CİHADIN ANLAMI VE ÖNEMİ
Arapça’da ‘güç ve gayret sarf etmek, bir iş başarmak için elinden gelen bütün imkânları kullanmak’ anlamındaki ‘cehd’ kökünden türeyen cihad kelimesi, İslâmî literatürde ‘dinî emirleri öğrenip ona göre yaşamak ve başkalarına öğretmek, iyiliği emredip kötülükten sakındırmaya çalışmak, İslâm’ı tebliğ, nefse ve dış düşmanlara karşı mücadele vermek’ şeklindeki genel ve kapsamlı anlamı yanında fıkıh terimi olarak daha çok Müslüman olmayanlarla savaş, tasavvufta ise ‘nefs-i emmare’yi (kötülüğü şiddetle emreden nefsi) yenme çabası için kullanılmıştır. [1]
İşte bu tanımlara göre, Müslümanların yeryüzünde hak ve adaletin hakim olması, zulüm ve haksızlıkların ortadan kaldırılması için yaptıkları kararlı ve bilinçli çabalarının mal ve bedenle yapılanına ‘cihad’, manevî olanına ‘mücahede’, fıkıh ve İslâmî ilimlerde yapılanına da ‘ictihad’ denilir.
Cihad, Kur’an-ı Kerim’de isim olarak dört, bundan türeyen fiil şeklinde yirmi dört yerde geçmektedir. ‘Cihad eden’ anlamındaki ‘mücahid’ kelimesi ise iki âyette zikredilmiştir. Bu âyetlerin bir kısmında cihad kelimesinden doğrudan savaşın kastedildiği anlaşılmakta, bir kısmında da cihad ‘Allah (c.c.)’ın rızasına uygun bir şekilde yaşama çabası’ şeklinde özetlenebilecek olan genel anlamıyla geçmektedir. Cihadla ilgili birçok hadis-i şerif bize kadar rivayet edilmiş olup bunlar bazı müstakil eserlere konu olduğu gibi büyük hadis kitaplarında da ‘kitâbü’l-cihad’ veya ‘fezâilü’l-cihad’ başlıkları altında toplanmıştır.
Genel anlamda cihaddan ve faziletinden bahseden hadis-i şerifler yanında kime karşı ve nasıl cihad yapılacağına dair çok sayıda hadis-i şerif vardır:
“Mücahid nefsiyle cihad edendir” [2]
“Mümin kılıcı ve diliyle cihad eder” [3]
“Müşriklere karşı mallarınız, nefisleriniz ve dillerinizle cihad edin.” [4] “Cihadın en faziletlisi zalim sultanın yanında hakkı söylemektir.” [5]
Mealindeki hadislerle Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, ümmetin içinde yapmayacakları şeyleri söyleyen ve emir olundukları şeyleri yapmayan nesiller ortaya çıkacağını haber vererek, “Kim onlarla eliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla diliyle cihad ederse o mümindir, kim onlarla kalbiyle cihad ederse o mümindir.” [6] Demesi, savaşa çıkmakta olan İslâm ordusuna katılmak için gelen birine annesinin ve babasının hayatta olup olmadığını sorarak hayatta olduklarını öğrenmesi üzerine, “O halde onlara hizmet yolunda nefsinle cihad et!” [7] Buyurması ve Hz. Âişe (r.a.)’nin, ‘Ey Allah (c.c.)’ın Rasûlü! Görüyoruz ki cihad amellerin en faziletlisidir; öyleyse biz de cihad etmeli değil miyiz?’ diye sorması üzerine, “Sizin için cihadın en faziletlisi makbul hacdır.” [8] Şeklinde cevap vermesi, cihadın gerek kapsamını gerekse yöntemlerini göstermesi bakımından önemlidir.
Buna göre cihad, hayatın gayesi olarak Allah (c.c.)’a kulluk etmek, Allah (c.c.) ve Rasûlü’nün koyduğu ölçülerin fert ve toplum hayatına uygulanmasına çalışmaktan İslâm’ı diğer insanlara tebliğe, İslâm ülkesini ve Müslümanları her türlü tehlike ve saldırılara karşı savunma ve bu konuda gerektiğinde savaşmaya kadar kapsamlı bir anlam taşımakta: kalp, dil, el ve silâh gibi beşerî aksiyonun ortaya konulduğu her vasıta ile yapılabilmektedir. Kitabımızın ‘Cihadın Çeşitleri’ bölümünde daha detaylı olarak bunun üzerinde durulmuştur.
İslâm hukukçuları, ilgili âyet ve hadislerden hareketle cihadı bu en geniş anlamıyla ele alıp yorumlamaları ve nefse, şeytana, fasıklara ve inanmayanlara karşı olmak üzere kısımlara ayırmaları yanında genel olarak ‘gayr-i Müslimlerle savaş’ şeklindeki özel manasını ön plana çıkararak ‘Allah yolunda can, mal, dil ve diğer vasıtalarla savaşta elden gelen güç ve gayreti sarf etmek’ şeklinde tarif etmişlerdir.
Barış ve sükûn şartlarında cihadın ‘farz-ı kifaye’, umumî seferberliği (nefîr-i âm) gerektiren bir tehlike ve saldırı halinde ise ‘farz-ı ayın’ olduğu konusunda Müslüman hukukçular görüş birliği içindedirler. Ancak Şîa’dan Ca’feriye mezhebine göre İslâm’ı tebliğ için düşman ülkesine yönelik olarak yapılan cihad, ancak masum İmam’ın veya onun özellikle bu konuda yetkili kıldığı naibinin iznine bağlıdır. Gaybet zamanında bu anlamda cihad söz konusu değildir. Düşmanın İslâm ülkesine saldırması halinde ise herhangi bir izne bağlı olmaksızın karşı konulur. Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.v.)’in bir savaş dönüşünde söylediği belirtilen ve daha çok tasavvuf ehlince önem atfedilen, “Küçük cihaddan (savaş) büyük cihada (nefisle mücahede) döndük.” sözünün zayıf hadis olduğu ileri sürülmekle birlikte İbn Kayyim el-Cevziyye, “Mücahid nefsiyle cihad edendir.” [9] Mealindeki hadis-i şerife dayanarak kulun nefsiyle olan cihadının dış düşmanlara karşı gerçekleştirilen cihada oranla asıl olduğunu, Allah (c.c.)’ın emirlerine uyma konusunda nefsiyle cihad edemeyen kimsenin düşmanla cihad edemeyeceğini belirtir. [10]
Bu kapsam genişliğine rağmen İslâm hukukçularının daha çok ‘Müslüman olmayanlarla savaş’ anlamındaki cihada ağırlık vermeleri, bu tür cihadın hukukî bir nitelik arz etmesi ve birtakım hukukî sonuçlar doğurması sebebiyledir. Nitekim fıkıh kitaplarında, başta savaş ve barış münasebetleri olmak üzere devletler hukukuyla ilgili konuların ele alındığı bölümler ‘kitabü’l-cihad’ (veya kitabü’s-siyer) şeklinde adlandırılmıştır. Bunun yanında nefisle mücahede şeklindeki cihadla daha çok tasavvuf ehli ilgilenmiştir. Bu sebeple cihadın savaştan ibaret olduğunu düşünmek gerçeği yansıtmadığı gibi cihada yalnız savaş anlamının verilmesi, Kur’an ve Sünnet’te ifade edilen anlam ve kapsamı bakımından eksik ve yanlış sayılır. Yukarıda işaret edilen hadisler yanında, kâfirlere boyun eğmeyip kendilerine karşı Kur’an-ı Kerim ile güçlü bir cihadın yapılmasını emreden âyet ile [11] Allah (c.c.)’ın rızasını elde etmek için cihad edenlere O’na ulaştıracak yolların gösterileceğini vaad eden âyette [12] cihad kelimesinin silahlı savaş anlamına gelmediği açıktır. Ayrıca münafıklarla savaşı gerektiren herhangi bir hükmün bulunmamasını ve fiilen de onlara karşı hiçbir zaman savaşa başvurulmamasını göz önüne alan müfessirler, “Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et!’ [13] Mealindeki âyette geçen cihadın hem kâfirlere karşı gerektiğinde savaş yapmayı, hem de münafıklara karşı kendilerini İslâm’a kazanmak için delil ortaya koyma, sertlik gösterme, onları azarlama gibi silâhlı savaş dışında bazı yollara başvurmayı ifade ettiğini bildirmişlerdir. Esasen Kur’an-ı Kerim’de, ‘iki grup arasında meydana gelen silâhlı çatışma’ anlamındaki savaş karşılığında ‘harp’ [14] ve ‘kıtal’ kelimeleriyle bunların türevleri kullanılmıştır. [15]
Müslüman hukukçular, genel olarak cihadın anlamı ve hükmü yanında kâfirlere karşı cihadın hukuken meşru olmasının sebepleri üzerinde de etraflıca durmuşlardır. Konunun ele alındığı Batı kaynaklarının hemen hepsinde cihadın, bütün dünya Müslüman oluncaya veya İslâm hâkimiyetine boyun eğinceye kadar Müslüman olmayanlarla savaşmayı ifade ettiği ileri sürülmüştür. Fakihlerin bazı ifadelerinden hareketle bu iddiayı ileri süren Batılı araştırmacılardan hiçbirinin İslâm’da savaşın meşruluğu ile ilgili olarak İslâm hukuk literatüründe ortaya konan görüşlere yer vermemesi ve bunlara ait tartışmaları görmezlikten gelmeleri dikkat çekicidir. İslâm hukukçuları, Kur’an ve Sünnet’te belirtilen esaslara göre gerek savaş öncesi ve savaş esnasında, gerekse sonrasında uyulması gereken kuralları kendi zamanlarındaki şartlar çerçevesinde en ince ayrıntılarına kadar inceleyip tespit ettikleri gibi harbin meşruluğu meselesini de tartışmışlardır. Hanefîler ile birlikte Hanbelî ve Mâlikî mezheplerine mensup hukukçuların oluşturduğu çoğunluğa göre İslâm’da savaşın sebebi, inanmayanların Müslümanlara savaş açmaları ve saldırgan olmalarıdır. Şâfiî mezhebi ise onların kâfir olmalarını başlı başına bir savaş sebebi saymışlar, Zahirîlerle bazı Hanbelî ve Mâlikî hukukçuları da bu görüşü benimsemişlerdir. Buna göre İslâm hukukçularının çoğunluğu, savaşın meşruiyet sebebinin düşmanın tecavüzü olduğunu, Müslümanlara karşı savaşmayanlarla savaşmanın ve sadece Müslümanlığı benimsemediği için bir insanı öldürmenin caiz olmadığını belirtmiştir.[16]
Şâfiî âlimleri ve onları destekleyen bazı fakihlere göre Müslümanlardan veya antlaşmalı kimselerden başkası kalmayıncaya kadar mümkün oldukça savaşın sürdürülmesi gereklidir. Bu hukukçuların dayandığı başlıca deliller şunlardır:
“Haram aylar çıktığı zaman artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayın, hapsedin, bütün geçit yerlerini tutun!” [17] Mealindeki âyet Müslüman olmayanlarla savaşmayı, herhangi bir tecavüze karşılık verme şartına bağlamaksızın mutlak şekilde emretmekte ve harp sebebinin onların kâfir olduğunu göstermektedir. Bu görüşü benimsemiş olanlar, Müslümanlara kendileriyle savaşanlarla savaşmalarını emreden Bakara sûresi, 2/190. ayetin harbi mutlak olarak emreden âyetlerle nesh edildiğini ileri sürerler. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in, “İnsanlarla, ‘Allah (c.c.)’tan başka ilâh yoktur’ demelerine kadar savaşmakla emir olundum.” [18] Mealindeki hadisi de gayr-i Müslimlerle savaş sebebinin onların küfrü olduğunu göstermektedir. Çünkü burada ancak onların Müslüman olmaları ile savaştan vazgeçileceği belirtilmiştir.
Küfür (kâfir olmak), bir insan için en büyük suç ve aynı zamanda ‘münker’in en kötüsüdür. Bu sebeple onun devam etmesine izin vermek caiz değildir. Zira ‘mefsedet’in yani fitne ve anarşi unsurlarının ortadan kaldırılması vaciptir. Allah (c.c.)’ı inkâr ise mefsedetin en büyüğüdür. Savaşın mubah olmasını, inanmayanların Müslümanlara karşı harp açmalarına, düşmanlık ve tecavüzde bulunmalarına bağlayan Hanefî hukukçularının dayandıkları deliller de şunlardır:
1.“Müşrikler sizinle nasıl topyekûn savaşıyorlarsa siz de onlarla topyekûn savaşın.” [19]
“Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [20] Mealindeki âyetlerin ilkinde İbnü’l-Hümâm’a göre müşriklere karşı girişilen savaş onların Müslümanlara savaş açmaları sebebine dayandırılmış, ikincisinde ise savaş, gayr-i Müslimlerin güç ve hâkimiyetlerini zayıflatarak Müslümanları dinleri hususunda fitneye düşürmelerine engel olmak maksadıyla emredilmiştir. [21] Esasen savaşı ilk emreden, “Size savaş açanlarla Allah (c.c.) yolunda siz de savaşın, ancak aşırı gitmeyin, çünkü Allah (c.c.) aşırı gidenleri sevmez.” [22] Mealindeki âyet de savaş sebebinin yine savaş olduğunu göstermektedir.
2. Hz. Peygamber (s.a.v.) savaş sırasında bir kadının öldürülmüş olduğunu görünce, “Bu kadın savaşmıyordu!” Diyerek hoşnutsuzluğunu ifade etmiş, öncü birliklerin başında bulunan Halid b. Velid’e haber göndererek kadın ve çocukların öldürülmemesini emretmiştir. [23] Bu olay, yalnız kâfirlerin kötülüklerini ve Müslümanlar üzerindeki her türlü olumsuz tesirlerini önlemek için savaşılacağını gösterir. [24] Eğer savaşın sebebi küfür olsaydı kâfir kadınların da öldürülmesi gerekirdi. Kadın fiilen savaşmadığı için öldürülmesinin haram olduğu anlaşılmaktadır. Bunun gibi, dinden dönen kadının öldürülmemesiyle ilgili hüküm de kadının muharip sayılmamasıyla izah edilmiştir. [25] Aynı sebebe bağlı olarak savaşta çocuk, yaşlı, kör ve hastalarla din adamları ve çiftçiler gibi savaşamayan veya fiilen muharip olmayanların da öldürülmeyeceği hükme bağlanmıştır.
3. Kalple ilgili bir durum olan inanmamanın zararı başkasına dokunmadığı için cezasının da dünyada değil âhirette verilmesi gerekir. Ancak inanmayan kimse müminlere savaş açtığı takdirde küfrünün zararı suçsuz insanlara dokunmuş olacağından kendisine karşılık vermek vacip olur. [26]
4. “Fitne kalmayıncaya ve din de yalnız Allah (c.c.)’ın oluncaya kadar onlarla savaşın. Vazgeçerlerse artık zulmedenlerden başkasına hiçbir düşmanlık yoktur.” [27] Mealindeki âyet, savaşın meşru kılınmasındaki maksadın kulların Allah (c.c.) tarafından imtihan edilmeleri değil; düşmanın şerrini Müslümanlardan defetmeleri olduğunu göstermektedir. Buna göre savaş, ilâhî teklife muhatap ve onu yüklenmeye uygun bulunan insanın yok olmasına veya bünyesinin tahrip edilmesine yol açtığından İslâm hukukunda ‘li-aynihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinden güzel’ değil; ‘li-gayrihî hasen’ yani ‘kendi özelliğinin dışındaki durumlardan, sonuçlardan dolayı güzel’ kabul edilmiş, düşmanın üstünlük ve mukavemetini kırmak, bu suretle şerrini defetmek için meşru kılınmıştır.
Savaşın meşruluğuyla ilgili bu iki farklı görüşü savunanlardan harp sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçuların delil gösterdiği âyetler, gayr-i Müslimlerle girişilen savaş sırasında veya bunu sonuçlandırmak için takip edilecek hususları açıklamakta, savaşın niçin yapıldığını değil nasıl yapılacağını göstermektedir. İlk nazil olan âyetlerde savaşın meşru sayılmasının sebebinin kâfirlerin saldırı ve zulümleri olduğu açıkça belirtilmiştir. [28] Son âyetlerde ise sebebi bir kere daha tekrar etmeye gerek görülmeyip savaşta uygulanacak stratejiden söz edilmektedir. Bu âyetlerin ilk nazil olan âyetleri nesh ettiği yolundaki iddianın ilmî bir dayanağı yoktur. Söz konusu âyetlerin uygulama alan ve şartları farklı olup aralarında çelişki bulunmadığı gibi ilk âyetlerde tecavüze karşı savaşmanın vacip olduğu belirtildiğinden bu tür âyetlerin nesh edilmiş olduğunu söylemek de mümkün değildir.
Küfrün savaş sebebi olduğunu savunanların delil olarak gösterdikleri hadis-i şerifte geçen ‘insanlar’dan maksat özellikle Arap müşrikleridir. Çünkü Arap olmayan müşriklerle Ehl-i kitabın tabi olduğu hükümler bu hadiste belirtilenden farklıdır. Ehl-i kitap’la yapılan savaş onların cizye vermesiyle sona erer, Müslüman olmaları şart değildir. [29] Arap müşrikleri ise baştan beri İslâm’a ve Müslümanlara karşı düşmanlık ve tecavüzlerini sürdürdükleri, yapılan antlaşmaları her defasında bozdukları için bunlarla Müslüman oluncaya kadar savaşılması emredilmiştir.
İslâmiyet, dinin kabul edilmesi noktasında insanlara baskı yapılmasını kesinlikle yasaklamış, zor ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu hükme bağlamıştır. Kin ve nefrete yol açan savaşı bir tebliğ vasıtası olarak düşünmek mümkün değildir. Ayrıca inanmayan kimselerin hayatlarının sonuna kadar her an iman etmeleri ihtimali vardır. İmana gelmeleri için onlarla savaşmak, savaş sırasında öldürülenler için bu imkânı ortadan kaldırmaktadır. Şu halde Müslümanlara silâhlı saldırıda bulunmayan gayr-i Müslimlere karşı öncelikle yapılması gereken şey onlarla savaşmak değil öncelikle barışçı davet ve tebliğ yollarına başvurmaktır.
Savaş sebebinin küfür olduğunu ileri süren hukukçular bu hükme varırken kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlardan, Müslümanların devamlı olarak kâfirlerin tecavüzlerine uğramış olması gerçeğinden etkilenmiş olmalıdırlar. Gayr-i Müslimlerin Müslümanlara karşı savaş açmalarını cihadın sebebi sayan Hanefî hukukçuların aynı zamanda cihadın farz-ı kifaye olduğunu, gayr-i Müslimler kendileriyle bilfiil savaşmasalar bile onlarla savaşmanın Müslümanlar için bir vecibe teşkil ettiğini belirtmeleri [30]; bir çelişki olmayıp kendi zamanlarında Müslümanlarla gayr-i Müslimler arasında sürekli savaş halinin mevcut olduğunu, düşmanın güçlenmesini ve saldırılarını önlemek için karşı saldırıların sürdürüldüğünü gösterir. Aynı ifadeleri eserinde kaydeden Serahsî’nin buna karşılık bir yerde, ‘Küfrün fitnesini ve kâfirlerin şerrini Müslümanlardan defetmek için savaşılır’ [31]; bir başka yerde de, ‘Cihaddan maksat Müslümanların emniyet içinde olmaları, din ve dünya işlerini yürütmeye imkân bulmalarıdır’ [32] demesi bunun açık delillerinden biridir. Nitekim Debûsî Ehl-i kitap’la savaşı emreden âyeti [33] yorumlarken bu savaşın gayesini onların Müslümanlarla barış içinde yaşamalarını sağlamak şeklinde izah etmiş, diğer bazı Hanefî âlimleri de gayr-i Müslimlerle cizye karşılığında yapılan antlaşmadan (zimmet akdi) güdülen gayenin Müslümanlara karşı açılan savaşın şerrini defetmek, düşmanın savaşı terk ederek Müslümanlarla barış içine girmesini sağlamak olduğunu söylemişlerdir. [34]
Bütün bunlardan, Müslüman hukukçuların kendi zamanlarındaki milletlerarası şartlar çerçevesinde gayr-i Müslim dünyaya karşı tam bir güvensizlik duydukları anlaşılmaktadır. Birçok âyette de işaret edildiği gibi, gerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’in sağlığında gerekse sonraki devirler boyunca Müslümanların mâruz kaldıkları düşmanlık ve saldırılar bu güvensizliğin temelini teşkil etmiş, İslâm dünyası ile gayr-i Müslim dünya arasındaki ilişkilerin düzenlenmesinde büyük ölçüde bu tarihî tecrübe rol oynamıştır. Bu hususu göz önüne almadan Müslümanların inanmayanlara karşı tutumunu ve bazı hukukçuların cihada dair bir kısım âyetlerle ilgili aşırı sayılabilecek nesih iddiaları ve yorumlarını sağlıklı bir şekilde değerlendirmek mümkün değildir. İslâm hukukçularının, gayr-i Müslimlerle ilişkiler konusunda hüküm verirken içinde bulundukları tarihî ve siyasî şartlar Batılı araştırmacılar tarafından dikkate alınmadığı gibi bu araştırmacılar hemen hemen bütün güçlü ülkelerin birbirleriyle çatışma halinde olduğu Ortaçağ boyunca devletler arasında hüküm süren ilişki biçimini de yalnız Müslümanların eseri olarak göstermeye çalışmışlardır. Gerçekte özellikle Hanefîler’in cihada dair görüşleri milletlerarası ilişkilerde barışı ve devletlerin eşitliğini esas almakla birlikte mevcut şartlar bu anlayışın gelişip yerleşmesine imkân vermemiştir. Cihadın meşrû oluşuyla ilgili olarak teoride birbirinden farklı görüşler ileri sürmelerine rağmen Hanefî ve Şafiî kaynaklarında benzer görüş ve ifadelerin yer alması, tamamen pratikteki şartların aynı ilişki biçimini gerektirmiş olmasıyla izah edilebilir. Bir başka ifadeyle cihadın meşruluğu konusunda nazarî olarak bir grup küfrü, bir grup da Müslümanlara savaş açılmasını esas almakla birlikte özellikle kilisenin etkisiyle daima canlı tutulan düşmanlık ve saldırılardan kaynaklanan şartlar, uygulamada hem Şâfiîler’in hem de Hanefîler’in aynı ilişki biçiminde karar kılmalarına yol açmıştır.
Tarih boyunca Müslüman devletlerin gayr-i Müslim ülkelerle yaptıkları savaşlarda her biri ayrı ayrı ele alınmak durumunda olan tarihî, siyasî, dinî birtakım sebepler bulunmakla birlikte, İslâm’ı tebliğ için girişilen fetih hareketleri de söz konusu ülkelerdeki insanları zorla İslâm’a sokmak amacıyla değil ferdî planda tebliğ imkânının bulunmadığı bu ülkeleri herkesin dilediği inancı serbestçe seçebileceği şekilde tebliğe açmak gayesiyle yapılmıştır. Nitekim İslâm’da meşru kabul edilen savaş için cihad kelimesi kullanıldığı gibi bu hareketleri istilâ ve sömürü savaşlarından ayırmak için de özellikle ‘fetih’ (açmak) tabiri kullanılmıştır.
