslı yunan kâfirleridir. Çünkü onlar hikmet ve akıl sâhibi idiler; zahidlık ve riyâzat yapmaya başladılar. Sonra Allahu Teala onların zamanlarında Musa aleyhisselâm’ı göndermiş, O da onları kendi şeriatına davet etmişti. Karşı gelmişler, büyüklenmişler ve Mûsâ aleyhisselâm’a, “Biz senin getirmiş olduğuna muhtaç değiliz. Biz zaten senin söylediğini söylüyoruz, senin getirdiğinden daha fazlasına sahibiz. Biz hayvanlara acıdığımız için hayvan kesmeyiz; sen ise kesiyorsun” demişler ve böylece ona uymaktan geri durmuşlardı. Bu sebeple Allah celle celâlühû onları şaşırttı ve iblisin sırtına bindirdi. İblis de onları riyâzâtlarında5 ruhun ve alemin kadim oluşuna6 , hayulaya7 ve mutlak birliğe8 inanmaları gibi bozuk itikatlara sürükledi. İslam gelip de (her türlü İslâm dışılıktan) hâlis (arınmış) olan tasavvufçular fırkası doğunca, insanlardan bir grup kendilerini felsefecilere benzetmek istedi. Hadisleri ve (Sahâbe rivâyetleri demek olan) eserleri arayıp bulmak onlara zor geldi; sünnetleri sürekli yapmak ve korumak zahmeti ve meşakkati onlara ağır geldi. İşte bu sebeple felsefecilerin tasavvufçularının yoluna yöneldiler. Çünkü o yolun ameli daha az, yükü de daha hafiftir. Bu tâifenin reîsi İbni Salah’ın “Fetâvâ”sında “o bir âlim değil, insan şeytanlarından bir şeytandı” dediği filozof İbni Sinadır. İbni Sina felsefecilerin yolunu düzenledi, açıkladı ve insanları felsefeye çağırdı. Kendi döneminde ve sonraki dönemlerde O’na uyanlar oldu. Bundan dolayı İslam âlimleri derhal 4 O hurmayı yiyip çekirdeği aynı hurma tabağına koyan kimsenin kendisiyle beraber yiyenlere hürmet etmesi icabı. Nitekim bazıları üzerinde tükrük ıslaklığı bulunan çekirdeklerin diğer hurmaların yanında bulunmasından tiksinebilir. (Hakîm et-Tirmizî, Nevâdiru’l-Usûl:1/644’dan hulâsa ve ana fikir olarak.) 5 Açlık, susuzluk, uykusuzluk ve başka bir takım meşakkat ve zorlukların altına girerek bedeni ve nefsi terbiye etmek. 6 Evvellerinin olmadığına, sonradan yaratılmış olmadıklarına. 7 Sûret-i Cismiyye’nin yeri olan ilk cevher… Varlığın asıl maddesi, mayası… 8 Panteizm’e yani Batı vahdet-i vücudçuluğu’na. 40 (O’na) cevâb verdiler; hâlis sünnet sûfîleri ile sapık felsefe tasavvufçularının arasındaki farkları ortaya koydukları birçok kitaplar yazdılar.. İki gruptan her bir grubun hâlini apaçık ifadelerle îzâh ettiler. Evvelkileri (Sünnet tasavvufçularını) övdüler ve onlara uymayı teşvik ettiler. Diğerlerini de (Felsefe tasavvufçularını da) yerdiler ve sapıklıklarına aldanmaktan (insanları) sakındırdılar. Önceki ve sonraki İslam âlimleri hep buna tenbîh ede gelmişlerdir. Şimdi ise sûfî olduğunu iddia edenlerden birçokları gerekli şartlardan bir tanesini (bile) taşımamaktadırlar. Nebî sallellâhu aleyhi ve sellem efendimiz’in sünnetini yapmak bir kenara o sünnetleri bilmemektedirler. Şunun bunun yazdığı kitaplara itibar etmekte, o kitaplardan istediklerini seçmektedirler. Bundan dolayı onlardan birisinin üzerinde kat kat karanlıklar olduğunu görürsün. Çünkü sünnetin nurları onu aydınlatmamıştır. Onun iç dünyası temiz değildir ki dış dünyası aydınlık olsun. Onlardan cahil birisinin panteizm (batı vahdet-i vücûd’u) ve ruhun kıdemi gibi mevzularda gürültü çıkardığını, söylenip durduğunu görürsün. Onları üç grup insan dinler: (Birincisi): Salih kimselere hüsnü zanda bulunan avamdan olan cahil kişidir. Bu kişi bir söz işitse, onu hayır zanneder, boş bir kalp ile onu değerlendirir ve o söz onun kalbine yerleşip kökleşir. Bu yerleşen fikir uğruna kılıçla savaşacak hale gelir. Bir mürşit onu bu fikrinden döndürmeye çalışsa, “Bu, salih kişilerin işidir” der. (İkincisi): Felsefecilerin görüşlerinin Şerîat’a ters düşdüğünü bilen fıkıh âlimidir. Şu kadarı var ki, bu kişi kapasitesi geniş biri değildir. Elinden, ancak, dünyayı çığlıkla doldurana kadar anlamadığı sözlerle bağırmak gelir. Bütün sûfîleri kâfirlikle suçlar, bütün sâlih kişilere su-i zan eder. Onlara kılıçla saldırmak imkânı olsa, bunu da yapar. O, bu hususta mazur görülür. Çünkü fakih, Şerîat’a uymayan şeyi -onun yüksek bir rutbe olduğunu kabul etmesi şöyle dursun- işitmeye bile dayanamaz. Şu da vardır ki, bütün ehl-i tasavvufa su-i zan etmesi noktasında mazur görülemez. Zira insanların tamâmı bir değildir. Üçüncü kişi: Bütün ilim(çeşit)leri ile dolu, çaplı, kapasiteli, işleri, (işlerin) temel esaslarını ve şu temel esaslarından kaynaklanan mevzuları, insanların farklı yollarını ve karışık nefsânî istek ve arzuları bilen ve her bir sözün ve inancın nereden geldiğini (kaynağını) bilen kişidir. Bu kişi her işini aceleye getirmeden ona yapışarak yapar. Her insana hak ettiği şekilde hüküm verir. Ona sûfî olduğunu iddia eden biri geldiğinde, ilk olarak onun huyuna, davranışlarına, açıklamalarına, hareketine (yaptığına), hareketsizliğine (yapmadığına), konuşmasına ve susmasına bakar. Eğer onu, ahlakında ve gidişatında sünnet yolu üzere yürüyen, hareket edilecek yerde hareket eden, durulacak yerde duran, konuşulacak yerde konuşan, susulacak yerde de susan, işleri yerlerine koyan, her şeyi yerine yerleştiren bir kimse olarak görürse, onunla ilgilenir