|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
|
Keramet sahibi olmak - Dinimiz İslam
Kalpte keşif ve şühûd hasıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru Müslümanlar haber veriyor. Hadîs-i şerifte; (Çok zikredenin kalbinde nifak kalmaz) ...
Keramet ve keşf sahibi olmak istemek, Allah'tan başkasını sevmek demektir. Keramet, kurb ve marifet demektir. Kerametin çok olması, tasavvuf yolunda ...
Evliyanın keşfi, İslamiyet'e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez.
Tasavvuf ehlinin, eserden müessiri, yani işi görerek, bunu yapanı keşf ile anlamasına (İlm-ül-yakîn) denir. (Mektubat-ı Rabbani c.3, m.39)
Evliyanın keşf ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [m. 272]
.
Keramet sahibi olmak
|
Sual: Keramet sahibi kimse, yaptığımız bazı yanlışları görebiliyor. Mesela, cünüp gezdiğimizi, yalan söylediğimizi veya hangi namazı kılmadığımızı anlayabiliyormuş. Adamın biri, yolda bir kadına bakıyor, sonra, Hazret-i Osman’ın yanına uğruyor. Hazret-i Osman, (Gözünde zina işareti var) diyor. O kişi, (Nereden biliyorsun? Peygamberlik sona ermedi mi?) diye sorunca, Hazret-i Osman, (Müminin firasetinden sakının, çünkü mümin, Allahü teâlânın nuruyla bakar) hadis-i şerifini bildiriyor. Şimdi o adam, ne kadar mahcup olmuştur. Allah, evliya zatlara niye keramet verip başkalarının ayıplarını gösteriyor?
CEVAP
Önce şunu bilmek gerekir. Sâlih kullarına, keramet, firaset ihsan eden, her şeyi bilen ve her şeyin en iyisini yapan Allahü teâlânın, hâşâ, yanlış bir şey yapabileceğini düşünmek çok tehlikelidir.
Allahü teâlâ, hikmetsiz, faydasız bir şey yaratmaz. Yarattıklarında çok hikmet vardır. Mesela, evliya zatların kerametiyle gayrimüslimler hidayete kavuşabilir. Bunun örnekleri çoktur. Müslümanların ise imanlarının kuvvetlenmesine vesile olur.
Harika denilen olağanüstü bir olay, peygamberden meydana gelirse (Mucize), evliya zattan meydana gelirse (Keramet), sâlih müminden meydana gelirse (Firaset), fâsık veya bid’at ehlinden meydana gelirse (İstidrac), kâfirden zuhur ederse (Sihir, büyü) denir.
Allahü teâlâ, Müslümanlara veya gayrimüslimlere çeşitli kabiliyetler vermiştir. Kiminin sesi güzeldir, kimi pehlivandır. Kimi çok zekidir, kiminin on parmağında on marifet vardır. Kabiliyetsizin, kabiliyetli olanı, mesela sesi çirkin olanın, (Allah falancaya niye güzel ses verdi?) diye, Allah'ı sorgulaması yanlış olur.
Kimi, insan sarrafıdır. Bir bakışta, kimin yalancı, kimin doğru, kimin hırsız olduğunu anlayabilir. Mesela Seyyid Abdülhakîm Efendi hazretlerinin babası Seyyid Mustafa Efendi, bir kimsenin, hangi namazı kılmadığını, yüzünden anlardı. (Seadet-i Ebediyye)
Cünüp gezenin yanında rahmet melekleri olmaz. Evliya zatlar, bir kimsenin yanında rahmet melekleri olmadığını görünce, onun cünüp olduğunu anlarlar, hattâ kötü kimseleri hayvan şeklinde görürler. O kimsenin yüzüne vurmadan cünüp gezmenin zararı anlatılıp böylece onun iyi şeyler yapmasına sebep olmak yanlış görülmemelidir.
İnsanlara verilen bu özellikler, kiminin kabiliyetleri sayesindedir, kiminin de, haramlardan kaçıp ihlasla ibadet ettikleri içindir. Böyle insanları kabiliyetlerinden dolayı suçlamak, kabiliyeti yaratanı suçlamaya sebep olmamalıdır.
Allahü teâlâ günahları örtüp, ceza vermekte acele etmediği için, günaha alışan kişiye, yaptıkları normal gelir, âhiretteki cezasını düşünemez. Kul kerametle ikaz edilince gafletten uyanır. (Evliya günahımı bildiğine göre, Allahü teâlâ elbette bilir. Allah, beni her an görüyor, nasıl günah işlerim?) diye düşünerek tevbe eder. O kadar mahcubiyetle büyük felaketten kurtulmuş olur. Sualdeki kimse, Hazret-i Osman’ın ikazıyla bir daha harama bakmamıştır. Dünyadaki ufak bir musibete âhirette büyük mükâfat vardır.
Mucizeler de, insanların hidayete kavuşması için meydana gelir. Mesela Resulullah'ın amcası Abbas, Bedir Savaşı’nda esir alınınca, serbest bırakılması için fidye istenmişti, (Benim param yok) demişti. Resulullah efendimiz, amcasına, (Sen hanımına, “Ben geri dönemezsem, falanca yere şu kadar altın sakladım” demiştin) buyurunca, amcası, (Sana bunu kim söyledi?) dedi. (Rabbim söyledi) buyurdu. Bu mucize ile, amcasının yalanı ortaya çıkıp mahcup olmuşsa da, peygamberlerden sonra insanların en üstünleri olan Eshab-ı kiramdan olma şerefine kavuşup çok büyük hizmetler yapmasına sebep oldu. Kerametler de, kiminin hidayetine, kiminin de hidayetinin artmasına, imanının kuvvetlenmesine sebep olmaktadır. Bu bakımdan kerametleri, Allahü teâlânın bir lütfu, bir rahmeti olarak görmeli, keramet sahibi zatları suçlamamalıdır.
Evliyanın kerametine inanmamak
Sual: Bazı kimseler, evliyada meydana gelen, keşif ve kerametlere inanmıyor. Böylelerine ne denebilir?
Cevap: Evliyanın keşif ve kerametlerine inanmayanlar, aslında Müslümanların evliyaya olan itimatlarını yıkmaya çalışmaktadırlar. Halbuki, bu davranışlar çok çirkin ve haksızdır. Çünkü, bir âyet-i kerimede mealen; (Çok zikrediniz. Zikretmekle kalp itminana kavuşur) buyuruldu. Hadîs-i şerifte; (Allah sevgisinin alameti, Onu çok zikretmektir) buyuruldu. Hadîs âlimleri; “Resûlullah, her an zikrederdi” buyurdu. İşte bunun için bu ümmetin büyükleri çok zikrederdi. Böylece, İslâmiyetin bu emrini de yerine getirmeye çalışırlardı. Çok zikredince, mübarek kalpleri itminana kavuşurdu. (Her derdin şifası vardır. Kalbin şifası, zikrullahtır) ve (Takvanın kaynağı, ariflerin kalpleridir) hadîs-i şeriflerinin haber verdiği gibi, kalp hastalığından, günahlardan kurtuldular. Allahü teâlânın sevgisine kavuştular. İşte takva sahibi olan, kalpleri temiz olan, Allahü teâlânın çok sevdiği bu büyük âlimler diyorlar ki:
“Çok zikrederken, dünyayı, her şeyi unutuyoruz. Kalbimiz ayna gibi oluyor. İnsan uykuda, her şeyi unutunca, rüya gördüğü gibi kalplerimizde bir şeyler görünüyor.” Bu gösterilenlere Keşif, Mükâşefe, Şühûd isimlerini veriyorlar. Böyle olduğunu, her asırda binlerle evliya haber veriyor.
Çok zikretmek ibadettir. Çok zikredenleri Allahü teâlâ sever. Bunların kalpleri, takva kaynağı olur. Bunları Kitap ve Sünnet haber veriyor. Bunlara inanmayan, Kitaba ve Sünnete inanmamış olur. Kalpte keşif ve şühûd hasıl olduğunu da, Allahü teâlânın sevdiği doğru Müslümanlar haber veriyor. Hadîs-i şerifte; (Çok zikredenin kalbinde nifak kalmaz) buyuruldu. Bunları haber verenler, münafık olmayan, özü, sözü doğru kimselerdir. Keşif ve keramet, böyle kimselerin tevatür hâlindeki haberleri ile bildirilmiştir.
Evet bunlar, Ümûr-i vicdâniyye, Ümûr-i zevkiyyedir. Başkalarına hüccet olamaz. Bunlara inanmak emrolunmadı. Fakat, inanmak yasak da edilmemiştir. Allahü teâlânın sevdiği salih Müslümanların tevatür hâlinde bildirdiklerine inanmak, inanmamaktan daha iyidir. Müslümana hüsn-i zan olunur, haberlerine güvenilir. İbadetlerde bile, sözlerine güvenilir. “İnkâr eden, mahrum olur” sözü, meşhurdur.
Veli, keramet, mürşid ne demektir
|
Sual: Veli, keramet, mürşid ne demektir?
CEVAP
İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretlerinin Mektubat kitabının çeşitli mektuplarından alarak aşağıda bildirelim:
Keramet haktır. Keramet, şirkten kaçıp kurtulmak, marifete kavuşmak, kendini yok bilmektir. Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalıdır. Keramet ve keşf sahibi olmak istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Keramet, kurb ve marifet demektir. Kerametin çok olması, tasavvuf yolunda yükselirken pek ileri gitmek ve inerken, inişi az olmaktandır. Keramet, yakîni kuvvetlendirmek içindir. Yakîn ihsan olunmuş Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Keşfin yeri kalbdir. Sahih olan keşfler, hayal değildir. İlham ile kalbde hasıl olur. Hayal karışmış olan keşflere güvenilmez. Evliyanın keşfi, İslamiyet’e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Evliyanın keşfleri, ilhamları, başkaları için hüccet, senet olamaz. Fakat müctehidin sözü, onun mezhebinde olanlar için hüccettir.
Keşf ve keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Keşfler, tecelliler, tasavvuf yolunun yolcularında hasıl olur. O yolun sonunda olanlar, hayrette ve ibadettedirler. Evliyanın önüne, boynu bükük gelmelidir ki, fayda elde edilebilsin. Evliyanın elbisesini edep ve saygı ile giyince, çok fayda hasıl olabilir. Allahü teâlâ, Evliyasını büyük günah işlemekten korur. Evliyadan birkaçı, uzak yerlerde görülmüştür. Bu görünüş, ruhlarının, kendi bedenlerinin şeklinde görünmesidir. Evliya, küçük günahtan korunmuş değildirler. Fakat, hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve iyi işler yaparak, af dilerler. Evliya, insanları hem İslamiyet’in açık emirlerine, hem de ince, gizli bilgilerine çağırırlar. Evliyanın bir kısmı, sebepler âlemine inmemiştir. Bunların Peygamberlik üstünlüklerinden haberleri yoktur. İnsanlara faydalı olmazlar. Feyz veremezler. Evliyanın çoğunda, vilayetin üstünlükleri vardır. Kutblar, evtad ve ebdal böyledir. Bunların gençleri yetiştirebilmeleri, Ali “radıyallahü teâlâ anh”ın yardımı ile olur.
Velilerin yükseklikleri arasındaki farklar, Allahü teâlânın bunları sevmesinin derecesine göredir. Evliyalık, zıllere, gölgelere kavuşmak demektir. Sevgileri ve zevkleri hep zılleredir. Evliyalık, Peygamberliğin zıllidir, gölgesidir. Evliyalığı abdest gibi, nübüvveti namaz gibi bilmelidir. Evliyalık, kötü huylardan kurtulmak demektir. Evliyanın, kendinin Veli olduğunu bilmesi lazım değildir. Evliyalık verilip de, Veli olduğu bildirilmezse, hiç kusur olmaz. Veli olmak için, dünya ve ahiret sevgisini gönülden çıkarmak lazımdır. Peygamberlik üstünlüklerinde, ahirete düşkün olmak iyidir. İnsanda, ruh âleminden gelmiş olan on latife, on kuvvet vardır. Evliyalık ve Peygamberlik üstünlükleri, bu on latifede olur. Evliyalık, fena ve beka demektir. Yani, kalbi dünyaya düşkün olmaktan kurtarıp, Allahü teâlâya düşkün olmaktır. Evliyalık, akıl ile ve düşünmekle anlaşılamaz. Evliyalık, Allahü teâlâya yakınlık demektir. Mahlukları düşünmeyi gönülden çıkaranlara ihsan edilir. Mahlukların düşüncesini gönülden çıkarmaya (Fena) denir.
Evliyalığın bütün üstünlükleri, İslamiyet’e uymakla hasıl olur. Peygamberliğin üstünlükleri ise, İslamiyet’in görünmeyen, herkesin bilemediği inceliklerine de uyanlara verilir. Peygamberliğin üstünlükleri demek, Peygamberlik demek değildir. Evliyalık derecelerinin hepsini geçip, sonuna varanların keşfleri ve ilham olunan bilgilerin hepsi, Ehl-i sünnet âlimlerinin Nasslardan, yani Kitap ve sünnetten anlayıp bildirdikleri bilgilere tam uygun olur. Evliyalıkta ilerlemenin yarısı yükselmek, yarısı da inmektir. Çok kimse, yalnız yükselmeyi evliyalık sanmış, inişe de, Peygamberlik üstünlükleri demişlerdir. Halbuki, bu iniş de, yükseliş gibi, evliyalıktır. Evliyalıkta cezbe ve süluk vardır. Bu ikisi, evliyalığın iki temel direğidir. Peygamberlik üstünlükleri için, bu ikisi lazım değildir. Evliyalık derecelerinin sonu, kulluk makamıdır. Kulluk makamının üstünde, hiçbir makam yoktur. Veliler Hakka doğrudurlar. Peygamberlikte, hem Hakka, hem de halka doğru olup, birbirine engel olmaz. Evliyanın nefsleri mutmainne olmuş ise de, bedendeki maddelerin ihtiyaç ve istekleri vardır.
Evliyalık, beş derecedir. Herbiri, beş latifeden birinin yükselmesidir. Herbiri, Ulül’azm Peygamberlerden birinin yoludur. Birinci derecesi Âdem aleyhisselamın yoludur. Evliyalığı birinci derecede olan bir Peygamberin evliyalığı, beşinci derecede olan bir Velinin evliyalığından daha kıymetlidir. Evliyalığın (Vilayet-i hassa) denilen en yüksek derecesine kavuşabilmek için, nefsin fani olması lazımdır. (Ölmeden önce ölünüz!) emri, bu faniliği göstermektedir.
Evliyalık, ya hassa [hususi] olur veya umumi olur. Vilayet-i hassa, Muhammed aleyhisselamın evliyalığıdır. Onun ümmetinden, ona tam tâbi olan evliya da bu vilayete kavuşabilir. Bu vilayet, tam fena ve olgun bekadır. Burada nefs fani olmuş, Allahü teâlâdan razı olmuştur. Allahü teâlâ da, ondan razıdır. Evliyalığın yüksekliği, beş latifenin derecesine, sırasına göre değildir. En yüksek derecedeki (Ahfa) latifesinin evliyalığına kavuşmak, öteki derecelerde bulunan Evliyadan daha yüksek olmayı göstermez. Evliyalığın üstünlüğü, asla yakınlık ve uzaklıkla ölçülür. Kalb denilen aşağı derecedeki latifenin evliyalığına kavuşmuş bir Veli, asla daha karib [yakın] olunca, ahfa latifesinde bulunan, fakat o kadar yakın olmayan Veliden daha üstün olur.
Muhammed aleyhisselamın evliyalığına kavuşan Veli, geri dönmekten korunmuştur. Yani bulunduğu dereceyi kaybetmez. Öteki Veliler, korunmuş değildirler, tehlikededirler. Evliyalık, yalnız kalbin ve ruhun fani olması ile hasıl olabilir. Fakat, bunların fani olmaları için, öteki üç latifenin de fani olmaları lazımdır. Evliyanın evliyalığına (Vilayet-i sugra) denir. Peygamberlerin evliyalığına (Vilayet-i kübra) denir. Vilayet-i sugranın sonu, enfüsdeki ve afaktaki ilerlemenin sonuna kadardır. Vilayet-i sugrada, vehmden ve hayalden kurtuluş yoktur. Vilayet-i kübrada vehmden ve hayalden kurtuluş vardır. Vilayet-i sugra, beş latifenin, arşın dışındaki asıllarını geçtikten sonra başlayıp, bu asılların da asılları olan, Allahü teâlânın sıfatlarının zıllerini, görünüşlerini geçince, biter. Vilayet-i sugra afakta ve enfüsde, yani insanın dışındaki ve içindeki mahluklarda olur. Yani zıllerde, görünüşlerde olur. Bunda sona erenler, (Tecelli-yi berki)ye, yani şimşek gibi çakıp geçen tecellilere kavuşurlar. Vilayet-i kübra, bu tecellilerin [görünüşlerin] aslında olur. Allahü teâlâya yakın olan ilerlemedir. Peygamberlerin evliyalığı böyledir. Burada, tecelliler, daimidir. Vilayet-i sugra, (cezbe) ile (süluk)dür.
Evliyalık kemalatına kavuşmak, süluk, yani çalışarak ilerlemek, kalbin zikir etmesi ve murakaba ve rabıta ile olur. Peygamberlik kemalatında ilerlemek ise, Kur’an-ı kerim okumakla ve namaz kılmakla olur. Bundan sonra ilerlemek için hiçbir sebebin tesiri yoktur. Ancak, Allahü teâlânın lütfu ve ihsanı ile olur. Ne kadar ilerlerse ilerlesin, İslamiyet’ten dışarı çıkamaz. İslamiyet’e uymakta sarsıntı olursa, bütün vilayet dereceleri yıkılır. Bundan da yukarı yükselmek, muhabbet ile, sevmek ile olur. Lütuf ve ihsan başkadır. Aşk ve muhabbet başkadır. Peygamberlerin evliyalığı bile Peygamberlik üstünlükleri yanında aşağıdadır. Vilayet-i Muhammediyye, bütün Peygamberlerin vilayetlerini kendisinde toplamıştır. Peygamberlerden birinin vilayetine kavuşmak, bu (Vilayet-i hassa)nın bir parçasına kavuşmaktır. Velinin inişi çok olunca, üstünlüğü de çok olur. Velinin bâtını, yani kalbi ve ruhu ve öteki latifeleri zahirinden, yani duygu organlarından ve aklından ayrılmıştır. Zahirinin gafil olması, bâtınına ulaşamaz. Hiçbir Veli, hiçbir Peygamberin derecesine ulaşamaz. Bir Veli, bir bakımdan, bir Peygamberin üstünde olabilir. Fakat, her bakımdan, bu Peygamber, bu Veliden daha üstündür. Veli, küçük günah işleyebilir. Fakat, hemen tevbe eder ve velilik derecesinden atılmaz. Tasavvuf yolunda aranılan şey, fenanın ve bekanın, tecellilerin ve zuhurların, şühud ve müşahedenin, söz ve mananın, ilim ve cehlin, isim ve sıfatın, vehm ve aklın ötesindedir.
Mürşid yani Rehber, insanı Allahü teâlânın rızasına, sevgisine kavuşturan vasıtadır. Talebe rehberini ne kadar çok severse, Onun kalbinden feyz alması da, o kadar çok olur. Mürşid vesiledir, Resulullahın mübarek kalbinden çıkıp, mürşidlerinin kalbleri vasıtası ile, kendi kalbine gelen feyzleri neşr eden bir vasıtadır. Maksat, Allahü teâlâdır. Mürşid-i kamil, emme basma tulumba gibidir. Kalb makamına inmiş olup, kendi mürşidinden aldığı feyzleri, marifetleri, talebesine ulaştırır. Rehberini inciten veya inanmayan, hidayete kavuşamaz. [Bunun için vehhabiler, Allahü teâlânın feyzlerinden, marifetlerinden mahrumdurlar.] Rehberini incitenden kalbin kırılmazsa, köpek senden daha iyidir, buyurmuşlardır. Rehberine inanmakta, güvenmekte sarsıntı olursa, feyz alamaz. Bu sarsıntının ilacı yoktur. Rehberden feyz almak için teveccüh olmaksızın, yalnız onu sevmek yetişir. Rehber ile bulunanların, imanları kuvvetlenir. İslamiyet’e uymak isteği hasıl olur. Rehberin sözleri, halleri, hareketleri, ibadetleri hep İslamiyet’e uygundur. Ona uyan, onu dinleyen, Resulullaha uymuş olur. Böyle olmayan kimse, rehber olamaz.