Batılı araştırmacıların, cihadın meşruluğunu yalnızca küfür sebebine bağlayan bazı ulemâya ait görüş ve sözleri ele alarak genellemede bulunmaları ve bu ifadeleri maksatlarını aşacak şekilde yorumlarken gayr-i Müslim ülkelerin tarih boyunca Müslümanlara karşı sergilediği saldırgan tavır konusunda sessizliği tercih etmeleri ibret vericidir. Halbuki Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanlara karşı düşmanlık beslemeyen gayr-i Müslimlerle iyi ilişkiler kurma yönündeki açık tavsiyelerine [35] ve İslâm tarihi boyunca gayr-i Müslimlerin İslâm ülkelerinde güven içinde yaşamış olmalarına karşılık Hıristiyan âlemi asırlar boyunca papalığın da etkisiyle İslâm dünyasıyla düşmanca ilişkiler içinde bulunmuştur. Bütün Hıristiyan Batı dünyasının katıldığı Haçlı seferleri ve bunun İslâm dünyasında yol açtığı yıkımlar yanında Sicilya ve Endülüs’te insanlığın en ihtişamlı medeniyetlerinden birini kurmuş olan bir devleti ve milleti kökünden yok edecek ölçüdeki Müslüman kıyımını doğuran bu düşmanlığın günümüz şartları, metotları ve vasıtalarıyla halen sürdürüldüğü yönünde hemen bütün Müslüman milletlerde genel bir kaygı vardır. Bugün 21. Asra girerken Bosna-Hersek, Afganistan, Hindistan, Irak, Doğu Türkistan, Filistin’de ve dünyanın diğer birçok yerinde Müslümanların mal, can, namus, kitaplar, devlet arşivleri, tarihî eserler ve dinî kurumlar gibi bütün değerlerine karşı sürdürülen tecavüzler, tarihte olduğu gibi günümüzde de Müslüman milletlerin onlarla ilgili kaygı ve kuşkularını haklı gösterecek niteliktedir. Ayrıca son birkaç asırdan beri Batı’nın İslâm dünyasına yönelik sömürgeci politikaları ve bunun doğurduğu sonuçlar, tarih boyunca İslâm dünyasında yaşayan gayr-i Müslimlere can ve mal güvenliği sağlamanın da ötesinde dinî ve millî kimliklerini koruma konusunda tanınan imkân ve hoşgörü ile karşılaştırıldığında, iki din ve medeniyetten (İslâm-Hıristiyanlık) hangisinin diğer din mensuplarına karşı daha saygılı ve müsamahalı davrandığını açık bir biçimde görmek mümkündür.
Cihad, Allah (c.c.)’a iyi bir kul olmak ve O’nun rızasını kazanmak için İslâm esaslarını öğrenme, öğretme, bireysel ve toplumsal alanda yaşama, yaşanmasına çalışma, İslâm’ı tebliğ ve bu hususlarda içte ve dışta karşılaşacağı engelleri aşma konusunda olunması gereken şuurlu ve sürekli gayret ve aksiyon halini ifade eder. “Bizim (rızamıza ulaşmak için) uğrumuzda cihad edenlere elbette (bize ulaştıracak) yollarımızı göstereceğiz.” ve “Allah (c.c.) uğrunda (Allah (c.c.)’ın rızasına ulaşmak uğrunda) hakkıyla cihad edin!” mealindeki âyetler cihadın bu kapsamlı anlamını içermektedir.
Müslümanların bütün hayat ve faaliyetinin Allah (c.c.) rızasını kazanmaya yönelik olması gerektiği ve bu anlamdaki bütün gayretler cihad kavramı içinde mütalaa edildiğinden Allah (c.c.) rızasına ulaşmak için başvurulan bir savaş da cihad sayılır. Esasen istilâ, sömürü ve tecavüz için yapılan savaşları tanımayan İslâm dini [36] savaşa ancak Müslümanların can ve mal güvenliğini sağlamak, hak ve hürriyetlerini korumak, İslâm’a ve İslâm ülkelerine yönelik saldırıları önlemek amacıyla başvurulacağını hükme bağlamış ve meşru gördüğü bu savaşı diğerlerinden ayırmak için de ona cihad adını vermiştir. Bunun yanında Kur’an-ı Kerim’in, Müslümanların sadece en güzel şekilde tebliğ yapmakla mükellef olduklarını [37] birine dini kabul ettirmek için baskı yapılamayacağını ve baskı altında gerçekleşecek imanın geçersiz olduğunu açıkça belirten hükümlerini [38] göz ardı ederek cihadı gayr-i Müslimleri zorla Müslüman yapmanın bir vasıtası olarak takdim etmek ve “Ey insanlar! Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyin, Allah (c.c.)’tan afiyet (esenlik ve barış) dileyin. Fakat düşmanla karşılaşınca da sabredin ve bilin ki cennet kılıçların gölgesi altındadır.” [39] Diyen rahmet peygamberini dünyaya savaş ilân etmiş gibi göstermek ilmî gerçekler yanında ahlâkî ölçülerle de bağdaşmaz. [40]
Batılı araştırmacıların cihadın anlam ve mahiyetiyle ilgili olarak gerçeği yansıtmayan görüşleri yanında cihadı ‘mukaddes savaş’ (holy war, guerre sainte) şeklinde tercüme etmeleri de doğru değildir. Cihad kelimesi her zaman savaş anlamını ifade etmediği gibi pratikte savaşın mukaddes sayılması da hayat anlayışından kaynaklanmaktadır. Müslüman Batı hayat anlayışına göre mukaddes sayılabilecek belki tek şey olan ibadeti bile gösteriş veya maddî menfaat maksadıyla yapar da Allah (c.c.)’ın rızasını gözetmezse dince makbul sayılan bir iş yapmış olmaz, hatta bu durum onu şirke kadar götürebilir. Buna karşılık onlarca mukaddes sayılmayan yeme, içme gibi tabii şeyleri, ilâhî bir emanet olan hayatın sürdürülmesi, sağlığın korunması ve dolayısıyla yaratanın rızasına vesile olacak davranışlarda bulunmak amacıyla yaparsa bu bir ibadet olur. Savaş da böyledir ve yalnız Allah (c.c.) rızası için yapılır. İslâm’ın bu hayat anlayışı Kur’an-ı Kerim’de, “De ki, şüphesiz benim namazım da ibadetlerim de hayatım da ölümüm de âlemlerin rabbi Allah (c.c.) içindir.” [41] Şeklinde dile getirildiği gibi bir başka âyette de, “İman edenler Allah (c.c.) yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise şeytanın (tağut) yolunda savaşırlar.” [42] Denilmiştir.
[1] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[2] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-Cihad, 2.
[5] Ebû Dâvûd, Melâhim, 17; Tirmizî, Fiten, 13.
[7] Buharî, Cihad, 138; Müslim, Birr, 5.
[9] Tirmizî, Fezâ’ilü’l-cihad, 2.
[11] Furkan sûresi, 25/52.
[12] Ankebût sûresi, 29/69.
[14] Mâide sûresi, 5/64; Enfâl sûresi, 8/57; Muhammed sûresi, 47/4.
[15] Bakara sûresi, 2/190-191, 193; Nisa sûresi, 4/74-76; Tevbe sûresi, 9/12-13.
[16] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[18] Buhârî, İman, 18; Ebû Davud, Cihad, 104.
[20] Bakara sûresi, 2/193.
[21] Fethu’l-Kadir, V, 189.
[22] Bakara sûresi, 2/190.
[23] İbn Mâce, Cihad, 30; Hâkim, 11, 122; Beyhaki, IX, 91.
[24] Mebsût, Serahsî, 10/5.
[25] Radıyyüddin es-Serahsî.
[26] Mebsût, Serahsî, 381; Kâsânî, IV, 3; Zeylaî, VI, 104.
[27] Bakara sûresi, 2/193.
[28] Hac sûresi, 22/39-40; Bakara sûresi, 2/190; Nisâ sûresi, 4/75; Tevbe sûresi, 9/13.
[30] İbnü’l-Hümâm, V, 193; İbn Âbidîn, IV, 123.
[31] Mebsût, Serahsî, X, 2-3, 5.
[32] Mebsût, Serahsî, X, 3.
[34] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[35] Ankebût sûresi, 29/46; Mümtehine sûresi, 60/8-9.
[36] Bakara sûresi, 2/205; Nisa sûresi, 4/94; Kasas sûresi, 28/83; Şûrâ sûresi, 42/41-42.
[37] Mâide sûresi, 5/67; Nahl sûresi, 16/125; Ankebût sûresi, 29/46.
[38] Bakara sûresi, 2/256; Yûnus sûresi, 10/99; Kehf sûresi, 18/29; Hucurât sûresi, 49/14.
[39] Buharî, Cihad, 112, 156; Müslim, Cihad, 19-20; Ebû Davûd, Cihad, 89.
[40] Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
[41] En’âm sûresi, 6/162.
.
KUR’AN-I KERİM’DE CİHAD’A VERİLEN ÖNEM
Hz Peygamber (s.a.v.)’in yirmi üç senelik asr-ı saadet döneminde cihad konusunda gelen ayet-i kerimelerin bir kısmını sıralamak istiyoruz: Kuşkusuz ayet-i kerimelerin her birisinin ‘sebeb-i nüzûlü’ yani indiriliş nedeni farklı olsa da konu esas itibariyle aynıdır. Konu, ‘i’lây-ı kelimetullah’ yani Allah (c.c.)’ın adının yüceltilmesi ve Hakk’ın hâkimiyeti için mal, can ve dil ile ve bütün gücüyle çalışmak yani cihad etmektir.
Kur’an-ı Kerim’de Allah yolunda cihad edilmesi konusunda değişik zamanlarda gelmiş çok sayıda ayet-i kerime vardır. Bu ayetler, gerek Peygamber (s.a.v.)’in hayatında ve gerekse O’ndan sonraki dönemlerde Müslümanların hareket ve güç kaynağı olmuştur. Cihad ayetlerinin bir kısmını kısa açıklamalarıyla şöyle sıralamak mümkündür:
“Eğer annen baban seni, (gerçekliği) hakkında hiçbir bilgin olmayan bir şeyi bana ortak koşman için zorlarlarda (bu hususta) onlara itaat etme!” [43]
“Kim, cihad ederse ancak kendi yararına cihad eder. Allah Teâlâ, âlemlerden zengindir. (Kimsenin cihadına muhtaç değildir. İnsanların cihad ve ibadetleri kendi menfaatleri içindir.)” [44]
“Allah Teâlâ uğrunda O’na yakışır biçimde cihad ediniz.” [45]
Cihad, asr-ı saadetteki dönemlere göre incelenmesi halinde daha iyi anlaşılır:
İlk Peygamberlik yıllarında ve genelde bütün Mekkî âyetlerde cihad ‘ebedî mutluluğu sağlayacak olan tevhid dinini yaşamak ve yaymak için bütün çabayı harcamak’ anlamında kullanılmıştır. Mekke döneminin ortalarına doğru indiği tahmin edilen ‘Furkan’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kendisine gelen vahye dayanarak büyük cihad etmesi emir edilmektedir: “Onunla büyük bir cihad et!” [46]
Bu âyette Peygamber (s.a.v.)’e, silahla değil, fakat Kur’an ile cihad etmesi emredilmiştir ki bu, ilim ve dil ile yapılan cihaddır. Âyette kâfirlerin sözlerine aldırmaması, gerçekleri açık açık anlatan Kur’an’a dayanarak var gücüyle insanları Hakk’a çağırması için çaba harcaması emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.)’in, kâfirlerin itirazlarına ve engellemelerine aldırış etmeden gece ibadetlerini sürdürmesi, tertil ile (düşüne düşüne) Kur’an okuması ve müşriklerin yalanlamalarına, sözlü saldırılarına sabır ile karşılık vermesi dil ve ilim ile yapılan en büyük cihaddır. Çünkü Mekke’de Müslümanlar kıtal (savaş) yapacak sayı ve imkâna sahip değillerdi. Onun için Mekke’de inen âyetlerde Allah Teâlâ için cihad öğütlenmiş ve emredilmiştir:
“Ama biz(im uğrumuz)’da cihad edenleri biz, elbette yollarımıza iletiriz. Muhakkak ki Allah Teâlâ, iyilik edenlerle beraberdir.” [47]
Bu âyette Allah Teâlâ’nın, kendi uğrunda cihad edenleri, kendisine varan yollara ileteceği ve kendisinin, güzel davrananlarla beraber olduğu vurgulanıyor. Bundan iki sûre sonra inen ‘Hac’ sûresinde ise Müslümanlara, Allah Teâlâ uğrunda O’na yaraşır biçimde cihad etmeleri emrediliyor. “O’nun uğrunda, O’na yaraşır biçimde cihad ediniz.” ifadesi, Mekke’de Müslümanlar için şartların iyice ağırlaştığını gösterir. Müslümanların gittikçe artan ve hatta bir kısmını Habeşistan’a hicret etmeye zorlayan baskılara dayanmaları emredilmektedir. Kur’an’ın öğretilerini yerleştirebilmek için her türlü çaba harcanmalı, gerektiğinde bu uğurda göç etmeye de katlanmalıdır. Nitekim bundan sonra inen sûrelerde cihad ile birlikte hicret (göç)’ten de söz edilecektir:
“Onlar ki inandılar, göç ettiler, Allah yolunda savaştılar; işte onlar,
Allah Teâlâ’nın rahmetini umarlar. Allah Teâlâ, çok bağışlayan, çok merhamet edendir.” [48]
Bu âyette artık cihad, dayanma, çaba harcama yanında kıtal (savaş) ile de bağlantılıdır. Çünkü Medine döneminin ilk yıllarında inen Bakara sûresinin 216. âyetinde Müslümanlara kıtal (yani savaş)’ın farz kılındığı, kendilerini yurtlarından çıkarmış ve dinlerinden döndürmek için kendileriyle savaşmakta olan düşmanlara karşı konulması gereği bildirilmekte, daha sonra inanıp hicret eden ve Allah yolunda cihad edenlerin, Allah Teâlâ’nın rahmetini umacakları, Allah Teâlâ’nın bağışlayan, esirgeyen olduğu vurgulanmaktadır.
Bundan sonra inmiş olan ‘Enfâl’ sûresinde de iman, hicret ve cihada önemli bir ifade katılmaktadır: “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, artık cihadı, savaş ile eş anlama getirmiştir:
“Onlar ki inandılar, hicret ettiler, Allah Teâlâ yolunda mallarıyla, canlarıyla savaştılar ve onlar ki (yurtlarına göç edenleri) barındırdılar ve yardım ettiler; işte onlar, birbirlerinin velisi (dostu, koruyucusu)’durlar. İnanıp da hicret etmeyen (müşrikler arasında yaşayanlara gelince, onlar hicret edinceye kadar, onların velayetinden size bir şey yoktur (onları korumakla yükümlü değilsiniz). Fakat dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz, gerekir. Yalnız, aranızda antlaşma bulunan bir topluma karşı (yardım etmeniz) olmaz. Allah Teâlâ, yaptıklarınızı görmektedir. İnkâr edenler, birbirlerinin velisidirler. Eğer bunu yapmazsanız, (Allah Teâlâ’nın bu emirleri tersine, müminleri bırakıp kâfirleri dost tutarsanız.) yeryüzünde fitne ve büyük bir kargaşa olur. Onlar ki, inandılar, hicret ettiler, Allah yolunda savaştılar ve onlar ki, (göç edip gelen müminleri) barındırdılar ve (onlara) yardım ettiler, işte gerçek müminler onlardır. Onlar için bağış ve bol rızık vardır. Onlar ki sonradan inandılar, hicret ettiler, sizinle beraber savaştılar, işte onlar da sizdendir. Rahim sahipleri (kan akrabası), Allah Teâlâ’nın kitabına göre birbirlerine daha yakın dostturlar. Allah Teâlâ her şeyi bilir.” [49]
Cihad, çoğunlukla ‘Allah yolunda’ ifadesiyle beraber kullanılır. “Allah yolunda cihad edenler” cümlesinde “Fi Sebilillah” (Allah yolunda) deyimi, cihaddan daha genel bir anlam içerir. Esasen cihad, Allah yolunun açılması için yapılır. “Allah yolu”, İslâm öğretilerinin, hükümlerinin tümüdür. Nahl sûresinin 125. Ayetinde bu yola ‘Rabbinin yoluna) hikmetle, güzel öğütle çağrılması ve bunun yerleşmesine karşı gelen insanlarla en güzel biçimde mücadele edilmesi (uğraşılması) emredilmiştir. Cihad, Allah yolunun üzerine konulan engelleri kaldırmak ve kapalı olanları açmak için harcanan çabalardır.
Daha sonra inmiş olan sûrelerde “Mallarıyla ve canlarıyla cihad” ifadesi, daha güçlü vurgularla anlatılmıştır:
“Yoksa siz, Allah Teâlâ, içinizden cihad edenleri (sınayıp) bilmeden, sabr edenleri (sınayıp) bilmeden cennete gireceğinizi mi sandınız?” [50]
“Yoksa siz, Allah Teâlâ içinizden cihad eden ve Allah Teâlâ’dan, Elçisinden ve müminlerden başkasını kendisine sırdaş edinmeyenleri bilmeden, bırakılacağınızı mı sandınız? Allah Teâlâ yaptıklarınızı haber almaktadır.” [51]
Bu âyette Allah Teâlâ’nın, Elçisinden ve müminlerden başka dost tutmayan kimseleri ortaya çıkarmadan Müslümanları bırakmayacağı buyrulmaktadır.
İnsanların gerçek karakterleri, yetenekleri ve cevherleri, güç olaylar içinde belli olur. Mümin, Allah yolunda cihaddan asla kaçmaz, usanmaz. O yalnızca Allah Teâlâ’yı, Rasûlünü (Elçisini) ve müminleri can dostu, koruyucu tanır, içini onlara döker. Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, gerçekten onları seven bir mümin, onların düşmanı olan müşrikleri, münafıkları kendisine dost ve koruyucu tanımaz. Özetle bu âyette müminlerin denendikleri belirtilmekte ve kendileri cihada teşvik edilmektedir.
Daha sonra Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenlerin, Allah Teâlâ katında derecelerinin daha büyük olduğu, onların başarıya erecekleri, cennete girecekleri belirtilir:
“İnanan, hicret eden ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla savaşanların, Allah Teâlâ katında dereceleri daha büyüktür, işte kurtuluşa erenler onlardır.” [52]
Daha sonra Hz Peygamber (s.a.v.)’in ve kendisiyle beraber inananların, mallarıyla ve canlarıyla cihad ettikleri vurgulanır:
“Fakat Rasûl (Elçi) ve O’nunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve işte başarıya erenler onlardır.” [53]
‘Hucurat’ sûresinde de gerçek müminlerin hiç şüphe etmeden Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanan, mallarıyla ve canlarıyla Allah yolunda cihad edenler olduğu vurgulanır. [54]
Bundan sonra inmiş olan ‘Tahrîm’ sûresinde Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla cihad etmesi emrediliyor:
“Ey Peygamber! Kâfirlerle ve münafıklarla cihad et, onlara katı davran!” [55]
Burada cihad, cephe savaşından çok, ilim ve dil ile savaş anlamındadır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e kâfirlere ve münafıklara karşı cihad etmesi açıkça emredilmektedir. Peygamber (s.a.v.) kâfirlere karşı savaşmış ise de münafıklarla savaşmamıştır. Âyette Peygamber (s.a.v.)’e, kâfir ve münafıklarla ciddî biçimde uğraşması, onların hilelerini ve tehlikelerini önlemeye çalışması buyrulmaktadır.
Bu âyetin açık anlamından, münafıklarla da savaşmak gerektiği anlaşılır. Fakat Hz. Peygamber (s.a.v.) münafıklarla savaşmamış, onların öldürülmesini emretmemiştir. Bu davranışından, Hz Peygamber (s.a.v.)’in, âyetteki emri, zorlayıcı bir emir değil, bir izin olarak değerlendirdiği anlaşılır.
“Ey inananlar, size, sizi acı azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi? Allah Teâlâ’ya ve Elçisine inanırsınız, Allah yolunda mallarınızla ve canlarınızla cihad edersiniz. İşte bilirseniz, sizin için en iyisi budur. (Böyle yapınız ki Allah Teâlâ) Sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere ve oturulmaya değer bahçeler içinde güzel konutlara koysun. İşte büyük başarı budur. Seveceğiniz bir şey daha var: Allah Teâlâ’dan bir zafer ve yakın bir fetih. Müminleri müjdele!” [56]
“Ey inananlar, Allah Teâlâ’dan korkun, O’na (yaklaşmaya) yol arayın ve O’nun yolunda cihad edin ki, kurtuluşa eresiniz.” [57]
Bu âyette müminlere, felaha erebilmeleri için Allah Teâlâ’nın buyrukları dışına çıkmaktan korunmaları, kendilerini Allah Teâlâ’ya götürecek vesile aramaları ve Allah yolunda cihad etmeleri emredilmektedir.
“Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu, sizin için daha hayırlıdır.” [58]
Tevbe sûresinde de Müslümanlara mal ve canlarıyla Allah yolunda cihad emri pekiştirilmektedir. Ancak “Mallarınızla ve canlarınızla” kaydı yanında “hifâf ve sikal (hafif ve ağır) olarak sefere çıkınız!” ifadeleri de, buradaki cihadın savaş anlamında kullanıldığını gösterir.
Bu âyette çıkılması emredilen savaş, ‘Tebuk Seferi’dir. Âyetteki ‘hifâf ve sikal’ (hafif ve ağır) sözleriyle nelerin kast edildiği, çeşitli şekillerde yorumlanmıştır:
Hifâf savaşa çıkmaya istekli olarak, sevinçten hafiflemiş, uçarcasına; sikal savaş size ağır, güç gelerek, her iki halde de savaşa çıkın. Yahut çoluk çocuğunuzun azlığından dolayı hafif; külfetinizin çokluğundan ötürü ağır olarak savaşa çıkın. Yahut zengin, fakir olarak savaşa çıkın yahut hafif ve ağır silâhlarla savaşa çıkın yahut binekli ve yaya olarak yahut genç ve ihtiyar; yahut zayıf ve şişman olarak savaşa çıkın, demektir.
Âyette bu manaların hepsi de muhtemeldir. En doğrusunu Allah Teâlâ bilir. Bu âyetin, sûrenin 91. Ayeti olan “Zayıflara güçlük yoktur..” Ayetiyle nesh edildiğini söyleyenler vardır. Neshin sebebi de güya bu âyetin savaşı herkese farz kılmasıdır. 91. Âyetle bu hüküm hafifletilmiştir.
Gerçekte âyet, ‘Tebuk’ seferiyle ilgilidir ve Müslümanlara kolay da olsa, güç de olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Hz. Peygamber (s.a.v.) herkesi bu savaşa götürmemiştir. Yaşlıları, kendileri için binek hayvanı bulamayanları bırakmıştır. Eğer bu âyet sefere çıkmayı herkese farz kılsaydı, her ferdin sefere katılması gerekirdi. Demek ki âyet, seferi herkese değil, katılma gücü bulunanlara farz kılmaktadır. Savaşma gücünde olanların kimine savaş kolay, kimine zor gelir. İşte Cenâb-ı Hak, bunlara, kolay da olsa, zor da olsa sefere çıkmalarını emretmektedir. Bu âyet, mutlak olarak savaşa çıkmayı emrediyor. 91’nci âyet ise bu genel hükümden bazı kimseleri, özürlüleri çıkarıyor. Burada nesih yok, tefsir vardır. İkincisi, birincisini tefsir etmektedir. Arada nesih söz konusu değildir. [59]
“Ey inananlar, sizden kim dininden dönerse Allah Teâlâ, yakında öyle bir toplum getirecek ki O, onları sever, onlar da O’nu severler. Müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı şiddetlidirler. Allah yolunda cihad ederler ve hiçbir kınayıcının kınamasından korkmazlar. Bu, Allah Teâlâ’nın bir lütfudur, onu dilediğine verir. Allah Teâlâ’nın lütfu geniştir, (O,) bilendir.” [60]
Bu âyette, inananlardan kimler dininden dönerse Allah Teâlâ’nın, onların yerine kendisinin sevdiği ve kendisini seven, müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü, şiddetli; hiç kimsenin kınamasından korkmadan, çekinmeden Allah yolunda cihad eden bir toplum getireceği belirtilmektedir.