ve onun özelliklerini inceler. Eğer O’nu üstünlük sıfatları ile görürse ona ikram ve saygıda bulunur. Onu yerine ulaştırır. (Ona hak ettiği gibi davranır.) Yok, eğer Sünnet’i terk eden bir kişi olarak görürse, sünneti terk etmesinin sebebinin onu (sünneti) bilmemekten mi yoksa bilerek mi olduğunu anlamak için ona Sünnet’ten (bir şeyler) sorar. Bunu (Sünnet’i) bilmediğinden dolayı yaptığını anlarsa, onu Sünnet’i öğrenmeye sevk eder. Yok, bildiği halde sünneti terk ettiğini anlarsa, o kişiyi azarlar, kınar, nasihati kabûl edip etmediğine veya nasihatin kendisine zor gelip gelmediğini bakar. Sonra itikadını yoklar. Eğer onu felsefecilerin tasavvufçularına meyleder halde görürse, ona nasihat edip doğrusunu gösterir, üzerinde bulunduğu itikadının batıl olduğunu ve sapıklığını izah eder. Bu nasihati kabul ederse, ne güzel. Eğer onu, sünneti, Resûlüllah sallellâhu aleyhi ve sellem’in hadislerini, Sahâbe’nin eserlerini ve Şer’î ahkâmı bilmeyen, kendine verilmeyen (faziletler) ile tokmuş gibi görünen, 9 maksadı da Mûsâ’nın ateşini yakmak,10 karanlık (ne olduğu bilinmeyen) sözü ortaya atmak, yalancı şöhret, batıl dava, sefaletten sonra insanlar arasında adı sanı duyulması, bilinmezlikten sonra şöhret (kazanmak) olan bir kişi olduğunu anlarsa, onu, işe yaramaz, düşük ve değersiz insanlar arasına yerleştirir, maymunların ve aşırı kıvırcık saçlıların (?) arasına sokar. Kişi için hiçbir hayatta hiçbir hayır yoktur, Düşük ve değersiz maldan sayıldığı zaman. ] 11 (Süyûtî’den Nakıl Bitti.) Şüphe yoktur ki günümüz samimi ve hatta art niyetli olmayan tasavvuf ve tarikat yolcularının İmam Süyûtî’nin yukarıdaki sözlerinden alacakları büyük dersler vardır. Bütün hamd ve senalar âlemlerin Rabbine âid ve layıktır. 9 Burada “Kendisine verilmeyen bir şeyle tokmuş (o kendinde varmış) gibi görünen (kendisinde olmayan bir şeyi onda varmış gibi gösteren) iki yalan elbisesini giyen gibidir (tastamam yalancıdır.)” hadîsine telmîh/işaret vardır. [Ahmed (6/345), Buhârî (5219), Müslim (2130), Ebû Dâvûd (4997), İbnu Hibbân (5738,5739)] 10 Mûsâ’nın ateşini yakmak ile ne denilmek istendiğini anlayamadık. 11 İmam Süyûtî, Şu’letü Nâr:99-105 (Selâsü Resâil, Dâru’lMedîneti’l-Münevvere,1421)
.
www.derszamani.net/tasavvuf-felsefesi-nedir.html
4 Kas 2013 - Tasavvuf Felsefesi Nedir Anlamı. Tasavvuf, insanın akıl yoluyla kavranması imkans
Tasavvuf Felsefesi Nedir Anlamı
Tasavvuf, insanın akıl yoluyla kavranması imkansız olan ahireti ve hakikatleri sezgiyle kavraması, Allah’a ulaşması demektir.
Tasavvuf felsefesi, kökü Antik Yunan dönemi filozoflarından Platon’a kadar dayanan, İslamiyet inancının önemli bilim alanlarından bir tanesidir. Tasavvufta tek varlık Allah’tır. Geçmişin, geleceğin ve sonsuzluğun sahibidir. Daha Dünya ve zaman olmadan önce o vardı ve ileride Dünya sona erdiğinde de o olmaya devam edecek. Allah, Dünya’da var olan her şeyin sahibidir. Bütün güzellikler ondan toplanmıştır. Doğal olarak güzellik görünmek ister. Allah da görünmek istemiş, bunu Dünya’yı insanları, doğayı ve bütün doğal güzellikleri yaratarak göstermiştir. O “Ol!” dediğinde her şey bir anda oluvermiştir. İnsan da Allah’ın yarattığı bir varlık olarak ondan bir parça taşımaktadır. Allah, bu güzelliği göstermekten vazgeçtiği gün her şey yok olacak, fakat o var olmaya devam edecektir.
Allah bütün iyi, güzel şeylerin sahibiyken bütün kötülükler nasıl türedi? diye sormuştur insanoğlu. Filozoflar, bu soruyu her şeyin, zıttı sayesinde varlığının anlaşılacağını söyler. Yani iyiliğin farkına varmak için kötülüğün olması gerekir. Zaten Dünya’da yaratılan bütün varlıklara baktığımızda hepsinin tersiyle var olduğunu görmekteyiz. Güzellik-çirkinlik, iyilik-kötülük, varlık-yokluk gibi. İnsanlar bu sayede iyi ve güzel şeylerin var olduğunu fark eder. Zıt özellikler, gerçeklerinin var olduğunu anlamamız için geçici olarak yaratılmıştır. Bir gün her şey yok olduğunda sadece iyi ve güzel şeyler kalacaktır.
İnsan bu geçici Dünya’da yaşarken kalıcı şeylere sıkı sıkıya sarılarak yaşarsa mutlu olabilir. Kalıcı şeyler Dünya hayatında insanı Allah’a yaklaştırır. Geçici şeyler insanı Allah’tan uzaklaştırır. Yani iyi şeyler kalıcıdır. Onlara bağlı olursak Allah’a yakın oluruz. Kötü şeyler geçici olarak yaratıldığı için bize fayda vermez. Bu yüzden her zaman iyiyi seçerek hareket etmeliyiz.
Sevgi, tasavvufun vazgeçilmezidir. Bütün güzellikler Allah’ın yansıması olduğu için Dünya’yı ve insanları sevmek, Allah’ı sevmektir. Ancak sevmek, sadece insanın insana duyduğu maddi bir aşk duygusu değildir. Tanrı’yı sevmek insanı sevmekten farklıdır. Maddi aşka takılanlar manevi aşka ulaşamazlar. Tanrısal aşka erenler her şeyde Tanrı’nın güzelliğinin farkına varır. Bu sayede Dünya’da yaşamaktan keyif alır.
2016 YGS Puan Hesaplama İçin Tıklayınız
2016 YGS Soruları Nasıl Olacak Yorumlar İçin Tıkla
İnsan tanrısal aşka ulaşmak için beş aşamadan geçer. Tarikata giren insan son aşamaya yani “İnsan-ı Kamil”e eriştikten sonra gerçek aşka ulaşmış olur. En zor seviye bu seviyedir. Çünkü Allah’a en yakın olan insanlar bu seviyede olmuştur. Peygamberler gibi.