Tasavvuf, Resulullahın izinde bulunmaktır. İnsanların yaratılışlarına göre, ayrı yollar hasıl olmuştur. Tasavvuf, ihlası arttırmak içindir. Tasavvuf yolunda Rehber lazımdır.
Allahü teâlâya kavuşturan yol ikidir: Nübüvvet yolu, Vilayet yolu. Nübüvvet yolu asla kavuşturur. Nübüvvet yolunda, fena, beka, cezbe ve süluk gibi şeyler yoktur. Vilayet yolunda ilerlemek için her şeyi [dünyayı ve ahireti] unutmak lazımdır. Gönlün bunlara bağlı olmaması lazımdır. Nübüvvet yolunda ahireti unutmak lazım değildir. Tasavvuf, imanı kuvvetlendirmek ve İslamiyet’e uymakta kolaylık duymak içindir. Tarikat ve hakikat, İslamiyet’in hizmetçileridir. Tarikat, mahlukları yok bilmektir. Hakikat, Allahü teâlâyı var bilmektir. Birincisi, herkesten kaçıp, bir yere kapanmak demek değildir. Emr-i maruf, nehy-i münker, cihad ve sünnetlere uymaktır. (Mektubat-ı Rabbani)
|
Mucize-Keramet-Firaset-İstidraç-Sihir
|
Sual: Harika ne demektir? Fâsık ve kâfirlerde de harika görülür mü?
CEVAP
Harika, enbiyadan meydana gelirse mucize, evliyadan hasıl olursa keramet, müminlerde olursa firaset, fâsıklarda görülürse istidraç, kâfirlerde olana da sihir denir. Birer örnek verelim:
Sihir:
Iraklı bazı kimselerin ağızlarına ateş almalarına, avurtlarına şiş sokmalarına keramet diyenler çıkıyor. Allahü teâlâ, böyle kimselerin Hazret-i Musa zamanında da bulunduğunu, bunların sihir olduğunu bildiriyor. Böyle göz boyamak haramdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Bir kişinin havada uçtuğunu, denizde yürüdüğünü veya ağzına ateş koyup yuttuğunu görseniz, fakat dine uymayan bir iş yapsa, keramet ehliyim dese de, onu büyücü, yalancı, sapık ve doğru yoldan saptırıcı bilin!) [El-Münire]
İstidraç:
İbrahim Edhem hazretlerine, vecde gelip kendinden geçen bir gençten bahsettiler. Gence üç gün misafir oldu. Gerçekten çok acayip haller gördü. Gencin yediğine baktı. Helal değildi. Onu evine davet edip yemek yedirdi. Gençteki eski aşk ve vecd kalmadı. Genç, (Sen bana ne yaptın?) deyince, o gence, “Sendeki haller şeytandandı, istidraçtı, helal yiyince şeytan giremedi ve esas halin meydana çıktı” buyurdu. (T. Evliya)
Firaset:
Hazret-i Osman, yanına gelen birine, (Gözünde zina eseri var. Bir kadına bakmışsın) buyurdu. O kimse (Nereden bildin?) dedi. Hazret-i Osman da, (Müminin firasetinden korkun, o Allah’ın nuru ile bakar) hadis-i şerifini bildirdi. (Buhari)
Keramet:
Hazret-i Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun mağlup olmak üzere olduğunu görüp, camide herkesin yanında, (Ya Sariye arkanı dağa ver) diye seslendi. O da, dağa yanaştı ve zafere kavuştu. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Geçmiş ümmetler içinde vukuundan önce bazı şeyleri haber veren keramet ehli zatlar var idi. Ümmetimden de Ömer onlardandır.) [Buhari, Müslim, Tirmizi]
Kâfir bir hükümdar, kendine ilah demeyen müminleri ateşe atardı. Sıra kucağı çocuklu bir kadına geldi. Kadın, ateşe girmek istemeyince, bebeği, (Anne sabret, sen hak din üzeresin) dedi. (Müslim)
Mucize:
Resulullah efendimiz, miracda, Cenneti, Cehennemi ve daha başka yerleri gördü. (Mevahib)
Dinimizi doğru kaynaktan öğrenmeli
Bir doktor yazar yazısında diyor ki:
1- Ovum hücrelerinin her biri itina ile yaratılmıştır.
2- Bir canlının doğması, insanın kendi biyolojik iradesinden alınarak tam manasıyla Allah’ın tasarrufuna verilmiş olmaktadır.
3- Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil, babalı çocuk doğurmaya mecbur olma olayıdır.
4- Hazret-i İsa’nın babasız doğumuna imkansız demek, “Ben biyoloji bilmiyorum” demektir.
5- Bir yumurta hücresinin insan meydana getirebilmesi için, mutlaka cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesi gerekmektedir. Cebrail’in Meryem’i ışınlaması yahut ona bilmediğimiz manyetik bir tesir yapması bu gerçeği dile getirmektedir.
6- Erkek arılar, ana arının döllenmemiş yumurtalarından meydana geldiğine göre, Hazret-i İsa’nın babasız oluşunu aklına sığıştıramayanlar, babasız arıların meydana gelişini nasıl izah edeceklerdir?
CEVAP
1- Cenab-ı Hakkın her yarattığında çeşitli hikmetler bulunur. Bunu itina ile, şunu da itinasız yaratmış demek çok yanlış olur. İtina göstermek, bir işin iyi olması için gayret göstermek demektir. Allahü teala ol derse, istediği gibi oluverir.
2- Allahü teâlânın tasarrufu altında olmayan hiçbir şey yoktur. Kaza ve kader konusunu iyi bilmeyenlerin, böyle tehlikeli sözler etmeleri yadırganamaz.
3- (Asıl mucize babasız çocuk doğurmak değil) demek, mucizenin ne olduğunu bilmemek demektir. Mucize, Peygamberlerden âdet-i ilahiyye dışında meydana gelen harikalardır. Bunlar, evliyada görülürse keramet, kâfirlerde görülürse sihir denir. Mucize, âdet dışı olan şeydir. Mesela Hazret-i İsa’nın yeni doğunca konuşması böyledir. Çünkü yeni doğan çocuk hemen konuşmaz. Geyiğin Peygamber efendimizle konuşması böyledir. Çünkü geyik insan gibi konuşmaz. Fakat papağanın konuşması böyle değildir. Kuşun uçmasını, insanın yürümesini, balığın suda yüzmesini sağlayan da Allahü teâlâdır. Mucize âdet dışı olur. Taşın denizde yüzmesi gibi. Hazret-i İsa’nın doğması, âdet-i ilahiyye dışında bir harikadır. Bunu âdet-i ilahiyye içine sokup biyolojik hadiselere bağlamak, biyolojik olarak izaha kalkmak mucizeyi bilmemek veya inkâr etmek demektir.
4- Biyoloji bilen doktorun, âdet-i ilahi içinde babasız çocuk olabileceğini söylemesi, tıbben imkansızdır. Mümkün olsa idi, her zaman görülürdü.
5- Âdet-i ilahiyye içinde cenab-ı Hakkın özel bir müdahalesinden bahsetmek, Allahü teâlâ için acizlik olur. Allahü teâlâ, “Kün” yani “Ol” emri ile her şeyi yaratır. Özel müdahale demek, Allahü teâlânın sıfatlarını bilmemekten ileri gelen bir cehaletin mahsulüdür. Hazret-i Meryem’in ışınlanması tabiri de ilme ve edebe aykırıdır.
6- Erkek arıların döllenmemiş yumurtalardan meydana gelmesi, âdet-i ilahiyye içinde devam ede gelen bir hadisedir. Eşeysiz çoğalmalar da böyledir. Bunları İsa aleyhisselamın doğumu ile mukayeseye kalkışmak, mucizeyi bilmemek demektir.
Böyle zararlı kitapları okumamalıdır. Ölmüş bir müslümanın arkasından konuşmak, kötülüklerini açıklamak doğru mudur? Doğru değildir. Çünkü Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın!) [Tirmizi]
Ölmüş de olsa, bid’at ehlinin ve Müslümanlığı yanlış anlatanların bu iftiralarını söylemek lazımdır, gıybet olmaz, emr-i maruf olur. (Redd-ül Muhtar) Hadis-i şerifte de buyuruldu ki:
(Fitne veya bid’at yayıldığı zamanda, hakkı bilen, bilgisini açıklasın! Hakkı yani doğruyu bildiği halde gizleyene lanet olsun!) [Hatib]
Evliyanın yardımı
Sual: Yaşayan veya vefat eden evliyadan nasıl yardım istenir?
CEVAP
Onun büyüklüğüne inanmak ve onun yolunda olmak lazımdır. Ruhuna Yasin-i şerif veya üç İhlas bir Fatiha okuyup hediye edilir. Sonra hiçbir şey düşünmeden saygı ve tevazu ile ismini söyleyerek tavassut etmesi için yalvarılır.
İyilerin duası
Evliyadan bazıları, (Şu şöyle olacak diye) yemin etse, Allahü teâlâ onu yalancı çıkarmaz, onun istediğini yaratırdı. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Öyle kimseler gelecek ki, elbiseleri eski, üstü başı tozludur. Fakat bir şey için yemin etseler, Allahü teâlâ onların yeminlerini doğru çıkarır.) [İbni Ebiddünya]
Ebu Ubeyde el-havas hazretleri, Basra’daki bir yangın içinde dolaşırken, Basra valisi, ona (Ateş içinde ne dolaşıyorsun, yanarsın) dedi. O da, (Rabbime beni ateşte yakmaması için yemin ettim) buyurdu. Vali, (O halde ateşi söndür) dedi. O da ateşi söndürdü.
Ebu Hafs hazretleri de, merkebini kaybeden bir köylüye rastladı. Köylü (Başka malım yok. Merkebimi bulmam gerekir) dedi. Ebu Hafs hazretleri, (Ya Rabbi bu köylünün merkebini buldurmadan bir adım atmam) diye yemin etti. Az sonra merkebi karşısına çıka geldi. (İhya)
Sual: Mürşid-i kâmiller, müridlerinin düşüncelerini nasıl anlarlar?
CEVAP
Mürşid-i kâmiller kalmadı. Onlara sorup öğrenmemiz imkansız oldu. Bazıları Hazret-i Ömer’in gördüğü gibi TVdeki gibi net görür, buna tayyi mekan denir. Bazıları da, tevilli olarak, yani alametlerini görüp anlarlar. Bazıları da, hiç görmeden kalblerine ilham olunur.
Sual: Şah-i Nakşibend, Abdülkadir-i Geylani ve Ahmed Rıfai hazretlerinden hangisi daha üstündür?
CEVAP
Bir ilkokul talebesi, bir profesörün bilgi derecesini ölçemez. Şu profesör, ötekinden üstündür dese, hiç kıymeti olmaz. Evliya olmayan kimse de (Şu veli, ötekinden üstündür) diyemez. Derse, hiç kıymeti olmaz. Bahsettiğiniz üç zatın da büyük evliyadan olduğunu, onlardan sonra gelen veliler bildirmişlerdir.
Sual: Hint Yogilerinde veya başka kâfirlerde görülen harikulâde hallere keramet denir mi?
CEVAP
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki: Harikalar, kerametler ikiye ayrılır:
Birincisi Allahü teâlânın zatına ve sıfatlarına ve işlerine ait olan bilgiler ve marifetlerdir. Bunlar, akıl ile, düşünmekle elde edilemez. Allahü teâlâ, seçtiği kullarına ihsan eder.
İkincisi, madde âlemindeki gaybleri bilmektir. Bu harika seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Bunların birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Cahiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Keramet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizleyen her insan, mahlukların gayblerini haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyayı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliya sanır. Hakikatten haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliya olsalardı, bizim hallerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler. [c.1, m.293]
Harika, kâfirde görülürse sihir, evliyada görülürse keramet denir.
Harikaların mahiyeti
Sual: Mucize ve keramet ile istidraç ve sihir arasındaki fark nedir? Allahü teâlâ, kâfire bu kuvveti niçin verdi? Bunlar birbirinden nasıl ayırt edilir?
CEVAP
İslam âlimleri buyuruyor ki:
Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır.
İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını da aldatmak için, bunlara, âdetini bozarak, sebepsiz harika şeyler yaratıyor. [İslamiyet'e uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, papazlarda da harikulade işler hasıl olur.]
1- Peygamberlerden, meydana gelen harikalara (Mucize) denir.
2- Evliyadan meydana gelen harikalara (Keramet) denir.
3- Evliya olmayan müminlerden meydana gelen harikalara (Firaset) denir.
4- Fâsıklardan, günahı çok olanlardan zuhur edenlere (İstidraç) denir. Allahü teâlânın aldatarak, nimet şeklinde gösterdiği musibetlerdir. Onları derece derece, yavaş yavaş Cehenneme götürür.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise (Sihir), yani büyü denir.
İbni Hacer-i Hiytemi hazretleri diyor ki: Sihir ile, birinin kolunu kesip, sonra yapıştırmak, kendi ağzına, bedenine bıçak, kama sokup çıkarmak gibi gösteriler yapan tarikatçılar, bu gösterilerine keramet derse, Kadı tarafından öldürülür. Başka şekilde yapıyorsa, öldürülmez, ama, ağır cezalandırılır. (Fetava-yı hadisiyye)
İbni ebi Zeyd Kayrevani diyor ki: Sihrinde küfre sebep olacak şey yoksa, el çabukluğu yapıyorsa, ama buna keramet diyorsa cezalandırılır. (İsbat-ü keramatil- Evliya)
Allahü teâlânın, bir kulun bütün muradını yerine getirmesi, her istediğini vermesi, harikalar göstermesi, onun Allahü teâlâ katında makbul bir kul olduğunu göstermez. Bunlar, bazı kullarına iyilik ve ihsandır. Bazılarına da istidraçtır. Allahü teâlâ, mealen (Onları derece derece aşağı indiriyoruz, helake sürüklüyoruz; ama onlar bunu bilmiyorlar) buyurdu. (Araf 182) [Birbiri ardınca kendilerine nimetler gelir, onlar bunu bir lütuf sanırlar da şımarırlar. İşte o zaman üzerlerine Allah'ın azabı hak olur. (Beydavi) Onlar her günah işledikçe biz de nimetimizi yenileriz demektir. (Dahhak)]
Keramet ile istidraç arasındaki fark şöyledir:
Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla öğünmez. Bilakis, kendisinden keramet zuhur edince, kendisinden meydana gelen bu hâlin istidraç olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Fakat istidraç sahibi olan kimse, bu durum, güzel haller ve ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zan eder. Bunların aldatma ve saptırma olduğunu anlamaz. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Kendini azab-ı ilahiden emin bulur. Kötü akıbetten sakınmaz. [Firavun, atı ile giderken atının ön ayakları uzardı, yokuşa doğru giderken kısalırdı. Dişlerinin arası açık değildi, yemek kırıntıları girip rahatsız etmezdi. Ömründe bir kere başı ağrımamıştı. Bu halleri kendinden bilip tanrılık iddiasında bulundu ve ebedi azaba sürüklendi.]
Keramet ile istidracı birbiri ile karıştırmamalı. Keramet sahibi olmayı istemek, Allah’tan başkasını sevmek demektir. Velinin keramete ihtiyacı yoktur. Kalbin zikre alışması yanında, kerametin hiç kıymeti yoktur. Evliyanın keşfinde hata olabilir. Evliyanın keşfi, İslamiyet'e uygun olursa, ona güvenilir. Böyle değilse güvenilmez. Keramet sahibi olmak, derecenin yüksek olmasını bildirmez. Evliya büyük günahtan korunmuştur ama, küçük günahtan korunmuş değildir. Ama hemen gafletten uyandırılıp tevbe eder ve af dilerler.
Harikalar gösteren kimsede İslamiyet'e kıl ucu kadar aykırılık var ise, onunki keramet değil istidraçtır. Salih bir kimse, keramet ile istidracı ayırabilir. Harika gösteren biri ile konuşunca, kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sahibi bir Veli olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidraç sahibi olduğu anlaşılır.
Evliyanın sözleri ile, kalbinde bir değişiklik duymayan kimse, hayvan gibi olan cahil bir kimsedir. Onun ruhu hasta, basireti, yani kalb gözü kördür, duygusuzdur.
Keramet ve istidrac
Sual: Olağanüstü hâlleri görülen her kimseye, mesela, deniz üstünde yürüyen bir şeyhe keramet sahibi denir mi?
CEVAP
Olağanüstü hâller bazılarında görülebilir. Deniz üstünde yürüyen kişi, eğer peygamberse, bu hâline mucize, evliya ise keramet, fâsık veya bid’at ehliyse istidrac, kâfirse sihir denir. Demek ki, her olağanüstü hâli görülen kimseye keramet sahibi demek yanlış olur. Çok kimse, istidraçla kerameti ayıramadığı için sapıkların kurbanı oluyor.
Tarikat şeyhi denilen kimse, Ehl-i sünnet değilse, denizde yürüse, havada uçsa, ağzına ateş alsa, böyle hâller, istidrac veya sihirdir. Onun için uçan herkesi evliya sanmamalı. Ehl-i sünnet olup olmadığına, dinimizi, fıkıh bilgilerini, helâli haramı bilip bilmediğine bakmalı. Bundan dolayı, ilk önce, Ehl-i sünnet itikadını ve ilmihâl bilgilerini iyi öğrenmeli. Bunları bilen kimse, bid’at ehli şeyhlerin tuzağına düşmekten kurtulur.
Telepati
Sual: Telepatinin mucize ile bir ilgisi var mıdır?
CEVAP
Yoktur. Telepati, Yunanca’dan gelen bir kelimedir. Uzakta meydana gelen bir olayın anında hissedilmesine veya düşüncelerin ve görüntülerin akıldan akıla, beyinden beyine transferine (Telepati) denilmektedir.
Mucize, keramet, firaset, istidrac
Sual: Peygamberlerin dışındaki insanlardan da zaman zaman olağanüstü denilen şeyler meydana gelmektedir. Bunlar nedir nasıl meydana gelmektedir?
Cevap: Bu konuda Seyyid Abdülhakîm Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Allahü teâlâ, her şeyi bir sebep altında yaratmaktadır. Bu sebeplere, iş yapabilecek tesir, kuvvet vermiştir. Bu kuvvetlere, tabiat kuvvetleri, fizik, kimya ve biyoloji kanunları diyoruz. Bir iş yapmamız, bir şeyi elde etmemiz için, bu işin sebeplerine yapışmamız lazımdır. Mesela, buğday hasıl olması için, tarlayı sürmek, ekmek, ekini biçmek lazımdır. İnsanların bütün hareketleri, işleri, Allahü teâlânın bu âdeti içinde meydana gelmektedir. Allahü teâlâ, sevdiği insanlara, iyilik, ikram olmak için ve azılı düşmanlarını aldatmak için, bunlara, Hârikul'âde olarak, yani âdetini bozarak, sebepsiz şeyler yaratıyor.
Her insanda nefis vardır. Nefis, Allahın düşmanıdır. Hep kötülük yapmak ister. İslâmiyete uymak istemez. İslâmiyete uyanların nefisleri temizlenir, düşmanlıkları kalmaz. Açlık çeken, sıkıntılı yaşayan kâfirlerin nefisleri ise zayıflar. Kötülük yapamaz. Bunun için, evliyada ve papazlarda Hârikul'âde işler hasıl olur.
1- Peygamberlerden, tam temiz oldukları için âdet-i ilâhiyye dışında ve kudret-i ilâhiyye içinde şeyler meydana gelir. Buna Mucize denir. Peygamberlerin mucize göstermesi lazımdır.
2- Peygamberlerin ümmetlerinin evliyasında, nefislerinin kötülükleri kalmadığı için âdet dışı meydana gelen şeylere, Keramet denir. İbni Âbidînde deniyor ki:
“Mutezile ve Vehhabiler, keramete inanmadı. İmâm-ül-haremeyn ve îmâm-ı Ömer Nesefî hazretleri ve birçok âlimler, kerametin caiz olduğunu ispat etmişlerdir.” Evliyanın keramet göstermesi lazım değildir. Bunlar, keramet göstermek istemez. Allahü teâlâdan utanırlar.