Önceki âyetlere bağlı olan bu âyet, Müslümanların düşmanlarıyla dost olup Müslümanların zararına davranışlar içine giren kimselerin dinden çıkacaklarını ifâde ettiği gibi; ileride olacak olaylara da işaret etmektedir. Gerçekten Hz. Peygamber (s.a.v.)’in son yıllarından başlamak üzere (11) Arap kabilesi irtidad (Dinden dönme) etmiştir. Bunların üçü Hz. Peygamber (s.a.v.)’in hayatının sonlarında, yedisi Hz. Ebu Bekir (r.a.) devrinde, biri de Hz. Ömer (r.a.) devrinde olmuştur.
Her çağda dinden dönenler, onların yerine getirilen mücahidler olmuştur. Ancak Kur’an’ın haber verdiği, Allah Teâlâ tarafından sevilen ve Allah Teâlâ’yı seven, inananlara karşı mütevazı, inançsızlara karşı güçlü, şiddetli olan, kimsenin eleştirisine, kınamasına aldırmadan Allah yolunda çaba harcayan, cihad eden bu yiğit insanlar kimlerdir?
Hz. Ali (r.a.), Hasan-ı Basrî (r.a.), Dahhâk (r.a.) ve Sa’îd ibn Cübeyr (r.a.)’e göre bunlar dinden dönenlere karşı savaşan Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşlarıdır. Süddî’ye göre bunlar ‘Ensâr’dır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)’e yardım edenler, O’nun dininin üstün gelmesi için ona destek olanlar onlardır. Mücahid (r.a.)’e göre bunlar Yemen halkıdır. Bu âyet indiği zaman Peygamber (s.a.v.)’in, Ebu Mûsâ el-Eş’arî’yi göstererek: “Onlar bunun kavmidir” dediği rivayet edilir. Bazı kimselere göre de bunlar İranlılardır. Hz Peygamber (s.a.v.)’in, bu âyetten sorulunca, Selmân-ı Fârisî’nin omuzuna vurarak: “işte bu ve adamlardır” deyip, sonra: “Eğer din, Süreyya yıldızına asılı olsa, Fars Oğullarından bazı adamlar, uzanıp onu alırlar” dediği rivayet edilir. Bazılarına göre de bu âyet, Hz. Alî (r.a.) hakkında inmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.), Hayber günü, bayrağı Hz. Alî (r.a.)’ye vereceği sırada: “Yarın bayrağı öyle bir kimseye vereceğim ki o Allah Teâlâ’yı ve Elçisini sever, Allah Teâlâ ve Elçisi de onu sever.” demiştir. Ayette anılan sıfatlar da bunlardır.
Gerçekte bu anılan toplumların hepsi, âyetin saydığı sıfatları taşır. Hepsi de Allah Teâlâ’yı ve Rasûlünü (Elçisini) seven, Allah Teâlâ ve Elçisinin de kendilerinden memnun olduğu yiğit insanlardır. Fakat âyetin işaret ettiği kimseler, sadece belli bir çağdaki veya bölgedeki toplum değildir. Her çağda ve her yerde gelecek olgun, mücahid insanlar âyetin kapsamına girer. Ensâr (r.a.), Hz. Ebu Bekir (r.a.) ve arkadaşları, Hz. Ali (r.a.), Ebu Musa el-Eş’arî’nin kavmi olan Yemen halkı bu vasıfları taşıdığı gibi, İslâm’a hizmet etmiş ve edecek olan çeşitli uluslar, gruplar da bu vasıfları taşırlar. Batıdan dalga dalga gelen Haçlı ordularının vahşî saldırılarından İslâm’ı ve Müslümanları korumak için canlarını kale gibi siper eden Selçuklular; İstanbul’u alıp İslâm’ın başkenti yapan Fatih Sultan Mehmet ve orduları; İslâm’ı Avrupa’nın ortalarına, Viyanalara, Saraybosnalara kadar götüren Osmanlı mücahidleri de elbette bu âyet-i kerimenin işaret ettiği mücahid toplumun kapsamındadırlar.
[43] Ankebut sûresi, 29/8.
[44] Ankebut sûresi, 29/6.
[46] Furkan sûresi, 25/52.
[47] Ankebut sûresi, 29/69.
[48] Bakara sûresi, 2/218.
[49] Enfâl sûresi, 8/72-75.
[50] Âl-i İmrân sûresi, 3/142.
[54] Hucurat sûresi, 49/15.
[55] Tahrîm sûresi, 66/9; Tevbe sûresi, 9/73.
[56] Saf sûresi, 61/10-13.
[59] Kur’an Ansiklopedisi, S. Ateş.
[60] Mâide sûresi, 5/54.
.
SAHABE (r.a.)’NİN CİHADA VERDİĞİ ÖNEM
Allah Rasûlü nasıl yaşarsa sahabe (r.a.) de aynen öyle yaşamaya çalışırdı. Zira sahabe (r.a.), öbür tarafta yani ahirette O’nunla beraber olabilmenin, burada O’nu adım adım takip etmekten geçtiğinin şuurundaydı. Hatta onların arasında Sevban (r.a.) gibi öyleleri vardı ki, Allah Rasûlü’nden ayrı kalma düşüncesi bile akıllarına geldiğinde, yemekten kesilir ve rahatsız olurlardı.
Efendimiz (s.a.v.) bir cihada çıkmış, Sevbân (r.a.) ise bu seferde O’nunla bulunamamıştı. Allah Rasûlü döndüğünde herkes gelip kendisini ziyaret ederdi. Bunlar arasında Sevban (r.a.) da vardı. Sararmış, solmuş ve âdeta bir deri bir kemik kalmıştı. Şefkat Peygamberi (s.a.v.) sordu: ‘Sevban ne bu halin?’ Şöyle cevap verdi: ‘Ya Rasûlallah! Beynimi kemiren bir düşünce var ki, işte o beni bu hallere soktu. Kendi kendime düşündüm. Ben, Allah Rasûlü’nden üç günlük ayrı kalmaya dahi tahammül edemiyorum. Ebedî bir âlemde bu ayrılığa nasıl güç yetirebilirim? Çünkü O, Allah’ın Rasûlü ve makamı da muallâdır. Gireceği cennet de ona göre olacaktır. Halbuki ben sıradan bir insanım. Cennete girmiş dahi olsam, Allah Rasûlü’nün gireceği cennete girebilmem mümkün değildir O halde ben O’ndan ebedî ayrı kalacağım. Bunu düşündüm ve bu hale düştüm.’
Allah Rasûlü, bu dertli insana, derde derman şu ölümsüz ifadeleriyle karşılık verdi: ‘Kişi sevdiğiyle beraberdir.’ [100]
Kişiyi sevmek, ona benzemek ve onun hayatını kendine hayat edinmekle olur. Gerçekten de sahabe, bu mevzuda alabildiğince hassastı.
Bir başka örnek; bir muharebe gecesinde iki sahabî nöbet bekliyor. Gündüz akşama kadar kılıç sallamış bu insanlar, gece de sabaha kadar nöbet tutacak ve düşmanın muhtemel saldırısını orduya haber vereceklerdi. Biri diğerine, ‘Sen istirahat et de biraz ben bekleyeyim, sonra da seni kaldırırım’ der. İstirahata çekilen çekilir, diğeri de namaza durur. Bir ara düşman vaziyeti anlar ve ayakta namaz kılmakta olan bu sahabeyi ok yağmuruna tutar. Vücudu kan revan içinde kalmıştır; ancak o, namazını bitirinceye kadar dayanır ve namazını bitirdikten sonradır ki, yanındakini kaldırır. Arkadaşı, onun durumunu görünce hayretten dona kalır ve ‘niçin birinci ok isabet ettiğinde haber vermedin?’ der. Cevap şöyledir: ‘Namaz kılıyor ve Kehf sûresini okuyordum. Duyduğum o derin zevki bozmak, bulandırmak istemedim.’ [101]
Demek, huzur onu böyle çepeçevre kuşatmıştı. Sanki namazda Kur’an okurken, Kur’an bizzat ona nazil oluyor ve sanki Cibril (a.s.), onun ruhuna Kur’an solukluyordu da, o da böyle bir vecd içinde iken bağrına saplanan okun acısını dahi duymuyordu. İşte büyük ve küçük cihadı kendinde toplayan insanların durumu ve işte cihad adına hakikatin gerçek yüzü...
Bir gün Hz. Ömer (r.a.)’e kızı Hafsa (r.a.) validemiz; ‘Babacığım, dıştan gelen devlet elçileri oluyor ve daima yeni yeni heyetler kabul edip, görüşüyorsun. Üzerindeki elbiseyi yenilesen daha iyi olmaz mı?’ der. Hz. Ömer (r.a.), kızından bu sözleri duyunca beyninden vurulmuşa döner. Allah Rasûlü ve Hz. Ebu Bekir’i kastederek: ‘Ben bu iki dosttan nasıl ayrı kalabilirim? Doğrusu, dünyada onlar gibi yaşamalıyım ki, ahirette de onlarla beraber olabileyim.’ [102] Cevabını verir.
Allah Rasûlü ve sahabenin yolu budur. Onlar, her zaman Cenâb-ı Hakk’la sıkı bir irtibat içinde oldular. Onların zikir ve ibadetleri, o kadar çok ve derince idi ki onları görenler, ibadetten başka hiçbir şeyle meşgul olmadıklarını zannederdi. Halbuki, onların dünyevî yanları da bundan geri değildi.
Onlar âdeta ihlasın özü ve hülasasını temsil ediyor ve yaptıkları her işi Allah rızası hedefli yapıyorlardı. Her işlerinde bir iç derinliği ve murakabe vardı. İşte karşımızda yine bir ihlas abidesi olan Hz. Ömer (r.a.); hutbe esnasında bir ara, hiç münasebet yokken mevzuu değiştirir: ‘Ya Ömer! daha dün, baban Hattab’ın develerini güden bir çobandın..’ der ve hutbeden iner. Kendisine sorarlar: ‘Durup dururken seni böyle bir şeye sevk eden de neydi?’ Cevap verir: ‘Aklıma halife olduğum geldi...’ Başka bir gün, sırtında bir çuval dolaşıyordu. Niçin böyle dolaştığını soranlara, yine aynı cevabı vermişti: ‘İçimde bir gurur hissettim ve onu böyle aşayım dedim.’
Ömer b. Abdülaziz, bir dostuna mektup yazar. Mektup çok edebî yazılmıştır. Kalkar, mektubu yırtar. Sebebini soranlara, ‘Mektubu beğendim ve içimde bir gurur hissettim, onun için onu yırttım’ der.
Ruhen olgunluğa ermiş, ruhuyla bütünleşmiş ve paklaşmış bütün bu temiz kimselerin cihadı, Allah rızası için olacağından, asla semeresiz de kalmaz. Bu itibarla, kendi iç meselelerini halledememiş riyadan, ucubdan, gurur ve kibirden kurtulamamış, şurada-burada çalım satmak için iş gören insanların cihad adına yaptıkları şeylere gelince, bunlar yapmaktan çok yıkmaktır. Böylelerinin, bir devrede belli bir seviyeye kadar ulaşmaları mümkün olsa da neticeye varmaları mümkün değildir. [103]
İslâm’ın yetiştirdiği büyük ve hakikî mürşidlerden hiç biri, cihadı tek yönlü olarak ele almamış ve atıldıkları demir parmaklıklar arkasında bile hakkı tebliğ ve neşretme gayretinden bir an dahi geri kalmamışlardır. Bunlar, aynı zamanda Rableriyle olan münasebetlerini de asla gevşetmemiş ve hizmetlerinin çapı ne derece geniş olursa olsun, kalp dairesini hiç mi hiç ihmale uğratmamışlardır. Bu sayede veralardan duydukları her şey, onlarda yeni bir irfan peteğinin oluşmasına vesile olmuş ve böylece hep ihsan şuuruyla yaşamış; kendilerini her an Cenâb-ı Hakk’ın murakabesinde hissetmiş ve bu amelleriyle Rablerine o derece kurbiyet ve yakınlık kazanmışlardır ki, Rab, onların gören gözü, tutan eli olmuş ve böylece de onların birleri bereketlenip binlere ulaşmıştır. [104]
[100] Müslim, Birr, 165; Tirmizî, Zühd, 50; Müsned, 1/392.
[101] Ebû Davud, Tahâret, 78; Beyhakî, Delailü’n-Nübüvve, 3/378-379; Yusuf Kandehlevî,
Hayâtü’s-Sahâbe, 1/481-482.
[102] Ebu Nuaym, Hilyetü'l-Evliyâ, 1/48-40; İbn Sa'd, et-Tabakatü'l-Kübrâ, 3/277-278.
[103] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[104] A.g.e.
.
CİHAD ALLAH (c.c.)’IN EMRİDİR
Yukarıda meallerini sunduğumuz ayet-i kerimelerden ve aşağıda gelecek hadis-i şeriflerden kesin olarak anlaşılmaktadır ki, cihad bütün çeşitleri ve şartlarıyla Allah (c.c.)’ın emridir. Bu emir, ‘sübûtu kat’î ve manaya delâleti de kat’î’ olduğu için yani bu konuda delil olan ayet-i kerimelerin varlığı ve anlamlarının da açık ve kesin oldukları; hadis-i şeriflerin de varlığı ve rivayetlerindeki sıhhati kesin ve anlamları da başka bir yoruma imkân vermeyecek şeklide açık olduğu için farz olan bir emirdir.
Cihadın Allah (c.c.)’ın emri oluşunu tarihî seyri içinde bu emre ilk muhatap olan sahabe-i kiramın davranışları ile birlikte kısaca şöyle özetleyebiliriz: İslâm’ın ilk yıllarında Mekke’de yaşama şartları iyice ağırlaşmıştı ve bazı Müslümanların burada yaşamaya dayanacak güçleri kalmadığından, onlara hicret izni verilmişti. Demek ki, bu durumda onların cihadı hicret idi. Zaten bir süre sonra hicret, cihadın kendisi olacak ve bey’at (biat) etmek isteyen herkese, ilk şart olarak hicret etmesi emredilecekti.
Habeşistan’a yapılan iki hicretten sonra Müslümanlar bütünüyle ve en son olarak Medine’ye hicret ettiler. Yeni bir dönem olan Medine devrinde cihad, başka bir seyir takip etmeye başladı.
Evet, artık ‘İslâm Site Devleti’nin temelleri Medine’de atılmıştı ve bundan böyle bu yeni şartlara göre bir cihad gerekiyordu. Genel durumda bir değişiklik yoktu; bütün problem sayısal durumu şartlara uygun olarak ayarlamaktaydı. Yeri gelince hız, yeri gelince yavaşlama, bazen gaza, bazen da frene basma ve manevra kabiliyetini daima diri tutma.. Bunlar işin stratejik yönleriydi ve devrin hadiselerinin durumuna göre değişiklik arz etmesi de gayet normaldi...
Cihada izin verileceği ana kadar Müslümanlar kendilerine müşrikler tarafından yapılan saldırılar karşısında bile onlara karşılık vermiyorlardı. Bu, bir bakıma pasif direniş demekti, saldıran hep küfür cephesi oluyordu ve Müslümanlar her zaman mazlum ve mağdur durumundaydılar. Evet, maddî cihada izin verilmediği için onlar hiç mi hiç karşılık vermeyi düşünmüyorlardı. Hicretten sonra da bir müddet böyle devam etti. Nihayet cihadın diğer kanadına yani silahlı çeşidine izin veren ayet nazil oldu:
“Kendileriyle savaşılanlara (müminlere) zulme uğramış olmaları sebebiyle (savaş konusunda) izin verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir. Onlar, başka (nedenle) değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile defetmeseydi, mutlak sûrette, içlerinde Allah’ın ismi bol bol anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescidler yıkılır giderdi. Allah kendisine (kendi dinine) yardım edenlere muhakkak surette yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür. Azizdir.” [105]
Dün, kendilerine “kılıç kullanmayacaksınız!” denilen Müslümanlar, ellerinden alınmış temel haklarını ve mallarını geri alma ve çıkarıldıkları yurtlarına, yuvalarına dönme maksadına yönelik bugün kılıç kullanma izni alınca âdeta şahlandılar ve bu izni kullanacak zemini sabırsızlıkla beklemeye başladılar.
Bir müddet sonra cihad, ‘izin’ olmaktan çıktı ve bir ‘emir’ oldu. Bundan böyle artık müminler, kılıçlarıyla cihad etmeye mecburdular. Artık Bedir’e giderken âdeta cennetten davetiye almış gibi sevinç ve sürur içinde gidiyorlardı. Sanki biraz sonra, canları tehlikeye girecek onlar değildi. Hemen hepsi, bu uğurda ölmeyi iştiyakla bekliyordu. Bu itibarla da, cihada çağrılan hiç kimse, bu davete icabetten geri kalmadı. Sadece münafıklardı ki, ordu-bozanlık ediyorlardı..
Zaten onlar, her zaman böyle yaptılar ve çok defa cepheden ayrılıp gittiler..
Ayrılıp gitti ve Efendimiz (s.a.v.)’i orada terk ettiler. Hatta bazen da hiç katılmadılar. Onlar, içlerinde saflığa erememiş, gönül dünyalarında münafıklığı yenememiş, arkadaşları kavga verirken bir kenara çekilip şahsî hazlarını yaşamış bir grup sefil ruh ve bir kısım nefsin zebunu kimselerdi ki, bu tavırlarıyla da zaten karakterlerinin gereğini yerine getiriyorlardı. [106]
Allah Rasûlü’ne yürekten inanmış insanlara gelince, onlardan, mevziini terk eden bir tek insan bile gösterilemez. Diğer bir deyimle, cihad yolunda ‘vasıl-ı ilallah’ olmuş yani Allah (c.c.)’a ulaşmış olanlardan hiçbiri geriye dönmemişti. Geriye dönenler, yoldaki şaşkınlar, hakikati idrak edememiş ve ruhunda hakikatle bütünleşememiş zavallılardı.
Elbette onlar da insandı; her insan ölümü kerih ve çirkin görebilir. Kur’an-ı Kerim de insandaki bu duyguyu hatırlatarak onlara şöyle hitap etmiştir:
“Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Bazen hoşlanmadığınız bir şey, hakkınızda daha hayırlı olabilir ve hoşlandığınız bir şey de daha şerli olabilir. Allah bilir, halbuki siz bilmezsiniz.” [107]
İnsan yaratılışının böyle olmasına rağmen müminler, kayıtsız şartsız Allah Rasûlü’ne boyun eğip, teslim oldular. Gösterdikleri bu bağlılık da, Cenâb-ı Hakk’ın, ard arda lütuflarda bulunmasına sebep oldu... Ve zaferler birbirini takip etti.
Böylece her geçen gün müminlerin gücü artıyor ve kazandıkları zaferler, en seri şekilde civar kabileler arasında da duyuluyordu. Kazanılan zaferler müminleri sevindirirken, kâfirleri de mahzun ve mükedder ediyordu.
[105] Hac sûresi, 22/39-40.
[106] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[107] Bakara sûresi, 2/216.
.
|
CİHADIN FAZİLETİ
Cihadın önemi ve fazileti konusundaki Kur’an ayetlerinin meallerini yukarıda sıraladık. Bu ayetlerde, Allah (c.c.), kendi yolunda cihad etmeyi emretmekte, bu yolda canlarıyla ve mallarıyla çalışanları övmekte ve Allah (c.c.) yolunda mücadele eden mücahidlerin derecelerinin, evde oturanlardan daha yüce olduğu bildirilmektedir. [108]
Ebu Sa’idi’l-Hudrî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah yolunda cihad eden kimse Allah’ın şu garantisi altındadır: Allah onu ya mağfiret ve rahmetine dâhil eder (şehit olur), yahut sevap ve ganimetle sağ salim geri çevirir. Allah yolunda cihad eden kimsenin misali, hiç ara vermeden geceleri hep namaz kılan, gündüzleri de hep oruç tutan kimse gibidir. Bu hal evine dönünceye kadar böyledir.”
Hz. Ömer (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim Allah yolunda cihad eden bir gaziyi tam olarak teçhiz ederse, o gazi ölünceye veya savaştan dönünceye kadar sevabına iştirak eder.”
Hz. Ali, Ebu’d-Derda, Ebu Hureyre, Ebu Ümâme, Abdullah İbnu Ömer, Abdullah İbni Amr, Hz. Câbir, İmran İbnu Husayn (r.a.) anlatmışlardır: ‘Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim evinde oturduğu halde; Allah yolunda (cihad edenlere) bir nafaka gönderecek olursa, ona her bir dirhem karşılığında yediyüz dirhem (sevabı) vardır. Kim de Allah yolunda bizzat cihad eder ve bu yolda mal harcarsa, ona da her bir dirhem için yediyüzbin dirhem (sevabı) vardır.”
Rasûlullah (s.a.v.) sözlerini şu ayetle tamamladı: “Ve Allah dilediğine kat kat sevap verir.” [109]
Deniz Gazvesinin Fazileti
Ebu’d Derda (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Denizde yapılan bir gazve (savaş), sevap bakımından karada yapılan on gazveye bedeldir.”
Deylem’in Fethi ve Kazvin’in Fazileti
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyanın ömründen bir tek gün bile kalmış olsa, Ehl-i Beyt’imden bir adam melik oluncaya ve Deylem dağına ve Konstantiniyye’ye (İstanbul’a) malik oluncaya kadar Allah, o günü uzatacaktır.”
Hz. Enes (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Dünyanın etrafını fethetmek sizlere nasip kılınacak ve Kazvin denilen bir şehir size fethedilecektir. Sizden kim bu gazveye kırk gün veya kırk gece iştirak ederse, ona cennette üzerinde yeşil zeberced taşı bulunan altından mamul bir sütun verilecektir. Bu sütun üzerinde, kırmızı yakut taşlarından mamul bir kubbe (köşk) vardır. O kubbenin, altından mamul yetmişbin kapısı vardır, her kapı kanadının başında (huru’l-iyn denilen) siyah gözlü bir zevce vardır.”
Allah Yolunda Cihad İçin At Beslemenin Fazileti
Temimu’d-Dârî (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’ı işittim, buyurdular ki: “Allah yolunda kim bir at (edinip) bağlar, kendi eliyle yemini verirse, yedirdiği her bir tane için bir sevap vardır.”
Allah Yolunda Çarpışmanın Fazileti
Hz. Enes İbnu Malik (r.a.) anlatıyor: Ben bir harbe katıldım. Abdullah İbnu Ravâha şöyle demişti : ‘Ey nefsim! Seni cennet (e sokacak olan) mukateleden hoşlanmıyor görüyorum. Allah’a yemin ederim ki sen istesen de istemesen de savaşacaksın!’
Amr İbnu Abese (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.)’a gelip: ‘Ey Allah’ın Rasûlü! Cihadın hangisi en faziletlidir?’ dedim. “Kanı dökülen ve iyi cins atı yaralanan mücahid (in cihadı en faziletli cihaddır).” Buyurdular.
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Allah yolunda yaralanan hiçbir yaralı yoktur ki ancak kimin O’nun yolunda yaralandığını Allah bilir. Kıyamet günü, yarası, yaralandığı gündeki şekliyle getirilmiş olmasın: Kanı kan renginde, kokusu misk kokusunda olarak.”
