|
|
|
|
|
ABDULHAMİD HAN |
ABDÜLHAMİD HAN
Osmanlı padişahlarının 34'üncüsü olan Sultan II. Abdülhamid Han aklı, zekası ve ilmi fevkalade üstün olan bir zattı. Batılıların ve iç düşmanların asırlar boyunca devleti yok etmek için hazırladığı yıkıcı, sinsi planlarını sezip, önlerine aşılmaz bir set olarak dikildi. Hazırlayanları ve maşa olarak kullandıkları yerli işbirlikçilerini, sahte kahramanları işbaşından uzaklaştırdı.
İşte bu büyük zatın 10 şubat, 96. yıldönümü idi. Yıldönümü vesilesi ile Yıldız Üniversitesi ve İstanbul Medeniyet Üniversitesi işbirliği ile iki açık oturumdan oluşan etkinlik düzenlendi. İlk panel Abdülhamid'in sağlık politikasıyla ilgiliydi. Oturum başkanlığını yaptığım bu panelde konuşmacılar özet olarak şunları anlattılar:
Prof. Dr. Hüsrev Hatemi; Abdülhamid'in çok iyi niyetli, sağlam karakterli ve vefalı bir insan olduğunu söyledi. Kendisinden çok devleti düşünürdü. 33 sene zalimlik yapmadan devleti ustalıkla idare etmişti. Ona atılan iftiralardan biri de pinti olduğuna dairdi. Bu çok çirkin bir suçlama olduğunu ifade etti. Aristokrat havada, halktan uzak yaşamamıştı. Atatürk'ün Abdülhamid'i küçümseyici veya kötüleyici bir sözünün olmadığını da ekledi.
Prof. Dr. Nil Sarı ise Abdülhamid'in sağlık alanındaki eserlerinden söz etti ve bazılarının fotoğraflarını gösterdi. Abdülhamid 90 adet gureba hastanesi, 19 adet belediye hastanesi, 89 adet askeri hastane ayrıca eğitim hastaneleri, kadın hastaneleri, akıl hastaneleri açmıştı. Bu hastaneler ülkemizden Lübnan'a, Yemen'den İsrail'e, Makedonya'dan Suriye'ye, Yunanistan'dan Libya'ya, Suudi Arabistan'dan Irak'a pek çok yerleşim bölgesine yayılmıştı. Ayrıca eczaneler, hapishane, sağlık merkezleri, fakirler, acizler ve hacılar için misafirhane de pek çoktur. Müthiş bir sağlık hizmetidir bu. Maalesef tahttan düştükten sonra bu eserlerin isimleri değiştirilmiş, bazıları yıkılmış ve bir kısmı da başka alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kısacası bu büyük insan unutturulmak istenmiştir. Kasımpaşa, Haydarpaşa, Gülhane ve Mektebi Tıbbiye-i Şahane adlı eğitim ve üniversite hastanelerini açan da Abdülhamid olmuştur.
Doç. Dr. Adem Ölmez ise Abdülhamid Han'ın özellikle eğitim, sağlık, ulaşım ve asayişe önem verdiğini anlattı. Zamanında yeni bulunan aşıları ülkeye getirmiş, aşı ve kuduz hastalığı üzerine merkezler kurmuş, Bimarhaneleri yani akıl hastanelerini ıslah etmiştir. Akıl hastalarına zincir kullanımını yasaklayarak bugün bile saldırgan hastalarda kullanılan gömleği yerine koymuştur.
Dr. Şerif Esendemir konuşmasına Necip Fazıl'ın, "Abdülhamid'i anlamak her şeyi anlamak olacaktır." sözleriyle başladı. Abdülhamid'in tren yolları, bakteriyolojihane, cami ve mektepler yaptırdığını, çağına uygun yaşlılık politikası izlediğini, habitat yani biyosferi merkezi alan ekolojik politikaya önem verdiğini anlattı.
Bunları dinlerken aklıma hep başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan çağrışım yaptı. O da ülkeye duble yollar, hızlı trenler, Marmaray, üçüncü boğaz köprüsü, çok sayıda havaalanı gibi sayılamayacak eserler hediye etti. Sağlık alanında yeni hastaneleri hizmete açtı. Sağlık hizmetlerini halka yaydı. Eğitim alanını pek çok üniversite, sayısız derslik ve binlerce yeni öğretmenle destekledi güçlendirdi. Kısacası Abdülhamid'in çağdaş bir takipçisiyle karşı karşıyayız.
Abdülhamid Han'ı nasıl ki bir takım vicdansız, merhametsiz ve acımasız kişiler, iç ve dış düşmanların oyununa gelerek, maşası olarak bir saray darbesi ile düşürdülerse aynı komplo şu an başbakanımıza karşı düzenlenmektedirler. Bu ülkeye hizmet etmek bazılarının gözüne batmakta ve ellerinden geleni yapmaktadırlar.
Rabbim Başbakanımızı korusunu2026 |
|
|
|
|
|
Nurettin Yıldız’a takipçilerinden birisi “rabıta” hakkında soru soruyor. Rabıtayı soran kardeşimizin hatası ki, ne işiniz var rabıta ile işi olmayanlarla!
Soru kısaca şu: Rabıta yapmanın dindeki hükmü nedir? Kadıncağız rabıtasını, zikir derslerini yapıyormuş, kocası bu konuda ayet ve hadis olmadığını, hatta rabıtanın gizli şirk olabileceğini söylemiş. Bu da gelmiş Nurettin Yıldız’a soruyor.
Nurettin Yıldız önce rabıtanın kendince tarifini yapıyor. Bakın ona göre rabıta neymiş:
“Rabıta yapan Müslüman gözünü kapatıyor, onun bir şeyhi var. O şeyhinin resmini, cismini gözünün önüne getirmeye çaçışıyor. Bunun gitgide Allah’a yaklaştıracağını var sayıyor. Tasavvuf denen kavramın çok büyük oranda, tamamında denebilcek bir oranda var olan bir uygulamadır. Dolayısıyla İslam ümmetinin tarihten beri yakalşık 700-800 seneden beri şimdide çok önemli bir bölümü tasavvuf erbabıdır.
Hasan El-Benna gibi muhteşem bir şehit bile Halveti tarikatındandır. Tasavvuf erbabıdır. Hasan El-Benna rabıta yapar mıydı yapmaz mıydı bilmiyorum ama tasavvufta rabıta var. Başka türlü, puanlamayla, diplomayla müridi kendisine bağlayamaz şeyh. Bunun mantığı, şeyhi müridin gözünde önüne geçilmez, emredince her şeye itaat edilir düzeyine getirmektir.
Daha sonra kadının kocasına hak vererek bunun Kuran’da, sünnette, İmam-ı Azam’ın mezhebinde rabıta denilecek bir şeye direk işaret olmadığını, sünnete ait olduğunu kabul edemeyeceğini söylüyor ve ekliyor: “Ama şirktir sözü de çok ağır, Hasan el-Benna’yı mğşrik düşünemiyorum”
(Videoyu vermiyoruz çünkü kurdukları dernekle youtube hesabımıza saldırıda bulunuyorlar)
NURETTİNYILDIZ’A CEVAPTIR
1- Rabıtanın yapılmasındaki maksadın şeyhi mürid gözünde yüceltmek olduğunu iddia etmek mantık çakılmasıdır. Çünkü bir kişiyi istediğiniz kadar düşünün, bu düşünceniz ya sevgi hasıl eder, muhabbet hasıl eder. Ya da bir düşmanlık peyda eder. Kişiyi nasıl düşüneceğiniz ile alakalıdır. Düşünmek ile bir yüceltme, büyültme, kusursuz itaat etme içgüdüsünün oluşacağını iddia etmek ruhsal gelişim konusundaki cehaletin bir eseridir.
Kaldı ki rabıtanın böyle bir amacı ve gayesi yoktur.
“Şüphesiz Allah(u Tealan)ın, yer ehlinden bir takım kapları vardır. Rabbinizin kapları, Salih kullarının kalpleridir.
Kalplerin Allah’a en sevgilisi ise, en yumuşak ve en merhametli olanlarıdır.” (Teberani, Zebidi, İthafü-s Sade, 6/209, Ahmed İbni Hanbel, ez-Zühd, No:827, sh:223; Münavi, Feyzül Kadir, No: 2375, 2/629, Süyuti, Nebhani, El-Fethu’l Kebir, No:4103, 1/374)
İmam-ı Münavi (Kuddise Sirrahu) bu hadis-i şerifin şerhinde şöyle buyurmuştur:
“hadis-i şerifte geçen Salih kullardan maksat; hem Allah’u Teâlâ’nın hem de kullarının haklarından üzerlerine düşenleri hakkıyla yerine getirenlerdir.
İşte bu kulların kalplerine Allah’u Teâlâ’nın marifetinin nuru dolarak uzuvlarına taşar. Çünkü kalp yumuşayarak incelip parlayınca, parlak ayna gibi olur. Meleküt (manevi) âleminin nurları ona parlayınca bütün göğsü aydınlatır.
İşte o zaman gönül gözü, Allah’u Teâlâ’nın emirlerinin iç yüzünü görmeye başlar ve bu görüş onu Allah’u Teâlâ’nın nurunu mülahaza etmeye sevk eder (gözetmeye sürükler)
Böyle bir kalp Allah’u Teâlâ’nın kendisine verdiği safa (paklık) ile ziynet ve behayı (süs ve güzelliğini) kemale erdirdiğinden, mahlûkatı arasında Allah’u Teâlâ’nın nazarının mahalli olur.
Gördüğünüz gibi rabıta, Allahu Teala’nın feyzini, nurlarını doldurduğu kalplere yönelmek ve istifade etmektir. Ancak Nurettin Yıldız gibi düz bir mantıkla bakarsanız “şeyhi yüceltmek” olarak görürsünüz.
2- Nurettin Yıldız sünnette rabıtanın olmadığını, bunu kabul edemeyeceğini söylüyor. Biz bu konuyu daha önce izah etmiştik:
3- Hasan El-Benna tarikata mensup olduğu için rabıtaya şirk diyemezmiş. Pek, Hasan El-Benna’nın tarikatla işi olmasaydı ne yapacaktınız, şirk mi diyecektiniz. Ehl-i kıbleyi tekfir mi edecektiniz. Hasan el-Benna nasıl bir ölçü oluyor anlamak imkânsız…
SONUÇ
Buradan bize iki ders çıkıyor.
Birincisi ailenizi iyi seçiniz. Şayet tarikat erbabı iseniz Tasavvuf düşmanı ile yuva kurmayınız. Ehli sünnet iseniz itikada bid’at sahibi kimselerle, bid’at sahibi hocaları dinleyenlerle mümkünse yuva kurmayınız. İleride sizi de inkara sürükleyecektir.
İkincisi ise soracağınız soruyu ehline sorunuz. Fen hocasına felsefe sorulmayacağı gibi her hocaya da her mesele sorulmaz. Sorduğunuz kişi bir bilgisi olmadığı için eveleyip geveleyecek, soruyu cevapsız da bırakmamak için de mantık yürütecektir. “bir araştırayım, kaynaklara bir bakayım” da diyemeyecektir. Bilmediği için kısa yoldan inkar edecektir.
www.ihvanlar.net
Bir kardeşimiz, Nurettin Yıldız Hocaefendinin tevessül hakkındaki yorumlarını Cübbeli Hocamıza ulaştırmış. “bu hoca dinlenilebilir mi” diye soruyor. Cübbeli Hocamız Nurettin Yıldız Hoca’nın tevessül hakkındaki sözlerini naklettikten sonra çok derin bir uçuruma dikkat çekiyor. Yazıyı sabır ile sonuna kadar okursak istifade ederiz…
Hocam bir yıl kadar önce internetten Nureddin Yıldız Hocayı da tanıdım. İlk izlenimim çok aktif, ömrünü hizmete adamış bir ilim adamı, bir hoca efendi olarak gördüm. Hatta Ali Haydar Efendi başlıklı bir ders yapmış, derste ‘Efendi Babamız’ diye bahsetmiş ve İsmailağa Câmii’nde Mahmut Efendi Hazretleri’nden tefsir dinlediğinden bahsetmişti. Sandım ki o dersi izleyince aynı cemaattensiniz. Sonra sizin Nureddin Hoca hakkında bir konuşmanızı buldum, orada da tevessül konusunda reddiye yaptınız Nureddin Hoca’ya.
Şimdi Arifan dergisinin haziran 2012 sayısında bu olaydan yine bahsetmişiniz. Öncelikle şöyle düşünüyordum: “Hocam bağışlayın beni, piyasada hadis tanımaz, çoraba mesh ettiren, gayri Müslimi cennete koyan, imanın şartlarında kendince budama yapan o kadar hoca varken arkasında cemaati olan, hakkı anlatan iki âlim de birbirine destek verse.”
Tevessül konusunda Nureddin Hoca’nın beyanlarına baktım, tam size bildirildiği gibi değil. Bir şirk lafı söylemiyor. Bu beyanları da beni bağışlayın size yazayım, hatta acizane sizden isteğim bir mektupla size yakın bir aracı ile Nureddin Hoca’nın bu görüşünü sorun eğer dergide bahsettiğiniz gibi Ehl-i Sünnet ölçüm cihazlarınız dışına taşmıyorsa biz hadis sünnet bilmez Prof. lara karşı iki ilim adamını dayanışma içinde görmek istiyoruz. Ama arada haber getirenlerin bir yanıltması olmasın ki taşıyor ise bunu tekrar yazın da, biz de bir daha Nureddin Yıldız’ı dinlemeyelim.
Değerli Cübbeli Ahmet Hocam! Bu girişimimi size karşı bir hadsizlik terbiyesizi saymayın. Aşağıda Nureddin Hoca’nın tevessül ile ilgili verdiği beyanları yazıyoruz size.
Soru: Selamun aleyküm. Sizi çok severek dinliyorum, çok sevdiğim bir hocamızsınız. Allâh sizden razı olur inşâallâh. Benim merak ettiğim; ben çocukluğumdan beri hep “Yüzü suyu” hürmetine diye dualar çok duydum ve birçok cami hocası da “Yüzü suyu hürmetine” diye dua eder. İnternette Cübbeli Hoca sizin için “Nureddin Hoca: ‘Yüzü suyu hürmetine dua edilmez, bu şirktir’ diyor” demiş. Bunun gerçekçilik payı var mıdır? Benim merak ettiğim dua ederken yüzü suyu hürmetine dua edilir mi? Gerçekten çok merak ettiğim bir konu ama cevaplamak istemiyorsanız sorun değil. Allâh’a emanet olun. Selamun aleyküm.
Cevap: Selamun aleyküm. Duyduğunuz sözleri ben de medyadan duydum, ne söyledim ne de öyle bir konuyu gündem yaptım. Daha büyük ve daha acil işlerimiz var.
Soru: Tevessül nedir? Yüzü suyu hürmetine istemek de ölçü nedir? Yoksa tamamen böyle bir şey yok mudur?
Cevap: Tevessül, kişinin Allâh’a yakın olmak için başkalarını araya koyması şeklinde yorumlanabilecek bir eylemin adıdır. Asırlardan beri tartışıla gelen konulardan biri de tevessülün caiz olup olmadığı konusudur. Kısacası ümmetimizin geçmiş büyükleri arasında tartışılmış bir konudur bu.