3- Ümmet arasında, veli olmayanlardan meydana gelen âdet dışı şeylere, Firaset denir.
4- Fasıklardan, günahı çok olanlardan zuhur ederse İstidrac denir ki, derece derece, kıymetini indirmek demektir.
5- Kâfirlerden zuhur edenlere ise Sihir, yani büyü denir.”
Mucize, sadece peygamberlerde olur
Sual: Peygamberlerin dışında, olağanüstü şeyler yapıp gösterenlerin, bu gösterdikleri şeylere de mucize denebilir mi?
Cevap: Peygamberlerin, Allahü teâlâ tarafından gönderilmiş olduklarını, hakikati söylediklerini gösteren harikulade, olağanüstü şeylere, Mucize denir. Peygamberin, mucize gösterirken; “inanmıyorsanız, siz de yapınız, fakat, yapamazsınız” demesi lazımdır. Mucize, fen kanunlarına aykırı olan şeylerdir. Bunun için, fen adamları mucize yapamaz. Böyle olağanüstü şeyler gösteren kimse, bunu önceden söylemez ve siz yapamazsınız demezse, bunun Peygamber olmayıp, veli olduğu anlaşılır ve yapılan şeye de Keramet denir. Evliya olmayanların yaptığı böyle olağanüstü şeylere de, büyü denir. Büyücülerin yaptıkları şeyler, Peygamberlerden ve evliyadan da hasıl olabilir. Firavunun sihirbazları, iplikleri yılan şekline sokunca, Mûsâ aleyhisselamın asasının, daha büyük bir yılan olup, onları yutması böyledir. Sihirlerinin bozulduğunu ve kendilerinin yapamayacağı mucizeyi görünce hepsi, Mûsâ aleyhisselamın dinini kabul ederek iman ettiler. Firavunun ölümle tehdidi ve zulümleri karşısında bunlar, imanlarından dönmediler.
Peygamberlerin mucizelerini ve evliyanın kerametlerini hep Allahü teâlâ yaratmaktadır. Tabiat hadiselerine uyan işleri, belli sebeplerin tesirleri ile yarattığı hâlde, mucizeleri böyle sebepler olmadan yaratmaktadır. Sihir, cisimlerin fizik özelliklerini, şekillerini değiştirir, maddenin yapısını değiştirmez. Mucize ve keramet ise, ikisini de değiştirebilir.
Kerametle istidrac arasındaki fark
Sual: Evliya olmayanlarda da olağanüstü hâller meydana gelmektedir. Bu olağanüstü hâllerin hangisinin doğru olduğu anlaşılabilir mi, anlaşılırsa nasıl anlaşılır?
Cevap: Konu ile alakalı olarak Seyyid Abdülhakîm bin Mustafa Arvâsî hazretleri buyuruyor ki:
“Kerametle istidrac arasındaki fark şöyledir: Keramet sahibi olan kimse, keramet ile meşgul olmaz ve onunla övünmez. Bilakis, kendisinden bir keramet zuhur edince, bu hâlin istidrac olabileceği endişesi ile Allahü teâlâdan korkusu iyice artar. Onun kahrından sakınması son derece fazlalaşır. Yahut da, bu hâl, amellerinin dünyada cezası olabilir diye düşünür. Fakat istidrac sahibi olan kimse, bu durum, güzel hâller, ameller ve bu amellerin neticeleridir diye zanneder. Bunlar mekir, aldatma ve saptırma değildir diyebilir. Kendinde bir olgunluk ve üstünlük olduğu hayali ile insanlara hakaret nazarı ile bakar. Allahü teâlânın azabından emin olur, kötü akıbetten sakınmaz. Bu sebepten kamil ve derin âlimler buyurmuşlardır ki:
'Allahü teâlâdan uzaklaşanların, yani dalalete düşenlerin ekserisi, keramet gösterme makamında düşmüşlerdir.'
Şüphesiz, olağanüstü hallerin zuhurundan ve çeşitli belalardan sakınıp, korkanlar, Allahü teâlâdan başka şeylere bakmayanlar, mekre, aldatmaya düşmezler ve Allahü teâlâdan uzaklaşmazlar. Onlar âlemlerin Rabbinin makbulüdürler. Bel'am bin Bâura, Bersîsa ve bunlar gibi kimseler, zamanlarında çok ibadet ve ağır riyazetler yapmaları sebebi ile çeşitli harikalar ve keşif sahibi olmuşlardı. Lakin, bu hâllerin meydana gelmesinden mağrur oldular. Bu sebeple mekr-i ilâhîye uğradılar, köpek ve domuz mertebesine düştüler. İmâm-ı Rabbânî hazretleri Mektûbât kitabında; harikaları, kerametleri ve veli olmak için bunlara ihtiyaç olmadığını, keramet ve istidrac sahiplerinin nasıl ayırt edileceğini bildirmektedir.
Rivayet olunur ki; Firavun bir zaman Nil Nehrinin yanına gider. O yürüdükçe Nil Nehri akar, durdukça da dururdu. Şüphesiz ki, bu gibi hâller, mekr-i ilâhîdir, aldatmadır. Sahibinin perişan olmasına, Haktan uzaklaşmasına ve mahrumiyetine sebep olur. Bakara suresinin 26. âyet-i kerimesinde mealen;
(...Birçoğunu şaşırtıp, saptırır ve yine onun ile birçoğunu hidayete erdirir... ) buyuruldu.”
Sual: İstidrac nedir ve insanı neye ve nereye sürüklemektedir?
Cevap: İstidrac; nefsi cilalanan kimsenin, bilinmeyen şeyler, kendisine keşif edilmesiyle dalalet uçurumuna düşmesidir İstidrac; Allahü teâlânın bir kimseye, isteklerini dünyada vermesidir ki, o kimsenin haddi aşması ve Allahü teâlâ katından uzaklaşarak, rahmetten mahrum kalmasına sebep olmasıdır. İslâmiyetten kıl ucu kadar bile ayrılan kimsede, çeşitli haller hasıl olursa, bunlara istidrâc denir ve onu dünyada ve ahirette rezil olmaya sürükler.
.
İlmel yakîn, Aynel yakîn ve Hakkel yakîn
|
İlm-ül-yakîn, ilimle bilmek,
Ayn-ül-yakîn, gözle görerek bilmek,
Hakk-ul-yakîn, her şeyi ile bilmek, vakıf olmak demektir.
Bir misalle açıklayalım!
Medine-i münevverede yaşayan bir kimse, ömründe hiç kar görmese, kar kendisine anlatılsa, bu kimsenin kar hakkındaki bilgisine (İlm-ül-yakîn) denir.
Yakından karı görmekle hasıl olan bilgisine de (Ayn-ül-yakîn) denir.
Karı eline alıp incelese, soğukluğunu öğrense, biraz yiyip tadına baksa, bu bilgisine de (Hakk-ul-yakîn) denebilir.
Murakabe yaparken evliyada bazı hallerin hasıl olmasına (İlm-ül-yakîn) denir. Kalbde bir ışık parlamasına (Ayn-ül-yakîn) denir. Allahü teâlânın ahlakı ile ahlaklanmaya da (Hakk-ul-yakîn) denir. (Mektubat-ı Dehlevi)
Tasavvuf ehlinin, eserden müessiri, yani işi görerek, bunu yapanı keşf ile anlamasına (İlm-ül-yakîn) denir. (Mektubat-ı Rabbani c.3, m.39)
Cennete ve Cehennemin varlığı yakîn olarak bilinirse, buna (İlm-ül-yakîn), meleklerin bildiği gibi, bizzat müşahede edilerek görülürse, buna da (Ayn-ül-yakîn) denir. Dünyada yapılan kötü işlerin ahirette karşılığının Cehennem olduğu, böyle ilm-i yakîn ile bilinir. Tekasür suresinde mealen (İlm-i yakîn ile bilseydiniz, Cehennemi elbette görürdünüz) buyuruluyor. Peygamberler, ilm-i yakîn ile Cenneti, Cehennemi ve ahiret hallerini bilirler. Bu bilgilerine (İlm-ül-yakîn) denir. (Mükaşefet-ül-kulub)
.
Vehbi ilim ve ilham senet değildir
|
Sual: “Vehbi ilim, Allah tarafından ilham edildiği için kesbi ilme zıt düşerse, vehbi ilmi tercih ederiz" demek uygun mudur? Vehbi ilim dinde senet olur mu?
CEVAP
(Vehbi ilmi tercih ederiz) demek çok yanlış bir düşünce ve harekettir. Çünkü dinde senet yalnız edille-i şeriyyedir. Bunlar, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayal ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, tevilli, tabirli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırt edilemez. Evliyanın ilhamı başkalarına senet olamaz.
İlham, Allah tarafından kalbe gelen bilgi demektir. Ehlullahın ilhamlarının doğruluğu, İslamiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Dine sarılmayan, bid'atten sakınmayan kimsenin söyledikleri, nefsten ve şeytandan gelen bozuk fikirlerdir. İlm-i ledünni ve ilham, Muhammed aleyhisselama uyanlara ihsan olunur. Bu ihsana kavuşanlar, Kur'an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri iyi anlar. Her sözü bunlara uygun olur. Bugün din bilgileri, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenilir.
İlham senet değil
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki:
İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Yani, Allahü teâlânın, evliyanın kalblerine verdiği bilgiler, helal ve haramlar için delil, senet olamaz. Resulullah efendimizin mübarek kalbine gelen ilham, her müslüman için senettir. Her müslümanın bunlara uyması gerekir. Evliyanın ilhamı İslamiyet’e uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. Buhari’deki hadis-i şerifte, (İlim üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Marifet ise ilham ile hasıl olur. İlim, ilham ile hasıl olmaz. İlmin kaynağı Kur'an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. (Berika s.385)
Mearif-i ilahiyye bilgileri, ilham ile hasıl olur, hocadan öğrenilmez. İbadetlerin yapılması ve bütün din bilgileri ise, üstaddan öğrenmekle elde edilir. Din bilgileri, ilham ile hasıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitaplar göndermesine lüzum olmazdı. (Hadika s.378)
İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Kıyas ve ictihad, dinin dört temelinden biridir. Buna uymaya emrolunduk. Evliyanın keşf ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [m. 272]
(Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatalı işlerde sevap verilir. Evliyanın yanlış ilhamlarına uyanlara, sevap verilmez. Çünkü ilham, ancak sahibi için senettir. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O halde, Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl ve sekr kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile anladıklarını bildirmişlerdir. Bunun için, suçlu sayılmazlar. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Onlar gibi, bunların yanılmalarına da bir sevap verilir. Böyle, birbirine uymayan bilgilerde, hep Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Çünkü bunların bilgileri, Peygamberlik kaynağından alınmıştır. Bu bilgiler, vahiy ile bildirilmiştir. Elbette doğrudur. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, keşf ve ilham ile anlaşılmaktadır. İlhamın, doğruluğu kesin değildir. İlhamın doğru olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmaması ile anlaşılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış demektir. İşin doğrusu böyledir. İşin doğrusu bilinince, buna uymayan ilhamların, sapıklık oldukları anlaşılır.) [m.112]
İkinci binin müceddidi imam-ı Rabbani hazretlerinin bu yazıları ile diğer âlimlerin yazıları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına aykırı olan ve yanlış olarak vehbi ilim mahsulü denilen sözlerin veya kitapların bozuk olduğunu göstermektedir. Böyle görüş veya kitapların vehbi ilimle de bir alakası olmadığı ilim ehlince kolayca anlaşılır.
Kesin olan edille-i şeriyyedir
Sual: Bir arkadaş, (Edille-i şeriyyeye [dört delile] aykırı olsa da, evliyanın ilhamları senettir) diyor. Aşağıdaki sözleri senet olur mu?
CEVAP
Bir ilhamın veya kitabın doğru olup olmadığı edille-i şeriyye ile anlaşılır. İlham adı altında dine aykırı şeyler söyleniyor veya yazılıyorsa hiç kıymeti yoktur.
İmam-ı Rabbani hazretleri gibi bütün büyük âlimler, (İlham senet değildir. Kesin olan edille-i şeriyyedir. Bunlara aykırı olan ilhamlar senet olamaz) buyuruyor.
Bildirdiğiniz sözlere bakalım:
Büyük ilim adamı [Mason] Abduh, bir üstaddır deniyor. Bu bir ilhamsa yanlıştır. Abduh mason olmasa bile, mezhepsiz biridir.
Mazlum olarak ölen Hristiyan Cennete gider deniyor. Bu bir ilhamsa yanlıştır. Çünkü edille-i şeriyyede [dört delilde], her çeşit kâfirin ebedi olarak Cehenneme gideceği bildirilmiştir. Dağda çölde kalıp da İslamiyet’i duymamışsa, bunlar Cehenneme gitmez, imanları olmadığı için Cennete de gitmez, hayvanlar gibi yok edilir.
İlhamın doğruluğu, vahiy kadar değilse de, şüphe götürmeyecek kadar kesin deniyor. Bu da yanlıştır. İlhamı vahye benzetmek çok tehlikelidir. O zaman dinimizin dört delili nerede kaldı?
Akıl eskiden senet değildi, şimdi ise senettir ve akılla Allah’ı ispat edemeyenin imanı muteber değildir deniyor. Bu da dört delile aykırıdır. Akıl, sadece şiilerce hüccettir. Akla, normalden, yani dinin verdiği ölçüden fazla önem veren, dini aklı ile ölçen mutezile fırkasıdır.
İman tahkik edilmedikçe muteber olmaz deniyor. Bu ilhamsa bu da yanlıştır. Çünkü dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye tahkik edilmez yani araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimat tam olmaz. İtimat tam olmayınca, iman olmaz.
Ben Mehdi’yim, falanca da İsa’dır sözü ilhamsa, bu da yanlıştır. Çünkü Hazret-i Mehdi’nin adı Muhammed, babasının adı Abdullah olacaktır. Gökten bir melek (Bu Mehdi’dir) diyeceği hadis-i şerifle sabittir.
Kıyamet şu tarihte kopacaktır deniyor. Bu bir ilhamsa, bu da yanlıştır. Çünkü bu ifade âyet ve hadislere aykırıdır. Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmemiştir. Güneşin batıdan doğması, Deccalin çıkması gibi, sadece alametleri bildirilmiştir. Bazı gruplar, (Kıyamet falanca tarihte kopacak) diyerek halktan para toplamışlar, dedikleri tarih gelip geçtiği halde kıyamet kopmamıştır. Hemen her grupta, (Kıyamet şu tarihte kopacak) diye yanlış bir ilham bulunmaktadır. Hatta Yehova şahitleri denilen hristiyanların lideri Charles Russel de 1914’te kıyamet kopacak demişti. Yehovacılar, (İsa’nın dünya krallığı başladı) diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya atmışlardır. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975’tir. Tabii hepsi de boşa çıkmıştır. 19 cular da birkaç tarih verdi. Şu kıyameti bir türlü koparamadılar.
Ben evliyayım diyerek, kendi grubundan olmayan müslümanlara kâfir diyenler çoğalıyor. Unutulmamalı ki, müslümana kâfir diyenin kendisi kâfir olur. Din kimsenin tekelinde değildir. Bölücülük yapmamalıdır.
.
|
|
|
|
|
|
|
Rüyâ ve ilhâm |
|
Kâfirleri sevmemek, onlara kalb ile düşmanlık etmek Kur’ân-ı kerîmde, açık olarak emir edilmiştir. Bunda şübheye imkân yoktur. Kâfirlerin aslı ne olursa olsun, bizlere Kur’ân-ı kerîme tâbi olmak farzdır ve zarûrîdir.
Kıyâmette Cehennemden kurtuluş, saadet-i ebediyyeye kavuşmak, nassa, Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflere bağlıdır. Hayâller, rüyâlar, insanların kalblerine doğan keşifler ve ilhâmlar, nass yerine geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini edille-i şeriyye, yani dinin dört kaynağına uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî bunlarla amel etmeğe mecbûrdur.
Ubeydüllah-i Ahrâr hazretleri ahkâm-ı islâmiyeye yapışmakta ve İslâmiyeti yaymakta, misli yok idi. Çok defa buyururdu ki: “Eğer ben şeyhlik etseydim, hiçbir şeyh, kendisine talebe bulamazdı. Fakat, şeyh olmak için değil, dîni, İslâmiyeti yaymak için emir olunduk.”
Evliyânın iki alâmeti vardır: Etta’zîm-ü li-emrillah veşşefakatü li-halkıllah. Yani, Allahü teâlânın emirlerine ta’zîm ve hurmet ve mahlûklarına şefkattir...
Peygamberlerin, Eshâb-ı kirâmın, Tâbi’înin ve Selef-i sâlihînin hepsi, emr-i ma’rûf ve nehy-i münker yapmak için ne kadar uğraştı. Bu yolda ne kadar eziyetlere ve cefâlara katlandılar. Kimseye karışmamak dînimizde iyi olsaydı, kalbin bir günahı inkâr etmesi, imanın alâmeti buyurulmazdı.
Nitekim, hadîs-i şerîfte, “Günah işleyeni, eliniz ile men ediniz, buna kuvvetiniz yetmezse, söz ile mâni olunuz. Bunu da yapamaz iseniz, kalbiniz ile beğenmeyiniz! Bu ise, imanın en aşağısıdır” buyuruldu.
Karışmamak, hoşgörülü olmak, emr-i marûf yapmamak iyi olsaydı, günah işleyen bir kavim helâk olurken, bunlara emr-i marûf yapmayan âbid de, birlikte helâk olmazdı. Nitekim, bir hadîs-i şerîfte, “Allahü teâlâ, Cebrâîl aleyhisselâma, filân şehri yerin dibine geçir, diye emretti. Cebrâîl aleyhisselâm, “Yâ Rabbî! Bu şehirdeki filânca kulun sana bir ân ısyân etmedi. Hep itâat ve ibâdet ediyor” deyince; Onu da berâber geçir! Zîrâ günah işleyenleri görünce, bir kerecik yüzünü değişdirmedi” buyuruldu.
Ayet-i kerîmede meâlen; “Ey mümin kullarım! Emrettiğim işleri, ibâdetleri yapar ve emr-i ma’rûf ve nehy-i münker eder iseniz, başkalarının yoldan çıkması, size zarar vermez” buyurulmakdadır.
Keşf ve ilham delil mi? |
|
Dînimizde, rüya, keşf ve ilhâm; dînimizde kesin delil değildir. Çünkü, bilgisini şeytânın karıştırmadığı kimse yoktur. Peygamberlere bile karışabileceği, hattâ karıştığı hâlde, evliyâya karışmaz olur mu? Nerde kaldı ki, acemi tâliblere karışmasın. Şu kadar var ki, Peygamberlere “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” şeytânın karıştırdığı, haber verilir ve yanlış doğrudan ayırt olunur. Nitekim Hâc sûresinde, “Allahü teâlâ, şeytânın karıştırdığını değiştirir. Sonra kendi âyetlerini, sağlam olarak bildirir” meâlindeki âyet-i kerîme, bunu beyân etmektedir.
Evliyâya, şeytânın karıştırdığını haber vermek lâzım değildir. Çünkü velîler, nebîlerin izinde yürümektedir. Bunlar, nakli esas alırlar Peygamberlerin bildirdiğine uymayan ilhamlarını red ederler, kıymet vermezler. Fakat, Peygamberin dîninin bildirmediği, doğru veya yanlış demediği bilgilerin doğrusunu, eğrisinden ayırmak güçtür. Çünkü ilhâm zannîdir, şübhelidir. Dünya ve âhıret saadetlerine kavuşmak, İslâmiyete uymakla olur. İslâmiyetin bildirmediği şeyler, ehemmiyetli değildir. İnsanlara, ehemmiyetsiz şeyleri yapmak emir olunmadı.
