HİCRETİN DÖRDÜNCÜ SENESİ Recî Vak’ası (Safer 4 / Temmuz 625)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm’ı teblîğ etmek ve öğretmek maksadıyla etrâfındaki kabîlelere muallimler gönderirdi. Fakat gönderdiği bâzı muallimler, ihânete mâruz kalmıştı. Bu ihânetlerin en büyüklerinden biri; “Recî Vak’ası”dır:
Medîne yakınlarındaki Adal ve Kâre kabîleleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine İslâm’ı öğretecek muallimler istedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Âsım bin Sâbit’in başkanlığında on kişilik bir heyet gönderdi.
Kâfile, Usfân ile Mekke arasında bulunan ve Hüdât denilen yere ulaştı. Hüzeyl kabîlesi bölgesindeki Recî denilen su başında konakladılar. Müslüman muallimlerin bu mevkîye geldiği, Hüzeyl kabîlesinin bir kolu olan Lihyânoğulları kabîlesine haber verilmişti. Lihyânoğulları, yüze yakın okçudan oluşan bir grupla onları tâkibe aldılar. Âsım ve arkadaşları izlendiklerini fark edince, kendilerini savunabilecekleri yüksekçe bir yere sığındılar. Düşman da onların çevresini sardı:
“–Aşağı inin, elinizdeki silâhları bırakıp teslîm olun. Söz veriyoruz hiçbirinizi öldürmeyeceğiz!” dediler.
Bunun üzerine Âsım:
“–Arkadaşlar! Ben, bir kâfirin sözüne güvenerek aşağı inmem!” dedi. Ardından da:
“–Allâh’ım, bizim vaziyetimizi Rasûlü’ne bildir!” diye duâ etti. Daha sonra düşmanlar, Âsım’ı ve ona tâbî olan altı kişiyi oka tutup şehîd ettiler.
Âsım bin Sâbit, yaralandığı zaman:
“–Allâh’ım! Ben günün başında Sen’in dînini korudum; Sen de günün sonunda benim cesedimi koru!” diye duâ etmişti.
Kureyş’in bâzı ileri gelenleri, onun şehîd edildiğini haber aldıkları zaman, Bedir Savaşı’nda kendilerinden birini öldürmüş olması sebebiyle, onu tanımaya yarayacak bir parçasını getirmek üzere adamlar yolladılar. Fakat Allâh Teâlâ, Âsım -radıyallâhu anh-’ı korumak için bir arı sürüsü gönderdi. Bu arı bulutu, Âsım’ın cesedini kapladı. Kureyş’in adamları, onun nâşından hiçbir şey koparmaya muvaffak olamadılar. (Buhârî, Cihâd, 170; Meğâzî, 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)
Akşam olup arıların dağılmasını bekleyen düşman, hiç beklemediği bir hâdiseyle karşılaştı: Birden yağmur bastırdı. Seller aktı ve Âsım’ın cesedi bu esnâda ortadan kayboldu. Düşman da Âsım’ın cesedinden herhangi bir parça koparmaya imkân bulamadı. Bu hâdiseden sonra Âsım; “Arıların Koruduğu Şehîd” diye anıldı. (İbn-i Hişâm, III, 163)
Müşrikler, yay tellerini çıkarıp teslîm olan müslümanları kıskıvrak bağlamaya kalkınca sekizinci kişi de:
“–Bu bize yapılan ilk kalleşliktir. Vallâhi size aslâ teslîm olmayacağım. Şu şehîdler bana güzel bir misâldir!” diyerek direndi. Müşrikler, onu zorla sürükleyip götürmek istedilerse de, şiddetle karşı koydu. Bunun üzerine onu da şehîd ettiler.
Bu on sahâbîden geriye sâdece iki sahâbî kaldı: Hubeyb ve Zeyd -radıyallâhu anhümâ-. Müşrikler, onları götürüp Mekke’de sattılar. Hubeyb’i, Bedir Gazvesi’nde öldürdüğü Hâris bin Âmir’in oğulları satın aldı. Hubeyb, kendisini öldürmeye karar verdikleri güne kadar onların elinde esir olarak kaldı.
Hâne halkından bir kadın der ki:
“Allâh’a yemin ederim ki, ben hayâtımda Hubeyb’den daha iyi bir esir görmedim. Vallâhi ben onu, zincire bağlı olduğu ve Mekke’de hiçbir meyvenin bulunmadığı birgün tâze üzüm yerken gördüm. Bu, Allâh’ın Hubeyb’e lutfettiği bir rızıktı. Hubeyb, Kur’ân okur, teheccüd namazı kılardı. Onun okuduğu Kur’ân’ı dinleyen kadınlar rikkate gelir, ağlarlardı. Ona:
«–Ey Hubeyb! Herhangi bir ihtiyacın var mı?» diye sormuştum.
«–Hayır! Bana tatlı su içirmenden, putlar adına kesilen hayvanların etlerini tattırmamandan, bir de öldürülmek istendiğim zamânı bana haber vermenden başka bir şeye ihtiyâcım yok!» dedi.
Haram olan aylar çıkıp, kendisini öldürmeye karar verdiklerini bildirdiğim zaman, vallâhi onun bundan herhangi bir korku ve kaygı duyduğunu görmedim. Hâris’in oğulları onu öldürmek için Harem bölgesinin dışına Hill denilen yere çıkardıkları zaman Hubeyb onlara:
«–Müsâade edin de iki rekât namaz kılayım.» dedi. Bıraktılar. Hubeyb iki rekât namaz kıldı ve sonra:
«–Allâh’a yemin ederim ki, ölümden korktuğumu zannetmeyeceğinizi bilsem, bu namazı daha fazla kılardım.» dedi. Böylece Hubeyb, îdâm edilecek her müslümanın iki rekât namaz kılması âdetini başlatan kişi oldu.
Daha sonra:
«Allâh’ım! Bunların her birini tek tek mahvet, birer birer canlarını al, hiçbirini sağ bırakma!» diye duâ edip157 şu mealdeki beyitleri okudu:
«Müslüman olarak öldükten sonra, nasıl öldüğümü asla dert etmem. Bunların hepsi, elbette Allâh uğrundadır. O dilerse, parçalanmış vücûdumla Hakk’ın rızâsına kavuşmam pek kolaydır!»
Hubeyb -radıyallâhu anh- daha sonra Allâh Teâlâ’ya şöyle niyazda bulundu:
«İlâhî! Burada düşman yüzünden başka bir yüz göremiyorum! Rasûlü’ne elçi olarak gönderilecek bir kimse de yok! O’na selâmımı Sen ulaştır!»
O sırada ashâbıyla Medîne’de oturmakta olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
«Onun üzerine de selâm olsun!» anlamında; oΩnÓs°ùdG p¬r«n∏nYnh buyurduğunu etrâfındakiler duydular. Ashâb-ı kirâm hayretle:
«–Yâ Rasûlallâh! Kimin selâmına karşılık verdiniz?» diye sorunca:
«–Kardeşiniz Hubeyb’in selâmına. İşte Cibrîl, Hubeyb’in selâmını getirdi!» buyurdu. Böylece Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sahâbîlerin şehîd edildiklerini ashâbına ânında bildirdi.” (Buhârî, Cihâd, 170; Meğâzî, 10, 28; Vâkıdî, I, 354-363)
Öldürülmeden önce darağacına bağlıyken Hubeyb’e sordular:
“–Hayâtının kurtulmasına mukâbil senin yerinde Peygamber’inin olmasını ister miydin?”
Hubeyb, bu suâl üzerine hiç düşünmeden, büyük bir cesâret ve vakarla şöyle haykırdı:
“–Aslâ! Değil O’nun burada benim yerimde olmasını istemek, şu an bulunduğu Medîne-i Münevvere’de mübârek ayaklarına bir dikenin batmasına bile gönlüm râzı olmaz!”
Bu cevâba hayret eden Ebû Süfyân:
“–Ben dünyâda Muhammed kadar arkadaşları tarafından sevilen başka hiçbir kimse görmedim!” demekten kendini alamadı. (Vâkıdî, I, 360; İbn-i Sa’d, II, 56)
Onu astıkları zaman yüzünü Medîne tarafına çevirdiler. Hubeyb -radıyallâhu anh-:
“–Allâh’ım, bu yaptığım eğer Sen’in katında bir hayır ise yüzümü kıblene doğru çevir!” diye duâ etti. Allâh Teâlâ onu kıbleye çevirdi. Müşrikler ne kadar uğraştılarsa da yüzünü kıbleden başka bir tarafa çeviremediler. Bu mübârek sahâbî hakkında:
يَا أَيَّتُهَا النَّفْسُ الْمُطْمَئِنَّةُ
(27)
ارْجِعِي إِلَى رَبِّكِ رَاضِيَةً مَّرْضِيَّةً
(28)
فَادْخُلِي فِي عِبَادِي
(29)
وَادْخُلِي جَنَّتِي
(30)
“Ey itmi’nâna ermiş (itaatkâr) nefs! Sen O’ndan, O da senden râzı olarak Rabbine dön, (sâlih) kullarımın arasına katıl ve cennetime gir!” (el-Fecr, 27-30) âyetleri nâzil oldu. (Kurtubî, XX, 58; Âlûsî, XXX,133)
a
Hubeyb -radıyallâhu anh-’tan sonra şehîd edilen Zeyd -radıyallâhu anh- da aynı îman metâneti içindeydi. Geceleri teheccüd namazı kılar, gündüzleri oruç tutardı. Putlar adına kesildiği için et yemeklerini yemezdi. Bunun yerine sütü tercih ederdi. Sütle oruç tutar, sütle iftar ederdi. Şehîd edilmek üzere Ten’im’e götürüldüklerinde Hubeyb’le karşılaşınca, başlarına gelen iptilâ hakkında birbirlerine sabır tavsiye ettiler. Zeyd -radıyallâhu anh- da iki rekât namaz kıldı.
“Senin yerinde Muhammed’in olmasını ister miydin?” sorusuna aynen Hubeyb -radıyallâhu anh- gibi cevap verdi. (Vâkıdî, I, 361-362)
Kendisine, müslümanlıktan vazgeçtiği takdirde âzâd edileceğini söyleyen ahmak müşriklere de:
“–Müslüman olarak ölmek, dînimden dönerek yaşamaktan bin defâ evlâdır!” cevâbını vererek, bir mü’min vakarı içerisinde şehâdet şerbetini zevkle yudumladı.
Bu îman lezzetini idrâk eden Peygamber âşıklarından Yûnus Emre Hazretleri, Allâh ve Rasûlü uğrunda can verebilme iştiyâkıyla âhirette şefaat-i uzmâya nâiliyyet arzusunu mısrâlarında şöyle dile getirmiştir:
Canım kurbân olsun Sen’in yoluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed!
Gel şefaat eyle kemter kuluna,
Adı güzel kendi güzel Muhammed!..
Bi’r-i Maûne Vak’ası (Safer 4 / Temmuz 625)
Recî Vak’ası’yla aynı günlerde, Necid yöresinin ileri gelenlerinden Ebû Berâ, kabîlesini irşâd için muallimler istemek üzere Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun bu talebini kabûl etmek istemedi. Hattâ kendisine getirilen hediyeleri bile almadı:
“–Ben, dostlarım hakkında Necid ehlinden (onların ihânetinden) korkuyorum!..” buyurdu.
Bunun üzerine Ebû Berâ, kabîlesi adına müslümanların hayâtı için teminat verdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Ebû Berâ adına, Necid’deki kabîleleri idâre eden yeğeni Âmir’e ayrıca bir mektup yazdırdı. Sonra Ashâb-ı Suffe’den, kendilerine “Kurrâ” denilen yetmiş kişilik bir muallim heyeti hazırlayarak Ebû Berâ ile birlikte gönderdi.
Muallimler kâfilesi, Medîne’ye dört konak mesâfede bulunan Bi’r-i Maûne’ye vardıklarında, korkunç bir ihânetle karşılaştılar. Ebû Berâ’nın yeğeni Âmir, kalabalık bir ordu ile baskın yapmış, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mektûbunu bile okumamıştı. Kendi kabîlesi Ebû Berâ’nın müslümanları himâye etmesi dolayısıyla savaşmak istemeyince de, Usayya, Ri’l, Zekvân, Benî Lihyân kabîlelerini kandırarak müslümanları kılıçtan geçirdi. İçlerinden yalnız Amr bin Ümeyye kurtulabildi.158
Bu fâcia günü baskın yapanlar arasında bulunan Cebbâr bin Sülmâ, şu hâdiseyi anlatır:
“Müslümanlardan, beni İslâm’a dâvet eden Âmir bin Fuheyre’ye mızrağımı sapladım! Mızrağımın göğsünü delip geçtiğini gördüm! O ise bu hâldeyken:
«–Vallâhi kazandım!» diyordu. Kendi kendime:
«–Neyi kazandı ki?! Ben onu öldürmüş değil miyim?!» dedim. Bu sırada cesedi semâya yükseldi ve gözden kayboldu. Şâhit olduğum bu hâdise, müslüman olmama vesîle oldu.” (İbn-i Hişâm, III, 187; Vâkıdî, I, 349)
Cebrâîl -aleyhisselâm-, Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e gelerek İslâm irşad birliğinin şehîd olarak Rablerine kavuştuklarını, Rablerinin onlardan râzı olduğunu ve kendilerini de râzı ettiğini haber verdi.159
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu hâdiseler karşısında çok müteessir oldu ve büyük bir ıztırap duydu. Mübârek ellerini dergâh-ı ilâhîye açarak:
“Ey Allâh’ım! Allâh’a ve Rasûlü’ne isyân etmiş olan Ri’l, Zekvân ve Usayye (kabîlelerine) lânet et!” diye bir ay boyunca sabah namazından sonra niyazda bulundu. (Buhârî, Cihâd 9, 19, Meğâzî 28; Müslim, Mesâcid, 297)
Mü’minler, hüzün gözyaşları döktüler. Münâfıklar ve yahûdîler ise büyük bir sevinç sarhoşluğuna bürünmüşler, Uhud’dan beri olanlardan çok memnun kalmışlardı. Ayrıca müslümanlara karşı Uhud’da tam bir varlık gösterememeleri, içlerindeki kinleri ortaya dökmüş, hâin propagandalarına hız vermişlerdi. Savaşa giderken yaptıkları ihânet ve sahtekârlığı, büyük bir mârifet gibi gösterip bir hayli şehîd vermiş bulunan müslümanlara:
“–O ölenler, bizim sözümüzü dinleselerdi, şimdi ölmemiş olacaklardı.” demeye başladılar. Onların bu hâline Kur’ân-ı Kerîm’in cevâbı çok sert bir tehdit şeklinde oldu:
الَّذِينَ قَالُواْ لإِخْوَانِهِمْ وَقَعَدُواْ لَوْ أَطَاعُونَا مَا قُتِلُوا قُلْ فَادْرَؤُوا عَنْ أَنفُسِكُمُ الْمَوْتَ إِن كُنتُمْ صَادِقِينَ
“(Evlerinde) oturup da kardeşleri hakkında: «–Bize uysalardı, öldürülmezlerdi.» diyenlere: «–Eğer doğru sözlü insanlar iseniz, canlarınızı ölümden kurtarın bakalım!» de!” (Âl-i İmrân, 168)
وَمَا كَانَ لِنَفْسٍ أَنْ تَمُوتَ إِلاَّ بِإِذْنِ الله كِتَابًا مُّؤَجَّلا
“Hiç kimse yok ki, ölümü Allâh’ın iznine bağlı olmasın. (Ölüm) belli bir süreye göre yazılmıştır…” (Âl-i İmrân, 145)
a
Enes -radıyallâhu anh-:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Bi’r-i Maûne’de şehîd olan ashâbına üzüldüğü kadar, hiçbir şeye üzüldüğünü görmedim!” demiştir. (Müslim, Mesâcid, 302) Çünkü Bi’r-i Maûne şehîdlerinin hemen hepsi de Ashâb-ı Suffe’den olup, Allâh Rasûlü’nün mânevî terbiyesi altında yetişmiş Kur’ân ve sünnet muallimiydiler.
Recî ve Bi’r-i Maûne hâdiseleri, teblîğ ve irşad vazîfesinin mü’minler için ne kadar mühim ve hayâtî bir vecîbe olduğunu göstermektedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının en seçkinlerini, muhtemel tehlikeleri göze alarak İslâm teblîğcisi ve muallimi olarak göndermiştir. Bu mühim vazîfe uğruna şehîd olan mücâhidleri Cenâb-ı Hak medhetmiş, kendilerinden râzı olduğunu ve onların da Rablerinden râzı olduklarını beyân buyurmuştur.160
Benî Nadîr’in Hâin Plânı
Bi’r-i Maûne Vak’ası’ndan kurtulan Amr bin Ümeyye, Medîne’ye dönüş yolunda, kendilerine saldıran kabîleye mensup iki kişiyi uyurken bastırıp öldürdü. Hâlbuki onlar, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in himâyesi altındaydılar. Medîne’yi ziyâretten dönüyorlardı. Bunun için diyet vermek gerekti. Daha evvel yapılmış olan muâhede îcâbı, diyetin bir kısmının Benî Nadîr tarafından ödenmesi gerektiği için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir grup sahâbî ile onların yurduna gitti.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in böyle az bir kişiyle yanlarına geldiğini gören Benî Nadîr yahûdîleri, bu durumu kendileri için bulunmaz bir fırsat addederek Allâh Rasûlü’ne suikast yapmayı plânladılar. Tazminâtın kendilerine düşen payını memnûniyetle vereceklerini ifâde edip parayı hazırlayana kadar Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bir evin gölgesinde oturmaya dâvet ettiler. Bu arada ikramda bulunacaklarını da ifâde ederek hızla düşündüklerini yapmak için harekete geçtiler. Âlemlerin Efendisi’nin üstüne, gölgesinde bulunduğu evin damından kocaman bir kaya parçası atıp -gûyâ- O’nun mübârek canına kıyacaklardı. O kavim, bu gibi cinâyetleri daha evvelki peygamberlerinden bâzılarına da yaptıklarından, bu hususta tecrübeliydiler.
Bu sırada Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birden bulunduğu yerden kalkarak hızla oradan uzaklaştı. Zîrâ Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne durumu bildirmişti. Cenâb-ı Hak, Rasûlü’nü muhâfaza etmek sûretiyle mü’minlere olan ikrâmını şöyle hatırlatır:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اذْكُرُواْ نِعْمَتَ اللّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ هَمَّ قَوْمٌ أَن يَبْسُطُواْ إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ فَكَفَّ أَيْدِيَهُمْ عَنكُمْ وَاتَّقُواْ اللّهَ وَعَلَى اللّهِ فَلْيَتَوَكَّلِ الْمُؤْمِنُونَ
“Ey îmân edenler! Allâh’ın size olan nîmetini unutmayın! Hani bir topluluk size el uzatmaya yeltenmişti de, Allâh onların ellerini sizden çekmişti. Allâh’tan korkun! Mü’min olanlar (bu hâdiseden ibret alıp) yalnızca Allâh’a güvensinler!” (el-Mâide, 11)
Suikastin Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yönelik olmasına rağmen, âyet-i kerîmedeki ifâdenin; “size el uzatmaya yeltenmişti” şeklinde vârid olması, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, mü’minlerin canı ve hayâtı mesâbesinde, hattâ daha kıymetli olduğu hakîkatine mebnîdir.
Bu suikast teşebbüsü üzerine Cenâb-ı Hak şöyle buyurdu:
وَإِمَّا تَخَافَنَّ مِن قَوْمٍ خِيَانَةً فَانبِذْ إِلَيْهِمْ عَلَى سَوَاء إِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الخَائِنِينَ
“(Antlaşma yaptığın) bir kavmin ihânetinden korkarsan, Sen de (onlarla yaptığın ahdi)aynı şekilde bozduğunu kendilerine bildir. Çünkü Allâh, hâinleri sevmez.” (el-Enfâl, 58)
وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا وَتَوَكَّلْ عَلَى اللّهِ إِنَّهُ هُوَ السَّمِيعُ الْعَلِيمُ
(61)
وَإِن يُرِيدُواْ أَن يَخْدَعُوكَ فَإِنَّ حَسْبَكَ اللّهُ هُوَ الَّذِيَ أَيَّدَكَ بِنَصْرِهِ وَبِالْمُؤْمِنِينَ
(62)
“Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş ve Allâh’a tevekkül et! Çünkü O, işiten ve bilendir. Eğer Sana hîle yapmak isterlerse, şunu bil ki, Allâh Sana kâfîdir. O, Sen’i yardımıyla ve mü’minlerle destekleyendir.” (el-Enfâl, 61-62)
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Benî Nadîr’e elçi göndererek muâhedeyi yenilemeleri, aksi takdirde on gün içinde Medîne’den çıkıp gitmeleri husûsunda onları îkaz buyurdu. Ancak münâfıklar, bu arada boş durmayıp Medîne’yi terke hazırlanan Benî Nadîr’e el altından bir başka haber yolladılar. Kendilerine büyük bir kitle ile yardım edeceklerini, Medîne’yi aslâ terk etmemelerini söyleyerek onları kışkırttılar. Bu gizli mektuplaşmayı da Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle açığa vurdu:
أَلَمْ تَر إِلَى الَّذِينَ نَافَقُوا يَقُولُونَ لِإِخْوَانِهِمُ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ لَئِنْ أُخْرِجْتُمْ لَنَخْرُجَنَّ مَعَكُمْ وَلَا نُطِيعُ فِيكُمْ أَحَدًا أَبَدًا وَإِن قُوتِلْتُمْ لَنَنصُرَنَّكُمْ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
“Münâfıkların, kitâb ehlinden inkâr eden dostlarına: «Eğer siz yurdunuzdan çıkarılırsanız, mutlakâ biz de sizinle berâber çıkarız; sizin aleyhinizde kimseye aslâ uymayız. Eğer savaşa tutuşursanız, mutlakâ yardım ederiz!» dediklerini duymadın mı? Allâh onların yalancı olduklarına şehâdet eder.” (el-Haşr, 11)
Münâfıkların bu tahriklerine güvenen yahûdîler, kendilerinde bir emniyet hissederek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı çıktılar. Hâlbuki münâfıklar, va’dettikleri yardımı yapamayacaklardı. Bunu Cenâb-ı Hak şöyle ifâde buyurdu:
لَئِنْ أُخْرِجُوا لَا يَخْرُجُونَ مَعَهُمْ وَلَئِن قُوتِلُوا لَا يَنصُرُونَهُمْ وَلَئِن نَّصَرُوهُمْ لَيُوَلُّنَّ الْأَدْبَارَ ثُمَّ لَا يُنصَرُونَ
“And olsun, eğer onlar çıkarılsalar, onlarla berâber çıkmazlar; savaşa tutuşmuş olsalar, onlara yardım etmezler; yardım etseler bile arkalarına dönüp kaçarlar, sonra kendilerine de yardım edilmez.” (el-Haşr, 12)
Çünkü münâfıklar, her ne kadar fitne ve fesatlarla arkalarından kuyu kazsalar da, mü’minlerden son derece korkuyorlardı. Bu hakîkati de Kur’ân-ı Kerîm şöyle bildirmektedir:
لَأَنتُمْ أَشَدُّ رَهْبَةً فِي صُدُورِهِم مِّنَ اللَّهِ ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَّا يَفْقَهُونَ
“Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allâh’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar, anlayışsız bir topluluktur.” (el-Haşr, 13)
Benî Nadîr yahûdîlerinin iyice haddi aştıklarını gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, artık yapacak başka bir şey olmadığından, onların yurdunu muhâsara etti. Diğer yahûdî kabîlesi Benî Kurayza da muâhedeyi bozarak Benî Nadîr’in yanında yer aldı.161
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yahûdîlerin kapı ve evlerinin üzerine çıkarak savaştıklarını, yenilince de bunların arkasına saklandıklarını gördü. Bunun üzerine en yakınından başlayarak yahûdî evlerinin birer birer yıkılmasını, hurma ağaçlarının bir kısmının da kesilmesini ve yakılmasını emretti. Yahûdîler:
“–Ey Muhammed! Sen fesattan nehyetmekte ve onu işleyenleri ayıplamakta idin. Şimdi ağaçları kesmek ve yakmak nasıl olur?!” diyerek bağırdılar. Yahûdîlerin bu sözleri müslümanlardan bâzılarını tereddüte ve endişeye düşürdü. Bunun üzerine Allâh Teâlâ:
مَا قَطَعْتُم مِّن لِّينَةٍ أَوْ تَرَكْتُمُوهَا قَائِمَةً عَلَى أُصُولِهَا فَبِإِذْنِ اللَّهِ وَلِيُخْزِيَ الْفَاسِقِينَ
“Hurma ağaçlarından herhangi birini kesmeniz veya olduğu gibi bırakmanız hep Allâh’ın izniyledir ve O’nun yoldan çıkanları rezil etmesi içindir.” (el-Haşr, 5) buyurarak mü’minlerin endişelerini giderdi.162 Böylece yahûdîlerin hîlelerine karşı tedbir almaları gerektiğini de bildirdi.
Yaklaşık yirmi gün sonra Benî Nadîr kabîlesi, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mükemmel harp taktiği ve münâfıklar tarafından va’dedilen yardımların gelmemesi netîcesinde teslîm oldu. Allâh Rasûlü, Benî Nadîr’i Medîne’den sürgün etti, Benî Kurayza’yı ise yeni bir muâhedeyi kabûl ettikleri için yerlerinde bıraktı. Onlara ihsanda bulundu.163
Benî Nadîr, yurtlarından çıkmadan önce sağlam kalan evlerini, müslümanlara bırakmamak için kendi elleriyle yıktılar ve bir kısmı Hayber’e bir kısmı da Şam taraflarına göçtüler.164
Allâh Teâlâ, bu gazvede mü’minlere olan nusret ve yardımını şu âyet-i kerîme ile beyân eder:
هُوَ الَّذِي أَخْرَجَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِن دِيَارِهِمْ لِأَوَّلِ الْحَشْرِ مَا ظَنَنتُمْ أَن يَخْرُجُوا وَظَنُّوا أَنَّهُم مَّانِعَتُهُمْ حُصُونُهُم مِّنَ اللَّهِ فَأَتَاهُمُ اللَّهُ مِنْ حَيْثُ لَمْ يَحْتَسِبُوا وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ يُخْرِبُونَ بُيُوتَهُم بِأَيْدِيهِمْ وَأَيْدِي الْمُؤْمِنِينَ فَاعْتَبِرُوا يَا أُولِي الْأَبْصَارِ
“Ehl-i kitâbdan inkâr edenleri, ilk sürgünde yurtlarından çıkaran O’dur. Siz onların çıkacaklarını sanmamıştınız. Onlar da kalelerinin, kendilerini Allâh’tan koruyacağını sanmışlardı. Ama Allâh(ın azâbı), onlara beklemedikleri yerden geliverdi. O, yüreklerine korku düşürdü. Öyle ki, evlerini hem kendi elleriyle, hem de mü’minlerin elleriyle harâb ediyorlardı. Ey akıl sâhipleri, ibret alın!” (el-Haşr, 2)
Benî Nadîr’den geride kalan mallara, silâh kullanılmadan elde edildiği için “fey” ismi
مَّا أَفَاء اللَّهُ عَلَى رَسُولِهِ مِنْ أَهْلِ الْقُرَى فَلِلَّهِ وَلِلرَّسُولِ وَلِذِي الْقُرْبَى وَالْيَتَامَى وَالْمَسَاكِينِ وَابْنِ السَّبِيلِ كَيْ لَا يَكُونَ دُولَةً بَيْنَ الْأَغْنِيَاء مِنكُمْ وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
(7)
لِلْفُقَرَاء الْمُهَاجِرِينَ الَّذِينَ أُخْرِجُوا مِن دِيارِهِمْ وَأَمْوَالِهِمْ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِّنَ اللَّهِ وَرِضْوَانًا وَيَنصُرُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَئِكَ هُمُ الصَّادِقُونَ
(8)
“Allâh’ın (silâh kullanmadan fethedilen) ülkeler halkından Peygamber’ine verdiği ganîmetler; Allâh, Peygamber, yakınları, yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir. Bu, o malların, içinizden yalnız zenginler arasında dönüp dolaşan bir devlet olmaması içindir. Peygamber size ne verdiyse onu alın, size neyi yasakladıysa da ondan sakının. Allâh’tan korkun. Çünkü Allâh’ın azâbı çetindir. Bir de hicret eden fakirlere âittir ki, onlar, yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır, Allâh’ın lutuf ve rızâsını ararlar, Allâh’a ve Rasûlü’ne yardım ederler. İşte sâdık olanlar, onlardır.” (el-Haşr, 7-8)
Âyet-i kerîmede Allâh hakkı olarak ayrılan fey, Kâbe ve diğer mescidlerin tâmirinde kullanılmak içindir. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise, kendine düşen fey’i ashâbın yoksulları arasında dağıtmıştır. Fey’in bu şekilde taksîm edilmesinin hikmeti, -yukarıdaki âyet-i kerîmede de açıklandığı üzere- servetin sâdece belirli kesimlerin elinde toplanıp sâdece onlar arasında dolaşmasına mânî olmaktır. Çünkü İslâm’ın mâlî işlerdeki prensibi, insanların birbirleriyle yardımlaşmaları, ellerindeki nîmetlerden fakir ve zayıfları da istifâde ettirmeleridir. Böylece farklı kesimleri birbirine yaklaştıran âdil bir toplum kurulmuş olur ve bu toplumda diğerini istismâr eden bir zümre bulunamaz.
Bu sebeple Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Beni Nadîr’den alınan ganîmetleri Muhâcirlere taksîm etti, Ensâr’dan da ihtiyâcı olan üç kişiden başkasına vermedi. Ganîmetin taksîminden önce Ensâr’a hitâb ederek:
“–Dilerseniz daha önce Muhâcirlere verdikleriniz onlarda kalır, siz de bu ganîmetten pay alırsınız. Dilerseniz verdiklerinizi geri talep eder, bu ganîmetin tamâmını onlara bırakırsınız.”buyurdu.
Bunun üzerine Ensâr -radıyallâhu anhüm ecmaîn- şu muhteşem cevâbı verdiler:
“–Hem mallarımızdan ve evlerimizden verdiklerimizi geri almayız, hem de ganîmeti onlara bırakır, kendilerine ortak olmayız.”
Ensâr-ı kirâm’ın sergilediği bu kâbına varılmaz kardeşlik manzarası, şu âyet-i kerîmenin nüzûl sebeplerinden biri oldu:
وَالَّذِينَ تَبَوَّؤُوا الدَّارَ وَالْإِيمَانَ مِن قَبْلِهِمْ يُحِبُّونَ مَنْ هَاجَرَ إِلَيْهِمْ وَلَا يَجِدُونَ فِي صُدُورِهِمْ حَاجَةً مِّمَّا أُوتُوا وَيُؤْثِرُونَ عَلَى أَنفُسِهِمْ وَلَوْ كَانَ بِهِمْ خَصَاصَةٌ
“Daha önceden Medîne’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmânı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine hicret edip gelenleri severler; onlara verilenler karşısında içlerinde bir çekememezlik duymazlar; kendileri zarûret içinde olsalar bile, onları kendilerinden önde tutarlar…” (el-Haşr, 9) (Râzî, XXIX, 250; Kurtubî, XVIII, 25)
İçki ve Kumarın Yasak Edilmesi
Bilindiği üzere içki ve kumar hakkındaki hükümler, İslâm’ın ilk yıllarında ortaya konulmayıp husûsî bir takdîr ile geriye bırakılmıştı. İçkinin haram kılınışı, şu merhalelerden sonra gerçekleşti:
1. Mekke’de:
وَمِن ثَمَرَاتِ النَّخِيلِ وَالأَعْنَابِ تَتَّخِذُونَ مِنْهُ سَكَرًا وَرِزْقًا حَسَنًا إِنَّ فِي ذَلِكَ لآيَةً لِّقَوْمٍ يَعْقِلُون
“Hurma ve üzümden, hem sarhoşluk veren içki hem de güzel gıdâlar elde edersiniz. Şüphesiz bunda aklını kullanan kimseler için alınacak bir ibret vardır.” (en-Nahl, 67) âyet-i kerîmesi nâzil olmuştu. Bu âyette hurma ve üzümden, güzel gıdâdan farklı olarak sarhoşluk veren bir madde de elde edildiği bildirilmiştir. Böylece sarhoşluk veren şeylerin, güzel ve makbul bir içecek sayılmadığı hissettirilerek onun ileride yasaklanacağı îmâ edilmiştir. Mekke döneminde içki hakkında başka âyet nâzil olmamıştır.
2. Peygamber Efendimiz Medîne’ye hicret ettikten sonra, insanların soruları üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
يَسْأَلُونَكَ عَنِ الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ قُلْ فِيهِمَا إِثْمٌ كَبِيرٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَإِثْمُهُمَا أَكْبَرُ مِن نَّفْعِهِمَا
“Sana içkiyi ve kumarı sorarlar. De ki: Onlarda hem büyük günah, hem insanlar için bir kısım faydalar vardır. Ancak her ikisinin de günâhı, faydalarından daha büyüktür…” (el-Bakara, 219)
Bu âyetin nüzûlünden sonra müslümanların ekseriyeti içkiyi terk etti, bir kısmı ise içmeye devâm etti.
3. Ashâb-ı kirâmdan biri, akşam namazını kıldırırken, bir âyeti mânâ bozulacak derecede yanlış okudu. Bunun üzerine:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ لاَ تَقْرَبُواْ الصَّلاَةَ وَأَنتُمْ سُكَارَى حَتَّىَ تَعْلَمُواْ مَا تَقُولُونَ
“Ey îmân edenler! Siz sarhoş iken, ne söyleyeceğinizi bilinceye kadar namaza yaklaşmayın!..” (en-Nisâ, 43) âyeti nâzil oldu.
Bundan sonra müslümanlardan içki içenler iyice azaldı. Namaz kılınacağı zaman Allâh Rasûlü’nün münâdîsi:
“Sarhoş olanlar kesinlikle namaza yaklaşmasın!” diyerek seslenirdi. Müslümanlar, artık içkinin kesin bir şekilde yasaklanacağını anlamışlar ve buna hazır hâle gelmişlerdi.
4. Nihâyetinde müslümanların büyük bir kısmı içkiyi bırakmıştı. Bâzıları ise içki yüzünden karşılaştıkları nâhoş hâllerden muzdarip durumdaydılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Allâh’ım! İçki hakkında bize açık ve kesin bir beyanda bulun!” diye duâ ediyordu. Nihâyet bir içki ziyâfetinin ardından çıkan kargaşa ile içkinin kötülüğü daha müşahhas bir hâle gelip bu husustaki yasak, kolaylıkla takdîr edilebilecek bir zemin bulunca, bu durum, bir sebeb-i nüzûl teşkîl ederek ilâhî yasak vâkî oldu. Allâh Teâlâ:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالأَنصَابُ وَالأَزْلاَمُ رِجْسٌ مِّنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ
(90)
إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَن يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاء فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَن ذِكْرِ اللّهِ وَعَنِ الصَّلاَةِ فَهَلْ أَنتُم مُّنتَهُون
(91)
“Ey îmân edenler! Şarap, kumar, dikili taşlar (putlar), fal ve şans okları, şeytan işi birer pisliktir. Bunlardan uzak durun ki felâh bulasınız. Şeytan, içki ve kumar yoluyla ancak aranıza düşmanlık ve kin salmak; sizi Allâh’ı zikretmekten ve namazdan alıkoymak ister. Artık (bütün bunlardan) vazgeçtiniz değil mi?” (el-Mâide, 90-91) âyetlerini inzâl buyurdu.
Peygamber Efendimiz, Hazret-i Ömer’i çağırıp ona bu âyetleri okudu. “Artık vazgeçtiniz değil mi?” kısmına gelince o:
“–Vazgeçtik! Vazgeçtik yâ Rab!” diyordu. Yalnız Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- değil, bütün müslümanlar da:
“–Artık içkiden, kumardan vazgeçtik ey Rabbimiz!” diyorlardı.
Bu âyetler nâzil olunca, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle bir münâdî:
“–Haberiniz olsun ki içki haram kılınmıştır!” diyerek seslendi.
Tulumları delinip boşaltılan, küpleri kırılıp dökülen içkiler, Medîne sokaklarında seller gibi aktı!..
Bu yasak âyetinden sonra, içki içen müslümanlar ellerindeki şarapların hepsini imhâ ettiler. Bir daha da içmediler. Daha sonra Efendimiz:
“Muhakkak ki Allâh; içkiye, onu sızdırana, sızdırıldığı yere, içene, içirene, taşıyana, satana, satın alana, bedelini ve kazancını yiyene lânet etmiştir!” buyurdu. (Ahmed, I, 53; II, 351; Nesâî, Eşribe, 1-2; Hâkim, II, 305/3101)
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Ebû Talha’nın evinde insanlara sâkîlik yaptığım sırada içki haram kılındı. Allâh Rasûlü bir münâdîye emretti, o da insanlara bunu duyurdu. Biz evdeyken münâdînin sesi geldi. Ebû Talha:
“–Çık da bir bakıver, şu ses neyin nesidir?” dedi. Çıkıp baktım ve:
“–Bir münâdî; «Dikkat, dikkat; içki haram kılınmıştır!» diye nidâ ediyor.” dedim. Bana:
“–Öyleyse git ve onu dök!” dedi. O andan itibâren Medîne sokaklarından içki aktı. (Buhârî, Tefsîr, 5/11)
Bu hâdise, ashâb-ı kirâmın, Allâh Teâlâ’nın emrine uymadaki titizliğine güzel bir misâldir. Hiçbir îtiraz ve mâzeret ileri sürmeden ve beklemeden derhâl ellerindeki içki küplerini ve kırbalarını dökmüşler, bu emr-i ilâhî’ye de büyük bir teslîmiyet göstererek ve gönülden itaat ederek Allâh’ın rızâsına koşmuşlardır.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hadîs-i şerîflerinde şöyle buyurur:
“Sarhoşluk veren her şey haramdır. Çoğu sarhoşluk veren şeyin azı da haramdır.” (İbn-i Mâce, Eşribe, 10; Nesâî, Eşribe, 24, 48)
“İçki her kötülüğün başıdır.” (Ahmed, V, 238)
“Allâh’a ve âhiret gününe îmân eden kimse, üzerinde içki bulunan sofraya oturmasın!” (Tirmizî, Edeb, 43/2801)
“Ümmetimden birtakım kimseler, içkiye başka isimler vererek onu içeceklerdir!” (Ahmed, IV, 237)
İçki ve kumarın yasak edilmesinde, maslahat îcâbı bir tedrîcîliğe riâyet edilmesi, İslâm’da teblîğ, irşâd ve kötülüklerle mücâdele metodunun tespitinde esaslı bir mesned teşkîl eder. Allâh Teâlâ, ezelî ve küllî bir ilim sâhibi olmasına rağmen, İslâm hükümlerini tâyin ve tespit ederken, muhâtabı olan insanların tâkatlerini ve bu ahkâma intibaklarındaki gelişme seyrini göz önünde bulundurmuştur. Bunun en ehemmiyetli tezâhürü, îtikâda âit âyetlerin, Kur’ân-ı Kerîm’in bugünkü tertîbine zıt bir sûrette, Mekke devrinde ve öncelikle inzâl buyruluşudur. Kur’ân-ı Kerîm, nâzil olmaya başlamazdan evvel de Levh-i Mahfûz’da mevcûd olduğuna göre burada onun inzâlindeki takdîm ve te’hîrlerin maslahattan doğduğu kolayca anlaşılır.
Bu maslahat, beşerin, Kur’ân’a tâbî olma husûsundaki istîdâd ve iktidârını ve bundaki gelişmeyi gözetmekten ibârettir. Tıpkı bir çocuğa vâkî olacak mükellefiyetlerin, o büyüdükçe artırılması gibi…
En mükemmel sûrette asr-ı saâdette tatbîk edilmiş olan tedrîcîlik prensibi, ilâhî bir merhamet tezâhürü olarak Cenâb-ı Hak tarafından konulmuş son derece hikmetli bir sünnetullâhtır. Bu sünnet, İslâm’ı teblîğde her zaman için geçerli bir metod olduğu gibi, insan vâkıasının husûsiyetlerine de en muvâfık bir usûldür. Zîrâ İslâm’a evvelâ inançları düzeltmek sûretinde girilir. O safha hazmedildikten sonra sıra amellere gelir. Amelleri îfâ husûsunda ise beşer tâkatine göre bir tedrîce riâyet olunur. Bu durum sâdece İslâm’ın teblîği için değil, her türlü beşerî telkin ve yönlendirme için de geçerlidir. Bu sebeple Allâh’ın Âdem -aleyhisselâm- ile başlayan ilâhî teblîğâtında da -inanç hükümleri sâbit kalmakla berâber- sosyal kâidelerde insanoğlunun tâkip ettiği gelişme seyrine muvâzî bir tekâmül vâkî olmuş ve bu tekâmül İslâm dîninde kemâle ermiştir. Bu keyfiyet, insanın tabiat ve tâkatini dikkate almanın ne kadar mühim bir metod olduğunu göstermektedir.
Zâtü’r-Rikâ165
Gatafân kabîlelerinden Muhâriboğulları ve Sa’lebeoğulları’nın birleşerek müslümanlara savaş açmaya hazırlanmaları üzerine, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dört yüz kişilik bir ordu ile onların üzerine yürüdü.
Mü’minleri karşılarında gören müşrikler, korkarak geri çekildiler. Bir müddet sonra mü’minler, vakti girmiş olan öğle namazını edâ ettiler. Uzaktan onları gözetleyen düşman, bu duruma hayıflanarak namaz esnâsında saldırmadıklarına pişmân oldular. İçlerinden biri:
“–Üzülmeyin! Onların bir namazları vardır ki, onlar için babalarından ve evlâtlarından daha kıymetlidir. Bu namaz, ikindi namazıdır.” dedi. Beklemeye başladılar.
Cenâb-ı Hak, bu esnâda Cebrâîl -aleyhisselâm-’ı gönderdi. Düşmanın plânını suya düşüren şu emr-i ilâhî sâdır oldu:
وَإِذَا كُنتَ فِيهِمْ فَأَقَمْتَ لَهُمُ الصَّلاَةَ فَلْتَقُمْ طَآئِفَةٌ مِّنْهُم مَّعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ أَسْلِحَتَهُمْ فَإِذَا سَجَدُواْ فَلْيَكُونُواْ مِن وَرَآئِكُمْ وَلْتَأْتِ طَآئِفَةٌ أُخْرَى لَمْ يُصَلُّواْ فَلْيُصَلُّواْ مَعَكَ وَلْيَأْخُذُواْ حِذْرَهُمْ وَأَسْلِحَتَهُمْ وَدَّ الَّذِينَ كَفَرُواْ لَوْ تَغْفُلُونَ عَنْ أَسْلِحَتِكُمْ وَأَمْتِعَتِكُمْ فَيَمِيلُونَ عَلَيْكُم مَّيْلَةً وَاحِدَةً
“(Ey Rasûlüm!) Sen de içlerinde bulunup onlara namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir kısmı Sen’inle berâber namaza dursunlar, silâhlarını (yanlarına)alsınlar, böylece (namazı kılıp) secde ettiklerinde (diğerleri) arkanızda olsunlar! Sonra henüz namazını kılmamış olan diğer grup gelip Sen’inle berâber namazlarını kılsınlar ve onlar da ihtiyat tedbirlerini ve silâhlarını alsınlar! O kâfirler arzu ederler ki, siz silâhlarınızdan ve eşyânızdan gâfil olasınız da üstünüze ansızın baskın yapsalar…” (en-Nisâ, 102) (Tirmizî, Tefsîr, 4/3035)
Bu şekilde kılınan namaza “salât-ı havf” (korku namazı) denildi.166 Nasıl kılınacağını Cebrâîl -aleyhisselâm- öğretti. O gün, ikindi namazı böyle edâ edildi ve saldırmak için fırsat kollayan düşmanın bekleyişi boşa çıktı. Sefer, on beş gün kadar sürdükten sonra, düşmanın korkup geri dönmesi ile nihâyete erdi.167
Ebû Mûsâ el-Eş’arî -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte sefere çıkmıştık. Altı kişi nöbetleşe bir deveye biniyorduk. Yürümekten ayaklarımız delinmişti. Benim de ayaklarım delinmiş ve tırnaklarım düşmüştü. Ayaklarımıza bez parçaları sarıyorduk. Bu bez parçalarından dolayı o sefere Zâtü’r-Rikâ ismi verildi.”
Bu hadîsi nakleden Ebû Bürde diyor ki:
“Ebû Mûsâ el-Eş’arî bunları söyledi, fakat sonra da yaptığından hoşlanmadı ve: «Bunları söylemekle hiç de iyi etmedim.» diye pişmanlığını dile getirdi. Herhâlde o, Allâh için yaptığı bir yiğitliği ifşâ etmiş olduğundan dolayı üzüldü.” (Buhârî, Meğâzî, 31)
Yokluk ve imkânsızlık, ashâb-ı kirâmı vazîfelerini îfâdan ve Allâh yolunda cihâddan alıkoyamamıştır. Bununla birlikte onlar yaptıkları sâlih amelleri gizli tutmak, Allâh’a itaat sadedinde çektikleri çileleri ifşâ etmemekte titizlik gösterirlerdi. Böyle şeyleri, ancak gerektiğinde ve bir maksadın tahakkuku için, meselâ ibret alınsın, uyulup amel edilsin veya muzdariplere tesellî olsun diye anlatırlardı.
Bu sefer esnâsında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, abdest için su istemişti. Lâkin hiç kimsede su bulunamadı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, mübârek ellerini, dibinde çok az su bulunan bir kaba sokmasıyla parmaklarından mûcizevî musluklar aktı. Bu su ile bütün ordu susuzluğunu giderdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ellerini çıkardıklarında çanak hâlâ su ile dopdolu idi.168
Zâtü’r-Rikâ Gazvesi’nden dönerken, öğle vakti ağaçlık bir vâdiye geldiklerinde, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mola vermiş, mücâhitler de gölgelenmek üzere çevreye dağılmışlardı. Efendimiz “Semure” denilen sık yapraklı bir ağaç altında istirâhate çekilmiş, kılıcını da ağaca asmıştı. Ashâb birazcık uyumuşlardı ki, Rasûlullâh’ın kendilerini çağırdığını işittiler ve hemen yanına koştular. Orada bir bedevînin olduğunu gördüler. Allâh Rasûlü şöyle buyurdu:
“–Ben uyurken bu bedevî kılıcımı almış. Uyandığımda kılıç kınından sıyrılmış vaziyette elindeydi. Bana:
«–Sen’i şimdi benim elimden kim kurtaracak?» dedi. Ben de üç defâ:
«–Allâh!» cevâbını verdim.” (Buhârî, Cihâd, 84, 87; Müslim, Fedâil, 13)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- canına kasteden bu bedevîyi cezâlandırma yoluna gitmedi, bilâkis onu İslâm’a dâvet etti. Bu ulvî davranış karşısında âdeta eriyen bedevî, kavminin yanına döndüğünde:
“Ben insanların en hayırlısının yanından geliyorum.” demekten kendini alamadı. (Hâkim, III, 31/4322)
Yine Medîne’ye dönerken bir konak mahallinde Peygamber Efendimiz:
“–Bu gece bizi kim bekleyecek?” diye sordu. Muhâcirlerden Ammâr bin Yâsir ve Ensâr’dan Abbâd bin Bişr hemen:
“–Biz bekleriz yâ Rasûlallâh!” dediler.
Abbâd -radıyallâhu anh-, Ammâr’a:
“–Sen gecenin hangi kısmında; başında mı yoksa sonunda mı nöbet tutmak istersin?” diye sordu. Ammâr -radıyallâhu anh-:
“–Son kısmında beklemek isterim!” dedi ve yanı üzerine uzanıp uyuyuverdi. Abbâd da namaz kılmaya başladı. O sırada bir müşrik geldi. Ayakta duran bir karaltı görünce gözcü olduğunu anladı ve hemen bir ok attı. Ok Abbâd’a isâbet etti. Abbâd oku çıkardı ve namazına devâm etti. Adam ikinci ve üçüncü kez ok atıp isâbet ettirdi. Her defâsında da Abbâd -radıyallâhu anh- ayakta sâbit durarak okları çekip çıkarıyor ve namazına devâm ediyordu. Derken rükû ve secdeye vardı. Selâm verdikten sonra arkadaşını uyandırarak:
“–Kalk! Ben yaralandım!” dedi. Ammâr sıçrayıp kalktı. Müşrik onları görünce kendisini fark ettiklerini anladı ve kaçtı. Ammâr, Abbâd’ın kanlar içinde olduğunu görünce:
“–Sübhânallâh! İlk ok atıldığında beni uyandırsaydın ya!” dedi. Abbâd namaza olan aşk ve şevkini gösteren şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Bir sûre okuyordum, onu bitirmeden namazı bozmak istemedim. Ama oklar peş peşe gelince, okumayı kesip rükûya vardım. Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Rasûlü’nün korunmasını emrettiği bu gediği kaybetme endişesi olmasaydı, sûreyi yarıda bırakıp namazı kesmektense ölmeyi tercîh ederdim.” (Ebû Dâvûd, Tahâret, 78/198; Ahmed, III, 344; İbn-i Hişâm, III, 219; Vâkıdî, I, 397)
Yolculuk esnâsında Câbir -radıyallâhu anh-, devesi zayıf olduğu için arkadaşlarından geri kalıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun yanına vardı ve:
“–Ey Câbir! Sana ne oldu da geride kaldın?” diye sordu. Hazret-i Câbir durumu anlatınca Efendimiz bir değnek alarak deveye birkaç defâ hafifçe dokundu. Deve, Allâh Rasûlü’nün devesiyle yarışır hâle geldi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yolda Hazret-i Câbir’le sohbet ediyordu. Onun yeni evlendiğini, bu sebeple pek çok borcu olduğunu öğrenen Allâh Rasûlü, Câbir’e elinde mal olarak ne bulunduğunu sordu. O da yalnız bir devesinin olduğunu söyledi. Bunun üzerine Âlemlerin Efendisi -aleyhissalâtü vesselâm-, onu borçtan kurtarmak için devesini kendisine satmasını istedi. Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh-, Medîne’ye varıncaya kadar binmek şartıyla sattı. Medîne’ye ulaşınca deveyi teslîm etmek için Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldi. O sırada kendisini çok sevindiren ve diğer insanları da şaşırtan ulvî bir davranışla karşılaştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, devenin ücretini ödediği gibi deveyi de ona hediye etti. (Buhârî, Cihâd, 49; Büyû’ 34; Müslim, Müsâkât, 109)
Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Allâh Rasûlü, devemin ücretini verip deveyi de bana hediye ettiği zaman, tanıdık bir yahûdîye rastladım. Bu hâdiseyi ona anlattım. Yahûdî hayretler içinde: «–Demek devenin parasını verdi, sonra da onu sana hibe etti ha?!» sözünü tekrar etti durdu. Ben de her seferinde: «–Evet!» dedim.” (Ahmed, III, 303)
Allâh Rasûlü’nün bu kâbına varılmaz yücelikteki incelik, cömertlik ve zarâfeti, müslümanları o derece duygulandırmıştı ki, hâdisenin vukû bulduğu gece, artık “Leyletü’l-Baîr” yâni “Deve Gecesi” diye yâd edilir olmuştu.
Bedr-i Suğrâ (Zilkâde 4 / Nisan 626)
Uhud günü yapılan antlaşma mûcibince, Mekkeli müşriklerle müslümanlar, bir yıl sonra tekrar savaşacaklardı. Bu sözleşme dolayısıyla Ebû Süfyân, ordusunun başında Merru’z-Zahrân mevkiine kadar geldi, ancak yüreğini yine bir korku sardı ve geri dönmek zorunda kaldı. Fakat gurûrunu çiğnetmek de istemediğinden Medîne’ye bir adam yolladı. Kendilerinin büyük bir ordu ile yola çıktıklarını söyletip, aklınca, mü’minleri korkutarak harbe çıkmamalarını te’mîn etmek istiyordu.
Haber Medîne’ye ulaştığında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaş hazırlıklarını çoktan tamamlamış, yola koyulmak için emir bile vermişti. Haberci, Ebû Süfyân’ın korkup da geri döndüğünü bildiğinden, müslümanları iyice tedirgin edip harpten korkutarak yola çıkmalarına mânî olmak için elinden geleni yapıyordu. Kendisine tembih edilen yalanların üstüne yeni yalanlar ilâve ediyor, şâyet müslümanlar Mekkelilerle şehir dışında harbederlerse âkıbetlerinin çok kötü olacağını söylüyordu. Onun ve münâfıkların gayretleri netîcesinde bâzı müslümanların kalblerine korku düştü ve sefere çıkmak istememeye başladılar. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, yanımda hiç kimse olmasa bile, ben tek başıma Bedr’e gideceğim!” Bundan sonra, Allâh Teâlâ müslümanlara yardım etti ve kalblerine sebat ihsân etti. (İbn-i Sa’d, II, 59; Vâkıdî, I, 386-387)
Nihâyet İslâm ordusu Bedr’e vardı. Fakat düşmandan hiçbir iz yoktu. Orada sâdece kurulmuş bir panayırdan başka bir şeye rastlamadılar. Bu durumda mü’minlere ticâretten başka yapılacak bir iş kalmamıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Bedir’de sekiz gün Ebû Süfyân ve ordusunun gelmesini bekledikten sonra hiçbir nâhoş durumla karşılaşmadan, elde edilen ticâret kazancı ile Medîne’ye döndü.169
Mü’minlerin bu cesâret ve şecaati Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle senâ edilmiştir:
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُواْ لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَاناً وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
(173)
فَانقَلَبُواْ بِنِعْمَةٍ مِّنَ اللّهِ وَفَضْلٍ لَّمْ يَمْسَسْهُمْ سُوءٌ وَاتَّبَعُواْ رِضْوَانَ اللّهِ وَاللّهُ ذُو فَضْلٍ عَظِيمٍ
(174)
“Bir kısım insanlar mü’minlere:
«–Düşmanlarınız size karşı toplandılar; aman ha, onlardan sakının!» dediklerinde, bu onların îmanlarını bir kat daha artırmış ve:
«–Allâh bize yeter. O ne güzel vekîldir!» demişlerdir. Bunun üzerine kendilerine hiçbir fenâlık dokunmadan, Allâh’ın nîmet ve keremiyle geri geldiler. Böylece Allâh’ın rızâsına uymuş oldular. Allâh, çok büyük bir lutuf ve inâyet sâhibidir.”(Âl-i İmrân, 173-174)
Abdullâh bin Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’nın rivâyet ettiğine göre:
“Allâh bize yeter, o ne güzel vekîldir.” sözünü İbrâhîm -aleyhisselâm-, ateşe atılırken söylemiştir. Peygamberimiz de bu sözü; “Müşrikler size karşı toplandılar, başınızın çâresine bakınız!” denildiğinde söylemiştir. Bunun üzerine müslümanların îmanları artmış ve hep birlikte;“Allâh bize yeter, O ne güzel vekîldir!” diyerek, Allâh’a karşı büyük bir teslîmiyet örneği sergilemişlerdir.170
HİCRETİN BEŞİNCİ SENESİ Selmân-ı Fârisî’nin Müslüman Olması ve Hürriyete Kavuşturulması
Medîneli bir yahûdînin kölesi olan Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, İslâm nîmetiyle perverde oluşunun nice ibretlerle dolu hikâyesini İbn-i Abbâs Hazretleri’ne şöyle anlatmıştır:
“Ben Isbahan’ın Ceyy adlı köyünde yaşayan bir kimse idim. Babam köyümüzün eşrâfındandı. Hayatta en çok sevdiği kimse bendim. Bu aşırı sevgisi sebebiyle beni yanından hiç ayırmaz, kız evlâdı gibi dâimâ evde tutar, dışarı çıkarmazdı. Babamın dîni olan Mecûsîliğe (Ateşperestliğe), kendimi o kadar kaptırmıştım ki, ateşgedeye bakma, ateş yakma işini bile üzerime almıştım. Ateşgededeki ateşin bir an olsun sönmesine izin vermezdim. Babamın büyük bir çiftliği vardı. Kendisi birgün inşaat işiyle uğraşıyordu. Bana:
«–Yavrum! Ben bugün hep inşaatla meşgûl olacağım, çiftliğe gidemeyeceğim. Oraya sen git!» dedi ve yapılması gereken bâzı şeyleri de söyledi. Sonra da bana:
«–Sakın ha, oralarda oyalanıp da beni endişelendirme! Şâyet gecikirsen seni merâk ederim ve bütün işlerim ortada kalır!» dedi.
Çiftliğe gitmek üzere yola çıktım. Bir hristiyan kilisesine rastladım. Seslerini işittim, içeride ibâdet ediyorlardı. Babam beni hep evde tuttuğu için insanların ne hâlde olduklarını bilmezdim. Bu sebeple merak edip, ne yapıyorlar bakayım diye yanlarına vardım. Yaptıklarını seyrettim ve kendi kendime; «Vallâhi bu bizim dînimizden daha hayırlıdır.» dedim. Güneş batıncaya kadar oradan ayrılmadım. Çiftliğe ise hiç uğramadım. Onlara:
«–Bu dînin aslı nerededir?» diye sordum:
«–Şam’dadır.» dediler. Akşamleyin babamın yanına döndüm. Babam işi gücü bir tarafa bırakmış akşama kadar beni aratmış. Yanına vardığımda:
«–Yavrum! Neredeydin? Ben sana ne yapman gerektiğini söylememiş miydim?» dedi.
Ona:
«–Babacığım! Kiliselerinde ibâdet eden bâzı kimselere rastladım. Onların ibâdetlerini gördüm, çok hoşuma gitti. Güneş batıncaya kadar yanlarından ayrılamadım.» dedim.
Babam:
«–Evlâdım, o dinde hayır yoktur. Senin ve atalarının dîni ondan daha hayırlıdır.» dedi.
Babam kaçmamdan korkup ayağıma bir bukağı (kelepçe) vurdu, sonra da beni eve hapsetti. Kilisedeki hristiyanlara:
«–Yanınıza Şam’dan bir ticâret kâfilesi geldiği zaman bana haber verin!» diye adam gönderdim. Şam’dan hristiyan tüccarlar gelince haber verdiler. Ayağımdan demir bukağıyı çıkarıp attım. Onlarla birlikte Şam yolunu tuttum. Oraya varınca:
«–Din adamlarının ilim yönünden en üstünü kimdir?» diye sordum:
«–Kilisedeki piskopostur.» dediler. Yanına gittim ve ona:
«–Ben bu dîne girmek, senin yanında bulunmak, kilisede hizmet etmek, Hristiyanlığı senden öğrenmek ve seninle birlikte ibâdet etmek istiyorum.» dedim.
Bana:
«–Kiliseye gir!» dedi.
Onunla birlikte içeri girdim. Şam Piskoposu kötü bir adamdı. Hristiyanlara sadaka vermelerini emreder, toplanan şeyleri kendisi için biriktirir, yoksullara bir şey vermezdi. Hattâ böylece yedi küp dolusu altın ve gümüş biriktirmişti. Yaptıklarını gördükçe ona son derece kinleniyordum. Nihâyetinde adam öldü. Hristiyanlar onu gömmek için toplandılar. Onlara:
«–Bu, kötü bir adamdı. Sadaka vermenizi emir ve teşvîk eder, getirdiklerinizi kendisi için saklar, yoksullara bir şey vermezdi!» dedim.
Bana:
«–Sen bunu nereden biliyorsun?» diye sordular.
Onlara:
«–Size onun hazînesini gösterebilirim.» dedim.
Gösterdiğim yerden, altın ve gümüş dolu yedi küp çıkardılar. Bunu görünce:
«–Vallâhi biz onu aslâ gömmeyiz.» dediler. Ölüsünü astılar ve taşa tuttular! Onun yerine kiliseye başka bir din adamı getirdiler. Beş vakit namaz kılmayanlar içinde ondan daha fazîletli, onun kadar dünyâyı hiçe sayan, âhirete rağbet eden, gece gündüz ibâdet eden bir kimse görmedim. Sonra bu zât ölüm döşeğine düştü. Kendisine:
«–Ey filân! Ben senin yanında bulundum. Senden önce hiç kimseyi, seni sevdiğim kadar sevmedim! Görüyorsun ki sana Allâh’ın emri gelmiş durumda. Bana ne yapmamı ve kime gitmemi tavsiye edersin?» dedim.
«–Evlâdım! Bugün benim yolumda giden bir kimse bilmiyorum. Sâlih insanlar ölüp gittiler. Yaşayanlar da dînin öteden beri tatbîk edilen hükümlerini değiştirip çoğunu da terk ettiler. Yalnız Musul’da bir zât vardır. O, benim tuttuğum yol üzeredir. Sen onun yanına git!» dedi.
Bu muhterem zât vefât edince Musul’daki dostunun yanına gittim. O ölünce, tavsiyesi üzerine Nusaybin’deki, ondan sonra da Ammûriye (Eskişehir yakınlarında bir yer)’deki zâtın yanına gittim. Ammûriye’de az çok bir şeyler de kazandım. Hattâ biraz davarlarım ve ineklerim de oldu. En sonunda Ammûriyeli din adamına da Allâh’ın emri geldi çattı:
«–Evlâdım! Vallâhi bugün yeryüzündeki insanlardan yanına gitmeni sana emir ve tavsiye edebileceğim, bizim düşüncemizde olan hiç kimse bilmiyorum! Fakat Âhir Zaman Peygamberi’nin gelmesi çok yaklaşmış, gölgesi üzerimize düşmüştür! O Peygamber, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni üzere gönderilecektir. Kendisi Arap topraklarında zuhûr edecek, iki kara taşlık arasındaki hurma bahçeleri bulunan bir yere hicret edecektir. O, hediyeden yer, sadakadan yemez. O’nun iki kürek kemiği arasında da peygamberlik mührü vardır. Eğer o diyarlara gitmeye gücün yeterse git, hemen yola düş!» dedi.
Nihâyet o da öldü. Allâh’ın dilediği kadar bir müddet daha orada oturdum. Sonra Kelb kabîlesinden bâzı tüccarlarla karşılaştım. Onlara:
«–Beni Arap diyârına götürünüz, ben de bunun mukâbilinde şu davarlarımı ve ineklerimi size vereyim.» dedim, kabûl ettiler. Mallarımı onlara verdim ve beni yanlarında götürdüler. Vâdi’l-Kurâ’ya vardığımızda bana zulmettiler, köle olarak bir yahûdîye sattılar. Yahûdînin yanında bir müddet kaldım. Vâdi’l-Kurâ’daki hurma ağaçlarını görünce; «Burası Ammûriye’deki efendimin bana târif ettiği, Âhir Zaman Peygamberi’nin hicret yurdu mu acabâ?» diye ümitlendimse de kalbim buna tam olarak kânî olmadı.
Vâdi’l-Kurâ’da bulunduğum sırada, sâhibimin Kurayzaoğulları’ndan olan amcaoğlu geldi ve beni satın alıp Medîne’ye götürdü. Vallâhi Medîne’yi görür görmez, Ammûriye’deki efendimin târif ettiği, Âhir Zaman Peygamberi’nin hicret edeceği yerin burası olduğunu anladım. Artık Medîne’de oturdum durdum. Hâlbuki Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- peygamber olarak gönderilmiş, Mekke’de bir müddet kalmış. Fakat ben kölelik meşgûliyeti içinde bulunduğumdan O’nun hakkında hiçbir şey işitmemişim. Sonra Medîne’ye hicret edip gelmiş, yine haberim olmamış. Birgün hurma ağacının üstünde çalışıyor, sâhibim ağacın gölgesinde oturuyordu. O sırada amcasının oğlu gelip sâhibime:
«–Ey filân! Allâh Kayleoğulları’nın (Evs ve Hazrec’in) belâsını versin! Vallâhi onlar Kubâ köyünde, Mekke’den yanlarına gelen ve peygamber dedikleri bir zâtın başına toplanmış bulunuyorlar!» dedi.
Bunu işitir işitmez beni öyle bir titreme tuttu ki, neredeyse efendimin üzerine düşecektim:
«–Ne dedin? Ne dedin?» diyerek hemen hurma ağacından indim. Sâhibim kızdı, bana şiddetli bir tokat vurdu ve:
«–Seni ne ilgilendirir? Sen işine bak!» dedi.
Ben de:
«–Bir şey yok! Sâdece onun ne dediğini anlamak istedim.» dedim. Yanımda biriktirmiş olduğum biraz yiyecek vardı. Akşam olunca onları alıp Kubâ’da bulunan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim. Kendisine:
«–Senin sâlih bir zât olduğunu işittim. Yanında da muhtaç ve kimsesiz sahâbîlerin varmış! Yanımda sadaka olarak ayırdığım bâzı şeyler vardı. Durumunuzu öğrenince sizi buna daha lâyık gördüm!» diyerek onları kendisine takdîm ettim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına:
«–Alınız, bunu yiyiniz!» buyurdu ve ondan yemedi. Kendi kendime; «Bu bir!» dedim. Sonra O’nun yanından ayrılıp yerime döndüm. Yine bir şeyler biriktirdim. O esnâda Allâh Rasûlü de Medîne’ye gelmiş bulunuyordu. Yanına varıp:
«–Senin sadakadan yemediğini gördüm. Bu, sana ikrâm olmak üzere hazırladığım bir hediyedir!» dedim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu defâ ondan yedi ve ashâbına da yemelerini söyledi. Kendi kendime; «Bu iki!» dedim.
Daha sonra Rasûl-i Ekrem Efendimiz Bakîu’l-Garkad’da bulunduğu esnâda yanına vardım. Oraya ashâbından birinin cenâzesi münâsebetiyle gitmişti ve ashâbının arasında oturuyordu. Üzerinde, her tarafını bürüyen iki ihram vardı. Kendisine selâm verdim. Sonra da Ammûriye’deki zâtın bana târif ettiği Peygamberlik Mührü’nü görebilir miyim diye arka tarafına geçtim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- niyetimi anladı ve sırtından ridâsını sıyırdı. Peygamberlik Mührü’nü görür görmez tanıdım! Üzerine kapandım, öptüm ve ağlamaya başladım. Âlemlerin Efendisi bana:
«–Bu tarafa dön!» buyurdu. Gelip önlerinde oturdum.”
Daha sonra Selmân -radıyallâhu anh-, İbn-i Abbâs Hazretlerine şöyle dedi:
“Ey İbn-i Abbâs! Sana anlattığım gibi başımdan geçenleri Allâh Rasûlü’ne de anlattım. Benim bu kıssamı ashâbının da işitmiş olması, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in pek hoşuna gitti. Kölelik, bu Selmân’ı meşgûl ettiğinden, Bedir ve Uhud Gazveleri’nde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bulunmama imkân vermedi.” (Ahmed, V, 441-444; İbn-i Hişâm; I, 233-242; İbn-i Sa’d, IV, 75-80)
Selmân -radıyallâhu anh-, ömrü boyunca arayışı içinde olduğu Allâh Rasûlü’ne kavuşmuştu. Artık onun yegâne arzusu, dâimâ Peygamber Efendimiz’in yanında olmak, O’nun emrinde bulunmaktı. Nitekim Hazret-i Selmân -radıyallâhu anh-’ın bu iştiyâkını gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün ona:
“–Ey Selmân! Kölelikten kurtulmak için efendin ile antlaşma yapsan olmaz mı?” diye sordu. Bunun üzerine Selmân -radıyallâhu anh-, çukurlarını da kazmak şartıyla üç yüz hurma ağacı dikmek ve kırk ukıyye171 altın vermek üzere efendisi ile anlaştı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbına:
“–Kardeşinize yardım ediniz!” buyurdu. Kimi on, kimi on beş, kimi yirmi fidan olmak üzere, herkes imkânı nisbetinde yardımda bulundu ve Selmân -radıyallâhu anh-’ın ihtiyâcı olan üç yüz hurma fidanı toplandı.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Selmân! Fidanlar için çukurlar kaz! Çukurları bitirdiğin zaman bana haber ver de onları kendi elimle dikeyim.” buyurdu.
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh- hâdisenin devâmını şöyle anlatır:
“Hurma fidanları için çukurlar kazmaya başladım. Arkadaşlarım da bana yardım ettiler. Bitirince haber verdim, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fidanların dikileceği yere benimle birlikte geldi. Biz fidanları O’na veriyorduk, O da dikiyordu. Varlığım kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Rasûlü tarafından dikilen hurma fidanlarından bir tâne bile tutmayan fidan olmadı. Böylece ağaç borcumu ödemiş oldum. Fidanlar, senesinde meyve vermeye başladı ve meyvesi yendi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gazâdan tavuk yumurtası büyüklüğünde bir altın külçesi getirmişti.
«–Selmân ne yaptı?» diye sordu.
Allâh Rasûlü’nün yanına vardığımda bana:
«–Ey Selmân! Şunu al da borcunu öde!» buyurdu.
«–Yâ Rasûlallâh! Üzerimde bulunan o kadar borca, bu kadarcık altın parçası nasıl yetecek?!» dedim.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- altın külçesini eline alıp diline sürdükten sonra:
«–Al bunu! Allâh Teâlâ borcunu bununla ödeyecektir!» buyurdu.
Altını aldım. Alacaklıya ondan tartıp tartıp verdim. Selmân’ın varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, o altın külçesinden kırk ukıyye tarttım. O (öyle beketliydi ki) şâyet Uhud Dağı’yla tartılmış olsaydı, muhakkak ondan da ağır gelirdi!”
Selmân -radıyallâhu anh- kölelikten kurtulduktan sonra, Hendek Savaşı’na hür olarak katıldı ve bundan sonra hiçbir savaşta Peygamber Efendimiz’in yanında bulunma fırsatını kaçırmadı.172
Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-, her hâli ile o kadar güzel bir nümûne şahsiyet ve câzibe merkezi bir zât hâline geldi ki, Ensâr da Muhâcirler de:
“–Selmân bizdendir.” diyerek onu paylaşamaz oldular.
Bunun üzerine Varlık Nûru Efendimiz:
“–Selmân bizdendir, Ehl-i Beyt’tendir.” buyurarak o mübârek sahâbîsini lutufların en güzeliyle taltîf etti. (İbn-i Hişâm, III, 241)
Bu mübârek sahâbî, ömrü boyunca İslâm ahlâkının güzelliklerini yansıtan nice zirve davranışlar sergileyerek, mü’minlere numûne-i imtisâl bir şahsiyet oldu.
Nitekim onun fazîletini aksettiren bir misâl şöyledir:
İslâm Devleti, yapılan fetihlerle geniş bir coğrafyaya hâkim olunca, vaktiyle bir yahûdînin kölesi olan Selmân -radıyallâhu anh-, Medâin bölgesine vâli tâyin edildi. O sırada Şam’dan Teymoğulları kabîlesine mensup bir zât Medâin’e geldi. Yanında bir yük de incir getirmişti. Selmân -radıyallâhu anh-’ın sırtında gâyet mütevâzî bir aba vardı. Şamlı zât, Hazret-i Selmân’ı tanımıyordu. Onu bu hâlde görünce:
“–Gel şunu taşı!” dedi. Selmân -radıyallâhu anh- da gitti, yükü sırtlandı. Halk kendisini görünce tanıdı. Adama:
“–Senin yükünü taşıyan bu zât, vâlidir!” dediler.
Şamlı derhâl:
“–Seni tanıyamadım.” diyerek özür diledi ve sırtındaki yükü almaya davrandı. Selmân ise:
“–Zararı yok, yükü evine götürene kadar sırtımdan indirmeyeceğim.” dedi. (İbn-i Sa’d, IV, 88)
Tebennî (Evlât Edinme)nin Kaldırılması
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e peygamberlik gelmeden evvel mübârek hanımı Hazret-i Hatîce tarafından hediye edilen Zeyd, Hazret-i Peygamber’in âzâd etmesi ile hürriyete kavuşmuştu. Zeyd -radıyallâhu anh-, babasının yanına gitmeyerek yine Rasûlullâh’ın yanında kalmayı tercîh etmiş, Hazret-i Peygamber de onu evlât edinmişti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Zeyd’i çok sevdiği için, onu önce âzatlı câriyesi Ümmü Eymen ile sonra da halasının kızı Zeyneb bint-i Cahş ile evlendirdi. Ancak aralarındaki denkliğin tam olmaması sebebiyle Hazret-i Zeyneb, Zeyd -radıyallâhu anh- ile başlangıçta evlenmek istemediyse de Hazret-i Peygamber’in arzusu ve:
إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ
“…Sizin Allâh katında en değerliniz, takvâ bakımından en üstün olanınızdır…”(el-Hucurât, 13)
وَمَا كَانَ لِمُؤْمِنٍ وَلَا مُؤْمِنَةٍ إِذَا قَضَى اللَّهُ وَرَسُولُهُ أَمْرًا أَن يَكُونَ لَهُمُ الْخِيَرَةُ مِنْ أَمْرِهِمْ وَمَن يَعْصِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ فَقَدْ ضَلَّ ضَلَالًا مُّبِينًا
“Allâh ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteğine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allâh ve Rasûlü’ne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” (el-Ahzâb, 36) âyet-i kerîmeleri dolayısıyla buna râzı olmuştu. Ancak gönlü Zeyd’e bir türlü ısınamamış, evlilikleri bir müddet sonra nihâyete erme noktasına gelmişti. Zeyd de ondan şikâyetçi idi. Hattâ Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek durumunu anlattığında:
“–Zevceni yanında tut ve Allâh’tan kork!” cevâbını almıştı.
Oysa Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu sırada gelen ilâhî vahiyle Allâh tarafından Zeyneb’in kendisine zevce olarak verileceğini biliyor, fakat halk içindeki münâfıkların; “Muhammed, evlâtlığının boşadığı kadınla evlendi!” diyerek yaygara koparmalarından çekindiği için bekliyordu. Çünkü o devrin an’anesine göre bir kimse evlâtlık edinirse, insanlar evlâtlığı onun ismiyle çağırır, kendisine öz oğul gibi muâmele edilir ve mîrastan pay verilirdi.
Nihâyet Hazret-i Zeyd ile Zeyneb -radıyallâhu anhâ- boşandılar ve ardından yeni bir vahiy geldi. İlâhî ferman, hem Allâh Rasûlü’ne Hazret-i Zeyneb’i almasını emrediyor hem de bu husustaki ilk icraatı bizzat Hazret-i Peygamber’e tatbîk ettirerek, bir câhiliye âdeti olan evlât edinme meselesini ortadan kaldırıyordu:
وَإِذْ تَقُولُ لِلَّذِي أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِ وَأَنْعَمْتَ عَلَيْهِ أَمْسِكْ عَلَيْكَ زَوْجَكَ وَاتَّقِ اللَّهَ وَتُخْفِي فِي نَفْسِكَ مَا اللَّهُ مُبْدِيهِ وَتَخْشَى النَّاسَ وَاللَّهُ أَحَقُّ أَن تَخْشَاهُ فَلَمَّا قَضَى زَيْدٌ مِّنْهَا وَطَرًا زَوَّجْنَاكَهَا لِكَيْ لَا يَكُونَ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ حَرَجٌ فِي أَزْوَاجِ أَدْعِيَائِهِمْ إِذَا قَضَوْا مِنْهُنَّ وَطَرًا وَكَانَ أَمْرُ اللَّهِ مَفْعُولًا
“(Ey Rasûlüm!) Hani Allâh’ın nîmet verdiği, Sen’in de kendisine iyilik ettiğin kimseye; «Zevceni yanında tut; Allâh’tan kork!» diyordun. Allâh’ın açığa vuracağı şeyi, çekinerek içinde gizliyordun. Oysa asıl korkmana lâyık olan, Allâh’tır. Zeyd, o kadından alâkasını kesince, Biz onu Sana nikâhladık ki evlâtlıkları, hanımlarıyla alâkasını kestiklerinde, (o kadınlarla evlenmek isterlerse) mü’minlere bir güçlük olmasın. Allâh’ın emri yerine getirilmiştir.” (el-Ahzâb, 37)
Bu ilâhî emir sebebiyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile evlenen Hazret-i Zeyneb vâlidemiz:
“–Benim nikâhımı Rabbim kıydı!..” diyerek Cenâb-ı Hakk’a şükrederdi. (Tirmizî, Tefsîr, 33/3213)
Fakat hâdise, münâfıkların şiddetli dedikodusuna sebep oldu. Cehâlet ve nifak dolu ağızlarıyla Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i:
“–Oğlunun boşadığı kadını aldı!” diye kınayarak bu işe karşı çıktılar. Bunun cevâbını da Kur’ân-ı Kerîm şöyle verdi:
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
“Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babası değildir. Fakat O, Allâh’ın Rasûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allâh her şeyi hakkıyla bilendir.” (el-Ahzâb, 40)
Hulâsa, bu hâdise ile, câhiliye devrinden beri uygulanmakta olan “evlât edinme” âdeti ilgâ edilmiş oldu.
Bugünkü münkir ve münâfıkların da; “Hazret-i Peygamber, Zeyneb’in güzelliğine vurulduğu için onunla evlenmiştir.” şeklindeki iddiâları, tamâmen bir cehâlet lakırdısıdır. Zîrâ Zeyneb -radıyallâhu anhâ-, Allâh Rasûlü’nün halasının kızı idi ve Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- onu önceden de görüyordu. Şâyet Peygamber Efendimiz’in böyle bir arzusu olsaydı, Hazret-i Zeyneb’i, Zeyd’den evvel kendisine nikâhlayabilirdi. Hazret-i Zeyneb de bunu memnûniyetle kabûl ederdi.
Evlenmeyi yalnız şehvet cihetinden mutâlaa etmeye alışmış basit ve sığ idrâkliler, Peygamberimiz’in evliliklerinin hakîkatini kavramaktan âcizdirler. Zihinlerini ve kalblerini nefsânî temâyüllerle dolduranların verecekleri haksız ve ahmakça hükümler, kendi karanlık dünyâlarının aksinden ibârettir. Zîrâ, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in evlilik hayâtının gençlik ve zindelik dönemine rastlayan ilk 24 senesi, yalnız Hazret-i Hatîce -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz ile geçmiştir. Ondan sonraki evlenmeleri ise tamâmen birtakım İslâmî, siyâsî ve ictimâî gâyelere mebnî idi. Bunların çoğu, kendisinden yaşlı ve dul hanımlardı. İçlerinde bâkire ve genç olarak evlendiği yalnız Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- idi. Bunun sebebi de, hanımlara âit fıkhî meselelerin sâbit ve zâhir olmasını temin etmekti. Gerçekten de o, zekâsı ve firâsetiyle kadınlara âit şer’î meseleleri mükemmel bir sûrette kavramış ve Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra uzun yıllar muammer olarak müslüman kadınları bu bilgilerle irşâd etmiş, şer’î ahkâmın bir kısmının sağlam temellerinden birini teşkîl etmiştir. Sahâbe arasında temâyüz etmiş yedi fakîhten biri olduğu için kadınlar arasında fıkıh ilmi daha çok onunla yaygınlaşmıştır.
Ehl-i garazın iddiâ ettiği gibi bu evliliklerin varlık sebebi şehvet olsa idi, Fahr-i Kâinât Efendimiz, ömrünün en genç ve en zinde zamânını kendisinden on beş yaş büyük, dul ve çocuklu bir kadınla geçirmezdi. Bu evlenmelerin, hangi ulvî maksatlar ve ince hikmetlerle meydana geldiğini, ancak îman mantığına sâhip ehl-i irfân ve ehl-i vicdan takdîr edebilir.
Tesettürün Farz Kılınması
İslâm’dan evvel Araplarda tesettür diye bir âdet mevcut değildi. İslâm’ın ilk yıllarında da tabiî olarak böyle devâm etti. Ancak yukarıda içki ve kumar bahsinde arz edilen tedrîcîlik usûlünün îcâbı olan bu keyfiyetin böylece sürüp gitmeyeceği muhakkaktı. Nihâyet tesettür âyeti indi ve bu âyet ile kadının mevkii yükseltildi. Şeref ve haysiyeti korunup îtibârı arttı. Bir iffet âbidesi hâline getirildi; vakar ve izzet sâhibi bir kimlik kazandı.
Diğer taraftan tesettürle alâkalı hüküm, sâdece kadına âit olmayıp erkeği de şümûlüne almaktadır. Yâni bu husustaki emir, kadın-erkek her mü’mine şâmildir. Allâh Teâlâ buyurur:
قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ وَيَحْفَظُوا فُرُوجَهُمْ ذَلِكَ أَزْكَى لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا يَصْنَعُونَ
(30)
وَقُل لِّلْمُؤْمِنَاتِ يَغْضُضْنَ مِنْ أَبْصَارِهِنَّ وَيَحْفَظْنَ فُرُوجَهُنَّ وَلَا يُبْدِينَ زِينَتَهُنَّ إِلَّا مَا ظَهَرَ مِنْهَا وَلْيَضْرِبْنَ بِخُمُرِهِنَّ عَلَى جُيُوبِهِنَّ
(31)
“(Ey Rasûlüm!) Mü’min erkeklere, gözlerini (harâma) dikmemelerini, ırzlarını da korumalarını söyle! Çünkü bu, kendileri için daha temiz bir davranıştır. Şüphesiz Allâh, onların yapmakta olduklarından haberdardır. Mü’min kadınlara da söyle: Gözlerini (harâma bakmaktan) korusunlar; nâmus ve iffetlerini muhâfaza etsinler. Görünen kısımları (yüz, el, ayak) müstesnâ olmak üzere zînetlerini teşhîr etmesinler. Başörtülerini yakalarının üzerine (kadar) örtsünler…” (en-Nûr, 30-31)
Kadının örtünmesiyle kadınlık şahsiyeti korunmaktadır. Kadın, örtüsüyle karşısındakine bir zerâfet ve nezâket hissi vermektedir. Aksi hâlde kadın, nefsânî arzuları tahrîk eden bir şehvet vâsıtası hâline getirilmiş olur. Bu da onun şahsiyet ve haysiyetini alçaltır ve annelik vakarını zaafa uğratır.
Burada bilhassa işâret edilmesi gereken nokta şudur ki, yaratılış itibâriyle kadın ve erkek nefisleri arasında fark vardır. Bu da, kadın ve erkeğe âit ilâhî tâyinle olan vazîfe ve buna bağlı husûsiyet farkından doğmuştur. Bunun için tesettürün, kadına âit şekli ile erkeğe âit şekli değişiklik arz eder. Zîrâ kadın, erkeğe göre yaratılıştan câzibelidir. Tesettürden uzaklaşarak kendisini topluma bir nevî deşifre ettiğinde, nezâket ve zerâfeti zaafa uğrar. Annelik vasfı ve nesli koruma husûsiyeti zarar görür. Bu bakımdan onun câzibesi, tesettür emri ile yalnız efendisine tahsîs edilmiştir. Çünkü kadın ve erkek arasında neslin devâmı için birbirlerine karşı değişmez bir fıtrî temâyül mevcuttur ki, tesettür emrine riâyet edilmediği takdirde bu meyil, ilâhî hudutları çiğnemek gibi felâketlere dûçâr edecek kadar tehlikeli bir ahlâkî çöküntüye sebep olur. Nitekim Cenâb-ı Hakk’ın:
وَلاَ تَقْرَبُواْ الزِّنَ
“Zinâya yaklaşmayınız!..” (el-İsrâ, 32) emr-i ilâhîsindeki nüktelerden biri de; “Tesettüre riâyetsizlikle zinânın yolunu açmayınız; ona imkân hazırlamayınız!” demektir. Bu, artık mutlak bir hükümdür. Dikkat edilirse, İslâm, zâhiren câzibesi olmayan bir kadına da tesettürü emretmiştir. Yâni “Bu kadın, başını, kolunu ve ayaklarını açsa da açmasa da bir şey fark etmez, zâten dikkat çekici değildir.” denilemez. Burada kadının, tesettürle kadınlık vakârının korunması esastır.
İnsanın fıtratını dikkate alıp ona göre hükümler koyan İslâm, kadınlık ve erkekliğin îcaplarını da gözetmektedir. Bunun için Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadına benzemeye çalışan erkeklerle, erkeklere benzemeye çalışan kadınlara lânet etmiştir.173 Bu tehlikeden muhâfaza için hanımlar, sâliha hanımların meclislerinde bulunmaya gayret etmelidirler. Çünkü insan, kiminle oturup kalkarsa, onun hâliyle hâllenir. Bu, bir psikoloji kânunudur. Kadın, erkeklerle karışık bir sokak hayâtına girdiği zaman, kadınlık duygularını ve o güzel kadınlık husûsiyetlerini kaybeder.
Kadınlarla erkeklerin giyim kuşamda birbirlerine benzemeleri de yasaklanmıştır. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kadın gibi giyinen erkeklerin ve erkek gibi giyinen kadınların, rahmet-i ilâhiyyeden uzak kalacaklarını bildirmiştir.174 Zîrâ her iki tarafın da kadınlık ve erkeklik haysiyetini muhâfaza etmeleri gerekmektedir.
Ayrıca karşı cinsin giyimini taklid etmek, şahsiyet ve karakter bozukluklarına da sebep olmaktadır. Meselâ kendi cinsiyetinin gerektirdiği elbiseler yerine, -herhangi bir sebeple- karşı cinse âit giyim tarzını benimseyen insanların, tavırlarında da zamanla bu yönde bir değişim görülmektedir. Bu da fıtratın bozulması mânâsına gelir.
Müreysî Gazvesi (Şaban-Ramazan 5 / Ocak-Şubat 627)
Bu gazveye, Benî Mustalik Harbi de denilmektedir. Mustalikoğulları, Mekke müşriklerinin tahriklerine kapılarak Medîne’ye hücûm etmek üzere kalabalık bir ordu toplamaya başlamışlardı. Bunu haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yedi yüz kişilik bir ordu ile onların üzerine yürüdü. Allâh Rasûlü, Mustalikoğulları’na; “Lâ ilâhe illâllâh, deyiniz de canlarınızı ve mallarınızı koruyunuz!” diyerek seslenmesini Hazret-i Ömer’e emretti. Fakat Mustalikoğulları bu teklifi kabûl etmediler ve ilk oku atan da onlardan biri oldu.175
Müslümanlar, Müreysî suyu başında yapılan şiddetli bir hücûm ile düşmanı yendiler. Düşmandan on kişi öldü, müslümanlardan da bir kişi şehîd oldu.
Harp sonunda pek çok ganîmet elde edilip, çok sayıda esir alındı. Esirler arasında kabîle reisinin kızı Cüveyriye de vardı.
Esirler, fidye karşılığında serbest bırakılıyordu. Cüveyriye ise Sâbit bin Kays’ın hissesine düşmüştü. Kurtuluş fidyesi için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mürâcaat etti. Bu arada babası da geldi, asâletinden bahsedip kızının câriye olamayacağını ileri sürüyor ve şerefinin korunmasını istiyordu. Yanında getirdiği birtakım develeri göstererek:
“–Bu develer kızımın bedelidir. Onu serbest bırakın!” diyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onun hiç beklemediği bir şekilde:
“–Sakladığın iki deve nerede? Onları niçin getirmedin?” diye sordu.
Vâdide gizlediği iki deveyi kendisinden başka kimsenin bilmediğini zanneden Hâris, hayret ve dehşet içinde:
“–Vallâhi bunu benden başka bilen kimse yoktu!..” dedi. Bu açık mûcize ile hidâyete nâil olarak kendisiyle gelenlerle birlikte îmân etti.176
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cüveyriye’nin fikrini sordular. Onun kendi yanında kalmak istediğini anladıklarında da fidyesini bizzat verip serbest bıraktılar. (İbn-i Sa’d, VIII, 118) Hür kalan Cüveyriye de kendi arzusu ile müslüman oldu. Ardından Cenâb-ı Hakk’ın lutfuna mazhar olarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile evlenme şerefine nâil kılındı. Böylece onun daha önce görmüş olduğu bir rüyâ tahakkuk etmişti. Nitekim babası tarafından fidyesi verilip esâretten kurtulma imkânı olmasına rağmen, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında kalmak istemesi de bu sebeptendi.
Cüveyriye’nin Hazret-i Peygamber’le nikâhlandığını haber alan ashâb-ı kirâm hazarâtı da:
“–Peygamber akrabâsının esir olması doğru değildir!” diyerek ellerindeki bütün esirleri fidyesiz bir şekilde serbest bıraktılar. Bu hususta Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle buyurmuştur:
“–Kavmi için Cüveyriye’den daha hayırlı bir kadın görmedik; onun sebebiyle Benî Mustalik’ten yüz hâne halkı âzâd olundu.” (Ebû Dâvûd, Itk, 2/3931)
Bu ifâdeden de anlaşıldığı gibi Peygamber Efendimiz’in Cüveyriye vâlidemizle evliliği, tamâmen siyâsî bir gâyeye mebnî olarak ve:
وَمَا يَنطِقُ عَنِ الْهَوَى
(3)
إِنْ هُوَ إِلَّا وَحْيٌ يُوحَى
(4)
“O kendi hevâsına göre değil, vahye göre konuşur (ve iş yapar).” (en-Necm, 3-4) beyânı vechile, nefsânî bir sebeple değil, Allâh Rasûlü’nün kalbine vâkî olan murâd-ı ilâhî istikâmetinde gerçekleşmiştir. Nitekim bu evlilikten sonra Benî Müstalik esirleri hürriyete kavuşmuş, daha mühimi de bütün bir kavim müslüman olmuştur.