Bizim, böyle ihtilaflı konularda net tavrımız şu olmalıdır; âyet ve hadisle açık bir şekilde sabit olmayan ve ulemânın ya da ehlinin tartıştığı konularda, müminler olarak birbirimizi koğuşturmayız. Batıl ve sapık bir yön olmadığı, açık bir hıyanet kokmadığı sürece birbirimizi mazur görürüz, ihtilaflı bir konudan ötürü kardeşliğimizi zedelemeyiz. İhtilaflı konulardan birini tartışmayı, karşı tarafı itham etmeyi kendine ibadet edineni de cahil veya seviyesiz ve zamansız görürüz.
Ümmetimizin yetecek kadar dış sorunları vardır. İmanı temelden yok sayan bir nesil gelmektedir. Küfür en ağır silahlarıyla imanımıza saldırmaktadır. İç konularımızı öne çıkarıp şeytanı sevindirmenin anlamı yoktur. Tevessül konusunda şu bilgiyi özet olarak kaydedebiliriz:
a) Kişinin Allâh-u Te‛âlâ’nın isimlerinden veya sıfatlarından birine tevessül etmesi. “Senin Rahman ismine sığınırım” şeklinde dua etmesi vardır.
b) Kişinin geçmişteki salih amellerinden biriyle tevessül etmesi. “Felan haccıma, felan sadakama…” şeklinde tevessül etmesi caizdir. Bu konuda sahih ve sarih bir hadis de vardır.
c) Yaşayan salih bir kişiye “Bana dua et, benim için dua et” şeklinde tevessül caizdir.
d) Ölmüş bir salih kişi ile tevessül edilmesi ise ihtilaflı bir konudur. İhtilaflı konulardaki usulümüz de yukarıda söylediğim gibi olmalıdır.
Soru: Selamün aleyküm. Bir hadisin sıhhati ve de bu hadisin tevessüle delil olması hakkında sormak istiyorum. Aşağıdaki hadiste geçen mezkur sahabi radıyallâhu anh’ın “Yâ Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem” dediğinde onun yanında olmadığı da söyleniyor. Cevabınız için şimdiden teşekkür ederim. Allâh razı olsun.
Hadis şöyle: “Bir âmâ (kör), Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek: ‘Yâ Rasûlellâh! Allâh’a dua et de, bana afiyet versin’ dedi. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): ‘İstersen dua edeyim, istersen sabret’ buyurdu. O: ‘Dua et’ deyince, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ona abdest almasını ve güzelce abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılarak: ‘Ey Allâh! Ben Senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan Muhammed peygamberin ile Sana yöneliyorum ey Muhammed! Ben bu isteğimin yerine gelmesi hususunda seninle Rabbime yöneldim. Ey Allâh! Onun benim hakkımdaki şefaatini kabul et’ diye dua etmesini emretti.”
İbni Huneyf (Radıyallâhu Anh) şöyle anlattı: “Vallahi biz henüz meclisten ayrılmamıştık, çok da uzun konuşmamıştık, o âmâ kişi yanımıza geldiğinde sanki
onda hiçbir hastalık yokmuş gibi gözleri açılmıştı.” (İbni Mâce, İkamet:189, no:1385, 1/441; Tirmizî, De‛avât:119, no:3578, 5/569; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:17240-41; 6/106: Taberânî, el-Mu‛cemül-kebîr, no:8311, 9/30; Hâkim, el-Müstedrek, no:1180, 1909, 4/458, 700)
Cevap: Selamun aleyküm. Bu hadis sahihtir. Hadisin etrafında döndüğü konu, tevessül ile alakalıdır. Tevessülü sınırsız bir şekilde kabul edenler için iyi bir belge niteliğindedir. Tevessülü kabul etmeyenler ise bu hadise karşı çıkmamaktadırlar. Çıkmaları da mümkün değildir. Onlara göre ise hadisin getirdiği sonuçlar şöyledir:
1) Ama Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den dua istemiş ve dua isteğinde ısrarcı olmuştur. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de ona dua etmiştir. Duası ile beraber de onun abdest almasını ve namaz kılmasını istemiştir. Böylece âmânın tevessülü “Salih amel” üzerinden olmuştur.
2) Âmânın “Şefaatini kabul et” ifadesinin Arapça anlamı “Duasını kabul et” şeklinde anlaşılır.
3) Bu durum Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in mucizelerinden biridir. Bu da âmânın şifasının, tevessülden önce mucizenin eseri olmasını gerektirmektedir.
Aşağıdaki parantez de uzunca bir mektubunun içinden alıntıdır…
Tevessül: Tevessül örneğine gelince; tevessülün sünnette teşvik edilen bölümü vardır. Bu da kişinin kendi salih amelleri ile tevessül etmesidir. Yaşayan salih bir kişiye tevessül etmenin de örneği vardır. Mezarda yatanlara tevessül etme hususunda ise ağır tartışmalar olmuştur. Bir konuda ümmetin büyükleri arasında tartışma yapılıyor olması, ilk nokta itibariyle o konuda sahih veya sarih bir nassın bulunmadığını gösterir.
Böyle bir durum ise, tartışma yapanların birbirlerini itham etmelerine manidir. Tevessüle de bu zaviyeden bakarız. Mümine “Tevessül edecek amellerin bulunsun, dikkat et” demeyi, “Felana tevessül et” demeye yeğleriz. Bir de bu hususta münakaşayı enerji ve vakit israfı görürüz.
Soru: Hocam, Cübbeli Ahmet Hoca’yı dinlemekte sakınca var mı? Yanlış görüşleri varsa nelerdir?
Cevap: Ben prensip olarak yaşayan şahıslar hakkında konuşmuyorum. Herkesin iyilikleri ve kötülükleri yazılıyor, bizim iyilik veya kötülük iddiamızın ne değeri olur?! Allâh’ın dinine hizmet etmek isteyen ve açık bir hata üzerinde olmayan herkesi hatalarıyla beraber iyi kabul etmemiz takvaya daha uygundur. Bu bölümün cevabından beni muaf tutmanızı rica ediyorum.
Değerli Hocam! Bunlar Nureddin Hoca’ya sorulan sorular ve de kendi cevapları fetvameclisi.com adresinden aldım. Biz avamdan birisi olarak tam anlayamıyoruz. Eğer siz bu “Nureddin Hoca mahzurlu” derseniz ben de şahsım adına takip etmeyecek ve dinlemeyeceğim bir daha.
CÜBBELİ HOCA CEVABEN
Kıymetli kardeşim evvela Nurettin Hoca’nın: “Ben yüzü suyu hürmetine diye dua yapmanın şirk olduğunu söylemedim” sözünü duymam beni çok sevindirdi, çünkü bu lafızla dua yapan milyonlarca Müslümanı şirkle yani dinsizlikle suçlamış olsaydı, bu kendisi hakkında büyük bir tehlike olurdu. Bana nakleden kişi onun böyle dediğini nakletmişti ama şimdi senin vasıtanla kendisinin bizzat beyanına şahit olunca artık bunu kabul etmemiz gerekir. Şimdi gelelim bu konun tahliline, bu mevzûyu birkaç yönden ele alayım:
Allâh sizden razı olur inşâallâh. Benim merak ettiğim; ben çocukluğumdan beri hep “Yüzü suyu” hürmetine diye dualar çok duydum ve birçok cami hocası da “Yüzü suyu hürmetine” diye dua eder. İnternette Cübbeli Hoca sizin için “Nureddin Hoca: ‘Yüzü suyu hürmetine dua edilmez, bu şirktir’ diyor” demiş. Bunun gerçekçilik payı var mıdır? Benim merak ettiğim dua ederken yüzü suyu hürmetine dua edilir mi? Gerçekten çok merak ettiğim bir konu ama cevaplamak istemiyorsanız sorun değil. Allâh’a emanet olun. Selamun aleyküm.
Cevap: Selamun aleyküm. Duyduğunuz sözleri ben de medyadan duydum, ne söyledim ne de öyle bir konuyu gündem yaptım. Daha büyük ve daha acil işlerimiz var.
Soru: Tevessül nedir? Yüzü suyu hürmetine istemek de ölçü nedir? Yoksa tamamen böyle bir şey yok mudur?
Cevap: Tevessül, kişinin Allâh’a yakın olmak için başkalarını araya koyması şeklinde yorumlanabilecek bir eylemin adıdır. Asırlardan beri tartışıla gelen konulardan biri de tevessülün caiz olup olmadığı konusudur. Kısacası ümmetimizin geçmiş büyükleri arasında tartışılmış bir konudur bu.
Bizim, böyle ihtilaflı konularda net tavrımız şu olmalıdır; âyet ve hadisle açık bir şekilde sabit olmayan ve ulemânın ya da ehlinin tartıştığı konularda, müminler olarak birbirimizi koğuşturmayız. Batıl ve sapık bir yön olmadığı, açık bir hıyanet kokmadığı sürece birbirimizi mazur görürüz, ihtilaflı bir konudan ötürü kardeşliğimizi zedelemeyiz. İhtilaflı konulardan birini tartışmayı, karşı tarafı itham etmeyi kendine ibadet edineni de cahil veya seviyesiz ve zamansız görürüz.
Ümmetimizin yetecek kadar dış sorunları vardır. İmanı temelden yok sayan bir nesil gelmektedir. Küfür en ağır silahlarıyla imanımıza saldırmaktadır. İç konularımızı öne çıkarıp şeytanı sevindirmenin anlamı yoktur. Tevessül konusunda şu bilgiyi özet olarak kaydedebiliriz:
a) Kişinin Allâh-u Te‛âlâ’nın isimlerinden veya sıfatlarından birine tevessül etmesi. “Senin Rahman ismine sığınırım” şeklinde dua etmesi vardır.
b) Kişinin geçmişteki salih amellerinden biriyle tevessül etmesi. “Felan haccıma, felan sadakama…” şeklinde tevessül etmesi caizdir. Bu konuda sahih ve sarih bir hadis de vardır.
c) Yaşayan salih bir kişiye “Bana dua et, benim için dua et” şeklinde tevessül caizdir.
d) Ölmüş bir salih kişi ile tevessül edilmesi ise ihtilaflı bir konudur. İhtilaflı konulardaki usulümüz de yukarıda söylediğim gibi olmalıdır.
Soru: Selamün aleyküm. Bir hadisin sıhhati ve de bu hadisin tevessüle delil olması hakkında sormak istiyorum. Aşağıdaki hadiste geçen mezkur sahabi radıyallâhu anh’ın “Yâ Muhammed sallallâhu aleyhi ve sellem” dediğinde onun yanında olmadığı da söyleniyor. Cevabınız için şimdiden teşekkür ederim. Allâh razı olsun.
Hadis şöyle: “Bir âmâ (kör), Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)e gelerek: ‘Yâ Rasûlellâh! Allâh’a dua et de, bana afiyet versin’ dedi. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem): ‘İstersen dua edeyim, istersen sabret’ buyurdu. O: ‘Dua et’ deyince, Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) ona abdest almasını ve güzelce abdest aldıktan sonra, iki rekat namaz kılarak: ‘Ey Allâh! Ben Senden istiyorum ve rahmet peygamberi olan Muhammed peygamberin ile Sana yöneliyorum ey Muhammed! Ben bu isteğimin yerine gelmesi hususunda seninle Rabbime yöneldim. Ey Allâh! Onun benim hakkımdaki şefaatini kabul et’ diye dua etmesini emretti.”
İbni Huneyf (Radıyallâhu Anh) şöyle anlattı: “Vallahi biz henüz meclisten ayrılmamıştık, çok da uzun konuşmamıştık, o âmâ kişi yanımıza geldiğinde sanki
onda hiçbir hastalık yokmuş gibi gözleri açılmıştı.” (İbni Mâce, İkamet:189, no:1385, 1/441; Tirmizî, De‛avât:119, no:3578, 5/569; Ahmed ibni Hanbel, el-Müsned, no:17240-41; 6/106: Taberânî, el-Mu‛cemül-kebîr, no:8311, 9/30; Hâkim, el-Müstedrek, no:1180, 1909, 4/458, 700)
Cevap: Selamun aleyküm. Bu hadis sahihtir. Hadisin etrafında döndüğü konu, tevessül ile alakalıdır. Tevessülü sınırsız bir şekilde kabul edenler için iyi bir belge niteliğindedir. Tevessülü kabul etmeyenler ise bu hadise karşı çıkmamaktadırlar. Çıkmaları da mümkün değildir. Onlara göre ise hadisin getirdiği sonuçlar şöyledir:
1) Ama Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)den dua istemiş ve dua isteğinde ısrarcı olmuştur. Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) de ona dua etmiştir. Duası ile beraber de onun abdest almasını ve namaz kılmasını istemiştir. Böylece âmânın tevessülü “Salih amel” üzerinden olmuştur.
2) Âmânın “Şefaatini kabul et” ifadesinin Arapça anlamı “Duasını kabul et” şeklinde anlaşılır.
3) Bu durum Rasûlüllâh (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem)in mucizelerinden biridir. Bu da âmânın şifasının, tevessülden önce mucizenin eseri olmasını gerektirmektedir.
Aşağıdaki parantez de uzunca bir mektubunun içinden alıntıdır…
Tevessül: Tevessül örneğine gelince; tevessülün sünnette teşvik edilen bölümü vardır. Bu da kişinin kendi salih amelleri ile tevessül etmesidir. Yaşayan salih bir kişiye tevessül etmenin de örneği vardır. Mezarda yatanlara tevessül etme hususunda ise ağır tartışmalar olmuştur. Bir konuda ümmetin büyükleri arasında tartışma yapılıyor olması, ilk nokta itibariyle o konuda sahih veya sarih bir nassın bulunmadığını gösterir.
Böyle bir durum ise, tartışma yapanların birbirlerini itham etmelerine manidir. Tevessüle de bu zaviyeden bakarız. Mümine “Tevessül edecek amellerin bulunsun, dikkat et” demeyi, “Felana tevessül et” demeye yeğleriz. Bir de bu hususta münakaşayı enerji ve vakit israfı görürüz.
Soru: Hocam, Cübbeli Ahmet Hoca’yı dinlemekte sakınca var mı? Yanlış görüşleri varsa nelerdir?
Cevap: Ben prensip olarak yaşayan şahıslar hakkında konuşmuyorum. Herkesin iyilikleri ve kötülükleri yazılıyor, bizim iyilik veya kötülük iddiamızın ne değeri olur?! Allâh’ın dinine hizmet etmek isteyen ve açık bir hata üzerinde olmayan herkesi hatalarıyla beraber iyi kabul etmemiz takvaya daha uygundur. Bu bölümün cevabından beni muaf tutmanızı rica ediyorum.
Değerli Hocam! Bunlar Nureddin Hoca’ya sorulan sorular ve de kendi cevapları fetvameclisi.com adresinden aldım. Biz avamdan birisi olarak tam anlayamıyoruz. Eğer siz bu “Nureddin Hoca mahzurlu” derseniz ben de şahsım adına takip etmeyecek ve dinlemeyeceğim bir daha.