Keşf ve ilhâmlarda yanlışlık, yalnız şeytân tarafından gelmez. Çok defa, şeytân hiç karışmadan, hayalde, doğru olmayan bazı şeyler hâsıl olur. Meselâ, bazan Peygamberimizi rüyâda görüp, bazı şeyler öğrenenler oluyor ki, bu öğrendikleri, kitablara uymamaktadır. Hâlbuki, bu rüyâlara şeytânın karışmadığı meydândadır. Çünkü şeytânın, her ne sûretle olursa olsun, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizin şekline giremeyeceğini, âlimlerimiz bildirmekdedir. İşte, böyle rüyâlarda, hayal, yanlış şeyleri, doğru gibi göstermektedir.
Evliyânın kerameti ile, kâfirlerde hâsıl olan istidrâc birbirine benziyor. Harikulâde bir halin velînin kerameti, veyahut bir yalancının istidrâcı mı olduğunu ancak elinde doğru bir ölçüsü olan ayırt edebilir.
Her şeyden önce keramet sahibi kimse, dinin bütün emirlerine eksiksiz uyar. Ayrıca, hal sahibi kimse ile konuşunca, konuşanın kalbinde, dünya sevgisi azalıp, Allahü teâlâya bağlılığı artarsa onun, keramet sâhibi bir velî olduğunu anlar. Eğer böyle olmazsa, istidrâc gösteren bir yalancı olduğu anlaşılır. “Velî olmak için, Allahü teâlânın ahlâkı ile ahlâklanmalıdır” demişlerdir.
Cahiller, bu ahlâklanmayı başka türlü anlamış ve yoldan çıkmıştır. Velîler, ölüleri diriltir, gayb olan şeyleri bilir sanmışlar. Böyle, daha nice bozuk düşüncelere saplanmışlardır. Hâlbuki bazı zanlar, günâhtır.
|
29 Temmuz 1999 Perşembe
Vehbi ilim, ilham ve evliya
Bazı kimseler, “Bizim üstadımız vehbi ilim sahibidir. Kendisine ilham gelir. Hiç bir âlimin kitabından nakil yapmadan eserler verir. Bir mesele onun kalbine doğar, ilham olunur, yahut rüyada bildirilir, o da talebelerine bildirirdi” diyorlar. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü dinde senet yalnız edille-i şerıyyedir. Bunlar, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayâl ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, tevilli, tabirli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırd edilemez. Evliyanın ilhamı başkalarına senet olamaz.
İlham, Allah tarafından kalbe gelen bilgi demektir. Ehlullahın ilhamlarının doğruluğu, islâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Dine sarılmıyan, bid’atten sakınmıyan kimsenin söyledikleri, nefsten ve şeytandan gelen bozuk fikirlerdir. İlm-i ledünni ve ilham, Muhammed aleyhisselama uyanlara ihsan olunur. Bu ihsana kavuşanlar, Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri iyi anlar. Her sözü bunlara uygun olur. Bugün din bilgileri, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarından öğrenilir.
İlham senet değil
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Yani, Allahü teâlânın, evliyanın kalblerine verdiği bilgiler, helal ve haramlar için delil, senet olamaz. Resulullahın mübarek kalbine gelen ilham, her müslüman için senettir. Her müslümanın bunlara uyması gerekir. Evliyanın ilhamı islâmiyete uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. Buharîdeki hadis-i şerifte, (İlim üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Marifet ise ilham ile hasıl olur. İlim, ilham ile hasıl olmaz. İlmin kaynağı Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. (Berika s.385)
Mearif-i ilahiyye bilgileri, ilham ile hasıl olur, hocadan öğrenilmez. İbadetlerin yapılması ve bütün şeriat bilgileri ise, üstaddan öğrenmekle elde edilir. Şeriat bilgileri, ilham ile hasıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitablar göndermesine lüzum olmazdı. (Hadika s.378)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: (Kıyas ve ictihad, dinin dört temelinden birisidir. Buna uymaya emrolunduk. Evliyanın keşf ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [m. 272] (Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bunun için evliyaya dil uzatılmaz.) [m.31]
(Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatalı işlerde sevab verilir. Evliyanın yanlış ilhamlarına uyanlara, sevab verilmez. Çünkü ilham, ancak sahibi için senettir. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
Doğru hangisidir?
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl ve sekr kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile anladıklarını bildirmişlerdir. Bunun için, suçlu sayılmaz. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Onlar gibi, bunların yanılmalarına da bir sevab verilir. Böyle, birbirine uymıyan bilgilerde, hep Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Çünkü bunların bilgileri, Peygamberlik kaynağından alınmıştır. Bu bilgiler, vahy ile bildirilmiştir. Elbette doğrudur. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, keşf ve ilham ile anlaşılmaktadır. İlhamın, doğruluğu kesin değildir. İlhamın doğru olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmaması ile anlaşılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış demektir. İşin doğrusu böyledir. İşin doğrusu bilinince, buna uymıyan ilhamların, sapıklık oldukları anlaşılır.) [m.112]
İmam-ı Rabbanîden aldığımız bu bilgiler ile diğer âlimlerin yazıları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına aykırı olan kitapların yanlışlığını ortaya çıkarmaktadır.
22 Ağustos 1999 Pazar
Yine ilham üzerine
İlham hakkında başta İmam-ı Rabbani olmak üzere Ehl-i sünnet âlimlerinden alarak yazdığımız yazı üzerine, birkaç okuyucu değişik fikirler ileri sürdüler.
İmam-ı Rabbani gibi bütün büyük âlimler, (İlham senet değildir. Kesin olan edille-i şerıyyedir. Bunlara aykırı olan ilhamlar senet olamaz) buyururken, bu birkaç okuyucumuz, (Edille-i şerıyyeye [dört delile] aykırı olsa da, üztadımızın ilhamları senettir) diyorlar. Okuyucumuzun birisi de, (Hocamızın bir kitabı, Sorbon üniversitesinde, yüksek lisans konusu olarak verilmektedir) diyor. Bilindiği gibi, dünyada, komünist, ateist, hıristiyan, müslüman profesör ilim adamları vardır. Sorbon’da da ilim adamları vardır. Sorbon’da okunan her kitabın doğru olması gerekmez. Ezher’de bile birçok mezhepsizin kitabı okutulmaktadır. Bir kitabın doğru olup olmadığı edille-i şerıyye ile anlaşılır. İlham adı altında dine aykırı şeyler yazılıyorsa hiç kıymeti yoktur.
Şunlar ilhammış
İlham adı altında bakın neler deniyor: 1- Büyük ilim adamı [Mason] Abduh, benim üstadımdır deniyorsa bu ilham da yanlıştır. Abduh mason olmasa bile, mezhepsiz biridir. Peygamber efendimiz, (Kişi ahirette sevdiği ile beraber olur) buyurmuştur. Elbette Abduh’u seven de onunla beraber olacaktır.
2- Kâfirler mazlum olarak ölürse cennete gider denmişse bu ilham da yanlıştır. Çünkü edille-i şerıyyede [dört delilde], her çeşit kâfirin ebedi olarak cehenneme gideceği bildirilmiştir.
3- Kur’an gibi bakî bir mucize varken, ben hadislere itibar etmem deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü Allahü teâlâ, Resulüne uymamızı emrediyor. Hadis-i şeriflere inanmayan kimse, Kur’an-ı kerime de inanmamış sayılır.
4- İlhamın doğruluğu, vahiy kadar değilse de, şüphe götürmeyecek kadar kesin deniyorsa, bu da yanlıştır. İlhamı vahye benzetmek çok tehlikelidir. O zaman dinimizin dört delili nerede kaldı?
5- Akıl eskiden senet değildi, şimdi ise senettir ve akılla Allahı isbat edemeyenin imanı muteber değildir deniyorsa, bu da dört delile aykırıdır. Akıl, sadece şiilerce hüccettir. Akla, normalden, yani dinin verdiği ölçüden fazla önem veren, dini aklı ile ölçen mutezile fırkasıdır. Hadis-i şerifte buyuruldu ki: (Dini aklı ile ölçen kadar zararlı kimse yoktur.)
6- İman tahkik edilmedikçe muteber olmaz deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü dinimizin bildirdiği iman, acaba doğru mu diye tahkik edilmez yani araştırılmaz. İman, Muhammed aleyhisselamın, Peygamber olarak bildirdiği şeyleri, tahkik etmeden, akla, tecrübeye ve felsefeye uygun olup olmadığına bakmadan, tasdiktir. Akla uygun olduğu için tasdik etmek, aklı tasdik etmek olur, Resulü tasdik etmek olmaz. Yahut Resulü ve aklı birlikte tasdik etmek olur ki, o zaman Peygambere itimad tam olmaz. İtimad tam olmayınca, iman olmaz.
7- Ben Mehdiyim, falanca talebem de İsa’dır deniyorsa, bu ilham da yanlıştır. Çünkü Hz. Mehdinin adı Muhammed, babasının adı Abdullahtır. Gökten bir melek (Bu Mehdidir) diyeceği hadis-i şerifle sabittir.
8- Kıyamet şu tarihte kopacaktır deniyorsa, bu ilham da ayet ve hadislere aykırıdır. Kıyametin ne zaman kopacağı bildirilmemiştir. Güneşin batıdan doğması, Deccal’in çıkması gibi, sadece alametleri bildirilmiştir. Bazı gruplar, (Kıyamet falanca tarihte kopacak) diyerek halktan para toplamışlar, dedikleri tarih gelip geçtiği halde dünya kopmamıştır. Hemen her grupta, (Kıyamet şu tarihte kopacak) diye yanlış bir ilham bulunmaktadır. Hatta Yehova şahitleri denilen hıristiyanların lideri Charles Russel de 1914’te kıyamet kopacak demişti. Yehovacılar, (İsa’nın dünya krallığı başladı) diyerek, devletlerin sonunun yaklaştığını, tarihler vererek ortaya atmışlardır. Bu tarihler, 1914, 1918, 1925 ve 1975’tir. Tabii hepsi de boşa çıkmıştır
27 Kasım 2003 Perşembe
İlham dinde senet değildir
Evliyadan Şafii bir zat, (Dişleri kaplama lehinde, âlimler fetva vermeye cesaret edemiyor. Halbuki bu diş meselesi umum-i belva halini almış, her tarafa yayılmış ki, kaldırılması kabil değil. Ümmeti bu büyük beladan kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu ilham geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i ictihadın vazifesine karışayım. Ama, bu umumi belva zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki: Eğer Müslüman bir diş hekimi kaplamaya ihtiyaç var derse, kaplama gusle mani değildir) diyor. Bu Şafii evliyanın ilhamı senet olmaz mı?
CEVAP:
Evet, hiçbir evliyanın ilhamı senet değildir. Evliya ilhamından sorumlu da olmaz. Hallac-ı Mansur hazretleri enel hak demiş, İbni Arabi ve Bayezid-i Bistami hazretleri gibi büyük zatların da hatalı ilhamları olmuştur. İlhamların doğruluğu, İslamiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Edille-i şer’iyyeye yani dindeki dört delile uymaya emrolunduk. Ama evliyanın ilhamlarına uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [1/ 272]
(Evliyanın ilhamında yanılması, müctehidin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Ancak Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile ilham ile söyledikleri için suçlu sayılmaz. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Hatta, bunların yanılmalarına da bir sevap verilir. Böyle, farklı bilgilerde, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri ancak doğrudur. Çünkü bu bilgiler, vahy ile bildirilmiştir. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, ilham iledir. İlhamda kıl ucu kadar uygunsuzluk varsa, yanlış demektir.) [1/112]
Umumi belva için çare
Şimdi yukarıda bildirilen ilham hakkında ihtimalleri sıralayalım:
1- Şafii’de gusülde ağzın içini yıkamak farz olmadığı için, Şafii olan veli böyle söylemiş olabilir.
2- Ulemanın diş dolgusuna fetva vermekten çekindiği bildiriliyor. Elbette çekinirler. Müslümanları cünüp gezdirmeye hangi âlim cüret edebilir ki? Musa Kazım gibi ittihatçıların mason şeyhülislamları buna fetva verdi ise de salih âlimler, buna cesaret edemedi.
3- Evet diş meselesi umumi belva halini almıştır. Mesela açık gezmek, içki, kumar, çalgı da umumi belva halindedir. Şimdi bir evliya, (Milleti bu büyük günahlardan kurtarmak için kalbime şöyle bir ilham geldi) dese ve bu haramlara izin verse, ilhamı senet olur mu? Nitekim aynı mantıkla kızların başlarını açmaya ve göz ile namaz kılmaya ruhsat verenler çıkmıştır.
4- (Müslüman bir diş hekimi, “kaplama ihtiyaçtır” derse, kaplama gusle mani olmaz) deniyor. Diş hekiminin sözü dinde senet midir? Senetse, başka bir diş tabibi de, zaruret değil dese, onunla da amel edilir mi? Bu işi diş tabibi mi çözer, yoksa ulema mı?
|
|
|
***********
zehirli.ok
İlham dinde senet değildir
alim ve velilere hürmet dört delil edille-i şeriyye evliya fetva vermek ilham islam alimleri salih alimler tasavvuf büyükleri
Evliyadan Şafii bir zat, (Dişleri kaplama lehinde, âlimler fetva vermeye cesaret edemiyor. Halbuki bu diş meselesi umum-i belva halini almış, her tarafa yayılmış ki, kaldırılması kabil değil. Ümmeti bu büyük beladan kurtarmak çaresini düşündüm; birden kalbime bu ilham geldi. Haddim ve hakkım değil ki, ehl-i ictihadın vazifesine karışayım. Ama, bu umumi belva zaruretine karşı, fetvalara taraftar olmadığım halde diyorum ki: Eğer Müslüman bir diş hekimi kaplamaya ihtiyaç var derse, kaplama gusle mani değildir) diyor. Bu Şafii evliyanın ilhamı senet olmaz mı?
CEVAP
Evet, hiçbir evliyanın ilhamı senet değildir. Evliya ilhamından sorumlu da olmaz. Hallac-ı Mansur hazretleri enel hak demiş, İbni Arabi ve Bayezid-i Bistami hazretleri gibi büyük zatların da hatalı ilhamları olmuştur. İlhamların doğruluğu, İslamiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. İmam-ı Rabbani hazretleri buyurdu ki:
(Edille-i şer’iyyeye yani dindeki dört delile uymaya emrolunduk. Ama Evliyanın ilhamlarına uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [1/ 272]
(Evliyanın ilhamında yanılması, müctehidin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Ancak Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymayan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile ilham ile söyledikleri için suçlu sayılmaz. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Hatta, bunların yanılmalarına da bir sevap verilir. Böyle, farklı bilgilerde, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri ancak doğrudur. Çünkü bu bilgiler, vahy ile bildirilmiştir. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, ilham iledir. İlhamda kıl ucu kadar uygunsuzluk varsa, yanlış demektir.) [1/112]
Umumi belva için çare
Şimdi yukarıda bildirilen ilham hakkında ihtimalleri sıralayalım:
1- Şafii’de gusülde ağzın içini yıkamak farz olmadığı için, Şafii olan veli böyle söylemiş olabilir.
2- Ulemanın diş dolgusuna fetva vermekten çekindiği bildiriliyor. Elbette çekinirler. Müslümanları cünüp gezdirmeye hangi âlim cüret edebilir ki? Musa Kazım gibi ittihatçıların mason şeyhülİslamları buna fetva verdi ise de salih âlimler, buna cesaret edemedi.
3- Evet diş meselesi umumi belva halini almıştır. Mesela açık gezmek, içki, kumar, çalgı da umumi belva halindedir. Şimdi bir evliya, (Milleti bu büyük günahlardan kurtarmak için kalbime şöyle bir ilham geldi) dese ve bu haramlara izin verse, ilhamı senet olur mu? Nitekim aynı mantıkla kızların başlarını açmaya ve göz ile namaz kılmaya ruhsat verenler çıkmıştır.
4- (Müslüman bir diş hekimi, “kaplama ihtiyaçtır” derse, kaplama gusle mani olmaz) deniyor. Diş hekiminin sözü dinde senet midir? Senetse, başka bir diş tabibi de, zaruret değil dese, onunla da amel edilir mi? Bu işi diş tabibi mi çözer, yoksa ulema mı?
5- Haddim ve hakkım değil ki… ifadesine rağmen aksine hareket edilmesinin hikmetini bilemeyiz. Bilmemiz de gerekmez. Çünkü sonuçta bu bir ilhamdır. İlham ise senet olmaz.
27 Kasım 2003
************************
bizimsayfa
Vehbi ilim, ilham ve evliya 29/07/1999
Bazı kimseler, “Bizim üstadımız vehbi ilim sahibidir. Kendisine ilham gelir. Hiç bir âlimin kitabından nakil yapmadan eserler verir. Bir mesele onun kalbine doğar, ilham olunur, yahut rüyada bildirilir, o da talebelerine bildirirdi” diyorlar. Bu çok yanlış bir düşüncedir. Çünkü dinde senet yalnız edille-i şerıyyedir. Bunlar, Kitab, Sünnet, İcma ve Kıyas’tır. Akıl, ilham, rüya dinde senet olmaz. Çünkü, ilhamlara ve rüyalara, vehim, hayâl ve şeytan karışabilir. Karışmamış olanları da, tevilli, tabirli olabilir. Doğruları, eğrilerinden ayırd edilemez. Evliyanın ilhamı başkalarına senet olamaz.
İlham, Allah tarafından kalbe gelen bilgi demektir. Ehlullahın ilhamlarının doğruluğu, islâmiyet bilgilerine uygun olmalarından anlaşılır. Dine sarılmıyan, bid’atten sakınmıyan kimsenin söyledikleri, nefsten ve şeytandan gelen bozuk fikirlerdir. İlm-i ledünni ve ilham, Muhammed aleyhisselama uyanlara ihsan olunur. Bu ihsana kavuşanlar, Kur’an-ı kerimi ve hadis-i şerifleri iyi anlar. Her sözü bunlara uygun olur. Bugün din bilgileri, ancak Ehl-i sünnet âlimlerinin kitablarından öğrenilir.
İlham senet değil
Ehl-i sünnet âlimleri buyuruyor ki: İlham ile dinimizin hükümleri anlaşılamaz. Yani, Allahü teâlânın, evliyanın kalblerine verdiği bilgiler, helal ve haramlar için delil, senet olamaz. Resulullahın mübarek kalbine gelen ilham, her müslüman için senettir. Her müslümanın bunlara uyması gerekir. Evliyanın ilhamı islâmiyete uygun ise, yalnız kendisine senettir. Başkalarına senet olamaz. Buharîdeki hadis-i şerifte, (İlim üstaddan öğrenilir) buyuruldu. Marifet ise ilham ile hasıl olur. İlim, ilham ile hasıl olmaz. İlmin kaynağı Kur’an-ı kerim ve hadis-i şeriflerdir. (Berika s.385)
Mearif-i ilahiyye bilgileri, ilham ile hasıl olur, hocadan öğrenilmez. İbadetlerin yapılması ve bütün şeriat bilgileri ise, üstaddan öğrenmekle elde edilir. Şeriat bilgileri, ilham ile hasıl olsaydı, Allahü teâlânın Peygamberler ve kitablar göndermesine lüzum olmazdı. (Hadika s.378)
İmam-ı Rabbanî hazretleri buyurdu ki: (Kıyas ve ictihad, dinin dört temelinden birisidir. Buna uymaya emrolunduk. Evliyanın keşf ve ilhamları böyle değildir. Bunlara uymaya emrolunmadık. İlham, yalnız sahibi için delildir, başkaları için senet değildir.) [m. 272] (Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bunun için evliyaya dil uzatılmaz.) [m.31]
(Evliyanın keşfinde hata etmesi, yanılması, müctehidlerin ictihadda yanılması gibidir; kusur sayılmaz. Bundan dolayı, Evliyaya dil uzatılmaz. Müctehidlere uyanlara, onların mezhebinde bulunanlara da, hatalı işlerde sevab verilir. Evliyanın yanlış ilhamlarına uyanlara, sevab verilmez. Çünkü ilham, ancak sahibi için senettir. Müctehidlerin sözü ise, mezhebinde bulunan herkes için senettir. O hâlde, Evliyanın yanlış ilhamlarına uymak caiz değildir. Müctehidlerin hata ihtimali olan sözlerine uymak ise vaciptir.) [m.31]
Doğru hangisidir?