Teyemmüm
Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz şöyle anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile (Müreysî) seferinde berâber idik. Beydâ nâmıyla anılan mevkîye veya Zâtu’l-Ceyş denilen yere gelmiştik ki, benim bir kolyem koptu. Rasûlullâh onu aramak için bir müddet orada kaldı, O’nunla birlikte diğer insanlar da kaldılar. Civarda su olmadığı gibi yanlarında da su kalmamıştı. Bir kısım insanlar Ebû Bekr’e gidip:
«–Âişe’nin yaptığını gördün mü! Hem Rasûlullâh’ı hem de diğer insanları burada oyaladı. Onlar bir su başında değiller, yanlarında su da yok!» demişler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- başını dizlerimin üzerine koymuş uyurken babam Ebû Bekir çıkageldi.
«–Sen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i de insanları da burada hapsettin. Civarda su olmadığı gibi yanlarındaki su da tükendi!» diyerek beni azarladı ve pek çok söz söyledi. Hattâ öfkesini yenemeyip eliyle canımı acıttı. Rasûlullâh’ın başı dizimin üzerinde olduğu için hareket etmemeye çalıştım.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sabah kalktığında hiç su yoktu. Bir müddet sonra Allâh Teâlâ teyemmüm âyetini inzâl buyurdu:
وَإِن كُنتُم مَّرْضَى أَوْ عَلَى سَفَرٍ أَوْ جَاء أَحَدٌ مَّنكُم مِّنَ الْغَائِطِ أَوْ لاَمَسْتُمُ النِّسَاء فَلَمْ تَجِدُواْ مَاء فَتَيَمَّمُواْ صَعِيدًا طَيِّبًا فَامْسَحُواْ بِوُجُوهِكُمْ وَأَيْدِيكُم مِّنْهُ مَا يُرِيدُ اللّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُم مِّنْ حَرَجٍ وَلَـكِن يُرِيدُ لِيُطَهَّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ
«…Hasta yâhut yolculuk hâlinde bulunursanız, yâhut biriniz abdest bozmaktan gelirse, yâhut kadınlara dokunmuşsanız ve bu hâllerde su bulamamışsanız, temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar da) ellerinizi onunla meshedin! Allâh size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsân ettiği) nîmetini tamamlamak ister; umulur ki şükredersiniz.»(el-Mâide, 6)
Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh- dedi ki:
«–Ey Ebû Bekir âilesi! Bu, ümmet için sizin sayısız bereketlerinizden sâdece biridir.»
Bindiğim deveyi kaldırdığımda kolye altından çıktı.” (Buhârî, Teyemmüm, 1; Ashâbu’n-Nebî, 5, 30)
Üseyd -radıyallâhu anh- Âişe vâlidemize:
“Allâh seni hayırla mükâfatlandırsın! Vallâhi ne zaman başına hoşlanmadığın bir iş gelse, Allâh onu senin için de müslümanlar için de hayır kılıyor.” demiştir. (Buhârî, Teyemmüm, 1)
İfk (İftirâ) Hâdisesi
Müreysî Gazvesi’nden dönüşte idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevce-i pâki Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-,177 ordunun konakladığı yerden, ihtiyaç için biraz uzaklaşmıştı. Döndüğünde ise ordu çoktan hareket etmiş bulunuyordu. Çünkü o sıra tesettür âyeti inmişti ve mü’minlerin anneleri, bir yere giderken devenin hörgücü üzerine konan ve hevdec adı verilen hücre içinde götürülmeye başlanmıştı. Bu sebeple ordu hareket ettiğinde, mü’minlerin annesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- da devenin üzerindeki hevdecde zannedilmişti.
Hazret-i Âişe vâlidemiz, ordunun ardına düşüp kaybolmaktansa, bulunduğu yerde beklemeyi tercîh etti. Hafiften uykuya daldı. O sırada kâfileden geri kalanları toplamakla vazîfeli bulunan Safvân bin Muattal -radıyallâhu anh-, Hazret-i Âişe’yi fark etti:
إِنَّا لِلّهِ وَإِنَّـا إِلَيْهِ رَاجِعونَ
“…Biz Allâh’a âidiz ve yine O’na döneceğiz.” (el-Bakara, 156) âyetini okuyarak kendisinin orada bulunduğunu duyurdu.
Bu ses üzerine Hazret-i Âişe annemiz uyandı. Safvân -radıyallâhu anh-, tek kelime bile konuşmadan devesini çöktürdü; Hazret-i Âişe vâlidemiz de bindiler. Öğle vakti orduya yetişmişlerdi. Bu durumu gören münâfıklar, ellerine bulunmaz bir fırsat geçmiş gibi bu defâ da ağızlarını çirkin bir iftirâ için açtılar:
“–Vallâhi ne Âişe ondan, ne de o Âişe’den kurtulmuştur.” dediler. Hattâ Abdullâh bin Übey, daha ileri giderek mü’minlere:
“–İşte Peygamberinizin hanımı bir adamla sabahladı…” diyerek alay etti.
Fitne bir anda bütün orduyu sardı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, müthiş bir ıztırapla inledi:
“–Vallâhi biz, böyle bir iftirâya câhiliye devrinde bile uğramadık!..” dedi.
Hazret-i Safvân -radıyallâhu anh- ise derin bir üzüntü içindeydi. O, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“Hakkında hayırdan başka bir şey bilmiyorum!..” dediği güzîde bir sahâbî idi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in durumuna gelince; en büyük keder, hiç şüphesiz O’nun mübârek gönlüne düşmüştü. Çoğu kere evine kapanıyor, insanlarla pek fazla görüşmüyordu. Bu hususta küçük bir tahkîkat yaptırdı. Hazret-i Âişe’nin suçlu olduğuna dâir en ufak bir alâmet bile yoktu. Ancak münâfık ağızlar susmuyordu.
Hâdiseyi en son duyan, Âişe annemiz oldu. Bu ağır iftirâyı işitir işitmez de müthiş bir teessüre kapıldı. Târifsiz bir elemle, Peygamber Efendimiz’den izin alarak babasının evine, mesele hakkında mâlumat edinmeye gitti. İşittiği dedikoduları bir de onlardan dinleyince, âdeta eridi, bir sonbahar yaprağı gibi sarardı soldu.
Bu sırada Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, hâdiseyi Âişe vâlidemizle konuşmak istedi. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın evine gidip mübârek zevcesine:
“–Ey Âişe! Hakkında bana birtakım sözler ulaştı. Eğer suçsuzsan, Allâh seni temize çıkaracaktır.” buyurdu.
Âlemlerin Efendisi’nin de iftirâlar karşısında küçük bir tereddüt geçirdiğini hisseden hassas ve ince rûhlu Hazret-i Âişe vâlidemiz, anne ve babasına baktı. Onların sustuğunu görünce, nemli gözlerle Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şunları söyledi:
“–Vallâhi, iyice anladım ki, siz söylenilenleri duymuş, neredeyse inanmışsınız. Şimdi ben suçsuzum desem, -ki Allâh bunu biliyor- inanmayabilirsiniz. Aksini söylesem hemen inanabilirsiniz. Ama Allâh suçsuz olduğumu biliyor. O hâlde ben, o söylenenlere karşı Allâh’tan yardım istiyorum.”
O günlerde Ebû Eyyûb el-Ensârî Hazretleri’nin zevcesi Ümmü Eyyûb, kocasına:
“–İnsanların Âişe aleyhinde söyledikleri şeyleri işittin mi?” diye sordu.
Ebû Eyyûb:
“–Evet! İşittim. Onların hepsi yalan ve uydurmadır!” dedi. Sonra hanımına:
“–Sen böyle bir kötülük yapar mısın?” diye sordu.
O da:
“–Hayır! Vallâhi ben kat’iyyen böyle bir kötülük yapmam!” dedi.
Bunun üzerine Ebû Eyyûb -radıyallâhu anh-:
“–Sen böyle olunca, vallâhi Âişe senden daha hayırlıdır!” dedi. (İbn-i Hişâm, III, 347; Vâkıdî, II, 434)
Artık işin anlaşılması sâdece vahy-i ilâhîye kalmıştı. Nitekim çok geçmeden Cenâb-ı Hak, hâdiseyle alâkalı âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu. Söylenen sözlerin, münâfıkların iftirâlarından ibâret olduğu âşikâr oldu. İlâhî beyanlar, hem Âişe annemizi temize çıkarmakta hem münâfıkların haksız ithamlarını yüzlerine vurup onlara azâbı haber vermekte hem de bu iftirâyı dillerine dolayan gâfilleri îkâz etmekteydi.
Cenâb-ı Hak bu hususla ilgili âyet-i kerîmelerde şöyle buyurdu:
إِنَّ الَّذِينَ جَاؤُوا بِالْإِفْكِ عُصْبَةٌ مِّنكُمْ لَا تَحْسَبُوهُ شَرًّا لَّكُم بَلْ هُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ لِكُلِّ امْرِئٍ مِّنْهُم مَّا اكْتَسَبَ مِنَ الْإِثْمِ وَالَّذِي تَوَلَّى كِبْرَهُ مِنْهُمْ لَهُ عَذَابٌ عَظِيمٌ
“(Peygamber’in temiz ve mübârek zevcesine) bu ağır iftirâyı uyduranlar, şüphesiz sizin içinizden bir gruptur. Siz bu (iftirâ hâdisesini) hakkınızda fenâ sanmayın, aksine o sizin için hayırdır. İftirâcılardan her biri kazandığı günâhın (vebâlini) çeker. Onlardan (elebaşılık yapıp) bu günâhın büyüğünü yüklenen kimse için de büyük bir azap vardır.
لَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ ظَنَّ الْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بِأَنفُسِهِمْ خَيْرًا وَقَالُوا هَذَا إِفْكٌ مُّبِينٌ
(12)
لَوْلَا جَاؤُوا عَلَيْهِ بِأَرْبَعَةِ شُهَدَاء فَإِذْ لَمْ يَأْتُوا بِالشُّهَدَاء فَأُوْلَئِكَ عِندَ اللَّهِ هُمُ الْكَاذِبُونَ
(13)
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ لَمَسَّكُمْ فِي مَا أَفَضْتُمْ فِيهِ عَذَابٌ عَظِيمٌ
(14)
إِذْ تَلَقَّوْنَهُ بِأَلْسِنَتِكُمْ وَتَقُولُونَ بِأَفْوَاهِكُم مَّا لَيْسَ لَكُم بِهِ عِلْمٌ وَتَحْسَبُونَهُ هَيِّنًا وَهُوَ عِندَ اللَّهِ عَظِيمٌ
(15)
Bu iftirâyı işittiğiniz zaman erkek ve kadın mü’minlerin, kendi vicdanları ile hüsn-i zanda bulunup da; «Bu apaçık iftirâdır!» demeleri gerekmez miydi? İftirâcıların da bu hususta dört şâhit getirmeleri gerekmez miydi? Mâdem ki şâhitler getiremediler, öyle ise onlar Allâh nezdinde yalancıların ta kendisidirler. Eğer dünyâda ve âhirette Allâh’ın lutuf ve merhameti üstünüzde olmasaydı, içine daldığınız bu iftirâdan dolayı size mutlakâ büyük bir azap isâbet ederdi. Çünkü siz bu iftirâyı dilden dile birbirinize aktarıyor, hakkında bilgi sâhibi olmadığınız şeyi ağızlarınızda geveleyip duruyordunuz. Bunu ehemmiyetsiz (ve vebâlsiz) bir iş sanıyorsunuz. Hâlbuki bu, Allâh katında (elbette ki) çok büyük (bir cürüm)dür.
وَلَوْلَا إِذْ سَمِعْتُمُوهُ قُلْتُم مَّا يَكُونُ لَنَا أَن نَّتَكَلَّمَ بِهَذَا سُبْحَانَكَ هَذَا بُهْتَانٌ عَظِيمٌ
Onu duyduğunuzda; «Bunu konuşup yaymamız bize yakışmaz. Hâşâ! Bu, çok büyük bir iftirâdır!» demeli değil miydiniz?
يَعِظُكُمُ اللَّهُ أَن تَعُودُوا لِمِثْلِهِ أَبَدًا إِن كُنتُم مُّؤْمِنِينَ
(17)
وَيُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمُ الْآيَاتِ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
(18)
Allâh size öğüt veriyor ki, eğer inanmış insanlarsanız buna benzer bir davranışı bir daha aslâ tekrarlamayasınız. Ve Allâh âyetleri size açıklıyor. Allâh, (her işin iç yüzünü) çok iyi bilir, hüküm ve hikmet sâhibidir.
إِنَّ الَّذِينَ يُحِبُّونَ أَن تَشِيعَ الْفَاحِشَةُ فِي الَّذِينَ آمَنُوا لَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ فِي الدُّنْيَا وَالْآخِرَةِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لَا تَعْلَمُونَ
(19)
وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ وَأَنَّ اللَّه رَؤُوفٌ رَحِيمٌ
(20)
İnananlar arasında çirkin şeylerin yayılmasını arzulayan kimseler için dünyâda da âhirette de elîm bir azap vardır. Allâh bilir, siz bilmezsiniz. Ya sizin üstünüze Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, Allâh çok şefkatli ve merhametli olmasaydı (hâliniz nice olurdu)!..
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّبِعُوا خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ وَمَن يَتَّبِعْ خُطُوَاتِ الشَّيْطَانِ فَإِنَّهُ يَأْمُرُ بِالْفَحْشَاء وَالْمُنكَرِ وَلَوْلَا فَضْلُ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَرَحْمَتُهُ مَا زَكَا مِنكُم مِّنْ أَحَدٍ أَبَدًا وَلَكِنَّ اللَّهَ يُزَكِّي مَن يَشَاء وَاللَّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
Ey îmân edenler! Şeytanın adımlarını tâkip etmeyin! Kim şeytanın adımlarını tâkip ederse, muhakkak ki o, edepsizliği (yüz kızartıcı suçları) ve kötülüğü emreder. Eğer üstünüzde Allâh’ın lutuf ve merhameti olmasaydı, içinizden hiç kimse aslâ temize çıkamazdı. Fakat Allâh dilediğini arındırır. Allâh işitir ve bilir.” (en-Nûr, 11-21)
Bu yüce hakîkatlerden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mütebessim bir şekilde Hazret-i Âişe annemize:
“–Müjde ey Âişe! Allâh seni temize çıkardı!” buyurdular.
Âişe vâlidemiz, âyet-i kerîmelerle tenzîh ve tebrie olunduktan sonra:
“–Benim gibi âciz bir kul hakkında âyet ineceğini hiç tahmin etmezdim. Zannederdim ki, Allâh Rasûlü’nün kalbine bir ilham gelecek ve benim mâsum olduğum böylece ortaya çıkacak!” diyerek Cenâb-ı Hakk’a hamd etti. Kendisini başından öperek Rasûlullâh’ın yanına gitmesini işâret eden babası Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a da:
“–Ben, Allâh’tan başka kimseye hamd ve teşekkür etmem. Benim beraatımı bildiren Allâh’tır!” diyerek biraz da naz ile kırgınlığını ifâde etti.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tebessüm buyurdular. Bir ay süren sıkıntı, Allâh’ın lutuf ve merhameti sâyesinde nihâyete erdi. (Buhârî, Şehâdât 15, 30, Cihâd 64, Meğâzî 11, 34; Müslim, Tevbe 56; Ahmed, VI, 60, 195)
İftirâ atılan, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcesi, ümmetin annesi, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en yakın dostunun kızı ve aynı zamanda ümmetin en iffetli hanımlarından biri idi. Yalnız bu hâdise dahî, peygamberlerin iptilâ ve musîbetler karşısındaki tahammül gücünü göstermeye kâfîdir. Bu, kıyâmete kadar iftirâya uğrayan mazlumlara büyük bir tesellîdir.
Bütün bu ilmî ve târihî gerçeklere ve Kur’ân-ı Kerîm’in bu hâdiseyi “ifkün mübîn: açık bir iftirâ” ve “bühtânun azîm: büyük bir iftirâ” şeklinde ifâde buyurarak Hazret-i Âişe vâlidemizi kat’î bir beyân ile tenzîh ve tebrie etmesine rağmen, onun daha sonra Cemel Vak’ası’nda bulunmasından dolayı kendisini ithâma devâm eden bir kısım gaflet erbâbına ne demek lâzımdır!?.
İfk hâdisesine sebebiyet veren mücrimler, nâmuslu bir hanıma zinâ isnâd etmiş olduklarından cezâlandırıldılar. Böylece iftirâcıların her birine seksen değnek vuruldu.178
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ-’ya göre Allâh Teâlâ dört kişiyi tebrie etmiştir:
1. Yûsuf -aleyhisselâm-’ı, kendisine iftirâ atan kadının ehlinden bir şâhidin dili ile,179
2. Mûsâ -aleyhisselâm-’ı yahûdîlerin dedikodularından,180
3. Hazret-i Meryem’i, kucağındaki yeni doğmuş oğlunu konuşturmak sûretiyle,181
4. Hazret-i Âişe’yi de kıyâmete kadar tilâvet edilecek olan Kur’ân-ı Kerîm’deki o azametli âyetlerle tebrie etmiştir ki, beraatin bu derece belâğatlisi görülmemiş olup Allâh Teâlâ bunu Rasûlü’nün ne kadar yüce bir mertebeye sâhip olduğunu göstermek için yapmıştır. (Zemahşerî, IV, 121)
Bu sıkıntılı devrede vahyin uzun süre gecikmesi, Peygamberimiz’in rasûl ve nebî olmakla birlikte beşeriyet vasfını tebârüz ettirmek, vahyin O’nun şuur ve nefsinden doğan bir hâl olmadığını göstermek ve müslümanların samîmiyetini imtihan etmek içindir.
a
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Mıstah isimli bir fakire devamlı olarak yardımda bulunurdu. Bu İfk Hâdisesi’nde onun da iftirâcılar arasında yer aldığını görünce, bir daha ona ve âilesine iyilik yapmayacağına dâir yemin etti. Hazret-i Ebû Bekr’in yardımı kesilince Mıstah ve âilesi perişan bir hâle düştüler. Cenâb-ı Allâh bu yardımın kesilmesinin ardından şu âyet-i kerîmeleri inzâl buyurdu:
وَلَا يَأْتَلِ أُوْلُوا الْفَضْلِ مِنكُمْ وَالسَّعَةِ أَن يُؤْتُوا أُوْلِي الْقُرْبَى وَالْمَسَاكِينَ وَالْمُهَاجِرِينَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلْيَعْفُوا وَلْيَصْفَحُوا أَلَا تُحِبُّونَ أَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“İçinizden fazîletli ve servet sâhibi kimseler, akrabâya, yoksullara, Allâh yolunda hicret edenlere (mallarından) vermeyeceklerine dâir yemin etmesinler; affetsinler, bağışlasın geçsinler. Allâh’ın sizi bağışlamasını arzulamaz mısınız? Allâh çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir.” (en-Nûr, 22)
وَلاَ تَجْعَلُواْ اللّهَ عُرْضَةً لِّأَيْمَانِكُمْ أَن تَبَرُّواْ وَتَتَّقُواْ وَتُصْلِحُواْ بَيْنَ النَّاسِ وَاللّهُ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
“Yeminlerinizden dolayı Allâh’ı (O’nun adını), iyilik etmenize, O’ndan sakınmanıza ve insanların arasını düzeltmenize engel kılmayın! Allâh her şeyi işiten ve her şeyi bilendir.” (el-Bakara, 224)
Bu âyet-i kerîmeler Cenâb-ı Hakk’ın kullarına olan merhametinin en müşahhas bir örneğini teşkil eder. Diğer yönden de fazîlet ehlini zirveleştirecek bir hedef gösterir.
Âyetlerin nüzûlünden sonra Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben elbette Allâh’ın beni bağışlamasını severim!” dedi. Ardından yemin keffâreti vererek, yapmış olduğu hayra devâm etti. (Buhârî, Meğâzî, 34; Müslim, Tevbe, 56; Taberî, Tefsîr, II, 546)
Yâni Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, kendi kızına iftirâ atan adama dahî yardımını esirgemedi. Bu da o mübârek sahâbînin kâbına varılmaz fazîletini gösteren bâriz bir misâldir.
Düşman Onlardır; Onlardan Sakın!
Münâfıkların, Müreysî Gazvesi’nde çıkardıkları hezeyanlar, İfk Hâdisesi’nden ibâret değildi. Muhâcirler ve Ensâr’dan iki kişi arasında çıkan bir münâkaşa sebebiyle, münâfık başı Abdullâh bin Übey, Muhâcirler’i kastederek etrâfındakilere:
“–Gördünüz mü şunların yaptıklarını? Bizim yurdumuzda bize üstünlük kurdular, sonra da bizi tanımadılar. Eğer Medîne’ye dönersek, azîz olan zelîl olanı oradan çıkaracaktır.” dedi. O esnâda dinleyenlerin arasında bulunan sâlih mü’min Zeyd bin Erkam hakîkati haykırdı:
“–Kavmi içinde zelîl olan sensin! Allâh Teâlâ, Rasûlü Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı azîz kılmıştır!”
Hâdise Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e aksedince, münâfıklar, ağız değiştirip söyledikleri sözleri yeminler ederek inkâr ettiler. Öyle ki, neredeyse Hazret-i Zeyd’i yalancı çıkardılar. Bunun üzerine Hazret-i Zeyd, son derece müteessir oldu. Hazret-i Ömer ise Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, başta Abdullâh bin Übey olmak üzere münâfıkları öldürmek için izin istedi. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir firâsetle:
“–Yâ Ömer! İşin iç yüzünü bilmeyenler; «Muhammed ashâbını öldürüyor!» diye konuşur. Hayır! Böyle bir şey yapmayacağım! Sen hemen müslümanlara seslen, yolculuğa hazırlansınlar!” buyurdu.
Bunun üzerine müslümanlar yola çıktılar. Peygamber Efendimiz o gün akşama kadar ve bütün gece yola devâm etti. Sabah olup güneşin harâreti artmaya başlayınca konakladılar. Müslümanlar yorgunluk ve uykusuzluktan kendilerini yere atıp hemen uykuya daldılar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in böyle yapması, müslümanları Abdullâh bin Übey’in söylediği sözlerle meşgûl olmaktan alıkoymak içindi.182 Peygamber Efendimiz’in bu yöndeki ince siyâseti, O’nun insan yapısını çok iyi tanıdığının bir göstergesidir.
Bir müddet sonra münâfıkların hâli âyet-i kerîmelerde şöyle bildirildi:
إِذَا جَاءكَ الْمُنَافِقُونَ قَالُوا نَشْهَدُ إِنَّكَ لَرَسُولُ اللَّهِ وَاللَّهُ يَعْلَمُ إِنَّكَ لَرَسُولُهُ وَاللَّهُ يَشْهَدُ إِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَكَاذِبُونَ
(1)
اتَّخَذُوا أَيْمَانَهُمْ جُنَّةً فَصَدُّوا عَن سَبِيلِ اللَّهِ إِنَّهُمْ سَاء مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ
(2)
ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ آمَنُوا ثُمَّ كَفَرُوا فَطُبِعَ عَلَى قُلُوبِهِمْ فَهُمْ لَا يَفْقَهُونَ
(3)
“(Ey Rasûlüm!) Münâfıklar Sana geldiklerinde; «Şâhitlik ederiz ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün!» derler. Allâh da bilir ki, Sen elbette O’nun Rasûlü’sün. Fakat Allâh, o münâfıkların yalancı olduklarını da bilmektedir. Onlar, yeminlerini kalkan yapıp Allâh yolundan saptılar. Gerçekten onların yaptıkları ne kötüdür! Bunun sebebi, onların önce îmân edip sonra inkâr etmeleridir. Bu yüzden kalbleri mühürlenmiştir. Artık onlar hiç anlamazlar.
وَإِذَا رَأَيْتَهُمْ تُعْجِبُكَ أَجْسَامُهُمْ وَإِن يَقُولُوا تَسْمَعْ لِقَوْلِهِمْ كَأَنَّهُمْ خُشُبٌ مُّسَنَّدَةٌ يَحْسَبُونَ كُلَّ صَيْحَةٍ عَلَيْهِمْ هُمُ الْعَدُوُّ فَاحْذَرْهُمْ قَاتَلَهُمُ اللَّهُ أَنَّى يُؤْفَكُونَ
Onları gördüğün zaman cüsseleri hoşuna gider. Konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Hâlbuki onlar, sanki duvara dayanmış (veyâ elbise giydirilmiş, içi kof) kütükler gibidir. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Düşman, işte onlardır; onlardan sakın! Allâh onların canlarını alsın! Nasıl oluyor da (haktan)döndürülüyorlar?!
وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا يَسْتَغْفِرْ لَكُمْ رَسُولُ اللَّهِ لَوَّوْا رُؤُوسَهُمْ وَرَأَيْتَهُمْ يَصُدُّونَ وَهُم مُّسْتَكْبِرُونَ
(5)
سَوَاء عَلَيْهِمْ أَسْتَغْفَرْتَ لَهُمْ أَمْ لَمْ تَسْتَغْفِرْ لَهُمْ لَن يَغْفِرَ اللَّهُ لَهُمْ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ
(6)
Onlara; «Gelin, Allâh’ın Rasûlü sizin için mağfiret dilesin!» denildiği zaman, başlarını çevirirler ve Sen, onların büyüklük taslayarak uzaklaştıklarını görürsün! Onlara mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allâh onları kesinlikle bağışlamayacaktır. Çünkü Allâh, yoldan çıkmış bir gürûha hidâyet etmez!
هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ
(7)
يَقُولُونَ لَئِن رَّجَعْنَا إِلَى الْمَدِينَةِ لَيُخْرِجَنَّ الْأَعَزُّ مِنْهَا الْأَذَلَّ وَلِلَّهِ الْعِزَّةُ وَلِرَسُولِهِ وَلِلْمُؤْمِنِينَ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَعْلَمُونَ
(8)
Onlar; «Rasûlullâh’ın yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki, dağılıp gitsinler!» diyenlerdir. Oysa göklerin ve yerin hazîneleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar. Onlar; «And olsun, eğer Medîne’ye dönersek, üstün olan zayıf olanı oradan mutlakâ çıkaracaktır.» diyorlardı. Hâlbuki asıl üstünlük, ancak Allâh’ın, Rasûlü’nün ve (istikâmet ehli) mü’minlerindir. Fakat münâfıklar bunu bilmezler.” (el-Münâfikûn, 1-8)
Münâfikûn Sûresi nâzil olunca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd bin Erkam’ı çağırarak bu âyetleri okudu ve:
“–Ey Zeyd! Allâh Teâlâ seni tasdîk etti!” buyurdu. (Buhârî, Tefsîr, 63/1-2; Müslim, Sıfâtu’l-Münâfikîn, 1)
Sonra da Zeyd’in kulağını tutarak:
“–İşte bu, Allâh yolunda kulağı ile vazîfesini yerine getirmiş olan gençtir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 336)
a
Hikmet-i ilâhî, münâfıkların reisi olan Abdullâh bin Übey’in Abdullâh adında bir oğlu vardı ki, samîmî bir mü’mindi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e son derece bağlı idi. O, babasının yaptıklarına çok üzülüyor, sabredemiyordu. Son hâdiseler de gönlündeki bu kederi iyice artırdığından Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer arzu edersen, babamı öldüreyim!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, buna müsâade etmedi ve:
“–Hayır! Bilâkis ona yumuşak davranırız. Aramızda kaldığı müddetçe, kendisiyle iyi geçiniriz!”buyurdu. Bunun üzerine Abdullâh, İslâm ordusunun içindeki babasının yanına koştu ve devesinin yularını tutarak haykırdı:
“–İzzet ve kuvvetin Allâh’a ve Rasûlü’ne âit olduğunu söyleyinceye kadar seni yerinden kıpırdatmayacağım!..”
Münâfıkların başı şaşkınlaştı. Bunca insanın ortasında oğlunun kendisine yaptığı bu hareketi gurûruna yediremedi:
“–Şimdi sen beni bu kadar insan içinde Medîne’ye bırakmayacak mısın?” dedi.
Oğlu, büyük bir îman celâdeti içinde:
“–Evet, bugün insanlar arasında en rezîl ile en azîzin kim olduğunu sana öğretinceye kadar seni bırakmayacağım. Hakîkati îtirâf etmezsen kelleni uçuracağım…” dedi.
Hâin münâfığın âdeta eli kolu bağlanmıştı. Oğlunun, dediğini yapacak kadar ciddî olduğunu anlayınca ürperdi. Daha evvel söylediklerini geri alarak istemeye istemeye de olsa hakîkati dile getirip:
“–Şehâdet ederim ki, izzet ve kuvvet Allâh’a, Rasûlü’ne ve mü’minlere âittir.” demek zorunda kaldı.
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, Abdullâh’a:
“Allâh seni Rasûlü’nden ve mü’minlerden dolayı hayırla mükâfatlandırsın!” diyerek duâ etti ve babasının yolunu açmasını emir buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 334-337; İbn-i Sa’d, II, 65; Heysemî, IX, 317-318; Zemahşerî, VI, 117)
Sahâbe-i kirâm, Âlemlerin Efendisi Hazret-i Muhammed Mustafâ’yı o kadar çok seviyorlardı ki, O’nun değil şahsına, bir kılına bile herhangi bir zarar gelmesine râzı olmuyorlardı. Bir kimsenin O’na yan bakması veya saygısızlıkta bulunması onları çileden çıkarıyor, bunu yapan babaları dahî olsa, onu göz kırpmadan öldürmeyi göze alabiliyorlardı.
Tahammül Ötesi Bir Meşakkat ve Çile Üstüne Çile: HENDEK GAZVESİ (Şevvâl-Zilkâde 5 / Mart 627)
Hendek Gazvesi, müşriklerin müslümanlara karşı açtıkları en korkunç ve zorlu bir savaştır. Bu gazve, müslümanları ve Medîne İslâm Devleti’ni târihten silmek için yapılmıştır.
Sürgün edilen Benî Nadîr yahûdîlerinin birtakım ileri gelenleri, Hayber’e sığınmışlardı. Müslümanlara karşı intikam ateşiyle yanıp tutuşuyorlardı. Kureyşlilere işbirliği teklif ettiler. Hattâ onların puta tapıcılığının müslümanlıktan daha üstün olduğunu söyleyip putlara taptılar. Bunun üzerine Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
أَلَمْ تَرَ إِلَى الَّذِينَ أُوتُواْ نَصِيبًا مِّنَ الْكِتَابِ يُؤْمِنُونَ بِالْجِبْتِ وَالطَّاغُوتِ وَيَقُولُونَ لِلَّذِينَ كَفَرُواْ هَؤُلاء أَهْدَى مِنَ الَّذِينَ آمَنُواْ سَبِيلا
(51)
أُوْلَـئِكَ الَّذِينَ لَعَنَهُمُ اللّهُ وَمَن يَلْعَنِ اللّهُ فَلَن تَجِدَ لَهُ نَصِيرًا
(52)
“Kendilerine kitâptan nasip verilenleri görmedin mi? Putlara ve tâğûta îmân ediyorlar, sonra da kâfirler için; «Bunlar, Allâh’a îmân edenlerden daha doğru yoldadır.» diyorlar. Bunlar, Allâh’ın lânetlediği kimselerdir. Allâh’ın rahmetinden uzaklaştırdığı (lânetli) kimseye gerçek bir yardımcı bulamazsın.” (en-Nisâ, 51-52)183
Müşrikler, zâten böyle bir fırsat beklediklerinden, hemen harekete geçtiler. Müslümanların, Uhud Harbi’nde ciddî bir zafer elde edememelerinin, diğer Arap kabîlelerini cesâretlendirmesinden de istifâde ederek birçok müttefik bulan Kureyşliler, on binin üzerinde büyük bir ordu kurmaya muvaffak oldular.184
Olanları haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla istişâre etti. Onlara, Allâh’ın emirlerine isyân etmedikleri, Allâh yolunda meşakkatlere katlandıkları takdirde, ilâhî yardıma nâil olacaklarını va’detti. Allâh’a ve Rasûlü’ne itaat etmelerini emretti.
Allâh Teâlâ, Peygamber Efendimiz’e hendek kazılmasını ilhâm etti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbına, Medîne’den çıkarak savaşmayı mı, yâhut müdâfaa için şehrin etrâfına hendekler kazılmasını mı istediklerini sordu. Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Biz de Fars diyârında düşman süvârîlerinin baskınlarından korktuğumuz zaman etrâfımızı hendekle çevirirdik.” dedi.
Selmân -radıyallâhu anh-’ın, Peygamber Efendimiz’in tavsiyesini destekleyen bu sözü, müslümanların hoşuna gitti.185
Ashâb-ı kirâm, aynı zamanda Allâh Rasûlü’nün Uhud Gazvesi’nde şehrin dışarı çıkmayıp Medîne’de müdâfaada kalmayı arzuladığını hatırlamışlardı. Böylece Medîne’nin etrâfına hendek kazılmasına karar verildi.
Medîne, yalnız bir tarafından açık ve tehlikede idi. Diğer tarafları ise birbirine girmiş binâlarla âdeta bir kale gibi çevrili idi. Ayrıca sık hurma ağaçları ile de geçit vermez bir hâlde idi. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-, hendeğin, düşmana açık olan tarafta kazılmasına karar verdi. Şeyhayn Hisarları’ndan Mezad mevkiine kadar uzanan bir çizgi çizip her on kişiye;“Şuradan şuraya kadar.” diye göstererek hendek kazmak üzere belirli bir yer ayırdı.186
Hendek kazma işinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bizzat çalıştılar. Hattâ yiyecek sıkıntısı zuhûr ettiğinden, mübârek karınlarına taş bağlamak mecbûriyetinde kaldılar.187 Ancak Peygamberler Sultânı Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu durumda bile Rabbine şükürden geri kalmıyordu.
Berâ bin Âzib -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i Ahzâb günü188 bizimle toprak taşırken gördüm. O sırada Abdullâh bin Revâha’nın şu şiirini terennüm ediyordu:
«Allâh’ım, Sen bize hidâyet etmemiş olsaydın, ne sadaka verebilir ne de namaz kılabilirdik! Yâ Rab! Düşmanla karşılaştığımızda üzerimize sekînet indir! Ayaklarımızı kaydırma! Onlar bize saldırdılar. Bizi fitne-fesâda düşürmek istediklerinde biz kaçmaz, dayatırız!»
Şiirin sonundaki «ebeynâ: kaçmaz, dayatırız» kısmını okurken de sesini yükseltiyordu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)
Ashâb-ı kirâm o kadar sıkıntıya düşmüşlerdi ki, karınlarını dahî doyuramıyorlardı. Enes -radıyallâhu anh- bu hâli şöyle ifâde eder:
“Sahâbîlerin yemesi için bir avuç arpa getirilir; bu, tadı ve kokusu değişmiş bir yağ ile pişirilir ve önlerine konurdu. Herkes aç olduğu hâlde bu yağın sertliğini ve bozuk tadını ağızlarında hissederlerdi. Yemeğin ağır ve hoşa gitmeyen bir kokusu olurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 29)
Küçük-büyük bütün müslümanlar hendek kazma işinde çalışıyordu. On beş yaşlarında bir çocuk olan Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- bir ara uyuyakalmıştı. Müslümanlar onu hendeğin kenarında uyur bir hâlde bırakarak gitmişlerdi. Yanına varan Umâre bin Hazm -radıyallâhu anh- şaka olsun diye onun silâhlarını alıp sakladı. Zeyd uyanıp silâhlarını bulamayınca telâşlandı ve korktu. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu işitince Zeyd’i yanına çağırttı ve ona:
“–Ey uykucu! Sen uykuya daldın, silâhların da kaybolup gitti!” buyurduktan sonra:
“–Bu çocuğun silâhlarının nerede olduğunu bilen var mı?” diye sordu.
Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh, ben biliyorum, silâhlar bende.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Silâhlarını ona teslîm et!” buyurdu ve şaka olarak da olsa müslümanları korkutmayı veya onların herhangi bir şeyini alıp saklamayı yasakladı. (Vâkıdî, II, 448)
Hendek’te Verilen Müjde
Bu sırada ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, çok büyük ve sert bir kayaya rastlayıp onu kıramadıklarını bildirdiler. Âlemlerin Efendisi, sivri balyozu ellerine alarak besmeleyle o kayaya üç defâ vurdu. Onu ince kum gibi dağıttı.189 Ayrıca her vuruşta mü’minlere büyük müjdeler verdi. Birinci vuruşta Şam’ın (Bizans), ikincisinde Îran’ın, üçüncü vuruşta da Yemen’in anahtarlarının kendisine verildiğini, bu memleketlerin saraylarını bulunduğu yerden gördüğünü ifâde etti. Buraların i’lâ-yı kelimetullâh ile şerefleneceğini müjdeleyerek, gelecek zaferlerin heyecânıyla, mü’min gönüllere ümit aşıladı.190 Hakkın, yakın bir gelecekte bâtılı mutlakâ imhâ edeceğini müjdeleyip, olmaz sanılan pek çok işin olur hâlinde teselsül edeceği cihanşümûl bir hidâyet haritası çizdi.
Varlık Nûru Efendimiz, Kisrâ’nın Medâin’deki beyaz köşkünü târif edince, Selmân-ı Fârisî -radıyallâhu anh-:
“–Doğru buyurdun! Sen’i hak dîn ve kitâb ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, o aynen târif ettiğin gibidir! Sen’in Rasûlullâh olduğuna (bir daha) şehâdet ederim!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Selmân! Bu fetihleri Allâh benden sonra size nasîb edecektir! Şam muhakkak fetholunacaktır! Herakliyus ülkesinin en uzak yerine kadar kaçacaktır! Siz bütün Şam’a hâkim olacaksınız! Hiç kimse size karşı koyamayacaktır. Yemen muhakkak fetholunacaktır! Ondan sonra Kisrâ öldürülecektir!” buyurdu.
Nitekim Selmân -radıyallâhu anh-:
“–Ben bütün bunların vukû bulduğunu gördüm!” demiştir. (Vâkıdî, II, 450)
Buralar birer birer fetholundukça Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- da:
“–Bu fetihleriniz sizin için birer başlangıçtır! Ebû Hüreyre’nin varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, fethettiğiniz ve kıyâmete kadar fethedeceğiniz bütün şehirlerin anahtarlarını Allâh Teâlâ, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’a önceden vermiştir!” derdi. (İbn-i Hişâm, III, 235)
Allâh Rasûlü’nün bu müjdeleri, müslümanların çekilecek sıkıntıya daha kolay katlanmaları için çok büyük bir mânevî destek oldu. Netîcenin mü’minlerin lehine, İslâm düşmanlarının aleyhine olacağı hakîkatinin evvelden bildirilmesi, îmanlı gönüllerin sabır ve dayanıklılığını artırdı. Zîrâ Hendek; ıztırap, yorgunluk, açlık, soğuk ve karanlığa karşı verilen mücâdele sebebiyle de, tahammül ötesi bir meşakkat ve çile kumkumasıydı. Ayrıca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır. Ensâr ve Muhâcirler’e nusret eyle!..” (Buhârî, Meğâzî, 29) niyâzıyla, dünyâdaki bütün ıztırap ve yorgunlukların, ebedî saâdet dolu bir hayat karşısındaki değersizliğini ifâde ederek, ashâbına âhireti hedef gösteriyordu.
Hazret-i Câbir’in Bereketlenen Yemeği
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Biz Hendek Savaşı gününde siper kazıyorduk. Önümüze son derece sert bir kaya çıktı. Sahâbîler, Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gidip:
“–Kazmakta olduğumuz hendekte önümüze sert bir kaya çıktı.” dediler.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Ben hendeğe ineceğim.” buyurdu, sonra ayağa kalktı, açlıktan karnına taş bağlamıştı. Biz üç gün müddetle yiyecek hiçbir şey tatmaksızın orada kalmıştık. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kazmayı eline aldı ve sert kayaya vurdu, o kaya un ufak olup kum yığınına döndü. Ben:
“–Yâ Rasûlallâh! Eve gitmeme izin veriniz!” dedim. Eve varıp zevceme:
“–Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dayanılmayacak bir hâlde gördüm, yiyecek bir şey var mı?” diye sordum. Zevcem:
“–Biraz arpa ile bir de oğlak var.” dedi.
Oğlağı kestim, arpayı da öğüttüm. Eti tencereye koyduk. Ekmek pişip tencere de taşlar üzerinde kaynamakta iken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gittim:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Birazcık yemeğim var, bir-iki kişiyle berâber bize buyrun.” dedim.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz:
“–Yemek ne kadar?” diye sordu. Ben de olanı söyledim. Bunun üzerine:
“–Hem çok hem de güzel. Hanımına söyle, ben gelinceye kadar tencereyi ateşten indirmesin, ekmeği de fırından çıkarmasın!” buyurdu. Sonra ashâbına:
“–Ey Hendek ehli! Câbir bize ziyâfet hazırlamış, haydi buyrun!” diye yüksek sesle nidâ etti. Oradakiler hep birlikte kalktılar. Ben telâşla zevcemin yanına koşup:
“–Vay başımıza gelenler! Peygamberimiz, yanında Muhâcirler, Ensâr ve berâberlerindekilerle geliyor.” dedim.
Hanımım ise:
“–Allâh Rasûlü sana ne kadar yemeğimiz olduğunu sordu mu?” dedi.
Ben:
“–Evet.” dedim. Bunun üzerine:
“–O hâlde telâşlanma, O senden daha iyi bilir.” dedi.
Bir müddet sonra geldiklerinde, Rasûl-i Ekrem Efendimiz sahâbîlerine:
“–Birbirinizi sıkıştırmadan giriniz!” buyurdu. Onar onar girdiler. Efendimiz ekmeği koparıyor, üzerine et koyuyor ve her defâsında tencereyi ve fırını kapatıyor, ondan aldığını ashâbına veriyordu. Sonra yine aynısını yapıyordu. Gelenler bin kişi idiler. Oradakilerden hepsi doyuncaya kadar, ekmeği koparıp üzerine et koymaya devâm etti. Netîcede bir miktar yiyecek de arttı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zevceme dönerek:
“–Bunu ye, komşularına da ikrâm et, çünkü açlık insanları perişan etti!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29; Müslim, Eşribe, 141; Vâkıdî, II, 452)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in açık bir mûcizesi olarak birkaç kişilik yemekle -Allâh’ın izniyle- bin kişi doymuş, hattâ ondan artan da komşulara ikrâm edilmiş oldu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eline geçen bütün varlığı Allâh yolunda sarf ettiğinden, elinde fazla mal bulunmazdı. İhtiyâcı olduğunda da bunu ashâbından gizler, kimseye yük olmak istemezdi. Fakat ashâb-ı kirâm, Âlemlerin Efendisi’nin hâline çok dikkat ederler, herhangi bir ihtiyâcı olduğunu hissettiklerinde hemen onu temin etmeye çalışırlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in açlıktan dolayı sesinin zayıf çıktığını hissettiklerinde, hemen evlerine giderek yiyecek ne varsa derhâl O’na götürüp ikrâm ederlerdi.191 Rasûl-i Ekrem Efendimiz’in rengini solgun gördüklerinde yiyecek bir şeyler bulmaya çalışırlar, bulamazlarsa deve sulama karşılığında bile olsa birkaç hurma kazanarak O’na getirirlerdi.
Nitekim Fahr-i Kâinât Efendimiz birgün ashâbının yanına çıkmıştı. Ensâr’dan bir zâtla karşılaştı. O:
“–Yâ Rasûlallâh! Anam babam Sana fedâ olsun, yüzünüzde gördüğüm şu hâl beni çok üzdü, bunun sebebi nedir?” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, o kimsenin yüzüne bir müddet baktıktan sonra:
“–Açlık.” buyurdular. Sahâbî hemen çıktı, koşarak evine geldi, yiyecek bir şeyler aradı, fakat bulamadı. Hemen Benî Kurayza’ya gitti. Kuyudan çektiği her kova su karşılığında bir hurma almak üzere anlaştı. Bir avuç hurma biriktirince onları alıp Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna çıktı. Peygamber Efendimiz aynı mecliste bulunuyordu. Sahâbî:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bunları yiyiniz!” dedi.
Âlemlerin Efendisi, hurmaların nereden geldiğini sordu, o da durumu anlattı. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Öyle zannediyorum ki, sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü seviyorsun!” buyurdu.
O zât:
“–Evet, Sen’i hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, Sen bana kendimden, evlâdımdan, ehlimden ve malımdan daha sevgilisin.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Mâdem öyle, fakirliğe karşı sabırlı ol, belâlara karşı kendine bir kalkan hazırla! Beni hak üzere gönderen Allâh’a yemin ederim ki, bu ikisi (fakirlik ve belâlar) beni seven kişiye, suyun dağın tepesinden aşağıya inmesinden daha hızlı gelir.” (Heysemî, X, 313; Zehebî, Siyer, III, 54; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 298)
Hendek’te Çekilen Meşakkatler
Mevsim kıştı. Müşrikler, Medîne’yi kuşatmışlardı. Fakat önlerine çıkan geçilmez hendekler karşısında şaşırdılar. Medîne’ye giremediler.
Müşrikler gelip karargâhlarını kurunca, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’de yerine İbn-i Ümm-i Mektûm’u vekil bırakarak üç bin İslâm mücâhidiyle birlikte hemen Hendek’e hareket etti. Arkasını Sel’ Dağı’na vererek karargâhını dağın eteğine kurdu. Geride kalan çocuk ve kadınların kalelere ve hisarlara yerleştirilmesini emretti.192 On beş yaşına basmamış çocukları kalelere, yâni âilelerinin yanına geri gönderdi. On beş yaşına girmiş olan İbn-i Ömer, Zeyd bin Sâbit ve Berâ bin Âzib gibi sahâbîlere ise müsâade etti.193
Bu arada Benî Kurayza yahûdîleri de isyan çıkararak Rasûlullâh ile aralarındaki muâhedeyi bozdular. Böylece muâhedeyi ikinci defâ bozmuş oluyorlardı ve bu, onların ikinci büyük ihâneti idi. Müslümanlar iki ateş arasında kaldılar. Yahûdîler, müşriklerin reisi Ebû Süfyân’a elçi göndererek:
“–Siz sebât edin! Biz müslümanlara arkalarından saldıracağız, onların köklerini kazıyacağız!” dediler.194
Bu ihânet, Allâh Rasûlü’ne çok ağır geldi. Fakat O, dâimâ Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet hâlindeydi. Bu yüzden, bu müşkil durum karşısında da:
“Hasbünallâh ve ni’me’l-vekîl: Allâh bize yeter! O ne güzel Vekîl’dir” buyurdu. (Vâkıdî, II, 457; İbn-i Sa’d, II, 67)
Sonra da:
“–Bize Benî Kurayza’dan haber getirecek bir kimse yok mu?” diye sordu.
Zübeyr bin Avvâm -radıyallâhu anh-:
“–Ben varım yâ Rasûlallâh!” dedi ve gitti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, durum ağırlaşıp çok tehlikeli bir hâl alınca Hazret-i Zübeyr’i yahûdîlerin durumunu öğrenmesi için birkaç defâ daha gönderdi. Zübeyr -radıyallâhu anh-’ın bu hizmetlerinden duyduğu memnûniyeti de:
“–Her peygamberin bir havârîsi vardır. Benim havârim de Zübeyr’dir!” buyurarak dile getirdi. (Ahmed, III, 314)
Daha sonra Peygamber Efendimiz, yahûdîlere bir heyet gönderdi. Gönderdiği heyete de şu tembihte bulundu:
“–Gidiniz, bakınız! Bize ulaşan haberler doğru mudur, değil midir? Eğer doğru ise onu bana üstü kapalı bir şekilde bildirirsiniz. Açıkça söyleyip de insanların yüreğine korku salmayınız, onları zaafa ve ümitsizliğe düşürmeyiniz! Şâyet onlar aramızdaki muâhedeye sâdık iseler bunu insanlara açıklayabilirsiniz!” buyurdu.
Elçiler Benî Kurayza’ya gittiler ve onları işittiklerinden daha kötü bir hâlde buldular. (İbn-i Hişâm, III, 237)
Peygamber Efendimiz, herhangi bir saldırıya karşı Medîne’yi muhâfaza için Seleme bin Eslem -radıyallâhu anh-’ı iki yüz, Zeyd -radıyallâhu anh-’ı da üç yüz kişilik bir kuvvetle Medîne’de vazîfelendirdi. Bunlar Medîne’yi bekleyecekler ve yüksek sesle tekbîr getirerek Medîne sokaklarında devriye gezeceklerdi.195
Benî Kurayza yahûdîlerinin baskınına uğramadan sabaha çıkıldığı zaman, mü’minler rahat bir nefes alıyorlardı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“Medîne’de çoluk-çocuğumuz hakkında Benî Kurayza’dan duyduğumuz korku, Kureyş ve Gatafân ordularından duyduğumuz korkudan daha fazla idi. Zaman zaman Sel’ Dağı’nın tepesine çıkıp Medîne evlerine bakar, onları sükûnet ve huzur içinde gördükçe Allâh’a hamd ve şükrederdim!” demiştir. (Vâkıdî, II, 460)
Ümmü Seleme vâlidemiz de şöyle buyurmuştur:
“Ben, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında, çarpışma ve korkuların yaşandığı Müreysî, Hayber, Hudeybiye, Mekke’nin fethi, Huneyn gibi birçok gazâlarda bulundum. Bunların hiçbiri Rasûlullâh için, Hendek’ten daha zahmetli ve daha korkulu olmamıştır. Benî Kurayza’nın çoluk-çocuğumuza baskın yapmayacağından emin değildik.” (Vâkıdî, II, 467)
Öte yandan Hendek civârına sık sık müşrikler tarafından baskınlar yapılıyor, gecenin geç vakitlerine kadar şiddetli çarpışmalar oluyor, zaman zaman Allâh Rasûlü’nün çadırı bile oka tutuluyordu.
Müşrikler birgün, Allâh Rasûlü’nün bulunduğu yere olanca güçleriyle hücûm ettiler. O gün Peygamberimiz de ashâb-ı kirâm da namazlarını kılmaya fırsat bulamadılar. Akşam olup ordular yerlerine çekilince, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Bilâl’e ezân okumasını emretti. Her namaz için kâmet getirterek öğle, ikindi ve akşam namazlarını kazâ ettirdi.196 Buna çok üzülen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hakkında “gözümün nûru” buyurduğu namaz ibâdetinden alıkoyan müşrikler için:
“Onlar nasıl güneş batıncaya kadar bizi meşgûl edip namazdan alıkoydularsa, Allâh da onların evlerine, karınlarına, kabirlerine ateş doldursun!” diyerek bedduâ etti. (Buhârî, Meğâzî, 29; İbn-i Sa’d, II, 68-69; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 112)
Hendek’te Gösterilen Kahramanlıklar
Büyük-küçük herkes savaşta vazîfe alıyor, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hendeğin dar yerinde bizzat nöbet tutuyordu.197
Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz der ki:
“Hendek’te Rasûlullâh ile birlikte bulundum. Orada ve bulunduğu diğer yerlerde kendisinden hiç ayrılmadım. Allâh Rasûlü hendeği bizzat beklemekte idi. O sırada şiddetli bir soğuğa tutulmuştuk. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bakıyordum. Namaza durmuştu. Sonra gidip bir müddet hendeğe doğru baktı ve:
«–Şunlar herhâlde müşriklerin süvârîleridir, hendeği dolaşıyorlar! Onlara karşı koyacak kim var?» buyurdu. Daha sonra:
«–Ey Abbâd bin Bişr!» diye seslendi. Abbâd -radıyallâhu anh-:
«–Lebbeyk: Buyur yâ Rasûlallâh!» dedi.
Rasûl-i Ekrem Efendimiz ona:
«–Yanında kimse var mı?» diye sordu.
Abbâd -radıyallâhu anh-:
«–Evet! Ben ve ashâbınızdan bâzıları, çadırınızın çevresinde bulunuyoruz!» dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Arkadaşlarınla birlikte gidip hendek boyunca dolaş! Şu görünen süvârîler herhâlde düşman süvârîlerindendir, sizin için dolaşıyorlar, gafletinizden yararlanarak ansızın baskın yapıp bâzılarınızı öldürmeyi umuyorlar!» buyurdu ve:
«Ey Allâh’ım! Onların şerlerini bizden uzaklaştır! Onlara karşı bize yardım et ve bizi onlara gâlip kıl! Bizi, Sen’den başka gâlip kılacak yoktur!» diye duâ etti.
Abbâd bin Bişr -radıyallâhu anh-, arkadaşlarıyla birlikte gitti. O sırada müşriklerin reisi Ebû Süfyân, bir süvâri birliğiyle hendeğin dar yerini dolaşıyordu. Müslümanlar oraya yetiştiler, onları taş ve oka tuttular. Ben de onlarla birlikte durdum, müşrik süvârîlerine taş ve ok attık. Nihâyet onları zayıflattık, yıprattık. Bir müddet sonra bozuldular ve yerlerine dönmek zorunda kaldılar. Rasûlullâh’ın yanına döndüğüm zaman, kendisini namazda buldum… Allâh, Abbâd bin Bişr’e rahmet etsin! O her zaman Allâh Rasûlü’nün çadırını bekleyen ashâbdandı.” (Vâkıdî, II, 464)
Allâh Rasûlü’nün halası Hazret-i Safiyye, bu esnâda kadın ve çocuklarla birlikte, Hassân bin Sâbit’in, Fârî adlı köşkünde bulunuyordu. Yahûdîlerden on kişilik bir birlik gelip köşkü oka tuttular ve içeri girmeye çalıştılar. Onlardan birisi köşkün çevresinde dolaşıyor, açık bir yer arıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbı ise bu esnâda Hendek’te düşmanla harp hâlindeydi.
Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ-, çâresiz kalıp bu musîbeti kendisinden başka def edecek kimsenin olmadığını görünce, başını bir tülbentle sıkıca bağladı ve eline bir sırık alarak köşkten aşağıya indi. Kapıyı açıp orada dolaşan yahûdînin arkasından yavaşca yaklaştı. Elindeki sırıkla başına vurup onu öldürdü. Arkadaşlarının ölmüş olduğunu gören yahûdîlerin içine bir korku düştü:
“–Bize buradaki kadınların başında muhâfızların olmadığı söylenmişti!” diyerek dağılıp gittiler. (Heysemî, VI, 133-134; Vâkıdî, II, 462)
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz de, ashâbın cihâda olan şevkine dâir müşâhedelerini şöyle nakleder:
“Hendek Gazvesi günü, insanların ardından gittim. Arkamdan bir ses geldi. Dönüp bakınca Sa’d bin Muâz ile kardeşinin oğlu Hârise bin Evs’i gördüm. Olduğum yere çöktüm. Sa’d’ın sırtında dar bir zırh vardı, kolları zırhtan dışarı çıkmıştı. Cihâda katılmayı teşvîk eden ve ecel geldiğinde ölümün ne kadar güzel olduğunu bildiren bir şiir okuyordu. Annesi ona:
«–Oğulcağızım! Koş, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yetiş! Geciktin vallâhi!» diyordu.
Sa’d’ın annesine:
«–Sa’d’ın zırhının, parmaklarına kadar bütün vücûdunu örtmesini isterdim.» dedim. Onun açık kalan kollarından okla vurulmasından endişelenmiştim.
Sa’d’ın annesi:
«–Allâh hükmünü yerine getirir!» dedi. Sa’d o gün yaralandı.” (Ahmed, VI, 141; İbn-i Hişâm, III, 244)
Sa’d -radıyallâhu anh-, yarasının ağır ve öldürücü olduğunu anlayınca:
“Allâh’ım! Eğer Kureyş müşrikleriyle herhangi bir çarpışma daha takdîr ettinse, beni de o çarpışmada bulunmak üzere sağ bırak! Çünkü Rasûlüne işkence ve kötülük yapan, onu yalanlayan ve yurdundan çıkaran o Kureyş kavmiyle çarpışmayı istediğim kadar, başka hiçbir kavimle çarpışmayı istemiyorum. Eğer bizimle onlar arasındaki çarpışma bu kadarsa, yaramı şehîdliğe vesîle kıl! Beni huzûruna kabul buyur! Kurayzaoğulları’nın cezâlandırıldıklarını görüp sevininceye kadar da canımı alma!” diyerek duâ etti. (Vâkıdî, II, 525; İbn-i Sa’d, III, 423)
Sa’d -radıyallâhu anh- duâsını bitirir bitirmez kanı dindi, bir damla bile akmadı.198
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Sa’d -radıyallâhu anh- için mescide bir çadır kurdurdu. Maksadı, onu daha sık ziyâret etmek ve onunla yakından alâkadar olmaktı.199
a
Derin hendekleri, ancak birkaç müşrik geçebilmişti. Bunlardan biri olan Amr bin Abd, bütün Arabistan’ın en meşhur pehlivanlarındandı. Karşısına Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- çıktı ve Allâh’ın izniyle onu öldürdü. Diğerlerinin âkibeti de aynı oldu.
Savaş uzayıp gidiyordu. Mü’minler öyle zor bir durumda kaldılar ki, ilâhî yardım ne zaman gelecek diye beklemeye başladılar. Bu hâli Allâh Teâlâ, âyet-i kerîmelerde şöyle tasvîr buyurur:
إِذْ جَاؤُوكُم مِّن فَوْقِكُمْ وَمِنْ أَسْفَلَ مِنكُمْ وَإِذْ زَاغَتْ الْأَبْصَارُ وَبَلَغَتِ الْقُلُوبُ الْحَنَاجِرَ وَتَظُنُّونَ بِاللَّهِ الظُّنُونَا
(10)
هُنَالِكَ ابْتُلِيَ الْمُؤْمِنُونَ وَزُلْزِلُوا زِلْزَالًا شَدِيدًا
(11)
“Onlar hem yukarınızdan hem aşağı tarafınızdan (vâdinin üstünden ve alt yanından)üzerinize yürüdükleri zaman; gözler yıldığı, yürekler ağza geldiği ve siz Allâh hakkında türlü türlü zanlara düştüğünüz zaman; işte orada îman sâhipleri imtihandan geçirilmiş ve şiddetli bir sarsıntıya uğratılmışlardır.
وَإِذْ يَقُولُ الْمُنَافِقُونَ وَالَّذِينَ فِي قُلُوبِهِم مَّرَضٌ مَّا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ إِلَّا غُرُورًا
(12)
وَإِذْ قَالَت طَّائِفَةٌ مِّنْهُمْ يَا أَهْلَ يَثْرِبَ لَا مُقَامَ لَكُمْ فَارْجِعُوا وَيَسْتَأْذِنُ فَرِيقٌ مِّنْهُمُ النَّبِيَّ يَقُولُونَ إِنَّ بُيُوتَنَا عَوْرَةٌ وَمَا هِيَ بِعَوْرَةٍ إِن يُرِيدُونَ إِلَّا فِرَارًا
(13)
وَلَوْ دُخِلَتْ عَلَيْهِم مِّنْ أَقْطَارِهَا ثُمَّ سُئِلُوا الْفِتْنَةَ لَآتَوْهَا وَمَا تَلَبَّثُوا بِهَا إِلَّا يَسِيرًا
(14)
وَلَقَدْ كَانُوا عَاهَدُوا اللَّهَ مِن قَبْلُ لَا يُوَلُّونَ الْأَدْبَارَ وَكَانَ عَهْدُ اللَّهِ مَسْؤُولًا
(15)
قُل لَّن يَنفَعَكُمُ الْفِرَارُ إِن فَرَرْتُم مِّنَ الْمَوْتِ أَوِ الْقَتْلِ وَإِذًا لَّا تُمَتَّعُونَ إِلَّا قَلِيلًا
(16)
O zaman münâfıklar ile kalblerinde hastalık bulunanlar; «–Meğer Allâh ve Rasûlü bize sâdece kuru vaatlerde bulunmuşlar!» diyorlardı. Onlardan bir grup da demişti ki: «–Ey Yesribliler (Medîneliler)! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün!» İçlerinden bir kısmı ise; «–Gerçekten evlerimiz emniyette değil!» diyerek Peygamber’den izin istiyordu. Oysa evleri tehlikede değildi, sâdece kaçmayı arzuluyorlardı. Şâyet fitne çıkarmaları (dinden dönmeleri) istenseydi, bunu hemen yaparlardı. And olsun ki, daha önce onlar, sırt çevirip kaçmayacaklarına dâir Allâh’a söz vermişlerdi. Allâh’a verilen söz, mes’ûliyeti gerektirir! (Rasûlüm!)De ki: «–Eğer ölümden veya öldürülmekten kaçıyorsanız, kaçmanın size aslâ faydası olmaz!..»” (el-Ahzâb, 10-16)
وَلَمَّا رَأَى الْمُؤْمِنُونَ الْأَحْزَابَ قَالُوا هَذَا مَا وَعَدَنَا اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَصَدَقَ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَمَا زَادَهُمْ إِلَّا إِيمَانًا وَتَسْلِيمًا
“Mü’minler ise düşman birliklerini gördüklerinde; «–İşte Allâh ve Rasûlü’nün bize va’dettiği! Allâh ve Rasûlü doğru söylemiştir!» dediler. Bu (orduların gelişi), onların ancak îmanlarını ve Allâh’a bağlılıklarını artırdı.” (el-Ahzâb, 22)
Harp Hîledir
Böylece mü’minler, bütün güçleriyle mücâdele ettiler. Gatafân kabîlesinin ileri gelenlerinden müslüman olmuş bulunan, ancak kendisini, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in; “Harp hîledir.” (Buhârî, Cihâd, 157; Müslim, Cihâd, 17) tâlimâtıyla gizleyen Nuaym -radıyallâhu anh-, müşriklerle Benî Kurayza’nın arasını açmayı başardı. Medîne’yi kuşatan kabîleler, tefrikaya ve ihtilâfa düştüler. Herkes birbirinden çekiniyordu. Nihâyet yahûdîler, Nuaym’in hîlelerine kanarak kalelerine çekildiler. Meydanda düşman olarak sâdece müşrikler kaldı. Ancak mü’minler, yine de hayli müşkil durumda idiler. Peygamber Efendimiz ve ashâbının, müşriklerin kuşatması altında ağır bir imtihandan geçtiği ve âdeta “yüreklerin ağza geldiği” bu esnâda şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
أَمْ حَسِبْتُمْ أَن تَدْخُلُواْ الْجَنَّةَ وَلَمَّا يَأْتِكُم مَّثَلُ الَّذِينَ خَلَوْاْ مِن قَبْلِكُم مَّسَّتْهُمُ الْبَأْسَاء وَالضَّرَّاء وَزُلْزِلُواْ حَتَّى يَقُولَ الرَّسُولُ وَالَّذِينَ آمَنُواْ مَعَهُ مَتَى نَصْرُ اللّهِ أَلا إِنَّ نَصْرَ اللّهِ قَرِيبٌ
“Yoksa siz, kendinizden önce gelip geçenlerin hâli (uğradıkları sıkıntılar) başınıza gelmeden cennete girivereceğinizi mi sandınız? Onlara öyle yoksulluklar, öyle sıkıntılar dokundu ve öyle sarsıldılar ki, hattâ peygamber ve berâberinde îmân edenler; «Allâh’ın yardımı ne zaman?» derlerdi. Bak işte! Gerçekten Allâh’ın yardımı yakındır.” (el-Bakara, 214)200
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ellerini yüce dergâha kaldırarak şöyle niyâz eyledi:
“Ey Rabbim! Ey Kur’ân-ı Azîmüşşân’ı gönderen Allâh’ım! Ey düşmanlarla hesâbı tez gören Rabbim! Sen Medîne önünde toplanan şu Arap kabîlelerini dağıt! Allâh’ım! Onların topluluklarını kır, irâdelerini sars da yerlerinde tutunamasınlar!” (Buhârî, Meğâzî, 29)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu duâsını henüz bitirmişlerdi ki, mübârek sîmâlarını pür-tebessüm sürûra gark eden ilâhî yardım tahakkuk etti. Sert ve keskin bir fırtına, düşman saflarına doğru esmeye başladı. Önüne ne gelirse savuran müthiş bir kasırga, Medîne vâdisinin toz ve toprağını müşriklerin yüzlerine ve gözlerine doldurdu. Çadırlarını söküp uçurdu. Yemek tencerelerini devirdi, ateşlerini söndürdü. Yük develeri ve süvârî atlarını birbirine karıştırdı.201
Bu semâvî âfet ve ilâhî azâbın üzerlerine tuğyân ettiği müşrikler, perişan bir hâle düştüler. Savaşa en hırslı olanlardan Ebû Süfyân bile bin bir çâresizlik içinde, askerlerine:
“–Ben geri dönüyorum. Siz de yola çıkın!” diyerek devesine bindiği gibi Mekke’nin yolunu tuttu.202
Cenâb-ı Hak, îmân edenlere nusretini göndermişti. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَاءتْكُمْ جُنُودٌ فَأَرْسَلْنَا عَلَيْهِمْ رِيحًا وَجُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَكَانَ اللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرًا
“Ey îmân edenler! Allâh’ın üzerinizdeki nîmetini hatırlayın; hani size ordular saldırmıştı da, Biz onlara karşı bir rüzgâr ve sizin görmediğiniz ordular göndermiştik. Allâh ne yaptığınızı çok iyi görmekteydi.” (el-Ahzâb, 9)
وَرَدَّ اللَّهُ الَّذِينَ كَفَرُوا بِغَيْظِهِمْ لَمْ يَنَالُوا خَيْرًا وَكَفَى اللَّهُ الْمُؤْمِنِينَ الْقِتَالَ وَكَانَ اللَّهُ قَوِيًّا عَزِيزًا
“Allâh, o inkâr edenleri hiçbir fayda elde edemeden öfke ve kinleri ile geri çevirdi. Savaşta Allâh(ın yardımı) mü’minlere kâfî geldi. Allâh güçlüdür, mutlak gâliptir.”(el-Ahzâb, 25)
Perişan bir şekilde kaçan müşrikler, arkalarında birçok binek, savaş malzemeleri, erzak ve eşyâ bırakmışlardı. Bunlar sâyesinde Medîne’deki kıtlık da ortadan kalkmış oldu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu ilâhî lutuf ve büyük zaferden sonra ashâbına:
“–Artık nöbet sizindir! Bundan sonra Kureyş sizin üzerinize gelemez!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 29)
Böylece artık müdâfaa değil, hücûma da geçebileceklerini ifâde etmiş oluyorlardı. Çünkü müşriklerin hem gururları, hem de saldırı güçleri tamâmen kırılmıştı. Artık bütün mü’min gönüllerde Allâh Rasûlü’nün bu hakîkati ifâde eden sözleri terennüm ediliyordu:
“Bundan böyle, biz onların üstüne yürüyeceğiz!”
Benî Kurayza Gazvesi (23 Zilkâde 5 / 15 Nisan 627)
Hendek Harbi kazanılmış, düşman hüsrâna uğramış olarak Mekke’ye dönmüştü. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de hâne-i seâdetine dönerek, âdeti üzere zırhını çıkarmış ve yıkanmışlardı ki, Cebrâîl -aleyhisselâm- çıkageldi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e:
“–Silâhını bıraktın mı? Biz henüz bırakmadık!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Öyleyse sefer var demektir; nereye?” diye sordular.
Cebrâîl -aleyhisselâm- da harp esnâsında ihânet eden Benî Kurayza yurdunu göstererek:
“–İşte oraya!” dedi. (Buhârî, Meğâzî, 30)
Çünkü daha önceki yahûdîler gibi Benî Kurayza da, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile yaptıkları ahde riâyet etmemişler, en zor zamanlarda ihânette bulunmuşlardı. Oysa yapılan muâhedeye göre Medîne’ye saldıran müşriklere karşı müdâfaada bulunmaları gerekirdi. Lâkin aksine, her fırsat buldukça, işlemedikleri hıyânet ve mel’anet kalmıyor, böylece kendi elleriyle kendilerini helâke sürüklüyorlardı.
Emr-i ilâhîyi alan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, derhâl mü’minleri toplayarak Benî Kurayza üzerine yürüdü. Hattâ:
“–İşiten ve itâat eden herkes ikindi namazını Benî Kurayza yurduna varmadan kılmasın!”buyurarak yahûdîler toparlanmadan harekete geçti. (Buhârî, Meğâzî, 30)
Yahûdîler, Hazret-i Ali kumandasındaki öncü kuvvetleri görünce, yaptıklarına pişman olacakları yerde hiddetlenerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında ileri-geri sözler sarf ettiler.203 Ancak az sonra bizzat Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başlarında bulunduğu üç bin kişilik İslâm ordusunu karşılarında görünce âdeta dilleri tutuldu. Allâh Rasûlü’nün heybetinden, söylediklerini inkâr ettiler.
Üseyd bin Hudayr -radıyallâhu anh-:
“–Ey Allâh düşmanları! Siz açlıktan ölünceye kadar, kalenizi kuşatmaya devâm edeceğiz! Siz yuvasında kıstırılmış tilki gibisiniz!” dedi.
Benî Kurayza yahûdîleri korku içinde:
“–Ey İbn-i Hudayr! Biz Hazreclilerin değil, siz Evslilerin müttefikiyiz!” dediler.
Üseyd -radıyallâhu anh-:
“–Artık sizinle aramızda ne ahit ne de bir antlaşma vardır!” dedi. (Vâkıdî, II, 499)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yahûdîlerle savaşmadan önce kalelerinin dibine kadar yaklaşarak onları İslâm’a dâvet etti. Fakat kabûl etmediler.204
Kuşatma uzayıp yahûdîler iyice sıkıntıya düşünce liderlerinden Ka’b bin Esed:
“–Ey yahûdî cemaati! Şu gördüğünüz felâket başımıza gelip çattı. Ben size üç şey teklif ediyorum, hangisini isterseniz onu yapınız!” dedi.
“–Nedir onlar?” diye sordular.
Ka’b:
“–Birisi; şu adama tâbî olur, peygamberliğini tasdîk ederiz! Vallâhi, şu kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, O sizin için gönderilmiş bir peygamberdir ve kitâbınızda vasıflarını yazılı bulduğunuz zâttır. Kendisine îmân edecek olursanız, kanlarınızı, mallarınızı, çocuklarınızı ve kadınlarınızı korumuş olursunuz!” dedi.
“–Biz hiçbir zaman ne Tevrât’ın hükmünden ayrılırız ne de onu başka bir kitapla değiştiririz!” dediler.
Bundan sonra Ka’b, çocuk ve kadınları öldürerek savaşa girmeyi veya cumartesi gecesi, yâni müslümanların saldırı beklemedikleri bir anda hücûm etmeyi teklif etti. Hiçbirini kabûl etmediler.205 Çünkü Allâh yüreklerine korku salmıştı.
Sa’lebe, Üseyd ve Esed isminde üç genç, yahûdî âlimlerinin, Son Peygamber hakkında anlattıkları husûsiyetlerin Allâh Rasûlü’nde olduğunu görerek müslüman oldular. Gece kaleden inerek Efendimiz’in yanına geldiler.206
Yahûdîler, o gün kayıtsız şartsız teslîm olmak mecbûriyetinde kaldılar. Benî Kurayza yahûdîleri, Evs kabîlesinin himâyesinde bulunduğundan, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o kabîlenin büyüğü olan Sa’d Hazretleri’ni hakemlik için çağırttı. Hazret-i Sa’d, savaşta yaralanmış olmasına rağmen iştiyakla emr-i Peygamberî’ye ittibâ ederek oraya geldi. Zîrâ harpte yaralandığı zaman Cenâb-ı Hakk’a şöyle yalvarmıştı:
“Yâ Rab! Benî Kurayza’dan intikâm almadıkça rûhumu kabzetme!” Hazret-i Sa’d -radıyallâhu anh-, yahûdîlerin isteği üzerine onlar hakkında Mûsâ -aleyhisselâm-’ın şerîatine göre hüküm verdi.207 Onun verdiği hükmü, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de tasdîk etti ve:
“–Ey Sa’d! Yemin ederim ki sen, Allâh’ın yedi kat semâvâtı üzerindeki hükmüne muvâfık hükmettin!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 30; İbn-i Sa’d, III, 426)
Hazret-i Sa’d’ın yürekten yapmış olduğu duâsı makbûl oldu ve savaşta mü’minleri arkadan vuran hâin yahûdîler hakkında hükmünü verdikten sonra yarası açıldı. Bir müddet sonra o Peygamber âşığı sahâbî, rûhunu şehîden teslîm ederek ilâhî rahmete nâil oldu.208
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Sa’d bin Muâz’ın vefâtı sebebiyle Rahmân’ın arşı titredi.” buyurdu. (Buhârî, Menâkıbu’l-Ensâr, 12; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 125)
Sa’d -radıyallâhu anh- iri vücutlu olduğu hâlde, insanlar onun cenâzesini taşırken çok hafif olduğunu gördüler. Allâh Rasûlü, bunun hikmetini şöyle beyan buyurdu:
“–Onu başkaları taşıyor! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, melekler Sa’d’ın rûhuyla sevindiler!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 271; Tirmizî, Menâkıb, 50/3848)
Peygamber Efendimiz, Sa’d -radıyallâhu anh-’ın cenâze namazını kıldırıp onu kabrine koyduktan ve üzerini toprakla örttükten sonra uzun müddet tesbîhâtta bulundu. Ashâb-ı kirâm da Allâh Rasûlü’ne tâbî olarak tesbîhâtta bulundu. Sonra Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- tekbîr getirdi. Ashâb da tekbîr getirdi. Daha sonra ashâb:
“–Yâ Rasûlallâh! Niçin tesbîh ettiniz ve tekbîr getirdiniz?” dediler. Allâh Rasûlü:
“–Allâh ona genişlik verinceye kadar, kabir şu sâlih kulu sıktı da sıktı.” buyurdu. (Ahmed, III, 360) Ardından sözlerine şöyle devâm etti:
“–Şâyet bir kimse kabrin fitnesinden kurtulacak olsaydı, şüphesiz ki Sa’d kurtulurdu. Ancak onu kabir önce sıktı, sonra da Allâh ona genişlik verdi.” (Taberânî, Mu’cemu’l-Kebîr, X, 334)
Enes -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e sündüsten bir cübbe hediye edilmişti. Bu elbise insanların çok hoşuna gitti, güzelliğine ve yumuşaklığına hayrân kaldılar. Allâh Rasûlü:
«Muhammed’in nefsi kudret elinde olan Zât’a yemin ederim ki Sa’d bin Muâz’ın cennetteki mendilleri bundan daha güzel ve daha hayırlıdır.» buyurdular.” (Buhârî, Bed’ü’l-Halk, 8; Müslim, Fedâil, 126)
a
Hendek Gazvesi’nde ilâhî lutuf ile nâil olunan muvaffakıyyeti, Kur’ân-ı Kerîm şöyle beyân eder:
وَأَنزَلَ الَّذِينَ ظَاهَرُوهُم مِّنْ أَهْلِ الْكِتَابِ مِن صَيَاصِيهِمْ وَقَذَفَ فِي قُلُوبِهِمُ الرُّعْبَ فَرِيقًا تَقْتُلُونَ وَتَأْسِرُونَ فَرِيقًا
(26)
وَأَوْرَثَكُمْ أَرْضَهُمْ وَدِيَارَهُمْ وَأَمْوَالَهُمْ وَأَرْضًا لَّمْ تَطَؤُوهَا وَكَانَ اللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرًا
(27)
“Allâh, ehl-i kitâbdan, onlara (müşrik ordularına) yardım edenleri kalelerinden indirdi ve kalblerine korku düşürdü; bir kısmını öldürüyor, bir kısmını da esir alıyordunuz. (Böylece) Allâh, onların yerlerine, yurtlarına, mallarına ve ayak basmadığınız topraklara sizi mîrasçı yaptı. Allâh’ın her şeye gücü yeter!” (el-Ahzâb, 26-27)
HİCRETİN ALTINCI SENESİ Fetihlerin Anahtarı: Hudeybiye Antlaşması Kâbe Hasreti ile Çıkılan Yolculuk
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gördüğü bir rüyâ üzerine müslümanları Kâbe’yi ziyâret ve tavâfa dâvet buyurdu.209 Bu dâvete icâbet eden bin dört yüz210 sahâbîsi ile birlikte Hicret’in altıncı yılında Zilkâde ayının birinci pazartesi günü Mekke’ye hareket etti. Harbe gitmedikleri için yanlarına sâdece yolcu silâhı aldılar. Yetmiş kadar da kurbanlık deve götürdüler.211
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Ebû Süfyân ve adamlarının bize saldırmalarından endişe etmiyor musunuz? Gerektiğinde onlarla çarpışmak için yanımıza silâhlarımızı alsak olmaz mı?” diye sordu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Bilmiyorum! Ben umreye niyetlenmiş iken silâh taşımak istemem!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 573)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mîkât mahalli olan “Zülhuleyfe”ye geldiklerinde ihrâma girip umreye niyet ettiler. Ashâb-ı kirâm da öyle yaptı. Yüksek sesle telbiyeler getirilmeye başlandı. Gönüller, Kâbe-i Muazzama’ya bir an evvel kavuşabilmenin hasretiyle tutuşmuştu. Mânevî bir heyecan ve vecd, adım adım mü’minleri oraya yaklaştırıyordu.
Ancak müslümanların Mekke’ye doğru yola çıktıklarını haber alan Kureyşlilerde müthiş bir tedirginlik başgösterdi. Aralarında toplanıp mü’minleri Mekke’ye sokmamaya karar verdiler. Hâlid bin Velîd ve İkrime kumandasında alelacele hazırlanan iki yüz kişilik bir kuvvet yola çıktı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Seniyye mevkiine geldi. Oradan Kureyşlilerin bulunduğu yere inmek mümkündü. Ama Efendimiz’in devesi Kasvâ orada çöküverdi. İnsanlar:
“–Kalk, kalk, yürü, yürü!” dedilerse de deve kalkmadı. Bu sefer:
“–Kasvâ çöküp kaldı. Kasvâ çöküp kaldı!” dediler.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır! Kasvâ çöküp kalmadı. Onun böyle bir huyu da yok. Ancak onu, Fil’i (Mekke’ye girmekten alıkoyan) Zât (yâni Cenâb-ı Hak) durdurmuştur!” buyurdu.
Sonra Peygamber Efendimiz sözlerine şöyle devâm etti:
“–Nefsimi kudret elinde tutan o Zât’a yemin ederim ki, Kureyş müşrikleri, Allâh’ın, Harem’inde (çarpışmak, kan dökmek ve akrabâ haklarını gözetmemek gibi) işlenmesini yasakladığı şeylere tâzîm maksadıyla benden ne kadar müşkil talepte bulunurlarsa bulunsunlar, (sulh için)muhakkak kabûl edeceğim!”
Bundan sonra deveyi kaldırmak istedi, deve sıçrayıp kalktı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yönünü Kureyş’in olduğu taraftan çevirdi ve suyu az olan bir kuyunun yanına indi. Burası Hudeybiye mevkiinin en uzak noktasında idi. Kuyunun suyu azdı. Çok geçmeden bu su da kurudu. Allâh Rasûlü’ne susuzluktan şikâyet ettiler. Peygamber Efendimiz sadağından bir ok çıkardı, onu kuyunun dibine saplamalarını söyledi. Çok geçmeden -Allâh’ın izniyle- su fışkırmaya başladı ve ashâb oradan ayrılıncaya kadar akmaya devâm etti.
Onlar bu hâlde iken Huzâa kabîlesi reisi Budeyl, kabîlesinden bir grupla çıkageldi. Mekkelilerin telâşlarından ve savaş için hazırlıklarından bahsetti. Onların bu telâşlarına mukâbil Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Budeyl’e geliş maksadını anlatarak şöyle buyurdu:
“Biz kimseyle harp etmek için gelmedik. Maksadımız Beytullâh’ı ziyârettir, umredir. Harp Kureyş’i yıpratmış ve onlara çok zarar vermiştir. İsterlerse (aramızdaki çarpışmayı bırakmak için) onlarla belli bir müddet antlaşma yapalım. Bu durumda onlar benimle insanların arasından çekilirler. Eğer ben diğer insanlara gâlip gelirsem, isterlerse insanların girdikleri İslâm’a Kureyşliler de girerler. Şâyet ben gâlip gelemezsem (Kureyşliler benimle savaşmak zahmetinden kurtulup) rahata ererler. Şâyet Kureyş bu teklifimi kabûl etmezse, vallâhi ben, bu dîn uğrunda başım gövdemden ayrılıncaya kadar savaşacağım. Muhakkak Allâh vaadini yerine getirecektir.”
Budeyl, Mekke’ye döndü ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu sözlerini Kureyş’e nakletti. Bunun üzerine Urve bin Mes’ud kalkıp:
“–Bu adam size hayır ve iyilik yolu gösteriyor. Onu kabûl edin ve beni antlaşma yapmak üzere O’na gönderin!” dedi.
Kureyşliler:
“–Pekâlâ git!” dediler. Urve, Allâh Rasûlü’ne geldi. Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- ona da Budeyl’e söylediklerine benzer şeyler söyledi… Urve bu esnâda göz ucuyla Rasûlullâh’ın ashâbını tedkîk ediyordu. Döndüğünde gördüklerini Kureyşlilere şöyle anlattı:
“–Ey kavmim, iyi dinleyin! Vallâhi ben pek çok kralın huzûruna elçi olarak çıktım; Kisrâ’nın, Kayser’in, Necâşî’nin yanlarına girdim. Ama müslümanların Muhammed’e karşı olan yüksek bağlılık ve hürmetlerini, hiçbir millette görmedim… Bir şey emretse hepsi birden koşuyorlar. Abdest alsa, abdest suyundan kapmak için birbirleriyle mücâdele ediyorlar. Bir şey konuşsa hemen seslerini kısıyorlar. O’na duydukları tâzîm sebebiyle yüzüne dikkatle bakmıyorlar, başlarını önlerine eğiyorlar. Başından bir saç düşse hemen onu alıp saklıyorlar. Bu zât size mâkul bir teklifte bulunuyor, onu kabûl edin!”212
Urve’nin bu açıklaması üzerine Kinâneoğulları kabîlesinden bir kimse:
“–Müsâade edin, O’na bir de ben gideyim!” dedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbına yaklaşınca, Efendimiz:
“–İşte falan! O, hac ve umre için ayrılan kurbanlık develere saygı gösteren bir kavimdendir. Kurbanlıklarınızı önüne salıverin görsün!” buyurdu. Ashâb o zâtı telbiyelerle karşıladı. Adam bu manzarayı görünce hayretle:
“–Bu kimselere Beytullâh’ın yolunu kapamak münâsip düşmez!” dedi. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 323-324)
Ancak müşrikler, bu elçileri dinlemeyip baskın yapmak için bir birlik gönderdiler. Birlik, müslümanlar tarafından esir edildi ise de Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, savaşmaya gelmeyip sırf umre yapıp dönecekleri husûsundaki niyetleri anlaşılsın diye ele geçirilen müşrikleri serbest bıraktı.213
Peygamber Efendimiz’in çadırı, Hudeybiye’de Mekke Haremi dışında kalan bir yerde kurulmuştu. Fakat Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, orada bulunduğu müddetçe bütün namazlarını, Mekke Haremi sınırlarına dâhil olan yere giderek kılardı.214 Çünkü Mescid-i Harâm’da kılınan bir namaz, diğer yerlerde kılınan yüz bin namazdan daha fazîletlidir.215
Bey’atü’r-Rıdvân: Allâh’ın Râzı Olduğu Bey’at
Bu arada müşriklerden birkaç elçi daha gelip gitti. Fakat hiçbirinde de antlaşma ve sulh için kesin bir netîce elde edilemediğinden, bu defâ Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-’ı Mekke’ye, müşriklerle görüşüp meseleyi halletmesi için gönderdi ve ona:
“–Kureyşlilere git! Onlara haber ver ki, biz buraya hiç kimse ile çarpışmak için gelmedik! Biz ancak şu Beytullâh’ı ziyâret için, onun haremliğine riâyet ve tâzîm ederek geldik. Yanımızdaki kurbanlık develeri kesecek ve döneceğiz! Sonra onları İslâm’a da dâvet et!” buyurdu. Aynı zamanda oradaki erkek-kadın bütün mü’minlerle görüşmesini, Mekke’nin yakında fethedileceğini müjdelemesini, Allâh Teâlâ’nın dînine yardımcı olduğunu, Mekke’de îmânın açığa vurulacağı günün yaklaştığını haber vermesini de emir buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 97; İbn-i Kayyım, III, 290)
Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh’ın emri mûcibince hemen hareket ederek Mekke’ye gitti. Müşriklere, niyetlerinin umre yapıp dönmek olduğunu anlattı. Müşrikler buna rağmen yine de izin vermediler. Hazret-i Osmân’ı göz hapsinde tutarak:
“–İstiyorsan sen tavâf edebilirsin!..” dediler. Fakat kendisini Allâh’a ve Rasûlü’ne adamış olan mübârek sahâbî Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-:
“–Hazret-i Peygamber Kâbe’yi tavâf etmedikçe ben de edemem! Ben Beytullâh’ı, ancak O’nun arkasında ziyâret ederim…” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan sadâkatini bildirdi. (Ahmed, IV, 324)
Bu temaslar sebebiyle Osmân -radıyallâhu anh-’ın geri dönüşü gecikince, hakkında, öldürüldüğü şâyiası çıktı. Bunun üzerine müslümanlarla müşriklerin arasındaki hava gerginleşmeye başladı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisini temsîl eden Hazret-i Osmân’ın ölüm ihtimâli üzerine derhâl ashâbını toplayıp:
“–Anlaşılan müşriklerle vuruşmadıkça buradan ayrılamayacağız!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 364)
Ardından, Allâh yolunda canlarını fedâ etmek için bütün ashâbdan bey’at istedi. Kadın-erkek bütün mü’minler:
“–Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Rasûlullâh’ın bu arzusunu seve seve yerine getirdiler. (Vâkıdî, II, 603)
Mü’minler, Allâh yolunda ölünceye kadar savaşmaya söz verdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek ellerini tutarak bey’at ettiler. Bey’atin sonunda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir eliyle diğer elini tutarak:
“–Bu da Osmân’ın bey’atidir!” buyurmak sûretiyle Osmân -radıyallâhu anh-’a olan îtimâd ve muhabbetini, fiilî olarak izhâr ettiler. (Buhârî, Ashâbu’n-Nebî, 7)
Bir ağacın altında yapılan bu bey’ate, “Bey’atü’r-Rıdvân” ya da “Hudeybiye Bey’ati” denildi. O gün bir münâfık hâriç bütün ashâb bey’at etmişti. Bu bey’at, ashâb-ı kirâmın, Cenâb-ı Hakk’ın yüce rızâsını kazanmalarına vesîle oldu:
لَقَدْ رَضِيَ اللَّهُ عَنِ الْمُؤْمِنِينَ إِذْ يُبَايِعُونَكَ تَحْتَ الشَّجَرَةِ فَعَلِمَ مَا فِي قُلُوبِهِمْ فَأَنزَلَ السَّكِينَةَ عَلَيْهِمْ
“And olsun ki, o ağacın altında Sana bey’at ederlerken Allâh, o mü’minlerden râzı olmuştur. Kalblerinde olanı bilmiş, onlara huzur ve sekînet indirmiştir…” (el-Fetih, 18)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün Hazret-i Hafsa vâlidemizin yanında:
“–İnşâallâh ağacın altında bey’at eden Ashâb-ı Şecere’den hiç kimse cehenneme girmeyecek!”buyurdular.
Bu söz üzerine aklına bir soru takılan Hafsa vâlidemiz:
“–Peki yâ Rasûlallâh! Cenâb-ı Hak:
وَإِن مِّنكُمْ إِلَّا وَارِدُهَا
«İçinizden hiçbiri istisnâ edilmemek üzere mutlakâ herkes cehenneme varacaktır…» buyuruyor. (Meryem, 71) Bu nasıl olacak?” dedi.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh Teâlâ şöyle de buyurdu.” diyerek bir sonraki âyeti okudu:
ثُمَّ نُنَجِّي الَّذِينَ اتَّقَوا وَّنَذَرُ الظَّالِمِينَ فِيهَا جِثِيًّا
“Sonra müttakî olanları kurtarırız da, zâlimleri diz üstü çökmüş vaziyette orada bırakırız.” (Meryem, 72)
Akabinde de buradaki “cehenneme varmak”tan maksadın, sırattan geçerken cehennemin yanından geçmek olduğunu, yoksa içine girmek mânâsına gelmediğini açıkladı. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 163)
a
Hazret-i Câbir -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Hudeybiye günü insanlar susadı ve Efendimiz’e geldiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önünde deriden îmâl edilmiş bir su kabı vardı. Efendimiz abdest aldı. Halk ona doğru sokuldu. Bunun üzerine:
«–Neyiniz var?» diye sordu.
«–Abdest almak ve içmek için önünüzdekinden başka suyumuz kalmadı.» dediler.
Allâh Rasûlü derhâl ellerini kaba koydu. Derken parmaklarının arasından su kaynamaya başladı, tıpkı pınarların kaynaması gibiydi. Hepimiz ondan içtik ve abdest aldık.”