Kıymetli kardeşim evvela Nurettin Hoca’nın: “Ben yüzü suyu hürmetine diye dua yapmanın şirk olduğunu söylemedim” sözünü duymam beni çok sevindirdi, çünkü bu lafızla dua yapan milyonlarca Müslümanı şirkle yani dinsizlikle suçlamış olsaydı, bu kendisi hakkında büyük bir tehlike olurdu. Bana nakleden kişi onun böyle dediğini nakletmişti ama şimdi senin vasıtanla kendisinin bizzat beyanına şahit olunca artık bunu kabul etmemiz gerekir. Şimdi gelelim bu konun tahliline, bu mevzûyu birkaç yönden ele alayım:
a) Hoca Efendi’nin İbni Huneyf (Radıyallâhu Anh)dan rivayet edilen hadîs-i şerifi sahih kabul etmesi insaflı davrandığına delalet etmektedir, ancak kişinin kendi salih ameli yahut diri olan salih biri ile tevessülü yani onların yüzü suyu hürmetine Allâh-u Te‛âlâ’dan istemesini ihtilafsız caiz görürken, ölmüş biriyle tevessül konusunu ihtilaflı göstermesi ilmî emanetle bağdaşmamaktadır.
Zira son devrin en büyük ulemâsından olan Merhum Seyyid Muhammed Alevî el-Mâlikî Hazretleri bu konuda yazdığı ve yüzlerce allâmeden takriz aldığı “Mefâhim yecibü en tusahhah” isimli şaheserde: “Vefat etmiş salih kişilerle tevessülün caiz oluşu Ehl-i Sünnet nezdinde ittifaklıdır, bu konuda hiçbir ihtilaf yoktur” demiştir. Bana şahsen: “İstiğâse konusunda ihtilaf vardır, bana göre o da caizdir ama biz ittifaklı konu olan tevessülü ispata çalışalım, ihtilaflı konuyu millete anlatmayalım” demiştir.
Lakin ben istiğâseyi de meşru gören biri olarak inşâallâh telif etmeyi düşündüğüm “Tevessül ve İstiğase” risalemde o konuyu da delilleriyle ispata çalışacağım. Rabbim bana o eseri hazırlamayı da müyesser eylesin. Âmîn!
Nurettin Hoca’nın dediği gibi “Ölülerle tevessül ihtilaflıdır” ama bu ihtilaf Ehl-i Sünnet ulemâsı arasında değil, sadece Vehhâbi âlimleri tarafından ortaya konulmuş mesnetsiz bir muhalefettir ki onların buna dair hiçbir delilleri yoktur. Buna cevaz veren Ehl-i Sünnet’in delilleri ise çoktur.
Nitekim, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) doğmadan binlerce sene evvel yaratılan Âdem (Aleyhisselâm)ın Allâh-u Te‛âlâ’dan Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hürmetine mağfiret istediği ve Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hürmetine bağışlandığı Hâkim (Rahimehullâh)ın rivayet ettiği ve sahih olduğunu bildirdiği bir hadîs-i şerifte mezkurdur.
Âdem (Aleyhisselâm) mâlum hatasını işlediğinde, affı için Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile tevessülde bulunduğu ve onun hürmetine affolduğu hak¬kındaki hadîs-i şerifi Hâkim “Müstedrek”te sahih olarak ihraç etmiş, Hâfız Süyûtî de “Hasâis-i Nebeviye” isimli eserinde tahriç ve tashih etmiştir.
Kitabının mukaddimesinde mevzu hadisleri rivayet etmediğini belirten Beyhakî “Delâil-i Nübüvve”sinde rivayet etmiş, Kastalânî ve Zürkânî, “Mevâhib-i Ledünniyye”de nakletmiş, Sübkî “Şifâü’s-Sikâm”da, Taberânî “Evsat”ta, Şeyhülislam Belkînî “Fetâvâ”sında, Şeyh ibnü’l-Cevzî “Vefa” isimli kitabının başında bu hadîs-i şerifi irad etmişler, İbni Kesir de “Bidaye” isimli eserinde bunu zikretmiştir. (Rahmetullâhi Aleyhim Ecma‛în)
عَنْ عُمَرَ بْنِ الْخَطَّابِ رَضِيَ اللّٰهُ تَعَالٰى عَنْهُ قَالَ: قَالَ رَسُولُ اللّٰهِ صَلَّى اللّٰهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ: «لَمَّا اقْتَرَفَ أٰدَمُ الْخَطِيئَةَ، قَالَ: يَا رَبِّ، أَسْأَلُكَ بِحَقِّ مُحَمَّدٍ لَمَا غَفَرْتَ لِي، فَقَالَ اللّٰهُ: يَا أٰدَمُ، وَكَيْفَ عَرَفْتَ مُحَمَّدًا وَلَمْ أَخْلُقْهُ؟ قَالَ: يَا رَبِّ، لِأَنَّكَ لَمَّا خَلَقْتَنِي بِيَدِكَ وَنَفَخْتَ فِيَّ مِنْ رُوحِكَ رَفَعْتُ رَأْسِي فَرَأَيْتُ عَلٰى قَوَائِمِ الْعَرْشِ مَكْتُوبًا لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ، فَعَلِمْتُ أَنَّكَ لَمْ تُضِفْ إِلَى اسْمِكَ إِلَّا أَحَبَّ الْخَلْقِ إِلَيْكَ، فَقَالَ اللّٰهُ: صَدَقْتَ يَا أٰدَمُ، إِنَّهُ لَأُحِبُّ الْخَلْقِ إِلَيَّ ادْعُنِي بِحَقِّهِ، فَقَدْ غَفَرْتُ لَكَ وَلَوْلَا مُحَمَّدٌ مَا خَلَقْتُكَ.»
Ömer ibni Hattab (Radıyallâhu Anh)dan rivayete göre Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) şöyle buyurmuştur: “Âdem (Aleyhisselâm) o hatayı işlediğinde: ‘Yâ Rabbi! Muhammed’in hak¬kı için beni affetmeni Senden isterim’ diye dua edince, Allâh: ‘Ey Âdem! Henüz ben onu yaratmamışken sen onu nasıl tanıdın?’ diye sordu.
O da: ‘Yâ Rabbi! Sen beni (kudret) elinle yaratıp ruhundan bana üflediğinde başımı kaldırdım ve arşın direklerinde:
«لَا إِلٰهَ إِلَّا اللّٰهُ مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللّٰهِ.»
yazılı olduğunu gördüm. İşte o zaman senin kendi isminin yanına ancak kullarından en sevdiğini(n ismini) katmış olduğunu anladım’ dedi.
Bunun üzerine Allâh-u Te‛âlâ: ‘Ey Âdem! Doğru söyledin şüphesiz ki o, kullarımın bana en sevgilisidir. Bana onun hakkıyla (hürmetine) dua et. Muhakkak ki seni affettim. Muhammed olmasa seni de yaratmazdım’ bu¬yurdu.” (Hâkim, el-Müstedrek, no:4228, 2/672; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, 5/489; Süyûtî, ed-Dürrü’l-mensûr, 1/142)
Bu hadis-i şeriften dolayı Ebu Ca‛fer (Rahimehullâh) Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in huzurunda dua ederken, kabr-i şerife doğru yönelmenin hükmünü İmâm-ı Mâlik (Rahimehullâh)a sorduğunda, İmâm-ı Mâlik (Rahimehullâh):
«وَلِمَ تَصْرِفُ وَجْهَكَ عَنْهُ وَهُوَ وَسِيلَتُكَ وَوَسِيلَةُ أَبِيكَ أٰدَمَ عَلَيْهِ السَّلَامُ إِلَى اللّٰهِ يَوْمَ الْقِيَامَةِ.»
“Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) senin ve baban Âdem’in kıyamet günü Allâh’a (yaklaşmak için) vesilesi iken, niçin yüzünü ondan dönüyor-sun?!” diye cevap vermiştir. (Kastalânî, Şerhu’l-Mevâhib, 8/313)
İşte geride zikredilen hadîs-i şerif, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile bu âlem şereflen¬meden önce Âdem (Aleyhisselâm)ın onun hürmetine Mevlâ Te‛âlâ’dan affını iste¬diğini ifade etmekle birlikte, tevessülün sahih olması için hürmetine istenen zatın, Rabbisi katında yüksek makama sahip olması gerektiğini fakat dünya¬da yaşıyor olması şart olmadığını açıkça anlatmaktadır.
Böylece hayatta olmayan kimseyle tevessülün sahih olmayacağını söy-leyenlerin bu sözlerinin, Allâh-u Te‛âlâ’dan gelen bir hidayete dayanmaksızın nefsin hevâsına uyanların sözü olduğu ortaya çıkmış olmaktadır.
Geride zikredilen bu hadîs-i şerif, sünnet-i nebeviyye üzerine emin (gü-venirlik vasfına sahip) olan yüce makam sahibi hadis hafızlarından Hâkim, Süyûtî, Sübkî ve Belkinî (Rahimehümullâh) gibi zatların tashih (sahih olduğunu ifade) ettikleri bir hadis-i şerif olduğundan delil getirilmeye çok müsaittir.
İmâm-ı Beyhakî bu hadîs-i şerifi “Delâilü’n-Nübüvve” isimli eserinde zik¬retmiştir ki, kendisi bu eser hakkında: “Bu kitabı okumaya devam edin, çünkü onun tamamı hidayet ve nurdur” demiştir.
Ayrıca Nureddin Hoca’nın sahih dediği hadîs-i şerifin Tirmizi’de geçen rivayetinde bu hadîs-i şerifin râvisi Osman ibni Huneyf (Radıyallâhu Anh)ın, Hazreti Osman’a arzuhali olan fakat işini gördüremeyen birinin şikayeti üzerine ona bu hadîs-i şerifle amel etmesini tavsiye ettiği, o kişi bu duayı yapınca Hazreti Osman’ın onunla çok ilgilenip işini gördüğü zikredilmektedir ki bu da Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile vefatından sonra sahabenin tevessül ettiklerine dair açık bir delildir.
Biz bu konudaki, bu hadîs-i şerifi bizzat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)den duyan Osman ibni Huneyf (Radıyallâhu Anh)dan daha iyi bilecek değiliz ya, o bunu Hazreti Osman’ın hilafeti döneminde başkalarına yaptırıyorduysa artık bu konuda ihtilafa mecal kalır mı?!
Yine Ehl-i Sünnet’in bu konudaki delillerinden biri de Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in, kendisinden önce vefat etmiş bulunan peygamberler hürmetine dua etmesidir ki Enes ibni Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir:
“Ali ibni Ebî Tâlib’in annesi, Esed kızı Fâtıma (Radıyallâhu Anhâ) vefat edin¬ce, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun yanına girip başının yanında oturarak: ‘Ey annem! Allâh sana rahmet etsin. Sen annemden sonra annemdin. Sen aç kalır beni doyururdun. Kendin çıplak kalır beni giydirirdin, ken¬din lezzetli yemekleri yemez bana yedirirdin, bununla Allâh’ın cemalini ve âhiret yurdunu arzulardın’ buyurdu.
Sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun üç kere yıkanmasını emret¬ti. Yıkama sırası, içinde kâfur (koku) bulunan suya gelince Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onu eliyle döktü. Sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) göm¬leğini çıkararak ona giydirdi ve kendi üstündeki bir hırkayla kefenledi, daha sonra Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) onun kabrini kazdırmak için Üsâme ibni Zeyd, Ebû Eyyub el-Ensârî, Ömer ibni Hattab ve siyah bir köleyi çağırttı.
Onlar kabri kazarlarken lahde varınca Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) eliyle onun lahdini kazmış, toprağını eliyle çıkartmış, kazma işi bitince kab¬rin içine girerek yaslanmış ve: ‘Allâh diriltip öldüren, kendi diri olup ölmeyendir. Senin peygambe¬rin ve benden evvel geçen nebilerin hakkı için Esed kızı Fâtıma annemi af¬fet, ona hüccetini telkin et (meleklere vereceği cevabı öğret), gireceği yeri ge¬niş et. Şüphesiz ki sen, acıyanların en acıyıcısısın’ buyurduktan sonra onun üzerine dört tekbir getirdi. Onu lahdine Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) Abbâs ve Ebû Bekr es-Sıddîk (Radıyallâhu Anhümâ)yı koydular.” (Taberanî, el-Mu‛cemü’l-Kebîr, no:871, 24/351; Evsat, no:191, 1/152)
Burada düşünmeliyiz ki, Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in bu hadîs-i şerifinde haklarıyla Allâh-u Te‛âlâ’ya tevessül ettiği peygamberler vefat etmiş¬tiler, dolayısıyla hak ve hürmet ile yani diriler olsun, ölüler olsun ehli hak ile Allâh’a te¬vessülün caiz olduğu sabit olmuştur.
Ehl-i Sünnet’ten olan biri Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in yaptığı bir iş hakkında caiz midir, değil midir diye ihtilaf eder mi?! Ancak aksi bir rivayet varsa o zaman hangi hadis daha sahih diye ihtilaf çıkar. Konumuzda ise muhalif bir rivayet yoktur.
Bu konuda bir delil de Bilal ibni Hâris (Radıyallâhu Anh)ın yaptığı istiğâsedir. Mâlik (Radıyallâhu Anh)ın şöyle anlattığı rivayet edilmiştir: “Hazreti Ömer devrinde büyük bir kuraklık sebebiyle, insanlardan çoğu helak oldu (hatta vahşi hayvanlar insanlara sığınmaya başladı. Bu arada Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) diğer memleketlerle irtibat kurarak erzak getirtemedi).
Neticede Bilal ibni Hâris el-Müzenî adında bir zat Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in kabrine gelerek: “Yâ Rasûlellâh! Ümmetin için Allâh’tan yağmur iste, şüphesiz onlar helak oldular” dedi. Bunun üzerine Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) o kişinin rüyasına girerek: “Git Ömer’e benden selam söyle, yakında sulanacaklarını haber ver ve ona de ki: ‘Çok akıllı ve uyanık olsun (yağmur duası yapmakta gecikme¬sin)’” buyurdu.
Bu adam gidip durumu Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh)a haber verince o ağlayarak: “Yâ Rabbi! Aciz olduğumun dışında elimden gelen hiçbir şeyi ek-sik etmiyorum” dedi.
Bunun üzerine Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh): «اَلصَّلَاةُ جَامِعَةٌ» “Namaz toplayıcıdır” diye bağırarak onlara iki rekat namaz kıldırdıktan sonra kalkıp: “Ey insanlar! Al¬lâh aşkına söyleyin benim yaptığım bir işten daha hayırlısını biliyor musu¬nuz?” diye sordu. Onlar: “Allâh hakkı için hayır” deyince, o: “Bilal ibni Hâris şöyle bir şey söylüyor” diyerek onun rüyasını anlattı. O zaman insanlar meseleyi anlayarak: “Bilal doğru söylüyor, yağmur duası yapmakta geciktin, Allâh’tan yardım iste, sonra Müslümanlarla yardım talep et” dediler.
Bunu duyan Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) tekbir getirerek: “Bela son had¬dine ulaştı, artık açılacak, bir topluma talep izni verilirse (isteme kapısı açı¬lırsa) mutlaka onlardan eziyet ve bela kaldırılır” buyurdu.