(Tasavvuf büyüklerinden birkaçı, kendilerini hâl ve sekr kaplayınca, doğru yolun âlimlerinin bildirdiklerine uymıyan bilgiler, marifetler söylemişler ise de, keşf yolu ile anladıklarını bildirmişlerdir. Bunun için, suçlu sayılmaz. Bunlar ictihadında yanılan müctehidler gibidir. Onlar gibi, bunların yanılmalarına da bir sevab verilir. Böyle, birbirine uymıyan bilgilerde, hep Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdikleri doğrudur. Çünkü bunların bilgileri, Peygamberlik kaynağından alınmıştır. Bu bilgiler, vahy ile bildirilmiştir. Elbette doğrudur. Tasavvuf büyüklerinin marifetleri ise, keşf ve ilham ile anlaşılmaktadır. İlhamın, doğruluğu kesin değildir. İlhamın doğru olup olmadığı, Ehl-i sünnet âlimlerinin bildirdiklerine uygun olup olmaması ile anlaşılır. Kıl ucu kadar uygunsuzluk bulunursa, yanlış demektir. İşin doğrusu böyledir. İşin doğrusu bilinince, buna uymıyan ilhamların, sapıklık oldukları anlaşılır.) [m.112]
İmam-ı Rabbanîden aldığımız bu bilgiler ile diğer âlimlerin yazıları, Ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarına aykırı olan kitapların yanlışlığını ortaya çıkarmaktadır.
*********************
http://www.suleymaniyevakfi.org/elestiriler/said-nursinin-sozleri-ilham-olamaz-mi.html
Said Nursi’nin Sözleri İlham Olamaz mı?
Süleymaniye Vakfı > Eleştiriler > Said Nursi Tarih: 06 Ekim 2009 Tavsiye Et Yazdır
Said Nursi’nin Sözleri İlham Olamaz mı?
SORU: Sayın Bayındır; size önceki tarihlerde de bir kısım mesajlar göndererek bazı konuları paylaşmıştım. Risale-i Nur Külliyatı’nda geçen bazı ifadeleri sakıncalı bulduğunuzu, özellikle “…nurların doğrudan doğruya Kur’an ı Kerim’in feyzinden tereşşuh ettiği…” ifadelerini eleştirdiğinizi ve bu meyandaki ifadelerin itikada aykırı olduğu ve diğer eleştirilerinizi ifade ediyorsunuz.
Kur’ân-ı Kerim’de de açıkça ifade edilen ve ayetlerde ifadesini bulan İLHAM kavramını ve insanların bir kısım ilhamlara mazhar olabileceğini kabul ediyor musunuz? Bu meyanda; Said Nursi’nin beyanatını ilham olarak değerlendirmek kabul-ü mümkün değil midir? Cevabınız için şimdiden teşekkür ederim.
Avukat Mesut AKGÜN Erzurum
CEVAP: Muhterem Avukat Mesut AKGÜN,
İlham, insanın içine bir şey atmaktır. Genellikle Allah’ın, kulunun kalbine bir şey doğurması[1] anlamında kullanılır. Bu kelime Kur‘an’da yalnız bir yerde geçer. Allahu Teâlâ şöyle buyurur:
فَأَلْهَمَهَا فُجُورَهَا وَتَقْوَاهَا . قَدْ أَفْلَحَ مَن زَكَّاهَا . وَقَدْ خَابَ مَن دَسَّاهَا.
“(Nefse) isyankârlığını ve takvâsını ilham edenin hakkı için, onu arındıran gerçekten umduğuna kavuşmuş, kirletip karartan da her şeyini kaybetmiş olur.” (Şems 91/8-10)
İsyankarlık, kişinin Allah’a, insanlara veya kendine karşı yanlış davranışıdır. İsyankâr, hem isyandan önce hem sonra bir huzursuzluk duyar. Buna iç sıkıntısı veya vicdan azabı denir.
Yusuf aleyhisselamı Züleyha’dan uzaklaştıran bürhan, Allah’ın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi” olmalıdır. Yusuf suresinin 24. âyetinde şöyle buyrulur:
وَلَقَدْ هَمَّتْ بِهِ وَهَمَّ بِهَا لَوْلا أَن رَّأَى بُرْهَانَ رَبِّهِ .
“Kadın ona tam meyletti. Eğer Rabbinin bürhanını görmeseydi o da kadına meyledecekti…”
Merhameti sonsuz Rabbimiz günah işleyecek olan kulunu “isyana giriyorsun” diye uyarır. O, önce irkilir, sonra ya vazgeçer ya da bilerek günaha dalar. İşte bu, Allah Teâlâ’nın “(Nefse) isyankârlığını ilham etmesi”dir. Artık “suçu bilerek işlemedim”, diyemeyeceği için bu ilham, Allah’ın huzurunda kişinin aleyhine bir bürhan, bir kesin delil olur.
İsyandan sonraki iç sıkıntısı da Allah’ın ilhamıdır. O, bu yolla kişiyi tevbeye teşvik eder. Bu uyarı, Müslüman olmayan insanlara da yapılır. Bu sebeple kâfirlerin kafaları ile kalpleri arasında sürekli bir çatışma bulunur. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
لاَ يَزَالُ بُنْيَانُهُمُ الَّذِي بَنَوْاْ رِيبَةً فِي قُلُوبِهِمْ إِلاَّ أَن تَقَطَّعَ قُلُوبُهُمْ وَاللّهُ عَلِيمٌ حَكِيمٌ.
“Kurdukları bina, kalpleri parçalanıncaya kadar, içlerinde bir kuşku olarak kalmaya devam eder. ” (Tevbe 9/110)
Bu kuşku, Allah’ın merhametindendir. Belki girdikleri yanlış yoldan dönerler.
Mensup olunan cemaat veya tarikatın yanlışları da insanın içini kemirir durur. Çünkü Allah, onlara da ilham eder. Ancak o yanlışlar, tarikat veya cemaatin çimentosu olduğu için terkedemezler. Tek çare, o cemaat veya tarikatı terketmektir.
Takvâ ise nefsi korumaktır. Kişi, Allah’a, insanlara ve kendine karşı fenalık yapmazsa dünyada töhmetten, ahirette de cehennemden korunur. Takvaya götüren davranışların neşesi insanın içine dolar. Bu da Allah’ın ilhamıdır. Takvâya uygun davrananlarda görülen iç huzuru ve kararlılık bu ilhamla oluşur.
Vabısa b. Mabed diyor ki, Muhammed sallallahu aleyhi ve selleme gittim buyurdu ki; “İyilikten ve günahtan sormak için mi geldin? “
Evet, dedim.
Parmaklarını bir araya getirerek göğsüne vurdu ve üç kere şöyle dedi: “Nefsine danış, kalbine danış Vabısa! İyilik, nefsin yatıştığı, kalbin yatıştığı şeydir. Günah da içe dokunan ve göğüste tereddüt doğuran şeydir. İsterse insanlar sana fetva vermiş, yaptığını uygun bulmuş olsunlar.[2]”
Muhammed sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurmuştur: “Seni işkillendiren şeyi bırak, işkillendirmeyene geç. Çünkü doğruluk iç huzuru verir, yalan da şüphe ve tereddüt doğurur[3].”
Herkeste, iyi insan olma özentisi vardır. Kafirler de böyledir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Zaman zaman kâfirler, keşke müslüman olsaydık” derler. (Hicr 15/2)
İçe doğan her şey ilham değildir, şeytan vesvesesi de olabilir. Çünkü şeytan “İnsanlara vesvese veren, onların içini karıştıran”[4] bir varlıktır. Şeytan, Allah’ın elçilerini dahi yanlış davranışlara sürüklemeye çalışmıştır. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“(Ey Muhammed!) Senden önce gönderdiğimiz tek bir nebi ve elçi yoktur ki, bir şeyi arzuladığında şeytan onun arzusuna vesvese karıştırmış olmasın. Allah şeytanın karıştırdığını giderir, sonra Allah kendi âyetlerini pekiştirir. Allah bilir, doğru karar verir.” (Hacc 22/52)
İlham ile vesveseyi ayırabilmek için içimize gelen şeyi Allah’ın emir ve yasakları yönünden denetlemek gerekir.
Vahiy, ‘birine bir şeyi herhangi bir şekilde bildirmek’ demektir. Gizli, açık, işaretle, yazıyla veya elçi gönderme yoluyla olabilir[5]. İlham da bu kapsamdadır. Zekeriya aleyhisselam, oğul müjdesi alınca kavminin karşısına çıkmış ve “… onlara şöyle vahyetmişti «Günün başında ve sonunda tesbihte bulununuz» (Meryem 19/11)
Zekeriye aleyhisselamın kavmine vahyi, onlara bir konuda yaptığı tenbih anlamındaydı.
Şeytanlar da vahiyde bulunurlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Tıpkı bunlar gibi her nebiye insan ve cin şeytanlarından, düşmanlar oluşturmuşuzdur. Aldatmak için biri diğerine yaldızlı sözler vahyeder…” (En’am 6/112)
“… Şeytanlar dostlarına, sizinle mücadele etmelerini vahyederler. Onlara boyun eğerseniz tam müşrik olursunuz.” (En’am 6/121)
Konumuz açısından şu âyet de önemlidir:
“Allah’ın bir insanla konuşması sadece vahiy yoluyla veya perde arkasından ya da bir elçi göndererek kendi izniyle dilediğini vahyettirmesi şeklinde olabilir.” (Şûrâ 42/51)
Kur’an’da arıya (Nahl 16/68), Musa aleyhisselamın annesine ve Meryem’e yapılan vahiylerden bahsedilir. Sahih rüya da perde arkasından yapılan vahiy yani verilen bilgidir. Bunun şifresini herkes çözemediği için tabirine ihtiyaç duyulur.
Bu tür vahiyler her insana; rüya, ilham veya başka şekillerde olabilir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Musa’nın annesine şunu vahyettik: “Çocuğu emzir, bir şey olacağından korktuğunda onu denize bırak ama korkma ve üzülme. Biz onu yine sana döndüreceğiz ve resullerden biri yapacağız”. (Kasas 28/7)
Bu tür vahiyler kesin bilgi ifade etmez. Bunu şu ayetlerden anlarız:
“Musa’nın annesinin gönlü bomboş kalmıştı. İçi rahat olsun diye kalbini pekiştirmiş olmasaydık olanı biteni nerdeyse açığa vuracaktı. Ablasına, “Onu izle” demişti. O da uzaktan gözetlemişti. Onlar fark edemiyorlardı. (Kasas 28/8-9)
Musa’nın annesi, yapılan telkinin doğruluğunu ancak çocuk kendisine döndükten sonra anlamıştı. Bunu da şu ayetler göstermektedir:
“Önceden, oradaki sütannelerini ona yasaklamıştık. Ablası dedi ki: “Sizin için onun bakımını üstlenecek bir aileyi gösterebilir miyim? Onlar ona iyi bakarlar.”
Böylece onu, annesine geri verdik ki, gözü aydın olsun da üzülmesin. Bir de bilsin ki, Allah’ın verdiği söz gerçektir ama çokları bunu bilmezler.” (Kasas 28/12-13)
Bunlar, resullere gelen bilgi çeşidinden değildir. Resul, birinin sözünü diğerine ulaştıran kişidir. Allah’ın resulleri, Allah’ın sözlerini insanlara ulaştırırlar. Allah’ın resullerine Kur’ân’da hem resul, hem nebi denir. Nebi denmesi, vahiy aldıkları için, resul de o vahyi tebliği ettikleri içindir. Onların vahiy alış şekilleri farklıdır, daha vahyi alırken onun Allah’tan geldiği konusunda kesin bilgiye ulaşırlar. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Allah bütün gaybı bilir, kendi gaybını kimseye açmaz. Dilediği elçi bunun dışındadır. Onun da önüne ve arkasına gözcüler diker. Bunu yapar ki o (elçi), (gelen meleklerin) Allah’ın gönderdiklerini tastamam ulaştırdıklarını bilsin, onların yanında olanı kavrasın ve her şeyi bir bir hafızasına yerleştirsin. “ (Cin 72/26-28)
Ayetteki “kendi gaybını” ifadesi, resullere bildirilenin özel gayb bilgisi olduğunu gösterir. Bu bilgiyi, ancak Allah’ın Nebileri alabilirler. Bunlar, insanlara ulaştırılmak için yapılan vahiylerdir. Vahiy ve ilhamın diğer şekillerinde böyle bir şey yoktur. Bu sebep onlar, sadece ilgili kişiyle alakalıdır. Bir başkası için önemli değildir.
Ama hurafeciler, insanlara olan vahiy ve ilham sınırını aşarak kendilerini Allah’ın nebileri gibi göstermeye çalışır “Nebilere olan bize de olur, biz de vahiy alırız” diyerek yoldan çıkarlar. Allah Teâlâ bunlar için şöyle buyurur:
“Allah’a karşı yalan uydurandan, ya da kendine vahiy gelmediği halde vahiy aldığını söyleyenden yahut Allah’ın indirdiği gibisini ben de indireceğim” diyenden daha zalimi kim olabilir? …” (En’âm 6/93)
Muhammed aleyhisselam ile nebîlik bitmiştir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
مَّا كَانَ مُحَمَّدٌ أَبَا أَحَدٍ مِّن رِّجَالِكُمْ وَلَكِن رَّسُولَ اللَّهِ وَخَاتَمَ النَّبِيِّينَ وَكَانَ اللَّهُ بِكُلِّ شَيْءٍ عَلِيمًا
Muhammed içinizden bir erkeğin babası değildir, ama Allah’ın resulü ve nebilerin sonuncusudur. Allah her şeyi bilir.” (Ahzâb 33/40)
Nebîlik bitmiştir ama resullük yani inen ayetleri tebliğ görevi devam etmektedir. Bu, her müslümanın görevidir. İçine bir şey katmadan Allah’ın sözünü Allah’ın kullarına ulaştırmamız gerekir. Allah Teâlâ şöyle buyurur:
فَهَلْ عَلَى الرُّسُلِ إِلاَّ الْبَلاغُ الْمُبِينُ.
“Elçilere düşen apaçık tebliğden başka nedir?” (Nahl 16/35)
Muhterem Avukat Mesut AKGÜN Bey,
Yanlış inançlar, bulaşıcı hastalılar gibidir, çok çabuk yayılırlar. Nitekim Musa aleyhisselam, 40 günlüğüne Tur’a gidince İsrail oğulları, Harun aleyhisselama rağmen buzağı heykeli yapıp tapmışlardı. Çünkü “…buzağı tutkusu onların içlerine işlemişti…” (Bakara 2/93)
Memfis’te Apis adı verilen boğaya tapılırdı. Firavun ve hanedanının inancı buydu. Memfis, Kahire’nin 35 km. güneyinde, Nil üzerinde yer alan eski Mısır kentidir. Bu inanç daha sonra Mısır’ın diğer bölgelerine yayılmıştı. Apis bir tane olur ve ölen Apis’in başka bir boğanın bedeninde yeniden dünyaya geldiğine inanılırdı. Yeni boğayı rahipler otlaklarda arar, belirgin özellikleriyle diğerlerinden ayırır, bulurlardı.[6] Tevrat’ta konu ile ilgili şu ifadeler vardır:
Mısır’da bildirin, Migdol’da duyurun, Nof’ta,[7] Tahpanhes’te duyurun: Yerini al, hazırlan, çünkü çevrendekileri yiyip bitiriyor kılıç!
İlahın Apis neden kaçtı? Boğan neden ayakta kalamadı? Çünkü Rab onu yere serdi.” (Yeremya 46/14)
Bakara suresine adını veren olay budur. Bu surenin 67’den 71’e kadar olan ayetleri, İsrailoğullarının boğayı kesmemek için nasıl direndiklerini gösterir. Kesmek istemedikleri sığırın özellikleri şu şekilde anlatılır:
“Dedi ki:”O bir boğadır” diyor. “Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır. Sapasağlam! Hiç alacası da yok”. “Tamam! Şimdi doğru bilgiyi getirdin, dediler”. Nihayet onu kestiler. Neredeyse yapmayacaklardı.” (Bakara 2/71)
بَقَرَةٌ (bakara), بَقَر=bakar’ın tekilidir, sığır demektir. Erkeğine (ثور=sevr) denir.[8] Âyetteki (تُثِيرُ الأَرْضَ=tusîru’l-arda) ifadesi bu sığırın erkek olduğunu gösterir. Çünkü (ثور=sevr) ile (تُثِيرُ=tusîru) aynı köktendir. (وَلاَ تَسْقِي الْحَرْثَ =velâ tesqi’l-hars) ikinci kanıttır. Yani öyle bir sığır ki; “Ne koşulup toprağı sürmüş, ne de ekin sulamıştır.” Bunları yapacak kabiliyette ama yapmamıştır. Bu bir boğadan başkası olamaz. Fiillerin müennes olması بَقَرَةٌ nın müennes-i lafzî olmasından dolayıdır.
Bakara’nın âyetleri Apis özelliğinde bir boğanın kesilmesini emretmektedir. Böylece o batıl inanç ortadan kalkacaktı.
En büyük hata, Kur’ân’ın geçmiş peygamberlerle ilgili anlattıklarından ibret almamaktır. Başlarından geçen onca olaya rağmen Musa aleyhisselamın ashabı şirkten kurtulamamıştı. Duygularını öne alan hiç kimse ondan kurtulamaz. Bunun tek yolu, din adına anlatılan her şey için delil aramak ve sonuna kadar aklı kullanmaktır.
Müslümanlar arasında bir bulaşıcı hastalık gibi yayılan yanlış inançlar, daha çok Zerdüştlerin ve Hintlilerin bazı inançlardır. Zerdüşt rahipler Allah’ın kendilerine hülûl ettiğine inanır, kendi sözlerini Allah’ın sözü sanırlar. Bu hastalığa tutulmuş olanlardan Mevlânâ Celaleddin Rûmî bakın, kendi sözleri için neler söylüyor:
“Bu mesnevi kitabıdır. O, ulaşma ve kesin bilme sırlarını açıklamada dinin asıllarının, asıllarının asıllarıdır. O, Allah’ın en büyük fıkhıdır. Allah’ın aydınlık yoludur ve Allah’ın en açık delilidir…[9]”
Dinin asılları Kur’an’da, onun da asılları Levh-i mahfuz’da, onun asılları Allah Teâlâ’dadır. Kendine Allah’ın hülûl ettiğini düşündüğü için yazdığı şiirlere “O, Allah’ın en büyük fıkhıdır. Allah’ın aydınlık yoludur ve Allah’ın en açık delili” diyebilmektedir.
Sema eden bir Mevlevi, sağ elini yukarı, sol elini aşağıya dönük tutar ve Haktan alıp halka verdiğini düşünür. Ona bu yetkiyi kim vermiştir? Tarikat şeyhleri de kendilerini hep bu konumda görürler. Onların bir trafo gibi tanımlanmaları da bundandır.
Bütün bunlar, insanların Allah’tan önce başka varlıklara kul olmaları sonucunu doğurur.
İşte bu bir şirk hastalığıdır. Asıl görev, insanlara ilgili âyetleri tebliğ ederek şirkle mücadeleyi sürekli hale getirmektir. Yalnız Allah’a güvenip dayanandan başkası böyle bir işe soyunamaz.
Mesut AKGÜN Bey, benimle ilgili şu ifadelerinize katılmam mümkün değildir:
“… özellikle “…nurların doğrudan doğruya Kur’an ı Kerim’in feyzinden tereşşuh ettiği…” ifadelerini eleştirdiğinizi ve bu meyandaki ifadelerin itikada aykırı olduğunu… ifade ediyorsunuz.”
Tereşşüh, sızma ve damlama demektir. “…nurların doğrudan doğruya Kur’ân-ı Kerim’in feyzinden süzülüp damladığı…” şeklindeki bir sözü tevil mümkündür. Ama bir insan tutar, kendi sözünü, Kur’an’ın Arş’taki yerinden alınmış gösterirse bunun tevili yoktur. Bu şahsı bütün dünya kutsallaştırsa da bize düşen, onun hurafeleriyle mücadeledir.
Said Nursi ile ilgili sözlerimizden bir kısmı şöyledir:
“…Said Nursî şöyle der: “Kur’ân’ın gizli gerçekleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! …Peygamber devrinde Kur’ân’ın vahiy suretiyle inmesi gibi, her asırda, Kur’ân’ın arştaki yerinden ve manevi mucizesinden feyiz ve ilham yoluyla onun gizli gerçekleri ve gerçeklerinin kesin delilleri iniyor[10].”