Cihadın fazileti konusu İslâm telif tarihinde önemli bir yer tutar. Yukarıda meallerini zikrettiğimiz ayetlerde görüldüğü gibi Kur’an-ı Kerim’deki birçok emir ve tavsiye geniş anlamda cihadla ilgilidir. Özel olarak cihadı konu edinen âyetlerde ‘iman, hicret, Allah (c.c.) yolunda mal ve can ile cihad’ unsurları zikredilmekte ve bu hasletlere sahip bulunanların Allah (c.c.) ile olan dostluklarına sadık kaldıkları, ebedî mutluluğa ve her şeyin üstünde Allah (c.c.) rızasına ulaşacakları ifade edilmektedir. [110]
‘Kütüb-i Sitte’ başta olmak üzere birçok hadis mecmuasında cihadla ilgili hadisler ‘el-cihad’, ‘fezâi-lü’l-cihad’, ‘el-cihad ve’s-siyer’, ‘es-siyer’, ‘el-megazî’ gibi özel bölümler halinde toplanmış, diğer bölümlerde de yeri geldikçe aynı konudaki rivayetler zikredilmiştir. Bu tür hadis-i şeriflerin bir kısmında Hz. Peygamber (s.a.v.), muhatabının durumuna göre, bazen anne ve babaya hizmet etmeyi, bazen da hac ibadetini yerine getirmeyi cihad saymıştır. Ancak cihada ilişkin hadislerin çoğunda Allah (c.c.) yolunda malı ve canı ile veya her ikisiyle cihad edenin, insanlığın mutluluğunu sağlama ve Allah (c.c.) rızasına ulaşma yolunda elde edeceği manevî dereceler özendirici anlatımlarla dile getirilmiştir. Cihad, ‘emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’l-münker’ çerçevesinde kelâm ve mezhepler tarihinde, ayrıca ahlâk ilminde de ele alınıp işlenmekte, fıkıhta ise savaş hükümleri açısından söz konusu edilmektedir. [111]
[109] Bakara sûresi, 2/26l.
[110] Nisâ sûresi, 4/95-96; Tevbe sûresi, 9/20-21; Hucurât sûresi, 49/15.
[111] T. Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi.
|
CİHADA NİYETTE SIDK VE İHLÂS
Ebu Musa (r.a.) anlatıyor: Hz. Peygamber (s.a.v.)’e, şecaat olsun diye veya hamiyyet (kavmi, ailesi, dostu) için veya gösteriş için mukatele eden kimseler hakkında sorularak bunlardan hangisi “Allah yolunda”dır? Dendi. Rasûlullah: “Kim, Allah’ın kelamı yücelsin diye mukatele ederse (savaşırsa), o Allah yolundadır.”Diye cevap verdi. [112]
Ebu Hureyre (r.a.) anlatıyor: Bir adam gelerek Hz. Peygamber (s.a.v.)’e:
‘Ey Allah’ın Rasûlü, bir kimse Allah yolunda cihad arzu ettiği halde bir de dünyalık isterse durumu nedir? Diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.) şu cevabı verdi: “Ona hiçbir sevap yoktur!” Adam aynı soruyu üç sefer tekrar etti, Rasûlullah (s.a.v.) da her seferinde: “Ona sevap yoktur!” diye cevap verdi. [113]
Şeddâd İbnu’l-Hâd (r.a.) anlatıyor: ‘Bir bedevî gelerek Rasûlullah (s.a.v.)’a iman etti. Sonra da sordu: ‘Seninle hicret edeyim mi?’ Rasûlullah (s.a.v.) onu ashabından birine teslim edip meşgul olmasını söyledi. Sonra yapılan gazvede Rasûlullah (s.a.v.), bir miktar ganimet elde etmişti. Bunu taksim etti ve bedevîye de bir pay ayırdı. Bedevî: ‘Bu nedir?’ diye sordu. Rasûlullah (s.a.v.): “Bu payı sana ayırdım” dedi. Adam: ‘Ben bunun için sana tâbi olmuş değilim, ben eli ile boğazını göstererek- şuraya bir ok atılıp ölmem ve cennete gitmem için sana tâbi oldum’ dedi. Rasûlullah (s.a.v.) da: “Sen Allah’a sadık oldun mu o da sana sadık olur (dilediğini verir)” dedi.
Askerler bir müddet durdular. Sonra düşmanla mukatele etmek üzere kalktılar. Adamcağızı, az sonra sırtlayıp Hz. Peygamber (s.a.v.)’e getirdiler. Tam gösterdiği yere bir ok isabet etmiş ve şehid olmuştu. Rasûlullah (s.a.v.):
“Bu, o adam mı?” diye sordu:
- Evet, odur, dediler.
“Öyleyse o Allah’a doğru söyleyip sadakat gösterdi, Allah da ona sadakat gösterdi.” dedi.
Adam, Rasûlullah (s.a.v.)’ın cübbesi ile kefenlendi. Rasûlullah (s.a.v.) cenazeyi öne çıkardı, üzerine namaz kıldı. Okuduğu duadan işitilenler arasında şu da vardı: “Ey Allah’ım, bu Sen’in bir kulundur. Sen’in yolunda hicret etmek üzere memleketinden ayrıldı. Şehid olarak öldürüldü. Ben buna şahitlik ediyorum.” [114]
Abdurrahman İbnu Ebî Ukbe, babasından naklediyor. Babası İran asıllı bir azatlı idi. Der ki: Rasûlullah (s.a.v.) ile birlikte Uhud Savaşı’na katıldım. Müşriklerden bir adama darbeyi indirdim ve: ‘Al, bu sana benden, ben İranlı bir köleden!’ dedim. Sözlerimi işitmiş bulunan Rasûlullah (s.a.v.) bana doğru baktı ve: “Niye, ben Ensarî bir köleyim demedin? Bir kavmin kız kardeşlerinin oğlu o kavimden sayılır.” dedi. [115]
Ancak halis ve samimî manada cihadın gerçekleşebilmesi için, Müslüman’ın dünya sevgisini ve hayata bağlılığını bu uğurda feda etmesi gerekir, bu da ilimle gerçekleşir. Bezzar, Muaz b. Cebel (r.a.)’den rivayet ediyor: Rasûlullah (s.a.v.) şöyle buyurmuşlardır: “Sizin içinizde iki sarhoşluk meydana çıkmadıkça gerçekten siz Allah’tan bir beyyine ve belge üzerindesiniz. Bu iki sarhoşluktan biri, cehalet sarhoşluğu, diğeri de yaşama sevgisi sarhoşluğudur. Halbuki sizler iyiliği emrediyor ve kötülüğü de nehy ediyorsunuz ve aynı zamanda Allah (c.c.)yolunda cihad ediyorsunuz. Ancak aranızda dünya sevgisi zuhur edince, işte o zaman iyiliği emretmezsiniz ve kötülükten de nehy etmezsiniz, aynı zamanda Allah (c.c.)yolunda da cihad etmezsiniz. O gün kitap ve sünnete dayanarak konuşanlar var ya, işte onlar, tıpkı sabikûn-i evelîn adı verilen, İslâm’da ilk öncelik kendilerinin olan Muhacir ve Ensar gibidirler.”
İşte bunlar olmazsa İslâm ümmeti hayırlılık özelliğini kaybeder. Rabbimiz (c.c.) buyuruyor: “Siz insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz, marufu (iyiliği) emreder, münker (kötü) olandan da sakındırır ve Allah (c.c.)’a iman edersiniz.” [116]
İbn Asakir, Adiyy b. Hatem (r.a.)’den tahric etmiştir. Adiyy b. Hatem demiş ki: “Sizin bugün maruf (iyilik) diye söyledikleriniz, dünün münkeri idiler. Sizin bugün kötü dediğiniz şeyler de gelecek zamanın iyiliğidir. Gerçekten sizler inkâr etmediğiniz ve kabul ettiğiniz bir hayırda devam ettiğiniz sürece, maruf olarak bildiğinizi de inkâr etmedikçe hayırda devamlı olacaksınız. Aynı zamanda âliminizde de aranızda hafife ve alaya alınmadan konuştuğu müddetçe bu, devam edecektir.”
Mutlaka ilim gerekir. Mutlaka dünyaya bağlılıktan uzak olmak gerekir. Aynı zamanda kesin olarak Allah yolunda ölüme karşı cesaretli bulunmak gerekir. Evet bütün bunlar gereklidir ki, cihad yapılabilsin. Taberânî, İbn Mes’ud (r.a.)’dan rivayetle demiştir ki:
‘Rasûlullah (s.a.v.) girdi ve dedi ki, “Ey İbn Mes’ud!” ben de, buyur, ya Rasûlallah, dedim. (Bu ifadeyi üç kez söyledi): Buyurdu ki: “Hangi insan daha üstündür, bilir misin?” Allah (c.c.) ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdular ki: “Gerçekten insanların en üstünü, amel bakımından onlarda en üstün olanıdır, şayet dinlerinde bilgili iseler.” Sonra şöyle buyurdular: “Ya İbn Mes’ud!” Buyur, ya Rasûlallah, dedim. Buyurdular ki: “Hangi insanın daha bilgili olduğunu bilir misin?” Allah (c.c.)ve Rasûlü daha iyi bilir, dedim. Buyurdular ki, “Gerçekten insanların en bilgilisi ve insanlar ihtilafa düştüklerinde, amel bakımından eksik de olsa, atının üzerine binip kaçsa da hakkı daha iyi görendir. Benden önce olanlar ihtilafa düşerek yetmiş iki fırkaya ayrıldılar. Bunlardan sadece üç fırka kurtuldu. Diğerleri ise helâk oldular. Bir fırka meliklerle karşı karşıya geldiler, onlarla dinleri ve Meryem oğlu Hz. İsa (a.s.)’nın dini üzere savaştılar, yakalandılar, öldürüldüler ve testerelerle biçildiler. Bir fırkanın ise, meliklerle karşı karşıya gelmeye güçleri yoktu, aynı zamanda aralarında da kalacak güçte değillerdi. Ki, onları Allah (c.c.)’a ve Meryem oğlu İsa (a.s.)’nın dinine çağırsınlar. Bunlar da seyahate çıktılar, başka ülkelere gittiler. İbadet için inzivaya çekildiler. Rasûlullah (s.a.v.) dedi ki, işte bunlar hakkında Rabbimiz şöyle buyurdular: “(Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara bunu (uyulması gereken bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah (c.c.)’ın rızasını aramak için (türettiler).” [117]
Rasûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Kim bana iman eder, beni doğrular ve bana uyarsa, işte o kimse onlara hakkıyla riayet etmiştir. Kim de bana uymazsa, işte onlar helak olanlardır.” Bir rivayete göre: “Bir fırka krallara ve zâlimlere karşı koydular, Hz. İsa’nın dinine çağırdılar. Bunun üzerine yakalandılar, testerelerle öldürüldüler, ateşlerde yakıldılar. Böylece sabrettiler, ta ki Allah (c.c.)’a ulaştılar…”
[112] Buharî, Cihad, 15, Hums, 10, İlim, 35, Tevhid 28; Müslim, İmâret, 149; Tirmizî, Fedâilu’l- Cihad, 16; Ebu Dâvud, Cihad, 26; Nesâî, Cihad, 21; İbnu Mace, Cihad, 13.
[113] Ebu Davud, Cihad, 25.
[115] Ebu Dâvud, Edeb, 121; İbnu Mâce, Cihad, 13; Buharî, Ferâiz, 24, Tirmizî, Menâkıb, 85; Nesâî, Zekât, 96; Müslim, Zekat, 133.
[116] Âl-i İmran sûresi, 3/110.
[117] Hadid sûresi, 57/27.
ALLAH (c.c.)'a GÖTÜREN YOLLAR
Allah (c.c.)’a giden çeşitli yollar vardır ve bu yolların sayısı yaratılmışların nefesleri adedincedir. Allah (c.c.), kendisi için cihad edenleri mutlaka bu yollardan birine veya birkaçına hidayet eder. Ne kadar hayır yolu varsa önlerine çıkarır ve şer yollardan onları korur.
Allah (c.c.)’ın yolu ‘Sırat-ı Müstakim’dir. Onu bulan bir insan, her şeyde orta yolu tutmuş sayılır. Artık o, gazapta, akılda, şehvette olduğu gibi, cihadda ve ibadetlerde de hep orta yolu takip eder. Bu da Allah (c.c.)’ın insanı kendi yoluna hidayet etmesi demektir.
Fedakârlık derecesi ne olursa olsun, dışa karşı verilen bu kavga, bütünüyle cihad-ı asgara dahildir. Ancak bunun küçük cihad olması, büyük cihada nisbetledir; yoksa bu cihadın küçük hiçbir tarafı yoktur; aksine kazandırdığı netice pek büyüktür. Nasıl büyük olmasın ki, bu yolda ‘gâzi’ olup cennete namzet olma, şehid olup berzah hayatını dipdiri yaşama ve her ikisinin sonunda Allah (c.c.)’ın rızasına erme söz konusudur. Evet, böyle bir neticeyle sonuçlanan cihad nasıl küçük cihad olabilir ki ?..
Küçük cihad, dinin emirlerini fiilen yerine getirme ve o mevzuda mükellefin bekleneni eda etmesidir. Büyük cihad ise, kin, nefret, hased, enaniyet, gurur, kibir ve fahir gibi nefis mekanizmasına ait ne kadar yıkıcı, tahrip edici ve insanî kemâlâttan alıkoyucu duygu ve düşünce varsa, bütününe karşı birden kavga ilân etmedir ki, hakikaten zor ve çetin bir cihaddır. Bu sebeple de ona ‘büyük cihad’ denilmiştir.
Hayatın bencil yörüngeli olması önemli bir tehlikedir. İnsan, maddî cihadda bulunduğu sürece çok kere kendini dinlemeye vakit bulamaz ve böylece bu tehlikeyi atlatmış olur. Diğer önemli tehlike ise maddî cihad terk edildiği zaman baş gösterir ki, o da kalbî ve ruhî hayat adına pörsüyüp çürümektir.
Evet, bu duruma maruz kalan bir insanı kötü düşünceler dört bir tarafından sarar ve onun manevî hayatını felce uğratır. Bu itibarla da maddî cihad yapmadan insanın kendini koruyup kollayabilmesi cidden zordur.
İşte zorlardan zor bu duruma işaret için Efendimiz (s.a.v.), bir gazadan dönerken küçük cihaddan büyük cihada dönüldüğüne aşağıdaki ifadeleriyle işaret buyurmuşlardır.
‘Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz.’
Sahabe: ‘Büyük cihad nedir?’ diye sorduklarında, Rasûlullah (s.a.v.): ‘Nefis ile olan cihaddır.’
Aslında bunun anlamı şudur: İman ettik, cihad yaptık, gaza şerefiyle şereflendik; belki biraz da ganimet aldık. Bundan böyle üzerimize rahat ve rehavetin çökme ihtimali söz konusudur; hatta bazılarımızın nefsine kendini beğenmişlik duygusu bile gelebilir veya daha başka yollarla nefs-i emmare, ruhlarımıza girip onu ifsad edebilir. Demek ki, bizi bir sürü tehlike beklemektedir. Onun için bundan sonra verilecek kavga, bir öncekinden daha çetin ve daha büyük olacaktır; mülahazasıyla daha bir gerilime geçerek sürekli tetikte bulunmak gerekecektir.
Bu sözün muhatabı sahabeden ziyade, onlardan sonra gelenler ve bizler olsa gerek. Dolayısıyla bu ölçüye çok iyi dikkat etmemiz icab edecektir. Eğer bir insan cihadı bütünüyle dışa karşı yapılan davranışlara bağlıyor ve iç murakebeden uzak bulunuyorsa o insan, tehlike sınırları içinde dolaşıyor demektir.
.
CİHAD PEYGAMBERLERİN (a.s.) YOLUDUR
Allah yolunda mücadele eden ve davasını temsil etmeyi kendine gaye edinen Müslüman, hiçbir zaman diğer insanlarla aynı seviyede düşünülemez... Çünkü o, peygamberlerin gönderiliş sebebini kendisine hayatının hedefi seçmiştir. Bunu bir misalle biraz daha açalım: Hemen her insanın bir mesleği ve bu mesleğin gerektirdiği birtakım özellikler vardır. Mesela, bir öğretmen, bir marangoz, bir elektrikçi veya bir başka meslek erbabının mesleğinde, kendine ufuk nokta diye tayin ettiği bir hedefi, bir yeri bulunur ve hal-i hazır durumu bu hedefe göre değerlendirir. Ayrıca her meslek, kendisi için belirlenen bu ufuk nokta nispetinde bir kıymet ifade eder. Sözgelimi, bir berberin neticede ulaşacağı nokta ne ise, berberin de, onun berberliğinin de değeri bir bakıma o kadardır. Diğer meslekleri de buna kıyas edebiliriz: Mesela; milletvekilliği, başbakanlık, hatta cumhurbaşkanlığı da birer meslek ise, aynı değerlendirme bunlar için de geçerlidir.
İşte, peygamberlik de, Allah (c.c.)’ın bazı seçkin insanlara verdiği böyle en kutsal bir meslektir. Peygamberlerin (a.s.) görevi ise, Allah (c.c.)’ın ve Allah’a imanın anlatılması ve de Allah (c.c.)’tan aldıkları dinin insanlara tebliğ etmektir. Bu tebliğle onlar, başlangıcı bir damla kerih su, sonu çürüyüp kokuşmaya mahkûm bir ceset olan insana, sonsuzluk ufkuna ulaşıp ebedileşmenin ve yücelikler yurduna yerleşmenin yollarını öğretir, beka inancı ve ebediyet düşüncesiyle onların ebediyete muhtaç ve müştak gönüllerini tatmin ederler.
Peygamberlik mesleğinde mukadder hedef, Allah (c.c.)’ın tanıtılması ve insanlığın O’nu tanıyarak sonsuzluğu yakalaması, dünyaya gelirken bir iniş eğrisi çizen insanın, yeniden dönüp bir yükselişle Allah (c.c.)’a ulaşması...
Şu fani âlemde beka cilveleri göstermesi.. Yoklukta varlığa ait renkleri duyup hazzetmesi ve düşünceleriyle âdeta ebediyet gamzeden bir gökkuşağı haline gelmesidir. Öyle zafer takı gibi bir gökkuşağı ki, onun altından geçilip gidilmez, sürekli başlar üstünde hissedilir.
İşte, sonsuzluğa aday olarak gelen insanın mahiyetindeki bu hakikati tahakkuk ettirenler de, nübüvvetle görevlendirilen peygamberlerdir.
Bu itibarla, peygamberlik, Allah (c.c.) yanında en nezih, en kutsal öyle bir meslektir ki, Cenâb-ı Hakk, Zat-ı Uluhiyet’inden sonra hep ona dikkati çekmiştir. İşte böyle kudsî bir mesleğin en kudsî vazifesi de cihaddır. Madem ki her meslek, nihaî hedefine göre değerlendirilecek ve o mesleğe değer kazandıran da, bu nihaî hedef olacaktır; öyle ise, bu en mukaddes peygamberlik mesleğinin hedeflediği nihaî noktaya vesile ve vasıta olan hareket tarzı da, aynı seviyede mukaddes bir iş olacaktır. Onun kudsîyetini ifade eden ayetlerden birisinde şöyle denmektedir:
“Allah, müminlerden mallarını ve canlarını kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar, Allah yolunda savaşırlar, öldürülürler ve öldürürler. (Bu), Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da Allah üzerine hak, bir vaaddir. Allah’tan daha çok vaade vefa gösteren kim vardır? O halde, O’nunla yapmış olduğunuz bu alış-verişten dolayı sevinin! İşte bu, (gerçekten) büyük kurtuluştur.” [1]
Demek ki, nefislerini, bedenlerini, cismanî varlıklarını Allah (c.c.)’a satan insanlar, bunun karşılığında cenneti ve Cenâb-ı Hakk’ın rızasını almakta, kazanmaktadır. Kur’an-ı Kerim, burada alış-veriş tabirini kullanmakla, insanı Cenâb-ı Hakk’a muhatap olma seviyesine, hem de kendisiyle sözleşme yapılan bir muhatap seviyesine yükseltmektedir. Allah Rasûlü de bir hadislerinde şöyle buyururlar:
‘İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.’ [2]
[2] Ebû Davud, Cihad, 16; Müsned, 6/20.
.
CİHAD HER MÜ’MİNİN GÖREVİDİR
Dünya hayatında herkese düşen bir görev vardır. Hiçbir şeyin bir kararda kalmadığı, servetlerin dağılıp, tükenip imarlı ve güzel şehirlerin harabeye döndüğü, medeniyetlerin yok olduğu ve insanlara ahirette, ancak buradan gönderdiklerinin fayda vereceği şu dünyada herkes, kendi durumuna göre mutlaka bir şey yapmalı ve öte dünyaya gitmeden bir şeyler göndermelidir. Şu kesin olarak bilinmelidir ki, ölümle herkesin amel defteri kapanacak ve herkes, yaptığıyla kalacak, ancak, dinine, milletine, ırzına namusuna ve diğer korunması gereken değerlere zarar gelmesin diye kendini Allah yoluna adayanların ve her şeyleriyle yüce İslâm davasına hizmet edenlerin defterleri asla kapanmayacaktır. Bir hadis-i şerif bunu ne güzel izah eder: “İnsanın ölmesiyle her ameli kesilir; ancak Allah yolunda mücahede edenin ameli, bundan müstesnadır: Onun ameli, kıyamet gününe kadar nemalanır ve kabir fitnesinden de emin kılınır.” [3] Çünkü o bir çığır açmıştır ve dolayısıyla, kendisinden sonra o yolu takip edenlerin hasenatının bir misli ona da yazılacaktır. Hem o, kabrin fitnesinden ve dehşetinden de emin olacaktır; zira o, gerçekten ölmemiştir ki kabir azabına muhatap olsun. Sadece vücudu yani beden itibariyle yer değiştirmiş; geride bıraktıklarıyla da hâlâ insanların gönlünde yaşamaktadır.
Hz. Muhammed (s.a.v.)’e, Raşid Halifeler’e ve sahabeye ‘ölü’ diyenin kendisi ölmüştür. Çünkü onlar öyle bir çığır açmışlardır ki, uğradığımız yolun her başlangıcında onlara ait bir kısım eserler görürüz ve her görüşte yüzümüzü yerlere sürer ve ‘Payidâr olun, bu yolu açtınız ve bize rahat ve emniyet içinde yürüme imkânı hazırladınız’ deriz. Bu sebeple, onların fazilet, meziyet ve hasenatları üst üste yığılmakta ve ta Arş’a kadar yükselmektedir. Zaten onlar kabir azabından da emindirler. Çünkü kabir azabı ölü ruhlar, ceset insanları ve dini hayata hayat yapmayanlar; yani hakikat-ı Ahmediye’ye gönül vermeyenler ve Kur’an’ı rehber edinmeyenler içindir. Bu itibarla da, hayatını bunlarla donatmış, mamur etmiş bir insanın kabir azabı çekmesi düşünülemez.
Yine cihad konusunda Fahr-i Kâinat Efendimiz, şöyle buyururlar:
“Kişinin kendisini bir gece Allah’a adaması, gündüzünde oruç tutulan, gecesinde de ibadet edilen bin günden daha hayırlıdır.’ [4]
Bir tarafta bin gün oruç tutacak ve bin geceyi ihya edeceksiniz; beri tarafta ise, memleketi ve milletinizin içine sızmak ve kötülük yapmak isteyen düşman karşısında silahınız omuzunuzda nöbet bekleyeceksiniz, işte bu, öncekinden daha hayırlı ve Allah (c.c.) katında daha değerlidir.