Bu durum bazen insanların ölümüne de yol açmıştır. Mesela Hallac-ı Mansur, tasavvufta fazlaca ilerlemiş, Allah’ın varlığını kavradığını söylemiş ve “Ben Allah’ım!” demiştir. Bu yüzden idama mahkum edilmiştir.
Tasavvuf insana büyük değer verir. Tanrı, en çok insanda belirmiştir. Çünkü Allah insanı diğer canlılardan üstün yaratmıştır. İşte bu yüzden insanlar dil, din, ırk ayrımı olmaksızın eşittir. Aralarındaki tek üstünlük farkı Allah’a yakınlıktadır. Yani takvadadır.
İnsan neden Allah’a yaklaşmak için tarikata girmek zorundadır? diyenler vardır. Tasavvufçulara göre Allah’a ulaşmanın yolunun insanlar tek başına bulamaz. Mutlaka bir rehber insanın yanında bulunmalıdır. Allah’a ulaşmak zor bir süreçtir. Disiplin altına girmek gerekir. Bu disipline uymayanlar cezalandırılır ve tarikattan atılır. Bu disiplini sağlayan kurumlar tarikatlar olmuştur. Zaten tarikat “Tarik” kökünden gelir. Yol demektir. Fakat bazı tarikatlar şeriatı tam anlamıyla uygulamak için çok katı kurallar koymuştur. Mesela Bektaşi Tarikatı’na kabul edilmek için şeyhe bağlanmak, yalan söylememek, dedikodu yapmamak, iftira atmamak, dünya malına tamah etmemek, zengin-fakir bütün insanları sevmek gerekir. Bunları yapmayanlar tarikattan atılır. Fakat bunları daha yumuşak uygulayan Mevlevi tarikatı da bulunmaktadır. Hemen hemen aynı kurallar bu tarikat için de geçerlidir fakat küçük esneklikler olabiliyor.
Bazı tarikatlar görüş ayrılığına düşerek ayrılıklar yaşamıştır. Bu ayrılıkların önlenmesi için bütün tarikatların tasavvuf kültürüne tam bağlanması ve tekrar birleşmesi gerekir. Her tarikatın bir şeyhi vardır. Bu şeyh, insan-ı kamil mertebesindendir. Tarikatını kurup müritlerini toplar ve onları Allah yoluna ulaştırmayı kendine görev edinir.
Kısacası tasavvuf bir yaşam tarzıdır. Hayat boyu uygulanarak gerçek anlamda tasavvuf uygulanmış olur.
Tasavvuf Felsefesi Hakkında Sorularınızı ve Yorumlarınızı Aşağıdan Hemen Yazabilirsiniz.
.
www.eminsert.org/hayat-sermayesi/115-tasavvuf-nedir-ne-degildir
24 Nis 2008 - O halde, nedir? Tasavvuf, en basit tarifiyle, İslam'ın manevi hayata ait güzelliklerinin fe
.
Medyada, dünya veya Türkiye gündeminde ön plana çıkan tasavvuf ve bununla çok defa benzer olarak kullanılan tarikat kavramı, aydınlatılmaya muhtaç durumdadır. Çünkü tasavvuf ve tarikat, kavram kargaşasının en çok yaşandığı sahalardan biridir.
Kesinlikle bilinmesi gereken bir şey vardır ki; tasavvuf, miskinlik ve tembellik değildir. İslam’ın temel prensipleri mutasavvıflar için birinci derecede geçerli ve önemlidir. İslami temel prensiplere aykırı bir tasavvuf veya İslami tarikattan söz etmek mümkün değildir.
Kavram kargaşası
Günümüzde birçok mesele, derin bir bakış olmaksızın anlaşılmayacak şekilde karmaşa içindedir. Hiçbir şey dışarıdan göründüğü gibi değildir.
Siz okuyucularımızın bile; bir kendinizi tanımlama şekliniz vardır. Bir de dışarıdan, çevrenizden algılandığınız şekliniz ve kişiliğiniz vardır. Bu ikisinin ötesinde, bir de olmak istediğiniz, erişmek istediğiniz kişilik ve kendinize layık gördüğünüz boyutunuz vardır. Bu üçü ne kadar birbirine yaklaşırsa o kadar “verimli bir hayat” ortaya çıkar. Bu da gayret, ihlâs ve samimiyet ile erişilebilecek bir durumdur.
Kendimizle ilgili bu üç farklı durum söz konusu olduğu gibi, tasavvuf ile ilgili de farklı değerlendirmeler olabilir. Bunu açacak olursak, birincisi sizin bilgi, tecrübe ve duyduklarınız açısından tasavvufa bakışınız vardır; bir de belki bazı olumsuz görüntülerden, bilinçsizlikten veya düşmanlıktan ileri gelen olumsuz yaklaşım ve tutumlar söz konusudur. Bir başka boyutta tasavvufun, İslamî hayat ve dini değerler ile ilgili hakiki değerli bir pozisyonu vardır. Bu noktada ideale uygunluk asıl değeri ortaya koyar.
Medyada, dünya veya Türkiye gündeminde ön plana çıkan tasavvuf ve bununla çok defa benzer olarak kullanılan tarikat kavramı, aydınlatılmaya muhtaç durumdadır. Çünkü tasavvuf ve tarikat, kavram kargaşasının en çok yaşandığı sahalardan biridir.
Öyle ki, Avrupa ve Amerika’da hiçbir dine ait olmayan fikirleriyle etrafına ‘mürit’ toplayan ruhçu / spritüalistlerin oluşturduğu guruplara bile ‘tarikat’ (ing. order, sect) denilmekte, basın kuruluşlarımız da bu isimlendirmeyi aynen Türkçe’ye taşıyarak ‘tarikat’ demektedirler. Halbuki ‘tarikat’ denilince, kültürümüze yerleşen haliyle; “Aynı dinin içinde birtakım yorum ve uygulama farklılıklarına dayanan, bazı ilkelerde birbirinden ayrılan, Tanrı'ya ulaşma ve onu tanıma yollarından her biri” (TDK Sözlüğü) olarak tanımlanmaktadır. Bilinçli veya bilinçsizce yapılan bu tür tanımlamalar da insanımızın kafasını karıştırmakta, bir kavram kargaşası oluşturulmaktadır.
O halde, nedir?
Tasavvuf, en basit tarifiyle, İslam’ın manevi hayata ait güzelliklerinin fert ve toplum hayatına yansımasını ifade eder. İslamî tecrübedeki tarikat da ‘gidilen yol’ manasında, kişiyi Allah’a ve O’nun rızasına götürecek tutum ve davranışları içerir. Ama farklı yabancı kültürlerde bu kavramlar çok yozlaşmış ve bize de bu şekilde yansıtılmaya çalışılmıştır. Cahillik ve bilinçsizlikten kaynaklanan yanlış tutum ve uygulamalar da ayrı bir konudur.