Yani Risale-i Nur, Kur’ân’ın indiği yerden Kur’ân’ın inmesi gibi vahiy suretiyle inerek onun gizli kalmış gerçeklerini ve o gerçeklerin kesin delillerini Said Nursî’ye getirmiş oluyor. Nurculara göre o, ilim elde etmek için bir zorluğa ve ders alma sıkıntısına ihtiyaç duymadan kendi kendine nurlanmış ve alim olmuştur[11].
Bu sözler, bir peygamberlik iddiası taşımaktadır. Said Nursî’nin, Kur’ân’da açıklanmamış gerçeklerin kendine indirildiğini söylemesi ise kendi kitabının Kur’ân’dan önemli olduğu iddiasından başka bir anlam taşımaz.
Allah Teâlâ şöyle demiştir:
“Ey Elçi! Rabbinden sana indirilen her şeyi tebliğ et, eğer bunu yapmazsan onun elçiliğini yapmamış olursun.” (Maide 5/67)
Said Nursî’nin iddia ettiği şeyler Peygamberimize bildirilseydi onları açıklamak zorunda olurdu. O iddia ettiği şeyler, sadece kendine bildirilmiş olmalıdır.
Risale-i Nur’un, Kur’ân’ın alındığı yerden alındığı iddiası, birkaç kez tekrarlanır. Onlardan biri şudur:
“Risale-i Nurlar, ne Doğu’nun kültüründen ve ilimlerinden, ne de Batı’nın felsefe ve bilimlerinden alınmış ve iktibas edilmiş bir nurdur. O, gökten inmiş Kur’ân’ın, Doğunun da Batı’nın da üstünde olan Arş’taki yerinden alınmıştır[12].”
Said Nursî, daha ileri giderek şunları söyler:
“Risale-i Nur denilen otuzüç aded Söz, otuzüç aded Mektub, otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kur’ân’daki âyetlerin âyetleridir. Yani onun gerçeklerinin göstergeleridir. Onun hak ve hakikat olduğunun kesin delilidir. Kur’ân âyetlerinde yer alan inançla ilgili gerçeklerin gayet kuvvetli belgeleridir[13].”
Demek ki, Kur’ân nasıl Tevrat ve İncili tasdik eden bir kitapsa, Said Nursî’nin bu iddiasına göre Risale-i Nur da Kur’ân’ı tasdik eden bir kitaptır. Bu sebeple Risale-i Nur’un âyetleri, Kur’ân âyetlerinin delili olmuştur.
Said Nursî, tek kalmamak için Hz. Ali’ye de Sekine adında bir kitap indiğini, geçmiş ve gelecek bütün ilim ve sırların o kitapta olduğunu ve orada Risale-i Nurlara işaret edildiğini de iddia eder[14] ve özetle şöyle der:
“Hazret-i Cebrail, Sekine adıyla bir sayfada yazılı İsm-i Âzam’ı, Peygamberimizin yanında Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşürdü. Hz. Ali diyor ki: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız gök kuşağı şeklinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum”. İsm-i Âzam’dan bahsederek bazı olayları anlattıktan sonra diyor ki:
“Dünyanın başından kıyamete kadar ilimler ve önemli sırlar bize, tanıklık derecesinde açıldı. Kim ne isterse sorsun, sözümüzden şüpheye düşenler zelil olurlar[15].”
Öyle bir sahife ki, içinde dünyanın başından kıyamete kadar olan ilimler ve önemli sırlar yer alıyor. Bu bir sahife değil, çok büyük bir kitap olur. Cebrail’in Ali’ye böyle bir kitap verdiğini kabul etmek, onu Peygamber saymaktır. O kitapta var olduğu söylenen ilim ve sırları Peygamberimizin bilmediği kesin olduğu için Ali ondan üstün bir konuma getirilmiş olur.
Bu tür iddialar için Allah Teâlâ şöyle buyurur:
“Vay o kimselere ki, kendi elleriyle kitap yazarlar, sonra “bu Allah katındandır” derler. Hedefleri, onun karşılığında bir şeyler almaktır[16]. Vay o ellerinin yazdığından dolayı onlara! Vay o kazandıklarından dolayı onlara!.” (Bakara 2/79)
Said Nursî, Risale-i Nurların kutsal sayılması için akla gelen her şeyi söylemiştir. Diyor ki; “Sözler”[17] şüphesiz Kur’ân’ın nurlu parıltılarıdır. Açıklanmaya muhtaç yerleri eksik olmamakla birlikte tümüyle kusursuz ve eksiksizdir[18].” “Risale-i Nur bu asırda, bu tarihte bir “urvet-ül vüska”dır. Yani çok sağlam, kopmaz bir zincir ve bir “hablullah” yani Allah’ın ipidir. Ona elini atan, yapışan kurtulur[19].
“Urvet-ül vüska” ve “hablullah” Kur’ân’a ait özelliklerdir[20]. Said Nursi kitaplarına şu özellikleri de ekler:
“Risale-i Nur; hem şeriat, hem dua, hem hikmet, hem ibadet, hem emir ve davet, hem zikir, hem fikir, hem hakikat, hem tasavvuf, hem mantık, hem kelâm bilgisi, hem ilahiyat bilgisi, hem sanata özendirme, hem belâgat, hem de vahdaniyeti ispat kitabıdır. O, karşıtlarını etkisiz hale getirir ve susturur[21].”
Risale-i nurlarda çok tekrar vardır. Said Nursî bunun Kur’ân’da da olduğunu belirterek şöyle der:
“Kur’ân’daki tekrarın bir çok hikmeti Risale-in-Nurda da vardır. Şöyle ki, her vakit bütün Kur’ân okunamayacağından her sure Kur’ân hükmüne geçmiş, haşir, tevhid ve Mûsa aleyhisselamın hikayesi gibi konular tekrar edilmiştir. Aynı şekilde imanın ince hakikatleri ve kuvvetli deliller, benim haberim olmadan, bir çok risalede de tekrar edilmiştir. Neden bunlar tekrar yazdırıldı diye hayret ederdim. Sonra kesin olarak anladım ki; bu zamanda Risale-i Nura herkes muhtaç olduğu halde herkes tamamını okuyamaz. Ama ihtiyaç duyduğu şeyleri küçük bir Risaleden okuyabilir[22].” [23].
Sayın Avukat Mesut AKGÜN Bey,
Bana sorduğunuz soru şuydu:
“Said Nursi’nin beyanatını ilham olarak değerlendirmek kabulü mümkün değil midir? “
Şimdi varın bu sorunun cevabını siz kendi vicdanınızda verin.
İki cihan saadeti dileği ile vesselam.
Abdulaziz BAYINDIR
Yazıya ait dosyayı aşağıdaki linkten Word formatında indirebilirsiniz:
Said Nursi’nin Sözleri İlham Olamaz mı?
——————————————————————————–
[1] Fahrüddin er-Razî, et-Tefsîr’ül-Kebîr, Matbaa-i Amire, c.VIII, s. 583.
[2] Sünen-i Dârimî, Büyû’, 2.
[3] Tirmizî, Kıyame, 60.
[4] Nas suresi 114/5.
[5] Ebu’l-Hasen Ahmed b. Faris b. Zekeriya, Mu’cemu mekâyîs fî’l-luğa, Beyrut, æÍí maddesi.
[6] Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedisi, c. II, s. 712.
[7] Nof, Memfis’in diğer adıdır. Bu husus, Tevrat’ın dipnotlarında ve ekindeki haritada yer almaktadır. (Kutsal Kitap, Yeni Çeviri, İstanbul, 2001)
[8] Ragıb el-İsfehanî, Müfredât, Beyrut-Dımaşk 1412/1992 ÈŞÑ mad.
[9] Mevlânâ Celaleddin Rûmî, Mesnevî, Hazırlayan Adnan Karaismailoğlu, Yenişafak Yayınları, Ankara 2004, c. I, s. 36.
[10] Şualar, Birinci Şua, Yirmidördüncü Ayet ve Ayetler, Üçüncü Nokta, c. I, s. 842. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Kur’an’ın gizli hakikatleri Risale-i Nur ile birlikte bize iniyor!! Tenzil’ül-Kitab cümlesinin sarih bir manası asrı saadette vahiy suretiyle Kitab-ı Mübîn’in nüzulü olduğu gibi, manayı işarîsiyle de, her asırda o Kitabı Mübin’in mertebe-i arşiyesinden ve mu’cize-i maneviyesinden feyz ve ilham tarîkıyla onun gizli hakikatları ve hakikatlarının bürhanları iniyor, nüzul ediyor…”
[11] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: Resaili’n- Nur müellifi dahi ateşsiz yanar, tahsil için külfet ve ders meşakkatine muhtaç olmadan kendi kendine nurlanır, âlim olur.”
[12] Şualar, Birinci Şua, c. I, s. 833. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resailin Nur dahi ne şarkın malûmatından, ulûmundan ve ne de garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur değildir. Belki semavî olan Kur’an’ın, şark ve garbın fevkindeki yüksek mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.”
[13] Şualar, Birinci Şua, Yirmiikinci Ayet ve Ayetler, c. I, s. 841. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Resail’in-Nur denilen otuzüç aded Söz ve otuzüç aded Mektub ve otuzbir aded Lem’alar, bu zamanda, Kitabı Mübin’deki âyetlerin âyetleridir. Yani, hakaikının alâmetleridir ve hak ve hakikat olduğunun bürhanlarıdır. Ve o âyetlerdeki hakaiki imaniyenin gayet kuvvetli hüccetleridir”.
[14] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. 2078. Orada geçen ifade aynen şöyledir: “Risale-i Nur şakirtlerine ve naşirlerine karşı Hazreti Ali’nin (r.a.) irşadkârane ve teveccühkârane bakması ve işaret etmesidir”.
[15] Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Onsekizinci Lem’a, c. II, s. 2079; Metnin aslı şöyledir: “Hazreti Cebrail’in, Âlâ Nebiyyina (a.s.m.) huzuru Nebevide getirip Hz. Ali’ye Sekine namıyla bir sayfada yazılı İsmi Âzam, Hz. Ali’nin (r.a.) kucağına düşmüş. Hz. Ali diyor: “Ben Cebrail’in şahsını yalnız alâim’üs-sema suretinde gördüm. Sesini işittim, sayfayı aldım, bu isimleri içinde buldum” diyerek bu Ismi Âzamdan bahs ile bazı hadisatı zikirden sonra tahdis-i nimet suretinde diyor ki: “Evveli dünyadan kıyamete kadar ulum-u esrar-ı mühimme bize meşhud derecesinde inkişaf etmiş, kim ne isterse sorsun, sözümüze şüphe edenler zelil olur.”
[16] Karşılığında Ahireti verdikleri için aldıkları ne olursa olsun, azdır. “… Bu hayatın sağladığı fayda Ahiret yanında pek az olur.” (Tevbe 9/38)
[17] Sözler, Risale-i Nurlar’ın bir bölümünü oluşturur.
[18] Barla Lâhikası, Yirmi Yedinci Mektub ve Zeyilleri, c. II, 1415. İfadeler sadeleştirilmiştir. Aslı şöyledir: “Mübarek Sözler şübhesiz Kitabı Mübin’in nurlu lemeâtıdır. İçinde izaha muhtaç yerler eksik olmamakla beraber küll halinde kusursuz ve noksansızdır”.
[19] Said Nursî, Şualar, On Birinci Şua, Onbirinci Meselenin haşiyesinin bir lahikasıdır, a.g.e, c. I, s. 985.
[20] Bkz., Bakara 2/256; Ali İmrân 3/103.
[21] Emirdağ Lahikası I, c. II, s. 1719. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Risale-i Nur Şems-i Kur’an-ı Mu’cizül Beyan’ın elvan-ı seb’as-ı, Risale-i Nur’un menşur-u hakikatında tam tecelli ettiğinden, hem bir kitab-ı şeriat, hem bir kitab-ı dua, hem bir kitab-ı hikmet, hem bir kitab-ı ubudiyet, hem bir kitab-ı emr-ü davet, hem bir kitab-ı zikir, hem bir kitab-ı fikir, hem bir kitab-ı hakikat, hem bir kitab-ı tasavvuf, hem bir kitab-ı mantık, hem bir kitab-ı İlmi Kelâm, hem bir kitab-ı İlmi İlahiyat, hem bir kitabı teşviki san’at, hem bir kitabı belâgat, hem bir kitabı isbat-ı vahdaniyet; muarızlarına bir kitab-ı ilzam ve iskâttır”.
[22] Kastamonu Lahikası, Yirmi Yedinci Mektup, c. II, s. 1589; Sikke-i Tasdik-i Gaybî, Sözler Yayınevi İstanbul 1991, s. 33. Yazı sadeleştirilerek özetlenmiştir. Aslı şöyledir: “Ondokuzuncu Söz’ün âhirinde Kur’andaki tekrarın ekser hikmetleri Risale’in-Nurda dahi cereyan eder. Bilhassa ikinci hikmeti tamtamına vardır. O hikmet şudur ki: Herkes Kur’ana muhtaçtır, fakat herkes her vakit bütün Kur’anı okumaya muktedir olamaz, fakat bir sureye galiben muktedir olur. Onun için en mühim makasıd-ı Kur’aniye, ekser uzun surelerde dercedilerek herbir sure bir Kur’an hükmüne geçmiş. Demek hiç kimseyi mahrum etmemek için, Haşir ve Tevhid ve Kıssa-i Mûsa (A.S.) gibi bâzı maksadlar tekrar edilmiş. Aynen bu ehemmiyetli hikmet içindir ki, bâzı def’a haberim olmadan, ihtiyarım ve rızam olmadığı halde, ince hakaik-ı îmaniye ve kuvvetli hüccetler, müteaddit risalelerde tekrar edilmiş. Ben çok hayret ediyordum: Neden bunlar bana unutturulmuş, tekrar yazdırılmış? Sonra kat’î bir surette bildim ki: Herkes bu zamanda Risale-i Nura muhtaçtır, fakat umumunu elde edemez; etse de tam okuyamaz; fakat küçük bir Risale-’in-Nur hükmüne geçmiş bir risale-i câmiayı elde edebilir ve ekser vakitlerde muhtaç olduğu mes’eleleri ondan okuyabilir. Ve gıda gibi, her zaman ihtiyaç tekerrür ettiği gibi o da mütalâasını tekrar eder.”
[23] Bkz. Abdulaziz BAYINDIR, Kur’ân Işığında Aracılık ve Şirk, İstanbul 2005, s. 90-95
İLHAM NEDİR?
Kelime olarak ilham, “bir şeyi birden yutturmak” anlamında olup, ıstılah olarak “kalbe bir takım mana ve fikirlerin ilkâ edilmesi” anlamında kullanılır. “Allah’ın, kulun kalbine bıraktığı şey”, “feyz yoluyla kalbe bırakılan şey” tarzında da ifade edilmiştir.
Istılahî anlamdaki vahiy, peygamberlere has bir keyfiyet iken, ilham daha umumî bir karakter taşır. Veli kulun kalbine gelen ilham, meleklere yapılan ilham, hatta arı gibi hayvanlara yapılan ilhama kadar şümullü bir ifadedir.
Kur’an-ı Kerim’de “ilham” kelimesi sadece Şems suresi 8. âyette geçer. Bu surenin başında yüce Allah, güneşe ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza kasemden sonra, “Nefse ve onu en güzel bir biçimde şekillendirip fücur ve takvasını ilham edene yemin ederim ki, nefsini arındıran muhakkak kurtulmuştur. Onu kirleten de, hüsrana uğramıştır” buyurur. (Şems, 8-10)
Bu âyetler, insan nefsinin fücur ve takvaya kabiliyetli olduğunu beyan etmektedir. İnsan, nefsini hayra da, şerre de yönlendirebilir.
İnsanın terkîbi ulvî ve süflî alemden gelmiştir. Bundan dolayı insan, nefsi itibarıyla süfliyata meyyal, ruhu itibarıyla ise, ulviyâta müştaktır.
Surenin başında “güneş ve aya, gündüz ve geceye, sema ve arza” yemin edilmesi, insanın fücur ve takvadaki haline bir işaret gibidir. Yani, insan nefsi ya güneş gibi nuranî veya ay gibi zulmanîdir. Ya gündüz gibi aydınlık veya gece gibi karanlıktır. Ya sema gibi ulvî veya arz gibi süflîdir. İnsanı bu şekilde yükselten veya alçaltan, nuranî veya zulmanî yapan, fiillerine temel teşkil eden ilhamlardır. Çünkü insan nefsi, hem hayırlı ilhamlara, hem de şerli ilhamlara bir alıcı durumundadır. Allah’ın ve meleğin ilhamına muhatab olduğu gibi, şeytanî bir ilham olan vesveselere de muhatab olmaktadır. Allah’ın nefse fücur ve takvayı ilham etmesi ise, hayır ve şerri ona bildirmesi anlamındadır.
İlham da vahiy gibi sübjektif bir yapı arzeder. İlhamın keyfiyeti, tatmayanlarca bilinmez. Fakat onun bu bilinmezliği, kendisi hakkında fikir yürütmemize engel değildir. Bu nedenle, ilhamın keyfiyetiyle ilgili bazı görüş ve tecrübeleri kaydetmekte fayda görüyoruz:
“İlham, vicdanda ani bir surette belirir. Nereden geldiği his ve idrâk olunmaz. Açlık, susuzluk, üzüntü ve sevinç duyguları vicdanda nasıl duyuluyorsa, ilham da aynı şekilde duyulur.” (Gölcük, s. 291)
Böyle ani gelen bir ilham, beklenmedik ruhî, coşkun bir istila gibidir. Bundan dolayı da, kalbî hassasiyet ve aklî titizlik daima onu almaya hazır olmalıdır. Yoksa “Nurlar senin üzerine gelirler ve kalbini kainat içindeki eserlerin suretleriyle dopdolu görünce geldiği gibi giderler. Kalbini ağyarın suretlerinden boşalt ki, maarif ve esrar ile doldurasın.” (İskenderanî, s. 130)
İşârî tefsîr ekolünün mümtaz simalarından Bursevî kendi ilham tecrübelerinden bahsederken şöyle der: “Nefsimizde tattık ki, ilham ve hitab bazen Arapça lafızla, bazen de Farsça veya Türkçe olarak geliyordu.” (Bursevî, IV, 193)
Menar tefsirinde ise, “Kişi, firaset, ilham gibi gizli ruhî idrak vasıtalarıyla bir bilgiye ulaşabilir. Bu, çoğu kere ruha bazı levhaların açılması şeklinde olur. Bunun kesinliği, ancak vukûundan sonra anlaşılır. Böyle bir ilham, bazı keskin gözlü kimselerin başkalarının görmediği çok uzak mesafeyi görmeleri gibi bir haldir” ifadeleriyle, ilhamın, çok özel bir bilgi türü olduğu vurgulanır. (Abduh, VII, 422-423)
Fakat gayb, derece derecedir. Gaybın en derin noktasını ne bir peygamber, ne de bir veli bilemez. Ezelî kaderin vukua çıkma, tezahür etme zamanı yakınlaştıkça, o hadise gayb hazinesinden yavaş yavaş ayrılıp, insanın kavrayış ufkuna, dünya semasına doğru gelir. Denizin ta dibindeki cisim görünmez. Ama dipten ayrılıp yüzeye doğru gelen cisim, yüzeye yaklaştıkça kuvvetli gözler tarafından görülür. İşte gaybın, derinliklerinden ayrılıp şehadet âlemine doğru yaklaşan olayları da, basiret gözü açık olan bazı keşif erbabı görebilir.
Allah’ın veli kulları ilhama mazhar oldukları gibi, hassas ruhlu sanatkârlar, şairler, kendi sahasında fani olmuş ilim adamları da ilhama mazhar olmaktadırlar. Bunlar, hayatın günlük akışı içinde başkalarının göremediğini görürler, sezemediğini sezerler, hissedemediğini hissederler. Bir başka ifadeyle, bilginin bambaşka bir boyutunda yer alan kimi sezgiler ve dimağlar, bize göre verimsiz gibi gelen bir zeminden diriltici sular, ilâhî temaslar elde edebilirler.