Bir kısım müminler, cihad görevlerini doğrudan doğruya ve fiilen yerine getirir ve neticede, yukarıdan beri arz ettiğimiz faziletlere ererler. Bir kısım kimseler de vardır ki, onların cihada fiilen sahip çıkması söz konusu değildir. Fakat onlar da, yaptıklarının karşılığını Cenâb-ı Hakk’ın bir lütfu olarak diğerleri ölçüsünde alırlar. Yani, imana ve Kur’an’a hizmet yönünde, hatta sırtına bir kerpiç alıp taşıyan insanın dahi gayreti heba olmaz. Meşveret planında meseleye sahip çıkandan, icraya, ondan bu hizmette ayakçılık yapana kadar herkes niyetine ve gayretine göre mutlaka mükâfatını alır. Kalemiyle cihada iştirak eden yazardan, onun yazdığı şeyleri basıp dağıtan kimselere kadar herkes dolu dolu hissesini alır. Öyle ise herkes, bu ortak sofraya Rabbinin kendisine bahşettiği imkânlarla iştirak etmeli ve umum neticeye ortak olmaya çalışmalıdır. [5]
Bir hadis-i şerifte Ebu Hureyre (r.a.) şu hususu naklediyor: ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) Mi’rac’a yükselirken, (Allah’a kulluğuyla merdiven merdiven semalara doğru tırmanırken, çeşitli manzaraları müşahede etmiş, çeşitli olaylara tanık olmuştu. Bu arada şunu da görmüşlerdi: Bir günde toprağa tohum eken ve aynı günde ürün alan bir kavim getiriliyor. Yalnız ürün alınır alınmaz, tohumlar tekrar ürün veriyor. Bu ilginç manzara karşısında Allah Rasûlü, Cebrail (a.s.)’e: “Ya Cibril! Bunlar kim?” diye soruyor. Cebrail (a.s.):
“Bunlar, kendilerini Allah yoluna adamış mücahidlerdir. Allah onlar için haseneyi (iyilikleri) yediyüz kere katlar. Ve ne infak etseler eksilmez; Allah, onun yerine başkasını ihsan eder. O, rızık verenlerin en hayırlısıdır.” [6] cevabını vermiştir.
Bunun içindir ki mümin, Allah yolunda bütün hayatını, zevkini, sefasını, rahatını ve gençliğini feda ederken, bunların heder olmadığı, boşa gitmediği kanaat ve düşüncesini taşımalı ve öbür âleme giderken, hiçbir şeyin zayi olmadığı bir âleme intikal ettiği şuuruyla gitmelidir. Evet, her şeyi koruyan, muhafaza eden Allah Teâlâ, onun feda ettiklerini de koruyacaktır. O kadar koruyacaktır ki, eğer cennette secde söz konusu ise, mümin, orada, Allah (c.c.)’ın lütuf ve ihsanları karşısında secdeye kapanacak ve başını kaldırmak istemeyecek. Öyle zannediyorum ki, eğer böyle bir şey varsa, bu secdeden alınan zevk, diğer cennet nimetlerinden alınan zevkten geri kalmayacaktır.
Bu konu ile alâkalı olarak Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in bir hadisini de şu şekilde görüyoruz:
“Gaziyi techiz eden, aynen gazaya gitmiş gibidir. Gazinin ehline bakıp gözeten de gaza yapmış gibidir.” [7] Bir insanın kendisi bizzat ve fiilen cihada katılamıyor, fakat mücahedede bulunana omuz veriyor. Kurduğu kurumlarıyla mücahidleri kucaklıyor ve onları koruyup kolluyorsa, o da fiilen mücahedede bulunmuş gibidir. Bedir’de kılıç çalanlarla onlara destek verenler; Uhud’da savaşanlarla, onları techiz edenler, Tebük’e çıkanlarla, çıkamayıp servetiyle o yola koyulanlar; Allah Teâlâ’nın huzuruna beraber yürüyecek ve beraber haşr-u neşr olacaklardır. Zira Rasûl-i Ekrem’in “Seferber olunuz!” emrine onlar da icabet etmiş ve her ne kadar birtakım geçerli mazeretler sebebiyle fiilen harbe iştirak edememişlerse de, malî ve moral destekleriyle harp için seferber olmaktan geri kalmamışlardır.
Evet, fiilen Tebük’e giden mücahidler, ahirette bir kısım kadınları, yaşlıları ve çocukları da yanlarında göreceklerdir. Çocuklar, bıçak veya kamalarını, harpte kullanılsın diye getirip, Rasûl-i Ekrem’in önüne atmış, gelinler kulağından küpeyi çıkarıp Allah Rasûlü’ne vermiş, bir başkası kolundan bileziğini sıyırıp cömertlik yarışına iştirak etmiş, yaşlılar, koltuk değnekleriyle sürünerek gelmiş, ellerindeki avuçlarındaki şeyleri oraya dökmüş ve ‘Benim de bir katkım bulunsun’ demişler. [8]
Evet, işte bütün bunlar, bizzat sefere iştirak etmiş gibi muamele göreceklerdir. Bunu da Rasûl-i Ekrem, bir başka hadislerinde şöyle ifade buyuruyorlar:
“Medine’de kalan öyle insanlar vardır ki, geçtiğiniz her vadi, yürüdüğünüz her mesafede sizinle beraberdirler. Hastalık onları Medine’de hapsetmiştir.” Bir diğer rivayette ise, “Mükâfatta sizin ortağınızdırlar.” [9]
Demek ki, acizlik, fakirlik, yaşlılık, çocuk ve kadın olma gibi mazeretler, onların ayaklarına bağ olup, kendilerini fiilen sefere çıkmaktan alıkoymuşsa; cihad sevabından yoksun kalmayacakları gibi, mükâfatından da yoksun kalmayacaklar ve Cenâb-ı Hakk, niyetleri sebebiyle onları aynen gazaya çıkanlar gibi kabul buyuracaktır. Allah Rasûlü’nün müjde yüklü bu ifadesinden anladığımız budur.
Bu inancımızı da hakkımızda bir dua ve niyaz kabul ediyoruz. Özellikle günümüzde, cihadın bütünüyle terk edilmesi söz konusu olduğundan, kısmen veya tamamen bu işe iştirak edenlerin mutlaka cihad sevabından hisselerini alıp pay alacaklarına inancımız vardır.
[3] Tirmizî, Fedâilü’l-Cihad, 2; Ebû Davud, Cihad, 16; Müsned, 6/20.
[5] İ’lây-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[6] İbn Kesîr, Tefsîr, 5/31.
[7] Buharî, Cihad, 38; Tirmizî, Fedailü’l-Cihad, 6; Nesâî, Cihad, 44.
[8] Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 1/421-422.
[9] Buhârî, Mağazî, 81; Müslim, İmâret, 159.
CİHAD HAKK’A ŞAHİTLİKTİR
Cihad, bir yönüyle de Hakk’a şahitlik görevidir. Nasıl bir mahkemede hak ve hukukun kime ait olduğunu belirlemek için tanıklar dinlenir ve hüküm verilirken onların şahitlikleri dikkate alınır. Öyle de, cihad yapanlar yeryüzünde inkâr cephesiyle muhakemeleşmede, en gür sedalarıyla ‘Allah vardır ve birdir’ diyerek yer ve gök ehline şehadette bulunmaktadırlar.
‘Allah, melekler ve adalette sebat eden ilim adamları şahitlik etmiştir ki, O’ndan başka ilâ h yoktur. (Evet) güç ve hikmet sahibi Allah’tan başka ilâh yoktur.’ [10] Ayeti bütün açıklığıyla bize bu hakikati anlatmaktadır.
Evet, aynı çizgide şu üç tanıklığın zikredilmesi ne kadar anlamlıdır:
1) Allah (c.c.), kendi varlığına şahitlik eder. Bu şehadeti vicdanlarında hakikate ermiş olanlar öylesine farklı duyarlar ki, onların vicdanlarında duyduklarını, kitapların beyan etmesi mümkün değildir.
2) Melekler de, Allah (c.c.)’ın varlığının şahitleridir. Melekler, saf ve dupduru nurdan yaratılmışlardır. Yaratılışları katışıksız, pırıl pırıldır. Şeytan, onların içine küfür ve dalâlet sokamamış ve aslî yapıları asla bozulmamıştır. Ayna gibidirler. İşte bu pak mahiyetlerde de Cenâb-ı Hakk’ın tecellileri görülür, duyulur ve okunur.
3) İlim sahipleri de, Allah (c.c.)’ın varlığına şahitlik ederler. İşte bütün dünya Allah (c.c.)’ı inkâr etse, bu üç şahitlik, O’nun varlığını ispata yeterlidir.
Evet, öyledir. Zira bizler, bütün açıklık ve azametiyle bu hakikati zaten vicdanlarımızda duymaktayız. Hem de başka delile ihtiyaç hissetmeyecek şekilde duymaktayız. Bu şahitlik, en yüce makamların sakinleri için de yeterlidir. Sonra, yerdeki kör ve sağırlar, kâinattaki bilgi ve işaretleri duymuyor ve İlahî sanat çizgilerinde O’nun eserlerini göremiyorlarsa, bunlara karşı da ilim sahiplerinin şahitliği yeter.
Mücahidler Allah (c.c.)’ın şahitleridirler ve Allah (c.c.)’ı inkâr hesabına kurulan mahkemelerde, en gür sesleriyle haykırıp, ‘Biz, Allah’ın şahitleriyiz!’ diyeceklerdir. Zaten nebiler de bu şehadet görevini en yüksek keyfiyette ifa etmek için gönderilmişlerdir. Kur’an-ı Kerim bu hakikati şu ayeti ile bildirir:
‘Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler gönderdik ki, insanların, peygamberlerden sonra Allah’a karşı bir bahaneleri kalmasın. Allah, izzet ve hikmet sahibidir. Allah, sana indirdiğine şahitlik eder, onu kendi ilmi ile indirdi. Melekler de buna şahitlik ederler ve şahit olarak Allah kâfidir.’ [11]
İnsanlık tarihi boyunca her millet içinden, o milletin ufkunu aydınlatmak için bir nebi gönderilmiştir. Son zuhur eden nebi ise, bütün insanlığın ufkunu aydınlatmak için gelen iki cihan Serveri’dir. Kur’an, bu konuyu da hatırlatma noktasında O’na şöyle seslenmektedir: ‘Ey Nebi! Şüphesiz biz Seni, şahit, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik.’ [12] Ayetteki ‘Ey Nebi!’ ifadesinin başında ‘lâm-ı tarif’ vardır. Bu, Arapça’da bilinen; tanınan bir Nebî, insan demektir. Allah Rasûlü, nereden bakılırsa bakılsın peygamberliği bilinen bir insandır. Hatta O’nun nebiliği, cansız varlıkların (cemadat) selâmlaması, bitkilerin temennası ve hayvanların baş eğmesi etmesiyle bile bilinmiş ve tanık olunmuştur. O, herkesin bildiği, inkârı mümkün olmayan, belli öyle bir peygamberdir ki, Kur’an-ı Kerim O’na hitaben, ‘Ey bilinen, tanınan nebi!’ demektedir. Zaten, taş gibi gönüllerin bile O’nun karşısında eriyip gitmeleri, O’nun bilinen nebi oluşunu ispat etmiyor mu?
Yukarıdaki ayette ‘Seni gönderdik’ ifadesinde, muhatap sığasıyla ‘Seni’ denilmekte ve âdeta rahmetle diz dize gelmiş bu rahmet ve şefkat peygamberine bu vasıflarından dolayı hatırlatmada bulunulmaktadır.
‘Şahit olarak’, yani insanlığa seni şahit olarak gönderdik; onlara Ben’i duyuracak ve Ben’im şahidim olacaksın. Bütün cihan Sen’i yalanlasa ve inkâr etse de sen yine Allah (c.c.)’ın varlığını ve O’nun dinini ilan edeceksin. İşte Sen, böyle bir şahitsin.
Bir de arkandan gelen şahitler topluluğu var ki, onlar bütün insanlığa, Sen de onlara şahit olacaksın, ‘Bunlar benim’ diyecek ve onların şehadetine şahitlik edeceksin. Ve aynı zamanda hadis-i şerifin ifadesiyle O’nun ümmetinin şehadeti, mahşerde bir kısım nebileri de mesuliyetten kurtaracaktır. [13]
[10] Âl-i İmrân sûresi, 3/18.
[11] Nisâ sûresi, 4/165-166.
[12] Ahzâb sûresi, 33/45.
[13] Buhârî, İ’tisâm, 19; İbn Mâce, Zühd, 34.
.
|
CİHAD HAYAT KAYNAĞIDIR
Cihad, Müslümanları her zaman canlı tutan bir hayat kaynağıdır. Maddî-manevî cihaddan mahrum bırakılan bir millet fertleri arasında hemen dahilî (iç) sürtüşmeler baş gösterir ve o millet, içten içe kokuşmaya başlar. Osmanlının son dönemleri bunun son örneğidir. Elbette başka milletler gibi Osmanlı’nın kokuşması da bir kaderdir. Ama bunun kendine göre sebepleri vardır. Bazı hükümdarlar, saraylarda sefil zevklerini yaşamaya koyulup ‘i’lâ-yı kelimetullah’ı ihmal eder ve onların bu gevşekliği, orduya da sirayet ederse, dünya devletleri dengesindeki yerini kaybetmenin yanında, ebedî bir sefalet ve ardı arkası kesilmeyen dâhilî boğuşmalar sürer gider. Evet, işte bu dâhilî sürtüşmeler dünyanın en büyük devletlerinden biri olan ‘Devlet-i Âliyyeyi Osmaniye’yi yedi, bitirdi.
Biz cihadı terk ettiğimiz günden itibaren içimizde bölücü fırkalar türedi ve şu anda mevcut olan bütün fırka ve gruplar ta o devirde atılan menfi tohumların, cehennem zakkumlarının yeşermiş ve gelişmiş şekillerinden başka bir şey değildir. Bu öldürüp bitiren durumdan kurtulmanın bir tek çaresi vardır, o da cihaddır. Bizim anladığımız manada cihad (ki bununla Kur’an ve Sünnet çerçevesindeki anlayışı kastediyorum), bir müminin uğruna canını feda edebileceği en tatlı bir mefkûre ve en yüksek bir idealdir. Zira mümin, kendi teri içinde boğulma veya kendi kanıyla abdest alma gibi bir şerefi ancak cihadla elde edebilir. Bu engin zevki tadanlardan biri olan ve bu kitabın ‘Mücahid Önderler’ bölümünde anlatılan Haram b. Milhan (r.a.) sinesinden yediği bir okla yere düşerken şöyle mırıldanıyordu: ‘Kâbe’nin Rabbine yemin ederim ki kurtuldum...’ [14]
Haram b. Milhan (r.a.) ve O’nun gibi bütün şehitlerin, Allah (c.c.) ile yaptıkları alış-verişte, verip-aldıkları şeyler birbiriyle kıyaslanacak olursa ne büyük bir kazanç içinde olduğu elbette görülecektir. Evet, tek cümle ile ifade etmek gerekirse denilebilir ki, cihad en kârlı bir ticarettir ve bu alış-verişteki kârlılık hiçbir kârlılıkla karşılaştırma yapılamayacak kadar farklı bir özelliktedir. Zaten Allah (c.c.), bizi bu en kazançlı ticarete davet ederken şöyle buyurmuyor mu? ‘Ey iman edenler! Sizi can yakıcı bir azaptan kurtaracak ticareti size haber vereyim mi: Allah’a ve peygamberine inanır ve Allah yolunda canlarınızla, mallarınızla cihad edersiniz. Bilesiniz, bu sizin için daha hayırlıdır.’ [15]
Yani Cenâb-ı Hak diyor ki, Ey iman edenler! Sizi öyle bir ticarete çağırıyorum ki, o ticareti yapmakla, öte dünyada canınızı yakacak azaplardan kurtulmanın yanında, ebediyen onurlu yaşama hak ve imkânını da elde edeceksiniz.
Evet, yeryüzündeki bütün karanlık noktaları aydınlatmak, en karanlık yerlere Rasûlullah (s.a.v.)’ın adının ışığını götürmek ve dünyayı Kur’an’ın nurlarıyla donatmak için cihad, kıyamete kadar devam edecektir. Ve müminler, devletler, milletler arası dengede ‘ümmet-i vasat’ olmanın hakkını eda etmek yolunda hep sorumluluklarının şuurunda olacaklardır.
[14] Müslim, İmâre, 147; Buhârî, Cihad, 9.
[15] Saf sûresi, 61/10-11.
.CİHAD YÜCE BİR DUYGUDUR
Müminde uyarılması ve harekete geçirilmesi gereken en yüce duygu, kuşkusuz cihad duygusudur. Cihad duygusuna sahip olmayan Müslümanlar, mezar taşlarından farksız sayılırlar. Evet onlar, başka değil, sadece ölülerin temsilcileridirler. Böylelerine, Allah (c.c.)’ın merhamet nazarıyla bakması asla düşünülemez. Kendini Cenâb-ı Hakk’ın yüce adını anlatmaya adamamış bir insan, hedefsiz sayılır ve cansızlardan farkı yoktur. Müslüman, cihad ruhu ve mücahedesi oranında canlılık kazanır. Zira o, ancak cihatla kendini, ailesini ve milletini ihya edip koruyabilir. Gerçek diriliş, ancak cihatla gerçekleşir. Ve insanın attığı en büyük, en kutsal, en verimli, en iyi sonuç alınacak adım, mücahede ve mücadele doğrultusunda attığı adımdır.
Rasûl-i Ekrem (s.a.v.)’in, genel ıslahatları arasında ölümden korkmayan, hak bildiği yoldan dönmeyen, olabildiğince diri bir toplumu ve aktif bir kadroyu yetiştirmiş olması, O’nun en dikkat çekici özelliklerindendir. Bu toplum sürekli olarak inançları uğrunda mücadele vermeyi düşünüyordu ve hatta ölümsüzlüğün sırrını onlar bu şekilde çözüyorlardı. Cihad sayesinde kıyamete kadar defterleri kapanmayacak ve böylece ebediyen yaşamış olacaklardı. Maddeten ölüp gitmiş olsalar bile, İslâm uğruna katlandıkları, göğüs gerdikleri tehlikelerden ötürü, bizler ve bütün gelecek nesiller onları hep hayırla anacak olduktan sonra, onlara nasıl ‘öldü’ diyebiliriz ki?
İnsan öte dünyaya inanınca cihad en yüksek bir mefkûre, en tatlı bir ideal ve en yüce bir düşünce olur. İşte Rasûlullah (s.a.v.)’in sahabesinde gelişen duygu ve düşünce de buydu. Bedir’e gidebilmek için birbiriyle yarışıyor, çocuklar sırf harbe katılabilmek için, parmaklarının ucuna dikilip büyük görünmeye çalışıyor ve geride kalanlar harbe katılamadıklarından dolayı müteessir oluyordu. [16] Evet, ‘Rasûl-i Ekrem (s.a.v.) bizi niye kadınlarla baş başa bırakıyor? Düşmanın gelip kapıya dayandığı bir dönemde cihad erkek işiyse, biz kadınlar gibi neden evde kalıyoruz?’ Diyorlardı. O kutlu topluluk, Bedir’e bu hava içinde çıkmıştı. Orada insanlığın makus kaderini değiştirecek bir mücadele verilecek ve bir cihad yapılacaktı. O güne kadar sadece irşad ve tebliğde bulunuluyordu. Ama bir gün kâfir, müminin karşısına çıkınca, Allah Rasûlü (s.a.v.) ashabını topladı ve ‘Bu toplulukla muharebe hususundaki görüşünüz nedir?’ diye sordu. İlk cevap verenler, ‘Ya Rasûlallah, biz buraya sadece kervanı takip etmek için çıkmıştık ve yanımıza ne mızrak, ne ok, ne de kılıç almıştık. Karşı taraf ise, bizim birkaç katımız ve bizden çok kuvvetlidir. Onlarla harp etmeye hazır değiliz’ dediler. [17]
Allah Rasûlü, bu sözlerden memnun olmamıştı. Memnun olmadığını anlayan Mikdad bin Amr (r.a.) ki o gün Bedir’in tek süvarisiydi atını ileriye sürdü ve ‘Ya Rasûlallah, biz sana Hz. Musa (a.s.)’nın cemaatinin Hz. Musa’ya dediği gibi demeyeceğiz. Onlar, ‘Sen ve Rabbin gidin savaşın biz burada oturuyoruz’ demişlerdi. Biz ise, şöyle diyoruz: ‘Seni hak peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ediyoruz ki, eğer Sen deveni ‘Berk-i Gımad’ tepelerine kadar kamçılayıp sürsen, vallahi bir an arkandan ayrılmadan seni takip edeceğiz.’ Allah Rasûlü, muhacirler adına konuşan ve bu konuda kendine teminat veren Mikdad b. Amr (r.a.)’dan memnun olmuştu.
Ardından, Ensar (r.a.)’a döndü ve “Sizler de bana görüşünüzü söyleyin” buyurdu. Sa’d b. Muaz hemen ayağa kalktı ve ‘Ya Rasûlallah, öyle zannediyorum ki, bizi kast ediyorsun?’ dedi. Allah Rasûlü, yüz ifadesiyle ‘Evet’ deyince, bu defa O da bütün Ensar adına şunları söyledi: ‘Ya Rasûlallah, biz sana tabiyiz. İşte malımız, istediğini al, istediğini bırak. İşte canımız, istediğin yere sarfet, istediğinle harp, istediğinle sulh et. Bizden bir kişi bile Sen’den geri kalmayacaktır.’
Allah Rasûlü, Mikdad (r.a.)’dan sonra Sa’d (r.a.)’ın bu sözlerinden de çok memnun kaldı ve “Allah’ın bereketi üzerine yürüyün, Allah bana iki topluluktan birini vaat etti. Ya ganimet elimize geçecek veya bu düşmana karşı zafer elde edeceğiz.” [18] Buyurdu. Sahabe, ciddî bir coşkunluk içindeydi. Bilahare karşılarında çözülen, dağılan ve Mekke’ye kadar kaçan küfür ordusunun fertleri, daha sonra şunları söyleyeceklerdi:
‘Bizi öyle kıskıvrak yakaladılar ki, sanki elimiz kolumuz bağlı, onlara teslim olmuştuk ve onlar da birer birer boyunlarımızı vuruyorlardı.’ [19]
Yüce İslâm dininin hâkimiyetinin devamı ve Müslümanların zilletten kurtulup, izzetle (onurlu) yaşayabilmesi için cihad bir vecibedir. İslâmî bir cemiyet Müslüman bir toplum içinde bu işi yürüten kendini milletine adamış kara sevdalı ve gönüllüler ekibi yoksa ki Kur’an, ‘olsun’ [20] diyor. İslâmî hayat da yoktur.
Kişisel Müslümanlık olsa bile, güvensiz ve desteksizdir. Müslümanlar gökleri fethe gitseler ve yıldızları birbirine bağlasalar dahi, bu görevi terk ettikleri zaman, yine baş aşağı gideceklerdir. Teknik, teknoloji ve sanayide kazanılan ilerlemeler, tek başına Müslümanları içine düştükleri çukurdan çıkaramaz.
Cihad, bir farz-ı kifayedir. Ancak bu görev günümüzde olduğu gibi sistemli olarak hiç kimse tarafından yapılamaz ve bütün bütün ihmale uğrarsa, işte o zaman farz-ı ayn haline gelir ve her fert teker teker ondan sorumlu olur.