Hakiki boyutuyla tasavvuf ve tarikat; İslam'da maddenin ötesindeki, ruhi ve manevi boyutu öne çıkaran, dinî düşünce ve yaşayış biçimidir. Bu hayat ve düşünce biçimini benimseyen kişiye ‘mutasavvıf’ veya ‘sofi’ denir. Temel ilkelerini Kur'an'dan alan, Hz. Muhammed (s.a.s.) ile ashabının hayatında somut örneklerini bulan tasavvuf, tarih boyunca çeşitli evrelerden geçip, kısmen değişip gelişerek varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Tasavvuf söz konusu olduğunda, ortaya çıkan sorunlardan biri, tanımlama güçlüğüdür. Bu güçlük, tasavvufun kişisel yaşantı ve deneyimlere bağlı öznel niteliğinden kaynaklanır. Bu nedenle her tanım, tarifi yapanın ruhi, manevi durumunu ve bakış açısını yansıtmaktan fazla bir anlam taşımayabilir. Bu noktada, “tasavvuf anlatılmaz yaşanır, tatmayan bilmez” denilmektedir.
Gerçek tasavvuf ehli
Ancak kesinlikle bilinmesi gereken bir şey vardır ki; tasavvuf, miskinlik ve tembellik değildir. İslam’ın temel prensipleri mutasavvıflar için birinci derecede geçerli ve önemlidir. Din manasına gelen şeriat ve İslami temel prensiplere aykırı bir tasavvuf veya İslami tarikattan söz etmek mümkün değildir. Kötü tecrübe ve örnekler, örnek olamaz. Dinden uzak tasavvuf, insanı tehlikelere götürür. Tasavvufi hayatı değersiz gören yaklaşım, manevi ulviliklere ermekte zorlanır.
Tasavvuf ile bir şekilde irtibatı olan kişiler toplum içinde yaşamakta “dışı halk (insanlar), içi Hakk (Allah) ile” olabilmektedir. Bu noktada “Bunları ne ticaret ve ne de alışveriş Allah’ı anmaktan, namaz kılmaktan, zekât vermekten alıkoyar” (Nûr, 24/37) ayet-i kerimesini hatırlıyoruz.
Onların günlük hayatlarını devam ettirmek için yerine getirmeleri gereken vazifeyi ihmalleri söz konusu olamaz. Ama her şeye bir mana ve anlam katma gayreti gösterdiklerinden, yaptıkları işi Allah’ın rızasına uygun olacak şekle getirmeye çalışırlar. Onların birinci hedefi, hayatlarını Allah’ın rızasına uygun şekilde devam ettirebilmektir.
Böyle bir güzellik arama düşüncesiyle, ister okulda öğrenci ya da hoca olarak görev yapsınlar, ister çarşıda esnaflık, isterse başka yerde çalışsınlar, Allah’ın rızasına uymayan şeylere tevessül etmedikleri müddetçe, tıpkı sokakta gezerken paçalara sıçrayan çamurun namaza engel olmadığı gibi değişik insanlar ile hemhal olmak, onlar için sorumluluk vesilesi olmaz. Çünkü zaruret anında mahzurlu şeyler, -zaruret miktarınca- mubahtır.
Kötü örnekler yanıltıyor
Cenâb-ı Hakk'ın rızasına erişmek gibi bir derdi olan Müslümanların, içtimaî münasebetlerinde olabildiğince dikkatli olmaları, İslam’ın güzel ahlâkını hayatlarına yansıtmaları gerekmektedir. Bir kısım Müslüman veya tasavvuf ile irtibatlı olduğunu ifade eden kişilerin, bu noktalarda yanlış davranmaları kesinlikle kabul edilemez. Zira “Müslüman elinden ve dilinden, diğer Müslümanların emniyette olduğu örnek insandır”. Belki tasavvufi sohbetler onlar için, hayatın keşmekeşinden kurtulup tahliye, tezkiye ve manevi terakki için bir sığınak gibidir.
Mutasavvıfların, her türlü hareket, davranış ve muamelesiyle Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Sahabe-i kiram ve onlardan sonra gelen diğer İslam büyüklerinin hassasiyetlerini yaşamaya çalışmaları gerekir. Dinin yıkılmaya çalışılan kalesini tamire gayret eden insanlar olarak, hiçbir şekilde gayr-i meşru tavır içine girmeden istikamet üzere devam etme sorumlulukları da ayrı bir konudur.
Zikir merkezli huzur
Tasavvuf, zikir merkezli hayatın diğer adıdır. Zikir, “anmak, hatırlamak ve yâdetmek” manâlarına gelir. Zikri, sadece tasavvufî bağlamda ele alıp, belli bir disiplin çerçevesinde ve belli sayıda, ilâhî isimlerin tekrar edilmesine indirgemek, eksik bir anlama olabilir. Kur’an-ı Kerim, inananların her hâl ve durumda Allah’ı anmalarını istemektedir: “Onlar, ayakta dururken, otururken, yanları üzerine yatarken (her vakit) Allah'ı anarlar, göklerin ve yerin yaratılışı hakkında derin derin düşünürler (ve şöyle derler:) Rabbimiz! Sen bunu boşuna yaratmadın. Seni tesbih ederiz. Bizi cehennem azabından koru!” (Âl-i İmran, 3/191). Onlar için kainattaki muhteşem ahenk ve nizam, Allah’ı gösteren birer delil ve işarettir.
Bu manadaki zikir ve hatırlama her müslümanın hayatını şekillendirecek bir boyuta ulaşmalıdır. Allah’ın her şeyi gördüğü, bildiği ve her yapılanın hesabının sorulacak olması en büyük hatırlama ve hatırlatmadır.
Müslüman ve mutasavvıf için hayat bir imtihan yeridir. İnsana iyiyi ve kötüyü seçip yapabilme serbestisi verilmiştir. Ancak Kur’an-ı Kerim hidayet rehberliği misyonuna uygun olarak insana her daim Rabbini hatırda tutmasını tavsiye etmektedir. “Öyle ise siz beni (ibadetle) anın ki ben de sizi anayım. Bana şükredin; sakın bana nankörlük etmeyin!” (Bakara, 2/152).
Bir ilahi sözümüz de “Sen Allah’ı seversen Allah seni sevmez mi” şeklindedir. Seven sevdiğinin sözünden çıkmaz ve onu üzmemek için gayret gösterir. İşte tasavvufun insanı götürmek istediği takva da Allah’a karşı sorumluluk bilinci içinde çalışıp O’nun rızasına ulaşma gayretidir.
Tasavvufun da bir gereği olarak Allah’ı anmak olan zikir, kişiyi maddi-manevi huzur ve mutluluğa götürür. Fıtrattan, dinden ve Allah’ı hatırlamaktan uzak kalan kişi, hiçbir maddi unsur ile hakiki huzur ve mutluluğu tadamaz.
Nitekim Rabbimiz; “Kim de beni anmaktan yüz çevirirse şüphesiz onun sıkıntılı bir hayatı olacak ve biz onu, kıyamet günü kör olarak haşredeceğiz” (Tâhâ, 20/124) buyurmaktadır. Bu ayet-i kerime Allah’tan ve dinden uzaklaştığı için varlık içinde yokluk, sıkıntı ve stres içinde yaşayan gönümüz insanının durumunu çok güzel ortaya koymaktadır.