Hatta, belli bir meseleyi, uzun bir müddet çok uğraşmamıza rağmen çözemezken, bir gün aniden onun çözümünü içimizde buluruz. Bütün bilgi basamaklarını atlayarak bizi ani bir şekilde sonuca ulaştıran bu kabiliyetimiz hadsden (sezgiden) başka bir şey değildir.
Her insanda bilkuvve mevcut olan böyle bir sezgi, şair ve sanatkârlarda, ilim adamlarında çok daha hassastır. Bugün beşeriyetin istifade ettiği ilim ve teknoloji ürünleri, çoğu kere böyle sezgilerin neticesidir. Bunları, sadece zekânın eseri görmek yanlış olacaktır. Dâhi insanlar, kendilerinde bulunan gözlem ve anlama gücünden başka, sezgileri ve yaratıcı muhayyileleri ile başkaları için gizli olanı sezer, görünüşte ayrı olan olaylar arasındaki ilişkileri anlar, gizli bir hazinenin varlığını tahmin ederler.
“Mülhem keşşaflar” diyebileceğimiz bu kişiler, kendi sahalarında âdeta fâni olmuşlardır. Bütün dünyalarında araştırdıkları mesele vardır. Her şeye o zaviyeden bakarlar. Bir müzisyenin dünyası notalardan meydana gelmiştir. Bir ressamın dünyası, renkler ve şekiller dünyasıdır. Mesleğinde fâni olmuş bir kimyacının nazarında âlem büyük bir laboratuardır. Bir şairin dünyası, kelimelerin armonisinden örülüdür. Bunlar ve benzerleri, kendi branşlarının gemisinde, sisle örtülü sırlar okyanusunda ilerlerken, zaman zaman ilerdeki kayaları hayal meyal görür gibi olurlar. Ardından tekrar bir sis etrafı kaplar. Bazen de bir rüzgâr eser, bütün sis bulutlarını dağıtır. Önlerindeki kayaları ve ilerdeki kıyıları onlara açık ve net olarak gösterir. Böylece kayalardan aşarlar, kıyılardan geçerler. Gerçeğin yeni ufuklarına doğru kürek sallarlar.
Şöyle veya böyle, kendisine bu tarz ilham gelen birisi şiirde yeni bir ufka açıldığı gibi, kendini sanatına adamış mülhem sanatkârlar, kendini ilmî keşiflere adamış mülhem keşşaflar da bir gün kendilerini yepyeni bir iklimde bulabilmektedirler.
Kevnî sırlara dalmak isteyenlere kâinat sırları açıldığı gibi, ilâhî sırlara ermek isteyenlere de, marifet nurları saçılacaktır.
İLHAM NE DERECE BAĞLAYICIDIR?..SORULARLA SLAMIYET.COM
İlhama mazhariyetle elde edilen bilgi, çoğu kere o şahsı ilgilendiren cüzî şeyler içindir. Yani, ya sıkıntılı halinde gelen bir teselli veya içinden çıkamadığı bir müşkilin halli veya kendisi ve çevresiyle ilgili geleceğe yönelik bir müjde şeklindedir.
Bu tarz bir ilhamın değeriyle ilgili olarak ekseriyetin görüşü, ilhamın başkasını bağlayıcı bir bilgi türü olmadığıdır. Taftezanî “Akaid” metninde geçen “İlham, ehl-i hak nezdinde bir şeyin sıhhatini bilme yollarından değildir” cümlesini şöyle açıklar:
“Müellif bununla “İlham, bütün insanların kendisiyle ilim elde ettiği ve başkasını bağlayıcı bir sebep değildir” manasını murad etmiştir. Yoksa şüphesiz ilham yoluyla her hâl ü karda bir ilim elde edilmektedir.” (Taftezanî, s.13-14)
Diğer bir ifadeyle, “kelâmcılar, ilhamın vukuunu değil, bu yolla elde edilecek bilginin, başkası için delil olacağını kabul etmezler.” (Çelebi, s. 249)
Meselâ birisi “kalbime ilham edildi ki, şu tarihte şu olay olacak” dese, onun bu ilhamı başkasını bağlayıcı bir hüküm taşımaz. Bu ilhamının hükmü zamana bırakılır. Zaman onu ya tasdik eder veya yanlış gördüğünü ortaya koyar.
Kalbine ilham gelen kişi, bunun ilâhî menşeli olduğunu hissederse, kendisi onunla amel eder. Nitekim Hz. Musa’nın annesi kalbine gelen ilhama göre hareket etmiş, küçük Musa’yı sandık içinde Nil’in sularına bırakmıştır.
Bu noktada şunu da belirtmek isteriz ki: İnsanın kalbi sadece Rahmanî ilhamlara yönelik bir alıcı durumunda olmayıp, şeytandan da ilham almaya kabiliyetlidir. Bundan dolayı, ilhama mazhar olan kişi, eğer dinin hükümlerini iyi bilmiyorsa, şeytanların oyuncağı olabilir. Kalbine gelen şeytanî ilhamı, Rabbanî zannedip hem sapar, hem de saptırır.
Anlatılır ki, Hz. Ömer’in oğlu Abdullah’a biri “Yalancı peygamber Muhtaru’s- Sakafî kendisine vahiy geldiğini iddia ediyor” deyince İbn-i Ömer “Doğru söylemiş” der ve şu âyeti okur:
“Şüphesiz şeytanlar kendi dostlarına sizinle mücadele etmelerini vahyederler” (En’am, 121) Yani, vesvese yoluyla ilham ederler. Ehl-i imanla mücadele etmeleri için telkinde bulunurlar. (İbnu Kesir, II, 170)
Demek ki, bilhassa şeytan fikirli insanlar, şeytanî ilhamlara maruz kalırlar. Şeytan, ehl-i imana vesvese verip günahlara sevketmek istediği gibi, ehl-i küfre de mesajlar gönderir, ehl-i imanla uğraşmalarını sağlar.
“İmansızlıkla şeytanet arasında bir cazibe vardır. Korusuz bahçeye haşerat musallat olduğu gibi,
“Görmedin mi biz, kâfirlerin üzerine kendilerini iyice (azgınlığa) sevkeden şeytanları gönderdik” (Meryem, 83) medlulünce, imansız kalplere de şeytanlar musallat olur. İmansızlar şeytaneti sever. Şeytanî hasletlere, hareketlere meftun olurlar. Hayırsız, hayırsızla düşer kalkar. Eşkiyanın reisi, en büyük şaki olur. Bunun gibi, imansızların bütün temayülleri şeytanette olduğundan, önlerine şeytanlar düşer, başlarına şeytanlar geçer” (Yazır, III, 2148)
Günümüzde, memleket çapında ve dünya çapında ehl-i imanla uğraşanları gördükçe, üstteki âyetin manasını daha iyi anlayabiliyoruz.
VAHİY – İLHAM FARKI
Vahiyle ilham arasındaki farkları bilmek, ilhamın değerini ve keyfiyetini anlamamıza yardım edecektir. Şöyle ki:
1- İlham, mutasavvıflarca ve bazı kişilerce bir delil sayılabilir. Ancak o, çoğunluğu bağlayan bir hüccet değildir.
2- Vahyin kaynağı kesin olarak ilâhî olmakla birlikte, ilhamın kaynağı her zaman ilâhî olmayabilir. Onun için, vahiy katî olup, ilham zannîdir. Çünkü, vahiy melek vasıtasıyla gelir. Melekte hata ihtimali yoktur. Fakat kalbin akıl ve nefisle alakası olduğundan, bunlardan etkilenir. Bundan dolayı, o meyanda yanılmalar olabilir.
3- Vahiyde mündemic olan risalet, bütün beşeriyete aittir. Halbuki ilham, yalnızca buna mazhar olan şahsa mahsustur. Vahiy, bütün âlemi aydınlatan güneş gibidir. İlham ise, sadece ilhama mazhar kişiyi aydınlatan bir lamba gibidir.
4- Vahye mazhar olan peygamber, aldığı vahyi insanlara tebliğle mükellefdir. Hâlbuki bir veli, kalbine gelen ilhamı tebliğe memur değildir. Hatta çoğu kere gizlemesi daha efdal olmaktadır.
5- Vahiy gölgesizdir, safidir, peygamberlere hasdır. İlham ise, gölgelidir. Renkler karışır. İnsandan başka, melekler ve hayvanların da mazhar olduğu bir keyfiyettir.
HZ. MUSA’NIN ANNESİ
Kur’an-ı Kerim, Hz. Musa’nın annesine gelen ilâhî ilhamdan bahseder. Şöyle ki:
Hz. Musa dünyaya geldiği sıralarda Mısır’a hükmeden Firavun, Benî İsrail’in erkek çocuklarını öldürtmektedir. Oğlunun da öldürülmesinden endişe eden Hz. Musa’nın annesine şu ilâhî teselli gelir:
“Çocuğunu emzir, Onun başına bir şey gelmesinden korktuğunda onu (sandık içinde) denize bırak. Korkma ve üzülme! Biz onu tekrar sana kavuşturacağız ve onu peygamberlerden yapacağız.” (Kasas, 7)
Hz. Musa’nın annesine gelen bu ilham, onu teselli edici ve yönlendirici bir keyfiyet arzetmektedir. Aynı zamanda ileriye yönelik iki müjdeyi taşımaktadır. Bu iki müjde, Musa’nın annesine geri döndürülmesi ve küçük Musa’nın, ilerde bir peygamber olacağıdır. Musa’nın annesine ilhamın nasıl ve ne şekilde geldiği meçhulümüz olmakla beraber, bunun rüyada bildirilmesi, ya da Hz. Meryem’de olduğu gibi, melek gönderilmesi şeklinde olabilir.
Bu şekilde bir ilhama mazhariyeti, sadece Musa’nın annesine has bir olay olarak görmek hatadır. Benzeri durumlarda böylesi ilhama mazhar pek çok kişi vardır. Bu ilhamlar, Musa’nın annesi örneğinde olduğu gibi, “teselli edici, yönlendirici ve gelecekten haber verici” özellikler taşımaktadır.
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 68 ziyaretçi (183 klik) kişi burdaydı!
İlham-ı İlahi (İdris Tüzün)
A+A-
İdris Tüzün'ün yazısı
Pek çok kimselerin Üstad Bediüzzaman’a yerli yersiz hücum ettiklerini uzun zamandan beri görüp duyuyoruz.
Hücumda bulunanların bir kısmı garazkâr oldukları kadar, insaf ve edep sınırlarını da aşıyorlar. Üstelik bunların risaleleri doğru dürüst okumadıkları, bazen okusalar bile Üstad’ın kastettiği manayı değil de, anlamak istedikleri manayı anladıkları görülüyor. İsmet Özel’in “İnsanlar hangi dünyaya kulak kesilmişse öbürüne sağır” dediği gibi, bu tip sağırlara sözümüzü duyuramayacağımızı peşinen kabul ediyoruz ve lüzumsuz da görüyoruz. Bazen “sükut”ta bir cevaptır.
Fakat insaflı olmakla beraber, bizim gibi düşünmeyen hakperestlere delillerimizi sunmak mecburiyetinde olduğumuzu da kabul ediyoruz.
Bu hücum ve tenkitlerden biri Üstad’ın “bana ihtar edildi ki” “bana yazdırıldı” sözüyle ilgili. Bu ifadelerden yola çıkan bazıları, Üstad için “peygamberlik iddia ediyor” “kendisine vahiy geldiğini söylüyor” şeklinde cahil, kaba ve çirkin saldırılarda bulunuyorlar.
Risaleleri ve Üstad’ı tenkid etmek isteyenler, her şeyden önce risaleleri önyargıyla değil insafla okumalıdırlar. Okurken de kendi kafalarındaki ithamlar için, mesnet aramaktan ziyade müellifin kastettiği manayı anlamaya çalışmaları gerekir.
Üstad’ın şu sözüne kulak verelim:
Şunu iyi bil ki; ben hayatta olduğum müddetçe Mevlana Celaleddin Rumi’nin dediği gibi derim: “Ben hayatta olduğum müddetçe Kur’ân’ın kulu, kölesiyim, seçilmiş Muhammed as’ın yolunun tozu, toprağıyım”. Çünkü ben Kur’ân’ı bütün feyizlerin kaynağı olarak görüyorum. Eserlerimde hakikatlerin güzelliklerinden ne varsa, ancak Kur’ân’ın feyzindendir. (Arabî Mesnevi-i Nuriye, s. 116)
Risalelerde “kalbime ihtar edildi ki” “bana yazdırıldı” tarzında ifadelerin varlığı bir gerçek. Fakat Üstad bununla ne kendine vahiy geldiğini, ne de peygamber olduğunu ima ediyor.
Bizzat kendisi bu hususta şöyle der “:Risalet-in-Nur vahiy değil ve olamaz. Ancak ilham ve istihractır” (Sikke-i tasdik: s.70, 75) “Birden hatıra geldi ki: Bu üç farkın sırrı ise Risalet-ün-Nur'un mertebesi üçüncüde olmasıdır. Yani vahiy değil ve olamaz. Hem umumiyetle dahi ilham değil, belki ekseriyetle Kur'ân'ın feyziyle ve medediyle kalbe gelen sünühat ve istihracat-ı Kur'âniyedir.” (Sikke-i Tasdik, s.81, Osmanlıca nüsha, Nesil yayınları, c.1. s.843)
Şimdiye kadar pek çok İslam büyüğü ilhamdan ve kendilerine ilham geldiğinden bahsetmiştir. Bu ilk defa Üstad’ın söylediği bir şey değildir. Şimdiye kadar kendilerine ilham geldiğini söyleyen velilere kimse “Bu adam peygamberlik iddia ediyor” demediğine göre Üstad’a da “peygamberlik iddia ediyor” denemez. (Üstad’ın vefatı üzerinden 50 yıl geçtiği halde, hiçbir nur talebesinin gizli veya açıktan onun peygamber olduğunu iddia etmemesi de bunu gösterir. Onu peygamber ilan edenler genelde onun düşmanlarıdır.)
İlhamın hakikatına dair Kur’ân’da pek çok ayet var. Bunları sırayla ele alalım:
1. Allah’ın her insana ilhamı vardır.
Nefse ve onu (insan şeklinde) düzenleyene, Sonra da ona günahını ve takvasını (itaat etmesi gerekeni) ilham edene yemin ederim ki, Nefsini (günahlardan) temizleyen felaha ermiştir. Onu (günahlarla) gömen ise, hüsrana uğramıştır. Şems suresi: 7-10
Hatta ilham yalnızca insanlara değil hayvanlara da gelir: “Rabbin bal arısına şöyle ilham etti: Dağlardan, ağaçlardan ve (insanların) kurdukları çardaklardan evler edin.” Nahl, 68
2. Allah makbul kulları olan seçkin evliyasına hususi ilhamlarda bulunur:
“Havârîlere de "Bana ve peygamberime iman edin" diye ilham etmiştim. Onlar "İman ettik, şâhit ol ki, biz müslümanlarız" demişlerdi.” (Maide: 111)
Ayette (evhaytü) ibaresi, (Vahyettim) manasına gelir. İmam Nesefi tefsirinde bunu (elhemtü) yani “ilham ettim” manasında olduğunu söyler. İsa as’ın havarilerine ilhamda bulunan Allah’ın ümmetler içerisinde en hayırlı ümmet olan Ümmet-i Muhammed’in seçkinlerine de ilham etmesine şaşmamalı.
Kur’ân’da iki peygamber annesine Allah’ın ilham ettiği zikredilir.
“Musa’nın annesine “Çocuğu emzir; başına bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize (Nil’e) bırak; korkma ve üzülme. Çünkü muhakkak biz onu sana geri vereceğiz ve onu peygamberlerden yapacağız” diye ilham ettik. (Kasas:7) (AYRICA BKZ. TAHA.38)
(Meryem) “Rabbim! Bana bir insan dokunmadığı halde nasıl bir çocuğum olur?” dedi. (Rabbi de) “Böyledir, Allah dilediğini yaratır. Bir işi yapmak istediğinde, ona sadece “Ol” der, o da oluverir” dedi. (Ali İmran.47)
3. Peygamberimiz (asv)’da Allahın bazı kullarına ilhamda bulunduğunu haber vermiştir:
قد كان يكون في الأمم قبلكم محدثون فإن يكن في أمتي منهم أحد فإن عمر بن الخطاب منهم
قال بن وهب تفسير محدثون ملهمون
“Sizden önceki ümmetlerde kendilerine (Allah tarafından ) söz söylenen (ilham edilen) kimseler vardı. Eğer ümmetimden de biri varsa o mutlaka Ömerdir”
Müslim: C.2.S.1864. Hn.2398. Buhari: C.4.S.149. Tirmizi: C.5.S.622.Hn.3693. .(Çağrı yayınları)
Buhari’nin başka bir rivayetinde hadis şöyledir:
لقد كان فيمن كان قبلكم من بني إسرائيل رجال يكلمون من غير أن يكونوا أنبياء فإن يكن من أمتي منهم أحد فعمر
“Sizden önce İsrail oğulları içinde bazı kimseler vardı ki, peygamber olmadıkları halde kendilerine (Allah tarafından) söz söylenir, konuşulurdu. Onlardan ümmetimden biri varsa o muhakkak Ömerdir.”
Kamil Miras hadisin şerhinde şu açıklamalarda bulunur:
Hadisin son fıkrasındaki (bulunursa) şartı, şek için değildir. Bilakis bu fıkranın mazmununu te’kid içindir. Çünkü İslam ümmeti, öbür ümmetlerin efdali olduğundan, öbürlerinde bulunan ilham ile müeyyed kimselerin İslam ümmetinde de bulunması muhakkaktır. Bu cihetle şartın tekide delalet ettiğine kavis içindeki kayıt ile işaret ettik.
Bu hadiste peygamber olmadıkları halde kendilerine Allah tarafından haber ilham olunduğu bildirilen zevata Muhaddesun deniliyor. (..) İbni Abbas Hac suresinin 52. ayetine bu muhaddes lafzını ziyade ederek و ما ارسلنا من قبلك من رسول ولا نبي ولا محدث suretinde okumuştur. İbni Abbas bu hususta mevzuumuz olan hadise istinad etmiş olsa gerek. Şu halde muhaddes nubüvvetin dununda bir vahiy ve ilham mertebesi demek oluyor. Ve bu yüksek paye hazreti Ömere tevcih buyurularak taltif ediliyor. ( Tecrid-i Sarih Terceme ve Şerhi. C.9. s.352. DIB YY)
4. ilhamla vahiy arasında ne fark var?
Vahiy peygamberlere gelir ve hususidir. İlham ise hayvanlardan meleklere varıncaya kadar herkese şumülü vardır.
Üstad Bediüzzaman ilhamla vahiy arasındaki farkı şöyle izah eder:
Sadık ilhamlar, gerçi bir cihette vahye benzerler ve bir nevi mükâleme-i Rabbaniyedir, fakat (iki fark) var:
(Birincisi): İlhamdan çok yüksek olan vahyin ekserisi melaike vasıtasıyla ve ilhamın ekserisi vasıtasız olmasıdır. Meselâ: Nasılki bir padişahın iki suretle konuşması ve emirleri var. Birisi: Haşmet-i saltanat ve hâkimiyet-i umumiye haysiyetiyle bir yaverini bir valiye gönderir. O hâkimiyetin ihtişamını ve emrin ehemmiyetini göstermek için bazen vasıta ile beraber bir içtima yapar. Sonra ferman tebliğ edilir. İkincisi: Sultanlık ünvanı ile ve padişahlık umumî ismiyle değil, belki kendi şahsıyla hususî bir münasebeti ve cüz'î bir muamelesi bulunan has bir hizmetçisi ile veya bir âmi raiyetiyle ve hususî telefonuyla hususî konuşmasıdır. Öyle de Padişah-ı Ezelî'nin umum âlemlerin Rabbi ismiyle ve kâinat hâlıkı ünvanıyla vahiy ile ve vahyin hizmetini gören şümullü ilhamlar ile mükâlemesi olduğu gibi, her bir ferdin ve her bir zîhayatın Rabbi ve Hâlıkı olmak haysiyetiyle hususî bir surette fakat perde arkasında onların kabiliyetine göre bir tarz-ı mükâlemesi var.