İslâm devleti de sistemli olarak bütün çeşitleri ile cihad yapmalı ve her yıl en az bir kez ilan edilen cihad faaliyeti gerçekleştirilmelidir. Bunu yapmadığı takdirde devletin başkan ve idarecileri Allah (c.c.) katında sorumludur. Bazen nefis ile yapılan cihad görevini ordu yüklenir; bazen de emniyet kuvvetleri ve her ikisi de haricî ve dâhilî saldırılara, fitne ve terör faaliyetlerine karşı maddî cihad yapar, İslâm düşmanlarını öldürür, etkisiz hale getirir, bazen de kendileri şehid ve gazi olurlar. Asker bir milletin cihadı ise bölgesini ve bütün yeryüzünü içine alır. Zira o, bölgesinde ve yeryüzünde güven ve denge unsurudur. Allah (c.c.), ona bu misyonu yüklemiştir.
Ancak onun yeryüzünde denge unsuru olabilmesi de bu işi en kutsal, en büyük ve en önemli görev bilmesine bağlıdır. İşte böyle bir görevi üzerine alan bir millet bulunmadığı takdirde, yeryüzünde dengeden bahsetmek de mümkün değildir. Ne acıdır ki, 2-3 asırdan beri müminler, başkalarının dengelerinin piyonları haline gelmiş ve bir türlü dengedeki gerçek yerlerini yakalayamamışlardır. Müminin camisi ve mescidi, sadece yaşlıların, uyuşukların, miskinlerin yeri olmuş, tekkesi ve zaviyesi aşktan yoksun insanların yatıp kalktıkları izbeler haline gelmiş, medresesi, skolastik Batı kültürünün tedris edildiği yer durumuna düşmüş ve müminler, bu halleriyle meselelerini, eski çağların dehlizlerinde anlatan insanlar durumuna düşmüş.. ve tabiî, devrini anlamaktan yoksun insanlar olarak da dünyanın siyasî, ekonomik ve askerî dengelerinde ortaya herhangi bir ağırlık koyamamışlardır. Modern teknik ve teknolojide asrın önüne geçemedikten aşk ve vecd içinde Sahabe seviyesinde bir hayat yaşamadıktan, Allah (c.c.) ile irtibat açısından tabiinin ibadet ve taatı ölçüsünde bir kulluk sergileyemedikten sonra, Müslümanlık adına yapılacak pek bir şey olmaz zannediyorum. Zira asrını yaşamayan, problem ve dertlerine, kendi asrına göre çözüm sunamayan ve müdahalede bulunamayan insanın, Müslümanlık adına bir iş yapması da asla söz konusu değildir. [21]
İslâmî onur ve gurur taşıyan her fert ve millet, mutlaka kendini cihat göreviyle görevli olarak görmelidir. Zaten kendinde böyle bir sorumluluk hissetmeyen fert ve milletlerin, İslâmî onur ve gururdan nasipleri olduğu da söylenemez.
Cihat, öyle bir görev ve sorumluluktur ki, bir cemaatin mutlaka kendisini bu işe vakfetmesi ve ‘ribat’ yapması gerekmektedir. Böylece, iç ve dış düşmanlardan gelebilecek maddî ve manevî her türlü saldırı önlenecek ve bu ‘uyûn-u sahire’ (uyanık gözler) vasıtasıyla bütün bir millet, her türlü felâket ve tehlikeden kurtulmuş olacaktır. Bu gayret içinde olan insanların saniyeleri seneler, seneleri ise asırlar kadar bereketli sayılır. Onlar daha dünyada iken ebediyeti yakalamış talihlilerdir. Hayatlarını vakıf haline getirmeleri sebebiyle de, yiyip içmeleri, yatıp uyumaları hep ibadet olarak kabul görecektir.
Bilindiği üzere ‘hüsün-kubuh’ yani iyi-kötü konusunda ‘hüsün’ yani iyi, ‘hüsün liaynihi’ yani kendinden dolayı iyi ve ‘hüsün ligayrihi’ yani kendi dışından dolayı iyi olmak üzere ikiye ayrılır.
Başka bir ifadeyle bizzat güzel olanlara ‘hüsün liaynihi’; doğrudan doğruya güzel olmadığı halde, neticesi itibariyle güzel olanlara da ‘hüsün ligayrihi’ denir. Cihad bunlardan ‘hüsün ligayrihi’ kısmına dâhildir. Bunun anlamı şudur: Cihat, insanların öldürülmesi, şehirlerin, beldelerin harap edilmesi itibariyle, doğrudan doğruya güzel değildir. Zira o tahrip ve öldürme gibi güzel olmayan fiillere sebeptir. Cihadı güzelleştiren, vasıta olduğu şeylerdir. Mesela; Cihad, ‘i’lâ-yı kelimetullah’a vesile olması; müminin yeryüzü dengelerinin kurulmasında hâkim hale gelmesi; Müslümanlığa ve Müslümanlara tecavüz edenlere karşı sindirici ve caydırıcı bir yanının bulunması; güçsüz ve mazlum insanların koruyuculuğunu üstlenmesi açısından güzeldir. Dolayısıyla, denilebilir ki, cihadın güzelliği ‘İ’lâ-yı kelimetullah’ şartına bağlanmıştır. Evet, mümin cihad edecek; ata, otomobile, gemiye, uçağa binecek, tank ve uçaksavar kullanacak; ama bütün bunları, Allah (c.c.)’ın yüce adını yükseltmek gayesiyle yapacaktır. Evet, işte müminin memur ve görevli olduğu cihad budur.
Mücadele Allah (c.c.) için değil de güç gösterisi, kan, ırk veya başka ideallerin uğruna olursa buna cihad denmez. Allah Rasûlü, Buharî ve Müslim’de rivayet edilen “Kim Allah’ın yüce adını yükseltmek uğrunda savaşırsa, işte o Allah yolundadır." [22] Hadis-i şerifleri ile cihadın tanımını gayet açık olarak ortaya koymuşlardır. Bunun tersi şu anlamdadır: Bir kimsenin mücadelesi, Allah (c.c.)’ın yüce adını dünyanın ufuklarında bir bayrak gibi dalgalandırma yolunda değilse, o yapılan mücadele, Allah yolunda cihad değildir ve dolayısıyla da onda hayır, sevap ve güzellik yoktur.
İşte bunun için cihad, ‘i’lâ-yı kelimetullah’ adına yapılır.. Ve mücahid, Rabbinin yüce adını yüceltmek ve yeryüzünde karanlık bir nokta bırakmamak için cihat eder. Dağlar, ovalar, dereler, ırmaklar, vadiler aşar, ormanları geçer ve önüne okyanuslar çıktığı zaman da Ukbe b. Nafi gibi, ‘Rabbim, eğer bu deniz önüme çıkmasaydı, Sen’in adını deniz aşırı ülkelere de götürecektim’ [23] der inler. Onu tek başına bir adaya da koysalar, ihtimaldir ki başka derinliklere ulaşmaya yollar arar, arar ve orada da cinlere Rabbinin adını duyurmak için çırpınır durur. Sanki böyleleri için Allah Rasûlü (s.a.v.), “Cihat, kıyamete kadar devam edecektir” [24] buyurmuş gibidir. [25]
Mekke’nin fethinden sonra birisi gelir ve: ‘Ya Rasûlallah! Ben hicret etmek istiyorum’ der. Allah Rasûlü (s.a.v.) şöyle buyurur: “Fetihten sonra artık hicret yoktur; ancak cihat ve niyet vardır.” [26]
Mekke’nin fethine kadar hicretin bir anlamı vardı. Ve hicret, o dönemde cihad demekti. Fetihten sonra ise hicret, cihadın önemli bir derecesi haline geldi. Yani artık hicret, hicret olarak cihat değildir; değildir ama yine de bir anlamda o hep vardır ve cihat ile gerçekleşecektir. Cihat için ise her zaman başka yere hicret şart değildir. Herkes, kendi bulunduğu yerde de cihat edebilir. Bu da bir bakıma, herkesin kendi çevresini gül bahçesine çevirip gül yetiştirmesi veya kendi dağlarını bağ haline getirmesi mücadelesi demektir. İş gelir başka yerlere göç etmeye dayanırsa ve bu gerekli olursa elbette o da yapılacaktır.
[16] Hayâtü’s-Sahâbe, Yusuf Kandehlevî, 2/93-94.
[17] İbn Kesîr, Tefsîr, 3/555.
[18] İbn Hişâm, Sîre, 2/266-267.
[19] İbn Kesîr, 3/565; Taberî, Câmiu’l-Beyân, 9/197-205.
[20] Âl-i İmrân sûresi, 104.
[21] İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[22] Buhârî, İlim, 45; Cihad, 15; Müslim, İmâre, 149-151; Ebû Davud, Cihad, 26.
[23] el-Kâmil fi’t-Târîh, İbnü’l-Esîr, 4/106.
[24] Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, İbnü’l-Esîr, 5/106.
[25] İ’lay-ı Kelimetullah veya Cihad, F. Gülen.
[26] Buhârî, Cihad, 27; Müslim, İmâre, 85; Ebû Davud, Cihad, 2
.
xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx
xxxxxxxxxxxxxx
firaset.net
CİHAD |
|
|
|
|
|
|
Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.
|
|
|
|
|
Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.
|
|
|
|
|
Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
|
|
|
|
|
Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.
|
|
|
|
|
(Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir.
|
|
|
|
|
Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
|
|
.
DAVET |
|
|
|
|
|
|
Davet; bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir.
|
|
|
|
|
İmam Nevevi (r.a.), Sahih-i Müslim'i şerh ederken, emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker konusu altında şöyle der:
|
|
|
|
|
Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif, İslâm davetinden söz ederken, hakkı tavsiye etmek ifadesini kullanmıştır.
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
CİHAD VE DAVET |
|
|
|
|
CİHAD
CİHÂD
Çalışmak, uğraşmak, çabalamak, gayret sarfetmek.
İslâm'ın yükselmesi, korunması ve yayılması için her türlü çalışmada bulunmak, uğraşmak, gayret sarfetmek ve bu yolda sıcak ve soğuk savaşa girmektir. Daha açık bir ifade ile Allah (c.c.) tarafından kullarına verilmiş olan bedenî, malî ve zihnî kuvvetleri Allah yolunda kullanmak, o yolda feda etmektir. İnsanın maddî-manevî bütün varlığını Allah yolunda ortaya koyarak Hakk'ın düşmanlarını ortadan kaldırmak için savaşması "cihad"dır.
İslâm'da cihad farzdır. Allah Teâlâ bu konuda şöyle buyuruyor: "Hoşunuza gitmese de düşmanla savaşmak üzerinize farz kılındı" (el-Bakara, 2/216). "Herhangi bir fitne kalmayıncaya ve din yalnız Allah'ın oluncaya kadar onlarla çarpışın " (el-Bakara, 2/193). "Allah'a ve ahiret gününe inanmayan kişilerle savaşınız" (et-Tevbe, 9/29); "Sizinle toptan savaştıkları gibi siz de müşriklerle savaşınız. " (et-Tevbe, 9/36). Hz. Peygamber (s.a.s.)'de "Cihad kıyamete kadar devam edecek bir farzdır" (Ebû Davûd, el-Cihad, 33) buyurmuştur.
Yalnız, bu farz bazı hallerde farz-ı ayın; bazı hallerde ise farz-ı kifayedir. Müslümanlar içinden sadece bir grup cihadın gayesini gerçekleştirebiliyor, müslümanların yurt, mal, ırz, namus ve haysiyetlerini düşmanlara karşı koruyabiliyorsa o taktirde cihad farz-ı kifaye olmuş olur ve diğer müslümanların üzerinden sorumluluk kalkar. Şayet fert fert gücü yeten her müslümanın düşmana karşı koyma gereği varsa o zaman farz-ı ayın olur; herkesin bizzat cihâd etmesi icab eder.
Cihâdın gayesi, yeryüzünden fitneyi kaldırmak ve hakkı yüceltmektir. İslâm'da savaş, intikam, öldürme yağma, baskı ve zulüm yapmak için değil: bunları ortadan kaldırmak için yapılır. Müslüman olmayanları zorla İslâm'a sokmak yoktur. Cihad'dan maksat, insanları baskılardan kurtarmak, İslâm'ın yüce gerçeklerini onlara duyurmak ve kendi rızalarıyla müslüman olabilecekleri onamları hazırlamaktır.
İslâm'ın gayesi toprak ele geçirmek değildir. O yalnız bir bölge ve kıta ile yetinmez. İslâm bütün dünyanın saadet ve refahını düşünür. Bütün insanlığa, kendisinin beşeri sistemlerden ve diğer dinlerden daha üstün âlemşumül bir din olduğunu göstermek ister. Bu yüce maksadı gerçekleştirmek için müslümanların bütün güçlerini seferber eder. İşte bu bitmeyen cehd ve uğraşmaya, büyük bir enerji ile çalışma işine ve meşrû bütün yollara başvurma gayretine cihad denir. Yeryüzünde zorbalar, batılın ve fitnenin devamını isteyenler, şirk ve müşrikler ile küfür sistemleri var oldukça, onların yeryüzünde yayacakları kötülüklerine karşı bir emniyet olan cihad da devam edecektir. Bu bakımdan cihadın İslâm'da önemli bir yeri vardır. Hz. Peygamber'e, hangi amelin daha faziletli olduğu sorulduğunda, "İman ve Allah yolunda cihad'dır." (Tecrîd-î Sarîh Tercümesi, VII, 445), buyurarak cihadın imandan hemen sonra geldiğine, imanın cihadla varlığını sürdüreceğine işaret etmişlerdir. Ayrıca Allah yolunda savaşanları, gazilik ve şehitlik rütbesine erenleri öven ve onlar için büyük nimetler ve dereceler bulunduğunu haber veren birçok ayet ve hadis vardır.
Müslümanlar savaşı istemezler. Ama savaş vukû bulunca sabır ve metanetle savaşırlar. Zira Hz. Peygamber (s.a.s.): "Düşmanla karşılaşmayı temenni etmeyiniz. Fakat düşmanla karşı karşıya gelirseniz sabrediniz, direniniz. " (Buharî, Cihad, 112, 156, Müslim, Cihad 19, 20; Ebû Davud, Cihad, 89) buyurmuştur. Müslümanlar savaş anında Allah'a güvenir ve Allah'ın kendileriyle beraber olduğunu bilirler. Onun şu buyruğunu hiç akıllarından çıkarmazlar. "Ey peygamber; sana da sana tâbi olan müminlere de Allah yeter. " (el-Enfâl, 8/64)
İslâmiyet'e göre cihad, bize harp açanlara (el-Bakara, 2/190) verdikleri sözü tutmayıp tekrar dinimize saldıranlara (et-Tevbe, 9/12-13), Allah'a ve ahiret gününe inanmayarak, Allah ve Peygamberin haram kıldığı şeyleri haram kabul etmeyenlere karşı (et-Tevbe, 9/29), yeryüzünde fitneyi söküp atmak ve Allah'ın dinini hâkim kılmak (el-Bakara 2/19) gayesi ile meşrû kılınmıştır.
Müslümanlar savaş için düşman memleketine girip bir şehri veya bir kaleyi muhasara ettikleri zaman, önce onları İslâm'a davet ederler. Kabul ederlerse kendileriyle savaşmazlar. Şayet İslâm'ı kabul etmezlerse İslâm devletine cizye vergisi vermesini isterler. Verirlerse mal ve can güvenliğini elde ederler. Bunu da kabul etmezlerse geriye savaşmak kalır.
Bu durumda cihad için şu şartlar gerekir:
a- Düşman, İslam'a girmeleri için yapılan çağrıyı yahut cizye vermeyi reddetmiş olmalıdır.
b- Müslümanlarla düşman arasında herhangi bir anlaşma sözkonusu olmamaktır.
c- Müslümanlarda cihad için gerekli askerî güç siyasî otorite bulunmalıdır.
Bütün bu hususlar bir araya geldiğinde cihadın farziyeti gerçekleşir. O zaman düşmanla yapılacak savaşta şehirler yakılabilir, insanlar öldürülebilir ve düşmanın savaş gücü her şekilde zayıflatılmaya çalışılır. Yalnız kadın, çocuk, kötürüm, yaşlı ve körler öldürülmez. Barış, İslam devleti için uygun olduğu zaman yapılabilir. Düşmana hiç bir şekilde silâh vb. savunma vasıtası satılamaz. Bir müslüman topluluğu kâfirlere emân verirse, bunlarla, yeryüzünde fesat çıkarma ve İslâm'a saldırma durumu hariç, savaşılmaz. Cihad, bizzat sıcak bir savaş olacağı gibi normal şartlarda mal, dil ve kalple de yapılabilir. Cenâb-ı Hak şöyle buyurur: Müminler Allah ve Rasûlüne iman ederler, sonra da şüpheye düşmezler. Hak yolunda malları ve canları ile cihad ederler. İşte sadakat sahibi kimseler bunlardır" (el-Hucûrât, 49/15)
Hz. Peygamber (s.a.s.) ise: "Müşriklerle mallarınızla, canlarınızla ve dillerinizle cihad ediniz" Allah benden evvel hiç bir ümmete bir nebi göndermemiştir ki, ümmet içinde kendisine yardımcı olan havârîlere, yerleştirdiği geleneklere göre hareket eden arkadaşlara ve emirlerine itaat eden dostlara sahip olmamış olsun. Sonra bunları bir nesil takip eder. Onlar yapmadıklarını söyler, emredilmeyen işleri yaparlar. Bunlarla eli ile fiilen mücadele eden mümindir, dili ile mücadele eden mümindir kalbi ile mücahede eden mümindir. Bunun dışında kalanların hardal tanesi kadar da olsa imanları yoktur" (Müslim, İman 20); "Şüphesiz ki mümin kılıcı ve dili ile cihad eder" (İbn Hanbel, VI, 387), buyurmuşlardır.
İslâmiyet'in ilk devrelerinde müminlere İslâm düşmanlarına karşı yumuşak davranmaları, eziyetlerine katlanmaları müdafaa kasdıyla da olsa karşılık vermemeleri; sadece öğüt vererek İslâm'a davet yolunu takip etmeleri emredilmiştir. Bir ayet-i kerimede, "Siz, şimdilik, Allah onlar hakkındaki emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz ki Allah her şeye kâdirdir" (el-Bakara, 2/109) buyurulmuştur. Çünkü o zaman müslümanlar sayı ve imkân bakımından son derece zayıftı. Düşmana karşı koyacak güçleri yoktu. Müslümanların adedi ve kuvveti biraz daha çoğalınca kendilerine ve akidelerine karşı direnenlerle savaşmalarına izin verildi. Müslümanlar büsbütün güçlenip düşmanları mağlup edecek seviyeye gelince de cihad müsaadesi verildi. " Artık saldırıya uğrayan müminlere zulme uğratıldıkları için cihad etme izni verildi... " (el-Hacc, 22/39). Bu izin Medine döneminde olmuştur.
Ayrıca Allah Teâlâ'nın " Allah uğrunda gereği gibi cihad edin" (el-Hacc, 22/79), buyruğuyla, müslümanların nasıl davranması gerektiği belirlenmiştir. " Müminler ancak Allah'a ve Peygamberine iman eden, sonra şüpheye düşmeyen; Allah uğrunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenlerdir. İşte onlar doğru olanlardır. " (el Hucurât, 49/15) ayetinden de cihadın mal ve canla yapılacağını öğreniyoruz. Cihad konusundaki diğer ayet ve hadisler de göz önüne alındığında, cihadın başlıca şu çeşitlere ayrıldığını görürüz:
1- Nefs'e Karşı Cihad Şüphesiz en güç cihad, insanın nefsiyle ve nefsinin arzularına karşı yaptığı cihaddır. Müslüman, gerçek cihadı nefsine karşı verir. Nefsine karşı cihadı kazanamayan, düşmanın karşısına çıkmak için kendisinde güç ve cesaret bulamaz. Hz. Peygamber Tebük seferinden dönüşte ashabına şöyle buyurmuştu: " Küçük cihaddan büyük cihada dönüyoruz" (Adûnî, Keşfu'l-Hafâ', I, 425). Bu hadisinde Hz. Peygamber, en kalabalık bir ordu ile katıldığı Tebük seferini "küçük cihad" olarak vasıflandırırken; nefse karşı verilecek mücadeleyi "büyük cihad" olarak nitelendirmektedir. " Hakiki mücahid nefsine karşı cihad açan kimsedir" (Tirmizî, Cihad, 2) hadîsi de aynı manayı ifade etmektedir.
Aynı meâlde başka hadis-i şerifler de vardır. Bütün bunlar bize, insanın nefsi ile, nefsinin boş ve mânâsız, hatta gayr-ı meşrû istekleri ile mücadele etmesinin cihad olarak değerlendirildiğini göstermektedir.
2- İlim İle Cihad
Cihad'ın başka bir çeşidi de ilim ile yapılan cihaddır. Dünyadaki bütün kötülüklerin sebebi cehalettir. Hakk'a ulaşmak isteyen herkesin cehaletten kurtulması, ondan uzaklaşması gerekir.
Bilginin ortaya koyduğu delillerin gönüller üzerinde icra ettiği tesiri silâh gücü ile temin etmek mümkün değildir. Onun için şöyle buyurulmuştur:
"Ey Muhammed! İnsanları Rabbi'nin yoluna, hikmetle, güzel öğütle çağır; onlarla en güzel şekilde tartış. Doğrusu Rabbin, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir. " (en-Nahl 16/125).
Temeli ilim yoluyla tebliğ ve davete dayanan İslâmiyette, bu tebliğ faaliyetinin adı "ilim ile cihad"dır. Bu usûle "Kur'an ile cihad" da denilir. En güzel mücadele şekli Kur'an'ın mücadele şeklidir. Bunun için Cenâb-ı Hak:
"Sen kâfirlere uyma, uyanlara karşı Kur'an ile büyük bir cihadla cihad et" (el-Furkan, 25/52) buyurmuştur. Ayet-i kerimede Kur'an ile cihadın "büyük cihad" olarak belirtilmesi, Kur'an'ın ilim ile cihad konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir. Hak ve hakikatı, en tehlikeli zamanda bile, hiç bir şeyden korkmadan ve çekinmeden olduğu gibi söylemek de bir çeşit cihaddır. Rasûlullah (s.a.s.) bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Zalim bir hükümdar karşısında hak ve adaleti açıkça söylemek, büyük bir cihaddır. " (İbn Mâce, Fiten, 4011)
3- Mal İle Cihad
Mal ile cihad, Allah Teâla'nın insana ihsan etmiş bulunduğu mal ve servetin yine Allah (c.c.) yolunda harcanması demektir.
Bilindiği gibi dünyada her iş para ile yapılmaktadır. Hakkın korunması ve zafere ulaşılması da yine paraya bağlıdır. Bunun için mal ile cihadın önemi büyüktür. Müslümanların, İslâm'ın yücelmesi hakkın muzaffer olması için her türlü mal, servet ve paralarını bu yolda fedâ etmeleri mal ile cihaddır.
Hz. Peygamber'in, mal ile cihad hususundaki teşvik edici sözleri ashabı kiramı harekete geçirmiş ve kendileri yoksulluk içinde sıkıntılı bir hayat geçirirken, mal ile cihad farizasını edâ edebilmek için elde avuçta ne varsa getirip Rasûlullah'a vermişlerdir. Bu konuda Kur'an-ı Kerîm'de de pek çok ayeti kerîme vardır. Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"İman edip hicret eden, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad eden, (mücâhidlere) yer veren ve yardım edenlerin hepsi birbirinin vekilidir. " (el-Enfal, 8/72).
"...Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşın. Bilseniz bu sizin hakkınızda ne kadar hayırlıdır. " (et-Tevbe, 9/41).
"Allah, mallarıyla, canlarıyla mücadele edenleri derece bakımından oturanlardan üstün kılmıştır. " (en-Nisâ, 4/95).