Sonra insanları yağmur duasına çıkarttı, Abbas ibni Abdülmuttalib (Radıyallâhu Anh) da onunla beraber yürüyerek yağmur duasına çıktı. Hazreti Ömer (Radıyallâhu Anh) kısa bir hutbe okuduktan sonra kısaca iki rekat kıldırıp:
«اَللّٰهُمَّ عَجَزَتْ عَنَّا أَنْصَارُنَا وَعَجَزَ عَنَّا حَوْلُنَا وَقُوَّتُنَا وَعَجَزَتْ عَنَّا أَنْفُسُنَا،
وَلَا حَوْلَ وَلَا قُوَّةَ إِلَّا بِكَ، اَللّٰهُمَّ أَسْقِنَا وَأَحْيِ الْعِبَادَ وَالْبِلَادَ.»
“Ey Allâhımız! Yardımcılarımız bizden aciz kaldı, gücümüz kuvveti¬miz de tükendi, kendimiz de çaresiz kaldık, senin yardımın dışında bizim hiçbir kuvvetimiz yoktur. Ey Allâhım! Bizi sula, kulları ve şehirleri dirilt” diye dua etti, sonra evlerine dönmeden sellere daldılar. (İbni Kesîr, Bidâye, 7/86; Beyhakî, Delâilü’n-Nübüvve, Kenzü’l-Ummâl, no:23535, 8/431î; İbni Hacer, Fethu’l-Bârî, 2/575)
Sahih kaynaklarda geçen bu kıssada açıkça görüldüğü üzere, Bilal ibni Hâris (Radıyallâhu Anh) Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in kabrine gele¬rek kuraklıktan şikayetlenip Allâh’tan yağmur istemesi için Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)e müracaat etmiş ve icabet olunmuştur. İşte bu Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in kabriyle tevessül etmenin caiz olduğuna dair açık bir delildir.
Hâfız ibni Kesîr (Rahimehullâh)ın naklettiğine göre Yemame vakasında Müslümanların şiârı (nişanı): «يَا مُحَمَّدَاهْ» “Ey Muhammed yetiş!” sözleriydi. (el-Bidâye ve’n-Nîhaye, 6/324)
Buhârî’nin rivayetine göre Abdurrahmân ibni Sa‛d (Radıyallâhu Anh) şöyle anlatıyor: “Bir kere Abdullah ibni Ömer (Radıyallâhu Anhümâ)nın ayağı uyuştu, o zaman bir adam ona: ‘En sev¬diğin insanı an’ dedi. O da: ‘Yâ Muhammed!’ deyince bağlardan kurtulmuş gibi rahatladı.” (Buhârî, el-Edebü’l-müfred, no:993, sh:262)
Bu şekilde değişik bir rivayet de imam Mücahid (Radıyallâhu Anh) vasıtasıy¬la, İbni Abbas (Radıyallâhu Anhümâ)dan nakledilmiştir.
b) Nureddin Hoca amelle tevessülde ittifak olduğunu kabul ediyor, oysa vefat eden biriyle tevessül eden de ameliyle tevessül etmektedir, ulemâ bu konuyu şöyle açıklamıştır:
Tevessül meselesinde bir takım anlayışsızların muhalefet ettiği konu, tevessül eden kişinin, kendi amelinden başka bir şeyle tevessül etmesi¬dir. Mesela bir kimsenin: “Ey Allâhım! Sana peygamberin Muhammed (Sallallâhu Aleyhi ve Sellem) yahut Ebu Bekr es-Sıddîk ile veya Ömer ibni Hattab ile ya da Osman veya Ali (Radıyallâhu Anhüm) veya her hangi bir veli ile tevessül ederim” diyerek bir takım zatlar ve şahıslarla tevessül etmesi bir takımlarınca kabul edilmemekte ise de, aslında onların bu itirazı ince düşünmediklerinden kay-naklanmaktadır.
Zira biriyle tevessül etmek hakikatte insanın kendi ameliyle tevessül et-mesi demektir ki bu, onlar katında da kabul gören bir şeydir. Eğer inatçı ve itirazcı kimse bu meseleye basiret gözüyle bakacak olsa, elbette hakikat ken-disine parlayacak, bu müşkilat çözülecek ve bu sebeple meydana gelen, Müslümanlar kâfir sayacak derecedeki büyük fitne kaybolup gidecektir.
Şimdi bir şahısla tevessül eden kimsenin hakikatte kendisine mensup olan ameli ile ve bizzat kendi işiyle tevessül etmekte olduğu gerçeğini açıklayalım. Şu bilinsin ki, bir şahısla tevessül eden (onun hürmetine Allâh-u Te‛âlâ’dan bir şey isteyen) kimse, o kişi hakkında hüsn-ü zanda bulunarak onun iyiliğini, faziletini, Allâh’a yakınlığını kabul ettiği için onu sevmiş demektir ya da o şahsın Allâh-u Te‛âlâ’yı sevdiğine ve onun yolunda hakkıyla cihat ettiğine inanmıştır veyahut Allâh-u Te‛âlâ’nın onu sevdiğine itikat etmiştir.
Nitekim Mevlâ Teâlâ:
﴿يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ﴾
“O (Allâh-u Te‛âlâ) onları sever, onlar da O’nu severler” (Mâide Sûresi:54’den) kavl-i şerifiyle yarattığı kulları içersinde, bir takım sevdiği kullar bulun¬duğunu açıklamıştır.
Bu mesele ince düşünüldüğünde tevessül eden kimsenin, kendisiyle te-vessül ettiği kimse hakkındaki o sevgi ve inancının bizzat kendi ameli oldu¬ğu anlaşılmış olur. Zira o, onun kendi itikadı ve inancı olduğundan ona aittir, o inançtan mesul olacak ve o sevgisinden dolayı sevap alacak olan bizzat kendisidir. Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem):
«أَفْضَلُ الْأَعْمَالِ اَلْحُبُّ فِي اللّٰهِ.»
“Amellerin en üstünü Allâh için sevmektir” hadîs-i şerifinde sevginin, amellerin en faziletlisi olduğunu beyan ederek sevgiyi amel saymıştır.
Dolayısıyla “Falan dostun hürmetine Senden istiyorum” diyen kimse, sanki: “Yâ Rabbi! Ben falan kulunu seviyorum, onun da Seni sevdiğine, Sana karşı samimi olduğuna ve senin yolunda cihat ettiğine inanıyor, Senin de onu sevdiğini ve ondan razı olduğunu itikat ediyorum. Benim ona karşı olan sevgim ve onun hakkındaki inancım vesilesiyle Senden şöyle şöyle yapmanı diliyorum” demektedir.
Velakin tevessül edenlerin ekserisi, gökte ve yerde kendisine hiçbir şey gizli kalmayan Allâh-u Te‛âlâ’nın ilmiyle yetinerek bu kadar açıklama yap-maya gerek duymamaktadır.
Bu izahtan açıkça anlaşıldığına göre “Ey Allâhım! Nebin Muhammed (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ile Sana tevessül ederim” diyenle, “Allâhım! Peygamberine olan sevgimle Sana tevessül ederim” diyen eşittir. Çünkü birinci ifadenin sahibi de ancak peygamberi sevip ona inandığı için bu tevessüle teşebbüs etmiştir. Eğer peygambere karşı sevgi ve inancı olmasaydı onunla tevessül etmezdi.
Ümmetin diğer velileri hakkında söylenecek söz de budur. Çünkü masumluk, dörtten fazla kadınla evlenme, uykusunun abdest bozmaması gibi kendisine has olan konuların dışında Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hakkında caiz olan hususlar, ümmetin velileri hakkında da caizdir. Artık insaf eden bir kişi “Vefat etmiş kişilerle tevessülde ihtilaf var” nasıl diyebilir?!
c) Netice olarak bu kardeşime derim ki; konu Nureddin Hoca’nın dediği gibi ümmetin büyükleri arasında büyük tartışmalara sahne olmamıştır. Bu iddiayı yapan kişi o büyüklerin kim olduğunu ve onların vefat eden büyüklerle tevessülü caiz görmeyen görüşlerinin hangi kaynaklarda geçtiğini açıklamak zorundadır. Bakın ben size şu kısacık mektupta bile ne kadar delil yazdım, ayrıca bunca sahih hadîs-i şerif varken:
﴿وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ﴾
“Ona (sizi yaklaştıracak) vesile arayın” (Mâide Sûresi:35’den) âyet-i kerîmesi vesile aramayı bize emrederken ve burada geçen “Vesile” kelimesi amellere de, şahıslara da, ölülere de, dirilere de şâmil umûmi bir ifadeyken, hiçbir büyük âlim bu konuda muhalefet edemez. İngilizlerin oyuncağı olmuş Abdülvehhab yahut onun torunlarından Binbâz veya herhangi bir canbaz bu konuda huccet kabul edilemez.
Dolayısıyla Nureddin Hoca’nın “Biz amelle tevessülü yeğleriz” sözü kendi tercihi olmakla beraber şu anda kendisinin kendi amelleriyle tevessülü Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) hürmetine dua yapmaya tercih ettiğini ortaya koymaktadır, kendisinin alın yazısı diye tabir edilen “Kader” Allâh-u Te‛âlâ’nın “Arş üzerine istivâsının” manası ve “İsa (Aleyhisselâm)ın bedeniyle kıyamete yakın ineceği” gibi akaid metinlerinde yer alan mütevatir inanç konularındaki görüşlerini bilmediğim için sadece vefat etmiş insanlarla tevessülü ihtilaflı görüp amel etmemesi hasebiyle Ehl-i Sünnet dairesinden çıkmayacağını bildirir, kaderi inkar eden Mustafa İslamoğlu ve İsa (Aleyhisselâm)ın nuzûlü gibi mütevatir akideyi reddeden Mustafa Karataş misali kimseler hakkında kullandığım “Sohbetini dinlemeyin” fetvasını Nureddin Hoca hakkında söylemediğimi ifade eder, kendisinden istifade tercihini sana havale ederim, bütün cemaatime de benim ilmî reddiyelerimi reddiye yapılan şahıslara hakaret malzemesi yapmamalarını, ilmî reddiye ile şahsi hakareti özenle ayırmalarını vasiyet ederim.
3) Bu bapta bana kendi eserlerini hediye olarak irsal eden bazı zevata ve müesseselere teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Daima yanımda yer alan Marifet Derneği’ne, kötü günümde desteklerini esirgemeyen İsmailağa Vakfı’na, Mektup Dergisi’ne, annem için taziye yayınlayan Aydınlık ve Baran dergilerine, Gureba Dergisi’ne, hizmetlerini dergilerinden okuduğum İddef derneğine, Ehl-i Sünnet çizgisindeki “Maruf 2” isimli eserini gönderen İdris Yılmaz kardeşime ve “Tahrif Hareketleri” isimli eserini üzerine “Aziz dava arkadaşım Ahmed Hoca kardeşime! Allâh kurtarsın” diye yazıp gönderen Kadir Mısıroğlu abime ve Ehl-i Sünnet yayınlarıyla mümtaz olan merhum Hüseyin Hilmi Işık Hoca Efendi’ye ait Hakikat Yayınları’ndan çıkan bir koli kitap getiren Tgrt’nin müdürü Nuh Albayrak abime, Reşahat ve Mârifetnâme gibi istediğim eserleri temin eden Avukat Fevzi Efendi kardeşime, Kağıthane Belediyesi’nin şaheser yayınlarını getiren Avukat Ayhan Medik Beyefendi’ye ve isimlerini unutmuş olabileceğim diğer mühdîlere şükranlarımı arz eder, hepimize sırat-ı müstakim üzere afiyetle uzun yıllar hizmetler nasip etmesini Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ederim.
Bu vesileyle Çavuşbaşı’ndan Tüfen soyadındaki hanım kardeşimin gönderdiği hediyelerin ulaştığını bildirir, bana kitap, takke, tespih gibi hediyeler gönderenlerin tümüne teşekkür eder, Rabbimden her birerlerini benim tarafımdan hayırla mükâfatlandırmasını talep ederim.
4) Bu ayki Arifan Dergisi’nde benim bu suçlamalardan uzak olduğuma dair bazı belgeler bulunacağından her biriniz mutlaka çevrenizde bu konuda en ufak bir tereddüdü olana dahi bu dergiyi ulaştırmayı niyet edin, Rabbim de size âhirette cehennemden beratlar ihsan eylesin. Âmîn!
5) Ne demişler:
“Bir insanı fark etmek için 1 dakika,
Onun hakkında fikir üretebilmek için 1 saat,
Ondan hoşlanabilmek için 1 gün,
Onu sevebilmek için 1 hafta lazımmış,
Ama onu unutabilmek için 1 ömür yetmezmiş”
Siz de beni bir ömür tanıdınız, 9 ayda unutacak değilsiniz ya, inşâallâh 21 eylül cuma günü saat 10’da Çağlayan’a gelmeniz unutmadığınızın ispatı olacak. Geçende rüyamda mahkememe gelmekle ilgili:
﴿فَرِحَ الْمُخَلَّفُونَ بِمَقْعَدِهِمْ خِلَافَ رَسُولِ اهِّٰn وَكَرِهُوا أَنْ يُجَاهِدُوا بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنْفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اهِّٰا وَقَالُوا لَا تَنْفِرُوا فِي الْحَرِّ قُلْ نَارُ جَهَنَّمَ أَشَدُّ حَرًّا لَوْ كَانُوا يَفْقَهُونَ فَلْيَضْحَكُوا قَلِيلًا وَلْيَبْكُوا كَثِيرًا جَزَاءً بِمَا كَانُوا يَكْسِبُونَ فَإِنْ رَجَعَكَ اللّٰهُ إِلٰى طَائِفَةٍ مِنْهُمْ فَاسْتَأْذَنُوكَ لِلْخُرُوجِ فَقُلْ لَنْ تَخْرُجُوا مَعِيَ أَبَدًا وَلَنْ تُقَاتِلُوا مَعِيَ عَدُوًّا إِنَّكُمْ رَضِيتُمْ بِالْقُعُودِ أَوَّلَ مَرَّةٍ فَاقْعُدُوا مَعَ الْخَالِفِينَ﴾
“O (ilahi hikmet neticesi, Rasûlüllah (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem)in müsaadesiyle Tebûk seferinden) geri bırakılmış kimseler Rasûlüllâh’ın ardında(n cihada gitmeyip geride) oturmalarıyla sevindi(ler) de, mallarıyla ve canlarıyla Allâh yolunda cihat etmelerini hoş görmediler ve (birbirine): ‘Bu sıcakta (gazâya) çıkmayın’ dediler.
(Habibim!) De ki: ‘(Cihada çıkmamanız sebebiyle düşeceğiniz) cehennem ateşi hararet bakımından daha şiddetlidir.’ Eğer (bu gerçeği) iyice anlamakta bulunmuş olsaydılar (elbette azıcık bir rahatlığı sonsuz azâba tercih etmezlerdi).
Artık onlar (dünyada) biraz gülsünler, (âhirette ise) çokça ağlasınlar. Kazanmakta bulunmuş oldukları(kötü) şeylere karşılık tam bir ceza olarak.