(İkinci fark): Vahiy gölgesizdir, safidir, havassa hastır. İlham ise gölgelidir, renkler karışır, umumîdir. Melaike ilhamları ve insan ilhamları ve hayvanat ilhamları gibi çeşit çeşit hem pekçok enva'larıyla denizlerin katreleri kadar kelimat-ı Rabbaniyenin teksirine medar bir zemin teşkil ediyor. Ve ( لو كان البحر مدادا لكلمات ربي لنفد البحر قبل أن تنفد كلمات ربي ) âyetinin bir vechini tefsir ediyor. (Ayetel kübradan)
5.İlham dinde hüccetmidir?
Mücerret ilham dinde hüccet değildir. (Taftazani. Şerhül Akaid Tercümesi: s.121. Dergâh yayınları). Çünkü mücerret ilham suiistimal edilebileceği gibi, şeytanlarında insanı kandırması mümkündür.
Dinde, delil ve hüccet esastır. Delilde ya nakli (Kur’ân ve sünnet) ya da akli olur.
Kur’ân’a, sünnete ve akla uygun dinin esaslarına ters düşmeyip, bilakis dini mevzuları takviye eden ilhamlar hüccet olurlar. Hüccet oluşları mücerret ilham oluşlarından değil hakikat oluşlarındandır.
Risale-i nurlara verilen kıymet hem akli delillerle teyit edilmiş olması, hem de ilham olmasından kaynaklanmaktadır. Yalnız mücerret ilham oluşundan değil.
VEHBİ İLİM
Allah vahiy vasıtasıyla peygamberlerine ilim öğrettiği gibi, ilham vasıtasıyla da makbul kullarına bazı sırları, ilmi konuları öğretir. Buna en büyük delil, Kur’an’da bahsi geçen Hızır as’dır.
“Derken ikisi, indimizden kendisine bir rahmet verdiğimiz ve tarafımızdan bir ilim öğrettiğimiz kullarımızdan birini (Hızır’ı) buldular.” (Kehf. 65)
Hızır as’a Allah tarafından bir ilim (ilmi ledün) verildiği açıkça beyan edilir. Hızır veli midir nebi midir? Bu hususta âlimler ihtilaf etmişlerdir. (bkz. Hülasatül Beyan. c.8.s.3163). Fakat ekseriyetin kabul ettiği görüş Hızır’ın nebi değil veli olmasıdır. (Fahreddin Razi meşhur tefsirinde Hızır’a “nebi” diyenlerin delillerini çürütür. Tefsiri Kebir tercümesi: c.15. s220-221)
Hızır’ın bir veli olduğunu kabul ettiğimiz takdirde, şu soruya nasıl cevap veririz:
Kur’an’ın “İnsanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet” övgüsüne mazhar olan Ümmet-i Muhammed’den de Hızır’a benzer şahsiyetlerin çıkması mümkün müdür? Mümkün değildir denilirse bu iddianın gerekçesi nedir?
Aynı özellik Kehf suresinde bahsi geçen Zülkarneyn as için de geçerlidir.
“Nihayet güneşin battığı yere varınca, onu balçıklı bir suda batıyor (gibi) gördü ve orada bir kavme rastladı. Kendisine: “Ey Zülkarneyn! Onlara azap da edebilirsin, iyi de davranabilirsin” dedik.” Kehf: 86
Zülkarneyn’in de peygamber olduğu ihtilaflıdır. Veli olduğunu kabul edersek ayette “dedik” ifadesi Allah’ın ona ilham ettiğini gösterir. Aynı zamanda yaptığı harikulade işlerinde ancak Allah’ın ona öğretmesiyle olduğu tahakkuk eder.
Bazı ayetler Allah’ın makbul kullarına bahşettiği özelliklerden bahseder:
- Ey iman edenler! Eğer Allah'tan korkarsanız, size furkan (hak ile bâtılı ayıracak bir anlayış) verir, kötülüklerinizi örter ve size mağfiret eder. Allah büyük ihsân sahibidir. Enfal, 29
- Ey iman edenler! Allah’tan korkun ve Resûlüne iman edin ki, O size rahmetinden iki kat nasip versin ve sizin için ışığında yürüyeceğiniz bir nur yaratsın ve size mağfiret etsin. Allah gafûrdur (mağfiret eder), rahîmdir (merhamet eder). Hadid, 28
- (Yusuf’un) gücü kemâle erince, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri (iyilik edenleri) de biz böyle mükâfatlandırırız. Yusuf suresi, 22
- Musa’nın gücü kemâle erip olgunlaşınca, biz ona hikmet ve ilim verdik. İşte muhsinleri (iyilik edenleri) de böyle mükâfatlandırırız. Kasas, 14
Son iki ayete dikkat edilirse Allah, Yusuf ve Musa as’lara ilim ve hikmet verdiği gibi muhsinlere de ilim ve hikmet vereceğini vaad etmektedir. Meşhur “Cibril hadisi”nde ihsan “Allah’ı görür gibi ibadet etmek” olarak tarif edildiğine göre “Muhsin” de Allah’ı görür gibi ibadet eden kimsedir. İşte bu ayetlerin işaretine göre, Allah’ı görüyor gibi ibadet edenlere Allah ilim öğretir. Bu ilme de “ledün” ismi verilir.
***
İmam Gazali ledün ilmini inkar edenlere karşı (Er-Risaletül-Ledünniye) isimli bir risale telif ederek bu ilmi ispat etme cihetine gitmiştir. (Bkz: İmam Gazali, Arifler Yolu, Elifbe yy, 1981)
İmam Gazali kitabının baş taraflarında “Ledün ilmi”ni inkar eden şahıs hakkında şöyle der:
İlmi sadece Fıkıh, Kelam … dan ibaret sanan bu şahıs zannederim ilimlerin kısımlarını, tafsilatını, derecelerini, hakikatlerini, zahirlerini ve batınlarını bilmiyor. Çünkü onun tasnifi avam tabakasına has bir açıklamadır. Zaten öyledir, kişi bilmediğini inkar eder. Gaybi-Ledün ilmini inkar eden bu şahıs, anlaşılıyor ki, hakikat şarabını tatmamış, gaybi-ledün ilmine muttali olmamış. Öyleyse bu ilmin varlığını nasıl ikrar edebilsin ki? (s.101)
“İnsanların sahip olabilecekleri ilim iki yoldan hasıl olur. Bunlardan biri kişinin çalışarak kendisinin öğrenmesidir. Diğeri de Rabbani öğrenme, yani Allah’ın doğrudan doğruya o kişiye öğretmesidir.” (s.131)
Rabbani yolla ilim öğrenmek vahiy ve ilham olmak üzere iki suretle olur. İmam Gazali vahyin peygamberlere has oluşundan bahseder ve ikinci yol hakkında da şöyle der:
“Rabbani yollarla ilmin hasıl oluşunun ikinci şıkkı ilham yoluyla olur. İlham külli nefsin, insana has cüz’i nefsi uyarmasından ibarettir. Bu uyarma cüz’i nefsin safiliği, uyarmayı kabülü ve uyarılmağa olan isti’dadı derecesindedir. İnsanın cüz’i nefsi, ne derece saf ve gayrı ahlaki duygulardan temizlenmiş ise, külli nefsin uyarmalarını duymağa ve onları kabüle o derece istidadlı demektir.” (s.140)
“Ledünni ilmin husulünde nefs ile Allah arasında bir vasıta yoktur. O gayb kandilinden gelen bir ışık gibidir. Bu ışık ancak saf, yani ahlakı rezileden ve kötü duygulardan temizlenmiş, latif ve ilham ziyasını kabul edebilecek kalplere doğar, orada parıldar.” (140)
Vahiy peygamberlerin zinetidir, onlara mahsustur. İlhamda ermişlerin zinetidir, o da onlara mahsustur. (141)
Şeref, olgunluk, kavilik bakımından peygamber çok daha yüksektir. Aynı zamanda Allaha çok daha yakındır. Birbirlerine nisbetle ilham ile vahiy de böyledir. Mertebe bakımından ilham, vahiyden daha aşağı ve daha zayıftır..(agy)
“Allah hikmeti dilediğine verir. Kime de hikmet verilmişse ona pek çok hayır verilmiş demektir” (Bakara:269)
Hikmet verilen kişiye çok hayırlar verilmiş olması şunun içindir: Ledünni ilim mertebesine vasıl olanlar uzun müddet tahsilden, talim, terbiye meşakkatinden müstağni olurlar. Öğrenmek için az zaman harcarlar. Az öğrenirler fakat çok öğretirler. İlim için çok az zahmet çekerler, fakat hakikatlara ulaşırlar, uzun müddet rahatta kalırlar. (s.145)
Ledünni İlmin hakikatı husulünün sebebleri:
İlham nurunun sirayet edip yayılmasından ibaret olan ledünni ilim ancak bir tesviyeden nefsin asli yaradılışına dönüp kemale ermesinden sonra olur. (…)
Bu dönüş üç suretle olur:
- Bütün ilimleri tahsil edip, çoğundan büyük bir zevk almakla.
- Hakiki bir riyazet ve doğru murakabe ile. Zira şüphesiz Resul as bu hakikate işaret ederek şöyle buyurdu: “Kim bildiği ile amel ederse Allah ona bilmediğini de öğretir”[1]
“Kim Allah için kırk gün ihlaslı olursa, hikmet pınarları kalbinden diline doğru akar.”[2]
- Tefekkür ile. Zira nefs ilmi öğrenip riyazet yaptığı ve sonrada tefekkür etme şartlarına riayet ederek bildikleri üzerinde düşündüğü zaman, onun zihnine gayb kapıları açılır. Tıpkı harcama şartlarına riayet ederek harcayan ve iş yapan bir tüccara kar kapılarının açılması gibi. Nasıl ki kar etme şartlarına riayet etmeden iş yapan bir iş adamı kar edemezse aynı şekilde düşünme şartlarına uymadan düşünen bir mütefekkir de hüsran çukurlarına düşmekten kurtulamaz.
Bir mütefekkir, doğru düşünme yollarına girdiği zaman akıllı kişilerden olur. kalbinde gayb aleminden bir pencere açılır. Neticede alim, kamil, akıllı, ilhama nail olan birisi haline gelir. Nitekim resulu ekrem (asv) şöyle buyurur: “Bir saatlik tefekkür, atmış senelik ibadetten hayırlıdır”. (s.153-154)
İmam risaleyi bitirirkende son söz olarak şunları söyler.
Bu eseri bitiriyoruz. Zira anlayanlar için bu hususta buraya kadar yazdıklarımız kafidir. Bir kimse ki, Allah ona nur vermemiştir, onun için bir nur yoktur.
[1] Keşfül Hafa. c.2. s.265.. hn.2542. Ebu Nuaym’den naklen
[2] Kenzül ummal: c.3.s.24.hn.5271
Kaynak: İlham-ı İlahi (İdris Tüzün) - Misafir Kalem
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
|
İlahiyat hocaları ve Nurculuk hareketi
A+A-
Son zamanlarda, Bediüzzaman’a ve Nur talebelerine karşı madunluk hissi taşıyan bazı ilahiyatçılar, televizyon ekranlarına çıkıp, “F. Gülen Nur talebesidir; onu bu camiadan soyutlayamazsınız”, “F. Gulen’in yetiştiği bataklık Said Nursi’nin açtığı Nurculuk bataklığıdır. Önce onu kurutmalısınız” yollu açıklamalar yapıyorlar.
Öncelikle F. Gülen’in Bediüzzaman’la hiçbir alakasının bulunmadığını, F. Gülen sadece zemin bulmak için Bediüzzaman’ı kullandığını söylememiz lazımdır. Bu konuya tekrar döneceğiz. Fakat bu insafsız hocalara göre Bediüzzaman’ın açtığı yol bir bataklıktır. Nur talebeleri de bu bataklıkta türeyen ve öldürülmeleri gereken sivrisineklerdir. Öyle mi? Bu nasıl bir hayasızlıktır Allah aşkına? Bu ne biçim vicdansızlıktır?
Oysa eserleri 45 dile çevrilmiş bulunan Bediüzzaman sadece ve sadece Kur’an’dan ders almış ve sırat-ı müstakimde yol almış bir İslam âlimidir. Bu konuda İslam dünyasındaki alimler arasında bir konsensüs de hasıl olmuştur. Fakat, eserlerini okuyarak tenkit etme cesaretinde bulanamayan bu zevat, bir taşla iki kuşu vurmak ister gibi, F. Gülen üzerinden Bediüzzaman’ı ve Nurculuk hareketini tenkit ve tahkir etmek istiyorlar.
Şunu hemen belirtmeliyim ki, televizyonlarda konuşan İlahiyat hocalarının ekserisi nurculuk hareketinden ve Risale-i Nur’dan haberdar değillerdir. Başka bir deyimle, nurculuk ilahiyatçılar tarafından bilinen bir hareket değildir. İlahiyat hocaları Risale-i Nurları okumamışlar ki, nurculuğun ne olduğunu bilsinler. Bu itibarla yaptıkları tenkitler sadece bir-iki açıdandır ve tamamen sathidir. Peki, acaba neden ilahiyat hocaları genellikle Risale-i Nurları ve nurculuk hareketini sadece yüzeysel tanıyorlar?
Bu sorunun cevabını Bediüzzaman’ın mektuplarından da anlıyoruz. Bediüzzaman bir gün Risale-i Nurları tashih ederken, hastalık ve yalnızlık sebebiyle kardeşi Abdülmecit ve onun gibi hem hatları hem de Arapçaları güzel olan hocalara, “Ey İnsafsızlar! Benim hattım güzel değildir. Sizin Arapçanız ve hattınız güzel olduğu halde neden bana yardım etmiyorsunuz?” diye hiddetlendiğini söyler. Sonra üç sebepten dolayı hiddetinden vazgeçer. Birisi havf damarıdır. Çünkü Bediüzzaman’la temasa geçenler gözaltına alınıp soruşturuyorlardı. Diğeri derd-i maişettir. Bediüzzaman’ın yanına gelenler hapse atılırlar diye çoluk-çocuklarının rızkından endişe ediyorlardı. Üçüncü sebebi de de söylemek istemediğini ifade ediyor. Bu üçüncü sebebin de “İlmî enaniyet” olduğunu, başka mektuplarından anlıyoruz. Bediüzzaman birçok yerde hocalarda bir nevi ilmî enaniyet bulunduğunu ifade eder.
Şimdi Hasan Onat ve Hayri Kırbaşoğlu gibi zatlar, hayatlarında Risale-i Nurlardan bir tek kitap bile okumadıkları halde kalkıp televizyonlarda Bediüzzaman ve Nurculuk hakkında ahkâm kesiyorlar. Oysa Risale-i Nurlarda, her iki hocanın sahasıyla ilgili çok miktarda malzeme vardır. Siz “Risale-i Nurlar” diye bir külliyatın varlığından haberdar olduğunuz halde bunu kütüphanenize almayacaksınız, hatta incelemek için kitap yerine bile koymayacaksınız, sonra F. Gülen diye birisi çıkacak, taban bulmak için Risale-i Nur’u ve Bediüzzaman’ı kullanacak, sizler de buna uzun yıllar seyirci kalacaksınız. Fakat güçlenip palazlandığı zaman ona biat edeceksiniz, daha sonra terörizme bulaşıp sahtekârlıkları ortaya çıkınca da, onun üzerinden Bediüzzaman’a vuracaksınız… Bu nasıl hocalık? Bu ne biçin bilimsel anlayış? Bu nasıl insaf?
Eğer “Hayır biz kimseye biat etmedik” diyecekseniz, neden üç sene önce F. Gülen hakkında konuşmuyordunuz? Hatta 17-25 Aralıktan sonra neden onun sahtekâr ve din üzerinden şarlatanlık yaptığını söylemediniz? Onun hakkında konuşamazdınız, çünkü F. Gülen güçlüydü ve bir şekilde sizleri de kuşatmıştı. Ama bugün, devlet onun terörist olduğunu kabul etmiş; siz de cesaretlenip onun aleyhinde konuşabiliyorsunuz. Fakat onu vesile yaparak, hiçbir zaman hakkında konuşmadığınız Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a dil uzatıyorsunuz.
Hayri Kırbaşoğlu bir TV programında, “Gülen’in Bediüzzaman'la ilgisi yoktur” diyenlere sert çıkıyor ve: "F. Gulen’i Bediüzzaman’dan koparmak istiyorlar ama Bediüzzaman'ı anlamadan F. Gülen'i anlayamazsınız. Türkiye'de yeni hareketlerin hepsi mesihcidir, mehdicidir. Buna İhvanı Müslimin de dâhildir" diyor.
Ey Kırbaşoğlu! Sen hadis hocasısın. Senden ve senin gibi birkaç hocadan başka hiçbir Müslüman, Müslim gibi sahih bir hadiste yer alan Hz. İsa’nın nüzulü ve Mehdinin gelmesi ile ilgili hadisleri inkâr etmez. Buna İhvan-ı Müslimîn de dâhildir. Müslümanlar 1300 yıldır bu hadisleri tevil etmeye ve bir şekilde anlamaya çalışıyorlar. Hadisleri su-i İstimal edenler olmuştur diye hadisleri inkâr mı edeceksiniz? İnkâr etmek kolaydır ve sizler her zaman kolay olan yolu tercih ediyorsunuz.
Sizler pekala F. Gülen’in Bediüzzaman’la bir ilgisinin bulunmadığını çok iyi biliyorsunuz. Siz 30 yıldır Ankara İlahiyatta Hocasınız ve F. Gülen’i izliyorsunuz. F. Gülen, “Başörtüsü teferruattır” dedi; Bediüzzaman ise Tesettür Risalesi yüzünden 9 ay Denizli hapsinde yattı. Bunun neden söylemiyorsunuz?
F.Gülen, “Cebrail bir parti kursa onun da partisine girmem” diyerek imkânsız bir benzetme yaptığı halde, 1999 seçimlerinde müritlerinden, DSP’ye oy vermelerini istedi. Bediüzzaman ise, ezanı Türkçe’den Arapça’ya çevirdiği, İmam-hatipleri ve Kur’an Kurslarını serbest bıraktığı için Adnan Menderes’e “İslam Kahramanı” diyordu, oyunu da açıkça ona veriyordu.
Bediüzzaman asla ikiyüzlülük yapmadı. En zalim ve en muannid idarecilere karşı: “Kur’an’ın bir tek hakikatına bin ruhum olsa feda etmeye hazırım” diyordu ve dediği gibi davranıyordu. Bediüzzaman’ın hiç mi anlatılacak, örnek alınacak bir fazileti yoktur? Siz neden tedlis yaparak onun hiçbir faziletinden söz etmiyorsunuz?
F.Gülen’in yanında yıllarca talebelik yapan öğrencileri, onun sırlarını ve sahtekârlıklarını ifşa ettiler. Buna göre Gülen’in görüşlerinde, İslam’a ve Ehl-i Sünnet itikadına aykırı şeyler vardır. Acaba bugüne kadar Bediüzzaman’ın aleyhinde konuşan bir tek talebesi görülmüş müdür? Onun Kur’an’a ve Ehl-i Sünnete aykırı bir görüşünü tesbit eden bir İslam alimi ortaya çıkmış mıdır? Varsa, sizler onun İslam’a aykırı görülerini neden söylemiyorsunuz?
Şimdi bütün bu hakikatlere rağmen, düne kadar korkudan tenkit edemediğiniz, fakat perde yırtılınca tenkit etmek için cesaretlendiğiniz F. Gülen üzerinden Bediüzzaman’ı insafsızca tenkit ediyorsunuz. Elbette ki, Bediüzzaman’ı da tenkit edebilirsiniz; fakat onu tenkit etmeden önce bir tek risalesini bile alıp okudunuz mu? Kaldı ki, daha önce ya Nur talebelerinden veya devletten korkarak hiç ağzınıza almadığınız ve tenkit etmediğiniz Bediüzzaman’ı, şimdi tenkit etmek ucuz kahramanlık değil midir?
Kaynak: İlahiyat hocaları ve Nurculuk hareketi - Musa Kazım YILMAZ
|
Bugün 73 ziyaretçi (136 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|