4- Savaşarak Cihad Yapmak
Cihad, müslümanlara farıdır. Her müslümanın nefsi ile, ilim ve malı ile sürekli cihad yapması, böylece dinin korunması, Hakk'ın galip kılınması için çalışması gerekir. Bazen "İ'lây-ı kelimetullah" yani Allah adının yüceltilmesi dinin korunup yayılması içinde elde silâh düşmanla savaşmak icab edebilir. Bu en büyük cihaddır ve müslümanlara farzdır. Hattâ cihad denildiği zaman ilk akla gelen husus, düşmanla sıcak savaşa girmektir.
Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur:
"Sizinle savaşanlarla; Allah yolunda siz de savaşın. Fakat haksız yere saldırmayın." (el-Bakara, 2/190)
Bu ilâhi emir Allah yolunda, İslâm uğrunda savaşmanın ve İslâm yurdunu düşmana karşı korumanın cihad olduğunu bize ifade etmektedir. Hz. Peygamber (s.a.s.) de bir hadis-i şeriflerinde; ganimet elde etmek, şan ve şöhrete ulaşmak, mevki ve makam elde etmek için yapılan savaşın cihad olmadığını, cihadın, Allah (c.c.)'ın adının yüceltilmesi (İ'lây-ı kelimetullah) için yapılan savaş olduğunu haber vermiştir.
Çağımızda bir takım gruplar her ne kadar savaşsız bir dünyanın özlemini dile getirmekte ve bunun için açık veya gizli savaş aleyhtarı faaliyetler sürdürmekte iseler de, bu hiç bir zaman, binlerce yıldan beri devam eden gerçeği değiştirmeyecek ve savaşlar sürüp gidecektir. Cenâb-ı Hak bu değişmez gerçeği aşağıdaki ayet-i kerîmede bize haber vermiştir:
"Hoşunuza gitmediği halde, savaş size farz kılındı. Hoşunuza gitmeyen bir Şey, hakkınızda hayırlı olabilir. Hoşunuza giden bir şey de, hakkınızda kötü olabilir. Bunları Allah bilir, siz bilemezsiniz. " (el-Bakara, 2/216).
"Savaşan, ancak kendi öz canı için savaşmış olur. Allah hiç bir şeye muhtaç değildir. " (el-Ankebut, 29/6).
İslâm dini müslümanlara şerefli bir hayat yaşatmayı hedef edinmiştir. Bu sebeple bu dinin emrettiği savaş, savunma savaşı, zâlimlerden mazlumları kurtarma savaşı, her yere adalet götürme savaşı ve müslümanların haysiyetini koruma savaşıdır. Kur'an-ı Kerîm'de:
"Kendilerine karşı savaş ilân olunduğunda zulme uğrayanlara cihad etmeleri için izin verildi. Hak Teâlâ onlara yardıma hakkıyla kadirdir." (el-Hac, 22/39) buyurulup meşrû savunma savaşına izin verilirken her an savaşa hazır olmak da emredilmiştir.
Savaşın önemini ısrarla belirten İslâm dini ve onun yüce kitabı, barışın da gereğine işaret etmekte, barış teklifi düşmandan geldiği takdirde taviz vermeden teklifin yerine getirilmesini istemektedir:
" Eğer onlar barış isterlerse sen de onu kabul et. Allah'a güven ve dayan."
"Her şeyi işiten, herşeyi hakkıyla gören O'dur. Onlar seni aldatmak isterlerse, şunu kesin olarak bil ki, Allah sana yeter. Seni,yardımlarıyla ve müminlerle destekleyen O'dur." (el-Enfâl, 8/63).
İslâm, müslümanlara yapılan tecavüzlerin hiç birinin karşılıksız bırakılmamasını istemektedir:
"O halde, size karşı tecavüz edenlere siz de aynıyla mukabele edin. " (el-Bakara, 2/194).
Yeryüzünde fitne kalmayıncaya kadar müslümanların cihada devam etmelerini isteyen İslâm, savaş hukukunu da en güzel şekilde tanzim etmiştir. Allah Teâlâ'nın:
" Andlaşma yaptığınızda Allah'ın ahdini (andlaşma hükümlerini) yerine getirin." (en-Nahl, 16/91)
"Haddi aşmayın, Allah haddi aşanları sevmez." (el-Bakara, 2/190) buyurması; Peygamber Efendimiz'in cephe gerisinde bulunan kadın, çocuk, ihtiyar ve din adamlarının öldürülmemesini, savaşçılara işkence edilmemesini çapulculuk yapılmamasını istemesi, İslâm savaş hukukunun temel kuralları olmuştur.
Dinimizin müslümanlara farz kıldığı cihadın fazileti ve bu emri yerine getirenlerin Allah katında ulaşacakları yücelikler Kur'an-ı Kerim'de şöyle haber verilmektedir:
"Allah Teâlâ, Cennet'e karşılık müminlerin canlarını ve mallarını satın aldı. Onlar Allah yolunda savaşırlar. Savaş meydanında şehît ve gazi olurlar. Allah'ın bu öyle bir vâdidir ki, Tevrat'ta da, İncil'de de, Kur'an'da da sabittir. Kim Allah'tan daha çok vadini yerine getirir? Yaptığınız bu hayırlı alış verişten dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur." (et-Tevbe, 9/111)
"Ey mü'minler! Sizi çetin bir azabdan kurtaracak bir ticaret yolu göstereyim mi? O da şudur: Allah'a ve Rasûlüne iman eder ve Allah yolunda mallarınızla, canlarınızla savaşırsınız. Bir bilseniz bu iş sizin için ne kadar hayırlıdır. Bu takdirde Allah sizin günahlarınızı mağfiret eder, altlarından ırmaklar akan cennetlere ve Adn Cennetlerindeki hoş konutlara koyar. İşte büyük kurtuluş budur." (es-Saf, 6/10-12). Cihadın fazileti hakkında Hz. Peygamber (s.a.s.) de şöyle buyurur:
"Rasûlullah'a: "-hangi iş daha hayırlıdır?" diye soruldu. " Allah'a ve Peygamberine iman etmektir. " dedi.
"-Sonra hangisi faziletlidir, denildi: Allah yolunda cihaddır" cevabım verdi sonra "hangisidir?" sorusuna karşı da: "-Makbûl olan hac'dır, " buyurdu" (Buhâri, İman, 18)
Abdullah b. Mes'ud şöyle anlatıyor: "Rasûlullah'a: -Yâ Rasûlallah, Allah katında hangi iş daha sevimlidir? diye sordum. -Vaktinde kılınan namazdır, dedi. -Sonra hangisidir? dedim. -Anne ve babana iyilik etmendir, buyurdu. Sonra hangisidir? sorusuna da: -Allah yolunda cihaddır, cevabını verdi." (Buhârî, Cihad, 1)
Ebû Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet edilmiştir: "-Ya Rasûlallah, hangi amel daha faziletlidir?" dedim. "Allah'a iman etmek ve onun yolunda savaşmaktır" buyurdu. (Riyâzü's-Sâlihîn, II, 531).
Bir adam Peygamberimiz (s.a.s.)'e geldi ve: "-İnsanların hangisi efdaldir?" diye sordu. Rasûlullah: "-Allah yolunda malı ve canı ile cihad eden mümin kişidir" buyurdu (Buhârî, Cihad, 2)
Elde silâh, din ve İslâm diyarı uğrunda hudut boylarında nöbet beklemenin asil bir görev olduğunu ve bunun Allah Teâlâ'yı ziyadesiyle memnun ettiğini bildiren Peygamberimiz (s.a.s.) şöyle buyurmuştur:
"Hudut ve İslâm diyarının muhafazası için bir gün, bir gece nöbet beklemek, bir ay (nafile olarak) gündüz oruç tutup gece namaz kılmaktan daha hayırlıdır." (Müslim, İmâre,163; Tirmizî, Cihad 2)
"İki çeşit gözü, Cehennem ateşi yakmaz: Biri Allah korkusundan ağlayan göz; diğeri Allah yolunda nöbet beklerken uyumayan göz. " (Tirmizî, Fezâilü'l-Cihad, 12)
Görüldüğü gibi cihad ilâhi bir emir olup kadın erkek bütün müslümanlara farzdır. Bu farzı yerine getirenler Cenâb-ı Hakk'ın hoşnutluğunu kazanacak ve ahirette yüce mertebelere ulaşacaklardır.
Cenâb-ı Hak:
"Siz de düşmanlara karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet ve (cihad için) başlanıp beslenen atlar hazırlayın" (el-Enfâl, 8/60) buyurarak müslümanlara her zaman cihad için hazırlıklı olmalarını emretmiştir.
İşte bütün bu ayet ve hadislerin ışığında cihad, dünya ve dünya malı için olmayan, Kelîme-i Tevhîd'in kabulü ve gönüllere yerleşmesi için gösterilen cehd ile bunun neticesinde kazanılan kardeşliğin adıdır. Cihad; insanları, kula kul olmaktan kurtarıp Allah'a kul etmeğe davet edişin ve bu uğurda çekilen sıkıntıların adıdır. Cihad, insanları, sınıf, zümre, parti ve bütün beşeri hegemonyalardan kurtarıp Allah'ın hâkimiyeti altına gönül rızası ile davet etmenin adıdır. Kinsiz, kansız ve mutlu bir İslâm toplumu oluşturmak için gösterilen ihlaslı hareketin adıdır. Cihad, her ferdin, kendisini günahlardan arındırıp Allah'a istiğfar etmesi, Allah'a yönelmesi, Allah'a yönelen insanlardan oluşan bir dünya kurması ve bu dünyada kendisi ve insanlar için yalnız Allah'ın hâkimiyetini istemesi ve bunun için devamlı hareket halinde olmasıdır. Cihad, eskiden yapılan ve pişmanlık duyulan bütün yanlış işlerin aksini yapma gücüdür. Cihad, zimmete geçirilen bütün hakları geri iade edebilmektir.
Cihad, terkedilen hukukullahı telâfi etmektir. Cihad, nefis ve bedendeki her türlü taklidi terk etmektir.
Rasûlullah (s.a.s.)'ın torunu Hz. Hasan der ki: "Adam Allah uğrunda cihad eder. Halbuki bir kılıç vurmamış bulunur. Sonra Allah uğrunda cihadın hakkı da; hak ve ihlâsa yakın bulunması, haksızlıktan ve kötü niyetlerden gücü yettiği oranda kusur ve ilgisizlikten uzak bulunmasıdır."
Cihad, insanları baskı ve zorlamadan korumak ve kurtarmaktır. Zorlama ve baskı olmayan İslâm'a, insanları davet ederek Allah'ın adını yüceltmektir. Cihad, herkesi, mensubu olduğu akîdeden zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın kabulü ve yayılışına engel olmak isteyen ve gücünün yettiğine baskı yapan hak düşmanlarının kovulması ve her türlü engelin kaldırılması ile, sağlam kalp ve dosdoğru düşünen bir akıl için belirlenmiş en güzel nizamı, yani İslâm'ı hâkim kılmaktır. Cihad, Hz. Peygamber (s.a.s.)'in yaşayıp tebliğ ettiği İslâm'a yapışarak Allah yolunda kendini ve. malını feda etmiş, orta yolu seçmiş, aşırılıktan sakınmış ilâh olarak Allah'ı ve onun hâkimiyetini tanımış, İslâm'ı bütün dinlerin üstünde ve tamamlanmış tek din kabul ederek bu dini müdafaa ve yaşanılır kılmak için çalışmak demektir. Bunun için İslâm'da mutlak surette, öldürme, intikam, din değiştirmeye zorlama yoktur. Düşmanı yenmek, onun kuvvet ve gücünü bertaraf edip, dinde serbest olarak Allah'ın hükmüne tabi tutmaktır ki, işte Allah'ın adını yüceltmek için yapılan cihad şekillerinden birisi de budur.
Cihad, ne bir savunma savaşı ne düşmana saldırıda bulunup onu imha etme savaşıdır. Kıtal ve kan dökme değildir. Yahut bir üstünlük ve egemenlik kurarak insanları boyunduruk altına alma savaşı da değildir.
İnsanlarla mücadele ve insanlar arası savaş ilişkilerini anlatan pek çok kelime varken, İslâm bu kelimeleri cihad kavramı yerine kullanmadı. Meselâ, harp, kıtal, ezâ kelimeleri cihad kelimesinin yerini tutmamaktadır. İslâm niçin eskiden Araplar'ın kullandığı harp vb. gibi kelimeleri almadı da yepyeni bir ifade olan cihad tabirini aldı. Bunun birinci sebebi, harp tabiri şahsi menfaatler, polemik oyunlar için ateşi sönmeyen, yangını çağlar boyu milletlerin, kabilelerin içinden çıkmayan kıtal anlamında kullanılmıştır. Harplerde genellikle, kişisel ve toplumsal kinler hâkim olmuştur. Harplerde fikir endişesi, bir akîdeyi galip kılma çabası göze çarpmaz.
Cihad Allah İçindir ve Allah Yolundadır
İslâm'da cihad, hedefsiz, gayesiz bir savaş değildir. İslâm'da cihad yalnız Allah yolunda olur. Bu şart, cihaddan ayrılmaz. İslâm'ın kendi hedeflerine varmak için niçin harp veya başka bir kelimeyi değil de; "cihad" kelimesini seçtiğini belirtirken, cihadın diğer kelimelerden farklı olduğunu ifade ettik. Bu farklılığı sağlayan bir hususiyet de "Allah yolunda" ifadesinin ve kavramının cihad kelimesinin içinde bulunmasındandır. "Allah yolunda" tabiri de İslâm'ın kendi mefkûresi için kullandığı terimler sözlüğünden bir terimdir. Bu terimi de bir çok kişi yanlış anlamış, halkı İslâm inancına boyun eğdirip, İslâm'ı kabul ettirip bunun için zorlamak olduğu düşüncesini "Allah yolunda cihad" olarak düşünmüşlerdir.
Gerçekte, "Allah yolunda" terimi, İslâm kavramları içinde onların düşündüğünden çok geniş bir anlam belirtir. "Allah yolunda cihad" batılıların anladığı manada kutsal bir savaş değildir. İslâm nazarında, toplumun fayda ve mutluluğu için, geçici dünya arzusunda bulunmadan yapılan her hareket "Allah yolunda"dır.
Allah'ın sana verdiği malları geçici dünyalık faydalar umarak sarfedersen bu "Allah yolunda" olmak değildir. Ama sırf Allah rızası için, bildiğin muhtaçlara yardım edersen şüphesiz ki bu "Allah yolunda" bir iştir. İşte bu "Allah yolunda" terimi, yalnız İslâm'a mahsus; maddi menfaat ve arzulardan uzak, sırf Allah rızası umulan davranışlar için kullanılır. Bunu yapan kimse bilir ki mümin. kardeşlerinin saadeti için yaptığı her iş Allah rızası içindir. Müminin geçici dünya hayatında istediği tek husus Allah Teâlâ'nın rızasını kazanmaktan başka bir şey değildir. İşte yüce Allah, bu anlama işaret etmek için cihadı, "Allah yolunda" kaydıyla sınırlamıştır. İslâm'ın istediği de budur. Müslüman topluluk veya fert, batıl ve beşerî sistemleri yıkıp, yerine İslâm akîdesine dayalı bir sistemi getirirken, harcayacakları çabaları ve yapacakları her türlü fedakârlıkları, kişisel çıkarlardan, nefsânî arzulardan uzak tutmalıdır. Bütün çırpınmalarının karşılığı olarak, hak ölçülerine uygun, adaletli bir sistemi getirmekten başka bir şey gözetmemelidirler. Mümin, yaptığı şeylerin karşılığını bu dünyada beklemez. Allah'ın kelâmını yüceltmek için, bu bitmeyen mücadelenin, dinmeyen savaşın karşılığında; mal, mülk, şan, şeref, rütbe, geçici dünyalık elde etme düşüncesi aklından geçmez.
"İnananlar Allah yolunda savaşırlar, küfredenler ise tâğût yolunda savaşırlar..." (en-Nisâ, 4/76).
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, Allah, ancak kendi rızası için olan cihadı kabul eder. Nefsânî arzulardan, kavmiyetçi kinlerden, kabilecilik taassubundan kopan savaşı değil... Yeryüzündeki her canlı, hayatını devam ettirmek için çırpınıp durur. Fıtrî gayesine ulaşmak için gece gündüz demeyip çalışır. fakat müslümanın çırpınış ve çalışması başka gayelere yöneliktir. O, yani, İslâm'a inanıp, onun sistemine bağlanan kimse, her şeyden önce İslâm inkılâbının gayesi olan Hakkı getirmek için canla başla, malla Allah yolunda cihad eder. Bütün gücüyle şer güçleri yıkmak, fitne ve fesat tohumlarının yeryüzünde yayılmasına engel olmak için çalışır. "Fitne yok olup din ve hâkimiyet yalnız Allah'ın oluncaya kadar" cihad eder. İşte İslâmî cihad budur.
.
CİHADIN FARZİYETİ
2/216. Hoşunuza gitmediği halde savaş size farz kılındı. Sizin için daha hayırlı olduğu halde bir şeyi sevmemeniz mümkündür. Sizin için daha kötü olduğu halde bir şeyi sevmeniz de mümkündür. Allah bilir, siz bilmezsiniz.
4/74. O halde, dünya hayatını ahiret karşılığında satanlar, Allah yolunda savaşsınlar. Kim Allah yolunda savaşır da öldürülür veya galip gelirse biz ona yakında büyük bir mükâfat vereceğiz.
4/75. Size ne oldu da Allah yolunda ve "Rabbimiz! Bizi, halkı zalim olan bu şehirden çıkar, bize tarafından bir sahip gönder, bize katından bir yardımcı yolla!" diyen zavallı erkekler, kadınlar ve çocuklar uğrunda savaşmıyorsunuz!
4/84. Artık Allah yolunda savaş. Sen, kendinden başkası (sebebiyle) sorumlu tutulmazsın. Müminleri de teşvik et. Umulur ki Allah kâfirlerin gücünü kırar (güçleriyle size zarar vermelerini önler). Allah'ın gücü daha çetin ve cezası daha şiddetlidir.
9/123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.
.CİHAD EDENLERİN MÜKAFATI
4/95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
4/96. Kendinden dereceler, bağışlama ve rahmet vermiştir. Allah çok bağışlayıcı ve esirgeyicidir.
9/16. Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
9/88. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.
9/89. Allah, onlara içinde ebedî kalacakları ve zemininden ırmaklar akan cennetler hazırlamıştır. İşte büyük kazanç budur.
9/111. Allah müminlerden, mallarını ve canlarını, kendilerine (verilecek) cennet karşılığında satın almıştır. Çünkü onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler, ölürler. (Bu), Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da Allah üzerine hak bir vaaddir. Allah'tan daha çok sözünü yerine getiren kim vardır! O halde O'nunla yapmış olduğunuz bu alış verişinizden dolayı sevinin. İşte bu, (gerçekten) büyük kazançtır.
9/121. Allah onları, yapmakta olduklarının en güzeli ile mükâfatlandırmak için küçük büyük yaptıkları her masraf, geçtikleri her vâdi mutlaka onların lehine yazılır.
61/10. Ey iman edenler! Sizi acı bir azaptan kurtaracak ticareti size göstereyim mi?
61/11. Allah'a ve Resûlüne inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
CİHADIN HİKMETİ - FAYDALARI
8/5. (Onların bu hali,) müminlerden bir gurup kesinlikle istemediği halde, Rabbinin seni evinden hak uğruna çıkardığı (zamanki halleri) gibidir.
8/6. Hak ortaya çıktıktan sonra sanki gözleri göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi (cihad hususunda) seninle tartışıyorlardı.
8/7. Hatırlayın ki, Allah size, iki taifeden (kervan veya Kureyş ordusundan) birinin sizin olduğunu vadediyordu; siz de kuvvetsiz olanın (kervanın) sizin olmasını istiyordunuz. Oysa Allah, sözleriyle hakkı gerçekleştirmek ve (Kureyş ordusunu yok ederek) kâfirlerin ardını kesmek istiyordu.
8/8. (Bunlar,) günahkârlar istemese de hakkı gerçekleştirmek ve bâtılı ortadan kaldırmak içindi.
8/42. Hatırlayın ki, (Bedir savaşında) siz vâdinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz, onlar da uzak kenarında (Mekke tarafında) idiler. Kervan da sizden daha aşağıda (deniz sahilinde) idi. Eğer (savaş için) sözleşmiş olsaydınız, sözleştiğiniz vakit hususunda ihtilâfa düşerdiniz. Fakat Allah, gerekli olan emri yerine getirmesi, helâk olanın açık bir delille (gözüyle gördükten sonra) helâk olması, yaşayanın da açık bir delille yaşaması için (böyle yaptı). Çünkü Allah hakkıyla işitendir, bilendir.
8/43. Hatırla ki, Allah, uykunda sana onları az gösterdi. Eğer onları sana çok gösterseydi, elbette çekinecek ve bu iş hakkında münakaşaya girişecektiniz. Fakat Allah (sizi bundan) kurtardı. Şüphesiz O, kalplerin özünü bilir.
8/44. Allah, olacak bir işi yerine getirmek için (savaş alanında) karşılaştığınız zaman onları sizin gözlerinizde az gösteriyor, sizi de onların gözlerinde azaltıyordu. Bütün işler Allah'a döner.
9/13. (Ey müminler!) verdikleri sözü bozan, Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır.
9/14. Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.
9/15. Ve onların (müminlerin) kalplerinden öfkeyi gidersin. Allah dilediğinin tevbesini kabul eder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.
47/4. (Savaşta) inkâr edenlerle karşılaştığınız zaman boyunlarını vurun. Nihayet onlara iyice vurup sindirince bağı sıkıca bağlayın (esir alın). Savaş sona erince de artık ya karşılıksız veya fidye karşılığı salıverin. Durum şu ki, Allah dileseydi, onlardan intikam alırdı. Fakat sizi birbirinizle denemek ister. Allah yolunda öldürülenlere gelince, Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmaz.
47/31.Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
.MAL VE CANLA CİHAD EDİN
9/41. (Ey müminler!) Gerek hafif, gerek ağır olarak savaşa çıkın, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır.
9/88. Fakat Peygamber ve onunla beraber inananlar, mallarıyla, canlarıyla cihad ettiler. İşte bütün hayırlar onlarındır ve onlar kurtuluşa erenlerin kendileridir.
YAKINLARINIZ VE MALLARINIZ CİHAD ETMEKTEN DAHA SEVİMLİ İSE BEKLEYİN BAKALIM
9/24. De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah'tan, Resûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.
ALLAH YOLUNDA MALARIYLA VE CANLARIYLA CİHAD EDENLERİN YÜKSEK DERECELERİ VAR
9/20. İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de işte onlardır.
9/21. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler.
9/22. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Şüphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.
KİM CİHAD EDERSE ANCAK KENDİ YARARINA CİHAD EDER- ALLAH, ALEMLERDE ZENGİNDİR
29/6. Cihad eden, ancak kendisi için cihad etmiş olur. Şüphesiz Allah, âlemlerden müstağnîdir. (O'nun hiçbir şeye ihtiyacı yoktur).
CİHAD EDENLE ETMEYEN BİR OLMAZ
4/95. Müminlerden -özür sahibi olanlar dışında- oturanlarla malları ve canlarıyle Allah yolunda cihad edenler bir olmaz. Allah, malları ve canları ile cihad edenleri, derece bakımından oturanlardan üstün kıldı. Gerçi Allah hepsine de güzellik (cennet) vadetmiştir; ama mücahidleri, oturanlardan çok büyük bir ecirle üstün kılmıştır.