Eğer Allâh seni (Tebûk seferinden sağ salim olarak kurtarıp) onlardan bir fırkaya döndürecek olur da, onlar senden (başka bir gazâya) çıkış için izin isterlerse, sen de ki: ‘(Yaşadığım müddetçe) benimle beraber (hiçbir sefere) asla ebediyyen çıkmayacaksınız ve benimle birlikte hiçbir düşmana karşı kesinlikle savaşmayacaksınız.
Çünkü siz ilk seferde (benimle gelmeyip) oturmaya razı oldunuz. Öyleyse (bundan böyle) geri kalan (kadınlar ve çocuk)larla birlikte siz de oturun” (Tevbe Sûresi:81-83) âyet-i kerîmeleri okundu, çok ilginç hele son âyet-i kerîme bana inşâallâh çıkıp da yeniden hizmete başladığımda o gün oturup gelmeyenlere “Evvelce oturmayı seçtiniz, artık benimle birlikte bir faaliyete gelmeyin” dememi öğütler gibi bir mana ilham ediyor.
Meşru mazereti olanlar müstesna ama derstir, sohbettir, kendi işindir, bunlar mazeret olmamalı, çünkü İslamiyet bize her an için bir vazife tayin etmiş ve ehemmi mühimme takdim etmemizi yani zamana zemine ve ihtiyaca göre hareket etmemizi emretmiştir, o saat birlik görünerek Ehl-i Sünnet düşmanlarının hilelerini iptal zamanıdır ki o vakit ondan efdal hangi amel olabilir. Mesele o saatte oraya yetişebilmek için niyetlenmek ve gereken vasıtaları kullanmaktır. Sünnet bunu iktiza etmektedir.
Nitekim “Şifâ-i Şerif” şerhlerinde zikredildiği üzere; Rasûlüllâh (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) dünya işlerinde şartlar neyi gerektiriyorsa ona göre hare¬ket eder, davranışları muktezayı hale göre olur, farklı biçimler ortaya koyar, hale uygun olan neyse onu ya¬pardı.
Mesela evine yakın bir yere giderken eşeğe binerdi. Zira yakın yere giderken eşeğe binip inmek ko¬laydır. Allâh’ın elçisi eşeğe binmek suretiyle ki¬birli olmadığını, tevazu tercih ettiğini ümmetine göstermiştir.
Uzun bir sefere çıkıyor¬sa deveye binerdi. Çünkü deve sabırlı, çok yük ta¬şıyabilen ve yolculuğun sı¬kıntısına dayanıklı bir hay¬vandır.
Bir savaşa gidiyorsa, savaşmakta kararlı ve azimli olduğunu göster-mek için katıra binerdi.
Nitekim katır inadın, ısrarın ve sebatın sembolüdür. Sa¬vaşta bile geri dönüp kaç¬mayan bir hayvan olduğu için Peygamberimiz (Sallâllâhu Aleyhi ve Sellem) ona binmeyi uygun görmüş, bu tavrıyla o savaşı kazanmaya ne kadar is¬tekli ve ka¬rarlı olduğu¬nu da göstermiştir. Süratle yapılacak bir iş varsa, yardım isteyen biri¬nin imdadına hemen koş¬mak gerekiyorsa o zaman ata binerdi ve bu maksatla beslediği bir atı vardı.
Demek ki sünnet neymiş? Şartlara uygun hareket etmekmiş, bazen bir amel kendinden daha üstün amelden efdal olur. Niçin? O saat ona ihtiyaç duyulduğu için. Mesela hac ve umre en makbul ibadetlerden ama yolda çok muhtaç birini görünce parayı ona tasadduk edip evine dönmen daha efdal olabilir.
Nitekim nakledildiğine göre; Abdullâh ibni Mübarek hacca giderken, Küfe’ye uğrar. Orada bir mezbelede, kadının birinin kaz yolduğunu görür. İçine kazın ölü olduğu şüphesi düşer ve kadının yanında durup: “Ey kadın! Bu hayvan ölü müdür, yoksa kesilmiş midir?” di¬ye sorar. Kadın: “Ölüdür. Onu çocuklarımla birlikte yemek istiyorum” der. “Allâh-u Te‛âlâ ölüyü haram kılmıştır. Sen bu memlekette ölü eti yiyorsun” der. Kadın: “Ey adam! Benden uzaklaş” der.
Abdullâh ibni Mübarek (Radıyallâhu Anh) devamlı ola¬rak kadına, ölü etinin haram ol¬duğunu söyler ve üzerinde ısrarla durur. Kadın: “Benim küçük çocuklarım vardır. Üç gün oldu, onlara yedirecek bir şey bu¬lamıyorum” der.
Bunun üzerine Abdullâh ibni Mübarek (Radıyallâhu Anh) kadını orada bırakıp gider. Sonra katı¬rına yiyecek, giyecek yükleyip, kadının evine gelir. Evin kapısını çaldığında, kapıyı kadın bizzat açar. Katırı dehleyip kapıdan içeri sokar ve kadına: “İşte sana yiyecek, giyecek. Katırı ve üstünde yüklü olanları al, senin olsun” der.
Sonra hac mevsimi geçene kadar, ta ki haclar memleketlerine dönünceye kadar orada kalır. Hacılar dönmeye başladığında o da onlarla birlikte döner. İnsanlar gelip kendisini tebrik etmeye başlarlar. O insanlara “Ben bu sene hac etmedim” der içlerinden bir adam: “Sübhânellâh. Biz Arafat’a giderken, yiyeceklerimizi sana bırakma¬dık mı?! Sonra onu senden Arafat’ta aldık’ der. Başka bir adam da: “Filan yerde bize su içirmedin mi?!” der. Daha başka birisi: “Sen bana şunu şunu satın almadın mı?!” der.
Onlara: “Ben sizin söylediklerinizden bir şey anlamıyorum. Ben bu sene hac etmedim” diyorum der. Sonra gece olduğu vakit uyur rüyasında birisinin kendisine şöyle dediğini görür: “Ey Abdullâh! Allâh-u Te‛âlâ senin sadakanı kabul buyurdu. Sana benzer bir meleği gönderip, o melek senin yerme hac-cetti.”
İşte gördünüz mü? 21 eylül cuma sabah 10’da Çağlayan’da bulunmanız da mazluma destek ve zulmü gidermek niyetiyle olacağından o vakit yapacağınız diğer salih amellerden kat kat üstün olur inşâallâh.
Haftaya inşâallâh size orada hangi zikir ve duaları yapmanızı istediğimi maddeler halinde zikrederim, siz de not alıp amel edersiniz inşâallâh. Mâzereti olup gelemeyecek olanlar da bulundukları yerde kolaylarına geleni yaparlar, herhalde beni sevenler Hrant Dink için toplananlardan az olmazlar. Rabbim gözden, nazardan ve kötü tahriklerden cümlemizi ve cemaatimizi muhafaza buyursun. Âmîn!
Maalesef bizim Müslümanlar bile gavurlara verdikleri değeri hocalara vermezler. Mîlat gazetesinde Hrant Dink cinayeti ile Hızır Ali ve Bayram Ali hocalarımızın cinayetlerine verilen cılız tepkileri kıyaslayan Yakup Köse, çifte standarta dikkat çektiği yazısında bakın neler kaleme almış:
“Cumhuriyet’in kurulmasından bugüne işlenmiş siyasi cinayetleri bir bir sıralıyorsunuz da, Türkiye’nin en büyük camialarından birine karşı yürütülen tasfiye operasyonu kapsamında işlenen iki suikastten bahsetmemeniz ilginç değil mi?! Sahi size de bu tavrınız ilginç gelmiyor mu?!
Hakikaten merak ediyorum, sizlerin fail-i meçhul listesine girmek için kriterler nelerdir? Bir zahmet açıklarsanız, bundan sonra (Allâh muhafaza) suikastte uğrayacak hocalarımız sizlerin kriterlerine göre ölmeye çabalarlar!
Evet niyetim samimiyet sorgulamasıydı. Sapmaz çizgilerden bahsedip, gerektiğinde bu sapmaz çizgiler için Müslüman kardeşlerinin kalplerini kıranlar, söz konusu Müslümanlar olunca sapmaz çizgiler nedense sapıyor! Nedense…
Sapan çizginizi biri fâş ettiğinde de başlıyorsunuz viyaklamaya: ‘Onu onla karşılaştırma, bunu bunla karşılaştırma.’ Tamam karşılaştırmayalım da sen de iki dakika çizgilerine sahip ol, ayrımcılık yapma!
Malumunuz cami içerisinde şehid edilen iki hocamızın sizlerin sözlerine, yazılarına ihtiyacı yok ama sizlerin o şehidlerden bahsetmenize ihtiyacınız var; çünkü âhiret var!”
Eline sağlık, ne güzel yazmış. Bizim cemaat de hoca kıymeti bilmez. Evvelce bazı ham sofular kürsüde cezbeye gelip bazı kasideleri makamla okuduğu için şehit Bayram Hocamız hakkında “Tarikattan çıktı” diyorlardı. Kimileri de onu vakfa ait evden çıkarmaya zorladılar, sonra şehit olunca kıymetinden bahsetmeye başladılar.
Merhum Osman Bölükbaşı’nın dediği gibi: “Bizim millet adamı kâfir diye asar, şehit diye cenaze namazını kılarlar.” Onun daha ne hikmetli sözleri vardı; “Teravihi arkamda kılıyorsunuz, fitreyi başkasına veriyorsunuz”, “Şakşaklar bize, reyler başkasına” gibi mitingine gelip de kendisine rey vermeyenlere sitem ederdi.
Sakın siz de bu kadar sohbetimi dinleyip de mahkemede desteğe gelmeyenlerden olmayın, varsa bir kıymetim sahip çıkın ama öldükten sonra değil!
Şaban Ali Düzgün… Fikirlerini okuyunca pek de “düzgün” olmadığını görüyoruz. Geçtiğimiz aylarda Habertürk gazetesinde bir söyleşisi yayınlanmış ve şöyle bir başlık atılmıştı: “Farklı bir ilahiyatçı o. Dinde revizyon istiyor, dinin geleneğin tortularından kurtulması gerektiğini düşünüyor. Bunu da felsefi ve sosyolojik arka planıyla sunabildiği için kendini dinletiyor”
İşte bu ilahiyatçının bir kaç görüşüne Ali Kara Hocaefendi’den reddiye. Böylelikle Profu tanımış olursunuz:
Önce şunu aktaralım, yazıya girerken sayın prof. un “dinde revizyon istediğini”, “dinin geleneğinin tortulardan kurtulması gerektiğini” düşündüğünü zikretmişler.
İlk sorusu şöyle: Dinsiz ahlâk olmuyor mu? Ahlâk ve din birbirinden ayrılmaz iki parça mıdır? Ve ayrılmaması sakıncalı mı?
Prof’un cevabı: Ahlâk bir değerler sistemi öneriyor size. Köken itibarıyla bakarsanız, Yunanca ‘ethos’ ya da Latince ‘moral’ aynı terimler.
Toplu halde yaşarken sizden bana bir zarar gelmeyeceğine dair, alışveriş yaparken bir haksızlığa ya da yönetilirken bir kayırmacılığa uğramayacağınıza dair bir değerler sistemini size mutlaka birileri önerir. Bunu siyaset önerirse siyasetin ahlâkı olur, din önerirse dinin ahlâkı. Yani aslında ahlâk, bir ruh gibi. Dinin içine girebilir, dinin ruhu olur; siyasetin içine girebilir, siyasetin ruhu olur, ekonominin içine girerse ekonominin ruhu olur. Mesela “bırakınız geçsinler bırakınız yapsınlar” diyen liberal şunu söylüyor aslında: İnsanı tek başına bıraktığınız zaman ahlâklı davranabilir. Neden? Çünkü doğuştan bu yeteneğe sahiptir.,
Biz de şunu hatırlatalım:
Evvela bu gibileri, yetişme tarzlarından olacak herhalde hemen işe başlarken avrupa ve avrupalı bilim adamlarından misal verirler, bu çok yanlış. Gerçek müslümana yakışmaz, bizim her hususta örneğimiz artık Muhammed Mustafa sallallahu aleyhi ve sellem ve tabileridir. Bunların her yönü bizim için misaldir örnektir tâbi olunması gereken numunelerdir.
Diğer dinlerden bizde bulunan hususlar ise, zaten Allahu tealanın bizlere emri ve tavsiyesidir ki bu da islamın emri ve hükmüdür, o dinin adına yapılmaz, İslam adına yapılabilir.
Meselenin iyi anlaşılması için (şöyle demiş ya: İnsanı tek başına bıraktığınız zaman ahlâklı davranabilir. Neden? Çünkü doğuştan bu yeteneğe sahiptir.,) şu hadisi şerifi bilmek lazım sayın prof ve benzerleri:
“Her doğan çocuk islam fıtratı üzere doğar. …..anne babası onu yahudi yapar veya hıristiyan veya mecusi yapar.”
Bu hasid-i şerif bize meselenin özünü bildirmektedir, daha ne işimiz var elin avrupalısında??? Oraya gitmeden evvel sen kendi peygamberine kitabına baksana! İslam fıtratı –islam kabiliyyeti- demektir, bu da ilk yaratılışta verildiği gibi korunması için de eğitim şarttır. Bu eğitim ilk evvela anne babadan başlıyor, o halde aile fertlerinin din eğitiminin ve yaşantılarının mükemmel olması lazım.
Sayın Prof devamında şöyle demiş:
Bunun adı doğal ahlâk teorisidir. İnsana din veya bir ahlâk teorisi herhangi bir şey söylemeden de insan neyin doğru neyin yanlış olduğunu bilir. Doğal ahlâk teorisi aynı zamanda benim de şahsi kanaatimdir. İnsan doğuştan bunu bilir.
Deriz ki:
İnsanın doğruyu eğriyi güzeli çirkini bilmesi meselesi usulü fıkhın önemli bir konusudur ve üzerinde bir çok alim çok ciddi münazaralar yapmıştır, bir iki felsefe ve mantıki sözle bunu halledemezsiniz. Ciddi ilmi konuları, basit söyleşilerle hafife indiremezsiniz.
Molla Husrev’in (rahmetullahi aleyh) meşhur eseri Mirâtul Usul’de bu konu etraflı işlenmiştir.
Mutezile (akılcılık) yolunu takip eden bid’at ehline göre “güzel ve çirkini bilmek aklın işidir, şeriat gelmese de akıl doğruyu güzeli çirkini bilir.” Yani delileri akıldır.
Ehli sünnetten olan Eş’arilere göre ise “Akıl bu meselede hiçbir şeye tesir edemez, doğruyu eğriyi güzeli şeriat beyan eder, akıl alettir” derler.
Biz Maturidiler ise, “şeriat iyiyi güzeli beyan eder. Şeriat beyan etmeseydi akıl bunların hepsini anlayamazdı, belki bazı hususları anlar ama ahıret sevabının tahakkuku için şeriat tarafından bildirilmesi gerekir.” Deriz.,
Yani akıl hucceti baliğa (kati delil) değildir. Peygamber gelmekle delil tamam olmuş, insanların özür kapısı kapanmıştır. Artık akıllarını, gelen peygamberin getirdiği hükümleri anlamakta kullanarak iyi güzel hayırlı olanı tercih etme durumundadır ki mükellefiyyetinin neticesine ulaşsın, iradesini kullanarak Allah katında makbul medh edilmiş razı olunmuş olsun, aksi durumda şerli olup cezayı hak eder.