Hazret-i Câbir’e:
“–O gün kaç kişiydiniz?” diye soruldu:
“–Eğer yüz bin kişi de olsak su yetecekti, fakat biz, bin beş yüz kişi idik!” cevâbını verdi. (Buhârî, Menâkıb, 25)
Hudeybiye Antlaşması: Dâvetin Yeni Merhalesi
Fedâ-yı cân şartıyla yapılan Bey’atü’r-Rıdvân’ı haber alan müşrikler müthiş bir telâşa kapıldılar. İşin iyice ciddiyet kazanması, yüreklerine son derece korku salmıştı. Hemen sulha karar verip Süheyl bin Amr’ı Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gönderdiler. Peygamber Efendimiz Süheyl’i görünce, isminin “kolaylık” mânâsına gelmesinden tefe’ül ederek:
“–İşiniz artık kolaylaştırıldı, size Süheyl geldi.” buyurdu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de Hak Teâlâ’nın:
وَإِن جَنَحُواْ لِلسَّلْمِ فَاجْنَحْ لَهَا
“Onlar sulha yanaşırlarsa, Sen de ona yanaş!..” (el-Enfâl, 61) emri mûcibince hareket etti.
Müşriklerin ilk gâyesi, o sene müslümanlara umre yaptırmamak idi. Bununla birlikte zâhirde ağır görünen birtakım şartları da vardı. Uzun ve harâretli münâkaşalardan sonra sulh şartları kabûl edildi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, antlaşmanın şartlarını yazma vazîfesini Hazret-i Ali’ye verdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emri üzerine Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, önce “Besmele-i Şerîfe”yi yazacaktı ki, Süheyl îtirâz etti. Besmele yerine; «sºo¡+∏dG n∂pªr°SÉpH » yazıldı.
Bu ifâdenin ardından Süheyl, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Allâh’ın Rasûlü ibâresini yazdırmasına da karşı çıktı:
“–Allâh’ın Rasûlü olduğunu kabûl etseydik, Sen’inle savaşır mıydık, bugün Kâbe’yi ziyâretten alıkoyar mıydık?” dedi.
Bunun üzerine zâten sulh şartlarından dolayı canları sıkılmış bulunan ashâbın öfkesi iyice arttı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, elindeki kalemi bırakarak:
“–Allâh’a yemîn ederim ki ben, «Allâh’ın Rasûlü» ibâresini silemem yâ Rasûlallâh!..” dedi.
O zaman Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Süheyl’e:
“–Siz yalanlasanız da ben Allâh’ın Rasûlü’yüm.” diyerek yazılmış bulunan cümleyi kendisine göstermelerini istediler. Orayı mübârek elleriyle çizdiler ve yerine Muhammed bin Abdullâh künyesini yazdırdılar.
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, birçok hikmetler sebebiyle antlaşmayı imzâladılar. Antlaşmanın maddelerinden bâzıları şöyledir:
1. Antlaşmanın süresi on yıldır.
2. Müslümanlar Kâbe’yi bu yıl ziyâret edemeyecekler; bu ziyâret, bir sonraki yıl yapılacaktır. Gelecek yıl ziyârete gelenler, Mekke’de üç gün kalacak, o zaman içinde müşrikler Mekke dışına çıkacaklar, müslümanlarla temas kurmayacaklardır.
3. Kureyşlilerden biri, müslüman olarak da olsa, Medîne’ye sığındığı takdirde iâde edilecek, ama Medîne’den Mekke’ye sığınanlar iâde edilmeyecektir.
4. Diğer Arap kabîleleri dilerlerse müslümanların tarafına, dilerlerse Kureyşlilerin safına katılabileceklerdir.
Muâhede maddelerinin yazılıp bitirildiği bir anda Kureyş temsilcisi Süheyl bin Amr’ın oğlu Ebû Cendel, ayaklarındaki zincirleri sürüyerek yavaş yavaş Peygamber Efendimiz’in yanına geldi. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- müslüman olduğu için müşriklerden çok işkence görmüştü. Bir fırsatını bularak ellerinden kaçmış ve kendini müslümanların arasına atmıştı. Süheyl, antlaşma gereğince ilk iâde edilecek kimsenin oğlu olduğunu söyledi ve elindeki sopayla Ebû Cendel’in yüzüne vurdu. Hâdiseleri hüzünle tâkip eden Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cendel’in antlaşma hârici bırakılmasını ve onu kendisine bağışlamasını Süheyl’den ricâ etti. Ancak taş yürekli müşrik buna yanaşmıyordu. Ebû Cendel -radıyallâhu anh- da müşriklere teslîm edilirken feryatlarla müslümanlara yalvarıyor ve yardım istiyordu. Son derece üzgün bir şekilde:
“–Beni tekrar aynı zulüm ateşlerinin içine mi atacaksınız?” diye kendilerine sorarken de yürekleri parçalamıştı. Müslümanlar onun hâline dayanamayıp ağlamaya başladılar. O zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Cendel’e:
“–Ey Ebû Cendel! Biraz daha sabret, katlan! Allâh Teâlâ’dan bunun mükâfâtını bekle! Hiç şüphesiz yüce Allâh sen ve yanında bulunan zayıf, kimsesiz müslümanlar için bir genişlik ve çıkar yol yaratacaktır. Biz şu kavimle bir barış antlaşması yapmış ve bu yolda kendilerine Allâh’ın ahdiyle söz vermiş bulunuyoruz. Onlar da bize Allâh’ın ahdiyle söz verdiler. Sözümüze vefâsızlık edemeyiz. Zîrâ verdiğimiz sözde durmamak bize yakışmaz!” buyurarak onu tesellî ettiler. (Ahmed, IV, 325; İbn-i Hişâm, III, 367)
Daha sonra, merhamet ummânı Efendimiz, Süheyl’e:
“–Gel etme, sen onu bana bağışlayıver!” diyerek talebini tekrarladı. Ancak Süheyl hiçbir teklifi kabûl etmiyordu. Âlemlerin Efendisi:
“–Öyle ise onu benim için himâyene al!” diye ricâ etti. Süheyl bunu da kabûl etmedi. Onun bu ısrârını görünce, Kureyş temsilcilerinden Huveytıb ile Mikrez:
“–Ey Muhammed! Sen’in hatırın için onu biz himâyemize alıyoruz, kendisine işkence yaptırmayacağız.” dediler. (Vâkıdî, II, 608; Belâzûrî, I, 220)
Böylece Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, biraz da olsa rahatlamış olarak geri döndü.
Müşriklerin bu inatçı ve mağrur tavırlarına artık dayanamayan Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, o gün gönlündeki îman coşkunluğuyla bir hayli taşkınlıklar yapmış, zor teskîn olunabilmişti. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- hâriç, diğer sahâbîlerin durumları da Hazret-i Ömer’den farklı değildi. Zâhiren hezîmet gibi görünen bu antlaşmada Hazret-i Ömer’in, emr-i nebevîye rağmen fikir beyan etmesine karşı Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben Allâh’ın elçisiyim, O’na isyân edemem. Yardımcım O’dur!” buyurarak yaptığı işin sevk-i ilâhî ile olduğuna işâret etti. (Buhârî, Meğâzî, 35; Müslim, Cihâd, 90-97)
a
Muâhedenin bitmesinden sonra Süheyl, oğlunu alıp sevinç ve memnûniyet içinde Mekke’ye dönerken, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâb-ı güzîne şöyle buyurdu:
“–Haydi, artık kurbanlarınızı kesiniz ve başlarınızı tıraş ediniz!..”
Fakat sahâbe-i kirâmdan hiç kimse bu emri yerine getirmek için yerinden kalkmadı. Onlar, sırrını çözemedikleri bir meselenin sisleri arasında mahzûn ve mağmûm idiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, emrini üç kez tekrarladı. Yine kimse yerinden kımıldamadı. Bu aslâ bir isyan değil, Kâbe’yi ziyâret iştiyâkının yürekleri yakması netîcesinde, daha yeni yapılmış bulunan ahitnâmenin iptâli için küçük bir ümîd bekleyişi idi. Yoksa her biri daha bir gün evvel:
“–Allâh Rasûlü’nün gönlünde ne murâdı varsa, onun üzerine bey’at ediyorum.” diyerek Peygamber Efendimiz’e bağlılık ve itaat yemini etmişti.
Ashâbının bu hareketsizliği karşısında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- son derece mahzûn oldular. Kederli bir şekilde kıymetli zevcesi Ümmü Seleme’nin çadırına gittiler. Durumu Ümmü Seleme’ye bildirdiklerinde mübârek annemiz, Allâh Rasûlü’nü tesellî ederek şu sözleri söyledi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz, ashâbınıza hiçbir şey söylemeden kurbanlarınızı kesiniz, tıraşınızı olunuz! Bu durumda, onlar kendilerine güç gelen bir ağırlığın altında mahzûn olsalar da, sizin yaptığınıza tâbî olacaklardır, onları mâzur görünüz!”
Bu istişâreden sonra çadırından çıkan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, konuşulduğu gibi hareket etti. Bu hâli gören ashâb, muâhedenin değişmeyeceğini anladılar ve hepsi Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yaptıklarına tâbî oldular. Kurbanlarını kestiler, saçlarını tıraş ettirdiler. Bu hâdiseyi müşâhede eden Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ-:
“–Müslümanlar kurbanlıklara doğru öyle bir sıçradılar ki, birbirlerini ezeceklerinden korktum.” demiştir. (Buhârî, Şurût, 15; Ahmed, IV, 326, 331; Vâkidî, II, 613)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile ashâbı kurbanlarını kesip tıraş olduktan sonra, Allâh Teâlâ bir kasırga gönderdi. Ashâbın saçlarını havalandırıp Harem içine savurdu. Sahâbîler, bunu umrelerinin kabûlüne bir işâret saydılar.216 Bunun ardından da Medîne’ye hareket edildi.
Müslümanlar, yapılan sulh antlaşmasının hikmetini ilk anda kavrayamadıkları için gösterdikleri memnûniyetsizlik ve işi ağırdan alma sebebiyle büyük bir korkuya kapıldılar. Haklarında vahiy ineceğini ve helâk edileceklerini düşünmeye başladılar. O sırada “Fetih Sûresi” nâzil oldu:
إِنَّا فَتَحْنَا لَكَ فَتْحًا مُّبِينًا
(1)
لِيَغْفِرَ لَكَ اللَّهُ مَا تَقَدَّمَ مِن ذَنبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ وَيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكَ وَيَهْدِيَكَ صِرَاطًا مُّسْتَقِيمًا
(2)
وَيَنصُرَكَ اللَّهُ نَصْرًا عَزِيزًا
(3)
“(Ey Rasûlüm!) Muhakkak ki Biz Sana apaçık bir fetih ihsân ettik. Böylece Allâh, Sen’in geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlayacak; Sana olan nîmetini tamamlayacak ve Sen’i (dâimâ) doğru yola götürecektir. Ve Sana şanlı bir zaferle yardım edecektir.” (el-Fetih, 1-3)
Mücemmî bin Câriye -radıyallâhu anh-, Fetih Sûresi’nin inişi esnâsında ashâbın nasıl korkulu anlar yaşadığını şöyle anlatır:
“İnsanlar korka korka develerinin yanlarına dağılmışlardı. Birbirlerine:
«–İnsanlara ne oluyor?» diye soruyorlardı.
«–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vahiy gelmiş!» dediler. Biz de herkesle birlikte, korka korka Allâh Rasûlü’nün yanına doğru gittik. Ashâb toplanınca Âlemlerin Efendisi Fetih Sûresi’ni okudu.” (İbn-i Sa’d, II, 105)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- da şöyle demektedir:
“O gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı sarf etmiş olduğum sözlerimden duyduğum korku sebebiyle, âkıbetimin hayrolması için devamlı oruçlar tuttum, sadakalar verdim, nâfile namazlar kıldım ve pek çok köle âzâd ettim.” (İbn-i Seyyidinnâs, II, 167)
Fetih Sûresi, mü’minlere Hudeybiye ile birlikte açılmış bulunan zafer kapılarının müjdelerini veriyordu. Nitekim çok geçmeden müjdeler birer birer gerçekleşmeye başladı: Civar kabîleler, Rasûlullâh’ın Kâbe’yi ziyâret için çıktığı bu yolculuğu, “dönüşü olmayan bir yolculuk” diye vasıflandırmışlardı. Fakat Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en ufak bir zarara dahî uğramadan sağ sâlim geri döndüğünü görünce, telâş içinde gelip kendisinden özür dilediler. Allâh Teâlâ onların bu hâlini âyet-i kerîmelerde şöyle ifâde buyurur:
بَلْ ظَنَنتُمْ أَن لَّن يَنقَلِبَ الرَّسُولُ وَالْمُؤْمِنُونَ إِلَى أَهْلِيهِمْ أَبَدًا وَزُيِّنَ ذَلِكَ فِي قُلُوبِكُمْ وَظَنَنتُمْ ظَنَّ السَّوْءِ وَكُنتُمْ قَوْمًا بُورًا
(12)
وَمَن لَّمْ يُؤْمِن بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ فَإِنَّا أَعْتَدْنَا لِلْكَافِرِينَ سَعِيرًا
(13)
“Aslında siz, Peygamber’in ve mü’minlerin, âilelerine bir daha geri dönmeyeceklerini sanmıştınız. Bu sizin gönüllerinize güzel göründü de kötü zanda bulundunuz ve helâke müstehak bir topluluk oldunuz. Kim Allâh’a ve Rasûlü’ne îmân etmemişse bilsin ki Biz, kâfirler için çılgın bir ateş hazırlamışızdır.” (el-Fetih, 12-13)
a
O gün Hudeybiye’de müşriklerle yapılan sulh antlaşmasında alınan kararlar, görünüşte müslümanların aleyhine idi. Tâ ki Fetih Sûresi nâzil oldu; bu işteki yüksek hikmetler ve müjdeler bildirildi. Sonradan anlaşıldı ki, ilk nazarda mağlûbiyet ve kahır zannedilen bu geri dönüş, açık bir zafer ve fütûhât imiş… Âyet-i kerîmede buyrulduğu gibi:
وَعَسَى أَن تَكْرَهُواْ شَيْئًا وَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَعَسَى أَن تُحِبُّواْ شَيْئًا وَهُوَ شَرٌّ لَّكُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ وَأَنتُمْ لاَ تَعْلَمُونَ
“…Bâzen siz bir şeyden hoşlanmazsınız, hâlbuki o sizin için bir hayırdır. Bâzen de bir şeyi sever, istersiniz, hâlbuki o sizin için bir şerdir. Allâh bilir, siz bilmezsiniz.” (el-Bakara, 216)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in başlangıçta îzâhında güçlük çektiği bu mücmel hâdise, ancak iki sene zarfında açıklığa kavuştu. Nitekim bu antlaşma ile oluşan sulh ortamında birçok kimse İslâm’la şereflenmiş, iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, o zamana kadar müslüman olanların toplam sayısını geçmiştir.
Belki o sene müslümanlar umre yapamayacaklar veya bâzı ağır şartlara bir müddet sabretmek durumunda kalacaklardı. Fakat bunun ardından sökün edip gelecek olan kazançlar çok daha büyük olacaktı. Çünkü bu antlaşma ile İslâm’ın varlığı resmen tanınmıştı. Bir sene sonra Kâbe ziyâret edilecekti. Arap kabîlelerinden isteyenler müslümanların himâyesine geçebilecekti. Bu ise Kureyş’in nüfûzunu kaybetmesi ve İslâm dâvetinin rahatça yapılması demekti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu sulhu tercih sebeplerinden biri de Mekke’de o sırada müslüman olmuş, fakat bunu maslahat gereği izhâr etmemiş birçok kimsenin bulunmasıydı. Şâyet müşriklerle aralarında bir muhârebe zuhûr etseydi, bunların açığa çıkma ve dolayısıyla öldürülme ihtimalleri vardı.
Netîce olarak, bir “rahmet peygamberi” olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’de ve diğer Arap kabîleleri arasında yeni müslüman olabilecek insanlara bu davranışıyla âdeta gizli mesajlar veriyor, onları İslâm’a ısındırıyordu. Nitekim bunun semeresi ileride bâriz bir şekilde görülmüştür.
Feth-i Mübîn: Kat Kat Artan Hidâyet Bereketi
Hudeybiye sulhunun şartlarına dış cepheden bakarak sevinen müşrikler, aslında farkında olmadan mü’minlerin önünü tıkayan engelleri kaldırmış, onları kendilerinden daha üstün bir mevkîye koymuşlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dışında hemen her sahâbînin de bu antlaşmayı kendi aleyhlerineymiş gibi görerek kabûle yanaşmamaları ise müşriklerin gözlerini bir kat daha perdelemiş, büyük bir muvaffakıyet kazanma edâsı ile şartları çekinmeden imzâlamışlardı. Ancak başlangıçta sırrı mü’minlere bile kapalı olan bu sulhun gerçek mâhiyeti, şartnâme uygulandıkça yavaş yavaş ortaya çıkmaya başladı.
Bu sulhun sağlayacağı bereketi, tâ başından beri bilmekte olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Muâhedesi’nin şartlarına son derece riâyet gösteriyor, ondaki açıklıklardan da istifâde etmekten geri kalmıyordu. Nitekim bâzı Mekkeli mü’min kadınların Medîne’ye sığınması üzerine müşriklerin vâkî olan isteklerini reddettiler. Çünkü muâhededeki madde, sâdece erkeklere şâmildi. Zâten Cenâb-ı Hak da kadınların teslîm edilmemesini emir buyurmaktaydı:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِذَا جَاءكُمُ الْمُؤْمِنَاتُ مُهَاجِرَاتٍ فَامْتَحِنُوهُنَّ اللَّهُ أَعْلَمُ بِإِيمَانِهِنَّ فَإِنْ عَلِمْتُمُوهُنَّ مُؤْمِنَاتٍ فَلَا تَرْجِعُوهُنَّ إِلَى الْكُفَّارِ لَا هُنَّ حِلٌّ لَّهُمْ وَلَا هُمْ يَحِلُّونَ لَهُنَّ وَآتُوهُم مَّا أَنفَقُوا وَلَا جُنَاحَ عَلَيْكُمْ أَن تَنكِحُوهُنَّ إِذَا آتَيْتُمُوهُنَّ أُجُورَهُنَّ وَلَا تُمْسِكُوا بِعِصَمِ الْكَوَافِرِ وَاسْأَلُوا مَا أَنفَقْتُمْ وَلْيَسْأَلُوا مَا أَنفَقُوا ذَلِكُمْ حُكْمُ اللَّهِ يَحْكُمُ بَيْنَكُمْ وَاللَّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“Ey îmân edenler! Mü’min kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları imtihân edin! Allâh onların îmanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını anlarsanız, onları kâfirlere geri göndermeyin! Bunlar, onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirlerini) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları (ise) nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin! Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allâh’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allâh her şeyi bilendir, hikmet sâhibidir.”(el-Mümtehine, 10)217
Bu arada Ebû Basîr adında müslüman olmuş bir Mekkeli de Medîne’ye sığınmıştı. Ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şartnâmeye göre onu müşriklere teslîm etmek zorunda kaldı. Ebû Basîr de önce Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu hareketine bir mânâ veremeyerek:
“–Beni puta tapıcılığa mı döndürmek istiyorsunuz?” sözleriyle hayretini izhâr etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâkin bir şekilde onu tesellî buyurdu:
“–Ey Ebû Basîr! Biz ahdimizi bozamayız. Ama sen biraz sabret; Allâh Teâlâ, sana ve senin gibilere elbette bir selâmet yolu gösterecektir.”
Bu sözlerden sonra Ebû Basîr, sesini çıkarmayarak hükm-i Peygamberî’ye boyun büktü. Umum müslümanların durumunu düşünerek müşriklere teslîm oldu. Ancak o, Mekke’ye değil, ölüme götürülüyordu. Bunu bildiğinden kendisini götürenlere bir fırsatını bulup yolda hücûm ederek nefsini müdâfaa etti. Kendisini götüren iki kişiden Huneys’i öldürdü, diğerini elinden kaçırdı. Ebû Basîr Huneys’in elbisesini, eşyâsını ve kılıcını aldı, Allâh Rasûlü’ne getirdi ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Bunların beşte birini ayır, kendin için al!” dedi. Efendimiz:
“–Ben bunun beşte birini aldığım zaman, onlarla yapmış olduğum muâhedeye riâyet etmemiş olurum. Fakat senin tutumun da öldürdüğün adamın eşyâsı da seni ilgilendirir.” buyurdu. (Vâkıdî, II, 626-627)
Kaçırdığı müşrik de gelmiş Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den yine kendisini istiyordu. Bu sefer Ebû Basîr:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Siz beni bunlara teslîm etmekle muâhedeye riâyet ettiniz. Ama ben nefsimi kurtardım.” dedi.
Ardından Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ifâdelerindeki hikmeti firâsetiyle anlayarak Medîne’den çıktı. Deniz kıyısında Mekke ile Şam arasında Îs denilen bir yere yerleşti. Kısa bir müddet sonra orası tarafsız bir bölge olarak bir ilticâ mekânı hâline geldi. Ebû Cendel’in de kurtulup sığındığı bu yerdeki müslümanların sayısı çok geçmeden üç yüze ulaştı. Mekkelilerin Şam ticâret yolu tehlikeye girdi. Bunun üzerine Mekkeli müşrikler, çâresiz kalarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bu husustaki maddenin kaldırılmasını taleb ettiler. Yâni Mekke’den müslüman olup da kaçanların Medîne’ye kabûl olunmasını ricâ ettiler. Böylece müslümanlar için aleyhte olan bir madde, kısa zamanda mü’minlerin lehine dönmüş oldu.218
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Basîr cemaatine mektup gönderdi. Fakat Ebû Basîr ölmek üzere idi. Mektubu okudu ve o mektup elinde olduğu hâlde rûhunu teslîm etti. Ebû Cendel onu öldüğü yere defnetti ve kabrinin yanına bir mescid inşâ etti. Ebû Cendel, yanındaki müslümanlarla birlikte Medîne’ye geldi ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte pek çok cihâda katıldı.219
a
Hudeybiye’de tahakkuk eden bu sulh ortamı, İslâm teblîğinin hızlanması için bir dönüm noktası oldu. Zîrâ Allâh Teâlâ bunu “Feth-i Mübîn” olarak tavsîf etmektedir.220
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye’nin büyük bir fetih olduğunu bildirdiğinde ashâbdan biri:
“–Beytullâh’ı tavâftan alıkonulduk, kurbanlarımızın Harem’de kesilmesine mânî olundu. Müslüman olarak bize gelip sığınan iki kişiyi de Rasûlullâh geri verdi. Bu nasıl fetihtir?” diyerek söylendi.
Onun bu sözleri Efendimiz’e ulaşınca Rasûl-i Ekrem, bu müsâlahanın hangi yönden büyük bir fetih olduğunu şöyle îzah buyurdu:
“–Evet! Bu müsâlaha en büyük fetihtir. Müşrikler sizin, kendi beldelerine gidip gelmenize ve işinizi görmenize râzı olmuş, gidip gelirken de emniyet ve selâmet içinde bulunmanızı istemiştir. Onlar şimdiye kadar istemedikleri, hoşlanmadıkları İslâm’ı, böylece sizlerden görecek ve öğrenecekler. Allâh sizi muzaffer kılacak, gittiğiniz yerden sâlimen ve kazançlı olarak döneceksiniz. Bu ise fetihlerin en büyüğüdür.” (Halebî, II, 715)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- da Hudeybiye sulhu hakkındaki kanaatini şöyle ifâde etmiştir:
“İslâm’da Hudeybiye fethinden daha büyük bir fetih olmamıştır. Fakat halk, kısa ve dar görüşlü olduklarından bu antlaşmaya îtirâz etmişlerdir. İnsanlar, Allâh ile Peygamberi arasındaki işlerde acelecidirler. Allâh Teâlâ ise onlar gibi acele etmez, dilediği işi kıvamına gelip olgunlaşmadıkça yapmaz.” (Vâkıdî, II, 610; Halebî, II, 721)
Hudeybiye antlaşmasının ilk müsbet netîcesi İslâm’ın hızlı bir yayılma göstermesi oldu. Bu barış döneminde İslâm teblîğine yeni imkânlar ve yayılma sahaları açıldı. Bu sâyede müslümanlar, müşriklerle bir araya gelmeye, onlara Kur’ân-ı Kerîm okumaya ve İslâm hakkında açıktan açığa konuşmaya başlamışlardır. Müslümanlıklarını gizleyenler de artık inançlarını korkusuzca îlân edebiliyorlardı.221
Hâlbuki bundan önce, iki taraf birbiriyle bu kadar rahat görüşemiyordu. Barıştan sonra müşrikler Medîne’ye serbestçe geliyorlar, müslümanlar da Mekke’ye serbestçe gidiyorlardı. Oradaki âileleri, dostları ve diğer insanlarla görüşüp konuşma imkânı buluyorlardı. Peygamber Efendimiz’in hâl ve hareketleri, mûcizeleri, ahlâkı ve yolunun güzelliği hakkında müslümanların verdikleri bilgiler ve öğütler artık dinlenir olmuş, böylece müşriklerin kalbleri yumuşayıp İslâm’a meyletmeye başlamışlardı. Zâten çöllerde oturan Araplar da müslüman olmak için Kureyş müşriklerinin îmân etmelerini bekliyorlardı. Bu müddet içinde, müşriklerin ileri gelenlerinden Amr bin Âs, Hâlid bin Velîd ve Osmân bin Talha gibi kimseler dahî müslüman olmuşlardı.222
İslâm temsilcileri, emniyet içerisinde çeşitli bölgelere gitmişler, her vesîle ile insanlara İslâm’ı anlatma imkânı bulmuşlardı. Bu dönemde müslüman olanların sayısı kat kat arttı.
İmam Zührî, Hudeybiye Müsâlahası’nın netîcelerini, Allâh Rasûlü’nün bu husustaki hadîs-i şerîflerinden faydalanarak şu şekilde hulâsa eder:
“Daha önceleri müslümanlarla müşrikler, karşılaştıkları her yerde savaşmış ve çarpışmışlardı. Hudeybiye barışı olunca harp ve çarpışma sona erdi. İki taraf arasında güven ortamı teşekkül etti. Birbirleriyle görüşüp kaynaşma imkânı buldular. Hattâ muhtelif konularda yardımlaşmaya başladılar. Bu sırada kime İslâm’dan söz açılsa, biraz düşündükten sonra hakîkati kavrıyor ve hemen müslüman oluyordu. Öyle ki, Hudeybiye’den Mekke fethine kadarki iki sene zarfında müslüman olanların sayısı, Hudeybiye’ye kadar geçen on dokuz senelik İslâmî dâvet netîcesinde müslüman olanların sayısından daha fazla olmuştu.”
İbn-i Hişâm, buna şu sözleri ilâve eder:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hudeybiye’ye giderken bin dört yüz kişiyle yola çıkmıştı. Bundan iki yıl sonra, Mekke’nin fethinde ise yanında on bin, diğer bir rivâyete göre yolda katılan iki bin kişi ile birlikte on iki bin müslüman bulunmaktaydı. Bu rakamlar, Zührî’nin tespitlerinin ne kadar isâbetli olduğunu göstermektedir.” (Heysemî, VI, 170; İbn-i Hişâm, III, 372)
HİCRETİN YEDİNCİ SENESİ Hükümdarları İslâm’a Dâvet
Bütün insanlığa gönderilmiş bir “Rasûl” olan Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Muâhedesi’nden sonra, uzak-yakın ulaşabildiği bütün ülkeleri de İslâm’a dâvete başladı. Zîrâ ilâhî emir bu yönde idi:
قُلْ يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالأَرْض
“(Rasûlüm!) De ki: Ey insanlar! Gerçekten ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sâhibi olan Allâh’ın elçisiyim…” (el-A’râf, 158)
يَا أَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِن رَّبِّكَ وَإِن لَّمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللّهُ يَعْصِمُكَ مِنَ النَّاسِ
“Ey Rasûl! Rabbinden Sana indirileni (bütün insanlara) teblîğ et! Eğer bunu yapmazsan, O’nun (Sana verdiği) peygamberlik vazîfesini yapmamış olursun! Allâh Sen’i insanlardan koruyacaktır…” (el-Mâide, 67)
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا كَافَّةً لِّلنَّاسِ بَشِيرًا وَنَذِيرًا وَلَكِنَّ أَكْثَرَ النَّاسِ لَا يَعْلَمُونَ
“Biz Sen’i bütün insanlar için bir müjdeci ve Allâh’ın azâbıyla korkutucu olmak üzere gönderdik. Lâkin insanların pek çoğu bunu bilmezler.” (Sebe’, 28)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyâ devletlerini İslâm’a dâveti, yazılı mektuplar vâsıtasıyla oldu. Bu mektupların en meşhurları, altı veya sekiz tânedir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- her bir mektubu, güzîde sahâbîlerinden birine vererek yollamıştır. Fahr-i Kâinât Efendimiz hükümdarlara mektup yazdırmak istediğinde, ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh! Onlar bir mektubu mühürlü olmadıkça okumazlar.” dediler. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, gümüşten bir yüzük yaptırdı. Üzerine üç satır hâlinde “Allâh-Rasûl-Muhammed” kelimelerini nakşettirdi ve bu yüzüğü mektuplarında mühür olarak kullandı.223
Yüzüğün üzerine “Muhammedün Rasûlullâh” terkibi nakşedilmiş oluyordu, ancak tâzîmen “Allâh” ism-i celâli en üstte, “Rasûl” arada ve “Muhammed” ismi de alt satırda yer alıyordu.
a
Ashâb-ı kirâmdan Dıhyetü’l-Kelbî -radıyallâhu anh-, Bizans imparatoru Herakliyüs’e Allâh Rasûlü’nün mektubunu götürdü. Persleri mağlûb eden Bizans imparatoru Herakliyüs, zafer dönüşü Sûriye’de bulunduğu sırada, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet eden mektubu eline ulaştı. Bu mektuba kızmaktan ziyâde, ona alâka duyan ve bilhassa bu teblîğin mâhiyetini merak eden Bizans imparatoru, bu konuda suâl sorabilmek için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hemşehrilerinden bâzılarının yanına getirilmesini emretti.
O sıralarda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in en azılı düşmanlarından biri olan Ebû Süfyân da Mekkeli tâcirlerin başında Şam’a giden bir kâfilede bulunuyordu. O zaman Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Kureyş, mütâreke hâlindeydi. Herakliyüs’ün adamları onlara rastladılar ve kendilerini imparatorun huzûruna çıkardılar. Herakliyüs ve adamları, İlyâ’da, yâni Beytü’l-Makdis’te idi. Yanında Rumların ileri gelenlerinin bulunduğu bir sırada, Herakliyüs onları huzûruna kabûl etti ve bir tercüman getirilmesini emretti. Herakliyüs’ün emri üzerine, tercüman:
“–Peygamberim diyen bu zâta neseben en yakın olan hanginizdir?” diye sordu.
Ebû Süfyân:
“–En yakını benim!” dedi.
Bunun üzerine Herakliyüs:
“–Onu ve arkadaşlarını yanıma getirin! Yalnız, ben onunla konuşurken, arkadaşları yanında bulunsunlar!” dedi. Sonra tercümana dönüp dedi ki:
“–Bunlara söyle; ben O zât hakkında bu adama bâzı şeyler soracağım. Bana yalan söylerse; «Yalan söylüyor!» desinler!”
Nitekim; “Vallâhî, arkadaşlarım yalan söylediğimi ötede beride söylerler diye utanmasaydım, O’nun hakkında yalan söylerdim!” diyen Ebû Süfyân, sonraki konuşmaları şöyle nakleder:
Bundan sonra Herakliyüs’ün bana sorduğu ilk suâl şu oldu:
“–İçinizde O’nun nesebi nasıldır?”
Ben:
“–O’nun içimizde nesebi pek büyüktür!” dedim.
“–Sizden, bu sözü (Peygamberlik iddiâsını) ondan evvel söylemiş hiç kimse var mıydı?” dedi.
“–Yoktu.” dedim.
“–Âbâ ve ecdâdı içinde hiç melik olan var mıydı?” dedi.
“–Hayır!” dedim.
“–O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır?” dedi.
“–Alt tabakasıdır.” dedim.
“–O’na tâbî olanlar artıyorlar mı, yoksa eksiliyorlar mı?” dedi.
“–Artıyorlar…” dedim.
“–İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı?” dedi.
“–Yoktur!” dedim.
“–Bu iddiâda bulunmazdan evvel, O’nu hiç yalancılıkla ithâm etmiş miydiniz?” dedi.
“–Hayır!” dedim.
“–Hiç sözünde durmadığı olur muydu?” dedi.
“–Hayır! Verdiği sözü tutar, ancak biz şimdi O’nunla bir müddet antlaşma hâlindeyiz. Bu müddet içerisinde ne yapacağını bilmiyoruz!” dedim. O’nu kötülemek için araya sokuşturacak bundan başka söz bulamadım!
“–O’nunla hiç savaştınız mı?” dedi.
“–Evet.” dedim.
“–Bu savaşlar nasıl sonuçlandı?” dedi.
“–Bâzen O bizi mağlûb eder, bâzen de biz O’nu!” dedim.
“–Peki, size neler emrediyor?” dedi.
“–Bize; «Yalnız Allâh’a ibâdet ediniz, hiçbir şeyi O’na ortak koşmayınız; atalarınızın ibâdet ettiği putları terkediniz!» diyor. Namazı, doğruluğu, iffetli ve nâmuslu olmayı ve sıla-i rahmi emrediyor.” dedim.
Bunun üzerine Herakliyüs, tercümana dedi ki:
“–Ona söyle; O’nun nesebini sordum, içinizde soyunun pek yüce olduğunu söyledin. Peygamberler de zâten böyle, kavimlerinin soyluları içinden gönderilir.
İçinizden, O’ndan evvel bu iddiâda bulunmuş başka kimse var mıydı, diye sordum; hayır dedin. O’ndan önce bu iddiâda bulunmuş bir başka kimse olsaydı, onu örnek alıyor, derdim.
Âbâ ve ecdâdı içerisinde hiç melik olan var mıydı, diye sordum; hayır dedin. Eğer ecdâdından melik olan biri olsaydı, babasının mülkünü geri almaya çalışıyor, derdim.
Bu iddiâda bulunmadan önce, hiç O’nun yalan söylediğini gördünüz mü, diye sordum; hayır dedin. Ben bilirim ki, insanlara karşı yalan söylemeyen bir kimse, Allâh hakkında da yalan söylemez!
O’na tâbî olanlar, halkın ileri gelenleri mi, yoksa alt tabakası mıdır, diye sordum. Alt tabakası olduğunu söyledin. Zâten başlangıçta peygamberlere tâbî olanlar da bu tip kimselerdir.
O’na tâbî olanlar, artıyorlar mı, eksiliyorlar mı, diye sordum; artıyorlar dedin. Hak dinlerin bir husûsiyeti de tâbîlerinin artmasıdır.
İçlerinde O’nun dînine girdikten sonra beğenmemezlik edip de dîninden dönen var mı, diye sordum; hayır dedin. Îman sâyesinde meydana gelen inşirâh da kalbe girip kökleşince böyle olur.
Hiç sözünde durmadığı oldu mu, diye sordum; hayır dedin. Peygamberler de böyledir, sözlerinden dönmezler.
O’nunla hiç savaştınız mı, diye sordum. Savaştığınızı ve bâzen O’nun sizi yendiğini, bâzen de sizin O’nu mağlûb ettiğinizi söyledin. Zâten peygamberler de böyledir: İbtilâlara uğratılırlar, sonunda güzel âkıbet onların olur.
Size ne emrediyor, diye sordum. Yalnız Allâh’a ibâdet edip O’na hiçbir şeyi ortak koşmamayı emrettiğini, putlara tapmaktan nehyettiğini, kezâ namazı, doğruluğu, iffet ve nâmusu emrettiğini söyledin.
Eğer bu dediklerin doğru ise O zât, çok yakın bir zamanda şu ayaklarımın bastığı yerlere bile hâkim olacaktır. Zâten ben bu Peygamber’in zuhûr edeceğini bilirdim, fakat sizden olacağını tahmîn etmezdim. O’nun huzûruna varabileceğimi bilsem, kendisiyle görüşebilmek için her türlü zahmete katlanırdım. Yanında olsaydım, ayaklarını yıkardım.”
Ondan sonra Herakliyüs, Dıhye -radıyallâhu anh- aracılığıyla Busrâ emîrine gönderilen ve kendisine iletilen Hazret-i Peygamber’in mektubunu istedi. Mektubu getiren adam, onu Herakliyüs’e verdi. O da okudu. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Romalıların büyüğü Herakliyüs’e!..
Hidâyete tâbî olanlara selâm olsun! Ben seni İslâm’a dâvet ediyorum. İslâm’a gir ki, selâmete eresin ve Allâh da sana ecrini iki kat versin! Eğer kabûl etmezsen, (teb’an olan) çiftçilerin günâhı senin boynunadır.
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ
«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki, biz müslümanlardanız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”
Ebû Süfyân der ki:
“Herakliyüs diyeceğini dedikten ve mektubun okunması sona erdikten sonra, bir gürültü aldı yürüdü; sesler yükseldi. Bunun üzerine bizi dışarı çıkardılar. Arkadaşlarıma dedim ki:
«–Ebû Kebşe’nin Oğlu’nun224 işi iyice büyüdü. Baksanıza Benî Asfar Melik’i (Herakliyüs) bile O’ndan korkuyor!..» İşte o zamandan beri, O’nun yakında başarıya ulaşacağına olan inancımı hiçbir zaman yitirmedim. Ve sonunda Allâh, bana da İslâm’ı nasîb etti…”
Herakliyüs, cemaatinin ileri gelenlerini huzûruna dâvet etti. Kendine âit sarayların birinde toplandılar. Onlara:
“–Ey Rum cemaati! Ebedî olarak kurtuluşunuza ve şu saltanatınızın bekâsına ne dersiniz?” dedi. (İslâm’a girmelerini teklif etti.) Bunun üzerine, hep birden vahşî eşekler gibi ürküp kapılara koştular. Ancak bütün kapıların kapatılmış olduğunu gördüler. Herakliyüs, çevresindeki devlet erkânının İslâm’a girmeye yanaşmadığını anlayınca onları geri çağırdı ve söylediği sözlerin hakîkatini değiştirerek:
“–Ben, Hristiyanlık’taki sebat ve kararlılığınızı görmek için sizi imtihân ettim. Sizde gördüğüm bu hâl hoşuma gitti!” dedi. Bunun üzerine, devlet erkânı ona secde ettiler ve ondan memnûn oldular. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy 1, 5-6, Îman 37, Şehâdât 28, Cihâd 102; Müslim, Cihâd 74; Ahmed, I, 262)
Bizans İmparatoru Herakliyüs, önüne kadar gelen İslâm nîmetini bizzat müşâhede edip tam da hakîkati kavramışken, dünyâ menfaatlerinin ağır basması netîcesinde bu büyük fırsatı teperek, ebedî bir devlet ve saâdeti ziyân etti.
a
İran Kisrâsı’na gönderilen mektubu da Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- götürdü. Ancak Kisrâ, Herakliyüs gibi davranmadı. Mektupta Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in isminin kendi isminden evvel yazılmasına da kızarak o mübârek nâmeyi parça parça etti, elçiye ağır hakâretlerde bulundu.
Abdullâh -radıyallâhu anh-, Kisrâ ve adamlarına şöyle hitâb etti:
“–Ey Fars cemaati! Sizler peygambersiz, kitapsız ve yeryüzünün ancak elinizde bulunan bir kısmına hâkim olarak sayılı günlerinizi geçiriyor ve bir rüyâ hayâtı yaşıyorsunuz! Hâlbuki yeryüzünün hâkim olamadığınız kısmı daha fazladır.
Ey Kisrâ! Senden önce nice dünyâyı veya âhireti arzu eden hükümdarlar gelmiş ve hüküm sürmüşlerdir. Onlardan âhireti isteyenler, dünyâdan da nasiplerini almışlardır. Dünyâyı arzulayanlar ise âhiret nasiplerini yitirmişlerdir. Sana teklif ettiğimiz bu dîni küçümsüyorsun ama, vallâhi nerede olursan ol, küçümsediğin şey gelince ondan korkacak ve korunamayacaksın!”
Kisrâ da cevâben mülk ve saltanatın kendisine münhasır olduğunu, ne yenilgiye uğramaktan ne de kendisine bir ortak çıkmasından korkmadığını söyledi. (Süheylî, VI, 589-590) Ardından da adamlarına Abdullâh bin Huzâfe’nin dışarı çıkarılmasını emretti.
Abdullâh -radıyallâhu anh-, Kisrâ’nın huzûrundan çıkar-çıkmaz hayvanına binip Medîne’nin yolunu tuttu. Kendi kendine:
“Vallâhi, benim için iki yoldan (ölüm veya kurtuluş) hangisi olursa olsun gam çekmem. Rasûlullâh’ın mektubunu yerine ulaştırmış ve vazîfemi yapmış bulunuyorum.” dedi. (Ahmed, I, 305; İbn-i Sa’d, I, 260, IV, 189; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 263-6; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 140)
Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh-’ın kâbına varılmaz fazîletini ve îman cesâretini sergileyen nice ibretlerle dolu bir kıssası vardır:
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın hilâfeti döneminde Şam’ın Kayseriye taraflarında Rumlar üzerine bir İslâm ordusu gönderilmişti. Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- da orduda bulunuyordu. Rumlar onu esir ettiler. Krallarına götürdüler ve; “Bu, Muhammed’in ashâbındandır!” dediler.
Kral, Hazret-i Abdullâh’ı bir eve kapattırıp günlerce yemekten, içmekten alıkoyduktan sonra, ona bir miktar şarap ve domuz eti gönderdi. Üç gün gözlediler. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ne şaraba ne de domuz etine yaklaşmadı. Krala:
“–Onun iyice boynu büküldü. Oradan çıkarmazsanız muhakkak ölecek!” dediler.
Kral, onu getirterek:
“–Yemekten ve içmekten seni alıkoyan nedir?” diye sordu.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Gerçi zarûret onlardan yemeyi ve içmeyi bana helâl kılmıştı ama ben seni, kendime ve İslâm’a güldürmek istemedim!” dedi.
Kral onun bu vakur tavrı karşısında:
“–Sen hristiyan olsan da mülkümün yarısını sana versem, seni mülk ve saltanatıma ortak yapsam, kızımı da seninle evlendirsem olmaz mı?” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Sen bana, Muhammed -aleyhisselâm-’ın dîninden göz açıp kapayıncaya kadar dönmek üzere mülkünün tamâmını ve bütün Arapların mülklerini versen, bunu aslâ yapmam.” dedi.
Kral:
“–Öyleyse seni öldürürüm.” dedi.
Hazret-i Abdullâh:
“–O da senin bileceğin bir şey!” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh- çarmıha gerildi. Okçular önce ona isâbet etmeyecek şekilde, korkutmak için ok attılar. Daha sonra kendisine tekrar Hristiyanlık teklif edildi. O mübârek sahâbî en ufak bir temâyül bile göstermedi.
Kral:
“–Ya hristiyan olursun ya da seni kaynar kazanın içine atarım.” dedi. Kabûl etmeyince bakırdan bir kazan getirildi, içine zeytin yağı veya su konularak kaynatıldı. Kral, müslümanlardan bir esir getirtti. Hristiyan olmasını teklif etti. Esir, bu teklifi kabûl etmeyince kazanın içine atılmasını emretti. Esir müslüman kazana atıldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, ona bakıyordu. Etleri bir anda kemiklerinden soyulup dökülüverdi.
Kral, Abdullâh -radıyallâhu anh-’a tekrar Hristiyanlığı teklif etti. Kabûl etmeyince onun da kazana atılmasını emretti. Hazret-i Abdullâh kazana atılırken ağladı. Kral, onun fikir değiştirdiğini zannederek Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı yanına getirtti ve tekrar hristiyan olmasını teklif etti. Şiddetle reddettiğini görünce hayret ederek:
“–Öyleyse niçin ağladın?” diye sordu.
Hazret-i Abdullâh bin Huzâfe -radıyallâhu anh- şu muhteşem cevâbı verdi:
“–Zannetme ki senin bana yapmak istediğinden korkarak ağladım! Ben, Allâh yolunda verebileceğim bir tek canım olduğu için ağladım. Kendi kendime; «Sen şimdi tek can taşıyorsun, şu kazana atılacak, Allâh yolunda bir anda ölüp gideceksin. Hâlbuki ben vücûdumdaki kıllar sayısınca canım olmasını ve her biri için bu işkencenin Allâh yolunda bana tekrar tekrar yapılmasını ne kadar arzu ederdim.» dedim.”
Hazret-i Abdullâh’ın îman celâdet ve asâletiyle sergilediği bu müthiş tavır, kralın çok hoşuna gitti ve kral onu serbest bırakmak istedi.
“–Başımı öp de seni serbest bırakayım.” dedi.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Benimle birlikte bütün müslüman esirleri de serbest bırakır mısın?” dedi.
“–Evet bırakırım.” dedi. O zaman:
“–İşte şimdi olur.” dedi.
Hazret-i Abdullâh -radıyallâhu anh- der ki:
“Kendi kendime; «Hem canımı hem de müslüman esirlerin canını kurtarmak için Allâh düşmanlarından bir düşmanın başını öpmemde ne mahzur olacak ki? Öp gitsin!» dedim.”
O gün seksen müslüman serbest bırakıldı. Hazret-i Ömer’in yanına geldiklerinde durumu ona anlattılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Abdullâh bin Huzâfe’nin başını öpmek, her müslümana düşen bir vazîfedir! Bunu yerine getirmeye ilk önce ben başlıyorum.” dedi. Kalkıp onun yanına gitti ve başını öptü. (İbn-i Esîr,Üsdü’l-Gâbe, III, 212-213; Zehebî, Siyer, II, 14-15)
İşte bu mübârek sahâbî, Allâh Rasûlü’nün İslâm’a dâvet mektûbunu İran Kisrâ’sına götürme şerefine nâil olmuş, hükümdârın bir işâretini bekleyen cellâtların önünde büyük bir îman cesâreti sergileyerek Kisrâ ve adamlarına İslâm’ı teblîğ etmişti.
Kisrâ’nın, mektûbu yırttığını ve İslâm dâvetine karşı menfî bir tavır takındığını öğrenen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ım! Sen de onun mülkünü öylece parça parça et!” buyurdu. (Buhârî, İlim, 7; İbn-i Esîr,Üsdü’l-Gâbe, III, 212)
Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizesi, “Hulefâ-i Râşidîn” devrinde gerçekleşti ve Kisrâ’nın toprakları tamâmen müslümanların eline geçti.
Kisrâ, Yemen vâlisi Bâzân’a bir yazı göndererek Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ı kendisine getirtmesini istedi. Bâzân’ın elçileri Allâh Rasûlü’ne geldiler. Durumu bildirip bir mektup verdiler. Âlemlerin Efendisi mektubu okuyunca gülümsedi. Elçileri İslâm’a dâvet etti. Bâzân’ın elçileri Peygamber Efendimiz’e:
“–Eğer bizimle gelmeyeceksen, vâli Bâzân’ın mektubuna cevap yaz!” dediler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’ın vahyi üzerine onlara şöyle dedi:
“–Allâh Teâlâ, Kisrâ’ya oğlu Şîreveyh’i musallat etti. Şîreveyh onu filân ayda, filân gecede ve gecenin de filân filân saatleri geçince öldürdü!”
Elçiler şaşırdılar ve:
“–Biz Sen’den işittiğimiz bu sözü yazıp vâliye haber verelim mi?” dediler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Evet! Benden işittiklerinizi ona haber veriniz! Hem de ona deyiniz ki: «Benim dînim ve hâkimiyetim, Kisrâ’nın mülk ve saltanatının ulaştığı yerlere kadar ulaşacak, atların ve develerin ayak basacakları en uzak yerlere kadar uzanacaktır!» Ona şunu da bildiriniz: «Eğer sen müslüman olursan, idâren altında bulunan yerleri sana vereceğim! Seni, Ebnâlardan, yâni Yemen’deki Farslılar’dan olan kavmine hükümdar yapacağım!»” buyurdu.
Bâzân, bunları haber alınca:
“–Vallâhi, onun sözü hükümdar sözü değildir! Ben öyle sanıyorum ki bu zât, dediği gibi bir peygamberdir! Kendisinin Kisrâ hakkında söylemiş olduğu sözün netîcesini bekleyelim. Eğer bu husustaki sözü doğru çıkarsa, o gerçekten Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir. Eğer söylediği doğru çıkmazsa, o zaman hakkında gereğini düşünürüz!” dedi. Elçilere dönerek:
“–Siz onu nasıl buldunuz?” diye sordu.
“–Biz, O’ndan daha heybetli ve mütevâzî, O’nun kadar hiçbir şeyden korkmayan, muhâfızları bulunmayan ve insanlar arasında yaya yürüyen bir hükümdar görmedik! Ashâbı, O’nun yanında seslerini yükseltmiyor, kısık sesle konuşuyorlar…” diye gördüklerini hayran hayran anlatmaya başladılar.
Şîreveyh’in babasını öldürdüğüne dâir mektubu gelince baktılar ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bildirdiği vakit, dakîkası dakîkasına tutuyordu. Vâli Bâzân, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hakkında:
“–Bu zât muhakkak Allâh tarafından insanlara gönderilmiş bir peygamberdir!” diyerek müslüman oldu. Aslen Farslı olup Yemen’de oturan Ebnâlar da müslüman oldular. (İbn-i Sa’d, I, 260; Ebû Nuaym, Delâil, II, 349-350; Diyârbekrî, II, 35-37)
a
Allâh Rasûlü’nün dâvet mektubunu ve onu getiren Peygamber elçisini en iyi karşılayan, Habeş Necâşî’si oldu. Amr bin Ümeyye -radıyallâhu anh- vâsıtasıyla Necâşî’ye ulaşan mektupta İslâm’a dâvetle birlikte Hazret-i Meryem ve Hazret-i Îsâ hakkında da kısa bir mâlumat bulunmaktaydı. İslâm’ı daha önce Habeşistan’a hicret etmiş bulunan müslümanlardan az-çok öğrenmiş olup bu hususta baştan beri müsbet bir tavır sergileyen Necâşî, bu dâvet mektubuyla îmân ufuklarına kanat açtı. O sırada yanında bulunan Ebû Tâlib’in büyük oğlu Hazret-i Câfer’in huzûrunda kelime-i şehâdet getirerek müslüman oldu. Sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in arzusu sebebiyle oradaki muhâcirleri de iki gemiye bindirerek gönderdi. Ayrıca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, îmân ettiğini bildiren bir mektup yolladı. Mektup şöyledir:
“Allâh’ın Rasûlü Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Necâşî tarafından.
Yâ Rasûlallâh! Selâm Sana olsun, Allâh’ın rahmet ve bereketi de üzerine olsun! Kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allâh, beni İslâm’a hidâyet etti.
Yâ Rasûlallâh! Hazret-i Îsâ’nın durumunu zikrettiğiniz mektubunuz bana ulaştı. Yerin ve göğün Rabbine yemin ederim ki, Hazret-i Îsâ da kendi hakkında zikrettiğiniz şeylerden fazla bir şey söylememiştir. O’nun teblîğâtı da hep buyurduğunuz gibidir. Bize teblîğe memur olduğunuz İslâm’ın esaslarını öğrendik. Amcanın oğlu (Câfer-i Tayyâr) ile diyârımıza hicret eden ashâbını misâfir ettik. Ben şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün. Sözünde sâdıksın. Haksın ve musaddaksın (tasdîk edilmişsin).
Yâ Rasûlallâh! Ben Sana, Sen’in temsilcin olan amcaoğlunun vâsıtasıyla bey’at ettim. Onun önünde Âlemlerin Rabbi olan Allâh’a teslîm oldum. Sana, oğlum Erhâ’yı gönderiyorum. Sâdece kendime mâlikim, eğer Sana gelmemi istersen ey Allâh’ın Rasûlü, hemen gelirim. Ben şehâdet ederim ki, söylediklerin haktır. Ey Allâh’ın Rasûlü, Sana selâm olsun!..” (İbn-i Sa’d, I, 259; İbn-i Kayyım, III, 689; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 100, 104-105)
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine birgün:
“–Ey insanlar! Ecir ve sevâbını Allâh’tan bekleyerek şu mektubu İskenderiye Mukavkısı’na225hanginiz götürür?” diye sorunca, Hâtıb bin Ebî Beltaa -radıyallâhu anh- fırlayıp kalktı ve Efendimiz’in huzûruna vardı:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben götürürüm.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey Hâtıb! Allâh bu vazîfeyi senin hakkında mübârek kılsın!” buyurdu.
Hâtıb -radıyallâhu anh-, Efendimiz’in mektubunu İskenderiye Mukavkısı’na götürdü. Mektupta şöyle yazıyordu:
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Allâh’ın kulu ve Rasûlü Muhammed’den, Kıbtîlerin büyüğü Mukavkıs’a. Hidâyete uyan, doğru yolu tutanlara selâm olsun.
Seni İslâm’a dâvet ediyorum. Müslüman ol, selâmeti bul da Allâh sana ecir ve mükâfâtını iki kat versin. Eğer bu dâvetimi kabûl etmezsen Kıbtîlerin günâhı senin boynuna olur.
قُلْ يَا أَهْلَ الْكِتَابِ تَعَالَوْاْ إِلَى كَلَمَةٍ سَوَاء بَيْنَنَا وَبَيْنَكُمْ أَلاَّ نَعْبُدَ إِلاَّ اللّهَ وَلاَ نُشْرِكَ بِهِ شَيْئًا وَلاَ يَتَّخِذَ بَعْضُنَا بَعْضاً أَرْبَابًا مِّن دُونِ اللّهِ فَإِن تَوَلَّوْاْ فَقُولُواْ اشْهَدُواْ بِأَنَّا مُسْلِمُونَ
«De ki: Ey kitâb ehli! Sizinle bizim aramızda müşterek olan bir söze (Kelime-i Tevhîd’e) geliniz. Allâh’tan başkasına tapmayalım; O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allâh’ı bırakıp kimimiz kimimizi ilâhlaştırmasın! Eğer yüz çevirirlerse, işte o zaman; «Şâhid olun ki biz müslümanlardanız!» deyiniz!» (Âl-i İmrân, 64)”
Peygamber Efendimiz’in mektubu okununca Mukavkıs, Hâtıb -radıyallâhu anh-’ı yanına çağırıp din adamlarını da topladı. Hâdisenin devâmını Hâtıb -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
Mukavkıs bana:
“–Anlamak istediğim bâzı şeyleri sana soracak ve seninle konuşacağım.” dedi.
Kendisine:
“–Buyrunuz, konuşalım.” dedim.
Mukavkıs:
“–Senin Efendin peygamber değil midir?” diye sordu.
“–Evet, O, Allâh’ın Rasûlü’dür.” dedim.
“–O gerçekten böyle bir peygamber ise kendisini öz yurdundan çıkarıp başka bir yere sığınmak zorunda bırakan kavminin aleyhinde niçin Allâh’a duâ etmedi?” diye sorunca, ona:
“–Sen, Îsâ bin Meryem’in Allâh’ın bir peygamberi olduğuna şehâdet edersin değil mi? O gerçekten peygamber olduğuna göre, kavmi onu yakalayıp asmak istedikleri zaman, kendisini dünyâ semâsına kaldırıp yükselteceğine, kavmini helâk etmesi için Allâh’a duâ etse olmaz mıydı?” dedim.
Mukavkıs söyleyecek söz bulamadı. Bir müddet sustuktan sonra:
“–Sözünü tekrarla!” dedi. Tekrarladım. Mukavkıs yine sustu. Sonra da:
“–Güzel söyledin. Sen bir hakîmsin, yerli yerince konuşuyorsun ve hakîm olanın da yanından geliyorsun.” dedi.
Ben de bunun ardından Mukavkıs’a:
“–Senden önce burada bir adam, kendisinin en yüce ilâh olduğunu iddiâ etmişti. Allâh Teâlâ o Firavun’u dünyâ ve âhiret azâbıyla yakalayıp cezâlandırdı. Sen, kendinden öncekilerden ibret al da başkalarına ibret olma!”226 dedim.
Mukavkıs:
“–Bizim bir dînimiz vardır, daha hayırlısını görmedikçe onu bırakmayız!” dedi.
Ben de:
“–İslâm, senin bağlı bulunduğun dinden kesinlikle daha üstündür! Biz seni, Allâh Teâlâ’nın insanlara dîn olarak seçtiği İslâm’a dâvet ediyoruz. Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâdece seni değil bütün insanları dâvet ediyor. Onlardan kendisine karşı en katı ve kaba davrananlar Kureyşliler oldu. O’na karşı en çok düşmanlığı da yahûdîler yaptılar. İnsanlardan en çok yakınlık gösterenler ise hristiyanlar oldu. Hazret-i Mûsâ, nasıl ki Hazret-i Îsâ’yı müjdelemiş ise, o da Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ı müjdelemiştir. Bizim seni Kur’ân’a dâvetimiz, senin Tevrât’a bağlı olanları İncîl’e dâvetin gibidir. Her insan kendi zamânında gelen peygambere ümmet olmak durumundadır. Sen de Hazret-i Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın dönemine yetişenlerdensin. Dolayısıyla biz seni İslâm’a dâvet etmekle Îsâ -aleyhisselâm-’ın dîninden uzaklaştırmış olmuyoruz. Bilâkis onun risâletine uygun amel etmeni teklif etmiş oluyoruz.” dedim.
Mukavkıs:
“–Ben bu peygamberin dînini inceledim. Gördüm ki, onda ne dünyâdan el etek çekilmesi emrediliyor ne de mergûb ve makbûl şeyler yasaklanıyor. O ne yolunu şaşırmış bir sihirbaz ne de gâipten haber aldığını iddiâ eden bir yalancıdır. Bilâkis kendisinde gâibi keşfedip haber vermek gibi peygamberlik alâmetleri vardır. Buna rağmen biraz daha düşünmek isterim.” dedi.
Daha sonra da Peygamber Efendimiz’in mektubuna şöyle bir cevap yazdırdı:
“Bismillâhirrahmânirrahîm.
Muhammed bin Abdullâh’a, Mukavkıs’tan.
Sana selâm olsun! Mektubunu okudum. Zikrettiğin ve beni dâvet ettiğin şeyleri anladım. Bir peygamber daha geleceğini biliyor, fakat onun Şam’dan çıkacağını sanıyordum. Elçini ağırladım. Sana Kıbtîler katında mevkîleri yüksek iki câriye ile elbiseler gönderiyorum. Binmen için Sana bir de katır hediye ediyorum. Sana selâm olsun!”
Mukavkıs, ne bundan fazla bir şey yaptı ne de müslüman oldu. Bana da: “Sakın hâ! Kıbtîler senin ağzından tek bir kelime bile işitmesinler!” diye tembihte bulundu. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 266-267; İbn-i Sa’d, I, 260-261; İbn-i Hacer, el-İsâbe, III, 530-531)
Görüldüğü gibi Mukavkıs, Allâh Rasûlü’nün dâvetini hoş karşıladı. O, son bir peygamber daha çıkacağını biliyordu, fakat onun Şam mevkiinden zuhûr edeceğini zannediyordu. Bu zan, kendisinin hakîkate tâbî olmasına perde oldu ve Mukavkıs, îmân edemedi. Ancak mektubu getiren Hâtıb ile çeşitli hediyeler, bir binek ve iki de câriye (Hazret-i Mâriye ile kardeşi Sîrin’i) gönderdi.
Hâtıb -radıyallâhu anh-, yolda bu iki kardeşe İslâm’ı anlattı ve onları müslüman olmaya teşvîk etti. Onlar da îmân ile şereflendiler.227 Böylece daha Medîne’ye varmadan ebedî hakîkati idrâk ettiler.
Hâtıb -radıyallâhu anh-, Mukavkıs’ın sözlerini bildirdiğinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Yaramaz adam, saltanatına kıyamadı! Esirgediği saltanatı ise kendisinde kalmayacaktır!”buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 260-261; Diyârbekrî, II, 38)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câriye Sîrin’i Hassân bin Sâbit’e, Hazret-i Mâriye’yi de kendisine nikâhlamıştır ki, oğlu İbrâhîm bu hanımındandır. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in murâd-ı ilâhî ile gerçekleştirdiği bu evliliğin de birçok siyâsî fâideleri görülmüştür. Nitekim bu durum, Mısırlılar üzerinde çok müsbet bir tesir bırakmış, sonraki yıllarda yapılan İslâm-Bizans savaşlarında, Mısırlılar Bizanslılar’ı yalnız bırakarak İslâm ordusunun zafere daha emîn bir şekilde yürümesine vesîle olmuşlardır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, akrabâya muâmelenin güzel bir misâlini sergileyerek ashâbına şöyle buyurmuştur:
“Siz kırât denen bir ölçü biriminin kullanıldığı Mısır’ı fethedeceksiniz. Oranın halkına iyi davranmanızı tavsiye ediyorum; vasiyetimi tutunuz. Zîrâ onlarla bir neseb, bir de sıhriyet akrabâlığımız vardır.” (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 226-227)
Mâlum olduğu üzere, Allâh Rasûlü’nün nesebi Hazret-i İsmâîl’e dayanmaktadır. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın annesi Hazret-i Hâcer Mısırlı olduğu için Âlemlerin Efendisi Mısırlıları akrabâ saymaktadır. Sıhriyet ise Mâriye vâlidemizden gelmektedir.228
a
Sûriye Gassânî Arapları’nın başkanı olan Hâris ise, Şucâ’ bin Vehb -radıyallâhu anh-’ın getirdiği Peygamber mektubuna karşı küstah bir tavır takındı. Hattâ müslümanların üzerine yürümek için Bizans imparatorundan izin istedi. Fakat imparator bunu reddetti.229
Selît bin Umeyr -radıyallâhu anh-’ın Peygamber mektubunu götürdüğü Yemâme Meliki Hevze de ilâhî dâveti kabûl etmedi. Kısa bir müddet sonra da bu gaflet içinde ölüp gitti.230
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, gönderdiği elçilere dikkat etmeleri gereken hususlara dâir mühim tavsiyelerde bulunmuştur. Meselâ Allâh Rasûlü, Himyer’de bulunan bâzı kimselere bir mektup yazmıştı. Mektubu Hazret-i Iyâş -radıyallâhu anh- ile gönderirken ona şu tavsiyelerde bulundu:
“Oraya vardığın zaman geceleyin girme, sabah olmasını bekle. Sonra en güzel şekilde abdestini al, iki rekât namaz kıl. Seni muvaffak kılması ve hüsn-i kabûl görmen için Allâh Teâlâ’ya duâ et. Daha sonra güzelce hazırlık yap, mektubumu sağ eline al ve onu sağ elinle onların sağ eline ver. Böyle yaparsan onlar seni kabûl edeceklerdir…”
Iyâş -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emrettiği gibi yaptım, İslâm’ı kabûl ettiler. Daha sonraki hâdiseler de Allâh Rasûlü’nün bildirdiği gibi tahakkuk etti.” (İbn-i Sa’d, I, 282-283)
Bu dâvetler, Medîne’den bütün cihânı kucaklamaya doğru İslâm’ın ilk adımları olmuştu. Bunun yanında Arap Yarımadası’nda canlanan İslâm, her geçen gün yayılmaya devâm etti. Zîrâ büyük zaferlerin sağlam temelleri, bizzat Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek elleriyle atılmaktaydı.
Yahûdîlerin Peygamber Efendimiz’e Sihir Yapmaları
Yahûdîlerin ileri gelenleri, müslüman olduğunu açıkladığı hâlde münâfıklık yapan ve sihirbazlıkta çok mahâretli olan yahûdî Lebid bin A’sam’a:
“–Sen bizim en bilgili sihirbazımızsın! Muhammed erkeklerimizi ve kadınlarımızı sihirledi. Biz ona karşı hiçbir şey yapamadık. Sen onun bize neler yaptığını, dînimize nasıl aykırı davrandığını, bizden kimleri öldürdüğünü veya sürgün ettiğini gördün. Biz, bütün yaptıklarına karşı O’nu sihirleyip cezâlandırmak üzere seni vazîfelendiriyoruz!” dediler ve Varlık Nûru’na sihir yapması için de üç dinar (altın) verdiler.
Lebid, Peygamber Efendimiz’in saçlarından birkaç tel elde etme yolları aramaya başladı. İstediğini elde edince, ona birtakım düğümler attı ve üfledi. Bu düğümlenmiş ve üflenmiş saçları erkek hurmanın kurumuş çiçek kapcığının içine koydu. Sonra, onu götürüp bir kuyunun içindeki basamak taşının altına yerleştirdi. Lebid sihir yaptıktan sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hastalandı. Gözlerinin feri de azaldı. Hastalığı günlerce sürdü. Yemeden-içmeden kesildi.
Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne, bu sihrin kim tarafından, nasıl yapıldığını ve nereye gizlendiğini gösterdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ali ile Ammar’ı Zervan kuyusuna gönderdi. Kuyunun suyu kınaya boyanmış, yanındaki hurma ağaçlarının başları da şeytan başı gibi olmuştu. Hazret-i Ali ile Ammar, kuyunun suyunu çekip boşalttılar, içindeki basamak taşını kaldırdılar ve sihri buldular.
Bu esnâda Cebrâîl -aleyhisselâm- Felak ve Nâs sûrelerini getirdi. Her bir âyeti okudukça bir düğüm çözülüyordu. En son düğüm çözüldüğü zaman, Peygamber Efendimiz, bağdan kurtulmuş gibi açılıverdi. Yemek yemeye, su içmeye başladı. Allâh Rasûlü Zervan kuyusunu kapattırdı. Sihir yapan yahûdî Lebid’in de ne yüzünü gördü ne de bu suçunu anıp başına kaktı. Hayâtına kastetmiş bulunan Lebid’i ve onun mensûb olduğu Benî Zurayk yahûdîlerinden hiç kimseyi de öldürtmedi.231
Hazret-i Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün:
“–Yedi helâk edici şeyden kaçının!” buyurdu.
Sahâbîler:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Bunlar nelerdir?” diye sordular.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Allâh’a ortak koşmak, sihir (büyü) yapmak, Allâh’ın (dokunulmasını) haram kıldığı bir canı haksız yere öldürmek, fâiz yemek, yetim malı yemek, savaş meydanından kaçmak, nâmuslu ve mâsum kadınlara zinâ isnâd etmektir.” buyurdu. (Buhârî, Vasâyâ, 23; Müslim, Îman, 145)
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, diğer hadîs-i şerîflerinde de şöyle buyurmuşlardır:
“Kim bir düğüm atar, sonra da ona üflerse sihir yapmış olur. Kim sihir yaparsa şirke düşer…”(Nesâî, Tahrîm, 19)
“Kim, çalıntı veya yitik bir malın yerini haber veren kimseye (arrâfa)232 gidip ondan bir şey sorar, söylediğini de tasdîk ederse, o kişinin kırk gün hiçbir namazı kabûl olunmaz.” (Müslim, Selâm, 125)
Hâin ve Fesatçı Yahûdîye Son Darbe:HAYBER’İN FETHİ (Safer-Rabîulevvel 7 / Haziran-Temmuz 628)
HAYBER’İN FETHİ (Safer-Rabîulevvel 7 / Haziran-Temmuz 628)
Müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ni, görünüşteki durumuyla İslâm cephesinin kuvvetsizliğine hamleden münâfıkların bu tavrına Hayber yahûdîleri de katılmıştı. Bir müddet sonra da, daha önce sürgün edilen yahûdî kabîlelerinden aralarına sığınmış olanların körüklemesiyle Hayber’de büyük bir fesat ocağı tutuştu. Yahûdîler, Gatafân kabîlesine birlikte hareket etmeleri karşılığında bir yıllık mahsullerinin yarısını vermeyi taahhüd ettiler. Onlara Gatafân kabîlesi de dâhil olunca, hep birlikte kötü niyetlerini fiile dökmek için harekete geçtiler. Medîne’ye bir ordu göndermeyi plânladılar.233
Yahûdîlerin bu tavrı üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbından Abdullâh bin Revâha’yı barış için Hayber’e gönderdi. Ancak gelen red cevâbı karşısında, ashâbına Hayber Gazâsı’na çıkılacağını îlân ederek:
“–Bizimle ancak cihâdı isteyenler gelsin!..” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 92, 106)
Çünkü harp, kaçınılmaz olmuştu. Diğer taraftan Medîne, Hayber’le Mekke arasında idi. Dolayısıyla ne zaman müşriklerle bir harp yapılsa, Hayber, müslümanların arkasında büyük bir tehlike arz ediyordu.
Emr-i Peygamberî’yi duyan ashâb-ı kirâm, seve seve gazâ dâvetine icâbet etti. Ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir taraftan ashâbını cihâda çağırırken, diğer taraftan da Hudeybiye’de bulunmayanları orduya kabûl etmedi. Çünkü daha önceki harplerde aralarına ganîmet maksadıyla sızan münâfıkların en zor anlarda yaptıkları ihânetler, îmân ordusu için çok yıpratıcı olmuştu. Şimdi de aynı kimseler, zengin yahûdîlerin göz kamaştıran servetlerinden pay alabilmek düşüncesiyle harbe iştirâk etmek istiyorlardı. Bunun için Hudeybiye’de bulunanların dışındakilerden sâdır olan harbe iştirâk talebi, geri çevrildi. Zâten Cenâb-ı Hakk’ın emri de bu istikâmette idi:
قُل لَّن تَتَّبِعُونَا
“…(Ey Rasûlüm! Onlara) de ki: Siz aslâ bizim peşimize düşmeyeceksiniz!..” (el-Fetih, 15)
Müslümanların Hayber’e gitmek üzere hazırlanmaları, Peygamber Efendimiz’le antlaşmalı bulunan Medîne yahûdîlerini çok kaygılandırdı ve harekete geçirdi. Bunlar, Efendimiz’in Kaynukâ, Nadîr ve Kurayza yahûdîlerini mağlûb ettiği gibi Hayber yahûdîlerini de mağlûb edeceğini anladılar. O esnâda, müslümanlarda az veya çok bir alacağı olup da onu almak için mü’minlerin yakasına yapışmayan hiçbir yahûdî kalmadı. Aşağıdaki hâdise bu durumu açıkça ortaya koymakla birlikte, aynı zamanda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kul hakkı mevzuunda ne kadar titiz olduğunu da göstermektedir:
Yahûdî Ebû Şahm’ın, Abdullâh bin Ebî Hadred -radıyallâhu anh-’ta beş dirhem alacağı vardı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, âilesi için bu yahûdîden arpa satın almıştı. Ebû Şahm yakasına sarılınca o:
“–Bana biraz mühlet ver. İnşâallâh borcumu ödeyeceğim. Çünkü Allâh Teâlâ, Peygamberi’ne Hayber ganîmetini va’detti. Ey Ebû Şahm! Biz Hicaz’ın yiyecek ve servet bakımından en zengin şehrine gidiyoruz.” dedi.
Yahûdî Ebû Şahm’ın kıskançlığı ve azgınlığı daha da kabardı:
“–Sen Hayber yahûdîlerini önceden savaştığınız Araplar gibi mi sanıyorsun? Tevrât üzerine yemin ederim ki, orada on bin savaşçı vardır.” dedi.
Abdullâh:
“–Ey Allâh’ın düşmanı! Sen bizim himâyemiz altında bulunuyorsun. Vallâhi, seni Rasûlullâh’ın huzûruna çıkaracağım!” dedi ve onu tutup Allâh Rasûlü’nün huzûruna getirdi:
“–Yâ Rasûlallâh! Bu yahûdî ne söylüyor dinle!” diyerek Ebû Şahm’ın söylediklerini haber verdi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sustu, hiçbir şey söylemedi. Yalnız dudaklarının kımıldadığı görüldü. Fakat ne söylediği işitilemedi.
Yahûdî:
“–Ey Ebu’l-Kâsım! Bu bana haksızlık etti, borcunu ödemedi.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Abdullâh’a:
“–Ver şunun hakkını!” buyurdu.
Abdullâh, fakir olduğunu, Hayber ganîmetiyle borcunu ödeyeceğini bildirdiyse de, Varlık Nûru Efendimiz aynı ifâdelerini iki defâ daha tekrarladı. Bunun üzerine Abdullâh -radıyallâhu anh- kalkıp çarşıya gitti. Sırtındaki ridâsını çıkardı, sarığına büründü ve yahûdîye:
“–Şu elbisemi benden satın al!” dedi.
Yahûdî onu dört dirheme satın aldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, kalan borcunu da bulup ödedi. (Ahmed, III, 423; Vâkıdî, II, 634-635)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ordusuyla hareket ettiğinde, her harpte olduğu gibi Cenâb-ı Hakk’a şu duâ ile ilticâ ediyordu:
“Ey yedi kat göklerin ve altındakilerin, yedi kat yerlerin ve içindekilerin, şeytanların ve sapıttıklarının, rüzgârların ve savurduklarının Rabbi olan Allâh’ım! Biz Sen’den bu beldenin, ahâlîsinin ve içinde bulunan şeylerin hayrını istiyoruz! Bu beldenin, ahâlîsinin ve içinde bulunan şeylerin şerrinden de Sana sığınıyoruz!”234 (İbn-i Hişâm, III, 379; Vâkıdî, II, 642)
Yolda giderken müslümanlar yüksek sesle; “Allâhu ekber! Allâhu ekber! Lâ ilâhe illâllâhu vallâhu ekber!” diyerek hep birden tekbîr getirmeye başladılar. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“Nefislerinize karşı merhametli olun! Zîrâ sizler, sağır birisine hitâb etmiyorsunuz, muhâtabınız gâip de değildir. Siz, gören, işiten, (nerede olursanız olun) sizinle olan bir Zât’a, Allâh’a hitâb ediyorsunuz. Duâ ettiğiniz Zât, her birinize, bineğinin boynundan daha yakındır.” (Buhârî, Deavât 50, 67; Müslim, Zikr, 44)
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, Hayber’e gece vakti geldi ve orada bekledi. Çünkü Varlık Nûru Efendimiz, gece vakti düşmana baskın yapmaz, sabahı beklerdi. Sabah olunca yahûdîler kazma, kürek ve zembilleriyle dışarı çıktılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görünce:
“–Muhammed, vallâhi Muhammed ve ordusu!” diye bağrışarak kalelerine girdiler. Bunun üzerine Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâhu ekber, Allâhu ekber! Harâb olup gitti Hayber! Biz, düşman bir kavmin yurduna baskın yapıp girdik mi, uyarılmış olan o kâfirlerin hâli yaman olur!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 38; İbn-i Hişâm, III, 380)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, karargâhını Gatafân ile Hayber arasında bulunan Recî’de kurdu. Böylece iki müttefiğin birbirlerine yardım için birleşmelerini engellemiş oldu. Nitekim Hayber yahûdîlerinin yardım istemesi üzerine harekete geçen Gatafânlılar, önlerinin kesilmiş olduğunu görünce korkarak geri döndüler. Böylece harbe tek başlarına girmek zorunda kalan Hayber yahûdîleri de kalelerine kapanarak savaşmak zorunda kaldılar.
Kuşatma esnâsında bir fitneci, yahûdîleri savaşa kışkırtmak için yalan-yanlış şeyler söylemişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Yahûdîlere bir şeytan gelmiş de; «Muhammed ancak mallarınızı ele geçirmek için sizinle çarpışıyor!» demiş. Onlara; «Lâ ilâhe illâllâh deyiniz, bununla mallarınızı ve kanlarınızı koruyunuz. Âhiretteki hesâbınız ise Allâh’a âittir!» diye sesleniniz.” buyurdu.
Yahûdîlere bu şekilde seslenildi. Onlar ise:
“Mûsâ’nın aramızdaki kitâbı Tevrât’a yemin olsun ki, biz ne istediğiniz şeyi yaparız ne de dînimizi bırakırız!” diye karşılık verdiler. (Vâkıdî, II, 653)
Kuşatma günlerce sürdü. Müslümanların erzakları tükenmek üzere idi. Muhârebe şartları iyice güçleşmişti. Müslümanlardan şehîd olanlar, yaralananlar oluyor, pek çok sıkıntılara mâruz kalıyorlardı. Ancak Allâh Rasûlü her fırsatta insanları İslâm’a ve Allâh’a dâvet etmekten geri durmuyordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- İslâm’a dâvet husûsunda kimseyi küçük ve hakir görmezdi. Nitekim Hayber Fethi esnâsında bunun bir misâli yaşanmış, Allâh Rasûlü, bir yahûdînin koyunlarını güden köleye bile İslâm’ı uzun uzun anlatmış ve kölenin hidâyetine vesîle olmuştu.235 Hâdise şöyle cereyân etti:
Yahûdî ileri gelenlerinden birinin koyunlarına çobanlık yaparak geçimini sağlayan Yesâr, bir sabah kale dışında koyunları güderken, Peygamber Efendimiz’le karşılaşmıştı. Bir müddet sohbet ettikten sonra Yesâr İslâm’ı kabûl etti. Allâh Rasûlü onun ismini Eslem yaptı. Daha sonra çoban, elindeki koyunları ne yapması gerektiğini Peygamber Efendimiz’e sordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Onları geri çevir ve kovala! Şüphen olmasın ki, hepsi de sâhiplerine döneceklerdir.” buyurdu. Eslem bir avuç çakıl alarak koyunlara doğru attı ve:
“–Sâhibinize dönün! Vallâhi bundan sonra ebediyyen sizinle berâber olmayacağım.” dedi. Koyunlar topluca gittiler, sanki onları sevk eden birisi varmış gibi kaleye girdiler. Çoban da müslümanlarla birlikte savaşmak için kaleye doğru ilerledi.236
Müslüman olur olmaz hemen cihâda iştirâk eden Eslem -radıyallâhu anh-, bir müddet sonra şehîd oldu ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirildi. Allâh Rasûlü, bir kısım ashâbıyla birlikte ona doğru yönelmişti ki, birden yüzünü başka tarafa çevirdi. Sebebini sorduklarında:
“–Şu anda Hûri’l-İyn’den iki zevcesi yanında bulunmakta!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 38-39)
a
Müslümanların bir hayli zorlandığı, hücumlarının geri püskürtüldüğü, yorgun ve bitkin düştükleri bir esnâda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, şöyle buyurdu:
“–Yarın sancağımı öyle bir kimseye vereceğim ki, onun elleriyle Allâh, Hayber’in fethini ihsân buyuracak. O kimse, Allâh’ı ve Rasûlü’nü sever, Allâh ve Rasûlü de onu sever!”
Gazveye iştirâk edenler, sancağın aralarından kime verileceğini düşünüp konuşarak geceyi geçirdiler. Sabah olunca, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbetine nâil olabilmek ümîdiyle sancağın kendisine verilmesini arzu eden bütün sahâbîler Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna koştular. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Emirliği o günkü kadar hiçbir zaman arzu etmedim. Beni çağırır ümîdiyle Rasûlullâh’a kendimi göstermeye çalıştım durdum.” demiştir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sancağı vermek üzere Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ı çağırdı. Hazret-i Ali’nin gözleri ağrıdığından, onu koluna girerek getirdiler. Rahatsızlığı sebebiyle ayağının bastığı yeri dahî göremeyecek bir hâldeydi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ali -radıyallâhu anh-’ın bu durumunu görünce, onun ağrıyan gözlerine okuyarak mübârek nefesleriyle üfledi. Allâh’ın Arslanı Hazret-i Ali, bi-iznillâh, şifâ buldu. Bundan sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona zırh giydirip sancağı vererek şöyle buyurdu:
“–Yâ Ali! Haydi ilerle! Allâh fethi müyesser kılıncaya kadar sağa-sola bakınma!”
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- derhâl hareket etti, sonra durdu ve arkasına dönmeden seslendi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlarla ne (yapmaları) için savaşayım?”
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Onlarla, Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed’in Allâh’ın Rasûlü olduğuna şehâdet getirinceye kadar savaş. Bunu yaptıkları an -dînin yasaklarını çiğnemedikçe- kanlarını ve mallarını senden korumuş olurlar. Asıl hesapları(nı görmek ise) Allâh’a âittir. Acele etmeden, gâyet sâkin bir şekilde onların yanına var. Önce onları İslâm’a dâvet et! Şâyet bu dâvetinle bir kişi müslüman olsa, bu, sana kızıl develer verilmesinden daha hayırlıdır!..” (Buhârî, Ashâbü’n-Nebî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 32-34; Heysemî, VI, 151)
O gün yahûdîlerin en namlı savaşçıları öldürüldü. Hayber fethedildi. Hayber’in sekiz kalesi vardı. Bunlardan iki tanesi hiç çarpışmadan kalelerini teslîm ettiler. Böylece mûcizât-ı Peygamberî tahakkuk etti. Bu harpte yahûdîler doksan üç ölü, mü’minler de on beş şehîd verdiler.237
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- anlatıyor:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte Hayber Gazvesi’nde hazır bulunduk. Müslüman olduğunu söyleyen bir adam için, Allâh Rasûlü:
«–O, ateş ehlindendir!» buyurdular. Savaş başlayınca o kimse kahramanca savaştı ve yaralandı. Ashâbdan bâzısı:
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! Az önce ateş ehlinden olduğunu bildirdiğiniz kimse, çok şiddetli bir şekilde savaştı ve öldü!» dediler.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yine:
«–O cehenneme gitmiştir!» buyurdu.
Bu cevap üzerine müslümanlardan bâzıları neredeyse şüpheye düşecekti. Askerler bu hâlde iken, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a:
«–O asker henüz ölmemiş, fakat çok ağır şekilde yaralanmış!» dediler. Gece olunca, adam yaranın acısına dayanamadı. Kılıcının keskin tarafını alıp üzerine yüklendi ve intihâr etti. Durum Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e haber verildi. Bunun üzerine:
«–Allâhu ekber! Şehâdet ederim ki, ben Allâh’ın kulu ve Rasûlü’yüm!» buyurdu. Sonra da Bilâl -radıyallâhu anh-’a, insanların içinde şunu îlân etmesini emretti:
«Cennete sâdece müslüman olan kimseler girecek. Şurası muhakkak ki Allâh, bu dîni fâcir bir kimse ile de güçlendirir.»” (Buhârî, Cihâd 182, Meğâzî 38, Kader 5; Müslim, Îman 178)
a
Hayber zaferinden sonra yahûdîler, kendi arâzîlerinde yarıcı (ortak) olarak kalmak istediler. Bunun için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bütün yahûdîleri sürgün etmedi. İstediği anda çıkarmak şartıyla, bu münbit toprakları işleyip yıllık kazançlarının yarısını vermek üzere yahûdîleri yarıcı olarak kabûl etti. Bu yahûdîler, Hazret-i Ömer’in hilâfeti dönemine kadar bu hâl üzere yerlerinde kaldılar.238
Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, her yıl oraya gider, çıkan mahsûlün miktârını tahmin eder ve yarısının karşılığını onlardan alırdı. Yahûdîler, Abdullâh’ın tahminde gösterdiği titizlik sebebiyle rahatsız oldular. Hattâ bir ara lehlerine müsâmahalı davranması için rüşvet vermek istediler. Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- onlara:
“–Vallâhi siz bana (menfî davranışlarınız sebebiyle) Allâh’ın mahlûkâtının en sevimsiz olanısınız. Buna rağmen, benim size olan buğzum, size karşı âdil olmama mânî değildir. Sizin bana teklif ettiğiniz rüşvettir. Rüşvet ise haramdır, biz onu yemeyiz!” dedi.
Yahûdîler, Abdullâh -radıyallâhu anh-’ı takdîr edip:
“–İşte bu adâlet ve doğrulukla semâvat ve arz nizam içinde ayakta durur.” dediler. (Muvatta, Müsâkât, 2)
Kul Hakkı Husûsunda Titizlik
Hayber’de elde edilen ganîmet, orada bulunsun veya bulunmasın, Hudeybiye seferine katılanlar arasında taksîm edildi. Çünkü, Allâh Teâlâ Hayber ganîmetini, Hudeybiye seferine katılan müslümanlara Fetih Sûresi’nin yirminci âyetiyle va’detmişti.239
Ömer bin Hattâb -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Hayber Gazvesi günü idi. Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbından bir grup geldi ve:
«–Falanca şehîd, falanca da şehîd!» dediler. Sonra bir adamın yanından geçerken:
«–Falanca kimse de şehîd olmuş!» dediler.
Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
«–Hayır! Ben onu, ganîmet mallarından haksız yere aldığı bir hırka içinde cehennemde gördüm.» buyurdu.” (Müslim, Îman, 182)
En yüce makamlardan biri olan şehîdlik, kişinin birçok günâhına keffâret olduğu hâlde, âmmenin malına hıyâneti ve kul hakkını ortadan kaldıramamaktadır. Bu sebeple Peygamber Efendimiz, şehîd olduğu haber verilen bu sahâbînin, ganîmet malları henüz paylaşılmadan onlardan aldığı bir hırkadan dolayı, cehennemde yandığını bildirmiş, âmme malına ihânetin ve kul hakkının affedilmeyeceğini ümmetine öğretmiştir.
Peygamber Efendimiz’in hizmetini gören Mid’am isminde zenci bir köle vardı. Onu Rifâa bin Zeyd hediye etmişti. Efendimiz’in yükünü indirdiği sırada, nereden geldiği belli olmayan bir ok isâbet edip ölümüne sebep oldu. Müslümanlar:
“–Ey Mid’am! Cennet sana mübârek olsun! Ya Rasûlallâh, hizmetçine şehîdlik mübârek olsun!” diyerek gıpta ve tahassürlerini ifâde ettiklerinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır! Öyle değildir. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Hayber günü ganîmet malları paylaşılmadan önce aldığı bir kilim, şu anda onun üzerinde alev alev yanmaktadır!” buyurdu.
Bunu işiten müslümanlar çok korktular. Bir adam Rasûl-i Ekrem Efendimiz’e bir veya iki ayakkabı bağı getirdi:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben de ganîmet malları bölüşülmeden ayakkabılarım için bu bağları almıştım.” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“–Sana da cehennem ateşinden bir veya iki bağ (yâni bunlardan dolayı azap) var.” buyurdu. (Buhârî, Eymân, 33; Müslim, Îman, 183)
a
Hayber’in fethedildiği gün, bir kimse Peygamber Efendimiz’e gelerek:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü, bugün ben öyle bir kâr ettim ki, böylesini şu vâdi ahâlisinden hiç kimse kazanamamıştır.” dedi.
Efendimiz:
“–Bak hele! Neler kazandın?” diye sordu.
Adam:
“–Ben, alıp satmaya ara vermeden devâm ettim. Öyle ki, üç yüz ukıyye kâr elde ettim.” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sana kârların en hayırlısını haber vereyim mi?” diye sordu.
Adam:
“–Nedir, ey Allâh’ın Rasûlü?” dedi.
Nebiyy-i Ekrem Efendimiz şu cevâbı verdi:
“–(Farz) namazdan sonra kılacağın iki rekât nâfile namazdır.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 168/2785)
Muhâcirler, Hayber ganîmetinden hisselerine düşen mal ve hurmalıkları aldıklarında, mâlî durumları oldukça düzeldi. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr’ın onlara önceden bağışladığı veya faydalanmak üzere emânet ettiği hurma bahçelerini ve ağaçlarını Ensâr’a iâde etti.240
Devsliler’in Medîne’ye Gelişi
Bu esnâda Devs kabîlesinden bir grup Medîne’ye geldi. Bunların başında bulunan Tufeyl bin Amr, İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’ye gelmiş, Varlık Nûru Efendimiz ile görüşerek müslüman olmuştu. Sonra da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den müsâade alarak kabîlesine gitmiş ve onları İslâm’a dâvet etmişti. Onun dâvetine ilk icâbet eden kimse Ebû Hüreyre Hazretleri oldu.241 Daha sonra müslümanların sayısı artarak yetmiş veya seksen hâneye ulaştı. Bunlar Hayber fethi esnâsında hicret ederek Medîne’ye geldiler. Oradan Hayber’e giderek Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuştular ve cihâda iştirâk ettiler.
Yolculuk esnâsında Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh- çok sıkılıyor, bir an evvel Âlemlerin Efendisi’ne kavuşmak için sabırsızlanıyordu. Bir yandan da:
“Ey yolculuk gecesi! Bıktım senin uzunluğundan ve sıkıntından!
Fakat, kurtaran da sensin beni küfür ve inkâr yurdundan!” meâlindeki beyti okuyordu. (Buhârî, Meğâzî, 75; Vâkıdî, II, 636)
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-, Devslilerle birlikte Hayber’e vardığı zaman, Peygamber Efendimiz Hayber’i fethetmiş bulunuyordu.242 Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Hüreyre’yi görünce:
“–Sen kimlerdensin?” diye sordu.
Ebû Hüreyre -radıyallâhu anh-:
“–Devs’tenim!” dedi.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Ben, Devs’ten kiminle karşılaştıysam onda hayır gördüm!” buyurdu. (Tirmizî, Menâkıb, 46/3838)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Devsliler’e Hayber ganîmetinden hisse verdi.243
Habeşistan Muhâcirlerinin Dönüşü
Hayber Fethi’nin tamamlandığı sırada Habeşistan’ın on altı kişilik hicret kâfilesi Hazret-i Câfer’in başkanlığında Medîne’ye döndü. Kâfiledekiler, Rasûlullâh’ın Hayber’e gittiğini öğrenince, yollarına devâm edip Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e kavuştular. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Câfer’e önce:
“–Yaratılış ve ahlâk itibâriyle bana ne kadar benziyorsun!” buyurdular. Sonra Hazret-i Câfer’in alnından öperek:
“–Hayber’in fethi ile mi, Câfer’in gelişiyle mi sevineyim, bilemiyorum!” buyurdular. (İbn-i Hişâm, III, 414)
Câfer -radıyallâhu anh-, bu iltifât-ı nebevî karşısında heyecanlanarak vecde geldi. Sevincinden, mâsum bir çocuk gibi tek ayak üstünde Varlık Nûru Efendimiz’in çevresinde dönmeye başladı ve kendinden geçti.244
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Câfer -radıyallâhu anh-’ı bu hâlden menetmediler. Bu vecd hâli, bâzı tarîkatlerde takrîrî sünnet olarak kabul görmüş ve vecd hâline bir gerekçe addedilmiştir.245
Şâir, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti ile dolu bu vecd hâlini ne güzel terennüm eder:
Eyleyen uşşâkı şeydâ dâimâ,
Tal’atindir yâ Rasûlallâh Sen’in!..