9/16. Yoksa, Allah, sizden, cihad edip Allah, peygamber ve müminlerden başkasını kendilerine sırdaş edinmeyenleri ortaya çıkarmadan bırakılacağınızı mı sandınız? Allah yaptıklarınızdan haberdardır.
9/19. (Ey müşrikler!) Siz hacılara su vermeyi ve Mescid-i Haram'ı onarmayı, Allah'a ve ahiret gününe iman edip de Allah yolunda cihad edenlerin imanı ile bir mi tutuyorsunuz? Halbuki onlar Allah katında eşit değillerdir. Allah zalimler topluluğunu hidayete erdirmez.
CİHAD EDENLERE YOLLARIMIZI GÖSTERİRİZ
29/69. Ama bizim uğrumuzda cihad edenleri elbette kendi yollarımıza eriştireceğiz. Hiç şüphe yok ki Allah iyi davrananlarla beraberdir.
CİHAD VE SABIRLA DENENMEK
47/31.Andolsun ki içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye ve haberlerinizi açıklayıncaya kadar sizi imtihan edeceğiz.
BAŞTAN CİHADIN İSTEDİLER, SONRA BUNDAN HOŞLANMADILAR
47/20. İman etmiş olanlar: Keşke cihad hakkında bir sûre indirilmiş olsaydı! derler. Ama hükmü açık bir sûre indirilip de onda savaştan söz edilince, kalplerinde hastalık olanların, ölüm baygınlığı geçiren kimsenin bakışı gibi sana baktıklarını görürsün. Onlara yakışan da budur!
CİHADI İSTESELERDİ HAZIRLIK YAPARLARDI
4/72. İçinizden bazıları vardır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: "Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der.
9/46. Eğer onlar (savaşa) çıkmak isteselerdi elbette bunun için bir hazırlık yaparlardı. Fakat Allah onların davranışlarını çirkin gördü ve onları geri koydu; onlara "Oturanlarla (kadın ve çocuklarla) beraber oturun!" denildi.
ZENGİN OLANLAR, CİHADA GİTMEMEK İÇİN İZİN İSTERLER
9/49. Onlardan öylesi de var ki: "Bana izin ver, beni fitneye düşürme" der. Bilesiniz ki onlar zaten fitneye düşmüşlerdir. Cehennem, kâfirleri mutlaka kuşatacaktır.
9/93. Sorumluluk ancak, zengin oldukları halde senden izin isteyenleredir. Çünkü onlar geri kalan kadınlarla beraber olmaya râzı oldular. Allah da onların kalplerini mühürledi, artık onlar (neyin doğru olduğunu) bilmezler.
9/86. "Allah'a inanın, Resûlü ile beraber cihad edin" diye bir sûre indirildiği zaman, onlardan servet sahibi olanlar, senden izin istediler ve: Bizi bırak (evlerinde) oturanlarla beraber olalım, dediler.
ÖNCE CİHADI ARZULUYORDUNUZ
3/143. Andolsun ki siz, ölümle yüzyüze gelmezden önce onu temenni ederdiniz. İşte şimdi onu karşınızda gördünüz.
.İSLÂM DAVETİNİ YÜKLENMENİN ÖNEMİ
Davet; bir şeye meylettirme bir şeye olan rağbeti artırma işidir. Sizin herhangi birini İslâm’a davet etmeniz, onu İslâm’a eğilimli hale getirmeniz ve onun İslâm’a olan rağbetini artırmanız demektir. İslâm’a davetin söz ile sınırlandırılmaması da bundandır. Davet edilenlerin eğilim ve teşviki için davet sözlü yapıldığı gibi amel ile de yapılır. Demek oluyor ki “davet” hem davranışla hem de sözle yüklenilmelidir. Müslümanın davet ettiği şeyin canlı bir örneğini temsil etmesi, İslâm’ın gerçek sûretini apaçık bir şekilde beyan etmesi kaçınılmaz bir gerekliliktir. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“Salih amelde bulunarak Allah’a davet eden ve ben müslümanım diyenden kim daha güzel sözlü olabilir?”
Diğer ayeti celîlede de; “İşte bunun için (Allah'a) davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol.”
Bu ifadeler davetçinin davet ettiği şey ile amel etmesinin davetten bir parça olduğunu göstermektedir.
Allah'a davet etmek elbette ki vacibtir. Davetçiyi Rabbına yaklaştıran bir ibadettir. Dünyada ve Ahirette Allah'ın davetçiyi yücelttiği ve makamının da yüce olduğu bilinmesi gereken bir hakikattir.
Allah'a davet peygamberlerin görevlerindendir. Zira bu vecîbe sayesinde Rablerinin dinlerini hayata geçirmeye imkân bulmuşlardır. Allah (C.C.) şöyle buyurmaktadır:
“Allah'a ibadet etsinler ve tağuttan sakınsınlar diye biz her ümmete bir Rasul (elçi) gönderdik.”
“Ey peygamber! Şüphesiz Biz seni bir şahit, bir müjdeleyici ve bir uyarıcı olarak gönderdik. Allah’ın izniyle aydın bir yol (metod) ile Allah'a çağıran...”
İşte bu ve benzeri ayetlerde de belirtildiği üzere Rasul (s.a.v.) İslâm’ı tebliğ etti ve ümmetine nasihatta bulundu. Onları bu dünyada İslâm'a davet etmekle onların üzerine şahit olduğu gibi onları ve Allah’ı da davetine şahit kıldı. Allah Sübhanehu ve Teâla’yı şahit kıldığına Veda Haccında sarf ettiği şu sözleriyle müşahede ediyoruz:
“Dikkat edin size tebliğ ettim mi? Allah’ım şahit ol.”
Allah'a davet, Nebî (s.a.v.)’den ümmetine kalan mirastır. Eğer İslâm'ın muhafazasını ve devamını istiyorsak, davetin devamlılığını muhafaza etmemiz şarttır.
Çünkü İslâm'ın varlığını sağlayan davet olmadan İslâm’ın etkin bir şekilde varlığından bahsetmek mümkün olmaz.
Müslümanları karanlık ve bozuk fikirlerin etkisinden arındıran İslâm’a davet olmadan İslâm'a tabi olanların nefislerinde İslâm’ın arı ve duru olabileceği tasavvur bile edilemez.
İslâm'a davet olmadan İslâm'ın hayatta hakim olması düşünülemez.
İslâm'a davet olmadan İslâm'ın güçlü bir şekilde âleme yayılması düşünülemez.
Diğer bir ifadeyle; “davet” olmadan “din” ne kuvvet bulur, ne yayılır, ne kendisini koruyabilir, ne de Allah'ın insanlar üzerine inzal buyurduğu hücceti ikame edilmiş olur.
İslâm'a davet ile İslâm, geçmişteki izzetine ve gücüne kavuşur. Bugün bizler buna ne kadar da muhtacız.
İslâm'a davetle İslâm, tüm insanlar arasında yayılır. Din tamamen Allah'ın olur. Oysa bugün dünya buna ne kadar da muhtaçtır.
İslâm'a davetle müslümanların dayandıkları delilin ne kadar üstün olduğu ve kâfirlerin delillerinin de ne kadar çürük temellere dayandığı ortaya çıkar. Artık İslâm’ı terk etmesi için hiçbir mazeretleri kalmaz. Allahu Teâla şöyle buyurmaktadır:
“İnsanların Allah'a karşı bir hüccetleri olmasın diye bir müjdeleyici ve uyarıcı Rasul (gönderdi). Allah aziz ve hakimdir.”
İslâm'a davet Müslümanlar arasındaki önemini işte buradan almaktadır. Başta Nebi (s.a.v.) olmak üzere ilk Müslümanlar hemen bu görevi yerine getirdiler. İslâm dinine olan hırsları nedeniyle İslâm'a davete de aynı hırsı, özeni gösterdiler. Gerçek şu ki; İslâm'a davet olmasaydı İslâm bize ulaşmaz, milyonlarca insan bu sahih akideden mahrum kalırdı. Belki de İslâm, yalnızca Rasul (s.a.v.)’le sınırlı kalırdı. Allah'ın Rasul’e inzal buyurduğu ilk ayet olan “oku” ifadesi ile hem kendisi hem de diğer insanlar için okuması emredilmiştir. Yine Nebî (s.a.v.)’e inen ilk ayetlerden biri de: “kalk ve uyar” ayetidir.
Rasul (s.a.v.)’in İslâm'a davet etmesiyle hem İslâm hem de Rasulullah (s.a.v.)’den sonra bu hayırlı risaleti taşıyanların en hayırlısını oluşturan ilk Müslümanlar meydanda var olmuştur. Bu ilk müslümanların davetiyle İslâm, diğer insanlara intikal etmiştir. Böylece bu güne kadar dava sürmüş ve Kıyamet gününe kadar da sürecektir.
İslâm'a göre davet tıpkı suyun akması gibidir. Su akınca, her şeyi sular ve insanlara her hayrı verir. Fakat su akıtılmaya ve taşınmaya muhtaçtır. İslâm da böyledir. Hak din ve sahih düşünce olmasına rağmen diğer yerlere akıtılmaya ve insanlara taşınmaya muhtaçtır. Böylece Allah'ın rızasına tabi olanları sular ve hidayete erdirir.
İşte bu açıklamalardan sonra, İslâm ile İslâm'a davet etmek arasındaki bağın ne kadar önemli olduğu bariz şekilde görülmektedir.
Bu nedenle davet, İslâm'da önemli bir rükûn ve hayati bir iştir. İslâm’ın gönüllerde yer edebilmesi ve yayılması için gerekli bir unsurdur. Davet, İslâm’ın doğuşu ile başlamıştır, birlikte yürümüştür. Allah'ın yeryüzünün tamamını yok edeceği Kıyamet gününe kadar da devam edecektir. Bir bakıma onun süresi İslâm'ın ömrü kadardır.
Bu sebeple İslâm'a davet; müslümanların hayatlarında önem kazanmalı, en fazla önem verdikleri bir iş olmalıdır. Bu uğurda vakitlerini harcamalılar ve emek sarf etmelidirler.
.İyiliği Emretmek ve Kötülüğü Nehyetmek, İslâm Davetinden Bir Parçadır.
İmam Nevevi (r.a.), Sahih-i Müslim'i şerh ederken, emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münker konusu altında şöyle der: "Ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek konusu, uzun zamandan beri büyük bir kısmı tamamen ihmal edilmiş bir konudur. Göstermelik birtakım işlerin dışında günümüzde bundan pek fazla bir şey kalmamıştır.
Halbuki bu konu, çok büyük ve azametlidir. İşlerin düzgünlüğü ve hayrın devamı onunla gerçekleşir. Pislik yayılırsa, Allah'ın cezası salih olana ve olmayana da dokunur. Zalimlerin ellerini zulümden uzaklaştırmadıkları takdirde, Allah'ın cezası onlara da dokunacaktır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :
"O'nun emrine muhalefet edenler; bir fitnenin ya da pek acıklı bir azabın kendilerine isabet etmesinden sakınsınlar."
Ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek; dünya döndükçe, hayat devam ettikçe, emniyet ve sağlığa muhtaç oldukça çok gerekli ve zarurîdir. Çünkü davet bunların tamamına denk bir iştir. Rasulullah (s.a.v.) de ümmetin buna ne kadar da fazla muhtaç olduklarını bir örnek vererek şu hadiste açıkça ortaya koymaktadır:
"Allah'ın hudutlarını koruyan ile bunları aşan kimseler; kura sonucunda bir kısmı geminin güvertesine bir kısmı da alt kata yerleşen gemi yolcularına benzerler. Su ihtiyaçlarını karşılamak için sürekli üst kata uğramak mecburiyetinde olan alt kattakiler: ‘Biz bulunduğumuz yerde bir delik açarsak, ve yukarıdakilere hiç dokunmasak’ derlerse ve yukarıdakiler de bunları arzularına göre bırakırsa hepsi helâk olur. Onları engellerlerse hepsi kurtulur."
İşte bu Hadis-i Şerif; ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmenin, topluma hayat ve afiyet veren bir husus olduğunu göstermektedir. Bu hususta herhangi bir gevşeklik göstermek, gemiyi ve içinde olanların tümünü denizin dibine götürür.
Kur'an-ı Kerim; davanın önemini ve insanların ona ne kadar çok muhtaç olduklarını bir çok ayette beyan etmiştir. Kur'an'ın lafızları sadece dava kelimesi ile sınırlı kalmayıp davet konusu etrafında odaklaşan tüm anlamları ve kelimeleri de kapsamaktadır. Rasulullah (s.a.v.)’in hadisleri de aynı şekildedir. Kur'an-ı Kerim, İslâm'a davet etmenin farziyetini açıklarken, ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek gibi lafızları da kullanmıştır. Şöyle ki:
"Muhakkak ki siz insanlar için çıkartılmış en hayırlı ümmetsiniz. Ma’rufu emredersiniz, münkeri nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız."
"Hayra (İslâm'a) davet edecek, ma’rufu emredecek ve münkeri nehyedecek sizden bir grup veya hizb bulunsun. Onlar felaha kavuşanların ta kendileridir."
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Canımı elinde tutana yemin ederim ki, ya ma’rufu emredersiniz ve münkeri nehyedersiniz ya da Allah size bir azap indirir."
"Sizden kim bir münkeri görürse onu eliyle değiştirsin. Yapamazsa diliyle, yine yapamazsa kalbiyle buğz etsin. Bu ise imanın en zayıf derecesidir."
Tebliğ Etmek, Davetten Bir Parçadır
Kur'an-ı Kerim, davet kelimesi yerine “tebliğ” kelimesini de kullanmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur:
"Ey Rasul, Rabbından indirileni tebliğ et. Yapmazsan O'nun risaletini tebliğ etmiş sayılmazsın. Allah seni insanlardan koruyacaktır."
Bu konuda Rasulullah (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır:
"Ben bir ayeti okuduğum zaman onu tebliğ edin."
Yine Kur'an-ı Kerim, davet kelimesi yerine insanlara karşı şahitlik yapma kelimesini kullanmıştır:
"Bu şekilde sizi vasat (seçkin) bir ümmet haline getirdi ki, insanlara şahit olasınız ve Rasul de size şahit olsun."
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Mü'minler, yeryüzünde Allah'ın şahitleridir."
"Şahit olan kimse burada bulunmayana tebliğ etsin."
.Hakkı Tavsiye de Davetten Bir Parçadır
Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerif, İslâm davetinden söz ederken, hakkı tavsiye etmek ifadesini kullanmıştır. Yine davet anlamında; müjdeleme, uyarma, hakkı söylemek, nasihat etmek, insanlara hatırlatmak, ehli kitap ile en güzel şekilde mücadele etmek, Allah uğrunda cihad etmek, dini yükseltmek için çalışmak ve benzeri ifadeleri ve daha birçok ifadeyi de kullanmıştır. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :
"Asra and olsun. İnsan hüsrandadır. Ancak mü'min olup salih amel işleyenler, hakkı tavsiye edenler ve sabrı da tavsiye edenler müstesna."
"Seni ancak bütün insanlara müjdeleyici ve uyarıcı olarak göndermiştik."
"Her Rasulü ancak kendi kavminin lisanıyla gönderdik ki, onlara indirileni açıklasın."
"Şüphesiz bu Kur'an bütün alemler için bir hatırlatma (bir düşünce)dir."
"Muhakkak ki bu Kur'an, senin ve kavmin için bir hatırlatma (düşünce)dir. Şu var ki bundan sorulacaksınız."
"Onlarla en güzel şekilde tartış."
"Fitne (küfür ve sapıklık) kalmayıncaya ve yalnız Allah'ın dini hakim oluncaya kadar onlarla savaşın. "
"Dinini bütün dinlere hakim kılmak için Rasulünü hidayetle ve Hak dinle gönderen O’dur. Müşrikler sevmeseler bile."
Rasulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Din nasihattır." Ey Allah'ın Rasulü! Din kim için nasihattır? Dedi ki: "Allah'a, Kitabına, Rasülüne, müslümanların önderlerine ve her birisine nasihattır."
Nasihat; samimiyet göstermek, yani doğruyu göstermektir. Süleyman b. Büreyde, babasından şu hadisi rivayet eder:
"Rasulullah (s.a.v.), bir ordu veya bir fırka üzerine bir emir tayin ederse ona, Allah'a takvalı olmasını ve müslümanlara hayır yapmasını tavsiye ederdi. Ve şöyle derdi : "Allah'ın adıyla ve yalnız O'nun uğrunda saldırın. Allah'a isyan eden kâfirlerle savaşın. Müşriklerden olan düşmanlarınızla karşılaştığın zaman onları şu üç hususa davet et. Hangisini kabul ederlerse onlardan onu kabul et ve elini onların üzerinden kaldır; Önce onları İslâm'a davet et, eğer bunu kabul ederlerse onu kabul edin ve onların üzerlerinden ellerinizi çekin..."
Ve yine şöyle buyurmuştur :
"Benim sözümü işitip ezberleyen, kavrayan ve diğerlerine anlatan kulun yüzünü Allah nurlandırsın. Zira fakih olmayan nice fıkıh taşıyıcıları vardır. Yine kendisinden fakih olan kimselere fıkıh taşıyan nice kimseler vardır."
Bu konu hakkında böyle yığınla ayetler ve hadisler vardır. Hatta her bir ayet ve hadis daveti öven anlamlar taşımaktadır. Davet, bütün insanları kapsamına almaktadır. Tüm Müslümanlar da güçlerine göre daveti yüklenme görevini yerine getirirler.
Davetle ilgili ayetlerin dışında yalnızca ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmekle ilgili ayetlere gelelim. Bu türden ayetlerin, emri bi’l ma’ruf ve nehyi ani’l münkerin tüm Müslümanlar tarafından yerine getirilmesi gereken İslâm'ın en büyük rükûnlarından birisi olduğunu bize haber verdiğini görürüz. Her yönü ile bize örnek olan Rasulullah (s.a.v.)’e bu ayetlerde şöyle hitap edilmektedir:
"(Peygamber) onlara ma’rufu emreder, onları münkerden nehyeder, onlara temiz olanı helâl, pis olanı da haram kılar." Bu ifade peygamber (s.a.v.)’in risaletinin kemâle ermesi için yapması gereken işlerden birisini göstermektedir. Zira Allahu Teâlâ, peygamberin dili vasıtasıyla ma’ruf olan her şeyi emretti ve her münkeri nehyetti. Temiz olan her şeyi helâl, pis olan her şeyi de haram kıldı.
Ayetlerde ümmetine ise şöylece hitap edilmektedir:
"Siz insanlar için çıkartılmış hayırlı bir ümmetsiniz. Ma’rufu emredersiniz, münkeri nehyedersiniz ve Allah'a inanırsınız."
Ayette geçen “ümmet” ifadesi; fertlerden cemaatlara, emir sahiplerine varıncaya kadar bütün müslümanları kapsamaktadır. Zira bunların tamamı ma’rufu emretme, münkeri nehyetme farziyetini yerine getirirler.
Mü'minler birer fert halindeyken de bunları yaparlar. Allahu Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
"Mü'min erkek ve mü'min kadınlar, birbirlerinin dostu ve yardımcısıdırlar. Ma’rufu emrederler ve münkeri nehyederler."
İmam Kurtubî, bu ayetleri tefsir ederken şöyle demiştir : "Allahu Teâlâ, ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek hususunu, mü'minler ile münafıklar arasındaki fark olarak göstermiştir. Bu ayırım; başında İslâm'a davet etmek olmak üzere ma’rufu emretme ve münkeri nehyetme işinin mü'minlerin en önemli özelliklerinden olduğuna delalet etmektedir."
Cemaatlar ve hizipler açısından da yapmaları gereken işin türü açıklanmakta ve ayette şöyle denilmektedir:
"İslâm'a davet edecek, ma’rufu emredecek ve münkeri nehyedecek sizden bir grup bulunsun. Bunlar felâha kavuşanların ta kendileridir."
Emir sahipleri açısından ise ayette şöyle denilmektedir:
"Onlar ki; yeryüzünde kendilerine imkân (yönetim, güç) verdiğimiz zaman, namazı ikâme ederler (din ahkâmını uygularlar), zekatı verirler, ma’rufu emrederler ve münkeri nehyederler. İşlerin sonuçları Allah'ın elindedir."
Kur'an'da davetin İslâm'a olduğuna dair bir takım açıklamalar vardır :
"Hayra (İslâm'a) davet edecek sizden bir grup bulunsun."
"İslâm’a davet edilirken, Allah'a iftira eden kimseden daha zalim kimse yoktur."
"Şüphesiz sen onları dosdoğru bir yola davet ediyorsun."
Yine Kur'an'da davetin Allah'a olduğunu beyan eden bir takım ayetler vardır:
"Allah'a davet eden kimsenin sözünden daha güzel söz söyleyen var mıdır?"
"De ki; Benim yolum budur. Ben ve benimle beraber olanlar (ashabım), Allah'a basiretle (tam idrak ve ilimle) davet ediyoruz."
Kur'an'da davetin, Allah'ın indirdikleri ile yönetmeye yönelik olduğu da açıklanmıştır :
"Aralarında hüküm verilmesi için Allah’a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman onlardan bir grup bundan yüz çevirirler. "
“Aralarında hüküm verilmesi için Allah'a ve Rasulüne çağrıldıkları zaman mü’minlerin sözü; işittik ve itaat ettik şeklindedir.”
“Aralarında hüküm verilmesi için Allah'ın Kitabına çağrıldıkları zaman onlardan bir grup hemen gerisin geriye dönerler. Onlar (Allah'ın hükmünden) yüz çevirenlerdir.”
Ma’rufu emretmek ve münkeri nehyetmek, farzı kifayedir. Bir grup müslüman onu yerine getirirlerse diğer Müslümanlar bu sorumluluktan kurtulurlar. Kim bunu yerine getirirse sevabı elde eder. Hiç kimse onu gerçekleştirmezse, herkes günahkâr olur. Hepsine de azap dokunur. Onu yerine getirirlerse kendileri için kurtuluş gerçekleşir. Allahu Teâlâ şöyle buyurmuştur :
"Kendilerine hatırlatılan şeyleri unuttukları (dinlemedikleri) zaman kötülüğü nehyedenleri kurtardık ve zalim olanlara ağır azap indirdik. Çünkü fasık (günahkâr) insanlar idi."
Her ma’rufun temeli ve ilki imandır. Zira iman küfrün zıddıdır. Küfür ise her münkerin başı ve temelidir. Allah'a itaat, ilk ma’ruftan kaynaklanan ma’ruflardan birisini oluştururken, günah işlemek ise ilk münkerden kaynaklanan münkerlerden birisidir. İmanı ve itaatları koruyan ve itaatların başında yer alan Allah'ın indirdikleri ile hükmetmekle davet görevi yerine getirilir ve Allah'ın dini yayılır. Buna karşılık Allah'ın indirdikleriyle hükmetmemek, masiyetlerin ve günahların başında gelir. Bu ise şehvetlere, heva ve hevese ve sapıklığa uymaktır.
Bu nedenle ümmetin tümü bu farzı yerine getirmek için birleşmelidir. Dinin emirlerine önem veren her Müslüman, Okuduğu ayet ve hadisin yalnız kendisi için değil bütün müslümanlar için olduğunu bilmelidir. Hatta hitap Rasul'e yönelik olsa bile bu hitabı tahsis edecek bir delil olmadıkça bu hitap aynı zamanda ümmetini de ilgilendirmektedir. Allah'ın bir müslümana iman etmeyi, ibadeti veya Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyi emretmesi, hem kendisini hem de bütün mü'minleri kapsadığı anlamına gelir.
..
|
|
|
|
Bugün 211 ziyaretçi (437 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|