Akıl mutlak olarak doğruyu bilseydi (Prof. un dediği gibi olsaydı), Allahu teala “akıl sahipleri ibret alın… akıl sahipleri düşünmeyecekmisiniz” ..v.s. şeklinde hitap etmezdi. Yani akıllarınızı benim razı olduğum şeyi anlamakta kullanın, muradımı anlayın ve tatbik edin. Sadece anlamak ta yetmez. İş sadece akla kalsaydı Âdem a.s neden hata yapsın ki?
Ayrıca bir çok şeyi aklın anlaması asla mümkün değildir, ibadetlerin şekli, miktarları zamanları, nikah alışveriş vasıyyet miras ile ilgili muameleler ve akitler, zekat miktarları v.s. bir çok muamele dinen beyan edilmeseydi akıl bunları nerden anlayacak? Hâ! Sizin hayatınız sadece dünyevi birkaç husus (yemek-evlenmek-eğlence) gibi şeylerle sınırlıysa, yani Allahu tealaya kulluk yoksa, o zaman sizin aklınız size delil olur ve sizi bir yerlere sürükler……
Şeytanın aklı ve mantığı onu kaydırmadı mı?
Aslında kelamcılara şunu demek lazım “Kelamcının değil de kömürcünün imanı bize lazım” Bazıları da “kocakarı imanı” derler, evet, teslimiyyet böyle olmalıdır.
“din olarak keşfettiğiniz şeyler aklınızla keşfedebileceğiniz şeylerdir.”” Sözü, prof. un dediği gibi mutlak değildir, belki bazı maddelerde öyledir ama bunlar sayılıdır, asıl genel hususlarda dinin beyanı olmasaydı, Allahu teala kulları sorumlu tutmazdı…. Dinin beyan ettiği hangi ibadeti akıl keşfedebilir? Budist’in, yıldızlara tapınanın, mecusinin v.s. dinlerin ibadetleri neden şirktir? Akılları ve nefislerinin anlayışına, ahlaklarının gereğine göre bu usulleri tayin etmişler, Allah ve resulünden almamışlar….
Ayrıca aklın ikiye ayrıldığını söyleyelim: Akl-ı meaş, aklı mead. Aklı meaş geçim ve dünyalık aklıdır. Hayvanlarda bulunan hal buna daha iyi misaldir. Sade hedefi dünya olanların aklı ne kadar mükemmel gibi olsa da aklı meaş tan öteye gitmez, Allahu tealanın buyurduğu gibi onlar yerin bir metre altından haberleri olmaz.
Aklı mead ise iman sahibi olan mü’minlerih ahıret aklıdır, derdi ilahi rıza olanların aklıdır. Bu akıl zahidlerde en ileri derecededir.
Aslında aklın, meseleleri anlamasında, maturidilerin tafsilli görüşünü zikretmek lazım, ancak biz yine başka bir prof’un 1964 te ön sözünü yazdığı Fıkıh Usulü isimli eserinde 178. sayfada yazdığı tafsili hatırlatalım:
Maturidiye göre fiillerin kısımları:
1- Aklın muhakemeye luzum görmeden idrak edebileceği kısım. Allahın varlık ve birliğini bilmek ve inanmak, adalet, iyilik etmek, iyilik edene karşı şükran, hayat kurtarmak gibi. Bunların güzelliğini akıl, şeriat gelemeden evvelde kavrar ve bulşur.
2- istidlal ve akli muhakeme yoluyla idrak edebileceği kısım: Hakkı üstün kılmak için cihadın, caninin elinden masumu kurtarmak amacıyla yalanın iyi olduğu da bu kısma girer. Bu iki maddede geçen örneklerin zıtlarını da akıl aynı yollarla çirkin ve kötü olarak idrak eder.
3- Şeriatın beyanı olmadan kavrayamayacağı, hüsün (güzellik) veya kubhunu (çirkinliğini) bulamayacağı kısım: İbadetin şekil ve sayıları, insanlar arasında geçerli olan türlü akitlere dair bir çok şekil ve kaideler de buraya girer.
O halde, aklın bu kısımlarda meseleleri kavraması ve mükemmel ahlakı elde etmesi, ancak şeriat ile olduğu anlaşılmıştır her halde ….. Şeriat yani din olmadan, mücerred aklın hidayet bulması imkansızdır…
Şaban bey şöyle demiş:
“iman insana kötü şeyler de emreder”; ayet-i kerimedir.,
Bu ayet hangi meselede ne sebeble inmiştir? Sebebi nuzülü bilmeden ayeti, kelime manasıyla zikrederseniz, sizi de yanıltır. Allahın ayetleri kiminin imanını artırır kiminin de küfrünü. Orda bahsedilen iman, ehli kitabın yamulmuş imanı dır ki aslında iman değildir, yani orda istifhami inkari vardır, “bu nasıl iştir*” deriz ya, yani bunu kabul etmeyiz, demektir. O halde Şaban beyin ayrıca meani ilminden de biraz haberdar olmasını tavsiye ederiz.
Her şeyi akla tatbik ederseniz netice de Eflatun’un veya başka bir filozofun dediğine düşersiniz. İsa a.s. ın vaktinde yaşayan meşhur filozofa demişler ki “Ölüyü dirilten bir peygamber zuhur etti, ona tabi olsana.” “Dedi ki: Bizler aklımızla hidayet bulmuş kimseleriz, başkasına ihtiyacımız yok.” Neticede imansız gitti.
Ayrıca hazreti Ali’nin (radıyellahu anhu) ikazını da dikkate almak lazım “Din akılla olsaydı, mestlerin altına mesh edilirdi üstüne değil.” Demek ki akıl alettir ilim için sebebtir ancak kati delil değildir. Kati delil Kur’an Sünnet, icma dır kıyas ta bunlara katılır. Bu delillerini ifadesine göre yaşantı ve ahlak gelişir tamam olur, nitekim Nebi sallallahu aleyhi ve sellem buyurdu:
“Ben, güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”
Demekki herkesin ahlakı tam ve makbul değildir. İnsanlarda bulunan bazı ahlakların güzelliği bizi aldatmasın, Muhammedi olmayan ahlak bir işe yaramaz. Bir çok kafirde değişik dinlerde olan ve güzel görünen şeyler, aslında bir peygamberden alınmıştır, zira İmamı Rabbani k.s. nun beyanına göre kendisine bütün dünya arazileri gösterilmiş ve her beldeye peygamber gönderildiği zikredilmiştir. İşte o peygamberlerden alınan şeylerin devamedenleri, bazıları tarafından din olarak tatbik edile gelmiştir. Ancak nefisleri akıllarına galip geldiğinden en mükemmel ahlak ve maneviyat sahibi olan son peygamberimize tabi olmamışlardır. ,
Allahu teala: “Muhakkak sen ey habibim! Elbette büyük ahlak üzeresin.”
Allahu tealanın büyük –kıymetli-değerli dediği Efendimizin ahlakıdır, başkalarının bizim için bir örnek olması asla geçerli değildir. Onlar bizi örnek alsınlar sayın prof.lar ve ilahiyyatçılar, bunun üzerinde durun. Onların maddi gelişmesinin, maneviyata hiçbir faidesi olmadığı bir çok delille herkesin malumudur, yaptıkları zulüm nerdeyse Arşa dayanacak, nerde ahlakları nerde akılları? Yaptıkları güzel şeyler sadece ve sadece nesifleri içindir, keyifleri içindir….
Prof. un sözü “Dedim ya, din, ahlâk ve rasyonalite (aklılik) Mâturidi düşüncesinde eşitleniyor.”
Bu ifadeleri bir çok yönden yanlış olduğunu açıklamış olduk… eşit değildir asla eşit olamaz zira bu durumda Allahu tealanın iradesi, muradı nerde kalır? Alemi dilediği gibi imtihan için yaratması nedre kalır? Bu adamların –maturidilik düşüncesi- tabiri de iftira ve büyük yanlıştır. İmamı Maturidi kendi adına bir yol çizmemiş, ehli sünnetin müdafaasında önemli hizmetleri olduğundan vaktin uleması ve sonra gelenler itikadi konuların tanıtım ve ifadesinde kolaylık için bu alimin ismini uygun görmüşler, yoksa onun da hedefi Kur’an ve sünnete uygun gerçek iman ve itikat tır.
Prof. un sözü: Bizim Yahudiler’den veya Hıristiyanlar’dan farkımız din farkı değil, şeriat farkı.
Bu ifadesi de kapalı ve istismara açık ve diyalogçuların planına uygun. Bizim ehli kitap ve diğer bütün dinlerden farkımız var, onların hepsi batıl, bizim dinimiz haktır. Allahu teala bu dini niçin gönderdi “Bütün dinler üzerine galip olsun için” “Bütün insanları zulumatlardan nura çıkartması için” “İnsanlara hidayet olması için.” Bu ayetler diğer dinlerin batıl karanlık zulüm olduğunu bildiriyor ve sadece islamın hidayet ve nura götürdüğünü ifade ediyor. Bu nu anlamayan aklı ve ahlakı ne yapalım?
Prof. un sözü: Hakikat evrenseldir, herkese aittir ve ben başkası tarafından keşfedilen hakikate de, ne istiyorsa hazırım. Bu kolay bir şey değil.
Bu sözündeki hakikat dediği her halde maddi dünyevi icatlar bilimsel doğrulardır, bunda herkes ilim babında eşittir. Ama bizim konumuz din-ahlak-maneviyat-marifet konularıdır ki burda hakikat bellidir ve sadece ve sadece islamın beyan ettiği şekilde olanıdır ki buna ancak islama teslim olmuş iman sahipleri ulaşabilir, imandan yoksun olanlar Efendimizi (sallallahu aleyhi ve sellem) izlemeyenler bu hakikatlere ulaşamazlar…. Şaban bey hangi hakikatten bahsettiğini iyi bilmelidir.
Prof. un sözü:
Şöyle sorular oluyor: Efendim Batı’dan Doğu’dan, başka dinden gelen çok güzel ilkeler var, bunları almanın bir sakıncası var mı? Bu saçma bir soru. Alman gerektiğini din söylüyor. O bütüncüllük var, onlar senin peygamberin,
Bütün peygamberler bizimdir ve onların kıssalarından bize nakledilip medh edilenleri alırız ve dinimizin uygulmasına izin verdiği şekilde uygularız, bu zaten dinimizin içindedir, ayrıca İsa nın, Musa nın Davud un uygulamasıdır diye uygulamayız, zira Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) geldikten sonra başka bir uygulama geçerli olmaz. Mesela Abdullah ibni Selam (radıyellahu anhu) yahudilerden gelip iman eden büyük bir alimdi tevratı okurdu. Gece teheccüd namazında Tevrattan okumak için Efendimizden izin isteyince, ona sert bir şekilde -Kur’an geldikten sonra artık hiç birinin hükmü kalmadığını- bildirerek men etti. Başka bir kıssada Hazreti Ömer’in bir kilisenin yanından geçerken işittiği bazı sözler hoşuna gitmiş, gelip Efedimize haber verdi, onu da bir daha dinlemekten men etti.
Şimdi siz ehli küfürden din, ahlak, kanun, adet olarak ne alırsanız alın yolunuzu şaşırırsınız sapıtırsınız. Maddi şeyler bilimler alınabilir, ama Allah dostlarının ifadesiyle onlar da alınmayıp kendimiz yapsak çok daha bereketli olur…
Prof. un sözü: Din Kültürü ve Ahlâk Bilgisi’ni tek bir derste okutmak, insanlara sanki diğer dinlerdeki insanlar ahlâksızmış dersi vermek gibi değil mi?,
Diğer dinlerdeki insanlar bizim halkımızın anladığı manada ahlaksız (sarhoş zinacı hırsız yalancı v.s.) değillerse de, onlara göre cinsel ilişkiler, içki ve kumar belki de iyi ahlak sayılır, nitekim erkek arkadaşı olmayan kızları ayıplarlarmış, bu ahlak hangi dine sığar, ancak batıl dinlere sığar…. Faiz kumar içki gibi haramlar, onlarda makul ise onların ahlakıysa , bizim için sapıklıktan başka ne ifade eder.
Allahu teala onlar hakkında “Onlar hayvanlar gibidir, belki yol bakımından hayvandan daha aşağıdırlar.” “Müşrikler necestirler.” Buyurmadı mı. Prof. ların ilahiyyatçıların ehli küfrü temize çıkartması boşuna onlar pislikle rezillikle damgalanmış mühürlenmiş boşuna uğraşmayın….
Prof. un sözü:
Yahudi, Hıristiyan, Budist, Alevi, Sünni, hiç farketmez…
Evrenseldik hani? Bütüne bakıyorduk? Oralarda iyi olarak keşfedilen, insanları sürekli iyiye, doğruya, estet olana yönlendirecek hangi değer varsa, nereden geldiğine asla bakamazsınız, o değeri alıp oraya koyacaksınız ve insanlara okutacaksınız. Maksat İslam’ın ‘iyi insan’ projesidir. Çünkü İslam ‘iyi insan’ projesidir. Bu projeye hizmet edecek hangi temelde kim ne söylüyorsa söylesin, onun kökenini sorgulamak bizim işimiz değil. Yani ‘ne’ denildiğine bakacağız ‘kimin’ dediğine bakmayacağız.
Bu matravalların hepsine şu hadisi şerif cevaptır:
“Elbette siz, sizden evvelkilere tabi olacaksınız, karış karış arşın arşın onlara uyacaksınız. Onlar kertenkele deliğine girseler lebette siz de girmeye çalışacaksınız. Dediler ki kim bunlar yahudi ve hıristiyanlar mı? Buyturdu: Başka kim olabilir!”
Ne demek istiyor acaba, prof’ Şaban beyin aklı ahlakı bu hadisi şeriften ne anlıyor? Ehli kitaba tabi olmayı mı yoksa onlardan sakınmayı mı? Bu sakınma işi hangi hususlarda olacak? Sadece namaz oruç v.s. ibadetlerimizde mi yoksa bütün olarak 24 saatimizi kapsayan her şeyde mi olacak? Ne kadar müslüman olacağız ne kadar gavur olacağız? Laiklik denen dinsizlik bu değilmi? Her yerden al , o da din sahibi iyi şeyler yapar v.s. işte diyaloğun yeni felsefesi ve açılımı? Ankara ilahiyyat merkezli yeni bir açılım karşımızda:::
İslamın iyi insan projesi, ebrar ve mukarrebler ve sabikun ile beyan edilen mükemmel insanların reçetesi Kur’an ve hadis şerifte beyan edilmiştir, adres bellidir işi saptırmayın. Başka dinlerden bir şey alıp ta veli olan kamil olan var mı???
Prof. un sözü:
Hiç önemli değil. Yani şöyle düşünün. Kant’ın bir mottosu ile Hz. Peygamber’in bir sözü o kadar birbirine uyar ki… Diyor ki Kant, “Öyle davran ki, davranışını başkasına tavsiye edebilesin.” Bir hırsız hırsızlığı çocuğuna, dostlarına tavsiye edemez. Bu altın kuraldır aynı zamanda. Hz. Peygamber’in bu yönde söylediği öyle şeyler var ki… Mesela “Size nasıl davranılmasını istiyorsanız siz de öyle davranın.”,
İşte bir müslüman ve kelam –itikad ilminde prof olmuş birinin bakış açısı, Yüce peygamberimizle kimi kıyasllıyor, yazık ki ne yazık….