Stres ve sıkıntılardan kurtulmak için
Stres ve huzursuzluk günümüz insanın en ciddi sıkıntılarındandır. Bu hususta hayat rehberimiz, ey Allah’ın kulları; “Dikkat edin, kalbler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur” (Râd, 13/28) ikazında bulunmaktadır. Çünkü manevi kalbin gıdası Allah’ı anmak, O’nun aşkı ile yanmak ve nur-u İlahî ile aydınlanmaktır.
Bu da ancak tasavvuf terbiyesi ve manevi terakki ile mümkün olabilir. Bu manevi gıdadan mahrum insanlar, hakiki huzuru tadamazlar. Onlar belki ancak eğlenebilirler. Daldıkları eğlence havasından kendine geldiklerinde karşılaşacakları ilk şey, yine huzursuzluk ve strestir. Allah ne yarattığını en iyi bildiği için, ona vakitlik, haftalık, aylık ve yıllık bakım seansları ihsan etmiştir. Ama zavallı insanlık ve Müslümanların çoğu bile bunun farkında değildirler.
Mü'minler; Resûl-i Ekrem (s.a.v.) ve Hülâfa-i Raşidîn’in sünnetlerine riayet etmek durumundadırlar. Zühd ve takva hayatında da durum aynıdır. Şer'i şerifin hudutlarına riayet olunmadığı sürece “tasavvufi” hayattan söz etmek mümkün değildir.
Gayr-i İslamî davranışlara bulaşan ve şeytanî vesveselerden kurtulamayan kimselerin; insanlara zühd ve takva'yı öğretebilmeleri zaten imkânsızdır. Tasavvufla ilgili olarak kaleme alınmış birçok eserde, haram, mekruh, bid'at ve hurafelerden uzak durulması tavsiye edilmektedir. Dikkatli olmak ve şer'i hudutları öğrenip tatbik etmek gerekir. Dini ölçülerden uzak birinin tasavvufa ve Allah’a yakın olması mümkün değildir.
Zühd ve takva hayatı, maddi ve daha önemlisi manevi gayret ve çalışma ile yakından alâkalıdır. Türkiye'de; otuz iki ve elli dört farzı bile bilmeyen nice zavallılar, meydanı kimseye bırakmamaktadırlar. Bilgisiz düşünce üretme hastalığı toplumun geniş katmanlarının baş belasıdır. Dini eğitimden uzak yetiştirilen bir neslin ahlaki değerlere uygun bir hayat sürebileceği zannetmek bir vehimden ibarettir.
Dini değerleri öğrenmek, yaşamak ve yaşatmak her müslümanın vazifesidir. Bir ömür boyu İslam’dan uzak yaşayanın, utanma belası musalla taşına konulması ve dua mahiyetindeki cenaze namazını kılınması, kişiye bir şey kazandırmayabilir. İbadetsiz, fikirsiz ve zikirsiz bir hayat, dünyada bile insana fazla bir şey kazandırmaz. Böylesi bir kimsenin ahiret hayatı da ciddi tehlike altındadır. Tasavvuf, İslami bir hayat yaşama modellerindendir.
Ne mutlu, Allah’a kul, Peygamber (s.a.v.)’e ümmet ve onların sevdikleriyle beraber olabilip Kur’ân ahlakı ile ahlâklananlara…
www.diyanetdergisi.com › 104. Sayı
Tasavvuf Nedir? Tasavvuf, köken itibariyle Arapça bir terimdir. Sözlükte "yün" manasına gelen
hakanmenguc.org › Blog
7 Mar 2014 - Tasavvuf veya Sufi Terapi Tasavvuf bir terapi yöntemi değil, bir yoldur. Allah'a ulaşmayı
.
Tasavvuf Terapi nedir?
Tasavvuf veya Sufi Terapi
Tasavvuf bir terapi yöntemi değil, bir yoldur. Allah’a ulaşmayı ve onunla bütünleşmeyi amaçlayan bir yol.
Öyle bir yolculuk ki, daha yolun başında öfke, panik atak, kaygı bozukluğu ve kronik mutsuzluk gibi problemler yok oluyor. (Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bir çok psikiyatr ve psikoloğun makalelerinden oluşan, Psikiyatri Uzmanı Prof. Dr. Kemal Sayar’ın Sufi Psikolojisi adlı kitabını okuyabilirsiniz.)
Peki ‘Tassavvuf Terapi’ kavramı nasıl ortaya çıktı?
15. yüzyıldan itibaren Avrupa toplumunda kiliseye karşı oluşan antipati bir süre sonra Avrupalıların dinden ve maneviyattan bütünüyle soğumasıyla sonuçlandı. Bu olayların sonucunda ruhsallıktan uzaklaşan Avrupa toplumu akla sığındı. Floransa, Venedik gibi yerlerde Rönesans doğarken Almanya ve Avusturya’da Barok dönemle birlikte aydınlanma çağı başladı.
Aydınlama çağında sanat ve müzikte yaşanan büyük gelişmelerle birlikte, insan ‘ruh’ denen kavramdan arındırılıp bir makine gibi görülmeye başlandı. (Hala bazı tıp otoriteleri insanı bir makine gibi görmektedir.)
Fakat 1800’lerin sonuna doğru Sigmund Frued, makine olarak görülen insan zihninin bir arka kapısı olduğunu keşfetti ve buna da ‘bilinçdışı’ dedi. Fakat Freud bilinçdışını keşfederken bunu maneviyatla birleştirmedi. Kendisinden sonra gelen Carl Gustav Jung ise bilinçdışı ve rüyalarla ilgilenmeye başlayıp, insanın manevi yönü üzerine çalışmalar yaptı. Jung’dan sonra gelen psikoloji profesörü Abraham Maslow insanın nihai amacının kendini gerçekleştirmek olduğunu savundu ve insanın manevi yönü üzerine çalışmalar yaptı.
‘Transpersonel Psikoloji’nin Doğuşu
Amerika’lı Tıp Profesörü William James ile birlikte insanın manevi yönü, ‘Transpersonel Psikoloji‘ adıyla incelenmeye başladı.
İnsanın manevi yönünü incelemeye başlayan psikologlar önce Zen Budizmi, Hint felsefesi, Tao felsefesi gibi Doğu kültürü inançlarına yöneldiler. (D. T. Suzuki, Zen üzerine yazdığı kitaplarla ‘Transpersonel Psikoloji’ alanındaki fikirlerin doğuşunu etkilemiştir.)
Doğu kültürü inançlarından Anadolu’ya yönelen Transpersonel psikoloji araştırmacıları Mevlana’yı, Yunus Emre’yi yani ‘Tasavvuf’u keşfetmeye başladılar.