“Yâ Rasûlallâh! Âşıkları (mestedip) deli dîvâne eyleyen, (elbette) Sen’in (Hakk’ın aynası olan ve üzerinde sonsuzluk nûrunun lemeân ettiği mübârek) yüzünün eşsiz güzelliğidir…”
a
Habeşistan muhâcirleriyle birlikte Yemen kabîlelerinden olan Eş’arîler de Hayber’e gelmişlerdi. Bunlardan biri olan Ebû Mûsâ el-Eş’arî der ki:
“Biz Eş’arîler Yemen’de iken, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zuhûr ettiğini haber almıştık. Bunun üzerine kavmimizden 52 veya 53 kişi ile birlikte, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına hicret etmek üzere yola çıktık. Yolda hava şartları bozulduğundan, gemimiz bizi Habeş Necâşîsi’nin ülkesine bıraktı. Orada, Câfer -radıyallâhu anh- ve yanındaki arkadaşlarıyla buluştuk.
Câfer -radıyallâhu anh-:
«–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bizi buraya gönderdi ve bir müddet burada kalmayı bize emretti. Siz de bizimle birlikte kalın!» dedi.
Nihâyet oradan gemiye binerek yola çıktık. Hep birlikte Medîne’ye geldik. Hayber’i fethettiği sırada Allâh Rasûlü’ne kavuştuk. Peygamber Efendimiz bize de Hayber ganîmetinden pay verdi.” (Buhârî, Meğâzî, 38; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 169)
Yahûdîlerin Peygamberimiz’i Zehirlemek İstemeleri
Bu arada yahûdîler, müslümanlardan gördükleri insânî muâmeleye rağmen hâinliklerinden vazgeçmediler. Gizlice bir plân yaparak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmeye karar verdiler. Bu bedbahtlar, henüz önceki cürümlerinin netîceleri ortada iken, kendilerini diğer yahûdî kabîleleri gibi sürgün etmeyip affeden yüce Peygamber’e böyle bir ihânete tevessül etmekle, bir kere daha ahitlerini bozmuş oldular.
Bu sinsi ihâneti gerçekleştirmek için yahûdîlerin reislerinden Hâris’in kızı Zeyneb, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i ashâbıyla birlikte yemeğe dâvet etti. Bir koyun kızartarak her tarafını zehirledi. Efendimiz’in hayvanın kürek kısmını daha çok sevdiğini öğrenerek orayı daha fazla zehirledi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilk lokmayı mübârek ağızlarına alır almaz, onu çıkararak ashâba:
“–Bu et, bana zehirli olduğunu haber veriyor; sakın yemeyiniz!” buyurdular. Ancak ashâbdan Bişr bin Berâ, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yemeğe başlaması üzerine etten bir parça almış, Hazret-i Peygamber’in îkâzı sâdır olmadan evvel çiğneyip yutmuş bulunuyordu. Onun dışındakiler yemeğe el sürmemişlerdi.
Çok geçmeden ihâneti yapan kadın yakalanıp Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna getirildi. Peygamber Efendimiz ona:
“–Bu koyunu sen mi zehirledin?” diye sordu.
Zeyneb:
“–Zehirlediğimi Sana kim haber verdi?” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Şu önümde bulunan kürek kemiği haber verdi.” buyurdu.
Zeyneb:
“–Evet, ben zehirledim!” diyerek suçunu îtirâf etti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bunu niçin yaptığını sorunca da:
“–Sen benim babamı, amcamı ve kocamı öldürdün! Kavmime yapmadığın kalmadı! Kendi kendime; «Eğer o gerçekten peygamberse, yaptığım şey, kendisine muhakkak Allâh tarafından bildirilir ve zehir kendisine zarar vermez; eğer o yalancı biri veya bir hükümdarsa, bu zehirden ölür, böylece kendisinden kurtulmuş oluruz!» diye düşündüm!” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“–Allâh, bunu yapacak gücü sana vermemiştir!” buyurdu.
Kadın bir yandan cürmünü îtirâf ederken, diğer yandan da şâhid olduğu mûcizenin tesiriyle îmân ederek pişmanlığını dile getirdi. Af taleb etti. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz, kendisine yapılan bu suikasti affetti. Fakat bir müddet sonra Bişr -radıyallâhu anh-’ın, zehrin tesiriyle ölmesi üzerine vârisleri kısas istedi. Böylece Hâris’in kızına aynı zehir içirilerek kısas yapıldı.
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- da, zehrin tesirinden kurtulmak için, iki omzunun arasından kan aldırdı. (Buhârî, Cizye, 7; Müslim, Selâm, 45; İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- üç sene sonra, vefâtı esnâsında hastalığının bu zehirden olduğunu ifâde etmiştir. (Hâkim, III, 242/4966)
Mut’a Meselesi
Hayber’in fethi esnâsında, daha önce hakkında herhangi bir nehiy sâdır olmamış bulunan ve “mut’a nikâhı” diye bilinen geçici evlilikler yasaklandı.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle buyurmuştur:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hayber Gazvesi’nde kadınlarla mut’ayı ve ehlî eşek etlerinin yenmesini haram kıldı.” (Buhârî, Meğâzî 38, Nikâh 31, Zebâih 28, Hiyel 3; Müslim, Nikâh 29-32; Muvatta, Nikâh 41; Nesâî, Nikâh 71)
Mut’a, bir kadınla ücret karşılığında belli bir vakit için nikâhlanmaktır. Câhiliye devrinden kalan bir nikâh şeklidir. Mut’a nikâhı, önceden belirlenen müddetin dolması ile sona erer. Verâset, nafaka, iddet gibi normal nikâhla hâsıl olan haklar mut’ada yoktur. Bunun için Hayber’in fethinden itibâren pek çok hadîs-i şerîflerle haram kılınmıştır. Bu husustaki bir rivâyet de şöyledir:
“…Şimdi Allâh -celle celâlühû-, onu kıyâmet gününe kadar haram kılmıştır. Kimin yanında mut’a nikâhlı bir kadın varsa, artık ona yol versin! Onlara ücret olarak verdiklerinizden de herhangi bir şeyi geri almayın!” (Müslim, Nikâh, 21; İbn-i Mâce, Nikâh, 44; Darimî, Nikâh, 16; Ahmed, III, 406)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Tebük Seferi’nde iken Seniyyetü’l-Vedâ mevkiinde mola vermişlerdi. Orada ağlayan kadınlar gördüler ve onların niçin ağladıklarını sordular. Cevâben:
“–Bunlar üzerlerine mut’a yapılan kadınlardır!” dediler. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Mut’ayı İslâm’ın nikâh, talâk, iddet ve mîras ile ilgili hükümleri haram kılmıştır!” buyurdular. (İbn-i Belbân, VI, 178; Dârakutnî, III, 259)
Bu bakımdan, mut’a yoluyla nikâhlanan kadın, ne zevcedir ne de câriyedir. Mut’a, ehl-i sünnet âlimlerinin ittifâkıyla “zinâ” olarak kabûl edilmiştir.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anhümâ- anlatıyor:
“İslâm’ın evvelinde mut’a vardı. Kişi, tanımadığı bir beldeye gelince, yerli bir kadınla, orada kalacağını tahmin ettiği müddet miktârınca nikâh yapardı. Kadın böylece onun eşyâsını muhâfaza eder, gerekli işlerini görürdü. Bu hâl:
«Onlar nâmuslarını korurlar. Ancak hanımlarına ve câriyelerine karşı müstesnâ, bunlarla olan yakınlıklarından dolayı kınanmazlar.» (el-Mü’minûn, 5-6) âyeti nâzil oluncaya kadar devâm etti. (Bu âyet gelince mut’a haram ilân edildi.) Bu ikisi (hanım ve câriye) hâricindeki bütün münâsebetler haramdır.” (Tirmizî, Nikâh, 29/1122)
Mut’anın toplumdaki fecî netîceleri şunlardır:
a. Çocukların ziyân edilmesi. Bu çocuklar, babasız yetiştikleri için zinâ mahsûlü gibi terbiyeden mahrum yetişirler. Kız çocuklarında bu fâcia daha da vahim bir hâl alır.
b. Babanın münâsebet kurduğu kadının, mut’a veya normal nikâhla bilmeden babanın oğluyla âile kurma ihtimâli vardır. Hattâ bir babanın, kızıyla, kızının kızıyla, oğlunun kızıyla, kızkardeşinin kızıyla, yâni kendisine nikâhın ebediyyen harâm olduğu kimselerle bilmeden berâber olma ihtimâli vardır. Bu hâl, mahzurların en büyüklerinden biridir. Târihte bunun birçok acı misâlleri yaşanmıştır.
c. Birçok defâlar mut’a yapan kimsenin mîrâsının taksîm edilememesi. Çünkü bu kişinin vârislerinin ne sayısı, ne isimleri ne de yerleri bilinemez.
Mut’a nikâhının getireceği bu mahzurlar, gerçekten çok vahimdir. Nesli hebâ etmekten başka bir şey değildir. Mut’a yapılan kadının ise rûhî dünyâsında büyük bir çöküntü husûle gelir. Çünkü kirâlanmak, en haysiyet kırıcı bir hâdisedir. Bu bakımdan mut’a bir nâmus fitnesidir. Bir kimse, kızının veya anasının mut’a yapmasını bütün tiksindiriciliğine rağmen isteyebilir mi? İşte bu bile mut’anın fecâetini göstermeye kâfîdir.246
Hayber’den Dönerken
Hayber Fethi’nden sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne’ye iki günlük mesâfede bulunan Fedek arâzîsine bir mümessil gönderdiler. Orayı harpsiz bir şekilde İslâm topraklarına kattılar.
Son olarak, Hayber’den dönüş yolu üzerinde bulunan ve küçük bir yahûdî yerleşim merkezi olan Vâdi’l-Kurâ da, bir günlük bir kuşatma netîcesinde fethedildi. Onlar da Hayberliler gibi topraklarında yarıcı olarak bırakıldılar.
Teymâ yahûdîleri ise, kendileri gelerek cizye ve haraç vermek üzere, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile antlaşma yaptılar. Böylece, yurtlarında kalarak toprakları kendilerinin oldu. Bu yahûdî kabîleleri, daha önce Hayber yahûdîleri ile anlaşarak Medîne üzerine yürümek için karar almışlardı.247
Hayber ve çevresinin fethiyle, müslümanlar için Mekke Fethi’nin önü açılmış oldu. Zîrâ Benî Kaynukâ, Benî Nadîr, Benî Kurayza ve nihâyet Hayber yahûdîlerinin mağlûbiyeti, insanların gözünü korkutmuş, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muvaffak olacağı husûsunda artık kimsenin şüphesi kalmamıştı. Çünkü bunların hepsi de Hicaz yahûdîlerinin en zengin ve en güçlüleri olup cesâret ve yiğitlikleri dillere destandı. Geçilmez, aşılmaz kalelere ve verimli hurmalıklara sâhiptiler. Bütün Araplar onlara sığınsa bile onları koruyacak güçte idiler. Fakat, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından kuşatılıp O’na teslîm oldukları zaman, bu yiğitlik ve kahramanlıklarının nasıl tükenip gittiğini, nasıl ağır şartlar yüklendiklerini herkes görmüştü. Bu sebeple müslümanların lehine bir hava esiyordu.248
Ayrıca Hayber Fethi sırasında, Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kocası savaşta ölerek dul kalan Safiyye annemizle evlendiler.249 Safiyye, Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’ın Hayber’e gelişinden birkaç gün önce yahûdî ileri gelenlerinden biriyle evlenmişti. Zifaf gecesinde rüyâsında bir ayın Medîne tarafından gelip kucağına düştüğünü görmüş, bunu kocasına anlatınca, kocası öfkelenmiş:
“–Sen ancak Hicaz hükümdârı Muhammed’e varmak istiyorsun!” diyerek yüzüne bir tokat vurup gözünü morartmıştı. Kocası ölüp Hazret-i Safiye, Allâh Rasûlü ile evlendiğinde, gözünde o tokatın izi hâlâ duruyordu. Varlık Nûru Efendimiz:
“–Nedir bu?” diye sorunca Hazret-i Safiyye hâdiseyi anlattı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ona İslâm’ı anlatıp:
“–Biz seni kendi dîninde bulunuyorsun diye zorlayacak değiliz! Eğer sen Allâh’ı ve Rasûlü’nü tercih edersen, seni zevceliğe kabûl edeceğim. Eğer yahûdîliği tercih edecek olursan, seni âzâd ederim, kavmine gidersin.” buyurdu. Safiyye vâlidemiz İslâm’ı tercih etti ve “ümmehât-ı mü’minîn” (mü’minlerin anneleri) arasına dâhil oldu. (Vâkıdî, II, 674, 707; İbn-i Sa’d, VIII, 123; Ahmed, III, 138)
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yahûdîlerin ileri gelenlerinden Huyey’in kızı Safiyye ile evlenmesi, Hayber yahûdîleriyle yakınlığa, aradaki husûmeti azaltmaya ve dostâne münâsebetler geliştirmeye vesîle olmuştur. Safiyye vâlidemiz, dikkat çekecek ve şikâyetlere sebep olacak derecede yahûdîlere yakınlık göstermiş, âdeta onların hâne-i saâdetteki temsilcisi olmuştur.
Birgün Hazret-i Safiyye -radıyallâhu anhâ-’nın câriyesi, hilâfeti zamânında Hazret-i Ömer’e:
“–Ey mü’minlerin emîri! Safiyye cumartesi gününü seviyor ve yahûdîlerle alâkasını devâm ettiriyor.” diye şikâyette bulunmuştu.
Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir adam göndererek durumu tahkîk etti. Muhtereme vâlidemiz:
“–Cumartesi gününü soruyorsun. Allâh onun yerine bana Cumâ’yı ihsân ettiğinden beri o günü sevmiyorum. Yahûdîler hakkındaki soruna gelince, onlar arasında benim akrabâlarım var, sıla-ı rahim yapıyorum.” cevâbını verdi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347)
Safiyye vâlidemiz, daha sonra câriyesine dönerek bu iftirâyı niçin attığını sordu. O da:
“–Şeytana uydum.” diyerek suçunu îtirâf etti.
Safiyye vâlidemizin cevâbı ise, onun İslâm ahlâkını ne kadar güzel bir sûrette benimsediğini gösterecek şâhânelikteydi. Zîrâ kendisine haksız bir ithamda bulunan bu kölesine:
“–Git, seni âzâd ettim!” dedi. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, IV, 347)
Umretü’l-Kazâ (Zilkâde 7 / Mart 629)
Bir yıl önce ihrâma girildiği hâlde Mekke’li müşriklerin izin vermemesi sebebiyle yapılamayan umrenin yerine edâ edildiğinden, bu umreye “umretü’l-kazâ” denilmiştir.
Hudeybiye’de yapılan antlaşma çerçevesinde bir yıl sonra yapılacak umrenin zamânı gelmişti. Hicrî yedinci yılın Zilkâde ayı girince, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hudeybiye Seferi’ne katılanların tamâmının umreye hazırlanmalarını emretti. Halka da hazırlık yapmalarını bildirdi. Civardan gelip de o sırada Medîne’de bulunan Araplar:
“–Vallâhi yâ Rasûlallâh, bizim ne azığımız ne de bizi doyuracak bir kimsemiz var!” dediler.
Varlık Nûru Efendimiz, Medînelilere, ihtiyâcı olanlara Allâh için sadaka vermelerini ve onlara bakmalarını emretti. Onlardan yardım ellerini çektikleri takdirde helâk olacaklarını bildirdi. Medîneliler de:
“–Yâ Rasûlallâh! Biz sadaka olarak neyi verelim, hiçbir şey bulamıyoruz ki?” dediler.
Fahr-i Kâinât Efendimiz:
“–Neyiniz varsa! Velev ki yarım hurma bile olsa…” buyurdu. (Vâkıdî, II, 731-732)
Peygamber Efendimiz, iki bin ashâbı ile umre için Medîne’den hareket etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, miğfer, zırh ve mızrak gibi askerî malzemelerle yüz kadar da at aldı.
Ashâb-ı kirâm:
“–Yâ Rasûlallâh! Kureyş, yolcu silâhından başka silâh almamamızı şart koşmuştu!” dediler.
Âlemlerin Efendisi:
“–Biz Harem’e o silâhlarla girecek değiliz. Fakat onlar, yapılabilecek bir saldırıya karşı, yakınımızda olacak!” buyurdu ve iki yüz kişi ile birlikte silâhları, Mekke’ye üç mil yakınlıktaki Batn-ı Ye’cec’e gönderdi. (Vâkıdî, II, 733-734)
Yolculuk esnâsında Ebvâ’ya uğramışlardı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cenâb-ı Hak’tan izin isteyerek annesinin kabrini ziyâret etti. Ziyâret esnâsında kabrini eliyle düzeltti ve teessüründen ağladı. O’nun ağladığını gören müslümanlar da gözyaşlarını tutamadılar. Daha sonra niçin böyle yaptığını soranlara Sevgili Peygamberimiz:
“–Annemin bana olan şefkat ve merhametini hatırladım da onun için ağladım.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 116-117)
Hudeybiye Antlaşması mûcibince müşrikler, Mekke’yi boşaltarak üç gün için bütün şehri mü’minlere bıraktılar. Kendileri de dağlara çekilip müslümanlar ne yapacaklar diye merakla seyre koyuldular. Yedi yıl gibi uzun bir süreden sonra Kâbe’yi gören mü’min gönüller, heyecanla hep bir ağızdan:
diyerek telbiye getirmeye başladılar.
İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’ın bildirdiğine göre Hazret-i Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- Mekke’ye geldiğinde kendisini Muttaliboğulları’ndan küçük çocuklar karşıladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlardan birini (bineğinin) önüne bir diğerini de arkasına bindirdi.250
Rasûl-i Ekrem Efendimiz, Medîne hummâsının kendilerini zayıf düşürdüğü yolunda dedikodu eden müşriklere durumun böyle olmadığını göstermeleri için, müslümanlara, hızlı ve gösterişli yürümelerini emretti.251
“Bugün kendisini Kureyşlilere güçlü-kuvvetli gösteren kişiye Allâh rahmet etsin!..” buyurdu. (İbn-i Hişâm, III, 424-425)
O günün şartlarında Medîne’den Mekke’ye kadar dört yüz küsur kilometre mesâfe katederek Kâbe’yi ziyârete gelen müslümanlar, yorgun olmalarına rağmen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in îkâzıyla umrelerini gâyet vakarlı ve heybetli bir şekilde îfâ ettiler. Hattâ tavâfın ilk üç şavtında ve sa’y yaparken de bugünkü iki yeşil direk arasında çalımlı bir şekilde koştular.
Diğer taraftan müşrikler, tepelerden müslümanları gözetliyorlardı. Şâyet onlarda herhangi bir yorgunluk ve gevşeklik emâresi görselerdi, farklı şeyler düşünebilirlerdi. Ancak onlar, gördükleri canlılık ve hareketlilik karşısında hayret ve dehşete düşmekten kendilerini alamadılar:
“–Bunlar mı hummânın zayıflattığını söylediğiniz kimseler! Onlar bizden daha zinde ve daha canlılar!” dediler. (Müslim, Hac, 240)
Ayrıca o gün, Bilâl-i Habeşî’nin Kâbe’nin damına çıkıp okuduğu ezân-ı Muhammedî’nin muhrik nağmeleri, mü’min yürekleri coştururken, müşrikleri şaşkınlık içinde bıraktı.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbıyla birlikte tavâf ederken Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, tavafta şiir okumaya başladı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- ona:
“–Sen Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ve Allâh’ın Harem’inde bu şiiri söyleyip duracak mısın?” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hazret-i Ömer’e:
“–Ona mânî olma! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, onun sözleri Kureyş müşriklerine, ok yağdırmaktan daha tesirlidir. Ey İbn-i Revâha, devâm et!” buyurduktan sonra, Abdullâh’a:
“–Allâh’tan başka hiçbir ilâh ve mâbud yoktur. Bir olan O’dur. Vaadini gerçekleştiren O’dur. Bu kuluna yardım eden O’dur. Askerlerini güçlendiren O’dur. Toplanmış olan kabîleleri bozguna uğratan da yalnız O’dur, de!” buyurdu.
Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh- bunu söylemeye başlayınca, müslümanlar da onun dediklerini tekrar etmeye başladılar. (Vâkıdî, II, 736; İbn-i Sa’d, II, 122-123)
Üç gün sonra Medîne-i Münevvere’ye dönüldüğünde herkesin sîmâsında ayrı bir letâfet vardı. İlk Kâbe ziyâreti gerçekleşmiş, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir yıl önce görüp müjdesini verdiği rüyâ tahakkuk etmişti. Bu hakîkati Allâh Teâlâ, gerçekleşen Hayber Fethi’ne işâretle birlikte, yakında nasîb buyuracağı Mekke Fethi’ni de müjde sadedinde Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle bildirmiştir:
لَقَدْ صَدَقَ اللَّهُ رَسُولَهُ الرُّؤْيَا بِالْحَقِّ لَتَدْخُلُنَّ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ إِن شَاء اللَّهُ آمِنِينَ مُحَلِّقِينَ رُؤُوسَكُمْ وَمُقَصِّرِينَ لَا تَخَافُونَ فَعَلِمَ مَا لَمْ تَعْلَمُوا فَجَعَلَ مِن دُونِ ذَلِكَ فَتْحًا قَرِيبًا
(27)
هُوَ الَّذِي أَرْسَلَ رَسُولَهُ بِالْهُدَى وَدِينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
(28)
“And olsun ki Allâh, elçisinin rüyâsını doğru çıkardı. Allâh dilerse, siz emniyet içinde başlarınızı tıraş etmiş ve saçlarınızı kısaltmış olarak, korkmadan Mescid-i Harâm’a gireceksiniz. Allâh sizin bilmediğinizi bilir. İşte bundan önce size yakın bir fetih verildi. Bütün dinlerden üstün kılmak üzere, Peygamberi’ni hidâyet ve hak dîn ile gönderen O’dur. Şâhid olarak Allâh yeter!” (el-Fetih, 27-28)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâbıyla yaptığı kazâ umresi, Mekkeliler üzerinde büyük bir tesir bıraktı. Çok geçmeden Kureyş’in ileri gelenlerinden müstakbel Sûriye fâtihi Hâlid bin Velîd, Osmân bin Talha, müstakbel Mısır fâtihi Amr bin Âs gibi zâtlar îmân edenler kervanına dâhil oldular.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den çıkarken, Hazret-i Hamza’nın kızı Ümâme -radıyallâhu anhâ- peşine takıldı ve:
“–Amcacığım, amcacığım!” diye seslendi. Hazret-i Ali onu alıp elinden tuttu ve Fâtıma -radıyallâhu anhâ-’ya:
“–Amcanın kızını yanına al!” dedi. Medîne’ye gelince Ümâme’ye bakma husûsunda Hazret-i Ali, Zeyd ve Câfer -radıyallâhu anhüm ecmaîn- ihtilâfa düştüler. Hazret-i Ali:
“–O benim amcamın kızıdır!” diyordu.
Câfer -radıyallâhu anh-:
“–O hem amcamın kızı, hem de ben onun teyzesi ile evliyim!” diyordu.
Zeyd de:
“–O benim kardeşimin kızıdır!” diyordu. (Rasûl-i Ekrem Efendimiz onu Hamza -radıyallâhu anh- ile kardeş yapmıştı.)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ümâme’nin, teyzesinin yanında kalmasına hükmetti ve:
“–Teyze anne makâmındadır!” buyurdu. Ardından Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’a yönelerek:
“–Sen bendensin, ben de sendenim!”
Câfer -radıyallâhu anh-’a dönerek:
“–Yaratılışın ve huyun bana ne kadar da benziyor.”
Zeyd -radıyallâhu anh-’a dönerek de:
“–Sen bizim hem kardeşimiz, hem de mevlâmız (âzatlımız)sın!” buyurarak her birine ayrı ayrı iltifat etti. (Buhârî, Meğâzî 43, Umre 3; Müslim, Cihâd, 90)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- şöyle demektedir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Zeyd’e iltifât ettiğinde Zeyd o kadar sevindi ki, kalkıp tek ayak üstünde Peygamber Efendimiz’in etrâfında dönmeye başladı. Câfer’e iltifat ettiğinde o da Zeyd’in arkasından aynı şekilde yürüdü. Bana iltifat ettiğinde ben de Câfer’in ardı sıra sevincimden tek ayak üstünde sekmeye başladım.” (Ahmed, I, 108; Vâkıdî, II, 739)
HİCRETİN SEKİZİNCİ SENESİ Peygamber Efendimiz’in Kızı Hazret-i Zeyneb’in Vefâtı
Hazret-i Zeyneb -radıyallâhu anhâ- Mekke’den getirilirken deveden düşürüldüğü için hastalanmış ve bir daha iyileşememişti. Hicrî sekizinci senenin başında da vefât etti. Onu, Ümmü Eymen, Ensâr kadınlarından Ümmü Atiyye ve vâlidelerimizden Hazret-i Sevde ile Ümmü Seleme yıkadılar. Bu esnâda Âlemlerin Efendisi yanlarına varıp:
“–Onu yıkamaya, sağ tarafından ve abdest âzâlarından başlayınız! Su ve sidr252 ile tek sayıda; üç, beş veya yedi kere, gerekli görürseniz daha fazla yıkayınız! Sonuncusunda suya kâfur koyunuz! Yıkama işini bitirince bana bildiriniz!” buyurdu.
Hazret-i Zeyneb’in saçlarını taradılar, üçe ayırıp her birini bir bukle yaptılar. Buklelerden ikisi Hazret-i Zeyneb’in yan taraflarındaki, biri de ön tarafındaki saçlarındandı. Yıkamayı bitirdiklerinde Allâh Rasûlü, beline bağladığı peştamalını onlara verip:
“–Bunu Zeyneb’e iç gömleği yapınız!” buyurdu.253 (Buhârî, Cenâiz, 9, 13, 17; Müslim, Cenâiz, 36; İbn-i Sa’d, VIII, 34-36)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- cenâze namazını kıldıktan sonra mahzûn ve mükedder bir şekilde kabre indi. Biraz durduktan sonra sevinerek dışarı çıktı ve:
“–Zeyneb’in zayıflığını düşünerek, ona kabir sıkıntısını ve harâretini hafifletmesi için Allâh’a duâ ettim. Allâh Teâlâ da bu isteğimi kabul buyurup kabir azâbını ona hafifletti.” buyurdu. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, VII, 131)
Bir Avuç Sahâbînin Yazdığı Destan: MÛTE HARBİ
(Ceyşü’l-Ümerâ) (Cemâziyelevvel 8 / Ağustos-Eylül 629)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in İslâm’a dâvet için birer mektupla hükümdarlara ve vâlilere gönderdiği elçiler, gittikleri yerlerdeki krallar kendilerine hakâret de etse, netîcede “Elçiye zevâl olmaz.” kâidesince, sağ sâlim Medîne’ye dönüyorlardı. Ancak bunlardan Busrâ emîrine giden Hâris bin Umeyr’in durumu böyle olmadı. Hâris -radıyallâhu anh-, Mûte’ye vardığında Gassânî emirlerinden Şurahbil bin Amr, yolunu keserek nereye gittiğini sordu. Hâris -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elçisi olduğunu söyleyince, bedbaht zâlim Şurahbil, elçinin dokunulmazlığı kâidesini çiğneyerek o mübârek sahâbîyi hunharca şehîd etti.254
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hâris’in bu şekilde şehâdetine çok üzüldü. İslâm’a karşı açıktan açığa bir tecâvüz mâhiyetindeki bu hareket, müslümanları hiçe saymak mânâsına geldiğinden, derhâl üç bin kişilik bir ordu hazırlandı. Aksi takdirde Medîne İslâm Devleti’nin îtibârı zedelenir, kötü netîceler tahakkuk edebilirdi.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, câhiliye dönemindeki sınıf farklılığını yıkan İslâm’ın cihânşümûl irâdesine binâen, âzatlı kölesi Zeyd -radıyallâhu anh-’ı hazırlanan ordunun başına kumandan tâyîn etti. Sonra şu tâlimâtı verdi:
“Şâyet muhârebede Zeyd şehîd olursa, kumandayı Câfer alsın! Câfer de şehîd düşerse, Abdullâh bin Revâha orduya kumandanlık etsin! O da şehîd olursa, artık müslümanlar aralarından birini kumandan olarak belirlesinler!..”
Bu sözleri duyan bir yahûdî, tâlimâtı bir ölüm îlânı olarak değerlendirdi. Sonra da Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh-’ın yanına gelerek:
“–Vasiyetini yap! Şâyet Muhammed peygamberse, sen onun yanına dönemeyeceksin! Çünkü Benî İsrâîl peygamberlerinin de isimlerini verdikleri kişiler savaşta ölürler, sağ dönmezlerdi…” diyerek bu güzîde insanın yüreğine korku düşürmek istediyse de, Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- buna aldırmadı. Hattâ sevindi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 238)
O fitneci yahûdî bilmiyordu ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün ashâbı gibi Hazret-i Zeyd -radıyallâhu anh- da şehâdet aşkı ile yanıp tutuşmaktaydı.
Hazırlıklarını tamamlayan Abdullâh bin Revâha -radıyallâhu anh-, gül yüzüne hasret kalacağı Allâh Rasûlü’nün yanına gelip vedâlaştıktan sonra:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana ezberleyeceğim bir şey tavsiye buyurunuz.” dedi.
Peygamber Efendimiz ona:
“–Sen yarın Allâh’a secdenin pek az yapıldığı bir ülkeye varacaksın. Orada secdeleri ve namazları çoğalt.” buyurdu.
“–Yâ Rasûlallâh! Bana biraz daha nasihat et!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh’ı dâimâ zikret! Çünkü Allâh’ı zikir, umduğuna ermende sana yardımcı olur!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 758)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, orduyu Medîne’nin dışında bulunan “Seniyyetü’l-Vedâ” mevkiine kadar uğurlayıp duâlarla düşman üzerine gönderdi. Hâris’in öldürüldüğü yere kadar gitmelerini, orada bulunanları İslâm’a dâvet etmelerini, müslümanlığı kabûl etmedikleri takdirde, Allâh’tan yardım isteyerek onlarla çarpışmalarını emir buyurdu.255
İslâm ordusunun hareketini haber alan zâlim Şurahbil de Bizans’ın desteğiyle birlikte yüz bin kişilik bir kuvvet hazırladı. Hristiyan Araplardan yüz bin kişilik bir kuvvet de gelip onlara katıldı.256
Düşmanın bu derece kalabalık olduğu haberini İslâm ordusu, ancak Sûriye topraklarına girdikleri zaman öğrenebildi. Böyle bir durum beklemediklerinden, aralarında istişâre ettiler. Birçoğu, ahvâli Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirip O’ndan gelecek tâlimâta göre hareket etme taraftârı idi. Çünkü kuvvetler, kıyaslanamayacak derecede dengesizdi. Târihte böylesi görülmemişti. Bu sebeple neredeyse Allâh Rasûlü’ne durumu bildirme husûsunda anlaşacaklardı ki, Abdullâh bin Revâha:
“–Şu an çekindiğimiz şey, ele geçirmek için yola çıktığımız şey değil midir? Biz, düşmanla sayı çokluğu ve kuvvet üstünlüğü ile mi savaşıyoruz? Hayır! Biz Allâh’ın ihsân buyurduğu bu dînin kuvvetiyle harbediyoruz. Ne duruyoruz; bizi bekleyen iki güzel netîceden biridir: Ya şehîdlik, ya da gazîlikle birlikte zafer!”
Bunun üzerine harbe karar verildi ve yollarına hızla devâm ettiler.
Zeyd bin Erkam -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Ben, Abdullâh bin Revâha’nın terbiyesi altında bir yetimdim. Mûte seferine çıktığında beni de devesinin terkisine bindirmişti. Geceleyin biraz gidince şu (mânâdaki) beyitleri okuduğunu işittim:
«Ey devem! Beni ve yükümü, kumluktaki kuyuya vardıktan sonra dört konak daha götürsen, artık seni başka sefere çıkarmayacağım! Sen, sâhipsiz ve serbest kalacaksın! Ben, herhâlde âilemin yanına dönmeyeceğim! Ümîd ediyorum ki, şehîd olacağım! Müslümanlar geldiler, beni, ebediyyen burada kalmaya iştiyaklı olarak Şam topraklarında bıraktılar. Artık, ne hurması zâhir olmuş, yağmur suyu ile sulanan ağaçlar ne de suya kanmış, diplerinden sulanan hurma ağaçları umurumda değildir!»
Bu şiiri dinleyince ağladım. Abdullâh -radıyallâhu anh- bana kamçısıyla dokunarak:
«–Ey yaramaz! Allâh’ın bana şehîdlik nasîb etmesinin ve senin de hayvan üzerinde, eşyâlarının arasında geri dönmenin sana ne zararı var? Böylece şu dünyânın dert, tasa ve üzüntülerinden kurtulmuş olurum!» dedi.
Geceleyin inip iki rekât namaz kıldı. Namazdan sonra uzunca bir duâ etti ve:
«–Bu seferde inşâallâh bana şehîdlik nasîb olacak!» dedi.” (İbn-i Hişâm, III, 431-432; Vâkıdî, II, 759)
Mûte köyünde, bir avuç İslâm ordusu, Hazret-i Zeyd’in kumandasında gözünü kırpmadan düşman saflarına hücûm etti. Tevhîde gönül verenler, şimdi de Allâh yolunda canlarını veren kimseler vasfını kazanıyorlardı. Savaş iyice harâretlendiği bir sırada Allâh Rasûlü’nün göz bebeği ve Mekkeli ilk sekiz müslümandan biri olan kumandan Zeyd -radıyallâhu anh-, düşman mızrakları ile şehîd düştü.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emri mûcibince sancağı derhâl Câfer -radıyallâhu anh- aldı. O da kahramanca düşman arasına daldı. Yediği kılıç darbeleri ile iki kolunu kaybetti. Rasûlullâh’ın sancağını yere düşürmemek için kesik kolları ile onu göğsüne sarmaya çalıştı. Bir müddet sonra o da şehîd oldu. Hazret-i Câfer -radıyallâhu anh-, Allâh ve Rasûlü’nün muhabbeti ile mest olmuş bir hâlde idi. Nitekim bu yolda fedâ-yı cân etmeye muvaffak olup rızâ-yı ilâhîye kavuştu.
Sıra Abdullâh bin Revâha’ya gelmişti. O da aynı şevkle sancağı alarak düşman saflarında dalgalandırdı. Nefsini meşgûl etmesin diye yanındakilere vasiyet etti:
“–Şâhid olun ki, Medîne’deki bütün mallarımı beytülmâle bırakıyorum!”
Sonra şehîd oluncaya kadar kahramanca çarpıştı. Abdullâh bin Revâha’nın da şehîd olması üzerine, henüz yeni müslüman olmuş bulunan ve ilk defâ İslâm saflarında harbe katılan Hazret-i Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-, sancağı alarak mücâdeleyi devâm ettirdi. Bir avuç sahâbî ile çekirge sürüleri gibi kalabalık olan düşmana karşı büyük bir mukâvemet gösterdi.
Bu sırada Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, mescidin minberinde hâdisenin bütün safhalarını an-be-an ashâb-ı kirâma aktarıyordu. Muhârebe meydanı gözlerinin önünde idi. Orada ard arda gerçekleşen şehâdetleri, mağmûm ve mahzûn bir şekilde şöyle bildiriyordu:
“Zeyd bin Hârise sancağı eline aldı. Şeytan hemen onun yanına geldi. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz gösterdi. Zeyd ise:
«–Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştıracakları bir zamandır! Sen ise bana dünyâyı sevdirmek istiyorsun!» dedi ve ilerledi. Çarpışmaya girişti ve nihâyet şehîd oldu. Onun için Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz.”
Sonra da şöyle devâm etti:
“O şimdi cennete girdi, orada koşup duruyor! Sonra sancağı Câfer aldı. Şeytan hemen onun yanına vardı. Hayâtı ve dünyâyı ona sevimli, ölümü de çirkin ve sevimsiz göstermek istedi. Câfer ise:
«–Bu an, mü’minlerin kalblerinde îmânı sağlamlaştırma zamânıdır!» dedi ve ilerledi. Düşman ordusuna saldırdı, çarpıştı ve nihâyet o da şehîd oldu. Ben onun şehîd olduğuna şehâdet ederim.”257
Daha sonra:
“Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz. O şehîd olarak cennete girdi. Şimdi o cennette yâkuttan iki kanat ile dilediği gibi uçuyor.” buyurdu.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Câfer’den sonra sancağı Abdullâh bin Revâha aldı!” dedikten sonra bir müddet sustu. Ensâr’ın benizleri değişti, sarardı. Abdullâh bin Revâha’nın, Allâh ve Rasûlü’nün hoşuna gitmeyecek bir şey yaptığını düşünmeye başladılar. O sırada Hazret-i Abdullâh ise sancağı alıp atının üzerinde düşmana doğru ilerlerken, bir yandan da serkeş nefsini dize getirmek için uğraşıyordu.
“–Ey nefsim! Ben seni kendime boyun eğdireceğim diye yemin ettim. Sen buna ya kendiliğinden râzı olursun, ya da sana bunu zorla kabûl ettiririm! Görüyorum ki sen, cennetten pek hoşlanmıyorsun! Sen, beden kırbası içinde bir damla su durumunda olmaktan başka nesin ki? Ey nefsim! Sen şimdi öldürülmezsen ölmeyecek misin ki? Eğer o iki kişinin yaptığını yapar da şehîdliği tercih edersen, doğru bir iş yapmış olursun! Eğer gecikirsen bedbaht olursun!”
Bu esnâda parmağından yaralanan Abdullâh -radıyallâhu anh- atından indi, yaralı parmağını ayağının altına alarak:
“–Sen ancak kanayan bir parmak değil misin? Bu kazâya da Allâh yolunda uğramış bulunuyorsun!” mânâsına gelen şiiri okudu ve elini hızla çekip sarkmakta olan parmağını kopardı. Ardından da savaşmaya devâm etti. Bir taraftan düşmana karşı küçük cihâdda bulunurken diğer taraftan da nefsine karşı büyük cihâda devâm ediyordu:
“–Ey nefsim! Eğer endişen, hanımından mahrum kalmaktan ileri geliyorsa, işte onu üç talâkla tamâmen boşadım gitti. Eğer kölelerinden uzak kalmak ise onları da âzâd ettim. Yok eğer bahçe ve bostanından mahrum kalmaktan ise onları da Allâh ve Rasûlü’ne bırakarak infâk etmiş bulunuyorum.”
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- savaş sahnelerini nakletmeye devâm etti:
“Abdullâh bin Revâha cesâretini topladı, elinde sancak olduğu hâlde düşmanlarla çarpıştı ve şehîd oldu. Îtirazlı olarak cennete girdi. Onun için de Allâh’tan af ve mağfiret dileyiniz!”buyurdu.
Abdullâh -radıyallâhu anh-’ın cennete îtirazlı olarak girişi Ensâr’ın çok ağırına gitti:
“–Yâ Rasûlallâh! Onun îtirâzı ne idi?” diye sordular.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Kendisi yaralandığı zaman düşmanla çarpışmaktan çekindi. Sonra nefsini kınadı, cesâretini topladı ve şehîd oldu! Cennete girdi. Onlar bana cennette altın tahtlar üzerinde gösterildi. Abdullâh’ın tahtının arkadaşlarınınkinden daha aşağıda ve eğri olduğunu gördüm. Sebebini sorduğumda:
«–Abdullâh çarpışmaya giderken bâzı tereddütler geçirmiş, sonra da çarpışmaya gitmişti!» denildi.” buyurdu.
Hazret-i Abdullâh’ın şehîd olup cennete girişi Ensâr’ı sevindirip yüreklerini ferahlattı.
Bunları nakleden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in gönüllerinin mahzunluğu arttı, arttı ve mübârek gözlerinden inci tânesi gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ardından:
“Şimdi sancağı Allâh’ın kılıçlarından bir kılıç eline aldı. Netîcede Allâh mücâhidlere fetih müyesser kıldı.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 44; Ahmed, V, 299; III, 113; İbn-i Hişâm, III, 433-436; Vâkıdî, II, 762; İbn-i Sa’d, III, 46, 530; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 237)
Sonra yaşlı gözlerle dergâh-ı ilâhîye el açıp:
“Allâh’ım! Hâlid, Sen’in kılıçlarından bir kılıçtır. Sen ona nusret ihsân eyle!” diye duâ etti. (Ahmed, V, 299)
Hâlid bin Velîd’in Kumandanlık Dirâyeti
Hazret-i Hâlid bin Velîd, akşam olup ordular saflarına çekilinceye kadar harbi mükemmel bir şekilde idâre etti. Geceleyin de harp tertibâtını tamâmen değiştirdi. Sağ koldakileri sola, sol koldakileri sağa, arkadakileri öne, öndekileri arkaya aldı. Ertesi gün düşman, bu değişik harp taktiği karşısında şaşkınlığa uğradı. Karşılarında yeni sîmâlar görünce, müslümanlara takviye kuvvet geldiğini zannederek bir hayli tereddüt geçirdi. Allâh’ın kılıcı Hazret-i Hâlid -radıyallâhu anh- da bu tereddütü gâyet güzel değerlendirerek şiddetli bir taarruzda bulundu. Böyle bir hücûmu beklemeyen düşman, üzerlerine gelen îman seli karşısında dayanamadı. Bozulma emâreleri göstermeye başladı. Sonunda ihtiyâten geri çekilmek zorunda kaldı.
O gün elinde tam dokuz kılıç parçalanan Hazret-i Hâlid -radıyallâhu anh-,258 bu fırsatı da değerlendirerek kendisi de düşmana hissettirmeden orduyu geri çekti. Bu siyâsî manevra, onun askerî dehâsını perçinleyen ikinci bir hareket oldu. Böylece iki ordu yenişemeden savaşı bırakmış olarak geri çekilmişlerdi. Hazret-i Hâlid -radıyallâhu anh-, fazla bir zâyiat verdirmeden orduyu Medîne’ye getirdi. Yedi gün süren savaşta şehîd olanların sayısı on dörttü. Düşmandan öldürülenler ise pek çoktu. Müslüman ordusu, yanlarında az çok ganîmet de getirmişti. (Vâkıdî, II, 764, 768; İbn-i Sa’d, III, 407)
Peygamber Efendimiz müslümanlara:
“–Toplanınız ve kardeşlerinizi karşılayınız!” buyurunca, çok sıcak bir gün olmasına rağmen, bütün müslümanlar toplandı. Allâh Rasûlü de hayvanına binip mücâhidleri karşılamaya çıktı. Çocuklar arkalarından gelince Varlık Nûru Efendimiz:
“–Çocukları da binitlerinize alınız! Câfer’in oğlunu bana veriniz!” buyurdu. Abdullâh’ı alıp önüne bindirdi. (Ahmed, V, 299; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 244)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Hâlid’in bu başarısını takdir buyurdu. Medîne’ye dönen muhâripleri -meseleyi tam bilmedikleri için- “kaçaklar” diye tavsîf edenlere de bizzat Allâh Rasûlü:
“–Onlar Allâh yolunda savaştan kaçanlar değildir, tekrar tekrar hücûm edip çarpışacak olanlardır!” diye cevap verdiler. (İbn-i Hişâm, III, 438; Vâkıdî, II, 765)
Çünkü bu savaşta, sayıca çok az bir ordu ile büyük bir kuvvete tam bir gözdağı verilmişti. Allâh’ın bildirdiği şu yüce hakîkat yaşanmıştı:
كَم مِّن فِئَةٍ قَلِيلَةٍ غَلَبَتْ فِئَةً كَثِيرَةً بِإِذْنِ اللّهِ وَاللّهُ مَعَ الصَّابِرِينَ
“…Nice az sayıda bir birlik, Allâh’ın izniyle nice çok sayıdaki birliği yenmiştir.(Elbette ki) Allâh, sabredenlerle berâberdir.” (el-Bakara, 249)
Mûte Harbi, ehl-i kitâbdan olan hristiyanlarla yapılan ilk İslâm harbi oldu. Üç bin kişilik bir îman şerâresi, yüz bin veya iki yüz bin kişilik bir bâtıl gücü bertarâf etmeye muvaffak oldu.
a
Hazret-i Câfer’in zevcesi Esmâ bint-i Umeys der ki:
“Câfer ve arkadaşları şehîd oldukları zaman, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yanımıza geldi. O gün kırk deri tabaklamıştım. Ekmeklik hamurumu yoğurduktan sonra çocuklarımın yüzlerini yıkamış, başlarını tarayıp yağlamıştım. Allâh Rasûlü bana:
«–Ey Esmâ! Câfer’in çocukları nerede?» buyurdu. Onları bağrına bastı, öptü ve kokladı. Bu esnâda gözlerinden yaşlar akmaya başladı:
«–Yâ Rasûlallâh! Babam, anam Sana fedâ olsun! Niçin ağlıyorsun? Niçin yavrularıma, yetimlere yaptığın gibi muâmele ediyorsun? Yoksa Câfer ve arkadaşlarından acı bir haber mi geldi?» dedim.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Evet! Onlar bugün şehîd oldular!» buyurdu.
«–Vâh efendim! Vâh Câfer’im!» diyerek feryâd etmeye başladım.
Varlık Nûru kalkıp kızı Fâtıma’nın yanına gitti:
«–Câfer âilesi için yemek yapın! Onlar bugün başlarına gelen acıyla meşguller.» buyurdu.”
Câfer -radıyallâhu anh-’ın âilesine üç gün yemek götürüldü. Âlemlerin Fahr-i Ebedîsi, Câfer’in evine üç gün uğramadı, onları kendi hâllerine bıraktı. Sonra yanlarına varıp:
“–Kardeşime ağlamayınız artık! Bugünden sonra kardeşimin evlâtlarına bakmak bana âittir!”buyurdu.
Hazret-i Câfer’in oğlu Abdullâh -radıyallâhu anhümâ- der ki:
“Allâh Rasûlü, bizi kuş yavrusu gibi evine getirtti ve:
«–Bana bir berber çağırın!» buyurdu. Berber gelip başımızı tıraş etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ellerini kaldırdı ve:
«Allâh’ım! Câfer’in ev halkına hayırla halef ol! Abdullâh’ın elini, alışverişte bereketli kıl!»diyerek duâ etti ve bunu üç kere tekrarladı.
Annemiz gelince bunu ona anlattım, çok sevindi. Rasûl-i Ekrem Efendimiz kendisine:
«–Sen bu çocukların geçim ve bakımları hakkında hiç endişelenme! Dünyâda ve âhirette onların velîsi benim!» buyurdu.” (Ahmed, I, 204-205; Ebû Dâvûd, Tereccül, 13/4192; İbn-i Hişâm, III, 436; Vâkıdî, II, 766; İbn-i Sa’d, IV, 37)
Abdullâh bin Câfer -radıyallâhu anh-, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendileriyle yakından alâkadar olduğunu gösteren şu güzel hâtırayı nakletmektedir:
“İyi hatırlıyorum; ben ve Hazret-i Abbâs’ın iki oğlu Kusem ile Ubeydullâh çocukken, birgün sokakta oynuyorduk. Allâh Rasûlü bir binekle yanımıza çıkageldi. Beni göstererek:
«–Şunu bana kaldırın!» dedi ve beni bineğinin ön tarafına oturttu. Kusem’i de göstererek:
«–Şunu da kaldırın!» dedi. Onu da terkisine aldı.
Allâh Rasûlü’nün amcası Abbâs -radıyallâhu anh-, oğulları içinde Kusem’den çok Ubeydullâh’ı severdi. Buna rağmen Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- amcasından çekinmedi ve terkisine Kusem’i bindirdi. Sonra üç defâ başımı okşadı ve her okşayışında:
«Allâh’ım! Câfer’in evlâtlarına Sen sâhip çık!» diye duâ buyurdu.”259 (Ahmed, I, 205; Hâkim, III, 655/6411)
Hak Geldi Bâtıl Yıkıldı:MEKKE’NİN FETHİ
Medîneli müslümanlarla Mekkeli müşrikler arasında yapılan Hudeybiye Muâhedesi’ne göre sulhun müddeti on yıl idi. Ancak müşrikler, her geçen gün İslâm’ın bütün Arabistan’a yayılmasından rahatsız oluyorlardı. Bunun içindir ki, yavaş yavaş sulh maddelerini ihlâl etmeye başladılar. Zaman geçtikçe de sulh maddelerine karşı saygısızlık ve cür’etlerini iyice artırdılar. Hudeybiye Antlaşması’nın üzerinden 17-18 ay kadar bir zaman geçmişti ki, kendilerine bağlı bulunan Benî Bekir kabîlesini kışkırtarak, müslüman olan Huzâalıların üzerine saldırttılar. Kendi içlerinden bâzıları da bu âdî cinâyete iştirâk ettiler.260
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bağlı olan Huzâa kabîlesi, baskına uğradıklarında namazda idiler. Hunharca bir katliâmla kimi secdede, kimi rükûda, kimi kıyâmda iken şehîd edildiler. Hattâ Harem’e sığındıkları hâlde, Kureyş ve Benî Bekirliler oranın haramlığını ihlâl ederek katliâma devâm ettiler. Durum, derhâl Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bildirildi.261
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, kendisine bu acı haberi getiren Amr bin Sâlim -radıyallâhu anh-’ı dinlerken mübârek gözlerinden süzülen inci tâneleri gibi gözyaşları, gül yanaklarını ıslatıyordu. Peygamberler Sultânı Efendimiz son derece mahzûn olmuştu. Gönlü yaralı sahâbîsi Amr bin Sâlim’e tesellî sadedinde:
“–Sen yardım olundun ey Amr!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 12; Vâkıdî, II, 784-785)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her şeye rağmen müşriklerle aralarında yapılmış olan muâhedeyi hesâba katarak Huzâalılara yapılan baskın sebebiyle Mekkelilere önce bir elçi gönderdi. Çünkü onlar Hudeybiye Muâhedesi’ni çok ağır bir şekilde ihlâl etmişlerdi. Buna göre, ya öldürülen Huzâalıların diyetlerini vermeli, ya Benî Bekir kabîlesini himâyeden vazgeçmeli, ya da bu iki teklîfi de kabûl etmedikleri takdirde Hudeybiye Muâhedesi’ni geçersiz saymalı idiler.
Gözlerini kan ve kin bürümüş olan cânî müşrikler, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in teblîğ ettiği bu üç tekliften son maddeyi, yâni muâhedeyi resmen bozmayı kabûl ettiler.262 Oysa bu, müslümanları Mekke Fethi’ne dâvet demekti.
Sonradan müşriklerin akılları başlarına geldi ise de, iş işten geçmiş, muâhede iki taraflı olarak feshedilmişti. Durumu düzeltmek için Kureyş’in reisi Ebû Süfyân, çâresiz ve bin pişman olarak Medîne yollarına düştü. Onun sulhu yenilemek maksadıyla Mekke’den çıktığını, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vahy-i ilâhî ile o anda ashâbına bildirdi.263 Zâten vâkî olan baskın cinâyetiyle mâtem ve hüzün havasının iyice gerginleştirdiği Medîne’de, hiç kimse Ebû Süfyân’a yüz vermedi. Öyle ki, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zevcelerinden Ümmü Habîbe, Ebû Süfyân’ın kızı olduğu hâlde, evine kadar gelen babasının oturmak istediği minderi dahî altından çekip aldı. Ebû Süfyân şaşırdı. Hayretle:
“–Kızım, minderi mi bana, beni mi mindere lâyık görmedin?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sevgisinde fânî olan Ümmü Habîbe vâlidemiz, şöyle cevap verdi:
“–Bu minder, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âittir. Bunun için sen necis bir müşrik olarak ona oturmaya aslâ lâyık değilsin!”
Ebû Süfyân işittiği bu cevap karşısında donup kaldı:
“–Kızım, sen bizden ayrılalı bir acâip olmuşsun!” dedi.
Fakat Ümmü Habîbe:
“–Hayır, Allâh beni İslâm ile şereflendirdi.” diyerek îmânın her şeyin üzerinde olan ulvî değerini hatırlattı. (İbn-i Hişâm, IV, 12-13)
Başta Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- olmak üzere bütün ashâbın takındığı bu tavır karşısında çâresiz bir şekilde Mekke’ye dönmek zorunda kalan Ebû Süfyân, etrâfını çeviren Mekkelilere sulhun mümkün olmadığını aktarırken şaşkınlığını gizleyemiyor:
“–Ben, kalbleri tek bir kalb üzere olan bir kavmin yanından geliyorum. Vallâhi, onlardan fayda umduğum küçük-büyük, kadın-erkek herkesle konuştum, ancak bir netîce alamadım!” diyordu. (Abdürrezzâk, V, 375)
Bu arada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sefer hazırlığı için emir buyurdular. Yakın kabîleleri Medîne’ye çağırırken, uzaktakileri ise yerlerinde bekleyip orduya yolda iştirâk etmelerini irâde buyurdular. Son derece gizli bir şekilde hareket ediliyordu. Düşmanın, Medîne’deki bu hummâlı faâliyetten şüphelenmemesi için de, Sûriye taraflarına bir müfreze gönderen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her tarafı sıkı bir kontrol altına almıştı. Cenâb-ı Hakk’ın yardımıyla büyük fethi kansız bir şekilde netîcelendirmek arzusunda ısrarlı idiler. Bunun için birçok stratejik tedbirler almışlardı:
Öncelikle, ashâbına sefer için hazırlanmalarını emrettiği hâlde, nereye gidileceğini gizli tutarak niyetini açıklamadı.264 Hattâ en yakın dostu ve sırdaşı Ebû Bekir -radıyallâhu anh- bile Mekke’ye gidileceğini anlamamış, kızı ve Rasûlullâh’ın zevcesi Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’ya seferin nereye olacağını sormuştu. O da:
“–Bilmiyorum. Belki Benî Süleymlere belki Sakîflere belki de Hevâzinlere gitmek istiyor olabilir!” demişti. (İbn-i Hişâm, IV, 14)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yine Mekkelilerin herhangi bir savaş hazırlığı yapmamaları ve sulh yoluyla fethin gerçekleşebilmesi için yolları tutturmuş, Mekke’ye hiçbir haber ve câsusun gitmesine imkân vermemiş ve şöyle duâ etmiştir:
“Allâh’ım! Yurtlarına ansızın varıncaya kadar, Kureyşlilerin câsus ve habercilerini tut, onları görmez ve işitmez kıl. Kureyşlilerin gözlerini bağla ki, beni birdenbire karşılarında bulsunlar.”(İbn-i Hişâm, IV, 14)
Peygamber Efendimiz Medîne’den hareket ettiğinde de, yine Kureyşlileri şaşırtmak için aksi istikâmetteki müttefik kabîlelere uğramış, dâire biçiminde bir yol tâkip ederek hedefinin ne olduğuna dâir belirsizliği iyice artırmıştır. Mekke yakınlarına varınca her askerin ayrı bir ateş yakarak psikolojik tesir ile sayının çok zannedilmesini temin etmesi de bu maksatladır.265
Yine aynı maksatla, mîkat yeri olan Zülhuleyfe’de ihrâma girmeyerek seferin yönü husûsundaki gizliliği devâm ettirmiştir.266
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- güç ve kuvveti elde ettikten sonra, bu gücü insanları öldürüp ülkelerini fethetmek için değil, onların gönüllerini Allâh’a açmak, gerçek saâdete, yâni hidâyete kavuşmalarını sağlamak için kullanmıştır. Zîrâ O, âlemlere rahmet ve hidâyet olarak gönderilen bir “Rahmet Peygamberi” idi.
Allâh Teâlâ müslümanların savaş ve barış husûsundaki bu anlayışlarını, âyet-i kerîmede şöyle ifâde buyurmaktadır:
الَّذِينَ إِن مَّكَّنَّاهُمْ فِي الْأَرْضِ أَقَامُوا الصَّلَاةَ وَآتَوُا الزَّكَاةَ وَأَمَرُوا بِالْمَعْرُوفِ وَنَهَوْا عَنِ الْمُنكَرِ وَلِلَّهِ عَاقِبَةُ الْأُمُورِ
“Mü’minlere yeryüzünde bir iktidar verdiğimizde, onlar namazı dosdoğru kılarlar, zekâtlarını verirler, iyiliği emrederler ve kötülüğü yasaklarlar. Bütün işlerin âkıbeti de yalnız Allâh’a âittir.” (el-Hac, 41)
Bütün ashâb-ı kirâm hazarâtı, bu gizliliğe riâyet ederken, Bedir gâzîlerinden Hâtıb bin Ebî Beltaa, Mekke’ye durumu bildiren bir mektup yazmış ve bir kadınla da göndermişti. Bundan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vahiyle haberi oldu ve kadının yerini söyleyerek Hazret-i Ali, Zübeyr ve Mikdâd -radıyallâhu anhüm ecmaîn-’i, o kadını yakalayıp getirmekle vazîfelendirdi. Kadın, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in işâret buyurduğu yerde yakalandı. Üzerindeki mektup alınıp Rasûlullâh’a getirildi. Mektupta şunlar yazılıydı:
“Ey Kureyş! Allâh’ın Rasûlü, sizin üzerinize öyle muazzam bir kuvvetle geliyor ki, gece karanlığı gibi korkunç olan bu ordu sel gibi akacaktır. Allâh’a yemin ederim ki, Rasûlullâh üzerinize tek başına da gelse Allâh, O’nu size gâlip kılacak, vaadini yerine getirecektir. Şimdiden başınızın çâresine bakın!” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 278)
Aslında bu ifâdeler, ne gerçeğe aykırıydı ne de ihânetle doluydu. Fakat gizli kalması îcâb eden bir hakîkat düşmana ifşâ ediliyordu. Bu yüzden Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu işi yapan Hâtıb’ı derhâl yanına çağırtıp sordu:
“–Ey Hâtıb! Bunu niye yaptın?”
Bedir gâzîlerinden olan Hâtıb, büyük bir nedâmet içinde:
“–Yâ Rasûlallâh! Yanınızda bulunan Muhâcirlerin Mekke’de âile ve mallarını koruyacak kimseleri var. Benim ise kimsem yok. Ben de bu mektupla onlar arasında minnettarlık kazanarak, âilemi, çoluk-çocuğumu korumak istedim. Yoksa vallâhi ben onların câsusu değilim. Ben bu işi dînimden dönmek gibi bir fenâlıkla da işlemedim. Müslüman olduktan sonra ben, aslâ küfre râzı olmam. Vallâhi benim Allâh ve Rasûlü’ne olan îmânım sonsuzdur. Aslâ dînimi değiştirmiş değilim…” dedi.
Bunun üzerine merhamet ummânı olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hâtıb kendisini doğru müdâfaa etti.” buyurdu ve onu affetti.
Hâtıb’ın boynunu vurmak isteyen Hazret-i Ömer’e de Cenâb-ı Hakk’ın, Bedir Harbi’ne katılanların yaptığı hatâları af buyurduğunu hatırlatarak şu mukâbelede bulundu:
“–Ama o Bedir Seferi’ne katıldı. Ne biliyorsun, belki de Allâh Teâlâ Hazretleri Bedir ehlinin hâline muttalî oldu da: «Dilediğinizi yapın, sizleri mağfiret ettim!» buyurdu.” (Buhârî, Meğâzî, 9; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 161)
Bununla birlikte Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o sırada nâzil olan şu âyet-i kerîmeler muvâcehesinde, Allâh’ın düşmanlarıyla dostluk yapılmaması gerektiği husûsunu, başta Hâtıb olmak üzere, bütün ashâb-ı kirâma teblîğ buyurdular:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا عَدُوِّي وَعَدُوَّكُمْ أَوْلِيَاء تُلْقُونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَقَدْ كَفَرُوا بِمَا جَاءكُم مِّنَ الْحَقِّ يُخْرِجُونَ الرَّسُولَ وَإِيَّاكُمْ أَن تُؤْمِنُوا بِاللَّهِ رَبِّكُمْ إِن كُنتُمْ خَرَجْتُمْ جِهَادًا فِي سَبِيلِي وَابْتِغَاء مَرْضَاتِي تُسِرُّونَ إِلَيْهِم بِالْمَوَدَّةِ وَأَنَا أَعْلَمُ بِمَا أَخْفَيْتُمْ وَمَا أَعْلَنتُمْ وَمَن يَفْعَلْهُ مِنكُمْ فَقَدْ ضَلَّ سَوَاء السَّبِيلِ
“Ey îmân edenler! Eğer Ben’im yolumda savaşmak ve rızâmı kazanmak için çıkmışsanız, Ben’im de düşmanım, sizin de düşmanınız olanlara sevgi göstererek, gizlice muhabbet besleyerek onları dost edinmeyin! Oysa onlar, size gelen gerçeği inkâr etmişlerdir. (Onlar) Rabbiniz Allâh’a inandığınızdan dolayı Peygamber’i de sizi de yurdunuzdan çıkardılar. Ben, sizin saklı tuttuğunuzu da açığa vurduğunuzu da en iyi bilenim. Sizden kim bunu yaparsa (onları dost edinirse), doğru yoldan sapmış olur.
إِن يَثْقَفُوكُمْ يَكُونُوا لَكُمْ أَعْدَاء وَيَبْسُطُوا إِلَيْكُمْ أَيْدِيَهُمْ وَأَلْسِنَتَهُم بِالسُّوءِ وَوَدُّوا لَوْ تَكْفُرُونَ
(2)
لَن تَنفَعَكُمْ أَرْحَامُكُمْ وَلَا أَوْلَادُكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ يَفْصِلُ بَيْنَكُمْ وَاللَّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
(3)
(Biliniz ki) şâyet onlar sizi ele geçirirlerse, size düşman kesilecekler, size ellerini ve dillerini kötülükle uzatacaklardır. Zâten (onlar, hiç şüphesiz sizin îmandan vazgeçip de)inkâr etmenizi istemektedirler. (Yine biliniz ki) kıyâmet günü yakınlarınız ve çocuklarınız size fayda vermez. Çünkü Allâh, aranızı ayırır. Allâh yaptıklarınızı görendir.” (el-Mümtehine, 1-3)267
Bu âyet-i kerîmelerle, müslümanların çoluk-çocuk, mal-mülk gibi sebeplerle kâfirlerle dostluk kurmaları yasaklanmıştır. Nitekim Hazret-i Nûh -aleyhisselâm-’ın oğlu Kenan, îmân etmeyenler arasında bulunduğu için helâk olmuştur. Aynı şekilde Lût -aleyhisselâm-’ın karısı da fâsıklarla ihtilât ettiği için fâsıklaşmış ve kahr-ı ilâhîye dûçâr olmuştur. Dolayısıyla onların, bir peygamberle olan cismânî yakınlıkları, hiçbir kıymet ifâde etmemiştir.
a
Hicretin sekizinci yılında Ramazan Ayı’nın onuncu günü Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, on bin kişilik muazzam îmân ordusuyla Medîne’den ayrıldılar. Cihâd üzere olduklarından yolda iftar ettiler. Ashâba da böyle emir buyurdular.268
Cuhfe denilen mevkîye vardıklarında Hazret-i Abbâs ile karşılaşıldı. Daha evvel müslüman olmuş bulunan Abbâs -radıyallâhu anh-, bunu gizleyerek Mekke’de kalmış, oradan Kureyş’in durumunu her zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e rapor etmişti. Mekke-i Mükerreme’de kalmasının bir sebebi de, uhdesinde bulunan hacılara su dağıtma vazîfesini îfâ etmesiydi. Nihâyet vaktin geldiğini düşünerek, o da hicret etmek için ehl ü ıyâli ile birlikte yola çıkmıştı.269 Buna çok sevinen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben peygamberlerin sonuncusu olduğum gibi, sen de Muhâcirlerin sonuncusu oldun!..”buyurdular. (Ali el-Müttakî, XI, 699/33387)
Mekke Fethi’ne doğru yapılan bu muhteşem yolculuk esnâsında bütün bir beşeriyete ibret olacak muazzam bir tablo sergilendi. Bu, Hâlık’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının bir eseriydi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ordusu sel gibi akıyordu. Arabistan’ın dört bir tarafından yeni müslüman olmuş kabîleler kâfile kâfile İslâm ordusuna iltihâk ediyorlardı. Deyim yerindeyse bir mahşer ortamı yaşanıyordu. Âlemlerin Efendisi bu muhteşem ordusuyla Arc mevkiinden hareket edip Talub’a doğru yol alırken, yolda yavrularının üzerine gerilmiş ve onları emzirmekte olan bir kelp gördü. Hemen ashâbından Cuayl bin Sürâka’yı yanına çağırarak onu bu kelp ve yavrularının başına nöbetçi dikti. Anne kelbin ve yavrularının, fetih coşkusu içinde geçen İslâm ordusu tarafından ürkütülmemesi husûsunda tembihte bulundu.270
Bu ne müthiş bir manzaradır! Acabâ beşer târihi böyle bir merhamet tablosuna daha önce hiç şâhid olmuş mudur?271
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’nin Fethi gibi târihî açıdan mühim bir dönüm noktası olan büyük bir hâdise esnâsında dahî belki teferruat sayılabilecek en ince bir mesele ile meşgûl olmuş, kendisini bir anne kelb ve yavrularından mes’ûl hissetmiştir. Dolayısıyla bu hâdiseden alacağımız diğer bir ders de, idârî mevkîlere sâhip kimselerin de, en ince teferruâtına kadar her şeyden mes’ûl olduklarının idrâki içinde bulunmaları ve muhtemel hâdiselere karşı dâimâ teyakkuz hâlinde olmalarıdır.272
a
O sırada Mekkeliler, olan bitenden habersizdi. İslâm ordusunun, beldelerine bir konaklık mesâfedeki Merru’z-Zahrân Vâdisi’ne yerleştiğini öğrenip Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in emriyle her birliğin ayrı ayrı ateş yakmasıyla oluşan ihtişamlı manzarayı gördüklerinde dehşete kapıldılar. Akılları başlarından gitti.
Ebû Süfyân, yandaşları olan Hakîm bin Hizâm ve Büdeyl’i yanına alarak merakla etrâfı kolaçan etmek için Mekke’den çıkmıştı. İslâm askerlerinin yakmış olduğu binlerce ateşi görünce şaşırdılar. Onların hangi kavim ve kabîleye âit olduğunu tahmin etmeye çalıştılar. Fakat oraya konaklayanların Peygamber Efendimiz ve ashâbı olabileceği ihtimâli hiç akıllarına gelmedi. Mekke, çepeçevre kıskaca alınmış olduğundan, Ebû Süfyân ve yanındakiler çok geçmeden yakalanıp Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirildiler.273
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Ebû Süfyân’ın öldürülmesi için Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrâfında dolaşırken, amcası Abbâs -radıyallâhu anh- da onun affedilmesini taleb ediyordu. Eşsiz siyâsî dehâsı ile muhteşem bir harp taktiği uygulayan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, amcasına hitâb ederek:
“–Ebû Süfyân’ı al, ordunun geçit yerine götür! İslâm ordusunun ihtişâmını seyrettir!” buyurdu.
Bu, Kureyş’in reisi olan Ebû Süfyân’ı, müşriklerin müslümanlara karşı boş yere çaba göstermesini engelleyecek bir hâlet-i rûhiyeye hazırlamak demekti. Böylece müşrikler, mukâvemet göstermeyince, kan dökülmesi de önlenmiş olacaktı.
Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh-, Ebû Süfyân’ı alarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in işâret buyurduğu geçide götürdü. O sırada İslâm ordusu hareket etmiş, birlikler hâlinde ilerliyordu. Her kâfilenin îmanlı yüreklerinden taşan rônÑrcnCG oˆnG sadâları Arş’a kadar yükseliyordu.
Ebû Süfyân’ın bu manzara karşısında gözleri kamaştı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in birliği geçerken de dehşet ve hayretini gizleyemeyerek:
“–Ey Abbâs! Kardeşinin oğlu, saltanatını ne kadar da büyütmüş!..” dedi.
Abbâs -radıyallâhu anh- müdâhale etti:
“–Hayır, bu saltanat değil, nübüvvettir…” dedi.
Ebû Süfyân da:
“–Evet, evet!” diyerek doğruladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Heysemî, VI, 164; İbn-i Sa’d, II, 135; İbn-i Esîr, el-Kâmil, II, 242)
Sonra oradan ayrılarak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına geldiler. Âlemlerin Efendisi sordular:
“–Ey Ebû Süfyân! Hâlâ oˆG s’pG n¬d%pG n’ diyeceğin vakit gelmedi mi?”
Ebû Süfyân, biraz düşündükten sonra kelime-i tevhîdi söyledi. Ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tasdîk cümlesini telaffuz etmemişti. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tekrar sordular:
“–Benim Allâh’ın Rasûlü olduğumu söyleyeceğin vakit gelmedi mi?”274
Ebû Süfyân, bu suâle cevap vermek için biraz mühlet istediyse de, Hazret-i Abbâs’ın îkâzıyla kelime-i şehâdeti bütünüyle telaffuz etti. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu taltîf ve kalbini İslâm’a ısındırma sadedinde Mekke halkının emniyette olacağı yerleri sayarken, Ebû Süfyân’ın evini de zikrederek şöyle buyurdular:
“Kim ki Mescid-i Harâm’a girerse emniyettedir. Kim ki evinden dışarı çıkmazsa emniyettedir. Kim ki Ebû Süfyân’ın evine sığınırsa o da emniyettedir!” (Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3021-3022; Heysemî, VI, 164-166; İbn-i Hişâm, IV, 22)
Serbest bırakılan Ebû Süfyân Mekke’ye dönerken Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ashâbına son hitâbını îrâd buyuruyordu:
“Size karşı herhangi bir saldırı vâkî olmadıkça, hiç kimseye kılıç çekmeyiniz!” (İbn-i Hişâm, IV, 28)
Bundan sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dört kola ayırdığı İslâm ordusuna hareket emrini verdi. Böylece Mekke, dört bir taraftan yankılanan tekbîr sesleriyle doldu.
Sekiz yıl evvel iki deve ve üç kişi ile Mekke’den mahzun bir şekilde ayrılan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bugün Allâh’ın lutfu ile on bin kişilik muazzam ve muhteşem bir kuvvetle mübârek beldeye giriyordu. O gün yurdundan çıkarılmış mazlum bir ferd, bugün yurdunu fetheden muzaffer bir fâtihti. Fakat O, bununla aslâ gurûra kapılmayarak devesinin boynu üzerinde secde eder bir vaziyette, yâni bu nîmeti lutfeden Allâh’a şükür hâlinde Mekke’ye giriyordu. Başını Allâh Teâlâ’ya karşı tevâzû ile o derece eğmişti ki, sakalının uçları neredeyse devenin semerine değmekteydi. O esnâda devamlı olarak:
«Ey Allâh’ım! Hayat, ancak âhiret hayâtıdır!» diyordu.275 (Vâkıdî, II, 824; Buhârî, Rikâk, 1)
Nebevî ahlâk ile ahlâklanmış olan ashâb-ı kirâmın hâli de Allâh Rasûlü’nün hâlinden pek farklı değildi.
İslâm ordusu hemen hemen hiçbir mukâvemetle karşılaşmadı. Bu hususta Ebû Süfyân’a tatbîk edilen taktik bereketiyle, onun, Mekkelilerin müslümanlara karşı koymamaları için gayret etmesi hayli netîce vermiş, kimse muazzam İslâm ordusuna karşı çıkmaya cesâret edememişti. Yalnız Hâlid bin Velîd’in Mekke’ye girdiği yerde ufak bir çatışma olmuş, o da çabuk yatıştırılmıştı.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Fetih Sûresi’ni okuyarak ashâb-ı kirâmla birlikte Kâbe-i Muazzama’ya yöneldi. Devesinden inmeden Kâbe’yi tavâf ettikten sonra:
جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ
“…Hak geldi, bâtıl yok oldu!..” (el-İsrâ, 81) âyet-i kerîmesini tilâvet buyurarak elindeki değnekle Kâbe’deki putları bizzat devirmeye başladı. (Buhârî, Meğâzî, 48; Müslim, Cihâd, 87; Vâkıdî, II, 831-832)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ta tasvirler görünce, içeri girmedi. Önce onların imhâ edilmesini emretti. Sahâbîler derhâl emri yerine getirdiler.
İçeride Hazret-i İbrâhîm ve Hazret-i İsmâîl -aleyhimesselâm-’ın ellerinde fal okları bulunur vaziyetteki sûretlerini gördüğünde Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm- şöyle buyurdu:
“Allâh, bu sûretleri yapan müşriklerin canını alsın. Vallâhi bu peygamberler asla oklarla kısmet aramadılar. (Bilâkis bundan nehyettiler.)” (Buhârî, Enbiyâ 8, Hacc 54, Meğâzî 48)
Büyük Hak dostu Mevlânâ -kuddise sirruh-, bir ömür boyu akla hayâle gelmedik çileleri göğüsleyerek putları kıran Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ne kadar minnettâr olmamız gerektiğini şöyle ifâde buyurur:
“Ey bugün müslüman bulunan kimse! Eğer Hazret-i Ahmed -aleyhissalâtü vesselâm-’ın sa’y ü gayreti ve putları kırdırmak husûsundaki himmeti olmasaydı, sen de ecdâdın gibi putlara tapardın.”
Müslümanlar, Mekke’yi fethettikleri gün, sabaha kadar tekbîr ve tehlîl getirdiler, devamlı olarak Kâbe’yi tavâf ettiler. Bunu gören Ebû Süfyân, zevcesi Hind’e:
“–Sen bunun Allâh’tan olduğu kanaatinde misin?” diye sordu.
Hind:
“–Evet! Bu, Allâh tarafından olan bir iştir!” dedi.
Ertesi gün Ebû Süfyân, erkenden Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gitti. Allâh Rasûlü ona akşam hanımıyla arasında cereyân eden konuşmayı nakletti.
Ebû Süfyân:
“–Şehâdet ederim ki, Sen Allâh’ın Rasûlü’sün! Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, bu sözümü Allâh ile Hind’den başkası işitmemiştir!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)
Fetihten sonra Mekkeliler çocuklarını Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e götürüyor, O da onların başlarını sıvazlıyor ve kendilerine duâ ediyordu. (Ahmed, IV, 32)
Af Bayramı
Bu sırada Kureyşliler, Mescid-i Harâm’a dolmuş, haklarında verilecek hükmü bekliyorlardı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sâdece oradakilere değil, bütün insanlığa şâmil olan şu cihanşümûl hutbesini îrâd buyurdu:
“Allâh’tan başka ilâh yoktur. Yalnız O vardır. O’nun hiçbir nazîri ve şerîki yoktur. Allâh, vaadini yerine getirmiş, kuluna yardım etmiş ve bütün düşmanlarımızı dağıtmıştır. Kâbe hizmeti ve hacılara su dağıtma işi dışında bütün eski gelenek ve görenekler, mal ve kan dâvâları, bugün şu iki ayağımın altındadır.
Ey Kureyşliler!
Allâh, sizden câhiliyet gurûrunu, babalarla, soylarla (övünüp) kibirlenmeyi giderdi. Bütün insanlar Âdem’den, Âdem de topraktan yaratılmıştır.
(Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, bu ifâdelerin ardından şu âyet-i kerîmeyi okudu:)
يَا أَيُّهَا النَّاسُ إِنَّا خَلَقْنَاكُم مِّن ذَكَرٍ وَأُنثَى وَجَعَلْنَاكُمْ شُعُوبًا وَقَبَائِلَ لِتَعَارَفُوا إِنَّ أَكْرَمَكُمْ عِندَ اللَّهِ أَتْقَاكُمْ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ خَبِيرٌ
«Ey insanlar! Doğrusu Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve sizi (kibre kapılıp da övünmeniz için değil) birbirinizle tanışasınız diye milletlere ve kabîlelere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız, muhakkak ki O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz ki Allâh, bilendir, her şeyden haberdardır.» (el-Hucurât, 13)” (İbn-i Mâce, Diyât, 5; Ahmed, II, 11; Tirmizî, Tefsîr, 49/3270)
Artık Mekke-i Mükerreme, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak, af, sulh, emniyet ve hidâyetin içiçe olduğu rûhânî bir fetihle asıl sâhiplerine, yâni ciğerpârelerine sînesini açmıştı. Bin bir ıztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti de artık sona ermişti. Yılların hüznü sürûra inkılâb etmişti. İşte bunun büyük bir şükrânesi olarak, târihin en büyük affını sergilemek üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke halkına:
“–Ey Kureyş topluluğu! Şimdi benim, sizin hakkınızda ne yapacağımı sanırsınız?” diye sordu.
Kureyşliler:
“–Biz Sen’in hayır ve iyilik yapacağını umarak; «Hayır yapacaksın!» deriz. Sen, kerem ve iyilik sâhibi bir kardeşsin! Kerem ve iyilik sâhibi bir kardeş oğlusun!..” dediler.
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben de Hazret-i Yûsuf’un kardeşlerine dediği gibi:
لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ لَكُمْ وَهُوَ أَرْحَمُ الرَّاحِمِينَ
«…Size bugün hiçbir başa kakma ve ayıplama yok! Allâh sizi affetsin! Şüphesiz O, merhametlilerin en merhametlisidir.» (Yûsuf, 92) diyorum. Haydi gidiniz, artık serbestsiniz!” buyurdu.
Bir diğer hitâbında da:
“–Bugün merhamet günüdür. Bugün Allâh’ın, Kureyşlileri İslâmiyet’le güçlendireceği, üstünleştireceği bir gündür.” buyurdu.
Bunun netîcesinde, fetihten önce birçok müslümanın malına ve canına kıymış olan kimseler bile, hidâyet şerefine erdiler. Allâh Teâlâ, Kureyş müşriklerini Rasûlü’nün eline düşürmüş, ona boyun eğdirmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de onları affetmiş ve serbest bırakmıştı. Bu sebeple Mekkelilere “Tulekâ”, yâni “âzâd edilenler” adı verildi.276
Fahr-i Kâinât Efendimiz’in en büyük arzusu, hiçbir fert hâriçte kalmamak şartıyla bütün insanların müslüman olmalarıydı. Mekke’nin fethinden sonra güç ve kuvvetin zirvesinde olduğu bir anda, vaktiyle kendisine her türlü zulüm ve işkenceyi revâ gören insanlardan intikâm alabilecek durumda olmasına rağmen bunu yapmayıp umûmî af îlân etmesi, Hakk’ın nazarıyla mahlûkâta bakış tarzının hârikulâde bir tezâhürüdür.
Yıllardır alay, hakâret, zulüm ve düşmanlıktan başka bir şeye şâhid olmayan Mekke, o gün sergilenen büyük bir af bayramıyla târifsiz bir muhabbet ve merhamet tecellîsi yaşıyordu. Ancak bu güzelliğe gölge düşürmek isteyen Fedâle isimli bir Mekkeli, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i öldürmek kastıyla mübârek yanlarına sokuldu. Onun niyetini mânen bilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hiçbir telâş ve kızgınlık göstermeyip, şefkat ve rahmet kanatlarını açarak Fedâle’ye:
“–Sen Fedâle misin?” diye sordu.
“–Evet!” dedi. Ardından O Rahmeten li’l-Âlemîn:
“–Ey Fedâle! Zihninde kurduğun şeyden tevbe ve istiğfâr et!” buyurdu ve mübârek ellerini onun göğsüne koydu. Böylece daha o anda zihnindeki öldürme düşüncesi kaybolan Fedâle’nin kalbi yumuşadı, îman nûru ile doldu ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir anda kendisinin nazarında yaratılanların en sevgilisi hâline geldi. (İbn-i Hişâm, IV, 37; İbn-i Kesîr, es-Sîre, III, 583)
Ebû Süfyân bin Harb, Mescid-i Harâm’da oturmuş düşünüyordu. Peygamber Efendimiz önde, müslümanlar da O’nun arkasında yürüdüklerini görünce:
“–Acabâ Muhammed’e karşı asker toplasam mı, şu adamla yine çarpışmaya dönsem mi, ne yapsam acabâ?!” diye içinden geçirdi. O esnâda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- gelip onun baş ucunda durdu ve iki kürek kemiği arasına eliyle vurarak:
“–Allâh o zaman da seni hor ve hakîr kılar!” buyurdu. Ebû Süfyân, başını kaldırıp Allâh Rasûlü’nü görünce:
“–Şu âna kadar Sen’in peygamber olduğuna tam kanaat getirememiştim. İçimden geçirdiğim düşünceler sebebiyle Allâh’a tevbe ediyor, O’ndan mağfiret diliyorum!” dedi. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 296)
a
Uhud Harbi’nde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in amcası Hazret-i Hamza’nın ciğerini hırsla dişleyen Hind de Mekke’nin Fethi günü îmân ederek umûmî affa mazhar oldu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kelime-i tevhîdin şânı hürmetine onu da bağışladı.277
Ebû Cehl’in oğlu İkrime, sayılı İslâm düşmanlarındandı. Mekke’nin fethinden sonra Yemen’e kaçmıştı. Hanımı, müslüman olarak onu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına getirdi. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İkrime’yi memnûniyetle karşılayarak:
“–Ey göçmen süvârî, hoş geldin!” buyurdu ve müslümanlara karşı yaptığı zulmü yüzüne vurmayıp onu da affetti. (Hâkim, III, 271/5059; Vâkıdî, II, 851-852)
Hebbâr bin Esved de İslâm düşmanlarının önde gelenlerinden idi. Mekke’den Medîne’ye devenin üzerinde hicret ederken kasten Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kızı Zeyneb -radıyallâhu anhâ-’yı mızrağıyla vurarak deveden aşağı itmişti. Hazret-i Zeyneb hâmile olduğundan çocuğunu düşürmüş ve ağır bir şekilde yaralanmıştı. Bu yara daha sonra vefâtına sebep olmuştu. Hebbâr, bunun gibi daha birçok suç işlemişti. Mekke’nin fethinden sonra kaçtı ve ele geçirilemedi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’de ashâbıyla oturduğu bir esnâda huzûr-i saâdete gelerek müslüman olduğunu bildirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onu da affetti. Ona hakâret edilmesini ve târizde bulunulmasını yasakladı.278Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de:
خُذِ الْعَفْوَ وَأْمُرْ بِالْعُرْفِ وَأَعْرِضْ عَنِ الْجَاهِلِينَ
“(Ey Rasûlüm!) Sen af yolunu tut, bağışla, uygun olanı emret, câhillere aldırış etme, onlardan yüz çevir!” buyruluyordu. (el-A’râf, 199)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, canlı bir Kur’ân idi. Kur’ân ahlâkı da en güzel bir şekilde O’nda sergileniyordu. Kendine yönelik olarak işlenen bütün suçları hiç tereddüt etmeden yürekten affederdi. Lâkin, umûma karşı işlenen suçlar için hakkı tutup kaldırıncaya ve hak sâhibinin hakkını alıncaya kadar, O’nu kimse sâkinleştiremezdi.
Nitekim Mekke’de kâbına varılmaz, cihânşümûl bir affın sergilenmesi yanında, bâzı ıslâh olmaz hâin müşriklerin de görüldükleri yerde ümmetin menfaati için öldürülmeleri husûsunda emr-i Peygamberî sâdır olmuştur.279
Mekke’den ganîmet olarak hiçbir şey alınmamıştır.280 Varlık Nûru Efendimiz, İslâm ordusunun bir hayli yekûn tutan zarûrî ihtiyaçlarını karşılamak için Mekke zenginlerinden ödünç para ve zırh aldı. Daha sonra bunu, Hevâzin ganîmetinden tamâmıyla ödedi ve:
“–Ödüncün karşılığı, teşekkür etmek ve onu ödemektir!” buyurdu. (Vâkıdî, II, 863; Ebû Dâvûd, Büyû’, 88/3562; Muvatta, Nikâh, 44)
a
Mekkeliler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bütün insanlığa numûne olarak sergilediği af bayramının sürûrunu yaşarken öğle vakti girmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, her zaman olduğu gibi yine ezân okuması için Hazret-i Bilâl’e emretti. Bilâl -radıyallâhu anh-, bir zamanlar köle olarak akıl almaz işkencelerle “Ehad, Ehad” diye inlediği günleri hatırladı. Artık zulüm zevâle ermişti. Şimdi hür idi ve zafer kazanmış bir îmân ordusu ile Mekke’de idi. Allâh’a şükrederek Kâbe-i Muazzama’nın üstüne çıktı. Yakıcı nağmelerle ezâna başladı. Öyle içli ve yanık bir ezân okuyordu ki, bütün Mekke dağları ve semâsı bu ulvî sadâ ile yankılanıyordu. Gökler mütebessim, yerler mesrûr oldu. O gün okunan ezân-ı Muhammedî, mü’minlere ebedî bir hâtıra idi. Bu manzarayı gören müşriklerden birkaçı:
“–Yazıklar olsun bize!.. Köleler kadar da olamadık! Onlar nerelere ulaştı, bizler ne hâlde kaldık?” diye önceden yaptıklarına, yâni o âna kadar hakîkatten gâfil kalmalarına hayıflandılar.
Mekkelilerin Bey’ati
Öğle namazını edâ ettikten sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Safâ Tepesi’ne çıktı. Mekkelilerin bey’atlerini kabûl etti. Önce erkekler “müslümanlık ve cihâd” üzere Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e bey’at ettiler. Sonra kadınlar bey’at ettiler.281Kadınların bey’ati husûsunda Allâh Teâlâ, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e şöyle buyurmuştu:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ إِذَا جَاءكَ الْمُؤْمِنَاتُ يُبَايِعْنَكَ عَلَى أَن لَّا يُشْرِكْنَ بِاللَّهِ شَيْئًا وَلَا يَسْرِقْنَ وَلَا يَزْنِينَ وَلَا يَقْتُلْنَ أَوْلَادَهُنَّ وَلَا يَأْتِينَ بِبُهْتَانٍ يَفْتَرِينَهُ بَيْنَ أَيْدِيهِنَّ وَأَرْجُلِهِنَّ وَلَا يَعْصِينَكَ فِي مَعْرُوفٍ فَبَايِعْهُنَّ وَاسْتَغْفِرْ لَهُنَّ اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Ey Peygamber! Îmân eden kadınlar Sana gelip Allâh’a ortak koşmamak, hırsızlık etmemek, zinâda bulunmamak, çocuklarını öldürmemek, elleri ile ayakları arasında bir iftirâ uydurmamak (hiç yoktan yalan uydurup iftirâ atmamak, başkasının çocuğunu sâhiplenerek kocasına isnatta bulunmamak veya gayr-ı meşrû bir çocuk dünyâya getirip onu kocasına mâl etmemek), hiçbir güzel işte Sana âsî olmamak üzere bey’at ettiklerinde, onların bey’atini kabûl et; onlar için Allâh’tan mağfiret dile!.. Şüphesiz ki Allâh, Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (el-Mümtehine, 12)
Kadınların bey’ati, sözle ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in elini batırdığı bir su kabına ellerini batırmak sûretiyle tahakkuk etmiş, onlarla musâfaha şeklinde bir bey’at hiçbir zaman vâkî olmamıştır.
Ümeyme bint-i Rukayka -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Ensâr’dan bir grup kadınla Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’a gidip:
«–Allâh’a hiçbir şeyi ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zinâ etmemek, çocuklarımızı öldürmemek, hiçbir zaman iftirâ atmamak, meşrû emirlerinde Sana isyân etmemek üzere bey’at ediyoruz.» deyince Âlemlerin Efendisi hemen:
«–Gücünüz yettiği ve tâkat getirebileceğiniz hususlarda!» buyurdu. Bu şefkat ve merhamet yüklü sözü üzerine biz:
«–Allâh ve Rasûlü bize karşı bizden daha merhametlidir, haydi bey’at edelim!» dedik.
Kadınlar, bey’ati musâfaha ederek yapmak istediler. Ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben kadınlarla musâfaha etmem! Benim yüz kadına toptan söylediğim bir söz, her kadın için ayrı ayrı söylenmiş sayılır.” buyurdu. (Muvatta, Bey’at, 2; Tirmizî, Siyer, 37/1597)
Emâneti Ehline Veriniz!
Emâneti Ehline Veriniz!
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Kâbe’ye geldiğinde Mescid-i Harâm’ın bir köşesinde oturmuştu. Mücâhidler de çevresine oturmuşlardı. Allâh Rasûlü, Kâbe’nin anahtarını getirmesi için, Hazret-i Bilâl’i Osmân bin Talha’ya gönderdi. Hazret-i Bilâl, Osmân -radıyallâhu anh-’a gidip:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’nin anahtarını getirmeni emrediyor!” dedi. Osmân:
“–Olur!” diyerek anası Sülâfe’nin yanına gitti. O zaman anahtar onun yanında bulunuyordu:
“–Ey anacığım! Anahtarı bana ver! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bana adam gönderdi ve anahtarı kendisine getirmemi emretti.” dedi.