Alemlere rahmet olan bir peygamber, en güzel ahlak üzere olan, Allahın Habibi, olan bir peygam-beri hangi adi kafirle eşit seviyeye düşürmüş…..İman nuru olmayınca ne yapsın….
O Kant kafiri veya başkalarının güzel denen söz ve hareketleri de mutlaka bir peygambere veya indirilen kitaba –sahifelere dayanır, asla ve kat’a kendi aklıyla ilk olarak bunu bulamaz. Öyle ya insan bunu aklıyla bulsaydı ilk insan ve peygamber olan Âdem a.s aklıyla bulurdu da Allahu teala ona isimleri öğretmezdi…. Sahifeler vermezdi…
Prof. un sözü:
Kimlik bölücüdür. Bunun altı çizilmeli. ‘Hakikat İslamı’ ile ‘kimlik İslamı’ ayrımı yapılır. Hakikat İslamı, hakikatın peşinde olan, doğruyu ortaya koymaya çalışan bir İslam. Bu, sizinle hakikat ortak paydasının peşine kim düşerse kolunuza girmesi demektir. Kimlik İslamı ise bölücüdür.,
Hakikat islamı dediğiniz şey, insanların bulmaya çalıştığı bir şey değildir, bizzat Allahu tealanın son ve mükemmel olarak indirdiği islam dinidir, açıklıkla beyan edilmiş ve kemale erdirilmiştir. Bunu bilen ve bulan zaten iman sahibi müslümanlardır.
Kimlik islamına gelince, Allahu teala kitabında bizleri müslüman olarak isimlendirmiştir. O kimliği kendisi vermiş ve ancak kendi huzuruna da bu kimlikle “müslüman olarak” gelmemizi emretmiştir. Bu kimlikten rahatsız olan varsa değiştirsin, şeytani bir kimlikle de gelebilir…. Zorla iman ettirilmez ya, cehennem de dolacak.
İslam bölmez bütünleştirir, ancak bunu tebliğ irşad ve cihadla yapar, işte burası şimdikilere zor geldiğinden laf salatasıyla cihadı örterek diyaloğu başlattılar….
Prof. un sözü:
Kuran’ın ehl-i kitaba çağrısı var, diyor ki: “Ey medeni olanlar, ey kendisini bir dinle irtibatlandıranlar, gelin ortak olan bir kelimede, ortak olan bir şeyde buluşalım.” Ortaklık çağrısı bu. Oysa bu ayetten habersizseniz “Kuran-ı Kerim, Yahudiler’i, Hıristiyanlar’ı dost edinmeyin diyor” dersiniz. Böyle bir şey demiyor!,
Ehli kitaba çağrı, Ali İmran suresinde zikredilen Mubahele (lanetleşme) ayetiyle alakalı husustur, bunu saptırmanın manası yok, doğru konuşulacaksa ayetin evveli ve sonrası Bektaşi gibi kesilip atılmamalı, Kur’an bir bütündür başı sonunu tefsir eder, bir biriyle irtibatlıdır.
Necran hıristiyanları islamı kabul etmediler münakaşa ettiler, Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem) de onları ilahi dinlerde bildirilen ortak noktalar ki
“Sadece Allahu tealayı ilah bilip ona tapınmak hiçbir şeyi (İsa-Üzeyir-yıldızla-mekeller v.s.) Allaha ortak koşmamak, birbirimiz Allah tan başka rabler (ilahlar-itaat edilen putlar) edinmemek” hususlarında kabule çağırdı, şayet onlar kabul etmezse siz “Şahid olun ki bizler müslümanlarız” deyin diye ilahi ferman geldi. Onlar bu maddeleri kabullenmediler yani müslüman olmadılar, bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) çok hiddetlendi ve onları boş bir arazide evlatlarını da alıp gelerek karşılıklı lanetleşmeye davet etti. Ayeti kerime bunu beyan ederek işin vahametini ortaya koydu ve ehli kitap cizye vererek mübaheleden kaçtı. Olay böyle, sen sadece yapılan teklifi zikretmişsin, ve sanki onlar da bunu kabullenmişler gibi zırvalamışsın, kusura bakma senin gözünün biri görmüyor… yani işine gelen yeri veya sana emredilen yeri görmüyor ve göstermiyorsun, bu ilme, prof luk ünvanına sığmaz, devletin milletin imkanlarını dini sarsmaya mı kullanıyorsunuz……,
Diğer bir çok ayette “onları dost edinmeyin – dost edinenler kafirdir” şeklinde gelmiştir.
Prof. un sözü: , “Aramızda ortak olana gelin” Hakikat arayışını Kuran-ı Kerim kimsenin tekeline vermiyor. Yahudi’de de olabilir, Budist de. Ortak olan bir şeyi arayın.
Bu hakikat zaten açık, neyi arıyorsun neyi kurcalıyorsun, hemen kabul et ve bizim kardeşimiz ol, demektir. İslamın temeli olan tevhid hakikatını kabullenmeyen ehli kitabın aklı ve medeniyeti ne işe yarar.
Prof. un sözü:
Ama dindarların Kuran’ın mesajını görmemeleri gibi bir sorun var ortada. Size şu kadarını söyleyim: Medine’de Hz. Peygamber’in komuta ettiği orduda asker olarak müşrikler var. Hıristiyan, Yahudi, Müslüman askerler var. Bunlar beraber yaşıyorlar ve herkese tek bir kelimeyle hitap ediliyor. Ümmet tabiri siyasi bir tanımdır ve vatandaş demektir.
Dindarların anlayışı yanlış ise islamın beyanı doğrudur canını sıkma, dini kaynağından bozmadan anlayıp anlatırsak herkes yanlışını anlar, ama ben prof um daha iyi anlarım dersen sen de çuvallarsın işte bak islam ordusundaki müşrikler ve ehli kitap, dıştan gelen düşmana karşı yapılan geçici bir ittifaktı ve kontrol müslümanların elindeydi. Uhud savaşında şehit olanlar hepsi müslümandı ve şehitti. Kafirlerden hiç kimse yoktu. Onlardan ittifaklı görünmek ve silah desteği almak istenmişti. Zaten hainlik edenlerinin halinin ne olduğunu okumuşsunuzdur herhalde? (Beni Nazir ve Kaynuka Yahudilerine, Hayber yahudilerine verilen cezalar)
Bunlar ümmeti islama dahil değildir, ne kadar yanlış bir anlayış ve anlatış. Ümmeti davet var, ümmeti icabet var. Biz müslümanlar ümmeti icabet (kabul eden) ümmetiz ümmeti Muhammed’iz. Onlar ümmeti davette kaldılar, iman etmediler. Bu tabirler siyasi değil dini dir, zira siyaset dinden ayrılmaz.
Prof: diyor ki..
Kabe Temizlendi, herşey oldu. Fakat Kâbe’nin anahtarı elinde olan bir adam var, adı Şeybe. Bu adam müşrik. Peygamberimiz bu adamın elinden anahtarı alıyor, amcası olan Abdullah İbn-i Abbas’a veriyor, “Bundan sonra bu işi sana veriyorum” diyor. Sonra Ayet-i Kerime geliyor, diyor ki “İşleri ehline verin.” Nasıl olur? Adam müşrik! Adam müşrik olduğu halde Kuran-ı Kerim diyor ki, “Orayı fethetmiş, temizlemiş olabilirsiniz ama o işin ehli o adamdır, verin anahtarı adama.” Abdullah İbn-i Abbas’tan alınıyor anahtarlar, Şeybe’ye veriliyor tekrar. Şeybe şok oluyor, bu nedir diyor. “Bunu en iyi sen yaparsın, lâyık olan sensin” diyorlar. “Öyleyse,” diyor Şeybe, “Ben Müslüman olurum daha iyi…”
Olayın aslı:
Resûl-i Ekrem, Fetih Hutbesinde Sikâye ve Hicâbe hizmetleri dışında kalan, Cahiliyye Devrine âit bütün iş, muâmele ve dâvâların ortadan kaldırıldığını beyan buyurmuştu.
Hacılara su dağıtma vazifesi olan Sikâye, o sırada Peygamberimizin amcası Hz. Abbas’ın uhdesinde idi.
Kâbe’ye hizmet vazifesi olan Hicâbe ise, Osman bin Talhâ’da bulunuyordu.
Hz. Abbas, Peygamberimize müracaat ederek bu iki vazifenin de kendilerine verilmesini istedi. Ancak, Resûl-i Ekrem, eskiden olduğu gibi sadece Sikâye (sulama) vazifesinin kendilerinde kalmasını uygun gördü. (Prof. şaban burayı iyi bilsin.)
Resûl-i Kibriyâ, Kâbe’nin anahtarını elinde tutuyordu. Bir çok Müslüman bu şerefli vazifeyi üzerine almak arzusunu taşıyordu. Fakat Efendimiz, Osman bin Talhâ’yı huzuruna çağırdı ve “Muhakkak ki Allah size emânetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder.” (Nisâ Sûresi, 58) âyet-i kerimesini okuduktan sonra, “Ey Osman! İşte anahtarın al! Bugün iyilik ve ahde vefâ günüdür!”582 dedi ve Kâbe’nin anahtarını yine ona teslim etti.* Osman bin Talhâ anahtarı alıp giderken Resûl-i Ekrem, “Sana zamanında söylemiş olduğum şey, vuku bulmadı mı?” diye sordu.,
Hz. Osman bin Talhâ aralarında geçen hâdiseyi hatırlayarak Resûlullahı tasdik etti.”Evet, şehâdet ederim ki, sen, şüphesiz Allah’ın Resûlüsün.”
Peygamber Efendimizin, Osman bin Talhâ’ya hatırlatmak istediği hâdise şuydu:
Hicretten önceydi. Osman bin Talhâ henüz Müslüman olmamıştı. Peygamberimiz bir gün Kâbe’ye girmek istemiş, fakat Osman bin Talhâ buna mâni olmuştu. Mâni olmakla kalmamış, Efendimize kaba, katı ve nâhoş davranmıştı. Resûl-i Ekrem ise, bundan dolayı asla hiddete kapılmamış ve istikbâl semâlarına İslâmın gür sedasının pek yakında hâkim olacağını görür gibi sükûnet ve mülayim bir edâ ile, “Ey Osman” demişti. “Ümit ederim ki, bir gün gelecek sen, beni bu anahtarı elde etmiş ve istediğim yere koymakta, arzu ettiğim kimseye vermekte serbest olacağım bir mevkiide bulursun.”,
Osman bin Talhâ, “O zaman Kureyş müşrikleri kuvvetten düşmüş, yok olmuş demektir” cevabını verince de, Peygamberimiz, “Hayır, ey Osman! Asıl o gün Kureyş hakiki kuvvet ve şerefe kavuşacaktır!”584 buyurmuştu.,
Mesele “emaneti ehline vermek” tir, prof un dediği gibi -işeri – yani hangi manayı kasdettiyse dini dünyevi hükümleri mi demek istiyor anlamıyoruz, neden böyle kapalı bırakıyorlar??? Bu olay özel olup neticede Osman bin talha’nın müslüman olacağını bildiği için böyle yapmıştır. Ama başka bir ömemli işte hep müslümanlara vazife verilmiştir, hiçbir müşrike önemli görev verilmemeiştir. Komutanlar, valilik, imamet v.s.
,
Prof diyor ki: Mekke yeniden ele geçirildikten sonra müşriklerden bir grup gelip “biz yine eskiden yaptığımız gibi Kâbe’nin etrafını tavaf edeceğiz” diyor, “Müslüman değiliz, müşrikiz ve bu ibadet hakkımızdır.” Millet ‘hoppala’ diyor, var mı öyle bir şey? Bundan sonra Kâbe tertemiz ve bizim diyorlar. Ama Maide Suresi’ndeki ayet şöyle: Kendi Rablerinin rızası için Kâbe’ye gelip ibadet etmek isteyenlere engel çıkarmayın. Bakar mısınız… Mekke sizin, Kâbe sizin ama ayet “bırakın ibadetlerini yapsınlar” diyor.,
Bu ayeti kerime hangi sebeble inmiştir bakmak lazım, ama asıl müşriklerin Mekke’ye girişini men eden Tevbe suresinin ilk ayetleri “bu seneden sonra artık Mescidi Haram’a hiçbir müşriğin yanaşmamasını” emrederek onların girişlerini yasaklamıştır, olay bitmiş hüküm kesinleşmiştir, daha evvelki uygulama delil olamaz zira nesh olmuştur. Boşuna gevezeliğe mahal yok eğer neshi kabul etmiyorsanız o zaman yahudilerin anlayışına dönersiniz.
,
Prof: Yani İslam dünyasının total olarak ürettiği düşünce, yarını bugünden daha iyi değilse, bir arayış içinde değilse ortada bir aldanma vardır. Hadis buna işarettir.
Hadisi şerifin işareti sadece o değil bilakis elle tutulur hissedilir müşahhas uygulamalardır, ibadetlerde hayır ve hasenatta zikirde tefekkürde maddi manevi gelişmede ilerlemek dinin emridir, ama sizler bunu sadece akıl da söz de tartışma da kayıtlayıp insanları didişmeye davet ediyorsunuz, laf ebeliğini bırakıp namazları cemaatle kılalım da, milletin halini gözümüzle görerek tedbirlerini alalım….
,
Prof: Ve derim ki, “Cine ve cinciye inanan insanları iki kat korku sarar!” Ayet-i Kerime bu. İki: “Mümin olarak kim ki bu tür varlıkların tasallutuna inanırsa şirke yakın bir yerde durur.” Bu da Ayet-i Kerime. Bakın ne yaptık? Hani güvende olacaktık? Hem insanlardan hem de bu tür görünmeyen, bana tasallut edeceğini söylediğim varlıklardan güvende olacağım bir evren yaratmak istiyorum ben.
Bu sözleriyle cin –şeytan gibi varlıkların varlığını inkar mı ediyor yoksa yanlış yorumlandığını mı söylemek istiyor, anlamak zor. Mü’min tesirin sadece Allah tan olduğunu bilir ama bazı şeyleri vesile edileceğini de bilir, zehirin öldürdüğünü, balın şifa olduğunu bilmek gibi. Cin lerin ekserisinin ve şeytanların zararlı olduklarını, insanlara düşmanlık ettiklerini, ancak Allah müsaade etmezse hiçbir tesirlerinin olmadığı bilir. Onların varlığını inkar kati nassları inkardır…..
Netice olarak Prof Şaban bey ve benzerlerine diyeceğimiz, Avrupalılara yaranmayı bırakın da ehli islama faideli hizmetler yapın, Müslümanları Allah ve peygamberiyle tanıştırın, gerçek dini sünneti seniyyeyi ihya için gayret edin…. Sünnetin zahiri Batıni kavli fiili itikadi ve ameli olduğunu unutmayın.