Tasavvufun Sistematik Yapısı ve Nefs Mertebeleri
Araştırmacılar tasavvufun sistematik yapısı, musiki, sema, zikir ve halvet gibi yöntemleri karşısında şaşırmaya ve böylece daha çok araştırmaya başladılar. Tasavvuf, insanın manevi yönünü öyle kapsamlı bir şekilde inceliyordu ki; 7 aşamalı nefs sisteminde (Nefs-i Emmare’den başlayıp, Nefs-i Kamile’ye giden süreç) insanın hangi mertebede ne hissedeceği, nasıl davranacağı, ne tür haller yaşayacağını anlatıyordu.
Sufi felsefesi ve sufi terapi üzerine yazılan kitapların %70’i yabancı psikolog ve araştırmacılar tarafından yazılmıştır. (Not: Psikiyatri Uzmanı Dr. Mustafa Merter’in Nefis Psikoloji adında bir kitabı var, epey kapsamlı bir kitap, bu alan üzerine çalışıyorsanız, mutlaka okumalısınız.)
Neden ‘Tasavvuf (Sufi) Terapi’ Deniyor?
Transpersonel psikoloji ile ilgilenen psikologlar, tasavvufu bir terapi yöntemi olarak görüyor. Tasavvuf günümüz insanını iki şekilde iyileştiriyor;
Birincisi psikiyatride ‘anomi’ olarak bilinen ‘anlamsızlık hastalığı’nı yok ediyor.
İkinci olarak da, yapılan sufi uygulamaları ile kişi stres durumundan (yani beta beyin dalgasından) aşamalı olarak, sakin, rahat bir konuma (yani alfa beyin dalgasına) geçiyor. Başlarda gün içinde kısa kısa hissedilen bu durum, daha sonraları günün tamamına yayılıyor. Tasavvufta bundan ‘hal’ ve ‘makam’ olarak söz edilir. (Aşağıda buna da değineceğim.)
Stres altındaki beden, beta beyin dalgasındayken dış dünyadan devamlı olarak tehlike sinyalleri alır ve adrenal hormonlar salgılanmaya başlar. Adrenal hormonların işi bizi tehlikelere karşı daha uyanık ve hazır durumda tutmaktır. Bu durumda bağışıklık sistemimizi koruyan askerler, dışarıda savaş alarmı verildiği için, takviye güç olarak bağışıklık sistemi koruma bölgesinden ayrılırlar; bu da bağışıklık sistemimizin minumum korumada çalışmasını sağlar.
Fakat sakin, rahat olduğumuz alfa konumlarında ise (daha derinlerde ‘teta’ konumunda) bedenimiz ve bağışıklık sistemimiz ideal performasla çalışır. Güçlü bir şekilde bizi korumaya devam eder.
Günümüz insanının en büyük rahatsızlığı olan stres, yukarıda anlattığım nedenlerden dolayı bağışıklık sisteminin minimum korumada çalışmasını sağlar ve hastalıklardan daha kolay etkilenir hale geliririz. Ayrıca duygusal olarak da daha hassas olur, çabuk üzülür, öfkelenebilir ve ani duygusal iniş çıkışlar yaşabiliriz.
Tasavvuf yolcusu daha yolun başında, uyguladığı çeşitli egzersizlerle (nefes tekniği, sema, zikir, dua, musiki vb.) beyin dalgalarını alfaya düşürür ve bir süre sonra bu beygin dalgalarını, alfa dalgasında sabitlemeye başlar. Tasavvufta kalıcı olan ve devamlılığı sağlanmış ruh haline ‘makam’; geçici süreyle hissedilen, ara sıra girilip çıkılan ruh haline ise ‘hal’ denir.
Alfa beyin dalgası tasavvuf yolculuğunun başlangıcıdır. 7 aşamalı nefis yolculuğuna çıkan tasavvuf öğrencisi, zaman içinde aklını kullanmaktan öte gönlünü kullanmayı öğrenir.
Sonuç olarak, İslam dünyasında ‘manevi bir yolculuk’ olarak görülen (dikey yolculuk) bu süreç, Batılı psikiyatristlerce ‘tasavvuf terapi’ veya ‘sufi terapi’ terimiyle bilim dünyasına dahil edilmiştir.
Mevlana’ya göre de, hepimizin içinde yaşadığı ‘boşluk’ ve ‘anlamsızlık’ aslında ‘asl’ımızı arayış, yani Allah’ı arayıştır. O yüzden Mesnevi’nin başında şöyle der;
Dinle Ney?den duy neler söyler sana,
Sızlanır hep ayrılıklardan yana?
?.
Bir kez aslından koparılmışsa insan arar,
Aslına dönmek için hep uygun arar.
Bir başka yazıda buluşmak dileğiyle,
Hakan MENGÜÇ – 7 Mart 2014
Sitedeki yazı ve yayınların bir kısmı tarihsel felsefi görüşlerden alıntı, bir kısmı da benim kişisel ve şahsi fikirlerimden oluşmaktadır.
.
.
www.gonlumungulu.com/frmt1525/tasavvuf-nedir-anlami
12 Haz 2008 - Tas
.
www.ilimveirfan.com.tr/detay.asp?Id=323
İlim kelimesi, kapsamı son derece geniş olan ve çok farklı manalarda kullanılan birçok kavramı dile getirir. Tasavvuf
.
PROF. DR. SÜLEYMAN ULUDAĞ | Şubat | 2016 |
İlim kelimesi, kapsamı son derece geniş olan ve çok farklı manalarda kullanılan birçok kavramı dile getirir. Tasavvufun bir ilim olup olmadığını anlamak için neye ilim dendiğini veya denmediğini bil¬mek lazımdır.
İlimle ilgili pek çok tarif yapılmış, ilimler çeşitli şekillerde sınıflandırılmıştır. Nazari-ameli ilimler, akli-nakli ilimler gibi. (Tarifat, 135-137)
Her şeyden evvel ilim Allah Tealanın sıfatıdır, Hak Teala alîmdir, âlimdir, her şeyi tam olarak bilir, ilminin bir kısmını vahiy yoluyla ve peygamberler aracılığı ile kullarına iletmiştir. Şu halde kutsal kitaplar ve Kur’an ilimdir, peygamberlerin hadisleri ve sözleri de ilimdir. İlmin bir tarifi şöyledir: İlim olgu ile tam örtüşen kesin inançtır. (Tarifat, 135; Ragıp, el-Müfredat, 343) Kur’an’da ve sahih hadislerde verilen bilgiler olaylara, olgulara ve var olan şeylere mutabık olduğundan ilimdir. Bu bilgilere sahip olan mü’min kullar da alimdir, okur-yazar olmasalar da; sahabe örneğinde olduğu gibi.