Sülâfe:
“–Kavminin şereflendiği, övündüğü bir şeyi götürüp elinle teslîm etmenden Allâh’a sığınırım! O, bu anahtarı sizden alınca, bir daha hiçbir zaman geri vermeyecektir!” dedi. Osmân -radıyallâhu anh- biraz uğraştıktan sonra anahtarı anasından alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi ve:
“–Bunu Sana Allâh’ın emaneti olarak veriyorum!” dedi. Anahtarın kendisine geri verilmeyeceğinden korkuyordu. (Vâkıdî, II, 833; Heysemî, VI, 177)
Âlemlerin Efendisi Kâbe’yi açtı. İçeri girerek kapının, üzerine kapatılmasını emretti. Uzunca bir müddet orada kaldı. İki rekât namaz kıldı. (Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 137)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kâbe’den çıktı. Fetih hutbelerini îrâd buyurduktan sonra:
“–Osmân nerede?” diye sordu. Osmân bin Talha ayağa kalktı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
إِنَّ اللّهَ يَأْمُرُكُمْ أَن تُؤدُّواْ الأَمَانَاتِ إِلَى أَهْلِهَا وَإِذَا حَكَمْتُم بَيْنَ النَّاسِ أَن تَحْكُمُواْ بِالْعَدْلِ إِنَّ اللّهَ نِعِمَّا يَعِظُكُم بِهِ إِنَّ اللّهَ كَانَ سَمِيعًا بَصِيرًا
“Allâh, size emânetleri ehline vermenizi, insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allâh, size böylece ne güzel öğüt veriyor. Şüphesiz ki Allâh, işiten (ve) görendir.” (en-Nisâ, 58) âyetini okuduktan sonra:
“–Ey Ebû Talha Oğulları! Allâh Teâlâ’nın emânetini, sürekli sizde kalmak ve dürüst hareket etmek üzere alınız! Onu, zâlim olmadıkça hiç kimse elinizden alamaz! Bugün, iyilik ve ahde vefâ günüdür.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 31-32; Vâkıdî, II, 837-838; İbn-i Sa’d, II, 137)
Şu hâdisede de görüldüğü gibi emânetlerin ehline verilmesi, çok mühim bir meseledir. Zîrâ emânetler ehline verildiği zaman, fertte, âilede ve devlette huzur ve sükûn devâm etmiş, aksi durumlarda ise büyük imparatorluklar bile yerle bir olmuştur. Târih, bunun nice misâlleriyle doludur.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- emânet husûsunun hassâsiyet ve ehemmiyetini bir hadîs-i şerîfinde ne güzel aksettirir:
“Emânet ehline verilmediği zaman, işte o zaman kıyâmeti bekle!” (Buhârî, İlim, 2; Ahmed, II, 361)
Hulâsa, emânetin ehline verilmemesi, kıyâmet alâmetlerinin en mühimlerinden birini teşkîl etmektedir.
Kendisinde önceden beri sikâye (hacılara su ikrâm etme) vazîfesi bulunan Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den Hicâbe282 vazîfesini de istemişti. Peygamber Efendimiz, amcasına:
“–Ben size insanların Beytullâh’a göndereceği örtü gibi şeylerden geçiminizi sağlayacağınız şeyi değil, hacıların su ihtiyaçlarını karşılamak üzere servetinizden harcayarak bu yüzden hayra nâil olacağınız zahmetli vazîfeyi veriyorum!” buyurdu ve hacılara su ikrâm etme vazîfesine devâm etmesini söyledi.
Abbâs -radıyallâhu anh-’ın Tâif’te üzüm bağı vardı. İslâm’dan önce de sonra da oradan kuru üzüm taşır, Zemzem’in içine katarak hacılara ikrâm ederdi. Kendisinden sonra oğulları ve torunları da hep böyle yaptılar. (İbn-i Hişâm, IV, 32; İbn-i Sa’d, II, 137; Vâkıdî, II, 838)
a
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fethin ikinci günü öğle namazından sonra insanların arasında ayağa kalktı. Allâh Teâlâ’ya hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdu:
“Ey insanlar! Şüphe yok ki Allâh, göklerle yeri, güneş ile ayı yarattığı gün, Mekke’yi de haram ve dokunulmaz kılmıştır! Kıyâmet gününe kadar da haram ve dokunulmaz olarak kalacaktır! Şüphesiz Allâh Fil ordusunu Mekke’ye girmekten alıkoymuş, Rasûlü’nü ve mü’minleri ise buna muvaffak kılmıştır. Mekke benden sonra hiç kimseye helâl değildir. Mekke’nin avı ürkütülmez, dikeni kesilmez, bulan kimsenin, sâhibini araması için alması hâriç, kaybolan eşyâsını almak helâl olmaz. Bir kimsenin yakını öldürülürse iki şeyden hangisi hayırlı ise onu isteyebilir: Ya diyet ya da kısas.”
Bunun üzerine Hazret-i Abbâs -radıyallâhu anh-:
“–İzhir (otunun koparılması) müstesnâ olsun. Çünkü kabirlerimiz ve evlerimizde onu kullanıyoruz.” dedi.
Peygamber Efendimiz:
“–İzhir müstesnâ!” buyurdu.283 (Buhârî, Lukata, 7; Meğâzî, 53; Ahmed, IV, 31-32; II, 238)
a
Mekke’nin fethi günü yaşanan şu manzara da, ashâbın yıldızlaştığı gönül ufkunu sergilemektedir:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mescid-i Harâm’da otururken, Hazret-i Ebû Bekir, babası Ebû Kuhâfe’yi getirdi. Allâh Rasûlü onu görünce:
“–Ey Ebû Bekir! İhtiyar babanı buraya kadar yormasaydın, ben onun yanına gelseydim!”buyurdu.
Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Onun Sana gelmesi, Sen’in ona gitmenden daha münâsiptir.” karşılığını verdi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Ebû Kuhâfe’yi önüne oturttu, elini kalbinin üzerine koydu ve:
“–Ebû Kuhâfe! Müslüman ol, selâmet bulursun!” dedi. O da müslüman oldu, samîmî olarak şehâdet getirdi. (İbn-i Sa’d, V, 451)
Ebû Kuhâfe -radıyallâhu anh-, bey’at etmek üzere elini Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek eline uzatınca Peygamber âşığı Ebû Bekir -radıyallâhu anh- kendini tutamayıp ağlamaya başladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hayretle niçin ağladığını sorunca Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- gözyaşları içinde:
“–Yâ Rasûlallâh, Sana bey’at etmek üzere uzanan şu el, benim babamın eli değil de Sen’in amcan Ebû Tâlib’in eli olsaydı da bu vesîleyle Allâh Teâlâ benim yerime Sen’i sevindirseydi, kim bilir ne târifsiz bir sevince nâil olurdum. Çünkü Sen, onu çok seviyordun.” dedi. (Heysemî, VI, 174)
İşte o şânı yüce Peygamber’in yüksek ahlâkından lâyıkıyla istifâdenin ve O’nda fânî olmanın, kâbına varılmaz, seyrine doyulmaz bir manzarası… Böylesine ulvî bir hayranlık, ihtirâm ve muhabbet çağlayanını acabâ târih kaç kere seyredebilmiştir?
Emsâlsiz Bir Vefâ
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, fetihten sonra Mekke’de on beş gün kaldılar. Bu arada Ensâr’dan bâzıları endişelenmişler, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir daha Medîne’ye dönüp dönmeyeceklerini düşünüyorlardı. Çünkü Allâh Teâlâ, O’na doğup büyüdüğü mübârek ve mukaddes yerin fethini nasîb etmişti. Safâ Tepesi’nde duâ etmekte olan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr-ı Kirâm’ın bu tedirginliklerini sezdiler. Duâları bittikten sonra onların yanına gelerek:
“–Konuştuğunuz nedir?” diye sordular.
Onlar da endişelerini dile getirince, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- büyük bir vefâ örneği sergileyerek şöyle buyurdular:
“–Ey Ensâr! Öyle bir şey yapmaktan Allâh’a sığınırım. Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayâtım hayâtınız; ölümüm de sizin yanınızdadır.”
Bu ifâdelerden sonra Ensâr’ın endişesi zâil oldu. (Müslim, Cihâd, 84, 86; Ahmed, II, 538)
a
Rasûl-i Ekrem Efendimiz Mekke’nin fethi sonrasında Allâh’a karşı şükrünü ve hamdini daha da ziyâdeleştirerek:
“Ben Allâh’ın zât-ı sübhânîsini her vechile, yâni zâtında, sıfatlarında, fiillerinde, isimlerinde şânına yaraşmayan eksiklik şâibelerinden tenzîh ve takdîs ederim. O’na lâyık her türlü övgü ve tâzîmât ile hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.”zikrini, namazlarında, özellikle rükû ve secdelerde çokça okumaya başlamıştı. Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- bunun sebebini sorunca Efendimiz:
“Rabbim bana ümmetimde bir alâmet göreceğimi, onu gördüğüm zaman bu zikri çokça yapmamı emretmişti. Ben o alâmeti gördüm.” buyurdu. (Müslim, Salât, 220)
Nitekim Nasr Sûresi’nde de kendisine yardım ve fetih geldiğinde ve insanların fevc fevc İslâm’a girdiklerini gördüğünde, tesbîhini daha da artırması ve istiğfâr etmesi emredilmişti.
Nasr Sûresi’nde geçen “nasr: yardım” kelimesinin bütün Araplara üstün gelmeye, “feth” kelimesinin de Mekke’nin fethine işâret ettiği söylenmiştir. “Feth” kelimesinin “açmak” mânâsından hareketle İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh- Mekke’nin fethine “Fethu’l-Fütûh” ismini vermiştir. Çünkü buradaki fetih, sâdece düşman elindeki bir şehrin alınmasından ibâret olmayıp Mescid-i Harâm’ın kontrolü ve Kâbe’nin fethi mânâsına da gelir. Aynı zamanda kalblerin Allâh’ın dînine, İslâm kapısının bütün insanlığa açılmasını da ifâde eder. Yâni Peygamberimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o gün içine girdiği şehirden ziyâde gönülleri fethetmiştir. Bu sebeple Mekke’nin fethedilmesi, İslâm fütühâtının başlangıcı kabûl edilmiştir. Derhâl bütün Arabistan’a ve oradan bütün cihâna yayılan İslâm’ın maddî ve mânevî fütûhâtı, Kâbe kapısının açılmasıyla başlamıştır. Zîrâ bütün kabîleler İslâm’a girmek için Mekke’nin fethini gözlüyorlar ve:
“O’nu kavmi ile baş başa bırakın, eğer onlara üstün gelebilirse O peygamberdir.” diyorlardı. (Buhârî, Meğâzî, 53)
Hasan-ı Basrî’den nakledildiğine göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’yi fethedince Araplar:
“Allâh Teâlâ Mekkelileri Fil sâhiplerinin ordusundan korumuşken, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- mâdem ki Mekkelilere üstün geldi, o hâlde sizin eliniz O’na erişemez.” dediler ve fevc fevc Allâh’ın dînine girdiler. (Elmalılı, IX, 6236-6238)
Huneyn Gazvesi (11 Şevvâl 8 / 1 Şubat 630)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mekke’nin fethinden sonra sâdece Kâbe’deki putları yıkmakla kalmamış, civardakileri de yok etmek için mücâhit gruplar tertipleyip şirkin o cansız taşlarını harâb etmeye göndermişti. Yâni bir tevhîd temizliği başlatmıştı.284 Ancak bu durumu, Huneyn’de yaşayan Hevâzin kabîlesi ile Tâif’te meskûn Benî Sakîf hazmedemediler. Müslümanların üzerine hücûm etmeye karar verdiler. Bunun için büyük bir ordu hazırladılar. Bir ölüm-kalım harbine çıkmışçasına her şeylerini berâberlerine aldılar.285
Onların bu hareketlerini öğrenen Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de kendi ordusuna Mekke’den iki bin kişi daha katarak üzerlerine yürüdü. Ne hikmetli bir tecellîdir ki, orduda yıllarca şirk adına müslümanlarla savaşmış ve onlara bin bir sıkıntı çektirmiş bulunan Ebû Süfyân da vardı. Şimdi ise İslâm saflarının gâlibiyeti için çarpışacaktı. Hattâ Mekkeli seksen kadar müşrik de orduya iştirâk etmişti.286
İslâm ordusu her bakımdan mükemmeldi. Göz kamaştırıcı bir ihtişamla Huneyn’e doğru ilerliyordu. Herkes, şimdiye dek böyle techîzat ve teşkîlâtlı kalabalık bir ordunun Arabistan’da görülmediğini düşünüyordu. Bu durum, ashâb-ı kirâm hazarâtının gönlünü bir an gurûra sevk edip:
“Böyle bir ordu aslâ yenilmez!” diyerek düşmanı küçümsemelerine ve maddî güce rağbetle gâlibiyete mutlak gözüyle bakmalarına sebep oldu. İşte bu bir anlık gurur ve ucub, müslümanların ilâhî imtihâna tâbî tutulmalarına sebebiyet verdi:
İslâm ordusunun öncü kuvvetleri, Huneyn’e girilen dar yollarda kendilerinden emîn bir şekilde ilerlerken, sabahın alacakaranlığında âniden pusuya düşürüldüler. Büyük bir panik zuhûr etti. Müslümanlar, üzerlerine yağmur gibi yağan oklar karşısında durakladılar. İslâm ordusunda, tereddüt ve telâş dolu bir dağınıklık ve bozulma başgösterdi. Bu, arkadan gelenlere de sirâyet edince, müslüman safları çözülüp geriledi. Hevâzin ve Sakîf kabîleleri de onları tâkibe koyuldu.
O dehşetli hengâmede yerinden ayrılmayan, sürekli olarak düşmanın üzerine yürüyen ve bindiği hayvanı dâimâ ileri sürerek kendisini düşmanın ortasına atan yalnız Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- oldu. O gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, eşsiz bir cesâret ve dâsitânî bir şecaat nümûnesi sergiledi. Hattâ amcası Hazret-i Abbâs ve Ebû Süfyân bin Hâris -radıyallâhu anhümâ-, O’nun mübârek cânının tehlikeye düşmemesi için hayvanının dizginini tutmuşlar, daha fazla ilerlemesine mânî olmaya çalışıyorlardı.287
Diğer taraftan, İslâm ordusunun karışıklığı devâm ediyordu. Aralarında:
“–Bugün sihir bozuldu.” diye feryâd edenlerden:
“–Bu bozgunluğun arkası denize kadar alınamaz!” diyenlere kadar birçok ye’se kapılanlar vardı. Mekkelilerden bâzılarının arasından da:
“–Hazret-i Peygamber öldü. Araplar eski dinlerine dönecekler!” diye şâyialar duyuluyordu.
Oysa Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sağ idi ve düşmana mukâvemet göstererek hayvanının üzerinde dimdik durmaktaydı. Allâh’a tevekkül ve teslîmiyet hâlinde ashâbına sesleniyordu:
“–Ey Ensâr! Ey Muhâcirler! Ey Allâh’ın kulları! Buraya geliniz! Ben Allâh’ın kulu ve peygamberiyim!..”
Sonra gür sesli olan amcası Abbâs -radıyallâhu anh-’a işâret buyurarak, İslâm ordusuna seslenmeye devâm etmesini istediler. Hazret-i Abbâs da yüksek sesle:
“–Ey Akabe’de bey’at edenler! Ey Rıdvân ağacı altında söz verenler! (Koşunuz), Allâh’ın Rasûlü burada!..” diyerek seslenmeye başladı.
Bu dâveti duyan sahâbe; n∂r«sÑnd n∂r«sÑnd diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına koştu. Böylece esen bir rüzgârla dağılan kelebeklerin, tekrar büyük bir câzibeyle nûrun etrâfına koşmalarına benzer bir gayretle Varlık Nûru’nun yanında saf tutmaya başlayan mü’min gönüller, içine düştükleri korkudan sıyrılarak huzur ve sükûnete erdi. Yavaş yavaş Allâh’ın lutfuyla bütün İslâm safları derlenip toparlandı. Bundan sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ellerini yüce dergâha açıp:
“Allâh’ım! Bana olan zafer vaadini ihsân buyur!” niyâzında bulundu.
Tıpkı Bedir Harbi’ndeki gibi yerden mübârek elleriyle bir avuç toprak alarak düşman saflarına doğru attı ve ashâb-ı güzîne:
“–Haydi şimdi sıdk u sadâkatle hücûm ediniz!” buyurdu. (Müslim, Cihâd, 76-81; Ahmed, III, 157, V, 286; İbn-i Hişâm, IV, 72; Vâkıdî, III, 897-899)
Bu defâ İslâm ordusu, harbe yeni başlarcasına bir hızla müşriklerin üzerine saldırdı. Yaptıkları şiddetli hücûm ve hamlelerle kısa zamanda düşmanı perişan edip hüsrâna uğrattılar. Sâdece dört şehîd verilmiş, buna mukâbil müşriklerden yetmiş kişi öldürülmüştü. Düşman öyle mağlûb edilmişti ki, onların harp meydanına getirdikleri her şey müslümanlara kalmıştı. Ele geçen ganîmetin hadd ü hesâbı yoktu.288
Şüphesiz ki bu hâl, yüce Allâh’ın mü’minlere nasîb buyurduğu büyük bir lutfu ve ikrâmı idi. Çünkü onlar, başlangıçta yenilmiş durumda iken netîcede Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şecaat, cesâret, îtidal ve Cenâb-ı Hakk’a gönülden ilticâ ve niyâzıyla zafere nâil olmuşlardı. Allâh Teâlâ bu hakîkati Kur’ân-ı Kerîm’inde şöyle beyân etmektedir:
لَقَدْ نَصَرَكُمُ اللّهُ فِي مَوَاطِنَ كَثِيرَةٍ وَيَوْمَ حُنَيْنٍ إِذْ أَعْجَبَتْكُمْ كَثْرَتُكُمْ فَلَمْ تُغْنِ عَنكُمْ شَيْئًا وَضَاقَتْ عَلَيْكُمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ ثُمَّ وَلَّيْتُم مُّدْبِرِينَ
(25)
ثُمَّ أَنَزلَ اللّهُ سَكِينَتَهُ عَلَى رَسُولِهِ وَعَلَى الْمُؤْمِنِينَ وَأَنزَلَ جُنُودًا لَّمْ تَرَوْهَا وَعذَّبَ الَّذِينَ كَفَرُواْ وَذَلِكَ جَزَاء الْكَافِرِينَ
(26)
“And olsun ki Allâh, birçok yerde (harp meydanlarında) ve Huneyn Muhârebesi’nde size yardım etti. Hani çokluğunuz size kendinizi beğendirmiş, fakat sizi hezîmete uğramaktan kurtaramamıştı. Yeryüzü bütün genişliğine rağmen size dar gelmişti. Sonunda gerisin geri dönmüştünüz. Sonra Allâh, Rasûlü ile mü’minler üzerine sekînetini indirdi; sizin görmediğiniz ordular (melekler) gönderdi de kâfirlere azâb eyledi. İşte bu, o kâfirlerin cezâsıdır.” (et-Tevbe, 25-26)
Nitekim o gün müşrik saflarında olup da sonradan îmân edenler, Allâh Teâlâ’nın mü’minlere olan bu yardımını ifâde sadedinde, kendilerine, o âna kadar hiç görmedikleri kimselerin hücumda bulunduklarını hayretle îtirâf etmişlerdir.289
Mağlûb olan Hevâzin ordularından bir kısmı Tâif’e, bir kısmı Nahle’ye gitti, bir kısmı da Evtâs’ta ordugâh kurdu.290
Huneyn Harbi’ni kazanan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kaçan düşmanların tâkibini emir buyurarak, esir ve ganîmetleri de Cîrâne’ye sevk ettirdi. Ardından, yapılan harekâtı tamamlamak üzere Ebû Mûsâ el-Eş’arî’nin amcası Ebû Âmir’in kumandasında bir kuvveti, Evtâs Vâdisi’ne gönderirken, kendileri de İslâm ordusuyla birlikte Tâif’e yöneldiler.
Evtâs Harbi (Şevvâl 8 / Şubat 630)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Tâif üzerine yürümesi sebebiyle bizzat katılmadıkları bu harpte, İslâm kuvvetinin kumandanı Ebû Âmir -radıyallâhu anh- şehîd oldu, buna mukâbil düşman kumandanı da öldürüldü.
Ebû Âmir -radıyallâhu anh- yaralanıp hayâtından umudu kesildiğinde yeğeni Ebû Mûsâ’ya:
“–Ey kardeşimin oğlu! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e benden selâm söyle! Benim için Allâh’tan mağfiret dileyiversin!” dedi.
Amcasının şehâdeti üzerine kumandayı ele alan Ebû Mûsâ -radıyallâhu anh-, ordunun dağılmasını engelledi ve hücûmu mükemmel bir şekilde idâre ederek İslâm sancağını Evtâs’ta zaferle dalgalandırdı. Döndüğünde Allâh Rasûlü’ne amcasının şehîd olduğunu ve vefâtı esnâsında yaptığı vasiyeti bildirdi. Bunun üzerine Fahr-i Kâinât Efendimiz su isteyerek abdest aldı, ellerini kaldırıp:
“Allâh’ım! Kulun Ebû Âmir’e mağfiret eyle! Onu kıyâmet gününde şu yarattığın insanlardan çoğunun üstünde yüksek bir makamda kıl!” niyâzında bulundu. Ebû Mûsâ’nın isteği üzerine onun için de duâ etti. (Buhârî, Meğâzî, 55)
Tâif Muhâsarası (Şevvâl 8 / Şubat 630)
Hicaz bölgesinin dünyâ cenneti sayılabilecek bir şehri olan Tâif, bir tepe üzerinde kurulmuş muhkem bir kaleye sâhipti. Bu yüzden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yapmış olduğu muhâsara, hayli çetin geçmiştir.
Bu muhâsara, bir zamanlar Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yapılan zulmün bir intikâmı değil, Huneyn Harbi’nin bir devâmı mâhiyetinde idi. Zîrâ Huneyn’den kaçanlar, onların genç reisleri Mâlik bin Avf dâhil hepsi Tâif kalesine gitmişlerdi. Benî Sakîf’le berâber yeni bir müdâfaa harbine hazırlanmışlardı.
Muhâsarada birçok harp taktiği uygulandı ve yeni harp vâsıtaları kullanıldı. Ancak Tâif çok muhkem bir kale olduğu için, yapılan hücumlara gâyet iyi dayanıyordu. Diğer taraftan, düşmanı kale dışına çıkarmak mümkün olmadı. Hattâ Hâlid bin Velîd, kendilerinden dövüşmek için er istediğinde, onlar cevâben:
“–Sana karşı duracak kimse kalemizde yok!” diyerek oldukları yerden bir kişi bile dışarıya çıkarmamışlardı. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Düşman, tilki gibi inine girmiş bulunuyor. Artık kendi hâllerine bırakılırsa, onlardan bir zarar gelmez!” buyurarak muhâsaranın kaldırılması hâlinde herhangi bir zararın olmayacağına işâret ettiler. Çünkü O, mütecâviz değil, bir rahmet ve teblîğ Peygamber’i idi. Mekkelilerde olduğu gibi Tâiflilerin de hidâyete ermelerine vesîle olmayı arzuluyordu. Nitekim çok geçmeden muhâsarayı kaldırdı.
Ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den, Tâif muhâsarasında müslümanlara pek çok zâyiât verdiren Sakîf kabîlesine bedduâ etmesini istemişlerdi. Rahmet Peygamberi ise onların hidâyeti için duâ etti:
“Yâ Rabbî! Sakîf’e hidâyet nasîb eyle! Onları bize gönder!..” diye Hakk’a niyâz ve ilticâ eyleyerek oradan ayrıldı. Netîcede bu duânın bereketiyle kısa bir müddet sonra Sakîfliler müslüman olmak için Allâh Rasûlü’ne geldiler. (İbn-i Hişâm, IV, 134; Tirmizî, Menâkıb, 73/3942)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hicret’ten önce kendisine çok kötü davranan, taşa tutarak her tarafını kan revân içinde bırakan bir kavme bedduâ etmediği gibi onların hidâyetini büyük bir şevkle arzu etmiştir. Nitekim bir sene sonra gelip müslüman olduklarında, târifsiz bir sürûra gark olmuş, ikramda bulunarak onlara günlerce vakit ayırmıştır.
Bu muhâsaranın o an için en ehemmiyetli kazancı, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kaledeki kölelere, müslüman oldukları takdirde hürriyete kavuşacakları vaadi üzerine birçok kölenin düşman saflarından kaçarak İslâm’ı seçip hidâyete ermeleri olmuştur.291
Ebû Zür’a -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Seyyidü’l-Mürselîn Efendimiz, Tâif Seferi sırasında, Karn-ı Menâzil mevkiinden ayrılırken hayvanına binmek istediği zaman devesi Kasvâ’yı hazırladım. Kasvâ’nın yularını elimde tuttum, üzerine binince de kendisine verdim ve terkisine bindim. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yürütmek için devenin arkasına kamçı ile vuruyor, her vuruşunda kamçı bana da değiyordu. Sonra bana dönüp:
«–Yoksa kamçı sana da mı değiyor?» diye sordu.
«–Evet! Anam, babam Sana fedâ olsun!» dedim.
Cîrâne’ye inince bir köşede davarlar bulunuyordu. Ganîmet mallarının başındaki memurdan onlar hakkında bir şeyler sordu. Memur da sorulan şeyler hakkında bilgi verdi. Bundan sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Ebû Zür’a nerede?» diye seslendi.
«–İşte buradayım!» dedim.
«–Şu davarları al! Akşamleyin sana değen kamçılara karşılık!» buyurdu. Saydığımda, o davarların yüz yirmi tâne olduğunu gördüm. Benim edindiğim ve en çok faydalandığım malım işte bunlardı.” (Vâkıdî, III, 939)
Bu hâdisede Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kul hakkı husûsunda sergilediği hakşinaslık, çağları aydınlatacak bir mâhiyet arz etmektedir.
Ganîmetlerin Taksîmi
Tâif muhâsarasını kaldıran Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm ordusuyla birlikte ganîmetlerin ve esirlerin toplandığı Cîrâne’ye geldi. Bu sırada Ebû Mûsâ el-Eş’arî de Evtâs Savaşı’nı kazanarak oraya gelmişti. İslâm ordusu bütün düşmanlarını bertarâf etmişti. Artık sıra ganîmetlerin taksîmindeydi. Yapılan muhârebelerde yirmi dört bin deve, kırk bin davar, dört bin ukıyye gümüş ele geçmiş, ayrıca altı bin kişi esir alınmıştı.292
Ganîmetleri taksîme başlamadan evvel Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“Yanında ganîmet malı olanlar, iğneden ipliğe ne varsa iâde etsinler! İyi biliniz ki, ganîmet malına hıyânette bulunmak, sâhibi için kıyâmet gününde ârdır, ateştir!” (Muvatta, Cihâd, 22; Ahmed, V, 316)
Bu sırada Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e esirlerin arasında süt kardeşi Hazret-i Şeymâ’nın bulunduğu haberi geldi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hemen onu yanına getirterek ridâsını çıkardı ve Hazret-i Şeymâ’nın altına serdi. Bâdiyede berâber büyüdükleri bu kıymetli süt kardeşe, büyük bir vefâ gösterip şefkatle muâmele ederek:
“–Hoşgeldin!” dedi. Eski günleri hatırladı ve gözleri yaşla doldu. Anne ve babasını sordu. Şeymâ, onların daha önce vefât etmiş olduklarını bildirdi. Allâh Rasûlü diğer akrabâları hakkında da bilgi aldı. Daha sonra da:
“–İstersen, sevgi ve saygı görerek yanımda otur! İstersen, sana mallar verip kabîlenin yanına göndereyim? Ben sana bunu da yaparım.” buyurdu. Şeymâ:
“–Sen bana mal ver ve kavmimin yanına gönder.” dedi. Ardından da müslüman oldu. Allâh Râsûlü, Şeymâ Hâtun’a ve âile halkından sağ olanlara, deve ve davarlar verdi. Şeymâ Hâtun’a ayrıca bir erkek ve bir de kadın köle verdi. Şeymâ da onları birbirleriyle evlendirdi. (İbn-i Hişâm, IV, 91-92; Vâkıdî, III, 913)
Bundan sonra Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ganîmetlerin taksîmini bir müddet daha uzattı. Bunun hikmetini kavrayamayıp teslîmiyeti zayıf olanlar, durumdan şikâyetçi oldular. Bedevî Araplar ganîmetin taksîm edilmesini ısrarla istemeye başladılar. Netîcede Peygamber Efendimiz’i Semüre ağacının altında durdurdular. Cübbesi ağaca takılıp kaldı. Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- devesini durdurup:
“–Cübbemi verin bana! Şâyet şu gördüğünüz ağaçlar kadar hayvanım olsaydı, onların tamâmını size paylaştırırdım. Siz de benim cimri, yalancı ve korkak olmadığımı görürdünüz!”buyurdu. (Buhârî, Cihâd, 24)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ganîmeti taksîm ettiği esnâda üzerine yığılıp o kadar rahatsız ettiler ki, nihâyet (önceki bir peygamberden bahsederek):
“Yüce Allâh kullarından bir kulunu kavmine göndermişti. Kavmi onu dövmüşler ve başını da yarmışlardı. O kul ise hem alnından akan kanı eli ile siliyor hem de:
«Yâ Rabbî kavmimi affet! Çünkü ne yaptıklarını bilmiyorlar.» diyerek duâ ediyordu.” buyurdu. (Ahmed, I, 456; Müslim, Cihâd, 105)
Efendimiz’in ganîmeti taksîm işinde yavaş davranmasının hikmeti, ancak Cîrâne’ye gelişin onuncu günü anlaşılabildi. Mağlûb olan Hevâzin kabîlesinden bir heyet, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelmişler, müslüman olduklarını bildiriyorlardı. Bu vesîleyle de esirlerinin ve mallarının geri verilmesini taleb ediyorlardı. Bu esnâda Sa’doğulları’ndan biri ayağa kalktı ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Şu gölgeliklerde bulunanlar, Sen’in süt halaların, teyzelerin ve Sana süt emzirip bakmış olan kadınlardır! Eğer biz Şam veya Irak kralını emzirmiş ve şimdiki duruma düşüp de kendisinin şefkat ve ihsanlarını dilemiş olsaydık, bize esirgemezlerdi. Hâlbuki Sen süt emzirilip bakılanların en hayırlısısın!” dedi.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdular:
“–Ben ganîmet taksîmini bugüne kadar beklettim. Ama siz hayli geciktiniz! Şimdi ya esirleriniz, ya da mallarınızdan birini seçin!..”
Bunun üzerine heyet, esirlerini tercih ettiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Ben size, bana ve Abdülmuttaliboğulları’na düşen esirleri geri veriyorum. Diğerleri için de yarın öğle namazından sonra bana geliniz!” buyurdular.
Ertesi gün Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbını toplayarak onlara meseleyi anlattı. Kendisinin payına düşen esirleri bıraktığını da bildirerek şöyle buyurdu:
“–Sizden her kim, esirlerini bedelsiz, gönül rızâsı ile vererek kardeşlerini memnûn etmekten hoşlanırsa, böyle yapsın! Her kim de kendi payına düşeni bedelsiz olarak vermek istemezse, bunu Allâh’ın ihsân edeceği ilk ganîmetten öderiz. Dileyen de böyle yapsın!..”
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ashâba mürâcaat etmesi, esirlerin onların hakkı olması sebebiyledir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in esirlerini bırakıp kendilerinden de bunu taleb etmesi üzerine bütün sahâbî de aynı fazîletten nasîb alabilmek için gönül hoşnutluğu içinde:
“–Bizler de esirlerimizi Allâh’ın Peygamberi’ne hibe ettik!” dediler. (Buhârî, Meğâzî, 54; İbn-i Hişâm, IV, 134-135)
Böylece o gün Hevâzin’e binlerce harp esîri hiçbir karşılık alınmadan iâde edildi. Târih, böyle bir manzaraya hiçbir zaman şâhid olmamıştı. Ancak şimdi şâhid oluyordu ki, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ümmetine aşıladığı kâbına varılmaz bir İslâm ahlâkı sâyesinde bir dakîka içinde altı bin esir, dünyevî hiçbir karşılık alınmadan serbest bırakılmıştı.
Bu hâl, emdiği sütün hakkına mukâbil kâbına varılmaz bir vefâ tezâhürüdür. Zâlim bir topluluğa ne güzel bir fazîlet dersidir. Hâlbuki beşer, izleri silinmiş iyilikleri hatırına bile getirmez. “VEF” ekseriyetle lügat kitapları içindeki bir kelime olarak kalır.
Bu eşsiz fazîlet netîcesinde bütün Hevâzinliler, topyekûn İslâm’ı kabûl ettiler. Hattâ o sırada Tâif’de bulunan kabîlenin reisi Mâlik bin Avf da durumu öğrenince şaşırdı ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in küçük bir dâvetiyle o da İslâm’ı kabûl etme şerefine nâil oldu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona yüz deve ihsân buyurup yine kabîlesine reis olarak nasb eyledi.293
Buradan alınacak ders, en güzel teblîğin güzel ahlâk ile olduğudur. Ayrıca firâsetle yapılan ilm-i siyâsetin, ne kadar büyük bir berekete vesîle olacağıdır. Bunun aksine, akılsızca davranışların ortaya çıkaracağı zararların da o kadar büyük olacağına işâret edilmektedir.
a
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ganîmetleri en güzel bir şekilde taksîm buyurmuşlardı. Ganîmet beşe bölünmüş, dördü askerlere verilmiş, bir hissesi de beytülmâle, yâni hazîneye bırakılmıştı. Beytülmâlin tasarrufu ise dilediği şekilde olmak üzere Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e âit bir haktı. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, taksîmâttan evvel bunu, önündeki deveden bir tüy kopararak ashâba şöyle beyân etmişlerdi:
“Benim, sizin ganîmetinizle bir deve değil, bir deve tüyü kadar bile alâkam yoktur… Neden sabırsızlanıyorsunuz? Ganîmet malları, şu vâdinin (taşları ve) ağaçları kadar da olsa, onları size dağıtacağım. Bunların içinden beşte birini ayırıyorsam, o da yine sizin fakirlerinize sarf edilecektir.” (Muvatta, Cihâd, 22; Ahmed, V, 316)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ganîmetlerin ilâhî beyân mûcibince kendisine teslîm edilen beşte bir kısmından müellefe-i kulûba, yâni İslâm’a gönülleri ısındırılmak istenen kimselere fazla fazla pay vermişti. Bunlardan Hakîm bin Hizâm -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bana ganîmet mallarından bir miktar vermesini istedim, yüz deve verdi. Bir daha istedim, yine yüz deve verdi. Tekrar istedim, yüz deve daha verdi. Sonra:
“–Ey Hakîm! Gerçekten şu mal çekici ve tatlıdır. Kim onu hırs göstermeksizin alırsa, o malda kendisine bereket verilir. Kim de ona göz dikerek hırs ile alırsa, o malın bereketi olmaz. Böylesi, yiyip yiyip de bir türlü doymayan kimse gibidir. Veren el, alan elden daha hayırlıdır.” buyurdu.
Bunun üzerine ben:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Sen’i hak dîn ile gönderen Allâh’a yemin ederim ki, hayatta kaldığım müddetçe Sen’den başka kimseden bir şey kabûl etmeyeceğim.” dedim.
Hakîm -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği ilk yüz deveyi aldı, gerisini bıraktı. Gün geldi, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- ganîmet malından hisse vermek için Hakîm’i çağırdı. Fakat Hakîm onu almaktan kaçındı. Daha sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- kendisini, bir şeyler vermek için dâvet etti. Hakîm -radıyallâhu anh- yine kabûl etmedi. Bunun üzerine Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Ey müslümanlar! Sizi Hakîm’e şâhit tutuyorum. Ben kendisine şu ganîmetten Allâh’ın ona ayırdığı hissesini veriyorum, fakat almak istemiyor.” dedi. Netîce itibâriyle Hakîm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra, ölünceye kadar kimseden bir şey kabûl etmedi. (Buhârî, Vesâyâ, 9; Vâkıdî, III, 945)
Kureyş müşriklerinin ileri gelenlerinden Safvân bin Ümeyye, müslüman olmadığı hâlde, Huneyn ve Tâif savaşlarında Allâh Rasûlü’nün yanından ayrılmamıştı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cîrâne’de toplanan ganîmet malları arasında dolaştığı ve onlara göz gezdirdiği sırada Safvân da Allâh Rasûlü’nün yanında bulunuyor, develer, davarlar ve çobanlarla dolu vâdiye hayran hayran bakıyordu. Peygamber Efendimiz, onun bu hâlini göz ucuyla tâkip ediyordu. Ona hitâben:
“–Ebû Vehb! Vâdi pek mi hoşuna gitti?” diye sordu.
Safvân:
“–Evet!” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–O vâdi de, içindekiler de senin olsun!” buyurdu.
Bunun üzerine Safvân kendini tutamadı:
“–Peygamberden başka hiçbir kimsenin kalbi bu derece cömert olamaz.” dedi ve şehâdet getirerek müslüman oldu. (Vâkıdî, II, 854-855)
Daha sonra Safvân -radıyallâhu anh- Kureyş’in yanına dönerek:
“–Ey kavmim! Müslüman olunuz. Vallâhi Muhammed öyle ihsanda bulunuyor ki, yokluktan ve yoksulluktan hiç korkmuyor.” dedi. (Müslim, Fedâil, 57-58)
Ebû Süfyân, Akrâ bin Hâbis, Uyeyne bin Hısn, Abbâs bin Mirdâs, Mâlik bin Avf gibi kırk kadar müellefe-i kulûba bu şekilde göz kamaştırıcı mallar verildi.294
Abbâs bin Mirdâs isimli şâir, kendisine verilen ganîmet malını az bularak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e hitâben sitemkâr bir şiir söyledi. Âlemlerin Efendisi bu haberi duyunca onu çağırdı ve:
“–Senin dilini keseceğim!” dedi. Peygamber Efendimiz Bilâl-i Habeşî’ye daha önce:
“Sana onun dilini kesmeni emrettiğimde kendisine bir elbise ver!” diye tembih etmişti. Sonra da:
“–Ey Bilâl! Haydi götür şunu, kes dilini!” buyurdu.
Bilâl, Abbâs’ın elini tutup götürürken Abbâs:
“–Yâ Rasûlallâh! Dilimi mi kesecek! Ey Muhâcirler, dilimi mi kesecek! Ey Ensâr, dilimi mi kesecek!” diye çığlık atmaya başladı. Bilâl -radıyallâhu anh- ise Abbâs’ı çekip götürmeye devâm ediyordu. Abbâs feryâdı çoğaltınca Hazret-i Bilâl:
“–Sus! Rasûlullâh bir elbise vererek seni susturmamı emretti.” dedi. Netîcede Bilâl-i Habeşî, sâkinleşen Abbâs’a fazladan bir elbise daha verdi. Allâh Rasûlü onun payını da yüz deveye çıkardı. (İbn-i Sa’d, IV, 273; Müslim, Zekât, 137)
Bu esnâda Sa’d bin Ebî Vakkâs -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Cuayl bin Sürâka (gibi fakir birini) bıraktın da Uyeyne, Akrâ gibi (zengin ve kavminin ileri gelenlerine) yüzer yüzer develer verdin!” dedi.
Varlık Nûru Efendimiz:
“–Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, Uyeyne ve Akrâ gibi kişilerle yeryüzü dolup taşsa, Cuayl onların tümünden daha hayırlıdır! Fakat, ben bunları İslâm’a ısındırmak için kolluyor, Cuayl’i ise sımsıkı bağlı olduğu müslümanlığına ve âhirette kendisine hazırlanmış üstün mükâfâtlara havâle ediyorum!” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 143; İbn-i Sa’d, IV, 246)
Müellefe-i kulûba ganîmetten bol bol verilmesi, bâzı kimseler tarafından yanlış anlaşıldığından, ashâb arasında huzursuzluğa yol açtı. Hattâ Temîmoğulları’ndan Zü’l-Huvaysıra adlı birisi haddi aşarak:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Adâleti gözet!” deme cür’etini gösterdi. Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok mahzûn oldular:
“–Öyle mi? Ben de adâleti gözetmezsem, artık kim adâlet yapar?” buyurarak îtiraz edene sitem ettiler. (Müslim, Zekât, 148)
Çok geçmeden âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَمِنْهُم مَّن يَلْمِزُكَ فِي الصَّدَقَاتِ فَإِنْ أُعْطُواْ مِنْهَا رَضُواْ وَإِن لَّمْ يُعْطَوْاْ مِنهَا إِذَا هُمْ يَسْخَطُونَ
(58)
وَلَوْ أَنَّهُمْ رَضُوْاْ مَا آتَاهُمُ اللّهُ وَرَسُولُهُ وَقَالُواْ حَسْبُنَا اللّهُ سَيُؤْتِينَا اللّهُ مِن فَضْلِهِ وَرَسُولُهُ إِنَّا إِلَى اللّهِ رَاغِبُونَ
(59)
“(Ey Rasûlüm!) Onlardan sadakaların (taksîmi) husûsunda Sen’i ayıplayanlar da var. Sadakalardan onlara da (bir pay) verilirse râzı olurlar, şâyet onlara sadakalardan verilmezse hemen kızarlar. Eğer onlar, Allâh ve Rasûlü’nün kendilerine verdiklerine râzı olup; «Allâh bize yeter. Yakında bize Allâh da lutfundan verecek, Rasûlü de. Biz yalnız Allâh’a rağbet edenlerdeniz!» deselerdi, (daha iyi olurdu).” (et-Tevbe, 58-59)
Bu âyet-i kerîmelerde Allâh Rasûlü’nün eliyle yapılan ganîmet taksîminin, aslında taksîmât-ı ilâhî olduğu bildirilmekte ve gâfil kalb ile kalb-i selîm arasındaki fark belirtilmektedir.
Şikâyetçilerin büyük bir çoğunluğu da Ensâr’dandı. Hâlbuki Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu cömertçe ihsanları, ganîmet malının umûmundan değil, “fey” denilen ve tasarrufu sırf Rasûlullâh’a âit olan beşte birlik ganîmetten yapmıştı. Ancak bu bile bâzı Ensâr gençlerinin gayretini tahrîk etmişti.295 Vâkî olan bu tür îtirazların önünü kesmek için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hâdise daha fazla büyümeden bütün Ensâr’ı toplattı. Onlardan başka hiç kimseyi yanlarına almadığı bu toplantıda, meselenin asıl nüktesinin anlaşılması için Cenâb-ı Hakk’ın kendilerine ihsân buyurduğu nîmetleri hatırlatarak şöyle hitâb etti:
“–Ey Ensâr! Hakkımda gönlünüzden geçirdiğiniz teessürü işittim. (Fakat söyleyiniz), sizler yolunu şaşırmış müşrikler iken Allâh Teâlâ, benim vâsıtamla size doğru yolu göstermedi mi? Sizler fakir kimseler iken, benim aranıza gelmemle Cenâb-ı Hak, hepinizi zengin kılmadı mı? Aranızda kin ve düşmanlık sizi kemirirken, benim gelişimle Hazret-i Allâh, kalblerinizi te’lîf edip birleştirmedi mi?”
Bu suâllerin hepsine de Ensâr’dan:
“–Bütün minnet ve nîmet Allâh ve Rasûlü içindir!” cevâbını alan Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, mânidar ve içli sözlerine devâm ettiler:
“–Ey Ensâr! Siz bana; «Kavmin Sen’i yalanlamışken aramıza geldin! Sen’i biz tasdîk ettik! Kavmin Sen’i terk ettiği zaman Sana biz yardım ettik! Kavmin Sen’i kovdu, biz Sen’i bağrımıza bastık! Sen yoksuldun, biz Sen’i malımıza ortak yaptık!..» deseydiniz, ben de sizi tasdîk eder; «Çok doğru söylüyorsunuz!» derdim…
Ey Ensâr! Birtakım kimselere verdiğim dünyâ malı yüzünden tarafınızdan söylenmiş olan sözler doğru mudur? Ben birtakım kimselerin kalblerini İslâm’a ısındırmak için verdiğim ve müslümanlığınızın kuvvet ve kemâline güvenerek sizi mahrûm ettiğim ehemmiyetsiz dünyâlıktan dolayı mı canınız sıkıldı, bundan mı nefsinize bir darlık geldi?..
Ey Ensâr! Herkes aldıkları mallarla evlerine giderken, siz de Peygamberiniz’le evlerinize dönmek istemez misiniz?”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu ifâdeleri üzerine Ensâr’ın gözlerine birikmiş olan yaşlar seller gibi akmaya başladı. Artık onlar hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar ve:
“–Yâ Rasûlallâh! Bizler Sen’inle gitmek isteriz!” diyerek muhabbetlerini tâzeliyorlardı. Onlarla birlikte Allâh Rasûlü de ağladı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ensâr’ın bu şekilde teslîmiyet göstermeleri üzerine onları tahsin sadedinde:
“–Ey Ensâr! Eğer hicret şerefi ve fazîleti olmasaydı, ben muhakkak Ensâr’dan biri olmak isterdim… Ey Ensâr! Şâyet herkes bir yol tutup gitse, ben Ensâr’ın yolundan giderdim!..”buyurdular.
Bu hüzünlü toplantıdan sonra Ensâr saflarından sâdece; «Allâh’ın Rasûlü bize kâfîdir!» ifâdeleri duyuldu. Böylece, bir yanlış anlamanın açtığı yara, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek sözleriyle sarılmıştı. (Buhârî, Meğâzî, 56; Müslim, Zekât, 135; Heysemî, X, 31)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu örnek davranışından alacağımız birçok ders bulunmaktadır. İnsan tabiati itibâriyle, ihsân ve iyiliğe mağluptur. İhsân edilen kimse, düşman ise düşmanlığı zâil olur; ortada ise daha çok yakınlaşır; yakında ise muhabbeti ziyâdeleşir.
Hulâsa, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üsve-i hasene (en güzel örnek şahsiyet) olmasının bir tecellîsi de bu ganîmet taksîminde bâriz bir şekilde görülmektedir.
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Cîrâne’de on üç gün kaldıktan sonra umre için ihrâma girerek oradan ayrıldı.296 Bu sebeple Mekkelilerle çevresindekilerin Cîrâne’de ihrâma girip umre yapmaları daha fazîletli sayılmıştır.
Bir Müslümanı Öldürmenin Cezâsı
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Medîne-i Münevvere’den hareket etmeden evvel hedef şaşırtmak için Ebû Katâde’yi bir miktar kuvvetle Necid taraflarına göndermişti. Bu birlik, “İzâm” denilen bir yere geldiklerinde Âmir bin Adbat isimli bir zâtla karşılaştı. Âmir, müslümanlara selâm vererek kelime-i şehâdet getirip îmân ettiğini bildirdi. Ancak Ebû Katâde ile birlikte gelenlerden Muhallim bin Cessâme, mâzîde vukû bulmuş olan şahsî bir çekişme dolayısıyla Âmir’in gerçekten müslüman olmadığını söyleyerek onu öldürdü ve eşyâsına da ganîmet diye el koydu.
Ebû Katâde ve birliği Necid’den döndüklerinde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Huneyn Vâdisi’nde öğle namazını yeni edâ etmiş ve etrâfında ashâbı olduğu hâlde bir ağacın altına oturmuşlardı. Hâdise kendisine haber verildiğinde şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِذَا ضَرَبْتُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَتَبَيَّنُواْ وَلاَ تَقُولُواْ لِمَنْ أَلْقَى إِلَيْكُمُ السَّلاَمَ لَسْتَ مُؤْمِنًا تَبْتَغُونَ عَرَضَ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فَعِندَ اللّهِ مَغَانِمُ كَثِيرَةٌ كَذَلِكَ كُنتُم مِّن قَبْلُ فَمَنَّ اللّهُ عَلَيْكُمْ فَتَبَيَّنُواْ إِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيرًا
“Ey îmân edenler! Allâh yolunda cihâda çıktığınız zaman, mü’mini kâfirden ayırmak için iyice araştırın. Size selâm veren kimseye, dünyâ hayâtının menfaatini gözeterek; «Sen mü’min değilsin!» demeyin. Allâh katında çok ganîmetler var. İslâm’a ilk önce girdiğiniz zaman siz de öyle idiniz. Sonra Allâh size lutufta bulundu. Onun için iyice araştırın. Şüphesiz ki Allâh, yaptıklarınızdan haberdardır.” (en-Nisâ, 94)
O sırada Âmir’in yakınları gelip Muhallim’den dâvâcı oldular. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda, uzun uzadıya bir muhâkemeden sonra Âmir’in veresesinin muvâfakatiyle diyete karar verildi ve:
“–Muhallim gelsin de Allâh Rasûlü onun için istiğfâr etsin!” dediler.
Muhallim gelince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- sordu:
“–Âmir müslüman olduğunu söylediği hâlde sen onu katlettin öyle mi?”
Bu sefer Muhallim:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Benim için istiğfâr et!” demek mecbûriyetinde kaldı. Muhallim’in bu ifâdesi, suçu bile bile işlediğinin bir îtirâfı idi. Dolayısıyla müslüman olduğu hâlde ve hiçbir suçu bulunmayan bir kimseyi öldürmüş olduğundan, cürmü, affedilebilecek cinsten değildi. Eğer bu hususta en ufak bir müsâmaha gösterilse, sonradan toplum içinde bu tür cinâyetlerin önü alınamazdı. Bu yüzden, âlemlere rahmet olarak gönderilmiş olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhallim’in, işlediği bu ağır cürüm sebebiyle vâkî olan istiğfâr talebini reddetti ve hattâ:
“–Allâh seni affetmesin!” cümlesini ifâde buyurdu.297
Bundan ibret alan şâir Kemâl Edib Kürkçüoğlu, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rızâsını kaybettirecek her türlü davranışlardan ümmeti îkâz sadedinde ne güzel söyler:
İltifâtından uzak düşmesi eyvâh eyvâh,
İki dünyâda yeter gâfile hüsrân olarak!..
Nitekim gazab-ı Peygamberî’ye dûçâr olarak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanından ayrılan Muhallim, evine kapandı. Bir hafta sonra da kederinden öldü. Yakınları, onu gömdüklerinde toprak bu cesedi kabûl etmedi. Tekrar tekrar gömdülerse de yer, her seferinde onu dışarı atmaktaydı. Çâresizlik ve şaşkınlık içinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e gelerek durumu arz ettiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Bu toprak, ondan daha fenâlarını dahî sînesine kabûl etmiştir, ancak Allâh Teâlâ, size bir ibret göstermek ve «Lâ ilâhe illâllâh»ın kadrini bildirmek istiyor!” buyurup, Muhallim’i tekrar ve kabrinin üzerine taş koyarak gömmelerini söylediler. (Ahmed, V, 112; İbn-i Mâce, Fiten, 1; İbn-i Hişâm, IV, 302; Vâkıdî, III, 919)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, “Lâ ilâhe illâllâh”ın hakkına ve hürmetine riâyet etmemenin ne kadar büyük bir fecaat ve bir müslümana haksızlık yapmanın, onu dünyevî menfaatler uğruna öldürmenin ne kadar ağır bir günah olduğunu göstermek için bu şekilde davranmış, insanları bu tür hareketlerden şiddetle sakındırmıştır.
Bu hâdise, kelime-i tevhîdi söyleyen herkesin müslüman kabûl edilmesi gerektiğini bildirir. Bu durumdaki bir kişinin, zâhire aksetmeyen bir küfrü yok ise ona sû-i zan edilmesi haramdır.
Bu durum, müslümanların hüküm verirken zâhire bakmaları gerektiğini ve bu husûsun ne kadar mühim olduğunu da göstermektedir. Çünkü insanın zâhire göre hükmetmekte bile yanılma ihtimâli olduğu hâlde, bir de ona tespîti imkânsız derûnî ahvâle dayanma yetkisi tanınsaydı, insanlar şahsî kanaatlerine göre pek çok haksızlıklara sürüklenmekten kurtulamazlardı.
Zâhire göre hükmetmeye me’zûn kılınmanın bir diğer sebebi de, amelleri bozuk birtakım kimselerin; «Sen benim kalbime bak!» gibi bir mâzerete sarılmalarını önlemektir. Zamânımızda sıkça başvurulan bu taktiği, İslâm, koyduğu şu hüküm ve onun Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından vâkî olan tatbîkâtı ile bertarâf etmektedir. Zâhire göre hükmetmek, münâfıkların, bir müddet izhâr ettikleri düzgün amellerle kendilerini gizleyip nifaklarını daha müessir bir sûrette icrâ etmelerine imkân veren bir zaaf gibi görünse de, adâleti zannî delillerle icrâ etmek gibi pek büyük mahzurlar doğuran bir duruma mânî olmaktadır.
Mekke’ye Vâli ve Muallim Tâyin Edilmesi
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’den ayrılmadan önce, şehri idâre etmek ve Müslümanların hac işlerini düzenlemek üzere, Attâb bin Esîd’i vâli tâyin etti. Daha önce Huneyn Savaşı’na çıkarken de onu Mekke’de vâli olarak vazîfelendirmişti. (İbn-i Hişâm, IV, 69, 148) Attâb -radıyallâhu anh-, o esnâda henüz yirmi yaşlarındaydı.298 Hâlbuki orada yaşlı ve fazîlet sâhibi insanlar vardı. Bu hâdiseden anlaşıldığına göre, mevkî ve makâm; liyâkat ve kâbiliyet sâhibi, yâni sâlih, bilgili, fazîletli, verâ ve takvâ ehli kimselere verilmelidir.
Aynı şekilde, İslâm’ın nesilden nesile nakledilerek bir hidâyet şerâresi hâlinde günümüze kadar gelmesinde en büyük vazîfeyi îfâ eden sahâbîlerin de ekseriyetle, Attâb bin Esîd gibi fazîlet sâhibi gençler olduğu görülmektedir. Meselâ, en çok hadîs rivâyet eden sahâbîlerden Abdullâh bin Ömer ve İbn-i Abbâs, Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettiğinde on üç yaşlarında, Hazret-i Enes, İbn-i Mes’ûd ve husûsiyle kadınların İslâm’ı öğrenmesinde çok mühim bir vazîfe üstlenen Hazret-i Âişe on sekiz yaşlarında idiler. Aynı şekilde Akabe Bey’atleri’ne katılan sahâbîlerin ekseriyetini gençler teşkîl ediyordu. Yine İslâm’ı tebliğ uğruna Bi’r-i Maûne’de şehîd edilen Kur’ân muallimlerinin çoğu da gençti. Bu durum, İslâm’ın geleceğinde mühim hizmetler üstlenecek gençlere ehemmiyet vermek ve onların eğitimleri üzerinde hassasiyetle durmak îcâb ettiğine delâlet eden mühim bir vesîka hükmündedir.
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- yeni müslüman olan kimselerin vakit geçirmeden Kur’ân’ı ve sünnetleri öğrenmelerini isterdi. Bu sebeple de yanına gelen kimseleri birkaç günlüğüne de olsa ashâbının yanında âdeta yoğunlaştırılmış bir kamp eğitimine alırdı. Sabah olup da yanına geldiklerinde öğrendiklerini kontrol eder, şâyet yeterli görmezse onları başka sahâbîlerine göndererek İslâm’ı iyice öğrenmelerini isterdi.
Peygamber Efendimiz, bu hassâsiyetinin bir eseri olarak, Mekkelilere fıkhı (dînin hükümlerini) ve Kur’ân-ı Kerîm’i öğretmek üzere Muâz bin Cebel299 ve Ebû Mûsâ el-Eş’arî300 -radıyallâhu anhümâ-’yı orada bıraktı. Bu durum da, İslâmî eğitim ve öğretime ne kadar ehemmiyet vermemiz gerektiğini gösteren kat’î bir delildir.
HİCRETİN DOKUZUNCU SENESİ Lisân Kılıcı
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, zekât vermek istemeyen Benî Temîm kabîlesinin üzerine Hazret-i Uyeyne’yi bir miktar asker ile göndermişti. Uyeyne -radıyallâhu anh- da Temîm kabîlesine ansızın yaptığı bir hücumla onları mağlûb ederek birçok ganîmet ve esirle Medîne-i Münevvere’ye döndü.301
Bunun üzerine Temîm eşrâfı, esirlerini kurtarmak için kalabalık bir heyetle ve yanlarında şâirleri olduğu hâlde Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e geldiler. Mescidde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i beklerken sabırsızlanarak:
“–Çık artık yanımıza!” diye hürmetsizlik ve kabalıkta bulundular.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu bağırıp çağırmalarından rahatsız oldu. Bunun üzerine nâzil olan âyette şöyle buyruldu:
إِنَّ الَّذِينَ يُنَادُونَكَ مِن وَرَاء الْحُجُرَاتِ أَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ
“(Rasûlüm!) Sana odaların arka tarafından bağıranların çoğu aklı ermez kimselerdir.” (el-Hucurât, 4) (İbn-i Hişâm, IV, 223, 233)
Varlık Nûru Efendimiz, öğle namazını kıldırdıktan sonra mescidin avlusunda oturdu. Benî Temîm heyeti:
“–Sen’inle şiirler söyleşelim, fahriyeler okuyalım diye şâirimizi ve hatîbimizi getirdik!” dediler.
Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ben şiir söylemek için gönderilmedim. Fahriye söylemek için de emrolunmadım. Ama sizler bir söyleyin bakalım!” buyurdular. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Ğâbe, I, 128)
Benî Temîm’den bir kişi kalktı ve belîğ bir hutbe okudu. Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ashâbdan Sâbit bin Kays -radıyallâhu anh-’a işâret buyurunca o da kalktı ve Cenâb-ı Hakk’ın büyüklüğüne, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in nübüvvetine dâir mükemmel bir hutbe îrâd ederek Temîmli’ye gâlip geldi.
Bundan sonra Temîmoğulları’ndan Zibrikân bin Bedr’in okuduğu şiire de meşhûr şâir Hassân bin Sâbit -radıyallâhu anh- mukâbele ederek İslâm Dîni’nin şerefine, şânına dâir irticâlen, gâyet fasîh ve tesirli bir kasîde söyledi.
Ashâbın bu galebesi, Kur’ân-ı Kerîm gibi bir lisân hârikası olan ilâhî Kitâb’a gönül vermek, ayrıca “Cevâmiu’l-kelim: Az sözle pek çok mânâlar ifâde eden” ve bütün insanların en güzel ve belîğ konuşanı olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in terbiyelerinde bulunmaktan kaynaklanmaktaydı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den vâkî olan bu feyiz in‘ikâsını şâir ne güzel dile getirir:
O’nu bir lahza görenler gül olur,
Sözüne şâhid olan bülbül olur…
Nitekim bu hakîkati fark eden Temîmli şâir Akrâ bin Hâbis:
“–Bu zâtın hatîbi, bizim hatîbimizden, şâiri de bizim şâirimizden üstündür. Onların sesleri, bizim seslerimizin fevkindedir!..” diyerek arkadaşları ile birlikte îmân ettiler. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de heyet üyelerine bol miktarda hediyeler verdi. (İbn-i Hişâm, IV, 232)
O sırada Hazret-i Ebû Bekir ile Hazret-i Ömer arasında Allâh Rasûlü’nün huzûrunda küçük bir tartışma oldu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîmeler nâzil oldu:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
(1)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
(2)
“Ey îmân edenler! Allâh’ın ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin! Allâh’tan korkun! Şüphesiz Allâh işitendir, bilendir. Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinden fazla yükseltmeyin. Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e yüksek sesle bağırmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 1-2)
Bundan sonra Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda konuştuğu zaman sesini o kadar kısardı ki, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- onun sözünü işitemez, ne söylediğini kendisine sormak mecbûriyetinde kalırdı.302
Diğer sahâbîler de Varlık Nûru Efendimiz’e büyük bir tâzîm ve hürmet duygusu içindeydiler. O’nu rahatsız etmemek için bütün gayretlerini sarf ederlerdi. Nitekim sesi gür olan bir sahâbî Peygamber Efendimiz’i rahatsız ettiği korkusuyla ve büyük bir üzüntü ile evine kapanmış, ancak Allâh Rasûlü’nün tesellîsi ile sükûna kavuşmuştu.303
Ashâb-ı kirâm, Âlemlerin Efendisi ile sofraya oturduklarında hiçbir zaman O’ndan önce ellerini yemeğe uzatmazlardı.304 Odasının kapısına tırnak uçlarıyla vururlar, O’nu rahatsız edecek her türlü hareketten şiddetle kaçınırlardı.305 O’ndan bahsederken ifâdelerine çok dikkat ederler, Allâh Rasûlü’nü ay ile güneşe benzetirlerdi.306 O’nun hadîslerini rivâyet ederlerken de son derece titizlik gösterirler, rivâyet sırasında renkleri değişir, yüzlerinden terler akar, gözleri yaşlarla dolar ve boyun damarları şişerdi.307 Mescidin çevresinde bulunan evlerden herhangi birinde kazık veya çivi çakıldığını duysalar hemen; “Rasûlullâh’ı rahatsız etmeyiniz!” diyerek haber gönderirlerdi. Bâzıları da evlerinin kapılarını Medîne dışında yaptırırlardı.308
a
Ka’b bin Züheyr de önceleri İslâm’a savaş açan şâirlerdendi. Yazdığı hicviyeler dolayısıyla görüldüğü yerde öldürülmek üzere kanı helâl kılınmıştı. Ancak müslüman olan kardeşi Büceyr, kendisine nasîhat sadedinde bir şiir yazarak, böyle devâm ettiği takdirde âkıbetinin hazîn olacağını bildirdi. Ka’b da büyük bir endişe içinde ashâb-ı kirâmdan birinin delâletiyle Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûruna geldi ve ismini söylemeden bey’at etti. Diz çöküp oturdu. Sonra da:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ka’b bin Züheyr tevbe edip müslüman olarak emân almak için yüksek huzûrunuza gelmek ister, kabul buyurur musunuz?” diye sordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den; “Evet!” cevâbı sâdır olunca sevinçle:
“–Ka’b benim yâ Rasûlallâh!..” dedi. (İbn-i Hişâm, IV, 152; Hâkim, III, 675/6480; Heysemî, IX, 393)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu affına bir şükrâne olması için huzûr-i Peygamberî’ye gelmeden evvel nazmetmiş olduğu “Bânet Süâd” kasîdesini okumaya başladı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan ziyâdesiyle memnun kalarak mübârek sırtındaki Hırka-i Şerîf’i çıkarıp Ka’b -radıyallâhu anh-’a giydirdiler. Böylece kasîdenin ismi, Arapça’da hırka mânâsına gelen “bürde” kelimesiyle zikredilerek, “Kasîde-i Bürde” oldu.
Ka’b’a hediye edilen Hırka-i Şerîf, onun vefâtından sonra Hazret-i Muâviye tarafından satın alındı. Hükümdarlar arasında birinden ötekine geçerek günümüze kadar gelmiş olan ve Topkapı Sarayı’nda muhâfaza edilen Hırka-i Saâdet, işte budur.
“Kasîde-i Bürde” ismiyle meşhûr olmuş bir kasîde daha vardır ki, o da İmam Bûsirî Hazretleri’ne âittir.309 Ancak bu ikinci kasîdenin doğru ismi, “Kasîde-i Bür’e”dir. Bür’e, hastalığın şifâ bulması mânâsındadır ve İmam Bûsirî’nin bu kasîde bereketiyle felç hastalığından kurtulması münâsebetiyle bu ismi almıştır. Hâdise şöyledir:
İmam Bûsirî Hazretleri’nin vücûdunun yarısı felç olur. O da Kasîde-i Bür’e’yi yazıp Cenâb-ı Hak’tan şifâ diler. Kasîdeyi yazmayı bitirdiği gece rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i görür ve bu na’ti O’na okur. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de bundan memnun kalarak mübârek elleriyle İmam Bûsirî’nin felç olan yerlerini sıvazlar. İmam Bûsirî, uyandığında hastalığından hiçbir eser kalmadığını müşâhede ederek Cenâb-ı Hakk’a şükreder. Sabahleyin sürûr ve şükrân duyguları içinde câmiye giderken, keşif sâhibi büyük velî Şeyh Ebu’r-Recâ Hazretleri’ne rastlar. Şeyh Hazretleri:
“–Yâ İmam! Fahr-i Âlem’i medhettiğin kasîdeyi okur musun?” der.
İmam Bûsirî:
“–Benim birçok na’tim var. Hangisini soruyorsunuz?” deyince, Şeyh Ebu’r-Recâ:
“–Bu gece Rasûlullâh’a okuduğun na’ti istiyorum. Zîrâ sen onu okurken Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in çok memnûn olduğunu gördüm.” der.
İmâm Bûsirî hayretler içinde sorar:
“–Bu kasîdeden ve gördüğüm rüyâdan hiç kimseye bahsetmediğim hâlde siz bunu nereden biliyorsunuz?..”
Şeyh Ebu’r-Recâ cevâben:“–Yâ İmâm! Ben de oradaydım!..” der ve kasîdenin ilk beytini okur:
Selem310 yârânını sen yâdına aldın da mı,
Gözlerden akan yaşa karıştırırsın demi?..
“Ey gönül, Selemlileri hatırladığın için mi gözünden kanlı yaş akıtıyorsun?”
Rivâyete göre bu kasîde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda okunurken Âlemlerin Efendisi, memnûniyetlerinden dolayı mübârek vücûdlarını bir ağacın yapraklarının zarîf bir şekilde sallanışı gibi hareket ettiriyor ve tebessüm buyuruyorlarmış.
İşte bu nükte dolayısıyladır ki bu na’tin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetinin tecellî etmesi için hastalara şifâ olarak okunması, bir usûl dâhilinde devâm etmiş, bu medhiye ile Allâh Rasûlü’ne tevessül edilerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ edilmiştir.311
Fâsığın Haberini Tahkîk Edin!
Hicretin dokuzuncu senesinde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mustalikoğulları’na zekât toplamak için gönderdiği Velîd bin Ukbe, kendini karşılamak üzere toplanan kalabalığı görünce korktu, câhiliye döneminde onlarla arasındaki bir sürtüşme dolayısıyla kendisini öldüreceklerini sandı. Dönüp Medîne’ye geldi ve durumu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olduğundan farklı bir şekilde, yâni onlara iftirâ ederek anlattı:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Onlar dinlerinden dönmüşler. Zekât vermediler. Neredeyse beni de öldüreceklerdi.” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mustalikoğulları’na göndermek üzere askerî bir birlik hazırladı. Benî Mustalik bunu haber alınca, Velîd’i karşılamak üzere toplanan heyet, acele Medîne’ye geldi. Medîne’de, kendilerine gönderilmek üzere bulunan İslâm birliğiyle karşılaştılar. İşin aslı öğrenildi. Bu esnâda Cenâb-ı Hak, bütün mü’minlere herhangi bir hususta tahkîkat yapmadan hüküm vermemelerini ihtâr etmek üzere vahyini gönderdi:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِن جَاءكُمْ فَاسِقٌ بِنَبَأٍ فَتَبَيَّنُوا أَن تُصِيبُوا قَوْمًا بِجَهَالَةٍ فَتُصْبِحُوا عَلَى مَا فَعَلْتُمْ نَادِمِينَ
(6)
وَاعْلَمُوا أَنَّ فِيكُمْ رَسُولَ اللَّهِ لَوْ يُطِيعُكُمْ فِي كَثِيرٍ مِّنَ الْأَمْرِ لَعَنِتُّمْ وَلَكِنَّ اللَّهَ حَبَّبَ إِلَيْكُمُ الْإِيمَانَ وَزَيَّنَهُ فِي قُلُوبِكُمْ وَكَرَّهَ إِلَيْكُمُ الْكُفْرَ وَالْفُسُوقَ وَالْعِصْيَانَ أُوْلَئِكَ هُمُ الرَّاشِدُونَ
(7)
“Ey îmân edenler! Eğer bir fâsık size herhangi bir haber getirirse, onun doğruluğunu araştırın! Yoksa bilmeden bir topluluğa kötülük edersiniz de sonra yaptığınıza pişmân olursunuz. Hem bilin ki, içinizde Allâh’ın Rasûlü vardır. Şâyet O, pek çok işte size uysaydı, sıkıntıya düşerdiniz. Fakat Allâh, size îmânı sevdirmiş ve onu sizin gönüllerinizde süslemiştir. Küfrü, fıskı ve isyânı da size çirkin göstermiştir. İşte doğru yolda olanlar bunlardır.” (el-Hucurât, 6-7)
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Ey Abbâd! Onlarla birlikte git! Zekâtlarını al! Mallarının en iyilerini seçip almaktan sakın!”buyurdu. Abbâd bin Bişr, Mustalikoğulları’nın yanında on gün kaldı. Onlara Kur’ân-ı Kerîm okuttu, İslâm’ı öğretti. (Ahmed, IV, 279; İbn-i Hişâm, III, 340-341; İbn-i Sa’d, II, 161)
Bâzen de menşei bir fâsık olan yanlış haber, ağızdan ağıza intikâl ede ede sonunda fâsık olmadığı muhakkak bulunan, belki biraz saf birine intikâl eder ve o da bu haberi iyi niyetle size kadar ulaştırmış olabilir. Bu durumda bilmelidir ki, söyleyen fâsık olmasa da asılsız rivâyete dayanan bir habere inanıp onu yaymak da mes’ûliyeti mûciptir. Çünkü haberin müsbet olması hâlinde bundan bir mahzur doğmasa da, menfîlikte kul hakkına tecâvüz ve gıybet gibi kebâire (büyük günahlara) sürüklenme tehlikesi vardır. Bu sebeple kavl-i mücerrede dayalı ve rivâyet yoluyla gelen menfî haberlere karşı dâimâ ihtiyatlı olmak lâzımdır.
Büyük Bir Îman İmtihânı:TEBÜK SEFERİ (Receb 9 / Ekim-Kasım 630)
Tebük, Medîne ile Şam’ın tam ortasında bir şehrin ismi olup oraya yapılan sefer, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iştirâk ettiği son sefer olmuştur. Bu sefer, Mûte Harbi’nin bir devâmı gibidir. Bizans imparatoru, Mûte Harbi’nin kendisinde bıraktığı tesir sebebiyle, vakit geçip müslümanlar daha fazla kuvvetlenmeden bütün Arabistan’ı istîlâ etmek niyetinde idi. Bunun için de hristiyan Araplar’ı kullanmak istiyordu. Buna namzet gördüğü Gassânîler de zâten böyle bir hareket için çoktan hazırdılar. Durum bu safhada iken Medîne’ye gelen ticâret kervanları, düşmanın hazırlıklarını müslümanlara bildirerek çok yakında beldelerinin hücûma uğrayacağını söylediler.
Bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, umûmî bir seferberlik îlân etti. O âna kadar yapılan askerî faâliyetler gizli tutulur, düşmanın bunu öğrenmesi istenmezdi. Fakat Tebük Seferi’nde durum farklı oldu. Zîrâ yaz mevsiminin en sıcak günleriydi. Düşman kuvvetli, gidilecek yer uzaktı. Üstelik o yıl Medîne’de vâkî olan kıtlık sebebiyle müslümanlar iktisâdî bakımdan da zor durumda idiler.312
Bütün bunları fırsat bilen münâfıklar, yine eski fitnelerine dönerek mü’minlerin hâlet-i rûhiyelerini bozmaya kalktılar. Baş münâfık Abdullâh bin Übey:
“–Muhammed, Roma Devleti’ni çocuk oyuncağı mı sanıyor? Ben O’nun, ashâbıyla birlikte esir düştüğünü gözlerimle görür gibiyim!” diyordu.
Bir kısım münâfıklar da:
“–Böyle bir sıcakta sefere çıkılır mı?” demeye başladılar. Bunlara cevâben âyet-i kerîmede şöyle buyruldu:
فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلاَفَ رَسُولِ اللّهِ وَكَرِهُواْ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَقَالُواْ لاَ تَنفِرُواْ فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَّوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ
“Allâh’ın Rasûlü’ne muhâlefet etmek için geri kalanlar (sefere çıkmayıp) oturmaları ile sevindiler; mallarıyla, canlarıyla Allâh yolunda cihâd etmeyi çirkin gördüler de; «Bu sıcakta sefere çıkmayın!» dediler. De ki: «Cehennem ateşi daha sıcaktır!» Keşke anlasalardı!” (et-Tevbe, 81)
Bedevîlerden bâzıları da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e uydurma mâzeretler ileri sürerek izin aldılar. Bunu âyet-i kerîme şöyle haber vermiştir:
وَجَاء الْمُعَذِّرُونَ مِنَ الأَعْرَابِ لِيُؤْذَنَ لَهُمْ وَقَعَدَ الَّذِينَ كَذَبُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ سَيُصِيبُ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِنْهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
“Bedevîlerden (mâzeretleri olduğunu) iddiâ edenler, kendilerine izin verilsin diye geldiler. Allâh ve Rasûlü’ne yalan söyleyenler de oturup kaldılar. Onlardan kâfir olanlara elem verici bir azâb erişecektir.” (et-Tevbe, 90)313
Bundan sonra Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerle münâfıkların birbirlerinden ayırdedilmesi için açık kıstaslar koydu:
لَوْ كَانَ عَرَضًا قَرِيبًا وَسَفَرًا قَاصِدًا لاَّتَّبَعُوكَ وَلَـكِن بَعُدَتْ عَلَيْهِمُ الشُّقَّةُ وَسَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَوِ اسْتَطَعْنَا لَخَرَجْنَا مَعَكُمْ يُهْلِكُونَ أَنفُسَهُمْ وَاللّهُ يَعْلَمُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
“(Ey Rasûlüm!) Eğer yakın bir dünyâ menfaati ve kolay bir yolculuk olsaydı, (o münâfıklar), mutlakâ Sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar; «Gücümüz yetseydi mutlakâ sizinle berâber çıkardık!» diye kendilerini helâk edercesine Allâh’a yemîn edecekler. Hâlbuki Allâh, onların kesinlikle yalancı olduklarını biliyor.” (et-Tevbe, 42)
لاَ يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ أَن يُجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالْمُتَّقِينَ
(44)
إِنَّمَا يَسْتَأْذِنُكَ الَّذِينَ لاَ يُؤْمِنُونَ بِاللّهِ وَالْيَوْمِ الآخِرِ وَارْتَابَتْ قُلُوبُهُمْ فَهُمْ فِي رَيْبِهِمْ يَتَرَدَّدُونَ
(45)
“(Ey Rasûlüm!) Allâh’a ve âhiret gününe îmân edenler ise malları ve canlarıyla savaşmaktan (geri kalmak için) Sen’den izin istemezler. Allâh takvâ sâhiplerini pek iyi bilir. Ancak Allâh’a ve âhiret gününe inanmayan, kalbleri şüpheye düşüp (bu)şüpheleri içinde bocalayanlar Sen’den izin isterler.” (et-Tevbe, 44-45)
Münâfıklar sefer için hiçbir hazırlık yapmamışlardı. Bu da onların harbe niyetlerinin olmadığını açıkça ortaya koyuyordu. Cenâb-ı Hak buyurur:
وَلَوْ أَرَادُواْ الْخُرُوجَ لأَعَدُّواْ لَهُ عُدَّةً
“(Rasûlüm!) Eğer onlar (Sen’inle birlikte harbe) çıkmak isteselerdi, elbette bunun için hazırlık yaparlardı…” (et-Tevbe, 46)
Münâfıkların böyle gün yüzüne çıkıp orduya iştirâk etmemeleri bir lutf-i ilâhî idi. Nitekim Abdullâh bin Übey, bu seferde de Uhud’da yaptığını yaparak geri dönmüştür. Bu hususta Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
وَلَـكِن كَرِهَ اللّهُ انبِعَاثَهُمْ فَثَبَّطَهُمْ وَقِيلَ اقْعُدُواْ مَعَ الْقَاعِدِينَ
(46)
لَوْ خَرَجُواْ فِيكُم مَّا زَادُوكُمْ إِلاَّ خَبَالاً ولأَوْضَعُواْ خِلاَلَكُمْ يَبْغُونَكُمُ الْفِتْنَةَ وَفِيكُمْ سَمَّاعُونَ لَهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ بِالظَّالِمِينَ
(47)
“…Allâh onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu. Onlara: «Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) berâber oturun!» denildi. Eğer sizinle (onlar da harbe) çıksalardı, size bozgunculuktan başka bir faydaları olmazdı ve mutlakâ fitne çıkarmak isteyerek aranızda dolaşırlardı. İçinizde, onlara iyice kulak verecekler de vardır. Allâh zâlimleri gâyet iyi bilir.” (et-Tevbe, 46-47)
Daha şimdiden bozgunculuk çıkaran münâfıklar, gerçekten harp esnâsında öyle zararlı oluyorlardı ki, fitne, yalan, iftirâ ve korkaklıklarıyla bütün İslâm ordusunun huzûrunu bozuyorlar ve âdeta her biri bir çıbanbaşı gibi mü’minlere ıztırap veriyordu. Bunun içindir ki Cenâb-ı Hakk’ın lutfu erişti de münâfıkların bu sefere katılması, o seferin ihtivâ ettiği pek çok meşakkatin gözlerini korkutması netîcesinde mümkün olmadı. Ashâb, onların fitnesinden halâs oldu.
Münâfıklar, birer mâzeret uydurarak harpten izin istiyorlardı. Bu izin meselesini de o kadar ileri götürdüler ki, bâzıları, oralarda Rum kızlarını görerek fitneye düşebileceklerini ifâde etmekten bile çekinmedi. Böylece gûyâ sûret-i haktan görünüp münâfıklıklarını gizlemeye çalışıyorlardı. Ancak Allâh Teâlâ, onların bu hâllerini de açığa vurdu:
وَمِنْهُم مَّن يَقُولُ ائْذَن لِّي وَلاَ تَفْتِنِّي أَلاَ فِي الْفِتْنَةِ سَقَطُواْ وَإِنَّ جَهَنَّمَ لَمُحِيطَةٌ بِالْكَافِرِينَ
“Onlardan öylesi de var ki; «Bana izin ver, beni fitneye düşürme!» der. Bilesiniz ki onlar, zâten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlakâ kuşatacaktır.”(et-Tevbe, 49)
Bir taraftan münâfıkları acı azâbıyla tehdîd eden Cenâb-ı Hak, diğer taraftan onların tesirinde kalıp da biraz gevşemiş bulunan mü’minleri de îkâz ediyordu:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ مَا لَكُمْ إِذَا قِيلَ لَكُمُ انفِرُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ اثَّاقَلْتُمْ إِلَى الأَرْضِ أَرَضِيتُم بِالْحَيَاةِ الدُّنْيَا مِنَ الآخِرَةِ فَمَا مَتَاعُ الْحَيَاةِ الدُّنْيَا فِي الآخِرَةِ إِلاَّ قَلِي
(38)
إِلاَّ تَنفِرُواْ يُعَذِّبْكُمْ عَذَابًا أَلِيمًا وَيَسْتَبْدِلْ قَوْمًا غَيْرَكُمْ وَلاَ تَضُرُّوهُ شَيْئًا وَاللّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ
(39)
“Ey îmân edenler! Size ne oldu ki; «Allâh yolunda savaşa çıkın!» denildiği zaman yere çakılıp kalıyorsunuz? (Yoksa) dünyâ hayâtını âhirete tercih mi ediyorsunuz? Fakat (biliniz ve unutmayınız ki), dünyâ hayâtının (geçici) faydası, âhiretin (ebedî faydası) yanında pek azdır. Eğer (gerektiğinde harbe) çıkmazsanız, (Allâh), sizi pek elem verici bir azâb ile cezâlandırır ve yerinize sizden başka bir kavim getirir. Siz(harbe çıkmamakla) O’na bir zarar veremezsiniz. Allâh her şeye kâdirdir.” (et-Tevbe, 38-39)
انْفِرُواْ خِفَافًا وَثِقَالاً وَجَاهِدُواْ بِأَمْوَالِكُمْ وَأَنفُسِكُمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ ذَلِكُمْ خَيْرٌ لَّكُمْ إِن كُنتُمْ تَعْلَمُونَ
“(Ey mü’minler!) İster zor, ister kolay gelsin (Allâh yolunda) harbe çıkın! Mallarınızla ve canlarınızla Allâh yolunda cihâd edin! Eğer bilirseniz, bu sizin için (elbette ki)daha hayırlıdır.” (et-Tevbe, 41)
Bu îkazlar üzerine, mü’minlerde büyük bir canlanma oldu. Gönüllerdeki gevşeklik, yerini nedâmet dolu bir hamleye bıraktı. Coşkun bir îman seferberliği başladı. Çünkü düşmanın İslâm ülkesine hücûmu durumunda cihâd, farz-ı ayın idi ve bütün mü’minler buna riâyetle mükellefti. Ancak bu farzla mükellef kılınmayıp cihâddan muaf tutulabilecek olanlar ise âyet-i kerîmede şöyle bildirildi:
لَّيْسَ عَلَى الضُّعَفَاء وَلاَ عَلَى الْمَرْضَى وَلاَ عَلَى الَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ مَا يُنفِقُونَ حَرَجٌ إِذَا نَصَحُواْ لِلّهِ وَرَسُولِهِ مَا عَلَى الْمُحْسِنِينَ مِن سَبِيلٍ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Allâh ve Rasûlü’ne samîmiyetle bağlılıkları devâm ettiği sürece (ve insanlara öğüt verdikleri takdirde), zayıflara, hastalara ve (muhârebe için) harcayacak bir şey bulamayanlara günah yoktur. İhsan sâhiplerinin aleyhine bir yol (mes’ûliyet)yoktur. Allâh, Gafûr’dur, Rahîm’dir.” (et-Tevbe, 91)
Âyet-i kerîmenin beyânına göre, harpten muaf olanlar, memleketlerinde fitneye meydan vermez, yalan haberler yaymaz, harbe iştirâk etmiş bulunan mücâhidlerin âilelerine yardımcı olur ve amel-i sâlih işlerlerse, muhârebeye katılamamaktan dolayı kendilerine bir günah yazılmaz. Ancak bunların harbe iştirâklerini yasaklayan herhangi bir emir de sâdır olmadığından, arzu ederlerse, orduya yük olmamak şartıyla harbe iştirâk edebilirler.
Tebük Seferi’ne hazırlıkların yapıldığı esnâda ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Allâh yolunda canlarını fedâ edebilme seferberliğine çıkmanın ulvî heyecânına kapılmıştı. Ancak ashâb-ı kirâmın fakirlerinden yedi kişi, sefere iştirâk etmek için binek hayvanı bulamamışlardı. Çoğunlukla iki askere, hattâ bâzen üç askere bir deve düşüyordu ve deveye sırayla bineceklerdi. Fakat sefere iştirâk etmeyi ve her an Allâh Rasûlü ile berâber olmayı cân u gönülden arzu ettikleri hâlde, nöbetleşe de olsa binecek bir deve bulamayan fakir sahâbîler de vardı. Onlar da Allâh Rasûlü’ne gelerek hâllerini arz ettiler. “Bindirecek deve olmadığı” cevâbını alınca, ağlaya ağlaya döndüler. Allâh yolunda dökülen bu gözyaşları makbûl-i ilâhî oldu ve âyet-i kerîmede:
وَلاَ عَلَى الَّذِينَ إِذَا مَا أَتَوْكَ لِتَحْمِلَهُمْ قُلْتَ لاَ أَجِدُ مَا أَحْمِلُكُمْ عَلَيْهِ تَوَلَّواْ وَّأَعْيُنُهُمْ تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ حَزَنًا أَلاَّ يَجِدُواْ مَا يُنفِقُون
“(Ey Rasûlüm!) Kendilerine binek sağlaman için Sana geldiklerinde (Sen): «Sizi bindirecek bir binek bulamıyorum.» deyince, harcayacak bir şey bulamadıklarından dolayı üzüntüden gözleri yaş döke döke dönen kimselere(herhangi bir mes’ûliyet yoktur)!” buyruldu. (et-Tevbe, 92)
Âyette iltifât-ı ilâhîye mazhar olan kişilerden Abdurrahmân bin Ka’b ile Abdullâh bin Muğaffel, Allâh Rasûlü’nün yanından ağlayarak dönerlerken, İbn-i Yâmin onlara:
“–Siz niçin ağlıyorsunuz?” diye sordu.
“–Bize binit sağlaması için Rasûlullâh’a gitmiştik. Yanında bizi üzerine bindirecek bir şey bulamadı. Bizim de binip Allâh Rasûlü ile birlikte gazâya çıkacak bir hayvanımız yok!” dediler.
İbn-i Yâmin, ikisine bir deve, azık olarak da bir miktar hurma verdi. Hazret-i Abbâs, gözyaşı dökenlerden ikisine, Hazret-i Osmân da üçüne binit sağladı.314 Bir kısım ihtiyaç sâhiplerine de daha sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- binek temin etti.315 Seferden muaf oldukları hâlde Allâh Rasûlü’nden ayrı kalmak kendilerine giran gelen ve kalbleri Cenâb-ı Hakk’ın muhabbetiyle dolu olan bu sahâbîler, bu canhıraş iştiyak ve muhabbetlerinin mukâbilinde sefere katılma nîmet ve şerefine nâil oldular.
İşte bu hâl, ashâb-ı kirâmın malıyla ve canıyla Hak yolunda nasıl fedâkârlıkta bulunduklarını ve onların gönül yapısını sergileyen sayısız misâllerden biridir.
Tebük’ten ibret dolu diğer bir hâtırayı Vâsile bin Eskâ -radıyallâhu anh- şöyle anlatıyor:
“Tebük Seferi’ne çıkılacağı günlerde Medîne’de şöyle nidâ ettim:
«–Ganîmet hissemi vermem karşılığında kim beni bineğine bindirir?»
Ensâr’dan yaşlı bir zât, münâvebe ile (nöbetleşe) binmek üzere beni savaşa götürebileceğini bildirdi. Ben hemen; «Anlaştık!» deyince:
«–Öyleyse Allâh’ın bereketi üzere yürü!» dedi. Böylece hayırlı bir arkadaşla yola çıktım. Allâh ganîmet de nasîb etti; hisseme bir miktar deve isâbet etti. Bunları sürüp (Ensârî’ye) getirdim. O bana:
«–Develerini al götür.» dedi.
«–Başta yaptığımız antlaşmaya göre bunlar senin.» dedim. Ama Ensârî:
«–Ey kardeşim! Ganîmetini al, ben senin bu maddî payını istememiştim. (Ben sevâbına, yâni mânevî kazancına iştirâk etmeyi düşünmüştüm.)» dedi.” (Ebû Dâvûd, Cihâd, 113/2676)
Bu ibretli seferde, canları ve malları âhiret sermâyesine dönüştürerek cenneti satın alabilme heyecânı had safhada yaşanıyor, kıyâmete kadar ümmete numûne olacak manzaralar sergileniyordu. Ashâb-ı kirâm, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrâfında hizmet için âdeta pervâne kesiliyor, Allâh yolunda her şeyleriyle gösterdikleri fedâkârlıklarını;“Anam, babam, canım Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh!” nidâlarıyla dile getiriyorlardı.
Şâir, ashâbın Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in etrâfında âdeta birer pervâne gibi her şeyleriyle fedâ oluşlarını, onların dilinden ne güzel terennüm eder:
Her zerre-i hâk-i kadem-i Hazret’ine,
Cânım da fedâ, ten de fedâ, ben de fedâ!..
Bu şevk ve heyecan, ashâb-ı kirâmda daha sonraları da devâm etmiş ve İbn-i Ümm-i Mektûm -radıyallâhu anh-, yukarıdaki âyette buyrulan takvâyı tercih ederek iki gözü de âmâ olduğu hâlde Kadisiye Harbi’ne iştirâk etmiş, hattâ İslâm askerlerinin içinde sancaktarlık yapmıştır.
Nâzil olan âyet-i kerîmelerdeki îkazların tesiriyle kısa zamanda satvetli bir İslâm ordusu hazırlandı. Sayısı otuz binin üzerindeydi.316 Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mâlik bin Neccâroğulları’nın bayrağını Umâre bin Hazm’a vermişti. Daha sonra Zeyd bin Sâbit’i görünce, bayrağı Umâre’den alıp ona verdi. Umâre -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Bana kızdınız mı?” diye sorunca Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-:
“–Hayır! Vallâhi kızmadım! Fakat, Kur’ân’ı siz de tercih ediniz! O, Kur’ân’ı senden daha çok ezberlemiştir! Ezberinde Kur’ân çok olan, burnu kesik zenci köle de olsa, tercih olunur!”buyurdu.
Evs ve Hazrec kabîlelerine, bayraklarını Kur’ân’ı daha çok ezberlemiş bulunanlara taşıtmalarını emretti. Bunun üzerine Avfoğulları’nın bayrağını Ebû Zeyd, Benî Selime’nin bayrağını da Muâz -radıyallâhu anh- taşıdı. (Vâkıdî, III, 1003)
İnfak Seferberliği
Sefere çıkılacağı zaman Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ordunun ihtiyaçları için ashâbını önce infak seferberliğine çağırmıştı. Hâlbuki o sırada Medîne’de büyük bir kıtlık yaşanıyordu. Buna rağmen ashâb-ı kirâm, yüksek bir azim ve îman vecdi içinde fânî ve dünyevî bütün menfaat düşüncelerini bertarâf edip büyük bir infak ve fedâkârlık yarışına girdiler. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- malının tamâmını getirdi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“–Ebû Bekr’in malından istifâde ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifâdesi karşısında, gözyaşları içinde kalan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz yâ Rasûlallâh?!” (İbn-i Mâce, Mukaddime, 11) demek sûretiyle kendisini her şeyiyle berâber Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e adadığını ve O’nda fânî olduğunu te’yîd etti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in:
“–Çoluk çocuğuna ne bıraktın yâ Ebâ Bekir?” suâline de büyük bir îman vecdiyle:
“–Allâh ve Rasûlü’nü (bıraktım yâ Rasûlallâh)!..” şeklinde cevap verdi. (Tirmizî, Menâkıb, 16/3675)
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, malının yarısını getirmişti. Bu defâ infak husûsunda Hazret-i Ebû Bekr’i geçeceğini düşünmüştü. Ama yine yetişememişti.
Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- da, 300 deveyi tam techîzatlı bir şekilde hazırlayarak orduya hibe etti ve ayrıca 1000 dinar bağışta bulundu. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onun hakkında da:
“–Osmân’a (bu fedâkârâne infâkı sebebiyle) bundan sonra yapacağı hiçbir şey zarar vermez!”(Tirmizî, Menâkıb, 18/3700; Ahmed, V, 63) buyurarak, büyük bir muhabbetle onu iltifât-ı nebevîsine mazhar kıldı.
Ayrıca Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-’ın âilesi de bütün mücevherlerini Allâh yolunda infâk etti. Bütün hanım sahâbîler de, ne kadar takıları ve ziynet eşyâları varsa, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in önüne getirdiler.317 On bir yaşında küçük bir mü’mine kız da, ufakken kulağına takılan küpeleri çıkaramayınca, heyecanından onları kulağını yırtarak çıkarttı. Bu kanlı küpeleri Allâh Rasûlü’nün önüne koydu.
Zengin olmayıp da bir şey bulamayan sahâbîler bile mal ve candan fedâkârlık yapabilmenin heyecânı içindeydiler. Bunlardan Ebû Akîl -radıyallâhu anh-, bütün bir gece çalışarak iki ölçek hurma kazanmıştı. Bir ölçeğini ev halkına, bir ölçeğini de orduya bağışladı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Allâh senin getirip verdiğini de alıkoyduğunu da bereketlendirsin!” buyurdu ve getirilen hurmanın toplanan yardımlar içine dökülmesini emretti. (Taberî, Tefsîr, X, 251)
Münâfıklar ise bu tür bağışları dillerine dolayıp Ebû Akîl’i de riyâkârlıkla suçladılar. Ukbe bin Amr -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Sadaka âyeti318 nâzil olunca, sırtımızda yük taşıyarak kazancımızdan infâk etmeye başladık. Derken bir adam geldi ve çokça sadaka verdi. Münâfıklar; «Gösteriş yapıyor.» dediler. Bir başkası geldi, bir ölçek hurma tasadduk etti. Yine münâfıklar; «Allâh’ın bunun bir ölçek hurmasına ihtiyâcı yoktur.» dediler. Bunun üzerine:
الَّذِينَ يَلْمِزُونَ الْمُطَّوِّعِينَ مِنَ الْمُؤْمِنِينَ فِي الصَّدَقَاتِ وَالَّذِينَ لاَ يَجِدُونَ إِلاَّ جُهْدَهُمْ فَيَسْخَرُونَ مِنْهُمْ سَخِرَ اللّهُ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ
«Sadaka husûsunda mü’minlerden gönüllü verenleri ve güçlerinin yettiğinden başkasını bulamayanları çekiştirip alay edenler var ya, Allâh, işte onları maskaraya çevirmiştir. Ve onlar için elem verici bir azap vardır.» (et-Tevbe, 79) âyet-i kerîmesi nâzil oldu.” (Buhârî, Zekât, 10; Müslim, Zekât, 72)
Hadîsin değişik rivâyetlerinden anlaşıldığına göre, çokça para getiren zât, Abdurrahmân bin Avf -radıyallâhu anh-; bir ölçek getiren zât da Ebû Akîl -radıyallâhu anh- idi.
Yine fakir müslümanlardan Ulbe bin Zeyd -radıyallâhu anh-, gecenin bir kısmı geçince kalktı, namaz kıldı ve şöyle yalvardı:
“Ey Allâh’ım! Sen cihâda çıkmayı emir ve teşvik buyurdun. Hâlbuki beni, üzerine binip Rasûlün ile birlikte cihâda çıkabileceğim bir hayvana sâhip kılmadın! Rasûlü’nün elinde de beni üzerine bindirecek bir hayvan bulundurmadın! Ben her zaman mal, beden ve eşyâdan üzerime düşen sadakayı vermişimdir. Ey Allâh’ım! Kulların içinde bana nasîb ettiğin şu bir parça malımı tasadduk ediyorum!”
Sabah olunca Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanına gelip:
“–Yâ Rasûlallâh! Elimde sadaka olarak verebileceğim bir şey yok. Şu bir parça eşyâmı tasadduk ediyorum! Bundan dolayı beni üzen veya bana kötü söyleyen, ya da benimle alay eden kimseye de hakkım helâl olsun!” dedi.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; aşk, muhabbet ve sehâvetle dolu olduğu kadar, af ve merhametle de yüklü olan bu sözler karşısında sâdece:
“–Allâh sadakanı kabûl etsin!” buyurdu ve başka bir şey söylemedi. Ertesi gün de ona:
“–Ben senin sadakanı kabûl ettim. Seni müjdelerim! Muhammed’in varlığı kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki, sen sadakası kabûl olunanların dîvânına yazıldın.” buyurdu. (İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 500; İbn-i Kesîr, es-Sîre, IV, 9; Vâkıdî, III, 994)
Münâfıkların bir kısmı, hâlâ müslümanlardan îmânı zayıf olanları tesir altına alıp harbe katılmalarına mânî olabilmek için çaba gösteriyorlardı. Bunlar, Süveylim adında bir yahûdînin evini merkez edinmişlerdi. Bunu haber alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Talha’yı birkaç sahâbî ile göndererek Süveylim’in evini yaktırdı. Böylece münâfıklar dağılarak bir daha bu tür bir teşebbüse cür’et edemediler.319
Diğer taraftan, münâfıkların yaptıkları bu hareketler dolayısıyla inen îkâz âyetleri üzerine, gönüllerini ilâhî azâbın korkusu saran mü’minlerin hepsi topyekûn harbe iştirâk etmişti. Öyle ki, Medîne-i Münevvere bomboş kalmıştı. Ancak savaş uzun sürebilir, bu arada devlet merkezinde meydana gelebilecek hâdiseler sebebiyle devletin ayakta durması güçleşebilirdi. Din zayıflar, ordunun maîşet tedâriki de sağlanamazdı. Ayrıca milletlerin varlığını sürdüren beyin tabakası bir grubun olmaması, devletin çöküşüyle netîcelenebilirdi. Buna mahal vermemek için harbe iştirâk husûsunda Allâh Teâlâ bir ölçü bildirdi:
وَمَا كَانَ الْمُؤْمِنُونَ لِيَنفِرُواْ كَآفَّةً فَلَوْلاَ نَفَرَ مِن كُلِّ فِرْقَةٍ مِّنْهُمْ طَآئِفَةٌ لِّيَتَفَقَّهُواْ فِي الدِّينِ وَلِيُنذِرُواْ قَوْمَهُمْ إِذَا رَجَعُواْ إِلَيْهِمْ لَعَلَّهُمْ يَحْذَرُونَ
“Mü’minlerin hepsinin toptan sefere çıkmaları doğru değildir. Onların her kesiminden bir grup dinde (dînî ilimlerde) tefakkuh (geniş ve derin bilgi elde etmek) ve kavimleri (harpten) döndüklerinde onları îkâz etmek için geride kalmalıdır. Umulur ki sakınırlar.” (et-Tevbe, 122)
Bu emr-i ilâhî mûcibince Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, cephe gerisinin emniyeti için Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- ile Muhammed bin Mesleme -radıyallâhu anh-’ı Medîne’de bıraktılar.
Sâatü’l-Usre: Zorluk Zamânı
Nihâyet bütün zor şartlara ve sıkıntılara rağmen ordu büyük bir ihtişamla hareket etti. Ancak ordu, birçok sıkıntıya sabır ve tahammül göstermek durumundaydı. Çünkü şartlar oldukça zor ve ağırdı. Bu seferi zorlaştıran sebepler kısaca şunlardı:
1. Şiddetli kuraklık.
2. Yolun uzun ve yaya yürümeye müsâit olmayan bir çöl oluşu.
3. Hasat zamânı ve meyvelerin toplanma mevsimi olması.
4. Şiddetli sıcak.
5. Bizans ordusunun kalabalık oluşuna bakılarak çok güçlü sanılması.
Nitekim bütün bu zorluklar sebebiyle bu gazveye “Gazvetü’l-Usre” (zorluk gazvesi), orduya “Ceyşü’l-Usre” (zorluk ordusu), sefer esnâsındaki günlere de “Sâatü’l-Usre” (sıkıntı ve güçlük zamânı) denilmiştir.
Ordu hareket ettikten bir müddet sonra Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, münâfıkların fitneleri dolayısıyla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e yetişerek savaşa katılmak için müsâade istedi:
“–Yâ Rasûlallâh! Münâfıklar, benden hoşlanmadığınız için beni geride bıraktığınızı söylüyorlar! Bana da sefer için izin veriniz!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de:
“–Yâ Ali! Onlar yalan söylemişler. Ben seni arkada bıraktıklarıma vekîl tâyin ettim. Derhâl geri dön; hem kendi âilene, hem de benim ev halkıma göz-kulak ol, onlar için benim vekîlim ol! Yâ Ali! Benim yanımda sen, (Tûr’a giderken) Mûsâ’ya nisbetle Hârûn mevkiinde bulunmaya râzı olmaz mısın? Bir farkla ki, benden sonra peygamber gelmeyecektir.” buyurdu. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Buhârî, Meğâzî, 78; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 31)
Bu iltifâta nâil olan Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, büyük bir rızâ ve sürûr içinde vazîfesinin başına döndü.
Sefere çıkılmış, bir hayli yol alınmıştı. Aradan epey bir zaman geçtikten sonra ashâb-ı kirâmdan Ebû Zerr -radıyallâhu anh- orduya yetişti. O, zayıf hayvanı yola dayanamadığı için gerilerde kalmış, sonunda hayvanını terk ederek zor da olsa yaya olarak ordunun ardından gelmişti. Bunu gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- mütebessim bir şekilde:
“–Allâh, Ebû Zerr’e rahmet etsin! O, yalnız yaşar, yalnız ölür ve yalnız başına diriltilir.”buyurdular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu mûcizevî ifâdeleri, vakti gelince tahakkuk etmiş ve Ebû Zerr -radıyallâhu anh-, yalnız yaşamış, yalnız vefât etmiştir. (Vâkıdî, III, 1000)
İslâm ordusunun yolculuğu son derece meşakkatli geçiyordu. Sıcak bunaltıcı idi. Üç kişiye bir deve düştüğünden, ashâb sırayla deveye biniyorlar, bu da bir hayli sıkıntı veriyordu. Bir hurmayı iki kişi bölüşüyordu. Bâzen su bulmakta güçlük çekiliyordu. Bu yüzden abdest alırken, âzâlar bir defâ yıkanmaktaydı. Mestler üzerine mukîmlerin bir, seferî sayılanların üç gün meshetmesi emredildi.320 Bir ara Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- duâ buyurdular ve sâdece İslâm askerinin bulunduğu yere yağmur yağdı.321
İslâm ordusu, yolları üzerinde bulunan Semûd kavminin helâk olduğu Hicr mevkiinden geçerken, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâb-ı kirâma:
“–Burası kaçılacak bir vâdidir!” buyurdular. (Vâkıdî, III, 1008)
Ardından:
“–Kendilerine zulmedenlerin yurduna ağlayarak girin. Yoksa onların başına gelenler sizin de başınıza gelebilir.” buyurdular. Sonra başlarını örterek o bölgeyi hızlı geçtiler. Oradan alınan suları döktürdüler. İsraf husûsunda çok titiz olmalarına rağmen, bu su ile yapılmış olan hamurları da attırdılar. (Buhârî, Enbiyâ, 17; Tefsîr, 15/2; Müslim, Zühd, 39)
Çünkü kahır mekânları, dûçâr olduğu felâketin kaderini kıyâmete kadar devâm ettirmektedir. Dolayısıyla kahrın tecellî ettiği beldelerde, isyan ve günah yüklü mekânlarda mânen devâm eden kahrın menfî in‘ikâsına mâruz kalmamak için, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in buyurduğu gibi sür’atlenmek îcâb eder.322
Hicr mevkiinde bulundukları bir gece Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bu gece pek şiddetli bir fırtına çıkacak. Herkes devesini sıkı bağlasın ve bulunduğu yerde otursun, ayağa kalkmasın!” buyurdu. Hakîkaten o gece çok şiddetli bir kasırga çıktı; abdest almak için ayağa kalkan birini kasırga yere çarptı, devesini aramaya giden bir başkasını da Tay Dağı’na fırlatıp attı. (Buhârî, Zekât, 54; Müslim, Fedâil, 11)
Tebük’e bir günlük mesâfe kaldığında, İslâm ordusu yine büyük bir susuzluk çekmekteydi. Muâz bin Cebel -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«Siz, yarın inşâallâh Tebük kaynağına ulaşacaksınız!» buyurdu.
(Ertesi gün kaynağa ulaşılınca) mevcut su, avuç avuç bir su kırbasına toplandı. Hazret-i Peygamber onunla ellerini ve yüzünü yıkadı ve kaynağa geri serpti. Sonra ucu demirli üç sopayı kaynağa batırdı. Derhâl (billur gibi) üç kaynak fışkırmaya başladı. Bütün mücâhidler susuzluğunu giderdi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- (bana):
«–Ey Muâz! Uzun bir ömrün olsaydı, çok geçmeden bu su ile buraların bağ ve bahçelerle dolu olduğunu görürdün!» buyurdular.” (Müslim, Fedâil, 10; Ahmed, V, 238)
Tebük Gazvesi’nde şiddetli açlık çektikleri için sahâbîler:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! İzin verseniz de develerimizi kesip yesek ve iç yağı elde etsek?” dediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Peki öyle yapın!” buyurdu. Derken Ömer -radıyallâhu anh- geldi:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Eğer develeri kesmelerine izin verirseniz, orduda binek azalır. Fakat (isterseniz), onlara ellerinde bulunan azıklarını getirmelerini emrediniz ve sonra da ona bereket vermesi için Allâh’a duâ ediniz. Umulur ki Allâh, bereket ihsân eder.” dedi.
Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Peki öyle yapalım!” buyurdu ve deriden bir yaygı getirtip serdirdi. Sonra da elde mevcut erzâkın getirilmesini emretti. Askerlerden kimi bir avuç darı, kimi bir avuç hurma ve kimi de ekmek parçacıkları getirdi. Yaygı üzerinde gerçekten pek az bir şey birikmişti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bereket vermesi için Allâh’a duâ etti ve sonra:
“–Kaplarınızı getirip bundan alınız!” buyurdu. Askerler kaplarını doldurdular. Öyle ki, doldurulmadık bir tek kap bırakmadılar. Sonra da doyuncaya kadar yediler, yine de bir hayli yiyecek arttı. Bunun üzerine Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Allâh’tan başka ilâh olmadığına ve benim Allâh’ın Rasûlü olduğuma şehâdet ederim. Allâh’ın birliğine ve Muhammed’in peygamberliğine şeksiz süphesiz inanmış olarak Allâh’a kavuşmayan kimse, cennet(e girmek)ten mutlakâ alıkonur.” (Müslim, Îman, 45)
İslâm ordusu, Tebük’te karargâhını kurduğu hâlde düşmandan en ufak bir hareket göze çarpmıyordu. Çünkü bu kadar büyük bir İslâm ordusunu gören hristiyan Arap kabîleleri, daha evvel Mûte’deki üç bin kişilik bir îmân ordusunun gösterdiği kahramanlıkları da hatırlayarak savaşma azimleri kırılmış ve harpten çekinmişlerdi. Bizans ise Arabistan’ı istîlâ fikrinden çoktan vazgeçmişti. Zîrâ Bizans imparatoru o esnâda Humus’ta kendi memleketinin iç meseleleriyle uğraşmaktaydı. Böylece Arabistan’ın istîlâ edileceği haberlerinin, hristiyan Gassânî Arapları’nın bir abartması olduğu anlaşıldı.
Ancak bu seferle İslâm ve müslümanlar büyük bir izzet kazandılar. Arabistan’ın kuzey hudutları tamâmen emniyet altına alındı. Eyle hükümdârı, Cerba ve Ezruh halkları, Meknâ yahûdîleri Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den cizye karşılığı emân dileyerek müslümanların himâyesine girdi. Hazret-i Hâlid bin Velîd, dört yüz yirmi atlı ile Dûmetü’l-Cendel’e hücûm ederek, hristiyan hükümdar Ükeydir bin Abdülmelik’i yakalayıp Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e getirdi. Ona da cizye karşılığı emân verildi. (İbn-i Hişâm, IV, 180-182; İbn-i Sa’d, I, 276-277; Ahmed, V, 425)
İslâm ordusu, Tebük’te yirmi gün kaldı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha ileri gitmek istemedi. Çünkü O, İslâm’ı insanlara kılıç zoruyla götürmek arzusunda değildi. Hem Bizans Devleti’ne gereken gözdağı fazlasıyla verilmiş, karşılarına hiçbir düşman çıkamamıştı. Ayrıca Sûriye’yi o sıralarda tâûn hastalığı kasıp kavurmaktaydı. Tâûn ise bulaşıcı ve öldürücü bir hastalık olduğundan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Bir bölgede tâûn olduğunu duyarsanız, oraya girmeyin! Siz orada iseniz, sakın oradan çıkmayın!” buyurdular. (Buhârî, Tıb, 30)
Ardından ashâb-ı kirâm ile istişâre ederek Medîne’ye dönmeye karar verdiler.
Bu sırada Ebû Hayseme -radıyallâhu anh-, orduya yetişti. O, başlangıçta seferin zorluğu sebebiyle Medîne’de kalmış, orduya iştirâk etmemişti. Birgün, bahçesindeki çardakta hanımları kendisine mükellef bir sofra hazırlamış, onu yemeye çağırmışlardı. Ebû Hayseme, bu manzarayı görünce aklına Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve ashâbının hâli gelerek yüreği sızladı ve kendi kendine:
“Onlar bu sıcakta Allâh yolunda zorluklara katlanmaktayken, benim bu yaptığım olacak şey mi?!” dedi. Bu nedâmet ile kendisi için hazırlanan sofraya hiç el sürmeden derhâl yola düştü, Tebük’te İslâm ordusuna katıldı. Onun geldiğini gören Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu davranıştan memnûn oldular ve:
“–Yâ Ebâ Hayseme! Az kaldı helâk olacaktın!..” buyurarak onun affı için Cenâb-ı Hakk’a duâ ettiler. (İbn-i Hişâm, IV, 174; Vâkıdî, III, 998)
Cenâb-ı Hak, kullarına tâkatlerinin üzerinde bir teklifte bulunmaz. Fakat güç yetirebilecekleri işleri îfâ etmekten de mes’ûl tutar. İşte Ebû Hayseme’nin yaptığı da bir tâkat bedeli ödeme mâhiyetindeydi.
Bu hâdiseler bizler için canlı birer öğüttür. Maddî ve mânevî imkânlarımızı Hak yolunda ne kadar sarf edebildiğimizi mîzân etmeye ve mü’min olmanın mes’ûliyetlerini tefekkür etmeye birer vesîledir.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Tebük’te sabahleyin bir hurma ağacına dayanarak hutbe îrâd eylediler. Allâh’a hamd ü senâda bulunduktan sonra şöyle buyurdular:
“İnsanların hayırlısı, atının veya devesinin sırtında, ya da iki ayağının üzerinde (piyâde olarak) ölünceye kadar Allâh yolunda cihâd eden (Allâh’ın dînini hidâyet bekleyenlere teblîğ eden)dir! İnsanların kötüsü de Allâh’ın Kitâbı’nı okuyup ondan hiç faydalanmayan fâsık ve cür’etkâr kimsedir.
İyi biliniz ki, sözlerin en doğrusu, Allâh’ın Kitâbı’dır! Yapışılacak en sağlam kulp, takvâdır! Dinlerin hayırlısı, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın dîni (İslâm)dır! Sünnetlerin hayırlısı, Muhammed’in sünnetleridir! Sözlerin şereflisi, zikrullâhtır. Kıssaların güzeli, Kur’ân(da olanlar)dır.323 Amellerin hayırlısı, Allâh’ın yapılmasını istediği farzlardır. Amellerin kötüsü, bid’atlerdir. En güzel yol ve gidişât, Peygamber’in yolu ve gidişâtıdır. Ölümlerin şereflisi, şehîdliktir.
Körlüğün en kötüsü, doğru yolu bulduktan sonra ondan sapmaktır. Az olup yeten şey, çok olup meşgûl ederek Allâh’a tâatten alıkoyan şeyden hayırlıdır. Özür dilemenin kötüsü, ölüm gelip çattığı andakidir. Pişmanlığın kötüsü, kıyâmet günündekidir. İnsanların hayırsızı, Cumâ (namazı)na en son gelen ve Allâh’ı kötü bir dille anandır. Yanlışları en çok olan, dili çok yalan söyleyendir.
Zenginliğin hayırlısı, gönül zenginliğidir. Azıkların hayırlısı, takvâ azığıdır. Hikmetin başı, Allâh korkusudur. Hikmetsiz (söz ve) şiir, İblîs’in işlerindendir. Hamr (içki), günahların her çeşidini bir araya toplayandır. (Fâsık) kadınlar, şeytanın tuzaklarıdır. (Terbiye olmamış) gençlik, delilikten bir bölümdür. Ribâ (fâiz) kazançların en kötüsüdür. Yemenin en kötüsü, yetim malı yemektir. Mesûd kişi, kendinden başkasının hâlinden ibret alandır.
Her biriniz, dört arşın yere (kabre) varır. Amellerin muhâsebesi ise âhirete kalır. Amellerde esas olan netîceleridir. Düşüncelerin kötüsü, yalan-yanlış düşüncelerdir. Mü’mine sövmek, günahkârlıktır. Mü’mini öldürmek küfürdür. Mü’minin etini yemek (gıybetini yapmak) Allâh’ın buyruklarına karşı gelmektir.
Yalan yere Allâh üzerine yemin eden kişi, yalanlanır. Af taleb eden kişi, Allâh tarafından affolunur. Kim öfkesini yenerse, Allâh onu mükâfatlandırır. Uğradığı ziyâna katlanan kişiye, Allâh karşılığını verir. Allâh, zorluklara katlanan kimsenin ecrini kat kat artırır. Allâh’a isyân eden kişiyi, Allâh azâba dûçâr eder!
Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
Ey Allâh’ım! Beni ve ümmetimi mağfiret eyle!
Kendim ve sizin için, Allâh’tan mağfiret taleb ederim!” (Vâkıdî, III, 1016-1017; Ahmed, III, 37; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 13-14)
Tebük Şehîdi
Tebük Seferi’nde yalnız bir sahâbî şehîd olmuştur. Bu sahâbî, müşrik bir kabîle içinde İslâm’la şereflenen Abdullâh el-Müzenî -radıyallâhu anh-’tır. Babası öldüğünde ona hiç mal bırakmamıştı. Zengin olan amcası onu yanına alıp büyütmüş ve mal sâhibi yapmıştı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye hicret ettiği zaman Abdullâh müslüman olmak istemişse de müşrik amcası yüzünden buna muvaffak olamamıştı. Peygamber Efendimiz, Mekke’yi fethedip Medîne’ye döndüğü zaman Abdullâh, amcasına:
“–Ey amca! Müslüman olmanı hep bekledim durdum. Senin hâlâ Muhammed’i arzu ettiğini göremiyorum! Bâri benim müslüman olmama izin versen?” dedi.
Amcası:
“–Eğer sen Muhammed’e tâbî olacak olursan, üzerindeki elbisene varıncaya kadar, sana vermiş olduğum şeylerin hepsini çeker alırım!” dedi.
Abdullâh:
“–Ben, vallâhi Muhammed’e tâbî oldum! Taşa, puta tapmayı bıraktım bile! Elimdeki şeyleri alırsan al!” dedi.
Amcası elbiselerine varıncaya kadar her şeyini aldı. Abdullâh -radıyallâhu anh-, elbisesiz olarak anasının yanına gitti. Anası, kalın kilimini iki parçaya ayırdı. Abdullâh, onun yarısını belinden yukarısına, yarısını da belinden aşağısına sardı. Kararlıydı, bir an evvel Medîne’ye varıp Allâh Rasûlü’ne kavuşmak istiyordu. Önündeki bütün engeller gözünde bir hiç hâline gelmişti. Daha fazla duramadı, kendisini sıkıştıran kavminden yakasını kurtararak o gece gizlice yollara düştü. Uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından, eli-ayağı parçalanmış, açlık ve susuzluktan tâkati kesilmiş, perişan bir hâlde Medîne’ye yaklaştı. Heyecânı had safhadaydı. Fakat bir an, üzerindeki kaba çullarla Kâinâtın Serveri’nin huzûruna çıkamayacağını düşündü. Allâh Rasûlü’ne kavuşma heyecânıyla kendinden geçen genç sahâbî, görenlerin hayret dolu nazarları arasında soluğu Mescid-i Nebevî’de aldı. Seher vaktine kadar mescidde yattı. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- sabah namazını kıldırdı. Cemaate göz gezdirip evine döneceği sırada Abdullâh’ı gördü. Kimsesizlerin, yalnızların ve mazlumların sığınağı olan Rahmet Peygamberi -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o mübârek sahâbîyi şefkat ve muhabbetle bağrına bastı. İsminin Abdüluzza olduğunu öğrenince:
“–Sen Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn ( ørjnOÉnépÑrdG hoP: çifte çul/kilim sâhibi)sin! Bana yakın yerde bulun! Sık sık yanıma gel!” buyurdu. Abdullâh -radıyallâhu anh- suffede bulunuyor, Kur’ân-ı Kerîm öğreniyordu. Kur’ân-ı Kerîm’den birçok sûreleri okuyup ezberlemişti.
Allâh Rasûlü’ne aşk ile bağlanan bu mübârek sahâbî, O’nun yanında cihâddan cihâda koşuyor, şehîd olup Rabbinin yolunda cânını fedâ etme arzusuyla yanıp tutuşuyordu. Tebük Seferi’ne çıkılırken kendisine şehâdet nasîb olması için Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den ısrarla duâ taleb etti. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Ey Allâh’ım! Onun kanını kâfirlere haram kıl!” diyerek duâ etti.
Abdullâh -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben öyle istememiştim!” dedi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Sen Allâh yolunda harbe çıkar da hummâya tutularak ölürsen, şehîdsin! Hayvanın seni düşürüp boynunu kırarsa, sen yine şehîdsin! Gam çekme! Bunlardan hangisi olursa, şehîdlik için sana yeter!” buyurdular.
Gerçekten onun şehâdeti mûcizevî bir şekilde Allâh Rasûlü’nün buyurduğu sûrette tahakkuk etti. Ordunun dönüş hazırlıklarıyla meşgûl olduğu bir gece, biri Peygamberlerin Seyyidi, ikisi de Allâh ve Rasûlü’nün dostu üç kişi, bir meş’ale ışığı altında cenâze taşıyorlardı. Bu üç kişi; Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- idi. Taşıdıkları cenâze ise Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh- idi.
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh-, gıpta ile seyrettiği bu manzarayı şöyle anlatıyor:
“Gece karanlığında, mücâhidlerin çadır kurdukları sâhanın bir köşesinde hareket eden bir ışık gördüm. Kalkıp tâkip ettim. Bir de ne göreyim: Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-, Abdullâh Zü’l-Bicâdeyn -radıyallâhu anh-’ın cenâzesini taşıyorlar. Bir yere geldiler, kabir kazdılar. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kazılan kabre indi. Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ- cenâzeyi Efendimiz’e sunmak için hazırladılar.
Allâh Rasûlü:
«–Kardeşinizi bana doğru yaklaştırın.» buyurdu; yaklaştırdılar. Cenâzeyi kucağına alan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu kabirde yatacağı yere ve yöne yerleştirdikten sonra doğruldu ve şöyle niyâz etti:
«–Yâ Rab! Ben ondan râzıyım, hep râzı olageldim, Sen de râzı ol…»”
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- sözlerine devamla diyor ki:
“Bu manzara karşısında içim dolu dolu oldu. Zü’l-Bicâdeyn’e gıpta ettim. O an:
«Ne olurdu bu kabrin sâhibi ben olaydım! Keşke oraya bu iltifât-ı Peygamberî ile gömülen ben olsaydım!» diye ne kadar arzu ettim.” (İbn-i Hişâm, IV, 183; Vâkıdî, III, 1013-1014; İbn-i Esîr,Üsdü’l-Gâbe, III, 227)
Münâfıkların İhânetleri ve Mescid-i Dırâr
Dönüş başladığında münâfıklardan bir grup, geceleyin geçilecek olan dar bir boğazda Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e suikast plânlamışlardı. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bundan haberdâr oldu ve Huzeyfetü’l-Yemânî’yi onların üzerine gönderdi. Huzeyfe -radıyallâhu anh- da oraya varıp:
“–Ey Allâh düşmanları! Çekilin!” diye haykırarak münâfıkların hepsini dağıttı. (Ahmed, V, 453)
Fakat Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, münâfıkların ikinci bir tuzağı daha beklemekdeydi. İslâmiyetin kökleşmesiyle birlikte Medîne ve Mekke’den ayrılan Ebû Âmir Fâsık adında Hazrecli bir hristiyan, Bizans’a sığınmış, durmadan münâfıkları kışkırtıyordu. Bu fesat kazanının irtibat noktası olarak da Kubâ Mescidi’nin biraz aşağısında bir mescid inşâ etmişlerdi. Bu, meşhûr Dırâr Mescidi idi…
Yapmayı düşündükleri bir suikast için de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i, Tebük Seferi’nden önce buraya dâvet etmişler, ancak O’nun:
“–Sefer dönüşünde inşâallâh!” demesi üzerine İslâm ordusunun dönüşünü beklemeye başlamışlardı.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Medîne’ye bir konak mesâfesi yaklaştıklarında, Cebrâîl -aleyhisselâm- geldi ve zâhirde bir mescid olarak kurulan bu fitne yuvasının içyüzünü haber verdi. Böylece, mescide karşı mescidle, dîne karşı dîni kullanmakla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, dolayısıyla bütün müslümanlara karşı münâfıklar tarafından hazırlanan bu tuzak, maksadına ulaşamadı. Çünkü Cenâb-ı Hak, açık bir şekilde bu hakîkati bildirmekteydi:
وَالَّذِينَ اتَّخَذُواْ مَسْجِدًا ضِرَارًا وَكُفْرًا وَتَفْرِيقًا بَيْنَ الْمُؤْمِنِينَ وَإِرْصَادًا لِّمَنْ حَارَبَ اللّهَ وَرَسُولَهُ مِن قَبْلُ وَلَيَحْلِفَنَّ إِنْ أَرَدْنَا إِلاَّ الْحُسْنَى وَاللّهُ يَشْهَدُ إِنَّهُمْ لَكَاذِبُونَ
(107)
لاَ تَقُمْ فِيهِ أَبَدًا لَّمَسْجِدٌ أُسِّسَ عَلَى التَّقْوَى مِنْ أَوَّلِ يَوْمٍ أَحَقُّ أَن تَقُومَ فِيهِ فِيهِ رِجَالٌ يُحِبُّونَ أَن يَتَطَهَّرُواْ وَاللّهُ يُحِبُّ الْمُطَّهِّرِينَ
(108)
“(Münâfıklar arasında) bir de (mü’minlere) zarar vermek, (hakkı) inkâr etmek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allâh ve Rasûlü’ne karşı savaşmış olan adamı beklemek için bir mescid kuranlar ve; «(Bununla) iyilikten başka bir şey istemedik!» diye mutlakâ yemîn edecek olanlar vardır. Hâlbuki Allâh, onların kesinlikle yalancı olduklarına şâhitlik eder. (Ey Rasûlüm!) Onun içinde (Dırâr Mescidi’nde) aslâ namaz kılma! İlk günden takvâ üzerinde kurulan mescid içinde (Kubâ Mescidi’nde) namaz kılman elbette daha doğrudur. Onun içinde temizlenmeyi sevenler vardır. Allâh da temizlenenleri sever.” (et-Tevbe, 107-108)
Bu sefer mesele sâdece nifakla kalmamış, açıkça bir tuzak ve komplo mâhiyetini almıştı. Bu sebeple münâfıkların maskesinin yırtılması ve mescid diye yaptıkları hîle evinin yıkılması lâzımdı.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, emr-i ilâhî mûcibince hareket etti ve Medîne’ye vardıklarında Dırâr Mescidi’ni yaktırdı. (İbn-i Hişâm, IV, 185)
Küçük Cihâddan Büyük Cihâda
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in iştirâk ettiği son sefer olan Tebük, meşakkat dolu, zorlu bir seferdi. İslâm ordusu bin kilometre gitmiş ve dönmüştü. Medîne’ye yaklaşırlarken âdeta şekilleri değişmişti. Derileri kemiklerine yapışmış, saç-sakal birbirine girmişti. Hâl böyleyken Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara:
“–Şimdi küçük cihâddan büyük cihâda dönüyoruz!” buyurdular. Ashâb hayretler içinde:
“–Yâ Rasûlallâh! Hâlimiz meydanda! Bundan daha büyük cihâd var mı?” dediklerinde Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Şimdi büyük cihâda (nefs cihâdına) dönüyoruz!” buyurdular. (Süyûtî, II, 73)
Nefs cihâdı, kalbî eğitim ve mânevî terbiyedir. Gâye, ahlâkı yüceltmek ve insanı mânen olgunlaştırarak “insân-ı kâmil” hâline getirmektir. Bunun yolu da ilâhî hakîkatlerle yoğrulmuş bir akıl, îman ve güzel ahlâk ile tezyîn edilmiş bir kalb, Kur’ân ve sünnetin rûhâniyetiyle taçlanmış hâl ve davranışlarla “tevhîdin mîrâcına yükselerek” kemâle ermektir.
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye gelişiyle birlikte bütün halk heyecanla O’nu ve İslâm ordusunu karşıladılar. Çocuklar da Varlık Nûru Efendimiz’i Seniyyetü’l-Vedâ’da karşılamak üzere yollara dökülmüşlerdi.324
Tevbeleri Geri Bırakılan Üç Sahâbî
Erkeklerden Medîne’de kalıp Tebük Seferi’ne iştirâk etmeyen üç grup vardı:
1. Mâzeretliler: Bunlar, daha evvel âyet-i kerîmede beyân edilen kimseler olup istedikleri hâlde sefere iştirâk edemeyenlerdir ki, bunlar için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, İslâm ordusuna:
“Medîne’de öyle gruplar var ki, gittiğimiz hiçbir yer ve geçtiğimiz hiçbir vâdi yoktur ki, onlar da bizimle birlikte bulunmuş olmasın! (Çünkü) onları özürleri geri bırakmıştır.” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 81; Müslim, İmâre, 159)
Nitekim bir başka hadîs-i şerîfte de:
“Ameller niyetlere göredir!..” buyrulmaktadır. (Buhârî, Bed’ü’l-Vahy, 1)
2. Münâfıklar: Bunlar, birçok sebebin yanında Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu seferden dönemeyeceğini sanıp da orduya iştirâk etmeyenlerdi. Ancak Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sağ sâlim büyük başarılarla döndüğünü gördüklerinde, koşup huzûruna vardılar ve bin bir yalan söyleyerek özür dilediler. Sayıları seksen kadar olan bu münâfıklar hakkında Allâh Teâlâ şöyle buyurdu:
وَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ إِنَّهُمْ لَمِنكُمْ وَمَا هُم مِّنكُمْ وَلَـكِنَّهُمْ قَوْمٌ يَفْرَقُونَ
(56)
لَوْ يَجِدُونَ مَلْجَأً أَوْ مَغَارَاتٍ أَوْ مُدَّخَلاً لَّوَلَّوْاْ إِلَيْهِ وَهُمْ يَجْمَحُون
(57)
“(O münâfıklar) mutlakâ sizden olduklarına dâir Allâh’a yemîn ederler. Hâlbuki onlar, sizden değillerdir; fakat onlar, (kılıçlarınızdan) korkan bir topluluktur. Eğer sığınacak bir yer, ya da (barınabilecek) mağaralar veya (girebilecek) bir delik bulsalardı, koşarak o tarafa yönelip giderlerdi.” (et-Tevbe, 56-57)
يَعْتَذِرُونَ إِلَيْكُمْ إِذَا رَجَعْتُمْ إِلَيْهِمْ قُل لاَّ تَعْتَذِرُواْ لَن نُّؤْمِنَ لَكُمْ قَدْ نَبَّأَنَا اللّهُ مِنْ أَخْبَارِكُمْ وَسَيَرَى اللّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ ثُمَّ تُرَدُّونَ إِلَى عَالِمِ الْغَيْبِ وَالشَّهَادَةِ فَيُنَبِّئُكُم بِمَا كُنتُمْ تَعْمَلُونَ
(94)
سَيَحْلِفُونَ بِاللّهِ لَكُمْ إِذَا انقَلَبْتُمْ إِلَيْهِمْ لِتُعْرِضُواْ عَنْهُمْ فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ وَمَأْوَاهُمْ جَهَنَّمُ جَزَاء بِمَا كَانُواْ يَكْسِبُونَ
(95)
“(Seferden) onlara döndüğünüz zaman size özür beyân edecekler. De ki: «(Boşuna)özür dilemeyin! Size aslâ inanmayız! Çünkü Allâh, haberlerinizi bize bildirmiştir.(Bundan sonraki) amelinizi Allâh da görecektir, Rasûlü de. Sonra gaybı ve şehâdeti(gizli âşikâr her şeyi) bilen (Allâh’a) döndürüleceksiniz de (O), yapmakta olduklarınızı size haber verecektir.» Onların yanına döndüğünüz zaman size, kendilerinden vazgeçmeniz (onları cezâlandırmamanız) için Allâh adına yemîn edecekler. Artık onlardan yüz çevirin! Çünkü onlar, murdardır. Kazanmakta olduklarına (kötü işlerine) karşılık cezâ olarak varacakları yer cehennemdir!” (et-Tevbe, 94-95)
Bu âyet-i kerîmelere binâen münâfıklar, İslâm toplumundan artık tecrîd edilmiş oldular ve kendilerine “murdar” sıfatı verilerek müslümanlardan sayılmadılar. Ayrıca İslâm için yapılacak her türlü cihâddan da menedildiler.
3. Mâzeretsizler: Bunlar da iki gruptur:
a. Bunlar, herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayanlardır. Ancak bu kimseler, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- henüz Tebük’ten dönmeden evvel hatâlarını anlayarak son derece nâdim oldular. Öyle ki, yaptıkları yanlış hareketin bir cezâsı olarak kendilerini câminin direklerine bağladılar ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çözmedikçe, bu şekilde bağlı kalacaklarına yemin ettiler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seferden dönüp de onların durumlarını öğrenince:
“Ben de haklarında emir alıncaya kadar onları çözmeyeceğime yemin ederim.” buyurdu. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَآخَرُونَ اعْتَرَفُواْ بِذُنُوبِهِمْ خَلَطُواْ عَمَلاً صَالِحًا وَآخَرَ سَيِّئًا عَسَى اللّهُ أَن يَتُوبَ عَلَيْهِمْ إِنَّ اللّهَ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
“Diğerleri ise günahlarını îtirâf ettiler; sâlih bir ameli diğer kötü bir amelle karıştırmışlardı. (Tevbe ederlerse) umulur ki Allâh, onların tevbelerini kabûl eder. Allâh, Gafûr (ve) Rahîm’dir.” (et-Tevbe, 102)
Bu âyet-i kerîmenin nüzûlünden sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, pişmanlıklarından kendilerini direklere bağlayan bu sahâbîleri çözdü.
b. Bunlar da herhangi bir mâzeretleri bulunmadığı ve münâfıklardan da olmadıkları hâlde harbe katılmayan, ancak evvelden pişman olup kendilerini direklere bağlayan ashâbın dışında kalan üç sahâbîdir. Şâir Ka’b bin Mâlik, Mürâre bin Rebî ve Hilâl bin Ümeyye adlarındaki bu üç sahâbî, münâfıklar gibi yalan söylemediler. Onlar, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e mâzeretsiz olarak harbe iştirâk etmediklerini beyân ettiler. Yaptıklarına son derece pişman olduklarından dolayı da târifsiz bir nedâmet içinde huzûr-i Peygamberî’de af dilediler.
İlâhî emirlere riâyet husûsunda büyük bir rikkat sâhibi olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu üç sahâbîyi affetmedi. Hattâ vahy-i ilâhînin gelmesini beklediğinden, onların selâmlarını dahî almadı. Her hâlükârda kendisine tâbî olan ashâbı da aynı şekilde hareket etti.
Bu üç sahâbî, bütün gazvelere katılmışlardı. İçlerinden Ka’b hâriç, diğer ikisi Bedr’e de iştirâk etmişlerdi. Bunun içindir ki şu an, Tebük’e iştirâk etmemekle içine düştükleri hatâ yüzünden kendilerine uygulanan tavır karşısında dünyâ, gönüllerine dar gelmekteydi. Hele Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in selâmlarını dahî almayacak derecede onlardan yüz çevirmesi netîcesinde, âdeta yeryüzü kendilerine yabancılaşmıştı. Öyle ki, hanımları bile kendileri için bir yabancı gibiydi. Yapacak hiçbir şeyleri kalmamıştı. Bu yüzden onlar da gece-gündüz ağladılar. Eriyen bir muma döndüler. Hatâ yapmışlardı, ama ihlâs, doğruluk, sadâkat, samîmiyet, teslîmiyet, nedâmet ve tevbeden uzaklaşmamışlardı. Böylece elli gün geçti. Nihâyet doğru konuşmuş olmaları ve samîmî bir şekilde tevbe etmelerinin bir mükâfâtı olarak şu âyet-i kerîme ile affa mazhar oldular:
وَعَلَى الثَّلاَثَةِ الَّذِينَ خُلِّفُواْ حَتَّى إِذَا ضَاقَتْ عَلَيْهِمُ الأَرْضُ بِمَا رَحُبَتْ وَضَاقَتْ عَلَيْهِمْ أَنفُسُهُمْ وَظَنُّواْ أَن لاَّ مَلْجَأَ مِنَ اللّهِ إِلاَّ إِلَيْهِ ثُمَّ تَابَ عَلَيْهِمْ لِيَتُوبُواْ إِنَّ اللّهَ هُوَ التَّوَّابُ الرَّحِيمُ
(118)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ اتَّقُواْ اللّهَ وَكُونُواْ مَعَ الصَّادِقِينَ
(119)
“Ve Allâh, (haklarındaki hüküm) geri bırakılan üç kişinin de (tevbelerini kabûl etti).Yeryüzü, olanca genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları sıkıştıkça sıkışmıştı. Nihâyet Allâh’tan (O’nun azâbından) yine Allâh’a sığınmaktan başka çâre olmadığını anlamışlardı. Sonra eski hâllerine dönmeleri için Allâh, onların tevbelerini kabûl etti. Çünkü Allâh, tevbeyi çok kabûl edendir, Rahîm’dir. (O hâlde)ey îmân edenler! Allâh’tan korkun ve sâdıklarla berâber olun!” (et-Tevbe, 118-119)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ka’b bin Mâlik’e bu müjdeli haberi şöyle bildirmiştir:
“–Seni, doğduğun günden beri geçirdiğin en hayırlı ve mes’ûd bir günle müjdelerim!..”325
Ka’b bin Mâlik -radıyallâhu anh- da Allâh’ın bu yüce affına bir şükrâne olarak:
“–Yâ Rasûlallâh! Ben de Allâh ve Rasûlü’nün rızâsı için malımın hepsini sadaka etmek istiyorum!” dedi. Ancak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Malının bir kısmını kendin için alıkoy! Böylesi senin için daha hayırlıdır!” buyurdular.
Ka’b bin Mâlik:
“–Öyleyse Hayber’deki hissemi alıkorum. Ey Allâh’ın Rasûlü! Allâh beni bu bâdireden yalnızca doğruluğum sebebiyle kurtardı. Artık ben bundan böyle, hayâtım boyunca doğrudan başka bir söz söylemeyeceğim!..” dedi.
Ka’b -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Allâh’a yemin ederim ki, İslâm ile şereflendirdikten sonra Cenâb-ı Hakk’ın bana verdiği en büyük nîmet, Peygamber Efendimiz’in huzûrunda doğruyu söylemem, böylece yalan söyleyenlerle birlikte helâk olmaktan kurtulmamdır. Çünkü Allâh Teâlâ, Tebük Seferi’ne katılmayıp da (mâzeret uydurarak) yalan söyleyenler hakkında, hiç kimse için kullanmadığı ağır sözleri vahyederek şöyle buyurdu:
فَأَعْرِضُواْ عَنْهُمْ إِنَّهُمْ رِجْسٌ
«…Onlardan yüz çevirin, çünkü onlar necistirler…» (et-Tevbe, 95)” (Buhârî, Meğâzî 79, Vesâya 16, Cihâd 103; Müslim, Tevbe 53, Müsâfirîn 74)
Bu üç sahâbî, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile bütün gazvelere katıldıkları hâlde, sâdece bir gazveden geri kaldıkları için bu kadar ağır bir cezâya dûçâr oldular. Bu hâdise, mâzeretsiz bir şekilde emr-i bi’l-ma’rûf ve nehy-i ani’l-münkerin ve Allâh yolundaki tevhîd mücâdelesinin dışında kalanlara ne büyük bir îkazdır.
Hakîkaten ne ibretlidir ki, bir insan, sahâbe sıfatını hâiz bulunacak, İslâm’ın en zayıf zamânında başta Bedir olmak üzere birçok muhârebelere iştirâk edip ölümle yüz yüze gelmiş olacak, sonra da Tebük gibi meşakkatli, fakat muhârebesiz bir sefere mâzeretsiz katılmamaktan dolayı bu derecede ağır bir muâmeleye mârûz kalacak!.. Bunda akıl ve iz’ân sâhipleri için ne müthiş bir ders ve ibret ile birlikte ne korkutucu bir mânâ mevcuttur. Her devirde olduğu gibi zamânımızda da İslâm’ın galebesini sağlamak için bir mücâdele vermek îcâb ettiği dikkate alındığında, bu mücâdelede çeşitli sebeplerle ağır davranıp ihmâlkârlık gösterenlerin durumları ne hazîndir. Bedir Gazvesi’nde bulunup Bedir gâzîsi olanlar, böyle bir ihmâli bu derece pahalı öderlerse, ya bizim gibi insanların hâli nice olur diye düşünmek ve Allâh Teâlâ’nın emri mûcibince sâdıklarla berâber olmaya gayret etmek lâzımdır.
Allâh Teâlâ mü’minlerin dâimâ müsbet tesirlere muhâtab olmaları ve menfî tesirlerden korunabilmeleri için sâdıklarla berâber olmalarını emretmiştir. Îmanlarında, ahitlerinde, hak dîne olan bağlılıklarında, gerek niyet gerek söz veya fiil olarak, yâni her hususta doğru ve dürüst kişilerle berâber olmayı, onlarla yakınlık kurmayı, onların tarafını tutmayı, hâsılı onlardan ayrı kalmamayı emretmiştir. Yeryüzünün gönle dar gelmemesi, vicdanların sızlamaması ve Allâh’ın azâbından kurtularak O’nun rızâsına nâil olabilmek için bu zarûrîdir. Sâdıklarla berâber olmanın faydasını, şâir ne güzel ifâde etmiştir:
İmhâya çalışırlar yalnız olunca diken,
Lâkin sulanır gülle berâber iken…
Bu emrin Tebük Gazvesi’nde, yâni zorluk seferinde vâkî olması oldukça mânidârdır. Sâdece rahatlık zamanlarında değil, sâdıklar meşakkatlere katlanırken ve Allâh yolunda cihâda giderken de onlarla birlikte olmak lâzımdır. Sâdıkların katlandıkları zorluklara göğüs germek, onların izinden gitmek, gerilerinde kalmamak gerekmektedir.
Umûmiyetle Tebük Seferi hakkında nâzil olan Tevbe Sûresi’nde, ağırlıklı olarak Allâh yolunda mal ve nefisle cihâdın ehemmiyeti üzerinde durulur. Zîrâ mal ve canla cihâd müslümanların dindeki sadâkatlerinin en büyük delîlidir. Bu aynı zamanda mü’min ile münâfık arasındaki farkı da ortaya koyar. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur:
إِنَّ اللّهَ اشْتَرَى مِنَ الْمُؤْمِنِينَ أَنفُسَهُمْ وَأَمْوَالَهُم بِأَنَّ لَهُمُ الجَنَّةَ يُقَاتِلُونَ فِي سَبِيلِ اللّهِ فَيَقْتُلُونَ وَيُقْتَلُونَ وَعْدًا عَلَيْهِ حَقًّا فِي التَّوْرَاةِ وَالإِنجِيلِ وَالْقُرْآنِ وَمَنْ أَوْفَى بِعَهْدِهِ مِنَ اللّهِ فَاسْتَبْشِرُواْ بِبَيْعِكُمُ الَّذِي بَايَعْتُم بِهِ وَذَلِكَ هُوَ الْفَوْزُ الْعَظِيمُ
“Allâh, mü’minlerden, canlarını ve mallarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allâh yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu) Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da Allâh’ın kendi üzerine aldığı bir vaaddir. Allâh’tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır? O hâlde O’nunla yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.” (et-Tevbe, 111)
Diğer bir mühim husus da şudur ki, her asırda müslümanlar için en büyük tehlike münâfıklardır. Tebük Gazvesi ve Tevbe Sûresi bu husûsu en açık bir şekilde ortaya koymuş ve müslümanları îkâz etmiştir.
Sâatü’l-Usre’den anlaşıldığına göre bir müslüman, aslâ rahata ve zevk u safâya meyletmemeli, karşılaştığı her türlü zorlukla mücâdele ederek Allâh yolunda ilerlemekten geri kalmamalıdır.
Yerin Göğün Hazîneleri Allâh’a Âittir
Kâfirlerin bütün gayretlerine rağmen Allâh, dînini hâkim kılmış ve mü’minleri onlara karşı gâlib eylemişti. Çünkü bu, Cenâb-ı Hakk’ın, Rasûlü’ne ve kendi yolunda ihlâs ve samîmiyetle yürüyen mü’minlere âit ilâhî bir vaadi idi. Dolayısıyla, Allâh düşmanları istemese de bu hakîkat elbette gerçekleşecekti. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de buyrulur:
هُمُ الَّذِينَ يَقُولُونَ لَا تُنفِقُوا عَلَى مَنْ عِندَ رَسُولِ اللَّهِ حَتَّى يَنفَضُّوا وَلِلَّهِ خَزَائِنُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَكِنَّ الْمُنَافِقِينَ لَا يَفْقَهُونَ
“Onlar (îmânı hazmedemeyenler): «Allâh’ın elçisi yanında bulunanlar için hiçbir şey harcamayın ki, dağılıp gitsinler!» diyenlerdir. Oysa yerlerin ve göklerin hazîneleri Allâh’ındır. Fakat münâfıklar bunu anlamazlar.” (el-Münâfikûn, 7)
Gerçekten, asırlardan beri kâfirler tarafından müslümanların iktisâdî gücü zayıflatılmaya gayret edilse dahî, yerin ve göğün hazîneleri Allâh’a âit olduğu için Cenâb-ı Hak, mü’minlere büyük ihsanlarda bulunmuş, maddî ve mânevî ordularını seferber ederek kısa zamanda onları zaferlere nâil eylemiş ve kâfirleri de hezîmete dûçâr kılmıştır.
İslâm târihine bakıldığı zaman, Allâh’ın yardımı sâyesinde mü’minlerin, çok az bir güçle büyük muvaffakıyetler elde ettiği görülür. Bedir, Mûte, Endülüs, Malazgirt ve birçok zaferler bu hakîkatin birer misâlidirler. Diğer taraftan bütün dünyâya “i’lâ-yı kelimetullâh”ın imzâsını atan muhteşem Osmanlı Devleti’ni de 400 atlı kurmuştur.
Bu da gösteriyor ki müslümanlar, ihlâsları ölçüsünde muvaffak olmaktadırlar. Yâni ihlâsını kaybeden gücünü kaybeder; ihlâstan ayrılmayan da kuvvet ve kudrette yenilmez hâle gelir. Böyle olunca, İslâm düşmanları ne yaparsa yapsınlar, müslümana nihâî noktada hiçbir zarar veremezler. Zîrâ Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede bu ilâhî sıyâneti şöyle haber vermektedir:
وَإِن تَصْبِرُواْ وَتَتَّقُواْ لاَ يَضُرُّكُمْ كَيْدُهُمْ شَيْئًا إِنَّ اللّهَ بِمَا يَعْمَلُونَ مُحِيطٌ
“…(Ey mü’minler!) Eğer (başınıza gelen sıkıntılara aldırmayıp Allâh’ın dînini yaşamak husûsunda) sabır (ve sebât) eder ve ittikâ ederseniz, (yâni hem takvâ üzere Allâh’a sığınır, hem de gerekli tedbirleri alarak korunursanız) onların hîle ve tuzağı size hiçbir zarar veremez! Çünkü Allâh, onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır.” (Âl-i İmrân, 120)
Nitekim Asr-ı Saâdet ve İslâm târihi, bu âyet-i kerîmenin sayısız tecellîsine şâhittir.
İbâdetsiz Dinde Hayır Yoktur!
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hedeflenen fetihleri tamamlayıp Medîne’ye döndüklerinde, Tâif reisi Urve bin Mes’ûd, nefes nefese arkalarından gelmiş ve müslüman olmuştu. Ardından Tâif’e dönerek kabîlesini İslâm’a dâvet etmeye başladı. Ancak bir zamanlar kendilerine İslâm’ı teblîğ için gelen Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i bile taşlayan bu insanların Urve’ye karşı tavrı daha da sert oldu. Onu ok yağmuruna tutarak şehîd ettiler.326
Bunun üzerine Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, müslüman olup kendisine vazîfesi iâde edilen Hevâzin reisi Mâlik -radıyallâhu anh-’a Tâiflileri sıkıştırması için emir verdi. Bu emir dolayısıyla Mâlik’in zaman zaman hücûm etmesi üzerine kalelerinde mahsur kalarak dışarı çıkamayan Tâifliler, nihâyet iyice usandılar ve kabîlenin ileri gelenlerini Medîne’ye gönderdiler.327
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Sakîf heyetini, kalbleri yumuşasın diye, mescidde misâfir etti.328 Temsilciler, geceleyin okunan Kur’ân-ı Kerîm’i, ashâbın teheccüd namazında okuduğu sûreleri ve müslümanların beş vakit namazlarında saf oluşlarını seyretmekte idiler.329
Sakîf heyeti namazdan affedilmeleri şartıyla îmâna gelip itaat edeceklerini bildirdiler. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onların bu tekliflerini:
“Rükûsuz (namazsız) bir dinde hayır yoktur.” diyerek reddettiler. (Ebû Dâvûd, Harâc, 25-26/3026)
Tâifliler, bu sefer Lât adındaki putlarının üç sene daha yerinde bırakılmasını istemek ahmaklığında bulundular. Kabûl edilmeyince de; “Bâri bir ay yanımızda kalsın!” dediler. Bu da kabûl edilmedi. Nihâyet çâresiz kalarak îmâna geldiler. Bu sefer de hiç olmazsa Lât putunu yıkmaktan kendilerinin muaf tutulmalarını istediler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de; “İllâ siz yıkın!” diye ısrâr etmeyerek, bu iş için Ebû Süfyân ile Muğîre’yi gönderdi.330 Ne gariptir ki put kırılırken Sakîf kabîlesinin kadınları evlerden dışarı çıkıp yas tutarak ağladılar. Fakat İslâm’ın yüceliğini ve ahlâk yapısını öğrendikçe, cümlesi hâlis birer müslüman olup putların isimlerini dahî tamâmen unuttular.
Böylece, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mekke devrinin 9. yılındaki Tâiflilerin zulmüne mukâbil onların hidâyeti için yapmış olduğu merhamet şâhikasının bir ifâdesi olan duâsı, Hak katında makbûl olarak tahakkuk etmiş oldu.
Sakîf temsilcilerine İslâm’ın farzları ve ahkâmı öğretildi. Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ramazân’ın kalan kısmında oruç tutmalarını da onlara emretti. Bilâl-i Habeşi, onların sahur ve iftar yemeklerini yanlarına götürürdü.331
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisine gelen heyetlerle sabah-akşam ne zaman müsâit olursa gidip görüşür, meselelerini uzun uzun konuşurdu.332 Sakîf heyetiyle de mûtad olarak her yatsı sonu buluşan Peygamber Efendimiz, bir keresinde ayakta konuşmaları bir hayli uzadığı için zaman zaman vücûdunun yükünü bir ayağına bindirerek diğerini dinlendirme ihtiyâcı hissetmişti.333
Sakîf temsilcilerinden Evs bin Huzeyfe şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir gece yatsıdan sonra uzun müddet yanımıza gelmedi:
«–Yâ Rasûlallâh! Yanımıza gelmekte niçin geç kaldınız?» diye sorduk.
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-:
«–Her gün Kur’ân’dan bir hizb okumayı kendime vazîfe edinmişimdir. Bunu yerine getirmedikçe, gelmek istemedim.» buyurdu.
Sabaha çıkınca ashâb-ı kirâma:
«–Siz Kur’ân’ı nasıl hizipleyip okursunuz?» diye sorduk.
Onlar:
«–Biz sûreleri, ilk üçünü bir hizb, sonra devâmındaki beş sûreyi ikinci bir hizb, daha sonra sırayla yedi, dokuz, on bir ve on üç sûreyi birleştirerek birer hizb yaparız. En son olarak da Kâf Sûresi’nden sonuna kadar mufassal sûreleri bir hizb yaparak Kur’ân-ı Kerîm’i (yedi kısımda) okuruz.» dediler.” (Ahmed, IV, 9; İbn-i Mâce, Salât, 178)
Ashâb-ı kirâm, Allâh Teâlâ’dan gelen bir ferman ve Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın da emâneti olması hasebiyle Kur’ân-ı Kerîm’e büyük bir ehemmiyet atfederlerdi. O’nu namazlarında okumakla birlikte, seyahat ve gazvelerde, sohbetlerde, gece namazlarında bol bol kıraat ederlerdi. Kur’ân’ın zevkine hiçbir zaman doyamazlar, O’nu okumadan bir gün bile geçirmezlerdi.334 Günlerine Kur’ân ile başlarlar, göz rahatsızlığı olanlara da Mushaf-ı Şerîf’e bakmayı tavsiye ederlerdi. Hattâ Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-, çok okuduğu için iki Mushaf eskitmişti.335
Sakîf temsilcileri arasında Kur’ân-ı Kerîm’e iştiyâkı en fazla olan Osmân bin Ebi’l-Âs idi. Aralarında yaş bakımından en gençleri o olduğu için onu geride, hayvanlarının yanında bırakmışlardı. Temsilciler onun yanına dönüp öğle sıcağında uykuya daldıkları zaman, Osmân -radıyallâhu anh-, Peygamberimiz’in yanına gelerek O’na dînî sorular sorar, Kur’ân-ı Kerîm dinler ve öğrenirdi. Böylece Allâh Rasûlü’nden bâzı sûreleri okuyup ezberledi.
Temsilci arkadaşlarından önce gizlice bey’at edip müslüman olan Osmân -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i meşgûl bulduğu zaman, ya Ebû Bekr’e ya da Übey bin Ka’b’a gider, soracağını sorar, okumak istediğini okurdu. Onun bu hâli, Rasûlullâh Efendimiz’in hoşuna gider ve kendisini severdi. Sakîf temsilcileri yurtlarına dönmek istediklerinde :
“–Yâ Rasûlallâh! İçimizden birini bize imam tâyin et!” dediler. O da Osmân -radıyallâhu anh-’ı, yaşca en gençleri olmasına rağmen onlara imam tâyin etti. (İbn-i Hişâm, IV, 185; İbn-i Sa’d, V, 508; Ahmed, IV, 218)
Tebük Dönüşünden Sonraki Diğer Vak’alar
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Mısırlı Hazret-i Mâriye’den İbrâhîm adında bir oğlu dünyâya gelmişti. Hazret-i İbrâhîm, Tebük dönüşü hastalandı ve bir müddet sonra vefât etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- buna çok üzüldüler. Mübârek gözlerinden sessiz sessiz merhamet damlaları döküldü. Şöyle buyurdular:
“Göz ağlar, kalb de mahzûn olur, ancak biz Rabbimizin râzı olacağı sözden başkasını söylemeyiz! Vallâhi ey İbrâhîm! Biz senin firâkınla çok mahzûnuz!” buyurdu. (Buhârî, Cenâiz, 44; İbn-i Sa’d, I, 138)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bir taş getirilmesini emretti ve onu kabrin başına dikti. Hazret-i İbrâhîm’in kabri böylece bir alâmetle belirlendi. Kabrinin üzerine ilk defâ su serpilen de o oldu.336
Bu sırada güneş tutulmuştu. Ashâbdan bâzıları, bunu bir câhiliye âdeti olarak Hazret-i İbrâhîm’in vefâtına bağladılar. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise hâdise esnâsında iki rekât namaz kıldı ve ashâbın bu düşüncelerini tasvîb etmediğini bildirerek:
“Güneş ve Ay Allâh’ın âyetlerinden iki âyettir. Bunlar hiç kimsenin ne ölümünden ne de hayâtından dolayı tutulur. Ay ve Güneş tutulması görünce Allâh’ı zikre koyulun ve namaz kılın!” buyurdular.337 (Nesâî, Kusûf, 14)
a
Receb ayı içinde iken, Habeş Necâşîsi vefât etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, arada deniz bulunduğu ve karadan da günlerce gidilecek mesâfe olduğu hâlde Necâşî’nin vefâtını hemen o gün ashâbına haber verdi ve:
“–Uzak bir beldede ölen kardeşinizin cenâze namazını kılınız!” buyurdu.
Sahâbîler:
“–Yâ Rasûlallâh! Kimdir o?” diye sorduklarında, Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Necâşî Ashama’dır! Bugün Allâh’ın sâlih kulu Ashama öldü! Kardeşiniz için Allâh’tan mağfiret dileyiniz!” buyurdu ve gıyâbî cenâze namazı kıldırdı. (Müslim, Cenâiz, 62-68; Ahmed, III, 319; IV, 7)
Sonradan Necâşî’nin gerçekten tam da Allâh Rasûlü’nün haber verdiği gün vefât ettiği öğrenildi.
a
Şâban ayında da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek kızları, Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh-’ın da zevce-i muhteremeleri olan Ümmü Gülsüm -radıyallâhu anhâ- rahmet-i Rahmân’a kavuştu.338
a
Tebük Seferi’nden iki ay kadar sonra, yâni Zilkâde ayında münâfıkların reisi Abdullâh bin Übey’in fitne ve fesat dolu hayâtı nihâyete erdi. Onun ölümüyle münâfık hareketin temeli sarsıldı ve geride kalan diğer münâfıkların ekseriyeti, tevbe ederek hakîkî müslümanlardan oldular.
O ölünce, oğlu Abdullâh, babasının vasiyeti üzerine Allâh Rasûlü’ne gelip:
“–Yâ Rasûlallâh! Abdullâh bin Übey öldü. Gömleğini ver de ona kefen yapayım. Cenâze namazını kıl ve onun için istiğfâr ediver!” dedi. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm- sırtından gömleğini çıkarıp ona verdi, hazırlanınca da namazını kıldırdı. Bunun üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu:
وَلاَ تُصَلِّ عَلَى أَحَدٍ مِّنْهُم مَّاتَ أَبَدًا وَلاَ تَقُمْ عَلَىَ قَبْرِهِ إِنَّهُمْ كَفَرُواْ بِاللّهِ وَرَسُولِهِ وَمَاتُواْ وَهُمْ فَاسِقُونَ
“Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma, mezarı başında da durma! Çünkü onlar, Allâh’ı ve peygamberini inkâr ettiler, fâsık olarak öldüler.” (et-Tevbe, 84) (Buhârî, Cenâiz, 23; İbn-i Mâce, Cenâiz, 31)
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e niçin böyle yaptığı sorulunca:
“–Gömleğim ve onun üzerine kıldığım namazım, onu Allâh’tan gelecek azâba karşı korumaz! Fakat ben bu sâyede onun kavminden bin kişinin müslüman olmasını umuyorum.” buyurdu.
Nitekim Abdullâh bin Übey’in böyle Allâh Rasûlü’nün gömleğinden ve üzerine kılacağı namazdan şifâ ve şefaat dilemiş olduğunu gören Hazreclilerden bin kişi, müşrikliği bırakarak müslüman oldular.339
Elçiler Yılı
Mekke fethedilmiş, Huneyn Harbi kazanılmış, Tâif halkı muhâsaradan bir yıl sonra müslüman olmuş ve bu esnâda yapılan zorlu Tebük Seferi de muvaffakıyetle netîcelenmişti. Artık Arabistan yarımadasında İslâmiyet’in önünde engel teşkîl edecek hiçbir mânia kalmamıştı.
Böylece İslâm’ın ihtişam ve ulvîliğini doğru bir şekilde tanıma imkân ve fırsatı bulan Arabistan kabîleleri, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e heyetler göndererek bağlılıklarını sunmaya başladılar. Yemen, Hadramevt, Bahreyn, Ammân, Sûriye ve Îran hudutlarından gelen bu heyetler, ya müslüman olmak, ya da İslâm Dîni’ne girdiklerini haber vermek için geliyor ve Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den kendilerine İslâm’ı öğretecek muallimler, mürşidler istiyorlardı.
Gelen heyetlerin İslâm’ı Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bizzat öğrenip hemen dönerek kabîlelerine anlatmalarına güzel bir misâl, Benî Tücîblilerdir. Bunlardan on üç kişilik bir heyet, Allâh Rasûlü’nün yanına geldiler. Zekât mallarını da yanlarında getirmişlerdi. Onların bu tavrı Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın pek hoşuna gitti. Heyete:
“–Hoş geldiniz!” buyurdu. Bilâl-i Habeşî’ye onları en iyi bir biçimde ağırlamasını emretti. Benî Tücîb heyeti:
“–Yâ Rasûlallâh! Mallarımızdaki Allâh’ın hakkını Sana getirdik.” dediler.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Onları geri götürüp fakirlerinize dağıtınız.” buyurdu.
Heyet:
“–Yâ Rasûlallâh! Biz, ancak fakirlerimizden artmış olanını Sana getirdik.” dediler.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-:
“–Yâ Rasûlallâh! Arap heyetleri içinde, doğrusu şu Tücîb heyeti gibisi yoktur.” dedi.
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hidâyet Allâh Teâlâ’nın elindedir. Allâh, hayrını dilediği kimsenin kalbini îmâna açar!”buyurdu.
Tücîb heyeti, Peygamberimiz’e Kur’ân’dan ve sünnetten birtakım şeyler sordular. Sordukları şeylerin cevapları yazılarak kendilerine verildi. Bu gayretleri sebebiyle Âlemlerin Efendisi’nin onlara rağbeti ve alâkası arttı. Heyet, birkaç gün kaldıktan sonra gitmek istediler. Kendilerine:
“–Niçin acele ediyorsunuz?” denildi.
“–Geride kalan kavmimizin yanına dönüp Rasûlullâh’tan gördüklerimizi ve sorup öğrendiklerimizi onlara anlatacağız.” dediler. Fahr-i Kâinât Efendimiz’in yanına gelip vedâlaştılar. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- onlara Bilâl-i Habeşî’yi gönderdi. Hediyelerinin verilmesini emretti, diğer heyetlere verilenden daha çok ihsanda bulunulmasını söyledi. (İbn-i Sa’d, I, 323; İbn-i Kayyım, III, 650-651)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, heyetlerin Medîne’de bir müddet kalmalarını isteyerek, onların Kur’ân-ı Kerîm’i ve dînî esasları öğrenmelerini, bizzat kendisinin tatbîkâtını müşâhede ederek İslâm’ı kavramalarını sağlamıştır. Meselâ Abdü’l-Kays heyeti geldiği zaman Ensâr’dan, onları misâfir etmelerini ve ikramda bulunmalarını istemişti. Bu arada gerekli dînî mâlumâtı öğretmelerini, namaz için lüzumlu sûreleri ezberletmelerini tembihlemişti. Sabahleyin geldiklerinde hâl ve hatırlarını, Ensâr’ın ilgisinden memnûn olup olmadıklarını sordu. Onlar da memnûniyetlerini ifâde ettiler. Sonra Allâh Rasûlü heyettekileri, dîni daha rahat öğrenebilmeleri için ashâbın evlerine birer ikişer dağıttı. Ashâbın gayreti ve Abdü’l-Kays’lıların öğrenme azminden son derece memnun kalan Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, onlarla tek tek ilgilenerek ezberledikleri Tahiyyât’ı, Fâtiha’yı, diğer sûreleri ve öğrendikleri sünnetleri bizzat kendisi kontrol etti.340
Bu şekilde İslâmiyet, gün geçtikçe bütün Arabistan’a yayıldı. İnsanlar fevc fevc gelerek İslâm’a girmekteydiler. Medîne, her gün yeni gelen misâfirlerle dolup taşıyordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de, gelenleri en güzel bir şekilde karşılıyor, onlara izzet ve ikramda bulunarak, hepsinin hâline, tavrına ve âdetlerine göre kendileriyle sohbetler ediyor, bulundukları bölgelerin durumu hakkında bilgi alıyor, taleplerini dinleyip sorularını cevaplıyor, meselelerini hallediyor, gönüllere İslâm’ın nûr, huzur ve sürûrunu nakış nakış işliyordu.341
Artık eski çileler, yerini bereketli bir lutfa terk etmişti. Nitekim Allâh Teâlâ, kendi katından olan bu lutfun şükrünün edâ edilmesi husûsunda Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ve O’nun şahsında bunun çilesiyle yoğrulmuş bulunan mü’minlere şöyle buyurmuştur:
إِذَا جَاء نَصْرُ اللَّهِ وَالْفَتْحُ
(1)
وَرَأَيْتَ النَّاسَ يَدْخُلُونَ فِي دِينِ اللَّهِ أَفْوَاجًا
(2)
فَسَبِّحْ بِحَمْدِ رَبِّكَ وَاسْتَغْفِرْهُ إِنَّهُ كَانَ تَوَّابًا
(3)
“Allâh’ın yardımı ve zaferi gelip de insanların fevc fevc (grup grup) Allâh’ın dînine girmekte olduklarını gördüğün vakit, Rabbine hamd ederek O’nu tesbîh et ve O’ndan mağfiret dile! Çünkü O, tevbeleri çok kabûl edendir.” (en-Nasr, 1-3)
Hicretten sonra dokuzuncu yılda gerçekleşen İslâm’ın Arabistan’da bu şekilde hızla yayılması ve Medîne’ye dîn-i mübîni öğrenmek için fevc fevc kabîle elçilerinin gelmesi münâsebetiyle bu yıla “elçiler yılı” denildi.
Hac Farîzası
Hicretin dokuzuncu yılına kadar hac, Hazret-i İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Hanîf dînine göre îfâ edilmekle birlikte, içine müşrikler tarafından birçok yanlış uygulamalar da karıştırılmıştı. Bu yıl ise Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ebû Bekr’i hac emîri yaparak İslâmî haccı müslümanlara öğretmesi için üç yüz kişilik bir kâfile ile Mekke’ye gönderdi. Kendisi onuncu sene hac yapacağını bildirdi. Kurbanlık olmak üzere boyunlarına nişan taktığı yirmi deveyi de onlarla birlikte gönderdi.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, hac kâfilesiyle yola çıktığı sırada Tevbe (Berâe) Sûresi’nin ilk âyetleri nâzil oldu. Böylece putlardan temizlenmiş olan Allâh’ın Beyti’nin müşriklerden temizlenmesi emredildi. Zîrâ o vakte kadar müşriklerin Kâbe’de ibâdet etmelerine karışılmamıştı. Ancak aslî hüviyetini kazanmış olan Kâbe-i Muazzama’da, müşriklerin el çırparak ve çıplak bir şekilde gayr-i ahlâkî olarak kendilerine göre ibâdet etmeleri, tevhîd açısından uygun düşmüyor, halk arasında da karışıklığa sebebiyet veriyordu. İşte Berâe Sûresi’nin bu sırada inen âyetleri, Kâbe’de tevhîde karşı yaşanan hürmetsizliğe son veren âyetler oldu. Allâh Teâlâ buyurur:
بَرَاءةٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ
(1)
فَسِيحُواْ فِي الأَرْضِ أَرْبَعَةَ أَشْهُرٍ وَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَأَنَّ اللّهَ مُخْزِي الْكَافِرِينَ
(2)
وَأَذَانٌ مِّنَ اللّهِ وَرَسُولِهِ إِلَى النَّاسِ يَوْمَ الْحَجِّ الأَكْبَرِ أَنَّ اللّهَ بَرِيءٌ مِّنَ الْمُشْرِكِينَ وَرَسُولُهُ فَإِن تُبْتُمْ فَهُوَ خَيْرٌ لَّكُمْ وَإِن تَوَلَّيْتُمْ فَاعْلَمُواْ أَنَّكُمْ غَيْرُ مُعْجِزِي اللّهِ وَبَشِّرِ الَّذِينَ كَفَرُواْ بِعَذَابٍ أَلِيمٍ
(3)
إِلاَّ الَّذِينَ عَاهَدتُّم مِّنَ الْمُشْرِكِينَ ثُمَّ لَمْ يَنقُصُوكُمْ شَيْئًا وَلَمْ يُظَاهِرُواْ عَلَيْكُمْ أَحَدًا فَأَتِمُّواْ إِلَيْهِمْ عَهْدَهُمْ إِلَى مُدَّتِهِمْ إِنَّ اللّهَ يُحِبُّ الْمُتَّقِينَ
(4)
“Allâh ve Rasûlü’nden kendileriyle muâhede yapmış olduğunuz müşriklere bir ihtar! (Ey müşrikler!) Yeryüzünde dört ay daha dolaşın! İyi bilin ki siz, Allâh’ı âciz bırakacak değilsiniz; Allâh ise kâfirleri rezîl (ve perişan) edecektir. Bu, Allâh ve Rasûlü’nden Hacc-ı Ekber gününde insanlara bir îlândır. Allâh ile Peygamberi, müşriklerden uzaktır (her türlü alâkasını kesmiştir). Eğer tevbe ederseniz, bu sizin için daha hayırlıdır. Ve eğer yüz çevirirseniz, bilin ki Allâh’ı âciz bırakacak değilsiniz. (Ey Rasûlüm!) Kâfirlere elem verici azâbı müjdele! Ancak kendileriyle antlaşma yaptığınız müşriklerden (antlaşma şartlarına uyan), hiçbir şeyi eksik bırakmayan ve sizin aleyhinize herhangi bir kimseye arka çıkmayanlar (bu hükmün) dışındadır. Onların muâhedesini, süreleri bitinceye kadar tamamlayınız! Allâh, muttakîleri sever!” (et-Tevbe, 1-4)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ إِنَّمَا الْمُشْرِكُونَ نَجَسٌ فَلاَ يَقْرَبُواْ الْمَسْجِدَ الْحَرَامَ بَعْدَ عَامِهِمْ هَـذَا وَإِنْ خِفْتُمْ عَيْلَةً فَسَوْفَ يُغْنِيكُمُ اللّهُ مِن فَضْلِهِ إِن شَاء إِنَّ اللّهَ عَلِيمٌ حَكِيمٌ
“Ey îmân edenler! Müşrikler ancak necistir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Harâm’a yaklaşmasınlar! Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allâh dilerse, sizi kendi lutfundan zengin edecektir. Şüphesiz Allâh, Alîm’dir, Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 28)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu âyet-i kerîmeleri îlân etmesi için Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ı, Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın arkasından Mekke’ye gönderdi.
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-, bayramın birinci günü Akabe Cemresi yanında ayağa kalkarak, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendisine verdiği bu vazîfeyi, bir hutbe îrâd ederek yerine getirdi. Tevbe Sûresi’nden belli miktarda âyetler okuduktan sonra, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hulâsa ettiği şu dört maddeyi bütün herkese duyurdu:
1. (Herkes bilsin ki), cennete ancak mü’minler girebilecektir.
2. Kâbe, hiçbir zaman çıplak olarak tavâf edilmeyecek, (müşriklerin bu şekilde ihdâs ettikleri bid’atlerine son verilecektir.)
3. Bu yıldan sonra hiçbir müşrik Beytullâh’a yaklaşmayacaktır.
4. Yalnız Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile muâhede yapmış olup buna sâdık kalan müşrikler hakkında, belirlenen müddet bitene kadar antlaşma maddeleri geçerli kalacaktır.
Bu yıldan sonra, artık hiçbir müşrik hacca gelmemiş ve Kâbe, çıplak olarak tavâf edilmemiştir.
Bu yıldan sonra, şirkin, kendilerini düşürdüğü bedbahtlığın farkına varan son müşrikler de nihâyet îmânı tercîh etmişlerdir.
Bu yıldan sonra, Kâbe-i Muazzama, putlardan temizlendiği gibi müşriklerden de temizlenmiş olarak Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yapacağı büyük hac için hazır hâle gelmiştir.342
HİCRETİN ONUNCU SENESİ Adiy bin Hâtim’in Müslüman Oluşu
Cömertliği dillere destân olan Hâtim-i Tâî, Tayy kabîlesindendi ve Adiy’in babası idi. Adiy, kavmi içinde büyük, şerefli, hatîb, hazır cevap, fazîletli ve cömert bir zât idi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hicret’in dokuzuncu yılında Hazret-i Ali’yi Tayy kabîlesinin putu Füls’ü yıkmaya gönderdiğinde, Adiy Şam’a kaçmıştı. Kızkardeşi Seffâne ise esirler arasında Medîne’ye getirilmişti.
Varlık Nûru Efendimiz, Seffâne’yi serbest bıraktı ve elbise, binit, yol azığı verip kavminden emniyetli bâzı kişilerin yanına katarak Şam’a gönderdi.
Adiy bin Hâtim der ki:
“Seffâne akıllı bir kadındı. Ona:
«–Şu zâtın işi hakkındaki görüşün nedir?» diye sordum. Bana:
«–Vallâhi, senin acele O’na katılmanı uygun görürüm. Eğer kendisi gerçekten peygamberse, O’na tâbî olmakta başkalarının önüne geçmen, senin için bir fazîlet ve üstünlük olur. Bir hükümdarsa, O’nun sâyesinde Yemen’deki saltanatını kaybetmez, hor ve hakir bir duruma düşmezsin! Artık karar senindir!» dedi.
«–Vallâhi yerinde görüş budur! Ben bu zâta gideceğim. O bir yalancı ise (yalancılığı) bana zarar vermez. Eğer doğru ise söylediklerini dinler, kendisine tâbî olurum!» dedim ve Medîne’ye geldim. Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın yanında akrabâ, kadın ve çocuklarının bulunduğunu gördüğüm zaman anladım ki O’nda ne Kisrâ’nın ne de Kayser’in saltanatı vardır!
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem- elimden tuttu, beni evine götürdü. Yolda düşkün ve yaşlı bir kadın O’nu durdurdu ve ihtiyâcını arz etti. O da uzun bir süre ayakta durup kadının derdini dinledi ve meselesini halletti. Eve vardığımızda hurma lifinden doldurulmuş bir minder alıp bana ikrâm etti:
«–Bunun üzerine otur!» buyurdu.
Ben:
«–Hayır! Onun üzerine Sen otur!» dedim.
Rasûlullâh bana:
«–Hayır, sen oturacaksın!» buyurdu.
Minderin üzerine oturdum, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise kuru yere oturdu. İçimden:
«Vallâhi bu, hükümdar işi değildir!» dedim.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Adiy! Müslüman ol selâmet bulursun.» deyince:
«–Benim dînim var.» dedim.
«–Senin dînini senden iyi biliyorum!» buyurdu.
«–Benim dînimi benden iyi mi biliyorsun?» dedim.
«–Evet! Sen Rekûsî değil misin?343 Kavminin elde ettiği ganîmetlerin dörtte birini yemiyor musun?» diye sordu.
«–Evet öyle.» dedim.
«–Aslında bu, dînine göre sana helâl değildir!» dedi ve daha fazla bir şey söylemedi. Rasûlullâh bunu söyleyince çok mahcup oldum! Kendisine:
«–Evet! Öyledir vallâhi!» dedim. Anladım ki O, Allâh tarafından gönderilmiş bir peygamberdir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, beni utandıran sözü bir daha tekrarlamadı. Sözlerine devamla:
«–Senin İslâm’a girmene mânî olan sebebi biliyorum. Sen: “O’na zayıflar, Arapların değer vermediği güçsüz kimseler tâbî oluyor.” diyorsun. Sen Hîre’yi bilir misin?» buyurdu.
«–Görmedim ama duydum.» dedim.
«–Rûhumu kudret elinde tutan Allâh’a yemin ederim ki, Allâh bu dâvâyı tamamlayacak. Öyle ki tek başına bir kadın Hîre’den çıkarak gelip Allâh’ın evini tavâf edecek. Sonra Kisrâ bin Hürmüz’ün hazîneleri fethedilecek!» buyurdu.
«–Kisrâ bin Hürmüz’ün mü?» diye sordum.
«–Evet Kisrâ bin Hürmüz’ün!» buyurdu. Sonra da:
«–Çok sürmez, mal o kadar bollaşacak ki, kimse tenezzül etmeyecek, malın zekâtını alacak kimse bulunamayacak!» buyurdu.
Müslüman olduğumda Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- çok sevindi, yüzünde büyük bir sürûr müşâhede ettim. Ensâr’dan birinin evinde misâfir olmamı emretti. Sabah-akşam onun evine gidip gelmeye başladım. Hiçbir namaz vakti girmezdi ki, O’nu özlemiş olmayayım!”
Daha sonraları bu hâdiseyi anlatan Adiy -radıyallâhu anh- der ki:
“Vallâhi bir kadının Hîre’den devesinin üzerinde korkmadan yola çıkıp şu Beytullâh’ı haccettiğini görmüşümdür! Ayrıca, vallâhî Kisrâ’nın hazînelerini fethedenler arasında ben de bulundum. Rûhumu elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, üçüncüsü de elbette olacaktır. Çünkü onu Rasûlullâh söyledi.” (Buhârî, Menâkıb, 25; Ahmed, IV, 257, 377-379; İbn-i Hişâm, IV, 246; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 62)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in verdiği diğer haber de tahakkuk etti. Halîfe Ömer bin Abdülazîz, zekât memurunu Afrika ülkelerine göndermişti. Memur, malları dağıtamadan geri getirdi. Çünkü zekât alacak kimse bulamamıştı. Bunun üzerine o da bu paralarla pek çok köle alıp âzâd etti.344
Varlık Nûru’nun İlk ve Son Haccı: VEDÂ HACCI
Haccın farz olmasından sonra Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yapmış olduğu ilk ve son hac, Vedâ Haccı’dır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bu haccında müslümanlarla vedâlaşınca insanlar; “Bu vedâ haccıdır.” demişler ve bu isim meşhur olmuştur.345 Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise bundan “Haccetü’l-İslâm” ismiyle bahsederdi.346
Arabistan’ın baştan başa müslüman olduğu ve İslâm’ın haşmet ve hâkimiyetinin son derece güçlendiği, Hicret’in onuncu yılına denk gelen bu hacca, bütün müslümanlar Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- tarafından dâvet edildi.
Allâh ve Rasûlullâh aşkıyla dolup taşan gönüller, bu dâvete topyekûn icâbet eyledi. Bu haber, Medîne’nin dışına ulaşınca, insanlar her taraftan akın akın geldiler. Yolda onlara katılanların hadd ü hesâbı yoktu. Etrâfı gözün alabildiğince büyük kalabalıklar kaplamıştı. Dört bir yandan Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile haccedebilmek için koşup gelen mü’minlerin sayısı yüz yirmi bin civârındaydı. Hepsi tek bir yürek hâlinde, hayâl ötesi ulvî bir manzara sergiliyorlardı.
Fahr-i Kâinât Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- hac ve ihram hakkında oradakilere kısa bir bilgi verdikten sonra, yola çıktı. Varlık Nûru, hacda kurban etmek üzere yanında yüz kadar deve götürüyordu. Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- yol boyunca müslümanlara hep hacdan bahsetti. Îrâd buyurduğu hutbesinde ihrâmın ve haccın vâciblerini, sünnetlerini anlattı. Zülhuleyfe’ye geldiğinde Akîk Vâdisi’nde müslümanlara şöyle dedi:
“Rabbim tarafından gönderilen Cebrâîl bu gece bana gelip: «Bu mübârek vâdide namaz kıl ve hem hacca hem de umreye niyet ettim de!» buyurdu.” (Buhârî, Hac, 16)
Orada iki rekât da ihram namazı kıldı. Allâh’a hamd ü senâda bulunup tesbîh ettikten ve tekbîr getirdikten sonra:
“Ey Allâh’ım! Bunu bana içinde riyâ ve süm’a (gösteriş ve şöhret) bulunmayan mebrûr ve makbûl bir hac kıl!” diyerek duâ etti. (İbn-i Mâce, Menâsik, 4)
Zülhuleyfe’de ihrâma girip:
diyerek telbiyeye başladı. (Buhârî, Hac, 26)
Daha sonra da:
“Sizden kim hac ve umreye niyet etmek isterse bunu yapsın!” buyurdu.
Allâh Rasûlü ihrâma girip telbiyeye başladıktan sonra, Cebrâîl -aleyhisselâm-’ın gelerek:
“Yâ Muhammed! Ashâbına telbiyede seslerini yükseltmelerini emret! Çünkü bu, haccın alâmetlerindendir!” dediğini bildirdi. (İbn-i Mâce, Menâsik, 16)
Yerler ve gökler, getirilen telbiye sesleriyle çınlıyor; huşû ve huzur, her yeri bir ağ gibi örüyordu.
Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, uğradığı yerlerde müslümanlara imâm olup namaz kıldırıyordu. Daha sonra bir vefâ ve muhabbet tezâhürü olarak Fahr-i Kâinât Efendimiz’in namaz kıldırdığı yerlere mescidler yapılmıştır.347
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Beytullâh’ı görünce ellerini kaldırdı ve:
“Ey Allâh’ım! Bu Beytinin şerefini, azametini, keremini ve heybetini artır. Ona hac ve umre ile tâzîmde bulunanların da şereflerini, keremlerini, heybetlerini, tâzîmlerini ve iyiliklerini artır!”diyerek duâ etti. (İbn-i Sa’d, II, 173)
Ridâsının bir ucunu sağ koltuğunun altından alıp sol omuzunun üzerine atmış ve sağ kolunu açmış olduğu hâlde Mescid-i Harâm’a girip Hacer-i Esved rüknüne vardı ve onu istilâm etti. Bu esnâda gözleri yaşla doldu. Hacer-i Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü.
“Allâh’ım! Sana îmân ederek, kitâbını tasdîk ederek, peygamberlerinin sünnetine ittibâ ederek (başlıyorum).” diyerek Hacer-i Esved köşesinden tavâfa başladı. (Heysemî, III, 240)
Tavâfın ilk üç devresinde adımlarını kısaltıp omuzlarını silkeleyerek hızlı ve çalımlı bir şekilde yürüdü. Rükn-i Yemânî ve Hacer-i Esved hizâsına geldikçe:
وِمِنْهُم مَّن يَقُولُ رَبَّنَا آتِنَا فِي الدُّنْيَا حَسَنَةً وَفِي الآخِرَةِ حَسَنَةً وَقِنَا عَذَابَ النَّارِ
“…Ey Rabbimiz! Bize dünyâda da iyilik ver, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennem azâbından koru!” (el-Bakara, 201) âyetini okumakta idi. Varlık Nûru Efendimiz, tavâfın bu bölümünü tamamlayınca Hacer-i Esved’i öptü, ellerini onun üzerine koyduktan sonra yüzüne sürdü. Bundan sonra insanların arasından güçlükle geçip Makâm-ı İbrâhîm’e ulaştı. Makâm’ı kendisiyle Beytullâh arasına alarak iki rekât namaz kıldı. Sonra dönüp tekrar Hacer-i Esved’i istilâm etti ve Hazret-i Ömer’e:
“Ey Ömer! Sen güçlü-kuvvetli bir adamsın. Hacer-i Esved’e erişmek için insanları sıkıştırarak zayıflara eziyet etme! Ne rahatsız ol ne de rahatsız et. Tenhâ bulursan Hacer-i Esved’i istilâm et ve öp, aksi takdirde uzaktan «el sürüp öpme» işâreti yap, kelime-i tevhîd okuyarak ve tekbîr getirerek geç!” buyurdu.348 (Heysemî, III, 241; Ahmed, I, 28)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bundan sonra Kâbe’nin Benî Mahzûm kapısından çıkıp Safâ Tepesi’ne gitti. Oraya yaklaşınca:
إِنَّ الصَّفَا وَالْمَرْوَةَ مِن شَعَآئِرِ اللّهِ
“Şüphe yok ki Safâ ile Merve, Allâh’ın nişânelerindendir…” (el-Bakara, 158) âyetini okudu ve:
“Allâh’ın âyette ilk olarak zikrettiğinden başlıyorum!” buyurarak sa’y yapmaya Safâ’dan başlamak üzere oraya yöneldi. Beytullâh’ı görünce ona bakarak tehlîl ve tekbîr getirdi. Üç veya yedi defâ:
“Bir olan Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. O’nun eşi ve ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’na mahsustur. Diriltir, öldürür. O her şeye kâdirdir. Allâh’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Allâh vaadini yerine getirdi; kuluna yardım etti, düşmanlık için toplanmış olan bütün orduları yalnız başına bozguna uğrattı.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 84)
Sonra, Safâ’dan Merve Tepesi’ne doğru yürüyerek indi. Allâh Rasûlü, sa’y vâdisinin ortasına gelince yürüyüşünü hızlandırıyor, burayı geçince tabiî yürüyüşüne dönüyordu. Bu esnâda:
“Yâ Rab! Beni bağışla ve bana rahmet et! En azîz, en kerîm olan Sen’sin!” diyerek duâ ediyordu. (Heysemî, III, 248)
Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Merve Tepesi’ne vardığında, Safâ’da yaptıklarını aynen tekrarladı. Safâ ile Merve arasında yedi defâ gidip gelerek sa’yı Merve’de tamamladı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke’de dört gün kaldı. Beşinci gün (Tevriye günü) Beytullâh’ı tavâf ettikten sonra devesine bindi. Minâ’ya varıp öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını orada kıldı. Güneş doğuncaya kadar bekledi. Zilhicce’nin dokuzunda sabahleyin Arafat’a doğru hareket etti. Minâ’dan Arafat’a varıncaya kadar telbiye getirmeye devâm etti.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu minvâl üzere ümmetine nasıl haccedeceklerini bizzat göstererek bütün vazîfelerin îfâsından sonra Arafat’ta, bugün Nemire Mescidi’nin bulunduğu yerde, devesinin üzerinde meşhûr “Vedâ Hutbesi”ni îrâd buyurdu:
“Ey insanlar!