Nato veya başka bir batı kuruluşunda, ordaki zalimlerin takdirini toplayan bir konuşma yapmak, neyi ifade eder? Onların takdirini almakla ne kazanacaksınız? Allahın rızası olmadıktan sonra dünya seni beğense ne işe yarar, cennet ve cehennem kimindir? Onun rızasını talep etmek lazım değil mi?
Ali Kara Hocaefendi
www.ihvanlar.net
Kimisi ince okur el-Elbani der, kimisi kalın okur el-Albani der. Fark etmeyen tek şey bu kişinin selefilik örtüsü altında saptırıcı faaliyetler yapması, ümmetin kalbinde bulunan hadislere olan inancı uydurma-zayıf yorumlamalarıyla yıkmaya çalışması ve sapık fetvalar vermesi…
Albanî Selefi görüşü üzere olduğunu iddia edenler, “asrın muhaddisi” derler. O bir hadise uydurma veya zayıf derse onlar için iş bitmiştir. Diğer âlimlerin bu konudaki görüşleri hiç de önemli değildir. Ancak hadis konusunda cahil olan okuyucu tabaka Albani’nin bir çok kere kendisiyle çeliştiğini bilmezler. El-Albani’yi referans göstererek bir çok hadisi inkar ederler. Halbuki bakalım önce bu adam sahih mi?
Mesela tavessül ile ilgili bir hadis rivayet eden ed-Dar diye meşhur sahabe ve imamlarınca itimad edilen ve güvenilen bir kimse olan “Maliküddar”ın rivayetini reddeden Elbani, ondan çok aşağı mertebede olanların rivayetlerini kabul etmektedir. Bunlara birkaç misal verecek olursak:
- Yahya İbnu Uryan el-Harevi: Elbani es-Sahiha’sında (1/49) onu tanıtırken sadece “muhaddis idi” diyerek itibar etmesidir.
- Muhammed ibnu’l-Eş’as: Elbani bunun hadisi es-Sahiha’sında (1/313), İbnu hibban’ın O’nu sika bulması, bir topluluğun ondan rivayet etmiş olması ve büyük bir Tabii olması sebebiyle güzel bulmuştur. Halbuki et-Tekrib’de (s.469) O’nun hakkında “makbuldür” denilmektedir.
Elbani’nin hadis kriterlerinde mertebece daha aşağıda olanı tercih etmesi onun işine geldiği raviyi kabul etmesi gibi bir düşünceni doğmasına sebep oluyor.
Vereceğimiz şu örnekte ise Albani’nin işine gelen hadiste raviyi kuvvetli gösterip, aynı raviyi işine glemeyen hadiste zayıf göstermesidir.
Ebu’l- Cevza Evs b. Abdullah Radıyallahu anh: “Medine halkı şiddetli bir kıtlığa maruz kalmıştı. Onlar Aişe Radıyallahuanha’ya gelerek durumdan yakındılar. Bunun üzerine Aişe Radıyallahu anha:
“Peygamber Sallallahu Aleyhi ve Sellem’in kabrine bakın, ondan semaya doğru bir delik açın. Onunla sema arasında bir engel bulunmasın ded. Onlar da hemen dediğini yaptılar. Bunun üzerine, bize öyle bol yağmur yağdı ki, otlar yeşerdi, develer yağdan çatlarcasına semizleşti. Bundan dolayı o yıla: “çatlama yılı” denildi.
Elbani bu hadisi aklınca zayıflatmaya çalışıyor ve “Ravilerden Said b. Zeyd’de zayıflık vardır” iddiasında bulunuyor. Bu iddiasını Said b. Zeyd’in zayıf ravi olduğunu iddia edenlere dayandırıyor ancak onun güvenilir olduğunu söyleyen “İbn Main, İbn Sa’d, Buhari, İcli, Ebu Cafer Ed-Darimi, Ahmed b. Hanbel ve İbn Hibban” gibi otoriteleri görmezlikten geliyor.
Elbani aynı ravinin (Said b. Zeyd) bulunduğu bir hadiste ise şu değerlendirmeyi yapıyor: “Hadis’in isnadı hasendir. Ravilerin hepsi de sikadır. Said b. Zeyd hakkında söz söylenmiştir. Ama bu onun hadisini hasen derecesinden düşürmez.” (Elbani, İrvau’l-Galil, V, 338)
DETAYLI BİLGİ: Elbani’nin Said b. Zeyd çelişkileri Hasan b. Ali es-Sekkaf, “Tenakuzat-ı Elbani” isimli birkaç ciltlik eserinde, bu ve başka misallerle açıklamıştır. Ayrıca Memduh Said Memduh “Naktu’s-Sahih” Haşiyesinde bir çok örnekler ortaya koymuştur. Dileyen müracaat edebilir.
Elbani’nin bu yaptığına ne diyeceksiniz? Bir yerde zayıf dediğine diğer yerde hasen diyorsa, işine gelen yerde raviyi kabul edip işine gelmeyince reddediyorsa, işine gelen ravi zayıfta olsa muteber oluyorsa bu kişiye ve eserlerine NASIL GÜVENECEKSİNİZ?
ZAYIF, UYDURMA… ŞİRK, MÜŞRİK…
Vehhabiler selefilik örtüsü altında maalesef bu gibi alim geçinen zerzavatçılar sayesinde Ümmeti bölmeye çalışmakta, ehli kıbleyi şirkle suçlayabilmektedirler. Bu konularda bilgisiz olan Müslümanlar da aldanabilmekte ve hadislere olan itikatlarını yitirebilmektedirler.
SAPIK FETVALAR VEREN ADAM!
Elbani’nin hadis alanında çelişkilerinden fetva mahalline bakalım. Her alimim diyenin bir de fetva verme merakı ortaya çıkıyor maalesef. Hâlbuki hadis ayrı bir ilim dalıysa fıkıh apayrı bir ilim dalıdır.
Bu konuda da sadece bir örnek verip yetineceğiz.
Elbani “Evlenme Adabı” s.64’de şöyle diyor: “Bazı erkekler nişan yüzüğü adı altında, parmaklarına altın yüzük takarlar. Bu adet bize Hıristiyanlardan geldiği için, evvela onlara benzemek olur. Sonra’da İslam prensiplerine göre, altın takmak erkeklere zaten haramdır. İleriki sayfalarda zikrettiğimiz, altını kadınlara bile yasak eden naslara muhalefet etmektir”
Elbani, kadınlara altın takmanın haram olduğu fetvasını veren bir insandır. Halbuki 4 mezhepe göre de kadınlara altın takmak haram değildir.
Bunları da düşünerek Elbani’yi akıl terazinizde tartmanızı istiyoruz ve sözü Şevket Eygi’ye bırakıyoruz:
Mehmet Şevket Eygi yaptığı araştırmaları kaleme almış ve Elbani’nin nasıl bir alim(!) olduğunu gözler önüne sermiştir:
1. Günümüz Vehhabî ve Selefîleri içinde en önde gelen bid’atçi ve reformcudur.
2. Otodidakttir. Hocalardan ilim öğrenmemiş, icazet almamıştır. Bir insan kendi kendine kitap okuyarak uçak mühendisi, kalp ameliyatı yapan operatör doktor, ağır ceza hakimi olabilir mi? Olamaz. İşte Albanî’nin muhaddisliği de böyle kendinden menkul bir muhaddisliktir.
3. Asıl mesleği saatçiliktir.
4. Büyük Ehl-i Sünnet alimlerine, imamlarına ağır ve galiz şekilde saldırarak meşhur olmuştur.
5. Tasavvuf ve tarikat evliyasına ve ehline aşırı saygısızdır, onlara karşı düşmanca ve son derece agresif bir üslupla saldırmıştır.
6. O kadar aşırıdır ki, Suudî Arabistan’dan hudut harici edilmiş, Amman’da ev hapsinde 1999′da ölmüştür.
7. Bazı kitap tüccarlarının ve eğitimsiz bir kısım Müslümanın tercih ettiği bir yazardır.
6. İmamdır ama Ehl-i Sünnetin imamlarından değil, Vehhabî ve Selefîlerin imamıdır.
7. Ulemanın icmâına aykırı bozuk ictihadlarından biri kadınların altın süs eşyası takmalarının haram olduğu iddiasıdır.
8. Diğer bir bozuk ictihadı: Ticaretten kazanılan paranın zekâta tâbi olmadığı iddiasıdır.
9. Kendi kafasına (re’y ve hevasına göre) cumartesi günleri oruç tutmayı kesin olarak yasaklamaktadır.
10. Üç mescid dışındaki diğer mescidlerde itikaf yapmayı yasaklamaktadır.
11. Müslümanların selef imamlarını (mesela dört mezheb imamını) taklid edeceklerine kendisini taklid etmelerini istemektedir.
12. Kasden terk edilen namazların kazâ edilmesini yasaklamaktadır.
13. Hayızlı kadının ve cünübün Kur’an-ı Kerimi okumasının, tutmasının ve taşımasının caiz olduğunu iddia etmektedir.
14. Resulullah’ın (Salat ve selam olsun ona) kabrinin Mescid-i Nebevî içinde bulunmasının Medîne’deki bid’atlerden biri olduğunu tekrar tekrar iddia etmektedir.
15. Peygamberimizin kabrini ziyaret etmek ve ondan şefaat istemek maksadıyla seyahat edenin yanılmış bir bid’atçi olduğunu iddia etmektedir.
16. Zikrullah yapmak için elinde tesbih bulundurmayı bid’atçilik olarak vasıflandırmaktadır.
17. Allahü Teala için Arş’ın üzerinde el-mekân el-ademî diye bir yer olduğunu iddia etmektedir.
18. Tamâmü’l-minne adlı kitabında istimnânın (mastürbasyonun) orucu bozmadığını iddia etmektedir.
19. Sahih-i Müslim ve Sahih-i Buharî’nin “düzeltilmiş” baskılarını yayınlamış, ve bunlara “muhtasar” (kısaltılmış) ismini vererek hileli bir yol izlemiştir.
20. Albanî et-Tevessül adlı kitabında Mu’tezile mezhebini takliden, tevessül ve teşeffuyu haram olarak kabul etmekte ve bunun şirke denk olduğunu söylemektedir.
21. Ehl-i Sünnet tasavvufçuların İslam dışı olduklarını, şirke ve küfre düştüklerini iddia etmektedir.
22. Ehl-i Sünnetin itikatta iki imamı olan İmamı Eş’arî’ye ve İmamı Mâturidî’ye son derece muhaliftir, onları bid’atçi kabul etmektedir.
23. En az beş kitabında Medîne-i Münevvere Mescid-i Nebevî’deki Kubbe-i Hadra’nın (Peygamberimizin türbesinin) yıkılmasını, kabrinin mescid dışına çıkarılmasını istemektedir.
24. Bayram günlerinde akrabaları, komşuları ve arkadaşları ziyaret etmenin bid’at olduğunu söylemektedir.
25. Dârü’l-harb olduğu gerekçesiyle Müslümanların Filistin’i terk etmeleri ve Siyonist Yahudilere bırakmaları gerektiği yönünde fetva vermiştir. (Feteva, s. 18)
26. Teravih namazının 11 rekattan fazla kılınmasını yasaklamaktadır.
27. Cuma namazından önce dört rekat sünnet namazı kılmanın bid’at olduğunu iddia etmektedir.
28. Ehl-i sünnet âlimlerine cahiller, bid’atçiler, hattâ bazen eşkıya diyerek hakaret etmektedir. Bu konuda Ehl-i Sünnet âlimi Şeyh Hasan Ali el-Sakkaf tarafından derlenmiş “Albânî’nin Ümmet’in âlimlerine karşı sarf ettiği hakaretlerin ve tiksindirici ifadelerin sözlüğü” adlı bir kitabı bulunmaktadır.
29. Peygamber Efendimizi öven “Kaside-i Bürde”yi okuyan Müslümanlara ahmak diyerek hakaret etmektedir.
ELBANİ’YE YAZILAN REDDİYELER
Gelelim Ehl-i Sünnet ulema ve fukahasının bu bid’atçi zata karşı yazdıkları reddiyelere:
1. Hindistanlı muhaddis Habiburrahman el-Azami’nin dört ciltlik “el-Albanî Şuzuzuhü ve ahtauh”u.
2. Suriyeli âlim Muhammed Said Ramazan el-Bûtî’nin iki reddiye kitabı vardır. (a) Mezhebsizlik Şeriatı tehdit eden en tehlikeli bid’attir. (b) Selefin yolu mübarek ve tarihî bir çığırdı, İslamî bir mezheb değildi.
3. Faslı muhaddis Abdullah ibn Muhammed ibn Sıddîk el-Gummarî’nin Albanî’ye dört reddiyesi vardır.
4. Suriyeli hadîs alimi Abdulfettah Ebû Gudde’nin Albanî’ye ve arkadaşı zuheyr eş-Şeviş’e reddiyesi.
5. Mısırlı hadîs alimi Muhammed Avvame’nin “Âdabü’l-İhtilaf” adlı kitabı.
6. Mısırlı hadîs âlimi Mahmud Said Memduh’un iki reddiyesi.
7. Arabistanlı hadîs alimi İsmail ibn Muhammed el-Ensar’ın üç reddiyesi.
8. Suriyeli âlim Bedreddin Hasan Diab’ın reddiyesi.
9. Dubai Diyanet reisi İsa ibn Abdullah ibn Mani’ el-Himyerî’nin iki konudaki reddiyesi.
10. Birleşik Arab Emirlikleri Diyanet İşleri Başkanı Şeyh Muhammed ibn Ahmad el-Hazrecî’nin “Albanî’nin aşırılıkları” başlıklı makalesi.
11. Suriyeli âlim Semir İslambulî’nin el-ahad, el-icmâ, en-nesh adlı yazısı.
12. Ürdünlü âlim Es’ad Selim Tayyim’in, Albanî’nin yaptığı bazı hataları teşhir eden yazısı.
13. Ürdünlü âlim Hasan Ali Sakkaf’ın sekiz kitabı.
Evet muhterem beyefendi… Siz Albanî malınızı göklere çıkartıyorsunuz ama onun kusurlarından hiç mi hiç bahs etmiyorsunuz.
Ehl-i Sünnet ulemasının aleyhinde bunca ilmî tenkit ve düzeltme kitabı yazdığı böyle bir kişiye siz nasıl zamanımızın hadîs imamı diyebiliyorsunuz?
Bu yazımdaki bilgileri halk bilmez. Siz “malınızın” kusurunu söylememekle Müslümanları aldatmış olmuyor musunuz?
Beyefendi!.. Müslüman âdil ve insaflı olmaya mecburdur. Kur’an, Sünnet bizi âdil olmaya çağırıyor.
Siz “Albanî benim gözümde imamdır ama onun aleyhinde de bunca ilmî tenkit kitabı yazılmıştır” demek zorundasınız.
Albanî gibi bir bid’atçiyi ve saygısızı muhaddislerin imamı olarak göstermenin bir vebali olsa gerek. Selam ve saygılarımla… Mehmet Şevket Eygi
www.ihvanlar.net
|
|
|
|
|
|
|
Bugün 69 ziyaretçi (188 klik) kişi burdaydı!
|
|
|
|
|
Bugün 91 ziyaretçi (107 klik) kişi burdaydı! |
|
|
|
|