Bir mü’minin İslami anlamda alim olması için hem itikat ve iman sahibi olması hem de bildiğiyle amel etmesi lazımdır. Bu anlamda, çok şey bilseler bile müşriklere, kafirlere ve münkirlere alim denmez. Çünkü Allah’ın kelamı olan Kur’an’ı ve O’nun (cc) Resulü Muhammed’i (sas) kabul etmiş ve tanımış değillerdir. Bundan dolayı Belam bin Bagura kötülenmiş ve kınanmıştır. (Bk. Araf, 175; Cuma, 5) Yine bundan dolayıdır ki, kabul edilen ve reddedilen olarak ilimler iki kısma ayrılmıştır: Mahmud/övülen ilimler, mezmum/yerilen ilimler. (Gazzali, İhya, cilt 1, sayfa 29-49) Yerilen ilimlere adete uyularak ve sözün gelişi ilim denilmiştir, aslında bunlar ilim değil cehaletten ibarettir. Bunları bilenler İslami anlamda alim değil, cahildirler. “Allah’tan ancak huşu sahibi ulema korkar.” (Fatır, 28) denirken sözü edilen nitelikteki alimler kastedilmiş ve övülmüştür. Bu anlamda bilenle bilmeyen eşit olmaz.
İslam bilginlerine ve düşünürlerine göre Kur’an’da ve sahih hadislerde övülen alim, alimbillah’tır yani ilim Allah’ın, sıfatları, isimleri ve fiilleri hakkındaki doğru ve sağlıklı bilgidir. Bu nitelikteki bilginler de ulemabillah’tır. Bir mü’minin dünyada ve ahirette işine yarayacak ve onu bahtiyar edecek ilim, bu nitelikte olan ilimdir. Bu bilgiye marifetullah, bu marifet ve irfana sahip olana da arif-i billah da denir.
(Yazının tamamı İlim ve İrfan dergisinin Şubat (2016) sayısında.)
.
.
tasavvufehli.com › FETVALAR › TASAVVUF
8 Eki 2015 - Tasavvufu, yine kendi terimleriyle şöyle tarif edebiliriz. Ebedî saadete ulaşmak amacıyla, z
Tasavvuf Nedir
TASAVVUF 28 Görüntülenme
Tasavvufu, yine kendi terimleriyle şöyle tarif edebiliriz. Ebedî saadete ulaşmak amacıyla, zâhirin ve batının tamir; ahlakın tasfiye ve nefsin tezkiye hallerini içine alan, mânevi bir ilimdir.
Tasavvufun genel tanımı ise şudur: İslam dininin getirdiği hükümlerin, müslüman kimseler tarafından, zahirî ve bâtmî yönleriyle birlikte, ruhsatlardan faydalanmaksızın, azimet ve takva üzere tatbik edilmesidir.
Tasavvuf rûhî bir hayat olduğu için hakikatte; bizzat yaşamak, hissetmek ve halleriyle hemhal olmak suretiyle anlaşılabilir ve anlatılabilir.
Tasavvuf kitaplarmda rastladığımız farklı anlatımlar ve izah tarzlarının asıl sebebi de budur. İslam âlimleri, kendi rûhî, manevî hayatlarına göre tasavvufu tarif ederken; bazıları bidayet (başlangıç) halleriyle, bazıları nihayet halleriyle, kimi zaman alametleriyle, kimi zaman da asıl ve esaslarına göre tarif etmişlerdir.
Her ne kadar farklı izah tarzlarıyla karşılaşsak da ifade edilmek istenen manada birleşmektedirler. Hakikatte tasavvuf; Allah-u Zülcelâl’in istediği mümin sıfatlarına bürünmek ve Allah-u Zülcelâl’in azim bir ahlak ile ahlaklandırdığı, Peygamber sallallâhu aleyhi vesellemin ahlakı ile ahlaklanmaya çalışmaktır.
“Tasavvuf öyle bir ilimdir ki batıl onun ne ardından gelebilir, ne de önüne geçebilir. Onun ne önünde, ne de ardında hiç bir eğrilik yoktur. Çünkü tasavvuf, nübüvvet kandilinden alınmış bir nurdur. Nübüvvetin ötesinde ise bizim için alınacak bir nur yoktur.”
.
www.semazen.biz/cevheri/tasavvuf/tasavvuf/
Almanyada Tasavvuf Dernegi.Almanyanin Frankfurt sehrinde faaliyet sürdüren cevheri dernegi sitesi
.XXXXXXXX
.
www.halveti.net/Tasavvuf.asp?cid=6&sid=125
Halveti Yolunda Zikir. Aziz Mehmet Dumlu Hazretleri zikirle ilgili sohbetlerinde şöyle buyurdular : "Hz
Tasavvufun Şiir Diliyle Açıklaması:
Olanlar Tekkesi Şeyhi İbrahim Efendi (k.s.) tasavvufun tanımını aşağıdaki dizelerde ifade etmiştir:
Bidayette tasavvuf sofi bican olmaya derler
Nihayette gönül tahtında sultan olmaya derler
Tarikatte ibarettir tasavvuf mahv-ı suretten
Hakikatte saray-ı sırda mihman olmaya derler
Bu abu kil libasından tasavvuf ari olmaktır
Tasavvuf cismi safi nur-ı Yezdan olmaya derler
Tasavvuf lem’ayı envar-ı mutlaktan uyarmaktır
Tasavvuf ateş-i aşk ile suzan olmaya derler
Tasavvuf şerait name-i hestiyi dürmektir
Tasavvuf ehli iman olmaya derler
Tasavvuf arif olmaktır hakimen adetullaha
Tasavvuf cümle ehli derde derman olmaya derler
Tasavvuf ten tılsımın ism miftahıyla açmaktır
Tasavvuf bu imaret külli viran olmaya derler
Tasavvuf sofi kali tebdil eylemektir bil
Tasavvuf her söz ki söyler ab-ı hayat olmaya derler
Tasavvuf ilm-i tabirat-ü tevilatı bilmektir
Tasavvuf can evinde sırrı sübhan olmaya derler
Tasavvuf hayret-i kübrada mestü valih olmaktır
Tasavvuf Hakkın esrarında hayran olmaya derler
Tasavvuf kalb evinden masivallahı gidermektir
Tasavvuf kalbi mümin arşı Rahman olmaya derler
Tasavvuf her nefeste şarka vü Garba erişmektir
Tasavvuf bu kamu halka nigehban omaya derler
Tasavvuf cümle zerratı cihanda Hakk’ı görmektir
Tasavvuf gün gibi kevne nümayan olmaya derler
Tasavvuf anlamaktır yetmiş iki milletin dilin
Tasavvuf alem-i akla Süleyman olmaya derler
Tasavvuf uryet-i vüska yükün can ile çekmektir
Tasavvuf mahzar-ı ayat-ı gufran olmaya derler
Tasavvuf ismi azamla tasarruftur bütün kevne
Tasavvuf camii ahkamı Kuran olmaya derler
Tasavvuf her nazarda zatı Hakka nazır olmaktır
Tasavvuf sofiye her müşkil asan olmaya derler
Tasavvuf ilmi Hakka sinesini mahzen etmektir
Tasavvuf sofi bir katreyken umman olmaya derler
Tasavvuf küllü yakmaktır vücudun nar-ı la ile
Tasavvuf nur-ı “illa” ile insan olmaya derler
Tasavvuf on sekiz bin aleme dopdolu olmaktır
Tasavvuf nuh felek emrine ferman olmaya derler
Tasavvuf “kul kefa billah” ile davet dürür halkı
Tasavvuf irci’i lafzıyla mestan olmaya derler
Tasavvuf günde bin kere ölüp yine dirilmektir
Tasavvuf cümle alem cismine can olmaya derler
Tasavvuf zat-ı insan zat-ı Hakk’da fani olmaktır
Tasavvuf “kurbu ev edna”da pinhan olmaya derler
Tasavvuf canı canane verip azade olmaktır
Tasavvuf can-ı canan can-ı canan olmaya derler
Tasavvuf bende olmaktır hakikat Hak ey İbrahim
Tasavvuf şer-i Ahmed dilde bürhan olmaya derler
Tasavvufun Tarifleri
Olanlar şeyhi İbrahim Efendi (k.s.)’nin halifelerinden olan Kütahya’lı Sunullah Gaybi Hazretleri tasavvufu : “Nefyi vücud ile ahlakı hamide ve evsafı cemile sahibi olmaktır.” şeklinde tanımlar.