Sözlerimi dikkatle dinleyiniz! Bilemiyorum, belki bu yıldan sonra sizinle burada bir daha ebedî olarak bir arada olamayacağım!
Ey insanlar!
Bugünleriniz nasıl mukaddes bir gün ise, bu aylarınız nasıl mukaddes bir ay ise, bu şehriniz (Mekke) nasıl mübârek bir şehir ise, canlarınız, mallarınız, nâmuslarınız da öyle mukaddestir; bunlara her türlü tecâvüz haramdır.
Ashâbım!
Yarın Rabbinize kavuşacaksınız ve bugünkü her hâl ve hareketinizden muhakkak hesâba çekileceksiniz! Sakın benden sonra eski dalâletlere (sapıklıklara) dönüp de birbirinizin boynunu vurmayınız! Haberiniz olsun ki, ben, önceden gidip Havuz’un başında sizi bekleyeceğim! Diğer ümmetlere karşı, sizin çokluğunuzla sevineceğim. Sakın, (günah işleyerek) yüzümü kara çıkarmayınız!
Ashâbım!
Kimin yanında bir emânet varsa, onu sâhibine versin! Fâizin her çeşidi kaldırılmıştır; ayağımın altındadır. Lâkin borcunuzun aslını vermek gerektir. Ne zulmediniz ne de zulme uğrayınız! Allâh’ın emriyle fâizcilik artık yasaktır. Câhiliyeden kalma bu çirkin âdetin her türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım fâiz de Abdülmuttalib’in oğlu (amcam) Abbâs’ın fâizidir.
Ashâbım!
Câhiliye devrinde güdülen kan dâvâları da tamâmen kaldırılmıştır. Kaldırdığım ilk kan dâvâsı,(ceddim) Abdülmuttalib’in torunu (amcazâdem) Rebîa’nın kan dâvâsıdır.
Ey insanlar!
Bugün şeytan, sizin şu topraklarınızda yeniden tesir ve hâkimiyetini kurma gücünü ebedî sûrette kaybetmiştir. Fakat siz, bu kaldırdığım şeyler dışında küçük gördüğünüz işlerde ona uyarsanız, bu da onu memnûn edecektir. Dîninizi korumak için bunlardan da sakınınız!
Ey insanlar!
Kadınların haklarına riâyet ediniz! Onlara şefkat ve sevgi ile muâmele ediniz! Onlar hakkında Allâh’tan korkmanızı tavsiye ederim. Siz kadınları, Allâh’ın emâneti olarak aldınız; onların nâmuslarını ve iffetlerini Allâh adına söz vererek helâl edindiniz! Sizin kadınlar üzerinde hakkınız, onların da sizin üzerinizde hakları vardır. Sizin kadınlar üzerindeki hakkınız, onların, âile şerefini hiçbir kimseye çiğnetmemesidir. Kadınların da sizin üzerinizdeki hakları, meşrû bir şekilde her türlü yiyecek ve giyeceklerini temin etmenizdir. Bir kadının, kocasının izni olmadan, onun malından hiçbir şeyi, başkasına vermesi helâl olmaz!
Kölelerinize gelince; onlara yediğinizden yedirmeye, giydiğinizden giydirmeye dikkat ediniz! Affedemeyeceğiniz bir hatâ yaparlarsa, izin veriniz! Fakat onlara aslâ eziyet etmeyiniz! Çünkü onlar da Allâh’ın kuludur.
Ey mü’minler!
Sözümü iyi dinleyiniz ve iyi belleyiniz! Müslüman, müslümanın kardeşidir; böylece bütün müslümanlar kardeştir. Din kardeşinize âit olan herhangi bir hakka tecâvüz, helâl değildir. Meğer ki gönül hoşluğu ile kendisi vermiş olsun…
Haksızlık yapmayın! Haksızlığa da boyun eğmeyin! Ahâlînin haklarını gasbetmeyin!
Ashâbım!
Kendinize de zulmetmeyiniz! Kendinizin de üzerinizde hakkı vardır.
Ey insanlar!
Her cânî kendi suçundan bizzat mes’ûldür. Hiçbir cânînin işlediği suçun cezâsını evlâdı çekemez! Hiçbir evlâdın suçundan da babası mes’ûl edilemez!
Ey insanlar!
Cenâb-ı Hak, her hak sâhibine hakkını (Kur’ân’da) vermiştir. Vârise vasiyet etmeye lüzum yoktur.349 Çocuk kimin döşeğinde doğmuşsa, ona âittir. Zinâ eden için mahrûmiyet vardır. Babasından başkasına âit soy iddiâ eden soysuz, yâhut efendisinden başkasına intisâba kalkan nankör köle,350 Allâh’ın gazabına, meleklerin ve bütün müslümanların lânetine uğrasın! Cenâb-ı Hak, bu gibi insanların ne tevbelerini ne de adâlet ve şehâdetlerini kabûl eder.
Ey insanlar!
Rabbiniz birdir. Babanız da birdir; hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Allâh yanında en kıymetli olanınız, O’na karşı en çok takvâ sâhibi olanınızdır. Arab’ın Arap olmayana -takvâ ölçüsünden başka- bir üstünlüğü yoktur.
Ey insanlar!
Devamlı olarak dönmekte olan zaman, Allâh’ın gökleri ve yerleri yarattığı günkü durumuna dönmüştür. Bir yıl, ay ölçüsüyle on iki aydır. Bunların dördü harâm olan aylardır. Bunların üçü, arka arkaya Zilkâde, Zilhicce ve Muharrem; dördüncüsü de (Cemâziyelâhir ile Şâban arasında olan) Receb’dir. Bu sene, harâm ayları eski yerine geldi. Hac mevsimi Zilhicce’nin onuncu gününe rastladı.
Ey mü’minler!
Size bir emânet bırakıyorum ki, ona sıkı sarıldıkça, yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emânet, Allâh’ın kitâbı Kur’ân’dır.
Ey insanlar!
Allâh’a ibâdet edin! Beş vakit namazınızı kılın! Ramazan orucunu tutun ve emirlerime itaat edin! (Ancak böyle yaptığınız takdirde) Rabbinizin cennetine girersiniz.
Ey insanlar!
Aşırı gitmekten (ifrattan) sakının! Evvelkilerin mahvolmalarının sebebi, dindeki ifratlarıydı. Hac amellerini (usûl ve âdâbını) benden öğrenin! Bilmiyorum belki bu seneden sonra bir daha sizinle burada buluşamayacağım! Bu nasîhatlerimi burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsin! Olabilir ki, bildirilen kimse, (sözlerimi) burada bulunup da işitenden daha iyi anlayarak muhâfaza etmiş olur.”
Sözlerinin burasında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, yüz binin üzerindeki sahâbesine sordular:
“–Ey insanlar! Yarın beni sizden soracaklar; ne diyeceksiniz?”
Bütün ashâb-ı kirâm:
“–Allâh’ın elçiliğini îfâ ettin; vazîfeni yerine getirdin, bize vasiyet ve nasîhatte bulundun, diye şehâdet ederiz!” dediler.
Bu şehâdetin ardından Varlık Nûru Efendimiz, dînin teblîğine dâir:
“–Ashâbım! Teblîğ ettim mi?.. Teblîğ ettim mi?.. Teblîğ ettim mi?..” diyerek üç defâ tasdîk aldı. Sonra ellerini semâya kaldırarak Cenâb-ı Hakk’ın şehâdetini diledi:
“Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!.. Şâhid ol yâ Rabb!..” (Müslim, Hac, 147; Ebû Dâvûd, Menâsik, 56; İbn-i Mâce, Menâsik, 76, 84; Ahmed, V, 30; İbn-i Hişâm, IV, 275; Hamîdullâh, el-Vesâik, s. 360)
a
Vedâ Hutbesi, beşerî münâsebetlerin tanzîmi, dînin muhâsebesi, hulâsası ve aynı zamanda da bir “İnsan Hakları Beyannâmesi”dir. Nitekim 1789 büyük Fransız ihtilâlinin fikrî temellerini hazırlayanlardan biri olan filozof La Fayette, meşhûr “İnsan Hakları Beyannâmesi” yayınlanmadan, bütün hukuk sistemlerini tedkîk etmiş ve Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Vedâ Hutbesi’nde îlân ettiği bütün âleme birer meş’ale olacak bu adâlet ve insanlık prensiplerine muttalî olunca:
“–Ey şanlı Muhammed! Adâlette öyle bir zirveye ulaşmışsın ki, kimsenin o seviyeyi aşması bugüne kadar mümkün olamamış ve bundan sonra da olamayacaktır!..” demiştir.351
Âlemlerin Efendisi, bu hutbesinde insanların bilmeleri gereken ve bilmedikleri takdirde mâzur sayılmayacakları hükümleri açıklamıştır. Orada toplanan kalabalık vâsıtasıyla bu hükümlerin bütün insanlığa duyurulmasını sağlamıştır.
a
Vedâ Hutbesi’nden sonra Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh- ezân okudu. Efendimiz, cem’ yaparak önce öğle namazının farzını, ardından da tekrar kâmet getirtip ikindi namazının farzını kıldırdı. Namazdan sonra devesi Kasvâ’ya binip Cebelü’r-Rahme’nin dibindeki vakfe yerine vardı. Kasvâ’nın göğsünü kayalara doğru çevirdi ve kıbleye döndü. Güneş batıp sarılığı gidinceye kadar vakfe yaptı.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, vakfede bir eliyle devesinin yularını tutup diğer elini kaldırarak kulluğunun ve kalbî hayâtının hassâsiyetini ifâde eden uzunca bir duâ yaptı. Bu duânın bir kısmı şöyledir:
“Ey Allâh’ım! Sen’in buyurduğun şekilde ve bizim söylediğimizden daha üstün olarak Sana hamd olsun! Ey Allâh’ım! Benim namazım, ibâdetim, hayâtım ve ölümüm Sen’in içindir! Dönüşüm Sanadır!
Ey Allâh’ım! Kabir azâbından, kalbin vesvesesinden, işlerin dağınıklığından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Rüzgârların getirdiği âfetin şerrinden Sana sığınırım!
Ey Allâh’ım! Gözümde bir nûr, kulağımda bir nûr, kalbimde bir nûr yarat! Ey Allâh’ım! Göğsüme genişlik ver! İşimi kolaylaştır! Ey Allâh’ım! Sağlığın hastalığa çevrilmesinden, birdenbire gelip çatacak azâbından ve bütün gazabından Sana sığınırım! Ey Allâh’ım! Beni doğru yoluna ulaştır! Geçmişimi, geleceğimi bağışla!
Ey dereceleri yükselten, bereketleri indiren, ey gökleri ve yeri yaratan Allâh’ım! Sesler türlü türlü dillerle coşup Sana doğru yükseliyor, Sen’den taleplerde bulunuyor! Benim isteğim de; dünyâ halkının beni unuttuğu imtihan yurdunda Sen’in beni hatırlamandır!
Ey Allâh’ım! Sen sözümü işitiyor, bulunduğum yeri görüyor, gizli açık neyim varsa biliyorsun! İşlerimden hiçbiri Sana gizli değildir! Ben çâresizim, yoksulum, Sen’den yardım ve emân diliyorum! Korkuyorum, kusurlarımı îtirâf ediyorum! Bir çâresiz Sen’den nasıl isterse, ben de öyle istiyorum! Zelil bir günahkâr Sana nasıl yalvarırsa, ben de öyle yalvarıyorum! Sen’in yüce huzûrunda boynunu bükmüş, Sen’in için gözlerinden yaşlar boşanan, Sen’in uğrunda bütün varlığını fedâ eden, Sen’in için yüzünü topraklara süren bir kulun Sana nasıl duâ ederse, ben de öyle duâ ediyorum! Ey Rabbim! Duâmın kabûl edilmesinden beni mahrum bırakma! Bana Raûf ve Rahîm ol, ey kendisinden istenilenlerin en hayırlısı ve verenlerin en keremlisi!” (İbn-i Kesîr,el-Bidâye, V, 166-168; Heysemî, III, 252; İbn-i Kayyım, II, 237)
Selef-i sâlihîn’in Arafat’ta yaptığı duâlardan bir kısmı da şöyledir:
“İlâhî! Sana karşı kim kendisini övebilir? İlâhî! Dilim mâsiyetlerle tutulmuş, benim Sana vesîle kılacak ne işe yarar bir amelim ne de emelden başka bir şefaatçim var! İlâhî! Biliyorum ki; kusurlarım yüzünden ne huzûrunda mevkiim ne de Sen’den özür dilemeye yüzüm kalmıştır! Fakat Sen keremlilerin en keremlisisin! İlâhî! Ben merhametine nâil olmaya lâyık değilsem, merhametin bana yetişebilir! Çünkü Sen’in rahmetin her şeyi kuşatacak derecede geniştir! İlâhî! Benim kusurum ne kadar büyük de olsa, Sen’in affının yanında küçük kalır! Sen onları bana bağışlayıver ey kerem sâhibi Allâh’ım!
Rabbim! Sen ancak itaatkâr kullarını affedeceksen, günahkârlar kime gidip sığınsınlar? Rabbim! Sen sâdece takvâ sâhibi kullarına rahmet ve merhamet edeceksen, mücrimler kimden yardım istesinler!
Ben Sana her an muhtâcım! Sen’in ise bana hiçbir ihtiyâcın yoktur! Sen ancak yaratanım olarak beni bağışlarsın! Beni şu durduğum yerden, bütün hâcetlerimi yerine getirmiş, taleplerimi ihsan buyurmuş, temennîlerimi gerçekleştirmiş olarak döndür!
Ey isteyenlerin ihtiyaçlarına sâhip ve mâlik olan Allâh’ım! Ey susmakta olanların içlerinden geçirdiklerini bilen Allâh’ım! Ey kendisinden başka yardım beklenecek başka Rab bulunmayan Allâh’ım! Ey kendisinin üstünde korkulacak başka bir yaratıcı bulunmayan Allâh’ım! Ey yanına varılacak veziri, rüşvet verilecek kapıcısı bulunmayan Allâh’ım! Ey dilekler çoğaldıkça cömertlik ve keremi artan; ihtiyaçlar çoğaldıkça fazl u ihsânı çoğalan Allâh’ım! Ey Allâh’ım! Sen her misâfiri ağırlarsın! Bizler de Sen’in misâfirleriniz! Bizleri cennetinde ağırla!
Ey Allâh’ım! Her kâfileye hediye, her isteyene atiyye verilir; her ziyâretçiye ikrâm edilir! Her sevap umana sevap verilir! Bizler topluca Sen’in Beyt-i Harâm’ına geldik! Şu büyük meşâirde vakfeye durduk! Şu mübârek yerlerde hazır bulunduk! Ümîdimiz, yüce katındaki sevap ve mükâfâta nâil olmaktır! Ümîdimizi boşa çıkarma Allâh’ım!” (Gazâlî, İhyâ, I, 337-338; Beyhakî,Şuabu’l-Îman, II, 25-26)
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Arafat’ta bulunduğu sırada, yanına Necid halkından bâzı kimseler gelerek:
“–Yâ Rasûlallâh! Hac nasıldır, ne ile tamam olur?” diye sordular.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hac Arafat’tır. Kim Müzdelife gecesi sabah namazından önce Arafat’a gelirse o hacca yetişmiş olur. Minâ günleri üçtür. Acele edip orada iki gün kalan kimseye günah yoktur. Geciken kimseye de günah yoktur.” buyurdu. (İbn-i Mâce, Menâsik, 57)
Bugün Dîninizi Kemâle Erdirdim
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vakfede bulunup güneş battığı sırada inen âyet-i kerîme ile dînin tamamlanarak kemâle erdiği bildirildi:
قٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُواْ مِن دِينِكُمْ فَلاَ تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِ الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمُ الإِسْلاَمَ دِين
“…Bugün kâfirler, sizin dîninizden (onu yok etmekten) ümit kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın; Ben’den korkun! Bugün size dîninizi ikmâl ettim; üzerinize olan nîmetimi tamamladım ve sizin için dîn olarak İslâm’ı seçtim…” (el-Mâide, 3) (Tirmizî, Tefsîr, 5/3043)
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, bu âyet-i kerîmeyi duyar duymaz yüksek firâseti ile her şeyi anladı. “Tamamlanan nîmet”in mânâsını derinden derine sezdi. “Dînin kemâle ermesi”nin arkasından gelecek olan hâdiseyi hissetmeye başladı.
Bu âyet, ehl-i firâset için Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bir nevî irtihâl haberi idi. Allâh -celle celâlühû-, pek yakında Varlık Nûru’nu, Habîbi’ni ebediyyet âlemine dâvet buyuracaktı. Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın gözleri yaşlarla doldu, henüz kimseler bir şey hissetmemişken o, yüreğine düşen firkat elemleri ile için için ağlamaya başladı.352
Zîrâ yirmi üç senede gelen mukaddes emânet, kıyâmete kadar gelecek ümmete bir rahmet olarak tevdî edilmiş bulunuyordu.
a
Güneş tamâmıyla battıktan sonra, Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-, terkisinde Üsâme bin Zeyd -radıyallâhu anh- olduğu hâlde Arafat’tan Müzdelife’ye doğru hareket etti. Orada yatsı vaktinde cem’ yaparak bir ezân ve iki kâmetle önce akşam, arkasından da yatsı namazını kıldırdı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- fecir doğuncaya kadar Müzdelife’de kaldı. Gün iyice aydınlanıncaya kadar Müzdelife’deki vakfeden ayrılmadı. Bu esnâda telbiye ve duâya devâm ediyordu.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Minâ’da atacağı taşları Müzdelife’de topladı. Güneş doğmadan Müzdelife’den ayrıldı. Ashâbına cemrede353 atacakları taşları toplamalarını emretti. Ayrıca cemreleri, fiske taşı gibi küçük taşları parmak arasına alarak atmalarını söyledi. Taşların nasıl atılacağını da eliyle işâret ederek gösterdi.
Kahrın Tecellî Ettiği Yer
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’nda Minâ ile Müzdelife arasındaki Batn-ı Muhassir’den hızlı olarak geçtiler. Sahâbî hayretle:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Ne hâl oldu ki sür’atlendiniz?” diye sordu.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Cenâb-ı Hak, bu mevkîde Ebâbîl kuşlarını göndererek Ebrehe’nin fil ordusunu helâk etmişti. O kahırdan bir hisse gelmesin diye hızlandım…” buyurdular. (Nevevî, Şerhu Müslim, XVIII, 111; İbn-i Kayyım, II, 255-256)
Nitekim hacda bu mahalde vakfe yoktur.
Rahmet ve kahır tecellîsi, bâzen cemâdâta dahî aksetmektedir. Bu yüzden rahmetin tecellî ettiği Kâbe, mescidler, sâlihlerin meclisleri gibi mekânlardan istifâde edilmelidir. Bunun aksine, günah ve isyânın irtikâb edildiği ve dolayısıyla kahrın tecellî ettiği mekânlardan da kaçınmak îcâb eder.
Cemâdât da cezb ve incizâb kânûnuna tâbîdir. Nitekim Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, üzerinde hutbe okuduğu hurma kütüğü, o nûrânî hissiyât ile dolmuş, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, başka bir yerde hutbe okumaya başlayınca da içli içli ağlamıştır.354Bu hâdiseyi nakleden hadîs-i şerîfler, mütevâtir olarak gelmektedir.
Mevlânâ Hazretleri bu hususta şöyle der:
“Hava, toprak, su ve ateş, hepsi de Allâh’ın kuludur ve O’na itaat ederler. Onlar, sana bana karşı bî-rûh (cansız), fakat Allâh’ın huzûrunda zî-rûhtur (canlıdırlar).”
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Muhassir Vâdisi’nden hızla geçtikten sonra büyük cemreye, yâni Akabe Cemresine vardı. Akabe Cemresini kurban kesme günü güneşin doğuşundan sonra attı. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- küçük fiske taşlarını baş ve şehâdet parmakları arasına alıp birer birer atarken, insanlar da cemre taşlarını atmaya ve kalabalık sebebiyle birbirleri üzerine yığılmaya başlamışlardı. Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Ey insanlar! Birbirinizi öldürmeyiniz! Sizler, cemre taşları atacağınız zaman fiske taşları gibi küçüklerini, parmaklarınızın arasında atınız!” buyurdu.355 (Ahmed, VI, 379)
Kudâme bin Abdullâh, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in o andaki hâlini şöyle anlatır:
“Rasûl-i Ekrem Efendimiz’i devesinin üzerinde cemreleri atarken gördüm. Ne vurmak ne itip kakmak ne de «çekil, çekil!» demek vardı!” (İbn-i Mâce, Menâsik, 66)
Peygamber Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-, yaşadığı her bir yıl için bir deve olmak üzere altmış üç deveyi kendi eliyle kurbân ettikten sonra bıçağı Hazret-i Ali’ye verdi. Geri kalanını da o kesti. Allâh Rasûlü kesilen her devenin etinden birer parça alınmasını emretti. Bunlar bir çömleğe konularak pişirildi. Ali -radıyallâhu anh- ile birlikte ondan yediler. Daha sonra Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Hazret-i Ali’ye develerin kalan etlerini, derilerini ve çullarını fakirlere dağıtmasını emretti.
Nebiyy-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- kurbanlarını kesince berberini çağırarak tıraş oldu.
“Kadınlar tıraş olmaz, ancak saçlarından kırptırırlar!” buyurarak kadınların başlarını tıraş ettirmelerini yasakladı. (Dârimî, Menâsik, 63)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh-, şöyle bildirir:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şeytan taşlamayı tamamladıktan sonra kurbanını kesti ve tıraş oldu. Berber sağ taraftaki saçları tuttu ve tıraş etti. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ebû Talhâ’yı çağırdı ve bu saçları ona verdi. Sonra berber sol taraftaki saçları tuttu. Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-; «Kes!» dedi, o da kesti. Bunları da Ebû Talhâ’ya verdi ve:
«–Bunları insanlar arasında taksîm et!» buyurdu.” (Müslim, Hac, 323-326; Buhârî, Vudû, 33)
Peygamber Efendimiz’in alnındaki saçları kesildiğinde Hâlid bin Velîd:
“–Yâ Rasûlallâh! Alnının saçını bana ver! Bu hususta hiç kimseyi bana tercih etme! Anam, babam Sana fedâ olsun!” diyerek yalvardı.356 Saçlar kendisine verilince, onları gözlerine sürdü ve külâhının içinden ön kısmına yerleştirdi. Bu sâyede onun savaşta karşılaşıp da mağlup etmediği hiçbir topluluk yoktu. Nitekim Hâlid -radıyallâhu anh-:
“–Ben onu hangi tarafa yönelttimse, orası fetholundu!” demiştir.357 (Vâkıdî, III, 1108; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 111)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Kurban bayramının birinci günü öğle vaktinden önce devesine binerek “İfâda Tavâfı”nı yapmak üzere Beytullâh’a gitti. Tavâfı bitirdikten sonra öğle namazını kıldı. Daha sonra Zemzem kuyusuna gitti. O gün akşama doğru Minâ’ya döndü. Teşrik günlerinin gecelerini Minâ’da geçirdi. Bu gecelerde, gelip Beytullâh’ı ziyâret etmekten de geri durmadı.
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kurban gününü tâkip eden birinci ve ikinci teşrik günlerinde güneş batıya doğru meyledince yürüyerek, Minâ mescidinden sonraki ilk cemrenin yanına vardı. Teşrik günlerinin sonuncu günü, üçüncü cemresini atıp öğleden sonra Minâ’dan Muhassab’a358 hareket etti. Müslümanlar, Muhassab’dan etrâfa dağılıp gitmeye yönelince:
“–Sakın, son varacağı yer Beytullâh olmadıkça, hiç kimse bir yere gitmesin!” buyurdu. (Dârimî, Menâsik, 85) Zilhicce’nin on dördüncü günü sabah namazından önce Beytullâh’ı tavâfa gidileceğini îlân ettirdi. Beytullâh’a gidip “Vedâ Tavâfı”nı yaptı. Bu arada bir zât gelip Mekke’de kalmayı sordu. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Mekke kalma yeri değildir. Dışarıdan gelen kimselerin, hac ibâdetlerini yerine getirdikten sonra Mekke’de kalacağı müddet üç gündür!” buyurdu. (Ahmed, IV, 339)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Harem-i Şerîf’e son derece tâzîm gösterirdi. Bir şey yemek yâhut ihtiyâcını gidermek istediği vakit dışarıya çıkar, uzak bir yere giderdi. Bıkma hâli zuhûr etmesin ve tâzîmde kusur göstermeyeyim diye orada uzun müddet kalmazdı. Zîrâ herhangi bir beldede bulunup kalbin Beytullâh’a bağlı olması, onun yanında durup da kalbin o mübârek mıntıkayı herhangi bir belde gibi görmesinden, lâubâlî hareketlerde bulunmaktan ve memleket hasreti duymaktan daha hayırlıdır.
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ve müslümanlar, “Vedâ Tavâfı”nı yaptıktan sonra Medîne-i Münevvere’ye avdet buyurdular. (Buhârî, Hac, 21, 70, 128; Müslim, Hac, 147; İbn-i Mâce, Menâsik, 84)
Ancak Cenâb-ı Hak nîmetini tamamlamış ve dîn ikmâl edilmiş olduğundan artık en büyük firkat ve vuslatın vakti gelmişti.
HİCRETİN ON BİRİNCİ SENESi Vuslat ve Büyük Vedâ:“REFÎK-I A’L”YA ULVÎ YOLCULUK
Nebîler silsilesinin ilk ve son halkası, Seyyidü’l-Kevneyn, Rasûlü’s-Sekaleyn, İmâmü’l-Harameyn, Varlık Nûru, Âlemlere Rahmet Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Vedâ Haccı’ndan sonra ateşli bir hastalığa tutuldular. Bu hastalık, O’nu ümmetinden ayıracak, ömrü boyunca arzu ettiği Refîk-ı A’lâ’sına kavuşturacak olan vefât hastalığı idi. Zâten “Nasr Sûresi”nin nüzûlü ile ecelinin yaklaştığını öğrenmiş bulunan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, artık son yolculuğa hazırlanıyorlardı. Ölülerle de dirilerle de îmâlı bir şekilde vedâlaşmaktaydılar. Nitekim hastalanmadan bir gün önce Medîne’nin Cennetü’l-Bakî’ denilen mezarlığına gitmişler, ölüler için:
“–Ey büyük Allâh’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek duâ buyurmuşlardı. (Ahmed, III, 489)
Kabristan’dan döndükten sonra minbere çıkarak ashâbına da âdeta vedâ mâhiyetinde şu hutbeyi îrâd ettiler:
“Ben sizin Kevser Havuzu’na ilk erişeniniz olacak ve sizi orada karşılayacağım! Sizinle buluşma yerimiz Havuz’dur. Ben şu an onu görüyorum! Ben sizin hakkınızda şehâdet edeceğim! Şu an bana yerin hazîneleri ve onların anahtarları verildi. Vallâhi, sizin için benden sonra, müşrikliğe dönersiniz diye korkmam! Fakat ben, sizin için dünyâ ihtirâsına kapılır ve onun üzerinde birbirinizi kıskanırsınız, birbirinizi öldürürsünüz ve sizden öncekilerin yok olup gittikleri gibi siz de yok olur gidersiniz diye korkarım!..” (Buhârî, Cenâiz, 73; Müslim, Fedâil, 31)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, minberden indikden sonra bîtâb bir hâlde Hâne-i Saâdetleri’ne çekildiler. Gün geçtikçe hastalıkları daha da şiddetlendi. İyice ağırlaştıklarında da nezâket timsâli Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ezvâc-ı tâhirâtından izin alarak Hazret-i Âişe’nin odasında kalmaya karar verdiler. (Buhârî, Tıb, 22; Ahmed, VI, 34, 38; Belâzurî, I, 545)
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, o âna kadar böyle ağır bir hastalık geçirmemişti. Esâsen O’nun yaşadığı nezih ve temiz hayâtı, kendisine hastalığı yaklaştırmayan emsâlsiz bir hayattı. Ancak yirmi üç yıl süren ve beşer tâkatinin üzerinde olan en ulvî ve sıkletli bir nübüvvet vazîfesi,359 O’nu bir hayli yormuş, bu arada başlangıçtan beri çeşitli düşmanların bin bir kötülükleri de mübârek bedenlerini yıpratmıştı. Bütün bunlar da, kendilerine hastalık isâbet etmesini mümkün kılmıştı.
Diğer taraftan da bu hastalık, kendisi için büyük bir makâma ve yüksek derecelere nâiliyet olacaktı. Bunda Hayber’deki zehirleme hâdisesinin tesiri de büyük olmuştur. Nitekim Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hastalığının ağırlaştığı bir vakitte Hazret-i Âişe vâlidemize:
“–Ey Âişe! Hayber’de tatmış olduğum zehirli etin elemini devamlı hissedip durdum. Şu anda kalbimin damarının koptuğunu duymaktayım.” buyurmuşlardır. (Buhârî, Meğâzî, 83)
Nitekim Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- da:
“–Rasûlullâh’ın küçük dili üzerinde bu zehrin izini ve tesirini görür dururdum!..” demiştir. (Müslim, Selâm, 45)
Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu zehir sebebiyle şehîd olarak vefât etmiş, kendisini peygamberlikle şereflendiren Allâh Teâlâ, O’nu bir de şehîdlikle müşerref kılmıştır. (İbn-i Hişâm, III, 390; Vâkıdî, II, 678-679; Heysemî, VI, 153)
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, tutulduğu hummânın harâretinden sanki asılı bir kırbadan üzerine su damlıyor gibiydi. Ziyâretine gelen Ebû Saîd el-Hudrî:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Hummânız ne kadar da şiddetli!” demekten kendisini alamamıştı. Ebû Saîd -radıyallâhu anh- sözlerine şöyle devâm ediyor:
“Elimi üzerine koydum; harâretini, örtünün üstünden hissediyordum.
«–Ey Allâh’ın Rasûlü, harâretiniz çok fazla!» dedim.
«–Biz (peygamberler) böyleyiz. Belâlar bize kat kat gelir, buna mukâbil mükâfâtları da kat kat verilir.» buyurdu.
«–Ey Allâh’ın Rasûlü! İnsanların en çok belâya mâruz kalanları kimlerdir?» diye sordum.
«–Peygamberler!» buyurdu.
«–Sonra kimler?» dedim.
«–Sonra sâlihler!» buyurdu ve şu açıklamayı yaptı:
«Onlardan biri fakirliğe öylesine mübtelâ olur ki, kendini örten bir abâdan başka bir şey bulamaz. Onlar, sizin bolluğa sevindiğiniz gibi belâya sevinirler.»” (İbn-i Mâce, Fiten, 23)
Son günlerinde hastalıkları, cemaate çıkmaya müsâade etmedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ı, cemaate kendi yerine imâmlık yapması için tâyin buyurdular. Bir ara kendilerini biraz iyi hissederek mescide çıkmışlardı. Ashâb-ı kirâma nasîhatlerde bulundular ve:
“Şânı yüce olan Allâh, bir kulunu, dünyâ ve onun zîneti ile kendi katındaki nîmetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da Allâh katındakileri tercîh etti!..” buyurdular.
Bu sözler üzerine hassas ve rakîk kalbli Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kendilerine bir vedâ hitâbında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne kapıldı. Yüreği mahzunlaştı; gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra:
“–Anam, babam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Sana babalarımızı, analarımızı, canlarımızı, mallarımızı ve evlâtlarımızı fedâ ederiz!..” dedi. (Ahmed, III, 91)
Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in derin hissiyâtını kavrayamamış, bu inceliği hissedememişti. Çünkü âyet-i kerîmede bahsedilen Sevr’deki “ikinin ikincisi” yalnız Ebû Bekir -radıyallâhu anh- idi.
Rivâyete göre Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, O’nun hakkında:
“Kalbimde ne varsa, Ebû Bekr’e ilkâ ettim!” buyurmuştu.360
Sahâbî, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu azîz arkadaşının ağladığını görünce, büyük bir hayretle birbirlerine:
“–Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Rabbine kavuşmayı tercîh eden sâlih kişiden bahsederken, şu ihtiyarın ağlamasına şaşmaz mısınız?!.” dediler. (Buhârî, Salât, 80)
Oysa Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’ın hassas ve rakîk kalbi, büyük vedâyı sezmiş ve ayrılıklardan şikâyet eden bir ney gibi feryâda başlamıştı. Ancak Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hastalığı ciddî bir hâl alınca, diğer ashâb da yaklaşan büyük firkat ve vuslatı sezerek gözyaşı dökmeye başladılar. Muhâcir ve Ensâr meclisleri mâteme büründü. Etrâfındakiler:
“–Yâ Rasûlallâh! Şifâ için Allâh’a duâ etsen!” dediklerinde, her zaman sıhhat için duâ eden Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bu defâ duâ etmediler.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- hastalandığı zaman, Muavvizeteyn (Felâk ve Nâs) sûrelerini okuyup ellerine üfler ve vücûdunu meshederdi. Hastalığının şiddetlendiği sırada ben de aynı şekilde bu sûreleri okuyup ellerime üfledim ve O’nun mübârek vücûdunu meshetmeye başladım. Cebrâîl’in, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e daha evvelki bir hastalığında okumuş olduğu istiâze duâsını da:
«–Ey insanların Rabbi! Şu hastalığı gider! Şifâ ancak Sen’in elindedir. Sen’den başka şifâ verici yoktur. Öyle bir şifâ ver ki, hiçbir hastalık kalmasın!» diyerek okudum. Fakat bunun üzerine Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, (mübârek başlarını bana çevirerek):
«–Üzerimden elini kaldır! Bu okuman (artık) bana bir fayda sağlamaz! Ben, müddetimi bekliyorum…» buyurdular.” (Ahmed, VI, 260-261; İbn-i Sa’d, II, 210)
Hazret-i Âişe vâlidemiz devamla şöyle buyurur:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, muhtereme kızı, derin ve ince rûhlu Fâtıma’yı çağırttı. O gelince, «Merhabâ kızım!» buyurduktan ve onu, yanına oturttuktan sonra kendisine gizlice bir şey söyledi. Fâtıma ağladı. Sonra ona yine gizlice bir şey söyledi. Bu defâ da Fâtıma sevinerek tebessüm etti.
Ben, gülmenin ağlamaya, sevinmenin üzülmeye bu derece yakın olduğunu o günkü gibi hiç görmemiştim. Fâtıma’ya bu ağlama ve gülmesinin sebebini sorduğumda:
«–Tutulduğu hastalık netîcesinde vefât edeceğini haber verdi. Buna ağladım. Sonra da ev halkından kendisine ilk kavuşanın ben olacağımı haber verdi. Buna da sevindim.» dedi.” (Buhârî, Meğâzî, 83)
Hastalığı esnâsında Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, hafiflediği zamanlar cemaate birkaç vakit namaz kıldırabildi. Bunların birinde, gönüllerini peygamberlerinin irtihâl edeceği hissiyle büyük bir hüzün burukluğu kaplayan ashâb-ı kirâma şöyle buyurdu:
“Ey insanlar!
Duydum ki sizler, peygamberinizin vefât edeceğinden korkuyormuşsunuz! Benden evvel gönderilip de ümmeti içinde dâimî olarak kalmış bir peygamber var mıdır ki ben de sizin içinizde sürekli kalayım? İyi biliniz ki ben Rabbime kavuşacağım! O’na siz de kavuşacaksınız! Muhakkak ki bütün işler, yüce Allâh’ın izni ile cereyân eder.
İyi biliniz ki ben sizden önce gidecek ve sizi bekleyeceğim! Dikkat ediniz; (yarın âhirette) sizinle buluşma yerimiz Kevser Havuzu’nun başıdır. Yarın benimle buluşmak isteyen elini ve dilini günâhtan çeksin! Ey insanlar! Günah, nîmetlerin değiştirilmesine sebep olur. Halk iyi olduğunda idârecileri de iyi olur. Halk kötü olduğu zaman ise idârecileri de kötü olur. Varlığım kudret elinde bulunan Allâh’a yemin ederim ki ben, şu saatte Havuz’umun üzerinde duruyor, şu bulunduğum yerden Havuz’uma bakıyorum…”
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, sözlerinin burasında hıçkırarak ağlayan Ebû Bekir -radıyallâhu anh-’a baktı ve:
“–Ey Ebû Bekir! Ağlama!..” buyurarak devâm etti:
“Ey insanlar! İnsanlardan canında, malında, dostluğunda, bana karşı Ebû Bekir’den daha fedâkâr ve cömert davranan kimse yoktur! Eğer Rabbimden başka, insanlardan bir dost edinmiş olsaydım, muhakkak ki Ebû Bekr’i dost edinirdim…
Mescide açılan şu kapıları kapayınız! Yalnız Ebû Bekr’in kapısı açık kalsın! Ben Ebû Bekr’in kapısının üzerinde bir nûr görüyorum.” (Buhârî, Salât, 80; İbn-i Sa’d, II, 227)
“Ashâbım!
Nihâyet ben de bir insanım. Aranızda bâzı kimselerin hakları geçmiş olabilir. Ben hangi kişinin tenine dokunmuş isem, işte tenim! Gelsin, o da dokunsun, hakkını alsın! Kimin sırtına vurmuşsam, işte sırtım! Gelsin, vursun! Kimin malından sehven almışsam, işte malım! O da gelsin alsın!
Ey Allâh’ım! Ben, ancak bir beşerim. Müslümanlardan hangi kişiye ağır bir söz söylemiş veya vurmuş, ya da lânet etmiş isem, Sen bunu, onun hakkında bir temizlik, ecir ve rahmet vesîlesi kıl!” (Ahmed, III, 400)
“Allâh’ım! Hangi mü’mine ağır bir söz söylemişsem, Sen o sözümü, kıyâmet gününde o mü’min için Sana yakınlığa vesîle kıl!” (Buhârî, Deavât, 34; Dârimî, Mukaddime, 14; İbn-i Sa’d, II, 255; Taberî, Târîh, III, 191; Halebî, 463-464)
Böylece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, âdeta bir “hakk-ı ibâd” helâlleşmesi yapıyordu. Bu ifâdelerden sonra yorgun bir şekilde tekrar odalarına döndüler. Bir daha namaza çıkamadılar. Yalnız bir defâsında kendilerinde biraz hafiflik hissederek Hazret-i Ebû Bekr’in ardında namaz kıldılar.
Nihâyet son olarak 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, yine kendilerinde bir hafiflik hissetmişlerdi. Ancak bedenî tâkatleri cemaate çıkmaya yetmedi. Bunun üzerine oda kapısının perdesini kaldırdılar ve o esnâda Hazret-i Ebû Bekr’in imamlığında sabah namazı kılan sevgili ashâbını son kez seyrettiler. Onları yan yana saf tutmuş, cemaatle namaz hâlinde görmekten memnun kalarak sürûr içinde tebessüm buyurdular. Bir taraftan şiddetli hastalığın acısını çekerken diğer taraftan da geride sâlihlerden oluşan bir cemaat bırakmanın ve Allâh tarafından verilen vazîfeyi îfâ etmenin sürûrunu yaşıyorlardı. (Buhârî, Meğâzî 83, Ezân 46, 94; Müslim, Salât 98; Nesâî, Cenâiz 7)
Nitekim bu hâdiseyi anlatan Hazret-i Âişe vâlidemiz diyor ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ashâbının namaz kılışını tebessüm ederek izliyordu. Allâh Rasûlü’nü hiçbir vakit böylesine sevinçli bir hâlde görmemiştim.” (İbn-i Hişâm, IV, 331)
Allâh Teâlâ, daha önceki peygamberlerine vermediği büyük bir nîmeti Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e verdi. Allâh Rasûlü, vefâtından önce teblîğ vazîfesinin muvaffakıyyetini gördü. Arap Yarımadası’nı şirkten temizledi. Putlar, bizzat onlara tapanlar tarafından kırıldı ve yok edildi. Kızlarını diri diri toprağa gömen insanlar, merhamette zirve hâline geldiler. Çünkü Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- insan eğitimini zirveleştiren ve insanı bir yaratılış hârikası hâline getiren en büyük terbiyeci idi.
O sabah Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha evvel hazırladığı, ancak rahatsızlığı dolayısıyla hareketi geciken ordunun yola çıkmasını emir buyurdu. Tâyin ettiği genç kumandan Üsâme bin Zeyd’e:
“Allâh’ın bereketi üzere kuşluk vakti yola çıkınız!” tembihinde bulundu. (Vâkıdî, III, 1120)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın yanında bulunan altı-yedi dinarı fakirlere dağıtmasını emrettiler. Bir müddet sonra da dinarların ne olduğunu sordular. Hazret-i Âişe’nin hastalık telâşıyla onları dağıtmayı unutmuş olduğunu öğrenince, dinarları isteyip avuçlarına aldılar. Sonra:
“Allâh’ın Peygamberi Muhammed, bunları fakirlere dağıtmadığı, yanında bulundurduğu hâlde Rabbine kavuşmayı uygun görecek değildir!..” ifâdelerinin ardından, onların hepsini Ensâr’ın fakirlerinden beş ev halkına dağıttılar da:
“İşte şimdi rahatladım!..” buyurarak hafif bir uykuya daldılar.361 (Ahmed, VI, 104; İbn-i Sa’d, II, 237-238)
İşte ardı arkası kesilmeyen bir infak…
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Ehl-i Beyt’ine şöyle seslendi:
“Ey insanlar! Ateş alevlendi. (Dikkat edin), karanlık gece kıt’aları gibi fitneler geliyor!.. (Sanki istikbaldeki hâdiseleri, gözler önüne seriyordu.) Ben, ancak Allâh’ın Kitâbı olan Kur’ân’ın helâl kıldığını helâl; onun haram kıldığını haram kıldım!
Ey Rasûlullâh Muhammed’in kızı Fâtıma! Ey Safiyye! Allâh katında makbûl ameller işleyiniz! (Sâlih amelleriniz yoksa, bana güvenmeyiniz.) Çünkü ben (kulluk yapmadığınız takdirde) sizi Allâh’ın azâbından kurtaramam!” (İbn-i Sa’d, II, 256; Buhârî, Menâkıb, 13-14; Müslim, Îman, 348-353)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Aman! Namaza! Namaza devâm ediniz! Aman! Ellerinizin altındaki insanlara iyi davranınız! Onlar hakkında Allâh’tan korkunuz! (Onların giyimlerini ihmâl etmeyiniz! Karınlarını doyurunuz! Onlara yumuşak söz söyleyiniz!)” buyurdu. (Ebû Dâvûd, Edeb, 123-124/5156; İbn-i Mâce, Vasâyâ, 1)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, iştiyakla misvak kullandı.
Hazret-i Âişe vâlidemiz buyurur ki:
“Rasûlullâh dişlerini misvaklarken, O’nun daha önce bu kadar güzel misvak kullandığını görmemiş gibiydim!” (Buhârî, Meğâzî, 83; İbn-i Sa’d, II, 261)
Bir de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında ufak bir su kabı vardı. Fahr-i Kâinât Efendimiz zaman zaman ellerini bu kabın içine batırıp yüzünü sıvazlıyor ve:
“Lâ ilâhe illâllâh, şüphesiz ölümün sekerâtı (aklı gideren şiddetleri ve sadmeleri) vardır!”buyuruyordu. (Buhârî, Meğâzî, 83)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Cenâb-ı Hakk’a şöyle niyâz etti:
“Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Beni, Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur! Ey Allâh’ım! Beni merhametinle ihâta et! Bana, rahmetini ihsân et! Beni Refîk-ı A’lâ’ya kavuştur!” (Buhârî, Meğâzî, 83; Ahmed, VI, 126)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kızı Hazret-i Fâtıma’yı tesellî etti:
“–Ey kızım! Sakın ağlama! Ben öldüğüm zaman:
¿ƒo©pLGnQ p¬r«ndpG ÉsfpGnh pp ÉsfpG de!” (İbn-i Sa’d, II, 312)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Uhud’un en sıkıntılı zamanlarında “Rasûlullâh öldü” feverânı üzerine dağılmaya yüz tutan ashâba ihtar sadedinde kendisi hakkında nâzil olan şu âyet-i kerîmeyi okudu:
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىَ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللّهُ الشَّاكِرِينَ
“Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allâh, şükür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.” (Âl-i İmrân, 144)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, vahiy meleği Cebrâîl -aleyhisselâm- gelerek:
“Sana selâm olsun ey Allâh’ın Rasûlü! Bu, Sen’in için yeryüzüne ayak basışımın sonuncusudur!” dedi. (İbn-i Sa’d, II, 259)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, daha evvel buyurduğu:
“Hiçbir peygamberin rûhu, cennetteki durağını görmedikçe alınmaz! Sonra durağına gitmesi, arzusuna bırakılır!” sözlerinin tecellîsini yaşadı. (Buhârî, Meğâzî, 83, 84; Ahmed, VI, 89)
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e Azrâîl -aleyhisselâm- geldi ve yanına girmek için izin istedi. Müsâade aldıktan sonra Âlemlerin Efendisi’nin önünde durarak:
“–Yâ Rasûlallâh! Ey Ahmed! Yüce Allâh beni Sana gönderdi. Sen’in her emrine itaat etmemi de emir buyurdu. Eğer Sen arzu edersen rûhunu alacağım! Arzu etmezsen rûhunu Sen’de bırakacağım!” dedi.
O sırada yanlarında bulunan Cebrâîl -aleyhisselâm- da:
“–Ey Allâh’ın Rasûlü! Yüce Allâh Sen’i özlemektedir!” dedi.
O gün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, kendisinden müsâade isteyen ölüm meleğine:
“–(Ey Azrâîl!) Allâh katında olan daha hayırlı ve daha devamlıdır! Ey ölüm meleği! Haydi, emrolunduğun şeyi yerine getir; rûhumu al!” buyurdu. (İbn-i Sa’d, II, 259; Heysemî, IX, 34-35; Belâzûrî, I, 565)
Ardından mübârek ellerini yanındaki su kabına batırıp ıslatarak yüzlerine sürdü ve ilâhî hasretle dolu hayâtının vuslat kapısından geçerken kelime-i tevhîdi terennüm ederek:
“Ey Allâh’ım! Refîk-ı A’lâ, Refîk-ı A’lâ” diye diye mübârek rûh-i şerîflerini teslîm eyledi. Yüzlerini ıslattıkları mübârek eli, yanındaki su kabının içine düştü!.. (Buhârî, Meğâzî, 83)
Yıllar önce inzâl buyrulan:
إِنَّكَ مَيِّتٌ وَإِنَّهُم مَّيِّتُونَ
“(Ey Rasûlüm!) Sen de öleceksin, onlar da ölecekler!” (ez-Zümer, 30) âyet-i kerîmesi tecellî etti.
Ey Allâh’ım! Efendimiz Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve selem-’e, âline ve ashâbına salât eyle; (hepsini) mübârek kıl ve (onlara) selâm eyle!.. Ve bu, dâimî bir salât ü selâm olsun!..
a
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in rûh-i şerîfini teslîm etmesinden sonra hâne halkı gözyaşı seline gark oldu. Bu sırada hiçbir kimseyi görüp sezmedikleri hâlde, kendilerini tâziye ve tesellî eden bir ses duydular:
“Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!”
Ehl-i Beyt de aynı şekilde mukâbelede bulunduktan sonra o ses, tekrar duyuldu:
كُلُّ نَفْسٍ ذَآئِقَةُ الْمَوْتِ وَإِنَّمَا تُوَفَّوْنَ أُجُورَكُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ فَمَن زُحْزِحَ عَنِ النَّارِ وَأُدْخِلَ الْجَنَّةَ فَقَدْ فَازَ وَما الْحَيَاةُ الدُّنْيَا إِلاَّ مَتَاعُ الْغُرُورِ
“Her can, ölümü tadacaktır. Kıyâmet günü, ecirleriniz eksiksiz size verilecektir. Kim, ateşten uzaklaştırılıp cennete sokuldu ise artık o, muhakkak murâdına ermiştir. Dünyâ hayâtı, aldatma metâından başka bir şey değildir.” (Âl-i İmrân, 185)
“İyi biliniz ki her musîbetin, Allâh katında bir tesellîsi, her ölenin bir halefi (yerine geçeni) ve her vefât edenin de bir bedeli vardır! Allâh’a sarılınız ve umacağınızı O’ndan umunuz! Asıl musîbete uğrayan, sevaptan mahrum kalandır. Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketleri üzerinize olsun!” (İbn-i Sa’d, II, 259)
İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ-:
“Bu sözleri, Ehl-i Beyt’in hepsi, Mescid-i Nebevî’de bulunanlar ve yoldakiler işittiler.” demiştir. (Belâzûrî, I, 564)
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- da bu sesin sâhibinin Hızır -aleyhisselâm- olduğunu bildirmiştir. (İbn-i Sa’d, II, 260)
Cennet hanımlarının efendisi Fâtımâ annemiz, mübârek babaları Rahmet Peygamberi’nin fânî ayrılığından o kadar mahzûn oldular ki:
“Fahr-i Kâinât’ın ukbâ âlemini teşrîfleri ile benim üzerime öyle musîbetler döküldü ki, şâyet bu musîbetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” buyurdular. (Diyârbekrî, II, 173)
Fâtıma annemizin, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra yaşadıkları altı ay zarfında bir defâ olsun güldükleri görülmedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25-26)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in, Medîne’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin hastalıkları netîcesinde 632 Milâdî yılının 8 Haziran’ı, Hicrî 11. yılın 12 Rabîulevvel Pazartesi günü artık kendilerine cemâl ufukları açılmış, O yüce Habîb, Refîk-ı A’lâ’sına, yâni en yüce dost olan Allâh Teâlâ’ya kavuşmuşlardı.
Ashâb-ı kirâm şunu hissediyorlardı ki, doğup batan güneşin hiç değişmeyen ışığında gizli bir şey soluyordu. Öyle ki, o günden sonra Peygamber müezzini Bilâl-i Habeşî -radıyallâhu anh-, o semâları kaplayan güzel sesiyle bir daha ezân okuyamadı. Ne zaman ashâb, kendisine çok ısrâr edip de Hazret-i Bilâl ezân okumaya niyet ettiyse, mihrâbda Allâh Rasûlü’nü göremeyince hıçkırıklarla boğazı tıkandı, sesi kısıldı, yine ezân okuyamadı. İçini kavuran aşk ateşini söndürebilmek için Medîne’den uzaklaştı, Şam’a gitti. Birgün rüyâsında Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i gördü. Peygamber Efendimiz:
“–Nedir bu ayrılık yâ Bilâl! Beni ziyâret etme vaktin hâlâ gelmedi mi?” diye sitem etti. Bunun üzerine Bilâl -radıyallâhu anh- hüzünlenerek uyandı ve hemen yola çıktı. Âlemler’in Efendisi’nin Kabr-i Şerîf’ini ziyâret için Medîne’ye geldi. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda ağlayıp yüzünü gözünü kabrine sürdüğü esnâda Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin geldiler. Bilâl -radıyallâhu anh- onları bağrına basıp öpmeye başladı. Onların:
“–Ey Bilâl! Ezânını dinlemeyi çok istiyoruz!” diye ısrarları üzerine ezân okumaya başladı. O anda Medîne sarsıldı. “Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” dediğinde kadın-erkek bütün insanlar, Allâh Rasûlü dirildi zannederek Mescid-i Nebevî’nin yollarına döküldüler. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Medîne’de insanların bu kadar çok ağladığı bir gün görülmemişti. (İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, I, 244-245; Zehebî, Siyer, I, 357-358)
Enes bin Mâlik -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Ben hiçbir zaman Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile Ebû Bekr’in Medîne’ye geldikleri günden daha nurlu ve daha güzel bir gün görmedim! Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın vefât ettiği günü de gördüm! O günden de daha karanlık, daha hayırsız, daha sevimsiz bir gün görmedim! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in Medîne’ye girdiği gün Medîne’nin her şeyi aydınlanmış, vefât ettiği gün de Medîne’nin her şeyi kapkaranlık olmuştu! O’nun muazzez vücûdunu, vefâtına inanamayarak, istemeye istemeye defnettik.” (Ahmed, III, 221, 268, 287; Tirmizî, Menâkıb, 1/3618; Dârimî, Mukaddime, 14)
Bundan sonraki musîbet ve belâlar müslümanlar için artık bir hiç mesâbesindedir. Nitekim Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Herhangi bir musîbete uğrayan müslümanlar, benim vefâtım sebebiyle başlarına gelen musîbeti düşünerek tesellî bulsunlar ve sabretsinler.” buyurmuştur. (Muvatta, Cenâiz, 41; Dârimî, Mukaddime, 14)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Sağlığım sizin için hayırlıdır: Siz benimle konuşursunuz; ben de sizinle konuşurum! Vefâtım da sizin için hayırlıdır: Amelleriniz bana arzolunur, hayırlı amellerinizi gördüğümde, ondan dolayı Allâh’a hamd ederim; kötü amellerinizi gördüğümde ise sizin için Allâh’tan mağfiret dilerim.”buyurmuştur. (Heysemî, IX, 24)
a
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ-’nın naklettiğine göre, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in son ânı, yalnız tesbîh, tenzîh, tevbe ve hamd hâlinde idi. Sık sık:
“Sübhânallâhi ve bi-hamdihî, estağfirullâhe ve etûbü ileyh: Ben Allâh’ı ulûhiyet makâmına yakışmayan sıfatlardan tenzîh eder ve O’na hamd ederim. Allâh’tan beni bağışlamasını diler ve günahlarıma tevbe ederim.” demekteydi. (Buhârî, Ezân, 123, 139; Müslim, Salât, 218-220; Ahmed, I, 392; İbn-i Sa’d, II, 192)
O’nun iki kürek kemiği arasında nübüvvetine âit ilâhî bir nişan vardı. Birçok sahâbî, onu öpebilmenin aşkı ve hasreti içinde yaşardı. Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz, ebedî âleme göç ettikleri zaman, mübârek yüzlerinde hiçbir değişiklik görülmediği için, ashâb-ı kirâm, O’nun âhirete intikâlinden şüpheye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz’in yakınlarından Esmâ bint-i Ümeys -radıyallâhu anhâ-, arkalarındaki mübârek Nübüvvet Mührü’nü aradı. Kaybolduğunu görünce, ukbâ âlemini şereflendirdikleri kat’î olarak öğrenilmiş oldu.362
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefâtından sonra ne dinar ne dirhem ne de bir köle bıraktı. Sâdece binmekte olduğu beyaz katırı, silâhı ve yolcular için vakfettiği (Fedek ve Hayber’deki) arâzisi kaldı.363
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- pazartesi günü vefât etti ve salı günü de defnedildi. İnsanlar namazını (cemaat hâlinde değil) ferd ferd kıldı, hiç kimse imamlık yapmadı. Bir kısmı; “Minberin yanına defnedilsin.” dedi. Bâzıları da; “Bakî’ mezarlığına defnedilsin.” dedi. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- geldi ve:
“Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm-’ın:
«Her peygamber öldüğü yere defnedilir.» buyurduğunu işitmiştim.” dedi. Bunun üzerine, orada mezar kazıldı.364
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i yıkayacakları vakit, gömleğini çıkarmak istediler. Derken; “Gömleği çıkarmayın!” diye bir ses işittiler. Bunun üzerine gömleği üzerinde olduğu hâlde yıkadılar.365
Abdullâh bin Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Peygamberimiz ve Sevgilimiz, bir ay önce bize vefâtını haber verdi.
«–Yâ Rasûlallâh! Sen’in üzerine cenâze namazını kim kılsın?» diye sorduk ve ağladık. Kendisi de ağladı ve:
«–Yavaş olun, Allâh size rahmet etsin! Sizi Peygamberiniz’den dolayı hayırla mükâfatlandırsın! Siz, beni yıkadığınız ve kefenlediğiniz zaman şu serîrimin üzerine ve şu evimin içindeki kabrimin kenarına koyunuz! Sonra, bir müddet benim yanımdan çıkınız! Çünkü, benim üzerime, ilk önce iki dostum, Cebrâîl ve Mîkâîl, sonra İsrâfîl, sonra da yanında melek ordularıyla birlikte ölüm meleği namaz kılacaktır! Bundan sonra, kısım kısım giriniz, üzerime namaz kılınız ve salât ü selâm getiriniz! Fakat, överek, bağırıp çağırarak beni rahatsız etmeyiniz!
Daha sonra üzerime namaz kılmaya önce ev halkımın erkekleri başlasın! Sonra, onların kadınları kılsın! Onlardan sonra da sizler kılarsınız!
Ashâbımdan burada bulunmayanlara selâm söyleyiniz! Kıyâmet gününe kadar dînim üzere bana tâbî olan kimselere de benden selâm söyleyiniz!»” (Heysemî, IX, 25; İbn-i Sa’d, II, 256-257)
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dediği gibi yapıldı. Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-:
“Hiç kimse «Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine imamsız cenâze namazı kılınabilir mi?» diye şüphelenmesin! O sağ iken de vefâtında da imamınızdır!” dedi ve Peygamber -aleyhissalâtü vesselâm-’ın hizâsında ayakta durarak:
“Yâ Rasûlallâh! Allâh’ın selâmı, rahmet ve bereketi Sen’in üzerine olsun!
Ey Allâh’ım! Biz O’nun, kendisine indirmiş olduğun şeyleri teblîğ ettiğine ve ümmetine nasîhatte bulunduğuna, Allâh’ın dînini üstün kılıncaya ve kelimesini tamamlayıncaya kadar Allâh yolunda savaştığına şehâdet ederiz!
Ey Allâh’ım! Bizleri O’na indirdiğin şeylere tâbî olan kimselerden eyle! O’ndan sonra da bize bu yolda sebat ver! Bizi O’na kavuştur!” diyerek duâ ediyor, cemaat de “Âmîn! Âmîn!” diyordu. (İbn-i Sa’d, II, 291)
Ne saâdet o yeryüzüne ki, Âlemlerin Efendisi’ni bağrında saklamaktadır. Şâir bunu ne güzel ifâde eder:
Ol Rasûl-i müctebâ hem rahmeten li’l-âlemîn
Bende medfundur deyû eflâke fahreyler zemîn
Ravzasın edip ziyâret dedi Cibrîl-i Emîn:
Hâzihî cennâtü adnin fedhulûhâ hâlidîn!..
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- seçkin bir peygamber ve âlemlere rahmettir. Yeryüzü; «O’nun kabri bendedir.» diyerek göklere karşı iftihâr etmektedir. Cebrâîl -aleyhisselâm- Allâh Rasûlü’nün Ravza’sını ziyâret ederek; «Burası Adn Cennetleri’dir. Oralara ebedî kalmak üzere girin!» demiştir.”
M. Raif Bey de semânın yeryüzüne olan gıptasını şu güzel beytiyle dile getirir:
Seni ey mihr-i ân gördükçe zîb-i hâkdan, dermiş
Semâ; “Yâ leytenî küntü türâbâ” âheste âheste…
“Ey güneş yüzlü! Semâ, yeryüzünün Sen’inle zînetlenmiş olduğunu gördükçe âheste âheste, (içli içli) «Âh keşke toprak olsaydım!» (en-Nebe, 40) diye hayıflanırmış.”
Dîn kemâl bulmuş, sahâbîden teblîğin bizzat tasdîki alınmış ve Cenâb-ı Hakk’a da şehâdeti arz edilmişti. Ardından Varlık Nûru -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ebediyet âlemine çağrılmıştı. Şimdi O, mahşerde, sıratta ve Havz-ı Kevser’de ümmetini beklemektedir.
Şefaat yâ Rasûlallâh!
Meded yâ Rasûlallâh!
Dahîlek yâ Rasûlallâh!..
a
12 Rabîulevvel Pazartesi günü doğup dünyâyı şereflendirmişlerdi ve 12 Rabîulevvel Pazartesi günü Allâh tarafından kendilerine nübüvvet vazîfesi verilmişti. Ebû Katâde Hazretleri şöyle rivâyet eder:
“(Hazret-i Peygamber’e) Pazartesi gününün orucundan soruldu. O da cevâben:
«–Bu, benim doğum günüm ve peygamber olarak gönderildiğim gündür…» buyurdular.” (Müslim, Sıyâm, 197-198)
Yine bir 12 Rabîulevvel Pazartesi sabahı, Medîne’ye girerek yeni kurulan ve kıyâmete kadar devâm edecek olan İslâm devletinin temelini atmışlardı. Ve nihâyet bir 12 Rabîulevvel Pazartesi günü de âhiret âlemine intikâl ettiler. Şimdi O, ukbâda şefkatle, şefaat için ümmetini beklemektedir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in dünyâdan saâdet âlemine irtihâli ile O’ndan mahrum kalan dünyânın vefâsızlığını, Azîz Mahmûd Hüdâyî Hazretleri şu mısrâları ile tasvîr eder:
Kim umar senden vefâyı,
Yalan dünyâ değil misin?
Muhammedü’l-Mustafâ’yı
Alan dünyâ değil misin?
Kâinâtı Saran Hüzün
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât edince Hazret-i Fâtıma -radıyallâhu anhâ-:
“Ey Rabbine kendisinden daha yakını bulunmayan babacığım! Ey Rabbin dâvetine icâbet eden babacığım! Ey makâmı Firdevs cenneti olan babacığım! Ey vefâtını Cibrîl’e haber verdiğimiz babacığım!” diyerek ağladı. Efendimiz defnedildikten sonra da Enes -radıyallâhu anh-’a:
“–Ey Enes! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine toprak atmaya gönlünüz nasıl râzı oldu!” dedi. (Buhârî, Megâzî, 83; Dârimî, Mukaddime, 14)
Enes -radıyallâhu anh- bu suâle edeben cevap vermedi, fakat lisân-ı hâl ile: “Hayır yâ Fâtıma! Gönlümüz hiç râzı olmadı, fakat biz Rasûlullâh’ın emrine imtisâlen kendimizi zorlayarak bu işi yaptık.” dedi. (Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, XI, 25)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtı üzerine müslümanlar mescidde ağlamaya başladılar. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-:
“Hiç kimsenin «Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- öldü!» dediğini duymayayım! Yoksa kılıcımla boynunu vururum! Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Mûsâ -aleyhisselâm-’ın bayıldığı gibi bayılmıştır!..” diyerek konuşmaya devâm etti, öyle ki konuşa konuşa ağzı köpürdü.
Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh-, acı haberi alınca hemen atına binip Medîne’ye geldi. Peygamber Efendimiz’in yüzünü açtı. Sonra üzerine kapandı, ağlayarak alnından öptü ve:
“Vallâhi, Rasûlullâh vefât etmiş! İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn: Bizler Allâh’a âidiz! Allâh’ın kullarıyız! Ve bizler yine O’na dönücüleriz! Babam, anam Sana fedâ olsun! Allâh’a yemin ederim ki, Allâh Sana hiçbir zaman iki kere ölüm acısı tattırmayacak! Sen bir kere ölmüş ve mukadder olan ölüm geçidini geçmiş bulunuyorsun! Bundan sonra Sen’in için bir daha ölmek yoktur! Vâh benim peygamberim!” dedi, eğilip Varlık Nûru Efendimiz’in yüzünü öptü. Başını kaldırdıktan sonra:
“Vâh benim dostum!” dedi ve eğilip Âlemlerin Efendisi’nin alnından öptü.
“Vâh benim güzîdem, seçkinim!” dedi, tekrar alnından öptü ve:
“Sen sağ iken de güzeldin, vefâtından sonra da güzelsin! Sen’in sağlığın da vefâtın da ne güzel!” diyerek Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yüzünün örtüsünü örttükten sonra dışarı çıktı. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-, hâlâ Peygamberimiz’in vefât etmediği yönündeki konuşmasını sürdürüyordu. Hazret-i Ebû Bekir ona:
“–Otur artık ey Ömer!” dedi.
Hazret-i Ömer oturmaya yanaşmadı. Hazret-i Ebû Bekir, sözünü iki üç kere tekrarladı ve konuşmaya başladı:
“Allâh Teâlâ, Peygamberine daha aranızda iken vefât haberini vermişti. Sizlerin de (eceliniz gelince) öleceğinizi haber vermiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât etmiştir! Sizlerden de hiç kimse sağ kalmayacaktır. Kim Muhammed’e tapıyor ise bilsin ki, Muhammed -aleyhissalâtü vesselâm- vefât etmiştir! Kim de Allâh’a ibâdet ediyorsa, hiç şüphesiz Allâh Hayy’dır, ölümsüzdür! Allâh Teâlâ:
وَمَا مُحَمَّدٌ إِلاَّ رَسُولٌ قَدْ خَلَتْ مِن قَبْلِهِ الرُّسُلُ أَفَإِن مَّاتَ أَوْ قُتِلَ انقَلَبْتُمْ عَلَى أَعْقَابِكُمْ وَمَن يَنقَلِبْ عَلَىَ عَقِبَيْهِ فَلَن يَضُرَّ اللّهَ شَيْئًا وَسَيَجْزِي اللّهُ الشَّاكِرِينَ
«Muhammed, bir Rasûl’dür. O’ndan önce de rasûller gelip geçmiştir. Şimdi O, ölür veya öldürülürse, ökçenizin üzerinde gerisin geriye dönecek misiniz? Kim, böyle iki ökçesi üzerinde ardına dönerse, elbette ki Allâh’a hiçbir şeyle zarar vermiş olmaz. Allâh, şükür ve sebât edenlere mükâfat verecektir.» (Âl-i İmrân, 144) buyurmuştur.”
İnsanlar bu âyeti işitince Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât ettiğine artık iyice kanaat getirdiler. O derece şaşkınlığa düşmüşlerdi ki, Ebû Bekir -radıyallâhu anh- okuyuncaya kadar, bu âyetin nâzil olduğunu bilmiyor gibiydiler.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- der ki:
“Vallâhi o güne kadar bu âyeti sanki hiç işitmemiş gibiydim! Onu Ebû Bekir’den dinleyince dehşet içinde kaldım. Ayaklarım beni tutmaz olmuştu. Dizlerimin bağı çözüldü ve bulunduğum yere yığılıverdim.” (İbn-i Sa’d, II, 266-272; Buhârî, Meğâzî, 83; Heysemî, IX, 32; Abdürrezzâk, V, 436)
Hazret-i Ömer, Hazret-i Ebû Bekr’in konuşmasından sonra Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine eğilip alnından öptü. Ağlayarak şöyle hitâb ediyordu:
“Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Üzerine dayandığın hurma kütüğü, minber edindiğin zaman Sen’in ayrılığına dayanamayarak inlemeye başlamış, elini onun üzerine koyunca susmuştu. Oysa ki ümmetin Sen’in ayrılığına ağlayıp sızlamaya ondan daha lâyıktır!
Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Rabbin:
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ
«Kim Rasûlullâh’a itaat ederse Allâh’a itaat etmiş olur…» (en-Nisâ, 80) buyurarak Sana itaati kendisine itaat saymakla, katındaki üstünlüğünü son dereceye ulaştırmıştır!
Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Allâh, Sen’i peygamberlerin sonuncusu olarak gönderdiği hâlde, Sana îman ve yardım etmeleri husûsunda önceki peygamberlerden ahd ü mîsâk almakla366 Sen’in kendi katındaki fazîletini son dereceye ulaştırmıştır!
Babam, anam Sana fedâ olsun yâ Rasûlallâh! Cehennem halkının, azâb edilirlerken:
يَا لَيْتَنَا أَطَعْنَا اللَّهَ وَأَطَعْنَا الرَّسُولَا
«…Eyvâh! Keşke Allâh’a itaat etseydik, Rasûlullâh’a itaat etseydik!» (el-Ahzâb, 66) diyerek Sana itaatin hasretini çekmeleri, Sen’in Allâh katındaki fazîletini son dereceye ulaştırmıştır!” (Kastallânî, II, 492)
Ümmü Seleme -radıyallâhu anhâ- vâlidemiz şöyle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefât ettiği gün, çevresinde toplanıp ağlıyorduk. O gece uyumamıştık. Allâh Rasûlü evimizdeydi, O’na bakarak tesellî oluyorduk. Seher vakti kazma seslerini duyunca feryâd ettik. Mesciddeki cemaat de feryâd ü figân etti. Medîne tek bir çığlıkla sarsıldı. Hele Bilâl -radıyallâhu anh-’ın ezân okuyup da; «Eşhedü enne Muhammede’r-Rasûlullâh” diye Rasûlullâh’ın ismini söylerken hıçkırarak ağlaması teessürümüzü iyice artırdı. İnsanlar kabre girmek için hucûm edince içerdekiler kapıyı kapattı. O ne yaman bir musîbetti. Ondan sonra herhangi bir belâya uğradığımızda Rasûlullâh’ın vefâtını hatırlayarak o musîbete ehemmiyet vermezdik.” (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 256)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in ayrılığı sahâbe-i kirâma çok ağır gelmişti. Çünkü O’nu her şeyden ve herkesten daha çok seviyorlardı. Bu sebeple ashâb içinde O’nu görmeyen gözü, O’nu işitmeyen kulağı ve O’nun yaşamadığı bir hayâtı istemeyenler vardı. Peygamber Efendimiz onların bu hâlini şu hadîs-i şerîfleriyle daha önceden bildirmişlerdi:
“Muhammed’in nefsini kudret elinde bulunduran Allâh’a yemin ederim ki, gün gelecek beni göremeyeceksiniz. O zaman sizden birine, beni kendisiyle berâber görmesi, âilesinden ve malından daha sevimli ve makbul olacaktır.” (Müslim, Fedâil, 142; Buhârî, Menâkıb, 25)
Onlar tekrar Allâh Rasûlü ile birlikte olacakları ve Âlemlerin Efendisi’ni yeniden görebilecekleri günlerin beklentisi içinde hayatlarını tamamladılar.
Hazret-i Osmân -radıyallâhu anh- şöyle anlatır:
Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- vefât ettikten sonra ashâb-ı kirâm arasında onun ölümüne en çok üzülen biri varsa şüphesiz o benimdir. Başkaları da üzülmüştü. Hattâ üzüntüden vesveseye kapılanlar oldu. Bir kalenin gölgesinde otururken Ömer -radıyallâhu anh- yanımdan geçmiş ve bana selâm vermiş. Üzüntümden ne onun geçtiğini ne de selâm verdiğini fark ettim. Ömer, Ebû Bekr’in yanına gitmiş ve demiş ki:
“–Osmân’a uğradım, selâm verdim, selâmımı almadı, bundan daha çok şaşılacak bir şey olur mu?”
Bunun üzerine Ebû Bekir’le berâber bana gelip selâm verdiler. Sonra Ebû Bekir dedi ki:
“–Kardeşin Ömer bana gelip, sana selâm verdiğini ve senin onun selâmını almadığını söyledi. Bunun sebebi nedir?”
“–Ben böyle bir şey yapmadım.” deyince, hemen Ömer şöyle dedi:
“–Vallâhi sen bunu yaptın!”
Cevap verdim:
“–Vallâhi ben ne senin geçtiğinin ne de selâm verdiğinin farkındaydım!”
Sözü Ebû Bekir alıp şöyle dedi:
“–Osmân doğru söyledi.” (Ahmed, I, 6)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in vefâtından sonra Hazret-i Ebû Bekir, Ömer -radıyallâhu anh-’a:
“–Kalk, Efendimiz’in yakını olan Ümmü Eymen’e gidelim, Rasûlullâh’ın yaptığı gibi biz de onu ziyâret edelim.” dedi. Yanına vardıklarında Ümmü Eymen -radıyallâhu anhâ- ağlamaya başladı. Onlar:
“–Niçin ağlıyorsun? Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- için Allâh katındaki nîmetlerin çok daha hayırlı olduğunu bilmiyor musun?” dediler. Ümmü Eymen:
“–Ben onun için ağlamıyorum. Allâh katındaki nîmetlerin, Rasûlullâh -aleyhissalâtü vesselâm- için elbette daha hayırlı olduğunu biliyorum. Ben, vahyin kesilmiş olmasından dolayı ağlıyorum.” dedi. Onun bu ince düşüncesi, Ebû Bekir ve Ömer -radıyallâhu anhümâ-’yı da duygulandırdı. Ümmü Eymen ile birlikte onlar da ağlamaya başladılar. (Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 103)
Ömer -radıyallâhu anh- bir gece kontrol maksadıyla şehrin sokaklarında dolaşırken bir evde kandil yanmakta olduğunu gördü. Eve yaklaştığında ihtiyar bir kadının hem yün eğirdiğini hem de şu meâlde bir şiir okuduğunu duydu:
“Sâlihlerin selâm ve duâsı Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üzerine olsun. Yâ Rasûlallâh! Bütün seçkin kimseler Sana rahmet okusun. Sen geceleri ibâdet eder, seher vakitleri çokça ağlardın. Ama ölüm merhale merhale herkese erişiyor. Âh! Bir bilebilseydim âhiret yurdu beni sevgili (Peygamberi)mle bir araya getirecek mi?”
Ömer -radıyallâhu anh- oturup bir müddet ağladı. Sonra kapıyı çaldı. İhtiyar kadın kim olduğunu sordu:
“–Ömer bin Hattâb” cevâbını verdi.
Kadın:
“–Ömer’in benimle ne işi var, bu saatte burada ne arıyor?” diye endişelenince:
“–Allâh’ını seversen kapıyı aç, korkma!” dedi. Kadın kapıyı açınca, Hazret-i Ömer ona:
“–Biraz önce söylediğin şiiri bir daha oku!” dedi. Kadın da okudu. Son mısraya gelince Ömer -radıyallâhu anh-:
“–Beni de aranıza katmanı ricâ ediyorum!” dedi. Bunun üzerine kadın son mısrâyı:
“Âh! Bir bilebilseydim âhiret yurdu sevgili (Peygamberi)mle beni ve Ömer’i bir araya getirecek mi? Ey Gaffâr olan Allâh’ım! Ömer’e mağfiret eyle!” diye bağladı. Ömer -radıyallâhu anh- da memnûn olarak geri döndü. (Ali el-Müttakî, XII, 562/35762)
Enes -radıyallâhu anh-:
“Rüyamda Sevgili (Peygamberim)’i görmediğim hiçbir gece yoktur.” der ve ağlardı. (İbn-i Sa’d, VII, 20)
Burada da olduğu gibi ashâb-ı kirâm, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den bahsederken, husûsiyle “habîbî: sevgilim”, “halîlî: dostum” gibi muhabbetlerinin coşkusunu ifâde eden terkipler kullanırlardı.367
Onlar, salât ü selâmda bulunmak sûretiyle O yüce Peygamber’e karşı muhabbet ve bağlılıklarını gösteriyorlardı. Fakat O’nu hatırlamaları sâdece salât ü selâmlara mahsus değildi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yolunu tâkip etmeleri, sünnetine tâbî olmaları ve hadîs-i şerîflerini müzâkere etmeleri de onlara dâimâ Rasûl-i Ekrem’i hatırlatıyordu.
Ebû Zerr -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Vallâhi Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- âhirete göçerken bizi öyle bir hâlde bırakmıştı ki, bir kuş gökte kanat çırpsa onun bu hareketi bize Rasûlullâh’ın bir hadîsini hatırlatırdı. Çünkü Âlemlerin Efendisi bize; «Cennete yaklaştıran, cehennemden de uzaklaştıran ne varsa hepsi size açıklanmıştır.» buyurmuştu.” (Ahmed, V, 153, 162; Heysemî, VIII, 263)
Bütün müslümanların da Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i dünyâdaki herkesten ve her şeyden daha çok sevmeleri, O’nun emir ve yasaklarını kendi arzularına tercih etmeleri ve O’nun bütün söz ve fiillerine tâbî olmaları dînî bir vazîfedir.
a
ÜSVE-İ HASENE
Mahlûkât içinde Allâh’ın esmâ-yı ilâhiyyesinin tamamından nasîb almak şerefi yalnız insana bahşedilmiştir. Bununla birlikte Cenâb-ı Hak, imtihân-ı ilâhî îcâbı insanı fısk ve takvâ esaslarıyla techîz etmiş; onu hayra da şerre de müsâit bir keyfiyetle muttasıf kılmıştır.
Bu bakımdan dînin gâyesi, bu şekilde zıt tecellîlere mazhar olan insandaki nefsânî menfîlikleri âdeta yok edercesine asgarîye indirmek, buna mukâbil nûrânî vasıfları da zirveye ulaştırmaktır. Ancak bu gâyenin gerçekleşebilmesi için insanın müşahhas bir misâle, yâni “üsve-i hasene” diye tâbir olunan en güzel bir örneğe ihtiyâcı vardır. Peygamberlerin gönderilmesindeki hikmetlerden biri de onların, insanlar için tâbî olunacak mükemmel bir nümûne-i imtisâl şahsiyet olmaları keyfiyetidir. Allâh Teâlâ buyurur:
وَمَا أَرْسَلْنَا مِن رَّسُولٍ إِلاَّ لِيُطَاعَ بِإِذْنِ اللّهِ
“Biz hiçbir rasûlü, Allâh’ın izniyle itaat edilmekten başka bir gâye ile göndermedik…” (en-Nisâ, 64)
Bu keyfiyet, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’de bir zirve teşkîl etmiş ve bunun için Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِّمَن كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
“And olsun ki Rasûlullâh’ta sizin için, Allâh’a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allâh’ı çok zikredenler için bir «üsve-i hasene» vardır.” (el-Ahzâb, 21)
Târihte hayâtının tamamı en ince teferruâtına kadar tespit edilebilen tek Peygamber ve tek insan Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. O’nun bütün fiil, söz ve duyguları an-be-an kaydedilerek târihe bir şeref levhası hâlinde geçmiştir. Hayâtı, kıyâmete kadar gelecek nesillere örnektir. Kur’ân-ı Kerîm’in Kalem Sûresi’nde O’nun hakkında şöyle buyrulur:
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
“Şüphesiz Sen yüce bir ahlâk üzeresin!” (el-Kalem, 4)
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sîreti ve mübârek şahsiyeti sırf beşerî idrâke sığabilen tezâhürleri ile dahî beşerî davranışlar manzûmesinin en ulaşılmaz zirvesini teşkîl eder. Zîrâ Allâh -celle celâlühû-, O mübârek varlığı bütün insanlığa bir “üsve-i hasene”, yâni en mükemmel bir örnek olarak armağan etmiştir. Bundan dolayıdır ki, onu insan topluluğu içinde acziyet bakımından en altta bulunan “yetim çocukluk”tan başlatarak, hayâtın bütün kademelerinden geçirip kudret ve salâhiyet bakımından en üst noktaya, yâni peygamberlik ve devlet reisliğine kadar yükseltmiştir. Tâ ki beşeriyet kademelerinin herhangi bir yerinde bulunanlar, O’ndan kendileri için en mükemmel fiilî davranışları örnek alıp kendi iktidar ve istîdâtları nisbetinde gerçekleştirmeye meyledebilsinler. Bu da O’na duyulan muhabbet ve O’nun rûhâniyetine bürünebilme nisbetinde gerçekleşir.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- dîn liderliği ile örnektir; devlet reisi olarak örnektir; ilâhî muhabbet bağına girenlere örnektir; Rabbin nîmetlerine gark olduğu zamanlar, şükür ve tevâzûu ile örnektir.
Zor zamanlar ve mekânlardaki sabır ve teslîmiyeti ile örnektir. Ganîmet karşısında cömertliği ve istiğnâsı ile örnektir. Âilelerine şefkati ile örnektir. Zayıflara, kimsesizlere, kölelere merhameti ile örnektir. Mücrimlere affı ve müsâmahası ile örnektir:
Eğer servet sâhibi zengin bir kişi isen, bütün Arabistan’a hâkim olan, bilumûm Arap ulularını kendisine muhabbetle râm eden O yüce Peygamber’in tevâzû ve cömertliğini tefekkür et!
Eğer zayıf teb’adan biri isen, Mekke’de zâlim ve gâsıp müşriklerin nizam ve idâresi altında yaşayan Peygamber’in hayâtından örnek al!
Eğer muzaffer bir fâtih isen, Bedir ve Huneyn’de düşmanına galebe çalan cesâret ve teslîmiyet Peygamber’inin hayâtından ibret al!
Allâh göstermesin, eğer mağlûbiyete uğradığın olursa, o zaman da Uhud Harbi’nde şehîd düşen veya yaralanıp yere düşen ashâbı arasında şecaat ve cesâretle dolaşan mütevekkil Peygamber’i hatırla!
Eğer muallim isen, mescidde Suffe Ashâbı’na ince, rakîk ve hassas gönlünün feyizlerini aktararak ilâhî emirleri tâlîm eden Peygamber’i düşün!
Eğer talebe isen, kendisine vahiy getiren Cibrîl-i Emîn’in önünde oturan Peygamber’i tasavvur et!
Eğer öğüt veren bir vâiz ve emîn bir mürşid isen, Mescid-i Nebevî’nin içinde ashâbına hikmet saçan Peygamber’i dinle! O’nun tatlı sesine kulak ve gönül ver!
Eğer hakkı tutup kaldırmak, onu müdâfaa ve teblîğ etmek istiyorsan, bu hususta seni destekleyen bir yardımcın dahî yoksa, Mekke’de her nevî yardımdan mahrum bir hâlde iken zâlimlere hakkı îlân edip onları hidâyete dâvet eden Peygamber’in hayâtına bak!
Düşmana galebe çalıp onun belini kırdınsa, karşındakinin inâdını kahredip ona üstün geldinse, bâtılı perişan edip hakkı îlân ettinse, Mekke’nin fethi günü mukaddes beldeye gâlip bir kumandan olduğu hâlde, büyük bir tevâzû ile devesi üzerinde secde edercesine iki büklüm giren şükür hâlindeki Peygamber’i gözünün önünde canlandır!
Eğer çiftlik sâhibi bir kişi isen ve oradaki işlerini yoluna koymak istersen, Benî Nadr, Hayber ve Fedek arâzîsine mâlik olduktan sonra onları ıslâh ve en iyi yolda idâre edecek şahısları iş başına getiren Peygamber’den örnek al!
Eğer kimsesiz biri isen, Abdullâh ve Âmine’nin yetimleri, ciğerpâreleri olan biricik Mâsûm’u, nûrlu Yetîm’i düşün!
Eğer yetişmiş bir genç isen, Mekke’de çobanlık yapan peygamber namzedi gencin nezih hayâtına dikkat et!
Eğer rûhâniyetli bir yuva kurmak isteyen bir genç isen, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in âile hayâtına ve tavsiyelerine dikkat et! Tercîhin takvâ olsun ki, iki cihân saâdetine eresin!
Eğer ticâret kervanlarıyla yola çıkan bir tâcir isen, Sûriye’den Busrâ’ya giden kâfilenin en ulusu olan zâtın ahvâlini mülâhaza et!
Eğer kadı ve hâkim isen, Mekke uluları birbirine girip vuruşacağı sırada Hacer-i Esved’i Kâbe’deki yerine koyma husûsunda O’nun âdil ve firâsetli davranışını düşün!
Ve tekrar gözünü târihe çevirerek Medîne’de, Mescid-i Nebevî’de oturup darlık içindeki fakirle varlık sâhibi zengini huzûrunda müsâvî tutarak insanlar arasında en âdilâne bir sûrette hüküm veren O Peygamber’e bir bak!
Eğer bir zevc isen, Hazret-i Hatîce’nin ve Hazret-i Âişe’nin zevci olan O mübârek zâtın temiz sîretine, derin hissiyâtına ve şefkatine, bütün zevceleri arasında adâletle muâmelesine dikkat et!
Eğer çocuk babası isen, Fâtımatü’z-Zehrâ’nın babası ve Hazret-i Hasan ile Hazret-i Hüseyin’in dedesi olan bu zâtın onlara karşı davranışlarındaki ahvâlini öğren!
Senin sıfatın ne olursa olsun, hangi ahvâl içinde bulunursan bulun, sabah-akşam her vakit ve anda Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i kendin için en mükemmel bir mürşid ve en güzel bir rehber olarak bulursun…
O öyle bir mürşiddir ki, O’nun sünnetleri vâsıtasıyla her yanlışı düzeltebilirsin… Çığırından çıkan işlerini yoluna kor, umûrunu ıslâh edersin… O’nun nûru ve rehberliği sâyesinde hayâtın handikaplarından kurtulup gerçek saâdeti bulursun!..
Eğer kendini maddeye râm olmaktan kurtarıp rûhânî bir hayat yaşamak istiyorsan, O Âlemlerin Efendisi’nin yetiştirmiş olduğu Bilâl, Yâsir ve Sevbânları bul! Onlarla berâber ol ve sâdıklaş ki hassâs, ince, rakîk ve zarîf bir gönle sâhip olasın. Unutma ki câhiliye insanları, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in delâletiyle hidâyete kavuşup O’nun etrâfında pervâne oldukları için sâdıklaştılar. Ashâb-ı Kehf’in Kıtmîr’i bile, sâdıkların muhabbet harcından nasîb aldığından ne büyük lutfa nâil olmuştu. Bunun zıddı olarak Hazret-i Lût’un karısı ve Hazret-i Nûh’un oğlu Kenan, fâsık ve zâlimlerle ihtilât etme netîcesinde ilâhî kahra uğramışlardır. Onlar ve onlar gibi olanlar, nefsin girdaplarında boğularak zâlimler topluluğuyla birlikte helâke dûçâr olmuşlardır.
O hâlde ömür takvîmini Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sâdık ve sâlih âşıkları olan zikir ehli ile berâber olarak doldurmaya gayret et ki, gâfillerden olmayasın!
Bilesin ki O’nun sîreti; nâdide, zarif ve misk kokulu güllerle tezyîn edilmiş bir gülistân idi.
O’nun müstesnâ rûhî yapısının kemâli gibi vücut yapısının cemâli de eşsizdi. O’nun bu ulvî değeri dolayısıyladır ki, Allâh Teâlâ buyurur:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُقَدِّمُوا بَيْنَ يَدَيِ اللَّهِ وَرَسُولِهِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ سَمِيعٌ عَلِيمٌ
(1)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
(2)
“Ey îmân edenler! Allâh ve Rasûlü’nün önüne geçmeyin! Allâh’tan korkun! Şüphesiz Allâh, işiten ve bilendir. Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamber’in sesinin üstüne yükseltmeyin! Birbirinize bağırdığınız gibi Peygamber’e de yüksek sesle bağırmayın! Yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 1-2)
Bu âyet-i kerîmeler, bütün mü’minleri Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı edebe dâvet etmektedir.
Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de diğer peygamberlere isimleri ile hitâb edildiği hâlde, Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e “Yâ Muhammed!” diye bir hitâb vâkî olmayıp O’na “Yâ Nebî, Yâ Rasûl” şeklinde hitâb edilmiştir. Öyle ki Cenâb-ı Hak, bütün mü’minlerin de bu edebe riâyet etmeleri için şöyle buyurur:
لَا تَجْعَلُوا دُعَاء الرَّسُولِ بَيْنَكُمْ كَدُعَاء بَعْضِكُم بَعْضًا
“(Ey mü’minler!) Peygamber’i kendi aranızda birbirinizi çağırır gibi çağırmayın!..”(en-Nûr, 63)
Bu âyet-i kerîme, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sâdece ismiyle zikredilmesinin, ümmetlik terbiyesine münâsib olmadığını bildirerek, O’nun ismi ile berâber ulvî ve kudsî vasıflarının telaffuz edilmesinin îcâb ettiğini beyân buyurmaktadır. Dolayısıyla Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, Nebî, Rasûl, Rasûlullâh, Habîbullâh, Fahr-i Âlem, Rasûl-i Ekrem ve benzeri sıfatlarla yâd edilmeli, ayrıca Ahzâb Sûresi’nin 56. âyet-i kerîmesindeki ilâhî fermân mûcibince ism-i şerîfi her zikredildiği yerde O’na salât ü selâm getirilmelidir. Bu, Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e karşı bütün ümmete Cenâb-ı Hakk’ın arzu ve emir buyurduğu âdâbdandır. Âyet-i kerîmede buyrulur:
إِنَّ اللَّهَ وَمَلَائِكَتَهُ يُصَلُّونَ عَلَى النَّبِيِّ يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا صَلُّوا عَلَيْهِ وَسَلِّمُوا تَسْلِيمًا
“Şüphesiz ki Allâh ve melekleri, Peygamber’e çokça salât ederler. Ey mü’minler! Siz de O’na salevât getirin ve tam bir teslîmiyetle selâm verin!” (el-Ahzâb, 56)
O, Kur’ân’ı yalnız lafzen öğreten bir muallim değil, aynı zamanda Kur’ân’ı yaşayan canlı bir örnek idi. Câbir -radıyallâhu anh-’tan rivâyet edilen bir hadîs-i şerîfte Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“Allâh -celle celâlühû- beni güzel ahlâkı tamamlamak üzere gönderdi.” buyurmuşlardır. (Muvatta, Hüsnü’l-Huluk,
1400 küsur seneden beri telif edilen bütün İslâmî eserler, bir kitâbı, yâni Kur’ân-ı Kerîm’i ve bir insanı, yâni Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i îzâh etmek içindir. Cenâb-ı Hak, yalnız O’nun için : لَعَمْرُكَ “Senin ömrüne kasem ederim ki…” (el-Hicr, 72) buyurarak O’nun hayâtı üzerine yemîn etmiştir.
Hakîkat-i Muhammediyye’ye yaklaşabilmek, akıldan ziyâde muhabbet ve aşkla mümkündür. Bütün sırlar, Muhammedî hakîkatle çözülebilir. Bu da Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in “üsve-i hasene”sinden nasîb alabilmek, nefsânî dünyâ zevklerinden uzaklaşıp ibâdet, kulluk ve mârifet sırlarına erebilmek ile mümkündür. İnsan, rûhâniyet-i Muhammediyye’den nasîb almaya başlayınca, bir zerâfetler meşheri ve îcad bedîası hâline gelir ve ilâhî tecellîlerin sırları, nûrları ve hakîkatleri kendisine rekzolunur.
Muhakkak ki Kur’ân’ın sırları Allâh Rasûlü’nün rûhâniyetine bürünen kalbin esrârına göre fâş olur. Zîrâ bizler için yegâne “üsve-i hasene” olan Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e tâbî olma husûsunda Allâh Teâlâ âyet-i kerîmelerde şöyle buyurur:
وَمَا آتَاكُمُ الرَّسُولُ فَخُذُوهُ وَمَا نَهَاكُمْ عَنْهُ فَانتَهُوا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ
“…Rasûl size ne verdiyse onu alın! Size neyi yasakladıysa ondan da kaçının ve Allâh’tan korkun! Çünkü Allâh’ın azâbı şiddetlidir.” (el-Haşr, 7)
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَطِيعُوا اللَّهَ وَأَطِيعُوا الرَّسُولَ وَلَا تُبْطِلُوا أَعْمَالَكُمْ
“Ey îmân edenler! Allâh’a itâat edin ve Peygamber’e itâat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!” (Muhammed, 33)
وَمَن يُطِعِ اللّهَ وَالرَّسُولَ فَأُوْلَـئِكَ مَعَ الَّذِينَ أَنْعَمَ اللّهُ عَلَيْهِم مِّنَ النَّبِيِّينَ وَالصِّدِّيقِينَ وَالشُّهَدَاء وَالصَّالِحِينَ وَحَسُنَ أُولَـئِكَ رَفِيقًا
“Kim Allâh’a ve Rasûl’e itâat ederse, işte onlar, Allâh’ın kendilerine nîmet verdiği peygamberler, sıddîklar, şehîdler ve sâlihlerle berâberdir. Onlar ne güzel dost(lar)dır.” (en-Nisâ, 69)
قُلْ إِن كُنتُمْ تُحِبُّونَ اللّهَ فَاتَّبِعُونِي يُحْبِبْكُمُ اللّهُ وَيَغْفِرْ لَكُمْ ذُنُوبَكُمْ وَاللّهُ غَفُورٌ رَّحِيمٌ
(31)
قُلْ أَطِيعُواْ اللّهَ وَالرَّسُولَ فإِن تَوَلَّوْاْ فَإِنَّ اللّهَ لاَ يُحِبُّ الْكَافِرِين
(32)
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Eğer Allâh’a muhabbet ediyorsanız (O’nu seviyorsanız), bana tâbî olunuz ki Allâh da sizi sevsin ve günahlarınızı mağfiret buyursun. Allâh, Gafûr (ve) Rahîm’dir. (Yine ey Rasûlüm!) De ki: Allâh’a ve Rasûl’e itaat ediniz! Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allâh kafirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 31-32)
وَمَن يُطِعِ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَخْشَ اللَّهَ وَيَتَّقْهِ فَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ
“Kim ki Allâh’a ve Rasûlü’ne itâat eder ve Allâh’tan korkup O(nun azâbı)ndan korunursa, işte onlar, kurtuluşa erenlerdir.” (en-Nûr, 52)
وَالْمُؤْمِنُونَ وَالْمُؤْمِنَاتُ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ يَأْمُرُونَ بِالْمَعْرُوفِ وَيَنْهَوْنَ عَنِ الْمُنكَرِ وَيُقِيمُونَ الصَّلاَةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَيُطِيعُونَ اللّهَ وَرَسُولَهُ أُوْلَـئِكَ سَيَرْحَمُهُمُ اللّهُ إِنَّ اللّهَ عَزِيزٌ حَكِيمٌ
“Mü’min erkekler ve mü’min kadınlar, birbirlerinin velîsidirler; iyiliği emreder, kötülükten meneder, namazı kılar, zekâtı verir ve Allâh ve Rasûlü’ne itaat ederler. Allâh, işte onlara rahmet ve merhamet edecektir. Şüphesiz Allâh, Azîz(ve) Hakîm’dir.” (et-Tevbe, 71)
مَّنْ يُطِعِ الرَّسُولَ فَقَدْ أَطَاعَ اللّهَ وَمَن تَوَلَّى فَمَا أَرْسَلْنَاكَ عَلَيْهِمْ حَفِيظًا
“Kim Rasûl’e itaat ederse, Allâh’a itaat etmiş olur. Kim de yüz çevirirse, (Ey Rasûlüm, bil ki) Biz Sen’i onlar üzerine bekçi göndermedik!” (en-Nisâ, 80)
أَلَمْ يَعْلَمُواْ أَنَّهُ مَن يُحَادِدِ اللّهَ وَرَسُولَهُ فَأَنَّ لَهُ نَارَ جَهَنَّمَ خَالِدًا فِيهَا ذَلِكَ الْخِزْيُ الْعَظِيمُ
“Bilmediler mi ki, kim Allâh’a ve Rasûlü’ne karşı koymaya kalkarsa, ona içinde sürekli kalacağı cehennem ateşi vardır. İşte büyük rezillik budur.” (et-Tevbe, 63)
وَأَطِيعُواْ اللّهَ وَرَسُولَهُ وَلاَ تَنَازَعُواْ فَتَفْشَلُواْ وَتَذْهَبَ رِيحُكُمْ وَاصْبِرُواْ إِنَّ اللّهَ مَعَ الصَّابِرِينَ
“Allâh’a ve Rasûl’e itaat edin! Birbirinizle çekişmeyin! Yoksa korkuya (vehme)kapılırsınız da (güç, kuvvet, devlet ve sâhip olduğunuz nîmetler elinizden) gider. Sabredin; çünkü Allâh sabredenlerle berâberdir.” (el-Enfâl, 46)
Muhakkak ki mü’min Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in muhabbeti karşısında ilâhî ürperişlerini ve bediî duygularını hissettiği, rûhunu nefsâniyete âit bütün çizgi ve görüntülerden boşalttığı vakit, O’nun muhabbet ve örnek şahsiyetinden hisse alma yoluna girmiş olur.
a
O’nun mübârek şahsiyetlerinden hisse alarak, O’nda fânîleşen ümmetin gönül erleri, kıyâmete kadar Allâh Rasûlü’nün muhabbetine ne güzel örnekler sergilemişlerdir. Allâh Rasûlü’nün hakîkatinde hayat bulmuşlardır.
Altmış üç yaşında kendisine mezar gibi bir yer kazdırıp hayâtını ve ibâdetlerini orada idâme ettirerek:
“–Bu yaştan sonra bana toprak üstünde gezmek haramdır.” diyen, büyük aşk ve vecd kahramanı Seyyid Ahmed Yesevî, bu fânîleşme yolunda âbideleşenlerden biridir. Yaşadığı topraklara teberrüken, “Hazret-i Türkistan” denilmiştir.
Veysel Karânî’ye Rasûlullâh’ın Uhud’da bir dişinin kırıldığı haberi gelince, hangisinin kırıldığını bilmediği için bütün dişleri kendisine yabancı olmuştur. Hepsini söktürüp, aynîleşme ve O’nda fânîleşmenin sırrını bozacak o meçhûl dişin sıkletini atarak ferahlamıştır. (Feridüddin Attâr, s. 23)
İmâm-ı Mâlik -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile aynîleşmenin vecdi içinde yaşadı. Medîne-i Münevvere’de hayvan üzerine binmedi. Medîne haremi dâhilinde def-i hâcete çıkmadı. Ravza’da imâm iken hep kısık sesle konuştu. Devrin halîfesi Ebû Câfer Mansûr yüksek sesle konuşunca:
“–Ey halîfe! Bu mekânda sesini kıs! Allâh’ın ihtârı senden çok fazîletli insanlar üzerine indi!..” buyurdu ve şu âyet-i kerîmeyi okudu:
يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَرْفَعُوا أَصْوَاتَكُمْ فَوْقَ صَوْتِ النَّبِيِّ وَلَا تَجْهَرُوا لَهُ بِالْقَوْلِ كَجَهْرِ بَعْضِكُمْ لِبَعْضٍ أَن تَحْبَطَ أَعْمَالُكُمْ وَأَنتُمْ لَا تَشْعُرُونَ
“Ey îmân edenler! Seslerinizi Peygamberin sesinin üstüne yükseltmeyin. Birbirinizle konuştuğunuz gibi Peygamberle yüksek sesle konuşmayın; yoksa siz farkına varmadan amelleriniz boşa gidiverir.” (el-Hucurât, 2)
Yine İmâm-ı Mâlik Hazretleri, kendisine zulmeden Medîne vâlisine hakkını helâl etmiş:
“–Mahşerde Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in torunu olan bir zâta dâvâcı olmaktan hayâ ederim!..” buyurmuştur.
a
Bezm-i Âlem Vâlide Sultân:
Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,
Muhammedsiz muhabbetten ne hâsıl?!
diyerek, rûhun gıdâsının ancak Rasûlullâh muhabbeti olduğunu ne güzel terennüm etmiştir.
Âşık Yûnus da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e olan muhabbetle yanışını şöyle dile getirir:
Arayı arayı bulsam izini,
İzinin tozuna sürsem yüzümü,
Hak nasîb eylese görsem yüzünü,
Yâ Muhammed canım arzular Sen’i…
Şâir Nâbî, 1678 yılında, devlet adamları ile berâber hac seferine çıkar. Kâfile Medîne’ye yaklaşırken Nâbî, heyecandan uykusuz hâle gelir. Kâfilede bulunan bir paşanın, ayağını gafleten, Medîne-i Münevvere’ye doğru uzattığını görür. Bu durumdan müteessir olan Nâbî, na’tini yazmaya başlar.
Sabah namazına yakın kâfile Medîne-i Münevvere’ye yaklaşırken Nâbî, yazdığı na’tin Mescid-i Nebî’nin minârelerinden okunduğunu duyar:
Sakın terk-i edebden kûy-i Mahbûb-i Hudâ’dır bu;
Nazargâh-ı ilâhîdir, makâm-ı Mustafâ’dır bu!..
(Cenâb-ı Hakk’ın nazargâhı ve O’nun sevgili peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafâ -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in makâmı ve beldesi olan bu yerde edebe riâyetsizlikten sakın!..)
Murâât-ı edeb şartıyla gir Nâbî bu dergâha
Metâf-ı kudsiyândır, bûsegâh-ı enbiyâdır bu.
(Ey Nâbî, bu dergâha edep kâidelerine uyarak gir! Burası, meleklerin etrâfında pervâne olduğu ve bütün peygamberlerin, eşiğini edeble öptüğü mübârek bir makamdır.)
Bu durum karşısında çok heyecanlanan Nâbî, hemen müezzini bulur:
“–Bu na’ti kimden ve nasıl öğrendiniz?..” diye sorar.
Müezzin:
“–Bu gece Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, rüyâmızda bize:
«–Ümmetimden Nâbî isimli bir şâir beni ziyârete geliyor. Bu zât bana karşı son derece aşk ve muhabbetle doludur. Bu aşkı sebebi ile onu Medîne minârelerinden kendi na’ti ile karşılayın!..»buyurdu, biz de bu emr-i Nebevî’yi yerine getirdik.” der.
Nâbî, hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Hem ağlar, hem de şunları söyler:
“–Demek ki bana Allâh’ın Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- «ümmetim» dedi! Demek ki İki Cihân Güneşi beni ümmetliğe kabul buyurdu!..”
a
Mevlîd nâzımı Süleymân Çelebi:
“Bir aceb nûr kim güneş pervânesi…” mısrâı ile güneşin Allâh Rasûlü’ne pervâne olup etrâfında döndüğünü, yâni cemâdâtın dahî O’na âşık olduğunu ne güzel ifâde eder.
Muhibbî mahlasıyla yazan Kânûnî Sultân Süleyman, Varlık Nûru’na şöyle yalvarır:
Nûr-i âlemsin bugün hem dahî mahbûb-i Hüdâ
Eyleme âşıkların bir lahza kapından cüdâ…
Hazret-i Ali -radıyallâhu anh- der ki:
“Ben Mekke’de Allâh’ın Rasûlü ile dolaşırdım. Birgün, berâberce Mekke dışına çıktık. Önünden geçtiğimiz her taş ve ağaç O’na; «Salât ve selâm Sana olsun ey Allâh’ın Rasûlü!..» diye selâm vermeye başladı.” (Tirmizî, Menâkıb, 6/3626)
Cemâdâttaki bu aşk ve muhabbetin diğer bir tezâhürü de şöyle sergilenmiştir:
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, bir sefer esnâsında iken rastladıkları bir bedevîye tevhîdi teblîğ ettiler. Bedevî, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu dâveti üzerine O’ndan peygamberliği husûsunda bir delîl istedi. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem- de ilerideki bir ağacı işâret buyurup onu yanlarına çağırdılar. Ağaç, derhâl emr-i Peygamberî’ye riâyet ederek toprağı yara yara geldi ve Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzûrunda üç kere kelime-i şehâdeti tekrarladı. Sonra yine emr-i Peygamberî ile yerine döndü. Bu mûcizeyi hayretler içerisinde müşâhede eden bedevî, kavmine dönerken şöyle diyordu:
“–Eğer kavmim bana tâbî olurlarsa onları Sana getiririm, aksi takdirde ben tekrar gelir Sen’inle birlikte olurum.” (Heysemî, VIII, 292)
a
Yalnızca cemâdât değil, hayvânât ve diğer varlıklar da Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’i tanır ve itaat ederlerdi. Bu husûsu, Câbir bin Abdullâh -radıyallâhu anh- şu rivâyetle anlatır:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ile birlikte bir seferden dönüyorduk. Medîne’de Neccâroğulları’nın bahçelerine gelince, bahçelerden birinde hiç kimseyi içeri sokmayan, girmeye kalkana saldıran bir deve bulunduğunu öğrendik. Durumu Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattıklarında O Âlemlerin Efendisi, bahçeye gitti, içeri girdi ve kimseyi yanına yaklaştırmayan o deveyi yanına çağırdı. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sesini duyan deve, dudağını yere temâs ettirecek kadar başını eğerek O’nun yanına geldi ve huzûrunda yere çöktü. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
«–Bana bir yular getirin!» buyurdu.
Getirilen yuları devenin boynuna geçirerek onu sâhibine teslîm etti. Sonra orada bulunanlara şöyle buyurdu:
«–Cinlerin ve insanların isyankâr olanları dışında, yer ve gökte bulunan bütün varlıklar, benim, Allâh’ın Rasûlü olduğumu bilirler.»” (Ahmed, III, 310)
Düşünmeliyiz ki, cemâdât ve hayvânâttaki bu ulvî muhabbet hâline nazaran bizler, acabâ Allâh Rasûlü’ne ne kadar teslîm oluyor, yolunda ne kadar fedâkârlıkta bulunabiliyoruz?!.
Bilhassa şu günlerde O’nun rûhâniyetine ne kadar çok muhtâcız… Şâirin: “Kalk ey âlemlerin efendisi; kıyâmet kopmaktadır!..” diyerek ifâde ettiği çalkantılı bir zaman içindeyiz…368
Salevâtlarımız, yâni O’nunla selâmlaşmamız ve O’na olan muhabbetimiz, bizler için ne büyük bir tesellî menbaıdır…
İnce ruhlu zarîf mü’minler, Rasûlullâh’ın hakîkatine yaklaşabilmek için O’nun rûhâniyeti etrâfında pervâne olup yolunda fânî olmayı, dünyânın en büyük nîmeti sayarak ilâhî lezzetlere gark olmuşlardır.
a
Burada kelimelerin mahdûd imkânlarıyla hulâsa etmeye çalıştığımız bu yüksek yaratılıştaki husûsiyetler, Varlık Nûru’nun idrâkimize damlayan şebnemleridir. Vâsıl-ı ilallâh olabilmenin sırrı, Allâh’ın kitâbına ve Varlık Nûru’nun sünnet-i seniyyesine, yâni yüksek ahlâk ve davranışlarına hulûs-i kalb ile yakınlaşabilmek, Allâh ve Rasûlü’nün sevdiklerine muhabbet, zıtlarına da nefret beslemektir. Her ikisinin arasındaki fark, a’lâ-yı illiyyîn ve esfel-i sâfilîn arasındaki kadar sonsuzdur. Allâh Rasûlü’nün hissiyâtından istifâde edebilmenin temel sâikı, O’na muhabbet ve O’nun zıddına nefrettir.
Târih boyunca Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in üsve-i hasenesinden nasîb alan mübârek mü’minler, îmâna âit tekâmül çıkışlarını zirveleştirmişler, fıtrattaki kudsî neş’eleri olgunlaştırarak insanlığa ulvî meş’aleler olmuşlardır.
İşte âciz bir müellifin hakîkat-i Muhammediyye husûsunda idrâkine ve onun kullanabildiği kelimelerin mahdûd çerçevesi içine sığabilenler!..
Îtirâf ederiz ki bu nâçiz eserin iki kapağı arasında ve kelâm sûretinde mâlum ve meçhûl muhâtaplarına sunulabilenler, sonsuz bir okyanustan birkaç damlacık mesâbesindedir. Nitekim bu ifâdeler, dipsiz bir sükûtun ihtişamlı kapısı önünde işte tükendiler…
Yâ Rabbî! Kelimelerin mahdûd imkânlarıyla anlatmaya cür’et ettiğimiz bu bahsi bizler için bir rahmet ve bereket vesîlesi kılarak hakîkat-i Muhammediyye’den hisse alabilmeyi nasîb ve ihsân buyur! Bizleri, muhabbetin cevheri ve menbaı olan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şefaat-i uzmâsına nâil eyle!
Âmîn!..
SON SÖZ
İslâm, cihânşümûl bir dünyâ görüşü olması sebebiyle, onda hukuk, ahlâk iktisat gibi beşerî davranışları tanzîm eden bütün ilimlere dâir kâidelerin bulunması tabiîdir. Bu kâidelerin, en basitinden en mükemmeline, en müşahhasından en mücerredine kadar her meseleyi ihtivâ etmesi zarûrîdir. Bu İslâmî prensiplerden bir kısmı, herkesi alâkadar eden basit ve dünyevî meseleler olduğu hâlde, bâzı prensipler de seviyeli idrâkleri bile acze düşürecek ulvî derinlikler ihtivâ eden hakîkatlerdir. İşte böyle meseleleri -hele meçhûl muhâtaplara hitâb etmeyi sağlayan kitap hâlinde- ele alıp incelemekteki güçlüğü îzâha gerek yoktur.
Bu iş, bir bakıma yamaçlara tırmanmak ve yokuşlarda susamayı göze almak demektir. Muhakkak ki bu girift ve mücerred gerçekleri, akıl, ilim ve lisânın imkânları muvâcehesinde ortaya koymaya çalışmak, pek çok insanın vazgeçemediği bir meşgale olmuşsa da bunda kâmil mânâsıyla bir muvaffakıyyet elde etmek mümkün değildir.
Diğer taraftan, bu meseleler beşer tâkatini aşsa da, tamâmı elde edilemeyen şeyin tamâmen terk edilmeyeceği, yâni elde edilenden vazgeçmek îcâb etmeyeceği de İslâmî bir kâidedir. Muhterem okuyucularımızın, bizi de buna riâyet etmiş telâkkî ederek îzah ve idrâkteki noksanlıklarımızı mâzûr görmelerini bekleriz.
Ayrıca ifâde edelim ki, beşerî idrâk ve muhâkeme bu âlemden aldığımız intibâlarla cereyân eder. Bu îtibarla mutlak mânâda müşâhedesi imkânsız olan mücerred hakîkatler için yanılmamak veya onları fire vermeden îzâh edebilmek nasıl mümkün değilse, yaratılış hârikası olan Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in hakîkati ve esmâ-yı ilâhiyyenin kâmil tecellîsi olan Kur’ân cevherinin beşer tâkati ile kâmilen kavranması ve îzâh edilmesi de mümkün değildir. Nitekim cennet, cehennem ve emsâli tasvirler, aslı ancak Hak Teâlâ’nın ilminde olan bir keyfiyetin bizim idrâkimize göre ifâde olunmasından ibârettir. Dînin bütün metafizik hakîkatleri husûsunda akıl ve kalb-i selîm ile yapılan değerlendirmeler, doğrudur, lâkin eksiktir. Doğrudur; bu âlemden alınan intibâlara göre îzâhı ve idrâki ancak bu kadardır. Eksiktir; çünkü bu âlemde müşâhede edilen benzer keyfiyetlerle onları mukâyese zemîninde kullanarak kavrayabildiğimizi sandığımız keyfiyetlerin arasındaki fark, sonsuz kere sonsuzdur. Bu gibi gerçekler için, başka idrâk, iz’ân ve imkân ile müsâit vâsıtalara ihtiyaç vardır. Meselâ “ru’yetullâh”… Acabâ âhirette mü’minler için vâkî olacak bu keyfiyetin, “ru’yet” kelimesi içinde ifâdesi noksan değil midir? Çâresiz eksiktir, lâkin îzâhı için bir zarûrettir.
Bunun için insanların, hakîkat bir okyanus gibi geniş diye ona daldırdıkları kabın istiâbından fazla bir şey alabilmeleri mümkün değildir! Bir bardağa bir deryâyı sığdırmanın mümkün olmadığı gibi… Lisan da bir kap, beyin de bir kap, görmek husûsunda göz de bir kap vs… Hep acziyet!
Nitekim Cenâb-ı Hak âyet-i kerîmede beşer idrâki ile kavranması mümkün olmayan azametini şöyle tasvîr etmektedir:
قُل لَّوْ كَانَ الْبَحْرُ مِدَادًا لِّكَلِمَاتِ رَبِّي لَنَفِدَ الْبَحْرُ قَبْلَ أَن تَنفَدَ كَلِمَاتُ رَبِّي وَلَوْ جِئْنَا بِمِثْلِهِ مَدَدًا
“De ki: Rabbimin sözleri için deryâ mürekkeb olsa ve bir o kadar da ilâve getirsek dahî, Rabbimin sözleri bitmeden önce deniz tükenecektir.” (el-Kehf, 109)
Düşünmek lâzımdır ki; sonsuz kere sonsuz ilâhî saltanat ve azamet karşısında beşerin kabının hacmi ne kadardır?
Öte yandan idrâk ve îzahların za’fiyetlerinin hatırı için hakîkat tahdîde uğrayacak değil ya!..
Diğer taraftan her kelimenin yüklendiği mânâ onu ifâde edenin idrâki kadar bir muhtevâ nakledebilir. Hâlbuki bâzı mefhûmların içi sonsuz derinliktedir. Meselâ Allâh, kâinât, rûh gibi… Bunları söz ve yazılarda kullananlar idrâklerindeki kadar derine inebilirler. Okuyucuların telâkkîsini de buna kıyâs etmek gerekmektedir.
Böyle içi hayal ötesi bir derinliğe sâhip olan mefhumlardan bir kısmı da Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in mübârek isimleridir. O isimlerin muhtevâlarını nakildeki aczimizin ve değerli okuyucularımızın naklettiklerimizi telâkkîdeki kifâyetsizliklerinin bağışlanıp affedilmesini Rabbimizin rahmetinden hem ummakta ve hem de niyâz etmekteyiz.
Bu durumda hakîkati istiâb husûsunda en geniş imkâna sâhip olan sükûta avdet ederek sözü burada noktalamak mecbûriyetindeyiz…
Fahr-i Kâinât -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in rûhâniyetine bürünmekten başka çâremiz yoktur! Bütün çâresizlerin yegâne çâresi Allâh Teâlâ’dır.
Acziyet okyanusunda “imdâd yâ Rabbî!..”
Dahîlek yâ Rasûlallâh!..
DİPNOTLAR
1. İbn-i Asâkir, III, 334-335; Semhûdî, I, 188-189.
2. Ahmed, V, 340.
3. İbn-i Asâkir, III, 335; Aynî, IV, 176.
4. Müslim, Eşribe, 171; İbn-i Hişâm, II, 116.
5. Müslim, Eşribe, 170-171; İbn-i Hişâm, II, 116.
6. Bkz. İbn-i Sa’d, III, 484-485.
7. İbn-i Seyyidinnâs, I, 321; İbn-i Habîb, s. 70; İbn-i Abdilber, ed-Dürer, s. 90.
8. Buhârî, Cenâiz, 3; Menâkıbu’l-Ensâr, 46.
9. Buhârî, Edeb, 67.
10. İbn-i Hişâm, II, 124-125.
11. İbn-i Sa’d, III, 233, 234.
12. Buhârî, Edeb, 67.
13. İbn-i Abdilber, II, 567.
14. Hâkim, III, 435/5657.
15. Buhârî, Kefâle 2, Edeb 67.
16. Bkz. el-Enfâl, 72-75; Buhârî, Ferâîz, 16.
17. Bkz. el-Haşr, 9.
18. Ayrıca bkz. 1. cild, s. 332
19. Bkz. en-Nisâ, 97.
20. Cuhfe, o zamanlar yahûdî veya müşriklerin bulunduğu bir bölge idi. Ahâlîsi müslümanlar aleyhine ehl-i küfre yardım ediyor, fitne ve fesat çıkarıyordu. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Allâh’a bu şekilde duâ ederek onların vebâ ile meşgûl olup kâfirlere yardım etmeye ve fitne-fesat çıkarmaya fırsat bulamamalarını dilemiştir. (Aynî, X, 251)
21. Cerîr bin Abdullâh -radıyallâhu anh- Yemen’deki Becîle kabîlesinin reisiydi. Hicretin 10. senesi Ramazan ayında, yâni Peygamber Efendimiz’in vefâtından üç ay kadar önce, 150 kişilik bir heyetle Medîne’ye gelerek müslüman olmuştu. Peygamber Efendimiz’i çok severdi. Allâh Rasûlü de onu sever ve kendisini her gördüğünde tebessüm ederdi.
22. Zülhuleyfe yakınlarındaki Ayr (veya Âir) Dağı ile Uhud Dağı’nın kuzeyindeki küçük Sevr tepesi arasındaki bölge. Buradaki Sevr Tepesi, Mekke’deki Sevr Dağı ile karıştırılmamalıdır.
23. Musallâ: Bir belde halkının cuma, bayram ve cenâze namazlarını bir arada kılmaları için tahsis edilen geniş mekâna verilen isimdir. İlk zamanlar, umûmiyetle şehirlerin dışında toplu namazlar için musallâlar hazırlanır ve bayram, cuma gibi toplu namazlar bugünkü gibi muhtelif câmilerde değil de, sâdece namazgâh denilen bu musallâlarda kılınırdı. Böylece bütün şehir halkının her hafta bir araya gelmesi temin edilmiş olurdu.
24. el-En’âm, 136-152; el-A’râf, 32-33, 169; Yûnus, 59-60; en-Nahl, 95, 115-116. Bkz. Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 193.
25. Bkz. Buhârî, Büyû’, 70-72; Müslim, Büyû’, 29.
26. Müslim, Mesâcid, 9.
27. İbn-i Sa’d, I, 239.
28. Fahr-i Kâinât Efendimiz bu davranışı ile idâre mevkiinde bulunan şahısların mes’ûliyetini ne güzel ortaya koymuştur: Her işte önde olmak ve yapılacak iş ne olursa olsun küçük görmemek, kibre kapılmamak… Allâh Rasûlü’nün üsve-i hasenesinden istifâde eden Sultân I. Ahmed Han Hazretleri de, kendi adıyla anılan bir san’at hârikası ve şâheser olan câminin inşaatında, elinde kazma-kürek ile bir işçi gibi çalışmıştı. Vefâtından sonra Gevher Nesîbe Hâtun rüyâsında onu, cennette çok ihtişamlı bir mekânda görmüş ve merakla sormuş:
“–Baba, hangi amelinle bu güzel mertebeye vâsıl oldun?”
Sultân Ahmed:
“–Kızım, bu câmiyi yaptırırken sırtımda taş taşıdım. Bu makâmı elde etmemin sebebi budur!” demiş.
I. Ahmed Han, bu İslâm ahlâkını sergilediği zaman, Osmanlı Devleti toprak genişliği bakımından en geniş sınırlarda idi. Dünyâ kralları, bu devletin ihtişâmı karşısında eğiliyor ve sadrazamların eliyle tâc giyiyorlardı.
29. Bir zirâ’ 75 cm.’dir.
30. İbn-i Sa’d, I, 239.
31. Diyârbekrî, I, 344.
32. Buhârî, Salât, 62.
33. Diyârbekrî, I, 346.
34. İbn-i Sa’d, I, 240.
35. İbn-i Sa’d, VII, 161; Süheylî, I, 248.
36. İbn-i Sa’d, I, 499.
37. Buhârî, Îtikâf, 1.
38. İbn-i Sa’d, I, 251-252.
39. Bkz. sayfa: 254
40. Ribât: Nefsi itaata bağlamak, hudutlarda nöbet beklemek ve Allâh yolunda cihâd etmek gibi mânâlara gelir. Âyet ve hadîslerde ribât çok medhedilmiş ve onun için büyük mükâfatlar va’dedilmiştir.
41. Abdullâh bin Zeyd bin Âsım el-Ensârî, Uhud Gazvesi’nde Peygamber Efendimiz’i yakından müdâfaa ettiği için O’nun takdîrini kazandı. Bu savaşta sâdece Abdullâh değil, onun bütün âilesi büyük kahramanlıklar gösterdi. Allâh Rasûlü de onların cennette kendisine komşu olmaları için duâ etti. Peygamber Efendimiz zaman zaman Abdullâh bin Zeyd’in evine gelir ve orada abdest alıp namaz kılardı. Abdullâh bin Zeyd el-Ensârî -radıyallâhu anh-, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e çok meftûn olan sahâbîlerdendi. Efendimiz’in vefât haberini aldığında bu acı haberle sarsılan Hazret-i Abdullâh:
“Allâh’ım! Gözümü al ki, tek sevdiğim Hazret-i Muhammed -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den sonra, artık kimseyi görmeyeyim.” diye duâ etti ve o anda âmâ oldu. (Kurtubî, V, 271)
Abdullâh -radıyallâhu anh-, Harre Vak’ası diye bilinen savaşta iki oğluyla birlikte şehîd oldu.
42. Müslim, Salât, 12.
43. Suffe, ev ve konaklarda bulunan eyvan, set ve seki türü yüksekçe oturma mekânları için kullanılan bir tâbirdir. Türkçe’de zamanla “sofa” şeklinde kullanılır olmuştur.
44. İbn-i Sa’d, I, 255.
45. Buhârî, Meğâzî 28, Cihâd 9; İbn-i Sa’d, III, 514.
46. Peygamber Efendimiz bu sözüyle az evvel geçen, Kehf Sûresi’nin 28. âyetine telmihte bulunmaktadır. Burada Allâh Teâlâ, Rasûl-i Ekrem -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e, İslâm’a ilk önce giren fakir ve düşkünlerle birlikte başlarına gelebilecek sıkıntılara sabretmesini ve onlara muâmelesinde oldukça hassas davranmasını emretmiştir.
47. Hazret-i Zeyneb ise henüz müslüman olmayan kocası Ebu’l-Âs bin Rebî müsâade etmediği için bir müddet daha Mekke’de kaldı.
48. Hevdec: Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.
49. Ukıyye: Eski bir gümüş para birimi. 1 ukıyye yaklaşık 128 gram’a tekâbül eder. Ukıyye aynı zamanda ağırlık ölçüsü olarak da kullanılmaktadır.
50. İbn-i Sa’d, VIII, 58, 62-63.
51. Sa’d bin Ubâde -radıyallâhu anh-, İkinci Akabe Bey’ati’nde müslüman oldu. Orada seçilen 12 temsilciden biri idi. Çok zengin ve cömert bir kimseydi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Hâlid bin Zeyd’in evinde yedi ay misâfir olduğunda, Hazret-i Sa’d her gün yemek gönderirdi. Kale şeklinde bir evi vardı. Orada ikâmet eder ve hergün burada büyük ziyâfetler verirdi. Herkes oraya gidip yer içerdi. Ashâb-ı Suffe’yi hergün doyururdu. Pek çok savaşta Hazrec kabîlesinin sancağını taşıdı. Zû Kared Gazvesi’nde, orduya erzak olarak on deve yükü hurma verdi. Onun bu hizmeti üzerine Peygamberimiz:
“Allâh’ım! Sa’d’a ve Sa’d âilesine rahmet eyle!” diyerek duâ etti. Benî Kurayza Gazâsı’nda da bütün orduya yiyecek verdi. Vefât edinceye kadar canıyla ve malıyla devamlı hizmette ve cihadda bulundu. Medîne civârında pek çok arâzîsi, bağı ve bahçesi vardı. Evi, Medîne’nin kenar mahallesinde idi. Mescid-i Nebî’ye uzak olduğu için, orada bir mescid yaptırmıştı. Hazret-i Ebû Bekr’in halîfeliğinden sonra Şam taraflarında Havran’a gitti. 635 senesinde orada vefât etti. Gûta kasabasında defnedildi.
52. Ahmed, VI, 211.
53. Bkz. Draz, en-Nebeü’l-Azîm, s. 178.
54. Buhârî, Menâkıb, 16; Müslim, Fedâilü’s-Sahâbe, 156-157.
55. Buhârî, Tefsîr, 3/15.
56. Nesâî, Hac, 4.
57. Ahmed, III, 456.
58. Bu hususla ilgili âyetler için bkz. en-Nisâ, 95; el-Enfâl, 72; et-Tevbe, 20, 41, 44, 81, 88. Hadîs-i şerîfler için bkz. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îman, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 28-29.
59. Âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, 29’u gazve ve 91’i seriyye olmak üzere düzenlediği toplam 120 askerî harekâtta öyle bir merhamet siyâseti izlemiştir ki, bütün Arap Yarımadası’nı idâresi altına aldığı hâlde, müslüman ordusunda da düşman ordularında da fazla kan dökülmesine meydan vermemiştir. Allâh Rasûlü’nün 11 sene zarfında çeşitli sebeplerle gerçekleştirdiği büyüklü küçüklü 120 askerî faâliyette -sahih rivâyetlere göre- müslümanlardan yaklaşık 340 küsur şehîd verilmiştir. Düşman kayıpları ise yaklaşık 800 küsur kişidir. Yâni irili ufaklı 120 savaşta ölenlerin sayısı toplamda sâdece 1200 kişi kadardır. Peygamber Efendimiz’in bizzat katıldığı gazveleri esas alacak olursak, yapılan 29 gazvenin 16 tanesinde fiilî olarak hiçbir çatışma çıkmamış, fakat hedef gerçekleştirilmiştir. 13 gazvede ise fiilî çatışma meydana gelmiş ve müslümanlardan yaklaşık 140 kişi şehîd olmuş, düşmandan ise yaklaşık 335 kişi öldürülmüştür.
Fahr-i Kâinât Efendimiz, birçok yeri cephe açılmasına mahal vermeden, firâset ve basîret dolu bir ilm-i siyâset tâkib ederek kendine bağlamaya muvaffak olmuştur. Yine birçok yeri de halkın hidâyete ermesi sûretiyle teslim almış ve bunu daha üstün addederek silâh kullanmaktan mümkün olduğunca kaçınmıştır. Bâzen siyâset ve diplomasiyi kuvvetli bir istihbâratla birleştirerek, düşmanı savaşmaktan vazgeçirmeye muvaffak olmuş ve böylece, dökülen kanın asgarî seviyede kalmasını temin etmiştir. Savaşın müsbet sonuçlanması için, ordu kumandanlarının gönderilen bölgeden olması veya düşman kabîleye mensûb olması bilhassa tercih edilmiştir. Ayrıca Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- askerlerine sözlerinde durmalarını, aşırıya gitmemelerini, ahitleri bozup zulmetmemelerini, boş yere insanları öldürmemelerini, özellikle kölelere, çocuklara, kadınlara, yaşlılara ve manastırlara çekilmiş münzevîlere dokunmamalarını, hurmalıklara zarar vermemelerini, ağaçları kesmemelerini ve binâları yıkmamalarını da tembih etmiştir. (Bkz. Elşad Mahmudov, Sebep ve Sonuçları İtibâriyle Hazret-i Peygamber’in Savaşları, 2005, M.Ü.S.B.E. Basılmamış Doktora Tezi.)
60. Buhârî, Ezân, 6; Müslim, Salât, 9.
61. Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, ilk günlerde Kureyş müşriklerinin düşmanlıklarına son vermek için onlara yönelik iktisâdî ve siyâsî ambargo uyguladı. Bu amaçla civar kabîlelerle diplomatik ilişkiler kurdu, çeşitli antlaşmalar yaptı ve Mekke ticâretinin ve ekonomisinin can damarını teşkil eden müşrik Kureyş kervanlarını tâkip etmek üzere birtakım gazve ve seriyyeler düzenledi.
Muhammed Hamîdullah bu hususta şöyle der:
Kureyşliler’e âit kervanlara yapılan hücumların basit bir çapulculuk olarak mülâhaza edilmemesi îcâb eder. Çünkü ne Kureyşliler mâsum ve ne de hücûm edenler sırf bu iş için teşkil edilmiş bir çete idiler. İki şehir devleti arasında, bütün hükümleriyle bir harp hâli ortaya çıkmış bulunuyordu. Bir harp durumu ise, muhârip tarafların birbirlerine gerek can, gerek mal ve gerekse düşmanın diğer menfaatlerine karşı zarar verme hakkını verir. Dolayısıyla iki topluluk arasında “harp hukûku” yürürlüğe girmişti. Bu duruma göre bu çeşit askerî seferler, basit mânâda bir kervan durdurma ve yağmalama hareketi olmaktan tamâmen uzak bulunmaktadır.
Burada dikkat edilmesi gerekli olan bir diğer husus da, bu maksatla yapılmış bütün askerî seferlerde (seriyyelerde) müslümanların sâdece ve sâdece Mekkeliler’e âit kervanlara hücûm etmiş olmalarıdır. Bu çeşit hücumlardan, gayr-i müslim olmalarına rağmen ülkenin diğer halk topluluklarının tamâmı selâmet içinde kalmışlardı. (Bkz. Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 219; Hz. Peygamberin Savaşları, s. 56)
62. Buhârî, Meğâzî, 2; Ebû Dâvûd, Harâc, 22-23/3004.
63. Sîfü’l-Bahr: Îys nâhiyesinde olup Cüheynelilerin arâzisindendir. Deniz sâhilinde bir mevkî olduğundan bu adı almıştır.
64. Vâkıdî, I, 9-10; İbn-i Sa’d, II, 6.
65. Râbığ: Hacıların Mekke’ye giderken geçtikleri, Ebvâ ile Cuhfe arasında bulunan bir vâdi olup Cuhfe’ye 3 mil mesâfededir.
66. İbn-i Hişâm, II, 224-225; Vâkıdî, I, 10; İbn-i Sa’d, II, 7.
67. Harrâr: Hicaz’da Cuhfe yakınında bir suyun ismidir. Cuhfe’den Mekke’ye gelirken Mahacca’nın solunda ve Gadîr-i Hum’un yakınındadır.
68. İbn-i Hişâm, II, 238; Vâkıdî, I, 11; İbn-i Sa’d, II, 7.
69. Ebvâ: Furu’ ile Cuhfe arasında bir köy olup Medîne’ye 23 mil kadardır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in annesi Hazret-i Âmine’nin kabri buradadır. Veddân ise Medîne ile Mekke arasında olup Ebvâ’ya 8 mil uzaklıkta ve Cuhfe yakınında Damrâ, Gıfâr ve Kinânelilere âit arâziye dâhildir.
70. İbn-i Hişâm, II, 223-224; Vâkıdî, I, 12; İbn-i Sa’d, II, 8.
71. Buvât: Cüheynelilerin dağlarından bir dağ olup Medîne’ye uzaklığı 36 mil kadardır.
72. Vâkıdî, I, 12; İbn-i Sa’d, II, 8-9.
73. Sefevân: Bedir nahiyesinde bir vâdinin adıdır.
74. İbn-i Hişâm, II, 238; İbn-i Sa’d, II, 9; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, IV, 468.
75. İbn-i Sa’d, II, 9-10.
76. İbn-i Hişâm, II, 241.
77. Buhârî, Cihâd, 181.
78. İbn-i Sa’d, I, 241-242.
79. Buhârî, Îman 30, Salât 31; Müslim, Mesâcid 11.
80. Tirmizî, Tefsîr, 2/2964.
81. Bkz. el-Bakara, 148-149.
82. Bkz. Elmalılı, I, 537.
83. İbn-i Sa’d, I, 248.
84. Sâ’: 1040 dirhem ağırlığındaki buğday veya arpayı alabilen bir hacim ölçeğidir. 1 sâ’, şer’î dirheme göre yaklaşık 2,917 kg; örfî dirheme göre ise 3,333 kg. ağırlığa denktir.
85. Buhârî, Zekât, 70-78; Müslim, Zekât, 13.
86. İbn-i Mâce, Zekât, 21.
87. İbn-i Sa’d, I, 248-249.
88. Ebû Dâvûd, Edâhî, 3-4/2792; İbn-i Sa’d, I, 249.
89. Muvatta, Hac, 205.
90. Bkz. Tevbe, 60.
91. Buhârî, Zekât, 38; Ahmed, II, 14.
92. Buhârî, Îtikâf, 1, 17; Müslim, Îtikâf, 5.
93. İbn-i Hişâm, II, 244; Vâkıdî, I, 27-28.
94. Vâkıdî, I, 31-39; Buhârî, Menâkıb, 25; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 294-295.
95. Vâkıdî, I, 23-24; İbn-i Hişâm, II, 250-251; İbn-i Sa’d, II, 12.
96. İbn-i Hişâm, II, 251.
97. İbn-i Hişâm, II, 57.
98. İbn-i Mes’ûd -radıyallâhu anh- şöyle der:
“Mikdâd bin Esved’in öyle kat’î bir söz söylediğine şâhid oldum ki, o sözün sâhibi olmak, bana (sevap bakımından) ona denk olabilecek bütün kıymetli sözlerden daha sevimlidir…” (Buhârî, Meğâzî, 4; Tefsîr, 5/4)
99. Enfâl Sûresi’nin 7. âyetinde va’dedilen iki tâifeden biri Kureyş’in bizzat kendisi, yâni onların mağlûb edilip esir alınması, diğeri de Kureyş’in Şam’dan gelen büyük kervanıdır.
100. İbn-i Hişâm, II, 259.
101. Bedir sâkinlerinin anlattığına göre Bedir’de bulunan diğer kum tepeleri beş on senede bir rüzgârla yer değiştirmesine rağmen, Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in karagâh kurduğu kum tepesi sâbit kalmakta, yeri değişmemektedir.
102. İslâm’dan evvel câhiliye Arapları, Allâh’ın varlığını kabûl ediyorlardı. Ancak onlar, Allâh’ın yanında başka ilâhlara da taptıklarından, tevhîd inancından sapmış, şirke düşmüşlerdi. Bu yüzden, bu misâlde olduğu gibi Allâh’ın adını zikredip, O’nun ulûhiyetini belirten ifâdeler kullanırlardı. Onların şirke düşmelerinin sebebi, Allâh’a yaklaşmak, Allâh katında şefaatçi edinmek veya izzet ve şeref elde etmek gibi gâyelerle ifrata sürüklenerek putlara tapmalarıydı. (Bkz. el-Ankebût, 61; ez-Zümer, 3)
103. Taberî, Tefsîr, IX, 256-261.
104. Berâ -radıyallâhu anh- şöyle demiştir:
“Biz, Muhammed -aleyhisselâm-’ın ashâbı, aramızda Ashâb-ı Bedr’in sayısının Tâlût’la berâber nehri geçen mü’min askerlerin sayısı kadar, yâni üç yüz on üç kişi olduğunu konuşurduk.” (Buhârî, Meğâzî, 6; Tirmizî, Siyer, 38/1598)
105. Buhârî, Meğâzî, 4, 6; Müslim, Cihâd, 58.
106. İbn-i Hişâm, II, 267.
107. İbn-i Esir, Üsdü’l-Gâbe, IV, 97.
108. Recez: Arap arûzunda bir bahr’in adıdır. Bu isim “titreme” mânâsına gelmektedir ve bu bahir, iki çift tef’ileye kadar indirilebildiği ve bundan dolayı bir raczâ’ya, yâni “kalkarken zayıflıktan titreyen bir dişi deve”ye benzediği için bu ad verilmiştir. Ya da “recez: gürleme” eski zamanlarda bu veznin tercihan kullanıldığı savaş türkülerinin gürleyerek söylenmesi mânâsında olmalıdır. (Cehande, A.-Çetin, N. (ikmal), M.E.B İA, “recez” mad., IX, 657)
Kendisinde sür’atle yavaşlılık hâlinin vurgulu ve ritmik bir şekilde buluşması nedeniyle, pek çok enstrüman ile de kullanılmaya elverişli olan, bu sebeple mânânın zihinde yoğunlaşmasına imkân veren, hem hüzün hem de sevinç hâllerinin dile getirilmesi için müsâit olan recez bahrinin 15 kadar çeşidi bulunduğu ifâde edilir. (Tâhiru’l -Mevlevî, Edebiyat Lügatı, s. 120, “recez” mad.)
109. İbn-i Hişâm, II, 289.
110. Bkz. en-Nisâ, 36.
111. Burada esirlik ve kölelik meseleleri birlikte tahlîl edilmektedir. Zirâ köleliğin kaynağı esirliktir. Harpte esir alınan insanlar köle edinilir.
112. Zıhâr, bir kimsenin, hanımına: “Sen bana anamın sırtı gibisin!” diyerek, onu kendisine haram kılmasıdır. İslâm bu câhiliye âdetini yasaklayarak böyle yapanların keffâret ödemelerini emretmiştir.
113. Buhârî, Tefsîr, 3/15; Vâkıdî, I, 121.
114. Ahmed, I, 178; V, 323-324; Ebû Dâvûd, Cihâd, 144-145/2737-2744.
115. Buhârî, Ferâiz 3, Humus 1, Nafakât 3; Müslim, Cihâd 49.
116. Sütre: Perde, örtü, perdelenecek şey demektir. Namaz kılan kimsenin önüne konulan ve bu esnâda önünden geçenlerin namaza zarar vermelerine mânî olan şey.
117. Müslim, Cihâd, 123, 132; Buhârî, Meğâzî, 138.
118. Müsle: Öldürülen kimsenin burnunu, kulağını ve sâir uzuvlarını kesip gözlerini oymaktır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, insanlara ve hattâ hayvanlara bile müsle yapılmasını kat’î bir sûrette nehyetmiştir. (Buhârî, Mezâlim 30, Zebâih 25; Ebû Dâvûd, Cihâd 110)
119. Bkz. Buhârî, Mezâlim, 33; Müslim, Îman, 226; Ebû Dâvûd, Sünnet, 28-29; Tirmizî, Diyât, 21.
120. İbn-i Hişâm, II, 297-299; İbn-i Abdilber, IV, 1854; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, III, 362-363.
121. Bkz. Ebû Dâvûd, Harac, 21-22/3001.
122. İbn-i Hişâm, II, 426-429; Vâkıdî, I, 176-180; İbn-i Sa’d, II, 28-30.
123. İbn-i Hişâm, II, 422-423; Vâkıdî, I, 181-182; İbn-i Sa’d, II, 30.
124. İbn-i Sa’d, VIII, 19.
125. İbn-i Sa’d, VIII, 19.
126. Nesâî, Nikâh, 81.
127. Bu, çekirdeği çıkarılmış hurma, saf yağ ve süzülmüş yoğurdun karıştırılmasıyla yapılan bir yemek idi. Bâzen içine sevîk (kavrulmuş un) da katılırdı.
128. Kâsânî, IV, 24.
129. Ahmed, VI, 323.
130. Heysemî, IX, 348.
131. Heysemî, IX, 173.
132. Mehmet Z. Pakalın, II, 647.
133. Uhud, Medîne’nin kuzeyinde olup uzaklığı bir mil civârındadır.
134. Vâkıdî, I, 199-203.
135. İbn-i Sa’d, II, 37.
136. Bu, Efendimiz’in gördüğü bir rüyâ sebebiyle idi. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- daha sonra şöyle buyurmuştur:
“…Rüyamda kendimi bir kılıcı sallıyor gördüm, kılıcın başı kopmuştu. Bu, Uhud Savaşı’nda mü’minlerin mâruz kaldıkları musîbete delâlet ediyormuş. Sonra kılıcımı tekrar salladım. Bu sefer, eskisinden daha iyi bir hâl aldı. Bu da Cenâb-ı Hakk’ın fetih lutfuna ve müslümanların bir araya gelmeleri nevinden ihsân ettiği nîmetlerine delâlet etti. Aynı rüyâda sığırlar ve Allâh’ın (verdiği başka bir) hayrı gördüm. Sığırlar Uhud gününde mü’minlerden bir cemaate çıktı, (onlar şehîd edildiler. Gördüğüm) hayır da Allâh’ın Bedir’den sonra nasîb ettiği fetihlerin hayrı ve bize Rabbimizin lutfettiği (Bedr-i Mev’id) sıdkının sevâbı olarak çıktı.” (Buhârî, Tâbir, 39, 44; Menâkıb, 25; Müslim, Rüyâ, 20)
137. İbn-i Hişâm, III, 6-7.
138. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 195; Diyârbekrî, I, 433.
139. İbn-i Sa’d, III, 217.
140. Hâkim, III, 334/5281; Heysemî, VI, 113; İbn-i Sa’d, III, 453.
141. Utbe bin Ebî Vakkâs hâininin neslinden gelen çocuklarının kâffesi (hepsi) ilâhî bir ibret olarak ön dişleri gedik ve kırık olarak doğmuşlardır. (Ramazanoğlu Mahmûd Sâmî, Uhud Gazvesi, s. 26)
142. Vâkıdî, I, 245.
143. Buhârî, Meğâzî, 18, 20; Vâkıdî, I, 295-296.
144. İbn-i Hişâm, III, 45.
145. İbn-i Mâce, Cenâiz, 28.
146. Kastallânî, II, 104.
147. Kurtubî, V, 271.
148. Müslim, Salât, 226; Ahmed, III, 500.
149. Ahmed, I, 8; İbn-i Mâce, Cenâiz, 4.
150. Buhârî, Edeb, 96.
151. Vâkıdî, I, 334-335.
152. Vâkıdî, I, 334-335.
153. İbn-i Hişâm, III, 53.
154. İbn-i Hişâm, III, 52-56; Vâkıdî, I, 334-340.
155. Ahmed, III, 352, 375.
156. Mecelle, md. 1685.
157. Hubeyb duâ ederken oradaki herkes korkmuş, duânın tesirinden korunmak için sağa sola kaçışıp gizlenmeye çalışmış, sağ kalmayacaklarını sanmışlardır. Bir aydan fazla bir süre Kureyş meclislerinde Hubeyb’in bedduasından başka bir söz konuşulmamıştır. Saîd bin Âmir’e, zaman zaman baygınlık gelirdi. Ömer -radıyallâhu anh-, halifeliği esnâsında onun bu hâlini işitip bir hastalığı olup olmadığını sorduğunda Saîd:
“–Ey mü’minlerin emîri! Bende bir hastalık yoktur. Fakat ben Hubeyb’in öldürüldüğü esnâda orada idim, onun bedduasını dinlemiştim. Vallâhi bunu ne zaman bir mecliste hatırlasam, muhakkak üzerime baygınlık gelir!” dedi. (Vâkıdî, I, 359-360)
158. İbn-i Hişâm, III, 184; Heysemî, VI, 125-130.
159. Buhârî, Cihâd, 9.
160. Buhârî, Meğâzî 28, Cihâd 9; Müslim, Mesâcid, 297.
161. Buhârî, Meğâzî, 14.
162. Buhârî, Tefsîr, 59/2; İbn-i Hişâm, III, 192.
163. Buhârî, Meğâzî, 14; Müslim, Cihâd, 62.
164. İbn-i Hişâm, III, 191-194; Vâkıdî, I, 363-380.
165. Bu gazvenin Hendek’ten veya Hayber’den sonra olduğu da rivâyet edilmektedir. Ancak biz siyer âlimlerinin ekseriyetinin kabûlüne tâbî olarak burada zikrettik.
166. Korku Namazı, düşman saldırısı gibi ciddî bir tehlike ânında cemaatin iki gruba ayrılarak, imâmın arkasında farz bir namazı nöbetleşe kılmalarıdır. İki rekâtlı bir namazın ilk rekâtını, dört rekâtlı bir namazın ise ilk iki rekâtını imamla birlikte kılan birinci grup, ikinci secdeden veya ilk oturuştan sonra cemaatten ayrılıp görev başına gider. İkinci grup gelerek imamla birlikte kalan rekâtları tamamlar ve göreve döner. İmam kendi başına selâm verir. Daha sonra da birinci grup “lâhik” hükmünde olduğu için kıraatsiz, ikinci grup ise “mesbûk” durumunda bulunduğundan kıraatli olarak nöbetleşe namazlarını tamamlar. Böylece hem cemaatle namaz îfâ edilmiş hem de görev aksatılmamış olur. (Komisyon, Diyânet İlmihâli, I, 334; Hamdi Döndüren, Delilleriyle İslâm İlmihâli, s. 377-378)
167. İbn-i Hişâm, III, 214-221; İbn-i Sa’d, II, 61.
168. Buhârî, Vudû, 32; Menâkıb, 25; Müslim, Fedâil, 5.
169. İbn-i Hişâm, III, 221; İbn-i Sa’d, II, 59; Vâkıdî, I, 384-389.
170. Bkz. Buhârî, Tefsîr, 3/13.
171. 1 ukıyye yaklaşık 128 gram’a tekâbül eden bir ağırlık ölçüsüdür.
172. Bkz. Ahmed, V, 443-444; İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, II, 419; İbn-i Abdilber, II, 634-638.
173. Bkz. Buhârî, Libâs, 61.
174. Bkz. Ebû Dâvûd, Libâs, 28/4098.
175. Bkz. Vâkıdî, I, 407.
176. Bkz. İbn-i Hişâm, III, 340.
177. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, çıktıkları her gazveye mübârek zevcelerinden birini kur’a ile götürürlerdi. Müreysî Gazvesi’nde de kur’a Hazret-i Âişe vâlidemize çıkmış, berâberlerinde onu götürmüşlerdi.
178. Ahmed, VI, 35.
179. Bkz. Yûsuf, 26-29.
180. Bkz. el-Ahzâb, 69.
181. Bkz. Meryem, 29-33.
182. Bkz. İbn-i Hişâm, III, 335-336.
183. Bkz. Vâhidî, s. 160.
184. Bkz. Vâkıdî, II, 444; İbn-i Sa’d, II, 66.
185. İbn-i Hişâm, III, 231; Vâkıdî, II, 445.
186. Taberî, Târîh, II, 568; Diyârbekrî, I, 482.
187. Buhârî, Meğâzî, 29.
188. Hendek harbinde muhtelif kabîleler müslümanlara karşı bir araya geldikleri için bu savaşa Ahzâb ismi de verilmiştir.
189. Buhârî, Meğâzî, 29.
190. Bkz. Ahmed, IV, 303; İbn-i Sa’d, IV, 83, 84.
191. Bkz. Buhârî, Et’ime, 6; Müslim, Eşribe, 142.
192. İbn-i Hişâm, III, 235.
193. Vâkıdî, II, 453.
194. Abdurrezzâk, V, 368.
195. İbn-i Sa’d, II, 67.
196. Bu hâdise, vaktinde kılınamayan namazların kazâ edilebilmesinin delîli oldu.
197. Vâkıdî, II, 463-464.
198. Tirmizî, Siyer, 29/1582; Ahmed, III, 350.
199. Buhârî, Meğâzî, 30.
200. Bkz. Taberî, Tefsîr, II, 464.
201. Bkz. İbn-i Sa’d, II, 71.
202. Bkz. İbn-i Hişâm, III, 251.
203. Bkz. Vâkıdî, II, 499.
204. Bkz. Abdürrezzâk, V, 216, 370.
205. İbn-i Hişâm, III, 254.
206. İbn-i Hişâm, III, 256.
207. Tevrât’ın hükmüne göre bu şekilde hareket edenlerin cezâsı, eli silâh tutan erkeklerin öldürülmesi, mallarına el konulması ve kadınlarla çocukların esir alınmasıydı. (Bkz. Ahd-i Atîk, Tensiye, 20/10-15)
208. Bkz. İbn-i Hişâm, III, 271.
209. Vâkıdî, II, 572.
210. İbn-i Sa’d, II, 95. Daha sonra bu sayının, bedevî Araplar’ın yolda gelip katılmalarıyla artarak bin beş yüz, hattâ bin yedi yüze kadar çıktığı rivâyet edilmektedir.
211. İbn-i Sa’d, II, 95.
212. Batılı yazar Thomas Carlyle, bu hakîkati şöyle îtirâf etmek mecbûriyetinde kalmıştır:
“Başında taç bulunan hiçbir imparator, kendi eliyle yamadığı hırkayı giyen Hazret-i Muhammed kadar saygı görmemiştir.”
213. Müslim, Cihâd, 132, 133.
214. Vâkıdî, II, 614; Ahmed, IV, 326.
215. Bkz. İbn-i Mâce, İkâme, 195.
216. İbn-i Sa’d, II, 104; Halebî, II, 713.
217. Bkz. Buhârî, Şurût, 15; Vâkıdî, II, 631-632.
218. Bkz. Buhârî, Şurût, 15; İbn-i Hişâm, III, 372.
219. Bkz. Vâkıdî, II, 629.
220. Bkz. el-Fetih, 1.
221. Bkz. İbn-i Kayyım, III, 309-310.
222. Bkz. Vâkıdî, II, 624.
223. Bkz. Buhârî, İlim, 7; Müslim, Libâs, 57, 58; İbn-i Sa’d, I, 258.
224. Peygamberimiz hakkında kullanılan bu isim için bkz c. 1, s. 284
225. Bizans imparatorları için Kayser ve Rum Kayseri, Fars hükümdarları için Kisrâ, Habeş hükümdarları için Necâşî, Mısır hükümdarları için Firavun, İskenderiye hükümdarları için Mukavkıs, Yemen ve Şıhhîr hükümdarları için Tübba‘, Hind hükümdarları için Batlımus ünvanları kullanılmıştır. Bunlar isim değil, umûmî olarak hükümdârlara verilen ünvanlardır. (İbn-i Kesîr, el-Bidâye, XI, 228)
226. Bu nükteyi şâir ne güzel dile getirir:
Geçmişlerden ibret almazsa kişi,
Geleceğe ibret olmaktır işi…
227. İbn-i Sa’d, VIII, 212.
228. İbn-i Hişâm, I, 4.
229. İbn-i Sa’d, I, 261.
230. İbn-i Sa’d, I, 262.
231. Bkz. İbn-i Sa’d, II, 197; Buhârî, Tıbb, 47, 49; Müslim, Selâm, 43; Nesâî, Tahrîm, 20; Ahmed, IV, 367, VI, 57; Aynî, XXI, 282.
232. Kâhin, gelecekten haber verdiğini iddiâ eden falcı demektir. Arrâf da bir yönüyle kâhin mânâsındadır. Ancak arrâf, daha çok çalınmış veya kaybolmuş bir şeyin yerini haber veren kimselere denir. Bir de müneccim vardır ki, o da aslında kâhindir. Şu farkla ki müneccim, olacak hâdiseleri yıldızlara bakarak bildiği iddiâsındadır.
233. Bkz. Vâkıdî, II, 530-531, 566, 640; İbn-i Sa’d, II, 92.
234. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- herhangi bir yerleşim birimine gireceği zaman onu gördüğünde dâimâ bu duâyı okurlardı. (Hâkim, I, 614/1634)
235. İbn-i Hişâm, III, 398.
236. İbn-i Hişâm, III, 397-398; İbn-i Hacer, el-İsâbe, I, 38-39.
237. Seyyid Seyfullâh, bu hâdiseye telmîhen şöyle der:
Nân içün medheyleme nâdânı nâdânlık budur;
Hayber-i nefsin helâk et şâh-ı merdanlık budur!..
“Bir lokma ekmek için kötü ve câhil kimseleri medhetme; zîrâ asıl câhillik budur. Hayber kalesi gibi güçlü olan nefsini yen ki, Hazret-i Ali gibi kahraman olasın.”
238. Müslim, Müsâkât, 5; Ebû Dâvûd, Harâc, 23-24/3007.
239. Vâkıdî, II, 684.
240. İbn-i Kayyım, III, 359.
241. İbn-i Hacer, el-İsâbe, II, 226.
242. İbn-i Sa’d, IV, 328.
243. İbn-i Sa’d, I, 353.
244. Ahmed, I, 108; İbn-i Sa’d, IV, 35.
245. Mevlevîlik’teki zikirde vecd hâline geldikten sonra başlayan semâ da bu hâdiseden mülhemdir.
246. Mut’a meselesiyle ilgili daha teferruatlı bilgi için bkz. İbrâhim Cânan, Nâmus Fitnesi Mut’a, İstanbul, 1993.
247. Bkz. İbn-i Hişâm, III, 391; Vâkıdî, II, 707, 711.
248. Bkz. Vâkıdî, II, 729-731; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, IV, 234.
249. İbn-i Sa’d, VIII, 121-126.
250. Buhârî, Umre, 13; Libâs, 99.
251. Buhârî, Hac, 55; Müslim, Hac, 240; Ahmed, I, 305-306.
252. Sidr: Arabistan’da yetişen, gölgesi koyu, latîf ve hafif olan bir çeşit kiraz ağacıdır. Halkımızın Trabzon Hurması dediği ağaç da bu cinstendir. Sidr ağacının yaprakları ile cenâze yıkanır. (Âsım Efendi, Kâmus, II, 385)
253. Sünnet olan kefen; erkek için izâr, gömlek ve sargı olmak üzere üç parçadır. Kadın için ise izâr, başörtüsü, sargı, göğüsleriyle karnını bağlamak için kullanılan bir bez ve gömlek olmak üzere beş parçadır.
254. Vâkıdî, II, 755; İbn-i Kayyım, III, 381.
255. İbn-i Sa’d, II, 128.
256. İbn-i Hişâm, III, 429.
257. İbn-i Ömer -radıyallâhu anhümâ- şöyle demektedir:
“Câfer’i aradık. Onu şehîdler arasında bulduk. O hâldeydi ki, cesedinin ön tarafında doksan küsur ok ve mızrak yarası saydık. Bunların hiçbirisi de arkasında değildi.” (Buhârî, Meğâzî, 44)
Câfer -radıyallâhu anh- şehîd edildiğinde otuz üç yaşındaydı. (İbn-i Hişâm, III, 434) Demek ki Habeşistan’a hicret edip Necâşî’nin huzûrunda ilim, hikmet ve cesâretle konuştuğunda on yedi yaşlarında bir delikanlı idi.
258. Hâlid bin Velîd Hazretleri şöyle demiştir:
“Yemin ederim ki, Mûte Harbi günü elimde dokuz kılıç kırıldı. Sâdece Yemen işi, ağzı enli bir kılıç dayandı.” (Buhârî, Meğâzî, 44)
259. Hadîsin râvîlerinden biri şöyle diyor:
“Abdullâh bin Câfer’e dedim ki:
«–Kusem daha sonra ne oldu?» O da:
«–Şehîd oldu.» dedi. Bunun üzerine
«–Allâh ve Rasûlü daha hayırlı olanı en iyi bilendir.» dedim. O da:
«–Evet!» dedi. (Hâkim, III, 655/6411)
260. İbn-i Hişâm, IV, 4; Beyhakî, Delâil, V, 6.
261. İbn-i Hişâm, IV, 11; Vâkıdî, II, 783.
262. Vâkıdî, II, 787.
263. İbn-i Hişâm, IV, 12.
264. İbn-i Sa’d, II, 134.
265. Hamîdullâh, I, 264-265.
266. Nebî Bozkurt, DİA, “Mekke” md. XXVIII, 557.
267. Buhârî, Tefsîr, 60.
268. Buhârî, Meğâzî, 47.
269. İbn-i Hişâm, IV, 18.
270. Vâkıdî, II, 804.
271. Hâl böyleyken bir kısım İslâm düşmanları, yüce İslâm’ı günümüzdeki insanlık fâcialarından biri olan terör kelimesiyle berâber kullanmaktadırlar. Oysa terör ve anarşizm, kalbsizlik üzerine kurulmuştur ve onlara aslâ ahlâk gibi ulvî hisler lâzım değildir. İslâm ise doğduğu günden itibâren her türlü terör ve anarşizme karşı tavır almış ve dâimâ, kâfir olsun mü’min olsun her insanın, hattâ canlı-cansız bütün varlıkların hak ve hukûkuna riâyeti esas edinmiştir. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yirmi üç senelik nübüvet hayâtı teröre karşı mücâdele etmekle geçmiştir.
272. Şâir Mehmed Âkif Ersoy, Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh-’ın idârecilikteki muhteşem mes’ûliyet hassâsiyetine ne güzel tercümân olmaktadır:
Kenâr-ı Dicle’de bir kurt aşırsa bir koyunu,
Gelir de adl-i ilâhî sorar Ömer’den onu!
Bir ihtiyâr kadın bî-kes kalır, Ömer mes’ûl!
Yetîmi, girye-i hüsrân alır, Ömer mes’ûl!
Bir âşiyân-ı sefâlet bakılmayıp göçse:
Ömer kalır yine altında, hiç değil kimse!
Zemîne gadr ile bir damla kan dökünce biri:
O damla bir koca girdab olur boğar Ömer’i!
Ömer duyulmada her kalbin inkisârından;
Ömer koğulmada her mâtemin civârından!
Ömer halîfe iken başka kim çıkar mes’ûl?
Ömer ne yapsın, İlâhî, beşer zalûm u cehûl!
Ömer’den isteniyor beklenen Muhammed’den…
Ömer! Ömer! Nasıl aldın bu bârı sırtına sen?
273. Buhârî, Meğâzî, 48.
274. Cenâb-ı Hakk’ın, Kur’ân-ı Kerîm’deki:
“(Ey Rasûlüm!) De ki: Allâh’a ve Rasûl’e itâat ediniz! Eğer yüz çevirirlerse, muhakkak ki Allâh, kâfirleri sevmez!” (Âl-i İmrân, 32) beyânından da yalnızca Allâh’a îman ve itaatin kâfî olmadığı açıkça anlaşılmaktadır. Dolayısıyla sâdece Allâh’a veya sâdece Rasûl’e îman ve itaat eden kimseler, âyete göre Allâh’ın sevmediği kâfirler olarak vasıflandırılmaktadır. Zîrâ mühim olan, kulun âciz ve noksan idrâkine göre değil, ilâhî irâdenin arzusu ve emri istikâmetinde îmân etmektir.
O hâlde Allâh Teâlâ, Rasûlü’ne, dînin bir rüknü sadedinde bu pâyeyi vermiş ve mü’minlere de îmânın şartı olarak O’na şehâdet ve itaati emretmişken, bugün birtakım gâfillerin, Rasûl’e itaati, ilâhî beyâna rağmen kaldırmak demek olan sünnet-i seniyyeyi kabûl etmemeleri ve sığ idrâkleriyle “Sâdece Kur’ân bize yeter!” demeleri, zâhirde Kur’ân’a bağlılık ifâde eden şu sözlerine bile ne kadar ters ve câhilâne, yâhut hâinâne bir harekettir.
275. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, dünyâ hayâtına nisbetle âhiretin ne kadar ehemmiyetli olduğunu ifâde eden bu sözü hayâtı boyunca sık sık tekrarlardı. Rivâyetlerde, Mescid-i Nebevî inşâ edilirken, Hendek kazılırken, Fetih günü Mekke’ye girerken ve Vedâ Haccı esnâsında Arefe günü mü’minlerin çokluğunu gördüğünde söylediği sâbittir. (Bkz. Buhârî, Cihâd 33, 110, Menâkibu’l-Ensâr 9, Meğâzî 29; Müslim Cihâd, 126, 129; Tirmizî, Menâkıb, 55; İbni Mâce, Mesâcid, 3)
276. Bkz. İbn-i Hişâm, IV, 32; Vâkıdî, II, 835; İbn-i Sa’d, II, 142-143.
277. Vâkıdî, II, 850.
278. Vâkıdî, II, 857-858.
279. Ebû Dâvûd, Cihâd, 117/2683; Nesâî, Tahrîmü’d-Dem, 14.
280. Ebû Dâvûd, Harâc, 24-25/3023.
281. Ahmed, III, 415; Buhârî, Meğâzî, 53.
282. Hicâbe için bkz. cilt 1, sf. 42
283. İzhir, Mekke-i Mükerreme’de yetişen geniş yapraklı ve güzel kokulu bir bitkidir. Hayvanlara yem olarak verildiği gibi evlerde ve kabirlerde de kullanılır. Fıkıh âlimleri, Harem bölgesinde kesilmesi yasak olan ağaçları, “kendiliğinden bitenler” diye kayıtlamışlardır. İnsan emeğiyle yetiştirilenlerin kesilebileceği husûsunda ihtilâf edilmiş, cumhûr câiz olduğuna kanaat getirmiştir. Misvak kesmenin, ağaca zarar vermemesi hâlinde yaprak ve meyvesinin koparılmasının câiz olduğu söylenmiştir. (Bkz. İbrâhim Cânan, Hadîs Ansiklopedisi, XII, 525-526)
Medîne harem bölgesindeki yeşil ağaç veya otların ihtiyaç olduğu zaman kesilmesi câiz görülmüştür. Medîne tarım bölgesi olduğu için Hazret-i Peygamber’den bu konuda izin istenmiş ve kendilerine Mekke haremindeki bâzı bitkilerin zarûret hâlinde koparılmasına izin verildiği gibi Medine’de daha geniş izin verilmiştir. Yine Medîne dışında avlanma serbest bırakılmıştır. (Bkz. Hamdi Döndüren, Şâmil İslâm Ansiklopedisi, “Harem” md.)
284. Vâkıdî, III, 873. Hâlid bin Velîd -radıyallâhu anh-, Uzzâ putunu yıkıp Mekke’ye dönünce, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-, onu 350 kişilik bir askerî birliğin başında, Allâh’a îmâna dâvet etmek üzere Benî Cezîme Kabîlesi’ne gönderdi. Hazret-i Hâlid, bu harekâtta bir yanlışlık neticesi otuz kişiyi öldürdü. Haber, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e ulaşınca, Âlemlerin Efendisi çok mahzûn oldu. Ellerini semâya kaldırıp iki kere:
“–Allâh’ım! Halid’in yaptığı şeyden berî (uzak) olduğumu Sana arz ederim!” diyerek Allâh’a sığındı. Hazret-i Ali’yi mühim miktarda para ile Benî Cezîme kabîlesine göndererek öldürülen kimselerin diyetlerini ödetti. Hazret-i Ali, ganimet olarak alınmış ve zâyî edilmiş bütün malları, köpek yalaklarına varıncaya kadar, tazmîn etti. Artan parayı da fazladan muhtemel zararlar için Benî Cezîme kabîlesine bıraktı. Ali -radıyallâhu anh-, geri dönüp yaptıklarını Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e anlattığında Rahmeten li’l-âlemîn olan Efendimiz:
“–Çok iyi yaptın, isâbet etmişsin!” buyurdu. (Buhârî, Meğâzî, 58, Ahkâm 35; Nesâî, Âdâbu’l-Kudât, 16; İbn-i Hişâm, IV, 53-57; Vâkıdî, III, 875-884)
Bu hâdise Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in sâhip olduğu engin şefkat ve merhametin ufkunu göstermekte ve O’nun, Hâlık’ın nazarı ile mahlûkâta bakış tarzını sergilemektedir. Kırılan köpek yalakları dahî tazmîn edilerek hayvanların haklarına da riâyet edilmesi, bizler için ne zirve bir örnektir.
285. İbn-i Hişâm, IV, 65; İbn-i Sa’d, II, 150.
286. İbn-i Hişâm, IV, 68; Vâkıdî, III, 890.
287. Müslim, Cihâd, 76.
288. İbn-i Hişâm, IV, 79.
289. Ahmed, V, 286; Heysemî, VI, 182-183; İbn-i Hişâm, IV, 79.
290. İbn-i Hişâm, IV, 84.
291. Buhârî, Meğâzî, 56.
292. İbn-i Sa’d, II, 152.
293. İbn-i Hişâm, IV, 137-138.
294. Vâkıdî, III, 944-947.
295. Kâmil Mîras, Tecrîd Tercemesi, X, 341.
296. Buhârî, Umre, 3; Tirmizî, Hac, 92/935.
297. Hâdiseyi nakleden sahâbî diyor ki:
“Biz kendi aramızda; «Rasûlullâh onun için istiğfâr etti, fakat yaptığı işin kötülüğünü belirtmek ve insanların birbirlerini öldürmelerine mânî olmak için böyle davrandı.» diye konuşurduk.” (Ahmed, V, 112; İbn-i Hişâm, IV, 304)
298. İbn-i Esîr, Üsdü’l-Gâbe, III, 556.
299. İbn-i Hişâm, IV, 148-149; Hâkim, III, 303/5181.
300. Vâkıdî, III, 959.
301. İbn-i Sa’d, II, 160.
302. Buhârî, Meğâzî, 68.
303. Buhârî, Tefsîr, 49/1.
304. Ebû Dâvûd, Et’ime, 15/3766.
305. Buhârî, Edebü’l-Müfred, s. 316; Heysemî, VIII, 40.
306. Müslim, Fedâil, 109.
307. İbn-i Sa’d, III, 156; İbn-i Mâce, Mukaddime, 38; Dârimî, Mukaddime, 28.
308. Kastallânî, II, 386.
309. Muhamed bin Saîd el-Bûsirî, Mısırlı olup XIII. asırda Memlûkler döneminde yaşamıştır. (608/1211-694/1296) (H. İbrâhim Şener, Kasîde-i Bürde Kasîde-i Bür’e ve Su Kasîdesi, s. 32, 60)
310. Selem: Medîne-i Münevvere’de Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in zaman zaman ashâbı ile sohbet buyurdukları ağaçlık bir mevkiin adı.
311. İlhan Armutçuoğlu, Kasîde-i Bürde, Konya 1983, s. 8-11.
312. İbn-i Sa’d, II, 165; Buhârî, Tefsîr, 66/2.
313. Vâkıdî, III, 993-996; İbn-i Sa’d, II, 165.
314. İbn-i Hişâm, IV, 172; Vâkıdî, III, 994.
315. Buhârî, Meğâzî, 78.
316. Vâkıdî, III, 1002; İbn-i Sa’d, II, 166.
317. Vâkıdî, III, 992.
318. Sadaka âyeti, büyük çoğunluğu Tebük’le alâkalı olarak inzâl buyrulan Tevbe Sûresi’nin 103. âyetidir:
“(Rasûlüm!) Onların mallarından sadaka al ki, onunla kendilerini temizlersin, tezkiye edersin. Bir de haklarında hayır duâ et. Çünkü Sen’in duân onlar için sekînet kaynağıdır. Allâh işitendir, bilendir.”
319. İbn-i Hişâm, IV, 171.
320. İbn-i Mâce, Tahâret, 45; Ahmed, VI, 27.
321. İbn-i Hişâm, IV, 177.
322. Hâllerin eşyâya in‘ikâsına dâir bir misâl de şöyledir:
Japon bilim adamı Masaru Emoto, donmuş su kristalleri üzerinde yaptığı araştırmada, bunların düzgün, estetik ve altıgen şekillerden meydana geldiğini ve bu kristallerin insan eli değmemiş tabiî kaynak sularında, insanı büyüleyecek kadar düzgün ve güzel şekle sâhip olduğunu fark etmiştir. İki ayrı kaba bu sulardan alarak deney yapmıştır. Üzerine sevgi, şefkat, duâ ve minnettarlık ifâdelerinin fısıldandığı birinci kaptaki suyun kristallerinin tabiî ihtişâmını koruduğunu; üzerine hakâret içeren sözlerin ve “şeytan” lafzının söylendiği suyun kristallerinin ise parçalanmış olduğunu ve bütün estetik husûsiyetlerini kaybederek şekillerinin bozulduğunu görmüştür. Aynı deneyde sular, güzel ve hoş mûsikîye ve rahatsız edici çirkin ritimlere de farklı tepki vermiştir.
Masaru Emoto ulaştığı bu hakîkati te’yîd için benzer bir incelemeyi ayrı kavanozlara konulmuş haşlanmış pirinçler üzerinde de yapmıştır. Birinin içine “teşekkür” diğerinin içine “aptal” yazan kağıtların bırakıldığı kavanozlara bir ay boyunca bu sözler telaffuz edildiğinde birinci kavanozdaki pirinçlerin beyazlığını ve tâzeliğini koruduğunu diğer kavanozdaki pirinçlerin ise karararak kötü kokular neşrettiğini keşfetmiştir. (Safvet Senih, “Su Kristallerinin Sırrı”, Sızıntı, Aralık 2002, sayı 287; M. Akif Deniz, İlk Adım, Şubat, 2003)
323. Kur’ân-ı Kerîm’in üçte birinden fazlası kıssalardan oluşmaktadır. Cenâb-ı Hak, Kur’ân kıssalarının ehemmiyetini bildirerek onlarda beyân edilen hakîkatleri tefekkür etmemizi, gerekli ibretleri almamızı ve bunları kendi hâlimizle mîzân etmemizi emretmektedir. Âyet-i kerîmelerde buyrulur:
“(Rasûlüm!) Biz, bu Kur’ân’ı vahyetmekle Sana kıssaların en güzelini anlatıyoruz…” (Yûsuf, 3)
“…Kıssayı anlat; belki düşünürler.” (el-A’râf, 176)
“And olsun ki Biz, öğüt alsınlar diye bu Kur’ân’da insanlara her türlü misâli verdik.” (ez-Zümer, 27)
324. Buhârî, Cihâd, 196.
325. Verilen bu müjde üzerine Ka’b -radıyallâhu anh- Varlık Nûru Efendimiz’in yanına gelirken, Talha bin Ubeydullâh -radıyallâhu anh- hemen ona doğru koşup musâfaha yapmış ve onu tebrîk etmişti. Ka’b -radıyallâhu anh-, onun bu samîmî davranışını ömrü boyunca unutmamıştır.
326. İbn-i Hişâm, IV, 194; Hâkim, III, 713/6579.
327. İbn-i Hişam, IV, 138, 195.
328. Ahmed, IV, 218.
329. Vâkıdî, III, 965.
330. İbn-i Hişâm, IV, 197; Vâkıdî, III, 967-968.
331. Vâkıdî, III, 968.
332. Ömer -radıyallâhu anh- der ki:
“Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- müslümanları alâkadar eden bir mesele hakkında Ebû Bekir ile gece geç vakitlere kadar konuşurlardı, ben de onlarla berâber olurdum.” (Tirmizî, Salât, 12/169)
333. Ebû Dâvûd, Şehru Ramazân, 9/1393.
334. İbn-i Sa’d, III, 75-76.
335. Kettânî, II, 197.
336. İbn-i Sa’d, I, 144; İbn-i Abdilberr, I, 59.
337. Günümüzde de bâzı bölgelerde, Ay ve Güneş tutulması esnâsında namaz kılmak ve duâ etmek yerine davul çalmak, silâh atmak gibi davranışlar görülmektedir. Bu bid’at ve hurâfeye dayalı bir halk inancı olup İslâm’la hiçbir alâkası yoktur. Yine baykuşun ötüşünü uğursuz sayarak gözyaşı dökmek de aynı yanlış anlayıştan neş’et etmektedir.
338. İbn-i Sa’d, VIII, 38.
339. Aynî, VIII, 54; Diyârbekrî, II, 140-141.
340. Ahmed, III, 402.
341. Bkz. Nesâî, Umre, 5.
342. İbn-i Hişâm, IV, 201; Tirmizî, Hac, 44/871; Vâkıdî, III, 1077.
343. Rekûsiyye: Hristiyanlık ile Sâbiîlik arasında, ikisinin karışımı bir din telâkkîsi.
344. Bkz. Bûtî, s. 434.
345. Buhârî, Hac, 132.
346. Heysemî, III, 237.
347. İbn-i Sa’d, II, 173.
348. Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir kişiyi bile incitmemek için uzaktan istilâm etmiştir. Bu, günümüzde hacca giden müslümanların hassâsiyetle üzerinde durmaları gereken bir husustur. Hacda alınan sevapların mü’minleri incitmek sûretiyle hebâ edilmemesi lâzımdır. Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in tavsiyesine uyarak Kâ’be’ye veya Hacer-i Esved’e yaklaşmak için diğer insanları itip kakmak, onlara ezâ vermek gibi davranışlardan şiddetle sakınılmalıdır.
Hazret-i Ömer -radıyallâhu anh- bir defâsında Hacer-i Esved’e gelerek onu öpmüş ve:
“Biliyorum ki sen bir taşsın, ne faydan ne de zararın olur. Şâyet Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in seni öptüğünü görmeseydim, ben de öpmezdim” demiştir. (Buhârî, Hac, 50; Müslim, Hac, 251)
Ashâbın bu anlayışı, bir işin hikmeti anlaşılamasa dahî Allâh Rasûlü’nü örnek almanın ve O’nun sünnetini tatbîk etmenin lüzûmunu göstermektedir.
349. Vasiyet, mîras âyetinden evvel farz hükmünde idi. Âyetin nüzûlünden sonra bütün haklar belirlendiği için artık vasiyet, farz olmaktan çıkmıştır. Ancak kişi, isterse, malının üçte bir miktârını aşmayan kısmında vasiyette bulunabilir.
350. Kölelik mevzuundaki bir açıklama için bkz. s. 151-154
351. Bkz. Kâmil Mîras, Tecrîd-i Sarîh Tercemesi, IX, 289.
352. Elmalılı, III, 1569.
353. Cemre: Ateş közü, kor, küçük çakıl taşları gibi mânâlara gelir. Burada hacda cemrelerin atıldığı yer mânâsınadır. Bu da büyük cemre, orta cemre ve küçük cemrede, küçük çakıl taşlarını belli zamanda belli yerlerde ve belli sayıda atmayı ifâde eder.
354. Buhârî, Menâkıb, 25; Büyû’, 32.
355. Bugünkü şeytan taşlama vazîfesi maalesef usûlüne uygun olarak, ibâdet vecdi ve duygu derinliği içinde ifâ edilememektedir. Hâlbuki bu ibâdet, İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın şeytanı taşladığı esnâdaki hâlet-i rûhiye ile yapılmalıdır.
356. Bu esnâda Hazret-i Ebû Bekir, Hâlid -radıyallâhu anh-’ın Uhud, Hendek ve Hudeybiye’de yaptıklarını düşünüyor, bir de o anki hâline bakıyor ve hayretler içinde kalıyordu. (İbn-i Sa’d, II, 174)
357. Allâh Rasûlü’nün saç ve sakalıyla teberrük husûsuna canlı bir misâli Hikmet Atan Bey şöyle anlatmaktadır:
“1983 senesinde Oflu Ali Yücel Efendi’den şu hâdiseyi dinlemiştim:
Suluova Merkez Câmii’nde imam ve hatiplik yapıyordum. Civar köyden bir imam efendi bana gelip:
«–Hocam başımdan bir hâdise geçti, bir mâna veremedim.» diyerek şöyle anlattı:
«–Birgün bana, imamlık yaptığım köye yakın bir köyden bâzı kimseler, bir kucak dolusu kitapla gelerek:
“–Hocam, babamız vefât etti. Onun kitapları bize kaldı. Ancak biz de bu kitapları okuyamıyoruz. Sen hocasın, bu kitaplardan ancak sen istifâde edebilirsin, kitapları sana hediye ediyoruz.” dediler.
Kitapları aldım, onları uğurladıktan sonra gürül gürül yanan ocağın başına geçtim ve kitapları incelemeye başladım. İçlerinden, vefât eden hoca efendiye âit mektuplar, zarflar çıktı. Husûsî mektuplar olduğu için toplayıp hepsini ocağa attım. O gürül gürül yanan ocak birdenbire “tısss” diye sönüverdi. Dehşete kapıldım ve korkuyla evden dışarıya kaçtım. Neden sonra korka korka ancak eve girebildim.»
Ali Efendi devâm ediyor:
Ben de o hoca efendiye:
«–O zarfların içinde sakal-ı şerîf vardı.» dedim. Bir zaman sonra o imam efendiyi gördüğümde bana dedi ki:
«–Hocam, o zarfların içinde sakal-ı şerîf olduğunu nereden bildin? Kitapları bana hediye eden kimseler daha sonra geldiler ve:
“–Hocam biz bilememişiz, babamızın kitapları arasındaki zarfların içinde sakal-ı şerîf varmış, onu bize verir misin?” dediler.»”
358. Muhassab, Minâ ile Mekke arasında olup Minâ’ya Mekke’den daha yakın bir yerdir. Kureyş müşrikleri, küfür üzerinde birleşerek Peygamberimiz’e karşı uyguladıkları boykot kararını burada almışlardı. Allâh Rasûlü buraya geldiğinde o günleri hatırlamıştı. (Buhârî, Hac, 45)
359. Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e vahiy geldiğinde, mübârek bedeni fazlasıyla ağırlaşırdı. Meselâ devesinin üzerinde bulunsa, o çökmeye mecbur kalır, ayakta durmak isterse bacakları eğilir, neredeyse kırılacağından endişe edilirdi. (Ahmed, II, 176; VI, 445; İbn-i Sa’d, I, 197)
Zeyd bin Sâbit -radıyallâhu anh- diyor ki:
“Birgün Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in yanında bulunuyordum. Kalabalık sebebiyle, (diz çökmüş olarak oturduğumuzdan) dizi dizimin üzerindeydi. Birden O’na vahiy hâli geldi. Vallâhi, Rasûlullâh -aleyhisselâm-’ın dizinden daha ağır bir şey görmedim. Neredeyse dizim ezilecek sandım.” (Ahmed, V, 190-191)
360. Bkz. Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ, c. 2, s. 419.
361. Bu münâsebetle İmam Kastallânî şöyle der:
“Âlemlerin Rabbi olan Allâh Teâlâ’nın Habîbi, peygamberlerin en yücesi, geçmiş ve gelecek kusurları bağışlanmış bulunan Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- böyle düşünürse, üzerlerinde müslümanların kanları ve kendilerine harâm olan malları bulunduğu hâlde Allâh’a kavuşanların hâlleri nasıl olur, bir düşün!” (Kastallânî, II, 480-481)
362. İbn-i Sa’d, II, 272; İbn-i Kesîr, el-Bidâye, V, 231.
363. Buhârî, Meğâzî, 83.
364. Kadı Iyâz; “Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in kabrinin bulunduğu yerin, yeryüzünün en fazîletli mekânı olduğunda ihtilâf yoktur.” der. (Şifâ, II, 96)
İmam Bûsirî ise duygularını şöyle ifâde eder:
“Can ve cihân sultânı Peygamber Efendimiz’in mübârek cismini bağrında saklayan toprak kadar güzel kokan hiçbir koku yoktur. Ne saadetli ve devletlidir o kimse ki, o mübârek toprağı koklayıp öpmüştür.” (Kasîde-i Bürde, Beyt no: 58)
365. Muvatta, Cenâiz, 27; Ahmed, VI, 267.
366. Bkz. Âl-i İmrân, 81.
367. Buhârî, Teheccüd, 33; Savm, 60; Müslim, Müsâfirîn, 85; İbn-i Mâce, Sadakât, 10; Darimî, Savm, 38; Ahmed, V, 159; İbn-i Sa’d, IV, 229.
368. Bu hakikati kavrayan batılı mütefekkir Bernard Shaw, şöyle der:
“Problemlerin üst üste yığıldığı çağımızda, bütün problemleri gâyet rahat ve kolayca çözen Hazret-i Muhammed’e muhtâcız.”