Mevlana Celalettin Rumi hazretleri Mesnevi Şerifi’nde : Tasavvuf nedir diye bir uluya sordular: “Gam ve keder zamanında ferah bulmaktır.” ifadesini kullandı.
Şeyh Ebu Muhammed El Ceriri Hazretleri : “Her türlü iyi ahlak ile ahlaklanıp her nevi kötü ahlaktan uzaklaşmaktır.” demiştir.
Cüneyd Bağdadi Hazretleri tasavvufu,” Hakkın seni sende ifna edip kendisiyle ihya etmesidir.” ifadesiyle tarif etmiştir.
Diğer bazı ünlü sufilere ait tasavvuf tarifleri aşağıda verilmektedir .
( Bu tarifler Dr. Mustafa Kara’nın “ Tasavvuf ve Tarikatler Tarihi” adlı eserinden alınmıştır. )
Reveym b Ahmed Bağdadi : Kendini Allah’ın murad ettiği şey üzerine bırakıvermen, O’nun İradesine mutlak olarak teslim olmandır. Üç esas üzerine kurulmuştur. Fakr; Allah’a muhtac olma esasına yapışmak, bezl, isar ve cömertliği gerçekleştirerek bunu kendi vasfı haline getirmek, Allah’a teslim olarak itiraz ve ihtiyarı terk etmektir. Canını bağışlamaktır. Bunu yapamadınsa sufilerin hezeyanlarıyla hiç uğraşma.
Ebu Bekir Şibli : Karşılıklı dostluk ve sevgidir. Hiçbir kaygı duymadan Allah ile beraber olmaktır. Yakıcı bir ateştir. Duyu organlarını zaptetmek ve ruhun üfleyişlerine kulak vermektir. Tasavvuf şirkdir, ortaklıktır. Çünkü tasavvuf kalbi masivadan muhafaza etmektir. Halbuki masiva diye bir şey yoktur.
Amr b. Osman Mekki : Kulun her vakitte, o vakit içinde yapılması en uygun olan amel ve ibadetle meşgul olmasıdır.
Ebu Said Miheni : Vasıtasız olarak kalbin Hakk ile kaim olmasıdır.
Cafer Huldi : Şerefli bir ahlaka doğru yükselmek, kötü ahlaktan yüz çevirmektir.
Ebu Bekir Kettani : Ahlaktır. Seni ahlaken geliştiren tasavvuf, kalp safası yönünden de geliştirmiş olur.
Tasavvufun en önce kim tarafından söylendiği belirlenemeyen diğer tarifleri :
Cömertliktir, zariflik ve temizliktir.
Uyanık ve muteyakkız olmaktır.
Kirlerden temizlenmek, kinlerden kurtulmaktır.
Şehvet ve arzuyu terk etmektir.
Mütevazi olmak, yedirmek, içirmek, ikramda bulunmaktır.
Bilmektir. Sadakattir, cömertliktir, ahlaktır.
Hakk ile muvafakat, halk ile gülüşmektir.
Cömertlik ve vefadır.
Tasavvuf, incinmemek ve incitmemektir.
Tasavvuf gönül bilgisidir.
Tasavvuf hikmetleşmektir.
Tasavvuf sevmeyi ve sevilmeyi öğrenmektir.
Tasavvuf zıtları birleştirmektir.
Bütün bu tanımlar, Muhammed Nuru’nun pınarından sulanan Hak dostlarının gönül bahçelerinin çiçekleridir. Farklı gibi görünseler de aslında bu tariflerin hepsi aynı manayı ifade eder. Fark yalnızca tasavvuf ehlinin mizac ve meşrebinden ileri gelir. Bütün bu tanımlar, rengini, ahengini O’ndan almıştır. O ki tasavvuf ehlinin piri Hazreti Muhammed (s.a.v.)’dir. Bu sözler batmayan güneşin ışık huzmeleridir. Sahibi Cenabı Hak’dır. Her velinin tasavvuf tanımı doğrudur. Çünkü bunlar, tasavvufu yaşayan ve hissedenlerin gönül alemlerinden harf kalıplarına bürünmüş, satırlara dökülmüş tariflerdir.
Bu tarifleri gördükten sonra, sonuç olarak tasavvuf hakkında şunları söylemek mümkündür :
İnsan; görünen, bilinen suretin dışında öz varlığı itibariyle bütün mahlukatın en şereflisidir. İnsanın kendinde gizli bir hakikat vardır. Bu hakikat onda daima bir tatminsizlik meydana getirir. Ne servet, ne saman, ne mevki, ne makam, ne şan ne de şöhret ona huzur vermez. Huzuru bulmak ve sükunete erişmek isteyen insan büyük bir arayışın içine girer. İşte tasavvuf eğitimi ihtiyacı bu noktada ortaya çıkar.
Tasavvuf yolunda olmak ve bu yola girmek isteyen kişiler başkalarının yazdığı kitapları okumakla sadece tasavvuf hakkında bilgi edinebilirler. Ancak tasavvuf eğitimi için bu tür bilgiler yeterli olmaz. Çünkü tasavvuf kulluk yoludur. Aczimizi itiraf etmemiz gerekir. Bu konuda kamil bir veli şöyle söylemektedir: “Tasavvuf öğrencisi eğitiminin başlangıcında şu iki ilmi öğrenmek zorundadır. Birincisi acz ilmi ikincisi sükut ilmi.” Kişi aslında varlığın Allah’a ait olduğunu Allah dışında bir varlık davasında bulunmanın vehim olduğunu kavramalıdır. Tasavvuf eğitiminde öğrenci bu kavrayış noktasına gelebilmek için sükut etmeli, susmalı ve dinlemelidir. Acz ilmi, sükut ilmi kavranmaya başladığında hakikat kapısı da aralanmaya başlar.
.
|
|
Bugün 26 ziyaretçi (78 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
Bugün 288 ziyaretçi (353 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|